Barış Adıbelli, Pax Sinica: Çin`in Dünya Düzeni

Transkript

Barış Adıbelli, Pax Sinica: Çin`in Dünya Düzeni
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹ / BOOK REVIEWS
BARIfi ADIBELL‹, Pax Sinica: Çin’in Dünya Düzeni (‹stanbul: IQ Kültür Sanat Yay›nc›l›k, 2009), 340 ss.
ISBN 978-975-255-278-4
Türk-Çin iliflkileri konusundaki çal›flmalar›n azl›¤›nda Bar›fl Ad›belli’nin Osmanl›’dan Günümüze
Türk-Çin ‹liflkileri (‹stanbul: IQ Kültür Sanat Yay›nc›l›k, 2007) kitab›n› gördü¤ümde büyük bir heyecan
yaflam›fl, fakat daha kitab›n ilk cümlesinde büyük bir hayal k›r›kl›¤›na u¤ram›flt›m: “Çin-Türkiye iliflkileri
binlerce y›l öncesine dayanmaktad›r.” Hayal k›r›kl›¤›m maalesef kitab›n ilerleyen bölümlerinde de devam
etmifl, tashihsiz bask›ya verildi¤ini sand›¤›m kitab› okumam bir hayli zor olmufltu.
Geçti¤imiz günlerde Ad›belli’nin yeni kitab› Pax Sinica: Çin’in Dünya Düzeni’ni bu kez yazar›n
bafl›na ‘Dr.’ ünvan› eklenmifl olarak görünce literatüre yeni bir eser kazand›r›lm›fl olmas› dolay›s›yla yine
büyük bir heyecan hissettim. Samimi olmak gerekirse, doktora tezi olmas› dolay›s›yla bir öncekinden çok
daha derli toplu, üzerinde oldukça zaman harcanm›fl bir çal›flma Pax Sinica. Kitap kolay okunmas› dolay›s›yla genifl bir okuyucu kitlesine hitap ederken bizleri de Türkiye’deki Çin çal›flmalar› konusunda bir kez
daha düflünmeye sevk ediyor.
Pax Sinica odak noktas› yazar›n tezinde kavramsal çerçeve olarak seçti¤i merkez-çevre düflüncesinin Çin’de geliflimi olan tarihsel bir arka plânla aç›l›fl yap›yor. Bu düflüncenin Çin’de ortaya ç›k›fl› ve kökleflmesi M. Ö. birinci milenyumdan Mo¤ol dönemine getirilirken Mo¤ol dönemi çevrenin merkezi ele geçirmesi, Ming dönemi merkez-çevrenin Çinlilefltirilmesi, Mançu (Qing) dönemiyse merkezin güçlendirilmesi olarak tan›mlan›yor. Qing sonras› cumhuriyetçi ve ‘komünist’ dönemse iki cümleyle geçifltirilerek
bundan sonraki bölümde So¤uk Savafl sonras› dönemde Çin’de merkez-çevre yaklafl›m›n›n d›fl iliflkileri belirlemesi ele al›n›yor. Ne yaz›k ki, aç›l›m sonras› dönemde Çin tarih yaz›c›l›¤›nda s›kça rastlad›¤›m›z 19491978 aras› süreci görmezden gelen yaklafl›ma uygun bu tarihsel atlama kitab›n tarihsellik potansiyelini tamamen ortadan kald›r›yor. Çin’in d›fl politikas›na dair birkaç görüflüne yer vermek d›fl›nda, Çin’de imparatorluk sonras› cumhuriyetçi dönem ile So¤uk Savafl döneminin d›fl iliflkilerinin belirlenmesinde Mao’nun
hiçbir etkisi yokmufl varsay›m›yla hanedanl›k dönemlerinin fikriyat›n› bugünün siyasi ve ekonomik ba¤lam› içerisinde ele al›p tekrardan yorumlamak anachronistic—ve dolay›s›yla, iyi düflünülmemifl—bir tercih.
Bir sonraki bölümde yazar, çal›flmas›n›n kavramsal çerçevesi olarak sundu¤u merkez-çevre kuram›n› Wallerstein’e referansla aç›kl›yor; fakat bu aç›klama da akademik bir çal›flmadan beklenmeyecek derecede basitlefltirilmifl. Pek çok akademisyen Wallerstein’in teorisi ile Çin’in ‘orta krall›k’ düflüncesi aras›ndaki benzerli¤i fark etmifltir; fakat genifl bir çevrenin küreselleflme-yerelleflme-ekümenlik tart›flmalar› yapt›¤› 2000’li y›llarda yazar›n bu kavramlar› hiçbir sayfada sorunsallaflt›rmadan tezini 1970’lerde popüler olmufl bir teoriye, üstelik teoriyi etrafl›ca ele almadan, oturtmas› okuyucuyu flafl›rt›yor. Teorinin karikatürize edilmesinin d›fl›nda, Wallerstein’in Marxist bir ekolün takipçisi olarak bu teoriyi gelifltirdi¤ini hat›rlad›¤›m›zda ve Pax Sinica’n›n dünyada veya Çin’de alt yap›sal hiçbir de¤iflim ve dönüflüme de¤inmeksizin
Çin’in farkl› ülkelerle karfl›l›kl› iliflkilerini özetleyen diplomatik anlat›s› göz önüne al›nd›¤›nda, Wallerstein’in teorisinin teze kavramsal bir arka plân sunmaktan ziyade kitapta savunulan fikirlere bir isim verme
ihtiyac›yla kullan›ld›¤› anlafl›l›yor. Dahas›, Çin çal›flmaya bafllayan herkesi—ben de dahil—içine alan
‘Çin’de merkez alg›s›’ sorunsal›n›n akademik çal›flmalar›m›z›n yönünü esir almas›, Ad›belli’nin çal›flmas›nda da kendini gösteriyor.
Yirmibirinci Yüzy›l’›, her ne kadar Çince kaynak kullanmasa da, Çin merkezli bir bak›fl aç›s›n› benimseyerek ‘Pax Sinica’ olarak tan›mlamak yazar›n ‘komünist’ dönemde popüler olan ‘bar›fl içinde bir
arada yaflama’ ilkesiyle temellendirdi¤i, Çin’in dünya siyasetindeki yükselifline dair iddial› bir öngörüsü
olabilir; fakat Pax Sinica’n›n bu iddian›n alt›n› yeterli düzeyde doldurdu¤unu söylemek ne yaz›k ki imkans›z. Yine de kitap Çin güncel siyasetinde bafl gösteren milliyetçilik, ayr›l›kç› hareketler, Çin tipi sosÇankaya University Journal of Humanities and Social Sciences, 7/1 (May›s 2010), ss.189–208.
© Çankaya Üniversitesi ISSN 1309-6761 Printed in Turkey
190
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
yalizm gibi belli bafll› konulara yapt›¤› girizgâhla Çin’e yabanc› Türk okuyucuya ak›c› bir bafllang›ç sunuyor.
SELDA ALKAN
Bo¤aziçi Üniversitesi, Tarih Bölümü
PETER L. BERGER and THOMAS LUCKMANN, The Social Construction of Reality: A Treatise in the Sociology
of Knowledge (Garden City: Anchor Books, 1967), 240 pp. ISBN 978-038-505-898-8
“What is truth on one side of the Pyrenees is error on the other,” Blaise Pascal
Generally speaking, reality and knowledge are not the same thing. The concept of reality refers to
something factual and independent from everything else. The concept of knowledge, on the other hand,
has an object and is thereby tied to something else. However, there has to be some kind of relation between reality and knowledge, because reality is something that can be ‘known’—that is, reality can take
the form of knowledge. Knowledge is in human minds—that is, any knowledge about any reality belongs
to humans, even if reality belongs only to itself. The aim of this review is to analyze the relation between reality and knowledge within the framework of Berger and Luckmann’s The Social Construction of
Reality. This relation between reality and knowledge will be explored with specific reference to the ‘human’ or the ‘social’ aspect/side of the issue. The ideas and arguments of the authors will also be presented.
The central thesis of the book is that “reality is socially constructed” (p.1). Indeed, the rest of the
efforts of the authors aim to show, explore and systematize the process of the construction of reality within the factual form of knowledge. First of all, they claim that knowledge is about and of reality. However, their more significant claim is that knowledge is produced by people within a social and relational realm. This underlines that social beings are the ultimate creators and holders of knowledge. Reality is composed of knowledge and reality is produced and constructed socially—that is, by social beings. In the light
of this argument, the triangle of reality, knowledge and sociality is deeply analyzed in order to show their
inseparable togetherness and relational existence. The primary aim of the book is to show the foundations
of knowledge among people; in other words, to display the process of the production/existence of knowledge by people in social relations.
It is necessary to start with the fact that we, human beings, are social beings; we are born into our
family as a social unit, and the rest of our life somehow takes place within the social world and together
with other human beings. In this life, certain rules, norms, beliefs, etc. are first produced and then obeyed
and respected by human beings. The everyday lives of people are full of these rules, norms and beliefs that
have been constructed socially to be obeyed by social beings. However, there is also knowledge which we
have and enjoy in every instant of our everyday life. For example, even if we don’t have any kind of scientific knowledge about the engineering principles of its mechanisms, we know that a mobile phone can
make us communicate with someone in another country; or, although we don’t know about its reasons and
motives, we know that a stone will drop when we throw it. The world of everyday life is a reality (even if
it is subjective) for the ordinary members of society; and the knowledge of this everyday world is taken
for granted as an absolutely certain form of knowledge or as reality par excellence, because this knowledge, as orderly constituted and already objectivated, impose itself upon people’s minds. This imposition of
everyday life creates the state of being wide awake, a state in which the people exist in and apprehend the
BOOK REVIEWS
reality of everyday life because people are in the here and now with their body. The best medium of such
objectivation and imposition of everyday knowledge is the language that refers to the consciousness of human beings. Through this language, human beings give meaning to every fact and object in their lives. Language serves to create the consciousness or awareness of the fact that each and every human being shares
similar meanings and experiences of the reality of everyday life, and this consciousness provides a common sense about this reality. Commonsense knowledge is the knowledge that people gain and enjoy naturally in their existence with other social beings or in the inter-subjective world. The reality of this knowledge for the people mostly does not require additional verification as long as there is no practical interruption. The commonsense knowledge in the form of language that founds the reality of everyday life also flourishes in social interaction and face-to-face relations.
Actually, language, as the most important system of signs produced by people in everyday life, expresses people’s subjectivity in an objective way and makes people realize that they are surrounded by the
objective meanings of an inter-subjective world. In other words, the signs of language have the quality of
objectivity and refer to objective indications available in common knowledge shared by all people as reality itself or the reality of everyday life. This role played by the objective quality of language in making
everyday knowledge a reality is certain in the sense that the similar experiences and meanings practiced by
individual human beings become anonymous and typified categories as soon as they are practiced by other human beings. Through this linguistic objectivation and integration of subjective knowledge into objective reality, the world becomes obvious and perceivable to people at any moment. The accumulation of
experienced knowledge as reality is transformed by language into a form of social stock of knowledge
which is available to all individuals in everyday life and which is transmitted from generation to generation. As its name implies, the social stock of knowledge as the composition of the reality of everyday life
appearing in the language is socially constructed and also socially enjoyed by human beings who can be
seen as the agents carrying and bearing this socially constructed reality.
In this manner, the fact that human beings carry socially constructed reality to each other signifies
an unavoidable relational existence and world-openness towards each other. The process of being an organism carrying a part of this socially constructed reality signifies the process of becoming man through a relationship with the social and real environment. This also takes place in the process of building/forming
specific and different cultures and social orders; and these specific and different socio-cultural formations
are determined and shaped by the human nature in the form of anthropological, not biological, constants.
Indeed, this detail refers to the mind-body differentiation which partly explains the accumulation of knowledge in the social mind and the construction of reality in and by socially defined linguistic signs and affairs. It is asserted that if social and cultural orders are constituted or formed by collective and productive
human relations, then the knowledge and reality in this order must be the products of these social, collective and necessarily relational human activities. In addition, the historically defined and produced institutionalization of mutual and relational human activities refers to an attempt to conserve the socially produced knowledge and reality in the forms of habitualizations, typifications, division of labor and also takenfor-granted routines. The institutionalization of social knowledge refers to the stability and objectivation
of knowledge and reality in time. The signs of this institutionalization can be seen clearly even in a relationship between the two agents or organisms of the whole social world of reality. It can be said that the
construction of social reality becomes possible and self-evident mostly by such institutionalization which
ensures that the social world is experienced as objective reality. Through the externalization of social facts
and knowledge outside individual consciousness, the institutionalization becomes an external but obvious
reality for individuals. Institutions are there as a reality external to the individuals. The externalization of
all knowledge as the product of human activities is necessary for the objectivation of knowledge. It invol-
191
192
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
ves a long history which makes the socially constituted knowledge an objective reality. The historically
and objectively characterized institutionalizations are the mediator between the knowledge that exist in society and the reality that is constructed socially. The objectivation of knowledge in social reality is the process in which the externalized products of human relational affairs and activities gain an objective character. That is, knowledge—which is primarily specific, unique and also subjective—becomes something that
belongs to reality and also reality itself—which is ultimately general and objective. In this sense, the people’s particular commonsense knowledge is mostly found in the social reality. Their particular activities
and behaviors are generally based on institutionalized facts; and therefore, their life takes place in the heart of social reality.
The significance of language is seen in the transition of the social body of reality and institutionalized knowledge to the next generation. Not only does language present all social knowledge and reality to
existing human beings, but it also carries the concrete and objectivated sedimentations into the tradition of
next generations. Language is potentially a great stock for conserving the socially constructed knowledge
and carrying it into the human perception of reality. However, the processes of socialization and institutionalization must be there to realize this potentiality. The transmitted social reality must be cultivated and
advised by all kinds of relational, inter-subjective and collective controlling and legitimizing procedures.
The social roles that are typified by certain activities are quite good examples to show the objectivation of
knowledge into one unique institutionalized consciousness. Each social role carries a socially defined appendage of knowledge; and by the virtue of this role, the individual human being participates in specific
areas of socially objectivated knowledge. Social roles are also significant in the social distribution of
knowledge, in the formation of commonsense knowledge and in the transformation of an institutional order into social reality. The existence of different roles carried by human beings also implies the variety of
perspectives in subuniverses; and this is good for the social knowledge to become varied and also to concentrate in the concrete affairs of human beings.
Another significant process in the objectivation of meanings and knowledge within social and institutional reality is legitimation. Legitimation refers to the process of attributing socially constructed knowledge cognitive validity and therefore reality. Legitimation can also explain the tendency of individual human beings to integrate their non-ordinary and marginal experiences, knowledge or situations within the
paramount reality of everyday life. Moreover, the knowledge that a human being has about who he/she is
can only be realized through the legitimation of this knowledge—that is, by locating this knowledge in a
comprehensively meaningful world shared with other social human beings. Legitimation through different
conceptual machineries such as therapy and nihilation or by power in the sense of collectivity—as the integration of marginal and particular knowledge into socially constructed reality—is a social but very natural attempt to prevent or hide the precariousness of social worlds and their reality. This legitimation might
be so strong that even most wildly deviant conceptions—ideologies, religions or racist views—may take
the character of objective reality if they are sufficiently organized as social reality and if they are promoted by the social whole successfully in time.
Besides externalization and objectivation, another important moment in the process of the social
construction of the reality is internalization in the sense of apprehension of the world as a meaningful and
social reality. Internalization is, by definition, individual: it is the individual taking over of the world in
which others already live. What is internalized by one human being is the variety of knowledge that human beings live in a social world collectively and in mutual contracts, that they have a kind of socially
constructed reality in the form of various types of knowledge, institutions, languages, etc. and that one human being can only be a member of this social world by such internalization. This means understanding
the social reality and making it one’s own. Socialization—as an ontological process of the comprehensive
BOOK REVIEWS
and consistent induction of an individual into the objective reality of society—can be seen as the way in
which internalization happens naturally and also necessarily. In primary and secondary socialization, the
child is taught, naturally subjected to institutional and social realities, plasticized into knowledge, and also faced with the necessity of living in this world with the meaningful and significant others. All the abstract forms of and knowledge about the social reality such as society, identity and reality become concrete, continuous and general through the internalization that takes place within the primary and secondary
socialization processes. The objectivated externalities become internalized; that is, the social consciousness of reality and the related social stock of knowledge invade all particular consciousness about reality.
The knowledge about social reality—gained through primary and secondary socialization—is quite strong
and undoubted to the extent that they are internalized. In this way, reality and knowledge enjoyed in everyday life are deeply rooted in the consciousness of human beings. The socially constructed reality consists
of all kinds of knowledge, and once they are internalized, these kinds of knowledge are consolidated,
strengthened and secured within the relations, routines and behaviors of everyday life. Even the recognition of subjectively experienced affairs and situations by others provides a way for this certain knowledge
to be internalized and to become real. It is obvious that, although internalization seems to be a subjective
experience, it requires the objectivation of reality by being together with others in a collectivity, through
conversation and relational existence. The latter requirement signifies the importance of the social structures and identities in the sense of macro-sociological understanding. It can be said that the formation and
continuation of identities are determined by social structures, and that identities, like roles and institutions,
are concrete elements of the socially constructed reality.
In the light of this, it is important to realize that reality can appear in various different forms in different societies. If reality is socially constructed, it is normal and somehow necessary that it shows differences from society to society in different times and spaces. The changes in time and space mark the difference and change embedded in a society’s knowledge, structures, institutions, etc. Every society and their accumulated knowledge about reality are obviously dynamic and ever changing. However, the human
beings forming this society and its reality can hardly feel and observe this dynamic and changing process,
which is similar to the fact that they cannot feel and observe the constant dynamic of the turning of the
world. This suggests the reason why there is the discipline of the sociology of knowledge.
In sum, having acknowledged all these certain social forms, processes and requirements needed to
detect correctly the relation between knowledge and reality, it can be said that what human beings accept
and live as reality is constructed socially and what people produce and enjoy as knowledge is about and
comes from this reality. The social language as the consciousness and stock of the social reality; the externalization of the facts in order for human beings to know that they exist in a reality; the institutionalization of knowledge in the form of social reality; the objectivation of the subjectively established knowledge
and their legitimation by such mechanisms as therapy, nihilation and power; and the internalization of all
objectivated knowledge about social reality via primary and secondary socialization, social structures, roles and identities—all these procedures, facts, mechanisms, forms and processes about the social nature of
the human beings show us the naturalness of the fact that the reality regarding human beings cannot be regardless of its social existence and that the knowledge of human beings cannot be regardless of their socially constructed reality. If human beings can only be conceived in a social manner, and if their knowledge
is produced by human beings in this social manner, then reality will naturally be based on this knowledge which is socially constructed by social human beings.
ONUR KARA
Orta Do¤u Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
193
194
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
FAT‹H KESK‹N ve B. PINAR ÖZDEM‹R (der.), Halkla ‹liflkiler Üzerine: Disiplinleraras› bir Alan›n Yönelimleri (Ankara: Dipnot Yay›nlar›, 2009), 302 ss. ISBN 978-975-9051-84-6
Ankara Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Halkla ‹liflkiler anabilim dal› ö¤retim üyelerinden Fatih Keskin ile P›nar Özdemir’in derledi¤i kitap halkla iliflkilere farkl› paradigmalardan yaklaflan onbefl farkl› araflt›rmac›n›n haz›rlad›¤› onüç makaleden oluflmaktad›r. Metin Kazanc›’n›n halkla iliflkilere ait iki saptamayla katk›da bulundu¤u önsöz niteli¤indeki k›sa yaz›s› ve derleyenlerin kitapta yer alan makaleler hakk›nda
k›saca bilgi verdikleri sunufl yaz›s›yla bafllayan kitap, özellikle Türkçe literatür içinde yer alan alana iliflkin di¤er pek çok kitaptan kuramsal katk› kayg›s› nedeniyle ayr›lmaktad›r. Bu aç›dan de¤erlendirildi¤inde, sosyoloji ve siyaset bilimi baflta olmak üzere farkl› disiplinlerden gelen kavramlar›n halkla iliflkiler alan›na uyguland›¤› makalelerden oluflan kitap alandaki yeni kuramsal yönelimleri sunmaktad›r.
Kitapta yer alan ilk makale P›nar Özdemir ile Ankara Üniversitesi ‹letiflim Fakültesi Kiflileraras›
‹letiflim anabilim dal› araflt›rma görevlilerinden Melike Aktafl Yamano¤lu’nun birlikte yazd›klar› “Disiplinleraras› bir Alan Olarak Halkla ‹liflkiler: Türkiye’deki Akademik Çal›flmalar üzerine Niteliksel bir ‹nceleme” bafll›kl› makaledir. Bu çal›flmada yazarlar temel olarak Türkiye’deki halkla iliflkiler alan›nda gerçeklefltirilen akademik çal›flmalarda gözlenen niceliksel art›fl›n beraberinde niteliksel bir geliflmeye yol aç›p
açmad›¤› sorusundan hareketle 1964-2006 y›llar› aras›nda yay›nlanan halkla iliflkiler kitaplar›n›, bas›n yay›n yüksek okulu ve iletiflim fakülteleri dergilerini ve alanda yaz›lm›fl doktora tezlerini irdelemifllerdir.
Türkiye’de halkla iliflkiler alan›nda gerçeklefltirilen akademik çal›flmalar›n ana ak›m paradigma içinde s›k›flt›¤› sonucuna varan çal›flma, Türkçe literatürün k›s›rl›¤›n› ortaya koymas› bak›m›ndan önemlidir.
Alabama Üniversitesi, College of Communication and Information Sciences, Reklamc›l›k ve Halkla ‹liflkiler Bölümü ö¤retim üyesi Karla K. Gower’in ‹ngilizce olarak kaleme ald›¤› “Halkla ‹liflkiler Araflt›rmalar› Yol Ayr›m›nda” bafll›kl› makalesi Fatih Keskin taraf›ndan Türkçeye çevrilmifltir. “Legal and Ethical Considerations for Public Relations” ve “Legal and Ethical Restraints on Public Relations” bafll›kl›
kitaplarla da alana katk›da bulunan yazar, kitab›n ikinci makalesi olan çal›flmas›nda post-modern ve elefltirel kuramlar›n halkla iliflkiler alan›na uyguland›¤›nda alan›n sahip oldu¤u farkl› yönlerde ilerleme potansiyelini ortaya koymufltur.
Kitapta yer alan üçüncü makale Maryland Üniversitesi emekli ö¤retim üyelerinden James E. Grunig taraf›ndan yaz›lm›fl ve Kenan Demirci taraf›ndan çevrilmifltir. Halkla iliflkiler alan›n›n ana ak›m paradigma içindeki egemen kavramsallaflt›rmas› olan ‘simetrik iletiflim’in ve ‘mükemmellik teorisi’nin mimar› olan yazar “Büyük Yap›y› Biçimlendirmek: Stratejik bir Yönetim Fonksiyonu Olarak Halkla ‹liflkiler
üzerine Süregiden Araflt›rmalar” bafll›kl› makalesinde büyük yap› olarak nitelendirdi¤i mükemmelik teorisini nas›l yap›land›rd›¤›n› anlat›rken çal›flmalar›na getirilen elefltirilere de cevap vermektedir. Bununla birlikte, yazar kültürleflme stratejileri, yat›r›m getirisi, yetkilendirme ve örgütsel adalet gibi kavram ve araçlar tan›mlayarak mükemmelik teorisine ekledikleri yeni boyutlar› aç›klam›flt›r.
Robert I. Wakefield “Uluslararas› Halkla ‹liflkiler Teorisi, ‹nternet ve Aktivizm: Kiflisel bir Düflünce” bafll›kl› yaz›s›nda internetin yayg›nlaflmas› ve çokuluslu flirketlerin iletiflimi üzerindeki etkisi ile beklentileri karfl›lanmayan eylemci kamular›n çokuluslu flirketlere bask› kurmak amac›yla artan internet kullan›mlar›n›n ›fl›¤›nda uluslararas› halkla iliflkiler teorisinin yeniden yap›land›r›lmas› gerekti¤ini ortaya koymufltur. Bu çal›flma geliflmeye ihtiyaç duyan uluslararas› halkla iliflkiler literatürüne sa¤lad›¤› katk› aç›s›ndan dikkat çekmektedir.
Akademik çal›flmalar›n› örgütler ve kamular› aras›ndaki iliflkiler üzerine odaklayan John A. Ledingham ise “Genel bir Halkla ‹liflkiler Teorisi Olarak ‹liflki Yönetimini Aç›mlamak” bafll›¤›n› tafl›yan makalesinde yine örgütler ve kamular› aras›ndaki iliflkiler üzerinden hareketle iliflki yönetimi konusuna odaklanm›fl
ve bu iliflkiye dair birtak›m genel kurallar sunmufltur. Halkla iliflkiler çal›flmalar›nda kullan›lan temel yaklafl›mlardan biri olan iliflki yönetimi yazara göre alana iliflkin bir genel teori ihtiyac›n› da karfl›lamaktad›r.
BOOK REVIEWS
Yeni Zelanda’daki Waikato Üniversitesi Yönetim ‹letiflimi Bölümü’nde profesör olan Juliet Roper,
mükemmel halkla iliflkilerin tek flart› olarak sunulan simetrik iletiflimi hegemonya kavram› ba¤lam›nda tart›flt›¤› yaz›s›yla kitapta yer almaktad›r. Akademik çal›flmalar›n› flirketler ve kurumsal sosyal sorumluluk, kiflileraras› iletiflim, medya ve görsel iletiflim ve halkla iliflkiler alanlar› üzerinde yo¤unlaflt›ran yazar “Simetrik ‹letiflim: Mükemmel Halkla ‹liflkiler veya bir Hegemonya Stratejisi mi?” bafll›kl› yaz›s›nda simetrik iletiflimin örnekleri olarak sunulan olaylar› irdeleyerek simetrik iletiflimin bir hegemonya stratejisi oldu¤unu,
ancak etik nedenlere ‘mükemmel’ olarak nitelenmesinin pek mümkün olmad›¤›n› ifade etmektedir.
Purdue Üniversitesi ‹letiflim Bölümü profesörleri Mahuya Pal ve Mohan J. Dutta “Küresel Ba¤lamda Halkla ‹liflkiler: Teorik bir Mercek Olarak Elefltirel Modernizmin Uygunlu¤u” bafll›kl› yaz›lar›nda halkla iliflkileri modernizm, post-modernizm ve elefltirel yaklafl›mlar çerçevesinde ele alm›fllard›r. Yazarlar her
bir yaklafl›m›n aç›klamakta eksik kald›¤› noktalar› ortaya koyduktan sonra halkla iliflkiler çal›flmalar›na
rehber olabilecek yeni bir kuramsal çerçeve önermifllerdir. Elefltirel modernizm olarak ifade ettikleri bu
çerçeve ise halkla iliflkiler uygulamalar›n›n ideolojik temelini ve bunlar›n hizmet etti¤i güçlü aktörlerin
kimler oldu¤unu yerel/küresel gerilimi, zaman/mekan s›k›flmas› ve uzant›lar gibi kavramsal araçlarla sorgulanmas›n› önermektedir.
Halkla iliflkiler alan›nda öne sürdü¤ü çat›flma çözümü yaklafl›m› ile tan›nan Roland Burkart’›n “Habermas ve Halkla ‹liflkiler Üzerine” bafll›kl› yaz›s› Jürgen Habermas’›n iletiflimsel eylem kuram›n›n bir bilefleni olan anlama yetisi kavram›n›n halkla iliflkiler çal›flmalar›nda kullan›m›yla ilgilidir. Yazar çal›flmas›nda halkla iliflkileri bir anlama yetisi süreci olarak ele alm›fl ve daha önce yapm›fl oldu¤u baflka bir ampirik çal›flmadan hareketle “Oydaflma Yönelimli Halkla ‹liflkiler” ad›n› verdi¤i bir model önermifltir. Böylelikle, Habermas’›n söylem eti¤i kavram› d›fl›ndaki bir baflka kavram› da halkla iliflkiler alan›na kavramsal bir katk› sa¤lam›flt›r.
Judy Motion ve Shirley Leitch’in birlikte kaleme ald›klar› çal›flmalar›, sunmufl olduklar› önerme
aç›s›ndan, halkla iliflkiler alan›na yeni bir soluk getirmektedir. “Halkla ‹liflkiler için bir Alet Çantas›: Michel Foucault’un Eserleri” bafll›kl› çal›flmalar›nda yazarlar söylem üretimi ve dönüflümü, iktidar/bilgi ve hakikat, hegemonya ve benlik teknolojileri kavramsallaflt›rmalar›n›n halkla iliflkiler çal›flmalar›nda önemli
yol göstericiler oldu¤unu ortaya koymufllard›r.
“Public Relations and Social Theory: Key Figures and Concepts” kitab›n›n editörlerinden biri olan
Oyvind Ihlen “Bourdieu’yü Temel Almak: Halkla ‹liflkilerin Sosyolojik Kavran›fl›” bafll›kl› makalesiyle kitaba katk›da bulunmufltur. Araflt›rmalar›n› stratejik iletiflim, kurumsal sosyal sorumluluk, çevre ve itibar
konular› üzerine odaklayan yazar, Pierre Bourdieu’nün s›kl›kla gazetecilik alan›nda yap›lan akademik çal›flmalara referans oluflturan ‘habitus,’ ‘alan’ ve ‘sermaye’ kavramlar›n› halkla iliflkileri aç›klamada kullanarak alternatif bir kuramsal perspektif sunmaktad›r.
Lund Üniversitesi ‹letiflim Çal›flmalar› Bölümü baflkan› olan Jesper Falkheimer “Anthony Giddens
ve Halkla ‹liflkiler: Üçüncü Yoldan bir Bak›fl” bafll›¤›n› tafl›yan çal›flmas›nda Anthony Giddens’›n yap›lanma kuram› ve geç modernlik kuram›n› halkla iliflkilere uygulam›flt›r. Çal›flmas›nda halkla iliflkileri irdelerken bu kuramlar›n sa¤lad›¤› avantaj ve dezavantajlar› ortaya koyan yazar, üçüncü yol ad›n› verdi¤i bu uygulaman›n etnografik araflt›rmalar› teflvik edece¤ini ifade etmifltir.
Kitapta yer alan son iki makale ise siyasal iletiflimle ba¤lant›l›d›r. Gianpietro Mazzoleni ve Winfred
Schulz “Politikan›n Medyatikleflmesi: Demokrasiye bir Meydan Okuyufl mu?” bafll›¤›n› tafl›yan makalelerinde medya ve demokrasi aras›ndaki iliflkiye odaklanm›fllard›r. Yazarlar Avrupa ve Amerika Birleflik Devletleri’ndeki medya-politika iliflkilerini irdelemifller ve medyatikleflen politikan›n demokrasinin temel ifllevlerine zarar verdi¤ini ileri sürmüfllerdir. Kitapta yer alan son makale olan “Politik Profesyonellikte Yeni Ufuklar” Paolo Mancini taraf›ndan kaleme al›nm›flt›r. Politikan›n profesyonelleflmesi olgusunu Max
Weber’den bafllayarak ele alan yazar çal›flmas›nda politikan›n profesyonelleflmesinin nedenlerini ve sonuçlar›n› irdelemifltir.
195
196
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
Egemen halkla iliflkiler literatürü Amerika Birleflik Devletleri’nde geliflmekte ve flekillenmektedir.
Kitapta, bu literatürün bir parças› olan makalelerin yan›nda a¤›rl›kl› olarak farkl› Avrupa ülkelerinden gelen akademisyenlerin çal›flmalar›na yer verilmifltir. Halkla iliflkilerle sosyoloji ve siyaset biliminin iliflkisini ortaya koyan Avrupa kökenli çal›flmalar alana iliflkin farkl› kuramsal yaklafl›mlar ortaya koyarak yeni
çal›flmalar›n önünü açmaktad›r. Kitap bu niteli¤i ile Amerikan literatürünün etraf›nda geliflen Türkçe literatüre büyük bir katk› sa¤lamaktad›r.
D‹DEM ÇABUK
Akdeniz Üniversitesi, Halkla ‹liflkiler ve Tan›t›m Bölümü
RICHARD SENNETT, Yeni Kapitalizmin Kültürü [çeviren Aylin Onacak] (‹stanbul: Ayr›nt› Yay›nlar›, 2009),
142 ss. ISBN 978-975-539-525-8
Yeni Kapitalizmin Kültürü, Richard Sennett’in 2004 y›l›nda Yale Üniversitesi’nde Castle Konferanslar› kapsam›nda yapt›¤› konuflmalara dayanan bir metin. Sennett’in temel ilgili alanlar›n›n ve çal›flma
konular›n›n da bir özeti niteli¤indeki metin dört ana bölümden olufluyor. Ancak kitab›n son bölümü olan
“Zaman›m›zda Toplumsal Kapitalizm” daha çok bir ‘kapan›fl notu’ gibi tasarland›¤› için kitab›n kalbinde
yatan temel sorunlar›n ilk üç bölümde karfl›m›za ç›kt›¤›n› söylemeliyiz. ‹lk bölümde Sennett “Kurumlar nas›l de¤ifliyor?” (s.16) sorusu ekseninde ‘bürokratik makine’nin iflleyiflindeki dönüflümlere odaklanm›fl görünüyor. Ancak burada hemen belirtilmesi gereken nokta, bu ‘makine’nin ya da daha Weberian bir ifadeyle ‘demir kafes’in iflleyiflindeki dönüflümlerin ulus-devlet ve çok uluslu flirketler aras›ndaki iliflkiselli¤in bir
boyutu olarak ele al›nmas›. Burada Sennett, Joel Bakan’›n k›flk›rt›c› metni fiirket [çeviren Rahmi G. Ö¤dül] (‹stanbul: Ayr›nt› Yay›nlar›, 2007) adl› kitab›nda göstermeye çal›flt›¤› türden bir ‘kâr ve güç peflindeki patolojik bir kurum olarak’ çok uluslu flirketlerin giderek karmafl›klaflan yap›s›ndan söz aç›yor. Bu yeni
yap›y› anlamam›z için öncelikle Ondokuzuncu Yüzy›l’da yat›r›m kararlar›n›n ortak dilinin, gücünü askeri
bir ussall›ktan ald›¤›n› hat›rlamam›z gerekiyor. ‘Askeri toplumsal kapitalizm’in bu ortak dilinin üzerine infla edildi¤i zeminin temel karakteristi¤i “uzun vadeli, aflamal› ve kestirilebilir” (s.23) bir zaman alg›s›na dayal› olmas›. Yirminci Yüzy›l’›n hemen bafl›nda ifllevlerin önceden belirlenmifl oldu¤u genifl bir kurumlar
a¤› üzerinde yükselen bir ordu gibi örgütlenmifl sivil toplumun yaflad›¤› dönüflüm, adeta ‘sivil generaller’
gibi davranan büyük flirket yöneticisi tipolojisindeki afl›nma ve belirlilik/kesinlik/sabitlik gibi nosyonlara
dayanan yönetsel alg›daki k›r›lma toplumsal kapitalizmin bu türden bir zaman alg›s›n› terk etmesine yol
açt›. Sonuç ‘demir kafes’in geri dönülemez bir biçimde afl›nmas›yd›. Peki bu ‘demir kafes’in afl›nmas›na
yol açan ve yeni kapitalizmin kültürünü kuran temel süreç ve pratikler nelerdi? Sennett bu soruya cevap
verirken büyük flirketlerde yönetici iktidar›ndan hissedar iktidar›na yaflanan geçiflin, bankac›l›k sektöründeki dönüflümün, yat›r›mc›lar›n uzun vadeden ziyade k›sa vadeli sonuçlara yönelik tercihlerinin ve iletiflim
ve imalat sektöründeki bafl döndürücü de¤iflimlerin alt›n› çiziyor.
Sennett’in bu de¤iflimler üzerinde yükselen yeni kapitalizmin kültürünün temel aktörü olarak iflaret
etti¤i flirketlerin iflleyiflini anlamak için yine Sennett’in kulland›¤› bir metafor, ‘bir mp3 çalar olarak iflleyen kurumsal mimari’ (s.39) ve bu mimarinin toplumsal uzant›lar› üzerinde düflünmek anlaml› olabilir.
Sennett’e göre—mp3 çalarda flark› s›ralamalar›n›n sürekli de¤iflebilmesi gibi—bu yeni kurumsal mimarinin tafl›y›c›s› olan flirketlerde de üretimin s›ras› istendi¤inde de¤ifltirilebilir. Bu esneklik anlay›fl› ‘emek gücünün geçicileflmesi’ ile birlikte düflünülmelidir. Bu noktada Sennett’in metni Bourdieu’nun neo-liberalizm elefltirisi ile birlikte okunabilir. Zira Bourdieu da “geçicili¤in çal›flanlar› boyun e¤meye, sömürülmeyi kabullenmeye zorlama amaçl›, genellefltirilmifl ve sürekli bir durumun kurumsallaflt›r›lmas› üzerine ye-
BOOK REVIEWS
ni bir tür egemenlik biçimine kay›tl›” oldu¤unu belirtir (Pierre Bourdieu, Karfl› Atefller [çeviren Halime
Yücel] (‹stanbul: Yap› Kredi Yay›nlar›, 2006), s.73) Yeni kapitalizmin kültürel a¤› içinde “geçicilefltirme,
katmans›zlaflt›rma ve do¤rusal olmayan s›ralama” (s.41) gibi temel nitelikleri haiz kurumlar emek sürecinde tarihsel kapitalizmin hiçbir döneminde görülmeyen bir ‘kopukluk’ ve ‘mesafe’ yarat›rlar. Sennett’e göre, bu yap›sal de¤iflim üç ana eksiklik yarat›r: “düflük kurumsal sadakat, iflçiler aras›nda enformel güvenin
azalmas› ve kurumsal bilginin zay›flamas›” (s.49). fiüphesiz bu eksiklik biçimleri baflka süreçlerle de ilintili olarak görünürlük kazan›rlar. Söz gelimi, Sennett’in kitab›n›n ikinci bölümüne ad›n› veren “ifle yaramazl›k kabusu ve yetenek” bu aç›dan düflünmeye de¤er bir mesele olarak öne ç›kmaktad›r. Otomasyon, küresel emek arz› ve yafllanman›n yönetimi gibi unsurlar› flekillendirdi¤i ‘ifle yaramazl›k kabusu’ yetene¤in
nas›l tan›mland›¤› ile ilgilidir.
Burada önemli bir sorunla karfl›lafl›yoruz: ‘Refah Devleti’ ‘ifle yaramazl›k kabusu’ndan muzdarip
ya da ‘potansiyel’leri yeterli bulunmad›¤› için ifllerinden uzaklaflt›r›lm›fl kitlelere ne sunabilir? Sennett, bu
can s›k›c› soruyu bir de ‘zanaatç›l›k’ kavram› üzerinden düflünmeyi öneriyor. Zanaatç›l›k, Sennett’e göre,
‘bir fleyi o fleyin kendisi için yapmak’t›r (s.76). Anthony Giddens’›n deyifliyle ‘imâl edilmifl belirsizliklerin’ flekillendirdi¤i söyleyebilece¤imiz yeni kapitalizmin kültürünün yap›sal eksiklikleri için zanaatç›l›k
kültürünün dirilifli kritik bir önem arz edebilir (Anthony Giddens, Sa¤ ve Solun Ötesinde: Radikal Politikalar›n Gelece¤i [çevirenler Müge Sözen ve Sabir Yücesoy] (‹stanbul: Metis Yay›nc›l›k, 2002)). Zanaatç›l›k kültürü, yap›lan ifle özen ve ba¤l›l›k ile yaklafl›lmas›n› gerektirir. Çal›flan›n ifle karfl› hissetti¤i ‘mesafe’ duygusunun bast›r›lmas›nda önemli bir rol oynayabilir. Bununla birlikte yeni kapitalizm kültürünün yap›sal dinamikleri içinde bu türden bir diriliflin mümkün olup olamayaca¤› bir yana, bu diriliflin nas›l ve hangi vasatlar üzerinden sa¤lanaca¤› da bir muammad›r. Ancak yine de zanaatç›l›k nosyonu, sadece de¤iflen
bir toplumsal kültürün ipuçlar›n› sunmas› aç›s›ndan bile de¤erlidir. Sennett’in çizdi¤i bu tabloda de¤iflen
sadece toplumsal ya da ekonomik yap›lar de¤ildir. Siyasetin kendisi de büyük bir kurumlar ve pratikler a¤›
olarak de¤iflmifltir. Kat›l›mc› yurttafl fikrinin yerini siyaset tüketicileri alm›flt›r.
Buradan hareketle Sennett’in kitab›n›n üçüncü bölümü siyasetin bir tüketim alan› olarak iflleyifli
üzerinde duruyor. Balibar ve Wallerstein’in toplumsal, iktisadi ve siyasal krizlerle ›rkç›l›k aras›ndaki ba¤lant›y› düflünürken takip ettikleri çizgiye yak›n duran Sennett, toplumsal kapitalizmin ‘h›nç üretimi’nin politik spektrumdaki kaymalar› ancak belli bir oranda aç›klayabilece¤ini savunarak, pazarlaman›n siyasetin
ana dinami¤i haline gelmeye bafllad›¤›na dikkat çekiyor (Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein, Irk,
Ulus, S›n›f: Belirsiz Kimlikler [çeviren Nazl› Ökten] (‹stanbul: Metis Yay›nc›l›k, 1995), ss.270-282). Sennett’in sorusu kritik: “‹nsanlar siyasetçileri Wal-Mart’ta al›flverifl yapar gibi mi seçiyorlar? ... Siyasi liderler sabun gibi al›n›r sat›l›r m› oldu, siyasi tüketici raftan ilk bak›flta tan›nan markalar› m› seçiyor?” (ss.9697). Antik Yunan’da ekonomi ile politika aras›ndaki mesafe tarihsel kapitalizmin geliflimi içinde afl›lm›fl,
ekonomi ve siyaset aras›nda belirgin bir iç içe geçifl süreci yaflanm›flt›r. “‹maj yarat›m›na etkin kat›l›m ve
güç vas›tas›yla tahrik” (s.109) biçimleri üzerinden iflleyen” tüketme tutkusu bir özgürlük illüzyonu yaratmaktad›r. Tüketimin belirleyicili¤i ve bu temel biçimleri siyasal alg›y› da kapsayacak biçimde genifllemifltir. Tüketim alan›n›n teatralli¤i siyasal alan›n potansiyel nitelikleri ile kusursuz bir biçimde örtüflür. Sennett’in dikkatle vurgulamaya çal›flt›¤› bu nokta akla Thomas Meyer’in söylediklerini getirir. Meyer’e göre, siyaset “kiflilefltirmeye dayal› sahte bir eylem” olarak liderlerin ve partilerin imajlar›n›n üretiminin ana
strateji oldu¤u bir “tiyatrolaflma” e¤ilimi göstermektedir (Thomas Meyer, Medya Demokrasisi: Medya Siyaseti Nas›l Sömürgelefltirir? [çeviren Ahmet Fethi] (‹stanbul: Türkiye ‹fl Bankas› Kültür Yay›nlar›,
2004)). Meyer’in ve Sennett’in iflaret etti¤i bu süreç siyasal anlamda bir ‘simge enflasyonu’na kap› açar.
Sennett’in verdi¤i çarp›c› örne¤i hat›rlamak gerekirse, Britanya’da Birleflik Yüksek Krall›k Mahkemesi’nin kurulmas› konusunda onsekiz saat tart›fl›lm›flken, köpeklerle tilki av› yap›lmas›na izin verilip verilmeyece¤i konusuna yaklafl›k yedi yüz saat parlamento mesaisi harcanm›flt›r (s.115). Farkl› siyasal kutuplar aras›ndaki consensus siyasetinin ve siyasal›n anlam›n›n zikredilen örnekteki gibi simgesel-teknik düz-
197
198
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
lemde belirlenmesinin tamamlay›c› unsuru kitlenin siyasete kay›ts›zl›¤›d›r. “Siyasi kifliliklerin pazarlanmas› gittikçe sabun pazarlamaya benzer hale gelirken” (s.116) yurttafllar modern siyaset tüketicileri haline
gelmifllerdir bile. Bu durumda yurttafllar›n ‘zanaatç›’ gibi düflünmeleri imkâns›zlaflm›flt›r. Temel kayg› k›sa vadeli ekonomik kayg›lard›r. ‹liflkilerden çok ‘ifllemler’ ön plana ç›km›flt›r. Sennett’in ortaya koydu¤u
haliyle yeni kapitalizm kültürü yüzeyselli¤i ve geçicili¤i temel alan iflleyifliyle kayg› verici gözükse de bir
tür ‘de¤erlere dönüfl’ hamlesi bu aç›dan ifllevsel olabilir. Bu ba¤lamda Sennett’e göre, kiflilerin deneyimlerini yorumlamas› veya dillendirmesi anlam›nda anlat›, ifle yararl›l›k hissiyat› ve zanaatkârl›k nosyonu yeni kapitalizmin kültürüne karfl› durmak için yaslan›lacak temel de¤erlerdir. Ancak, bu türden de¤erlere dayal› bir stratejinin iflleyiflinin önünde pek çok yap›sal sorun bulunmakatad›r. Sennett’in kitab›n›n kapan›fl›nda sözünü etti¤i “zay›flat›lm›fl bu kültüre isyan etmek” anlaml› olsa da, tam da Sennett’in tart›flmas›n›n
köfle tafllar›n› oluflturan argümanlarla örülü bir dünyada yaflad›¤›m›z gerçe¤i bizi bu türden bir pratik karfl› koyuflun imkânlar› üzerinde yeniden düflünmeye zorlamaktad›r. Sennett’in dört bölüm ve 136 sayfadan
oluflan bu metni, kapitalizmin siyasal/toplumsal/ekonomik düzeylerdeki iflleyiflinin kazand›¤› yeni boyutu anlamak için k›s›tl›, ancak ifllevsel bir çerçeve sunsa da ‘kat› olan herfleyin buharlaflt›¤›’ zamanlarda sormam›z gereken daha pek çok sorunun oldu¤u da aç›kt›r.
H. BAHADIR TÜRK
Çankaya Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararas› ‹liflkiler Bölümü
PAUL STARR, The Social Transformation of American Medicine:The Rise of a Sovereign Profession and the
Making of a Vast Industry (New York: Basic Books, 1982), 514 pp. ISBN 978-0-4650-7934-6
The Pulitzer Prize, which is awarded annually in fields such as public service, writing and criticism, newspaper journalism, literature, and musical composition, is widely considered to be the American equivalent of the Nobel Prize both in terms of prestige and selectivity. Within the genre of literature,
six separate prizes are bestowed in the areas of fiction, drama, history, biography or autobiography, poetry and general non-fiction. While most of the Pulitzer Prizes in Literature have been awarded since the
end of World War I, the Pulitzer Prize in General Non-Fiction is a ‘recent’ addition: the first recipient,
Theodore White, received the prize in 1962 for his classic work on the Nixon-Kennedy Presidential Campaign, The Making of the President, 1960. Thus, since its inception, the Pulitzer Prize in General NonFiction has been awarded to influential American social and cultural critics including Richard Hofstadter, Norman Mailer, Carl Sagan, and Studs Terkel. Just over twenty five years ago, the prize was given
to Paul Starr for The Social Transformation of American Medicine, which traces the development of the
American medical profession as a cultural, economic and political authority. This seminal work not only
reveals American attitudes towards physicians and other medical professionals, but also explains the origins of the faulty American healthcare system. By 1984—the year in which Starr won the Pulitzer Prize
in General Non-Fiction—this system had become a vast industry riddled with so much corruption that
Congress finally had to intervene with the Ethics in Patient Referral Act (1989). While such measures improved certain aspects of the American system, as the current debate over Barack Obama’s healthcare
plan illustrates, medical reform is still an issue that evokes very powerful reactions from both sides of the
political spectrum. What many foreign observers of the health care controversy in the United States do
not realize, however, is that the contemporary situation is hundreds of years in the making. Starr’s influential work not only places the American healthcare crisis into perspective by elaborating on its historical context, but also serves as a comprehensive introduction for those interested in US medical politics.
BOOK REVIEWS
Despite the fact that it was published over two and a half decades ago, it is nevertheless worth reconsidering as an important scholarly resource.
In the introduction of The Social Transformation of American Medicine, Starr asserts that during
the Nineteenth Century, the American medical profession “was generally weak, divided, and insecure in
its status and income, unable to control entry into practice or to raise the standards of medical education.
[However,] in the twentieth century … physicians became a powerful, prestigious, and wealthy profession … succeeding in shaping the basic organization and financial structure of American medicine” (p.8).
While the transformation of the physician into a powerful social figure was undoubtedly affected by advancements in medical science and technology, Starr argues that the political, economic, and social changes within medicine more accurately explain the power and authority of the modern physician. Starr maintains that the rise of the medical profession was based on the acquisition of authority, or as he defines it
“the possession of some status, quality, or claim that compels trust or obedience” (p.9). Medical authority
thus came to rest upon three distinct assertions: “First, that the knowledge and competence of the professional have been validated by a community of his or her peers; second, that this consensually-validated
knowledge and competency rests on rational, scientific grounds; and third, that the professional’s judgment
and advice is oriented towards a set of substantive values, such as health” (p.15).
Starr spends a great deal of The Social Transformation of American Medicine describing the economic, political and social mechanisms through which American physicians acquired authority and maintained control of the medical profession. These mechanisms took numerous forms and included educational reform and standardization, the establishment of professional organizations such as the American Medical Association (AMA), and the implementation of state and federal licensing laws. Once medicine became professionalized through standardized programs of licensing and education, a uniform base of knowledge became a prerequisite for all physicians—this shift was catalyzed by the Flexner Report of 1910,
which helped eliminate internal, competitive threats to the medical profession such as sectarian/lay practitioners and their “unscientific” practices. As medicine became institutionalized and techniques were established to measure and evaluate a physician’s skill, medicine came to possess a ‘built-in’ reliability. Moreover, the hospital, which became the source of scientific techniques and diagnostic technologies, helped establish and maintain dependence on the medical profession. Once physicians gained the public trust, Americans willingly began to seek the surveillance and specialized attention that only highly-trained professional doctors could provide, leaving the comfort of their homes and the security of traditional lay healers to
seek hospital care.
The acceptance of the medical profession and its unquestionable authority clearly involved more
than just the advent of the hospital. As Starr delineates, shifts in American society made Americans “more dependent upon professional authority and more willing to accept it as legitimate” (p.18). Self-reliance,
in all aspects of life including illness, was the underlying foundation of the pre-industrialized United States. Rural America emphasized illness within the context of the family and the community, and as a result,
outside ‘professionals’ who challenged the concept of self-medication made few advances. However, as
industrialization and urbanization conquered the United States, Americans grew accustomed to relying on
the specialized skills of professionals such as physicians. As rural traditions gave way to urban survival,
professional advice became an attractive solution to the mysteries of city life. Moreover, with the arrival
of telephones and public transportation, professionals became less expensive to consult and more accessible to the average American.
Encouraged by genuine advances in science and technology, Americans began to perceive physicians’ claims of competency and authority as plausible. Americans reasoned that just as technology had
transformed everyday life, science could also revolutionize medicine and healing. As Americans realized
that scientific discoveries, such as the germ theory, provided explanations to natural phenomenon and di-
199
200
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
sease mechanisms that had previously been inexplicable, science and its dispensers—i.e., physicians—became legitimate, and eventually superior, sources of medical advice, especially when compared to lay healers and patent medicine peddlers. Consequently, Americans began to seek physicians’ interpretations of
illness, and physicians, in turn, saw this as the perfect opportunity to connect themselves with science permanently, thereby gaining public support, as well as unquestionable legitimacy, social authority, and occupational control.
Other institutional changes, such as increased drug regulation the establishment of the Food and
Drug Administration (FDA), and the passage of the Federal Food, Drug, and Cosmetic Act in 1938, increased America’s reliance on physicians. No longer could Americans self-medicate to the level they previously could in the Eighteenth and Nineteenth Centuries. They now needed to consult physicians for advice as well as prescriptions. As physician-patient contact increased, so did trust in the medical profession,
especially when patients began to see results—e.g., decreased mortality rates and increased cure rates. Moreover, when Social Security and healthcare insurance were established in the 1930’s, Americans were obligated to consult with physicians in order to receive benefits, for insurance companies only reimbursed patients for treatment provided by licensed doctors.
As Starr illustrates, the mechanisms of legitimating medicine (e.g., standardized education and licensing laws) and the mechanisms of patient dependency (e.g., hospitalization and insurance reimbursements programs) transformed the way Americans perceived physicians and the medical profession. As the
economic, social, and political hegemony of physicians increased, so did their wealth and unity. Americans became more dependent on physicians, and physicians became more interdependent: “with the growth
of hospitals and specialization, doctors became more dependent on one another for referrals and access to
facilities. Consequently, they were encouraged to adjust their views to those of their peers, instead of advertising themselves as members of competing sects,” which clearly helped coalesce their authority by eliminating conflict (p.18).
With better professional organization—most notably, the AMA and its journal, JAMA—the adoption of ethical codes, and the establishment of requirements for medical education and licensing, the medical profession was able to create its own ‘regulatory apparatus,’ thereby transforming its standing in American society from unreliable to trustworthy (p.129). This paradigmatic shift in the public perception of medicine “contributed to the collective power of the profession and helped physicians convert their clinical
authority into social and economic privilege,” which many Americans see as the cause of the current health care crisis (p.21). Despite the advent of Health Maintenance Organizations (HMO’s) and increased
federal restrictions on medical practices, American physicians still maintain relative autonomy, especially
with respect to self-regulation and their ability to determine who enters the profession. American doctors
have successfully established a monopoly through the exclusion of ‘alternative practitioners,’ and have increased their own ‘demand’ by limiting the ‘supply’ of physicians (pp.21–22). By establishing a market
for medicine as a commodity, physicians have also been able to convert their authority into high incomes
and other privileges within the medical hierarchy (p.142). Their ability to compete and maintain authority,
even when challenged by adversaries, has made physicians, the AMA, and their allies—pharmaceutical
companies, medical supplies manufacturers, and private hospitals—some of the most powerful social forces and political lobbying groups in the country.
Many of these factions are currently challenging Obama’s healthcare plan because it does not align
with their personal and political interests. By labeling it ‘socialist,’ these groups have been able to elide
genuine discussion of the problems that plague American healthcare, and have continued to reap the financial and social benefits of the system. However, after over a century of resisting healthcare reform, the
AMA has remarkably agreed to collaborate with Congress and the Obama Administration in reforming healthcare provision in the United States. While the Obama plan is not, by all means, perfect, the fact that it
BOOK REVIEWS
was approved by Congress and signed into law by the president on March 23, 2010 signals a major paradigm shift in the way that Americans think about healthcare. It is the first time in US history that systematic healthcare for Americans may become a reality, but, as Starr’s The Social Transformation of American Medicine illustrates, certainly not the first time that personal, professional and political agendas will
be at stake.
TANFER EM‹N TUNÇ
Hacettepe Üniversitesi, Amerikan Kültürü ve Edebiyat› Bölümü
NEVRA NEC‹PO⁄LU, Byzantium Between the Ottomans and the Latins: Politics and Society in the Late Empire (Cambridge: Cambridge University Press, 2009), 372 ss. ISBN 978-052-187-738-1
‘Barbarlar› beklemek’ Bizansl›lar için, Kavafis’in fliirindeki gibi gelmeyen ve gelmedikleri için hay›flanan bir durum de¤il, hayatta kalman›n ya da yok olman›n anlam› idi. Bo¤aziçi Üniversitesi Tarih Bölümü profesörlerinden Nevra Necipo¤lu’nun, Bizansl›lar›n iki ‘barbar’ aras›nda soluk alma ve hayatta kalma serüvenini anlatt›¤› kitab›, Bizans’›n son yüzy›l›nda Osmanl› ve Latin sald›r›lar›na ve genifllemelerine
nas›l tepki verdi¤ini cevaplamaktad›r. Befl bölüm ve befl ekten oluflan kitap, yazar›n 1990 y›l›nda Harvard
Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Angeliki E. Laiou dan›flmanl›¤›nda haz›rlay›p savundu¤u doktora tezine
dayanmaktad›r. Necipo¤lu, ilk bölümde sorununu ortaya koymakta ve dönemin Bizans, Latin ve Osmanl›
kaynaklar›n› tart›flmaktad›r. Ayn› bölümde, Bizansl›lar›n Latinlerle iliflkisinde k›r›lma noktas› olan Dördüncü Haçl› Seferi sonras› yaflanan siyasi ve askeri sorunlar›, imparatorlu¤un toprak kayb›n› ve hayatta
kalma mücadelesini özetler.
Kitap, Onbeflinci Yüzy›l’da Bizans, Latin ve Osmanl› dünyalar›n› karfl›laflt›ran üç ana güç alan›n›
ele al›p analiz etmektedir. Bu güç alanlar›, Selânik, Konstantinopolis (‹stanbul) ve Mora Despotlu¤u’dur.
Kitab›n ikinci bölümü, Selânik’i ve bu flehrin Bizans, Latin ve Osmanl›lar aras›nda nas›l el de¤ifltirdi¤i ve
çat›flma alan› haline gelmesini de¤erlendirir. Bu bölümde, ilk önce 1382 ve 1430 y›llar› aras›nda Selânik
ve çevresinin genel sosyo-politik ve tarihsel geliflimini özetledikten sonra, Bizans Selânikini ve sonras›nda Osmanl›-Latin çat›flmas›ndaki yerini anlat›r. Üçüncü bölümde, Necipo¤lu, Konstantinopolis kentini ve
bu kentin Bizans ve Osmanl› dünyalar› için anlam›n› tart›fl›r. Bu bölümde, Bizans ve Osmanl› yap›lar›n›n
çat›flmas›n› ve bu çat›flman›n bir sonucu olarak nas›l birbirlerine eklemlenip yeni bir alan yaratmalar›n› sorgular. Bu bölümün ikinci bafll›¤›nda, Konstantinopolis ba¤lam›nda, Osmanl›lar›n ilk meydan okumas› olarak Beyaz›d’›n kenti kuflatmas›n› ele al›r. Ard›ndan, bu ilk kuflatmadan Fatih Sultan Mehmed’in flehri
1453’de fethetmesine kadar geçen dönemi analiz eder. Kitab›n son bölümünde, yazar Mora Despotlu¤u’nu,
bu alan›n Latinler ve sürgün Bizans seçkinleri aras›ndaki el de¤ifltirmesini ve sonunda Osmanl›n›n bölgedeki hakimiyetini ele al›r. Necipo¤lu, kitab›n sonunda, Selânik’in Ondördüncü ve Onbeflinci Yüzy›llardaki Archontes listesini, 1425 tarihli bir Venedik belgesi olan Selânik’in soylular›n›n bir listesini, 1436-1440
tarihli Badoer’in Konstantinopolis’deki tacirlerin listesini, A¤ustos 1409 Sinod Cildi’ndeki Konstantinopolis Senato üyelerinin listesini ve son olarak da 1453 sonras› ‹talya’ya göç eden baz› Bizans seçkinlerinin bir listesini ek olarak yay›nlar.
Kitap, Bizans’›n son yüzy›l›n› ve bu çalkant›l› dönemde Bizans politikas›n›n Osmanl› ve Latin dünyas›na tepkisini ilk defa ayr›nt›l› bir flekilde ele almas› ba¤lam›nda, dünyadaki Bizans çal›flmalar› için çok
önemli bir katk› sa¤lar. Kitab›n metodolojik yaklafl›m›, sadece Bizans, Latin ve Osmanl› dünyalar›n›n karfl›laflt›¤› co¤rafyalar› kapsar. Dönemin, di¤er Bizans güç alanlar› olan, ‹znik ve Trabzon, bu yaklafl›m yüzünden yazar taraf›ndan kitapta ele al›nmam›flt›r. Özellikle ‹znik’den hiç bahsedilmez. Kitap, ele al›nan
201
202
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
co¤rafyalarda, yönetici seçkin s›n›fla birlikte, kentli, köylü, dini ve tüccar s›n›flar› da inceler. Bu durum,
kitab›n, ele al›nan co¤rafyalarda Onbeflinci Yüzy›l Bizans›n›n büyük resmini anlamam›z› sa¤lar. Kitab›n,
dünya Bizans çal›flmalar›na en önemli katk›lar›ndan bir di¤eri ise, Bizans, Osmanl› ve Bat› kaynaklar›n›
ayr›nt›l› bir flekilde incelemesi ve harmanlamas›d›r. Geç Dönem Bizans çal›flmalar›nda, genellikle, Bat›
kaynakl› çal›flmalarda Osmanl› kaynaklar› ayr›nt›l› bir flekilde ele al›nmaz; ayn› flekilde, Erken Osmanl› çal›flmalar›nda da, Halil ‹nalc›k hariç, genellikle Bizans ve Bat› kaynaklar› incelenmez ve kullan›lmaz. Necipo¤lu’nun bu çal›flmas›, her üç kayna¤› ayr›nt›l› bir flekilde kullanmas› ba¤lam›nda çok önemli bir çal›flmad›r. Necipo¤lu, Türkiye’de dünya standartlar›nda bir Bizans Tarihi Okulu’nun oluflumunda yetifltirdi¤i
ö¤rencileri ve yapt›¤› çal›flmalarla öncü rolüne sahiptir. Bu kitap, bu oluflumun nas›l bir akademik kaliteye sahip oldu¤unu en iyi flekilde göstermektedir.
FAHR‹ D‹KKAYA
Bilkent Üniversitesi, Tarih Bölümü
RAYMOND WILLIAMS, Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim [çeviren Ahmet Ulvi Türkba¤] (Ankara:
Dost Kitabevi Yay›nlar›, 2003), 135 ss. ISBN 978-975-298-092-9
Önüne geçilemez bir sürecin zorunlu/beklenen sonucu olarak görülen teknolojik geliflmenin, toplumla ve toplumsal olanla iliflkisine dair söylenebilecekler, ‘olumlu’ ve ‘olumsuz’ gibi normatif bir yarg›lamadan ziyade, var olan›n tasviri olarak sosyolojik bir analizi oluflturmufl olacakt›r. Ayn› çizgide, teknolojik bir geliflme olarak televizyonun topluma ve toplumsal hayata iliflmesinin toplumsal olana etkileri yahut topluma dair sonuçlar› üzerine düflünmek ve tart›flmak, k›smi olarak da olsa bize bu iliflkiselli¤in tasvirini sunacakt›r.
Raymond Williams kitab›na flu cümle ile bafll›yor: “Televizyonun dünyay› de¤ifltirdi¤i s›kça söylenir.” Dünyaya ve tüm insanl›¤a mal olacak ve herkese iliflecek güçte bir teknolojik geliflmenin, öncelikle
teslim etmemiz gereken taraf› o zaman›n egemen söylemi taraf›ndan, söylemin içine yedirilecek flekilde,
olumlanaca¤›d›r. Burada da, ‘dünyan›n de¤iflmesi’nden anlat›lmak istenen ve hatta insanlar›n bundan anlad›klar›, istisnalar d›fl›nda, bir ‘geliflme,’ ‘büyüme,’ ‘iyiye do¤ru gitme’ yönündedir. Meselenin nereden
bafllat›laca¤› mu¤lak olsa da, tarihin bir ilerleme içerisinde oldu¤u ve insanl›¤›n—üst bir zihnin organizmalar bütünü olarak—hep iyiye do¤ru ve bir ere¤e kavuflma motivi içinde oldu¤u kanaatindeyiz. Bu kanaat, dizgeli olarak Georg W. F. Hegel’in dünyas›nda belirginlik kazanmas›na ra¤men, bugün s›radan bir insan›n zihnini iflgal eder niteliktedir. Geliflen, büyüyen, ilerleyen bir insanl›k tasavvuru ve hatta toplum ideali, ‘eskiden nas›ld›, flimdi nas›l’ k›yaslamas›n› fenomenolojik olarak yapabilen her bireyin zihninde mevcuttur; ve bu ortalama zihnin yöneliminde, k›yaslamaya müsaade eden görüngüler teknolojik ürünler ve
servisler alan›nda belirginlik kazan›r. Bir di¤er deyiflle, ilerleme ve geliflme fikirlerini oluflturan ve zihinlerde kökleflmesine mümkün ve amade k›lan alan tamam›yla olmasa da büyük ölçüde teknoloji alan›d›r.
Örne¤in bugün, taban›na muhafazakâr bir dille ve edimle yaklaflan AKP iktidar›n›n kitlelere ilerlemeci ve
geliflen Türkiye modelini sunmas›n› sa¤layan söylem, büyük ölçüde ‘teknolojik geliflme ve ilerleme’ söylemidir. Ortalama insan›n zihnine seslenen iktidar, geliflme ve ilerleme fikrini ‘yap›p ettikleri’ faaliyetlerin
ne kadar yenilikçi ve ilerlemeci oldu¤unu, onlar›n teknolojik maiyeti üzerinden sunmaktad›r. Demek istedi¤im, asl›nda ‘teknolojik geliflme’ ve ‘ilerleme’ olarak sunulan ve iktidar›n söylemine yedirilen bu genellemelerin felsefi boyutta tarihsellikle yahut tarihle—daha özelde, zamanla—ilgili olarak soruflturmas›n›n
yap›lmas› gerekti¤idir. Keza, Williams’›n devam›nda söyledikleri, böyle bir yol göstericili¤e iflaret eder:
BOOK REVIEWS
“Bu tür genel ifadelerin alt›nda, en zor ve yan›t› bulunamam›fl tarihsel … sorular yatar. Oysa, sorular ifadelerce ortaya konmaz; daha do¤rusu, sorular genellikle ifadelerle maskelenir.” Ortak dert, teknolojinin iktidara ve onun söylemine kar›fl›p insana dayatt›¤› alg›, onun ilerleme ve geliflme göstergesi oldu¤udur; ve
bu alg›n›n sosyolojik çözümlemesini yapmak, ayn› zamanda felsefi ve tarihsel—asla soyut olmayan—sorular sormam›z› gerektirmektedir. Aksi takdirde, yap›lacak de¤erlendirme her hal-ü-kârda eksik ve yüzeysel kalacakt›r.
Bahsi geçen dert do¤rultusunda, televizyonu bir teknoloji parças› olarak de¤erlendirme ve onun toplumsal yaflamda, kültür formlar›nda ve iliflkilerin maiyetindeki etki ve sonuçlar›na bakma ve onlar› analiz
etme çabas›, muhtemel alternatiflerinin ve çeflitlerinin bol oldu¤u bir zamanda, televizyonu hâlâ önemli bir
kitle iletiflim arac› olarak görmemizden kaynaklanmaktad›r. Böyle bir çaban›n gerçekleflmesi, ister istemez,
televizyonun, bir medium olarak, çeflitli—Vincent Mosca’n›n iflaret etti¤i anlamda, yani metalaflman›n maiyeti hususunda, televizyon biçimlerini ‘çeflitli’ (multiple) olarak nitelendirmek gerekti¤ini düflünüyor ve
‘farkl›’ (diverse) demekten kaç›n›yorum—biçimlerini ele almay› gerektirecektir. Biz de, Williams’›n genel
hatlar›yla kategorilefltirdi¤i çeflitli televizyon biçimlerinin baz›lar›n› ele al›p, meseleyi ayr›nt›l› incelemeye
çal›flaca¤›z. Bölümlenen televizyon biçimlerini, Williams’›n sorular›na ve çabas›na ek olarak, gerekti¤i ve
müsait göründü¤ü noktada, politik ekonomik bir çözümlemeye de giriflece¤iz.
Ortalama bir televizyon izleyicisinin, belki di¤er programlara yaklafl›m› kadar samimi olmasa da,
‘ana haber kufla¤›’n› yani ‘Haberler’i—büyük ‘H’ ile sözü edilen bir televizyon biçimi olarak ‘Haberler’dir—izledi¤ini kabul edebiliriz. Böyle olmad›¤› onlarca durum olmas›na ra¤men, kabul ediyoruz ki
‘Haberler,’ genel itibariyle haber sunarlar: “dünyada ve Türkiye’de olup bitenler” konusunda ‘bilgi’ verirler. Ortalama bir izleyici de, ‘Haberler’e bunun d›fl›nda bir yaklafl›mla yönelmez. ‹stisnas›z bütün kanallar›n kendi haber program›na dair söyledikleri ve öne ç›karmak istedikleri özellik ‘do¤ruluk,’ ‘dürüstlük’ ve
‘kesinlik’ üzerinedir. Ortalama izleyicinin gözünde, haberlerde sunulan ‘bilgi’lerin temel özelli¤i, do¤rulu¤unun ve kesinli¤inin sorgulanamaz bir içerikte olmas›d›r. Bu demektir ki, kifli, topluma, toplumsal olana ve siyasete dair bilgilerinin kesinli¤ini ve do¤rulu¤unu, “haberlerde söylenip söylenmedi¤iyle” s›nayacakt›r. Yahut bir tart›flma ortam›nda, kifli, haberler referans› ile edindi¤i bilgileri masaya yat›racakt›r. Demek istedi¤im, haberlerde verilen bilgilerin, kamusal tart›flma ve toplumsal iletiflim aç›s›ndan önemsiz oldu¤u de¤il, ‘haberler’in, bu bilgileri insanlar›n zihnine sorgulanmaz ve irdelenmez bir flekilde sokabilecek
otorite olarak görüldü¤ü/alg›land›¤›d›r. Böyle bir kesinlik ve do¤ruluk otoritesi olarak haberlerin, toplumsal›n dinamizmine sekte vuracak bir ayg›t olarak, var olan toplumsal düzeni kollad›¤›n› ve bu ba¤lamda
ideolojikleflti¤ini söyleyebiliriz. Zira, ortalama insan›n ‘fikir ve kanaatleri’ de böylesi kesin ve do¤ru bilgilerle beslenir niteliktedir. Hâkim fikirler böylece, kesinli¤i ve do¤rulu¤u sorgulanamaz bilgilerin otoritesi olan haberlerce, yani asl›nda yine hâkim medya ve iktidarca, oluflturulmufl olur.
Di¤er taraftan, kamusal iletiflimin öncüsü olarak tarif edebilece¤imiz televizyon haberlerinin, ülkedeki politik geliflmelerin nabz›n› tuttu¤u iddias›nda olduklar›n› söylememiz gerekir. Heyecanl›/çoflkulu ve marfl› and›r›r nitelikte müziklerle süslendi¤inde, tam bir iletiflim otoritesi yahut ‘haberin adresi’ olarak alg›lanan haberlerin, Williams’›n iflaret etti¤i yönde, bir ‘öncelikler’ politikas›n›n olmas› kaç›n›lmazd›r. Yarat›lan atmosferde, haberlerin önem s›ras›na koyduklar› haber dizimi, izleyicinin kafas›nda da ayn› s›ralamay› bulmaktad›r. Politik ve toplumsal gündemi belirleyen iktidar›n, kiflilerin zihnindeki gündemi ayn› flekilde belirlemesinin baflat arac› haberlerdir. Politize kalmak ve toplum meselelerini takip etme
niyetinde olan ortalama vatandafl›n, kaç›n›lmaz olarak izleyece¤i televizyon haberlerinden bu flekilde etkilenmesi oldukça olas›d›r. Demek istedi¤im, ‘Haberler’in—konu seçimi, s›ralamas› ve konulara ayr›lan
zaman ile—haberlere atfetti¤i öncelik/önem s›ralamas›, ister istemez büyük ölçüde toplumun ve kiflilerin
zihninde de ayn› öncelik ve önem s›ralamas›n› gösterecektir. Bu elbette ilelebet gidecek bir manipülasyon de¤ildir ve hakikat zaman zaman kendini hat›rlatacakt›r; fakat ‘Haberler’in politik iktidar ile gönül-
203
204
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
lü yahut zorunlu olarak iflbirli¤ine girdi¤i nokta, kitlelerin zihninde gündemin belirlenmesidir. Bütün ‘Haberler’in ‘do¤ruluk’ ve ‘kesinlik’e ek olarak ‘h›zl›’ olmaya yapt›klar› atf›, kitlelerin zihin gündemini belirlemedeki aceleci¤ine yorabiliriz. Bir haber kanal› iddias›nda olan CNN Türk’ün mottosunun ‘ilk bilen
siz olun’ fleklinde olmas›, asl›nda hem bilme konusuna hem de bunun bir-an-önceli¤ine dair yapt›¤›m›z
tart›flman›n özünü vermektedir. Gündemden bihaber olan kitlenin ihtimal olarak yapaca¤›, gerçek/maddi
problemleri ile ilgilenmek olacakt›r. Belirtti¤imiz gibi, iktidar ile z›mni yahut aleni iliflkisi olan ‘Haberler’in ‘gecikmiflli¤i’nin maliyeti, gündemden uzak kalm›fl kitlelerin gerçek/maddi meselelerle ilgilenmeye meyletmesidir.
‘Haberler’ dahilinde ele al›nabilecek bir baflka husus, haberlerin sunulufl flekli—dili, uslubu, yorumlanmas› ve görüntülenifli—ve ‘Haberler’ aras›na s›k›flt›r›lan reklam gerçe¤idir. Hemen teslim etmemiz gereken oldukça orijinal bir tespit, Williams’›n ‘görüntüleme’ ad› alt›nda bize iflaret etti¤i noktad›r. ‘Haberler’e pür dikkat kesilen izleyicilerin, dil ve di¤er gösterenlerle etkilenmesinin yan›nda, fark›nda olmadan
manipulé edildi¤i nokta, görüntünün biçimi/yönü/taraf›d›r. Teknik bir mesele gibi görünse de, kameran›n
nerede oldu¤u ve nereyi kaydetti¤i, izleyenlerin de nerede oldu¤unu ve nereye bakt›¤›n› belirleyen bir fleydir. Williams’›n göstericiler ve polis aras›ndaki çat›flmadan verdi¤i örnekte, kameralar›n polislerin taraf›nda durmas› ve tafl atan göstericileri çekmesi izleyicinin de olaydaki pozisyonunu ve taraf›n› belirleyen bir
tekniktir. Sadece bir bakan, izleyen, gözleyen olarak kalmayacak kadar hassas insan bilincinin, görüntülemenin tarafl›l›¤›na maruz kalaca¤› pekalâ olas›d›r. Bu yolla, gerçeklik taraf de¤ifltirme e¤ilimindedir. Bakan öznenin bak›lan/gözlenen/izlenen tarafta kendini konumland›rmas› zordur; görüntülemenin nüvesi, görüntülenen fleyin ötekilefltirilmesindedir. Toplumsal ölçekte düflünecek olursak, ‘Haberler’de kendini izleyen bir toplumun, kendini ötekilefltirmesi—kendine yabanc›laflmas›—söz konusudur. Bunun pornografik
taraf› aflikard›r. Öncesi ve sonras›, sebebi ve temel çeliflkileri verilmeyen bir olay›n tikel bir kesitinin sunulmas›—meselâ, ücretleri protesto eden bir iflçi eyleminin, sadece tafll›-sopal› arbedelerinin görüntülenmesi ve eylemin dikkat çekmek istedi¤i as›l çeliflkilere yer vermemesi, konu etmemesi—söz konusudur.
Di¤er taraftan, ‘Haberler’in sunucusuna verilen önem, asl›nda haberin sunulufluna verilen önemin göstergesidir. Amac›n, haberin do¤ru, çarp›t›lmadan, retorik yap›lmadan verilmesi olmad›¤›, daha çok haberin
‘nas›l sunuldu¤u’na önem verildi¤i, haber sunucular›n›n ‘star-vari’—güzel/seksi/çekici—yahut ‘renkli/karizmatik’ karakterler olmas›ndan da anlafl›lmal›d›r. Bunun önemi, bir kanal›n ‘Haberler’inin izleyicilerinin
art›r›lmas›ndad›r; ve bu izleyici art›fl›n›n amaçlanmas›n›n alt›nda yatan tek dinamik, ‘Haberler’ aras›na konulan reklamlard›r. Star karakterlerle ve güzel/çekici sunucularla teflhir edilen izleyicilerin yahut ratinglerin reklamc›lara sat›lmas› söz konusudur. Yine var›lan nokta, ‘Haberler’in mahiyeti ve toplum için önemi,
kamusal iletiflimin sa¤lanmas› ve kamunun bilgilendirilmesi de¤il, kitlelerin yal›n bir fleklide ekran bafl›nda tutup, potansiyel bir tüketici olarak hem de¤er yaratmak hem de o de¤eri gerçeklefltirmektir.
Williams’›n televizyon biçimleri konusunda dikkat çekti¤i bir di¤er mesele, tart›flma ve görüflmeler
üzerinedir. Öncelikle teslim etti¤i, televizyon yay›nc›l›¤›n›n genel olarak kamusal tart›flma ve görüflme biçimlerini, önceki biçimlere—vaaz, konferans, politik söyleme—nazaran, geniflletti¤i ve daha fazla kifliye
ulaflt›¤›d›r. Fakat, Williams’›n da iflaret etti¤i üzere, bu niceliksel de¤iflikli¤i s›rf niceliksel art›fl ve geniflleme sebebiyle olumlamak oldukça zordur; çünkü niteliksel önemde de¤iflikliklerin mahiyeti göz ard› edilemeyecek kadar önemlidir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, bir televizyon biçimi olarak tart›flma programlar›na ‘tart›flma konusu’ olarak belirlenen konular›n, tart›flma taraflar›n›n ve tart›flma amac›n›n analizi yap›ld›¤›nda, tart›flmadan beklenen ‘toplumsal› hareketlendirme’ ifllevinden yahut ‘toplumsal bir husumeti
çözme’ maksad›ndan bir hayli uzak oldu¤u görülür; çünkü bugünün televizyon biçimi olarak tart›flmalar›n
baflat karakteri bir uzlaflmaya varma ve görüfl birli¤ini sa¤lamad›r. Asl›nda birbiri içine geçmifl iktidar/bilgi nosyonlar›n›n, böyle bir sonucu vermesi bir nevi ‘normal’dir. Televizyon ‘Haberler’inden ve medyan›n
di¤er araçlar›ndan edinilen ‘do¤ru’ ve ‘kesin’ bilgiler k›tl›¤›nda ve hakim iktidar›n/resmi söylemin çizdi¤i
BOOK REVIEWS
‘tart›flma s›n›rlar›’ içerisinde uzlafl›msal kalman›n yüksek olas›l›¤› ortadad›r. Bu ba¤lamda, tart›flma ve görüflme biçimlerinin, toplumsal olan›n ve kiflilerin zihniyetine etkisinin önemi, tart›fl›lacak ve görüflülecek
fleylerin s›n›r›n› çizmesindedir. Meselâ, Türkiye’de ‘askerlik’ ve ‘Kemalist idealler’ ne kadar kamusal tart›flmaya konu edilemiyorsa, bir o kadar da dinin materyalizmi yahut tanr› fikrinin sosyolojisi kamusal tart›flma konusu edilemez niteliktedir. Buradan da, tart›flma ve görüflme programlar›na atfedilen “halka tart›flma kültürünün ve diyalo¤un öneminin benimsetilmesi” yönündeki iddian›n içinin bofllu¤una varabiliriz;
çünkü bu programlarla kifliler ve toplumsal kitleler, farkl›/z›t görüfllerin diyalektik sentezinin yap›lmas›,
eflitli¤in sa¤lanmas› ve toplumsal husumetin çözmesi anlam›nda tart›flman›n niteli¤ini unutup, iktidarca çizilen s›n›rlar içerisinde k›s›r ve sonu belli münakaflalara tabi kalmaktad›r.
Williams’›n, televizyonun do¤ru ve gerekli biçimi olarak gördü¤ü e¤itim programlar›n›n günümüz
itibar› ile neredeyse kayboldu¤unu söyleyebiliriz. ‹ngiltere’de Aç›k Üniversite’nin kamusal hizmet sunmas›na ortam sa¤layan bu programlar›n bir örne¤ini, Türkiye’de TRT-4 arac›l›¤›yla deneyimlemifltik. fiimdilerde kimsenin itibar dahi etmeyece¤i bir pozisyona sürüklenen bu programlar, ortalama televizyon izleyicisine ‘anlams›z’ ve ‘gereksiz’ gelmektedir; çünkü di¤er televizyon biçimleri dururken böyle bir programa
kimsenin talep yöneltmeyece¤i düflünülmektedir. Burada k›saca dikkat çekmek istedi¤im husus, böyle
programlar›n televizyon yay›nc›l›¤› içerisinde gözden kayboldu¤u/azald›¤› gerçe¤iyle, toplumsal zihniyete yerleflen temel fikrin televizyonun genel karakteristi¤inin, asla toplumsalc› bir ifllev göremeyece¤i yönünde oldu¤udur. Bir di¤er deyiflle, e¤itim programlar›n›n azalmas›n›n önemli sonucu televizyon yay›nc›l›¤›na hükmeden biçimlerin yan› s›ra televizyon yay›nc›l›¤›n›n alternatif bir ifllevle kullan›laca¤›na olan
bilgi, kanaat ve bu yöndeki talebin afl›nmas›d›r.
Drama ve dizi ayr›m›na iflaret eden Williams, ‹ngilizce özgün ilk bask›s› 1974 y›l›nda Television:
Technology and Cultural Form ad›yla yay›nlanan kitab›n›n bu bölümünde flöyle diyor: “dizilerin son y›llardaki art›fl› çok büyük olmufltur.” Tarihe özellikle dikkat etti¤imizde, Williams’›n günümüzden çeyrek
yüzy›l önce dizilerin art›fl›na iflaret etti¤ini görüyoruz. Bu yüzden, olaylar›n de¤iflti¤i, fakat karakterlerin
sürekli oldu¤u bu televizyon biçiminin, günümüzde ve özellikle Türkiye’deki art›fl›na dikkat çekmekle hiç
de yeni bir fley söylemifl olmayaca¤›z. Dizilerin, sadece bir çeflitlili¤i bar›nd›rmas› ve farkl›l›ktan uzak olmas› ba¤lam›nda, belki yine y›llar önce Theodor W. Adorno’nun kültür endüstrisinin her bireye yahut kitleye sundu¤unu iddia etti¤i farkl›l›k ve bireyselli¤i sahte-bireysellik (pseudo-individualism) olarak nitelemesinin bir uzant›s›n› burada görüyoruz. Diziler çoklu¤unda ve çeflitli¤indeki temel motif, kitlelerin metalaflt›r›lmas›d›r. Hangi konunun ve teman›n ele al›nd›¤›n›n ayr›ca ideolojik analizinin olas›l›¤›n›n yan›nda,
birincil kayg›n›n izleyicilerin, izleyici zaman›n›n yahut ratinglerin reklamc›lara sat›lmas›d›r. K›sacas›, reklam gerçe¤inin dinami¤i burada da geçerli¤idir. Williams’›n diziler hususunda dikkat çekti¤i bir ikinci mesele, izleyicinin bu televizyon biçimine—ve asl›nda televizyona—ba¤l› k›l›nmas›d›r. Önce izleyicinin sahip oldu¤u fley, art›k izleyiciyi sahip alm›fl görünmektedir. Sadece ‘hofllanma,’ ‘be¤enme’ yahut ‘e¤lenme’
motiflerine referans verilerek—ve asl›nda tarif edilemeyen sebepleri olan—ba¤lanma olgusu, dizi takibinde de karfl›m›za ç›kmaktad›r. Herkese hitap eden diziler vard›r; bu yüzden herkesin televizyonla ve dizi biçimi ile kurdu¤u—ve art›k mecburi olan—bir iliflki vard›r; bir di¤er deyiflle, herkesin bir tane de olsa televizyon izleme sebebi vard›r.
Dizilerin, iç çeflitlili¤i ile kiflileri yaln›zlaflt›rd›¤›—fakat asla bireysellefltirmedi¤i—ilk bak›flta fark
edilecek bir noktad›r. Hannah Arendt, hayat›m›za as›l varoluflsal anlam›n› verdi¤ini söyledi¤i ‘eylem’in
(action) modern zamandaki eksikli¤ini anlat›rken, yüksek sesle müzik dinlenen ve asla iki kiflinin birbirini duyamad›¤› disco/bar türü e¤lence yerlerini örnek gösteriyordu. Arendt’e göre, sohbet/konuflma (speech) —arkadafllar ve vatandafllar aras›nda hayata, topluma ve politikaya dair her çeflit meseleyi konuflma—
önemli bir eylem türüydü. Bu eylemi unutmufl yahut bu eyleme yabanc› halde konuflacak bir fleyleri olmayan ve konuflmayan insanlar›n bir araya geldiklerinde imdad›na yüksek sesli müzik yetifliyordu. Walter
205
206
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
Benjamin de, hikâye anlat›m›na dair söylediklerinde, insanlar aras›nda bu yolla gerçekleflen iletiflimin ürününün toplumsal bilinçteki deneyimsel bilgilerin birikmesi olaca¤›n› söylemiflti. Benjamin’in asl›nda bize
söylemek istedi¤i, hikâyesi yaz›lacak/hikâye edilecek bir yaflama meyletmemiz gerekti¤idir. Dizi konusuna geri dönecek olursak, toplumsal ‘eylem’i unutmufl ve ona yabanc›laflm›fl kifliler bir araya geldiklerinde,
gerek anlat›lacak bir hikâyelerinin olmamas›ndan, gerekse de kendi hayatlar›na ve toplumsal olana dair
meseleleri konuflmay› göze alamad›klar›ndan dolay›, diziler, dizilerdeki olaylar ve kahramanlar, hatta o
kahramanlar›n magazin hayat› muhabbet konular› oluflturuyor. Dizilerin bu taraf›n›n bir baflka ad›, kiflilerin evlerine köflelerine çekilmesinden kaynaklanan toplumsal yaflam›n birlikteli¤ini/kamusall›¤›n› sa¤layan
alanlar›n afl›nd›r›lmas›, modern yabanc›laflm›fl öznelerin zaruri olarak bir araya geldiklerinde onlara bu yabanc›l›klar›n› unutturan muhabbet medyas› sunmas› ba¤lam›nda da muhabbetin ve deneyimlerin paylafl›m›n› yok etti¤idir.
Williams’›n ayr›nt›yla üzerinde durdu¤u bir baflka televizyon biçimi de “Spor” ad› alt›nda inceleniyor. Günümüzde spor, bir sektördür, ekonomik bir faaliyettir; yani bir nevi ifltir. Art›k, fiziksel ve zihinsel
yetene¤in, tak›m oyunun uyumunun ve yapabileceklerinin, hofl müsabakalar›n sergilendi¤i/sunuldu¤u yaflam faaliyetleri de¤ildir. Spor müsabakalar›nda, birincil hedef kazanmakt›r; müsabakan›n o anki önemi—
kendi içinde önemi—yoktur. Bunu, modern olmayla ve burjuva ahlâk›n›n rekabete ve kazanmaya önem
vermesi ile aç›klayan Friedrich W. Nietzsche, Roma dönemi gladyatörlerinin yapt›¤› müsabakalarda önemli olan›n müsabakan›n kendisi oldu¤unu ve kaybetmenin asla olumsuzlanmad›¤›n› yine varoluflsal bir çizgide anlat›r. ‘Rekabet’in bir insan do¤as› olarak kabul edildi¤i liberal ideolojinin, spor müsabakalar› ile girgin durumda oldu¤unu söylememiz pekalâ mümkün görünüyor. Bugün bir maç ç›k›fl›nda kimse kaybedenden bahsetmez, yahut maç›n kendisine dair birfley söylemez; gündemde ‘baflar›,’ ‘zafer,’ ‘galibiyet’ vard›r
ve galipten/kazanandan konuflulur, kazanan konuflur. T›pk› ekonomik ç›kmazda ‘kaybeden’ yoksullar›n
söz konusu edilmemesi, tart›flmas›n›n dahi yap›lmamas› gibi; ve zenginlikten söz edilmesi ve zenginlerin
söz sahibi olmas› gibi. Bu ba¤lamda, rekabetin parodisi olan spor müsabakalar›, liberal ekonomi politi¤in
de bir parodisini sunar niteliktedir. Hayat bir müsabakad›r/rekabettir, iyi oynayan kazan›r. Kaybetmenin
vebali, kaybedenindir. Kaybetmek de vard›r, kazanmak da—bu bir do¤a halidir; rekabetin do¤al sonucu
budur ve haliyle meflrudur: “bu oyuna kat›ld›ysan sonucuna da katlanacaks›n.”
Belki, liberal ekonomik sistemin ve ideolojisinin kök sald›¤› günümüzde sermayenin alan› olan televizyonda spora bu kadar önem verilmesini bu flekilde yorumlayabiliriz. Zira, Williams’›n bize ayr›nt›s›yla vermeye çal›flt›¤› televizyon ak›fl› incelemesine binaen, bugün ana ak›m medya kanallar›n›n televizyon
ak›fl›n› incelesek, bütün ara ve ana ‘Haberler’in ard›ndan spor bölümünü bulmam›z, bunlar›n d›fl›nda da—
baz› kanallarda her gün, fakat hepsinde Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri—dört, befl farkl› spor program›
ile karfl›laflmam›z hayli olas›d›r. Bunlar aras›nda, özellikle dikkat çekmek istedi¤im ve asl›nda tart›flma/görüflme televizyon biçiminde de mevzu-u bahs edilmesi gereken programlar, futbol yorum programlar›d›r.
Benjamin, televizyonun devrimci olmasa da olumlu taraf›na de¤inirken, s›radan futbol izleyicilerinin, futbol maçlar› ve oyunu üzerine yapt›klar› yorumlarla elefltirel düflünce gelifltirdiklerinden bahsetmiflti. Bugün, böylesi naçizane bir olumlulu¤u bile atfedemeyece¤imizi düflünüyorum; çünkü art›k bu iflin ‘profesör’leri var. Futbol maç›n› izleyen s›radan izleyicinin, maç üzerine yorum gelifltirmesine vakit bile vermeden, hemen ‘maç›n ard›ndan’ programlar›nda, ‘futbol otoriteleri’ (bu nosyon alenen kullan›l›yor), ‘futbol
bilimi’nin duayenleri, ‘bilim adam›’ tad›nda ‘yorum adamlar›’ olaya dahil ediliyor. Toplumsal yaflam›n
masum bir parças› oldu¤u iddia edilen sporun, spor müsabakas› esnas›nda televizyon seyircilerini pasiflefltirdi¤ini söylemenin yan›nda, müsabaka sonras› yap›lacak tart›flmalar›n otoritelere b›rak›lmas›ndan dolay›
izleyicilerin bir kez daha pasiflefltirildi¤i söylenebilir. Buna ek olarak, spor müsabakalar› sonras› kurulan
tart›flma ortam›n›n sektörel bir ifllev görmesi, ancak televizyon medyas› arac›l›¤›yla mümkün olabilir görünüyor.
BOOK REVIEWS
Williams’›n son olarak ayr›nt›l› analiz etti¤i televizyon biçimi ‘Reklamlar’d›r—büyük ‘R’ ile sözü
edilen bir televizyon biçimi olarak ‘Reklamlar’d›r—ve asl›nda bu hususta söylenmifl/söylenecek çok fley
vard›r. Yine Williams’›n bize çeyrek yüzy›l önce önerdi¤i, televizyon yay›nc›l›¤›n›n ‘Reklamlar’la bölünen bir ak›fltan ziyade, içinde ‘Reklamlar’›n ayr›lmaz bir parçay› oluflturdu¤u ard›fl›k bir düzen olarak görmemizdir. Bugün bu önermeyi daha da derinlefltirip, özellikle özel televizyon yay›nc›l›¤›n›n temel motifinin reklam için medya olmak oldu¤unu söyleyebiliriz. Hatta, ana bölümler olarak görülen programlar›n,
aral›klar olarak görülen ‘Reklamlar’›n aralar›na serpifltirildi¤ini bile iddia edebiliriz. Zira, özel televizyon
kanallar›, hiçbir reklam yay›nlamad›klar› ve Reklamlar’dan gelir elde etmedikleri sürece, izleyicilerinin
s›rf izlemesinden herhangi bir kazanç elde etmeyecekleri aflikard›r.
Reklamlar, bütün televizyon biçimlerinde öyle veya böyle yedirilmifltir. Sponsorluklar ile, program
aralar›na sokulmalar› ile, hatta program içerisindeki temalarda, görsellerde ve kullan›lan malzemelerde
gösterilmesi ile reklam gerçe¤i kendini belli eder. Yukar›da ele ald›¤›m›z bütün biçimler, ‘Reklamlar’ ile
finanse edilir ve kâr getirir boyutundad›r. ‘Haberler’in aras›nda sokulan reklamlar, ‘haber’ niteli¤i tafl›mayan haberlerde konu edilen reklamlar, yahut ‘Haberler’in sunumundaki üslupla elde edilen reklamlar, bir
dizi kahraman›n›n yaflam pratikleri—kulland›¤› araba, yaflad›¤› flehir, giydi¤i elbise, takt›¤› saat—ile elde
edilen reklamlar, bir spor tak›m›n›n formas›n›n üzerinde ba¤›ran reklamlar, vb. Bunlar oldukça aflina oldu¤umuz türden nosyonlar. Kan›mca aleni ve sorunlu bir baflka taraf ise, ‘Reklamlar’›n reklam›n›n yap›lmas› meselesinde kendini gösteriyor. Haber sunucular›, tart›flma yöneticileri, program sahipleri aç›k aç›k
“flimdi de biraz para kazanal›m,” “Reklamlar bizim ekmek teknemiz,” fleklinde telkinlerle ‘Reklamlar’›n
reklam›n› yap›yorlar. Ortalama bir izleyicinin sa¤duyusuna (common sense) seslenen ve orada meflrulu¤unu arayan bu sesin ard›nda, öncelikle “flimdi sizi pazarl›yoruz” ve sonras›nda “herkes tüketicidir” yank›s›
vard›r. Kan›mca dert, bunun sa¤duyuda yer etmesidir. Antonio Gramsci’nin sa¤duyuya karfl› bir tür tav›r
almas›n›n ve tav›r almam›z gerekti¤ini söylemesinin ard›nda, sa¤duyunun, bu gibi, seslenilen kifliye/kitleye ait olmayan bir fikri bar›nd›rmas› vard›r. Zira, bu sesi duyan kifliden beklenen davran›fl, bir tür tüketimdir.
Fakat, reklamlarla yönetilen kültürün—özelde, tüketim kültürünün—oluflumunda, bu basit nedenselli¤in bir baflka boyutu daha vard›r: gösteri/temafla. ‘Reklamlar’da gerçekleflen olgu, özel olarak bir nesnenin, hizmetin yahut insan›n gösterilmesi, vitrine ç›kart›lmas›, bak›fla ve arzulara sunulmas›d›r. Gösterinin zemini olan ‘Reklamlar’ ve reklam yapman›n kendisi, bir sat›fl tekni¤i ve pazarlama stratejisi olmaktan ziyade, bir yaflam prati¤i ve ayn› zamanda toplumsal/kültürel bir form halini almaktad›r. Guy E. Debord’un bize hassasiyetle tan›tmaya çal›flt›¤› bu formun ‘Reklamlar’ ile do¤rudan veya dolayl› ba¤lant›s›,
bir göze, bir arzuya, bir al›c›ya sunulman›n/sunman›n ontolojik derinli¤indedir. ‘Reklamlar’dan ç›kan gösteri fikri—bir sahteli¤i ve ayn› zamanda bir önemsizli¤i de simgeleyen fikir—toplumsal mecrada insanlar›n kendilerini, karakterlerini, bedenlerini, kültürel/ekonomik/entellektüel sermayelerini, çevresini dahi bir
gösteriye, bir temaflaya konu etmelerine kadar varm›flt›r. Kan›mca, bunun en güzel örne¤i, facebook gibi
sitelerde insanlar›n kendilerini, hobilerini, becerilerini, her çeflit sermayelerini vitrine ç›karmalar›d›r. Bak›fla ve be¤eniye kendini sunmak, kendinin reklam›n› yapmak, kapitalist toplumsal formasyonun günümüz
dahilinde gözlemlenebilir edimlerdir. Yine bir rekabet, kaybetme/kazanma ikili¤i ile ilerleyen toplumsal
ak›fl›n reklam k›y›s›ndaki imas›, öznelerin buna tâbî olmad›¤›nda kaybedecekleri, kendilerini iyi pazarlay›p kendi reklam›n› iyi yapmad›klar›nda izlenmeyecekleridir. ‹zlenme, bak›fla tabi olma, seyredilme ve gözetlenme, bir ‘bak›lan özne’ olma arzusunu k›flk›rt›p özneleri gösteri yapmaya do¤ru teflhir etmektedir. Nitekim, Debord’un ‘gösteri’nin sahteli¤i ve içinin bofllu¤una dair izah›, bak›l›yor/seyrediliyor/gözetleniyor
olman›n bilinmesi ile bak›lan›n kendisi olamayaca¤› noktas›ndad›r.
Ulus Baker’in alet ile ayg›t aras›nda gördü¤ü ve bize tan›tt›¤› ince ayr›m, aletin sadece bir araç, ayg›t›n ise üreten bir fley olmas› noktas›ndad›r. Bu ba¤lamda, kamera veya video gibi televizyon da sadece
teknolojik bir alet de¤il, ayn› zamanda ‘toplumsal örgüleri’ ve çeflitli ‘kültürel formlar›’ üreten bir ayg›tt›r.
207
208
K‹TAP ELEfiT‹R‹LER‹
Williams’›n ele ald›¤› örnekler ›fl›¤›nda ve onlar üzerine spekülatif eklemeler yaparak savunmaya çal›flt›¤›m fley, televizyonun, toplumsall›k ba¤lam›nda ürettikleri ve dönüfltürerek yenilediklerinden kesitler sunmakt›. Bu çizgide söylenmesi gereken, bir ayg›t olarak televizyonun ve onun çeflitli biçimleri ile üretici niteli¤inin kültürel formlarda ve toplumsal›n her alan›nda analiz edilmesi, tav›r alma noktas›nda, televizyonun ekonomi politi¤inin çözümlenmesi kadar, elzem oldu¤udur.
ONUR KARA
Orta Do¤u Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

Benzer belgeler