Sayı-20 Ağustos 2008

Transkript

Sayı-20 Ağustos 2008
1
Sevgili Okuyucu,
Yaz sıcaklarının bütün Avrasya coğrafyasında hüküm sürdüğü şu
günlerde Kardeş Kalemlerin yeni bir sayısı ile merhaba.
Birliğimizin, Kaşgarlı Mahmut yılı dolayısıyla düzenlemiş olduğu
Uluslararası Hikaye Yarışması Türk Dünyasının dört bir yanında
devam ediyor. Hatta Azerbaycan, Kırım ve Kırgızistan’da hikaye
teslim süresi tamamlanarak değerlendirme aşamasına geçildi.
Önemli sayıda hikaye müracatlarının yapıldığı haberleri bizleri ziyadesiyle memnun ediyor.
Bu sayımızda yine Türk Dünyasının değişik köşelerinden kalemlerin eserleri ile sizleri buluşturuyoruz. Azerbaycan’dan Abbas
Abdulla’nın şiirlerini bir dosya halinde takdim ediyoruz.
Cengiz Aytmatov’un vefatı’nın ardından hazırladığımız özel sayı,
ulaştığı hemen her bölgede büyük taktir topladı. Değerli hocamız
Doç. Dr. Orhan Söylemez de Kardeş Kalemler Dergisinin Cengiz
Aytmatov Özel Sayısı üzerine bir değerlendirme kaleme almış. Bu
değerlendirmeyi de sayfalarımız arasında taktirlerinize sunuyoruz.
Eylüller seneler için hazan, kültürel faaliyetler içinse başlangıç
aylarıdır.
Gelecek sayımız yeni faaliyet yılımızın da başlangıcı olacak.
Yeni faaliyet dönemimizde de gönül ve kalem kardeşliklerimizin
artarak devam edeceği ümidiyle
Ali Akbaş
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
2
Sahibi
Avrasya Yazarlar Birliği Adına
Yakup Deliömeroğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri Müdürü
Ali Akbaş
Yazı Kurulu
Ekrem Arıkoğlu - İmdat Avşar
Ayşegül Celepoğlu - Osman Çeviksoy
Aysun Demirez Güneri - Mehmet İsmail
Mahir Kalfa - Nesrin Karaca
Hüseyin Özbay - Cihan Özdemir - Çetin Pekacar
Orhan Söylemez - Ömer Küçükmehmetoğlu
Danışma Kurulu
Yavuz Akpınar (Türkiye) - Abdıldacan Akmataliev (Kırgızistan)
Gül Arslan (Avusturalya) - Anar (Azerbaycan)
Zeynel Beksaç (Kosova) - Sevil Emirzade (KKTC)
Ayvaz Gökdemir (Türkiye) - A. Bican Ercilasun (Türkiye)
İsa Habipbeyli (Nahcıvan) - Ali Rıza Hıyabanî (İran)
İlya İvanov (Çuvaşistan)
Şaban Mahmudoğlu Kalkan (Bulgaristan)
Mehmet Ömer Kazancı (Irak)
Abdulvahap Kara (Türkiye) - Hasan Kayıhan (Almanya)
Mustafa Köker (İngiltere) - Muhtar Şahanov (Kazakistan)
Lütfü Şahsuvaroğlu (Türkiye) - Şakir Selim (Kırım)
Bayram Bilge Tokel (Türkiye) - Oraz Yağmur (Türkmenistan)
Sadık Yemni (Hollanda) - Yuri Vasley (Sahaeli)
Kapak
Türksoy Koleksiyonundan
17
Gamze Karaca
Kovuldum
18
Osman Çeviksoy
Bir Gül Dalı
5
5
Ali Akbaş
Yeniden
7
Keşem Necefzade
Kadının Ölümü
9
Ömer Küçükmehmetoğlu
Dert ve Derman
Grafik-Tasarım
Bengü Basın-Yayın İşletmesi
Baskı
Sistem Ofset
Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 521. Sk. 32-34
İvedik/ANKARA Tel: +90 312.395 81 12
Baskı Tarihi
04.08.2008
İdari Adres
İzmir 2 Cd. 55/18 Kızılay-Ankara
Tel: +90 312.418 31 07 Faks: +90 312.418 92 32
www.ayb.org.tr - [email protected]
Abone - Dağıtım
10
27
Oğuz Atahan Başaran
Islak Güneş
29
Âgil Abbas
Şirinlik
12
Ceyhun Atıf Kansu Cd. 52/2 Balgat-Ankara
Tel: +90 312 287 80 43 Faks: +90 312 287 90 73
Abonelik
Yurtiçi yıllık abone bedeli 60 YTL, kurum ve kuruluşlar için 120 YTL,
Türk Cumhuriyetleri için 90 YTL, Türk Cumhuriyetleri kurum ve
kuruluşları için 140 YTL, Avrupa için 130 Avro ve ABD için 200 $’dır.
T.C. Ziraat Bankası Başkent Şubesi - Şube Kodu: 1683
Hesap No: 47095325-5001
Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008
[email protected]
© KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından
T. C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Kardeş Kalemler’in
isim ve yayın hakları Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir.
Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların
sorumluluğu ilan sahiplerine aittir.
Yerel Süreli Yayın
ISSN 1307-2382
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
11
Yuri Kuznetsov
Nizamî’nin Gölgesi
13
Abbas Abdulla
Varlıqda Yoxluq
18
3
60
Dr. Ramiz Asker
Divanü Lugat-İt-Türk
İstatistikleri ve Divan’ın
AzeybAycan’da Tetkiki
32
76
33
Ğarifolla Esim
Tansulu
76
Hacer Öztürk
Dubrovnik
42
Ömrüm Işıkay
Ramiz Hasanoğlu
İle Mülakat
78
Ferit Muhiç
Gerçek Öğrenilmeli,
Değerler Korunmalı
43
72
Memmed İsmail
Doğumun Yüzüncü Yılında
Mikail Müşfik
81
48
49
Yakup Deliömeroğlu
Mahdumkulu’nun
275. Doğum Yılı İçin
Türkmensahra’da
60
81
Mariya Leontiç
Zirve Kitabı
87
Hüseyin Özbay
F. Muhiç’in Felsefi
ve Edebi Kimliği
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
4
TÜRKİYE
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
5
yeniden
ALİ AKBAŞ
Her şiirde dilimi kaybeder yeniden bulurum ben
Ve her şiirde yeniden cennetten kovulurum
Memnû meyveyi yediğim güne dönerim
Yeniden
Her şiirde çarmıha gerilirim hoyrat ellerde
Mesîh’e hemdem olur, göklere seyran ederim
Her şiirde kendimi berdâr ederim
Ölürüm, yeniden dirilirim ben
Yeniden
Kudüs’te ruhban, Mekke’de hacıyım ben
Ferhad’ım, külünk elde dağlar hallacıyım ben
Nice isyan etsem de hep sana râciyim ben
Sana duâcıyım ben
Yeniden
Nesîmî’yim,
bir seher Halep çarşılarında
kelâmın diyetini öz canımla öderim
Elimde dil bayrağı
Hû der Hak’ka giderim
Yeniden
Hâbil’i öldürür kan ederim
Hazreti Yusuf’a bühtan ederim
Ve döner Züleyhâ’yı tân ederim
Yeniden
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
6
AZERBAYCAN
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
7
kadının ölümü
KEŞEM NECEFZADE
“Âşığı maşuka mahir eyler”
M.Fuzuli
Kadınlar erkekleri kahramana dönüştüremiyorlar
Küçük kadınların erkeği büyüyemez diyorlar.
Bugün bizim erkek gibi kadınlarımız
Erkeklerde erkekliği öldüren kahramanlardı.
Rabbim, ne yapıyorsun yap
Fakat kadını erkeğe dönüştürme
Bırak öylesiye kadın gibi kalsın.
Büyük kadınlığın büyük erkeklik doğurduğunun
Farkında deyiliz.
Savaşı bırakıp kaçan adamın
En büyük suçlusu kendi kadını,
Savcı bey, o zaman ki, kadını
kızmıştı ona
Çocukların gözü önünde
Ağzına geleni söylemişti yüzüne karşı
Adam hiç bir şey söylememişti ona
Sadece sözünü bugüne bırakmıştı.
Kadın erkeğin altını üstüne
Çeviren gerçekçi tarzdı.
Bu tarzla serseri erkeği de
Bir anın içinde kahramana
dönüştürmek olur
Biliyor musun Mecnun’un büyüklüğünde
kadın saklanmış.
Onu da bil her firari askerin
Arkasında küçük bir kadın var.
Savaşta her erkeğin yanına
Kendi kadınını koyun.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
8
park
Sanki bu park
Bir manzaradır
Asılmış şehrin yakasından.
Banklar yeşil,
Üzerindeki insanlar,
Özellikle kızlar, oğlanlar
Onun orman rüyalarıdır.
Banklar zaman rüzgarında
İnsanlardan sıkı sıkı tutmuş.
Kadın ellerinden tuttuğu çocukla
Dengesini korumuş
Bak, o üniversiteliye benzeyen kız da,
Kalbindeki düşüncesinden
İki elli tutmuş,
Dayanmış dümdüz.
Ağaçlar bakışlarıyla durmuş.
Biraz da derinden düşünürsen
İnsan bakışlarıyla
Dikilmiş bu ağaçlar.
Bazan seyirci rüzgar
Sallıyor bu manzarayı.
Fakat kadın bebeğinden
Öyle öyle sımsıkı tutmuş ki,
Hiçbir yere gitmek istemiyor.
Maalesef zaman
Galeri müdürü gibi
Bu manzarayı
Bir zaman kaldıracak.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
9
TÜRKİYE
dert ve derman
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Dilberin gülüşüyle ihtiyar elden gitti
Kuşattı ansızın gönül kalesini
Verdik şehrin anahtarını
Bîrahm sevgiliye.
Nerden bilirsin
Maksadı başkaymış meğer
Yağmalamakmış âdeti?
Kıldı ferman
Kalmasın dedi taş üstünde taş
Bâd-ı sâbâda savrulan zülfü gibi
Dağıttı aklı, fikri
Yağmaladı gönül mülkünü
Şimdi gezerim akıldan âzâde
Gönlüm
Esîri bir âhûnun.
Eridi cism ü cân günden güne
Her şeb-i yeldâdan sonra
Bir ümitle çıksam da sehere
Bulunmadı derdime dermân.
Âhir
Yırttı tabîp yakasını
Çekti derin bir âh!
Dedi,
Kimseyi koymasın kâfirin eline Allah!
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
10
RUSYA
Nizami
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
11
Nizamî’nin gölgesi
YURİ KUZNETSOV
TERCÜME: MEMMED İSMAİL
Kendi mezarını ayakları altına alarak
Kendi gölgesi üzerinde yükselerek
Ateşli diyarın yakıcı havasında
O unutulmaya ram olmadan durmuş.
Çeşitli kavimlerin temsilcileri,
Tıpkı kıvılcım gibi buraya koşmuşlar
Hatta onu okumayanlar da
Onun önünde eğilmek için mezarı başına gelmişler.
Huzurun vadisini gözetleyerek
Ben de bir ziyaretçi (hacı ) gibi geldim.
Kozmik tozdan ve sıcaktan oluşan
Haleyi onun başı üzerinde gördüm.
Hava tabakasının prizmasından gelen
Granit basamağın şavkı gözlerimi kamaştırdı.
Ben yalnızca gölgeli bir yer aradım
Ki, kendi ruhumu sıcaklıktan kurtarayım.
Ve… Nizaminin büyük gölgesi
Toprağın serinliğini bana verirdi.
Ve canlı insanlarla coşup taşardı
Sıcaklıktan yanan huzurun vadisi.
Demek şöhret boş gürültü değil,
Ve söz unutulmaya boyun eğmez.
Ziyaretçilerini gölgesi ile kaplayarak
Ebedi güneşle konuşuyor O.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
12
AZERBAYCAN
Abbas ABDULLA
(Gürcistan, Kepenekçi, 12 Mayıs 1940)
Acaloğlu Abbas Abdulla, Gürcistan Cumhuriyetinin Bolinski bölgesine bağlı Kepenekçi köyünde
doğdu. İlköğrenimini kendi köyünde, Arıhlı ve Fahralı köylerinde gördü. 1958-1962 yılları arasında
Azerbaycan Devlet Üniversitesinde tahsilini sürdürdü. Sonra İlimler Akademisinin Edebiyat
Enstitüsü’nde öğrenimini devam ettirdi. 1966-1992 yıllarında Ulduz dergisinde bölüm başkanı
ve redaktör olarak çalıştı. Ağlı-qaralı Dünya, Üzü Dan Yerine, Sonsuzluğa Geden Kâvran başlıca
yayımlanmış eserleridir.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
13
varlıqda yoxluq
ABBAS ABDULLA
Bu yol haraya gedir,
Yoxuş çox, enişim yox.
Bir ömür əndişəm var,
Bir anlıq dinişim yox.
Haqqa könül vermişəm,
Bilməm hara ermişəm,
Yalnızca bir dərvişəm,
Yoldaşım yox, eşim yox.
Öz inancım, öz Tanrım,
Birdir üzüm, astarım.
Haqqa dönük dostlarım,
Sizlərə dönüşüm yox.
Ululardan uluyam,
Allahımın quluyam,
Rəsulun rəsuluyam,
Başqa bi gərdişim yox.
Bu nə sayaq dünyadı,
Çox baş-ayaq dünyadı,
O dünya haqq dünyadı,
Bu dünyayla işim yox.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
14
harda
Yenə yağmalandı altun saraylar, Altunumuz harda, axçamız harda?
Elim köç-köç oldu, qopdu haraylar, Rəvanımız harda, Göycəmiz harda?
Binalar yıxıldı, evlər söküldü,
Ata yurdumuzda bostan əkildi,
İç Oğuz, Dış Oğuz qeybə çəkildi,
Ol Dışımız harda, İçimiz harda?
Karvan ağır-ağır sürünüb gedir,
Dərdinə-qəminə bürünüb gedir,
O yurdda, bu yurdda görünüb gedir,
Toxdayıb duracaq köçümüz harda?
Köç dedilər köçdük, Allah, amandı! Ərənlər məzarda od tutub yandı.
Bir kimsə demədi: İndi zamandı, Qüvvətimiz havrda, gücümüz harda?
Biri qucaqlayıb məzar daşını,
Axıtdı gözünün qanlı yaşını,
Biri atıb getdi yar-yoldaşını, Halalmız harda, bicimiz harda?
Hər anım, hər günüm əziyyət, əzab, Bilirəm şeirlə çözülməz hesab,
Bircə sualıma tez verin cavab: Düşməndən almar öcümüz harda?
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
15
ağbaba türküleri
Qəhri kimə isə lütfi onadır, Ağladırsa Movlam yenə güldürür.
(Yunis İmrə)
Amasyanın öz adıdı Ağbaba,
Ağbabada viran qaldı el-oba.
Ağla, ağla, kor olası gözlərim,
O yerləri görərmisən bir daha?!
Qaraqaşın arxasıdı Ağbaba,
Göy yaylaqlar yaxasıdı Ağbaba,
İllər boyu köç eləyən ellərin
Arxasınca baxasıdı Ağbaba.
Vədəsində durdurmadım köçümü,
Alamadım yağılardan öcümü,
Ağbabamı yad əllərə tərk etdim,
Dönük çıxdım, əfv edərmi suçumu?!
Qəm ləşkəri qoşun-qoşun yeridi,
Qan-yaş tökən ala gözlər səyridi,
Ağbabanın həsrətiylə ölənin
Biri Huri, biri Gülgəz Pəridi.
Mənsiz solar gülüm səndə, demədim,
Odum səndə, külüm səndə, demədim,
Məzarım da od tutacaq, Ağbabam,
Qalım səndə, ölüm səndə, demədim.
Ağbabanın qanlı yağır yağışı,
Uzaq düşdük, eşidilmir çağırışı,
Köksü üstə yürüdükcə yağılar
Məni tutar, səni tutar qarğışı.
Amasyanın öz adıdı Ağbaba,
Ağbabada viran qaldı el-oba.
Ağla, ağla, kor olası gözlərim,
O yerləri görərmisən bir daha?!
(İyun, 1990)
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
16
biri kim?
«Azərbaycanın ağır vəziyyətə düşməyinin səbəbkarlarından
biri sənsən, biri mən».
Bir dostumun ünvanıma göndərdiyi məktubdan
Gecə-gündüz ürəyi qan ağlayan
Biri məndim, biri səndin, biri kim?
Viran olmuş vətəndə can saxlayan
Bir məndim, biri səndin, biri kimi?
Bu dağlara çöyşüyəndə çən-duman,
Bu torpağın dərdlərinə göz yuman,
Düşmənindən mərhəməti pay uman
Bir məndim, biri səndin, biri kimi?
Dürüst sözü danışana sus deyən,
Millətini alçaqlayan, pisləyən,
Əcnəbiyə, yabançıya dost deyən
Bir məndim, biri səndin, biri kimi?
Xalqımıza oyan dedik, oyandı,
Torpağımız al qanlara boyandı,
O kimlərdi yarı yolda dayandı –
Bir məndim, biri səndin, biri kim?
Boş lafları burax, qardaş, zamandı,
Səndən, məndən Vətən imdad umandı,
Ya Şəhid ol, ya Qazi ol, amandı –
Deyən mənəm, susan sənsən, duyan kim?
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
17
TÜRKİYE
Kovuldum
GAMZE KARACA
Güzellik uykumun ortasında beni kucaklayıp
giydirmeye çalışan babama somurtarak karşılık veriyor, verilen mamaları dilimin ısrarı ile
geri tepiyordum.
Sanırım 3-4 yaşlarında olmalıyım. Halk otobüsünün rutubetli havasından sonra kendimi, dev arabaların bulunduğu öcü gibi bir
binada buldum. Annemin, terminal adı verilen bina hakkında sunduğu özgeçmişinden
sonra, etrafta ter kokuları birikmiş olan salona girdik. Bursa’ya gidecektir. Teyzemler ve
anneannemlere akraba ziyaretine gidecektik.
Bebeklik yıllarım…Ailenin göz bebeğiydim.
Şikayetçi olduğumu söyleyemeyeceğim.
Saatimiz geldiğinde, salondan çıkıp, dev gözüyle baktığım arabalardan birine bindik. Etrafa meraklı gözlerle bakan minik bir kızdım
işte. Minicik bir kız…
Otobüs hareket etmeye başladığında, saat 5
veya 6 olmalıydı. Aman Allah’ım! Beni sonu
gelmez bir sıcaklık ve huysuzluk başladı. Mızmızlanmama dayanamayan annem, giysilerimi çıkarttı ve ben bir atlet ve bağlı bezle kalakaldım.
O anda tüm yolcular bana agu-gugu yapmaya başladı. Yetişkinler neden bebekleri her
görüşünde böyle anlaşılmadık bir dil konuşuyor diye düşünürken, kendimi elden ele dolaşırken buldum. Tüm yolcular yanağıma tüy
gibi bir öpücük kondurduktan sonra arkasındakine veya yanındakine veriyordu. Sıra anneme gelince, ait olduğum yeri bulabildim.
Anne kucağını...
Tüm yolcular beni çok sevmişti. Öyle ki; muavin
amcalar bile bana majesteleri diye hitab ediyorlardı. Sonunda ise bir patroniçe olmuştum.
Gece oldu. Tüm işçilerim uyudu. Annemin
beni dünyalar, güneşler, okyanuslar ve aydede kadar sevdiğini söyleyip durduğu şarkıyı
dinleyip, aydedeye göz kırptım. Artık yarım
kalan güzellik uykumu tamamlayabilirdim.
Kalktığımda dev arabadan inmiştik. Neredeydi benim işçilerim, neredeydi patroniçeliğim?
Neredeydi majesteleri diyen komik adam?
İnanmak güç geliyordu; fakat galiba kovulmuştum.
(Temmuz-2004)
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
18
TÜRKİYE
Bir Gül Dalı
OSMAN ÇEVİKSOY
İlhan, kendine ev
yapmak üzere köy
kenarında bir tarla
satın almış, borçlanmıştı. İş durumuna
göre bazen babamla çalışıyor, bazen
yalnız çalışıyordu.
Başka ustalarla birlikte çalıştığı da oluyordu. Kazandığını
bütünüyle
borca
yatırıyordu. Babamla çalıştığı zaman,
kazancı
borcuna
sayılıyor, eline para
geçmiyordu. Çünkü
babama borçluydu. İşler iyi giderse gelecek yıl yaz
ortasında borcunu
bitirecekti. Geniş
bahçeli iki katlı, balkonlu, içiyle dışıyla göze
güzel görünen bir ev çocukluğundan beri hayallerini süslemişti. Ev yeri tamamdı. Borç bitince arsanın çevresini çitle kıyılayacak, çeşitli
yerlerine fidanlar dikecek; ilkbaharda, yazda,
sonbaharda meyve veren ağaçlar yetiştirecekti. Sonra yavaş yavaş inşaatta kullanacağı taşı,
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
kumu, kireci, ağacı hazırlayacaktı.
Daha sonra da arsanın yukarı tarafına gönlündeki evi
konduracaktı.
Babamın evine temelli döndüğümü
kimse bilmiyordu.
İlhan da bilmiyordu. Herkes misafir
olarak bulunduğumu sanıyordu. Bir
ay geçtiği hâlde
yerimden kıpırdamadığımı ve kimsenin de arayıp
sormadığını görünce, bir sabah
elimde çalı süpürgesiyle avluyu
süpürürken İlhan
yanıma yaklaşıp sordu:
“Akgül, dönmeyecek misin?”
Yanımda kimse yoksa bana Akgül diyordu.
Babamla birlikte bitirdikleri her binaya gerilmiş yay içinde ak gül kabartması yapıyordu.
19
Yalnız bitirdiği binalara da yalnızca ak gül
kabartması yapıyordu. Onun damgası buydu.
Mutlaka bu damgaların benimle bağlantısı
vardı. Bunu bir gün soracaktım.
“Dönmeyeceğim!” dedim.
“Niye?”
“Biz ayrılıyoruz!”
Kulaklarına inanamadı.
“Nasıl yani?” diye sordu.
“Ayrılıyoruz işte!” dedim. “Boşanıyoruz! Şu an
mahkemeliğiz.”
Eminim sebebini merak ediyordu, sormadı.
Üzülmedi. Sevindiğini de belli etmedi. Başını çevirdi, belirsiz bir noktaya baktı uzunca.
Sonra döndü, hiçbir şey söylemeden konuk
evine doğru yürüdü, içeri girdi, akşam yemeğine kadar çıkmadı. Nedense, yemekte de yüzüme bakamadı. O günden sonra, aramızda
zaten var olan mesafeyi daha da açtı. Neler
söyledi, nasıl ikna ettiyse, on gün içinde babamın onayını alarak ev yapmak üzere satın
aldığı tarlanın yanındaki Tuzculara ait toprak
damlı, sıvası çamurdan, iki odalı, kerpiç eve
taşındı. Eşyaları gibi yiyeceği, içeceği de bizim evden gitti.
Becerikliydi. Yemek yapabiliyor, bulaşık yıkayabiliyordu. Gerektiğinde hamur mayalayıp
fırınlı sobada çörek bile yapıyordu. İlhan’ın
oradaki hayatını asıl kolaylaştıran Tuzcu ailesi
oldu. Taşındığı günün akşamından itibaren
Tuzcuların Fikri onu hiç yalnız bırakmadı. Ya
Tuzcularda ya da İlhan’ın fakir hanesinde
hemen her akşam birlikte oldular. Köy kahvesine, köy odasına gideceklerse birlikte gittiler. Fikri’nin annesi babası da iyi insanlardı.
İlhan’a evlatlarıymış gibi yakınlık göstermişler,
o gelmemişse yemeğe oturmamışlardı.
Baba ocağına eylül de dönmüştüm. Henüz yapraklar sararıp dökülmemişti. Göz
açıp kapayıncaya kadar kış geldi, kış gitti,
ilkbahar geldi. İlkbaharı da yarılamıştık ki
Hamamözü’nden Sabit Ağanın arabacısı geldi. Kız bakmaya, kız istemeye, nişana, düğüne
gelen yaşlı arabacı evi iyi bildiğinden arabayı
avluya kadar sokmuş, babamın adıyla seslenmeye başlamıştı. Yalnızdı. Bu kez dört atlı arabayla kalabalık değil, iki atlı arabayla, yalnız
gelmişti. Babam evde yoktu. Annemle ben
koştuk. Biz aşağı ininceye kadar o da atların
gemlerini çıkarıp başlarına torbalarını taktı.
Belli ki atlar açtı. Torbalarındaki saman ve
arpa karışımını iştahla, kütür kütür yiyorlardı.
Arabacı neşesiz görünüyordu.
“Turan Usta yok mu?” diye sordu.
“Çalışıyor!” dedi annem?
“Uzak mı?”
“Çukurköy’de.”
“Yol üstü olsaydı uğrardım. Orası sapa… Dönünce siz söylersiniz; Sabit Ağamın çok selamı var. Turan Ustam hakkını helal etsin, Akkız
gelinim ve annesi haklarını helal etsinler, diyor. Kapım, hepsine, her zaman açıktır, gelip
gitmezlerse hatırım kalır, diyor. Bunlar, gelinimizin eşyalarıdır, unuttuklarımız varsa kusura
bakmasınlar, diyor.
Kayınpederim, bizim çoktan vazgeçtiğimiz,
hatta unuttuğumuz eşyaları göndermişti. İyi
de etmişti. Çoğu el emeğim, göz nurumdu.
Yastık kılıflarına, oda takımlarına, çarşaflara,
perdelere masa örtülerine nakış nakış hayallerimi işlemiştim. Sabit Ağa gerçekten, ince
düşünceli, saygılı, yüreğinde kötülük bulunmayan, mükemmel bir adamdı. Ben, bir yıl
içinde en çok onu sevmiştim.
Arabacı bavulları, denkleri birer ikişer aşağı
indirdi. Yukarı çıkarmamıza yardım etti. Eve
çıkıp dinlenmesi, yemek yemesi, hiç değilse
soğuk bir ayranımızı içmesi için ısrar ettiysek
de kabul etmedi. Geri dönmesi gerekiyordu.
Karanlık basmadan Kayıbeli Geçidi’nden öte
yana sarkmalıydı. Gece kalıp sabah gidebileceğini söyledik, onu da kabul etmedi. Gitmekte kararlıydı. Annem alelacele yukarı çıktı,
az sonra da bir elinde çıkın, bir elinde ayran
maşrapasıyla geri döndü. Hazırda bulunanlardan yol azığı koymuş, yola çıkmadan önce
içip serinlemesi için de ayran yapmıştı. Arabacı bunları geri çevirmedi. Azığı aldı, arabaya yerleştirdi. Ayranı dinlene dinlene içti,
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
20
teşekkür etti. Atların başlarından yem torbalarını çıkarıp gemlerini taktı. Avlu içinde iki
küçük manevrayla arabanın yönünü çıkışa
çevirdi. arabasına bindi, kamçısını şaklatıp
“deh” diyeceği sırada birden hatırlamış gibi
yaparak:
“Bak! Az kaldı unutuyordum!” dedi.
Eminim aklımızdan çıkmayan ama bir türlü soramadığımız soruyu cevaplayacaktı. Annemle
ben nefeslerimizi tutup bekledik.
Arabacı renkli yün kuşağı arasından ikiye katlanmış bir zarf çıkardı, bana uzattı.
“Mahkeme kararı!” dedi. Sonra:
“Turan Ustama çok selam söyleyin! Hadi kalın
sağlıcakla!” diyerek kırbacını hafifçe şaklattı.
Çıkan ses, atlara verilen “yürü” emriydi. Atlar
yürüdü. Araba avluyu yavaş yavaş çıktı. Sokakta kırbaç bir kere daha, sertçe şakladı ve
atlar hızlandı.
Ben, hemen oracıkta zarfın içinden çıkardığım kâğıdı okudum. Mahkeme bizi “şiddetli
geçimsizlikten” ilk celsede boşamıştı. Şimdi
bütünüyle özgürdüm. Artık herkese Nazif’ten
ayrıldığımı söyleyebilirdim. Annemin boynuna sarılıp ağladım. Ağlayışımın sevinçten
olduğunu annem biliyordu. Sevincimi biraz
daha artırmak istemiş olmalı ki:
“Baban diyor ki…” dedi annem. “Zengin olma
değil ya, padişahın oğlu da olsa, kızıma sormadan asla…”
Zenginliğin her şey olmadığını, hepimiz öğrenmiş oluyorduk. Gelen eşyalara bakmak
üzere annemle yukarı çıktık. Sabit Ağa baba
ocağından ne götürmüşsem, bana hediye
olarak ne gelmişse hepsini göndermişti.
İlhan, köyde kaldığı günler, kireç sökmeye,
taş toplamaya gidiyor, konu komşudan aldığı eşeklerle ormandan odun getiriyor, bizim
arabayla ırmaktan kum getiriyor, fidan dikiyor,
köy çeşmesinden tenekelerle taşıdığı suyla fidanları suluyor, evinin temelini kazıyor, kuyu
kazıyor, bir dakika boş durmuyordu. Tuzcuların Fikret başta olmak üzere, köy gençlerinden
bazıları da İlhan’a yardım ediyordu. Yine de
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
hiçbir iş bitmiyor, bütün işler yarım bekliyordu. Yalnızdı garibim. Cepte para olsa, para
da yoktu. Buna rağmen çocukluktan beri hayalini kurduğu evi yapmak için umutla çalışıyordu. Dedikodu olmasın diye, ısrarla benden
uzak duruyor, bize seyrek gelip gidiyordu. Bir
şey söylemese de ben anlıyordum; evi, içinde
oturulabilir hâle getirir getirmez beni babamdan hatırı sayılır birine istetecekti.
Mahkeme kararından sonra hiçbir şeyi saklamadık. Ağız arayıp duranlar başta olmak üzere boşandığımı merak eden herkese söyledik.
Ne diye saklayacaktık ki… Evlenmek de haktı,
ayrılmak da… “Vah vah! Yazık olmuş! İnsan
öyle zengin bir aileyi bırakır mı? İyi yapmışsın
kız, sana kısmet mi yok? Keşke boşanmasaydın, dul kadın olarak yaşamak zor…” gibi ileri
geri konuşanlar oldu. Alıştık, aldırmadık.
Dul kadın olarak yaşamanın zor olduğunu
önceleri hiç anlamadım. Zaman geçtikçe,
evlilik çağındaki gençlerden bazılarının ısrarla bana baktıklarını gördüm. Ne zaman
çeşmeye gitsem, el yüz yıkama bahanesiyle
bu gençlerden biri mutlaka çeşmeye damlıyor, benimle konuşmak istiyordu. Ellerimde su
dolu kovalarla eve dönerken kendini göstere
göstere önümden geçenler, “Ben buradayım
ve seninle ilgileniyorum.” dercesine, sırf dikkatimi çekebilmek üzere birilerine seslenenler
oluyordu. Bunlar arasında askerliğini yapmış
olanlar vardı, henüz asker ocağına çağırılmamış olanlar vardı. Askerliğini yapıp döndükten sonra evlenmiş, çocuk sahibi olmuş bir kişi
daha vardı ki midemi bulandıran da buydu.
Benim evli bir adamla ne işim olabilirdi? Beni
ne zannediyordu bu ahlaksız? Babama söylesem kesin haddini bildirirdi. Anneme söyledim.
“Ah kızım! Dulsun ya…” dedi, gerisini getirmedi.
Böyle şeyleri hemen erkeklere duyurmak doğru değildi. Rahatsızlık verirse o zaman söylemeliydiler.
Allah şahit, hiçbirine yüz vermiyor, hiçbiriyle
konuşmuyordum. İlhan’ın uzak duruşunu da
bir türlü kabullenemiyordum. Biz aynı evin
çocukları sayılırdık; bu denli uzaklık, bu den-
21
li soğukluk zoruma gidiyordu. Tuzcuların,
Çankırı’dan kaya tuzu getirip sattıkları dönemde tuz deposu olarak kullandıkları metruk
eve taşındıktan sonra İlhan değişmiş, sanki
bizi unutmuştu. Bazı haftalar hiç uğramadığı
oluyordu. Fikri’nin annesi, “İlhan da benim
bir evladım sayılır.” diye kapılarını sonuna
kadar açmıştı. Anlaşılan oydu ki İlhan, bizim
yerimize Tuzcuları koymuştu. Koysun, onların
sofrasında doysun, umurumda değildi de benim yerime Tuzcuların Hanife’yi koyarsa, işte
o zaman beynim döner, dünyam kararır, ölüm
bile vız gelirdi.
Bir gün bahçeden döndüğümde ne göreyim,
ev tıklım tıklım Tuzcularla dolu. Bir kaynana,
iki gelin, Hanife ve amcasının iki kızı, hangi
derenin kurdu öldüyse oturmaya gelmişlerdi. Gelen kovulmazdı. Annem buyur etmiş,
ikramda bulunmuş, sonra sohbete dalmışlardı. Geldiğimde konu evlenme, ayrılma, varlık, yokluktu. Ben yanlarına girince, nedense
sustular, bakıştılar, konuyu değiştirdiler. Çok
geçmeden de “Tekrar geleceğiz!” diyerek
kalktılar.
kırdan bayırdan dolaştırıp bana getirdiler. Bu
kez hiç eveleyip gevelemeden açık açık konuştular.
“Yakında erkeklerimizi de alıp oğlumuz Fikri
için Akkız’a dünür geleceğiz!” dediler.
Ve anlattılar: Fikri Akkız’ı seviyor, onunla evlenmek istiyordu. Dul olmasının hiçbir önemi
yoktu. Mademki oğulları bu kadar istiyordu;
onlar da düğünle, törenle, telli duvaklı gelin
olarak almak istiyorlardı. İstemeye gelince kovulmayalım diye önceden haber veriyorlardı.
“Gelmeyin!” diyemedi annem. “Gelin!” de diyemedi. Durumdan memnun olduğunu belli
eden bir gülümsemeyle bana baktı. Belki “Kızım, evleneceği adamı kendi seçecek.” demek
istiyor, belki de “Kızım, konuşsana!” demek istiyordu. Konuşma dese de konuşacaktım.
“Evlenmeyi düşünmüyorum, gelmeyin!” dedim.
Herkes biraz şaşırdı.
“Ama kızım!” dedi babaanne. “Ömür boyu
dul yaşayamazsın ki…”
Annem de benim kadar şaşırmıştı.
“Yaşarım!” dedim.
“Anlayamadım!” dedi. “Seni Fikri’ye mi,
Hanife’yi İlhan’a mı uygun görmüşler, bir türlü anlayamadım. İkinci gelişlerinde anlarız
artık.”
Ne söyledilerse ters cevap verdim. Sonunda
beni ikna edemeyeceklerini anlayıp kalktılar.
“Hanife’ yi İlhan’a mı” derken yüreğim yanıvermişti. Az kaldı “Olmaz!” diye bağıracaktım,
tuttum kendimi.
“Ne halin varsa gör!” dedi. “Dul demeyip istemeye geliyorlar. Gelinlik giydiririz, düğün
dernek yaparız diyorlar, sen kapıdan kovuyorsun. Fikri’den daha iyisi mi gelecek sanıyorsun? Ailesi dersen Allah için iyi aile. Durumları da iyi, koskoca Tuzcular… Dulsun diye karısından ayrılmış çocuklu adamlar bile kapımızı
çalacak. Aklını başına al kızım.”
“Söylenenler doğru çıkmaya başladı anne!”
dedim.
“Ne söylenmişti ki?”
“Dul yaşamakla ilgili… Gerçekten zor olacak.”
Annem başını kaldırıp biraz acıyarak, biraz
tersçe yüzüme baktı.
“Evlen sen de…” dedi.
Kaç gün sonraydı bilmiyorum, Fikri’nin annesi, babaannesi, oturmaya geliyoruz diye tekrar geldiler. Oturdular. Sözü dağdan taştan,
Annem bana, onlardan çok kızmıştı.
“Aklım başımda anne! Her şeyin farkındayım!
Siz beni, bir an önce başınızdan atmak istiyorsunuz. Siz benden kurtulmak istiyorsunuz.
Hamamözü’ne attınız kurtulamadınız ya başınıza kalırım diye korkuyorsunuz.”
Annemin gözleri doldu. Sesinin en acındıran
tonuyla:
“Ağzından çıkanı kulağın duymuyor yavrum!”
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
22
dedi. “Biz senin yuva kurmanı istiyoruz. Evin
ocağın olsun istiyoruz. Sen bizim biricik yavrumuzsun. Mutlu olmanı istiyoruz. Başımızdan
atmak istediğimizi nasıl düşünebilirsin?”
kafasına indirebilirdim. Köy ortasında rezillik
çıkmasın diye sabrettim.
Annem doğru söylüyordu. Onların, benim
mutluluğumdan, rahatımdan başka düşünceleri yoktu, olamazdı da. Hamamözü’ne verirlerken fikrimi sormasalar bile mutluluğumu,
rahatımı düşünmüş olmalıydılar. Kaç baba
evlendirirken kızının fikrini soruyordu da benim babam soracak…
Bozuldu, başka konuşmadı, çekti gitti.
Annem sessizce ağlamaya başladı.
Ben, annemi anlıyordum ama geri adım atmaya niyetli değildim. Söz buraya gelmişken
aklımda ne varsa söylemeliydim. Bir kızın annesinden sakladığı ne olabilirdi ki… Ne düşünüyorsam, ne istiyorsam hepsini söyledim.
Annem ağladı, ben söyledim.
“İlhan’dan başkasıyla evlenmem…” dedim,
sustum.
Günlerce anneme de babama da surat ettim.
Annem babamla, babam İlhan’la konuşmuş
olmalıydı ki bir akşam yatsı namazından sonra
köyün hatırı sayılır yaşlıları, başlarında imamla birlikte bize geldiler. Beni babamdan İlhan
için istediler. Belli ki babam haberliydi. İşi hiç
zora koşmadan:
“Verdim gitti!” dedi.
Söz kesildi.
Babam, hem oğlan tarafı, hem kız tarafıydı.
Yapılması gerekenlerin hepsini o yapacaktı.
Akraba, konu komşu da yardım edeceklerine
dair söz verdiler. Söz böyle kesildi. Annemle ben, mutfaktaydık, konuşulanların tümünü
duyduk. Konuklara önce şerbet sonra sıcak
çörek ve çay ikram ettik. Hayır dualar edildi,
iyi dileklerde bulunuldu.
Ertesi gün çeşmede su doldururken Fikri dikildi karşıma.
“Beni değil de o baldırı çıplağı mı seçtin?”
dedi.
İlhan’ın en yakın arkadaşından bu sözü duymak beni öfkelendirdi. Bakır kovayı kaldırıp
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
“O, zaten seçilmişti!” dedim.
Fikri, İlhan’la olan arkadaşlığını bozdu. Ailesi İlhan’dan yüz çevirdi. O günden sonra
evlerine, sofralarına buyur etmediler. Köyde
konuşulanlara bakılırsa, İlhan’ın Akkız’la evlenecek oluşuna ağabeyinden daha çok Hanife
üzülmüş ve günlerce ağlamıştı. Ancak İlhan’ı
evden çıkarmadılar. Evini yapıncaya kadar
oturabilecekti. Bu izni, İlhan’ı sevdiklerinden,
kolladıklarından değil de köylünün çıkaracağı dedikodulardan ve yiyecekleri “vicdansız”
damgasından korktukları için verdiler.
Yıllarca boş durduktan sonra İlhan’ın oturmaya başladığı eski ev İskilip’ten getirilen malzemelerle iyileştirildi, güzelleştirildi. Odalardan
biri yatak odası, diğeri oturma odası yapıldı.
Yatak odasına çift kişilik bir karyola, oturma
odasına iki somya atıldı. İki oda arasındaki
boşluğun bir yanı yemek pişirmeye, bulaşık
yıkamaya uygun hale getirildi. Binanın dış
tarafına odunluk eklendi, İlhan’ın yaptığı tuvalet yenilendi. Dama, sızdırmaz toprak atıldı,
pekiştirildi. Bir yandan da iki üç günde bir
İskilip’e inilerek alışverişler yapıldı.
Ve bir sabah köylü davul, zurna sesiyle uyandı. Bilen bilmeyene dedi ki:
“Turan Usta kızını çırağıyla evlendiriyor.”
Aynen öyleydi. Babam ikimizin de babasıydı,
annem ikimizin de annesiydi.
Üç gün İlhan’ın ev yapmak üzere aldığı arsada davul çalındı, halay çekildi. İki gece aşağı
harmanlarda sinsin kuruldu. Üçüncü gün ikindiye doğru telli duvaklı gelin olarak babamın
evinden ata bindim, İlhan’ın geçici olarak kaldığı iki odalı evinde attan indim. Gelin alma
törenine babamın hatırını sayan herkes katıldı.
Belki dünyanın en gösterişsiz, en kısa, en sade
düğün töreniyle gelin oldum ama inanıyordum
ki dünyanın en mutlu geliniydim.
Yaz bitmek üzereydi.
23
Kıştan önce evimizi yapmalı, hiç değilse iki
odasına taşınmalıydık. Tuzcuların evinde sığıntı gibiydik, mutlaka çıkmalıydık. Ben içinde İlhan’ın adı yazılı yüzük dışında bütün altınlarımı bozdurmaya, yarından itibaren bir
işçi gibi çalışmaya hazırdım. Babamın da bize
maddi, manevi destek olacağından emindik.
Borçtan korkmamalıydık. Canımız sağ oldukça çalışır, kazanır, öder, üzerimizde kimsenin
beş kuruşunu bırakmazdık.
İlk gece bunları konuştuk. İkinci gün ne kadar
altınımız varsa verip İlhan’ı şehre gönderdim.
O şehirdeyken planımızı babama anlattım.
Sevindi, heyecanlandı. Bütün gücüyle yanımızda olacağını söyledi. Üçüncü gün, işçiler
tutuldu, araba sahipleri tembihlendi, çalışmaya başlandı.
çıkılabiliyordu. Fazla eşya, kışlık meyve sebze
koyabilmek için çatı yüksek çatılmıştı.
Üst kat henüz iskelet hâlindeydi. Biz, bütün
gücümüzle alt kata yüklenmiş, alt katı içinde
durulabilir hâle getirmiştik. İnce sıvası yoktu,
kireç kokuyordu, nemliydi, eksikleri vardı. Bunlar önemsizdi, umurumuzda değildi doğrusu.
Eksiklerini peyderpey tamamlayacaktık. Ev bizimdi. İçinde İlhan’la birlikteydik ya gerisi boş
sözdü. Çalışırken acıktığımızı, susadığımızı
bile unuttuğumuz olurdu, arada bir göz göze
gelmeyi, inşaatın tozu toprağı içinde mutlulukla birbirimize gülümsemeyi unutmazdık.
Taşındığımız gün, annemin yapıp getirdiği çöreklerle karnımızı doyururken babam dedi ki:
“İlk karşılaşmamızı hatırlıyor musun İlhan?”
Babam, düğünden arta kalan parasıyla, kendi ustalığı ve gücüyle, organize yeteneğiyle,
yol göstericiğiyle hep yanımızda hep işin başında oldu. Kasımın ilk günlerinde daha kar
yağmadan çatıyı kapattık ve Tuzcuların evini
boşalttık. Evimizde geçirdiğimiz ilk gece sabaha kadar sevinçten uyuyamadık; hopladık,
zıpladık, halaylar çektik, şükrettik, ağladık…
Biri bizi görse, kesinlikle aklımızı kaçırdığımızı
sanarak bize acırdı. Hâlbuki biz dünyada bir
mekân sahibi olmanın doyumsuz mutluluğunu yaşıyorduk.
İlhan niçin sorduğunu anlamak istercesine
babamın yüzüne baktı.
Evimiz iki katlı, iki antreli, dört odalıydı. Odaların hepsinde ocak, gömme dolap, gömme
banyo vardı. Kiler, mutfak, iki oda, odunluk,
tuvalet giriş katındaydı. Kilerin kapısı mutfağa; mutfağın, iki odanın, odunluğun ve
tuvaletin kapıları antreye açılıyordu. Kapısı
antreye açılsa da tuvalet, dar bir koridorun
sonunda, binanın dışına kondurulmuş küçük
bir eklenti biçimindeydi. Giriş kapısının hemen sağından üst kata kademeli, ahşap bir
merdivenle çıkılıyordu. Merdiven boşluğunun
bir yanında üst katın antre kapısı, pencereleri
diğer yanında yarım gömme balkon vardı. Üst
katta kiler, mutfak tuvalet olmadığından odalar oldukça geniş tutulmuştu. Alt katta olduğu
gibi odalar antreye açılıyordu. Balkon genişçeydi. Rahatlıkla altı kişi, sıkışılırsa sekiz kişi
yemek yiyebilir, çay kahve içebilirdi. Üst katın antresinden seyyar bir merdivenle çatıya
“Daha değil ustam!” dedi. “Bu ancak hayalimdeki evin kabası… Allah ömür ve para verirse,
bir iki yıl sonra göreceksiniz bu evi.”
“Unutmuyorum ki ustam!” dedi.
Benimle evlenmiş, bir anlamda evladı olmuş,
yine de babama “ustam” demekten vazgeçmiyordu.
“Bu ev, o gün çamurdan yaptığın evin sahicisi
oldu.” dedi babam.
İlhan gülümseyerek başını iki yana salladı.
Çok geçmeden kış bastırdı.
Annem babam sayesinde aç kalmadık, açık
kalmadık, sobamız yandı, bacamız tüttü.
Çoğu zaman akşama kadar babamlarda oturduk, yedik içtik, akşam yatmaya evimize çıktık.
“İki katlı ev senin neyine! Bak yapamadın, kaldı! Adam gibi tek katlı yapıp otursaydın ya…”
diyenlere aldırmadık. Biz fakirdik ya, İlhan’ın
kimi kimsesi, tarlası toprağı, bağı bahçesi, davarı sığırı yoktu ya, iki katlı evi yakıştıramıyorlardı. “Beceremez!” diyorlardı. Duvarsız, sıvasız, dört direk üstünde çatı durur muydu?
“Rüzgâr sallayıp duruyor, bir gece uçuracak!”
diyorlardı. Bir sabah kalkacaktık ki evimizin
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
24
çatısıyla birlikte üst katı yok… Biz uykudayken rüzgâr almış götürmüş… Böyle konuşuyorlardı arkamızdan. Bilmiyorlardı ki iki gönül
bir olunca insan acıkmaz, susamaz, bıkmaz,
usanmaz, üşümez, yorulmaz bin kez çatısı
uçsa, bin kez evi yıkılsa, bin kez yeniden yapar. Hem de mutlulukla…
Yine de bu sözler, bizi etkilemiş olmalı ki her
sabah uyanınca, çatımız, üst katımız yerinde
mi diye bakıyorduk. Gece tipi çıktı da üst kat
karla dolduysa, karı temizlemeden çorba ve
yufka ekmekten ibaret sabah soframıza oturmuyorduk. Dar da olsa, yarım da olsa, her
sabah çatımız duruyor mu diye baksak da,
fırtınalı gecelerde uçtu, uçacak diye beklesek de burası bizimdi, bizim yuvamızdı. Biz
burada sıcacık hayaller kuruyorduk. Gündüz
ya da akşam oturmasına gelen konuklarımız
oluyor, biz onları burada ağırlıyorduk. Mısır
patlatıyorduk, ıslanmış nohut kavuruyorduk,
kendir tohumu ve buğday kavuruyorduk, yanına sıcacık yüreklerimizi koyuyor, konuklarımıza sunuyorduk. Konuklarımız dünyanın en
güzel, en pahalı, en bulunmaz yiyeceklerini
ikram etmişiz gibi memnun kalıyorlardı. Bu
memnuniyet bizi sevindiriyor, mutlu kılıyordu.
Kış nasıl geçti anlayamadık.
Bahar erken geldi.
Evimizin önünde işlenmeyi bekleyen kocaman
bir bahçemiz vardı. İlhan’la ben adeta toprakla güreşmeye başladık. Belledik, çapaladık,
karıklar açtık, ocaklar yaptık, bahçenin büyük
bölümünü işledik, ektik. Her çeşit sebzeden
bol bol ektik. Bütün bunları annemin babamın yardım ve yönlendirmeleriyle yaptık.
Sonra günlerce kireç ocağına gittik, akşamlara kadar kireç söktük. Söktüğümüz kireçleri
babamın atlarıyla, konu komşudan bulabildiğimiz eşeklerle ve sırtlarımızla evimizin yanına
taşıdık. Çalı çırpıyı dağ gibi yığdık. Ham kireci babamın dayısının yardımıyla fırın biçiminde üst üste dizdik, adam boyundan yüksek bir
kümbet oldu. Topladığımız çalı çırpıyla içinde
gün boyu ateş yaktık, ta ki kalın kireç plakalarından oluşturduğumuz kümbet göçünceye
kadar… Kümbetin göçmesi kirecin yeterince
olgunlaştığını gösterirmiş. Öylece soğumaya
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
bırakılması gerekirmiş. Ertesi gün, külü kireçten ayırıp tokmaklarla, küskülerle kireci ezdik,
eledik. Elek üstünde kalan parçaları bir kere
daha ezip bir kere daha eledik. Ele güne karşı, evin dıştan görünen eksiklerini tamamladık,
dış sıvasını yaptık. Evimiz uzaktan bir beyaz
konak, bir beyaz köşk gibi görünmeye başladı. Ön cephesinin çatıya yakın yerinde, giriş
kapısının ve bütün pencerelerinin üstünde
dal dal beyaz gül kabartmaları olan bir beyaz
konak ya da köşk…
İlhan’a dedim ki:
“Bu kadar gül ön cepheyi çirkinleştirmedi
mi?”
“Hayır!” dedi sertçe. “Bir defa o gül değil, ak
gül, yani sensin! Sen evimizi çirkinleştirebilir
misin? Daha bu ne ki? Evimizin içini, dışını,
tavanını, tabanını, balkonunu, bahçesini, her
yanını güllerle, özellikle de ak güllerle süsleyeceğim.”
“Deli derler sana!”
“Sen beni akıllı mı sanıyordun?”
Gerçekten de pek akıllı sayılmazdı. Evin yapımı, borçların ödenmesi iki yılda biterken,
evin süslenmesi üç yılda ancak bitti. Mecbur
kalmadıkça, dışarıdan iş almadı. Sabahtan
akşama kadar evin orasıyla burasıyla uğraştı.
Diyebilirim ki eve harcadığımızın yarısını da
alçıya, yaldıza, boyaya, fidanlara, özellikle de
ak gülfidanlarına harcadık. Sonunda dışı ayrı
güzel, içi ayrı güzel, rengârenk, pırıl pırıl bir
yuvamız oldu. Bakanların gözlerini kamaştırdı.
İçini bir gören bir daha görmek istedi. Bize,
iki katlı evi çok görenler, “Helal olsun İlhan’a.
Sırtıyla taşıdı, tırnağıyla kazıdı, evi bitirdi. Helal olsun!” demeye başladılar. Öve öve bitiremediler. “Adam sanatkâr! Duvarcı, sıvacı, boyacı, ressam… Her parmağında bir hüner…
Kayınpederini çoktan geçti.” diyorlardı.
Birkaç kere senin için böyle böyle diyorlar
dedim. Her defasında kalbini gösterdi. Her
defasında aynı sözü söyledi.
“Asıl sanatkâr burada!”
Bıkmadan sorardım:
25
“Kim oradaki?”
“Akgül! Ne diyor bu çocuk?”
Mutlulukla gülümser, gözlerimin derinliklerine bakar, kalbimden geçenleri sanki görür,
bıkmadan hep aynı karşılığı verirdi.
“Baba diyor!” dedim.
“Bir gül dalı…”
“Elbette doğru.”
“Gülün dikeni olur, eline batmıyor mu?”
“Ben o dalı bir beyaz ipek mendille tutuyorum.”
Gülüşürdük.
Bilirdim ki o gül dalı bendim. İpek mendil; bir
zamanlar kalbimin üstünde taşıdığım, öptüğüm, kokladığım ve hâlâ sakladığım mendildi.
Bunları bilmek, bunları bile bile, tekrar tekrar
duymak ne büyük mutluluktu benim için.
Hamamözü’nden dönüp geldikten sonra Rabbim, mutluluğumu hiç azaltmadı, sürekli çoğalttı. Nice genç kızlar dururken isteyenlerim
çıktı, mutluluk. Annemle, babamla açık açık
konuşabildim, mutluluk. Babam öfkelenip yeri
göğü yırtmadı, zengin diye tutturmadı, anlayışla davrandı, mutluluk. Beni gönlümdeki
adam istetti, babam verdi, davul zurnayla ata
bindim, mutluluk. Yoksulduk, evimiz, bahçemiz, kedimiz, köpeğimiz, tavuğumuz, davarımız oldu, mutluluk. Evliliğimiz ikinci yılını doldurmadan Ömer’imiz oldu, mutluluk. Ömer
iki yaşındayken Aslı’mız oldu, mutluluk. Her iki
yavrumuzun da diş çıkarmaları, yürümeleri,
konuşmaları, okula başlamaları, karne almaları, diploma almaları, meslek sahibi olmaları,
hepsi ayrı ayrı mutluluk…
İki evladımızın ikisi de önce “baba” dedi.
Ömer’imin ilk baba deyişini unutmam mümkün değil. On dört numara gaz lambasının
ışığında akşam yemeği yiyorduk. Ömer benim kucağımdaydı. Bir iki kere “ba-ba, baba” dedi İlhan anlamadı. Gün boyu el işinde
çalıştığından oldukça yorgun görünüyordu.
Ömer şarkı söyler gibi “ba-ba, ba-ba” demeye devam etti. Aynı şarkıya gündüzden başladığı için ben şaşırmadım. Sabırla onun fark
etmesini bekledim. Fark ettiği an gözleri kocaman kocaman oldu. Eğildi, dinledi, doğruldu,
bana baktı. Emin olmak için bana sordu:
“Doğru mu?”
Lokmasını aceleyle yutup fırladı, kalktı sofradan. Ömer’i kucağımdan aldı, öptü, sarıldı,
havalara kaldırdı. “Aslan oğlum konuşuyor!
Oğlum konuşuyor! Oğlum bana baba dedi!
Aslanım benim!” diye sevincinden uçtu.
“Kalk, gidiyoruz!” dedi bana.
“Nereye gidiyoruz?”
“Turan ustama… Torunlarının nasıl “baba”
dediğini onlar da duysun.”
Gidelim dediyse, gidilecekti.
“Yemeğimizi bitirelim de…” diyecek oldum.
“Ne yemeği be!” diye sesini yükseltti.
Belki sofrada olduğumuzu bile unutmuştu.
Kalktık, hazırlandık, birimizin kucağında çocuk, birimizin elinde gemici feneri vardık babamlara. Şaşırdılar. Hatta sadece şaşırmadılar biraz da korktular. Ömer’e bir şey oldu da
böyle apar topar geldik sandılar. Durumu anlatınca rahatladılar. Asıl sonrası komik. Ömer
bir kerecik bile “ba-ba” demedi. Uykuya dalıncaya kadar uğraştık “ba-ba” dedirtemedik.
Evliliğimizin beşinci yılında bir sıcak haziran
günü kuyuda su bitinceye kadar bahçeyi sulamış, yorulmuş, yetiştirdiğimiz ağaçlardan
birinin gölgesine oturmuştuk. Az ötemizde oynayan Ömer’le Aslı da yanımıza gelmişlerdi.
Hepimiz küçücük bir ağacın gölgesine nasıl
da sığmıştık. Ömer babasının, Aslı benim dizimdeydi. İlhan, yeni yetiştirdiğimiz, henüz
meyveye durmamış kiraz, dut, erik, elma, armut, ayva ağaçlarına, kocaman kocaman açmış, sarı, kırmızı, pembe, beyaz güllere, tek
katlı, eski evler yanında saray kadar ihtişamlı
görünen evimize ve bize uzun uzun, hayranlıkla baktı. Bir şey söyleyeceğini hissettim. Ne
söyleyeceğini merak ettiğim için gözlerimi
üzerinden ayırmadım.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
26
“Kendimi bileliden beri hayalini kurduğum
yuva buydu Akgül.” dedi.
Çocukların başlarını okşadı, uzandı, elimden
tuttu. Benimleyken yüzünden eksik etmediği
sıcak gülümsemesiyle gözlerime baktı.
“Nereye baksam seni görüyorum.” dedi. “İçeride, dışarıda, tavanda, duvarda, ağaçta,
yaprakta, her yerde sen varsın. Sen de kendini görebiliyor musun?”
“Hayır!” dedim, hiç düşünmeden.
Şaşırdı.
“Hayır mı?” diye sordu, kırılmış bir sesle.
Sonra “Ben, bunca yıldır boşa mı çalıştım?”
dercesine yüzüme baktı.
“Bu evin, bu bahçenin her yerinde benden
önce sen varsın.”dedim. “Senin emeğin var,
yüreğin var. Ben senden başkasını görmüyorum. Ömrüm oldukça bu böyle kalacak.”
Bu gerçekten böyle kaldı.
Şimdi o yok. Emaneti teslim edip gideli on yılı
geçti. Emir büyük yerdendi, karşı duramadık.
Ömrü o kadarmış dedik, kabullendik. Her bahar İstanbul’dan dönüp de bu eve girince,
bu bahçeye çıkınca onunla yaşıyormuş gibi
oluyorum. Ekiyorum, dikiyorum, yetiştiriyorum, geçmişlerimin canları için dağıtıyorum.
Baharın, yazın nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Bir de bakıyorum ki havalar soğumuş, sonbaharın sonu gelmiş.
Beni oğlum da kızım da anlayamadı. Sen anlayabildin mi gazeteci oğlum? Sorduğun her
soruya saklamadan, gizlemeden ve utanmadan cevap verdim. Sen olsun beni anlayabildin mi? Bana, şu ruhsuz, soğuk, asık suratlı,
karanlık evde otur diyorlar. Ben, geçmişi olmayan, geleceği meçhul, beton yığını içinde
oturabilir miyim? Bana hiçbir şey söylemeyen,
sağır, dilsiz bir evde oturabilir miyim? Eski ev
üstüme yıkılırsa, ölürmüşüm. Anılarım yerle bir
olduktan sonra, ben yaşasam neye yarar? Ev
bu gazeteci oğlum; eskiyor, çürüyor. Mendil
değil ki yıkayıp katlayıp koynunda saklayasın!
Beni, evlatlarım anlayamadı, sen anlayabildin
mi gazeteci oğlum…
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
1000. Yýlda
1000
Cumhuriyet
Altını Ödül
Doðumunun
1000. yýlý dolayýsýyla
KAÞGARLI MAHMUT YILI
ilan edilen 2008 yýlýnda,
Türk Dilinin Ýlk Gramer Kitabý
Kaþgarlý Mahmut’un Kayýp Eseri
KÝTABU CEVAHÝRÜ’N NAHV FÝ
LUGATÝ’T TÜRK’ü
bulana AYB tarafýndan
1000 Cumhuriyet Altýný
ödül verilecektir.
Duyurulur.
27
TÜRKİYE
Islak Güneş
OĞUZ ATAHAN BAŞARAN
On üç yaşındaydım ve babamın altıncı tayin
yerine taşınmıştık. Taşınmamız yıl içine denk
geldiğinden yeni okuluma kaydım hemen yapıldı. Okul biraz garipti. İki bahçesi vardı ve
ikisi de okulun ön tarafındaydı. İlerideki sitenin dört bloğu bahçeler arasındaki boşluğa
taşmış, hatta okul binasıyla nerdeyse yapışık
hâle gelmişti. Okul çağı gelmemiş çocuklar
teneffüslerde birinci sınıf öğrencileriyle oynarlardı. Teneffüsün hemen ardından da bazı
çocuklar balkonlara çıkar, sınıf pencerelerinden bakan öğrencilerle karşılıklı işaretleşirler,
atışırlardı.
Sınıfımızda, pencere tarafında oturan Orkun
adında bir çocuk vardı. O kuru tahta sıralarda otururken bulutlu, çoğu zamanda yağışlı
kış günlerinde ara sıra gökyüzünde beliren
güneşe yüzünü döner gözlerini kapatır, sanki bütün sıcaklığını içine çekerek hissetmeye çalışırdı. Okul futbol takımındaymış. Ben
geldikten bir hafta sonra takımdan ayrılmak
istediğini söyledi bana. Hasta olduğunu öğrendim. Hastalığı oldukça ilerlemişti ama dışarıdan hiç de öyle gözükmüyordu. Orkun,
birkaç maçına da moralsiz olduğu için, son
anlarında girdi oyuna. Daha sonra da hiçbir
şekilde oynayamaz oldu.
Yine gözlerini güneşe çevirip, kapatmıştı. Zil
çalınca beni yanına çağırdı, gittim. Pek az
konuştuk. Sonra birlikte kantine indik. Kantinin yeri de tıpkı bahçenin planı gibi garipti.
Arabaların bahçeye ulaşmak için kullandıkları uzak yoldan yürüyor, sokağa çıkıyor tekrardan malların ve öteki erzakların getirildiği
arka kapıdan giriyorduk okula. O ısmarladı
aldıklarımızı. Çıkartıp parayı vermek istedim,
müsaade etmedi. Ödeşiriz dedi.
Samimiyetimiz oldukça ilerlemişti. Bir gün
beni evine davet etti. Çok güzel bir evleri vardı. Eşyalar baştan aşağı özenle dizilmişti. Ben
hayranlıkla etrafı seyrederken, bütün bu güzelliklerin sahibi olan, Orkun’un annesi içeri
girdi. Elindeki pasta, börek ve kekleri bütün
sevecenliğiyle masaya bıraktı. Sürekli gülümsüyordu. Biz; Orkun’un odasına geçtiğimizde
annesinin özenle misafiri ağırlama zevkinin
sade ve içten olduğunu fark ettim. Şefkat ve
merhametin tüm ayrıntıları yüzüne yansıyan
annenin tüm ilgisinin daha çok Orkun’a olduğunu fark ettim. Orkun’un odası, daha farklı
ve daha güzel döşenmişti. Belli ki bazı konular gözetilerek yerli yerine koyulmuştu...
Orkun, bana izlediği filmlerden bahsediyor,
sürekli konuşuyordu. Sanki bütün bildiklerini benimle bir an önce paylaşmak istiyordu.
Bazen öyle hızlı konuşuyordu ki, sanki söyleyeceklerini bir an için anlatmasa unutacak
gibiydi... Yutkunuyor, tekrar soluklanmayla
birlikte kelimeler ağzında dökülüveriyordu.
Sonraki birkaç gelişimde de filmlerden, havadan sudan konuştuk. Her gece dolunayın görüldüğü bir köy varmış. Bu köyde, tek kızı olan
adamın biri ölmüş. Adamın kızı, iki yıl aradan
geçtikten sonra sürekli karşıdaki tepenin üstüne birinin gelip beklediğini görüyormuş... Tepenin etrafını dolanıp, adamın durduğu yere
gittiğinde kimseyi bulamıyormuş. Her gece
bu olay tekrarlanınca, bir gün oradan hiç ayrılmamış ve bir kayanın arkasında gizlenmiş…
Adamın geleceği vakit yaklaşmış. Tam o anda
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
28
omzuna bir el dokunmuş. Arkasını dönünce
küçük bir kız görmüş… Kızla konuşmuş…
Sonra, gerçek sandığı bu olayın sadece bir
hayal olduğunu, hayalin beyninde canlanarak hayalete dönüştüğünü ve kendisin de bir
hayaletle konuştuğunu düşünmüş. Sürekli hayalini gördüğü kızın, fotoğrafını aslında
daha önce de görmüş… Kendi fotoğraf albümünde altı yaşındayken çekilmiş vesikalık bir
fotoğraftı bu...- Pek bir şey anlamasam da,
Orkun’u kırmamak için; “Yâ, hayret, Allah, Allah…“ gibi şaşkınlık ifadeleri kullanıyordum…
Orkun devamla; “ Filmin sonunda babası kızı
uçurumdan aşağı atıyor. “ dedi. Babası ölmemiş miydi, dedim. “ Evet ”dedi. Uçurumun
kenarına gelen hayalet babasıymış…
lem ve ruhuna bir ışık gelir gibi oldu… Hepimiz
çok sevinmiştik, Orkun gelecek diye… Ama
Orkun bir türlü gelmedi… Sonradan öğrendik
ki Orkun ölmüş. Yakalandığı amansız hastalığın
son nöbetini atlatamamıştı…
Sonraki üç ay da hep birlikteydik ve kantine
de hep birlikte gidiyorduk. Benim para ödememe hiçbir zaman razı olmak istemiyordu.
Bizimle beraber gelen arkadaşlara da ödettirmiyordu. Normalde sürekli onun etrafında
dönüp dolanan arkadaşları, saygılarından
olsa gerek, bizimle birlikte kantine gelmemeye başladılar.
Çok sonraları öğrendim ki Orkun, güneşli
bir günde, yine her zamanki gibi, gözlerini
kısarak gökyüzüne uzun uzun bakmış… Adeta güneşi yudumlarcasına derin derin nefes
alarak içine çekmiş. Babasına dönerek; “Güneş neden ıslak baba?” diye sormuş sonra da,
hastalığın şiddetli nöbetine teslim olmuş. Ancak, nöbetten hemen sonra ölmemiş… Hasta
beyni bitkisel hayata girmiş… Doktorlar artık
bir daha gözlerini açamaz demişler. Babası
ölümün gerçekleştirilmesi için, çaresiz onay
vermiş…
Üç ayın sonunda tedavisinin devamı için, Orkun
Ankara’ya gitti. Bir gün kız öğrencilerinden biri
sınıfta sevinç çığlıkları atıp, Orkun’un yakında
geleceğini söyledi. Herkesin içine tatlı bir öz-
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
Mezarının yerini çok merak ediyordum. Çünkü en azında mezarının başında, O’na söyleyemediklerimi şimdi daha bir cesaretle anlatmak ve onunla dertleşmek istiyordum. Fakat
hiçbir zaman öğrenemedik. Rüyalarıma girdi.
Ben de tıpkı bir hayalet gibi süzülüp Orkun’un
karanlıklar içerisindeki mezarına çiçek bırakıyordum. Bir hayalet daha vardı. Mezarın
başından hiç ayrılmıyor, - böyle olsun istememiştim - diye yakınıyordu.
29
AZERBAYCAN
Şirinlik
ÂGİL ABBAS
Metronun bitişiğindeki saatin altında bir kız
duruyordu. Kız çok güzeldi. Bu güzel kız,
ikide bir saate bakıyordu. Güzelliğinin, etrafındakilerin dikkatini çektiğini anlamış, bu
yüzden yanaklarına bir kızarıklık çökmüştü.
Mahcubiyetle başını öne eğmişti.
Elinde antenli bir radyo, ayağında uzun burunlu bir çizme, başında bir kep olan yeni yetme bir delikanlı, deminden beri bu kızın etrafında dolanıyordu. Kıza yakınlaşmak istiyor,
neden çekiniyorsa ihtiyatlı davranıyor, kızın
yanına yanaşmaya cesaret edemiyordu.
Birdenbire bana öyle geldi ki, bu kepli delikanlı kıza yanaşsa, onun güzelliğine halel
getirecek. İçimde bir merak uyandı ki, bu delikanlı kıza yanaşmasın, bırakmadım. Ama gör
nasıl? Delikanlıya, “Genç, bu kızın etrafında
dolanıp durma,” demek olmazdı. “Sen kimsin?” diye sorardı. Delikanlının kafasını karıştırmayı düşündüm. Ama nasıl yapacaktım?
Delikanlı radyosunu kapattı, kepini gözünün
üstünden yukarı kaldırdı. Kendine çeki düzen
veriyordu. Gecikmek olmazdı. Atıldım.
“Selam!”
Kıza öyle hoş bir selam verdim ki, güya kız
beni bekliyormuş… Keşke bana sert çıkışma-
saydı, keşke anlasaydı…
Kız, afalladı, selam verdiğime şaşırdı. Başını
kaldırıp yüzüme baktı, konuşmadı, omuzlarını
silkti.
“Size selam verdim!”
“Selam!”
Kendimi kaybetmiştim. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Etraftan bakan bir sürü insan
vardı.
“Biliyor musunuz, rica ederim beni yanlış anlamayın. İstiyorum ki, burada yalnız durmayasınız. İzin verin, beklediğiniz kimse, gelene
kadar size eşlik edeyim, sonra…
Kız, sözümü yarıda kesti:
“Niye? Beni yerler mi?
“ Hayır. Allah etmesin! Nasıl desem bilmiyorum. Şu kepli oğlan buradan gitsin istiyorum.
Görmüyor musunuz, deminden beri gözlerini
buraya dikmiş bekliyor. Sizi rahatsız etmesinden korkuyorum.”
“Çok sağ olun. Gerek yok.”
“İnandın mı? Ben kötü bir niyetle söylemiyoKardeş Kalemler Ağustos 2008
30
rum.”
ru yaklaştı.
“Yüreğinizin ne derce temiz olduğunun benim için hiçbir önemi yok. Belki de o kepli
oğlanın yüreği sizinkinden daha temizdir! Sadece kepi biraz büyük. Rica ediyorum, şimdi
beni rahat bırakın.
“Sigaran var mı?”
Kepli oğlan, yüzünü buruşturup iskemleye
oturmuştu. Bizim konuşmalarımızdan, tanışık
olmadığımızı anlamıştı. Eğer ben, morali bozulmuş olarak kızın yanından ayrılırsam kahkahayla gülecekti. Bu gülüş de benim içerime
işleyecekti.
“Dost, bağışla, ben sigara içmiyorum.”
“Hiçbir yere gitmeyeceğim. Beklediğiniz kişi
gelene kadar burada bekleyeceğim. Sizden
hoşlandığımı da düşünmeyin. Düşündüğünüz
kadar da güzel değilsiniz. Bunu da bilesiniz.”
Deyip farkında olmadan sinirlendim.
“Bir dakika bekle,” dedim, koşarak gidip oğlandan bir sigara alıp getirdim verdim.
“İltifatınız için çok sağ olun! Çok da medeniymişsiniz!”
Kız öyle şaşırdı ki!
Geriye dönüş yoktu.
Gömleğinin cebindeki sigaraya baktım; Gücün yete, polis de seni kınamaya, şunun ensesine bir iki tokat atasın! diye düşündüm.
“Yoksa futbolcu musun?”
Lanet kör şeytan! Durduğum yerde belaya
çattım. Gözüm biraz ötede sigara içen bir oğlana ilişti.
Sigarayı dudakları arasına aldı, yakıp derin
bir nefes çekti.
Sigaranın dumanını havaya bırakan oğlan;
“Bir şey değil.”
“Yahşi oğlansın!” dedi ve geri dönüp aynı yerine oturdu.
“Ben sizi kovsam nasıl olur?”
“Herhalde korktun!
“Kovamazsınız. Beni kovsanız, o kepli oğlan
vallah ilişecek size. Siz, yakanızı onun elinden
zor kurtarırsınız.”
“Nasıl? Onun kepini görmedin mi? O kepten,
bana bir ceket çıkar.
“Size demin de dedim. Ne biliyorsunuz ki, o
kepli oğlanda daha medenisiniz. Bencillik iyi
bir şey değil, Genç oğlan!”
Kız istihza ile
“Belki gelip bana bir laf attı, ne yaparsın? Kaçar mısın?
“Medeni olan adam, böyle yerde radyonun
sesini sonuna kadar açmaz.”
“Duymadın mı? Köroğlu, kaçmak da yiğitliktendir! demiş.”
Sanki bu sözüm tam yerine oturdu.
“Sen kaçarsan, o da benim yanımda kalır. Ne
biçim nöbetçisin!
“Ne söylüyorum, duruyorsanız durun. Ama
benim arkadaşım şimdi gelecek, o zaman vay
sizin halinize. Eğer korkmuyorsanız bekleyin
burada.”
“Niye ki? Ben kaçınca onun kepini de alıp kaçarım. O da başlar beni kovalamaya, seni de
unutur.
Ben gülümsedim.
İkimiz de güldük.
“Siz her gördüğünüz güzel kıza nöbetçi mi
oluyorsunuz?”
“Tuhaf bir oğlansınız.
“Bu ilk defa oldu.”
O anda kepli oğlan yerinden kalkıp bize doğKardeş Kalemler Ağustos 2008
“Olabilir.”
“Hah, sizin nöbetiniz tamam oldu, benim beklediğim geldi”
31
“dönüp baktım, öyle kendi gibi bir kızdı gelen.
“Selam! Koşa koşa geldim. Öğretmen geç bıraktı” diye, adını bilmediğim güzel kızla konuştu ve gözü ile işaret ederek sordu ki, bu
kimdir?
“Sahi ben bu kız için kimdim ki? Bakalım nasıl
takdim edecek?
“Tanıştırayım Leyla, bu benim nöbetçimdir.”
Leyla, keşikçi…
Leyla şaşkınlıkla yüzüme baktı, sonra dönüp
arkadaşına gözlerini dikti. Birden üçümüz de
gülmeye başladık.
“Tamam, sağ olun, biz gidelim!”
“Güzel kız elini çantasına atıp çikolata çıkardı.
“Bu da senin zahmetinin karşılığı,” deyip gülümsedi.
“Selametle kalın! Çikolata için de sağ olun!”
Sizi götüreyim dahi diyemedim. Metroya girdiler.
O anda gördüm ki, kepli oğlan, oturduğu yerden katlı, radyosunu koltuğuna aldı ve metroya yöneldi. Karşısına geçtim, göz göze geldik,
karşı karşıya bir hayli bekledik. Sordum:
“Sigaran var mı?”
Gülümsedi, çıkarıp bir sigara verdi, kendisi
yaktı. Sonra yüzüme baktı, baktı…
“Eh uçurdum” deyip elini salladı, metroya girmedi, çıkıp gitti.
Bir çocuk yanıma durmuş, elime bakıyordu.
Deminden beri elimde çikolatayı tutuğumu
unutmuştum.
“Al” diye çikolatayı çocuğa uzattım.
Çocuk sevinçle çikolatayı aldı;
Sağ ol, emi can,” deyip fırladı.
Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA
Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53
e-posta: [email protected]
Ama kız, gerçekten de çok güzeldi…
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
32
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
33
KAZAKİSTAN
Tansulu*
ĞARİFOLLA ESİM
ÇEVİRİ: DAMİRA ÖMÜRKAZAKKIZI
- Anne, anneee, diye ağlayan kızının sesini duyar duymaz, dışarıya fırlayan beybişe1
eve doğru koşarken düşen Tansulu’yu, yerden
kaldırıp kucağına aldı. Kızının yüzüne baktığında kalbi sanki duracak gibi oldu. Tansulu
bembeyaz, baygın yatıyordu.
Beybişe çocuğunun nabzını yokladı. Kalbi
çok yavaş atıyor, hiç bir şey hissetmiyordu.
Cin çarpmış veya nazar değmiş olabilir diye
köy mollasını çağırıp birkaç kere dua okuttu.
Fakat çocuk bir türlü iyileşmedi. Çaresi tükenmiş olacak ki beybişe falcı nineyi çağırttı. Falcı
ninenin nereden geldiğini, kim olduğunu hiç
kimse bilmezdi; ancak kendisini, herkes tanırdı. O da sanki bu daveti çoktan bekliyormuşcasına anında çıkıp geldi. Falcı, Tansulu’nun
etrafında iki üç kere döndükten sonra, hayatında hiç çocuk görmemiş gibi ona bakarken
gözleri faltaşı gibi açılıyordu. Kafasını sallayıp
anlamsız bir şeyleri mırıldandı. Hemen hastanın yanına oturup nabzını yokladı. Sonra
nabız atışını dinlercesine başını öne eğerek
Tansulu’nun ellerini kulağına dokundurdu ve
kafasını kaldırıp eliyle yavaşça çocuğun gövdesini okşadı. Her hareketi göz açıp kapayıncaya kadar yapıyordu. Bütün bunları yaptıktan sonra beybişeye geri çekilmesi için işaret
etti. Başka zaman olsa kendisine emir verene
gün yüzü göstermeyen beybişe bu sefer falcının dediğini usluca dinleyip hemen oturduğu
yerden kalktı.
1 Beybişe - Birkaç hanımı olan beyin büyük hanımına denir. Genelde en büyük hatun (beybişe) köyünün hanımlarını idare ederdi.
Tansulu, beybişenin en küçük çocuğu, bu
- Gülüm, n’oldu sana, n’oldu bir tanem? diye
söylendi. O anda başka bir şey diyemedi. Akşam yemeği hazırlığındaki kadınların hepsi
çiçeğe konan arı gibi bir anda orada toplanıverdi. Az sonra kendine gelen beybişe etrafındakilere baktı. Kaşları çatık, yüzü çok soğuktu. Hanımlar onun keskin bakışından çekinip
dağılmaya başladılar. Cesaretini toplayan birisi baygın yatan Tansulu’yu kucağına alarak
eve götürüp yatırdı ve sessizce çıkıp gitti.
* Tansulu - kız ismi. Sulu, güzel demektir. Yani tan (sabah) güzeli anlamında bir isim.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
34
sene on yaşına giriyor. Validesi ona gözbebeği gibi bakıyor, çok da nazlı bir kız. Böyle
olmasına rağmen aniden karşısına çıkan bu
durum beybişeyi şaşkına çevirdi.
kesip, etini kaynatıp suyunu içirin. İyileşecektir inşaallah.
Tansulu’nun nabzını tuttuğu gibi, onun yüzünden bakışlarını hiç ayırmayan falcı kadın
durmadan bir şeyler söylüyor. Ağlamaklı bir
sesle söylenen jır2 uzun sürdü. Ara sıra çıkan,
kırılan mızrap sesine benzer bir ses beybişeyi
çok etkiledi. Kazakça olmasına rağmen ne kadar dikkatli olmaya çalışsa da beybişe tek kelime bile anlayamadı. Aradan ne kadar zaman
geçtiği de belirsizdi. Divane kadın jırı bitirdiğinde diğer elini çocuğun alnına koyarak:
- Evet, Allah bir, Tanrı haktır, deyip falcı yerinden fırlarcasına kalktı, sonra tekrar oturdu.
Kalkıp yine oturdu.
- Nereye gittin, Tansulu? diye sordu.
- Gölün kenarına, dedi çocuk gözlerini açmadan.
- Göl yanındaki yamaca çıktın mı? Çıktın mı
yamaca?
- Evet çıktım!
Tansulu titremeye başladı. Bunun üzerine ihtiyar tekrar jır söylemeye koyuldu. Az sonra
soruya geçti.
- Ne gördün? Ne gördün? Söyle bakalım. Hadi
söyle!
- Dilenciyi gördüm. Anne, annee, annee!
Tansulu yine bayıldı. Tekrar başlayan jır soruyla devam etti.
- Kimi gördün? Genç mi, ihtiyar mı? Peri mi,
melek mi?
- İhtiyar kadını gördüm. Burnu yok, suratı çok
korkunç. Korku-yo-ru-m.
- Biçare, zavallı, zavallı, zavallı, bigünah, diye
kime hitaben söylediği belirsiz bir şeyler fısıldadı da beybişeye bakarak net bir şekilde:
- Tansulu’nun durumu çok iyi. Öğlene doğru yemek verebilirsiniz. Ancak çok korkmuş.
Kendine gelince olayı hiç hatırlatmayın. Zamanla unutacak. Şimdilik yatadursun. Zaten
uykudan uyanmış gibi kalkacak. Hiç bir şey
olmamış gibi davran, beybişe. Siyah koyunu
2 Jır - kafiyeli mısralar, şiir.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
- Amin. Allah razı olsun.
Falcının hemen kendine gelemeyip kıpırdanması beybişenin dikkatini çekti. Elini omuzuna asılı torbasına koyuşundan onun fal açmak
istediğini anladı çocuğun annesi. Çok da
sevindi. Çünkü beybişe fala şüphesiz inanırdı. Beybişenin gönlündekini hisseden divane
torbasından kumalak denilen ufacık taşları
alıp önüne serpti. Ve onları karıştırarak kendi
kendine söylenip biraz oturdu.
- Kadına güzelliği mutluluk da getirebilir, hasret de. Çocuğa iki yol gözüküyor, doğuya ve
batıya. Fakat benim kumalaklarım tam yönü
bir türlü gösteremiyorlar nedense. Çok zorlanıyorum. Bence kızınız kendi geleceğini bir
şekilde yorumlamış, anlamış olmalı. Hayret!
Hayret!
- Tansulu, dilenci kadın. Yok, yok, olamaz.
Herhalde damarım çekilip, iyice yaşlanmışım.
Net bir şey söyleyemem. Söyleyeceğim tek
şey, bugün hemen başka bir yere taşınmalısın. Tansulu’yu görsem aklım karışıp devamlı
saçmalarım. Neyse ben gidiyorum beybişe,
deyip hızlıca çıkıp gitti.
Beybişe söylenenleri anlayıp toparlanana kadar falcı ortadan kayboldu. Bir daha da onu
gören olmadı. Hasta filan olduklarında hemen
ona koşan köylüler için yeri ne kadar belli olsa
da zamanla o da unutuldu. Ancak ihtiyarın
son sözlerini beybişe ne kadar aklından silmeye çalışsa da bir türlü unutamadı. Tek hayali, Tansulu’yu evlendirmekti.
“Kız çocuğu ya, nasıl olsa anne babanın yanında kalmayacak. Tansulu büyüse de gelin
etsem. Elhamdulillah nişanlısı da iyi birisi,
kahraman Sengir’in torunlarından. Tam benim kızıma eş olacak yiğit… Evet, her şey var,
zenginlik de saygı, hürmet de eksik olmadı.
Sadece falcının gizlediği neydi acaba?”
Beybişe gece gündüz bunları düşünürdü.
35
Böylece aradan yıllar geçti. Tansulu da büyüdü. Güzelliği dillere destan oldu. Bir içim su
dersin. Onu görmeye gelenler gün geçtikçe
çoğaldı. Ama onların hiç birisine dönüp bakmadı bile güzel kız. Ancak; daha kendisi, bir
kere dahi olsun yüzünü görmediği, büyüklerin kendi aralarında anlaşmasıyla sözlendiği
nişanlısını özlüyordu. O da yakışıklılığıyla,
kahramanlığıyla tanınmış. İsmi Joykın’mış.
Yengesinin söylediğine göre Joykın bu sene ilk
defa nişanlısını görmeye gelecek. Daha önce
hiçbir erkek ile tek başına kalmayan Tansulu
için bu görüşme bir yandan korku da veriyor.
Tansulu böyle hayal dünyasında gezerken beklenmedik bir olay oldu. Komşu Kalmaklar ile
Kazak Beyleri arasında vuruşma, dövüşme sık
sık olurdu. Öyle olmasına rağmen savaş dışındaki zamanlarda iki halk arasında deyiş tokuş
eksik olmazdı. Günlerden bir gün Tansulu’nun
babası ile akrabalarını, Kalmak Bey’ini misafirliğe davet etmiş, ağırlamıştı. Yazın, sıra
Kazaklara geldi. Yüz kadar Kalmak beyleri Kazakların misafiri oldular. Onlarca sığır, koyun
kesilip yemek dağıtıldı. Koşu, at yarışı, güreş
v.s. pek çok gösteri düzenlendi. Oraya yengeleri ile birlikte Tansulu da gitmişti.
nı acıtırcasına ısırdığını bile farketmedi. Tam
o sırada Kalmak Bey’i de keskin bakışlarıyla
ona baktı. Tansulu utancından kıp kırmızı
oldu. Kalmak Bey’i bunu kendine göre yorumladı. Genç yiğit, Tansulu’yu buraya geldikleri günün ertesinde görmüştü. Bugüne kadar
görme imkânı olmamıştı. On nişancının hiçbirinin akçeye nişan edememesinin de sırrı
vardı. Kazaklar kendi aralarında; nişan
33 etmeyelim, öyle yaparsak misafirlere saygısızlık
etmiş oluruz, akçeyi Kalmaklar düşürsün, diye
anlaşmışlardı.
Kalmaklar’ın Ağa Bey’i de kendi yiğitlerine
aynı şeyi söylemişti. Ancak onun düşüncesi
başkaydı, Tansulu’nun gözüne girmek.
- Kendisi mi çıkıyor?
Ortaya çıktığında, Kalmak nişancılarından
biri koşarak gelip ona okunu sundu. Bey almadı. Sahadan çekilen Kazak beylerinin yanına gidip birisinin ok ve yayını aldı ve hemen
nişana dönerek yayını gerdi. Fırlayan ok, kaşla
göz arasında sırık ucundaki akçeye değerek
yere düşürdü ve ileri uçtu. Artık ona bakan
kimse olmadı. Herkes Kalmak Bey’ine övgü
yağdırmakla meşguldü. Bey, yavaş yürüyerek
yerde yatan kırmızı kumaşı alıp ağırlığını ölçer gibi bir hareket yaptı. Sonra Tansulu’nun
önüne geldi. Eğilerek akçeler konan kumaşı
kıza sundu. Tansulu beklenmedik olay karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yengesinin “al,
yiğidin sunduğunu geri çevirme “ diye ısrar
etmesiyle oturduğu yerden kalkarak, Kalmak
Bey’inin elindeki akçeyi aldı. Bakışlarından
ikisi de ne demek istediklerini anladılar. Biri
“Ben sana âşık oldum “ diyor, diğeri “Benim
sevgilim var” diyordu. Bey, derin bir ah çekti.
Oyun devam etmekteydi. Fakat Tansulu’yu da,
Kalmak Bey’ini de çekmiyordu artık. Tansulu
yengesiyle eve döndü. Gelir gelmez hıçkıra
hıçkıra ağladı. Yengesi ise onu avutmaya çalışıyordu:
- Sanki nişancısı mı yok? diye millet fısıldaşmaya başladı.
- Yerkem3, n’oldu sana? N’oldu böyle? Allah
korusun Kalmak Bey’ine âşık olmayasın?
Tansulu, Kalmak Bey’ine baktığında kendi
kendine utandığını, yüzünün kızardığını hissetti. “ Acaba Joykın da bunun gibi yakışıklı
mı? “ diye düşündü. Nişanlısını hiç tanımadığı
birisi ile kıyas ettiğinden utanarak dudakları-
- Ablacığım, Joykın ne zaman gelecek? Nişanlısı olduğum gerçekse niye çabuk gelmiyor?
diyordu, durmadan.
Uzun sırıkların ucuna kırmızı bez parçasına
bağlanan gümüş akçeler asılıp meydana dikildi. Oyun kuralına göre yüksekteki akçeyi
nişan alana ödül olarak at verilecekti. İki tarafın beşer nişancısı ortaya çıktılar. Sırayla ok
attılar. Akçeyi düşüren olmayınca sunucu “Çıkacak olan var mı? “ der gibi önce Kazaklara,
sonra misafir Kalmaklara baktı.
- Ben denemek isterim! diye Kalmaklar arasından birisi çıktı. Ortalık bir an süt liman kesildi. Az sonra:
- Vay, bu Kalmak Bey’i değil mi?
3 Yerkem - Kazak âdetlerine göre yenge kayın, görümcelerine isim
takar. Yerkem, Tansulu’ya yengesi tarafından verilen Nazlım anlamında bir isim.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
36
Yenge, görümcesinin büyüdüğünü farketti.
“Joykın’a haber vermeliyiz. Gelsin, görsün.
Evlendirmeliyiz.” diye düşündü. Çok geçmeden düşüncesini gerçekleştirdi de. Tansulu,
Joykın’ı çok sevdi. Her şeyini beğendi, ancak
ne zaman Kalmak Bey’ini hatırlasa tüyleri diken diken oluyordu. Birkaç kere bu durumu
kocasına söylemek istediyse de yengesinin
“Beyine hiç bir zaman bütün sırrını verme. Ne
kadar samimi olma niyetin de olsa gün gelir
gönlü soğur. Başka kadınlara bakmaya başlar.” diye ettiği nasihati hatırlıyordu.
elini gezdirdi. Sonra yanındaki genç kadının
kulağına bir şeyler fısıldadı. O da hemen çıkıp
gitti. Az sonra tekrar odaya dönen kadın “tamam, anlaştık” der gibi başını salladı.
Kazaklar ile Kalmaklar arasındaki birlik uzun
sürmezdi. Her an savaş çıkabilirdi, dövüşür,
vuruşur, kan akıtırlardı. Geniş Kazak bozkırlarının bir ucunda beklenmedik bir anda savaş
çıkması sıradan bir olaydı. Böyle zamanlarda
az önceki dostluk, sevgi, dilek, dua ve huzur
süt gibi kesilir, iki halk eski kini hatırlayıp vuruşmaya kalkardı. Halkın huzuru, kahraman
beylerin uykusu kaçardı. Joykın, yiğitleri ile
birlikte savaşa girdi.
“Ey zalim, beni beyin kendisi ile görüştür. Çocuğu düşürüp düşürmemeye, bey ile ikimiz
karar vereceğiz. Haydi, çabuk ol!” dedi.
Tansulu gelin olalı, dört beş ay olmuştu. Erkekler savaşa gittiğinde köyler genelde savunmasız kalırdı, düşman da böyle anları
değerlendirmeye çalışırdı. Çoluk çocuk, kadınları öldürürlerdi. Joykın’ın köyü de kendisi
yokken düşman askerinin acımasız saldırılarına sahne oldu.
Öğlene kadar, düşman köyün etrafını sardı. Askerbaşı bir zamanlar Tansulu’ya gönül
veren Kalmak Bey’i imiş. Peşini bırakmadığı
belliydi. Askerler, canavarca davranıp kendileriyle birlikte götürmek için köy kadınlarından seçmeye başladılar. On kadını götürmek
için seçtiklerinde, arkada kalanlar ağlamaya,
sızlamaya başladılar. Gideceklerin içinde
Tansulu da vardı. Yengesini kurtarmak isteyen
Joykın’ın küçük kardeşini, iki Kalmak askeri
mızraklarıyla delik deşik ettiler. Sonra köylülerin atlarını da alarak gittiler. Tansulu yolda giderken “Bütün bu olanların tek suçlusu
benim. Demek, Kalmak ağası hâlâ ümitliydi.
Fakat bu yaptıklarından sonra onun önünde
eğilmem” diye kendi kendine söz verdi.
Tutuklu kadınların başında bekçi olarak, Çinli
ihtiyar bir kadın görevliydi. O, önünde çırıl çıplak duran Tansulu’nun vücudunun her yanına
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
- Karnındaki düşman çocuğunu düşüreceğiz.
Bey’in emri böyle yapmamızı gerektiriyor. Vücudun temizlenince ağa’ya hizmet edeceksin,
dedi Çinli kadın sırıtarak.
Bu kadar zulme mâruz kalacağını, Tansulu
hiç tahmin etmemişti. Önce titremeye başladı,
sonra kendisini zor tutarak kafasını kaldırıp:
İhtiyar, o anda çok şaşırdı. Evet diye düşündü
kendi kendine “Bir gün şu güzel Kazak kadını,
Bey’in yegâne aşinası olursa halim n’olacak?
Yarınımı da düşünmeliyim...” diyerek, topallayarak odadan çıktı. Tansulu “ Bunca cesaret nereden geldi bana? “ diye şaşırdı. Çinli
hizmetçi yanından ayrılır ayrılmaz yeleğinin
iç tarafındaki cebinde her zaman bulundurduğu hançeri alıp elbisesinin koluna gizledi.
Bir zamanlar “Bunu ne yapacağım?” dediğinde Joykın, “Her zaman yanında bulunsun,
güzelin düşmanı çok olur. Ben yokken başına
bir şey gelirse kullanırsın; kadınsın, temkinli,
tedbirli olmalısın” demişti. İşte keskin hançer
bugün işine yarayacaktı.
Aklında tasarladıkları gerçekleşen Kalmak
Beyi çok sevinçliydi. Kız iken eli yetişemedi,
şimdi ise güzel gencecik kadın olarak avucunda; karısı veya kölesi yapmak kendi ihtiyarında. İlk önce nefsinin istediği kadar yatıp
kalkacak; gerisini sonra düşünürüm diye olacakları aklından geçirerek gülümsedi. Kazak
destanlarında güzel mi güzel dedikleri bu
kadar olur.
Bey sağ tarafında yatan kocaman köpeğini
okşayıp duruşunu değiştirmeden:
- Tansulu değil miydi senin adın? Görmeyeli de çok oldu. Derken, beklenmedik bir şey
oldu. Bey, şaşkın şaşkın yüzü gözü kan revan
içindeki Tansulu’ya, sonra yere düşen et parçasını alelacele yutmakta olan köpeğine baktı. Tutuklunun arkasından giren Çinli kadın,
37
kendine hâkim olamıyarak bağırıverdi. İki
eliyle yüzünü kapatmaya çalışsa da parmakları arasından akan kana aldırış bile etmedi
Tansulu. Yerinden kıpırdamadığı gibi oralı
bile olmadı.
Bey: Artık sana candan hizmet etmekle kendimi avutabilirim. Çaresizim. Ne dersin?
Bey, zorla Tansulu’nun ellerini yüzünden ayırdığında burun yerinde kocaman iki deliği
gördü. Tansulu, burnunu kesip köpeğin önüne atmıştı.
Bey: Canımla, ruhumla, içimdeki asil duygularımla.
Sinirden ne yapacağını şaşıran Kalmak Bey’i,
dili dışarı sarkarak kendine bakmakta olan köpeği boynundan keskin kılıcıyla vurur vurmaz
itin kafası o anda yere yuvarlandı. Vücudu ise
can çıkına dek çırpındı.
Tansulu: Bey, izin verirseniz, size diyeceğim
var! dedi, emin bir sesle yüzünü gözünü boyayan kana bakmadan.
Bey: Dileğini sonra söylersin. Kan kaybediyorsun.
İki kişi, Tansulu’yu götürdüler. Bey düşünceye daldı. Boşuna böyle yaptık. Tansulu’nun işi
bitti. Güzelliğin hiç anlamı yok artık, benim
hayalim de sona erdi.
Deminki ikisi Tansulu’yu odaya getirdiler. Bey,
Tansulu hariç herkesin dışarı çıkmasını istedi.
Konuşmaya ilk Tansulu başladı.
Tansulu: Bey, çocukluğumdan bildiğim kadarıyla sen mert yiğitsin. Onun için ben kendimi öldürmeye kalkmadım. Ancak güzelliğe
elveda dedim, seni söz anlar zannettim.
Bey: Seni anlamıyorum. Niçin böyle yaptın?
Tansulu: Başka çarem kalmadı.
Bey: Ben seni sırf kadın olduğun için, güzelliğin için istemedim. Gerçekten sana âşık idim.
Sen istemezsen, belki hür bırakırdım.
Tansulu: Güzelliği isteyip de bu hırsa engel
olmayı herkes başaramaz. Kendin de diyorsun belki istediğini yapardım diye. Yani kendinden emin değilsin.
Bey: Seni gördüğüm andan itibaren kendimi
kaybettim.
Tansulu: Hissetmiştim.
Tansulu: Duygularının içten olduğunu ne ile
ispatlarsın?
Tansulu: Senin duygularını kabul etmek
bana düşmez artık. Benim yüzüme bakan
herkes nefret edecek. İnsanlarda bana karşı
ancak acıma hissi olabilir.
Bey: Ben de senin gibi zor durumda kalırım.
Tansulu: Senin ruhun, iç güzelliklerin benim
için çok kıymetli. Duygularını armağan eyle!
Bey: Nasıl? Ben her şeyi kabul ediyorum.
Yeter ki söyle. Ne yapabilirim senin için? Ne
istiyorsun?
Tansulu: Öyle ise dinle. Ben bundan sonra
yurduma, yuvama dönemeyeceğim. Buralarda kalırım. Senden istediğim şu, ilk önce tutukladığınız kadınları memleketlerine gönder,
çok beğendiğin birisi ile evlen. Eğer ondan
oğlun olursa, yavruyu bana ver. Annesini ise
çok uzaklara gönderirsin. Çocuğa ben gözbebeğim gibi bakarım. Ona baktıkça seni hatırlarım. Sen oğlunu düşündükçe beni anarsın.
Böylece benim kadar zorluk çekmiş olursun.
Zorluk, aşk derdinin devasıdır. Dahası, tutuklular içinde Sağila isminde bir kadın var. Ona
söyle, Tansulu kendini öldürdü diye kocama
haber ulaştırsın. Delil olarak da şu hançeri
göstersin. Bunu görünce benim bu dünyadan
göçtüğüme inanır. Şunu da iletiver, Joykın
günlerden bir gün rüyasında beni görür, bazı
şeyleri duyar. Üçüncü isteğim, beş sene sonra
bana atlarından çok iyi, bakımlı iki tayı gönder. Diyeceklerim bu kadar. Bundan sonra en
iyisi hiç görüşmeyelim. Söylediklerimi yapacağına söz vermesen de sana güveniyorum.
Tansulu çıkıp gidiverdi. Aradan aylar geçti. Tansulu’nun oğlu oldu. Kalmak Bey’inin
hanımı da oğlan çocuğu doğurdu. Yavruyu,
Tansulu’ya verip hanımını ise uzak bir yere
gönderen Kalmak Bey’i vaadini yerine getirmiş oldu. Tansulu, iki çocuğa da gözbebeği
gibi bakıyor, “Kahraman Joykın” ve başka da
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
38
kıssalar anlatıyordu. Kendi çocuğu abi, Kalmak Bey’inin oğlu ise kardeş olarak büyüdüler. Kanına çekmiş olacak ki ikisi de çok
yaramazdılar. Hep etraftaki çocuklarla kavga
eder, dövüşürlerdi.
Bir gün Kalmak Bey’inin emaneti, iki tay
getirildi. Tayları getiren ve orada kalıp bakmaya gelen Kalmak ihtiyarının ölümüne,
çocuklar sebep oldular. Zavallı öleceği sırada Tansulu’ya bir şeyler söylemek istedi. Dili
tutulmuştu, im, işaretle anlatmaya çalıştıysa
da beceremedi. Ne de olsa bir sırrı içinde
götürdü. Gel zaman git zaman çocuklar on
beş yaşına girdiler. İkisi de Tansulu’ya apa4
diyorlardı.
- Apa, nereye gidiyorsun?
- Balam5, artık büyüdün, koskoca adam oldun.
Yerini, yurdunu biliyorsun. Bundan sonra benim pek gereğim olmaz. Sırf yük olurum size.
- Apa, oğlum dedin, doğru. Çünkü ben annemi görmedim. Sizin sayenizde aramadım da.
Gitmeyin n’olur?
- Evet, sen benim kendi çocuğum gibi oldun,
dedi gözleri yaşaran Tansulu.
- Ne zaman, bir daha nerede göreceğim? Babamı arar bulurum, ya sizi?
- Babanı bulamaman beni bulman demektir.
- Nasıl yani, sanki bir şeyi gizliyorsunuz?
- Gizlediğim bir şey yok. Doğrusu böyle.
- Apa, babam hakkında çok şey söylediniz.
Anneme dair tek kelime bile söylemeyişinizin
sebebi nedir? Babamı çok iyi tanımanıza rağmen annemi nasıl bilmiyorsunuz?
- Balam, zora itme beni. Annen hakkında hiç
bir şey söyleyemem. Sen iyi isen, kahramansan,
cömertsen annen de sıradan biri değildir.
- Ah anneciğim, bir tek sözünü duyabilsem!
Apa, dünyadaki en güzel, en iyi insan benim
annem olabilir değil mi?
yürüyerek oradan uzaklaşmaya çalışıyordu.
Çocuk peşinden koşarak geldi de Tansulu’yu
kucağına alarak sevincinden hızla dönmeye
başladı. Ve o anda... Tansulu’nun yüzündeki
örtü açılıverdi. Oğlan burun yerindeki iki deliği gördüğü zaman aniden neye uğradığını
şaşırdı. Az önceki sevincinden eser yoktu. Kadın ise yerden örtüsünü aldığı gibi yürümeye
devam etti.
Vücut yapısı, yüz şekli ne kadar güzeldi!
Tekrar topallamaya başladı. Sanki bütün güzellik yavaşça sönmeye yüz tutan koz gibi kayboluyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Geçmişte olanlar
hatıraya dönüştü. Joykın, Tansulu’nun vefatını
duyduğu günden bir sene sonra evlendi, üç
çocuğu oldu. En küçüğü 7-8 yaşlarında, ismi
Dauren. Eski yara onuldu, dert unutuldu derken yine beklenmedik olaylar oldu. Köyde son
zamanlarda bir nine peydah oldu. Zavallı hep
yüzünü örtüyordu, her halde hastaydı. Joykın, ihtiyarı sık sık kendi evinde görse de pek
önemsemedi. “Dünyada sanki dilenci mi az,
onlardan biri olabilir.”derdi. Küçük oğlu Dauren ise hep o kadının yanında. Joykın bunu
farketti tabii. Ne zaman görse kadın çocuğa
destan mı, kıssa mı uzun uzadıya bir şeyler
anlatıyordu. Sesi çok hüzünlü, sanki Joykın’ın
bir yerlerden duyduğu melodi. Joykın yanlarına geldiği zaman dilenci alelacele kalkıyor,
topallaya topallaya uzaklaşıyordu. Bunun üzerine Joykın düşünmedi bile. Erkek ya, öyle ufak
tefek her şeye burnunu sokmazdı. Kadının yanına gitme diye oğlunu temdihlemedi de.
Derken Joykın’ı düşünceye dalmaya sevkeden
bir olay meydana geldi. Kahvaltıda beyini keyifsiz, düşünceli gören hanımı:
- Bey, n’oldu size, rahatsız mısın yoksa, dedi,
nazlanan sesini mahzunlaştırarak.
- Yok, bir şey... Şey, kötü bir rüya gördüm de.
Tansulu, dayanamayarak arkasını döndü ve
- Üzülme Bey. Rüyada saçma sapan şeylerin
görülmesi pek normaldir. İstersen şu divaneye
tabir ettirelim. Ben hep öyle yapıyorum.
4 Apa - anne
5 Balam - oğlum, çocuğum.
Joykın, divane lafını duyunca:
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
39
- Yok, gerek yok. Her halde çok yorulmuşumdur, dedi. Ertesi gün karısı Joykın’ı daha da
üzgün, çok somurtkan gördü.
- Çok fena gözüküyorsun bey hasta filan mı
oldun?
- Evet, sana söylemeden edemem. Dünden
beri rüyamda Tansulu’yu görüyorum. Unutulduğunu zannediyordum.
- Merhum dua istiyordur. Molla abimi çağırıp
Kuran okutturalım.
Bey, evet, der gibi başını salladı. Karısının
molla ağabeyi gelip Kuran okudu. Konu komşu da geldi. Herkes ellerini kaldırıp dua etti.
Joykın duasını bitirirken “Tansulu’nun ruhuna
hediye eyledim, Tansulu’ya” dedi herkesin
duyacağı bir şekilde. Toplananlar özel hazırlanmış sofradan yemek yeyip dağıldılar.
Ertesi günün sabahı, Joykın’ın karısı uykulu
uykulu yatakta kocasını kucaklamak isteyip ellerini uzattığında beyini yerinde bulamayınca
ürpererek hemen kalktı. Kocası çoktan kalkmış
olacak ki yatak soğumuştu. Nereye gitmiş olabilir? diye dışarıya fırladı. Evin önünde cübbesini omzuna asarak duvara yaslanıp duran
kocasını görünce kendine gelir gibi oldu. Bir
şeyler söylemek isteyip yanına geldiğinde Joykın “eve git” diye eliyle işaret etti. Kadın hemen geri döndü. Beyi hiçbir yere gitmemiş.
Az önce aklına gelenler zihninden siliniverdi.
Neredeyse kıskancından patlayacaktı.
Hey yalancı dünya. Herkes alın yazısında ne
varsa görüyor. Hayatın öylesine zor anları oluyor ki, kaldıramayan sanki parçalanıp yolda
kalacak gibi olur. Joykın da şu anda çok zor
durumda. Geşmişini ve şu anki hâlini zihin
terazisine koymuş, derin düşünceye dalmıştı.
Uykulu mu ve uyanık mı olduğu belli değildi. Evet, nasıl bir haldi bu? Yavaşça yanındaki ağaca dokundu. Soğuğu ve sıvıyı hissetti.
Kurutmak için tahta üzerine konan peynirden
alıp ağzına koydu. Tadını ayırtedebildi. Öyleyse uyanığım diye düşündü. Üç gün ard
arda gördüğü rüyaya ne demeli? Aynı şeyi
üç kere görmenin ne anlamı olabilir? Hem de
hiçbir değişiklik olmadan.
Evet, kıymetli okuyucu Joykın geçmişini düşünedursun, biz olup biteni çözmeye çalışalım.
Hani divane dilenci vardı ya, o Tansulu idi.
Kendi oğluna her şeyi ayrıntılı bir şekilde anlatıp, ne zaman babasına gelmesi gerektiğini
söyledikten sonra, kendisi doğru Joykın’ın köyüne gelmişti. Akıllı çocuğunun her söylediğini yapacağından emindi. Aniden başa geleceklerden Tanrı korusun! Oğlunun geleceği
gün yaklaşınca divane Tansulu, tasarladıklarını gerçekleştirmeye koyulmuştu. Akşamki
çaya kimseye belli etmeden, uyku ilacı kattı.
Joykın ve hanımı çayı içer içmez derin uykuya
daldı. Sonra Tansulu, Joykın’ın yanına oturup
kulak dibinden geçmişte olanları anlattı. Anlatırken iki şeye tanık oldu. Birincisi, senelerce bir damla dahi yaş çıkmayan, kuruyan
gözlerinden durmadan yaş akıyor, ikincisi ise
elleri sevgilisini kucaklamak istiyor, kendine
zor hâkim oluyordu. Böylece, Tansulu üç gün
boyunca zorlandı; fakat nihayetinde yıllarca
omuzunda taşıdığı ağır yükü kaldırmışçasına
rahatladı. Dünyada en mutlu biri varsa o da
benim diye düşündü, kendi kendine. İşi bitince Dauren’i dağın oraya götürüp, kucağına
alıyor, çayın kenarında elini, yüzünü yıkayıp
sevincinden uçar gibi oluyordu.
Yaptıklarından Joykın’ın etkilendiğini,
ilk
günde anladı Tansulu. İkinci günü ise molla
geldiğinde, Joykın’ın duasını duyunca artık
bu dünyada yeri olmadığını anlamış, dizlerinin bağı çözülmüş, durduğu yere yığılmıştı.
İyi ki gören olmadı. Kendini toraplayıp ayağa
kalktı. Üçüncü günü sabahın köründe, uyanıp dışarıya çıkan bakışlarını ufuklara uzatıp
düşünceli duran Joykın’ı, arkasından seyreden
de Tansulu idi.
O gün Joykın, mollayı değil de bir zamanlar
Tansulu ile birlikte götürülen Sağila’yı çağırttı. Joykın’un evine girmekte olan Sağila’yı
gören Tansulu’nun kalp atışları hızlanmıştı.
Sevincini kimseyle paylaşamayacağı için köyden çıkıp bozkırı aşarak koşuyor, koşuyordu.
Tam o sırada ona bakan olursa gizli güzelliği
görmüş olurdu. Tansulu’nun çocukluğunda
divane ihtiyar falcının “Güzellik kadına mutlulukla birlikte hasret de getirir” demesi buna
mı işaretti yoksa.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
40
Tansulu koşadursun, biz Joykın’ın evinde olanlara kulak verelim.
Joykın: Sağila ben senden geçmişle alakalı
bir şeyler sormak istiyorum. Zamanı geçmiş
diyeceksin ama gerçekleri öğrensem. Hani
Kalmak ilindeyken, Tansulu’nun defnedildiğini kendin görmüş müydün?
Sağila: Kaynım, ben sana her şeyi anlatmamış mıydım? Bütün bildiklerimi o zaman söylemiştim, artık unuttum ki. Hatırlatma, eski
yarayı deşme.
Joykın: Evet, ben de unutmuştum. Ancak üç
gündür Tansulu’yu rüyamda dörüyorum.
Sağila: (Rahatsız bir şekilde) Merhum fatiha,
dua istiyor olabilir.
Joykın: Hatim indirdik. Dualarımda da hep o vardır. Yine de benim anlayamadığım bir şey var.
Sağila: Ben ne bileyim? Söylediklerini yerine
getirdim.
meliydim. Ama olmadı.
Sağila: Dinle. Gerçeklerden bahsedeyim.
Ben Tansulu’nun ölümüne şahit olmadım.
Onun kendisini öldürdüğünü Kalmak Bey’i
söyledi. Sana aynen ulaştırmamı istedi. Elime
de şu hançeri verdi. Bunu gösterirsen inanır
sana dedi. Ben de Tansulu’nun öldüğünü
gözlerimle gördüğümü söyleyeceğim diye söz
verdim. Onun öbür dünyalık olduğunu bildiğim için söylüyorum bunları yoksa...
İkisi de bir an sessiz kaldılar.
Sağila: Sana o zaman söylemiştim ya on beş
sene sonra rüyanda Tansulu’yu göreceksin,
bazı şeyleri ondan öğrenirsin diye. Bunu da
Kalmak Bey’i söylemişti.
Joykın: Evet öyle demiştin. Unutmuşum. İşte
on beş sene geçmiş.
Sağila: Sanki Tansulu ölmemiş gibi.
Joykın: Nasıl olur?
Sağila: Her şey Allah’ın izni ile oluyor.
Sağila: Onun öldüğünü görmedim. Kendi
elimle toprağa da vermedim. Onun için inanamıyorum. Bir sır var. Kalmak Bey’i boşuna
and içirmezdi.
Joykın: Doğruyu söyle. Tansulu’nun defin merasimine katıldın mı yoksa onun ölümünü başkasından mı duydun? Hançeri kimden aldın?
Joykın: Rüyamda gördüklerim gerçekse yakında oğlumla kavuşacağım. Tansulu öyle
dedi.
Sağila: Hançer mi dedin? Hangi hançeri?
Sağila: Bir gizemin olduğunu hissediyordum.
Joykın: Nasıl? Ne diyorsun? Kimin söylediklerini?
Joykın: İşte bunu (Hançeri gösteriyor).
Sağila: Ne diyebilirim, bir şey bilmiyorum ki
diyerek ağlıyordu.
Joykın: Ağlama Sağila, senin gizlediğin bir
şey var. Gerçekleri söylemezsen boynuna
borç olur.
Sağila: Affeyle ya Rabbim! Allah’ın adı ile
and içmiştim.
Joykın: Ant mı içtin? Kime, nasıl?
Sağila: Kalmak Bey’ine söz vermiştim. Kendisi savaşta ölmüştü, ruhu affetsin beni!
Joykın: Öldüğünü biliyorum. Asıl ben öldürKardeş Kalemler Ağustos 2008
Joykın: Oğlumu bekleyeceğim. Tansulu’nun
söylediklerine göre oğlum bana benziyor, yanında bir de arkadaşı olmalı. Ben savaşa giderken Tansulu hamile kalmıştı.
Sağila: Evet ben de biliyordum.
Joykın: Rüyamda, Tansulu bana oğlun gelene kadar hiç bir yere taşınma, yoksa seni
bulamayacak, dedi. Ne olursa olsun bekleyeceğim.
Joykın, oğlundan gözünü ayırmadan uzun
uzun baktı. Kendine benziyor olmasına rağmen Tansulu’ya hiç benzetemedi. Çocuğun
annesine çekmemesi mümkün değil. Azıcık
41
da olsa benzerlik olmalı. Sonra oğlunun arkadaşına baktı.
Onun siması tamamen değişikti. Böyle düşünürken kapıdan giren küçük oğlu Dauren’in
sesi kafasını allak bullak etti.
- Babacığım şey val ya, o masalcı teyzeyi diyolum, o yamaçtan düştü, dedi çocuk girer
girmez.
O sırada önündeki çocuğun bakışlarından
Joykın çok tanıdık bir şey hisseder gibi oldu.
Evet, Tansulu’nun bakışları aynen böyleydi.
Joykın, yine düşünceye dalmıştı ki Dauren babasını elinden tutmuş dışarıya sürüklüyordu.
- Kim o masalcı teyze dediği? diye merakla
soran oğluna, Joykın hiç istifini bozmadan:
- Geçen seneden beri köyde bir divane kadın
peydah olmuştu. Zavallı zaman zaman gelir yemeğe filan yardım ederdi. Dauren de iyice alışmıştı, ona masal anlatıyor sürekli bildiğim kadarıyla. Onu diyor. Suya düştü mü dedin oğlum?
Nasıl yani yamacın eteğindeki su çok derin.
Üçü kalkıp yamaca çıktığında çocuğun benzi
sararıverdi. “Anne, anneciğim” deyip orada kalan Tansulu’nun eski püskü elbiselerini kucağına alarak hayatında ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Elbiseleri koklaya koklaya ağır adımlarla
yamacın ucuna kadar yürüdü. Ta derinden
çağlaya çağlaya akan su “bende ne işiniz var”
dercesine akmaya devam ediyordu.
Joykın, gözlerinin yaşardığını farketmedi bile.
Oğluyla birlikte ağlayan, onu suçlayan kimse
olmadı. Ancak yanındaki kocaman köpeği,
yiğidin ağladığını ilk defa gördüğünden olsa
gerek, şaşkın şaşkın sahibine bakıyordu.
*
*
*
Oğlan büyük kahraman oldu. Yurduna, vatanına hizmet etti. Halk onun adını destanlaştırmış, hep övgüyle anıyor. Biz burada onun
ismini vermiyoruz. Asıl bizim ilgimizi çeken yiğidin yaptıkları değil, onu doğuran, yetiştiren
Kazak kızının kahramanlığı.
Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA
Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53
e-posta: [email protected]
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
42
TÜRKİYE
Ramiz Hasanoğlu ile Mülakat
MÜLAKAT-AKTARAN: ÖMRÜM IŞIKAY
- Türkiye’ye hoş geldiniz. Ramiz Bey,
Anar’la birlikte sizi ülkemizde görmekten
çok memnunuz. Türk kamuoyuna kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
- Ben, 1946’da Erivan’da doğdum. Annem
ve babam, tiyatro sanatçılarıydı. Biri Bakü’de
diğeri de Aşkabat’ta doğmuş, ama Bakü’de
görüşüp evlenmişler. Ebeveynim tiyatro çalışmalarına başladığı zaman, Erivan Tiyatrosu onları sanatlarını icrâ etmeleri için davet
etti. Erivan’da çalıştıkları yıllarda ben dünyaya geldim. Erivan’da iki yıl kalmıştık. 1948’de
Erivan’da tiyatroyu kapattılar ve biz oradan
Gence’ye göç ettik. O zamanlar, Ermenistan’ın
muhtelif bölgelerinden ve Erivan’dan Azerileri zorla Azerbaycan’a göç ettiriyorlardı. Bu sırada pek çok Azeri, dağ Ermenileri tarafından
Azerbaycan’ın sıcak yerlerine göç ettirildi.
Daha sonra onlar geri dönebildi, ama bunların çoğu yollarda hayatını kaybetti. 1956
yılına kadar annem ve babam, Gence tiyatrosunda çalıştılar. Ben, Gence’de ortaokulu
bitirdikten sonra, Bakü Sanat Üniversitesi’nde
eğitim aldım. Tiyatroda, televizyonda çalışmaya başladım. Radyo-televizyon eğitimi aldım.
Evliyim, 3 çocuğum 5 torunum var. 41 yıldır
Azerbaycan televizyonunda çalışıyorum. Halen, yönetmenlik yapıyorum. Aynı zamanda
tiyatroda, sinemada çalışıyorum. Anar Beyle
30 yıl önce tanıştık. 1975 yılında onun “Men,
Sen, O ve Telefon” adlı oyunundan sinema
filmi yaptım. Bizim yaratıcılıkla ilgili bütün
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
temaslarımız, o sırada başladı ve bunun sonuncu meyvesi, sizin de gördüğünüz “Cavid
Ömrü” filmidir. Ben, bundan sonra da bu temaslarımızın devam edeceğini düşünüyorum.
Sözünü ettiğim film, Avrasya Yazarlar Birliği
ve Milli Kütüphanenin organizasyonuyla Ankaralı seyircilerle buluşturuldu. Seyredenlerin
çoğu, filmi beğendi. Onların beğenisi, benim için çok önemliydi.
- Sinema anlayışınızı nasıl ifade edersiniz?
- Bir edebiyatçı kelimelerle, bir yönetmen ise
gösterme ile kendisini ifade eder. Ressam fırçayla durmadan nasıl temastaysa, yönetmen
de kendi sanatıyla öyle temastadır. İster sinema, ister tiyatro, ister televizyon yönetmenliği
olsun bu değişmez. Yönetmenin işi şundan
ibarettir ki ayrı ayrı sanat adamlarını, oyuncularını, kameramanlarını, senaryo ile biraraya
getirerek onların düşündüklerini ortaya koymak, onların sanat yaratıcılığını göstermektir.
Aynı zamanda onların düşündüklerini de kendi bakış açısından yansıtmaktır.
Meslek hayatımın esas kısmını televizyon yönetmenliğini yaparak geçirdim. Sinema ve
tiyatro yönetmenliği de yaptım ama tiyatro
bana diğer yönetmenliklerden daha zor geldi, çünkü onun dar çerçevesi içine bütün
dünyayı yerleştirmek güç oluyordu. Sinema
ise böyle değil, kuralları ve kanunları daha
43
geniş. Tabiî onun da kendi içinde zorlukları
var. Sinema ve televizyon yönetmenlikleri güzel ve eğlenceli; ama tiyatro benim için daha
anlamlı, daha cezp ediciydi.
- Anar’ın son romanını sinemaya aktardınız. Onda gördüğünüz hangi tılsım, onu
sinemaya aktarmanıza sebep oldu?
- Anar’ın kaleme aldığı eserin kahramanı Hüseyin Cavid, Azerbaycan ve Türk kökenli ortak
edebiyatının çok değerli bir validesidir. Bence Türk dili yaşadıkça Cavid yaratıcılığı yaşayacaktır. Onun sanat anlayışına ilk defa “Topal Teymur” dramı ile ben değindim. Bunu
Türkiye’de sahnelendirme şansını elde ettim.
Cavid’in ailesinden eşi Müşkinaz Hanımı ve
kızı Turan Cavid’i tanıyordum. Müşkinaz Hanımı tanıdığımda ihtiyarlık vakitleriydi… Onları
tanımam ben de Cavid’in sanat anlayışına ve
hayatına karşı bir merak uyandırdı. Araştırdım,
buldum, okudum. Çok değerli Vefaî Hüseyin
Cafer adlı bir yazar, onun ve ailesinin tarihini
yazdı. Belgesel bir romanı var. “Vahta Hoca”
diye… O zamanlar Cavid ve ailesinin haya-
tı büyük bir sinemanın projesi olabilir, diye
gönlümden geçirmiştim. Aradan yıllar geçti,
2004 yılında Anar Bey, bu senaryoyu yazma
teklifini alınca, ben de bu projede çalışmayı
arzu ettiğimi bildirdim. İsteklerim gerçekleşti
ve bu seyrettiğiniz film ortaya çıktı.
- Filme, Haydar Aliyev’in konuşmasını ve
belgelere dayalı bilgiler eklemişsiniz. Bu,
filmin dram ağırlıklı bir belgesel olduğunu da göstermektedir. Stalin’in yaptıkları
ve onun dönemi bilinmektedir; ama bu
tür konular, filmlerde veya sinemalarda
anlatılmadığı için insanların hafızasından
silinmektedir. Sizin bu filmi çekmekteki
amacınız nedir?
- Biz başka başka devletlerde yaşıyorduk.
Sovyetler Birliği bir imparatorluk formunda
yaratılmıştı. Birçok millet, birçok özerk topluluk, eski Sovyetler Birliği, o emperyalizmi saklamak için bir siyaset yürütüyordu. Bu siyasette bütün milletlerin aydınları baskı altındaydı.
Ciddi bir baskı ve tasfiye politikası yürütülüyordu. Bizim çevirdiğimiz bu filimler ve bu
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
44
konular hakkında yazılan kitaplar, Türkiye’de
olsun, başka ülkelerde olsun yaşanan tasfiye
politikasını hatırlatmaktadır, bilmeyenleri de
haberdar etmektedir. Uygulanan o politika
insanlarının ne kadar zor günler geçirdiğini,
filmde görebildiniz.
- Elçin’in romanında Mir Cafer Bagırov çok
sert olarak anlatılmaktadır. Sizin filminizin
sonunda ise Mir Cafer Bagırov: “Beni lime
lime edin.”diyerek pişmanlığını anlatıyor. Siz bu durumu yumuşattınız mı yoksa
Bagırov’la ilgili başka bir bilginiz veya dayanağınız mı var?
- Filmin asıl kahramanı, Hüseyin Cavid. Bunun yanında filimde onun yaşadığı dönemde
onun kaderine yön verenlerin ayrı ayrı yeri var.
Mir Cafer Bagırov, Cavid’in hayatında mühim
rol oynamış bir insan. O diktatör olmakla birlikte, savunduğu sistemin hem cellâdı, hem
de kurbanı oldu. Biz, filmde bunu hatırlatmak
istedik. O Cavid’i saklayıp korumak için belki de bazı adımlar atmak istedi. Gücü ancak
baş istihbaratçısına, Cavid’in ailesine dokunmamalarını, Cavid’e işkence yapmamalarını
söylemeye yetti. Ama belki de bu daha büyük
işkenceydi. Cavid 1937’de tutuklandı, sürgün
edildi ve 1941’de Sibirya’da vefat etti.
- Ahmed Cevad, Cavid gibi suçlanır ve
Cavid’in ailesine yardım ettiği için öldürülür, Ertuğrul Cavid’in hocası da onlara
yardım eder ama o öldürülmüyor.
- Ahmed Cevad’ın da kaderi çok acı oldu.
Kendisi tutuklandıktan kısa bir süre sonra kurşuna dizilerek öldürüldü. Ailesi ise sürgüne
gönderildi. Cavid’in ailesine dokunmadılar;
ama onlara da olmayacak eziyetler verdiler.
İster Müşkinaz Hanım isterse de Turan Hanım, büyük acılar çektiler. Oğlu Cavid ise
İkinci Cihan Harbi başlayınca (Faşişt Almanya ve Sovyetler Birliği savaşı) ordu sıralarına
çağrıldı. Orada maalesef hastalığa yakalandı
ve ordu sıralarında saf tutamadı. Ertuğrul Cavid, 1943’te 21 yaşında vefat etti. Genç yaşta
vefat eden bu çocuk yaşasaydı, çok işin üstesinden gelebilirdi. O öyle büyük bir şahsiyetti
ki, hem müzikle, hem folklorla ilgileniyordu.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
Ayrıca o hem ressam, hem de edebiyatçıydı. Tercüme işleri de bulunmaktaydı. Bunun
gibi birçok özelliğe sahipti. Onun hakkındaki
ilk yazı Anar’ın “Cavid’in Oğlu Ertuğrul Kimi”
benim hatırımdadır. Onun yazdığı şiirler, notlar sonradan gün yüzüne çıktı. Anar da onları
toplayıp düzenledi. Sanatın vasfı elbette karanlık yerlere ışık vermektir. İstiyorum ki, bundan sonraki tarihimizde Azerbaycan’ın seçkin
oğullarının tarihine bağlı göreceği işler olsun
ve o günün kahramanlarını, adı geçmeyen
başka insanlar da bugünün tarihini bilsin, aydınlansın.
- Turan Cavid’i filmde Haydar Aliyev’in
konuşması sırasında görüyoruz. Kendisi
evlenmemiş, ömrünü babasının eserlerine aktarmış.
- O bütün ömrünü babasının adının temize çıkarmak, ailesine verilen eza ve cefaları haksız
yere olduğunu duyurmak için çalıştı. Babasının toplatılıp, dağıtılmış eserlerini bir araya
getirmeye, bu eserleri yeniden düzenlemeye
çalıştı. Hüseyin Cavid’in eserleri istihbarat
tarafından kendisi tutuklandığında mahvedilmiş, yakılıp yırtılmıştı. Eserlerinin birçoğunun
adı bellidir ama maalesef kendilerinden bir
eser yok ortada.
- Bu çalışma sizin ilk roman/sinema ilişkili
eseriniz mi?
- Değil, bu çalışmadan önce büyük televizyonla birtakım çalışmalarım oldu. Bu, ikinci
çalışmam bu yönde. Çok önemli bir yazar
olan Rüstem İbrahimbeyov’un On yıl önce
“Aile” senaryosunu sinemaya çevirdik. İkimiz
de bu sinemanın yönetmenliğini yaptık. Film
birçok ülkelerde gösterime girdi, seyredildi
ve birçok ödül aldı. Güzel yankılar uyandırdı insanlarda. Birçok devlet festivallerinde de
gösterildi, beğeni kazandı. Moskova, Soçi(
Rusya’da bir kent), Rusya ve dünyanın tahminen elliye yakın festivallerine katıldı. Teleforum Festivalinde “Baş ödülü”nü aldı.
- Hüseyin Cavid’den başka bu şekilde senaryosu yazılacak, filmi çekilecek başka
isimler de var. 27.000’den fazla insan ve
45
27 tane yazar ve şair öldürüldü. Represiya
Kurbanları (İstiklal Kurbanları) diye bütün
Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarından sonra çalışmalar yapıldı. Bunların
hepsi için küçük küçük kitaplar yazıldı. Bu
konuda yapmayı düşündüğünüz planlarınız var mıdır?
- Öyle bir teklif olmadı ama ben düşünüyorum
ki, her bir toplumun tarihinde simalar, ülkelerinin ulaşmasını istedikleri amaçlar için kendilerini kurban etmiştir. Bu kurbanlar, gaziler,
şehitler ve istihbarat tutukluları olan aydınların
yanı sıra azap ve eziyet çeken birçok yazarlardır. Onların, tarihini anlatmak isterim. Cafer
Cabbarlı, Mikail Müşvik gibi… Bunların kaderleri de izlediğiniz filmde gösterildi ama ikinci
planda. Onlar, kapağının açılmasını beklenen
sırlı bir tarihçedir. Kapak açıldığı takdirde çok
değerli eserler de ortaya çıkmış olur.
- Bu sinema eserinizin itina ile hazırlanmış olduğu apaçık. Eseri hazırlarken en
çok, hangi noktalara dikkat ettiniz, hangi
zorluklarla karşı karşıya kaldınız?
Cavid’in sanat yaratıcılığının belli olduğu
eserlerinden söz ediyoruz. Bunlar daha çok
dram ağırlıklı eserleridir. Onun şiir çalışmalarını da göz önünde bulundurarak, filme farklı
bir soluk vermeye çalıştık ama film daha çok
Cavid’in kaderini anlatma üzerine kuruluydu. Cavid tutuklanarak, pantürkist, panislavist
olarak suçlanır. Filmde hayatını anlatırken,
eserlerinden bazı parçalarını çalışarak bir
bütün içersinde izleyiciye sunmaya çalıştık.
Seyirciye Cavid’in sanat anlayışını ve Cavid’i
itham edenlerin amacının nelerden ibaret olduğunu gösterdik...
Bu çalışmadan izleyenler ne kadar yararlandı, onu bilemem.
- Sizi Anar’ın son romanına çektiğiniz
eserle tanıdık. Peki, bu eserden önce sinema hayatınızda hangi çalışmalara imza
attınız, bunlar hakkında bize bilgi verir misiniz?
- Elbette. Ben 41 yıldır yönetmenlik yapıyo-
rum. Bu zaman zarfında Azerbaycan meclisinin dışına çok az çıktım. Azerbaycan Edebiyatına, Azerbaycan kanalına, Azerbaycan tarihi
hayatına ışık saldım.
Her bir sanat adamının hayatının manasını
teşkil eden bir olgu vardır. Sınırların aradan
kaldırıldığı, internetin, bilgisayarın egemen
olduğu, globalleşen bu dünyada ister küçük
olsun ister büyük olsun bütün halkların manzarası bir panoramda gösterildiği zaman,
Azerbaycan Edebiyatı bu panoramda yer almıyorsa; bana göre bu panoram tam değil.
Benim amacım, Azerbaycan medeniyetini bu
panorama yerleştirmeye yardımcı olmak. Bu
amaçta da çabalarım var.
- Azerbaycan sinemalarında hangi temalar en çok işlenmekte, izleyici hangi tür
çalışmalara daha çok yönelmektedir?
- Azerbaycan sinemalarında son günlerde
en çok işlenen tema, ‘Karabağ’ mevzusudur.
Azerbaycan kinosunun son yıllarda beyaz
perdeye götüren yine ‘Karabağ’dır. Bana
göre Karabağ meselesinin bu kadar çok anlatılması yanlıştır. Bazı mevzular vardır ki onlar
ancak zaman içinde anlaşılır. Bu tür olayları daha iyi anlayabilmek için olayın içinden
geçmek gerekir. Büyük Rus yazarlardan Lev
Tolstoy, “Harp ve Sulh”(Savaş ve Barış) romanını 1812 Fransa Rusya arasında olan bu
savaşın üstünden 50 yıl geçtikten sonra yazdı.
Bu savaşın kahramanlarını elli yıl geçtikten
sonra ancak öğrenebildik. Karabağ mevzusu
o kadar kolay bir mevzu değil. Buna göre de
bu mevzunun ister edebiyatta, ister sinemada
ister tarihte bu kadar çok anlatılması akıllıca
bir iş değildir. Bu konu, çiğnenmeden yutulan lokmaya benziyor. Olayın iyi bilinmesi, insanın olayı sindirebilecek derecede tanıması
gerekmektedir.
- Türk sinemalarını izliyor ve bunları Azerbaycan sinemaları ile karşılaştırıyor musunuz? Türk sinemasında beğendiğiniz
özellikler nelerdir?
- Biliyor musunuz? Dünyada sinemanın bir
sürü kolu var. Bunlardan biri, geniş kitleye hiKardeş Kalemler Ağustos 2008
46
tap eden, daha çok pop dediğimiz sanat anlayışıyla para kazanmak için yapılan sinemadır. Yok, yanlış anlaşılmasın, para kazanmak
ayıp bir şey değil. Demek istediğim yapılan
her bir şeyin ardında sanatkârlık anlayışının
durması gerektiğidir. Türk sinemasının şimdi
birer birer filmlerin isimlerini zikretmesem de
ciddi konuları teşkil eden filmleri de bünyesinde bulundurmaktadır; ama tam tersi olanları da var. Onların adlarını söylemeyeceğim
ama bunların arasından bazısı dikkatimi çekti.
Kurtlar vadisi gibi… İster edebiyatta, ister sinemada insan kaderi anlatılıyorsa, dikkatimi
çeker. Şüphesiz ki beni cezbeden insan kaderidir, insan ruhunun yaşantılarıdır. Bunlar
olursa filmden bir haz alırım. Sanat, dünyada
post modernizm dalgalarında batıp çıkmakta.
Her yerde, her zaman insan var ve zaman değiştikçe insanların kavrayışı da değişir. İnsanın içi ve edebiyatı dünyanın dikkatini çekerek ilerler. Bu yüzden insan, hayatın merkezini
teşkil etmektedir, bu yüzden de önemlidir.
- Türkiye’deki sinema yönetmenleri ile ortak bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?
- On, on iki yıl öncesinde bir Türk tv projesi vardı. Türkiye’de yapamadık ama arkadaşım Ömer Çalışkan’ın yardımıyla biz onu
Azerbaycan’da yaptık. Dizi olarak düşünmüştük, belgesel programı da olabilirdi. Düşüncelerimizi hayata geçiremedik bunun yanında maliye desteği olmadığı için de film dört
bölüm halinde çekildi ve projemiz yarım kaldı. Necdet Sevinç adında bir Türk yazar var.
Onun duruşmalar motifi esasında hazırladığı
bir piyesi bulunmaktadır. Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa… Türk devletinin muhteşem
insanlarını, paşalarını, devlet adamlarını ve
onların gördükleri işleri bir duruşma şeklinde
yapmalı, izleyiciye sunmalıydık. Maalesef bu
isteğimiz de gerçekleşmedi. Zamanın başka ortak işler için bizi bir araya getireceğine
inanıyorum. Azerbaycan ve Türkiye arasında
edebiyatımızın ve sanat adamlarımızın birleştiği çok ortak noktalarımız var. Dede Korkut,
Mevlana gibi. Bu tür çalışmalar sayesinde insanlar kendi ortak kültür varlığını tanısın isterim. Bu tür çalışmaların televizyonda veya siKardeş Kalemler Ağustos 2008
nemalarda yapılması fark etmez, önemli olan
hayata geçirilmesidir.
- Diziler hakkında ne düşünüyorsunuz?
- İstesek de istemesek de artık diziler dünyanın
kabul ettiği ve herkesin bu tv yapıma olumlu
baktığı yıllardayız. Bazı ülkelerde bu dizi filimler çok büyük maliyetler alıyor. Bana göre,
Azerbaycan dizi filmlerini çıkartmakta maalesef başarılı olamadı. Azerbaycan’da yeterince
yetenekli oyuncular, senaristler var ama Azerbaycan küçük bir ülke olduğu için bu maliyetlerin altından kalkmakta zorluk çekmektedir. Daha çekimi yapılmayan yani üç yıl sonra
tv ekranlarına gelecek dizilerin reklâmlarını
şimdiden kanallara yerleştirerek, oradan kazandıkları parayla o dizi filmleri çekilmektedir. Azerbaycan devleti yeni bakış açılarıyla
kalitesiz dizi filmleri ortadan kaldırmak için bir
reform hareketi sağlamaya çalışmaktadır. Bu
çekilen diziler de ortak projeler halinde Türkiye olsun, Rusya olsun, Orta Asya’daki ülkeler
olsun devletlerin kanallarına yol açma ve katma, onların da iyi dizilerini alıp Azerbaycan
tv ekranlarına koyma gibi hem üretme hem
de kalitesiz dizilerden kurtulma gibi bir planı
düşüncelerinde yaşatmaktadır. Böyle yaparak
Azerbaycan kaliteli bir dizi anlayışına da yer
vermiş olur ama bu çok çetin bir iştir, yapılması kolay değildir.
- Hüseyin Cavid ömrü filminizi çok beğendik. Başka yazarların özellikle Türkiye
sahası yazarların eserlerini de sinemaya
çevirmeyi düşünüyor musunuz?
- Türkiye yazarlarına bağlı bir şey diyemem
ama Azerbaycan’daki birçok yazarın eserlerini sinemaya ve tv ekranlarına getirmeyi düşünüyorum. Bu arzuma da kavuşmak için çaba
gösteriyorum.
Meşhur bir yönetmene sormuşlar, “Sizin gelecekteki planlarınız nedir?”diye. O da şöyle
cevap vermiş. “Sen yaradanı güldürmek istiyorsan eğer, onunla kendi planların hakkında
konuş.”
Çok isterdim, yeni ortak işlerle karşınıza çıka-
47
yım. Büyük projelerden bahsetmek şimdilik
erkendir ama her şey olabilir. Yakın zamanlarda yeni projelerle karşınıza çıkmayı umuyorum.
- Az önce belirttiğiniz projeler dışında,
Azerbaycan ve Türkiye sinema konusunda sizce, beraber hangi projeleri yürütmelidirler?
- Ortak projeler olmalıdır tabiî ki. Bizim tarihimize baktığımız zaman Şah İsmail’le Yavuz’un
savaşması, bu iki Türk hükümdarın karşı karşıya gelmesi, Çaldıran Savaşı’nın oluşumu…
Başka türlü olabilir miydi bütün bunlar? Yani
bana göre bu konu bir ortak projenin çok güzel bir örneği olabilir. Bu gibi örnekler, duruşmalar çerçevesi içinde “Fatihlerin Divanı”
serisi şeklinde çekilebilir. Size bunu söylemekle ilerde ne yapmak istediğimin planını
da vermiş oluyorum. Yani, Çaldıran savaşına
yol açan sebepler nelerdir, onları ortaya çıkarmak. Bu hadiseyi enine boyuna anlatmak,
ortaya çıkarmak…
Türkiye’den hangi kanal olursa olsun, medeniyet ve kültür sahasında çalışanlar da olabi-
lir, bu çalışma için bana teklif getirirse, benim
çok hoşuma gider ve seve seve yaparım.
- Sözlerinizde ve Cavid Ömrü adlı filminizde de gördüğümüz kadarıyla duruşmalar
sahnesine büyük önem veriyorsunuz. Bu,
sizin hayatınızda önemli bir yer mi teşkil
ediyor? Bunun sizdeki önemi nedir?
- İnsan karakterlerini izlemek, ayrı ayrı bir
mekân için de belirlemek, onda zamanın akışını göstermek, o insanın kaderine yön vermiş
insanları görebilmek en iyi duruşmalar motifinde sahnelenmektedir. O insanların yaşadığı sonsuz sarsıntıları nasıl geçirdiğini görmek
ve gösterebilmek benim için önemlidir. Bu
konularda işler yaptım. Yaptığım “Duruşmalar” filmi 6 bölüm şeklinde Türkiye’de gösterildi. 4 bölümü de Azerbaycan kanallarında
gösterildi ve beğeni gördü. Bu da doğru yolda olduğumun bir neticesi olarak, kendimde
özgüven oluşmasını sağladı.
- Düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için
çok teşekkür ederim.
- Ben de size teşekkür ederim.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
48
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
49
TÜRKİYE
Mahdumkulu’nun
275. Doğum Yılı için
TÜRKMENSAHRA’da
YAKUP DELİÖMEROĞLU
Her Yolcuğun Bir Heyecanı Vardır
İran’la İlgili İlk İntibalar
Avrasya Yazarlar Birliği’nden üç kişilik heyetle İran’a, Türkmen Sahra’ya gidiyoruz. Kültür
Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğunun
değerli Şefi ve Birliğimizin Sanat Danışmanı
İrfan Gürdal ve Avrasya Yazarlar Birliği Yayın
Sorumlusu Ömer Kayır beylerle birlikte yolculuğumuz Ankara’dan İstanbul’a hareketle
başlıyor. Bu yıl doğumunun 275. yılı kutlanacak olan büyük Türkmen Şairi Mahtumkulu
anma törenlerine davetliyiz. Önce Tahran’a
uçacak oradan da İran’ın Türkmenistan sınırı
yakınlarında yer alan Gorgan’a yani İran’da
Türkmenlerin yaşadığı bölgeye gideceğiz. Bu
bölgeye Türkmen Sahra da diyorlar.
Uçağımız galiba Fransız yapımı büyük bir
uçak. Atların ırklarını görür görmez bilirim de
şu uçak modellerini henüz öğrenemedim.
Benim için uçaklar, yalnızca büyük ve küçük
olarak ikiye ayrılıyorlar. Tabii bir de eski ve
yeni. Oturduğumuz koltuklar pırıl pırıl değil
hatta kumaşları biraz solgun bile denebilir
ama uçağımız geniş, ortadaki koltuk bloğunda altı yer birden var.
İran Havayolları uçağıyla gideceğiz. Heyetin, İran Havayolları ile ilk uçuşu ve İran’a
ilk yolculuğu. Bir yandan ilk kez gidilen bir
ülkeye yapılan yolculukların belirsizliklerinin
verdiği endişe diğer yandan son yıllarda pek
çok yönü ile Türk ve dünya kamuoyunun gündeminde olan İran’ı merakımızdan her şeye
dikkat etmeye çalışıyoruz. Uçağa binmeden
evvel havaalanındaki kafede son sigaralarımız
içiyoruz. Dönüşte kapalı alanlarda sigara içme
yasağı başlayacağı için bu keyfi hiç yaşayamayacağız. Belki Atatürk Havaalanındaki içebileceğimiz son sigaralar oluşundan kafedeki
sohbeti uzatıyoruz. Yolcular önümüzden geçerek uçağa alınıyorlar ve nihayet son olarak
İranlı görevli bizleri de uçağa davet ediyor.
İran’a her ilk giden Türkiyeli gazeteci veya
yazar da olduğu gibi bizim de ilk dikkatimizi çeken hosteslerin siyah başörtülü giyimleri
oluyor. İran intibalarını yazan gazetecilerin
yazılarından “İranlı siyah elbise ve siyah başörtüsü takan kadınların kaküllerinin açıkta olduğunu” kim bilir kaç kez okudum. Ve hemen
hepsi kadınların bu tavırlarını “rejime sessiz
bir protesto” olarak yorumluyorlardı. Bizim de
ilk dikkatimizi çeken, belki de okuduklarımızın
da etkisi ile hosteslerin giyimleri ve saçlarının önlerinin görünüyor olması idi. Ardından
her uçak yolcuğunun değişmeyen seromonisi
başladı. Hani şu “acil çıkış kapılarının ikisinin
yanda ikisinin arkada olduğunu, oturduğunuz
koltukların altında can yeleklerinin bulunduğu” gibi çoğu sevimsiz ama gerekli ikazları yolculara anlatan, banttan yapılan yayına
eşlik eden hostes hareketleri ile eş zamanlı
seromoni. Tıpkı Türk Havayolları uçaklarında, Aeroflot, Luthansa veya Kazak Havayolları
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
50
uçaklarında veya herhangi bir dünya ülkesine
ait uçuşlarda olduğu gibi, siyah üniformasının içinde İran Havayollarının elemanı hostes,
aynı hareketlerle aynı şeyleri anlatıyordu. Nedense bu duruma şaşırmıştım. Bu seremoninin uluslararası bir standart olduğunu, elbette biliyorum ama yine de şaşırtıcı. Sanki
bu kızcağızın, aynı duyuruları binlerce kez
yapan bütün hostesler gibi hiçbir duyguyu
mimiklerine yansıtmadan adeta yüzüne yerleştirdiği bir maske ile yaptığı standart hareketler, bana, “modern usullerin” İran’a etkisini
veya İran’ın “zamanevî dünyaya” ünsiyetinin
ilk belirtileri gibi geliyor. Halbuki ben daha
kendine has, belki daha doğulu ve belki de
“modernizmden daha uzak” bir ülkeye gittiğimizi zannediyorum.
dedikleri dille yazmış, Mahdumgulu ise Türkmen lehçesiyle edebiyatın ilk başlatıcısı yani
Türkmence edebiyatın kurucusu sayılıyor.
Uçağımız havalanıyor ve biraz sonra yemek
servisi başlıyor. İran’la ilgili ilk olumlu tepkimizi de işte bu anda veriyoruz. Porsiyonlar gayet
bol kepçe ve İran pirinciyle yapılmış pilav ve
içindeki biftek gayet lezzetli. Aynı medeniyet
dairesinde olmanın en kolay fark edilebilen
ve elbette en çok memnuniyet yaratan özelliklerinden birisi ortak damak tadı olsa gerek.
İran’a Suriye’ye, Kafkaslara, Orta Asya’ya veya
Balkanlara yapacağınız seyahatlerde, yemek
konusunda gayet rahat olabilirsiniz. Buralara yapacağınız her seyahatten damak tadınıza
uygun ama daha önce yemediğiniz yeni lezzetler deneyerek döneceğinizden emin olabilirsiniz. Yolcular için bu durum çok önemlidir.
Hele benim gibi, damak tadına düşkün birisi
olarak Paris’te Hilton Otelindeki fevkalade lüks
akşam yemeğinden tam doyamadan ayrılmışsanız, gittiğiniz ülkenin yemekleri yolculuğun
nasıl geçeceğinin de önemli bir işareti sayılır.
Yolumuz Cürcan’a
Mahdumgulu, bu yıl Türkmenistan’da 1214 Mayıs 2008 tarihlerinde anıldı. Doğum
yeri olan ve kabrinin bulunduğu Türkmen
Sahra’da ise 17-18 Mayıs tarihlerinde yapılacak törenlerle anılacak. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunun doğum yerinin Türkiye
sınırlarının dışında kalması gibi Türkmen edebiyatının kurucusunun doğum yeri ve türbesi
de Türkmenistan sınırları dışında bulunuyor.
Mahdumgulu’nun babası da şair ve o şiirlerini Anadolu Türkçesine daha yakın olan ve
bugün Türkmenlerin “ortak Türk edebi dili”
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
Avrasya Yazarlar Birliği’nin Türkmen Sahralı
üyelerinden değerli Türkolog ve yazar Oğlumaya Semizade Hanımın girişimleri ile Gorgan Valiliği tarafından törenlere davet edildiğimiz için bir yandan Türkmen Sahra’nın
önde gelen ailelerinden Semizadelerin, diğer
yandan İran devletinin misafirleri olarak İran’a
gidiyoruz.
Tahran’da havaalanının gümrüğünden ne
bagajlarımız ne de bizimle ilgili hiçbir mesele çıkmadan geçişimizdeki ve görevlilerin iyi
muameleleri ile geçişimiz de gayet memnuniyet vericiydi.
Havaalanının çıkışında Recep Semizade bizleri karşılamak için bekliyordu. Kendi özel
aracıyla dört yüz kilometrelik yoldan gelmişti
ve şimdi bizimle aynı yolu geri gidecekti. Kendinden emin, samimi, gösterişten uzak tavırlarıyla Recep Ağa, bir anda bizlerin saygı, güven ve sevgi duygularını bir anda oluşturmayı
başarıyordu. Bu tanışma ile birlikte dört gün
boyunca bizi bir an bile yalnız bırakmayacak
Recep Ağa ile İran’ı ve Türkmen Sahra’yı tanıma yolculuğumuz da başlamış oluyordu.
Gorgan’a karayolu ile gidiyoruz. Tahran’la
Gorgan arasında günde 4 uçak seferi olmasına rağmen uçaklarda yer bulamayışımız yüzünden karayoluna mecbur oluyoruz.
Havaalanından çıktıktan sonra İran’da ilk
dikkatimizi çeken Tahran’ın kalabalık trafiği
oluyor. Akşam trafiğinin başladığı saatlerde
Tahran’ı içine girmeden terk ediyoruz. Doğrusu Tahran’ın nüfusunun 20 milyon olması
yani İstanbul’dan daha kalabalık olması sanki iyi bir durummuş gibi biraz canımı sıkıyor.
70 milyonluk İran nüfusunun 20 milyonu bu
büyük kentte yaşıyor. Çarpık kentleşmenin bir
başka örneği Tahran ama olsun bu coğrafyada hiçbir kent İstanbul’u geçmemeli sanki.
Tuğrul Beyimizin türbesi bu şehirde. Büyük Selçuklunun başkenti Rey, şimdilerde
Tahran’ın bir mahallesi olmuş. Gorgan’dan
51
dönüşümüzde vaktimiz olursa, 34 yaşında vefat etmesine rağmen Oğuzlara devlet olmayı
öğreten bu büyüğümüzü ziyaret etmek arzusundayız. Şimdilik Gorgan’a yolumuz uzun
ve önümüz gece.
Gorgan, İran’ın idari yapılanmasında Gülistan vilayetinin merkezi ve 250 bin civarındaki
nüfusuyla bölgesinde önemli bir şehir.
Ömer Kayır Bey; “Gorgan, tarihdeki Cürcan
olabilir mi? Diye soruyor. Emin değiliz ama
galiba öyle olmalı. Cürcan, Tus, Nişabur, İsfahan ve Türk tarihinde adını sık sık duyduğumuz pek çok şehir bu bölgede. Gazali,
İbni Sina, Farabi, Ali Kuşçu hatta Hacı Bektaş
kültür tarihimizin pek çok ismi ya bu topraklarda doğmuş veya buralardan ilim almıştır. Günümüzde Horasan İran’ın doğu sınırında bir
vilayetinin adı olsa da bu şehirler taa Herat’a
kadar Türk kültürü tarihinin o muhteşem merkezi tarihi Horasan’a dahildir.
Yolculuğumuz Horasan’dan Asya’yı aydınlatan nice kültür yıldızımızın güzergahından
devam ediyor. Bu yolculukların her birinin
hikayeleri kültür tarihimizde yer alır. Bu hikayelerden en meşhuru galiba Gazali’nin yolculuğuna ait olanıdır.
Tus şehrinin Gazal
kasabasında doğan
Gazali,
Cürcan’a
gider. İmam Ebu
Nasr İsmaili’den bir
müddet ders alır.
Sonra Tus’a döner.
Cürcan’dan
Tus’a
dönerken başından
geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: “Bir
grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda
olan her şeyimi alıp
gittiler. Arkalarından
gidip
kendilerine
yalvardım. Ne olur
işinize
yaramayan
ders notlarımı bana
verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca;
“Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim,
gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar
kağıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü;
“Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz
onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi
ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm,
Allahü Teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum
notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim
ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana
zararı dokunmazdı.”
İşte şimdi o Cürcan’a gidiyoruz.
Burada Dört Mevsim Yaşanır
Tahran düzlüğünden Hazar Denizi kıyılarına
geçerken büyük bir dağın verdiği geçitlerden yavaş yavaş ilerliyoruz. Virajlarla dolu,
İstanbul-Ankara yolunun viyadükler yapılmadan önce Bolu Dağlarının aşarken sık sık
yaşanan manzaralar gibi trafiği akışını engelleyen kamyonlar, Elburuz Dağlarının yamaçlarında bize hiç de yabancı gelmiyor. Yağan
yağmur yolculuğu biraz daha güçleştiriyor.
Recep Ağa dağların adının Elburuz olduğunu söyleyince İrfan’la birbirimize bakıyoruz.
Kafkas Dağlarının en yüksek tepesinin adı da
Elburuz. Kafkas Türk
halkları Karaçay ve
Malkarların
Mingi
Tav yani Bengü Dağ
dedikleri Elburuz’un
pek çok da türküsü
var. Bu benzerlik bizi
şaşırtsa da nedeni
hakkında hiçbir bilgimiz yok.
Elburuz bu bölgede
iklimi ikiye bölüyor.
Elburz
Dağlarının
Hazar Denizi ile arasında kalan bölge bir
mikrokilma oluşturuyor. Dağların birkaç
yüz kilometre güneyinde çöl varken burası tam bir cennet.
“Bizi bölgede dört
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
52
mevsimi yaşanır” diye övüyor Recep Ağa, bu
bölgeyi anlatırken. Dört mevsimi yaşamak da
büyük lütuf. Önce yadırgasam da düşündükçe hak veriyorum. Dünyanın ve İran’ın pek
çok bölgesi var ki orada yaşayan insanlar bir
yılda dört mevsim yaşayamıyorlar. Hazar kıyısındaki bu mikroklimada daha sonraki günlerde bizzat görüyoruz ki, zeytin, limon, kivi
yetişiyor.
Gorgan’a yolculuğumuz fıkralarla, türkülerle
renklenerek devam ediyor. Sanki Recep Ağa
ile üniversiteden sınıf arkadaşıyız, yıllardır o
bizi tanıyor biz onu.
Vakit gece yarısını geçmişti ki, Gorgan’dan
geçip Kelaleh kasabasına doğru yöneliyoruz
ve eve varmamız saat biri buluyor.
Sabahın erken saatlerinde Ankara’dan başlayan yolculuğumuz yaklaşık 18 saat sürmüştü.
Türkmen Sahra’yı görmenin heyecanı ile aldırış etmesek de yorulmuştuk. Bizim için hazırlanan odadaki yan yana serilmiş yer yataklarına
uzanmamızla uykuya dalmamız bir oluyor.
Türkmen Sahra’da İlk Gün
Ertesi gün uyandığımızda etrafımıza daha
dikkatli bakıyoruz. Recep Ağanın zevkle dekore edilmiş geniş bir evi var. Bizim için ayrılan oda evin mimarisi içinde özel bir konumu
var. Dışarıdan bakıldığında evin bütünlüğü
içinde yer alıyor ancak evin içinde kapısı ayrı
bir hole açılıyor ve misafir ev sahipleri odalarına çekildiklerinde hem ailenin mahremiyetini bozmadan hem de kendisi adeta yalnız tek
odalı bir evde kalıyormuşçasına özel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Geleneğe ve Türkmen
sosyopsikolojisine gayet uygun bir mimari
tarzı bu. Aslında, evin genelinden ayrılan özel
misafir odalarını çocukluğumdan hatırlıyorum. Doğup büyüdüğüm Çankırı’da da hala
hali vakti yerinde olanlar, misafir ağırlamayı
sevenler kapısı evin avlusuna açılan ayrı odalar yaptırırlar. Ama maalesef büyük şehirlerimizde uyguladığımız mimarilerde batılı ev
tarzlarını uyarlamaktan, hayatın meselelerine
karşı kendi geliştirdiğimiz mimarimizi unutur
olduk. Belki de misafiri eskisi kadar çok sevmez olduk, yada eskisi kadar evlerimize yatılı
misafirler gelmiyor.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
Avlu duvarları gayet yüksek, kapılar kapandığında aile tamamen kendi mahremiyeti içinde
hür bir alana kavuşuveriyor.
Sabah saat 9.00 da Ankara Radyosu Gündem Programından Oytun Şahin Hanım arıyor. Türkmen Sahra’dan Ankara Radyosuna
canlı yayına bağlanıyor ve Mahdumgulu ve
Türkmen Sahra hakkında dinleyicilere bilgi
aktarıyoruz.
Kahvaltının süprizi evin küçük oğlu Didar oluyor. Didar, İrfan Gürdal’ın müzik CD’lerini
dinlemiş ve İrfan’ı çok seviyor. Didar’ın İrfan’a
olan ilgisi hepimizi hem şaşırtıyor hem de sevindiriyor. Şiir söze, müzik şiire kanat takar.
İrfan’ın seslendirdiği nameler de uçmuş kilometrelerce uzaktaki bu Türkmen çocuğunun
yüreğine ulaşmış. Sanat; sanat ey sanat…
Aslında sevgili Didar’ın bu ilgisinin İrfan
Gürdal’ın Türkmen Sahrada göreceği büyük
ilginin habercisi oldu nereden bilebilirdik ki!
TRT Türkmence yayınlarının şefi Murat Hoylu’da bize katılıyor. Prof. Dr. Fikret
Türkmen’le birlikte gelmeleri gerekiyordu
ancak Fikret Hocanın kolunun kırılması onun
bize katılmasına mani oluyor. Bu durum aslında yükümüzü biraz daha artırıyor: Kümbet
Şehrinde yapılacak uluslar arası sempozyumda Türkiye’den katılan tek tebliğ Ömer Kayır
Beyle hazırladığımız “Mahdumgulu ve Hikmet” başlıklı çalışma olacak. Ömer Bey her
zaman ki görev sorumluluğu ile günlerdir
tebliğ üzerinde çalışıyor. Konuyu birlikte seçmemize rağmen onun hızına yetişemeyip tüm
yükü, ara sıra yapabildiğim küçük katkıların
dışında onun sırtına yüklemiş durumdayım.
Masallar Ülkesinden Geçtik
Bugün akşam Mahdumgulu’nun türbesine
gideceğiz. Türkmenler, Mahdumgulu’nun
kabri başında kendi organizasyonları ile törenler düzenleyecekler. Kaldığımız Kelaleh’den
epey uzakta olduğundan önce Oğlmaya Hanımın dayılarının Maravatepe kasabasındaki
evlerine misafir olacağız. Vakit yaklaşınca da
Acı Kavşan ve daha sonra da Aktogay’daki törenlere gidilecek.
Recep Ağanın Horasan’dan gelmiş başka misafirleri de var.
53
İki arabaya binip yola çıkıyoruz.
Garip bir vadiden geçiyoruz. Sanki masal ülkesindeyiz, şu dağlar, tepeler, dereler sanki
bir çizgi film simülasyonu için yapılmış. Tepeler geniş düzlüğün üzerinde birden yükseliyor,
yamaçları çok dik; dereler üzerinden geçtikleri toprakta derin yarıklar oluşturmuşlar, sanki
her şey sonradan yapılmış gibi. Hele toprak
kalınlığı inanılır gibi değil, dere yataklarının
geçtiği veya yol yapımı için kazılan tepelerin
yüzleri abartısız 3-5 metre kahverengi humuslu topraklardan oluşuyor. Ömer Beyle bu kalın
toprak tabakasına bakıp şaşırıyoruz. Türkiye’ye
dönünce sayın Hayrettin Karaca’yı arayıp Türkiye topraklarındaki erozyon için üzülmemesini söyleyelim. Biz öyle bol bir toprak bulduk ki,
getirip erozyonlu alanların üzerine havadan
serpelim, her yere yeter, diyelim kendisini bu
kadar üzmesin diye şakalaşıyoruz.
Yolumuz karaçam ormanlarıyla kaplı bir dağın
kenarından geçerken, dağın eteğindeki küçük
düzlükte bir medrese karşımıza çıkıveriyor.
Oğulmaya Hanım bu medresenin 250 yıllık
olduğunu ve mimarının Türkiye’den geldiğini söylüyor. Seyit Kılıç İşan medresesi, durup
ziyaret etmek istediğimizi söylüyoruz. Recep
Ağa önde giden otomobilden ayrılmak istemese de bizleri kırmıyor, duruyoruz.
İkindi namazını bekleyen üç genç karşılıyor
bizi. Medreseyi gezdiriyorlar. Ortadaki geniş eyvana açılan küçük hücreleriyle tipik bir
medrese mimarisine sahip. Geçtiğimiz yıllarda sel altında kaldığı için bir miktar bakınma ihtiyaç gösterse de sapasağlam ayakta.
Giriş kapısının önünde küçük bir de camii
var. Gençler Şeyh Seyit Kılıç İşan’ın kabrinin
dağın yamacında ormanın içinde olduğunu
söylüyorlar. Türbe çam ağaçlarının arasından
görünüyor.
Biraz sonra namaz kıldırmak için gelen imamdan burasının günümüzde de faal bir Nakşibendi dergahı olduğunu öğreniyoruz.
Recep Ağanın aklının öndeki araçta giden
misafirlerinde olduğu her halinden belli oluyor. Onu daha fazla sıkıntıya sokmadan yola
koyuluyoruz.
Kendi Tayfamızı Taptık
Maravatepe’ye
vardığımızda
adeta
Anadolu’da bir evin avlusuna girmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Toprak kerpiçle çevrilmiş avlu duvarları, avluya evlerin yerleştirme
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
54
nizamı, traktör ve kümes hayvanları için yapılan bölümler Anadolu tipik orta halli bir köy
evindeyiz sanki.
Misafirler için özel hazırlanmış, ailenin yaşadığı bölümden ayrı bir odaya alınıyoruz. Her
şey o kadar Anadolu’ya benziyor ki… En başta da Türkmen Sahra’da konuşulan dil.
Türkmen Sahra Türkmenleri, Türkmenistan
Türkmencesinden farklı olarak peltek “s”leri
daha az tıslatıyorlar. Türkmenistan Türkmencesinde peltek “se” sesi o kadar hakim ki, bazen bildiğiniz kelimeyi bile insan zor tanıyor.
Türkmen Sahra’da peltek “se” sesinin daha
zayıflamış olması burada konuşulan
dili
Anadolu’ya yakınlaştırıveriyor.
Türkmen Sahra müzikleri de öyle. Türk halklarının müzikleri konusunda Türkiye’deki en
önemli uzman ev icracıların başında gelen bir
isim olan İrfan Gürdal, bu bölgedeki müziğin
Karadeniz müziğine daha yakın olduğunu
söylüyor. Kanaatlerine itibarımız sonsuz olmasına rağmen, İrfan Beyin kendisi de Karadenizli olduğu için Karadeniz bölgesine iltimas
geçtiği imalarıyla şakalaşıyoruz. Bu köydeki
kadınların başlarına örtükleri yazmaları da
başlarını örtme tarzları da tıpkı Anadolu gibi.
Türk Dünyasının pek çok bölgesini gezmiş,
kimi yerlerinde uzun sayılabilecek süreler de
çalışmış ve hala ilişkileri devam eden birisi olarak söylüyorum ki, Anadolu Türkmenlerine en
yakın Türk topluluğu Sahra Türkmenleridir.
Evin önünde eyvana çıkmış kadınların fotoğraflarını çekmek için objektifi kendilerine
çevirdiğimi anlayınca yaşmaklarını çekerek,
nezaketsizlik etmeden yan dönüyorlar. Tıpkı
Anadolu kadını! Üstelik yaşmağa da burada
yaşmak deniyor. Yaşmağın ne olduğunu bilenler bilmeyenlere söylesin.
Bu hareketi gördüğümüzde, Anadolu kültürüne
olan aşırı benzerliklerin içimizde biriktirdiği heyecan artık dışarı vuruyor: Ömer Beyle “kendi
tayfamızı taptık” diye bağırıyoruz. “Tayfa”, tayife, “tapmak” ise bulmak anlamına geliyor. Bu
halimiz onların da çok hoşuna gidiyor.
Bu gerçek hislerimizdi. Asla Türkmen kardeşlerimizin gönlünü kazanmak için söylenmiş
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
bir cemile değildi. Gördüm; bildim; anladım ki; Türkiye Türklerinin büyük çoğunluğu
tarihi Horasan’dan ve elbette onun önemli
bir parçası olan Türkmen Sahra üzerinden
Anadolu’ya gelmişlerdir.
Acı Kavuşan’dan Acı Kavuşan’a
Maravatepe Köyünden, akşama doğru ayrılarak Mahtumkulu’nun kabrine doğru yolla koyuluyoruz.
Mahtumkulu, XVIII yüzyılın ünlü Türkmen şairi… 1773’te Türkmenistan’daki Etrek nehiri boyunda yer alan Acı Kavuşan köyünde dünyaya gelmiş. Maravatepe’den Mahtumkulu’nun
vefat ettiği ve şimdi türbesinin bulunduğu
Aktoğay mevkiine giderken iki ırmağın birleştiği bölgeye de Türkmensahra’da, acı suların
kavuştuğu yer anlamına Acı Kavuşan diyorlar.
Mahtumkulu’nun hayatı iki Acı Kavuşan’ın
arasında bir ömür.
Aktoğay’ın da içinde bulunduğu bölge, daha
önce bizleri güzel tabiatı ile çok şaşırttığını
söylediğimiz Hazar kenarındaki bölgeden çok
farklı. Her yan bozkır hatta bozkırdan daha da
öte çölleşmenin başladığı yerler sanki. Toprak
damlı evlerden kurulu köyler, çevrenin koyu
kahve renklerine o kadar uymuş ki, dikkat
edilmese fark edilmeleri güçleşiyor.
Mahtumkulu’nun türbesi, bu bozkırın ortasında yer alan küçük bir tepenin üzerinde
azametle yükseliyor. Yanında yöresinde hiçbir
yerleşim yeri yok. Etrafa bakınca karşı yamaçlarda adete kamufle olmuş bir iki köy görünüyor.
En yakın yerleşim yeri birkaç kilometre uzakta
olsa da bu akşam Aktokay tepesinde bulunan
türbenin etrafı çok kalabalık. Türkmenler, çok
uzaklardan gelmişler bazıları Aktokay’ın sırtlarına çadır kurarak bu akşamı bekliyorlar.
Bu akşam halkın kendi düzenlediği kutlamalar yapılıyor.
İnsanlar, Mahtumkulu’nun ve babası Devlet
Mehmet Azadi’nin kabirleri başında dualarını
okuduktan sonra Türbenin hemen önünde hazırlanmış bölümdeki yerlerini alıyorlar. Küçük
bir sahnenin karşısında plastik sandalyeler-
55
le hazırlanmış bu geçici toplantı alanı hınca
hınç dolu. Binlerce insan burada buluşuyor.
Birbirlerine sarılanlara hasret giderenler göze
çarpıyor.
Semizade Ailesi ile birlikte biz de kalabalığa
karışıyoruz. Oğulmaya Hanım, alana asılmış
pankartları göstererek Türkçe “Hoş Geldiniz”
yazısına dikkatimizi çekiyor. Türkiye’den de
katılım olacak diye afiş ve davetiyelerde Türkçe ifadeler yer alıyor. Türkmence yazılar yok.
İranlı organizatörler, önce hem Türkiye Türkçesi hem de Türkmence yazmak istemişler fakat görmüşler ki, ikisi ya aynı ifadeler oluyor
ya da çok yakın. Vazgeçip yalnızca Türkiye
Türkçesindeki yazıları yazmışlar. Görüştüğümüz Türkmenler bu halden çok memnunlar.
Recep Ağa eşi dostu, arkadaşı çok olan bir insan. Onunla selamlaşmaya gelenler, bizimle
de tanışıyorlar. Bu özellikle yapılan tanıştırmalar olmasa kimse bizim Türkiye’den geldiğimizi fark etmeyecek.
Biz de o büyük abidenin altında yan yana
yatan iki büyük şairin kabirlerini ziyaret ediyoruz. Mahtumkulu’nun babası Devlet Mehmet Azadi de şair. Babasının “Vaaz-ı Azad”,
“Hikayet-i Cabir Ensar”, “Münacat” adlı ünlü
mesnevileri var. Oğulmaya Hanım “Babası ortak Türk dilinde şiirlerini yazmış, Mahtumkulu
ise Türkmence”
diyerek
açıklamada bulunuyor.
Devlet
Bu itibarla, Mahtumkulu
Türkmencenin
yazı
dili, edebiyat dili
haline gelmesinde ilk adımı atanlardan.
Babası ise ortak
Türk edebi dilinde şiirlerini yazıyordu. Ortak edebi dil, ahh bugün
sana ne çok ihtiyacımız var.
Aslında Mahtumkulu da kendi döneminde aldığı eğitim bu ortak edebi dil ile idi.
Gençliğini Hacı Kavuşan köyünde ve Etrek
nehiri boyunda geçiren şair Mahtumkulu, ilk
eğitimini köyünde alır. Sonra Lebap’ta bulunan Halaç ilçesinin Kızılayak köyünde olan İdris Baba medresesinde devam eder. Bundan
sonra Buhara’daki Göğeltaş medresesinde
eğitim görür. Şair, yüksek eğitimini döneminin
üniversitesi kabul edilebileceğimiz Hive’deki
“Şirgazi” medresesinde görür. Bu medresede
yatılı olarak tam üç yıl eğitim alır. Bu hakkında
şairin kendi şöyle der:
“Mekân eyleyip, üç yıl yedim tuzunu,
Gider oldum, hoşça kal, güzel Şirgazi!
Geçirdim kışı, bahar ve yazını,
Gider oldum, hoşça kal, güzel Şirgazi!”
Eğitimini değişik medreselerde tamamlayan
şair Arapça, Farsça ve Çağatayca öğrenmiştir. Nizami, Sadi, Fuzuli, Nevai, Ahmet Yesevi,
Hacıbektaş Veli gibi Türk Dünyasının önemli
klasiklerini tanımış, onların eserlerini iyi öğrendiği ise şüphesiz.
Belki mesajını halka daha iyi ulaştırma duygusu, misyon aşkı onu Türkmen halkının konuştuğu dille şiirlerini yazmaya sevk eder ve
Türkmenler tarafından çok sevilir.
Bu sevgi bugün
de sel olup akmakta.
Aşıklar, şairler birer birer sahnede
yerlerini alıyorlar.
Herkese
beşer
dakika süre veriliyor. Aşığın birisi
bu süreyi az bularak “beş dakikada
ben ne diyeyim ki”
diyerek orada irticalen yazdığı bir
şiirini okuyor.
Sıra İrfan Gürdal’a
geliyor.
Türkiye’den gelen
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
56
sanatçı diye anons edilince etrafta dağının
şekilde kendi aralarında sohbet edenler, sel
gibi kalabalığın etrafına doğru akıyorlar.
İrfan Gürdal, Türkmen Sahrada tanınıyor.
Yaptığı televizyon programlarını kaydedenler
bile var. Önce Mahtumkulu’dan, “Müslümanlar ilki başı la ilahe illallahdır” isimli bir eseri
seslendiriyor. Ardından Yunus’tan bir eser.
Edebiyat araştırmacılarından “Yunus ve Mahtumkulu” karşılaştırmasını yapanlara sık rastlanır. Hatta Dadaloğlu ve Karacaoğlan karşılaştırmaları, aralarındaki benzerlikleri ortaya
koyanlar da çoktur.
Bu sahnede de yine Türkmen’in iki kocası bir
araya gelip buluşuyorlar.
Halk birden coşuyor. Semizadeler, Ömer Kayır, Murat Hoylu hep birlikte hakim bir noktadan konseri seyrediyoruz. Halkın bu coşkusunu görünce Murat Hoylu’dan, sahnenin
yanına giderek İrfan Gürdal’a korumalık yapmasını rica ediyorum. Recep Ağa zaten tedbirini almış ama ilgi o kadar çok ki, yanındakiler
yetersiz kalabilirler. Murat birkaç gençle birlikte sahneye doğru gidiyor.
Eserler bitiyor, izleyicilerden sahneye çıkmak
isteyenler var. İraf’ın devam etmesini istiyorlar. Sunucu ilerleyen saatlerde İrfan Gürdal’ın
tekrar sahneye geleceğini anons ederek ortamı yatıştırmaya çalışıyor.
Türkiye’nin ve Türk Dünyasının dört bir yanında binlerce konser vermiş, yılların sanatçısı
İrfan Gürdal, “ben hiçbir konserimden sonra
böyle ilgi görmedim” diyerek hem şaşkınlığını
hem de memnuniyetini ifade ediyor.
Köroğlular Yarışıyor
Aktokay’dan geç vakit Maravatepe’ye dönüyoruz. Ev sahibimiz yorgunluk çaylarını hazır
etmiş. Daha ilk yudumlarda bir gece önceden kalan bir hesap görülmeye başlanıyor.
Türkmen bakşı (Aşık) Abdurrahman Ağa, bir
gece önce vakit geç olduğundan Türkmen
Köroğlu destanından türküler söyleyememişti. Daha çayların ilk yudumunda dutarını alıp
Köroğlundan bir türkü seslendiriyor. Ardından İrfan Güdal, Bolulu Köroğludan… Dijital
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
kayıt makinesı orta yerde kendi görevini yapıyor. Zevkle dinliyoruz. Biraz destandan anlatılıyor biraz Türküleri sesleniyor. Yorulanlar
sessizce, yataklarına çekilip uykuya dalıyorlar.
Ben de yorulanlardandım. Ertesi gün yine zor
bir gün olacak. Uyuduğumda Abdurrahman
Ağa dutarını çalıyordu. Sabah uyanıp salona
geçtiğim de yine aynı yerde dutarı ile Abdurrahman Ağanın söylemeye devam ettiğini görünce şaşkınlığımı tahmin edebilirsiniz.
Resmi Törenler Başlıyor
Bugün 16 Mayıs 2008, Mahtumkulu’nun
doğumunun 275. yıl dönümü ve biz akşam,
Türkmenlerin kendi aralarında organize ettikleri “sivil”, coşkulu ve samimi törenlerin ardından bu sabah resmi “etabına” katılacağız.
İran hükümeti son yıllarda her vilayete, kendi
yörelerinin değerlerini öne çıkaracak bir haftalık kültür günleri organize etmeleri kararını
almış. Gogan valiliği de bu haftayı Mahtumkulu adına organize edilmesi kararını almış.
Bu yüzden bu yıl ikincisi tertiplenen Mahtumkulu kültür etkinliklerini resmen başlatmış.
Ya da başka bir ifade ile Türkmenlerin kendi
aralarında yirmi yıla yakın zamandır kutlanan
Mahtumkulu etkinliklerini valilik bünyesine
almış. Evet Türkmenler, Türkmen kimliğinin
çok önemli bir unsuru haline gelmiş, gurur duydukları şairleri Mahtumkulu Fiagi’yi,
uzun yıllardır kendileri anmaktalar. Bir gün
önce bugün resmi törenlerin başlayacağı
Mahtumkulu’nun başındaki “sivil” merasimler
de bu geleneğin devamı olarak sürüyor.
Bize
bildirilen
saatte
Aktokay’da
Mahtumkulu’nun abide kabrinin başında hazırlanan mekanda yerimizi alıyoruz. Dün akşam sahneye çevrili olan plastik sandalyeler,
bu sabah doksan derece çevrilerek kürsüye
doğru döndürülmüşler.
Yakıcı bir güneş var. Protokol için ayrılan bölüm ile onun tam karşısında kadın ve yaşlılar
için ayrılan iki bölümün üzeri çadırla gölgelendirilmiş, halk için ayrılan bölüm güneşin
altında. Protokolde bizim için ayrılan bölümdeki yerimizi alıp beklemeye başlıyoruz.
Törenlerin başlaması gecikiyor. Halk yakıcı
güneşin altında sabırla bekliyor. Törenlerin
57
başlamasını beklerken çevremizdekilerle tanışıyoruz. Hemen yanımızda oturanın İran’ın
Türkmenistan Büyükelçisi olduğunu öğreniyoruz. Kümbet şehrinde Türkmen mahallesinde büyüdüğü için çok temiz bir Türkmence
konuşuyor. Sempatik ve sıcakkanlı bir insan.
Türkmenistan’dan gelecekleri de belirleyerek
kendi de Mahtumkulu’nun 275. doğum yılı törenleri için Aşkabat’tan gelmiş.
Törenin başlaması Gorgan valisinin gelmesiyle birlikte başlıyor. Konuşmalar Farsça olduğu
için neler söylendiğini anlamıyoruz ancak her
konuşmacı adeta katılımcıların sabrını sınarcasına uzun konuşuyor.
Protokolün ön sıralarında oturanlardan birisini
işaret ederek, İran parlamentosunda yer alan
Türkmen milletvekili olduğunu öğreniyoruz.
Dört gün sonra milletvekilliği sona eriyormuş,
yeni seçimlerde kazananlar göreve başlayacaklar. Bu dönem bölgeden hiçbir Türkmen
milletvekili seçilememiş. Daha önceki yıllarda dört milletvekiline kadar bu bölgeden
Tahran’a parlamentoya göndermişler.
Milletvekilinin yapacağı konuşmada neler
söyleyeceğini merakla bekliyoruz. Fakat ko-
nuşmacının birisi kürsüden inmişti ki, Türkmen milletvekili sessizce yerinden kalkarak
türbenin arkasına doğru yürüdü. İşte bu hareket buradaki törenlerin de sonu oldu: Başta
gençler olmak üzere her yaştan insan oturdukları yerden kalkarak milletvekilini uğurlamak için ona doğru yürüyüverdiler. Dinleyici
bölümünde pek kimse kalmayıverdi. Sunucu
bu durumu Türkmen halkının konukseverliği
ve Tahran’dan gelen vekillerine ev sahipliği
yapma geleneği olarak yorumlayarak törenleri kapattı.
İran-Turan Sınırından Geçtik
Öğleden önce tamamlanan törenlerden sonra geriye kalan vaktimizi değerlendirmek için
Oğuzname’de de adı geçen Güllü Dağ’a doğru yola koyuluyoruz. Zavur Çeşmesi Deresini
takip eden yolla dağların arasından kıvrılarak
gidiyoruz. Bu derenin kenarında vadiyi ikiye
bölen ancak şimdi temelleri kalmış bir duvarın
kalıntılarının yanından geçiyoruz. Ev sahiplerimiz, Çin Setti gibi genişliği 15 metreyi bulan kalın ve yüksek bir duvar olduğu hakkında
görüşler olduğunu anlatıyorlar. Adeta İran’la
Turan’ı ayıran bir duvar. Şimdilerde yanlıca
temelleri duruyor.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
58
Yemyeşil Güllü Dağın karşı yamaçlarında yeni
dikilmiş zeytin bahçesinin içinde geziniyoruz.
Ömer Kayır bey hariç. O yarın sunacağı tebliğin son düzeltmeleri için serin bir mekanda
çalışmaya devam ediyor.
Geç saatlerde Kelaleh’e dönüyoruz.
Türkmen Halk Müziği Orkestrası
Bugün 17 Mayıs 2008 ve biz Gorgan’da yapılacak toplantı için yola koyuluyoruz.
Güzel hazırlanmış bir salona giriyoruz. Salonun fuayesinde Türkmen ressamların eserlerinden karma resim sergisi açılmış. Tablolara bakıyoruz. Toplantı, vaktinde başlıyor ve
konuşmalar aralarına yerleştirilmiş müzik ve
tiyatro eserleriyle sürüyor.
Sahneyi dolduran müzik topluluğu Türkmen
Sahranın tek müzik topluluğu. Dr. Cevdet
Teke yönetiminde yıllardır kendi aralarında
organize olarak çalışmalarını sürdüren bir
topluluk. Türkmen müziğinden eserler icra
ediyorlar.
Diğer konuşmalar Farsça devam ediyor.
Toplantının ardından tüm katılımcılar yemeğe
götürülüyoruz.
Burada Kızılbaş’lardan bir gençle tanışıyoruz.
Kızılbaşlar İran’da dağının olarak yaşıyorlar
ve kendilerine “Türk” diyorlar. Dilleri Türkçe
ve elbette Türkler ancak Türk kökenli pek çok
halk, kendini adlandırırken, Kazak, Özbek
gibi kendisine daha alt kimliğini seçerken
Kızılbaşlar, biz Türküz diyorlar. Ayaküstü yapabildiğimiz kısa sohbette, sosyal yapılarının
Anadolu Aleviliğinden farklı olduğu izlenimini
ediniyoruz. Araştırılsa ne güzel olurdu. Türklük, bilgi çağı, iletişim çağı denilen günümüzde hala ne kadar çok araştırılmaya muhtaç.
Öğleden sonraki oturum Kümbet Şehrinde
olacak.
Kümbet, içinde yer alan tarihi bin yıl öncesine
uzanan gösterişli kümbetten alıyor. Kümbet
hala şehrin en gösterişli yapısı. Bizim tebliğimiz de burada okunacak.
Kümbetteki
toplantıda
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
Özbekistan’dan,
Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan gelen konuşmacılar da konuşacaklar.
Salonun alt kısmı daha resmi ve yaşlı bir dinleyici gurubu tarafından doldurulurken balkon
gençlerden oluşuyor.
En büyük alkışı Türkmenistan’dan gelen konuşmacı alıyor, Ömer Kayır Bey ise ikincilikle
yetinmek zorunda. Alkışların seviyesi tebliğlerde ne anlatıldığından çok gençlerinin konuşmacının ülkesine olan sevgilerinin işaretleri gibi. Balkon kısmından alkışlarla salonu
çınlatıyorlar.
Salonun önüne çıktığımız zaman, gençlerin
büyük ilgisi ile karşılaşıyoruz. Çevremizi sarıyorlar, her bir çok heyecanlı. Yazdıkları şiirlerden ve hikayelerden bahsediyoruz. Hemen
hepsi üniversite öğrencileri. Çok heyecanlılar,
kıpır kıpırlar.
Tebliğlerden birisini de Prof. Dr. Hüseyin Düzgün sunuyor. Güney Azerbaycan’dan gelen
Prof. Düzgün, Mahdumgulunun şiirlerindeki
dil unsurlarından bazılarını Kırgızca, Kazakça ve diğerleri ile mukayese ediyor. Tebliğ
dili Farsça olsa da perdeye yansıttığı slaytların başlıklarını Latin harfleri ile yazmış olması,
konuyu tamamıyla olmasa da ne hakkında konuşulduğunu anlamamıza yetiyor.
Toplantıları resmi kısımlarının her aşamasında “Türkmen Şairi” tabiri yerine ısrarla “İran
Şairi” olarak nitelenen Mahtumgulu bir anda
Turan şairi olup çıkıyor. Bilimsel tebliğe kimse
itiraz etmiyor.
Antalya’yı Verdik ama Tebriz’i Aldık
Bugünün akşamı da İrfan Gürdal’ın derlemeleri ve bu arada bizim kendimizi içinde
bulduğumuz tekrarları mümkün olmayacak
Türkmen müziği ziyafetiyle devam ediyor.
Türkmensahra’daki en önemli ozanlar bu akşam konuklarımız.
Ertesi gün bir söz kesme merasimine katılıyoruz.
Hanımlar ve erkekler ayrı evlerde toplanmışlar. Biz önce salona sonra özel bir odaya alınıyoruz. Bu odaya geçişimizin sebebine biraz
59
sonra salondan yükselen, başlık, çeyiz vb.
pazarlıklar için yükselen seslerden sonra anlıyoruz. Bir müddet sonra sahbet eski seyrine
dönüyor.
etmişti. “Peki o zaman Ankara’yı ver.”
Kelaleh şehrindeki en büyük caminin imamı
olduğunu sonradan öğreneceğimiz şen şakrak bir kişi yanımıza gelip koyu bir sohbete
başlıyor. Adı Hasan. Bir ara durup bilmece
soruyor: Gerek olunca atarlar gerek olmayınca toplarlar. Bilmecenin cevabını bulmaya
çalışıyoruz. Tahminlerimiz hep boşa çıkıyor.
“Haklısın, o zaman Antalya’yı ver. Orası çok
güzel yer.”
Hasan Ağa; “İstanbul’u ver?” diye gülüyor.
Şaşkınlık ve sevinç duyguları ile bir anda çocukluğuna gidiyorum. Küçük bir çocukken
anne ve babamla bir birimize bilmece sorarken, bilmeceyi bilemeyen diğerlerine şehir
verirdi. Bütün Türkiye’ye bizimdi ve bilemediğimiz zaman şehir kaybederdik. Kaybettiğimiz
şehirler için üzülür, daha küçük illeri vererek
veya biraz önce kaybettiğimiz büyük şehirleri
ger almaya çalışarak sürer giderdi oyun.
O günleri hatırlayarak, “hayır dedim, “İstanbul çok büyük, veremem.”
Bu oyunu biliyor olmam onu da çok memnun
“Oldu mu şimdi, Başkentimizi verelim de biz
ne yapalım?”
“Peki Antalya senin olsun.”
Sıra bana gelmişti. Düşünüyorum da çocuklara vatan sevgisi kazandırmak için çok harika
bir oyun bu. Çocuk, bütün vatanın sahibi gibi
hissediyor kendisini, şakacıktan bir şehir kaybettiğinde üzülüyor.
Ben de Hasan Ağaya bilmecemi sordum. Çok
uğraştı ama bilemedi.
“Sen bana bir yer ver dedim.” Hiç düşünmeden Tebriz’i teklif etti ve ben de hemen kabul
ettim.
Keyfine diyecek yoktu, “hem Tebriz’den hem
sıradan kurtuldum” diyerek kahkahalar atıyordu.
Ben ise Antalya’yı kaybetmiş olsam da Tebriz’i
almanın memnuniyeti içindeydim.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
60
AZERBAYCAN
Divanü Lugat-İt-Türk İstatistikleri
ve Divan’ın Azeybaycan’da Tetkiki
DR. RAMİZ ASKER
Bu yɚz Türkɨlɨjinin vɟ Türklü÷ün úɚhɟsɟri Divɚnü Lugɚt-it-Türk üzɟrinɟ bɚz istɚtistiklɟri
içɟrmɟtɟdir. Bunlɚr srɚs ilɟ ɟsɟrin hɚngi dillɟrɟ, nɟ zɚmɚn vɟ kimlɟrcɟ çɟvrildi÷i, cilt vɟ sayfa
sɚys, imkɚn ölçüsündɟ tirɚj vɟ ɟditörlɟri, Divan úɟhitlɟri üzɟrinɟ istɚtistiklɟri ve Divan’n
Azerbaycan’da tetkiki tarihinin baz sayfalarn kɚpsɚr.
I. Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ün Çɟvirilɟri
Yaklaúk bin sene önceki Türk Dünyasnn ansiklopedisi, Türk Dilinin vɟ ȿdɟbiyɚtnn,
Kültürünün vɟ Co÷rafyasnn, Tɚrihinin vɟ Etnografisinin aynas Divanü Lugat-it-Türk ilk kez
1915-1917 yllarnda Kilisli Rifat tarafndan østanbulda baslmú ve tüm dünyada geniú ilgi
uyandrmútr. Divan’n 436 sayfa ɨlɚn 1. cildi vɟ 294 sayfa ɨlɚn 2. cildi 1915’dɟ, 333 sayfa ɨlɚn 3.
cildi 1917’dɟ 300 ɚdɟt ɨlɚrɚk bɚslmútr (1).
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
1
61
Daha sonra Divan çɟúitli dillɟrɟ çɟvrilmiúdir.
1. Ünlü Ⱥlmɚn bilim ɚdɚm, Türkolog, øbrani, Akad, Arap, Kpti, Sanskrit dilleri uzman
Carl Brockelmann Divɚnü Lugɚt-it-Türk’teki sözcükleri alfabetik sraya sokarak endeks cildini
hazrlamú ve Macaristan Bilimler Akademisinin maddi deste÷iyle 1928’de Ⱥlmɚncɚ tɟk cilt hɚlindɟ
VI+252 sayfa ɨlɚrɚk yaynlamútr(2). Tirɚj vɟ ɟditörü bilinmɟmɟktɟdir.
1925’tɟ Türkiyɟ Büyük Millɟt Mɟclisi, 1926’da Baku’de düzɟnlɟnɟn 1. Türkoloji Kurultay
Divanü Lugat-it-Türk’ün önemini vurgulamú ve çevirisini srarla tavsiye etmiútir. 1932’de
Ankarada tɨplɚnɚn 1. Türk Dili Kongresi ayn ça÷ry bir dɚhɚ yinelemiú, TDK’dɚ Cɟlɚl Sɚhir
ȿrɨzɚn, Rɚgib Hulüsi Özdɟm vɟ Hɚmid Zübɟyir Kɨúɚydɚn oluúan komisyon kurulmuú vɟ tercüme
iúinin Kilisli Rifat’a verilmesi kararlaútrlmútr. Bu tɟrcümɟnin Kɚrl Brɨkkɟlmɚn tɟrcümɟsinɟ
bɟnzɟr úɟkildɟ bir nɟv endeksdɟn ɨluúmɚs öngörülmüútür.
2. Kilisli Rifɚt çɟviriyi tɚmɚmlɚyɚrɚk kɨmisyɨnɚ sunmuútur. Fakɚt çeúitli nedenler yüzünden
bu teúebbüs gerçekleúmɟmiútir.
3. Ⱥyn yllɚrdɚ TBMM Vɚn Mɟbusu Tɟvfik Bɟy [Dɟmirɨ÷lu] bu iúlɟ u÷rɚúmútr. Ɉnun 504
sayfalk tɟrcümɟsi Ⱥrɚp ɚlfɚbɟsi srɚsnɚ görɟ dizilmiú, ɚncɚk bɚz úiirlɟr, sɚvlɚr gɟçilmiú vɟyɚ
ksɚltlmútr. Mɟsɟlɚ, «Türk» mɚddesi «Ⱥslndɚ tafsilɚt vɚrdr» kɚydylɚ ksɚltlmútr.
4. Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ü tɟrcümɟ ɟdɟn üçüncü kiúi Kɨnyɚl Ⱥtif ȿfɟndi [Tüzünɟr] ɨlmuútur.
Ɉnun 7 dɟftɟrɟ yɚzlmú tɟrcümɟsinin hɚcmi 943 sayfadr. Bu tɟrcümɟ R.Kilisli vɟ Tɟvfik
Dɟmirɨ÷lu çɟvirilɟrinɟ nɚzɚrɚn dɚhɚ dɨlgun vɟ düz÷ündür. Fakɚt ɨ, bɚz úiir vɟ sɚvlɚr yɚlnz
ɨnlɚrn Ⱥrɚpçɚ ɚçklɚmɚlɚrnɚ görɟ çɟvirmiútir. Bu üç çɟvirinin ɟlyɚzlɚr Türk Dil Kurumunun
ɚrúivindɟ muhɚfɚzɚ edilmektedir (3). Nihayi sonuç alnamad÷ndan Divanü Lugat-it-Türk’ün
Türkçeye çevirisini ünlü Do÷ubilimci, Türk Dil Kurumunun kurucularndan biri olan Prof. Dr.
Besim Atalay üstlenmiúdir.
5. Besim Ⱥtɚlɚy Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ü çɟvirɟrɟk 1939-1942 yllɚrndɚ 3 cildi mɟtin, 1 cildi
dizin-endeks, 1 cildi faksimilɟ-tpkbɚsm ɨlmɚk üzerɟ 5 cilt hɚlindɟ bɚstrmútr (4). Divan’n
1939’dɚ çkɚn 1. cildi XXXVI+530 sayfa, 1941’de çkan 2. cildi 366 sayfa, 1943’te çkan 3. cildi
452 sayfa, 1943’te çkan 4. dizin-endeks cildi XL+868 sayfa, 1941’dɟ çkɚn tpkbɚsm- faksimilɟsi
320 sayfadr. Tirɚj göstɟrilmɟmiú, ɟditörü bilinmɟmɟktɟdir. Besim Atalay çevirisi daha sonraki
yllarda gerçekleútirilen tercümeler için baz olarak alnmú, etalon olarak kabul görmüútür.
6. Özbɟk ɚsll Türkɨlɨ÷ Halit Sait Hocayev 1935-37 yllar arasnda Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ü
Azeri Türkçesine çevirmiútir. Tam 70 yl önce gerçekleútirilmiú úu tercüme lɟksik bɚkmdɚn
ɟskidi÷i için bugüne kadar baslmamú olup Azerbaycan Milli Bilimler Akademisine ba÷l Dilcilik
Enstitüsü arúivinde muhafaza edilmektedir. Kitap bɚslɚcɚ÷ tɚktirdɟ ɟditörlɟri P.K.Juzɟ,
Ⱥ.Ⱥlɟskɟrzɚdɟ, F.øsmihɚnɨv vɟ ȿ.Dɟmircizɚdɟ ɨlɚcɚklɚrd. 3 Hɚzirɚn 1937’dɟ gizli sɨvyɟt pɨlis
tɟúkilɚt ÇK tɚrɚfndɚn ‘pɚntürkist vɟ milliyɟtci’ ithɚmylɚ hɚpsɟ ɚtlɚn vɟ 12 ȿkim 1937’dɟ kurúunɚ
dizilɟn, Türklük, Türkɨlɨji vɟ Divɚnü Lugɚt-it-Türk u÷runɚ úɟhit ɨlɚn Hɚlit Sɚit Hɨcɚyɟv’in kutsɚl
ruhu kɚrúsndɚ sɚyg ilɟ ɟ÷iliyɨrüz.
7. Divanü Lugat-it-Türk Salih Mutallibov tarafndan Özbek Türkçesine çevrilmiú ve 19601967’de 3 cildi mɟtin, 1 cildi endeks ɨlmɚk üzɟrɟ 4 cilt halinde bɚslmú (5), ksa bir süre içinde
mevcudu kalmamútr. Çɟvirinin 500 sayfalk 1. cildi 1960’dɚ, 428 sayfalk 2. cildi 1961’dɟ, 466
sayfalk 3. cildi 1963’tɟ, 543 sayfalk endeks cildi 1967’dɟ Özbɟkistɚn Bilimlɟr Ⱥkɚdɟmisinɟ bɚ÷l
Puúkin Dil vɟ ȿdɟbiyɚt ȿnstitüsü vɟ ȿbu Rɟyhɚn Biruni ùɚrkiyɚt ȿnstitüsü Bilim Kɨnsɟyinin
kɚrɚrncɚ yɚynlɚnmútr. Çɟvirinin 1. cildi Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv, G.Ⱥbdurrɚhmɚnɨv, Ⱥ.Ɉsmɚnɨv,
U.Kɟrimɨv vɟ Ⱥ.M.Sçɟrbɚk, 2.cildi Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv, G.Ⱥbdurrɚhmɚnɨv, U.Kɟrimɨv vɟ
Ⱥ.M.Sçɟrbɚk, 3. cildi ise Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv, G.Ⱥbdurrɚhmɚnɨv vɟ Ⱥ.M.Sçɟrbɚk tarafndan
dɟnɟtlɟnmiútir. Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv’un vɟfɚt nɟdɟniylɟ 4. cilttɟ ɨnun yɟrinɟ ɟúi T.Ⱥ.Bɨrɨvkɨvɚ gɟçmiú,
dɟnɟtim iúlɟri T.Ⱥ.Bɨrɨvkɨvɚ, G.Kɟrimɨv vɟ ù.ùükürɨv’dɚn ɨluúɚn üç kiúilik bir hɟyɟtçɟ
yürütülmüútür. 1-2-3. ciltlɟr 3.000 nüsha tirajla, 4. endeks cildi 2.000 nüshɚ tirɚjlɚ baslmútr. Eser
bilim çevreleri ve geniú okur kitlelerince büyük ra÷bet görmüú, Sovyet Türkologlarnca uzunca
yllar yararlanlan tek kaynak olmuútur. Son cildi 40 sene önce yɚynlɚnmɚsnɚ rɚ÷mɟn úu tercüme
hala Divanü Lugat-it-Türk’ün en güzel çevirilerinden biri saylmaktadr.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
2
62
8. Divanü Lugat-it-Türk’ün Uygur Türkçesine tercümesi ise tam bir insani ve filolojik facia
olarak karúmza çkmaktadr. Eser tam 5 defa Uygur Türkçesine tercüme olunmuúdur. Ünlü úair ve
fikir adam Kutlu÷ ùevki 1930’lu yllarda Türkiye-Msr-Hindistan gezisinden dönerken Rifat
Kilisli neúrini de beraberinde Do÷u Türkistana getirmiú ve úair Muhammed Ali ile birlikte hemen
tercümeye baúlamúlar. Fakat çeviri bitmeden her ikisi Çinli cellatlarca úehit edilmiúler.
9. 1944’te kurulan ba÷msz Do÷u Türkistan Cumhuriyeti lideri Ⱥhmɟtcɚn Kɚsmi Divanü
Lugat-it-Türk’ün tercümesi için talimat vermiútir. Divan’n Uygur Türkçesine ikinci tercümesini
gerçekleútiren ünlü bilgin øsmail Damollam’n muammal vefat ile bu çeviri de yarm kalmútr.
10. Divanü Lugat-it-Türk’ün Uygurcɚyɚ üçüncü tercümesi 1952-1954 yllarnda Uygur úairi
ve tarihçisi Ahmet Ziyai tarafndan tam olarak gerçekleútirilmú, Emin Tursun, øbrahim Müti,
Ahmet Ziyai, Burhan ùahidi ve Yusufbey Muhlisi’den oluúan komisyonca denetlenmiú, Urumçi
Edebi Yaztlar Müzesine teslim edilmiútir. 1957’de ùincang Uygur Otonom Bölgesi Kültür
Bakanl÷ eserin Pekin’de neúrini kararlaútrmú ve gerekli maddi kayna÷ da ayrmútr. Fakat
Divanü Lugat-it-Türk, yaynlanmak úöyle dursun, ‘yerel milliyetçili÷e karú kampanya’
çerçevesinde el konarak ... yaklmú, Ahmet Ziyai 20 yl a÷r hapis cezasna çarptrlmú, daha sonra
idam edilmiú, ailesi uzak bir köye, komisyon üyeleri kamplara sürgüne gönderilmiútir.
11. Çin Bilimler Akademisi ùincang úübesinin müdür yardmcs Uygur Sayrami 19601963’te Divanü Lugat-it-Türk’ün dördüncü tercümesini tamamlamútr. Fakat bu tercüme de aynen
üçüncü tercüme gibi bu defa 1966’da baúlayan ‘kültürel devrim’ zaman yaklmútr.
12. Divan’n Uygur Türkçesine beúinci tercümesi Mao’nun ölümünden sonra 1980’li yllarda
gerçekleúmiútir. ùincang Soyal Bilimler Akademisinin teúebbüsüyle øbrahim Müti’nin genel
editörlü÷ü altnda 12 kiúilik bir komisyon kurulmuú ve çalúmalara baúlanlmútr. Abdusselam
Abbas, Abdurrahim Ötkür, Abdurrahim Habibullah, Abdurreúit Kerim Sabit, Abdulhamit Yusufi,
Halim Salih, Hac Nur Hac, Osman Muhammet Niyaz, Emin Tursun, Sabit Ruzi, Muhammet Emin
ve Nursultan Osmanov’dan oluúan heyet eserin faksimilesi, Kilisli Rifat basks, Besim Atalay ve
Salih Mutallibov tercümelerini baz alarak Divanü Lugat-it-Türk’ü çevirmiú ve 1981-84 yllarnda
Urumçide 3 cilt halinde 10 bin nüsha tirajla yaynlamútr (6). Eser Arap alfabesiyle baslmú, baú
kelimeler ve örnekler Arap ve Latin harfleriyle verilmiútir.
(Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusçaya ilk tercüme denemesi olarak Drevnetyurkskiy Slovar’i
(DTS=Eski Türkçe Sözlük) göstere biliriz. Burada ve Sir Gerard Clauson’un Türkçenin 13. yy.
Etimoloji Sözlü÷ünde Divan’dan binlerce kelime verilmiútir. Fakat bu sözlükler bir tek Divanü
Lugat-it-Türk’ü içermedi÷i için, yani di÷er eserleri de ihtiva etti÷i için do÷rudan do÷ruya Divan
tercümesi saylmamaktadr).
13. Divanü Lügat-it-Türk’ün øngilizceye gerçek çevirisi Prof. Dr. Robert Dankoff ve James
Kelly tarafndan 1982-85 yllarnda Chikago’da 3 cilt halinde yaplmú tercümedir (7). 1982’dɟ
yɚynlɚnɚn 1. cilt XI+416 sayfa, 1984’tɟ yɚynlɚnɚn 2. cilt III+381 sayfa, 1985’tɟ yɚynlɚnɚn 3. cilt
337+microfiche sayfadr. Eser ünlü Türk bilim adamlarndan rahmetli ùinasi Tekin ve dɟ÷ɟrli ɟúlɟri
Gönül Alpay Tekin’in itinal editörlü÷ü altnda baslmútr. Tirɚj bilinmɟmɟktɟdir. Robert
Dankoff’un 1982’de Türklü÷ün úah eserlerinden Kutadgu Bilig’i de øngilizceye çevirmiú oldu÷unu
úükranla anmsatmay bir ödev saymaktayz.
14. Divanü Lu÷at-it-Türk 1997-98 yllarnda Ⱥskar Egeubay’n çevirisinde Kazak okurlara
sunulmuútur (8). Kazakistan Cumhurbaúkan Sayn Nursultan Nazarbayev’in Kazakça 3 bin nüsha
tirajla baslmú 3 ciltlik tercümeye yazd÷ önsöz esere ayr bir renk katmútr. ȿsɟrin 1997’dɟ
yɚynlɚnɚn 1. cildi 592 sayfa, 2. cildi 528 sayfa, 1998’dɟ yɚynlɚnɚn 3. cildi 600 sayfadr. Divanü
Lu÷at-it-Türk’ten öncɟ Kutɚd÷ü Bili÷’i Kɚzɚk Türkçɟsinɟ kɚzɚndrɚn Ⱥskɚr ȿgɟubɚy yɨ÷un
çɚlúmɚ sɨnucu hɚstɚlɚnɚrɚk 53 yɚúndɚ hɚyɚtn kɚybɟtmiúdir. Ɉnu dɚ Divan úɟhidi sɚyɚrɚk ruhu
önündɟ sɚyg ilɟ ɟ÷iliyɨruz.
15. 2002 ylnda Divanü Lugat-it-Türk ùincang Bilimler Akademisince Pekin’de Çince 3 cilt
hɚlindɟ ve 3 bin adet olarak yaynlanmútr (9). Alimcan Sabit’in genel editörlü÷ü altnda
gerçekleútirilen tercümenin 1. cildinin editörlü÷ünü Mirsultan Osmanov, 2. ve 3. cildlerinin
editörlü÷ünü ise Tahircan Muhammet yapmútr. Divan’n 1. cildini (554 sayfa) Çinceye Xe Juy,
Din ø, Syao Cuni ve Lyu Çzintszya, 2. cildini (378 sayfa) Syao Cuni ve Lyu Çzintszya, 3. cildini
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
3
63
(442 sayfa) Syao Cuni çevirmiútir. Bu neúir Divanü Lugat-it-Türk’ün teknik bakmdan úimdiye
kadarki en güzel basksdr. 1. cildin baúndaki 11 sayfalk sunuúta eser ve yazar, Çinde tercüme
teúebbüsleri, Divan’n baúka dillere çevirileri üzerine bilgi sunulmuútur. Ciltler Çin heroglifleryie
baslmú, baú kelimeler ve örnekler Arap ve Latin alfabeleriyle verilmiútir.
16. Dr. Hüseyin Düzgün (Hüseyin Muhammetzade Sadik) Divanü Lugat-it-Türk’ü 2004’te
Tebriz’de (Ⱥhtɟr Yɚynɟvi) Farsça 627 sayfalk tek cilt halinde bɚstrmútr (10). Eser Güney
Azerbaycan Azerilerince sonsuz coúku ve hayranlkla karúlanmú, fakat tercüman úovenist Fars
çevrelerince bask ve suçlamalara maruz kalmútr. Dr. Hüseyin Düzgün kitaba 2 sayfa Türkçe, 67
sayfa Farsça mukaddeme yazmú, Divan, Altay-Ural dil ailesi, Uygur yazs, Türk kültürü, Divan’n
çeúitli dillere tercümeleri, eserin gayesi ve muhtevas, özellikleri üzerine ayrntl bilgi vermekle
birlikte araútrmaclar için geniú bir bibliyografi listesi de eklemiútir. Hiç kuúkusuz Divan’n
Farsçayɚ çevrilmɟsi eserin tantmnda ileriye do÷ru önemli bir adm olarak her türlü övgü ve
takdire layk olaydr.
17. 2005’te Divanü Lügat-it-Türk’ün Türkçe ikinci çevirisi Seçkin Erdi ve Serap Tu÷ba
Yurtsever’ce tek cilt olarak (725 sayfa) gerçekleútirilmiútir (11). øki ksmdan oluúan bu tercümenin
birinci ksmda (s.11-126) baú kelimeler latin alfabetik srasyle anlamlar ve örnekleri verilmeden
dizilmiú, ikinci ksmda (s. 127-720) kelimeler anlamlar ve örnekleri (tümceler, úiirler, ata sözleri),
gramer kurallar ile birlikte gene latin alfabetik sras ile alelade bir sözlük halinde düzünlenmiútir.
Biçim ve içerik itibaryle úu tercüme Divan’a yeni bir bakú sayla bilir. Üstelik kitapta Arap
harflerine yer verilmemiútir.
18. Divɚn’n daha Sovyetler Birli÷i döneminde A.N.Kononov’un, onun vefatndan sonra
I.V.Kormuúin’in editörlü÷ü altnda Özbek bilgini Alibey Rüstemov tarafndan Rusçaya çevrildi÷i,
matbaaya teslim edildi÷i, bugün yarn baslaca÷ üzerine yaklaúk 20 yldan beri bilimsel dergilerde
haberler çkmasna ra÷men çeviri hala ortalarda yoktur, ama çevrilmiú oldu÷u kesindir.
19. Ünlü Kazak yazar Muhtar Auezov’un kz Z.-Ⱥ.Ⱥuɟzɨvɚ Divɚn’ Rusçɚyɚ çɟvirmiú vɟ
2005’tɟ bir cild hɚlinde 1.000 nüshɚ tirɚjlɚ Ⱥlmɚt’dɚ yɚynlɚmútr (1.288 sayfa, 12). Çɟvirmɟn
kitɚbɚ sunuú vɟ önsöz yɚzmú, Mɚhmut Kɚú÷ɚrl’nn dönɟmi, hɚyɚt vɟ kiúili÷i, ɟsɟrin mɟziyɟtlɟri
üzɟrinɟ bilgi vɟrmiúdir. Kitɚb pɨligrɚfik bɚkmdɚn güzɟldir. Mɚɚlɟsɟf ɚyn sözlɟr ɨnun içɟri÷i
üzɟrinɟ söylɟnɟmɟz. Bir kɟrɟ Türkçɟ bɚú sözlɟr (mɚddɟlɟr) istisnɚ ɨlmɚklɚ illüstrɚtiv mɚtɟryɟlin,
yɚni cümlɟlɟrin, ɚtɚsözlɟrinin vɟ úiirlɟrin Ⱥrɚp ɚlfɚbɟsi ilɟ ɨrijinɚl yɚzlú vɟ trɚnskripsiyɨnu
vɟrilmɟmiútir ki, bu dɚ kitɚbn bilimsɟl dɟ÷ɟrini çɨk ɚúɚ÷ sɚlmɚktɚdr. Tɟrcümɚn bunɚ úöylɟ bir
gɟrɟkçɟ göstɟrmɟktɟdir: «Türkçɟ sözlɟrin trɚnskribɟsi bu nɟúrin vɚzifɟlɟrinɟ dɚhil dɟ÷ildir, çünkü
ɏI ɚsrdɚ Kɚú÷ɚrl’nn öngördü÷ü bütün tɟlɚffüz vɚryɚntlɚrn kɟsin ɨlɚrɚk müɚyyɟn ɟtmɟk,
kɚnmzcɚ, mümkün dɟ÷ildir. Bɚz sɟslɟrin fɨnɟtik özɟlliklɟri vɟ çɟúitli ɟski Türk lɟhçɟlɟrinin
fɨnɟmɚtik hususiyɟtlɟri bugünɟdɟk mɟçhül ɨlɚrɚk kɚlmɚktɚdr» (13).
Çɟvirmɟn kɟlimɟlɟrdɟki bütün ɟlif vɟ fɟthɟlɟri ɚ, bütün vɚv vɟ zɟmmɟlɟri u gibi ɨkumuú vɟ
yɚzmútr. Nɟticɟdɟ, mɟsɟlɚ, ɚt ve ɟt sözcüklɟrinin hɟr ikisi ɚt úɟklindɟ, ɨt vɟ öt (sɚfrɚ) gibi
sözcüklɟr ut úɟklindɟ, ɨn, ün vɟ un gibi sözcüklɟr un úɟklindɟ vɟrilmiútir. Ⱥyn mɚntklɚ bütün yɟ
harflɟrini i gibi ɨkumɚl ɨldu÷u hɚldɟ, tercümɚn burɚdɚ bɚúkɚ bir yɨl izlɟmiú, yɟ ilɟ bɚúlɚyɚn bɚz
sözcüklɟri i ilɟ, bɚzlɚrn y ilɟ vɟrmiú, fakɚt i ilɟ  sɟsini ɚyrt ɟtmɟmiútir. Bütün kɚln ve yumuúɚk
kɚflɚr kɚ gibi ɨkumuú, ɟkin vɟ ɟgin (ɟlbisɟ, srt) sözlɟri ɚrɚsndɚ fɚrk kɨymɚdɚn hɟr ikisini ɚkn gibi
yɚzmúdr ki, bu dɚ ɨnlɚrn ɚkn (sɟl) sözcü÷ü ilɟ kɚrútrlmɚsnɚ sɟbɟp ɨlmuútur. Bɟg (bɟy) vɟ bɟk
(bɟrk, sɟrt) sözcüklɟrinin bɚk gibi ɨkunuúu dɚ mɚkül görülɟmɟz. Üstɟlik, lugɚttɟki Türkçɟ
sözcüklɟrdɟ b ilɟ p, c ilɟ ç vɟ j sɟslɟri ɚrɚsndɚk fɚrklɚr nɚzɚr- itibɚrɚ ɚlnmɚmútr. Bunɚ görɟ dɟ
lugɚtin endeks ksmndɚ ɟ, ɨ, ö, ü, , c, j, g, p hɚrflɟri ilɟ bɚúlɚyɚn sözcüklɟr yɨktur.
20. Bɟndɟniz Divanü Lugat-it-Türk’ü Azeri Türkçesine çevirerek 2006’dɚ Baku’de 4 cilt
halinde yaynlamútr (14). 1. cild 512 sayfa, 2. cildi 400 sayfa, 3. cild 400 sayfa, 4. endeks cildi 752
sayfadr. 20 senelik emek ürünü olan bu tercümede Besim Atalay, Salih Mutallibov, Hüseyin
Düzgün neúirleri, Uygurca ve Çince çevirileri, ayrca yazma ve basma nüshalar kelime kelime
karúlaútrlmú, imla, anlam ve çeviri farklar dipnotta (yaklaúk 1.000 dipnot) gösterilmiútir. Bunun
dúnda 1. cilde 52 sayfalk geniú mukaddeme, her cilde özel önsöz, açklama ve izahlar yazmú, 2.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
4
64
cildin sonuna Divanü Lugat-it-Türk’ün ksa gramerini, 3. cilde ise eserin geniú bir bibliyografisini
eklemiúiz.
Aynen Besim Atalay örne÷inde oldu÷u gibi, önce kelimelerin Arap harfleriyle orijinal
yazlú, ardndan Latin alfabesiyle transkripsiyonu, daha sonra çevirisi verilmiútir. 1.000 nüsha
tirajla yaynlanan kaln karton mukavval Divanü Lugat-it-Türk’ün ebat 70x100, 16/1’dir, 1. snf
beyaz ka÷ta baslmútr.
Kitabn bilimsel editöru ünlü bilim adam, Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi muhabir
üyesi, Türk Dil Kurumu úeref üyesi, Baku Devlet Üniversitesi Türkoloji kürsüsü baúkan Prof. Dr.
Tevfik Hacyev, danúmanlar Prof. Dr. Hüseyin øsmailov, Prof. Dr. Muhammet Ali Kpçak ve Prof.
Dr. Azizhan Tanrverdi, reycisi Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi muhabir üyesi,
Azerbaycan’da Atatürk Merkezi müdürü, Millet vekili, Prof. Dr. Nizami Caferov’dur. Kitap Milli
Bilimler Akademisine ba÷l Folklor Enstitüsü Bilim Konseyi kararnca baslmútr.
Kitap Azerbaycann, Türkiyenin ve Türk Dünyasnn Üniversitelerine, bilimsel kurum ve
kuruluúlarna, Mahmut Kaúgarl’nn Opal’dak Türbesinden Çin Ulusal Kütüphanesine, ABD
Kongre Kütüphanesinden Robert Dankoff’a kadar Divanü Lugat-it-Türk’u araútran bilginlere
gönderilmiú ve gönderilmektedir.
Divanü Lugat-it-Türk’ün Azeri Türkçesine çevirisi kardeú Türkiyenin 9. Cumhurbaúkan,
Azerbaycann Fahri Vatandaú Sayn Süleyman Demirel’in yüksek himayeleri altnda baslmú ve
Azerbaycann merhum Cumhurbaúkan Sayn Haydar Aliyev’in parlak ve unutulmaz hatrasna
adanmútr. Yerel akademik çevrelerde ve okurlarda gerçek heyecan uyandran Divan’n basnda ve
Radyo TV kurumlarnda, Üniversitelerde, Yazarlar Birli÷inde, çeúitli kütüphanelerde tantm
yaplmú ve baslúnn resmen ilan edildi÷i 12 Kasm 2006 günü (gerçek baslú tarihi, yani ilk
nüshalarn matbaadan çkú tarihi 18 Ekim Azerbaycan’n bɚ÷mszl÷nn 15. yldönümü günüdür)
milli kültürümüzün bayram olarak nitelendirilmiútir.
21. 2006’da Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusça çevirisini bitirmiú ve matbaaya teslim etmiúim.
Gene 4 ciltten oluúan Rusça tercümenin Baku Slav Üniversitesi Bilim Konseyi kararnca
Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi muhabir üyesi Prof. Dr. Kemal Abdullah’n editörlü÷ü
altnda en ksa zamanda 500 adet baslmas öngörülmektedir (tabii sponsor bulunursa). Rusçasndan
yararlanlmas için kitab genellikle Rusya Federasyonuna ba÷l Tataristan, Baúkurdistan, Çuvaúistan
ve Yakut-Saka’ya, Kuzey Kafkas Türklerine (Nogay, Kumuk, Karaçay ve Balkar), Krm
Tatarlarna, Altay, Tuva, Hakas, Ural ve Sibirya Türklerine, Mɨldɨvɚ, Rɨmɚnyɚ vɟ Ukrɚynɚ’da
oturan Gagauzlara, Litvɚnyɚ ve Pɨlɨnyɚ’da oturan Kɚrɚimlɟrɟ, eseri henüz çɟvirmɟmiú
Türkmenlɟrɟ ve Krgzlɚra, Türk Devletlerine ve di÷er ülkelere gönderilecektir.
Sonuç olarak, Türklü÷ün ve Türkolojinin úaheseri Divanü Lugat-it-Türk bulunuúundan bu
yana toplam 21 defa çɟsitli dillere çevrilmiú ve 11 çevrisi baslmútr. Bunlar 2 kez Türkçeye, birer
kez Almancaya, øngilizceye, Çinceye, Farsçaya, Rusçaya, Özbek, Uygur, Kazak ve Azeri
Türkçelerine yaplmú çevirilerdir. Bunun dúnda biritilip bitirilmemesine bakmakszn Divanü
Lugat-it-Türk toplam 10 defa, o sradan 4 defa Uygurcaya, 3 defa Türkçeye, 2 defa Rusçaya, 1 defa
Azericeye tercüme edilmiú, fakat bɚslmamútr, Divan’n 2 tɟrcümɟsi hiç bir müsveddesi kalmadan
yɚklmútr.
Bɚútɚ Hɚlit Sɚit Hɨcɚyɟv ɨlmɚk üzɟrɟ Kutlu÷ ùɟvki, Muhɚmmɟt Ⱥli, øsmɚil Dɚmɨllɚm,
Ⱥhmɟt Ziyɚi vɟ Ⱥskɚr ȿgɟubɚy’dan ɨluúan 6 Divɚn úɟhidimiz vɚrdr. Ruhlar úad olsun. Yücɟ,
Necip ve Kahraman Türk Millɟti sɚ÷ ɨlsun.
Türk Dünyasnn úu paha biçilmez eserinin Türklükle beraber sonsuza kadar yaúayacak ebedi
ant olarak daha nice nice dillere çevrilece÷ine ve tüm dünyada evrensel Türk Kültürünün simgesi
haline gelece÷ine inancmz tamdr.
II. Divɚnü Lugɚt-it-Türk’te Sözcük / Kelime Says
Divɚnü Lugɚt-it-Türk’te kaç sözcük / kelime bulundu÷u merak konusudur. Divan’daki
toplam kelime says konusunda kesin bir söz söylemek mümkün de÷ildir. Çünkü bu rakam çeúitli
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
5
65
dillere çevrilmiú tercümelere göre de÷iúmektedir. Mesela, Fazl Ergaúov’un yapt÷ sayma göre
Carl Brockelmann’n Almanca hazrlad÷ dizinde 7.993, Besim Atalay’n Türkçe çevirisinde 8.783
(de facto: 8.784), Salih Mutallibov’un Özbekçe tercümesinde ise 9.222 kelime ve birleúik kelime
vardr (15). Seçkin Erdi ve Serap Tu÷ba Yurteser tercümesinde biz 7.023 madde saydk. Divan’n
Azeri çevirisinde madde says (sözcük ve birleúik kelime de÷il) 7.796’dr. Divanü Lugat-it-Türk’ün
Rusça Z.-A.M.Auezova tercümesinde 6.727 madde, tarafmzdan gerçekleútirilen, henüz
baslmamú Rusça çeviride 7.800’ün üzerinde madde vardr. Bu farkll÷n kayna÷ Divan’daki
çokanlaml kelimelerde yatmaktadr. Yani Kaúgarl Mahmud’un tek maddede toplamú oldu÷u
omonim ve çokanlaml kelimeler ayr ayr çevirmenlerce parçalanmaya tabi tutularak ça÷daú
lugatcilik gere÷i iki, üç, dört, bazan beú madde haline sokulmuútur. Bu durumda Divan gerçekten
daha anlaúkl, rahat ve kullanlr olmaktadr. Bir örnek gösterelim. Besim Atalay B a s d 
maddesini aúa÷dak biçimde vermiútir (4, II, s.10):
̵Ϊδ
˸ ˴Α B a s d : «̵Ϊδ
˸ ˴Α Εή˸ ˵Α ̶ϧ˴΍ an burt basd = onu karabasan (kabus) basd», «̵Ϊδ
˸ ˴Α Ϟϳ΍ ̮˴Α
Beg el basd = Bey vilayeti basd, sanki üzerine çöktü», «̵Ϊδ
˸ ˴Α ̶ϐ˴ϳ ̶Ϩ̰˸ ˴Α Begni yag basd = Beyi
düúman basd». Baúkas da böyledir; «̵Ϊδ
˸ ˴Α ύΰϴϗ έ˴΍ er kz÷ basd = adam kz basd, üzerine çöktü,
˸
˴
çulland», «̵Ϊδ
Α
̶Ϩ
̰
ϴ
̯
Ε
΍
t
keyikni
basd
=
köpek av bast ve ykt»; (ϕΎϤδ
˸ ˴
˸ ˴Α -έΎδ˴Α basar – basmak).
˶ ˶
Salih Mutallibov ayn maddey parçalayarak aúa÷daki beú ayr madde haline getirmiútir
(kolay anlaúlmas için çeviri ksmn Türkçeleútirdik, 5, II, s.17-18):
̵Ϊδ
˸ ˴Α B a s d : kara bast, kabus bast, «̵Ϊδ
˸ ˴Α Εή˸ ˵Α ̶ϧ˴΍ an burt basd = onu (srtn yere basp
yatmak sonucu) kara bast, kabus bast».
̵Ϊδ
˸ ˴Α B a s d : kahr etti. «̵Ϊδ
˸ ˴Α Ϟϳ΍ ̮˴Α beg el basd = emir halk kahretti, halka zulmetti».
̵Ϊδ
˸ ˴Α ̶ϐ˴ϳ ̶Ϩ̰˸ ˴Α begni yag basd = düúman gece beyi bast». Baúkas da
˸ ˴Α B a s d : bast. «̵Ϊδ
böyledir.
̵Ϊδ
˸ ˴Α B a s d : bast. «̵Ϊδ
˸ ˴Α ύΰϴϗ έ˴΍ er kz÷ basd = adam kz bast, üstüne çkt».
̵Ϊδ
˸ ˴Α B a s d : «̵Ϊδ
˸ ˴Α ̶Ϩ̰˸ ˶ϴ̯˴ Ε˶΍ t keyikni basd = it keyiki bast, basb ald, ykt», (ϕΎϤδ
˸ ˴Α -έΎδ˴Α
basar – basmak).
Azeri Türkçesine ve Rusçaya çevirilerde biz de B a s d  maddesini aynen Salih Mutallibov
gibi 5 madde halinde vermiúiz.
Aúa÷da Divanü Lugat-it-Türk’ün çeúitli çevirilerindeki sözcük ve birleúik kelime saysnn
karúlaútrmal listesini veriyoruz. Listenin ilk 4 sütunu bundan tam 35 yl önce Ergaú Fazlov
tarafndan hazrlanmútr. Buradak CB (Carl Brockelmann), BA (Besim Atalay), SM (Salih
Mutallibov) ve DTS-1 (Drevnetyurksiy Slovar=Eski Türkçe Sözlük) sütunlarndaki veriler Ergaú
Fazlov’a (16), DTS-2 (Drevnetyurksiy Slovar=Eski Türkçe Sözlük), E-Y (Seçkin Erdi-Serap Tu÷ba
Yurteser) ve RA (Ramiz Asker, Divan’n Azerice çevirisi) sütunlarndaki veriler bize aittir. Bizim
veriler srf madde baúlarn içermekte olup birleúik kelime saysn dikkate almamaktadr.
Divanü Lugat-it-Türk’te Sözcük / Kelime Says Listesi
Harfler
CB
BA
SM
DTS-1
DTS-2
A
595
619
647
540
646
Ä/E
338
416
418
383
431
B
697
753
806
708
837
E-Y
478
351
635
RA
530
348
678
C
Ç
D
Dh
F
G
H
H noktal
6
377
15
1
2
4
-
6
458
18
1
3
6
6
-
5
436
17
2
4
6
-
7
456
24
4
13
4
-
2
537
23
1
5
9
3
4
9
434
20
1
2
1
6
1
6
487
16
1
1
5
1
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
6
66
X
I
ø
J
Y
K
L
M
N
O
Ö
P
Q
R
S
ù
T
U
Ü
V
Z
Toplam
16
74
239
1.004
612
12
109
19
205
231
18
994
2
758
29
1.171
260
130
1
7
7.993
21
94
209
1.106
675
12
134
26
209
246
42
1.036
4
853
40
1.317
290
162
2
10
8.784
26
74
208
1.216
688
11
130
24
207
237
22
1.120
4
856
36
1.439
293
164
4
8
9.222
22
50
167
929
610
10
130
17
192
170
12
1.002
3
774
40
1.080
245
143
2
10
7.713
23
57
167
1
1.086
682
11
133
25
224
206
11
1.113
3
898
40
1.186
273
163
2
8
8.743
19
56
155
856
540
11
100
19
195
187
886
2
691
30
1.035
212
151
2
7
7.023
27
76
200
1
972
1.464 (17)
13
120
20
184
224
40
K (18)
4
750
36
1.208
245
148
2
8
7.796
Ayr-ayr harfler açsndan gözlemlenen farkllklar genelde orijinalde cim ile yazlan
sözcüklerin C veya Ç ile, B ile yazlan kelimelerin B veya P ile, kafla yazlan kelimelerin Ke, Ka
(Q) veya G ile, hamza ile yazlan sözcüklerin A veya Ä/E, I/ø, O/Ö, U/Ü ile, ye ile yazlan
kelimelerin Y veya I/ø ile okunuúundan ve di÷er sebeplerden kaynaklanmaktadr.
III. Divanü Lugat-t-Türk’te Çeúitli Boylara Ait Sözcük / Kelime Says
Bilindi÷i üzere Divan’da baz kelimelerin karúsnda úu veya bu boyun ad geçmektedir.
Kaúgarl Mahmut Türkçenin ortak kelime hazinesine girmeyen yerel sözcüklerin hangi lehçeye ait
oldu÷unu kaydetmiútir. Bu sözcükler dört kez sayma tabi tutulmuútur. Orta Türk döneminin
tannmú uzmanlarndan merhum Prof. Dr. Emir Necip (19) ve Drevnetyurkskiy Slovar’n (DTS=
Eski Türkçe Sözlük, 20) tertipçileri, daha sonra Gerhard Doerfer (21) ve Mustafa S.Kaçalin (22) o
dönemin teknik olanakszlklarna ra÷men bu a÷r zahmete katlaúmúlardr. Bir tesadüf eseri bu dört
kaynaktaki verilerin örtüúmedi÷ini görüp bilgisayar saymna baú vurduk. Bilgisayar verileri
Divan’n Azerice çevirisini içermektedir.
Divanü Lugat-it-Türk’te Çeúitli Boylara Ait Sözcük / Kelime Says Listesi
Lehçeler
E.Necib’in DTS
G.Doerfer’i M.S.Kaçalin’ Bilgisayar
verileri
verileri
n verileri
in verileri
verileri
Argu
48 kez
41 kez
9 kez
36 kez
68 kez
Barsgan
7 kez
7 kez
2 kez
7 kez
Basml
1 kez
1 kez
1 kez
Beçenek
1 kez
Bulgar
10 kez
6 kez
1 kez
6 kez
Çigil
45 kez
45 kez
4 kez
39 kez
47 kez
Çuml
1 kez
1 kez
1 kez
2 kez
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
7
67
Itlk
Kay
Karluk
Karluk Türkmenleri
Kaúgar
Kençek
Kpçak
Köçe
O÷uz
Öztürk
Sögüt
Suvar
Tatar
Türkmen
Tuxs
Tübüt
Türk
Ugrak
Uç
Uygur
Xakaniye
Xoten
Yabaku
Yagma
Yemek
Yuk. ve Aú. Çin
‘Falan’ boydan
baúka
Toplam
1 kez
1 kez
8 kez
1 kez
3 kez
18 kez
25 kez
1 kez
241 kez
5 kez
1 kez
3 kez
1 kez
6 kez
4 kez
2 kez
9 kez
4 kez
10 kez
2 kez
3 kez
14 kez
7 kez
11 kez
2 kez
10 kez
1 kez
3 kez
18 kez
48 kez
1 kez
260 kez
5 kez
1 kez
6 kez
5 kez
2 kez
6 kez
1 kez
8 kez
9 kez
2 kez
3 kez
20 kez
7 kez
1 kez
5 kez
1 kez
1 kez
1 kez
4 kez
13 kez
1 kez
54 kez
1 kez
3 kez
4 kez
1 kez
1 kez
7 kez
3 kez
-
6 kez
13 kez
45 kez
185 kez
4 kez
7 kez
12 kez
2 kez
2 kez
23 kez
-
1 kez
2 kez
20 kez
3 kez
3 kez
20 kez
64 kez
1 kez
356 kez
1 kez
5 kez
2 kez
8 kez
12 kez
3 kez
57 kez
1 kez
8 kez
12 kez
4 kez
4 kez
7 kez
27 kez
11 kez
1 kez
18 kez
494 kelime
525
kelime
112 kelime
374 kelime
782 kelime
Sonuç olarak, Divanü Lugat-it-Türk’te 782 kelimenin karúsnda onlarn hangi boylara ait
olduklar gösterilmiútir.
IV. Divan’n Azerbaycan’da Tetkiki.
Türkolojinin ve Türklü÷ün úah eseri Divanü Lugat-it-Türk bir asra yakn zamandr ki, tüm
dünyada uzmanlarn dikkat oda÷, masaüstü kitabdr. Yukarda da bahsedildi÷i üzere eser çeúitli
dönemlerde yabanc dillere çevrilmiú, bilimsel araútrmalara konu olmuútur.
Maalesef bu alanda Azerbaycan’da ciddi baúarlar kazanld÷n söylemek mümkün de÷ildir.
Bunun baúlca nedenlerinden biri Divan’n Azerbaycan filolojisinin devresine geç dahil edilmesidir.
Yalnz onu belirtmek yeter ki, Divan’n Azerice basks Türkiye’dekinden yaklaúk 60 yl,
Özbeklerden 40 yl, Uygurlardan 20 yl, Kazaklardan 10 yl sonra 2006’da gerçekleútirilmiútir. Oysa
ki, DLT’nin Azerice baslmamú ilk tercümesi 1937’de Baku’de tamamlanmútr. Ayn dönemde
eser üzerine Baku’de bir kaç makale yazlmú, baz araútrmalar yaplmútr.
1924’te tannmú Azerbaycan edebiyatçs Hanefi Zeynelli Divan ve Kaúgarl Mahmut
hakknda kendi mülahazalarn dile getirmiútir (23, 127). 1926’da Baku’de düzenlenen 1. Türkoloji
Kurultayda Prof. Dr. Bekir Çobanzade (1893-1937) DLT’ye dayanarak Türk lehçelerinin yakn
akrabal÷ konusunda ilginç bir rapor sunmuú (24), daha sonra meslektaú Ferhat A÷ayev’le birlikte
yazd÷ ‘Türk Grameri’ kitabnda (25) sk sk Kaúgarl Mahmud’a atfta bulunmuútur.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
8
68
Aúa÷ yukar ayn yllarda Baku Devlet Üniversitesinin ùarkiyat Bölümünde çalúan Filistin
(baz kaynaklara göre Suriye) menúeli Hristiyan Arap bilgini el Cuzi Bend Ali Seliba (ilim
dünyasndak Hristiyan ad: Panteleymon Kristoviç Juze, 1871-1942) DLT hakknda iki makale
yazarak (26) eseri mercek altna almútr. Ünlü edebiyatç Emin Abit hece vezninin tarihinden
bahseden makalesinde (27, 50-55) DLT’ye iliúkin düúüncelerini açklamú, de÷erli fikirler
söylemiútir. Bunlarn dúnda baz gazete ve dergilerde Divan’ genel olarak tantc yazlar da
çkmútr.
Ayn dönemde SSCB Bilimler Akademisi Azerbaycan ùubesince Divanü Lügat-it-Türk’ün
tercümesine baúlanlmú, Özbek asll Türkolog Halit Sait Hocayev 1935-37’de eseri Azeri
Türkçesine çevirmiútir. Tercümede kulland÷ yöntemler hakknda yazd÷ geniú bir makalede (28,
105-112) DLT üzerine ayrntl bilgiler vermiútir. Fakat Divan baslmad÷ gibi H.S.Hocayev te
Sovyet gizli polisi ÇK tarafndan hapse atlarak ksa bir süre sonra ‘Pantürkist ve Milliyetçi’
iddiasyla kurúuna dizilmiútir. 71 yl bundan önce gerçekleútirilmiú úu tercüme bugüne kadar
baslmamú olup Azerbaycan Milli Bilimler Akademisine ba÷l Dilcilik Enstitüsü arúivinde
muhafaza edilmektedir. Bu olaydan sonra Azerbaycan’da Divan temasna yaklaúk 20 yl devam
eden sessiz bir ‘tabu’ (yasak) konmuú, hiçbir araútrma yaplmamútr. Ortada bir kez 1947’de Baku
Devlet Üniversitesi Hocalarndan Yusuf Ziya ùirvani’nin yurt dúnda Taúkent’te Uygurca çkan bir
basn organnda Divan hakknda bir makalesi (29) yaynlanmútr.
1956’da Sovyet lideri Nikita Kruúçev’in diktatör Stalin’i ve totaliter dönemini
eleútirmesinden sonra baz yasaklar gevúemiú, ‘yumuúama havas’ esmiútir. øúte bu srada 1958’de
Taúkent’te düzenlenen Sovyet ùarkiyatçlarnn 1. Sempozyumuna katlan tannmú Azeri bilgini
Prof. Dr. Ekrem Cafer, Kaúgarl Mahmud’un dünya dilcilik ilminde ilk kez uygulad÷
karúlaútrmal-tarihi yöntem üzerine de÷erli bir rapor (30, 856-862) sunmuútur.
Bundan 6 yl sonra Prof. Dr. Ebdülezel Demircizade yakn bir konuda makale (31, 45-55)
yazmú, Türk lehçelerinin ö÷renilmesinde Divan’n önemini ve müstesna de÷erini vurgulamútr.
Prof. Dr. E.Demircizade Azeri edebi dili tarihinden ve Dede Korkut destanlarnn dilinden bahseden
kitaplarnda (32) sk sk Divan’a atfta bulunmuú, paraleller ve mukayeseler yapmútr.
1960’l yllarda Azerbaycan’da bir-iki yaz (33, 18-26; 34, 67-70) dúnda Divan hakknda
önemli bir araútrma yaplmamútr. Anlaúlan, eski yasa÷n etkisi, ne olur ne olmaz endiúesi
kendisini hiss ettirmiútir. Üstelik, yaúl meslektaúlarmzdan duydu÷umuza göre, H.S.Hocayev’in
tercümesinin ihya edilmesi konusunda Azeri dilciler arasnda baú gösteren yapay münakaúa perde
arkasndan körüklenmiú, Divan’n Özbekçe çevirisinin basksndan sonra Azerice tercümeye
gereksinim kalmad÷ yargsna varlmútr.
Divanü Lugat-it-Türk’ün yazlúnn 900. yldönümü dolaysyle Azerbaycan’da baz yazlar
kaleme alnmútr. Ünlü dilcilerden Ferhat Zeynelov’un 1971’de baslan bir makalesi (35, 18-26),
daha sonra çkan, orta Türk döneminden (36) ve ça÷daú Türk dillerinden (37) bahs eden kitablar
Divan’n bilim aleminde tantlmasna büyük katkda bulunmuútur. Memmeda÷a ùiraliyev jübileye
adad÷ makalesinde (38, 24-30) Kaúgarl Mahmud’un dünya dilcili÷inde ve türkolojideki mevkiini
saptamú, Türk lehçeleri hakknda verdi÷i ender bilgileri de÷erlendirmiútir. Vakf Aslanov (39, 6174) Divan’n dili ile Azericeyi karúlaútrmú, Cafer Caferov DLT’de yabanc kelimeler, Kençek ve
Argu dilleri hakknda makaleler (40) yazmú, Elbrus Azizov ise ça÷daú Azericedeki eski Türk
lehçelerinin kalntlarn Divan’a isnaden (41) araútrmútr.
H.S.Hocayev’in hayat ve úahsiyeti üzerine Adalet Tahirzade’nin bir makalesi (42, 96-97) ve
Ali ùamil’in ayn konuda üç makalesi de (43) dikkati çekmektedir.
Bundan sonra baz ders kitaplarnda ve ilmi-popüler neúirlerde DLT üzerine az çok bilgiler
verilmeye baúlanmútr. Mesela, Penah Halilov (44), Elyar Seferli ve Halil Yusufov (45)
Üniversiteler için yazdklar ders kitaplarnda, Anar’n hazrlad÷ ‘Bin Beú Yüz Yln O÷uz ùiiri’
antolojisinde (46), Nizami Caferov’un ‘Türk Halklar Edebiyat’ seçmelerinde (47) Kaúgarl
Mahmud’un Divan’ndan geniú bahsedilmiútir.
Görüldü÷ü üzere, 1980’li yllarn ortalarna kadar Azerbaycan’da Divan’ konu alan hiçbir
monografi veya tez yazlmamútr. Bu alanda ilk adm olarak Arif Rehimov’un 1985’te yazd÷
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
9
69
‘Mahmut Kaúgari’nin Divanü Lugat-it-Türk Eseri ve Azerbaycan Dilinin Leksikas’ (48) baúlkl
Doktora tezini gösterebiliriz.
2001 ylnda Baku’de Divan konusunda iki monografi baslmútr. Bunlardan biri Esat
Cihangir’in Divanü Lugat-it-Türk’ü baz alarak yazd÷ ‘Eski Türk Edebiyatnn Lenguistik
Poeti÷i’(49) kitabdr. økinci monografi ise A÷averdi Halil’in kaleminden çkan ‘Mahmut
Kaúgarlnn Türk Dillerinin Divan Kitabnda Edebi Metinler’ (50) adl eserdir. A÷averdi Halil daha
sonra ayn konuda Doktora tezi (51), 2006’da ise ‘Eski Türk Savlarnn Semioti÷i’ (52) baúlkl bir
kitap ta yazmútr. Bu eserleri Divanúinasl÷a önemli katk sayabiliriz.
Azerbaycan ba÷mszl÷n kazandktan sonra Mahmut Kaúgarl’nn Divanü Lugat-it-Türk’ü
liselerin ders programlarna (53) alnmútr. Üniversitelerin Edebiyat Fakültelerinde eser eskiden
beri tedris edilmektedir (54).
Divanü Lugat-it-Türk Ramiz Asker tarafndan Azeri Türkçesine çevrilerek 2006’da 4 cilt
halinde baslmútr (55). Yazar basknn her cildine önsöz, sonsöz ve açklamalar yazmú, 2. cildin
sonuna eserin ksa gramerini, 3. cildin sonuna geniú bibliyografi eklemiútir. Divan’n Azerice
basks yerel akademik çevrelerce ve kamu oyunca büyük sevinçle karúlanmútr. Baz bilim ve
sanat adamlar bu münasebetle basnda ve medya organlarnda Türklü÷ün ve Türkolojinin úah
eserinin Azericeye çevrilmesini ulusal kültür bayram olarak nitelemiúler (56). Ayrca Azerbaycan
Yazarlar Birli÷inde, Avrasya Yazarlar Birli÷inde (Ankara), Türk Dil Kurumunda, Azerbaycan Milli
Bilimler Akademisine ba÷l Folklor Enstitüsünde, Baku Slav Üniversitesinde ve di÷er bilim
kuruluúlarnda kitabn tantm, Baku’nün bütün TV kanallarnda, TRT-ønt’te özel yaynlar yaplmú,
Azerbaycan Devlet TV’sinde 45 dakikalk ‘Mahmut Kaúgarl’ belgeseli çekilmiútir.
Azerbaycan’da Divan’a iliúkin son makaleler (yaklaúk 50 makale) gene Ramiz Asker’e aittir.
Onun hazrlad÷ ‘Kaúgarl Mahmud’un 1.000. Do÷um Ylna 1.000 Bibliyografik Gösterge’de (57)
Divan ve yazar hakknda 18 dilde yazlmú literatür toplanmútr.
2008 ylnn sonuna de÷in Ramiz Asker Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusça 4 ciltlik basksn,
‘Kaúgarl Mahmut ve Eseri Divanü Lugat-it-Türk’ adl monografisini okurlarn be÷enisine sunmay
düúünüyor.
ùu anda Azerbaycan Üniversitelerinde ve bilim kurumlarnda Divan konusunda bir kaç
Doktora ve mezuniyet tezi yazlmakta, araútrmalar yaplmaktadr.
EDEBøYAT:
1. ̭ήΘϟ΍ ΕΎϐϟ ϥ΍ϮϳΩ, [Divɚnü Lugɚt-it-Türk]. Dar ül-Hilafet-i Aliye, Matbaa-yi Amire, 1915-1917.
R.Kilisli nɟúri.
2. Mitteltürkischer Wörtschatz nach Mahmud al-Kashgaris Divan Lugat at-Türk. BudapestLeipzig, 1928.
3. M.ùɚkir Ülkütɚúr. Büyük Türk Dilcisi Kɚú÷ɚrl Mɚhmut. Ankara, TDK, 1972, s.117-121.
4. Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi (Çeviren: Besim Atalay). Ankara, 1.cilt, 1939.; 2. cilt, 1940;
3. cilt, 1941; 4. cilt (dizin-endeks), 1943; Divanü Lugat-it-Türk. Tpkbasm. Ankara, 1941.
5. Maxmud Koú÷ariy. Devonu Lugotit-Türk (Türkiy Suzlar Devoni). Tarjimon va naúrga
tayerlovçi S.M.Mutallibov. Toúkent, Fan, 1. cilt, 1960; 2. cilt, 1961; 3. cilt, 1963; 4. cilt (dizin),
1967.
6. .ϰϧ΍ ϭΩ έϼϠϴΗ ϰϛήΗ - ̭ήΘϟ΍ ΕΎϐϟ ϥ΍ϮϳΩ ϯέ ϪϘη Ϫϗ ΕϮϤϫ Ϫϣ Mehmut Keúkeri. Türki Tillar Divan Divanü Lugat-it-Türk. Ürümçi, ùincang Xelik Neúriyiti, I tom, 1981; II tom, 1982; III tom,
1984.
7. Mahmut al-Kashgari. Compendium of the Turkic Dialects (Diwan Lugat at-Turk). Edited and
Translation with øntroduction and øndices by Robert Dankoff in collaboration with James Kelly.
Harvard, part I, 1982; part II, 1984; part III, 1985.
8. Maxmut Kaúkari. Türik Sözdigi (Diuani lügat-it-Türik). Almat kalas, XANT baspas, I tom,
1997; II tom, 1997; III tom, 1998.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
10
70
9. Tu Tszüe Yuy Datsdyan. ̭ήΘϟ΍ ΕΎϐϟ ϥ΍ϮϳΩ. [Divanü Lugat-it-Türk].Pekin, Milletler Neúriyat,
2002, I- II-III ciltler.
10. ΰΘΧ΍ ήθϧ ΰϳήΒΗ , ̭ήΘϟ΍ ΕΎϐϟ ϥ΍ϮϳΩ [Divanü Lugat-it-Türk]. Tebriz, Ahter Neúriyat, 2004.
11. Kaúgarl Mahmut. Divanü Lugati’t-Türk. Çeviri, Uyarlama, Düzenleme. Hazrlayanlar: Seçkin
Erdi, Serap Tu÷ba Yurteser. østanbul, Kabalc Yaynevi, 2005.
12. Mɚɯmud ɚl-Kɚúgɚri. Divɚn Lugɚt ɚt-Türk. Pɟrɟvɨd i prɟdislɨviɟ Z.-Ⱥ.M.Ⱥuezɨvɨy, indɟks
R.Ermɟrsɚ. Ⱥlmɚt: Dɚyk-Prɟss, 2005 [Kaúgarl Mahmut. Divanü Lugati’t-Türk. Çeviri ve
Sunuú Z.-A.M.Auezova, indeks R.Ermers].
13. Z.-Ⱥ.M.Ⱥuezɨvɚ. Prɟdislɨviɟ. Divɚn Lugɚt ɚt-Türk. Pɟrɟvɨd i prɟdislɨviɟ Z.-Ⱥ.M. Ⱥuezɨvɨy,
indɟks R.Ermɟrsɚ. Ⱥlmɚt: Dɚyk-Prɟss, 2005, s. 47 [Z.-A.M.Auezova. Sunuú].
14. Mahmud Kaúgari. Divanü lü÷at-it-türk. Tercüme eden ve neúre hazrlayan Ramiz Asker. Baku,
2006, Ozan Neúriyat, I cilt; II cilt; III cilt; IV cilt (indeks).
15. E.ø.Fazlov. Ob izdaniyax i izdatelyax ‘Divan’a Maxmuda Kaúgari [Kaúgarl Mahmud’un
Divan’nn Neúirleri ve Naúirleri Üzerine], Sovetskaya Tyurkologiya, 1972, No. 1, s. 143.
16. E.ø.Fazlov, a. g. m., s. 143; ayrca: Divanü Lugati’t-Türk Bilgi ùöleni Bildirileri. 7-8 Mays
1999, Ankara, s. 145.
17. DLT’nin Azerice çevirisinde biz Ke ve Ka (Q) ile baúlayan kelimeleri K ile vermiúiz. Çünkü
Latin esasl Azeri alfabesinde Q baúka bir harfi ve sesi ifade etmektedir.
18. Bkz: dipnot 17.
19. Emir Nadjip. øssledovaniya po østorii Tyurkskih Yazkov XI-XIV vv. [XI-XIV yy. Türk Dilleri
Tarihi Üzerine Araútrmalar], Moskova, Nauka, 1989, s. 36-37.
20. Drevnetyurkskiy Slovar. Leningrad, Nauka, 1969, s. 644-648.
21. Gerhard Doerfer. Maxmud Kaúgari: Argu, Halaç. Sovetskaya Tyurkologiya, 1987, No 1. S. 3744.
22. Mustafa S. Kaçalin, “Dîvânü Lugati’-Türk” mad. DøA, østanbul, 1994, cilt 9: c. 448.
23. H.Zeynelli. Seçilmiú Eserleri. Baku: Yazc, 1983, s. 127.
24. B.Çobanzade. O blizkom rodstve tyurkskih nareçiy. [Türk Lehçelerinin Yakn Akarabal÷
Üzerine]. I Vsesoyuzny Tyurkologiçeskiy S’ezd. 26 Fevralya – 5 Marta 1926, s. 96-102
25. B.Çobanzade, F.A÷azade. Türk Grameri. Baku: 1929, 201 s.
26. P.K.Juze. Thesaurus Linguarum Turkocum. øzvestiya Vostoçnogo Fakulteta Azerbaydjanskogo
Gosudarstvennogo Universiteta [Azerbaycan Devlet Üniversitesi ùark Fakültesi Haberleri]. I.
1926, s. 74-94; II. 1927, s. 27-35.
27. E.Abid. Hece Vezninin Tarihi. Maarif øúcisi Dergisi, 1927, No. 3, s. 50-55.
28. H.S.Hocayev. Divanü Lugat-it-Türk Mahmuda Kaúgarskogo. Trud Azerbaydjanskogo Filiala
AN SSSR, seriya lingvistiçeskaya [SSCB Bilimler Akademisi Azerbaycan ùubesinin Eserleri,
Dilcilik Serisi]. Baku: 1936, No. 31, s. 105-112.
29. Y.Z.ùirvani. Mahmut Koú÷ariy ve Uning Divonu Lugat-it-Türk Eseri. ùark Hakikati. Taúkent,
1947, No. 3 [Uygurca].
30. A.Cafer. øz istorii primineniya sravnitel’no-istoriçeskogo metoda k izuçeniyu tyurkskih
yazkov. Material I nauçnoy konferentsii vostokovedov [Türk Dillerinin Ö÷renilmesinde
Karúlaútrmal-Tarihi Yöntemin Uygulanú Tarihinden. ùarkiyatçlarn 1. ølmi Konferans
Materyelleri]. Taúkent, 1958, s. 856-862.
31. A.M.Demircizade. Sravnitel’ny metod lingvista XI veka Mahmuda Kaúgarskogo. øzvestiya AN
Azerb. SSR [XI yy. Dilcisi Kaúgarl Mahmud’un Karúlaútrmal Yöntemi. Azerbaycan SSC
Bilimler Akademisi Haberleri]. Baku: 1964, No. 4, s. 45-55.
32. E.M.Demircizade. Azerbaycan Edebi Dilinin Tarihi. I. Baku: Maarif, 1979, 268 s.; ayn yazar:
Kitab-i Dede Korkut Destanlarnn Dili. Baku: ølim, 1999, 140 s.
33. G.A.Bayramov. M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinde Türk Dillerinin Frazeoloji
Vahitleri. ADU’nun ølmi Eserleri, Dil ve Edebiyat Serisi. Baku: 1966, No. 5, s. 18-26.
34. Q. Kuliyev. O forme vnitel’nogo padeja sözin, tewesin v tekste Divanü Lugat-it-Türk M.
Kaúgari (M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinin Metninde sözin, tewesin Tipli
Kelimelerin -in Hali Biçimi Hakknda). ST, 1970, No. 4, s. 67-70.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
11
71
35. F.R.Zeynelov. M.Kaúgari ve Onun Divanü Lugat-it-Türk Eseri. ADU’nun ølmi Haberleri, Baku:
1971, No. 5, s. 18-26.
36. F.R.Zeynelov. Kadim Türk Yazl Abideleri. Baku: ADU neúri, 1980, 96 s.
37. F.R.Zeynelov. Türk Dillerinin Mukayeseli Grammatikas. I. Baku: 1974, 142 s.; ayn yazar: II.
1975, 131 s.; ayn yazar: Türkologiyann Esaslari. Baku: 1981, 348 s.
38. M.ù.ùiraliyev. Mahmuda Kaúgarskiy kak dialektolog (Diyalektolog Olarak Kaúgarl Mahmut).
ST, 1972, No. 1, s. 24-30.
39. V.ø.Aslanov. Divanü Lugat-it-Türk M.Kaúgari i azerbaydjanskiy yazk (M.Kaúgarinin Divanü
Lugat-it-Türk Eseri ve Azerbaycan Dili). ST, 1972, No. 1, s. 61-74.
40. C.ø.Caferov. Kadim Kençek Dili. Türk Dillerinin Tarihi ve Dialektologiyas Problemleri. Baku:
1986, s. 13-18; ayn yazar: M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinde Alnma Sözler. Türk
Dillerinin Leksik-Morfoloji Kuruluúu. Baku: 1981, s. 55-70; ayn yazar: Kadim Argu Dili.
Dilcilik Co÷rafyas, Tarihi Dialektoloji ve Türk Dillerinin Tarihi Problemleri. Baku: 1982: s.
79-84; ayn yazar: M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinde Alnma Sözler. Türk Dillerinin
Yazl Abidelerine Dair Tetkikler. Baku: 1985, s. 32-38.
41. E.Azizov. Azerbaycan Dilinde Kadim Dialektlerin øzleri (M.Kaúgari Divan’nn Materyelleri
Esasnda). Baku Üniversitesinin Haberleri, Humanitar ølimler Serisi. 1996, no. 1; ayn yazar:
M.Kaúgari Lugati ve XI Asrn Türk Dialektleri. Söz Hazinesi. Baku: Maarif. 1995. s. 88-93.
42. A.Tahirzade. Halit Sait Hocayev. ST, 1988, No. 3, s. 96-97.
43. A.ùamil. Halit Said’in Umumtürk Dilinin ve Kültürünün Korunmasnda Rolü. Uluslararas
Asya ve Kuzey Afrika Çalúmalar Kongresi øCANAS-38, 10-15 Eylul 2007, Ankara. Bildiri
Özetleri Kitab, s. 3-4; ayn yazar: Ömrünü Ortak Türk Kültürüne Adayan Adam. Yom (Türk
Dünyas Medeniyet Dergisi). 2007, say 6, s. 60-74; ayn yazar: Halit Sait. Filologiya
Araútrmalar Toplusu, 2003, say 19, s. 36-52.
44. P.Halilov. SSRø Halklar Edebiyati. II. Baku: Maarif, 1977, s. 10-12, s. 81-82; ayn yazar: Türk
Halklarnn ve ùarki Slavyanlarn Edebiyat. I. Baku: Maarif, 1994, s. 92-95.
45. E.Seferli, H.Yusufov. Kadim ve Orta Asrlar Azerbaycan Edebiyat. Baku: 1982, s. 24.
46. Qaúqarl Mahmut. Min Beú Yüz ølin O÷uz ùiiri (Antologiya). Tertipci, ön ve son sözlerin
müellifi Anar. Baku: 1999, s. 41-44.
47. N.Caferov. Türk Halklar Edebiyat. Baku: 2006, 1. cilt, s. 36-146.
48. A.Rahimov. Divanü Lugat-it-Türk i leksika azerbaydjanskogo yazka. Doktora tezi özeti, Baku:
1985, 26 s.
49. E.Cihangir. Kadim Türk Edebiyatnn Lenguistik Poetikas (M.Kaúgarinin Divanü Lugat-itTürk Eserindeki Bedii Numuneler Esasnda). Baku: ølim, 2001, 168 s.
50. A.Halil. M.Kaúgarinin Türk Dillerinin Divan Kitabnda Edebi Metinler. Baku: 2001, 182 s.
51. A.Halil. M.Kaúgarinin Kitab-i Divani Lugat-it-Türk Eserinde Paremioloji Vahitlerin StrukturSemantik Tahlili. Doktora tezi özeti, Baku: 2005, 30 s.
52. A.Halil. Eski Türk Savlarnn Semiotikas. Baku: Seda, 2006, 164 s.
53. Mahmud Qaúqarl. Azerbaycan Dili. X Snf [Lise 2]. Baku: 2005. s. 24.
54. R.Asker. Orta Asr Türk Yazl Abideleri. Türkologiya Kafedrasnn Magistr Pillesi øçin Fen
Programlar. Baku: Baku Üniversitesi Neúri, 2005, s. 145-152.
55. Mahmut Kaúgari. Divanü Lugat-it-Türk. Tercüme Eden ve Neúre Hazrlayan Ramiz Asker.
Baku: Ozan, 2006, I-II-III-IV ciltler.
56. Ⱥnar. Medeniyetimizin Büyük Bayram. Edebiyat Qazeti, 17.11.2006; ayn yazar: Ramiz
Asker’e Açk Mektup. 525’ci Qazet, 17.11.2006; ø.Abbasov. Türklü÷ün ùah Eseri Azerbaycan
Dilinde. Halk Qazeti, 24.11.2006; A.Nebiyev. Türkün Qzl Kitab. Azerbaycan Qazeti,
24.06.2007; P.Kuliyeva. Divanü Lugat-it-Türk Azerbaycan Dilinde. Azerbaycan’da Atatürk
Merkezinin Bülteni, Baku: AzAtaM, 2007, No. 4 (20), s. 27-30.
57. R.Asker. Mahmut Kaúgari’nin 1.000 øllik Yubileyine 1.000 Bibliografik Gösterici. Baku:
MBM, 2008, 96 s.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
72
AZERBAYCAN
Doğumun Yüzüncü Yılında
Mikail Müşfik
MEMMED İSMAİL
1988 yılında yeni yayın hayatına başlayacak
olan Azerbaycan Türkçesi ve Rusça yayınlanacak “Gençlik” ve “Molodost” dergilerine
genel yayın yönetmeni olarak atandım. Bu
görevden önce ben, Işık yayınevinin genel
müdürü idim. Bu göreve atanmayı kabul ettiğimde herkes şaşırmıştı. Yılda 250 kitabın
yayımlandığı bir yayınevinin genel müdürlüğü görevini bırakarak, yılda 12 kez gün yüzü
görecek, daha ofisi, matbaası olmayan bir
derginin kurucusu olmayı kabul etmek olacak
iş miydi? Ama hiç kimsenin içimden geçenlerden haberi yoktu. Bu dergilerin başında
olsam, belki de hayatımda ilk defa arzularımla imkânlarım örtüşecekti… Ve gerçekten de
öyle oldu. Bu dönemin, eninde sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküşüne vesile olacağını,
yalnız körler göremezdi. O zamanlar Moskova basınında öyle yazılar yayımlanıyordu ki…
Mihail Gorbaçov’un “yeniden kurma”, “perestroyka”, “açıklık” dönemi başlamıştı, yani
aslında anlayanlar için Sovyetler Birliği’nin
dağılması için düğmeye basılmıştı. Moskova
basınının yanı sıra Baltık ülkeleri de bu girişimden faydalanmaya çalışıyordu. Böyle bir
durumda ne yazık ki, Azerbaycan basını eski
kafayla yayın hayatına devam etmekte idi.
Doğrudur, bazı kıpırdanmalar da yok değildi.
Ama Azerbaycan’a bu yenilenme havası, henüz gelmemişti. İşte biz “Gençlik” dergisinde
gücümüzün yettiği ve sansürün imkân verdiği kadar hatta imkân vermediği kadarıyla bu
havayı oluşturmaya çalışıyorduk. Buna nail de
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
olmuştuk. Ama birçok tabu henüz yıkılmış değildi. Bu tabuları da, yasakları da kaldırmak
gerekiyordu. Tüm bunları göz önünde tutarak ve o zamanki Azerbaycan Milli Güvenlik
Bakanlığı’na (KGK’ye) bir dilekçe ile müracaat ettim. Amacım, KGB’nin gizli arşivlerine
ulaşıp kızıl terör döneminde, 110 bin Azerbaycan aydınının başına getirilenleri, gün
ışığına çıkarmak idi… Dilekçeme cevap çok
da gecikmedi. Milli Güvenlik Bakanlığı arşiv
müdürü, beni arayıp arşivde araştırma yapmama izin çıkmadığını söyledi. Ama söz arasında, onlara gelen sayısız dilekçe içinden,
yalnız bir Rus gazeteciye izin çıktığı haberini
de vermeyi unutmadı. Ben de öylesine, o an
aklımdan geçenleri ansızın söyleyiverdim:
Bu nasıl oluyor? dedim. Aydınlarımızı, Ruslar
ve Ermeniler öldürdü. Şimdi aydınlarımızı hatırlama ve onlara yas tutma zamanı geldi, hiç
olmazsa bize kızıl terör kurbanlarımız için ağlamaya imkân verin.
Adam, ansızın söylediklerim karşısında, ne
diyeceğini şaşırdı. Birkaç gün sonra bana yeniden bir telefon geldi. Telefondaki arşiv idaresinin müdürü idi.
-Ya, ben sizin telefonda bana söylediklerinizi
aynen bakana aktardım. Bakan sizin dediklerinizi duyunca, “Adam doğru diyor, bunu hiç
düşünmedik, arşivimizden yararlanması için
Mehmet Bey’e izin belgesi hazırlayın!” dedi.
Burada şunu da söyleyeyim ki, Azerbaycan’da
73
Sovyetler için çok büyük stratejik önem arz
eden bir bakanlığa, ilk defa bir Türk, Ziya
Yusufzâde getirilmişti. Belki de bakan bir
başka milletten olsaydı, ona böyle söz söylemeye ben de cesaret edemezdim. Böylece
ben, sadece uzaktan bakıldığında bile korku
ve dehşet uyandıran KGB’nin binasına girebildim. Çeşitli demir kapıları, demir parmaklıklı pencereleri gördüğümde içimden hangi
duyguların geçtiğini yazamayacağım. Yan
yana sıralı dizilmiş dosyalar… Allah bilir, bu
sayfalara hangi tanrı tanımazın eli dokunmuş.
Allah bilir bu dosyalar hazırlanırken, bu dosya sahipleri hangi eziyetlere maruz kalmıştı.
‘Troyka’, üçlük denilen bir tanrı tanımaz grup,
istedikleri zaman istedikleri adamı, mahkemesiz, hükümsüz ölüm yolculuğuna gönderebiliyordu. Bu nedenle, şimdi bana sunulan bu
dosyalar, o günlerin gerçeklerini nasıl yansıtıyor, diye düşündüm. Yansıtıyor mu? Kurşuna dizilen ya da Sibirya’ya geri dönmemek
üzere gönderilen bu talihsizlerin muhbirleri,
satanları kimlerdi? Bu dosyaların içinde onların isimleri muhafaza edilmiş midir? Ellerim
titreye titreye bu tozlanmış dosyaları karıştırıyorum. Beni daha çok kızıl terör kurbanlarının
dosyaları ilgilendiriyor. Masanın üzerine onlarca dosya konulmuş. Bunlardan birincisi, 28
yaşında tutuklanarak Sibirya’ya gönderilmiş,
nerede öldürüldüğü bilinmeyen, şair Mikail
Müşfik’in dosyasıydı. Kızıl terörü anımsatan kızıl ciltler, makineli tüfek kurşunları gibi birbirinin yanına dizilmiş. İlk ciltte gözüme çarpan
ilk şey Mikail Müşfik’in son hapishane fotoğrafları oluyor. Bu fotoğraflar, son yıllarda ders
kitaplarında, gazete ve dergilerde yer alan
ve şairin bahtiyar günlerini yansıtan fotoğraflar değil. Bu fotoğraflarda insanı çıldırtan,
şairin, talihsizliğini hıçkıran dehşetli bakışları
var. Böyle hüzünlü, böyle umutsuz bakış olur
mu? İlahi! Bu fotoğrafları gördükten sonra insanda şöyle bir kanaat hasıl oluyor: “Belki de
insan bir çift bakıştan ibarettir.” İnsan dünyaya gelir, yaşar çok şey görür. Dünyaya gelen
her insanın bir şeyler yaşamaya her zaman
imkânı oluyor mu? Zamansız ölen çocukların,
gençlerin gözüne hiç baktınız mı? Sanırsın ki,
bu gözler dünyada kıymetli ne var ise hepsini
göz bebeklerinde biriktirmek istiyor. Eh, bir
tek yalnızca çocuklar mı, gençler mi? Yüz ya-
şında da yer yüzündeki kayıp arzularını arayıp
bulamayan ihtiyarların kabristana dönük yorgun gözlerinde, ne kadar esef görmüşüzdür.
Bizim dünyaya gelişimize babamızdan, annemizden, bir de talihten başka kim katkıda
bulunmuş, dünyamızı değiştirmemize de kim
engel olabilir? Belki bundandır, bizim kendimizin dahli olmadan “kazandığımız”, “bulduğumuz” dünya hemen ilk bakışta nasıl bize
aziz ve yakın oluyor… Bu can da bu nefes
de bize geçici olarak, borç verilmiştir. Ama
“komşudan” aldığımız, bizim olmayan bu canı
kaybetmekten nasıl da korkuyoruz? Onu biz
mi kazanmışız ki yitirmekten bu kadar korkalım? Bu düşünceler, bende Mikail Müşfik’in
fotoğraflarına baktığımda uyandı. Elbette,
şimdi o zor dönemlerin uzakta kaldığı bir zamanda böyle “felsefi” düşüncelere dalmak,
kahramanlıktan konuşmak zor olmasa gerek.
Ama kahramanlık odur ki, kurşunun, derdin,
ölümün yegane hedefine çevrildiğinde özünü
yitirmeyesin, kendinin olmayan canı ruhundan
üstün tutmayasın. Asıl sanatkârların ölüm karşısında, ruhları bedenden oynuyor, ölüme ise
günahkar beden kalıyor. Şairin sanatkâr ruhu
ise, sağlığında eserlerine sindirilmiş enerji ve
kader yolculuğu; ak sayfalara sütle yazılmış,
sırlı hapishane yazıları gibi sonradan okunuyor, sonradan ölmezlik kazanıyor:
Ah, ben günden güne bu güzelleşen
Işıklı dünyadan nece el çekim?1
Bu yerle çarpışan, gökle elleşen2
Dosttan, aşinadan nece el çekim?
Bak, bu anlamda Mikail Müşfik’in “yerle çarpışan, gökle elleşen” dünyaya yapışıp kalmak,
kâmını ebediyen almak isteyen bakışları, her
birimizin aklında kalmış. Aslında o bakışlar
yâdımıza, onu görenlerin her birine yapışmış. Belki hapishanede, Müşfik’in bakışları
onun yegâne ışık noktası, çıkış yolu idi? Ülkeyi bürüyen kanlı otuzlu yılların faciası kara
yel gibi Azerbaycan aydınlarının da başlarına
çökmüştü. Ansızın kara bulut da böyle gelir,
deprem de. Bu da beşeri tufan idi. Ömrünün
daha yirmi dokuz yılını tamamlamayan Müş1 -Nasıl vazgeçeyim?
2 -Uğraşmak
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
74
fik, düştüğü yolun dönüşü olmadığını hissetmişti. Ona yapılan işkencelere kim tahammül
edebilirdi ki? Düştüğü karanlık dünyadan
ışıklı gelecek dünyalara çıkar yol kalmamıştı.
O, bu yolu meçhul bir fotoğrafçının makinesinin objektifinde buldu. Eh, fotoğrafçının umurunda mı, kimin fotoğrafını çekiyordu, neyi
niye çekiyordu? Onun görevi idi bu. Geldiği
yerin neresi olduğunun da bilincinde idi. Bilincinde olduğundan da bir an önce görevini sonlandırıp, insanların korkulu rüyası olan
bu izbeden bir an önce dışarıya, korkunun,
tehlikenin uzağına, hayata dönmek istiyordu.
Sadece verilen emri yerine getirirdi. Fotoğraf çekmeliydi vesselam, çekecekti ve çekilen
poz, tap edilecek, karanlıktan ışığa çıkacak,
şeklini alacaktı. Bu görünüş, bu dönülmez
yolun sahibinin fotoğrafı bir tanrısız dosyanın
içinde yatan bühtanların yegâne şahidi olacaktı. Nadasa bırakılmış toprak gibi zamanını,
talih sırasını bekleyecekti… Fotoğrafçı bütün
bu inceliklerin farkına varmasa da, yaptığı
işin sonucu bu olacaktı. Ama Müşfik biliyordu ki, meçhul fotoğrafçının makinesinin tek
“gözü” belki de kaderin gönderdiği üçüncü
gözdür. O, yalnız bu tek gözün yardımıyla
dertli, sitemli dünyanın sabahına ruhen de
olsa ulaşabilir. Böylece de varlığının bütün
dehşetleri, iki gözünde yüze yansımıştı. Şairin sadece iki ay evvel çekilmiş fotoğrafıyla bu
hapishane fotoğrafını karşılaştırırsak, ayrı ayrı
adamların fotoğrafına rastlaşmış oluruz. İlahi,
insanın içinde ne dehşetli azap ve işkence
olurmuş. Bu azap volkan lavları gibi zamanı
gelince, yüze çıkarak görünüş kazanıyormuş;
M. Müşfik’in fotoğrafı gibi. O yıllarda haksız
yere, yargısız infaza kurban edilen aydınlarımızın kaderi nasıl da birbirine benziyor. Beni
bu satırları yazmaya iten de hiç kuşkusuz bu
hapishane fotoğrafı oldu.
Arşivde muhafaza olunan, acı kader yaprakları gibi sararmış dosyalara bakmak imkânı şüphesiz o günlerin realitesi idi. En azından uyutulmuş toplum kendi tarihi ile yüz yüze gelip
de uyanmalıdır. Gamını muhafaza edemeyen
topluluklar zaman içinde çok defa hüsrana
uğradı. Muhafaza edebiliyor mu gamını halk?
O halk ki, otuzlu yıllarda başına bin bir oyunlar getirildi. Halkımızın tarihî geçmişi, özellikle
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
baskı devri ve Azerbaycan aydınlarının bütün
bir neslinin kırılmasına sebep olan adamlarla
ilgili, birbirinden farklı sorular meydana çıkıyor, fikirler söyleniyor. Pişirilmiş bir kazan sütten yalnız bir kez kaymak almak mümkündür.
Biçare Azerbaycan toplumu, bir asırda üç
kez aydınları katledildi, kafası koparıldı. Ama
düşmanı ve zamanı kahredercesine yine kurumuş kütüğünden filizlenmeye başladı..
Öncelikle okuyuculara iki meseleyi açıklamak
isterdim. Birincisi, 37. 38. yıllarda tutuklanan
bütün adamlar ipe sapa gelmeyen bir meselede suçlu bulunmuşlar. Güya Azerbaycan’da
gizli teşkilat faaliyet gösteriyor, bu teşkilatın
gerek Azerbaycan’da gerekse de sınır dışında
ağları, komiteleri varmış. Teşkilatın maksadı
tüm parçalanmış Azerbaycan topraklarını birleştirip, SSCB’den ayrılarak, burjuvaziye bağlı, bağımsız Azerbaycan devleti kurmakmış...
Amaç belli idi. Medeniyetin, kültürün, bir sözle, hayatın çok muhtelif sahalarında olgunlaşmış milli kadroların daha beşikte iken kökünü
kesmek, halkın inkişaf maratonunu durdurup halkı kör koymak. Stalin’in, Beriya’nın,
Bağırov’un bu aydınlarla eskiden kalma hesabı vardı. Bu meselenin bir tarafı. Okuyucuları
ilgilendiren bir soruya da önceden cevap vermek isterdim. Onları, “1937 yılı kurbanları”yla
yüzleştirilmiş adamların adları, şahsiyetleri,
kimliği çok ilgilendiriyor. Trajik olan şudur ki,
şurada da köhne, işlenmiş biç yöntemlerden
istifade olunmuştur. Bir kişi ceza evine atılmış,
zorla yüz kişiyle yüzleştirilmiştir. Böylelikle, bu
şer oyununda iştirak edenlerin hiçbiri, sonunda ayakta kalamamıştır. Günahsız yere tutuklanarak öldürülenlere iftira atanların ve daha
sonra bu adamları mahkeme edenlerin de akıbeti çok kötü olmuştur. Tarihi kurbanları, tarih
kendi mahkeme etti ve bağışladı, adalet geçte
olsa yerini buldu. Şunu da belirtelim, 193738 yıl kurbanları gerçekten de o ağır yılların
dönmez kahramanları olarak tarihe geçtiler.
Kendisinden bahsettiğimiz Mikail Müşfik gibi.
Arşivde Müşfik’le ilgili dosya şöyle adlandırılmıştır: Mahpus No: 1109 Mikail Müşfik!
Müşfik’in sonunu hazırlayan birinci neden,
onun şiirlerine işlemiş olan Türklük sevdasıdır.
19. Asrın başlarında Çarlık Rusyasının çökü-
75
şünün başladığı dönemlerde, Anadolu Türkleri ile Azerbaycan Türkleri arasında, bir ara
zaafa uğramış kültürel alâkalar yeniden gelişmeye başlamıştı. Anadolu’dan Azerbaycan’a,
Azerbaycan’dan Anadolu’ya gidiş gelişler
hız kazanmıştı. Hatta o dönemin Azerbaycan
aydınları, ortak Türkçe oluşturma çabasına
girişmişlerdi. Ali bey Hüseyinzâde Turanın
önderliğinde yayınlanan “Füyuzat Dergisi”
bu düşünceyi savunuyordu. Mikail Müşfik de
üstatları Hüseyin Cavit ve Ahmet Cevat gibi
İstanbul ağzını şiirlerinde sık sık kullanıyordu.
Kuytu, pek, arar, durursun, bakarsın, böyle,
söylüyorum, coşuyor, gülüyor, şu, dün, şimdi, türlü, işte, boralamak, lisan, yavrum, türkü, mutlu, sarkık beklemek, dargın, derken,
evet, vakit, ilerde, omuz (umzumuza), sokak,
fecir, çalıyor, alıyor, çağlıyor, aşkın, çınlatan,
çınlar, ufak, çığlık, vapur, raylar, eş, derdi,
tren, sakın, sırtına, akın, özler vb. kelimeleri
o zamanki Azerbaycan Türkçesi sözlüğünde
ve öteki Azerbaycan şairlerinin eserlerinde
bulmak imkânsızdır. İlk önce Türklük sevdası
yönünden, sonra da müthiş yeteneğinden dolayı Müşfik sanat arkadaşlarından seçiliyordu.
Bu da ona karşı gıpta hissini uyandırıyordu.
19. Yüzyıl Azerbaycan şiirinin önde gelen
temsilcisi Samed Vurgun’un Müşfik’e şaka da
olsa dediği sözlerde gizli bir gıpta da vardı:
-Müşfik, iki deha şaire bir memleket dar gelir,
derdi. Hatta şöyle bir efsane de dolaşmaktadır ki Samed Vurgun, sonraları dillerde gezen
ezberlenen dörtlüğünü Müşfik için yazmış,
Müşfik Sibirya’ya sürüldükten sonra onun adını çıkarmış, yerine Lenin adını koymuştu:
Bakarım Müşfik’in kitaplarına
Desteden geri de kalmamak için..
Müşfik’in sanatkâr büyüklüğü çağdaşlarından
farklı olarak ne klasik aruz havalı Doğu şiirini
tekrarladı ne de hecenin folklor havasını. O,
ananevi Azerbaycan şiirine anane dışı yeni
bir ahenk getirdi. Öyle ahenk ve yenilikler ki,
o dönem Azerbaycan şiiri için beklenmez bir
gelişim olacaktı. Vur tut 28 yaş! Böyle bakıldığında 28 yaş zaman kervanında bir an gibidir.
Ama Müşfik bu bir âna bir dünya sığdırdı:
Şaire ilhamdan maya gerektir
Anasız çocuğa daya gerektir.
Şairim söylüyor yerinden duran
Adamın yüzünde haya gerektir
Bazen onun eserlerinde ki, mana tutuna, ifade yeniliğine baktığında onun bir yer adamı
olduğuna inanmak çetin olur. Adama öyle geliyor ki, o uzaydan yer üzerine indirilmiş bir
sanat elçisi idi belki?!
Dinle, kalbimde, Süleyman Rüstem,
Sana dair küçücük bir nağmem,
Küçücük dağ gibi bir dalgam var,
Bir denizdir ki, o dalgam çağlar…
Hadi, Rüstem, çıkalım gel yarışa,
Çıkalım mevzu için aktarışa!
Aleme velvele salmak lazım,
Kuruluş şairi olmak lazım!
Çapar atlar gibi çapmakta hayat,
Bize geçmekte bu devran, heyhat…
Yatarak uykuya dalsan bir de,
Bizi varlık koyacaktır geride..
Şair dostu Süleyman Rüstem’e yazdığı şiirde
“Kuruluş şairi olmak lazım” dese de kuruluş
şairi olmadı M. Müşfik. Kuruluşun kendisi
buna imkân bırakmadı, onu ödünlendirmek
yerine Sibirya’ya sürgüne, ölüme gönderdi.
Belki de tek suçu yetenekli olması idi. Aradan
bunca zaman geçtikten, köprüler altından
çok sular aktıktan sonra ortaya şöyle bir soru
çıkabilir: Zamansız ölüm mü? Yoksa “Kuruluş
şairi” olup da uzun yaşamak mı serfelidir? Bu
sorunun cevabı kuruluş şairi olup bu vesileyle
ödüller, madalyalar kazanan rahmetli sekseni
çoktan geride bırakmış Süleyman Rüstem’le
olan sohbetimizde saklıdır. Bir tesadüfü görüşmemizde keyfini sordum.
-Nasıl olayım, dedi, bir ihtiyarın durumu nasıl
olabilirse öyleyim. Keşke ben de Müşfik yaşında ya da en azından Samed Vurgun gibi 50
yaşında dünyamı değişeydim. Bu kadar fazla
yaşadım da ne oldu?
Galiba sanatkârın büyüklüğü, yaşının değil,
sanatının büyüklüğündedir.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
76
BOSNA HERSEK
Dubrovnik
HACER ÖZTÜRK
Saraybosna’da Yugoslavya’dan kalma bir gelenek olarak kutlanan Emek Bayramı tatilini
Dubrovnik’te değerlendirmeye karar verdik.
Son zamanlarda doğal güzellikleriyle adını sıkça duyduğumuz bu tatil şehrine, Sarajevo’nun
yağmur serinliğini taşıyan bir sabahında çıktık.
Sarajevo’nun Karadeniz’i andıran yeşil dağlarındaki çamlarını ve henüz yeni çiçeğe durmuş
elma ağaçlarını terk ederken, Mostar’da yol
boyu kızararak iklim farklılığına şahitlik eden
kiraz ağaçlarıyla karşılandık. Sarajevo’nun haziranını Mostar’ın mayısında bulmuştuk. Güneye iki saatlik bir yolculukla bir aylık ilerleme…
Mostar’ın içine girmeden Neretva nehrinin
rehberliğinde yolumuza devam ettik. Sınır kapısına yaklaştığımızda araçların yavaşlamasına
karşın ben seyrettiğim manzaranın cazibesiyle
beklemekten muzdarip değildim. Gümüş akçeler gibi yanardöner yapraklarını şıkırdatan
akçakavakların parlaklığı, akasyaların üzüm
salkımlarını andıran hoş rayihalı çiçekleri, söğütlerin masum çehrelerini nehre salmaları,
çamların dökülmeyen yapraklarını koyu yeşilden açık yeşile doğru tazelemesi ve Neretva
nehrinin bin bir tondaki tüm bu güzellikleri
omuzlayarak sürüklemesi…
Hırvatistan tarafına geçtikten bir süre sonra,
dağ yamaçlarının dar yollarında, bir kamyonun ardındaki araç zincirinin halkası olarak
ağır ağır ilerlerken, Akdeniz’i birden karşımızda bulduk. İrili ufaklı ada ve adacıklarıyla
Akdeniz’in benekli bir ebru teknesini andırdığı
Dalmaçya kıyılarına gelmiştik. Bu kıyılar, bu
görüntüsüyle siyah benekli o ünlü köpeklere
de ad olmuş. Manzara görüldüğünde bu teşbihin yerinde olduğuna hak vermemek mümkün değil.
Yaklaşık on beş dakika sonunda tekrar Bosna sınırına geldik. Bu küçük kıyı, Bosna’nın
Akdeniz’den bir yudum nefes almasının sağlaKardeş Kalemler Ağustos 2008
ması için lütfedilmiş(!) bir sus payı gibi göründü bana. Çünkü yirmi kilometre sonunda yine
Hırvatistan sınırındaydık. Ardı ardına gelen
bu sınırlardaki kontroller, çok sıkı olmadığından çabuk ilerledik. Sınırdan sonra Akdeniz’in
yoldaşlığıyla epey yol alarak denizi kanıksadığımız, adalarını sayamaz hale geldiğimiz bir
zamanda Tudjman köprüsünün ardında belirdi Dubrovnik. Bu asma köprü, Bosna’da etnik
temizlik yaptığı için savaş suçlusu sayılan ilk
Hırvat cumhurbaşkanının adını taşımakta.
Dubrovnik, yeşilliklerle kaplı ‘yeni şehir’den
ve surlarla çevrili ‘eski şehir’den meydana
geliyor. Yeni şehirdeki evler, çocukken mimar
olma hevesiyle küp şekerleri üst üste dizerek
yaptığımız evleri andırıyor. O derece beyaz ve
düzgün… Eski şehirdeki kadar olmasa da, bu
evler de yine planlı bir şekilde dağılmış. Dalında bir yıl öncesine ait meyveleriyle yeni açmış
çiçeklerini bir arada barındıran mandalinalar;
yenidünya, nar ve limon ağaçlarıyla birlikte
şehrin kokusunu ve atmosferini daha da güzelleştirmiş.
Asıl tarihi yer, adından da anlaşılacağı gibi,
surlarla ihatalanmış eski şehir… Belki de bu
surlar sayesinde tarihini, kültürünü hiçbir taviz vermeden korumuş bir yer. Dubrovnik, eski
77
adıyla Raguzo, XIV. yy.da Osmanlı hâkimiyetini
kabul etmiş. Ancak Osmanlı’nın müsaadesiyle
özerk bir cumhuriyet olarak yaşamaya devam
etmiş. Bu hâkimiyet, onların Osmanlı korumasında Doğu’dan Batı’ya geniş bir pazar imkânı
bulmalarını sağlamış. Öyle ki Osmanlı’nın yükselme dönemi sayılan XVI. yy Raguzo için de en
parlak yıllar olmuş. Bu gün hala Dubrovnik’in
gelişimine Türkler tarafından katkı sağlanıyor;
zira en önemli otelinin ve lokantasının işletmecisi Türk…
Şehrin girişindeki kale kapısında, elindeki mızrak ve bayraklarının rengini taşıyan geleneksel kıyafetleriyle iki asker karşılar sizi. Yüksek
surların heybetini seyrederek ilerlerken on iki
hayvan başıyla çevrilmiş gözleri ve şadırvanı
andıran yapısıyla Onofrio Çeşmesi’ni görürsünüz. Aslan, balık, koyun gibi hayvan başlarıyla
çevrili bu çeşmenin, şehrin hemen girişine yapılmasının bir anlamı varmış. Salgın hastalıkların çok olduğu dönemlerde dışardan şehre
gelen insanlar, bu çeşmede yıkandıktan sonra
şehre alınırlarmış. Hırvatlar gerçekten temiz
insanlar. Evlerinden sokaklarına, limanlarından denizlerine her şeyi temiz tutmaya özen
gösteriyorlar. Çeşmeler de bunun göstergesi
sanki. Onofrio’nun dışında yine insan ve balık
figürleriyle süslü pek çok çeşme Dubrovnik’in
sıcak havasında insanları serinletmek için halen akmaya devam ediyor. Bu yönüyle, adım
başı karşımıza çıkan çeşmeleriyle Anadolu şehirlerini andırıyor.
Yine Dubrovnik’e girince en çok dikkat çeken
unsur ki bu amaçla yapılmış, şehrin tepesine
dikilmiş olan büyük haç. Hırvatlar dinlerine
bağlı insanlar. Eski şehri oluşturan pek çok kilise, manastır ve katedral de bunun işaretçisi.
Ayrıca Müslüman nüfusu olmayan bu şehirde
pek çok rahibe ve rahip, turistlere şehri ve
kültürü tanıtmak için, kilise dışında da görev
yapıyor. Hıristiyanların pek çoğu burayı turistik
amaçla değil, büyük bir kutsiyetle dolaşıyorlar.
Mesela orta yaş üstü kadınların kiliseye girerken üzerlerine bir örtü almaları ve uzun uzun
dua etmeleri dikkatimi çekti.
Eski şehirde binalar bir iki metrelik aralıklarla
öyle düzgün bir şekilde inşa edilmiş ki, surlardan bakıldığında şehri, iyi bir mimarın maketine benzetmek işten bile değil. Binalar muvazin
beyaz taşlarla örülmüş ve hemen hepsi koyu
yeşil panjurlarla renklendirilmiş. Unesco’nun
dünya miras listesine aldığı eski şehir, 1991
yılında Sırplar tarafından bombalanmış. Savaştan sonra Unesco tarafından aslına uygun
bir şekilde onarım gören binalar, daha kırmızı
ve parlak çatılarıyla hemen fark ediliyor. Eski
şehir, halkının özgürlük sembolü olan Orlando Kolonu’yla, saat kulesiyle, gösterişli yönetici sarayıyla, işlemeli sütunlarla ve pervazlarla
çevrelenmiş görkemli katedraliyle, halen hizmet vermekte olan Avrupa’nın ilk eczanesi sayılan Ljekarna’sıyla surlarla çevrili bir müzeyi
andırmaktadır.
Tarihe gömüldüğünüz bu şehrin taş binalarının ardından deniz havasını doyasıya hissetmek ve yeşilliğin tadına varmak için şehir limanından teknelerle adalara yolculuk yapabilirsiniz. Tipik bitki örtüleri ve tarihi kalıntılarıyla
Lopud, Kolocep ve ‘ada içinde ada’sı bulunan
Mljet… Dubrovnik limanından yaklaşık on dakikalık bir tekne yolculuğuyla ulaşabileceğiniz
‘ekşi meyve’ anlamındaki Lokrum Adası, adına
uygun bir şekilde çeşit çeşit meyve ağaçları,
kaktüsler ve çamlarla kaplı huzur verici bir yer.
Özellikle parlak koyu yaprakları, taç gibi beyaz
çiçekleri, portakal kokusuyla adanın büyük bir
kısmını kaplamış olan Pitosporum ağaçlarına
hayran kaldık. Kumsalı olmamasına rağmen
denizinin temizliği ve türkuazdan maviye dönen berraklığı insanı suya âşık etmeye yetiyor.
Ayrıca adada, kanatlarındaki onlarca güzel
gözüyle sizi seyrediyormuş vehmine düşüren o
esrarengiz hayvanları, tavus kuşlarını, bir tavuk
evcilliğinde dolaşırken bulabilirsiniz.
‘Avrupa’nın yeni incisi’ olarak tanımlanan Dubrovnik, surlarının arasında yüzlerce yıllık tarihi
yapıları ve eşsiz doğal güzellikleri bir arada
bulunduran nadide bir sadef gibi Akdeniz sahilinde bekliyor.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
78
Gerçek Öğrenilmeli,
Değerler Korunmalı
FERİT MUHİÇ
Saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler,
Sevgili dostlar, kardeş kalemler!
Her şeref insanı yüce bir sorumlulukla bağlıyor, en büyük şeref ise en büyük gönül borcu
oluyor!
Hiçbir zaman bir konuşma metni yazmada
bu kadar çok zorlanmadım! Çünkü mütevazı
şiirlerimin o kadar görkemli, tarihî, güçlü ve
zengin olan Türkçeye çevrilmesi kadar bana
şeref veren hiçbir değer olmadı. Eğer dillerin
Allah’ın armağanı olduğu doğruysa, o zaman
Türk dili, bütün dillerin oluşturduğu taçta en
değerli bayraktır.
Benim en derin ve en samimi gönül borcum,
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
beni kelimesiz bırakıyor. Yazmanın sosyal niteliğine duyduğum saygı, tabii ki beni bir şeyler
söylemeye mecbur kılıyor. İnsanız; insanlar ise
toplumda kendilerini gerçekleştiren varlıklardır. “Tek başına kalabilen, ya canavardır ya da
Tanrı.” demişti Aristo. Ne olduğunu anlamak
için, insan, diğer insanlara muhtaçtır. Ve insan
hiçbir şeyi, insanlarla; dili, onun harika büyüsünü ve masalını paylaştığı kadar paylaşmaz.
Saygıdeğer konuklar! İzin verirseniz, sizinle bir hatırayı paylaşmak istiyorum. Bir gün,
çoban arkadaşımın mandırasında bir kurt
bulduk. Henüz bir yıllık bir kurt yavrusuydu.
Mandıradaki koyunların kokusu onu çekmiş;
fakat kapı, kapalı olduğu için, içeri girememişti. Bunun üzerine dama çıkmış ve oradaki
79
çürük bir tahtaya basınca da mandıranın içine
düşmüştü. Biz gördüğümüzde, on dört çoban
köpeğiyle kuşatılmış, köşede dimdik duruyordu. Köpekler, havlayıp üstüne gider gibi yapıyorlardı ama hiç biri ona fazla yaklaşmıyordu.
Çoban, hayretim karşısında, bunların Akbaş
adlı köpeği beklediklerini söyledi.
Akbaş, mandıraya girince genç kurt bir an
damdaki boşluğa baktı. Girdiği, fakat sağ
geri dönemeyeceği boşluktan, gözleriyle
göğü süzdü. . Akbaş, yıldırım gibi hücum etti;
onun ardından diğer köpekler de… Her şey
bir anda bitmişti.
Dönüşte, araba sürerken göğe bakınca bir
yerde bulutlar açıldı. Gökteki o boşluk, genç
kurdun düştüğü damdaki boşluğa benziyordu. Bence her insan o genç kurt gibi... Hepimiz, bir gök damından hayat denilen ve çıkışı
olmayan bu acayip mandıraya düştük. Bunu
çok az sayıda insan -genellikle fikri, duygusu
ve inancı olan insan- ve kimi kalem sahipleri
biliyor.
Volfang Von Gothe’nin şu sözü, “Dünya
Mandırası”ndaki kaderimizi hatırlatıyor: “Hanımefendi ve beyefendiler! Bu hayat, bizim
canlarımız için fazlasıyla kısa!”
Bu bilinç, bu algılama, bu fark ediş, insan tarihinin psikolojik değişmezliğidir. Gönül; önüne, ulu amaçlar koyup büyük görevler tasarladığında hayat, çok daha kısalıyor. Bugün neredeyiz? Bugün canlarımız için hayat, yeteri
kadar uzun oldu mu? Bugünkü çözeceğimiz
meseleler ile dünküler ya da on yıl, yüz yıl, bin
yıl önce insanın önüne koyduğu hayat anlayışı ve dünyevî sorunlar arasında, fark var mı?
Bunun cevabı, bugüne kadar neler yapıldığına bağlıdır. Bizim artık çözme gereği duymayacağımız, gerçek anlamda insana layık bir
tek çözümümüz var mı? Olsaydı, herhangi bir
geçmiş nesle kıyasen, vazifemiz ve hayatımız
bugün daha kolay olacaktı.
Oysa böyle bir çözüm yok. Kim hayatı o kadar
iyi anlamış, onu o kadar kusursuz düzenlemiş
ki diğerlerinin artık yaşamaya gereği kalmasın? Herhangi bir tahsil, dünyanın kaydettiği
bilimsel gelişmeler, o kadar kesin ve doğru
bilgiye ulaşabilir mi ki gerçeği aramak, faz-
lalık olsun? O kadar mükemmel ve kuvvetli
seven var mı ki artık sevgi ona gereksiz olsun? En çok seven, en güçlü, en akıllı, en iyi
olanlar arasında bile başkasının yerine bir
şey öğrenebilen, bir günahı affeden tek bir
insan var mı? Yeniden ve yeniden, her yeni
nesil, her insan, aynı ebedî meselelerle karşılaşıyor. Çünkü sadece her nesil ve her birey,
en önemli çözümleri kendisi yapabilir ve yapmalı. Onların içeriği insanı yansıtır; konusu,
tarihsel felsefede ve dinde birikir, edebiyatta
ise sanatkârâne söyleme ve forma dönüşür.
Saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler!
Dünyadaki medeniyet, bilim ve kültürün gerçek direklerinin, dünya topografyası Balkan
Yarımadası ve Asya kıtasında dikildiğini sizlere hatırlatmaya kendimde cesaret buluyorum!
Biz, Balkan’ın, Rumeli’nin ve uçsuz bucaksız
Asya’nın yazarları, dünyadaki en uzun kültürün ve manevî geleneğin mirasçılarıyız. Bütün
dinler, Asya’dan kaynaklanmış; bütün rûhiyat
ve mâneviyat sistemleri, Asya’da oluşmuştur.
Batının ilk felsefe, bilim, siyaset ve demokrasisinin şekillenmesi de Balkan’ın yüreğinde
gerçekleşmiştir. Bu gerçeği, sadece bizim
bilmemiz yetmez; bilhassa bugünkü dünyaya
daha çok ve sürekli olarak hatırlatmalıyız. Bu,
her zamandan daha çok, bugün için gerekiyor! Çağdaş dünya kültürünün büyük gerçeklerinin ve değerlerinin arınması, yeni bir dile
dönüşerek insan mutluluğu için kullanılması
bakımından Türkiye’nin bölge, tarih, devlet
olarak rolü, dünyanın herhangi bir başka devletinden belki daha önemlidir.
İlk kez, insanın bu dünyadaki temel ve kutsal işlevi, Türkiye’nin bağrında şekillenmiştir.
Genç kurt, et ararken mandıranın içine düştü. Birçok insan, “Neler kapıp yerim?” diye,
dünyada, mandıradaki kurt gibi dolanıyor.
Oysa hiç kimse, buradan bir şey götüremez.
Bunu iyi algılayan Yunus Emre, “Bu dünya
kimseye kalmaz!” demiş ve “Mal sahibi, mülk
sahibi, hani bunun ilk sahibi?” diye sormuştur. Mevlâna’ya göre “Zenginlik deniz, gönül
gemidir; suyun gemiye işlemesine izin verilmemelidir.” Nasıl bir dünyada yaşadığımız
hepimiz için birdir: Bu kaderden kurtuluş
yok. Büyük ve temiz ya da küçük ve çamurlu
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
80
mandıralar arasında fark yok! Buradan hiçbir
şey çıkarılamaz. Post kurtulamaz, fakat en ulu
gerçek öğrenilebilir! Farkı biz yapıyoruz. Bu,
insanın dramı… Dram belli; gerçek öğrenilmeli, değerler korunmalı ve saygıyla karşılanmalı! Bu değerler, binlerce yıl atalarımıza yol
gösteren ve bizi burada bir araya getiren aynı
değerlerdir. Bu toplantının ulu amaçları için
dünyada bu yerden daha iyi ve daha uygun
bir yer, yoktur! Bu değerler olmadığı takdirde, her bilim, medenî bir aptallıktır. Değerleri
felsefe, din ve edebiyatla arıyoruz. Ve onlar,
bizim ve dünya masalımızın bölümleri değil,
onların temeli ve şartıdır. Hayat, kısadır. Her
hayat, o genç kurdun hayatı gibi uzun görünse de, kısadır. Her insan, ne kadar uzun
yaşarsa yaşasın, sadece eti düşündüğünde,
o genç kurt gibi kalır. İnsanın insan olması,
kendi hayatıyla en ulu insancıl değerleri koruyup yaşatmasına bağlıdır. Bu değerlerde ise
felsefe, duygu ve inanç vardır. Onların ortak
paydası ise edebiyattır.
Ömer Hayyam, bir rubaisinde şöyle der:
“Kendi ellerimle hikmetin tohumunu ektim /
kendi terimle büyüttüm / topladığım hikmetin
büyük hasatı bana bildirdi / su gibi geliyorum,
rüzgâr gibi gidiyorum!”
Topladığımız hikmetimizi götürmesin diye, su
nasıl durdurulsun, rüzgâr nasıl dindirilsin?
Zamanın başlangıcında olduğu gibi, bugün
de bu, felsefenin bütün sorularına sorulmuş
bir sorudur. Ve bu soruyu soran biziz. Kıtaları
birbirine karşıt ve bölünmüş dünya gibi değil,
birbirine bağlı ve birleşmiş dünya gibi görenleriz. Medeniyetlerin çarpışması, medenî
Avrupa ve geri kalmış Asya temaları üzerine
değil; kaynağın ve susuzluğun, hikmetli öğretmenin ve akıllı öğrencinin kucaklaştığı Avrasya yeri için konuşanlarız.
Ve bu sebeple, burada, bu topraklarda, insanların ilk önce ve en çok insan, sonra bu ya
da diğer dine ait oldukları hakkında sonsuz
ve şartsız aydınlanma yaşandı. Aydınlanma
devrinin bir temsilcisinin sözleri “Mecburen
insanım, tesadüfen Fransızım”dır. Aslında bu
söz, çok eskiden Mevlânâ tarafından söylenen
mesajın yansımasıdır. Mevlânâ’ya göre: “Sevginin ulus’u / diğerlerinden farklıdır / seven,
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
Tanrı ulus’una ve dine aittir / sevginin sebepleri diğer sebeplerden daha ulu ve farklıdır /
Sevgi Tanrı gizemlerinin yolculuğunda yıldızlı
yol işaretidir.”
Saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler,
kardeş kalemler!
Düzyazıda, seçilmiş kelimelerin en iyi biçimde
sıralanmış olduğunu; şiirde ise, en iyi ve güzel
kelimelerin en iyi ve güzel sırayla söylenmiş
olduğunu, herkesten daha çok, siz bilirsiniz.
Bu, her edebiyatın özüdür. Yazarlar, denizciler gibi, gemi demirlerini balçıklı, bulanık
diplere değil, gök kubbesinin aydınlık yüksekliklerine atarlar.
Bu sebeple, her zaman olduğu gibi, bugün
de insan, ilk insanın içinde bulunduğu durumdadır. Bu, genç kurdun başına gelen durumdur. Yazarlar, sadece deriyi kurtarmanın
değil, değerleri korumanın da kendi görevleri
olduğunu biliyorlar. En azından bunun daha
çok farkındalar. Sadece onların eserleriyle
hikmet, en kuvvetli su baskınına dayanır; sadece onların kelimeleriyle hikmetin kökleri,
insanlığın toprağına -hiçbir fırtına onları oradan sökemeyecek kadar kuvvetle- bağlanır.
O hikmet ise, “gerçek göstereni”yle “Sevgi
göstereni”nin birliğidir. Bu birlik “Tanrı” kelimesinin anlamdaşıdır. Yazarlar, bugün gerçeğin ve hikmetin yayılmasından sorumludurlar. Çünkü bütün değerlerimizin temeli olan
“gerçek” ve “sevgi”, o iki tanrısal sıfat, onları
anlamamız ve korumamız için verilmiştir.
Burada, Ankara’da, tarihin bütün kuvvetlerinin birleştiği çekim noktasında, bu değerler,
kendi evindedir! En iyi “gerçek” ve “sevgi” kelimelerini seçip, onlarla ilgili en iyi ve en güzel sıralamayı yapmak için kendime hürriyet
tanıdım. Çünkü onların burada herhangi bir
başka yerden daha iyi telâffuz edilip anlaşılacağını biliyordum. Ve sadece bu kelimeleri
en iyi duyup anlayan insanların bulunduğu
yer de “Zirve”dir ve sadece orası, Ankara’dır.
Ve sadece bu zaman ve bu yerde, hanımefendi ve beyefendiler, bu hayat bizim canımız
için yeterli uzunluktadır.
31 Mayıs 2008 Ankara
81
Zirve Kitabı
MARİYA LEONTİÇ
Öncelikle, Ferid Bey’in “ZİRVE” adlı kitabın
hazırlanmasını, yayımını, tanıtımını örgütleyen sayın Hüseyin Özbay’a, Ali Akbaş’a ve Yakup Deliömeroğlu’na ve bu kitabı çok kısa zamanda yayınlayan Avrasya Yazarlar Birliği’ne
gönülden teşekkür etmek istiyorum. Bu kitap,
benim çeviri işimde dönüşüm noktası olup,
hazırladığım diğer kitaplara örnek oldu.
Başlangıçta, Üsküp Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümün’de ana dili Türkçe olmayan öğrencilere alıştırmaları gerçekleştirirken çeviri ile
ihtiyaç olarak karşılaştım. Alıştırmalarda gramer birimlerini işlerken dersleri biraz daha ilginç kılmak için Türk edebiyatından gençlere
ilginç şiir örnekleri seçip onları Makedonca’ya
çeviriyordum. Sonra bu şiirleri çoğaltıp birkaç şiir kitabı hazırladım. Bu, bir taraftan ders
için ihtiyaç ve zevk meselesi, öbür taraftan ise
dili anlamak ve öğrenmek için ilginç bir yol
oldu. Bu alıştırmaları böyle gerçekleştirirken,
sayın Hüseyin Özbay çalıştığım Üsküp Filoloji
Fakültesi’ne okutman olarak geldi. Onun gelişi
benim gelişmemde dönüşüm noktası oldu. O
zamana kadar içgüdüye dayanarak kendime
bir gelişme yolu arıyordum, fakat Hüseyin Bey
çok çabuk ilgimi ve yeteneklerimi tespit edip
gelişme imkanlarımı açıklamıştı. Üsküp’te olduğu müddetçe öğrencilerle birlikte her dersini takip edip birçok yeni şey öğrendim. O
zamanlar edebi çeviriye pek önem verilmiyordu, bilim çevrelerinde ise ikinci sıradan bir iş
olarak görülüyordu. Hüseyin Bey şiir çevirisi
yaptığımı biliyordu ve bu alanda mantıklı gelişmeme teşvik etti. Zaman ne kadar haklı olduğunu gösterdi.
O yandan bu yana on yıl geçti ve o dönemde
edindiğim bilgilerle yirmi şiir çeviri kitabı hazırladım, onlardan ancak onunu yayımlayabildim, diğerlerini ise genişletip düzeltip yayına hazırlıyorum. Eseri tamamladıktan sonra
Türkçe’yi iyi bilen ve benim tarzımı bozmadan
düzeltme yapabilecek bir kişiye eserleri okutuyorum. Hüseyin Bey’den sonra eserlerimi
Üsküp’te okutman olarak çalışan sayın Hayati
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
82
Yavuzer’e, uzun bir dönem Üsküp’te yaşayan
sayın Esen Beyzat’a ve internete bağlandıktan sonra İstanbul’da yaşayan halam Kristina
Leontiç’e okuttum. Bu düzeltmeler olmadan,
bence bu çeviriler Türk okuyucusuna pek cazip gelmezdi. Makedonya’da Türkçe olarak
hazırlanan eserleri Hüseyin Bey’den ve Hayati Bey’den önce okutman olarak çalışan sayın
Emel Deniz de gönüllü ve karşılıksız olarak
düzeltmek istede, fakat bunu kabul etmediler. Ama ben, Üsküp’te okutman olarak çalışan bütün profesörlerden böyle bir yardım
istedim ve ortaya çok güzel eserler çıktı. Kitap
hazırlama işini o kadar çok sevdim ki ileride
Makedonca’dan - Türkçe’ye ve Türkçe’den
Makedonca’ya yapılan kaliteli çevirileri bir
yayın evinde ya da bir kitapçıda bir araya getirmek isterdim. Böyle bir şeyi şu anda düşünmek mucize, fakat on yıl önce yirmi şiir çeviri
kitabı hazırlamak da mucizeydi.
Başlangıçta dediğim gibi Ferid Muhiç’in
“ZİRVE” kitabı diğer yirmi kitaba örnek oldu.
Bu kitabı Hüseyin Bey’in yanında hazırladım
ve kaliteli bir kitap nasıl hazırlandığını öğrendim. Her hafta çevirdiğim şiirleri okuyup
düzeltip yol gösteriyordu, hafta sonlarında ise
Ferid Bey’le buluşup şiirleri ve diğer eserleri
üzerinde konuşurken şairi daha yakından tanıma fırsatımız da oldu. Çeviriler, Ferid Bey’in
danışmanlığı ile tamamlandıktan sonra, Hüseyin Bey şiiri iyi bilmesine rağmen çevirileri bir
şairin okumasını ve düzeltmesini istedi. Düzeltmesini de lirik şiirler yazan ve lirik kişiliğe
sahip olan Ali Akbaş yaptı ve çevirilere ayrı
bir güzellik kattı. O zamana kadar kitaplara
sadece baka baka kitap hazırlamaya çabalıyordum. İnsan baka baka da birçok şey kavrayabilir, fakat en çok ve en çabuk bu işi iyi
bilen kişilerin yanında çalışarak öğrenebilir.
Ve ben kendimi bu açıdan çok mutlu, şanslı
ve gururlu hissediyorum.
Ankara’ya gelmeden bir ay önce televizyonda edebiyat profesörü olan Kristina
Nikolovska’nın tanınmış Makedon şairi ve çevirmeni Gane Todorovski ile yaptığı bir söyleşiyi izledim. Makedonya’da bazı şairler sadece şiir yazıyor, bazı çevirmenler sadece çeviri
yapıyor, fakat bazı şairler hem şiir yazıyor hem
de çevıri yapıyor. Gane Todorovski şiir yazan
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
ve çeviri yapan büyük bir edebiyatçıdır. Bu
söyleşide Kristina Nikolovska, şaire, neden bir
şairin çeviri yaptığını sordu. Şair de çok ilginç
bir cevap verdi. “Şair, genellikle kendisinin
söylemek istediği, fakat söyleyemediği, kendi milli edebiyatında bulmak istediği, fakat
bulamadığı şiir ifadelerini, biçimlerini veya
tarzlarını çevirmeye ihtiyaç duyuyor. Böylece
hem kendisi yeni bir şey öğrenmiş oluyor hem
de milli edebiyat yeni bir ifadeyle zenginleşmiş oluyor.” Tabii burada gönüllü çevirilerden söz ediliyor, siparişlerden değil. Bence,
bunun dışında, şiirleri okurken, yüzücü gibi
şiirin yüzeysel güzelliklerini, çevirisini yaparken dalgıç gibi şiirin derinliklerinde bulunan
güzelliklerini görmüş oluyorsunuz.
On beş yıl önce şiir çeviri macerasına başladığımda bunun farkında değildim, fakat ne
kadar doğru olduğunu bu tecrübeyle açıkça
görüyorum. Bir dönemler şiir yazıyordum, fakat büyük şairlerin şiirlerini okuyunca kendi
şiirlerimi çok yetersiz buldum ve şiir yazmaya son verip yoğun şiir çevirisine başladım.
Zamanla Türk edebiyatından da Makedon
edebiyatından da lirik şairler ve lirik şiirler seçtiğimi farkına vardım. Beni etkileyen,
benim kişiliğime ve düşünme tarzıma yakın
olan şiirleri Türkçe’den Makedonca’ya ya da
Makedonca’dan Türkçe’ye çevirmeyi tercih
ediyordum. Bu resim sanatında da bilinen
bir şeydir. Bir ressam modelinde kendi özüne yakın nitelikler bulursa ortaya başarılı ve
güzel portreler çıkıyor. Benim şiir çevirilerim
de portrelere benzemeye başladı. Şiirler ne
kadar daha lirik ise ortaya o kadar duygusal
ve güzel çeviriler çıkarabiliyordum.
Başlangıçta bu bilgi ve tecrübelerim yoktu.
On yıl önce bir kitapçıda Ferid Bey’in son şiir
kitabını gördüm, kitabı açtım, birkaç mısra
okudum ve o anda onun şiirlerini Türkçe’ye
çevirmeye karar verdim. Gücüm olsaydı Ferid
Bey’in kitabında bulunan lirik şiirler gibi duygusal ve güzel mesajlar içeren şiirler yazmak
isterdim, ama böyle bir gücüm olmadığı için
onun şiirlerini Türkçe’ye çevirmeye başladım
ve bir yıldan fazla onun şiirleriyle yoğun arkadaşlık yaptım. Siparişler ve maddi zorunluluklar karşısında, gönüllü olarak kendi estetik ve
şiir anlayışına göre seçerek şiir çevirisi yap-
83
mak maalesef çok ender görülen bir zenginliktir. Ne mutluyum ki ben bunu yaşayabildim
ve hala küçük istisnalar dışında bu yolda yürümekte direniyorum.
Sanılmasın ki Ferid Muhiç sadece şiirlerinde
şair. O, gündelik iletişiminde de çok duygusal ve şiirsel ifadeler kullanmaktadır. Felsefeci
olmasına rağmen, onun yapısı da şiirleri de
son derece lirik. Ferid Bey’i şahsen tanıma fırsatım olduğu için şiirleri anlamam ve onların
çevirisini yapmam benim için çok daha kolay
ve daha zevkli bir iş oldu.
Ferid Muhiç’in yayımladığı yirmi kitaptan, sadece üçü şiir kitabıdır: “Falco Peregrinus”(
1988), “Yüz Adımdan Öte” ( 1994) ve “Rüya
Sigarasının Dumanı” ( 1996). Bu üç kitapta
bulunan şiirler, şairin içinde uzun süre olgunlaştıktan sonra bir solukta meydana çıkan şiirleridir. Şairin bütün şiirlerinde de olgun ve
tecrübeli bir felsefe ve lingüistik bilim adamı,
olgun ve tecrübeli bir insanın şuur ve gönül
yansımaları görülmektedir. Bunun dışında da
şair; edebiyat, folklor, tarih ve metafizik alanındaki geniş bilgilerini de şiirlerine katarak
zenginleştirmiştir. Kısacası bu şiirler, çok okumuş, çok gezmiş ve çok görmüş bir insanın
şiirleridir.
“Falco Peregrinus” şairimizin birinci kitabıdır
ve onun felsefe yanını belirginleştirmiştir. Bu
kitapta Diogen, Descartes, Spinoza, Leibnitz,
Kopernik, Hegel, Kant, Engels, Einstein gibi
dünyanın görüşlerini etkileyen insanları şiir-
lerinde konu etmiştir. Şair, şiirlerinde onlarla
konuşur, tartışır, polemiğe girer... ve kendi
tecrübe ve görüşlerini de ortaya koyar. Böylece şiirlere de derin düşünceler ve kuvvetli
mesajlar kazandırır.
DOĞRU YER
Eğer Diyojen’in
Fenerini yakmak için
Aklının ucundan hiçbir zaman geçmeyecek
Yeri biliyorsanız
İşte, orası doğru yerdir.
Bu kitapta şair insanın gündelik hayatta karşılaştığı istekleri, imkanları, kararları, kararsızlıkları, sorunlarını da şiirlerinde işlemiştir.
Özellikle bir şiiriyle insanlara çok kuvvetli bir
mesaj vererek hitap etmektedir:
İNSAN VE DÜNYA
Bırak denesinler!
Şaşırtsınlar, korkutsunlar,
Tavlasınlar!
Dünyanın bütün yanlış yolları
Ve kavşakları
Emredilen
En geniş yoldan daha iyidir
Senin yolun.
Hayatta karamsar ve iyimser olaylar ve duygular yaşandığı gibi, bu kitapta da karamsar ve
iyimser konular işlenmiştir. Fakat şairimiz her
zaman aydınlığa ve umuta yöneliktir. Zaten
böyle olmazsa hayata devam etmek zor ve imkansız olur. Hepimiz hayatı yaşarken bazı kö-
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
84
tülüklerden ve ihanetlerden kendimizi daha
az ya da daha çok kirlenmiş hissederiz. Böyle
bir durumda hayata devam etmek elbette ki
zorlaşır. Fakat insan, kendisini bu kötü duygu ve olaylardan arındırdıktan sonra, her şey
daha iyi, temiz ve umutludur. Şair sanki bütün
bu tecrübe ve görüşlerini kendi çocuklarına
adamış şiirlerde aktarmıştır. Bu durumda şair
şunları öneriyor:
TEMİZ TARAF
İsa’nın
Hadi!
Koş!
Suya atla!
Ve sanki hiçbir zaman
Yaşamamışsın gibi
Oradan çıkma
Temiz olana kadar!
“Yüz Adımdan Öte” kitabında ise şairimizin
kişiliğindeki felsefe yanı sinmiş, lirizmi ve şiirselliği ise daha çok ortaya çıkmıştır. Bu kitabın
bütün şiirlerinde “Zirveye Ulaşma” felsefesi
konu olmuştur.
YERİNİ BUL
Kimseye, haksızlık etme; kendine de!
Hiçbir şey tesadüfi değil yolda
Taş bile!
Kızgın dişi kurdun sakin yürümesini de bırak
git
Bak gör! Her otta bir anıt canlanıyor.
Her yerde kuşlar yuvalanıyor gizlice
Her kuş bir can taşıyor
Akışların şırıltısında hayat köpürüyor sessizce
Yalçın kayalarda kahkahalar yankılanıyor.
Dünyada kendi yerini bul
Varacağın yeri de bil
Herşeyden daha aşağı
Zirveden daha aşağı
Hiçbir şey arzu etme
Daha yükseğe de gitme.
Aslında Zirve semboldür ve hayatta her şeyin
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
zirvesi vardır. Hayatın, bilginin, sevginin...
zirvesi, daha doğrusu anlamı vardır, ve insan
hayat boyunca bu zirveye ulaşmak için büyük
emek harcayıp zaman ayırmaktadır. Bu yolda
birçok engellere, yorgunluklara ve tereddütlere uğrasa da genelde bazı insanlar birçok
alanda kendi zirvesine ulaşabilmektedir, bazı
insanlar ise ancak bazı alanlarda ulaşabilmektedirler. Fakat şaire göre Zirve’ye ulaşmak
için her şeyden çok sevgi gerekir. Okuyucu,
bu şiirleri okurken, kendi hayatının zirvesini
ararken ve ona doğru ömür boyu olgunlaşarak
yürürken yaşadığı sorunları mısralar arasında
bulur gibi olacaktır. Bu sebeple de bu şiirler
bize o kadar yakın ve anlamlı gelecektir.
SEVGİYLE YAKLAŞ
Zirveye sevgisiz gitme
Her şeyi unutabilirsin
Her şeyi bırakabilirsin
Yalnız sevgi götür Zirveye
Herkesten daha çok sevmeyi bilendir o
Her şeyi aş
Bütün yalnızlığınla
Gel ona!
Sevgiyle yaklaş
Böylece her zaman
Yalnız senin ve Zirvenin olan sırrı
Bulursun.
Ne kadar da sunsan, göreceksin
Ki küçülüp kaybolmaz.
Nedir sevgi, eğer Zirve değilse!?
Ve nedir Zirve eğer Sevgi yoksa?
“Rüya Sigarasının Dumanı” adlı üçüncü kitabında şairin felsefe ve lirik yanı, Allah, insan,
doğa ve folklor sevgisi içiçe girip karışır ve
ayırt edilmez bir sentez yaratır. Bu sentezin etkisi altında şairimiz de şiir yaratıcılıgında kendi
zirvesine ulaşan bir şairdir. Bu kitabın birinci
bölümünde Platon, Nietszche, Kant, Spinoza,
Schopenhauer, Solomon gibi felsefe, devlet
ve tarih adamlarıyla tartışma devam eder, ama
aynı zamanda şairin görüşlerini de öne çıkıp
şiirlere ağırlık ve derinlik kazandırır.
85
ŞOPENHAUER’E
Aydınlık yalnız karanlığın
Ve iyilik yalnız - kötülüğün yokluğu mu?
Acı çekmeyen taş mutlu
Ya nefret etmeyen bulut aşık mıdır?
“Herşey olanlar bir gün fani olacak” diyorsun.
Öyle olsun! Fakat,
Bir zamanlar Bir şey oldu!
Ve yaşadığı müdetçe yarattı
Özünde aydınlık ve iyilik,
mutluluk ve sevgi.
İkimiz de biliyoruz
Yaşıyanların değil,
Bir zamanlar bir şey olanların
Kayboldukları zaman da
Hatırlanması
Bu dünyanın anahtarıdır.
Bir zamanlar beraberdik
Ve bu bizimdir!
Bu şiirlerde iyilik – kötülük, umut – umutsuzluk, cesaret – cesaretsizlik, zaman ve önyargılar içinde kalma, zamanla yarışma, zamanı ve
önyargıları aşma gibi konular bulunmaktadır.
Bazen insanları uyarmak ya da cesaretlendirmek için o kadar iyi tanıdığı doğadaki bitki,
kuş ve hayvanları da örnek olarak almaktadır.
HATIRLA
Kırlangıcın
Yüksek çardaklar altında
Yuva ördüğünü görünce
Çaresizliğine razı olduğun
Her anı hatırla!
Ağır yağmurdan kabarmış kara bulutlar
Üstüne yağınca,
Kuru şimşek parlayıp
Sert kayadan toz kopardığını görünce,
Aşık bakışları,
Ve kan dolu dudakları
Hatırla!
Üçüncü kitabın ikinci bölümünde ise, şair, ilk
defa sevgiyi konu alarak pek çok şiirinde işler.
İlk iki kitapta divan edebiyatı gazellerinde gibi
daha çok soyut sevgi görülmektedir, üçüncü
kitapta ise görkemli somut bir aşk ortaya çıkmaktadır.
SENİ SEÇTİM
Hepsinin arasında seni seçtim
Senin gördüğünü
Ben de görmeyi seçtim,
Ve senin yolunu
Dinç geçmeyi seçtim,
güneşi, yıldızları
Çoğaltmayı seçtim.
Ara, ara, dünyamın her köşesinde
Kendini bulacaksın.
Bu aşk şiirleri, şairin en lirik şiirleridir ve birçoğu folklordan beslenmiştir. Bu şiirler de,
Ferid Muhiç’in Balkan halk edebiyatını ne
kadar iyi tanıdığını göstermektedir. Fakat şair
halk edebiyatından ilham alıp kendi duygularını ve düşüncelerini ortaya koyunca yepyeni
bir ifade ortaya çıkmış oluyor.
SOLUĞUN SINIRI
Aynı otları koklayalım
Parlak, sıcak ak çöplemelerini
Aynı ıslak şarıltıyı içelim.
Aynı üzümü, aynı zeytini yiyelim
Aynı kayadan aynı göğe çıkalım,
Aynı tarlayı sürüp ekelim
Aynı hayatı yaşayalım aynı damarda.
Yoksa aynı bedende ölmeyiz biz.
Her kitabın ayırt edici özellikleri olduğu gibi
onları birbirine bağlayan ortak özellikleri de
vardır. Üç kitapta bulunan şiirlerin alt yapısında derin fikir, duygusallık, bilim, metafizik, doğa ve folklor temeldir. Doğa ve folklor
üçüncü kitapta en belirgindir, fakat alt yapıda
devamlı mevcuttur. Masallarda ya da epik şiirlerde gibi Ferid Muhiç’in şiirlerinde de iyilik
her zaman kötülüğü aşar. Bu, folklor dışında
şairin evrensel dengesine ve Allahın gücüne
beslediği inanışına da bağlıdır.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
86
YARATILIŞ
Yedi günde yaratıldı dünya
Önce dağlar
Göklere ulaşan
O güçlü direkler dikildi toprağa
İkinci gün sonsuz ovalar serildi
Engin denizler, göller, ırmaklar
Doğdu üçüncü gün
Dördüncü gününde hayat ekildi
Toprak içine, toprak üstüne
Suya, havaya,
Beşinci gün
İyiliğe, doğruluğa, güzelliğe hasredildi
Ve ünsiyete ayrıldı altıncı gün
Birlikte olacaklara
Yedinci gün
Dünyamızın üstüne
Gölgeler ve günahlar serpildi
Ve sonra sevgi
Aştı bütün kuşkuları
Doğdu dünya.
Ferid Muhiç’in bütün şiirlerinde her inanca,
dine, kutsal kişilere büyük saygı vardır. Fakat bu saygı sırf sözlerle ifade edilen bir şey
değil, onun özünde ve dünya görüşünde
bulunan bir niteliktir. Şair hiçbir şiirinde ve
hiçbir konuşmada Allah, Tanrı kelimesini lüzumsuz reklam gibi kullanmaz. Bu kelimeler
şiirlerinde bile kutsal görünüp çok nadir kullanılmaktadır, çünkü Tanrı hepimizin özünde
mevcuttur. Bu durumda sadece başka insan-
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
lara saygı duyarak, onları severek ve onlara
yardım ederek ona karşı saygımız ve sevgimiz
gerçekleşir. Böylece şairimizin kozmopolit kişiliği şiirlerine evrensel niteliklerini kazandırmış olur.
ONUN MEKTUBU
Eğer Tanrı bana yazmaya karar vermişse,
Onun mektubu Sensin!
Çiçek kokusuyla yazılan,
Yaralara şifa
Mutluluk getiren
Mektup gelmeden önce
Kanı donmuş kişiye,
Olmayan bir adrese göndermiş
Seni.
Ferid Muhiç, kendi biyografisinde şiir yazmayı Allah’ın armağanı olarak kabul etmektedir.
Cahit Külebi de bir söyleşide şiir yazma derslerle öğrenilen bir şey olmadığını söylemişti.
Ferid Muhiç’in üç şiir kitabından seçme şiirlerini ZİRVE adlı kitabında toplayıp ekip olarak
Türkiye’ye getirebildik. Avrasya Yazarlar Birliği, sayın Hüseyin Özbay, Ali Akbaş ve ben
bu şiir hazinesini sizinle de paylaşmak, şairi
size de tanıtmak istedik. Üçümüzün ona karşı
hissettiğimiz saygı ve hayranlığı bu ortak çalışmayla da göstermek istedik. Umarız ZİRVE
kitabı, kendi zirvenize yürürken hayatınızda
başka bir anlam ve boyut kazandıracaktır.
87
TÜRKİYE
F. Muhiç’in Felsefi ve Edebi Kimliği
HÜSEYİN ÖZBAY
Ferid Muhiç’i Altın Kalkan’la tanıdım. Makedonya Türklerinden İ.Emin’in Ferid Beyin denemelerinden Türkçeye çevirisi olan bu kitap
Ferid Beyi esaslı şekilde izlememe sebep oldu.
Onu elimden geldiği kadar anlamaya çalıştım. İnsan ve tabiat değerlendirmelerinde ezberlerimizi bozan bakışı vardı. Onun için “anlamaya çalıştım” diyorum. Bir insanı hakkıyla
anlamak kadar da zor bir şey yoktur aslında.
İnsanın keşfi, onunla aynı damara girmek gibidir. Her insanın hususi tarafları vardır. Hele
hele Ferid Bey gibi felsefeyi özel bir şekilde
sanat ve hayatla birleştiren bir insanı anlamak benim için daha da zordu. Gerçekten
onun felsefesi, sanat ve hayatla birleşiyordu.
Bu felsefenin rengi, boyası, niteliği ise dildi.
Ferid Bey düşünceye olduğu kadar eşyaya,
vakaya, tabiata, olguya, canlı, cansız varlık
âlemine de nüfuz ediyor. Yani göstergede sadece gösterene değil gösterilene de bakıyor.
Hatta bunları ayırmıyor. Yapışık biçim- anlam;
biçim-duygu, bir nevi yabancılaşmayı da önlüyordu. Hemen bir örnek vereyim. Virtüöz
şiirine bakalım:
Şeffaf ormandan / sayısız yapraklardan
/ Seslendi ince sonat / Çayır kemanıyla /
Rüzgârdan yayla / Işıklı ellerde /Çiçeğin şarkısını çalıyor / Görünmeyen virtüöz.
Büyük bir tabiat orkestrasının sesi, armonisi
duyuluyor ama virtüözü görünmüyor. Ferid
Bey de yaprakların ve çiçeklerin senfonisine
yaprakların ve çiçeklerin güftesini yazarak
karşılık veriyor. Derine iniyor ama kaybolmuyor. Yüzeyde geziyor ama alalede değil.
Felsefi terminolojisinde tabii ki Türkçe anlama
sorunum var. İnce ayrımlar, ince ayarlar ister.
Felsefî dil; şiire, denemeye dönünce de ince
ayrımlar gerekiyor. Dilin alternatif süreçleriyle
kullanımı, sıra dışı bağdaştırma ve dönüştürülmüş metaforlar üzerinde bir düşünce yürütmenin ve özellikle anlamaya çalışmanın zorluğu buradan kaynaklanır. Şu metafora bakalım
bir hele: Bilmece, şiirinde, bu metafor tabii ki
arka ve derin plan bilgisini gerektiriyor:
Kral Midas’a cevap veren/ Söylesin bana/Neden bütün canlılar/Bilenler bilmeyenler/Sırrı
çözüp arkasından/Çekip gidiyorlar neden//
Mum ışığında çırpınan kelebeklerdir onlar.
Her şeyi, göğü bile bitkiye yani toprağın tuttuğu ve toprağı tutan temele bakınız hangi sıra
dışı bağdaştırmalarla bağlıyor:
Çizginin öbür tarafına adım atınca/ Bitkiler
âleminin sırrına erdin/ İpek çimenlerin sırdaşısın sen/ Sarı dağ çiçeği kokusu yayılıyor
bakışında/ Otların çatısı oldu dağlar/ Gök
toprağın derinliklerinden fışkırıyor/Zirveye
tırmanılmaz zirveye yükselinir/ Bütün göllerden ve sonsuz okyanuslardan/Daha mor ve
engindir/ Zarif mavi çiçeklerin rengi.
Dünya gerekli gereksiz yüklenmiştir. Katmer
katmer makyaj altındadır. Kül ve fosille örtülmüştür. Küllerin altındaki dünya için Simurg
gerekir. Bir taraftan örtülenmiş diğer taraftan
da kilitlenmiştir dünya... Ferid Bey, şiirlerinde
ve denemelirinde bütün samimiyetiyle aya,
güneşe, dünyaya vurulmuş olan ağır kilidi
açmaya, pandora kutusuna ise kilit vurmaya
çalışmıştır. Dünyaya vurulan kilidi daha da
sağlamlaştırmaya çalışanların kapattıkları bir
dünyayı açmak, inşirah psikolojisidir. Muhtaç
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
88
olduğumuz şeydir. Kilidi açmak, dünyayı ifşa
etmek değildir. Keşfedildikçe sırlaşır dünya.
Sırlar ayrıntılarda, ara katlarda sindirilmiştir
çünkü. Ya da birileri tarafından uzun zamandan beri gayri iradi olarak ifşa edilmiş bir
dünyayı yeniden merak etmek, ona yeniden
bakmak, onun varlığını tanıyıp dönüştürmek
için örtülerin altındaki taravete eğilmek gerekiyor. Dünyaya ilk defa gelmiş bir insan
gibi varlık âleminin bütününe hayret ve hayranlıkla bakmak sonsuz keşif yolları açar. İfşa
edilmiş ve hatta kirletilmiş bir dünyayı yuyup
temizlemek, annesi tarafından sabi yüzü ortaya çıkarılmış bir çocuk duygusudur. Onun
için suya gir ve çıkma, diyor Muhiç. Mesihî bir
göndermedir bu:
Hadi / Koş! /Suya atla/ Ve sanki hiçbir zaman/ yaşamamışsın gibi/ Oradan çıkma/ Temiz olana kadar.
Yalın varlığın, yalın insanın, yalın tabiatın,
yalın çiçeğin, yalın kozmik âlemin muhteşem
ilhamı, insan ve sanatçı dünyasını besleyen
gerçekçi ütopyadır. Armagedon şiirinde büyük sevgi ve büyük korku, varlık âleminin bütüne hasredilmiştir:
Manyetik çekirdeğim ben/ Kuşların teşrifine
sebep olan/ Buğday tanesiyim/…Meyveler
toplandığı zaman/ Göklerden demir levhalar dökülecek/ Buğday biçilip rüzgârlarda
savrulacak/Kuşlar yavrulayacak/…Evren…
dağılmış çelenk çiçeklerinin taçyaprakları/
Ufuklarda ve patikaların etraflarında/ Perçem
perçem olacak sis/ Karanlık, kar serpilmesiyle dağılacak/ …Dağlar/bütün balıklar/ Sütliman denizler/ Bütün parlak günler/ bütün
yağmurlar, yıldızlar, aylar/ Ve bütün çocuklar/Bir zamanlar benimle birlikte olan/ Bütün
varlıklar/ Dağılacak.
Batılı ansiklopediler ütopyayı şöyle tarif ederler: yaşayanlarına kusursuz bir düzen içinde
var olma imkânını sağladığı kabul edilen ideal ülke. Ferid Bey’in ütopyası, yanı başımızdaki dikkatimize amade olan aslen kusursuz
dünyayı bulup göstermektir. Yaradılışın kendisi, muhal ütopya ihtiyacı bırakmaz. Peyami
Safa da aslında Simeranya’yı bu dünyada arıyordu. Tabii ki varlık âlemiyle dostluk kuranlar, onu benimseyip içselleştirenler, vahdaniKardeş Kalemler Ağustos 2008
yeti örgüleyen sonsuz varlığı ve hareketi fark
edenler için böyledir.
Denemelerinde, dünyanın aynen tekrar edip
durmasını can sıkıntısına çevirenlerin hakim
olduğu bir zamanda ve evrende hepimize
önemli şeyler fısıldıyor. İnsana, devreden zamana, canlılara, dağlara, güzelliklere, verili
sevgilere, yaşamaya çağırıyor, bencilliklere,
çevreyi ve değerleri yok edenlere dolaylı isyan ediyor ve Mankurt oğlunu özüne çağıran Nayman Ana gibi “ Unutma!” diyor. Altın
Kalkan adlı denemesinde yaşanan aşkların,
büyük duyarlılıkların hiçbir zaman yok olmadığını aksine misliyle çoğaldığını gösteren
Peygamber sevgisinin eşsiz bir yorumunu
yapıyor. Farkına varılan, yaşanan ve paylaşılanlar yok olmuyor devrediyor. Yok olduğunu
ya da madden azaldığını sandığımız bir şey
dönüşmüş olarak bir yerde karşımıza çıkıyor. Bir taşın üstünde, bir dağ başında, ya da
kalplerin içinde. Yaşayarak azalma bizi madden sıfıra doğru götürürken manen büyük bir
çoğalmaya duruyor.
Ferid Bey denemelerinde tarih,hayat,estetik,
felsefe ve psikolojinin adeta tayyizamanını ,
zengin çağrışımlar dünyasını yazıyor. Şair
İmran’ın Güzel Yüzü , Melankolik Zenon, Anibal ve Harun, İki Tünel, Aşka Aşık Olanların
Şairi, Yörük Göçbilimi,Hasret vb denemelerinde derinlerde ya da ayrıntılarda saklanmış
bilgileri ustalıkla bugünkü dile dönüştürerek
yataylaştırıyor. Genel olarak bakıldığında aşkı,
sevgiyi, güzelliği, iyiliği; yeteneklerini yaşayıp
paylaşmayanların büyük ziyankarlıklarını işaret ediyor. Fark edilip kazanılan ihsasların,
aşkın, bilginin paylaşıldıkça çoğalarak bütün
zamanı ve evreni dolduracağını işaret ediyor.
İnsanın özünü, tabiatı, bütün yaşanmışlıkları,
tarihi ve zamanımızı, kaybettiğimiz değerleri
arıyor, fark edip buluyor ve sunuyor. Beyne,
kalbe, kulağa ve göze ait dikkatler…ince ve
zevkle seçilmiş aldatmayan hayatın anları ve
anılarıyla insanı sarar denemelerde. Yabancılaşma ve bencillik olgusuna karşı yumuşak
ama reddilemez bir karşı koyuş tavrı denemelerinden sızan en besleyici düşünce ve duygudur.Ayrıca Ferid Bey, şiirsel bir yaklaşımla
ama daima ayakları sağlam basarak nesnel
ve zamansal gerçekliklerden son derecede
çarpıcı imajlara ve sembollere ulaşabiliyor.
89
Savaşta ölen her Kelt askerine karşılık bir taşın
azalması gibi, Şair İmran gibi gencecik bir
yüzün ölümününün hologramik anlatımı gibi,
maddede meydana gelen azalmaya karşı sevgideki büyük çoğalmayı anlatan Altın Kalkan
gibi örnekler çoktur. Bir çocukken köylerine
gelen bir şaire dokunan Ferid bey, şimdi başka çocukların da kendisine yazar olarak dokunabileceğini düşünüyor ve büyük sorumluluk duyuyor. Ya çocuklar yazar diye, şair diye
sahte birisine dokusalar ne olur ? Edebiyatta
çok tartışılan yazarın estetiği yanında etiği ve
pedagojik tavrı çocuğun şaire dokunma sahnesinde çok iyi anlatılıyor.
Evet Ferid Bey,gerçekten bu dünyayı fark ediyor ve keşfediyor.Çünkü sadece onu kelimelerle tanımıyor, çokça kelimeleri bile aradan
kaldırıp ona gidiyor. Onun yazıları, konuşmaları, fark edilen ve keşfedilen bir dünyanın
tadını paylaştırıyor. Zaten genel anlamıyla da
bir yazar, düşüncelerini duygularını, arzularını, heyecanlarını paylaşan insan demektir.
Yazma ve düşünce bildirmenin temel insani
güdülerinden biri de budur. Kendisi için yazanlar bakımından da böyledir. Bir insanın
kendisiyle paylaşması; orda, kendisiyle kalamaz. Kalırsa o, onun talihsiz kaderidir. Çünkü
bir şeyler yazmak ya da bir şeyler söylemek
ihtiyacı mahremlerimizi kısmen aleniyete dökmektir. İnsanoğlu kendisiyle başkalarını sınamak için de yapar bunu. Bence Ferid Bey,
düşüncesi ve duyarlılığının sınanması için
taşı suya atmıyor. “Toplum kabul ederse ne
âlâ” demiyor. Bir “üst dil” kullanıyor. Eşyayla,
varlıkla kurduğu sempatik ve telepatik dostluk
ona bu dili veriyor. Şiirlerindeki hâkim temalardan biri olan Zirve de bir bakıma bunun
teyididir. Yüksek bir dağın dibinden zirvesine
bakmak hayranlık ve meraksa o dağın zirvesine çıkıp bakmak dinamizm ve ihtişamdır.
Merak ve hayretin hareketi, ihtişamı yakalar.
Hayat da dibinden baktığımız ve hayran olduğumuz bir yüksekliğe -her basamağında
onu tanımak üzere- tırmanmaktır. Ferid Bey
cahil bir toplumun üzerine bilgi hegemonyası
kurmuyor, aksine tırmandığı zirvelerin her bir
basamağına insanları çağırıyor. İlişkilerinde
asimetrik değil simetrik kalıyor. Sadece insan
ilişkilerinde değil varlık âlemiyle de mesela
hayvanlar ve tabiatla da simetrik ilişki içinde
olmayı seviyor. Akıl sahibi olduğu için kendisini hayvanlardan üstün görmüyor tam aksine
akıl sahibi olduğu için onları anlayıp seviyor.
Bir katılım ya da iştirak şuurudur bu. Ferid
Bey bu değerlendirmeme ne der bilmem ama
benim tarafımdan bakıldığında onun varlığa
iştirak etmesi, özne nesne ayrımının yabancılaştırıcı etkisine karşılık kaybettiğimiz bir
asaletin keşfidir. Ben bu sebeple onun şiirlerindeki sıra dışı felsefi söylemlerin arka planında , çocuksu bir dünya algısı görüyorum..
Bunu burada şimdi bir az açmak istiyorum.
Çocuksu algı, yaradılışın bir anlamda mikro
kozmos ile makro kozmos birliğini teyit eder.
Şeyh Galib’in “dide-yi ekvan olan âdem”i de
budur. Yunus Emre’nin “ Benim bir karıncaya
dahi ulu nazarım vardır”,demesi de, “Dağlar
ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni” demesi
de. Bir çocuğun da tabiatla, eşyayla, dilbilimsel olarak söylersek özne olarak nesneyle
problemi yoktur. Çocuk rol yapmaz, eşyayı,
oyuncağı, varlığı içselleştirerek yaşar. Hayatı
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
90
iştirak edilmiş bir bütün olmaktan çıkaran süreç çocuğun yaşadıklarını role (çoğu da büyüklerinin anlamasız beklentileriyle oluşturulmuş sahte rollere) çevirmekle başlar. Doğru
eğitim almadıysak yaşadıkça hayatla aramız
açılır. Y. Emre “Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığı/ Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” derken de mâsivanın bu yönünü
anlatır bize. Parçalanmanın, indirgenmenin,
yalnızlaştırılmanın acısını şu mısralarla şiirleştirir Muhiç:
Nasıl mahrum kalayım/ çimenlerin temasından/ Buğdayın durgunluğuyla/ Gölgesiz
ormanlarla / Çağıl çağıl sevinç/ Kuşlardan
uzak / Sözsüz ve mahzun / Çiçeksiz emeksiz
/ Nasıl yaşanır?
Kopernik’in Günahı şiirindeki sıra dışı bağdaştırma da öyle :Gerçekten de bir ırmağın
yatağını değiştirmek o ırmağın önceki yatağıyla ilgili hatıraları da yok eder. Sadece bir
şey yok edilmez yani, onunla birlikte çağrışımlar, anılar da yok olur, hatta duygular.Bir
ormanın yanması sadece ağaçların yanması
değildir; içindeki bütün bitkiler, bütün mantarlar, bütün vitaminler, bütün böcekler yılanlar, kertenkeleler de yanar; bütün güzellikler
de onlarla birlikte yok olur.Bir maddenin yok
olması bir güzelliğin de ölmesidir çokça.Ferid
Bey bu yok oluşu çok iyi biliyor. Dili, yok oluşa
karşı şiirsel bir isyandır aslında. Koopernik’e
dediği ise felsefi bir mizahtır ve tabiatı keşfetmekle onu materyal olarak kullanıp ifşa etmenin ayrı ayrı şeyler olduğunu gösterir. :
Üstat bence yanlış senin yörüngen/ Bizim çevremizde dönmüyor güneş/ Biziz onun etrafında dolanan/ Ve böylece tükeniyor ömrümüz/
Sana gelene kadar o kutsal ateş/ Bizim için
doğar bize dönerdi/ Bizimdi güneş…./ Senin kaprislerin şımarttı onu/ Hep bu yüzden/
Bizim güneş yok artık/ Mevlevî/ Ve galaktik
figürlerle/ Canlandırmak nafile/ O yabancı
şimdi/Bütün bu hatıralara
Ferid Bey’in nerdeyse bütün şiirlerinde yoğun
tabiat ve kozmik âlem var. Bu âlem, taş, çakıl,
canlı, böcek, bitki,ağaç, çiçek, güneş onun
şiirlerinde alelade bir doku malzemesi değil içselleştirilmiş, farkına varılmış ve dostluk
kurulmuş bir varlıktır. Sadece beş on şiirinde
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
bunları göremeyiz. Bu konuşmama sığmaz
ama leksikolojik bir çalışmayla bu unsurların
göstergelerini ortaya çıkarmak ilginç olur.
Ben burada kozmik unsurlarla ünsiyetini de
açıkça göstermesi bakımından en çok kullanılan kelimenin “ güneş” olduğunu hatırlatarak geçeceğim. Tabiatla, dünyayla, ayla,
yıldızla,börtü böcekle, ağaçla, çayırla nasıl
bir dostluk kurduğunu şiirlerinden birer ikişer
mısra ile seçerek göstermek istiyorum.
Şeffaf ormandan/sayısız yapraklardan/Seslendi ince sonat(Virtüöz) ; Dünyadaki bütün
geçmiş gayretlere/Armağandır çiçek/…..
Çiçek dünyanın hayal kurmasıdır(Felsefenin
Prensibi):
Hangi kaleden anlayabilirim/ Rüzgarın uğultusu/Ve onunla bileylenip/Yavaş yavaş kırılan/ Karanlığın yürüyüşü bilinir mi ?(Nasihat);
Manyetik çekirdeğim ben/ Kuşların teşrifine
sebep olan/ Buğday tanesiyim/….Meyveler
toplandığı zaman/ Göklerden demir levhalar
dökülecek/ Buğday biçilip rüzgarlarda savrulacak/Kuşlar yavrulayacak ( Armagedon);
Nasıl mahrum kalayım/ çimenlerin temasından/ Buğdayın durgunluğuyla/ Gölgesiz ormanlarla/ Çağıl çağıl sevinç/Kuşlardan uzak/
Sözsüz ve mahzun/Çiçeksiz emeksiz/ Nasıl
yaşanır ?(Parçalanma);
FALCO PELEGRİNUS şiirlerinde hep bozdoğanı anlatır.Sanki onunla birlikte göklerde
uçar.Zirve’de yoğun olarak tabiat vardır. İnsanlar, çiçekler ahlak, gaye ve dağlar.
Morumtrak karanlığın ilk huzmesinde/Güneşin savrulmuş saçları parlayınca/Kendini
yola/ Hazırla ! ; Kızgın dişi kurdun sakin yürümesini de bırak git/Bak gör! Her otta bir
anıt canlanıyor./ Her yerde kuşlar yuvalanıyor
gizlice/ Her kuş bir can taşıyor/ Akışların şırıltısında hayat köpürüyor sessizce/ Yalçın kayalarda kahkahalar yankılanıyor (Yerini Bul);
Bu metafor,sıra dışı bağdaşım : Çizginin öbür
tarafına adım atınca/ Bitkiler aleminin sırrına
erdin/ İpek çimenlerin sırdaşısın sen/ Sarı
dağ çiçeği kokusu yayılıyor bakışında/ Otların çatısı oldu dağlar/ Gök toprağın derinliklerinden fışkırıyor/Zirveye tırmanılmaz zirveye
yükselinir/ Bütün göllerden ve sonsuz okyanuslardan/Daha mor ve engindir/ Zarif mavi
91
çiçeklerin rengi.(Göğün Sırrı Bitkidedir); Zirve batanları sevmez/ Oysa güneş de batar/
Zaman zaman sen de batacaksın/ Bunun için
güneşin yörüngesini izle/ Her batışta tekrar
doğ!(Güneşin Adımı); Çiçeklerle dokunmuş
çayır gibi/ Yalnız kendi merkezine otur (Ortalıkta Sakinlik); Tozsun derler/Evet fakat fırtınaları taç edinmiş/ Zirvenin tozusun sen/ Bir
şeylerle mutlaka/ Zirveye yakınsın sen/ Sonsuz dağ ve gök (Tozla Birsin); Kuşu tutuyorsun
elinde ama uçuşunu değil!( Esasını Yakalamak); Sen ormanlardan karanlığı kovan ışıksın/ Bu yolda çıkacak engellere/ Bütün kuvvetinle karşı koy/ Senin vurulduğun canlı bir
ateş/ Zirveye adağınsa/ Çam sakızı (Tapmak)
; ….. Gökte ince huzmeler açılınca/ Gizli gizli
çiçeklerle bezenmiş/ Nisandaki vişne gibi güzelsin / Zirvenin gemisi ileliyor gece dalgalarında/ Yıldızların sessiz ürperişleri ufuklarla köpükleniyor/ Sükûnet akıyor temas eden
dudaklara( Beyazalar İçinde); Haydi bir adım
daha at!/Derin bir nefes al/El salla karalara/
Ve uzak ağaçlara/Kanınla canınla yıldızları selamla/ (Bir Adım Daha); Hemen bir şey
gelecek duymayacaksın/ Şahinin keskin sesi,
kartalın gölgesi…(Bir Şey Gelecek); : Haydi
gel! Bahaneler/ Uzak ufukları düşünmek senin işin değil/Zirve/Ancak ulaşınca görülür/
O en yoğun bulutta izini alır/ Erimiş mum
üstündeki kraliyet mührü gibi/Ve korur seni/
Granitte, rüzgarda, şimşekte yazılmış/ Son-
suzluğun dengisin (Yazılmış); Arada hava bile
yokmuş gibi/Her şeyi sonsuz ufuklardan yapyalın göreceksin/ Elinden geldiği kadar koru
bu hali/Ve yaşamayı yalnız yüksekliklerden
öğren(Şeffaflık); Yaralarını mor kubbeyle sarıyor/ Ve göğün kupasına tozunu döküyorsun
sen.(İnce Akıntıda); Dökülen bu son yapraklar
mı/ Soyulmuş karaağaçtan/ Yoksa kaynamış
kan mı damlıyor/ Ağır yaralı felsefe şuurundan…..Bu güneş midir göklerin enginliğinde/
Parlak yollara yer açan/…..Çiçekli parkta,
bank üzerinde/ Harika duygularla inci kuşlara/ Bu sabah( Nietsche-Son Şafak); Arkamızda kutsal ateş yanıyor/ Önümüzde kayaların
üstünde/ Korkunç gölgeler kımıldıyor, diyorsun./Bana kalırsa eğer/ Arkamızda ateş mateş yok öyle/ Ufkumuzdan yayılıyor aydınlık./
Ama neden asırlardır yine/ İnsanları oyalar
bu efsane (Platon’a); Acı yara gök kubbenin
göğsünde/ Dehşet içinde Immanuel Kant /
Onun üstünde gezen yıldızların/ Onun içindeki ahlak kanununun/ Çamurlara döküldüğünü görüyor/Ve matemle haykırıyor gecenin
boşluğunda/ O en yakaran felsefî sesiyle/ “
Dökülüyor kanlı darı”(Kanlı Darı); Dikenle
takdis edildi Sipinoza/Ve daha çok çok bilimeyenler/Oysa dualar/ Hiçbir gülün dikensiz
olmadığını/ Ve çok dikenin gülsüz olduğunu
söyler/ Yolun kenarında böğütlenler arasında/ Dikenlerde her yerde el/Her zaman açmış akasyalar içinde kafa/ Susuz kaktüste, yal-
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
92
nızlığın içinde can..(Diken); Ateş güneş doğdu güle güle/Şardağı ufkunda selamsız…….
Dünyanın öbür yakasına/ Boşaltıyor şimdi ziynetlerini güneş…… Ağaçların beşiğinde sürü
sürü kuşlar işaretsiz/ Loş karanlığa boğulmuş
günlerle gidiyor/ Bırakıyor musun kitabı, müziğe mi dalıyorsun/ Rüyada mı görüyorsun kır
atı/Bir zamanlar benim olan sevgili ?(Sonbahar Şiiri): Ve dünya yeni kaderinin ilanını/ Tüneyen horozun/ Gök kubbeye yaydığı şafak
çığlığında bekliyor(Yılın Sonunda):
Çıplak toprağı bahçe yapmak için/ Irgat topluyor Büyük Bahçivan( Vasiyetsiz Gittiler);
Öyle kuşlar var ki !/ Uçmasını da biliyorlar/
Şarkı söylemesini de/ Ve hayatın sırrını biliyor
onlar/…Biz onlardan değiliz/ Kafese kapatılmış/Bu çıplak endamla/ Tüysüz kanatsız/ Ne
uçan ne şarkı söyleyen/ Sessiz kuşlarız(Sessiz
Kuşlar); Henüz doğanla/ Son anda aynı adımı atan/ Zamandır vatan/ Ve herkesin doğum
yeridir dünya/ Ama dünya değil/ Hayattır vatan.(Vatan); Kırlangıcın/ Yüksek çardaklar altında/ Yuva ördüğünü görünce/ Çaresizliğine
razı olduğun/ Her anı hatırla.(Hatırla): Gülleri
düşün/ Aşkın ıtırlı damlalarını/ Ve çayır çiçeklerini/ Öpüşlerinin izidir/ Aşık kelebeklerin.
(Hatırlatma): Göklere ulaşan/ O güçlü direkler dikildi taprağa/ İkinci gün sonsuz ovalar
serildi/ Engin denizler, göller, ırmaklar……..
Ve sonra sevgi/ Aştı bütün kuşkuları/ Doğdu
dünya(Yaratılış)
sanki mâsivayı anlatıyor bu şiirde : Kıymetli
olan kaybedilmez zaten/ Değersizdir kaybedilen/ Attıkça kazanır insanoğlu/ Diğerleri fazlalık/ Yalnız sen gideceksin sen !.....Sevmeyen
sevi/ilmeyen/ Yaşıyor mu gerçekten ?(İtiraz);
İnsanlığa yol gösteren bir insan/ Ebediyen
unutmalı yolunu.(Misyon Eri); Bütün çehreler/
Tek ufuğa baktığımız/ Kutsal Dağın görünmez
gölgesinin/ Yansımaları değil de nedir ?(Tek
Ufuk); Evrenin o ilk doğuşu/ Var oluşumuzun
sahili/ Ey Son Duvar/ Şehrin sonunda toz ve
soluğa batan/ Maviliğe boğulan/ Son Duvar/
Seni bir başka görüyorum.(Son Duvar); Gür
sesleriyle kardelenler/ Buruk çuha çiçekleri
ve ufacık fesleğenler/Şarkılar söylüyorlar/ Ormanlara dökülüyor aydınlık/ Aşık keklikler sallanıyor/ Ağaçların beşiğinde(Orman Perisi);
Ateşböceği olup ormanlara dalarak/ Yine sonsuzlukta bu anı aramaya/ Kışkırtıyorsun beni.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
(Kışkırtıyorsun Beni); Şebnem damlası sende kendi ölçüsünü buldu dağlarda/ İnce
köknarlar senin endamını hayal ediyor/ İncir
ağaçları rüyada senin lutfunu görüyor/ Ağaç
çileğini okşuyor sesin.(Sen); Şafaklarda opal
vişnede parlarken/ Ölümsüz akıl sonunu ister mi ?(Soru); Aynı otları koklayalım/Parlak
sıcak ak çöplemeleri..(Soluğun Sırrı); Enfes
bir yeşil ışıktan/ Şeffaf bir duvakla örtülü/ Ve
ilk aşkın yosunuyla kaplı/ Parıldıyor meyvelerin yanaklarında(Yaz); . Bazen/ Uykuya dalmış ormanın karanlığında/ Gizli gizli ürperir
sakinleşmiş kor/ Bu ihtiyar karaağacın pranı ışıldar.(Karaağaç); Yıldızların ürpermesi/
Rüzgarların okşaması/ Haber versin benden
sana/ Gülün kokusunda bul nefesimi(Bensiz
Olma); Ara, ara dünyanın her köşesinde/
kendini bulacaksın(.Seni Seçtim); Güllerin
kokusu meltemle/ Ağaç dalları arasında fısıldayınca/ Sevmeye çağırıyorum seni/ Ve şimdi güneş/ Gökyüzünün kuyumcusu
Güzellik : Güzelliğine haran horozlar/ Sessizce tünüyorlar/,…..Rüzgar dinleniyor saçlarında/ Ebedî ilkbahar buluyor kurtuluşunu.
(Seni Çağırıyorum); Bir yerlerde bir şey kaybetmiş duygusuyla/ Bir şeyler yitirmiş sanki/
Nehrin üstünde uykuya dalmış güneş/ Ufukta duruyor(Bakışlarının Işığı) Daha küçüktür/
Gidenlerin hüznü/ Güneş altında/ Kalanların
sevincinden (Aldanır);
Bütün renkler solarken/ Ve her yerde bir şeyler eriyip solarken/ Akşam çayırlarına dalarken/ Ve yıldızlı kayıklar kara dalgalara açılırken/ Bak !/Gümüş yumurtacıklar damlıyor
ağdan/ Ve balıklar öpüşüyor kumlarda/ Aya
kavuşuyor beyaz bulutlar(Her Şeyde); Bütün
renkler solarken/ Ve her yerde bir şeyler eriyip solarken/ Akşam çayırlarına dalarken/ Ve
yıldızlı kayıklar kara dalgalara açılırken/ Bak
!/Gümüş yumurtacıklar damlıyor ağdan/ Ve
balıklar öpüşüyor kumlarda/ Aya kavuşuyor
beyaz bulutlar…Yetenek : Konuşuyorum senin adını anıyorum/ Güllerde senin kokunu
duyuyorum ben./ Görme yeteneğim/ Yalnız
güzelliğini görmek için/Armağan edilmiştir.
(Güzelliğin Çatısı); Korkuyorum değiştirmesinler seni/ Orada, o ıssız ovadaki evde/ Fındık ağaçlarının buğulu/ Gölgeleri arasından/
Senin hareketlerinden o sakin şarkılar coşu-
93
yor/ Damlıyor küçük pencerelerden/ İhtiras
dolu çimenleri seninle ıslatıyor(Bütün Bu zamanlar); Etrafımızda/ Nar, pınar, çalılar/Ve
bir de uzaklardan gelen göl kokusu(Çiçeğin
Düğünü); Beraber olacağız biz/ Rüzgar bulutları dağıtınca/ Ve hemen gökyüzü açılınca/
Ufuklarda ilkbahar güneşi parlayınca/ Irmakların buzları patlayınca/ Ilık meltem karları
eritince/ Islak toprakta çimenler yeşerince/
çiçekli çayırlarda kuzular meleyince/ Bahçeye gül kokusu yayılınca/ beraber olacağız
biz.(Beraber)
Mısraların ekserisine serpiştirilmiş olan bu
unsurları tek tek şöyle sıralayabiliriz : “sayısız yaprak”, çiçek dünyanın hayal kurması”,
“ rüzgarın uğultusu”, “ karanlğın yürüyüşü” ,
“kuşların teşrifi”, “ buğday tanesiyim”, “ kuşları yavrulaması”, “ çimenlere temas”, “ durgun buğday”, “gölgesiz ormanlar”, “ çiçeksiz
emeksiz”, “ morumtrak karanlığın ilk huzmesi”, “ güneşin savrulmuş saçları”, “ kızgın dişi
kurt” “kuşlar can taşıyor”, “akışların şırıltısı”,
“hayat köpürüyor”, “yalçın kayalar”, “ ipek
çimenler”, “sarı dağ çiçeği kokusu”,” otların
çatısı dağlar”, “ gök toprağın derinliklerinden
fışkırıyor”, “ göller ve sonsuz okyanuslar”, “ zarif mavi çiçek”, “ güneş de batar”, “ güneşin
yörüngesi”, “ çiçeklerle dokunmuş çayır”, “
Fırtınaları taç edinmiş”, “ sonsuz dağ ve gök”,
“ karanlığı kovan ışık”, “canlı bir ateş”, “ zirveye adak”, “ çam sakızı”, “ çiçeklerle bezenmiş”, “ Nisan’daki vişne”, “ gece dalgaları”,
“ yıldızların sessiz ürperişi”, “ en uzak ağaçlar”, “ yıldızları selamlamak”, “ Şahinin keskin sesi, kartalın gölgesi”, “ uzak ufuk”, “ en
yoğun bulut”, “Granitte, rüzgarda, şimşekte
yazılmış”, “ Yaşamayı yüksekliklerde öğren”,
“ mor kubbe”,”göğün kupası”, “ dökülen son
yaprak”, “ soyulmuş karaağaç”, “inci kuşlar”, “
kutsal ateş”, “ korkunç gölge”, “ acı yara gök
kubbenin üstünde”, “ gezen yıldızlar”, “ kanalı
darı”, “ dikenle takdis edilmiş Sipinoza”, “ Hiçbir gül dikensiz değil,çok diken ise gülsüz”, “
Yol kenarında böğürtlenler”, “ susuz kaktüs”,
“ ateş güneş”, “ Şardağı ufku”, “ağaçların
beşiğinde kuşlar”, “ loş karanlık”, “ tüneyen
horoz”, “ Gök kusseye yaydığı şagak” , “ çıplak toprak”, “son şafak”, “ en güzel tan”, “ şen
dünya şakrak gök”, “gülleri düşün aşkın ıtırlı
damlalarını”, “ engin denizler”, “ göller ırmakalar”, “ kutsal dağ”, “ orman perisi”, “buruk
çuha çiçekleri”, “ ufa cık fesleğenler”, “ âşık
keklikler”, “ ateşböceği”, “ şebnem damlası”,
“ inice köknar, incir ağacı”, “şafaklarda opal
vişne”, “parlak, sıcak , ak çöplemeler”, “ilk aşkın yosunu”, “ yıldızların ürpermesi”, “ gülün
kokusu”, “ gökyüzünün kuyumcusu”, “ ebedî
ilkbahar”, “ aya kavuşan beyaz bulutlar”, “ çiçeğin düğünü”, “ nar, pınar, çalı”.
Sonuç olarak aslında Ferid Bey için delil ve
ispat gerekmez. Her delil ve ispat şüphedir
çünkü. Benim yapmaya çalıştığım şey ise delil
getirmek değil onu benim gözümle size göstermektir.
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
94
Dergi
Kırım Tatarlarının Hür Sesi: YILDIZ DERGİSİ
Fikir Dünyamızı Aydınlatmaya Devam Ediyor
Yıldız dergisi, Kırım Tatarlarının önemli aydın, yazar,
muharrir ve fikir adamlarından
Şakir Selim öncülüğünde, yayın hayatına devam ediyor.
Ocak-2008 sayısını yayınlayan Kırım Tatarlarının hür sesi
Yıldız dergisi, “Künümüznin
aktüel mevzusı, Nesir, Dramaturgiya, Okuycularımıznın icadından, Tilşinaslık, Hatırlavlar,
Klassik edebiyatı tercimelerinden, Edebiyatşinaslık ve edebiy tenkit, Edebiy takvim, Kardaş Edebiyatlardan haberler,
Haırlaymız, Kitap Raflarınızga
bölümleri”nden oluşuyor.
Günümüzün
aktüel
mevzusu bölümünde, Zakir
Kurtnezir’in “Ne için suskunuz,
kalemdaş dostlar” denemesinde, yazar, aydınhalk ilişkisine değinerek, aydının toplumdan
kopukluğu hakkında Kırım münevverlerine sesleniyor.
Nesir bölümünde, Tair Halilov “Tutıp alıngan vatan” adlı uzun hikâyesinde Kırım Tatarlarının sürgününü anlatıyor. Annesinin kabrinin nerede olduğunu bilmeyen, babası da yâd
elde defnedilen yazarın sürgünü anlattığı bu
hikâyesinde, sürgünü ve devrin şartlarını birinci
kaynaktan öğreniyoruz.
Gaspıralı İsmail Bey’in ömründen levhaların işlendiği Altın Ziya piyesiyle Şakir Selim tarihi konuşturuyor. Şekurî, Behbudî gibi önemli
ceditçiler, Semerkand vilayetinin valisi Galkin,
Çarlık Rusyasının Türkistan memuru, Türkistan Vilayeti Gazetesinin muharrirlerinden İ.P.
Ostroumov, Buhara Emiri Abdulahad Han gibi
tarihî isimler piyeste yer alan şahıslar. 5 Perdeden oluşan bu piyes tarihin önemli bir dönemine ışık tutuyor.
Gülnara Üseinova’nın “Kırım Meyvaları”
hikâyesini yayınlayan Yıldız, genç yazarlara da
yer vererek, yazmaya meyilli yeni kalemlere
ufuklar açıyor.
Doğumunun 110. Yılı olan Nikolay Konstantiniyeviç Dimitriyev hakkındaki inceleme dikkat
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
çekiyor. Leniyara Selimova’nın
imzasıyla neşredilen bu inceleme, bize bu Türkolog hakkında
önemli bilgiler veriyor.
Hatılaralar
bölümünde, Abdurrahman Bari’nin
1941-1942 yıllarında savaş
hâtıralarına yer veriliyor. Bu
“Cenk Yılları Hatireleri” adlı
eser, dergide tefrika edilen yazılardan.
A.S. Puşkin’in “Bahçesaray Çeşmesi” şiiri, merhum Eşref Şemizade’nin tercümesiyle
veriliyor.
Kemal Usein Konuratlı’nın
“Kırım-Tatar Edebiyatı Tarihi”
incelemesi tefrika edilen başka
bir yazı. Bu sayıda “Klasik Devir”, Hüsrev ve Şirin’in konusu
inceleniyor.
Ablaziz Veliev “Kullukka Mahkum Etilgen Şair” incelemesinde Mustafaoğlu Amet
Mefaev’in hayatı ve edebi kişiliği ele alınıyor.
Şair ve Yazar Ayder Osman’ın 70. Yıldönümüne armağan edilen “Vatanda Kayd Etermiz”
incelemesinde yazarın edebî kişiliği, Uriye Edemova tarafından ele alınıyor.
Kardaş Edebiyatlardan Haberler bölümünde Avrasya Yazarlar Birliği tarafından 15-16
Aralık 2007 tarihinde İstanbul’da düzenlenen
“1. Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi”
hakkında genel bilgiler veriliyor. Türk Dünyasının çeşitli merkezlerinden kongreye katılan
dergilerin iletişim adresleri Yıldız tarafından
okuyucularıyla paylaşılıyor. Yine aynı bölümde,
Kazan’da 2007 senesinin Mayıs ayında basılan
“Üzülgen Dua” kitabı tanıtılıyor.
Değişik edebî türlerde yazılar yayınlayan
Yıldız dergisi, Kırım çocuk edebiyatı kitapları ve diğer edebî kitapları da tanıtarak, KırımTatarlarının edebî dünyasının merkezi olmaya
devam ediyor.
Yıldız Dergisi Adresi:
95007, Akmescit şeeri, Vernadskiy Prospekti
155/3 telefon: 63-27-13
[email protected]
95
Kitap
Ömrümüz Gurbet - Osman Çeviksoy
Ömrümüz Gurbet, öykü ve
roman yazarı Osman Çeviksoy’un
onuncu yapı­tı, Ustalık döneminin
bir ürünü diyebiliriz. Öyküleri:
Beyaz Yürüyüş(1982), Tutuklu Yürek
(1982), Ağlamak Yasak (1984),
Duvarın Öte Yanı (1985), Kar Yağar
Gül Üstüne (1986), Derdimi Gül
Eyledim (1989), Geriye Hüzün Kalır
(I99O), Sana Seni Anlatmak (1994).
Roman: Başıma Dağlar Düştü
(I994).
“Değişen
zaman
mıdır
yoksa insan mı? Ailesiyle birlikte
Almanya’da yaşayan Halil Beyin
cevap bulmaya çalıştığı en zor
sorudur bu. Bugüne kadar, bulunduğu çağa
ve mekâna uyum sağlamanın doğruluğuna
hep inanmış ve ailesini de bunun için özellikle
yönlendirmeye çalışmıştır... İki kültür arasındaki
sıkışmışlık ve derin bir arayış… Bunların ardından
oğlu Murat’ın da içine düştüğü durum, kaygılarını
büsbütün artıracak ve Türkiye’ye kesin dönüş için
ani bir karar verecektir. Bu durumu aile­si nasıl
karşılayacak? Kusursuz Almanca konuşan ve o
ülkeyi benimseyen ikinci kuşak, kendini nereye ait
hissedecek? Kitabın arka sayfasında böyle yazıyor.
1960’lı yıllardan başlayan yurtdışı göçümüzün
önemli bir bölümü Almanya’yı “acı vatan” edindi.
Alınan para tatlıydı, ama yaşam, acının acısıydı.
0 acılar, yazarlarımızın kalemiyle ölümsüzleşti.
Yazınımızın konuları arasına Almanya oturdu,
kaldı. Oradaki işçilerimiz beklemedik­leri sorunlarla
boğuşur oldular. Aldıklarının çoğunu
verdiler, borçlandı­lar. Çocuklarını
yitirdiler en acısı.
Gözlem, gerçekçi romanda,
öyküde ilk adımdır. Bilirsiniz, yapı
yapılma­dan önce planı çizdirilir.
Taş, kum, çimento hazırlanır. Her
yazar bu yo­lu mu izler? Hayır.
Yazarımız
Osman
Çeviksoy,
Almanya gerçeğini yerinde yaşamış,
romanını öyle yazmıştır. Yaşamadan
yazanlar da var. Örneğin Nazlı
Eray. 2006 yılında Nazlı Eray’ı
Ankara Kare Kitabevinde dinledim.
Şunları söyledi: “Roman yazmak için
masama oturduğumda, kafamda
planım, hiçbir hazırlığım yoktur.
Düşlerim beni bir yerlere götürür.”
Nazlı Ha­nımın anlattığı yeni
romanının bir ayağı da Muğla’da
geçiyordu. Orada bir yatır varmış.
Yatırda yatıp kalkan, hizmet veren
iki kadın bulunuyor­muş. 0 kadınların
ücret durumlarını, sosyal haklarını
sormuştum Nazlı Eray’a. Eray, saf saf
gülerek;
-Onu
hiç
düşünmedim,
demişti.
Bu yanıt yazarı, yazdığını ele
veriyordu;
-Kimi yazıyorsunuz? Kim için yazıyorsunuz?
Ömrümüz Gurbet, yoğun toplumsal
sorunlarla ilmik ilmik örülmüş, ince elenmiş sık
dokunmuş. Anlatılanlar, insanı soluk soluğa bırakıyor.
Yapıt bitince ağzınızdan şu sözcükler dökülüyor:
-Olgun, yetkin bir roman...
Türkçemizin bu denli işlek, kıvrak olduğunu
romanı okudukça sezebili­yorsunuz. Dil ve anlatım
zenginliği her cümlede kendini gösteriyor. Ömrü­
müz Gurbet, büyük emek ürünü.
Roman kişilerinin davranış, düşünüş çözümleri
daha ilk sayfadan göz dolduruyor. Anlatılmaz
başarıda, doyumsuz güzellikte. Bu özellik anlatıma
derinlik kazandırıyor. İnandırıcılık içtenlikten doğar.
Romanın başından sonuna dek içtenliğin içinde.
Her şey içten.
Ömrümüz Gurbet, okuyucuyu pasif
(edilgen) durumunda bırakmıyor.
Onu düşündürüyor hazırladığı
ortamla. Bu, anlatımın çok önemli
bir özelliğidir.
Almanya’ya ömürlerini veren
yaşlı karı kocanın kafes kuşu Türkçe
ko­nuşuyor. Ne konuşuyor dersiniz?
-Ah! Almanya ah!
Osman Çeviksoy’un son yapıtı
Ömrümüz Gurbet; okunmalı.
Sonra da üzerinde uzun uzun
düşünülmeli...
Nusret ERTÜRK
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
96
Haber
Özbekistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği
Özbekistan’da Okul Eğitimi
Geliştirilmesi ile ilgili Ulusal
Devlet Programının Uygulamaya
Konulması Hakkında
Modern dünyada ülkenin gerçek
durumu, eğitim alanındaki gelişmesine
bakılarak değerlendirilir. Bir ülkenin geleceği
büyük manevi potensiyele sahip olan yeni
nesillerin hazırlama kalitesine bağlıdır.
Bu nedenle Özbekistan Cumhuriyeti,
eğitimi öncelikli devlet politikası olarak
belirlenmiştir. Özbekistan’daki okur-yazar
seviyesi, dünyanın en yüksek düzeyli (% 99.34)
ülkelerinde biridir. Özbekistan genç nüfusun
ağırlıklı olduğu bir ülke olarak bilinmektedir.
Günümüzde kadroların hazırlanması
ile ilgili Ulusal Programının devamı olarak
genel eğitim okullarının geliştirilme programı
çerçevesinde
geniş
çaplı
çalışmalar
yapılmaktadır.
Bütün bu çalışmalar, ülkenin sosyoekonomik gelişmesi kapsamında 2007’de
uygulanan eğitim politikaları ve 2008’de
uygulanmaya
devam
eden
reformun
öncelikleri”, Bakanlar Kurulu toplantısında
Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un
“İnsan Hakları Önceliğinin SağlanmasıUygulanan Tüm Reform ve Yeniden Yapılanma
Süreçlerin Ana Hedefidir” sunumunda yer
almıştır.
“Kadroların Hazırlanması ve Genel
Eğitim Okullarının Geliştirilmesi ile ilgili
Ulusal Programı” çerçevesinde geçen dönem
kapsamında, eğitim kurumlarında teknik ve
öğrenim alt yapılarının oluşturulması ile ilgili
geniş çaplı çalışmalar yapılacağını, devlet
başkanımız konuşmasında vurgulamıştırr. Bu
ulusal program kapsamında okul binalarının
yeniden yapılandırılması ve mühendislikiletişim
alt
yapısının
oluşturulması
hedeflenmiştir. 2004-2007 tarihleri arasında
4665 okulda tamirat-tadilat çalışmaları
yapıldı. Ayrıca 205 yeni okul inşa edildi; 1174
okul yeniden yapılandırıldı ve 2074 okulda
tamirat işleri yapıldı. İmar edilen okulların
Kardeş Kalemler Ağustos 2008
3768’i köylerde, 781’i kentlerde ve 1208’i ise
diğer bölgelerde olması, ülkenin bütününü
kucaklaması dikkate değerdir. Böylece ülke
çapında, şehir ve köylerinde, eğitim eşitliği
yaratılmaya çalışılmıştır.
Özbekistan
Cumhuriyeti
Bakanlar
Kurulu’nun 493 sayılı ve 21 Ekim 2004 tarihli
kararına göre, 2007’ de, 1959 okulda yeni
mobilya, eğitim-labaratuvar araçları, bilgisayar
ve spor malzemeleri bütçe dışı sağlanarak,
toplam 101.7 Milyar Özbek somu harcanmıştır.
Ayrıca 2007’de okulların modernizasyonu,
gerekli araçlarla donatılması ile ilgili, kimya
odası yüzde 37.4’ ten % 42.5’e, fizik odası %
39’dan % 61’e, biyoloji odası % 37’den % 42
‘ye yükseldi.
Kısaca özetlenirse:
Özbekistan devletinin yürüttüğü ulusal
eğitim programı çerçevesinde, günümüzün
koşullarına uygun malzeme-teknik altyapı
temelinde, yeniden yapılandırma 2004’te
638, 2008’te 1099, 2006’da 1326 ve 2007’de
1608 adet okul günümüzün standartların
uygun olarak yeniden yapılandırıldı;
- Ülkedeki okulların derslik kitapları ve
eğitim araçlarıyla donatılması konusunda
2004’te % 82.3, 2006’da % 92.1 ve 2007’de
% 98.6’ya ulaştı;
- 2004-2007 tarihleri kapsamında
öğretmenlerin maaşı 6.2 kat yükseldi; Eğitim
içeriklerin yenilenme ihtiyacı hızla artması
nedeniyle eğitmen personellerin uzmanlık
düzeyini devamlı yükseltilmesi kapsamındaki
eğitim süreleri 5’den 3 yıla indirildi;
- 2007-2008 öğrenim yılında ülke
çapındaki genel eğitim okullarında toplam
445289 eğitimci faaliyet göstermektedir;
- 2003-2007 tarihleri arasında 715 adet
spor kuruluşları kullanıma sunuldu. Spor
araçlarla donatılması kapsamında köylü
yerleşim alanlarına öncelik verilerek, 583
(yüzde 82) çocuk spor alanları oluşturuldu.
20/05/2008

Benzer belgeler