Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu
Gençlik Dergisi
YIL: 1
SAYI: 6
MART-NİSAN 2008
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR
Omuzlarımız hisar, başlarımız burç yurda,
Can vermeye and içtik hepimiz bu uğurda!..
2
İçindekiler
İÇİNDEKİLER
Mustafa ÖZTÜRK
Yiğitliğin Ölçüsü ................................................................. 3
Yrd.Doç. A. Vehbi ECER
Kültürümüz ve Dinimiz........................................................ 5
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 1 SAYI: 6
MART-NİSAN 2008
İKİ AYDA BİR ÇIKAR
ÜCRETSİZDİR.
SAHİBİ:
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
Ahmet KAPLAN
Genç Yetenekler ................................................................. 7
Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER
Abdurrahim KARAKOÇ....................................................... 8
Yavuz Sezer OĞUZHAN
Affet Beni Iraklı Kardeşim .................................................. 12
Hakan BOZDOĞAN
Sınır Ötesi Harekât Başarılı, Siyaset Basiretsiz..................... 13
Yunus Emre ÖZKAN
Bir Destandır Çanakkale .................................................... 14
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:
Mustafa İLHAN
Mustafa ÖZTÜRK
Dr. Mehmet ALTUNER’in Ardından .................................. 16
YAZIŞMA ADRESİ:
Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı
Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3 Kocasinan/KAYSERİ
Osman KARABABA
Teröristlerle Masaya Oturmak mı! ..................................... 19
TELEFON:
(0352) 232 32 67
WEB:
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA:
[email protected]
GRAFİK TASARIM:
DEĞİŞİM AJANS
(0352) 336 08 48
www.degisimajans.net
BASKI:
ORKA MATBAACILIK SAN. TİC.
LTD.ŞTİ.
OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir.
İbrahim GÜNGÖR
Üretmek “Var” Olmaktır .................................................. 20
Mustafa İLHAN
Çanakkale Zaferi ve Destanlaşması.................................... 22
Ahmet ALTAY
Eğlence Kültürümüz ve Eski Türk Düğünleri (2) ................. 24
Hayrettin BÜYÜK
Türkçe’nin Zenginliği ........................................................ 25
Erhan SOLMAZ
Türkülerimiz...................................................................... 28
Metin ÖZBEK
Teknolojinin Seyir Defteri .................................................. 29
Yusuf BİLTEKİN
Yunan Zulmü .................................................................... 30
YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ
Mustafa ÖZTÜRK
E
ski Türk toplumunda ideal insan, alp
insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi,
sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı
olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de
aynı manaya gelen kelimelerdir.
Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız,
Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu,
Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe
Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı,
Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır.
Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu
için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ,
Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır.
Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen”
erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır.
Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren
güzel bir örnek sayılmalıdır.
Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi”
deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen”
şekline dönüşür.
Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en
büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda
alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi
Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu
Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz
aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek,
Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı
kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren,
Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren
Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri
anlatılan alp yiğitlerdir.
Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun
Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler
her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır,
bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda
cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden,
Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız:
“Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi
kımız sağdır, büyük ziyafet ver.”
Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik
yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad
kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit,
artık bir alp’tır.
Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı
sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel
Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir.
Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez
bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla
bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı
için alplar içinde saygınlık kazandı.
Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat
ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret,
4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen
bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü,
9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü
ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili-
İnceleme
3
YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ
Mustafa ÖZTÜRK
E
ski Türk toplumunda ideal insan, alp
insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi,
sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı
olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de
aynı manaya gelen kelimelerdir.
Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız,
Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu,
Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe
Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı,
Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır.
Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu
için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ,
Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır.
Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen”
erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır.
Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren
güzel bir örnek sayılmalıdır.
Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi”
deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen”
şekline dönüşür.
Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en
büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda
alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi
Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu
Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz
aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek,
Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı
kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren,
Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren
Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri
anlatılan alp yiğitlerdir.
Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun
Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler
her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır,
bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda
cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden,
Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız:
“Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi
kımız sağdır, büyük ziyafet ver.”
Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik
yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad
kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit,
artık bir alp’tır.
Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı
sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel
Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir.
Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez
bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla
bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı
için alplar içinde saygınlık kazandı.
Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat
ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret,
4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen
bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü,
9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü
ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili-
İnceleme
3
YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ
Mustafa ÖZTÜRK
E
ski Türk toplumunda ideal insan, alp
insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi,
sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı
olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de
aynı manaya gelen kelimelerdir.
Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız,
Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu,
Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe
Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı,
Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır.
Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu
için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ,
Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır.
Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen”
erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır.
Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren
güzel bir örnek sayılmalıdır.
Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi”
deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen”
şekline dönüşür.
Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en
büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda
alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi
Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu
Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz
aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek,
Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı
kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren,
Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren
Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri
anlatılan alp yiğitlerdir.
Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun
Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler
her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır,
bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda
cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden,
Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız:
“Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi
kımız sağdır, büyük ziyafet ver.”
Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik
yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad
kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit,
artık bir alp’tır.
Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı
sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel
Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir.
Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez
bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla
bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı
için alplar içinde saygınlık kazandı.
Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat
ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret,
4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen
bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü,
9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü
ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili-
İnceleme
3
4
İnceleme
ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve
Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan
bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir
durum olmamalıdır.
Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın
saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç
kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor.
Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi,
erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün
olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar
için…
Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde
yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz.
Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla
gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını
yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak
gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır.
Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor
olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.”
desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz.
Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet
dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan,
Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık
etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit”
ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler.
İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe
hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze
alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da
günümüzün alp yiğitleridirler.
Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve
çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye
destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan
böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir.
Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit
gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları
gerekmektedir:
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim
Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim.
Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.”
Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa,
zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın
portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da
olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski
Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu
kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir.
Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa
orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran
manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik
buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur.
Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat,
Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler
yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk
Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut
Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel
eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin
değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz
Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu
kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır.
5
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi
Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu
ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de
din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı
bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen
davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan
inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar.
Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler
yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi
ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim
Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977,
249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi
ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların
korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu
konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski
tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız,
ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve
göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden,
koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek
Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet,
cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I,
Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek
Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın,
ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun
son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler,
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve
ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri
(sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık
onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”
(Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce
Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı
inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında
taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine
rastlamamaktayız.
Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî
kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu
dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak
dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir.
İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok
uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü
anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu
Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı,
hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin
dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk
kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı,
kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir
millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk
İnceleme
KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ
İnceleme
6
ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet
Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve
Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.).
İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini
bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm
ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her
sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim
ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz.
Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları
insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye,
sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl
itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler
gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni
neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir
şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle,
dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir.
İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı
yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği,
yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir.
Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği,
beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır.
Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle
buyurur:
“Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız
zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz
dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen
mümin değilsin” demeyin…”
Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya
inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya,
şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira
Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139).
Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir
toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de
Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış
hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71).
“İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o
işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri
vardır.
Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak:
Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf
Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir.
Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri
Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur:
“Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz
ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.”
Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler
yapmak, çalışmak esastır.
Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne
geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor,
yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz
değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa
düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını
dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K.
Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir.
Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî
öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir:
“Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz),
miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve
onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını)
emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)”
GENÇ
YETENEKLER
ESAT KABAKLI
COŞTURDU
Ahmet KAPLAN
BİRİNCİ SINIF
En pahalı koltuk
Birinci sınıfın
En güzel kıyafetler
Paris’ten
Bildiğimiz makarna
Birinci sınıf restoranda
Birinci sınıfa
Ve birinci sınıf insan
Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor
İnsanın karga olası geliyor.
OLSA
Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa
E
rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi
“Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi
olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat
Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da
Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu.
Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan
Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem
Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o
güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü?
Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat
Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve
coşkuyu hiç doğurabilirler mi?
Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em-
İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız
bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun
Dünyada sadece iyi insanlar olsa
duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o
Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki…
İşçi kızları seyrederek
10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir
Ama olmuyor işte
Vardır bunda da bir hikmet
zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat
Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen
“Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız.
İnceleme
7
Röportaj
8
Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi..
ABDURRAHİM KARAKOÇ:
“Dil, anahtarıdır gireceğin kapının”
-Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen
bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde
milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha
çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle
Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı.
Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın.
Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı
diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı
zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur.
Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden,
Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma
dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü
bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım,
kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem
insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış,
filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle
olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın
kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda
dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani
Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur.
-Şiir yazmaya ne zaman başladınız?
Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi
kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii
onlar öyle geride kaldı.
Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle
oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben
onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur.
-İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı?
İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye
bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra
Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı..
-1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık
dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz..
Evet onları yaktım.
9
-Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki?
Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere,
mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş,
hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur.
Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir
kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı…
Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir
Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik
müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için,
benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi
dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor.
Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi.
“Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama
yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi:
“Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20
bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu.
Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir
şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu
Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım.
Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah
rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum.
Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez.
-Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere
verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi?
Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat
Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim
yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım
ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta,
Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da
filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı.
Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz.
Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha
her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için,
ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın.
-Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin
hizmetinde olmalı mı?
Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler
ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da.
CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya
Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın
en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum,
savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına
diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar.
Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi.
Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim
yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat
ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen
de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de
içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o
gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!”
dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi.
“Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben
memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa
uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur
2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim.
“Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de
bayan hakim vardı onunla konuştu...
Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu-
Röportaj
-Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar
yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla
gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl
açıklarsınız?
Suyundan mı toprağından mı bilemem ama
bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?”
dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi,
beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın..
Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk
diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor.
10
Röportaj
Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor.
Amma kafasını gözünü
yardılarsa da ; “Eyvaah ,
ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum.
nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim.
“Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir
de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey,
ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden
yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim.
Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini
verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat
Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet
Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve
politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi
işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim.
Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar
savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son
mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep
ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım
ve beraat edip oradan çıktım.
Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın.
Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken
de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın.
Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim.
-Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu.
“Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu?
-Şimdiye kadar kaç
şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz
ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz
mi?
13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım.
Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı.
-Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam?
Sigara gibi..
56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü
sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve
burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim.
Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu
tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara
içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de
böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı
ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince
cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım,
buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O
adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte
hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları
dayanamaz, azaltayım filan yok..
-Halkımız niçin az okuyor?
Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra
cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani
bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye.
Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla
şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün
Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya-
pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar
belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da
böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim
bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan,
Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan
Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı
çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor
mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı
vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir
gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş
olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç
olmazsa.
-Hocam internette rast
geldim “ Şairlerin Sultanı”
unvanı verilmiş. Doğru mu?
Yok. Kimse bana öyle bir
şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes
Allah’ın nasib ettiği kadar güzel
yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf
yazan olur. Herkes pehlivan olmaz.
-Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam?
Hiç katılmadım. Hayatım
boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes
geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir
şey…
-Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in
yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa
ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif
edilse yazar mıydınız?
Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu
olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E
benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki
kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın
yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı.
Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne
gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus
Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım
desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat,
sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin
derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin.
Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi
unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir
şairdir. O ne güzel benzetmeler..
-Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini
geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz?
Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa
yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler.
Merdivenin alt katından en
üst katına atlamak istiyorlar.
Olmaz o. Ağır ağır gideceksin,
oraya varana kadar 10 sene, 20
sene 30 sene geçecek. Buna
da tahammül edemiyorlar.
Etsinler.. Başarının sırrı sabır,
sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre
yorumunu yapmak, Türkçeyi
de fevkalade bilmekten geçer.
Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair
olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle.
-Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne
dersiniz üstadım?
İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm.
Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben
bastıracağım.
-Sizi geçeceğine dair iddiası var.
İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum)
-Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler
gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı,
onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey
yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir!
Röportaj
11
12
İnceleme
Affet Beni Iraklı Kardeşim
Yavuz Sezer OĞUZHAN
A
ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk
vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar
yağdığında yağmur yağmanın
tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi
seyrettim. Affet beni kardeşim!..
Amerikan askerlerinin size nasıl
davrandığını gördüm ama onlara
lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki
çığlıkların sokağıma kadar ulaştı
ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum
ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses
olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum.
Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum.
Evlerinden gece yarısı çıkarılan,
kamyon kasasına konup, nereye
gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü
başka yere çevirdim. Tecavüze
maruz kalan kadın yakınlarını
duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben
ki her yerde namustan, ardan
söz ederdim. Bunları kimseye
bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu,
hastalandılar mı soramadım.
Bana Müslüman diyorlar.
Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir
şey demedim. Büyüklerimin
türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma,
peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni
kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”
hadisini anlayamadım. “Mümin,
müminin kardeşidir.” düsturunu
yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok
yatan bizden değildir.” hadisine
yabancı kaldım. Komşu hakkı bu
kadar da önemli iken hem de.
Kardeşim affet beni!...
Ben Türküm. Yüzyıllardır
mazlumun yanında yer aldım.
Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime
batıramadım.
Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm
bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep
başka bir şey olarak gördüm.
Müslüman ve Türk olmak bir
yana… Vicdan var ya! Sömürge
düzenine karşı olmak için vicdan
yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı.
Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm
fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim.
Affet beni. Siz bu beladan nasıl
kurtulacağınızı düşünürken ben
takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her
hafta BBG lerde, evlendirme
programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında
kim kiminle berabermiş ve kim
ne yapmış diye meraklandım da
seni düşünüp meraklanmadım.
Affet beni kardeşim!...
Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı)
ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim
oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle
ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa
da ağlasam bir işe yarar mı? Çok
pişmanım.
Affet beni Iraklı kardeşim!...
Hakkını helal et!…
DUYURU
Her Cuma 14.30’da gençlere,
aynı gün 19.00’da da herkese
açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor.
Katılmak isteyenlere
duyururuz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanlığı
GEÇMİŞ OLSUN
Bacağından ameliyat olup bir
süredir evinde istirahat eden
Yönetim Kurulu üyemiz
Mustafa KILIÇKAYA’ya,
Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan
ÇALIŞKAN kardeşimize acil
şifalar dileriz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Yönetim Kurulu
SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI
SİYASET BASİRETSİZ
T
ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş-
ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın
kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi
operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan
mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara
harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale
getirilmiştir.
Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den
kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları
kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından
çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali
sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail
Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil
hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem
de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya
doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin
hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde
dünyaya bir mesaj vermektedir.
Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara
harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına
rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok
önemlidir.
Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir
operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi
operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu
yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve
onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı
terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın
çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li
Hakan BOZDOĞAN
yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden
sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve
maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek
için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur
kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca
varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit
eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan
karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne
ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi.
Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen
Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da
anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı
bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi
gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe
olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O
halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede
bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına
muhtaç kalmamızın sebebi nedir?
Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun
bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına
sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir
açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık
bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa
olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri
başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru
ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin
seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde
ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir.
Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri
harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi
Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti.
İnceleme
13
İnceleme
14
BİR DESTANDIR ÇANAKKALE
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
T
arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu
savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır.
Türk milletinin ayakta kalmasını
sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden
ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve
can olduğunu çok iyi bilmesidir.
Tarih boyunca birçok zorlukla
karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri
Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır.
Çanakkale Muharebeleri Türk
milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren
en kesin belgedir.
93 yıl önce Çanakkale’de
bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü
vesaitle silahlanmış İngilizler,
Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve
Senegalliler’den oluşan düşman
kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de
korkunç bir boğuşma oldu.
Çanakkale’ye gelen sömürgeciler
öldü zannedilen Türk milletinin
yeniden dirilişine şahit oldu.
Çanakkale
Muharebeleri
ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır.
Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir
destan niteliği taşır hem de öyle
bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini
bile kırpmadan canlarını vererek
Allah’tan cenneti alan, en kesif
orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde
bırakıp gönlündeki vatan aşkı
ile şahadet şerbetini içmek için
cepheye koşan, atalarının kanla
canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman
çizmelerine çiğnetmeyen şanlı
Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir
destandır. Çanakkale’de vatan,
millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme
koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını,
gözlerini, kanlarını ve canlarını
kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere
de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon
olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir
vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden
şu cevabı verir: “Türkiye’nin
nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında
hayret ettiklerinde ise: “Bunda
şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der.
Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din,
dil, edebiyat, tarih şuurundan
yoksun ve ruhsuz olduğu sürece
canlı bir cesettir. Gönül fukarası,
akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak
mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların
oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü
İnceleme
15
göremez. Bir millet sefil, rezil,
namussuz bir hayatı, şerefli bir
ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak
isteyen milletler bedel ödemek
zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz.
Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez.
Devlet, millet, vatan, bayrak,
dil, din ve kültür gibi değerlerin
bir yana bırakıldığı maneviyatın
yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara
ayak bastığımız ilk günden beri
bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için
ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi
ile vatanı için milleti için namusu
için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp
sanatına strateji esasları koyan,
atalarımıza şehit ve gazilerimize
gereken ilgiyi göstermek ve hak
ettiği değeri vermek her Türk’ün
asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz
binlerce Türk’ün kanı var.
Türk milleti olarak en seçme
ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı
olan münevverlerimizi, geleceğin
aydın insanlarını Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik.
Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu
münevver insanlardan yoksun
bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin
ve Kayserilinin medar-ı iftiharı
olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri
Lisesi’nden giderek Kurtuluş
Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın
Çanakkale’ye benzer bir safhası
olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan
güneşler ve adsız kahramanlar
sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı.
Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz
yaşadıkları vatan topraklarından
faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin
üzerine bir görev düştü. “Vatan
için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan
borçlarını ve ödemeleri gereken
bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz.
Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye
de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır
medeniyetler seviyesine ulaşmış,
gönlünde haysiyet, şeref, iffet
duyguları ve vatan sevgisi taşıyan
bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki
de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan
savaşan ve bu uğurda canlarını
feda eden şehitlerimizin ruhları
şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza
her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin.
İnceleme
16
DR. MEHMET ALTUNER’İN
ARDINDAN
Mustafa ÖZTÜRK
T
elelominikasyon Kurumu
Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr.
Mehmet Altuner’i en verimli çağında
kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında
zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde
saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde
Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Acı haber Kayseri’ye ulaştığında,
bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca
arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları
metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim
olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar.
Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi.
Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır
birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir
araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar
çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan
kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu.
Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama
Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında
ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada
görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı.
Bazı arkadaşlar ondaki
cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı
Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin
bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın
eserlerini de ilgiyle okur ve
okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın
ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli
hedeflerimizden birisiydi.
Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi
sırasında pek çok teknolojik projeye
imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen
kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne
geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle
yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı.
Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk
milliyetçiliği hareketinin inançlı bir
mensubudur. Öğrencilik yıllarında
Ülkü
Ocağı’nın,
üniversitede hoca
olduğu yıllarda da
Türk Ocakları’nın
üyesiydi. 12 Eylül
İhtilali’nde birkaç
kez
tutuklandı.
İddialar mesnetsiz
olduğu için her
defasında bir iki
ay yatırılıp serbest
bırakıldı.
Türk milliyetçiliği yolunda en
büyük hizmetleri
Erciyes
Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını,
mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese
gösterdi.
Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır.
Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun.
Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah
sabır versin.
17
TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI,
HİZMETLERİ
Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner
AİLESİ
Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas
ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası,
Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun
olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde
tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir.
Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında
Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel
sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit
Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz
dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur
Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir.
Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu.
Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir.
Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım,
1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve
Sibel Fatma’dır.
Mehmet Altuner adını dedesinden almış.
Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının
çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon
Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir
süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a
tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve
sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik
Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş
İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede
Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî
değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz.
Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise
Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil
Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan
sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde
-Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım
Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı.
Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul
kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile
mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü
Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın
imzaları bulunmaktadır.
Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve
elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde
Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976
tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan
mezun oldu.
Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990)
İnceleme
mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten
bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla.
İnceleme
18
Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği
Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları
arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim
üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel
makale yayımladı.
2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na
Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire
Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı.
Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının
kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının
kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır.
Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü.
Yayımlanmış eserleri
1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders
Notları”, Kayseri-1993
2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993
3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı
Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992
4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992
5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı
Deney Föyleri”, Kayseri-1991
6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari
-1”, Kayseri-1990
7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992
8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri
9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988
Yayımlanmış makaleleri:
Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde
olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale
Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/
Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler
1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh.
Semp., 1996, Isparta
2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge
Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş-
tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996,
Kayseri
3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM
DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı,
Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa
4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K.,
“CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K.,
“Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine
Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri
Aldığı ödüller
1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on
Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya.
2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre
Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES
Türkiye Kolu, 1997.
3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı
ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik
Fakültesi Dekanligi, 1999.
4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003.
5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine
İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi),
2004.
6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet
Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004
TERÖRİSTLE MASAYA
OTURMAK MI!
Osman KARABABA
Ü
lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış
“Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten
üstün olduğunu göstermek ister.
Ülkesinin dört bir yanına haberler salar.
“Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der.
Bir küp altın neler yaptırmaz insana?..
Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları,
sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için
başlarlar padişahla söz düellosuna.
Birinci kişi:
- "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz
ne ola, padişahım?” der.
Padişah kendinden emin:
- "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder.
İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna
uğratmak için:
- "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap
vereceksiniz?” deyince…
Padişah gerilerek alaysı tavırla:
- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç
kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder.
Üçüncü şahıs:
- "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra
geri döndü!" deyince…
Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır:
- "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın
üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce,
ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle
onu da vurur.
Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane
bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez.
Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir.
Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye
istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer:
- "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp
dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu
öde!.."
Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama
ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum...
* *
*
21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu
şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi
harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için
Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe...
5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd
olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu
sözün ne anlama geldiği hala gündemde.
Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır
ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı
dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve
PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara
leke olarak tarihe geçiyor.
Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın
kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör
örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte:
Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert
Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda
uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye
yönelik planlardan bahsediyor.
Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga
girmesi gerekir.”diyor.
NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali
Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına,
ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki
vermediği görülüyor.
Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı
konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor.
Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi
muhataplarına soruyoruz:
5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli
görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması
karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!”
diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu
baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O
halde acziyetinizin diyetini ödeyin!.
“Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı
kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin!
Buyurun! Sözünüzde durun!
İnceleme
19
İnceleme
20
ÜRETMEK “VAR”
OLMAKTIR
K
üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa
da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek
de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir
kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap
olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün
Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim.
Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek
ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi
ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu.
Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile
dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı.
Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü
kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir
tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır
mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana
çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza
Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık.
Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan
alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft
eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye
tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril
deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki
kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem
de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac
yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali
Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp
Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo
deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra
Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini
Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi.
İbrahim GÜNGÖR
Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı
yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var
denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı
gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de
yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman
içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta
yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha
sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir
süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün
farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde
ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin
de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz.
Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim.
Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah”
deyip evden çıktı.
Bismillah
çekip
Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt…
Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson
cep telefonu ile
Citibank’ı aradı. O
gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi.
Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp
dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya
kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi.
Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin
içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı.
Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde
önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux
ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse
öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı.
Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar,
üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya
da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola
içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de
Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps
gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu.
21
İnceleme
Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman
hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi.
Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi
yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti…
Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi…
Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek
işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama
Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu.
Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp
yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel
karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini
seyretti.
Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar
açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna
kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti.
Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax
şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde
yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı,
ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi,
yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki
Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam
bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…”
Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım
hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada
Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.”
Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç
maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak
yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır.
İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet
ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir.
Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan
kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır.
Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük
yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız
daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir.
Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez,
etmemelidir.
Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir.
Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize
kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk
kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve
kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve
kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta
ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı
şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden
doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar
çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam
tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi
Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların.
Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor.
O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok
üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve
maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın
(her yönü ile) büyüğü de oradadır.
Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu
tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını
sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir
kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu
değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca
yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu
genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana
gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın…
İnceleme
22
ÇANAKKALE ZAFERİ VE
DESTANLAŞMASI
Mustafa İLHAN
Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda
açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz
orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir.
İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının
güç birliği hedeflenmiştir.
İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914
günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu
için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu
ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini
havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar
bile” der.
Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise
Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken :
“Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını
geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa
işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki
Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla
İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir.
(İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary)
Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte
yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir.
Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal
etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin
canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır.
Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili
Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye
başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda
değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı
için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu
şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir.
Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak
destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında
türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız,
Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi...
Birinci Dünya Savaşı’nın
ve Türk Mileti’nin kaderini
değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için
bir üniversiteyi şehit vererek
vatan toprağına gömdük.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek
nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik.
Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının
gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır.
Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış
Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan
Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule,
23
Çanakkale Marşı
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyorum düşmana karşı
Çanakkale içinde sıra sıra selviler
Binbaşılar oturmuş asker öğütler
Çanakkale içinde bir kırık testi
Anneler babalar ümidi kesti
Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa
Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa.
Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyom düşmana karşı
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Oof! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Off!gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine”
adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal
bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur.
ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin.
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer.
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak.
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor.
Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın.
Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol,
bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında
“DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır.
DUR YOLCU!
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda,
Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir.
İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman
savuranlara söylenmiş gibidir.
Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın
Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları
ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur.
Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın
“Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma
sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale
Geçilmez” diyenler de var onlar arasında.
Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara
feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur.
100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9
yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan
şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der.
Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız.
İnceleme
Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim
Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk
Marşları 1966 s.136.137)
İnceleme
24
EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE
ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2)
Ahmet ALTAY
Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit
dolu günler temennisiyle….
Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar.
Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan
ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler”
den bahsedeceğiz.
“Hey hızara hızara
Dalda kiraz kızara
Ana benim çağım geldi
Durma bana kız ara”
Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı
gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal
böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi
durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin
adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına
göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın
öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı:
Gelin olacak kızda aranılan vasıflar:
1- Her şeyin üstünde iffet.
2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak)
3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza
karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak)
4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak)
5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma
huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak)
6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan
laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak)
7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak.
Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir
o kadar sorumludur.
Evlenecek erkekte aranılan vasıflar:
1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye
vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini
bilecek)
2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak.
Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan
mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak
3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek,
konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek.
4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile
evinden başka bir şey düşünmeyecek.
5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında
sığıntı bir iş tutmayacak.
6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak.
Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı.
Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması
ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda
karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün
sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci
kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu
hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor:
“Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir
çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta
Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla
uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu
adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı
yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”.
(Bir sonraki sayıda devam edecek)
25
İnceleme
TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ
Hayrettin BÜYÜK
B
ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar
zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik
hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç
yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde
hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade
edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa
ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek
anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle
açıklayabileceğiz.
Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi
olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı
dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca
eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her
koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin
çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan
başka bir şey değildir.
Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır.
Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu
gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması
o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak
zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere
düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf
daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler
kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe
kelimeler kullanmalarını sağlamaktır.
Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir:
“23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X)
oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor,
“Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip
etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz,
“Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini
kuran ise bir komutan olacaktır.
Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı
olacaktır. Örneğin,
“Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.”
“Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi.
Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında
ipucu verebilir.
“Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.”
cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz
konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu
ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı
yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir:
“Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak
yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil
ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef
olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır.
Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi
görülebilir.
Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında
bilgi verebilir:
Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar
çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK.
Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok
sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini
çekmemiştir.
“Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü
birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan,
“Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.”
“Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.”
cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını
veya anlamasını bekleyemeyiz.
İnceleme
26
Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye
aldığınızı gösterir :
Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır:
“Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık
yok.”
tahtalı köye muhtar olmuş.”
öbür tarafı boylamış.”
kalıbını dinlendiriyor artık.”
bir varmış bir yokmuş oldu.”
bir top bezle gitti.”
merhum oldu.”
kuş gibi uçtu gitti.”
“Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.”
gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına
karşın;
“ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi
yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi
için kullanılabilir.
“Ahmet bey
için emri hak vaki oldu.”
mevlasına kavuştu.”
sizlere ömür oldu.”
can kuşunu uçurdu.”
ömrünü size bağışladı.”
rahmetli oldu.”
gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir:
“Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.”
“Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.”
“Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.”
“Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.”
..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini
açıkça ortaya koymaktadır.
Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir:
“Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise
muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar
için kullanılır.
Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise:
“sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir.
Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir,
“bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.”
Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar:
“Mehmet amca dün gece
ebedi hayata intikal etti.”
o dünyaya gitti.”
darı bekaya irtihal etti.”
ebediyete göçtü.”
ruhu huzura erdi.”
hakkın rahmetine kavuştu.”
şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle
bir vurguya rastlanılmamaktadır:
“Ahmet beyin dün
hayatı son buldu.”
“Ahmet bey dün gece
hayata veda etti.”
sonsuz uykusuna daldı.”
yaşamını yitirdi.”
Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da
bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır.
Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz.
Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür.
“Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde
can verdi.”
En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır:
“Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için
çok geçti.”
“Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.”
“Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir
şey kalmamıştı.”
“Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.”
“Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.”
“Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından
1745 yılında Hakk’a yürüdü.
sır oldu.
rahmeti rahmana kavuştu.
ecel şerbetini içti.
cennetlik oldu.
ruhunu teslim etti.”
gerçek hayata uyandı.”
Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe
biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile
kazandırmak mümkündür:
27
“Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi
istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.”
“Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan
bir daha uyanamadı.”
“Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler
dokuzu beş geçe’de donmuştu.”
“tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.”
“ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş
gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.”
“ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.”
Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin
anlamdaşlarından birini ifade edecektir:
“Eski milletvekili dün öğle namazının ardından
defnedildi.”
son yolculuğuna uğurlandı.”
toprağa verildi.”
Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler
olarak kullanılırlar:
“Biz musalla taşına konulunca
hep size kalacak çocuklar.”
buralar
dört kolluya bindiğimizde
tahta ata binince
salacaya(teneşire konunca) yatınca
imamın önüne konduğumuzda
kara toprağa girince
imamın kayığına binince
yensiz gömlek giyince
Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua
eder gibi söyleyeceğiniz
“Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim”
cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden
başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla
“Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya
şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir.
Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu
onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına
örnek vermek gerekirse,
muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz.
“Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde
baktım kalbi atmıyordu.”
“Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam
korkudan dünyasını değiştirmiş.”
“Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla
mevta olmuş.”
Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında
farklılık arz edebilmektedir:
“Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.”
“Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda
etmişti.”
“At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.”
..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir.
Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi
aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve
deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına
gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları
şunlardır:
“Adam cartı çekti.”
“Adam kepti.”
“Adamın işi bitti.”
“Adam zıbardı.”
“Adam gora gitti.”
“Adam mort oldu.”
“Adam kuyruğu titretti.”
Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de
ölümle eş anlamlı anlatımlardır:
“Evlatlarım, benim için vakit tamamdır.
göçüp gittiğimizde
ecel bizi alınca
göz yumduğumuzda
kabre konunca
ölüm kapımızı dövünce
ömür defterimiz kapandığında
dünyadan nasibimiz kesilince
sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.”
“Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.”
Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz.
Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz.
O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye
kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için
“Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya
“şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür.
“.. ömrün kesilsin!”
“.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır.
Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız
Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı
bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz.
İnceleme
“Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha
açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.”
28
İnceleme
Türkülerimiz
Erhan SOLMAZ
Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü
ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya
milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin
kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir
yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden
gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle
Ah gülüm gülüm kırıldı kolum
Tutmuyor elim turnalar ey”
Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline
vurmasıdır:
“Azrail serime çöktüğü zaman
Kırılır kanadım kol yavaş yavaş
Mevlam nasip etsin din ile iman
Akar gözlerimden sel yavaş yavaş”
Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz
yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek
yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından
da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta
dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır:
“Yüzbaşılar, yüzbaşılar
Tabur taburu karşılar
Sabah olup gün vurunca
Şehit kanları ışılar
İbrişimin kozaları
Battı Avşar kazaları
Sarıkamış’ta ölmüşler
Gonca gülün tazeleri”
Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan
sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor:
“Şerbet senin dudağında dilinde
Arzumanım kaldı ince belinde
Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde
Günah bende değil sendedir sende”
Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık
Veysel’e kulak verelim:
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben baç mıyım?
Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı,
dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın
dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur.
“Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.”
Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk’ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Salla bayrağı düşman üstüne
Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.”
Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki
kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan
tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri
ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz:
Altın hızma Mülayim
Seni Hak’tan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Altın hızma incidir
Gömleği nar içidir
Menim lâl olmuş dilim
Ne dedi yar incidir
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir
milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin
önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır.
29
Metin ÖZBEK - [email protected]
F
otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine,
Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin
yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire
- Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz
aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre
altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor.
Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya,
Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç,
Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin
katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma
Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası
ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı
bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin
en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek
gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets
Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur.
CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN
bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in
verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi
miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5
milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda.
CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney
ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün-
yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje
kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan
tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14
tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir
enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan
Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek.
Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search
for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan
büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje,
bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin
ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor.
Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir
Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin
içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük
olaylara gebedir.
Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle…
Teknoloji
Teknolojinin Seyir Defteri
30
İnceleme
YUNAN ZULMÜ
Yusuf BİLTEKİN
B
en Yunan zulmünü
önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim
çocukluk yıllarım atalarımın
Selanik’teki acılarını dinlemekle
geçti. Bana anlatılanlar ruhuma
ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım.
Okuduğum bir kitaba göre
Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor,
esir aldıkları Türk askerlerini
zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya
zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı
hastanede şehit oluyor.
Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk
atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce
atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar
Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler.
Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem
Yunanlılara fırsat vermemiş.
Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler.
Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun
eğmişler.
Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri
Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci-
varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem
yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı
katlettiler Yunanlıların yaptığı
katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir.
Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen
Amiral Bristol başkanlığındaki
heyet, bölgede yapmış olduğu
araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson
ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son
vermeleri gerektiğini söylemiştir.
Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri
Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla
mübadeleye tabi tuttu.
Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça
“Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi”
derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler.
Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere
teşekkürde bulunuyoruz.
1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için.
2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için.
Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu”
gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve
Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye
dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik
yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği
Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir.
Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri
sızlamaz mı?
UFUK
ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM
HİZMETLERİ LTD ŞTİ.
MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ
TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com
İnceleme
31
İnceleme
32
4
İnceleme
ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve
Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan
bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir
durum olmamalıdır.
Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın
saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç
kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor.
Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi,
erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün
olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar
için…
Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde
yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz.
Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla
gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını
yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak
gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır.
Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor
olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.”
desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz.
Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet
dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan,
Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık
etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit”
ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler.
İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe
hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze
alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da
günümüzün alp yiğitleridirler.
Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve
çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye
destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan
böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir.
Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit
gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları
gerekmektedir:
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim
Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim.
Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.”
Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa,
zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın
portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da
olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski
Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu
kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir.
Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa
orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran
manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik
buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur.
Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat,
Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler
yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk
Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut
Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel
eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin
değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz
Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu
kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır.
5
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi
Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu
ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de
din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı
bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen
davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan
inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar.
Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler
yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi
ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim
Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977,
249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi
ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların
korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu
konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski
tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız,
ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve
göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden,
koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek
Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet,
cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I,
Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek
Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın,
ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun
son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler,
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve
ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri
(sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık
onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”
(Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce
Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı
inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında
taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine
rastlamamaktayız.
Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî
kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu
dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak
dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir.
İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok
uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü
anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu
Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı,
hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin
dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk
kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı,
kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir
millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk
İnceleme
KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ
İnceleme
6
ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet
Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve
Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.).
İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini
bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm
ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her
sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim
ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz.
Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları
insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye,
sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl
itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler
gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni
neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir
şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle,
dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir.
İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı
yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği,
yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir.
Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği,
beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır.
Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle
buyurur:
“Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız
zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz
dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen
mümin değilsin” demeyin…”
Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya
inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya,
şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira
Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139).
Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir
toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de
Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış
hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71).
“İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o
işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri
vardır.
Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak:
Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf
Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir.
Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri
Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur:
“Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz
ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.”
Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler
yapmak, çalışmak esastır.
Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne
geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor,
yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz
değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa
düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını
dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K.
Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir.
Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî
öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir:
“Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz),
miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve
onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını)
emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)”
GENÇ
YETENEKLER
ESAT KABAKLI
COŞTURDU
Ahmet KAPLAN
BİRİNCİ SINIF
En pahalı koltuk
Birinci sınıfın
En güzel kıyafetler
Paris’ten
Bildiğimiz makarna
Birinci sınıf restoranda
Birinci sınıfa
Ve birinci sınıf insan
Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor
İnsanın karga olası geliyor.
OLSA
Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa
E
rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi
“Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi
olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat
Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da
Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu.
Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan
Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem
Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o
güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü?
Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat
Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve
coşkuyu hiç doğurabilirler mi?
Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em-
İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız
bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun
Dünyada sadece iyi insanlar olsa
duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o
Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki…
İşçi kızları seyrederek
10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir
Ama olmuyor işte
Vardır bunda da bir hikmet
zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat
Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen
“Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız.
İnceleme
7
Röportaj
8
Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi..
ABDURRAHİM KARAKOÇ:
“Dil, anahtarıdır gireceğin kapının”
-Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen
bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde
milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha
çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle
Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı.
Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın.
Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı
diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı
zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur.
Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden,
Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma
dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü
bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım,
kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem
insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış,
filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle
olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın
kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda
dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani
Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur.
-Şiir yazmaya ne zaman başladınız?
Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi
kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii
onlar öyle geride kaldı.
Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle
oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben
onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur.
-İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı?
İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye
bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra
Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı..
-1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık
dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz..
Evet onları yaktım.
9
-Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki?
Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere,
mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş,
hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur.
Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir
kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı…
Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir
Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik
müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için,
benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi
dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor.
Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi.
“Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama
yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi:
“Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20
bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu.
Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir
şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu
Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım.
Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah
rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum.
Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez.
-Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere
verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi?
Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat
Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim
yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım
ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta,
Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da
filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı.
Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz.
Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha
her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için,
ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın.
-Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin
hizmetinde olmalı mı?
Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler
ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da.
CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya
Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın
en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum,
savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına
diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar.
Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi.
Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim
yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat
ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen
de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de
içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o
gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!”
dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi.
“Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben
memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa
uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur
2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim.
“Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de
bayan hakim vardı onunla konuştu...
Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu-
Röportaj
-Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar
yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla
gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl
açıklarsınız?
Suyundan mı toprağından mı bilemem ama
bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?”
dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi,
beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın..
Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk
diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor.
10
Röportaj
Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor.
Amma kafasını gözünü
yardılarsa da ; “Eyvaah ,
ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum.
nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim.
“Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir
de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey,
ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden
yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim.
Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini
verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat
Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet
Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve
politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi
işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim.
Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar
savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son
mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep
ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım
ve beraat edip oradan çıktım.
Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın.
Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken
de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın.
Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim.
-Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu.
“Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu?
-Şimdiye kadar kaç
şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz
ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz
mi?
13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım.
Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı.
-Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam?
Sigara gibi..
56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü
sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve
burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim.
Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu
tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara
içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de
böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı
ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince
cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım,
buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O
adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte
hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları
dayanamaz, azaltayım filan yok..
-Halkımız niçin az okuyor?
Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra
cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani
bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye.
Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla
şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün
Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya-
pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar
belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da
böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim
bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan,
Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan
Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı
çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor
mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı
vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir
gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş
olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç
olmazsa.
-Hocam internette rast
geldim “ Şairlerin Sultanı”
unvanı verilmiş. Doğru mu?
Yok. Kimse bana öyle bir
şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes
Allah’ın nasib ettiği kadar güzel
yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf
yazan olur. Herkes pehlivan olmaz.
-Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam?
Hiç katılmadım. Hayatım
boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes
geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir
şey…
-Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in
yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa
ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif
edilse yazar mıydınız?
Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu
olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E
benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki
kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın
yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı.
Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne
gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus
Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım
desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat,
sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin
derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin.
Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi
unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir
şairdir. O ne güzel benzetmeler..
-Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini
geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz?
Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa
yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler.
Merdivenin alt katından en
üst katına atlamak istiyorlar.
Olmaz o. Ağır ağır gideceksin,
oraya varana kadar 10 sene, 20
sene 30 sene geçecek. Buna
da tahammül edemiyorlar.
Etsinler.. Başarının sırrı sabır,
sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre
yorumunu yapmak, Türkçeyi
de fevkalade bilmekten geçer.
Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair
olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle.
-Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne
dersiniz üstadım?
İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm.
Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben
bastıracağım.
-Sizi geçeceğine dair iddiası var.
İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum)
-Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler
gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı,
onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey
yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir!
Röportaj
11
12
İnceleme
Affet Beni Iraklı Kardeşim
Yavuz Sezer OĞUZHAN
A
ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk
vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar
yağdığında yağmur yağmanın
tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi
seyrettim. Affet beni kardeşim!..
Amerikan askerlerinin size nasıl
davrandığını gördüm ama onlara
lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki
çığlıkların sokağıma kadar ulaştı
ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum
ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses
olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum.
Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum.
Evlerinden gece yarısı çıkarılan,
kamyon kasasına konup, nereye
gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü
başka yere çevirdim. Tecavüze
maruz kalan kadın yakınlarını
duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben
ki her yerde namustan, ardan
söz ederdim. Bunları kimseye
bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu,
hastalandılar mı soramadım.
Bana Müslüman diyorlar.
Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir
şey demedim. Büyüklerimin
türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma,
peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni
kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”
hadisini anlayamadım. “Mümin,
müminin kardeşidir.” düsturunu
yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok
yatan bizden değildir.” hadisine
yabancı kaldım. Komşu hakkı bu
kadar da önemli iken hem de.
Kardeşim affet beni!...
Ben Türküm. Yüzyıllardır
mazlumun yanında yer aldım.
Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime
batıramadım.
Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm
bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep
başka bir şey olarak gördüm.
Müslüman ve Türk olmak bir
yana… Vicdan var ya! Sömürge
düzenine karşı olmak için vicdan
yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı.
Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm
fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim.
Affet beni. Siz bu beladan nasıl
kurtulacağınızı düşünürken ben
takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her
hafta BBG lerde, evlendirme
programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında
kim kiminle berabermiş ve kim
ne yapmış diye meraklandım da
seni düşünüp meraklanmadım.
Affet beni kardeşim!...
Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı)
ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim
oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle
ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa
da ağlasam bir işe yarar mı? Çok
pişmanım.
Affet beni Iraklı kardeşim!...
Hakkını helal et!…
DUYURU
Her Cuma 14.30’da gençlere,
aynı gün 19.00’da da herkese
açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor.
Katılmak isteyenlere
duyururuz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanlığı
GEÇMİŞ OLSUN
Bacağından ameliyat olup bir
süredir evinde istirahat eden
Yönetim Kurulu üyemiz
Mustafa KILIÇKAYA’ya,
Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan
ÇALIŞKAN kardeşimize acil
şifalar dileriz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Yönetim Kurulu
SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI
SİYASET BASİRETSİZ
T
ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş-
ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın
kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi
operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan
mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara
harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale
getirilmiştir.
Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den
kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları
kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından
çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali
sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail
Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil
hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem
de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya
doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin
hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde
dünyaya bir mesaj vermektedir.
Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara
harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına
rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok
önemlidir.
Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir
operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi
operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu
yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve
onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı
terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın
çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li
Hakan BOZDOĞAN
yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden
sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve
maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek
için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur
kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca
varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit
eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan
karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne
ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi.
Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen
Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da
anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı
bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi
gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe
olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O
halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede
bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına
muhtaç kalmamızın sebebi nedir?
Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun
bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına
sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir
açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık
bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa
olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri
başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru
ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin
seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde
ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir.
Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri
harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi
Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti.
İnceleme
13
İnceleme
14
BİR DESTANDIR ÇANAKKALE
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
T
arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu
savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır.
Türk milletinin ayakta kalmasını
sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden
ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve
can olduğunu çok iyi bilmesidir.
Tarih boyunca birçok zorlukla
karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri
Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır.
Çanakkale Muharebeleri Türk
milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren
en kesin belgedir.
93 yıl önce Çanakkale’de
bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü
vesaitle silahlanmış İngilizler,
Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve
Senegalliler’den oluşan düşman
kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de
korkunç bir boğuşma oldu.
Çanakkale’ye gelen sömürgeciler
öldü zannedilen Türk milletinin
yeniden dirilişine şahit oldu.
Çanakkale
Muharebeleri
ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır.
Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir
destan niteliği taşır hem de öyle
bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini
bile kırpmadan canlarını vererek
Allah’tan cenneti alan, en kesif
orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde
bırakıp gönlündeki vatan aşkı
ile şahadet şerbetini içmek için
cepheye koşan, atalarının kanla
canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman
çizmelerine çiğnetmeyen şanlı
Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir
destandır. Çanakkale’de vatan,
millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme
koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını,
gözlerini, kanlarını ve canlarını
kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere
de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon
olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir
vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden
şu cevabı verir: “Türkiye’nin
nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında
hayret ettiklerinde ise: “Bunda
şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der.
Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din,
dil, edebiyat, tarih şuurundan
yoksun ve ruhsuz olduğu sürece
canlı bir cesettir. Gönül fukarası,
akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak
mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların
oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü
İnceleme
15
göremez. Bir millet sefil, rezil,
namussuz bir hayatı, şerefli bir
ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak
isteyen milletler bedel ödemek
zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz.
Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez.
Devlet, millet, vatan, bayrak,
dil, din ve kültür gibi değerlerin
bir yana bırakıldığı maneviyatın
yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara
ayak bastığımız ilk günden beri
bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için
ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi
ile vatanı için milleti için namusu
için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp
sanatına strateji esasları koyan,
atalarımıza şehit ve gazilerimize
gereken ilgiyi göstermek ve hak
ettiği değeri vermek her Türk’ün
asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz
binlerce Türk’ün kanı var.
Türk milleti olarak en seçme
ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı
olan münevverlerimizi, geleceğin
aydın insanlarını Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik.
Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu
münevver insanlardan yoksun
bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin
ve Kayserilinin medar-ı iftiharı
olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri
Lisesi’nden giderek Kurtuluş
Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın
Çanakkale’ye benzer bir safhası
olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan
güneşler ve adsız kahramanlar
sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı.
Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz
yaşadıkları vatan topraklarından
faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin
üzerine bir görev düştü. “Vatan
için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan
borçlarını ve ödemeleri gereken
bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz.
Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye
de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır
medeniyetler seviyesine ulaşmış,
gönlünde haysiyet, şeref, iffet
duyguları ve vatan sevgisi taşıyan
bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki
de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan
savaşan ve bu uğurda canlarını
feda eden şehitlerimizin ruhları
şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza
her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin.
İnceleme
16
DR. MEHMET ALTUNER’İN
ARDINDAN
Mustafa ÖZTÜRK
T
elelominikasyon Kurumu
Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr.
Mehmet Altuner’i en verimli çağında
kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında
zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde
saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde
Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Acı haber Kayseri’ye ulaştığında,
bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca
arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları
metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim
olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar.
Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi.
Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır
birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir
araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar
çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan
kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu.
Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama
Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında
ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada
görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı.
Bazı arkadaşlar ondaki
cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı
Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin
bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın
eserlerini de ilgiyle okur ve
okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın
ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli
hedeflerimizden birisiydi.
Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi
sırasında pek çok teknolojik projeye
imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen
kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne
geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle
yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı.
Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk
milliyetçiliği hareketinin inançlı bir
mensubudur. Öğrencilik yıllarında
Ülkü
Ocağı’nın,
üniversitede hoca
olduğu yıllarda da
Türk Ocakları’nın
üyesiydi. 12 Eylül
İhtilali’nde birkaç
kez
tutuklandı.
İddialar mesnetsiz
olduğu için her
defasında bir iki
ay yatırılıp serbest
bırakıldı.
Türk milliyetçiliği yolunda en
büyük hizmetleri
Erciyes
Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını,
mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese
gösterdi.
Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır.
Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun.
Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah
sabır versin.
17
TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI,
HİZMETLERİ
Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner
AİLESİ
Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas
ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası,
Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun
olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde
tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir.
Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında
Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel
sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit
Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz
dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur
Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir.
Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu.
Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir.
Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım,
1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve
Sibel Fatma’dır.
Mehmet Altuner adını dedesinden almış.
Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının
çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon
Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir
süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a
tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve
sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik
Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş
İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede
Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî
değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz.
Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise
Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil
Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan
sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde
-Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım
Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı.
Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul
kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile
mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü
Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın
imzaları bulunmaktadır.
Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve
elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde
Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976
tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan
mezun oldu.
Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990)
İnceleme
mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten
bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla.
İnceleme
18
Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği
Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları
arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim
üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel
makale yayımladı.
2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na
Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire
Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı.
Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının
kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının
kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır.
Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü.
Yayımlanmış eserleri
1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders
Notları”, Kayseri-1993
2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993
3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı
Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992
4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992
5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı
Deney Föyleri”, Kayseri-1991
6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari
-1”, Kayseri-1990
7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992
8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri
9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988
Yayımlanmış makaleleri:
Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde
olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale
Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/
Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler
1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh.
Semp., 1996, Isparta
2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge
Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş-
tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996,
Kayseri
3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM
DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı,
Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa
4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K.,
“CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K.,
“Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine
Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri
Aldığı ödüller
1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on
Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya.
2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre
Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES
Türkiye Kolu, 1997.
3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı
ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik
Fakültesi Dekanligi, 1999.
4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003.
5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine
İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi),
2004.
6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet
Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004
TERÖRİSTLE MASAYA
OTURMAK MI!
Osman KARABABA
Ü
lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış
“Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten
üstün olduğunu göstermek ister.
Ülkesinin dört bir yanına haberler salar.
“Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der.
Bir küp altın neler yaptırmaz insana?..
Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları,
sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için
başlarlar padişahla söz düellosuna.
Birinci kişi:
- "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz
ne ola, padişahım?” der.
Padişah kendinden emin:
- "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder.
İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna
uğratmak için:
- "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap
vereceksiniz?” deyince…
Padişah gerilerek alaysı tavırla:
- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç
kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder.
Üçüncü şahıs:
- "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra
geri döndü!" deyince…
Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır:
- "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın
üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce,
ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle
onu da vurur.
Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane
bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez.
Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir.
Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye
istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer:
- "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp
dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu
öde!.."
Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama
ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum...
* *
*
21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu
şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi
harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için
Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe...
5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd
olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu
sözün ne anlama geldiği hala gündemde.
Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır
ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı
dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve
PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara
leke olarak tarihe geçiyor.
Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın
kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör
örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte:
Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert
Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda
uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye
yönelik planlardan bahsediyor.
Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga
girmesi gerekir.”diyor.
NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali
Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına,
ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki
vermediği görülüyor.
Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı
konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor.
Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi
muhataplarına soruyoruz:
5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli
görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması
karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!”
diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu
baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O
halde acziyetinizin diyetini ödeyin!.
“Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı
kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin!
Buyurun! Sözünüzde durun!
İnceleme
19
İnceleme
20
ÜRETMEK “VAR”
OLMAKTIR
K
üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa
da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek
de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir
kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap
olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün
Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim.
Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek
ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi
ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu.
Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile
dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı.
Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü
kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir
tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır
mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana
çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza
Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık.
Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan
alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft
eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye
tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril
deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki
kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem
de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac
yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali
Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp
Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo
deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra
Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini
Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi.
İbrahim GÜNGÖR
Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı
yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var
denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı
gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de
yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman
içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta
yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha
sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir
süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün
farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde
ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin
de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz.
Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim.
Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah”
deyip evden çıktı.
Bismillah
çekip
Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt…
Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson
cep telefonu ile
Citibank’ı aradı. O
gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi.
Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp
dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya
kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi.
Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin
içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı.
Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde
önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux
ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse
öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı.
Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar,
üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya
da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola
içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de
Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps
gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu.
21
İnceleme
Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman
hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi.
Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi
yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti…
Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi…
Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek
işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama
Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu.
Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp
yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel
karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini
seyretti.
Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar
açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna
kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti.
Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax
şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde
yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı,
ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi,
yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki
Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam
bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…”
Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım
hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada
Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.”
Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç
maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak
yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır.
İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet
ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir.
Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan
kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır.
Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük
yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız
daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir.
Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez,
etmemelidir.
Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir.
Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize
kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk
kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve
kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve
kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta
ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı
şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden
doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar
çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam
tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi
Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların.
Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor.
O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok
üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve
maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın
(her yönü ile) büyüğü de oradadır.
Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu
tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını
sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir
kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu
değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca
yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu
genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana
gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın…
İnceleme
22
ÇANAKKALE ZAFERİ VE
DESTANLAŞMASI
Mustafa İLHAN
Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda
açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz
orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir.
İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının
güç birliği hedeflenmiştir.
İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914
günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu
için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu
ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini
havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar
bile” der.
Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise
Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken :
“Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını
geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa
işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki
Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla
İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir.
(İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary)
Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte
yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir.
Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal
etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin
canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır.
Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili
Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye
başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda
değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı
için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu
şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir.
Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak
destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında
türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız,
Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi...
Birinci Dünya Savaşı’nın
ve Türk Mileti’nin kaderini
değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için
bir üniversiteyi şehit vererek
vatan toprağına gömdük.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek
nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik.
Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının
gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır.
Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış
Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan
Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule,
23
Çanakkale Marşı
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyorum düşmana karşı
Çanakkale içinde sıra sıra selviler
Binbaşılar oturmuş asker öğütler
Çanakkale içinde bir kırık testi
Anneler babalar ümidi kesti
Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa
Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa.
Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyom düşmana karşı
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Oof! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Off!gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine”
adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal
bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur.
ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin.
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer.
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak.
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor.
Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın.
Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol,
bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında
“DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır.
DUR YOLCU!
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda,
Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir.
İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman
savuranlara söylenmiş gibidir.
Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın
Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları
ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur.
Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın
“Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma
sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale
Geçilmez” diyenler de var onlar arasında.
Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara
feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur.
100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9
yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan
şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der.
Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız.
İnceleme
Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim
Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk
Marşları 1966 s.136.137)
İnceleme
24
EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE
ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2)
Ahmet ALTAY
Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit
dolu günler temennisiyle….
Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar.
Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan
ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler”
den bahsedeceğiz.
“Hey hızara hızara
Dalda kiraz kızara
Ana benim çağım geldi
Durma bana kız ara”
Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı
gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal
böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi
durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin
adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına
göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın
öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı:
Gelin olacak kızda aranılan vasıflar:
1- Her şeyin üstünde iffet.
2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak)
3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza
karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak)
4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak)
5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma
huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak)
6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan
laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak)
7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak.
Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir
o kadar sorumludur.
Evlenecek erkekte aranılan vasıflar:
1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye
vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini
bilecek)
2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak.
Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan
mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak
3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek,
konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek.
4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile
evinden başka bir şey düşünmeyecek.
5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında
sığıntı bir iş tutmayacak.
6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak.
Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı.
Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması
ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda
karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün
sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci
kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu
hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor:
“Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir
çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta
Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla
uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu
adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı
yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”.
(Bir sonraki sayıda devam edecek)
25
İnceleme
TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ
Hayrettin BÜYÜK
B
ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar
zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik
hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç
yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde
hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade
edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa
ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek
anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle
açıklayabileceğiz.
Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi
olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı
dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca
eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her
koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin
çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan
başka bir şey değildir.
Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır.
Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu
gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması
o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak
zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere
düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf
daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler
kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe
kelimeler kullanmalarını sağlamaktır.
Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir:
“23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X)
oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor,
“Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip
etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz,
“Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini
kuran ise bir komutan olacaktır.
Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı
olacaktır. Örneğin,
“Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.”
“Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi.
Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında
ipucu verebilir.
“Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.”
cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz
konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu
ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı
yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir:
“Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak
yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil
ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef
olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır.
Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi
görülebilir.
Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında
bilgi verebilir:
Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar
çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK.
Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok
sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini
çekmemiştir.
“Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü
birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan,
“Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.”
“Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.”
cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını
veya anlamasını bekleyemeyiz.
İnceleme
26
Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye
aldığınızı gösterir :
Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır:
“Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık
yok.”
tahtalı köye muhtar olmuş.”
öbür tarafı boylamış.”
kalıbını dinlendiriyor artık.”
bir varmış bir yokmuş oldu.”
bir top bezle gitti.”
merhum oldu.”
kuş gibi uçtu gitti.”
“Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.”
gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına
karşın;
“ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi
yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi
için kullanılabilir.
“Ahmet bey
için emri hak vaki oldu.”
mevlasına kavuştu.”
sizlere ömür oldu.”
can kuşunu uçurdu.”
ömrünü size bağışladı.”
rahmetli oldu.”
gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir:
“Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.”
“Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.”
“Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.”
“Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.”
..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini
açıkça ortaya koymaktadır.
Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir:
“Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise
muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar
için kullanılır.
Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise:
“sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir.
Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir,
“bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.”
Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar:
“Mehmet amca dün gece
ebedi hayata intikal etti.”
o dünyaya gitti.”
darı bekaya irtihal etti.”
ebediyete göçtü.”
ruhu huzura erdi.”
hakkın rahmetine kavuştu.”
şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle
bir vurguya rastlanılmamaktadır:
“Ahmet beyin dün
hayatı son buldu.”
“Ahmet bey dün gece
hayata veda etti.”
sonsuz uykusuna daldı.”
yaşamını yitirdi.”
Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da
bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır.
Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz.
Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür.
“Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde
can verdi.”
En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır:
“Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için
çok geçti.”
“Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.”
“Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir
şey kalmamıştı.”
“Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.”
“Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.”
“Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından
1745 yılında Hakk’a yürüdü.
sır oldu.
rahmeti rahmana kavuştu.
ecel şerbetini içti.
cennetlik oldu.
ruhunu teslim etti.”
gerçek hayata uyandı.”
Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe
biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile
kazandırmak mümkündür:
27
“Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi
istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.”
“Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan
bir daha uyanamadı.”
“Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler
dokuzu beş geçe’de donmuştu.”
“tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.”
“ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş
gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.”
“ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.”
Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin
anlamdaşlarından birini ifade edecektir:
“Eski milletvekili dün öğle namazının ardından
defnedildi.”
son yolculuğuna uğurlandı.”
toprağa verildi.”
Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler
olarak kullanılırlar:
“Biz musalla taşına konulunca
hep size kalacak çocuklar.”
buralar
dört kolluya bindiğimizde
tahta ata binince
salacaya(teneşire konunca) yatınca
imamın önüne konduğumuzda
kara toprağa girince
imamın kayığına binince
yensiz gömlek giyince
Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua
eder gibi söyleyeceğiniz
“Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim”
cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden
başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla
“Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya
şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir.
Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu
onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına
örnek vermek gerekirse,
muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz.
“Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde
baktım kalbi atmıyordu.”
“Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam
korkudan dünyasını değiştirmiş.”
“Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla
mevta olmuş.”
Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında
farklılık arz edebilmektedir:
“Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.”
“Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda
etmişti.”
“At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.”
..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir.
Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi
aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve
deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına
gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları
şunlardır:
“Adam cartı çekti.”
“Adam kepti.”
“Adamın işi bitti.”
“Adam zıbardı.”
“Adam gora gitti.”
“Adam mort oldu.”
“Adam kuyruğu titretti.”
Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de
ölümle eş anlamlı anlatımlardır:
“Evlatlarım, benim için vakit tamamdır.
göçüp gittiğimizde
ecel bizi alınca
göz yumduğumuzda
kabre konunca
ölüm kapımızı dövünce
ömür defterimiz kapandığında
dünyadan nasibimiz kesilince
sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.”
“Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.”
Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz.
Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz.
O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye
kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için
“Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya
“şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür.
“.. ömrün kesilsin!”
“.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır.
Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız
Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı
bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz.
İnceleme
“Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha
açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.”
28
İnceleme
Türkülerimiz
Erhan SOLMAZ
Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü
ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya
milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin
kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir
yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden
gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle
Ah gülüm gülüm kırıldı kolum
Tutmuyor elim turnalar ey”
Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline
vurmasıdır:
“Azrail serime çöktüğü zaman
Kırılır kanadım kol yavaş yavaş
Mevlam nasip etsin din ile iman
Akar gözlerimden sel yavaş yavaş”
Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz
yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek
yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından
da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta
dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır:
“Yüzbaşılar, yüzbaşılar
Tabur taburu karşılar
Sabah olup gün vurunca
Şehit kanları ışılar
İbrişimin kozaları
Battı Avşar kazaları
Sarıkamış’ta ölmüşler
Gonca gülün tazeleri”
Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan
sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor:
“Şerbet senin dudağında dilinde
Arzumanım kaldı ince belinde
Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde
Günah bende değil sendedir sende”
Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık
Veysel’e kulak verelim:
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben baç mıyım?
Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı,
dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın
dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur.
“Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.”
Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk’ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Salla bayrağı düşman üstüne
Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.”
Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki
kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan
tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri
ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz:
Altın hızma Mülayim
Seni Hak’tan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Altın hızma incidir
Gömleği nar içidir
Menim lâl olmuş dilim
Ne dedi yar incidir
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir
milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin
önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır.
29
Metin ÖZBEK - [email protected]
F
otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine,
Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin
yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire
- Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz
aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre
altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor.
Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya,
Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç,
Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin
katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma
Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası
ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı
bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin
en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek
gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets
Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur.
CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN
bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in
verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi
miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5
milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda.
CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney
ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün-
yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje
kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan
tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14
tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir
enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan
Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek.
Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search
for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan
büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje,
bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin
ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor.
Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir
Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin
içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük
olaylara gebedir.
Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle…
Teknoloji
Teknolojinin Seyir Defteri
30
İnceleme
YUNAN ZULMÜ
Yusuf BİLTEKİN
B
en Yunan zulmünü
önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim
çocukluk yıllarım atalarımın
Selanik’teki acılarını dinlemekle
geçti. Bana anlatılanlar ruhuma
ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım.
Okuduğum bir kitaba göre
Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor,
esir aldıkları Türk askerlerini
zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya
zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı
hastanede şehit oluyor.
Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk
atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce
atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar
Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler.
Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem
Yunanlılara fırsat vermemiş.
Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler.
Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun
eğmişler.
Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri
Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci-
varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem
yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı
katlettiler Yunanlıların yaptığı
katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir.
Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen
Amiral Bristol başkanlığındaki
heyet, bölgede yapmış olduğu
araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson
ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son
vermeleri gerektiğini söylemiştir.
Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri
Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla
mübadeleye tabi tuttu.
Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça
“Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi”
derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler.
Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere
teşekkürde bulunuyoruz.
1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için.
2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için.
Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu”
gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve
Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye
dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik
yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği
Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir.
Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri
sızlamaz mı?
UFUK
ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM
HİZMETLERİ LTD ŞTİ.
MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ
TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com
İnceleme
31
YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ
Mustafa ÖZTÜRK
E
ski Türk toplumunda ideal insan, alp
insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi,
sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı
olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de
aynı manaya gelen kelimelerdir.
Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız,
Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu,
Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe
Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı,
Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır.
Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu
için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ,
Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır.
Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen”
erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır.
Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren
güzel bir örnek sayılmalıdır.
Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi”
deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen”
şekline dönüşür.
Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en
büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda
alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi
Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu
Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz
aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek,
Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı
kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren,
Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren
Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri
anlatılan alp yiğitlerdir.
Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun
Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler
her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır,
bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda
cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden,
Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız:
“Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi
kımız sağdır, büyük ziyafet ver.”
Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik
yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad
kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit,
artık bir alp’tır.
Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı
sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel
Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir.
Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez
bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla
bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı
için alplar içinde saygınlık kazandı.
Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat
ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret,
4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen
bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü,
9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü
ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili-
İnceleme
3
4
İnceleme
ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve
Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan
bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir
durum olmamalıdır.
Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın
saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç
kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor.
Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi,
erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün
olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar
için…
Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde
yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz.
Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla
gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını
yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak
gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır.
Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor
olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.”
desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz.
Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet
dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan,
Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık
etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit”
ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler.
İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe
hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze
alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da
günümüzün alp yiğitleridirler.
Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve
çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye
destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan
böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir.
Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit
gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları
gerekmektedir:
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim
Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim.
Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.”
Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa,
zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın
portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da
olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski
Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu
kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir.
Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa
orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran
manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik
buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur.
Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat,
Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler
yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk
Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut
Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel
eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin
değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz
Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu
kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır.
5
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi
Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu
ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de
din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı
bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen
davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan
inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar.
Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler
yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi
ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim
Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977,
249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi
ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların
korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu
konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski
tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız,
ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve
göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden,
koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek
Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet,
cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I,
Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek
Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın,
ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun
son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler,
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve
ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri
(sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık
onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”
(Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce
Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı
inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında
taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine
rastlamamaktayız.
Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî
kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu
dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak
dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir.
İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok
uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü
anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu
Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı,
hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin
dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk
kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı,
kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir
millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk
İnceleme
KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ
İnceleme
6
ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet
Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve
Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.).
İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini
bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm
ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her
sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim
ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz.
Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları
insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye,
sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl
itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler
gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni
neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir
şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle,
dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir.
İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı
yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği,
yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir.
Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği,
beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır.
Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle
buyurur:
“Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız
zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz
dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen
mümin değilsin” demeyin…”
Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya
inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya,
şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira
Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139).
Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir
toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de
Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış
hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71).
“İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o
işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri
vardır.
Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak:
Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf
Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir.
Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri
Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur:
“Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz
ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.”
Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler
yapmak, çalışmak esastır.
Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne
geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor,
yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz
değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa
düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını
dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K.
Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir.
Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî
öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir:
“Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz),
miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve
onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını)
emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)”
GENÇ
YETENEKLER
ESAT KABAKLI
COŞTURDU
Ahmet KAPLAN
BİRİNCİ SINIF
En pahalı koltuk
Birinci sınıfın
En güzel kıyafetler
Paris’ten
Bildiğimiz makarna
Birinci sınıf restoranda
Birinci sınıfa
Ve birinci sınıf insan
Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor
İnsanın karga olası geliyor.
OLSA
Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa
E
rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi
“Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi
olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat
Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da
Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu.
Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan
Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem
Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o
güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü?
Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat
Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve
coşkuyu hiç doğurabilirler mi?
Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em-
İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız
bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun
Dünyada sadece iyi insanlar olsa
duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o
Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki…
İşçi kızları seyrederek
10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir
Ama olmuyor işte
Vardır bunda da bir hikmet
zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat
Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen
“Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız.
İnceleme
7
Röportaj
8
Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi..
ABDURRAHİM KARAKOÇ:
“Dil, anahtarıdır gireceğin kapının”
-Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen
bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde
milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha
çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle
Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı.
Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın.
Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı
diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı
zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur.
Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden,
Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma
dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü
bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım,
kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem
insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış,
filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle
olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın
kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda
dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani
Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur.
-Şiir yazmaya ne zaman başladınız?
Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi
kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii
onlar öyle geride kaldı.
Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle
oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben
onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur.
-İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı?
İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye
bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra
Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı..
-1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık
dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz..
Evet onları yaktım.
9
-Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki?
Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere,
mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş,
hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur.
Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir
kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı…
Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir
Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik
müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için,
benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi
dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor.
Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi.
“Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama
yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi:
“Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20
bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu.
Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir
şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu
Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım.
Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah
rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum.
Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez.
-Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere
verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi?
Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat
Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim
yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım
ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta,
Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da
filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı.
Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz.
Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha
her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için,
ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın.
-Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin
hizmetinde olmalı mı?
Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler
ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da.
CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya
Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın
en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum,
savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına
diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar.
Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi.
Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim
yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat
ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen
de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de
içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o
gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!”
dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi.
“Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben
memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa
uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur
2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim.
“Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de
bayan hakim vardı onunla konuştu...
Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu-
Röportaj
-Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar
yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla
gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl
açıklarsınız?
Suyundan mı toprağından mı bilemem ama
bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?”
dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi,
beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın..
Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk
diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor.
10
Röportaj
Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor.
Amma kafasını gözünü
yardılarsa da ; “Eyvaah ,
ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum.
nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim.
“Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir
de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey,
ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden
yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim.
Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini
verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat
Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet
Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve
politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi
işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim.
Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar
savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son
mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep
ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım
ve beraat edip oradan çıktım.
Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın.
Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken
de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın.
Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim.
-Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu.
“Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu?
-Şimdiye kadar kaç
şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz
ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz
mi?
13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım.
Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı.
-Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam?
Sigara gibi..
56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü
sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve
burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim.
Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu
tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara
içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de
böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı
ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince
cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım,
buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O
adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte
hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları
dayanamaz, azaltayım filan yok..
-Halkımız niçin az okuyor?
Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra
cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani
bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye.
Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla
şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün
Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya-
pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar
belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da
böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim
bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan,
Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan
Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı
çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor
mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı
vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir
gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş
olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç
olmazsa.
-Hocam internette rast
geldim “ Şairlerin Sultanı”
unvanı verilmiş. Doğru mu?
Yok. Kimse bana öyle bir
şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes
Allah’ın nasib ettiği kadar güzel
yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf
yazan olur. Herkes pehlivan olmaz.
-Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam?
Hiç katılmadım. Hayatım
boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes
geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir
şey…
-Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in
yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa
ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif
edilse yazar mıydınız?
Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu
olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E
benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki
kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın
yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı.
Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne
gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus
Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım
desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat,
sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin
derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin.
Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi
unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir
şairdir. O ne güzel benzetmeler..
-Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini
geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz?
Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa
yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler.
Merdivenin alt katından en
üst katına atlamak istiyorlar.
Olmaz o. Ağır ağır gideceksin,
oraya varana kadar 10 sene, 20
sene 30 sene geçecek. Buna
da tahammül edemiyorlar.
Etsinler.. Başarının sırrı sabır,
sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre
yorumunu yapmak, Türkçeyi
de fevkalade bilmekten geçer.
Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair
olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle.
-Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne
dersiniz üstadım?
İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm.
Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben
bastıracağım.
-Sizi geçeceğine dair iddiası var.
İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum)
-Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler
gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı,
onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey
yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir!
Röportaj
11
12
İnceleme
Affet Beni Iraklı Kardeşim
Yavuz Sezer OĞUZHAN
A
ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk
vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar
yağdığında yağmur yağmanın
tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi
seyrettim. Affet beni kardeşim!..
Amerikan askerlerinin size nasıl
davrandığını gördüm ama onlara
lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki
çığlıkların sokağıma kadar ulaştı
ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum
ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses
olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum.
Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum.
Evlerinden gece yarısı çıkarılan,
kamyon kasasına konup, nereye
gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü
başka yere çevirdim. Tecavüze
maruz kalan kadın yakınlarını
duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben
ki her yerde namustan, ardan
söz ederdim. Bunları kimseye
bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu,
hastalandılar mı soramadım.
Bana Müslüman diyorlar.
Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir
şey demedim. Büyüklerimin
türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma,
peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni
kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”
hadisini anlayamadım. “Mümin,
müminin kardeşidir.” düsturunu
yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok
yatan bizden değildir.” hadisine
yabancı kaldım. Komşu hakkı bu
kadar da önemli iken hem de.
Kardeşim affet beni!...
Ben Türküm. Yüzyıllardır
mazlumun yanında yer aldım.
Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime
batıramadım.
Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm
bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep
başka bir şey olarak gördüm.
Müslüman ve Türk olmak bir
yana… Vicdan var ya! Sömürge
düzenine karşı olmak için vicdan
yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı.
Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm
fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim.
Affet beni. Siz bu beladan nasıl
kurtulacağınızı düşünürken ben
takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her
hafta BBG lerde, evlendirme
programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında
kim kiminle berabermiş ve kim
ne yapmış diye meraklandım da
seni düşünüp meraklanmadım.
Affet beni kardeşim!...
Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı)
ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim
oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle
ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa
da ağlasam bir işe yarar mı? Çok
pişmanım.
Affet beni Iraklı kardeşim!...
Hakkını helal et!…
DUYURU
Her Cuma 14.30’da gençlere,
aynı gün 19.00’da da herkese
açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor.
Katılmak isteyenlere
duyururuz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanlığı
GEÇMİŞ OLSUN
Bacağından ameliyat olup bir
süredir evinde istirahat eden
Yönetim Kurulu üyemiz
Mustafa KILIÇKAYA’ya,
Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan
ÇALIŞKAN kardeşimize acil
şifalar dileriz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Yönetim Kurulu
SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI
SİYASET BASİRETSİZ
T
ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş-
ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın
kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi
operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan
mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara
harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale
getirilmiştir.
Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den
kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları
kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından
çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali
sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail
Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil
hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem
de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya
doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin
hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde
dünyaya bir mesaj vermektedir.
Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara
harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına
rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok
önemlidir.
Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir
operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi
operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu
yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve
onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı
terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın
çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li
Hakan BOZDOĞAN
yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden
sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve
maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek
için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur
kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca
varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit
eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan
karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne
ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi.
Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen
Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da
anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı
bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi
gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe
olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O
halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede
bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına
muhtaç kalmamızın sebebi nedir?
Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun
bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına
sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir
açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık
bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa
olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri
başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru
ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin
seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde
ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir.
Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri
harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi
Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti.
İnceleme
13
İnceleme
14
BİR DESTANDIR ÇANAKKALE
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
T
arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu
savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır.
Türk milletinin ayakta kalmasını
sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden
ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve
can olduğunu çok iyi bilmesidir.
Tarih boyunca birçok zorlukla
karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri
Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır.
Çanakkale Muharebeleri Türk
milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren
en kesin belgedir.
93 yıl önce Çanakkale’de
bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü
vesaitle silahlanmış İngilizler,
Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve
Senegalliler’den oluşan düşman
kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de
korkunç bir boğuşma oldu.
Çanakkale’ye gelen sömürgeciler
öldü zannedilen Türk milletinin
yeniden dirilişine şahit oldu.
Çanakkale
Muharebeleri
ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır.
Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir
destan niteliği taşır hem de öyle
bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini
bile kırpmadan canlarını vererek
Allah’tan cenneti alan, en kesif
orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde
bırakıp gönlündeki vatan aşkı
ile şahadet şerbetini içmek için
cepheye koşan, atalarının kanla
canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman
çizmelerine çiğnetmeyen şanlı
Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir
destandır. Çanakkale’de vatan,
millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme
koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını,
gözlerini, kanlarını ve canlarını
kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere
de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon
olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir
vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden
şu cevabı verir: “Türkiye’nin
nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında
hayret ettiklerinde ise: “Bunda
şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der.
Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din,
dil, edebiyat, tarih şuurundan
yoksun ve ruhsuz olduğu sürece
canlı bir cesettir. Gönül fukarası,
akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak
mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların
oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü
İnceleme
15
göremez. Bir millet sefil, rezil,
namussuz bir hayatı, şerefli bir
ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak
isteyen milletler bedel ödemek
zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz.
Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez.
Devlet, millet, vatan, bayrak,
dil, din ve kültür gibi değerlerin
bir yana bırakıldığı maneviyatın
yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara
ayak bastığımız ilk günden beri
bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için
ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi
ile vatanı için milleti için namusu
için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp
sanatına strateji esasları koyan,
atalarımıza şehit ve gazilerimize
gereken ilgiyi göstermek ve hak
ettiği değeri vermek her Türk’ün
asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz
binlerce Türk’ün kanı var.
Türk milleti olarak en seçme
ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı
olan münevverlerimizi, geleceğin
aydın insanlarını Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik.
Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu
münevver insanlardan yoksun
bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin
ve Kayserilinin medar-ı iftiharı
olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri
Lisesi’nden giderek Kurtuluş
Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın
Çanakkale’ye benzer bir safhası
olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan
güneşler ve adsız kahramanlar
sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı.
Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz
yaşadıkları vatan topraklarından
faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin
üzerine bir görev düştü. “Vatan
için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan
borçlarını ve ödemeleri gereken
bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz.
Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye
de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır
medeniyetler seviyesine ulaşmış,
gönlünde haysiyet, şeref, iffet
duyguları ve vatan sevgisi taşıyan
bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki
de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan
savaşan ve bu uğurda canlarını
feda eden şehitlerimizin ruhları
şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza
her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin.
İnceleme
16
DR. MEHMET ALTUNER’İN
ARDINDAN
Mustafa ÖZTÜRK
T
elelominikasyon Kurumu
Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr.
Mehmet Altuner’i en verimli çağında
kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında
zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde
saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde
Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Acı haber Kayseri’ye ulaştığında,
bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca
arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları
metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim
olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar.
Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi.
Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır
birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir
araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar
çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan
kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu.
Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama
Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında
ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada
görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı.
Bazı arkadaşlar ondaki
cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı
Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin
bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın
eserlerini de ilgiyle okur ve
okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın
ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli
hedeflerimizden birisiydi.
Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi
sırasında pek çok teknolojik projeye
imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen
kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne
geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle
yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı.
Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk
milliyetçiliği hareketinin inançlı bir
mensubudur. Öğrencilik yıllarında
Ülkü
Ocağı’nın,
üniversitede hoca
olduğu yıllarda da
Türk Ocakları’nın
üyesiydi. 12 Eylül
İhtilali’nde birkaç
kez
tutuklandı.
İddialar mesnetsiz
olduğu için her
defasında bir iki
ay yatırılıp serbest
bırakıldı.
Türk milliyetçiliği yolunda en
büyük hizmetleri
Erciyes
Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını,
mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese
gösterdi.
Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır.
Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun.
Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah
sabır versin.
17
TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI,
HİZMETLERİ
Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner
AİLESİ
Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas
ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası,
Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun
olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde
tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir.
Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında
Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel
sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit
Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz
dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur
Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir.
Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu.
Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir.
Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım,
1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve
Sibel Fatma’dır.
Mehmet Altuner adını dedesinden almış.
Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının
çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon
Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir
süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a
tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve
sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik
Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş
İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede
Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî
değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz.
Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise
Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil
Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan
sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde
-Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım
Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı.
Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul
kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile
mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü
Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın
imzaları bulunmaktadır.
Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve
elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde
Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976
tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan
mezun oldu.
Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990)
İnceleme
mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten
bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla.
İnceleme
18
Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği
Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları
arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim
üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel
makale yayımladı.
2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na
Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire
Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı.
Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının
kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının
kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır.
Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü.
Yayımlanmış eserleri
1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders
Notları”, Kayseri-1993
2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993
3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı
Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992
4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992
5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı
Deney Föyleri”, Kayseri-1991
6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari
-1”, Kayseri-1990
7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992
8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri
9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988
Yayımlanmış makaleleri:
Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde
olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale
Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/
Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler
1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh.
Semp., 1996, Isparta
2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge
Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş-
tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996,
Kayseri
3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM
DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı,
Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa
4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K.,
“CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K.,
“Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine
Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri
Aldığı ödüller
1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on
Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya.
2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre
Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES
Türkiye Kolu, 1997.
3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı
ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik
Fakültesi Dekanligi, 1999.
4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003.
5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine
İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi),
2004.
6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet
Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004
TERÖRİSTLE MASAYA
OTURMAK MI!
Osman KARABABA
Ü
lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış
“Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten
üstün olduğunu göstermek ister.
Ülkesinin dört bir yanına haberler salar.
“Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der.
Bir küp altın neler yaptırmaz insana?..
Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları,
sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için
başlarlar padişahla söz düellosuna.
Birinci kişi:
- "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz
ne ola, padişahım?” der.
Padişah kendinden emin:
- "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder.
İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna
uğratmak için:
- "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap
vereceksiniz?” deyince…
Padişah gerilerek alaysı tavırla:
- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç
kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder.
Üçüncü şahıs:
- "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra
geri döndü!" deyince…
Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır:
- "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın
üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce,
ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle
onu da vurur.
Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane
bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez.
Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir.
Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye
istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer:
- "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp
dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu
öde!.."
Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama
ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum...
* *
*
21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu
şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi
harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için
Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe...
5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd
olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu
sözün ne anlama geldiği hala gündemde.
Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır
ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı
dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve
PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara
leke olarak tarihe geçiyor.
Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın
kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör
örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte:
Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert
Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda
uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye
yönelik planlardan bahsediyor.
Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga
girmesi gerekir.”diyor.
NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali
Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına,
ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki
vermediği görülüyor.
Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı
konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor.
Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi
muhataplarına soruyoruz:
5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli
görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması
karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!”
diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu
baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O
halde acziyetinizin diyetini ödeyin!.
“Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı
kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin!
Buyurun! Sözünüzde durun!
İnceleme
19
İnceleme
20
ÜRETMEK “VAR”
OLMAKTIR
K
üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa
da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek
de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir
kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap
olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün
Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim.
Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek
ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi
ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu.
Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile
dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı.
Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü
kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir
tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır
mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana
çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza
Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık.
Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan
alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft
eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye
tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril
deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki
kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem
de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac
yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali
Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp
Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo
deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra
Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini
Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi.
İbrahim GÜNGÖR
Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı
yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var
denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı
gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de
yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman
içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta
yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha
sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir
süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün
farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde
ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin
de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz.
Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim.
Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah”
deyip evden çıktı.
Bismillah
çekip
Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt…
Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson
cep telefonu ile
Citibank’ı aradı. O
gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi.
Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp
dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya
kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi.
Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin
içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı.
Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde
önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux
ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse
öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı.
Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar,
üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya
da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola
içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de
Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps
gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu.
21
İnceleme
Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman
hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi.
Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi
yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti…
Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi…
Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek
işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama
Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu.
Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp
yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel
karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini
seyretti.
Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar
açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna
kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti.
Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax
şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde
yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı,
ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi,
yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki
Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam
bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…”
Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım
hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada
Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.”
Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç
maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak
yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır.
İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet
ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir.
Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan
kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır.
Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük
yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız
daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir.
Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez,
etmemelidir.
Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir.
Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize
kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk
kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve
kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve
kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta
ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı
şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden
doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar
çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam
tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi
Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların.
Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor.
O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok
üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve
maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın
(her yönü ile) büyüğü de oradadır.
Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu
tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını
sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir
kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu
değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca
yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu
genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana
gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın…
İnceleme
22
ÇANAKKALE ZAFERİ VE
DESTANLAŞMASI
Mustafa İLHAN
Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda
açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz
orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir.
İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının
güç birliği hedeflenmiştir.
İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914
günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu
için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu
ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini
havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar
bile” der.
Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise
Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken :
“Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını
geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa
işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki
Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla
İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir.
(İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary)
Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte
yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir.
Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal
etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin
canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır.
Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili
Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye
başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda
değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı
için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu
şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir.
Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak
destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında
türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız,
Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi...
Birinci Dünya Savaşı’nın
ve Türk Mileti’nin kaderini
değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için
bir üniversiteyi şehit vererek
vatan toprağına gömdük.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek
nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik.
Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının
gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır.
Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış
Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan
Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule,
23
Çanakkale Marşı
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyorum düşmana karşı
Çanakkale içinde sıra sıra selviler
Binbaşılar oturmuş asker öğütler
Çanakkale içinde bir kırık testi
Anneler babalar ümidi kesti
Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa
Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa.
Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyom düşmana karşı
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Oof! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Off!gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine”
adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal
bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur.
ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin.
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer.
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak.
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor.
Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın.
Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol,
bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında
“DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır.
DUR YOLCU!
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda,
Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir.
İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman
savuranlara söylenmiş gibidir.
Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın
Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları
ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur.
Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın
“Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma
sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale
Geçilmez” diyenler de var onlar arasında.
Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara
feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur.
100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9
yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan
şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der.
Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız.
İnceleme
Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim
Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk
Marşları 1966 s.136.137)
İnceleme
24
EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE
ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2)
Ahmet ALTAY
Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit
dolu günler temennisiyle….
Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar.
Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan
ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler”
den bahsedeceğiz.
“Hey hızara hızara
Dalda kiraz kızara
Ana benim çağım geldi
Durma bana kız ara”
Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı
gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal
böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi
durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin
adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına
göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın
öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı:
Gelin olacak kızda aranılan vasıflar:
1- Her şeyin üstünde iffet.
2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak)
3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza
karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak)
4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak)
5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma
huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak)
6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan
laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak)
7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak.
Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir
o kadar sorumludur.
Evlenecek erkekte aranılan vasıflar:
1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye
vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini
bilecek)
2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak.
Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan
mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak
3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek,
konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek.
4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile
evinden başka bir şey düşünmeyecek.
5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında
sığıntı bir iş tutmayacak.
6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak.
Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı.
Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması
ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda
karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün
sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci
kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu
hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor:
“Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir
çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta
Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla
uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu
adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı
yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”.
(Bir sonraki sayıda devam edecek)
25
İnceleme
TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ
Hayrettin BÜYÜK
B
ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar
zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik
hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç
yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde
hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade
edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa
ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek
anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle
açıklayabileceğiz.
Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi
olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı
dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca
eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her
koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin
çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan
başka bir şey değildir.
Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır.
Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu
gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması
o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak
zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere
düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf
daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler
kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe
kelimeler kullanmalarını sağlamaktır.
Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir:
“23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X)
oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor,
“Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip
etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz,
“Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini
kuran ise bir komutan olacaktır.
Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı
olacaktır. Örneğin,
“Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.”
“Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi.
Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında
ipucu verebilir.
“Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.”
cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz
konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu
ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı
yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir:
“Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak
yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil
ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef
olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır.
Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi
görülebilir.
Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında
bilgi verebilir:
Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar
çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK.
Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok
sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini
çekmemiştir.
“Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü
birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan,
“Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.”
“Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.”
cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını
veya anlamasını bekleyemeyiz.
İnceleme
26
Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye
aldığınızı gösterir :
Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır:
“Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık
yok.”
tahtalı köye muhtar olmuş.”
öbür tarafı boylamış.”
kalıbını dinlendiriyor artık.”
bir varmış bir yokmuş oldu.”
bir top bezle gitti.”
merhum oldu.”
kuş gibi uçtu gitti.”
“Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.”
gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına
karşın;
“ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi
yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi
için kullanılabilir.
“Ahmet bey
için emri hak vaki oldu.”
mevlasına kavuştu.”
sizlere ömür oldu.”
can kuşunu uçurdu.”
ömrünü size bağışladı.”
rahmetli oldu.”
gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir:
“Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.”
“Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.”
“Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.”
“Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.”
..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini
açıkça ortaya koymaktadır.
Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir:
“Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise
muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar
için kullanılır.
Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise:
“sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir.
Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir,
“bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.”
Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar:
“Mehmet amca dün gece
ebedi hayata intikal etti.”
o dünyaya gitti.”
darı bekaya irtihal etti.”
ebediyete göçtü.”
ruhu huzura erdi.”
hakkın rahmetine kavuştu.”
şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle
bir vurguya rastlanılmamaktadır:
“Ahmet beyin dün
hayatı son buldu.”
“Ahmet bey dün gece
hayata veda etti.”
sonsuz uykusuna daldı.”
yaşamını yitirdi.”
Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da
bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır.
Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz.
Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür.
“Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde
can verdi.”
En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır:
“Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için
çok geçti.”
“Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.”
“Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir
şey kalmamıştı.”
“Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.”
“Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.”
“Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından
1745 yılında Hakk’a yürüdü.
sır oldu.
rahmeti rahmana kavuştu.
ecel şerbetini içti.
cennetlik oldu.
ruhunu teslim etti.”
gerçek hayata uyandı.”
Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe
biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile
kazandırmak mümkündür:
27
“Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi
istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.”
“Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan
bir daha uyanamadı.”
“Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler
dokuzu beş geçe’de donmuştu.”
“tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.”
“ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş
gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.”
“ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.”
Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin
anlamdaşlarından birini ifade edecektir:
“Eski milletvekili dün öğle namazının ardından
defnedildi.”
son yolculuğuna uğurlandı.”
toprağa verildi.”
Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler
olarak kullanılırlar:
“Biz musalla taşına konulunca
hep size kalacak çocuklar.”
buralar
dört kolluya bindiğimizde
tahta ata binince
salacaya(teneşire konunca) yatınca
imamın önüne konduğumuzda
kara toprağa girince
imamın kayığına binince
yensiz gömlek giyince
Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua
eder gibi söyleyeceğiniz
“Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim”
cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden
başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla
“Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya
şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir.
Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu
onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına
örnek vermek gerekirse,
muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz.
“Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde
baktım kalbi atmıyordu.”
“Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam
korkudan dünyasını değiştirmiş.”
“Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla
mevta olmuş.”
Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında
farklılık arz edebilmektedir:
“Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.”
“Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda
etmişti.”
“At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.”
..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir.
Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi
aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve
deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına
gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları
şunlardır:
“Adam cartı çekti.”
“Adam kepti.”
“Adamın işi bitti.”
“Adam zıbardı.”
“Adam gora gitti.”
“Adam mort oldu.”
“Adam kuyruğu titretti.”
Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de
ölümle eş anlamlı anlatımlardır:
“Evlatlarım, benim için vakit tamamdır.
göçüp gittiğimizde
ecel bizi alınca
göz yumduğumuzda
kabre konunca
ölüm kapımızı dövünce
ömür defterimiz kapandığında
dünyadan nasibimiz kesilince
sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.”
“Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.”
Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz.
Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz.
O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye
kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için
“Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya
“şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür.
“.. ömrün kesilsin!”
“.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır.
Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız
Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı
bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz.
İnceleme
“Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha
açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.”
28
İnceleme
Türkülerimiz
Erhan SOLMAZ
Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü
ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya
milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin
kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir
yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden
gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle
Ah gülüm gülüm kırıldı kolum
Tutmuyor elim turnalar ey”
Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline
vurmasıdır:
“Azrail serime çöktüğü zaman
Kırılır kanadım kol yavaş yavaş
Mevlam nasip etsin din ile iman
Akar gözlerimden sel yavaş yavaş”
Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz
yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek
yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından
da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta
dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır:
“Yüzbaşılar, yüzbaşılar
Tabur taburu karşılar
Sabah olup gün vurunca
Şehit kanları ışılar
İbrişimin kozaları
Battı Avşar kazaları
Sarıkamış’ta ölmüşler
Gonca gülün tazeleri”
Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan
sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor:
“Şerbet senin dudağında dilinde
Arzumanım kaldı ince belinde
Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde
Günah bende değil sendedir sende”
Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık
Veysel’e kulak verelim:
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben baç mıyım?
Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı,
dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın
dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur.
“Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.”
Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk’ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Salla bayrağı düşman üstüne
Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.”
Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki
kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan
tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri
ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz:
Altın hızma Mülayim
Seni Hak’tan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Altın hızma incidir
Gömleği nar içidir
Menim lâl olmuş dilim
Ne dedi yar incidir
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir
milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin
önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır.
29
Metin ÖZBEK - [email protected]
F
otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine,
Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin
yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire
- Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz
aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre
altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor.
Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya,
Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç,
Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin
katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma
Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası
ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı
bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin
en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek
gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets
Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur.
CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN
bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in
verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi
miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5
milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda.
CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney
ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün-
yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje
kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan
tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14
tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir
enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan
Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek.
Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search
for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan
büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje,
bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin
ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor.
Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir
Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin
içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük
olaylara gebedir.
Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle…
Teknoloji
Teknolojinin Seyir Defteri
30
İnceleme
YUNAN ZULMÜ
Yusuf BİLTEKİN
B
en Yunan zulmünü
önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim
çocukluk yıllarım atalarımın
Selanik’teki acılarını dinlemekle
geçti. Bana anlatılanlar ruhuma
ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım.
Okuduğum bir kitaba göre
Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor,
esir aldıkları Türk askerlerini
zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya
zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı
hastanede şehit oluyor.
Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk
atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce
atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar
Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler.
Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem
Yunanlılara fırsat vermemiş.
Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler.
Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun
eğmişler.
Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri
Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci-
varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem
yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı
katlettiler Yunanlıların yaptığı
katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir.
Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen
Amiral Bristol başkanlığındaki
heyet, bölgede yapmış olduğu
araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson
ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son
vermeleri gerektiğini söylemiştir.
Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri
Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla
mübadeleye tabi tuttu.
Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça
“Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi”
derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler.
Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere
teşekkürde bulunuyoruz.
1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için.
2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için.
Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu”
gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve
Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye
dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik
yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği
Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir.
Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri
sızlamaz mı?
UFUK
ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM
HİZMETLERİ LTD ŞTİ.
MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ
TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com
İnceleme
31
4
İnceleme
ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve
Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan
bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir
durum olmamalıdır.
Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın
saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç
kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor.
Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi,
erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün
olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar
için…
Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde
yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz.
Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla
gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını
yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak
gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır.
Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor
olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.”
desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz.
Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet
dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan,
Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık
etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit”
ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler.
İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe
hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze
alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da
günümüzün alp yiğitleridirler.
Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve
çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye
destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan
böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir.
Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit
gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları
gerekmektedir:
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim
Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim.
Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.”
Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa,
zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın
portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da
olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski
Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu
kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir.
Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa
orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran
manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik
buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur.
Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat,
Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler
yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk
Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut
Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel
eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin
değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz
Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu
kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır.
5
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi
Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu
ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de
din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı
bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen
davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan
inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar.
Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler
yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi
ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim
Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977,
249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi
ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların
korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu
konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski
tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız,
ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve
göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden,
koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek
Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet,
cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I,
Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek
Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın,
ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun
son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler,
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve
ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri
(sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık
onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”
(Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce
Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı
inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında
taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine
rastlamamaktayız.
Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî
kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu
dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak
dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir.
İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok
uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü
anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu
Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı,
hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin
dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk
kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı,
kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir
millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk
İnceleme
KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ
İnceleme
6
ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet
Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve
Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.).
İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini
bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm
ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her
sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim
ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz.
Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları
insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye,
sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl
itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler
gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni
neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir
şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle,
dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir.
İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı
yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği,
yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir.
Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği,
beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır.
Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle
buyurur:
“Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız
zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz
dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen
mümin değilsin” demeyin…”
Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya
inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya,
şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira
Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139).
Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir
toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de
Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış
hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71).
“İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o
işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri
vardır.
Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak:
Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf
Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir.
Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri
Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur:
“Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz
ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.”
Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler
yapmak, çalışmak esastır.
Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne
geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor,
yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz
değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa
düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını
dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K.
Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir.
Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî
öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir:
“Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz),
miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve
onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını)
emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)”
GENÇ
YETENEKLER
ESAT KABAKLI
COŞTURDU
Ahmet KAPLAN
BİRİNCİ SINIF
En pahalı koltuk
Birinci sınıfın
En güzel kıyafetler
Paris’ten
Bildiğimiz makarna
Birinci sınıf restoranda
Birinci sınıfa
Ve birinci sınıf insan
Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor
İnsanın karga olası geliyor.
OLSA
Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa
E
rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi
“Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi
olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat
Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da
Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu.
Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan
Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem
Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o
güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü?
Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat
Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve
coşkuyu hiç doğurabilirler mi?
Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em-
İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız
bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun
Dünyada sadece iyi insanlar olsa
duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o
Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki…
İşçi kızları seyrederek
10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir
Ama olmuyor işte
Vardır bunda da bir hikmet
zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat
Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen
“Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız.
İnceleme
7
Röportaj
8
Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi..
ABDURRAHİM KARAKOÇ:
“Dil, anahtarıdır gireceğin kapının”
-Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen
bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde
milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha
çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle
Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı.
Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın.
Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı
diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı
zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur.
Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden,
Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma
dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü
bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım,
kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem
insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış,
filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle
olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın
kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda
dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani
Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur.
-Şiir yazmaya ne zaman başladınız?
Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi
kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii
onlar öyle geride kaldı.
Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle
oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben
onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur.
-İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı?
İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye
bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra
Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı..
-1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık
dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz..
Evet onları yaktım.
9
-Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki?
Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere,
mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş,
hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur.
Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir
kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı…
Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir
Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik
müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için,
benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi
dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor.
Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi.
“Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama
yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi:
“Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20
bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu.
Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir
şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu
Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım.
Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah
rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum.
Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez.
-Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere
verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi?
Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat
Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim
yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım
ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta,
Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da
filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı.
Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz.
Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha
her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için,
ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın.
-Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin
hizmetinde olmalı mı?
Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler
ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da.
CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya
Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın
en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum,
savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına
diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar.
Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi.
Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim
yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat
ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen
de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de
içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o
gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!”
dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi.
“Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben
memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa
uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur
2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim.
“Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de
bayan hakim vardı onunla konuştu...
Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu-
Röportaj
-Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar
yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla
gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl
açıklarsınız?
Suyundan mı toprağından mı bilemem ama
bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?”
dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi,
beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın..
Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk
diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor.
10
Röportaj
Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor.
Amma kafasını gözünü
yardılarsa da ; “Eyvaah ,
ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum.
nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim.
“Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir
de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey,
ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden
yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim.
Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini
verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat
Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet
Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve
politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi
işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim.
Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar
savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son
mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep
ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım
ve beraat edip oradan çıktım.
Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın.
Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken
de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın.
Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim.
-Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu.
“Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu?
-Şimdiye kadar kaç
şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz
ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz
mi?
13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım.
Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı.
-Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam?
Sigara gibi..
56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü
sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve
burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim.
Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu
tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara
içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de
böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı
ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince
cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım,
buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O
adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte
hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları
dayanamaz, azaltayım filan yok..
-Halkımız niçin az okuyor?
Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra
cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani
bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye.
Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla
şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün
Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya-
pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar
belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da
böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim
bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan,
Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan
Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı
çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor
mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı
vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir
gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş
olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç
olmazsa.
-Hocam internette rast
geldim “ Şairlerin Sultanı”
unvanı verilmiş. Doğru mu?
Yok. Kimse bana öyle bir
şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes
Allah’ın nasib ettiği kadar güzel
yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf
yazan olur. Herkes pehlivan olmaz.
-Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam?
Hiç katılmadım. Hayatım
boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes
geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir
şey…
-Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in
yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa
ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif
edilse yazar mıydınız?
Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu
olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E
benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki
kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın
yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı.
Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne
gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus
Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım
desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat,
sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin
derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin.
Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi
unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir
şairdir. O ne güzel benzetmeler..
-Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini
geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz?
Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa
yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler.
Merdivenin alt katından en
üst katına atlamak istiyorlar.
Olmaz o. Ağır ağır gideceksin,
oraya varana kadar 10 sene, 20
sene 30 sene geçecek. Buna
da tahammül edemiyorlar.
Etsinler.. Başarının sırrı sabır,
sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre
yorumunu yapmak, Türkçeyi
de fevkalade bilmekten geçer.
Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair
olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle.
-Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne
dersiniz üstadım?
İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm.
Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben
bastıracağım.
-Sizi geçeceğine dair iddiası var.
İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum)
-Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler
gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı,
onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey
yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir!
Röportaj
11
12
İnceleme
Affet Beni Iraklı Kardeşim
Yavuz Sezer OĞUZHAN
A
ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk
vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar
yağdığında yağmur yağmanın
tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi
seyrettim. Affet beni kardeşim!..
Amerikan askerlerinin size nasıl
davrandığını gördüm ama onlara
lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki
çığlıkların sokağıma kadar ulaştı
ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum
ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses
olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum.
Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum.
Evlerinden gece yarısı çıkarılan,
kamyon kasasına konup, nereye
gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü
başka yere çevirdim. Tecavüze
maruz kalan kadın yakınlarını
duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben
ki her yerde namustan, ardan
söz ederdim. Bunları kimseye
bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu,
hastalandılar mı soramadım.
Bana Müslüman diyorlar.
Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir
şey demedim. Büyüklerimin
türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma,
peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni
kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.”
hadisini anlayamadım. “Mümin,
müminin kardeşidir.” düsturunu
yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok
yatan bizden değildir.” hadisine
yabancı kaldım. Komşu hakkı bu
kadar da önemli iken hem de.
Kardeşim affet beni!...
Ben Türküm. Yüzyıllardır
mazlumun yanında yer aldım.
Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime
batıramadım.
Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm
bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep
başka bir şey olarak gördüm.
Müslüman ve Türk olmak bir
yana… Vicdan var ya! Sömürge
düzenine karşı olmak için vicdan
yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı.
Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm
fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim.
Affet beni. Siz bu beladan nasıl
kurtulacağınızı düşünürken ben
takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her
hafta BBG lerde, evlendirme
programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında
kim kiminle berabermiş ve kim
ne yapmış diye meraklandım da
seni düşünüp meraklanmadım.
Affet beni kardeşim!...
Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı)
ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim
oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle
ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa
da ağlasam bir işe yarar mı? Çok
pişmanım.
Affet beni Iraklı kardeşim!...
Hakkını helal et!…
DUYURU
Her Cuma 14.30’da gençlere,
aynı gün 19.00’da da herkese
açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor.
Katılmak isteyenlere
duyururuz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanlığı
GEÇMİŞ OLSUN
Bacağından ameliyat olup bir
süredir evinde istirahat eden
Yönetim Kurulu üyemiz
Mustafa KILIÇKAYA’ya,
Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan
ÇALIŞKAN kardeşimize acil
şifalar dileriz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Yönetim Kurulu
SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI
SİYASET BASİRETSİZ
T
ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş-
ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın
kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi
operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan
mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara
harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale
getirilmiştir.
Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den
kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları
kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından
çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali
sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail
Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil
hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem
de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya
doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin
hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde
dünyaya bir mesaj vermektedir.
Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara
harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına
rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok
önemlidir.
Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir
operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi
operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu
yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve
onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı
terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın
çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li
Hakan BOZDOĞAN
yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden
sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve
maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek
için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur
kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca
varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit
eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan
karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne
ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi.
Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen
Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da
anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı
bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi
gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe
olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O
halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede
bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına
muhtaç kalmamızın sebebi nedir?
Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun
bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına
sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir
açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık
bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa
olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri
başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru
ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin
seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde
ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir.
Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri
harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi
Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti.
İnceleme
13
İnceleme
14
BİR DESTANDIR ÇANAKKALE
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
T
arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu
savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır.
Türk milletinin ayakta kalmasını
sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden
ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve
can olduğunu çok iyi bilmesidir.
Tarih boyunca birçok zorlukla
karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri
Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır.
Çanakkale Muharebeleri Türk
milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren
en kesin belgedir.
93 yıl önce Çanakkale’de
bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü
vesaitle silahlanmış İngilizler,
Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve
Senegalliler’den oluşan düşman
kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de
korkunç bir boğuşma oldu.
Çanakkale’ye gelen sömürgeciler
öldü zannedilen Türk milletinin
yeniden dirilişine şahit oldu.
Çanakkale
Muharebeleri
ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır.
Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir
destan niteliği taşır hem de öyle
bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini
bile kırpmadan canlarını vererek
Allah’tan cenneti alan, en kesif
orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde
bırakıp gönlündeki vatan aşkı
ile şahadet şerbetini içmek için
cepheye koşan, atalarının kanla
canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman
çizmelerine çiğnetmeyen şanlı
Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir
destandır. Çanakkale’de vatan,
millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme
koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını,
gözlerini, kanlarını ve canlarını
kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere
de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon
olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir
vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden
şu cevabı verir: “Türkiye’nin
nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında
hayret ettiklerinde ise: “Bunda
şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der.
Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din,
dil, edebiyat, tarih şuurundan
yoksun ve ruhsuz olduğu sürece
canlı bir cesettir. Gönül fukarası,
akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak
mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların
oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü
İnceleme
15
göremez. Bir millet sefil, rezil,
namussuz bir hayatı, şerefli bir
ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak
isteyen milletler bedel ödemek
zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz.
Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez.
Devlet, millet, vatan, bayrak,
dil, din ve kültür gibi değerlerin
bir yana bırakıldığı maneviyatın
yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara
ayak bastığımız ilk günden beri
bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için
ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi
ile vatanı için milleti için namusu
için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp
sanatına strateji esasları koyan,
atalarımıza şehit ve gazilerimize
gereken ilgiyi göstermek ve hak
ettiği değeri vermek her Türk’ün
asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz
binlerce Türk’ün kanı var.
Türk milleti olarak en seçme
ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı
olan münevverlerimizi, geleceğin
aydın insanlarını Çanakkale’de,
Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik.
Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu
münevver insanlardan yoksun
bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin
ve Kayserilinin medar-ı iftiharı
olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri
Lisesi’nden giderek Kurtuluş
Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın
Çanakkale’ye benzer bir safhası
olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan
güneşler ve adsız kahramanlar
sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı.
Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz
yaşadıkları vatan topraklarından
faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin
üzerine bir görev düştü. “Vatan
için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan
borçlarını ve ödemeleri gereken
bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz.
Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye
de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır
medeniyetler seviyesine ulaşmış,
gönlünde haysiyet, şeref, iffet
duyguları ve vatan sevgisi taşıyan
bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki
de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan
savaşan ve bu uğurda canlarını
feda eden şehitlerimizin ruhları
şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza
her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin.
İnceleme
16
DR. MEHMET ALTUNER’İN
ARDINDAN
Mustafa ÖZTÜRK
T
elelominikasyon Kurumu
Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr.
Mehmet Altuner’i en verimli çağında
kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında
zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde
saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde
Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Acı haber Kayseri’ye ulaştığında,
bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca
arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları
metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim
olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar.
Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi.
Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır
birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir
araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar
çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan
kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu.
Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama
Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında
ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada
görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı.
Bazı arkadaşlar ondaki
cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı
Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin
bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın
eserlerini de ilgiyle okur ve
okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın
ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli
hedeflerimizden birisiydi.
Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi
sırasında pek çok teknolojik projeye
imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen
kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne
geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle
yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı.
Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk
milliyetçiliği hareketinin inançlı bir
mensubudur. Öğrencilik yıllarında
Ülkü
Ocağı’nın,
üniversitede hoca
olduğu yıllarda da
Türk Ocakları’nın
üyesiydi. 12 Eylül
İhtilali’nde birkaç
kez
tutuklandı.
İddialar mesnetsiz
olduğu için her
defasında bir iki
ay yatırılıp serbest
bırakıldı.
Türk milliyetçiliği yolunda en
büyük hizmetleri
Erciyes
Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını,
mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese
gösterdi.
Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba
Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır.
Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun.
Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah
sabır versin.
17
TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI,
HİZMETLERİ
Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner
AİLESİ
Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas
ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası,
Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun
olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde
tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir.
Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında
Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel
sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit
Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz
dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur
Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir.
Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu.
Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir.
Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım,
1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve
Sibel Fatma’dır.
Mehmet Altuner adını dedesinden almış.
Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının
çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon
Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir
süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a
tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve
sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik
Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş
İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede
Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî
değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz.
Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise
Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil
Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan
sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde
-Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım
Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı.
Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul
kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile
mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü
Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın
imzaları bulunmaktadır.
Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve
elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde
Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976
tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan
mezun oldu.
Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990)
İnceleme
mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten
bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla.
İnceleme
18
Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği
Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları
arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim
üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel
makale yayımladı.
2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na
Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire
Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı.
Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının
kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının
kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır.
Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü.
Yayımlanmış eserleri
1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders
Notları”, Kayseri-1993
2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993
3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı
Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992
4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992
5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı
Deney Föyleri”, Kayseri-1991
6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari
-1”, Kayseri-1990
7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992
8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri
9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988
Yayımlanmış makaleleri:
Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde
olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale
Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/
Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler
1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh.
Semp., 1996, Isparta
2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge
Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş-
tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996,
Kayseri
3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM
DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı,
Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa
4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K.,
“CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K.,
“Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal
Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine
Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon
9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri
Aldığı ödüller
1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on
Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya.
2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre
Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES
Türkiye Kolu, 1997.
3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı
ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik
Fakültesi Dekanligi, 1999.
4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003.
5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine
İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi),
2004.
6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet
Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004
TERÖRİSTLE MASAYA
OTURMAK MI!
Osman KARABABA
Ü
lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış
“Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten
üstün olduğunu göstermek ister.
Ülkesinin dört bir yanına haberler salar.
“Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der.
Bir küp altın neler yaptırmaz insana?..
Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları,
sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için
başlarlar padişahla söz düellosuna.
Birinci kişi:
- "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz
ne ola, padişahım?” der.
Padişah kendinden emin:
- "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder.
İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna
uğratmak için:
- "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap
vereceksiniz?” deyince…
Padişah gerilerek alaysı tavırla:
- "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç
kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder.
Üçüncü şahıs:
- "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra
geri döndü!" deyince…
Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır:
- "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın
üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce,
ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle
onu da vurur.
Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane
bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez.
Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir.
Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye
istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer:
- "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp
dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu
öde!.."
Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama
ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum...
* *
*
21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu
şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi
harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için
Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe...
5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd
olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu
sözün ne anlama geldiği hala gündemde.
Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır
ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı
dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve
PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara
leke olarak tarihe geçiyor.
Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın
kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör
örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte:
Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert
Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda
uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye
yönelik planlardan bahsediyor.
Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga
girmesi gerekir.”diyor.
NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali
Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına,
ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki
vermediği görülüyor.
Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı
konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor.
Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi
muhataplarına soruyoruz:
5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli
görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması
karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!”
diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu
baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O
halde acziyetinizin diyetini ödeyin!.
“Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı
kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin!
Buyurun! Sözünüzde durun!
İnceleme
19
İnceleme
20
ÜRETMEK “VAR”
OLMAKTIR
K
üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa
da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek
de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir
kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap
olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün
Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim.
Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek
ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi
ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu.
Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile
dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı.
Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü
kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir
tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır
mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana
çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza
Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık.
Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan
alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft
eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye
tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril
deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki
kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem
de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac
yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali
Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp
Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo
deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra
Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini
Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi.
İbrahim GÜNGÖR
Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı
yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var
denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı
gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de
yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman
içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta
yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha
sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir
süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün
farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde
ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin
de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz.
Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim.
Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah”
deyip evden çıktı.
Bismillah
çekip
Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt…
Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson
cep telefonu ile
Citibank’ı aradı. O
gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi.
Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp
dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya
kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi.
Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin
içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı.
Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde
önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux
ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse
öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı.
Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar,
üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya
da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola
içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de
Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps
gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu.
21
İnceleme
Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman
hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi.
Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi
yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti…
Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi…
Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek
işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama
Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu.
Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp
yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel
karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini
seyretti.
Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar
açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna
kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti.
Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax
şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde
yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı,
ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi,
yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki
Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam
bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…”
Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım
hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada
Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.”
Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç
maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak
yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır.
İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet
ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir.
Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan
kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır.
Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük
yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız
daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir.
Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez,
etmemelidir.
Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir.
Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize
kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk
kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve
kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve
kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta
ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı
şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden
doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar
çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam
tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi
Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların.
Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor.
O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok
üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve
maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın
(her yönü ile) büyüğü de oradadır.
Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu
tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını
sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir
kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu
değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca
yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu
genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana
gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın…
İnceleme
22
ÇANAKKALE ZAFERİ VE
DESTANLAŞMASI
Mustafa İLHAN
Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda
açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz
orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir.
İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının
güç birliği hedeflenmiştir.
İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914
günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu
için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu
ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini
havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar
bile” der.
Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise
Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken :
“Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını
geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa
işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki
Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla
İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir.
(İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary)
Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte
yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir.
Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal
etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin
canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır.
Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili
Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye
başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda
değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı
için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu
şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir.
Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak
destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında
türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız,
Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi...
Birinci Dünya Savaşı’nın
ve Türk Mileti’nin kaderini
değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için
bir üniversiteyi şehit vererek
vatan toprağına gömdük.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek
nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik.
Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının
gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır.
Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış
Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan
Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule,
23
Çanakkale Marşı
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyorum düşmana karşı
Çanakkale içinde sıra sıra selviler
Binbaşılar oturmuş asker öğütler
Çanakkale içinde bir kırık testi
Anneler babalar ümidi kesti
Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa
Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa.
Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyom düşmana karşı
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Oof! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Off!gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Off! Gençliğim eyvah.
Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine”
adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal
bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur.
ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin.
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer.
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak.
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor.
Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın.
Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol,
bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında
“DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır.
DUR YOLCU!
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda,
Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir.
İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman
savuranlara söylenmiş gibidir.
Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın
Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları
ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur.
Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın
“Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma
sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale
Geçilmez” diyenler de var onlar arasında.
Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara
feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur.
100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9
yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan
şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der.
Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız.
İnceleme
Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim
Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk
Marşları 1966 s.136.137)
İnceleme
24
EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE
ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2)
Ahmet ALTAY
Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit
dolu günler temennisiyle….
Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar.
Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan
ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler”
den bahsedeceğiz.
“Hey hızara hızara
Dalda kiraz kızara
Ana benim çağım geldi
Durma bana kız ara”
Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı
gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal
böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi
durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin
adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına
göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın
öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı:
Gelin olacak kızda aranılan vasıflar:
1- Her şeyin üstünde iffet.
2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak)
3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza
karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak)
4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak)
5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma
huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak)
6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan
laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak)
7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak.
Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir
o kadar sorumludur.
Evlenecek erkekte aranılan vasıflar:
1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye
vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini
bilecek)
2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak.
Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan
mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak
3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek,
konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek.
4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile
evinden başka bir şey düşünmeyecek.
5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında
sığıntı bir iş tutmayacak.
6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak.
Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı.
Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması
ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda
karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün
sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci
kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu
hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor:
“Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir
çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta
Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla
uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu
adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı
yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”.
(Bir sonraki sayıda devam edecek)
25
İnceleme
TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ
Hayrettin BÜYÜK
B
ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar
zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik
hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç
yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde
hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade
edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa
ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek
anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle
açıklayabileceğiz.
Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi
olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı
dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca
eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her
koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin
çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan
başka bir şey değildir.
Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır.
Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu
gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması
o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak
zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere
düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf
daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler
kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe
kelimeler kullanmalarını sağlamaktır.
Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir:
“23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X)
oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor,
“Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip
etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz,
“Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini
kuran ise bir komutan olacaktır.
Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı
olacaktır. Örneğin,
“Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.”
“Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi.
Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında
ipucu verebilir.
“Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.”
cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz
konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu
ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı
yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir:
“Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak
yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil
ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef
olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır.
Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi
görülebilir.
Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında
bilgi verebilir:
Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar
çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK.
Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok
sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini
çekmemiştir.
“Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü
birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan,
“Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.”
“Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.”
cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını
veya anlamasını bekleyemeyiz.
İnceleme
26
Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye
aldığınızı gösterir :
Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır:
“Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık
yok.”
tahtalı köye muhtar olmuş.”
öbür tarafı boylamış.”
kalıbını dinlendiriyor artık.”
bir varmış bir yokmuş oldu.”
bir top bezle gitti.”
merhum oldu.”
kuş gibi uçtu gitti.”
“Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.”
gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına
karşın;
“ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi
yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi
için kullanılabilir.
“Ahmet bey
için emri hak vaki oldu.”
mevlasına kavuştu.”
sizlere ömür oldu.”
can kuşunu uçurdu.”
ömrünü size bağışladı.”
rahmetli oldu.”
gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir.
Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir:
“Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.”
“Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.”
“Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.”
“Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.”
..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini
açıkça ortaya koymaktadır.
Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir:
“Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise
muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar
için kullanılır.
Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise:
“sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir.
Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir,
“bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.”
Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar:
“Mehmet amca dün gece
ebedi hayata intikal etti.”
o dünyaya gitti.”
darı bekaya irtihal etti.”
ebediyete göçtü.”
ruhu huzura erdi.”
hakkın rahmetine kavuştu.”
şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle
bir vurguya rastlanılmamaktadır:
“Ahmet beyin dün
hayatı son buldu.”
“Ahmet bey dün gece
hayata veda etti.”
sonsuz uykusuna daldı.”
yaşamını yitirdi.”
Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da
bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır.
Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz.
Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür.
“Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde
can verdi.”
En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır:
“Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için
çok geçti.”
“Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.”
“Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir
şey kalmamıştı.”
“Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.”
“Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.”
“Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından
1745 yılında Hakk’a yürüdü.
sır oldu.
rahmeti rahmana kavuştu.
ecel şerbetini içti.
cennetlik oldu.
ruhunu teslim etti.”
gerçek hayata uyandı.”
Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe
biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile
kazandırmak mümkündür:
27
“Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi
istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.”
“Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan
bir daha uyanamadı.”
“Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler
dokuzu beş geçe’de donmuştu.”
“tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.”
“ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş
gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.”
“ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.”
Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin
anlamdaşlarından birini ifade edecektir:
“Eski milletvekili dün öğle namazının ardından
defnedildi.”
son yolculuğuna uğurlandı.”
toprağa verildi.”
Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler
olarak kullanılırlar:
“Biz musalla taşına konulunca
hep size kalacak çocuklar.”
buralar
dört kolluya bindiğimizde
tahta ata binince
salacaya(teneşire konunca) yatınca
imamın önüne konduğumuzda
kara toprağa girince
imamın kayığına binince
yensiz gömlek giyince
Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua
eder gibi söyleyeceğiniz
“Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim”
cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden
başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla
“Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya
şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir.
Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu
onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına
örnek vermek gerekirse,
muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz.
“Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde
baktım kalbi atmıyordu.”
“Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam
korkudan dünyasını değiştirmiş.”
“Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla
mevta olmuş.”
Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında
farklılık arz edebilmektedir:
“Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.”
“Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda
etmişti.”
“At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.”
..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir.
Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi
aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve
deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına
gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları
şunlardır:
“Adam cartı çekti.”
“Adam kepti.”
“Adamın işi bitti.”
“Adam zıbardı.”
“Adam gora gitti.”
“Adam mort oldu.”
“Adam kuyruğu titretti.”
Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de
ölümle eş anlamlı anlatımlardır:
“Evlatlarım, benim için vakit tamamdır.
göçüp gittiğimizde
ecel bizi alınca
göz yumduğumuzda
kabre konunca
ölüm kapımızı dövünce
ömür defterimiz kapandığında
dünyadan nasibimiz kesilince
sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.”
“Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.”
Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz.
Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz.
O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye
kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için
“Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya
“şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür.
“.. ömrün kesilsin!”
“.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır.
Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız
Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı
bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz.
İnceleme
“Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha
açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.”
28
İnceleme
Türkülerimiz
Erhan SOLMAZ
Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü
ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya
milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin
kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir
yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden
gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle
Ah gülüm gülüm kırıldı kolum
Tutmuyor elim turnalar ey”
Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline
vurmasıdır:
“Azrail serime çöktüğü zaman
Kırılır kanadım kol yavaş yavaş
Mevlam nasip etsin din ile iman
Akar gözlerimden sel yavaş yavaş”
Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz
yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek
yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından
da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta
dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır:
“Yüzbaşılar, yüzbaşılar
Tabur taburu karşılar
Sabah olup gün vurunca
Şehit kanları ışılar
İbrişimin kozaları
Battı Avşar kazaları
Sarıkamış’ta ölmüşler
Gonca gülün tazeleri”
Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan
sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor:
“Şerbet senin dudağında dilinde
Arzumanım kaldı ince belinde
Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde
Günah bende değil sendedir sende”
Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık
Veysel’e kulak verelim:
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben baç mıyım?
Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı,
dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın
dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur.
“Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu.”
Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa
Arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk’ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Salla bayrağı düşman üstüne
Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.”
Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki
kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan
tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri
ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz:
Altın hızma Mülayim
Seni Hak’tan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Altın hızma incidir
Gömleği nar içidir
Menim lâl olmuş dilim
Ne dedi yar incidir
Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şad oldum
Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir
milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin
önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır.
29
Metin ÖZBEK - [email protected]
F
otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine,
Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin
yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire
- Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz
aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre
altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor.
Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya,
Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç,
Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin
katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma
Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası
ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı
bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin
en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek
gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets
Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur.
CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN
bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in
verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi
miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5
milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda.
CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney
ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün-
yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje
kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan
tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14
tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir
enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan
Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek.
Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search
for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan
büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje,
bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin
ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor.
Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir
Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin
içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük
olaylara gebedir.
Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle…
Teknoloji
Teknolojinin Seyir Defteri
30
İnceleme
YUNAN ZULMÜ
Yusuf BİLTEKİN
B
en Yunan zulmünü
önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim
çocukluk yıllarım atalarımın
Selanik’teki acılarını dinlemekle
geçti. Bana anlatılanlar ruhuma
ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım.
Okuduğum bir kitaba göre
Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor,
esir aldıkları Türk askerlerini
zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya
zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı
hastanede şehit oluyor.
Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk
atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce
atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar
Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler.
Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem
Yunanlılara fırsat vermemiş.
Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler.
Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun
eğmişler.
Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri
Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci-
varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem
yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı
katlettiler Yunanlıların yaptığı
katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir.
Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen
Amiral Bristol başkanlığındaki
heyet, bölgede yapmış olduğu
araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson
ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son
vermeleri gerektiğini söylemiştir.
Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri
Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla
mübadeleye tabi tuttu.
Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça
“Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi”
derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler.
Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere
teşekkürde bulunuyoruz.
1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için.
2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için.
Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu”
gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve
Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye
dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik
yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği
Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir.
Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri
sızlamaz mı?
UFUK
ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM
HİZMETLERİ LTD ŞTİ.
MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ
TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com
İnceleme
31

Benzer belgeler