hafta 7

Transkript

hafta 7
DĠL, DĠN,IRK ve ETKĠNLĠK
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
SOSYAL
ANTROPOLOJĠ
Hedef 1.Dilin tanımını bilmek
Hedef 2.Dil-kültür ilişkisini kavrayabilmek
Hedef 3.Dilin özelliklerini bilmek
Hedef 4.Dinin tanımını bilmek
Hedef 5.Din ve kültür etkileşimini kavrayabilmek
Hedef 6.Irk kavramını tanımlayabilmek
Hedef 7.Irk toplum ve kültür ilişkisini kavrayabilmek
Hedef 8.Etniklik ve etnik bütünleşmeyi kavrayabilmek.
ĠÇĠNDEKĠLER
1-DİL
1.1. Dilin Başlangıcı
1.2. Dilin Özellikleri
1.3. Dil Kültür ve Yaşam
1.4. Dilde Anlam
2-DİN
2.1.Dinin Tanımı İle İlgili Görüşler
2.2.Dinin Kaynağı Hakkındaki Görüşler
2.3.Din ve Mitoloji
2.4.Din ve Kültür
3-IRK
3.1.Fenotipik ve Genotipik Özellikler
3.2.Irkların Kökeni ve Evrim Sürecinde Ortaya Çıkışları
3.3.Irk, Toplum ve Kültür İlişkileri
4-ETNİKLİK
HAFTA
7
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
Bu bölümde dil, din, ırk ve etnik konularının toplumsal açıdan önemine ilişkin
tanımlamalar ve kültürü etkileme biçimleri üzerinde durulacaktır. Dil, bir milletin
kültürel değerlerinin başında gelir. Aynı dili konuşan insanlar millet denilen sosyal
varlığın temelini oluşturur. Çünkü insanların yaşadıkları topluma yabancılaşmadan, ona
uyum sağlayarak hayatlarını devam ettirmeleri o tolumun kültürünü, inanç ve değerlerini
benimsemeleri ile gerçekleşir. Dolayısı ile toplumlara özgü inançlar sistemi de dil yolu
ile kültürleşerek insanlara aktarılmaktadır. Tek bir insan türünün alt dalları olan insan
topluluklarının varlığı ve gelişmesi, türün ortak genetik hazinesinde iklim koşularına göre
ve toplumlar düzeyinde ortaya çıkmıştır. Bu toplumların kültürel seçicilik süreçleri,
toplumların genetik hazinelerinin farklılaşma ve benzeşme eğilimlerini belirlemektedir.
Zira dil, din, ırk ve etnik durumu, toplumun sosyal yapısını oluşturmaktadır.
1-DĠL
Dil, belirli kurallara göre bir araya getirilmiş sesleri ve işaretleri kullanarak
gerçekleştirilen simgesel iletişim sistemidir ve o dili paylaşan herkes tarafından,
toplumun önceden kararlaştırdığı anlamlar çerçevesinde anlaşılabilen sesler sistemidir.
Her ne kadar insanların birbirleriyle iletişim kurmalarında dil önem taşısa da iletişimin
tek aracı değildir. İnsan dili, iletileri aktarırken beden hareketleri ve yüz ifadeleriyle
birlikte, ses tonu ve yüksekliğinin de kullanıldığı bir sistemdir. (Haviland ve arkadaşları
2008)
Her normal insan konuşma yeteneğine sahiptir ve birçok toplumda insanlar
günlerinin önemli bir kısmını konuşarak geçirirler. Dil, insan hayatının o kadar ayrılmaz
bir parçasıdır ki neredeyse yaptığımız her şey dille ilgilidir. İletişim kurma yeteneğimiz
(ister sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dili olsun, ister ses ve beden diliyle olsun)
biyolojik yapımıza bağlıdır. Dilini paylaşan herkes tarafından, toplumun önceden
kararlaştırdığı anlamlar çerçevesinde anlaşılabilen bu sesler ve/veya işaretler, simgeler
sınıfına girer. Simgeler, keyfi ve geleneksel olarak başka bir şeyi anlatmak için kullanılır.
Örneğin ağlamalı sözcüğü çevremizde ağlayan birisi olsun olmasın, belirli bir eyleme
anlam yüklemeye ve bu anlamı başkalarına iletmemize yarayan sesler bütünüdür.
İşaretler ise kültürümüzün bize öğrettiği simgeler olmaktan çok, anlamı gayet doğal ve
belirgin olan içgüdüsel sesler ve el kol hareketleridir. Bir çığlık, öksürük ve ağlama sesi
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
2
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
birtakım duygusal ya da fiziksel durumlar hakkında bize ileti verir. Bu bağlamda dil:
Belirli kurallara göre bir araya getirilmiş sesler ya da el kol hareketlerini kullanarak
gerçekleştirilen bir iletişim sistemidir, sinyal ise anlamı gayet doğal ve belirgin olan
içgüdüsel sesler ve el kol hareketleridir.
İnsanlar genel hatlarıyla konuşmaya "programlıdır". Bebekler, önceden öğrenmeseler
de ağlayarak
iletişim kurar, ancak bunun dışında insanlar ancak öğrenerek bir dili
konuşabilir (Arlı 2010 ). Bu yüzden her normal çocuk kendi kültürünün dilini öğrenir.
İnsanlar arasındaki iletişimin en temel araçlarından biri olan dil, milletlerin geçmişten
devraldıkları bir mirastır. Dil yoluyla insanların birbirlerini, geçmişten bu güne ve de
geleceğe yönlendirmesi sağlanmaktadır. Ortak dil ortak kader birliği demektir. Aynı dili
konuşan insanların aynı geçmişe sahip oldukları, aynı kültürü paylaştıkları, aynı
alışkanlık ve değerlere sahip olduk bilinmektedir. Dil bir milletin kültürel değerlerinin
başında gelir. Aynı dili konuşan insanlar millet denilen sosyal varlığın temelini oluşturur.
Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir
yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir toplum
hâline getirir. Dolayısıyla dil ferde toplumunun bağışladığı en büyük miras ve
donanımdır. Bu donanıma yabancılaşma insanların içinde yaşadıkları topluma
yabancılaşmasını da beraberinde getirmektedir. Çünkü insanların yaşadıkları topluma
yabancılaşmadan, ona uyum sağlayarak yani sosyalleşerek hayatlarını devam ettirmeleri,
o toplumun kültürünü, inanç ve değerlerini benimsemeleriyle gerçekleşmektedir. Bu ise
nesillere dil yoluyla aktarılabilmektedir.
Bütün insan kültürünün temelini oluşturan ve insan topluluğunu yaratan dildir. Dilini
yüceltemeyen toplumların zamanla başka kültürlerin tutsaklığında debelenmesi ve
kültürünü unutarak yabancılaşması kaçınılmazdır. Dil kültürü oluşturan önemli unsurların
başında yer alır. Bu konumuyla dil, bir toplumun kültürü içinde şekillenen tüm
birikimleri temsil edecek işlev yüklenmektedir. Diline sahip çıkan milletler, geleceğine
de sahip çıkar. Geçmişiyle bu günü arasında dil bakımından anlaşılmazlık varsa,
geçmişin tahlil edilerek ders çıkarılması, dolayısıyla da geleceğe yön verilmesi
zorlaşmaktadır.
Dilin öğrenilmesi toplumsal/kültürel çevreyle ilgilidir. İnsanların toplumsal yani
dilsel çevresi olmadan dil edinmesi olası görülmemektedir. Başka bir ifadeyle, dilsel
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
3
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
etkileşim, toplumsal/kültürel bağlamın varlığıyla gerçekleşir ve değer kazanır. Birey ve
toplum yaşamındaki sadece bir iletişim aracı olma özelliğiyle değil, bireyleri toplumuna,
toplumları milletine bağlayan ve onlara millet olma özelliği kazandıran önemli bir araçtır
dil. Dil düşüncenin, düşüncelerin açığa çıkarılabilmesinin en önemli etkin aracıdır.
Milletler dil sayesinde kültürlerini, edebiyatlarını, tarih ve sanatlarını ortaya
çıkarabilmekte ve yeni nesillere aktarabilmektedirler (Özkan 2010).
1.1.Dil Nasıl Başladı?
Antropologlar, insan dilinin bazı temel kalıp ya da kuralları olan el/kol hareketleri
sistemi olarak başladığını ve daha sonra karmaşıklaştığını öne sürer. Dilin karmaşıklaşma
sürecindeki temel etmenlerden biri, atalarımızın karşılaşabilecekleri zorluklarla ilgili
geleceğe dönük planlar yapmaya başlamaları ve böylece hayatta kalma olasılıklarını
arttırmalarıdır. Konuşma kas hareketiyle gerçekleşen bir olgu olduğu için, doğal
ayıklanma sonucu ağız kasları ve ses tellerinin gelişimi yaygınlaştıkça konuşma becerisi
doğmuş olabilir. Konuşma, hayatta kalma olasılığını arttırmıştır çünkü bu beceri,
insanların konuşurken ellerini kullanmalarına imkân vermiş ve kendilerini göstermeden
başkalarıyla iletişim kurmalarını sağlamıştır. Doğadaki canlılar kendilerini korumak,
varlıklarını sürdürmek için bazı yetenek ve güçlerle donatılmıştır. Bazılarının "beden
gücü. bazılarının görme duyusu, bazılarının koku alma duyusu gelişmiştir. Bazıları çok
ürer, bazıları daha hızlı koşar. İnsan da anlaşma yetisiyle donatılmış bir varlıktır. İnsanın
her türlü iletişimini bu yeti çevresinde düşünmek gerekir. (Haviland ve ark.2008)
Dilden önce bazı işaret ve seslerle insanların kendi aralarında iletişimi sağlayarak
anlaşma sağladıkları bilinmektedir. Günümüzde de dil dışında başka araç ve durumlarla
anlaşma sağlandığı bilinmektedir. Ancak hiç şüphesiz en gelişmişi ve kullanışlı olanı
dille gerçekleştirilen iletişimdir. İletişim, bir bilginin, niyetin, duygunun, düşüncenin
göndericiden alıcıya iletilmesidir. İnsanlar arasında iletişimin gerçekleşmesi için göndericiyle alıcı arasında ortak bir işaret sisteminin kullanılması gerekir. Her dil, onu
konuşan insanların tarihî oluş içinde oluşturdukları doğal bir şifre sistemidir. Kendine
özgü söyleyiş tonlamaları ve kuralları vardır. Bütün bu özellikleriyle dil, bir sistem
özelliği taşır. Bu sistem; insanların anlaşma, anlama-anlatma yeteneği çevresinde, birlikte
yaşayan insan grupları tarafından oluşturulmaktadır. Her dilin en küçük birimi olan
kelime, sesle kavramın kaynaşmasıyla oluşur. Kelime ve kurallar, o dili konuşan insan
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
4
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
kitlesinin dünya ve insanla ilişkilerine ve oluşturup yaşadıkları kültüre göre şekil kazanır.
İnsan grupları bu anlaşma yeteneği çevresinde bir araya gelerek hem dili oluştururlar hem
de o dille deneyimlerini ve birikimlerini kendilerinden sonra gelen kuşaklara aktarırlar.
Doğada hiçbir şeyin etiketi yoktur. İnsan, dilinin verdiği imkânlarla onları sezer, algılar
ve değerlendirir. Dil, kültür taşıyıcısı olarak tarihî ve sosyal olanla iç içedir; onlarla
zenginleşerek akışını sürdürür.
1.2. Dilin Özellikleri
Dilin başlıca özellikleri şöyle sıralanabilir:
— Dil, seslerden oluşmuş bir anlaşma sistemidir.
— Dil, gelişmiş bir iletişim aracıdır.
— Dil, düşünce ve zekanın bir göstergesidir.
— Dil, sosyal ve canlı bir varlıktır.
— Dil birliği, bir milleti oluşturan özelliklerin başında gelir.
— Dil, milleti meydana getiren bireyler arasında ortak duygu ve düşünceler oluşturur.
— Bir milletin dili; onun tarihi, dini ve kültürüyle iç içedir.
1.3. Dil Kültür ve Yaşam
Karmaşık dil yeteneğimiz olmasaydı insan kültürü bugünkü şeklinden çok farklı
olurdu. Diller, her biri kendine özgü bir kültüre sahip toplumun üyeleri tarafından
konuşulur. Konuşanın sınıfı, cinsiyeti ve statüsü gibi toplumsal değişkenler, insanların
dili kullanımını etkileyebilir. Bunun ötesinde, insanlar kendilerine anlamlı gelen şeyleri
iletirler; neyin anlamlı, neyin anlamsız olduğunu belirleyen başlıca etmen de dildir.
Aslında, dili kullanış biçimimiz, kültürü etkiler; aynı zamanda da kültürden etkilenir
(Haviland ve ark.2008).
Günümüzde kültür alanı olarak adlandırılan (tinsel tabaka) insanı diğer
varlıklardan ayıran her türlü etkinliğin oluştuğu alan, dille gerçekleşir ve dille ifade edilir.
Dil, insanın yaşadığı grup içinde kültürel kişiliğini oluşturan öğelerden biridir. Aynı dili
konuşan insanlar görünmeyen ama anlaşılan ve sezilen bağlarla birbirlerine bağlanırlar.
Her milletin ayrı bir dili vardır ve bu dil o milleti meydana getiren unsurlardan biridir ve
belki de en önemlisidir. Bir milletin ruhu ve yaşama biçimi dilinde şekillenir. Bu
bakımdan dil milletin hayat felsefesini yansıtır. Çünkü dil uzun zaman içinde tarih,
coğrafya, kültür, medeniyet ve çeşitli sosyal tesirlerin altında bütün toplumun kollektif
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
5
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
şuurundan, heyecanından ve zekâsından doğmuştur.Aynı dili konuşan toplum fertlerinde
ortak ve millî bir şuur oluşur ve bu şuur fertler arasında sıkı bir bağ meydana getirir.
Çünkü ortak dil millî hatıraların, duyguların ve düşüncelerin bütün maddî ve manevî
değerlerin, ortak buluş ve yaratışların müşterek hazinesidir. Dilin millet hayatıyla olan bu
bağı, onun sosyal bir kurum olarak nitelenmesine yol açmıştır. Esasen ferdin
sosyalleşmesi; sosyal ve millî dayanışması ancak dili sayesinde gerçekleşir. Sosyalleşme
ise bir bakıma fertlerin birbirine benzemesi, birbirleriyle ortak anlamlar, davranışlar ve
değerlere sahip olmasıdır. Bunu da ancak dil birliği gerçekleştirir. Öte yandan
sosyalleşme bir yönüyle de ferdin kendine has bir kişilik kazanması demektir. Bu da yine
dil sayesinde gerçekleşir. Çünkü dildeki sınırsız yeni anlamlar üretme imkânı, yeni
ilişkiler kurma yeteneği, fertlere birbirinden farklı anlam dünyaları kurma, farklı
kelimelerle, farklı üsluplarla konuşma ve yazma imkânı sağlar. Bu durum toplumlar için
de geçerlidir. Bu bakımdan kültürleri ve toplumları birbirinden ayıran en önemli etken
dildir. Dil toplumdan ve kültürden ayrı tutulamaz. Çünkü toplumun hiç bir parçası dilden
ayrı değildir. Toplumun edebiyatı, felsefesi, sanatı, tekniği, külltürü, düşünceleri, âdet ve
gelenekleri dil ile bir bağlılık içindedirler. Bu değerlerin gelecek nesillere aktarılması bir
bildirmeyle gerçekleşir ve bunu da ancak dil başarır. Dil toplumların var olduğunun
kanıtıdır. İnsanlar dil sayesinde bir toplum meydana getirerek, toplum ve yaşamına bir
kimlik kazandırır ve bu kimlikle bir aidiyat duygusu oluşturur (Arlı 2010)
1.4. Dilde Anlam
Belli dilleri konuşanlar, deneyimlerini ve algılarını düzenlemek ve kategorileştirmek için
terimler dizisi kullanırlar. Dilsel terimler ve farklılıklar, insanların algıladıkları
anlamlardaki farklılıkları da içine alır. Etnobilim ya da etnosemantik, çeşitli dillerdeki
bu tür sınıflama sistemlerini inceler. İyi incelenmiş etnosemantik alanlar (ilişkili nesneler,
algılar veya kavramlar seti), akrabalık ve renk terminolojisini kapsar. Bu tür alanlar
üzerinde çalışırken, bu insanların, akrabalık ilişkileri ve renkleri nasıl algıladıkları ve
bunlar arasında nasıl ayrımlar yaptıkları incelenir. Bu renk uzamının öteki ucunda ise,
tüm renk terimlerini kullanan Avrupa ve Asya dilleri yer almaktadır. Renk terminolojisi
en çok, boya ve yapay renklendirme kullanılan geçmişe sahip bölgelerde gelişmiştir
(Kottak 2002).
Sonuç olarak; günlük alışkanlıklar, öfkeler, sevinçler ve değer yargıları dil yoluyla
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
6
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
ifade edilmekte ve tanımlanmaktadır. Bu işlevi nedeniyle de dil ve kültür arasında
kaçınılmaz bir bağ bulunmaktadır. Bu nedenle de dil ile kültür sürekli etkileşim içindedir.
Kültür hayatının sağlıklı gelişiminde, benimsenebilir bir dil, ortak bir dünya görüşü ve
hayat anlayışı, anlaşılabilir bir sanat ve edebiyat icrası gibi unsurlar için vazgeçilmez bir
önem taşır. Sanatta ve edebiyatta kullanılan dilin anlaşılabilirliği, bu alanlarda verilecek
eserlerle halka ulaşılabilmeyi sağlayacaktır. Dil ile ortaya konulan sanat eserleri, diğer
alanlara göre daha belli ve göze çarpar nitelikte bir kültür taşıyıcısıdır.
2. DĠN
İnsanın var oluşuyla birlikte ortaya çıkan din, tarihin her döneminde insan için
önemini hissettirmiştir. Tarihte ne kadar geriye gidilebilirse gidilsin yaşantısında din
olgusunun olmadığı topluma rastlanmamıştır. Çünkü insan, var oluş nedeni ve amacının
cevabını dinde bulmuştur. Din, insanları ayakta tutan bir hayat kaynağı olmuştur. Samimi
olarak bağlanılan nice felsefî sistem veya ideolojiler bir zaman sonra toplumun
hayatından çıkıp giderken din, insanın ruhunda yerini her zaman korumuştur (Adam
7
2001).
2.1. Dinin Tanımı ile ilgili Görüşler
Din bilimcileri tarafından dinle ilgili birçok tanım yapılmıştır. Fakat üzerinde
ittifak edilen bir tanım yapılamamıştır. Çünkü herkes kendi açısından bakarak dini
tanımlamıştır. Örneğin, bir dinin mensupları, dini kendi inançları açısından tanımlarken
dini bir olgu olarak ele alanlar ise elde ettikleri verilere göre bir din tanımı yapmışlardır.
Dolayısıyla din sosyolojisi, psikolojisi ve felsefesi gibi bilim dallarıyla uğraşan birçok din
bilimcisi din hakkında değişik tanımlar ortaya koymuştur. Tanımlardaki farklılığın
nedeni, dinin karmaşık bir yapıya sahip olması ve dinin tanımını yapanların sübjektif
davranmalarıdır. "Aslında dini inceleme ve araştırma konusu edinen her disiplin, işine yarayan bir din" tarifiyle yola çıkmıştır.
Din bilimcilerinin yaptığı tanımlardan bazıları şöyledir: Konuya din sosyolojisi
açısından yaklaşan Emile Durkheim, "Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan
ayin ve inançlar sistemidir." sözüyle dinin toplumdaki sosyal fonksiyonunu göz önünde
bulundurmuştur. Konuya din psikolojisi açısından yaklaşan Feurbach (Fuurbah) ise dinin
dua, kurban ve inançla kendini gösteren bir arzu olduğunu vurgulayarak dini, insan
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
psikolojisiyle ilişkilendirmiştir. Felsefî açıdan yaklaşan Hegel de dini, akıl ve ruhun
daimi ve bağımsız faaliyetlerinden ibaret olan bir sistem sayarak kâinatın zirvesine Tanrı
yerine insanı koymuş, dini bu felsefi bakışla yorumlamıştır. Bu ve benzeri örneklerde
görüldüğü gibi her bilgin, dine kendi penceresinden bakmıştır (Aydın 1990). İslam
Bilginlerinin yaptığı tariflerin ortak yanı ise dinin ilahî kaynaklı olduğunun
vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din, beşer kaynaklı olamaz. Yine bu tariflerde dinin
akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir bilgi ve tercih konusu olduğunu
göstermiştir. Nihayet dinin insanları özü itibariyle hayır olana yönelten bir kanun
şeklinde tanımlanması dinin aynı zamanda bir aksiyon alanı olduğunu gösterir (Adam
2001).
Din bilimcileri ve islam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımları, kapsam
açısından bütün dinleri içine alacak nitelikte gözükmemektedir. Bütün dinleri kapsamına
alacak bir tanımı ancak dinin özünü dikkate alarak yapmak mümkündür. Dinin özünü
oluşturan unsurlar bakımından bir din tanımı yapabilmek için onun yapısını ve tarihsel
gelişimini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durumda kutsal kitap ve kurumsallaşma
merhalelerini esas alma zarureti ortaya çıkar. Kutsal kitap merhalesi esas alındığında din,
Tanrı'nın veya din kurucularının (Buda gibi) kutsal metinlerde yer alan sözlerinden
ibarettir. Görüldüğü gibi bu tanımda dinin orijinal kaynağı olan naslar ve buyruklar söz
konusudur. Bu, Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Budizm ve Hinduizm'in özgün tanımıdır.
Kurumsallaşma merhalesi esas alındığında ise din; bir inanç, davranış ve sosyal hayatın
belirli şartlarına göre oluşturulmuş sistemdir. Görüldüğü gibi bu, dinin kurulmasından
sonraki gelişmeyi tanımlıyor. Din değişmeyen, durağan (statik) bir olgu değildir. O,
kökdeğerlerden hareketle her tür probleme çözüm üreten dinamik bir yapıya sahiptir.
Dolayısıyla devamlı gelişme gösterir. Yukarıdaki "kutsal kitap ve kurumsallaşma
merhaleleri" esas alınarak yapılan tanımlardan hareketle genel bir din tanımı yapılacak
olursa şu şekilde yapılabilir: Din; insanların mutlu bir hayat sürmesini amaçlayan
Tanrı'nın veya din kurucularının kutsal kitaplarda yer alan sözlerinden, insanların bu
amacın gerçekleşmesi için yaptıkları davranış ve oluşturdukları kurumlardan meydana
gelen bir sistemdir.
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
8
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
2.2. Dinin Kaynağı Hakkındaki Görüşler
Dinin nasıl ortaya çıktığı, kaynağının ne olduğu konusunda kutsal kitapların
verdiği bilgilerin dışında herhangi tarihî bir belge yoktur. Ancak bu, din hakkında, dînî
inançlar, ibadetler, müesseseler ve bunların sosyal hayata tesirleri ile cemiyetin bunlara
etkileri konusunda önceleri hiç bir şey söylenmemiş anlamına gelmemelidir. Mevcut
bilgilerimiz ilk insanlardan itibaren dînî olaylar ve meseleler üzerinde düşünüldüğünü
göstermektedir. Mukaddes kitapların peygamberler tarihi ile ilgili izahları bu konunun ilk
vesikaları sayılır. İlkçağ Yunan düşünce tarihinde de din sosyolojisiyle ilgili önemli
bilgilere rastlanır. Eflatun'un fikirleri gerçekten din sosyolojisi açısından üzerinde
durulmaya değerdir. Bu yüzden onu ilk din sosyololoğu olarak, görmek isteyenler de
vardır. O, sofistlerin, "her şeyin ölçüsü insandır" temellendirmesini "her şeyin ölçüsü
Tanrıdır" şeklinde değiştirerek işe başlamış gibidir. Bütün felsefe, ahlâk ve siyaset
sisteminin temeline dini koymak ister; zira kurmayı arzuladığı yeni cemiyet düzeninin
dine dayanmadan yaşamayacağına inanır (Er 1998).
Bilimsel metotlara başvurarak dinin başlangıcı ve kaynağı hakkında kesin bir şey
söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte dinin kaynağını tespit etmeye çalışan bazı
sosyal bilimciler ortaya çıkmıştır. Onlar, elde ettikleri veriler çerçevesinde dinin kökeni
hakkında birtakım teoriler ileri sürmüşlerdir. Bu teoriler bir dönem Batı dünyasında kabul
görmüş, bilim çevrelerinde heyecan uyandırmıştır. Fakat daha sonra bunların eleştirisi
yapılarak geçersizliği saptanmıştır. Dinin kaynağı hakkındaki görüşleri, evrimci görüş ve
vahiy temelli görüş olmak üzere iki başlık altında toplayıp değerlendirmek mümkündür.
A. Evrimci Görüş
Evrim, birbirini takip ederek yavaş yavaş meydana gelen değişme ve gelişmeye
denir. Dinlerin zaman içinde çeşitli sebeplere bağlı olarak (vahiy kaynaklı değil) ortaya
çıkıp geliştiğini iddia eden görüşe de evrimci görüş adı verilir. 19. yüzyılda dinlerin
kökeninin araştırılmasına ağırlık verildi. Dinler belli bir evrim geçirmiş midir, ilk din
sistemi hangisiydi gibi sorulara cevaplar arandı. Bu araştırmalar sonunda ortaya beş farklı
ekol çıktı (Demirci 1997). Onlardan monoteist dışındaki görüşler evrimci gelişimi
savunmuşlardır. Birçoğuna göre insanlar; korku, suçluluk duygusu, atalara saygı ve
benzeri sebeplerden dolayı dine yönelmiştir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
9
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
başlarında yapılan araştırma ve inceleme sonuçları, evrim teorisinin lehine yorumlandı.
Evrimciler artık insan, hayat, tabiat ve canlı varlıkların sırrının çözüleceğini iddia
ediyorlardı. Dolayısıyla artık din, insanın hayatından çıkacak ve yerini bilime terk
edecekti. Fakat, dinin insan hayatından çıkması ve yerini bilime terk etmesi nasıl
olacaktı? insanın kültür bakımından evrim geçirdiğini ispatlamak üzere antropolog,
etnolog, sosyolog ve psikologlar arasından bazı bilim adamları, ilkel hayat yaşayan
kabilelerin inançlarından hareketle dinin kökeni hakkında değişik görüşler ortaya attılar.
Çünkü onlar, dinin kökenini hâlâ ilkel hayat yaşayan kabilelerin din ve kültürlerinin
incelenmesi sonucu bulunabileceğini düşünüyorlardı (Tümer & Küçük 2002).
Bu çerçevede yapılan çalışmalarda örneğin, Edward Tylor, dinin başlangıcının
"animizm", Frazer "büyü", Marett "mana", Spencer "atalar kültü", Durkheim ise
"totemizm" olduğunu ileri sürdü. Evrimcilerde oluşan bu heyecan zaman içinde hayal
kırıklığına dönüştü. Çünkü dinin kaynağı ile ilgili ortaya atılan evrimci teoriler
eleştirilmeye başlandı. Zaten evrimci teorisyenlerden hiçbiri ilkel kabileler arasına
giderek bizzat gözlem ve inceleme yapmamışlardır. Teorilerini seyyahların anıları ve
misyonerlerin raporlarına dayandırmışlardır. Daha sonra bizzat ilkel topluluklar arasında
yapılan araştırmalar bu teorilerin tutarlı olmadığını ortaya koymuştur. Dinin kaynağı
hakkındaki evrimci görüş karşısında monoteist (tek tanrıcı) görüşü savunan bilim
adamlarını başında Lang ve Schmidt gelir. Bunların savunduğu teze göre insanoğlunun
en eski inancı, tek tanrı itikadıdır.
Evrimci Tylor'ın animizm nazariyesine ilk ciddi itiraz öğrencisi Andrew Lang'ten
gelmiştir. Lang, Güneydoğu Avustralya ilkel kabileleri ile ilgili elde edilen son bilgilere
dayanarak ilkel kabilelerde animizme rastlanmadığını, aynı zamanda insanların ahlaki
adaba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunduğuna inanılan yüce bir tanrı
kavramına her yerde rastlandığını ortaya koymuştur. Buna benzer başka bir tez de
Wilhelm Schmidttarafından savunulmuştur. Schmidt, ilkel kabileler arasında yaptığı
etnolojik araştırmalardan sonra dinin ilk şeklinin tek tanrıcılık, olduğunu ileri sürmüştür.
Bu iddiasının delillerini "Tanrı Fikrinin Kökeni" adlı eserinde ortaya koymuştur (Adam
2001).
Tevhidi geleneğe söylem ve eylemleri ile yön veren (124 bin elçi) elçiler çeşitli
bölge ve çevrelere gönderilmiştir. Doğuda eski Hint ve Çin, Batı'da Yunan düşünürleri
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
10
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
kendilerine has motiflerle düşüncelerini ortaya koyarken kavram ve ilkeler bazında
tevhidi gelenekten doğrudan veya dolaylı olarak etkilendiklerini gösterir. Ancak düşünce
kaynakları tevhide dayanmasına rağmen zamanla tevhidi çizginin dışına çıkarak insan,
doğa, evren ve tanrıya dair çeşitli açıklamalar ileri sürmüşlerdir. Allah, bu çevreleri söz
konusu sapmalardan tevhidi çizgiye çekmek için tarihin çeşitli dönemlerinde
peygamberler göndermiştir. Bu elçiler insanların fıtratına uygun genel kavram ve ilkeleri
bulundukları çevrelere hem söylem hem de eylemleriyle aktarmışlardır (Açıkgöz 2006).
B. Vahiy Temelli Görüş
Dinin kaynağı ile ilgili vahiy temelli görüşe göre din, Allah tarafından vahiy
yoluyla insanlar arasından seçtiği peygamberlere gönderilen ilahî kurallar bütünüdür.
İslam bilginlerine göre dinin kaynağı mutlak surette vahiydir. Din, Hz. Adem'le başlayıp
Hz. Muhammed'in peygamberliği ile tamamlanmıştır. Bu dinin genel adı İslam'dır.
Müslüman bilginler; dinleri, kaynağı bakımından "ilahî ve beşerî dinler" olarak ikiye
ayırmışlardır. İlahî dinleri, bugün hâlen yaşayan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam
oluşturur. Bu üç dinin dışındaki dinler ise beşerî kaynaklıdır. Yani insanlar tarafından
oluşturulmuştur. Allah, insanoğluna yüz yirmi dört bin model, örnek ve rehber olan
elçiler göndermiştir. İslam anlayışına göre onların sonuncusu tevhit zincirinin son halkası
Peygamberimiz Hz. Muhammed'dir. Hz. Âdem'den bu yana gönderilen elçiler belli bir
bölge veya topluma gönderildiğinden elçilerin tebliğ ettikleri ilahî mesajlar o bölge ve
toplumla sınırlı olmuştur. Oysa son elçi Hz. Muhammed, bütün yeryüzüne gönderildiği
için onun tebliğ ettiği din evrensel bir özellik taşır.
2.3. Din ve Mitoloji
Din, insanla beraber var olan bir gerçektir. O hem ferdî hem do sosyal bir
realitedir. İnsanın yaratılışına bağlı, tarihin her devrinde, dünyanın her köşesinde
fertlere,toplumlara hâkim olan, insanın mutluluğunu amaçlayan ilahî kurallardır. O her
türlü felsefi ve ilmî düşüncelerden önce var olmuş, insanların yaşamlarına yön vermiştir
Ancak din asıl yapısını koruduğu müddetçe insanlara faydalı olmuştur. Asıl yapısından
uzaklaşarak amacından saptığı zamanlar ise insanın yaratılış gayesine uygun yaşamasına
engel olmuştur. Dinin asıl yapısı ve amacından uzaklaşmasına sebep olan temel
faktörlerden en önemlisi "mitos"lardır (Kottak 2002).
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
11
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
•
Mitos, tarihin herhangi bir döneminde gerçekleşen olayları mecazi bir dille
anlatan kutsal öykülere verilen addır.
•
Çoğu zaman efsane, destan, halk öyküsü ve masallarla karıştırılmaktadır.
•
Olmuş veya olacak olayları konu edinirler
•
Olayları yalın olmayan farklı bir dille anlatırlar. Mecazi anlatımlar ve semboller
içerir.
•
Anlatım dili, anlatılan olayların gerçek dışıymış gibi görünmelerine neden olur.
Mitoslar, kâinatın oluşumu, tanrılar ve kahramanların hikâyeleridir. Mitoloji ise bütün
efsaneleri içine alan ve onları belli bir tarzda inceleyen bir disiplindir. Mitoloji; efsâneler,
ilk ölüm, ilk günah, tufan, tanrıların insanları nasıl cezalandırdığı, avcılığın ve
hayvancılığın nasıl başladığı, ilk ateşin ve ilk ailenin nasıl oluştuğunu konu edinir.
Bunlardan dinî boyutu yansıtanlar ise kutsal sayılır. Günümüzde mitler, dinî ve felsefî
çekirdeğin sembolik bir ifadesi olarak kabul edilmektedir (Fromm 1990). Psikolog ve
antropologların bilimsel tespitlerine göre insan farkında olmasa da mitoslar onun
dünyasında vardır. Mitoslar toplumların hayatında her zaman varlıklarını sürdürürler.
Bazı mitoslar insanlar için anlamlı mesajlar taşırlar. İnsanlar yaratılışı gereği her şeyi
merak eder. İnsanlar açıklık getiremediği olayları çoğu zaman mitoslarla anlamaya
çalışır.
2.4. Din ve Kültür Ġlişkisi
Günümüzde, bilhassa batıda yazılan bazı eserlerde, kültür bir bütün olarak takdim
edilmekte, din, hukuk, iktisat, ahlâk, örf ve âdetler onun unsurlarından sadece biri
şeklinde sunulmaktadır. Buna rağmen din sosyolojisi, din psikolojisi gibi yine batıda
doğmuş bulunan disiplinlere göre, nerede bir cemiyet varsa, orada bir din vardır ve
cemiyetin kültürü o dinin muhtevasını kazanmıştır. Sözünü ettiğimiz bu disiplinler, yine
her ferdin ve cemiyetin huzur ve refah dolu bir hayat yaşayabilmesi için bir dine ihtiyacı
olduğundan bahsederler. Aynı bilimlere göre, hiçbir cemiyet, hiçbir devirde, batıl da olsa,
dinden soyut kalamamıştır. Din, insan şahsiyetinin en iç tabakalarına kadar nüfuz ederek
ferdin vicdanından hareketle cemiyet hayatında bugüne kadar devam etmiştir. Özellikle
hayatın tamamını içine alan, başlı başına bir hayat nizamı getirmiş dinler, hem fert ve
hem de cemiyet hayatının en ince noktalarına kadar sirayet etmiş, spesifik yapısıyla
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
12
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
cemiyetin bütün kültür sahaları üzerine tesirden geri kalmamışlardır. Ruth Benedict'e
göre de din, inanç ve düşünce sistemiyle bütün kültürel sahalara nüfuz eder (Er 1998).
Kültürel bir unsur kabul edilen ahlâkın cemiyete sunmuş olduğu tercih hükümleri
ve değerler de temelini dinde bulurlar.Din bu hususta sosyal bakımdan önemli
fonksiyonlar icra eder. Çünkü insanları bir arada tutan, bazı kaidelere, yani ahlâkın değişmez, esaslarına müştereken inanmalarıdır. Bu manevî inançlar olmadan cemiyet hayatı
düşünülemez. Halbuki ahlâk kaideleri elle tutulup gözle görülmeyen sadece inanılan
şeylerdir. Bu yönüyle ahlâk kaidelerinin en büyük kaynağı dindir. Cemiyette böyle bir
nizam olmasaydı, o zaman bazı bilginlerin en yüksek kanun dediği "Doğa kanunu"
hüküm sürer, yani kuvvetli olan zayıfı ezip giderdi. Aynı şey örf ve âdetler için de söz
konusudur. Çünkü insan; cemiyetinin, kendini belirli bir istikamete sevk eden bir
içkuvvet vardır. Bu iç kuvvet, belli başlı ifadesini örf ve adetlerde bulmaktadır. Örf ve
âdetler her cemiyette dinin tesiri altında şekillenmektedir.
Toplumun sosyal düzeni açısından bakılacak olursa, açıkça görülecektir ki, tabiatı
gereği medeni olan insan toplu yaşama alışkanlığına sahiptir; hiç bir birey, maddi ve
manevî ihtiyaçlarını yalnız başına temin etmeğe yetkin değildir. Ferdin yaşamsal
mutluluğunu çevreleyen sosyal yapıyla ilgilidir. Öyleyse, insanın bir arada toplu olarak
yaşama alışkanlığını sürdürebilmesi, onun bir takım hak ve vazifelerle birbirlerine bağlı
olmasını gerektirmektedir. Başka bir ifadeyle, cemiyetin devamı ve saadeti, insanın bir
takım hak ve vazifelerle diğerine bağlı olmasını zorunlu kılmaktadır. İşte bunun içindir
ki, fertlerin hem birbirlerine, hem cemiyete; cemiyetin de fertlere karşı bir takım
görevleri ve buna karşılık hakları vardır. Bir insanın bunlara riayet etmesi için görev ve
hakkın kutsiyetine kati bir şekilde inanması gerekir. Çünkü insan, egosentrik duygularına
kapılarak şahsi menfaatinden başkasını düşünemeyebilir. Bu nedenle görev ve hakkın
kutsiyetini tayin ederek insanı, kendi aleyhine de olsa içten gelen samimi bir duygu ile
bunlara riayete mecbur edecek yüce bir kuvvet, manevî bir güce ihtiyaç vardır ki, o da
dinden başkası olamaz.
Din Hürriyeti
Hürriyet, dinin insana sağladığı en önemli haklardandır. Bu hak, dinin, insanın
mutluluk ve refahını sağlamak üzere gönderildiği gerçeğiyle perçinlenmiştir. Din insana
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
13
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
verdiği bilinçle onu tabiata, esrarını çözemediği olayların arkasında var olduklarını kabul
ettiği esrarlı güçlere tapınmaktan ve onlara bağımlı olmanın getirdiği bir eziklikten kurtarmıştır. Düşünce veya fikir hürriyeti de genel hürriyetler içerisinde yer alan bir
unsurdur. Din hürriyeti ise, düşünce hürriyetinden daha dar bir kapsama sahiptir. Ancak
din hürriyeti insanın sahip olduğu hürriyet çeşitleri içerisinde en önemli olanlarındandır.
Din hürriyeti sadece inanmama hürriyeti midir? Bunun, bazen, bu şekilde takdim
edildiği bir gerçektir. Fakat inanmama hakkı da din hürriyetinin bir yanıdır. Gerçekte din
hürriyeti; kişinin hiç bir baskı altında kalmadan, korku ve endişeye kapılmadan, neye
inanacağına kendi kendine karar verme; inanıp inanmama; kendi geleceğini kendi
bilinciyle belirleme; karanlık çağlardan miras aldığı hurafelerden kurtulma hakkıdır. Yine
öte yandan din hürriyeti insanın bağlandığı inancı özgürce, hiç bir korku ve endişeye ve
sınırlandırmaya maruz kalmadan yaşaması, ibadetini yapmasıdır.
Bizler çoğulcu bir toplumda yaşıyoruz ve kişilerin hangi toplumsal gruba mensup
olacakları veya nasıl bir çevrede yaşayacağı kendisi dışındaki iradeler tarafından
belirlenmektedir. Ama insanların farklı olmaları ve düşüncelerinin birbirlerine muhalif
olması, birbirlerine düşman olmalarına, birbirlerinden nefret etmelerine sebep değildir.
Muhalif olmak, karşıt olmak değildir. Muhalif olmak, gerçekliğin farklı yönlerini
keşfetmektir, yol ve yöntemde farklı bir üslûba sahip olmaktır. O halde insanların
birbirlerini oldukları gibi kabul etmeleri bir zorunluluktur (Sarıbay 2000).
3.IRK
Günümüzde birçok insan, yanlış bir biçimde insanların biyolojik olarak farklı
ırklara bölünebileceğine inanır. Bu durum, bilginlerin insan topluluklarını ırksal olarak
sınıflandırmaya yönelik çok sayıda çabası gözönünde bulundurulduğunda o kadar da
şaşırtıcı değildir. Bazı yazarlar dört ya da beş temel ırk belirlemişken bazıları üç düzineye
yakın ırk tanımaktadır. Irkla ilgili bilimsel kuramlar onsekizinci yüzyılın sonları ile
ondokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bu kuramlar İngiltere ve diğer Avrupa
uluslarının kendilerine tabi bölgeler ve toplulukları yönettiği imparatorluk güçleri haline
gelmeleriyle ortaya çıkan yeni toplumsal düzeni haklı çıkarmak için kullanılmışlardır.
Kont Joseph Arthur de Gobineau (1816-1882), bazen modern ırkçılığın babası olarak da
adlandırılır, üç ırk olduğunu ileri sürmüştür: beyaz (Caucasian), siyah (Negroid) ve sarı
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
14
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
(Mongoloid). De Gobineau'ye göre beyaz ırk üstün bir zeka, ahlak ve iradeye sahiptir; bu
kalıtsal nitelikler batı etkisinin tüm dünyaya yayılmasının altında yatan etmenlerdir. Buna
karşın siyahlar, ahlak yoksunluğu ve duygusal kararsızlıkla belirlenen çok az kapasiteye
sahiptir. De Gobineua ve bilimsel ırkçılık yandaşlarının fikirleri daha sonra onları Nazi
Partisi'nin ideolojisine dönüştüren Adolf Hitler'i ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki
Ku-Klux-Klan ve Güney Afrika'daki apartheidm mimarları gibi beyazların üstünlüğünü,
savunan diğer grupları etkilemiştir. II. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda "ırk bilimi"
bütünüyle gözden düşmüştür. Biyolojik açıdan keskin hatları olan "ırklar" yoktur,
yalnızca insanlar arasında fiziksel farklılıklardan oluşan bir yelpaze vardır. İnsan grupları
arasındaki fiziksel görünüm farkları, topluluğun farklı toplumsal ve kültürel grupları
arasındaki bağlantının derecesine göre değişen yetiştirme tarzından kaynaklanır. İnsan
toplulukları süreklilik gösterir. Aynı görünür fiziksel özellikleri paylaşan bir topluluktaki
genetik farklılaşma, grup içindeki bireyler arasındaki farklılaşma kadar büyüktür. Bu
olgulardan dolayı bilimsel topluluk ırk kavramını neredeyse bırakmıştır (Giddens 2005).
Biyolojik bir kategori değilse o zaman ırk nedir? İnsanlar arasında belirgin
fiziksel farklılıklar vardır ve bunların bazıları kalıtımsaldır. Neden bu farkların değil de
ötekilerin toplumsal ayrımcılığa ve önyargıya neden olduğunun biyolojiyle ilgisi yoktur.
Bunun için ırksal farklılıklar bir topluluğun ya da toplumun üyeleri tarafından sosyal
açıdan önemli kabul edilen fiziksel çeşitlilikler olarak anlaşılmalıdır. Örneğin deri
rengindeki farklılıklar önemli, buna karşın saç rengindeki farklılıklar değildir. Irk,
biyolojik olarak temellendirilen özelliklere göre bireylerin ve grupların yerinin
belirlenmesini sağlayan çeşitli vasıfların ya da becerilerin atfedildiği bir dizi toplumsal
ilişki olarak anlaşılabilir. Irksal ayrım, insanlara ait farklılıkları tanımlama biçimlerinden
daha öte bir şeydir; toplum içerisindeki güç ve eşitsizlik örüntülerinin yeniden
üretilmesinde önemli rol oynar.
Irk kavramı yaygın, ancak çoğu kez yanlış kullanılan, yanlış anlaşılan bir
kavramdır. Çarpıcı ve görünür fizik farklarının yanılgısına düşenler, aynı ırka mensup
insanlar, toplumlar ve gruplar arasındaki kültür farklarını görmezden gelmişlerdir. Bu
yanılgının iki boyutu vardır. Birisi ırksal açıklama, diğeri ırkçılıktır. Irksal açıklama
kültürel farkların nedenini fiziksel farklara (biyolojiye) bağlar ve bilimsel yetersizlikten
kaynaklanır. Irkçılık ise, bir ırkın ya da bazı ırkların üstünlüğünü savunup, bunu
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
15
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
"saflığın" korunması ile ilgili gören bağnaz bir yaklaşımdır. Günümüzde bu yanılgının
her iki boyutuna da giderek artan bilimsel hatta toplumsal tepkilerden söz edilebilir.
Ancak, bu doğru tepkiler ırk kavramını, fiziksel farkların varlığını, ırksal özelliklerin
gruplaşma ve belli toplumlardaki yoğunlaşma eğilimini görmezlikten gelmeyi
gerektirmez. Başka deyişle, kültürel farkların nedeni ırksal özellikler değildir ama belli
fiziksel özellikler belli coğrafi bölgelerde ve toplumlarda yoğunlaşmaktadır. Birçok
toplumda açık renk gözlü, sarışın ve ince uzun boylu insanlara rastlanır, ancak çoğunluk
Kuzey Avrupa'da yaşar. Aynı şekilde, esmer tenli, koyu renk gözlü ve kıvırcık siyah saçlı
insanlar birçok toplumda vardır; ama yığılma Afrika kıtasındadır. Öyleyse ırk, belli
fiziksel özelliklerin belli toplumlarda ve belli coğrafya bölgelerinde yığılmalarıyla ilgili
bir kavramdır (Güvenç & Zıllıoğlu 1993). Biyolojik kavram olarak ırk, insan için geçerli
değildir. Ancak ırkı biyolojik bir sınıf olarak kabul etmemek, insanların biyolojik
çeşitliliğini görmezden gelmek anlamına gelmemelidir. Antropologların görevi, türümüzü
yanlış bir biçimde ırk denen sınıflara bölmek değil, çeşitliliği ve çeşitliliğin toplumsal
anlamını açıklamak olmalıdır (Haviland 2008) .
Irk kavramıyla çağrışım yapan fiziksel özellikler çok sayıdadır. Bunlar, renk,
biçim ve boy-bos olarak sınıflandırılabilirler. Böyle basit ırk sınıflandırmaları on
dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarındaki sömürgecilik anlayışını
simgeleyen ırkın bir güç aracı olarak politik amaçlı kullanımına uygundur. Bu üçlü
sınıflandırma, Avrupalı beyazları Afrikalı ve Asyalılardan açıkça ayırıyordu. Sömürge
İmparatorlukları birer birer çökmeye başladı ve II. Dünya Savaşından sonra bilimciler
kurumsallaşmış ırksal sınıfları sorgulamaya başladılar. Siyaset bir yana, ten rengine
dayalı ırksal etiketlerle kendini gösteren belirgin bir sorun, kullanılan terimlerin ten
rengini tam olarak yansıtmadığıdır. "Beyaz" insanlar beyazdan çok pembe, bej ve
esmerdirler. "Siyah" insanlar kahverenginin değişik tonlarındadır, ve sarı insanlar da
esmer veya bejdirler. Fakat bu terimler kokazoid, negroid ve mongoloid gibi bilimsel
görünümlü eş anlamlı tanımlarla tescil edilmiştir (Kottak CP 2002). Bu üçlü şemanın
beraberinde getirdiği bir başka sorun, çoğu insan topluluklarının, sözü edilen üç "büyük"
ırktan herhangi birine tam olarak girmemesidir. Örneğin Polinezyalılar hangisi içine
yerleştirilecek? Bilindiği gibi, Polinezya kuzeyde Hawaii, doğuda Paskalya adası ve
güney batıda Yeni Zelanda adasının oluşturduğu, adeta bir üçgeni andıran Güney Pasifik
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
16
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
adalar grubudur. Polinezyalıların bronz ten rengi, onları Kokazoide mi yoksa Mongoloide
mi dahil eder? Bu sorununun bilincinde olan bazı bilimciler başlangıçta kabul edilen üçlü
şemayı, Polinezya ırkını da kapsayacak biçimde genişletti. Yerli Amerikalılar da yine bir
başka sorun yaratmaktadır. Onlar, kırmızı mı yoksa sarı mı? Yine bazı bilimciler başlıca
ırk gruplarına Kızılderili ya da Amerika yerlisi adlı bir beşinci ırkı eklediler. Güney
Hindistan'daki birçok insan koyu tene sahiptir; ancak "Kokazoid" yüz özellikleri ve saç
şekilleri yüzünden bilim adamları onları "siyah Afrikalılarla" aynı sınıfa dahil etmekte
isteksiz davrandılar. Dolayısıyla, bazı bilimciler bu topluluklar için ayrı bir ırk kategorisi
yarattı. Yine Avustralya Aborjinleri de ten rengine bakılarak tropik Afrikalılarla aynı
gruba sokulabilir. Bununla birlikte yerlilerin, saç rengi (açık ya da kırmızı) ve yüz
özellikleri yönünden Avrupalılara benzemeleri nedeniyle bazı araştırıcılar Kokazoid
gruba dahil etmişlerdir. Ancak, Avustralyalıların genetik ve tarihsel olarak Asyalılardan
çok bu gruplardan herhangi birine dahil olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktur. Bu sorunu
gören bilimciler, genellikle yerli Avustralyalıları ayrı bir ırk olarak ele almayı
yeğlemişlerdir. Nihayet, Afrika'nın güneyinde Kalahari çölü çevresinde yaşayan Sanları
(Boşiman) dikkate alalım. Bilimciler onların ten renklerini esmerden sarıya kadar uzanan
bir çeşitlilik içinde gösterirler. Sanların ten rengini "sarı" olarak görenler, onları
Asyalılarla aynı gruba dahil ederler. Benzer sorunlar, ırksal sınıflamalar için tek bir
özellik dikkate alındığında da ortaya çıkar. Yüz tipleri, boy, ağırlık ya da herhangi bir
görünür özellik kullanılmak istenildiğinde güçlüklerle karşılaşılır. Öncelikle ten rengi,
boy, kafatası biçimi ve yüz şekilleri (burun biçimi, göz biçimi, dudak kalınlığı) bir bütün
olarak birlikte görülmezler. Örneğin koyu renkli insanlar, uzun boylu veya kısa boylu
olabilir ve düzle kıvırcık arasında değişen saçlara sahiptir. Koyu saçlı topluluklar kafatası
şekilleri, yüz tipleri, bedensel irilikleri ve biçimleri yanı sıra açık ya da koyu ten rengine
sahip olabilirler. Açıkça görülüyor ki, birleşimlerin sayısı çok fazladır ve kalıtımın (çevre
karşısında) böyle görünür özelliklere yaptığı katkı sıklıkla açık değildir. Fenotipe bağlı
ırk sınıflandırmasına karşı son bir itiraz daha vardır. Irkların bağlı olduğu görünür
özellikler. Irkların temellendirildiği fenotipik özellikler, paylaşılan ve uzun bir dönem
değişmeden kalan genetik materyali yansıtır. Ancak, fenotipik benzerlik ve farklılıkların
mutlaka genetik bir temele sahip olması gerekmez. Kişileri büyüme ve gelişme sırasında
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
17
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
etkileyen çevresel değişiklikler nedeniyle, bir toplumun görünür özellik dağılımı genetik
değişim olmadan da değişebilir (Kottak 2002).
3.1. Fenotipik ve Genotipik Özellikler
İnsanlar ve toplumlar arasındaki kültürel benzerlik ve farkları; fizik özelliklerdeki
benzerlik ve farkların belli toplumlarda yoğunlaşması ya da yığılması ile açıklamaya
çalışanlar ırk ile kültür kavramını birbiriyle karıştırmışlardır. Irka inananlar ise, belli bir
ırkın bir ya da birkaç özelliğini taşıyan kişileri o ırkın üyesi sayarlar, ancak ırksal
karakteristiklere uymayan özellikleri de gözardı ederler. Klasik ırk ve insan sınıflamaları
da böylesi bir yaklaşımla, görünür ırksal özelliklere göre yapılmıştır. Bu görünür fizik
benzerlik ve farklara fenotipler denir. Oysa bilimsel açıdan önemli olan bu özellikler
değil, bunların genetik nedenidir. Bu nedenle çağdaş biyologlar fenotiplerle değil, genetik
özelliklerle, başka bir deyimle genotiplerle ilgilenirler. Fiziksel yapı benzerliğinin nedeni
çoğalma hücrelerindeki genlerdir. Belli bir ırka mensup insanların genleri arasındaki
benzerlik, iki ayrı ırk grubunun genleri arasındaki benzerlikten daha yüksektir. Bir
toplumda yaşayan insanların taşıdığı genlerin tümüne, o toplumun "genetik hazinesi" ya
da "gen kaynağı" denir. Kısaca her toplumun bir genetik hazinesi vardır. Bu hazine cinsel
birleşmelerin sonucu olarak dağılır, yayılır ve yoğunlaşır. Farklı ırktan gruplarla cinsel
ilişki kuran toplumlarda bu hazine hızla değişir. Ancak, yabancı ırklarla ilişki kurmayan
toplumlarda bile genetik hazine aynı kalmaz. Daha ileride açıklanacak "mutasyon",
"genetik kayma" süreçleri genetik hazinenin uzun süre olduğu gibi kalmasını engeller.
Başka deyişle, her toplumun genetik hazinesi az ve yavaş da olsa değişir (Güvenç &
Zıllıoğlu 1993). Ancak fenotip bir özellik ile genotip bir özellik arasında kesin istatistiki
ve anlamlı bir ilişki yoktur. Bu bulguların yanısıra ve daha da önemlisi antropolog ve
genetikçilerin yaptıkları gözlemler ve araştırmalar hangi ırk grubundan olursa olsun
bütün insanların tek bir biyolojik türün (insan ailesinin) üyesi olduğunu göstermiştir.
Bunun anlamı, görünüşteki biçimsel (fenotipik) farkların sayısı ve önemi görünür ve
görünmeyen (genotipik) benzerlikler sayısı ve öneminden çok daha küçüktür. Bu
nedenle, bütün insanlar aynı tek bir biyolojik türdürler, başka deyişle farklı ırklardan da
olsalar çocuk yapabilecek yaştaki sağlıklı kadın ve erkekler çocuk yaparak türün
devamını sağlayabilirler.
3.2. Irkların Kökeni ve Evrim Sürecinde Ortaya Çıkışları
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
18
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
Bugünkü Moğollarla Zencilerin biyolojik tarihi ve ataları kesinlikle bilinemiyor. Zenci
ırkın en eski değil, Belki de en son farklılaşan bir ırk grubu olduğu sanılmaktadır. Irkların
biyolojik evrim sürecinde genetik benzeşme ve farklılaşmalar sonucunda ortaya çıktıkları
söylenebilir. Bu benzeşme ve farklılaşma süreçleri birbirlerinden tümüyle bağımsız
olmayan dört boyutta gerçekleşmiş olabilir: (Kottak 2002, Güvenç & Zıllıoğlu 1993).).
a) Gen MütasyonuĠle: Bu süreç bir genin geçmiştekinden farklı bir davranış ya da
görünüşe yol açmasını sağlayan ani bir değişikliktir. Başka deyişle, mutasyon genetik
yapıda (hazinede) ortaya çıkan ani bir değişikliktir. Buna doğanın yaptığı bir yanlışlık da
denilebilir. Mutasyon sonucu ortaya çıkan değişikliklerin doğal seçilime dayanma gücü
varsa gen yaşar ve toplumun ortak genetik hazinesine katılır, yoksa yok olur. Hemofili
(kanama) hastalığının ortaya çıkışı bu tür bir gen mütasyonuna bağlıdır. Bu geni taşıyan
hastanın kanamaları durmadığından çoğu kez çocuk sahibi olacak yaşa gelmeden ölür.
Buna karşın her toplumda az da olsa hemofili görülür. O halde, ya hasta gen mütasyon
yoluyla yeniden yaratılmakta ya da çekingen olarak kuşaktan kuşağa geçip genetik
hazinede varlığını korumakta, zaman zaman baskın bir biçim alarak ortaya çıkmaktadır.
Mütasyon genelde olumsuz bir değişim olarak nitelendirilirse de, bazen türün yaşama
gücünü arttırıcı bu nedenle de kalıcı da olabilir. Özetle, farklı gen rnütasyonlarının
birikiminin sonucu olarak ortaya çıkan farklı özellikler, temelde ortak özelliklere sahip
olan bir gruptan iki farklı ırkın türemesine neden olabilir.
b)Doğal Ayıklama (Seçilim) Ġle: Bu, belirli çevre koşulları için yaşama gücünü arttırma
özelliğine sahip olan genlerin orada yaşayan toplumda (ortak genetik hazinede)
yerleşmesi, yaygınlaşması ve böylece çevreye uygun bir ırkın ortaya çıkması demektir.
Tropikal ve sıcak iklimlerde yaşayan ırkların hemen hepsinin derisinin melanin denilen
koyu renkli pigmentleri taşıması, ten rengini koyulaştıran genlerin dayanıklı olması ile
ilgilidir. Aynı genler az güneşli kutup altı bölgelerde dayanıklı değildir, bir mutasyon
sonucunda ortaya çıksalar bile genetik hazineye yerleşip yaygınlaşamazlar. Bu nedenle
bu bölgelerde beyaz ten yaygındır. Koyu tenli toplumlarda melanin hücreleri açık tenli
toplumlara orada daha çok sayıda ve daha iri melanin tanecikleri üretir. Güneşin morötesi
ışınlarına karşı bir ekran gibi duran melanin, insanları güneş yanığı ve cilt kanseri olmak
üzere birçok hastalığa karşı korur. Tropikal bölgelerden uzaklaştıkça ten rengi açılır.
Afrika’dan kuzeye doğru gidildikçe ten renginde koyu esmerden esmere doğru bir dizi
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
19
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
geçiş gözlenir. Ten rengi, biyolojik benzerliklerin tek nedeninin ortak ataya sahip
olmakla açıklanamayacağını göstermektedir. Doğal ayıklanma insan çeşitliliğindeki bu
tür durumlara önemli bir katkıda bulunmuştur (Kottak 2002 ).
c)Genetik Kayma Yolu Ġle: Bu, bir toplumun ortak gen hazinesinde göçler nedeniyle
ortaya çıkan değişmelerle ilgilidir. Büyük bir toplumdan ayrılıp bir başka yöreye göç
eden insan gruplarının genetik hazinelerinin de farklı olması kaçınılmazdır. Böylece bu
grupların göçleri başka gruplarla cinsel ilişki kurmadan sürerse, birkaç kuşak sonra
birinci göç grubunu izleyen gruplarda bir genin oranı giderek azalıp kaybolurken, ikinci
grubu izleyenlerde giderek artabilir. Kısaca, göçlerin yol açtığı genetik kaymalar da yeni
ırk özelliklerinin belirginleşmesine ve farklılaşmalara neden olabilir.
d)Kültürel Seçicilik Yolu Ġle: Genetik kayma yolu ile ırksal farklılaşma ve gruplaşma
başka toplumların genetik hazineleri ile karışma olmaksızın söz konusudur. Bunun tam
karşıtı olarak göç eden gruplar, göçleri boyunca başka gruplarla cinsel ilişki kurarlarsa
genetik hazinelerde değişiklik ortaya çıkar. Kültürel seçicilik kimlerin kimlerle ilişki
kurabileceği ya da kuramayacağı ile ilgilidir. Değişik toplumlar ve ırklar arasında ilişki
kurma izni melezleşme yoluyla yeni ırkların biçimlenmesinde rol oynar. Gerçekte hemen
hemen bütün insan toplumları ırksal özelliklerinin pek çoğunu bu sürece borçludurlar.
3.3. Irk, Toplum ve Kültür Ġlişkileri
Bütün insan ırkları, tek bir insan türünün alt dallarıdır. Bu dalların varlığı ve gelişmesi
türün ortak genetik hazinesinde coğrafya (iklim) koşullarına göre ve toplumlar düzeyinde
ortaya çıkan değişikliklerle ilgilidir. Genetik değişmelerin biri fiziksel (coğrafi), diğeri
sosyal-kültürel olmak üzere iki ana boyutu vardır. Bu boyutlarda mütasyon, doğal
seçilim, genetik (demografik) kayma ve kültürel seçicilik süreçleri toplumların genetik
hazinelerinin farklılaşma ve benzeşme eğilimlerini belirler. Savaşlar, göçler, kıtlık-bolluk
dönemleri, büyük salgın hastalıklar, önemli iklim değişmeleri, büyük siyasi ideolojiler ve
bunlar arasındaki ilişkiler bu eğilimler üzerinde eskiden olduğu gibi günümüzde de etkili
olmaktadır.
Irk, toplum ve kültür konusunda üç genel kural belirlenebilir (Güvenç & Zıllıoğlu 1993):

İklim ve mütasyon gibi çevresel ve doğal değişkenler genellikle ırksal farklılaşma
ve gruplaşmalara yol açar.
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
20
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK

Biyolojik-demografik etkenler çoğu zaman türün genetik birliğini sürdürmeye
katkıda bulunur. Başka deyişle, komşuluk ya da göçler yoluyla kurulan cinsel
ilişkiler birbirleriyle hiç ilişki kuramayacak ırk ve toplumlar arasında da genetik
akrabalığı sağlar.

Kültürel seçilim yere, zamana ve topluma göre bazen ırksal farklılaşmaları; bazen
de benzeşmeleri destekler; kararsız kalabilir ya da değişimin yönünü değiştirir.
Bu bağlamda küçük, dağınık, geleneksel toplumlar sisteminde genel bir ırksal farklılaşma
eğilimi, büyük ve endüstrileşmiş toplumlar sisteminde ise genel bir benzeşme eğilimi
daha güçlü görünür. Nitekim, avcılık-toplayıcılık ve tarım kültürlerinin yaygın olduğu
çağlarda genel bir farklılaşma eğilimi gözlenmiştir. Endüstri devriminden sonra,
geleneksel tarım düzeninden modern endüstriye geçiş döneminde farklılaşma ve
benzeşme eğilimleri içice yaşanır. Çünkü teknolojik gelişme insanları doğal çevreden
bağımsız kılmaya çalışırken, buna bağlı olarak hızlanan coğrafi hareketlilik kültürel
seçilimin
katı
kurallarını
yıkıp
değişik
gen
hazinelerinin
kaynaşmasını
kolaylaştırmaktadır.
21
4. ETNĠKLĠK
Etniklik anlam açısından bütünüyle toplumsal bir kavramdır. Etniklik kültürel
pratiklere ve belirli bir toplumun insanlarını diğerlerinden ayırt eden görünümlere atıfta
bulunur. Etnik grupların üyeleri kendilerini toplumda diğer gruplardan kültürel açıdan
farklı görür, karşılığında da diğer gruplar tarafından farklı görülürler. Farklı özellikler bir
etnik grubu diğerinden ayırt etmeye yardımcı olabilir ancak, bunlar arasında en bilinenler
dil, tarih ya da (gerçek ya da hayali) atalar, din, giyim ya da süslenme tarzlarıdır (Kottak
2002). Toplumsallaşma yoluyla genç insanlar, topluluklarının yaşam tarzlarını,
normlarını ve inançlarını özümserler. Etnik farklılıklar bütünüyle öğrenilmiştir; bu
durum, bazı grupların nasıl sık sık "yönetilmek için doğmuş" ya da "tembel" şeklinde
değerlendirildiğini hatırlatan bir noktadır. Aslında etniklikle ilgili doğuştan olan hiçbir
şey yoktur. Etniklik, zamanla üretilen ve yeniden üretilen bütünüyle toplumsal bir
olgudur. Çok sayıda insan için etniklik, bireyin ve grubun kimliği için önemlidir.
Geçmişle süreklilik için önemli bir bağ oluşturur ve kültürel geleneklerin uygulanmasıyla
canlı tutulur. Örneğin; her yıl Londra’da Karnaval gösterilerinin coşkusu ve ustalığı
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
Notting Hill'in sokaklarındaki Karayiplileri harekete geçirir. Bir başka örnek,
yaşamlarının tamamım ABD'de geçirseler de yine de kendi kimliklerini gururla İrlandalıAmerikalı olarak tanımlayan üçüncü kuşak İrlanda kökenli Amerikalılardır. Gelenekle
muhafaza edilmesine karşın etniklik, sabit ve değişmez değildir. Daha çok akışkandır ve
değişen koşullara uyum sağlar (Giddens 2005).
Etnik Bütünleşme
Günümüzde dünyadaki bir çok devlet çok etnikli topluluklar olarak tanımlanmaktadır.
Örneğin bazı Ortadoğu ve Orta Avrupa ülkeleri, yüzyıllardır süren sınırların değişmesi,
yabancı güçler tarafından işgal edilme ve bölgesel göçe bağlı olarak etnik açıdan farklılık
gösterirler. Küreselleşme ve hızlı değişme döneminde bir çok devlet etnik farklılığın
zengin faydaları ve karmaşık itirazlarıyla karşı karşıyadır. Uluslararası göç, küresel
ekonomiyle hızlanmaktadır; insan topluluklarının hareketinin ve birbirine karışmasının
önümüzdeki yıllarda yoğunlaşacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu arada, etnik
gerginlikler ve çatışmalar, tehditler taşıyarak bütün dünya toplumlarına yayılmayı
sürdürmektedir. Etnik farklılıklar nasıl uzlaştırılabilir ve etnik çatışmaların patlak vermesi
nasıl önlenebilir? Çoketnikli topluluklar içerisindeki etnik azınlık ve çoğunluk arasındaki
ilişki nasıl olmalıdır? Soruları da günümüzde önem taşımaktadır. Çoketnikli topluluklarda üç etnik bütünleşme modeli benimsenmiştir; asimilasyon, erime potası ve
çoğulculuk gibi (Giddens 2005). Asimilasyon modelinde yeni göçmen grup baskın
topluluğun tutumlarını ve dilini benimser. Erime potasında göçmen toplulukların gelenek
ve görenekleri bırakılmaz, aksine toplumsal çevreye katkıda bulunur mutfak, moda,
müzik ve mimarinin melez formları erime potası yaklaşımının görünümleridir. Üçüncü
model, kültürel çoğulculuk modelidir. Bu yaklaşımda en uygun yol, saf bir biçimde çok
sayıda farklı alt kültürün eşit geçerliliğinin tanındığı, çoğul bir toplumun gelişimini teşvik
etmektir. Çoğulcu bir yaklaşım, etnik grupları toplumda eşit pay sahipleri olarak kabul
eder, bu da insanların toplumdaki çoğunluğun haklarına sahip olması anlamına gelir.
Etnik farklılıklara daha geniş bir ulusal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak saygı
duyulup kabul gösterilir. Etnik grupların ekonomik ve siyasi yaşamda eşit katılımcılar
olarak görülmeleri anlamına gelir.
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
22
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
ÖZET
Globalleşen dünyamızda, düşünceler ve insanlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar
büyük ölçekli bir biçimde sınır ötesi hareket etmektedir. Bu süreçler içinde yaşadığımız
toplumları derinden etkilemektedir. Çok sayıda toplum etnik açıdan çeşitli hale
gelmektedir ve bütün toplumlarda bireyler kendilerinden farklı konuşan, düşünen, farklı
görünen, farklı yaşayan insanlarla düzenli olarak temasa geçmektedir. Bu etkileşimler,
bizzat küresel göçün bir sonucu olarak ortaya çıkabileceği gibi, medya ve internet
aracılığıyla yayılan imgeler yoluyla da olabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal yapıda
oluşan etkileşimler toplumsal kurumları ve sağlık hizmetini etkilemektedir. Bir toplumun
sağlık sorunları, sağlık hizmeti kullanımı ve sağlık sorunlarının çözümü; toplumsal
yapının sağlık çalışanları tarafından iyi bilinmesine bağlıdır.
23
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
DEĞERLENDĠRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangileri dil ile ilgili özelliklerdendir?
1-Dil, seslerden oluşmuş bir anlaşma sistemidir.
2-Dil, gelişmiş bir iletişim aracıdır.
3- Dil, düşünce ve zekanın bir göstergesidir.
4-Dil, sosyal ve canlı bir varlıktır
5-Dil birliği, bir milleti oluşturan özelliklerin başında gelir
A) 1,2,3
B) 2,3,4
C) 3,4,5
D) 2,3,4,5,
E) 1,2,3,4,5
2. Aşağıdakilerden hangisi dilin fonksiyonları açısından doğru bir ifade değildir?
A) Dil, kültür taşıyıcısı olarak tarihî ve sosyal alanla iç içedir
24
B) Dil, kültürü etkiler ancak kültürden etkilenmez
C) Her dil, onu konuşan insanların tarihî oluş içinde oluşturdukları doğal bir şifre
sistemidir.
D) Kendine özgü söyleyiş tonlamaları ve kuralları vardır.
E) Yaşayan insan grupları tarafından oluşturulmaktadır.
3.
Emile Durkheim’in “Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve
inançlar
sistemidir."
sözüyle
dinin
toplumdaki
hangi
vurgulamaktadır?
A) Psikolojik Fonksiyonunu
B) Ekonomik Fonksiyonunu
C) Siyasi Fonksiyonunu
D) Sosyal Fonksiyonunu
E) Felsefi Fonksiyonunu
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
fonksiyonunu
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
4. Dinin kökenini ilkel hayat yaşayan kabilelerin din ve kültürlerinin incelenmesi
sonucu bulunabileceğini savunan düşünürlerden hangisi dinin başlangıcının büyü
olduğunu savunmuştur?
A) Frazer
B) Durkheim
C) Edward Tylor
D) Spencer
E) Marett
5. Aşağıdakilerden hangisi ırk için doğru bir seçeneği içermektedir?
A) Irklar arasında karışma ya da genetik alış veriş hiç olmamıştır
B) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş günümüzde azalmıştır
C) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş günümüzde hızlanarak devam
etmektedir
D) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş mutasyona uğramıştır
E) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş artık mümkün olmamaktadır
CEVAPLAR
1. E
2. B
3. D
4. A
5. C
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
25
DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK
KAYNAKLAR
1- Haviland WA ve ark. Kültürel Antropoloji, Kaknüs yayınları, İstanbul 2008.
2-Yayim.meb.gov.tr/dergiler/160/ozkan.htm Milli Eğitim Dergisi S.60,2003
3-…………Dilin İşlevleri.www.turkceciler.com/dilin-islevleri-gorevleri.html
4-…………Dilin
İnsan
ve
Toplum
Hayatındaki
Yeri
ve
Önemi
www.sanalda1numara.net/felsefe
5-…………Dil ve Toplum www.edebiyatsanat.com/dil...dil.../423-dil-ve-toplum.html
6-Arlı H. www.anafilya.org/go.php?go=7d855301b0e9b
7-Adam B. Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Pınar Yayınları, ist. 2001.
8-Aydın M. Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniv.Matbaası İzmir, 1990.
9-Er İ. Din Sosyolojisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998.
10-Demirci K. Dinler Tarihinin Meseleleri, İnsan Yay. İstanbul, 1997.
11- Tümer G. Küçük, E., Dinler Tarihi, Ocak Yay. Ankara 2002.
12-Açıkgöz H.Mustafa,Tevhidi Kozmik Holizm Şüphe ve Eski Uygarlıklar, Elis Yay.
Ankara, 2006.
13-Fromm E. Rüyalar Masallar Mitoslar (çev : Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten) Arıtan
Yay., İstanbul, 1990.
14-Sarıbay A. Yaşar, Global Toplumda Din ve Türkiye, Everest Yay., İst., 2001.
15-Giddens A. (2005). Sosyoloji, Yayına hazırlayan; Cemal Güzel, Ayraç Yayınevi,
Ankara.
16-Güvenç B & Zıllıoğlu M. Antropoloji. Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 698.
17-Kottak CP. Antropoloji, Ütopya Yayınları, Ankara 2002.
Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi
26

Benzer belgeler