Edebiyat ve İktidar - Ussuz Edebiyat, Düşün ve Sanat Seyri
Transkript
Edebiyat ve İktidar - Ussuz Edebiyat, Düşün ve Sanat Seyri
Sanatsal ve düşünsel yaratımların ayrıksı bir ortamı. USSUZ Ussuz Sözlük Ussuz Facebook Grubu Tersi ve Düzü Edebiyat ve İktidar Yazarlar: Aziz Kemâl Hızıroğlu, Erdoğan Kul, Esen Yalım Karaduman, Hande Kuşuluoğlu, Hasan Ağan, Hüsniye Sakar, İbrahim Azar, Janset Karavin, Metehan Karaduman, Mustafa Atiker, Nalân Karaduman, Ömer Ediz Yoraz, Özgür Temiz, S. İclal Tiryaki, Selami Karabulut , Şerif Yıldırım Tatay, Serkan Engin, Yılmaz Arslan, Zafer Yalçınpınar İletişim: [email protected] DAMPERLİ ÖDÜL FURYASI ve SAYGINLIK CUKKALAMAK, Zafer Yalçınpınar Bundan yedi-sekiz sene önce edebiyat ödülleri üzerine bir yazı yazmaya kalkışsam işim çok daha zor olurdu. Çünkü o zamanlar, bugünkü ödül dağıtım mekanizmaları üzerine biriken kızgınlığımı anlamsız kılabilecek bir içeriğe sahip en azından iki ya da üç “edebiyat ödülü” ve bu ödüllerin seçici kurullarında da yetkinliğine inandığım -en azından yetkinliğinden şüphelenmediğim- iki üç sıkı insan bulunmaktaydı. Ayrıca, bundan yedi-sekiz sene önce yazarlar ve şairler, ödül kazanmanın bir “müstahkem mevki” sağlayacağını düşünüp, bugünkü gibi ödüllerin peşinde koşmazlar, herhangi bir ödüle değer bulunduklarında da bugünkü gibi sağda solda (podyumlarda, etkinliklerde, özel yemeklerde ve her türlü mikrofon arkasında) kırıtmazlar, dirsek temas aralığında hizaya gelip sokaklarda halay çekmeye kalkışmazlardı. Çünkü “sanat alanında ödül kazanmak” denen şeyin sıradan (belki de erken ve gereksiz) bir “teyit” olduğuna inanırlardı: Yazarlar ya da şairler için gerçekten önemli olan şey “kariyerizm uğruna özgeçmiş doldurmak, donatmak, uydurmak” değil de “ufuk açacak kadar farklı ve sıkı bir yapıt” yaratmak, yaratabilmiş olmaktı. Bununla birlikte, ilginçtir ki edebiyat ortamında bulunan dergi editörleri ve yayınevi sahipleri de kimin hangi ödülü aldığına, kimin özgeçmişinin ne kadar dolgun/kalabalık olduğuna, “babalık, ağabeylik, evlatlık” gibi ailevi ilişki biçimlerine, kalem kavgası sicillerine falan fazlaca itibar etmezlerdi. (Çünkü o zamanki sıkı editörler, “dişçiden, imamdan, celepten, hafızdan ya da lehimci ustasından devşirme editörler”den sayıca daha fazlaydı ve daha etkindi.) Gerçek editörler, yazarların dirsek temas aralıklarını, unvanlarını ya da ait oldukları ilişki şebekelerini değil de yayımlayacakları yapıtın kuvvetini/etkisini ölçerlerdi; eserin kurgusal, imgesel, semantik, toplumsal, tarihsel, tipolojik, morfolojik ve hatta sezgisel öğelerini kendi iç dünyalarında hisseder, tartar ve yayımlayacakları eseri olabildiğince içselleştirirlerdi. Yani, özgeçmiş ya da statüko üzerinden çalışmazlar, biricik saygınlık unsurunu “özgeçmiş dolgunluğu” olarak görmezler, önlerine gelen eserleri ciddi ciddi okurlardı, değerlendirirlerdi. (“Okumak” eyleminin önemini ayrıca vurgulamak gerekir. Bugünkü edebiyat ödüllerinin çoğunda seçici kişiler, ödüle katılan yazarların eserlerini ya hiç okumamaktadır ya da örnekleme metoduyla -eserin başından, ortasından ve sonundan parçalar okuyarak- bir şeyler yapmaya, karar vermeye çalışmaktadırlar. Bu “okumamak” durumunun sebebi de ödülün verileceği kişinin çok önceden –statükocu unsurlarla- belirlenmiş olmasıdır. ) Kısacası, bundan yedi sekiz sene öncesinde edebiyat ödülleri, ne yazarların ve şairlerin haysiyetinde (özdeğerlendirme yokuşunda) ne de editörlerin gözünde çok önemli şeyler değildi. Çünkü saygınlık, “sıkı bir eser” yaratabilmek ya da okuyabilmekten geçerdi ve yazarın kendi iç dengesiyle, kendi eseriyle arasındaki özel bir yokuş ya da mesafeydi. Yani yazarlar, öncelikle “haysiyet”lerini düşünürler, bir “muhteris” gibi köşeyi dönmeye, köşebaşı tutmaya ya da saygınlık cukkalamaya çalışmazlardı. Bugün ülkemizde, 79 kadar –çoğu da şiir/şair odaklı, çoğu da çeşitli belediyeler ve kamu kuruluşları tarafından verilen- edebiyat ödülü bulunmaktadır. Peki ülkemizde, bu kadar çok ödülü kazanacak nitelikte yazar, şair, genç yazar, genç şair ve bu kadar ödülde seçicilik yapabilecek kadar nitelikli yazar, şair ve eleştirmen kalmış mıdır, var mıdır? Cevabınız “Kalmadı…Yok işte!” ise ülkemizdeki edebiyat ödüllerinin dağılımı veya dağıtımı için şu benzetmeyi rahatlıkla kullanabiliriz: “Damperli Ödül Furyası yoluyla Saygınlık Cukkalamak!” Eduardo Galeano’nun dediği gibi “Sizi alkışlayanlar, aslında sizi zararsız görenlerdir.” Bu sözü genç yazar, genç şair ve tüm edebiyat heveslileri aklının bir köşesine mıhlamalı… Galeano’nun ifade ettiği şey bugünkü durumu tamı tamına karşılamaktadır. Yaşarken para, saygınlık ve otorite gibi şeylerle değil de “sefalet, çeşitli sessizlik suikastları ve kötülük dayanışmaları”yla “ödüllendirilen” sıkı bir adamdan, Ece Ayhan Çağlar’dan bir alıntı yaparak işbu yazıyı sonlandırmak istiyorum: “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün, yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester taslağını sunmuşlardır. Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki, kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, ‘müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor’. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970) “ EDİTÖRCÜLÜK OYNAMAK, Zafer Yalçınpınar Edebiyatımızdaki tüm suçları araştırmak, çözmek sonra da belgelemek amacıyla yüzlerce “edebiyat polisi”ni ve “edebiyat noteri”ni tam zamanlı olarak eğitip tesis etsek bile, işbu meseleyi bütün hatlarıyla çözemeyeceğimiz, ortaya koyamayacağımız açıktır. Bu yazıda, doğal olarak, birkaç editöryal sakatlıktan ve artık neredeyse “sistematik hata” olarak görebileceğimiz birkaç temel sorundan bahsedeceğim. Edebiyat dergiciliğinin süreçlerinde ya da faaliyet adımlarında yaşanan binlerce sıkıntı vardır ve bunları kabul etmek gerekir: Dağıtım, okur ilişkileri, bilgilendirme, düzeltme, yazı toplama, yazı değerlendirme, dosya konusu belirleme, dosya konusuna ilişkin çağrılar oluşturma, görsellik, ödüllendirme, duyurular, eserlerin niteliği, niceliği, yazarların ve okurların kaprisleri vs. Fakat tüm bunlardan önce, “kök neden” olarak yönetsel bir “karakter aşınması”nı özellikle vurgulamalıyız: Günümüz editöryal yaklaşımı, içerik ya da yetkinlik odaklı olmak yerine “ilişki/şebeke yönetimi”ne ve “retorik arsızlığı”na yönelmiştir. Bugünkü “dirsek temasları”, edebiyat dergiciliğinde birincil “denge” ya da “tutarlılık” unsuru olmuştur ve geleceği belirlemektedir, yani belirleyicidir. Kim, kime, nerede, ne şekilde, ne dedi, ne yazdı, neyi sundu, neyi yerdi veya neyi övdü, hangi isimler hangi isimleri destekledi ya da köstekledi, kim kimin himayesindedir, kim nerede ne kadar sattı? Bu çeşit ilkel ilişkileri takip etmek, tanışıklıklardan yararlanarak “yapay bir tutarlılık” oluşturmaya çalışmak edebiyat dergiciliğinde ve yayın kurullarının sohbetvari toplantılarında bir “editöryal el yordamı” olarak kendini göstermektedir. Ne yazık ki birçok yazarın ve şairin söz konusu ettiğimiz bu el yordamını, bu ilkelliği “verili, sabit bir değer” olarak kabul ettiği –buna gerdan kırdığı ya da boyun eğdiği- de açıktır. Düzenek bu kadar basit ve vahimken, editörlerin editörlükten çıkıp “ağalık” mizacına bürünmesinin önünde belirgin bir sistematik engel de yoktur. (Nasıl olsa bizim insanlarımız “ağalık” düzeneklerine alışıktır.) Zamanla, yayın kurulu üyeleri de “karakter aşınması”na uğrayarak- editörü (ağayı) destekleyen birer “edebiyat kâhyası” ya da “edebiyat kabzımalı” olup çıkmışlardır artık… Peki işbu düzeneğe kim karşı koyacaktır, koymaktadır; Kahramanlar! (Eminim ki sizi güldürdüm, bu söylediğime güldünüz değil mi?) Aslında “kahraman” diye nitelediğim kişilerin birer üstün/süper kimlik olmadığını, sadece, “bir halay takımının ayak dansları”nın ya da “ilişki biçimleri”nin içinde olmak istemeyen ve efeler gibi tek başına yazmayı yeğleyen “bireyler” olduğunu açıklamama gerek var mı? Kısacası tarih, işbu ağalık düzenekleri karşısında değişik yöntemlerle, araçlarla dura(bile)n birkaç yalınayak, cefakâr -fakat bir yandan da sıkı- “birey”ler yaratmıştır. Bu siviller (başıbozuklar) ne pahasına olursa olsun “karakter aşınması”na ya da politika(çokyüzlülük) salınımlarına itibar etmemişlerdir. Bu başıbozuk adamlar sıkı bir şeyler “yazmak/söylemek/yapmak” için destur, icazet ya da temrin de beklemezler; böylesine apansız, bağımsız özgür çıkışlar edebiyat ağalarının ve kâhyalarının canını sonsuz sıkmaktadır. Haysiyetini düşünen ve birey olabilmiş insanın kullanacağı en etkin şey, ahbap çavuşluk ilişkilerini, çelişkilerini, çıkar hesaplarını göstermek ve uygulanan “editöryal el yordamı”nı ifşa etmektir. Günümüzdeki “dosya konularını, jüri tayinlerini, köşk sofralarını” filan biraz kazır biraz kurcalarsanız, görünenin ardından hangi editörlerin hangi uyduruk bağlamları (ve hangi uyduruk kavramları) “şebekelerinin canlılığı” adına araç olarak kullandığını ortaya çıkarabilirsiniz… Hatta aynı ağa-editörlerin, bahsettiğimiz “dirsek teması şebekesini” şiir yıllıkları, antolojiler veya etkinlik organizasyonları gibi statü araçlarında da kullandığını görürsünüz. Bugün, kalburüstü ya da saygın geçinen editörlerin yazdıklarına, yaptıklarına ve “ilişki şebekeleri”ndeki konumlarına baktığımızda ne yazık ki feodal düzenden çok farklı bir görüntüyle, dağılımla karşılaşmayız. Geçmişle bugünün arasındaki tek fark “iktidarın merkezileşme olmadan yoğunlaşması”dır. Sonuçta, demem o ki, bugünün edebiyat dünyasında olup bitenler “bir halay takımının editörcülük oynaması”ndan başka bir şey değildir. İşte bu oyun -bu haysiyetsizlik gösterisi, yapay saygınlık- edebiyatımızda, çeşitli çevreler tarafından eşanlı olarak icra edilen en büyük suçtur. Büyük suçun türevleri ya da kısmi sonuçları ise “editörlerin kendisine gelen yazıları okumaması ya da okuyacak kişileri tesis etmemesi”, “zaman ve süreç yönetimine itibar etmemek”, “nedensellik ilkelerini umursamamak”, “nezaketsizlik”, “sığlık”, “sessizlik suikastı” ya da “adam harcama alışkanlığı” gibi şeylerdir. Bunlara karşın/rağmen kendi ikliminin, kurgusunun veya poetikasının peşinde olan, kendi yolunu alıp götürmeye çalışan sıkı yazar ve şairin, çeşitli halay takımlarının hizasına gelmeyeceği, tersine, onlardan uzaklaşarak kendini gerçekleştirebileceği açıktır. (Tarihe bakarsanız anlarsınız.) Şimdi, bu yazıyı ufak bir söylenceyle bitirmek istiyorum. Günümüzdeki dirsek temaslarının veya topyekûn uygulanan sessizlik suikastlarının özünü hatırlamak istediğinizde aşağıdaki şu ufak hikâyeyi aklınıza getirin; “Eskiden, restaurantlarda birlikte yiyip içen muharrirler, yemeğin bitişinin ardından masadan hep beraber kalkarlarmış… Fakat bunun nedeni birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş olmaları değilmiş; birbirlerinin ardından, arkasından konuşmasınlar diye böyle yaparlarmış.” ŞAİRCİLİK YAZARCILIK OYNAYANLAR İLE OYNAMAYANLAR, Zafer Yalçınpınar Burada yayımlanan yazılarımda “edebiyat kâhyaları”nın manipülasyon amacıyla kullandığı ödül mekanizmaları, içsiz dosya konuları, sessizlik/susku suikastları ve editöryal dirsek temasları gibi birçok enstrümandan (çalgıdan) bahsetmiştim… Şimdi ise edebiyat alanındaki en işlevsel “yapay saygınlık” unsurlarından biri olan “edebiyat etkinlikleri” konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Şüphesiz, bu konuda söyleyeceklerim ülkedeki bütün edebiyat etkinlikleri için değil de “çoğu” için geçerlidir: Bugün, çeşitli yörelerde gerçekleştirilen edebiyat etkinliklerine konuk ya da konuşmacı olarak katılan isimleri takip eder ve bir yerlere not alırsanız, belirli dönemlerde ikişerli, üçerli bileşkeler (kombinasyonlar) şeklinde çeşitlenen en fazla 15-20 kişilik bir “mükerrer isimler listesi”ne ulaştığınızı fark edersiniz. Gerçekten de mikrofon arkasında olmayı seven ve ancak bu tip bir konumla (sahnede) yazarlığını ya da şairliğini kayıt (teyit) ettirmeyi düşünen o “yazar/şair havuzu” 15-20 kişiden fazla değildir. Geçenlerde, Samsun’daki bir etkinliğin konuklarını eleştiren Samsun’lu bir yerel gazete muhabiri, söz konusu “yazar/şair havuzu”nu fark etmiş ve bir “Gezici Edebiyat Kumpanyası”na benzetmişti. Peki bu “edebiyat kumpanyası” nasıl çalışıyor? Çeşitli yörelerde, çeşitli kültür-sanat etkinlikleri gerçekleştirmeyi ve “program boşluğu”nu doldurmayı düşünen bir tüzel kişi (Belediye, Başkan, Müdür vb.) üst başlığını fazlaca önemsemeden, rastlantısal olarak “herhangi bir edebiyat etkinliği” düzenlenmesi yönünde bir talepte bulunuyor. Bu talep, edebiyat konusunda derinlemesine bilgi ve fikir sahibi olmayan, yaratıcılık vasıflarını kaybetmiş ve “aidat toplamak”tan başka bir şey yapmayan bir başka “tüzel kişi”ye (Dernek, Vakıf, Sendika vb.) ulaşıyor. Hepimiz biliyoruz ki talep alan bu tüzel kişilikler aslında birkaç “kadavra örgüt”ten veya “saygınlık cukkalamanın kilometre taşı”ndan başka bir şey değildir… Kısacası, bu aşamada -birden bire- derneğin ya da sendikanın (referans noktasının) yönetiminde olan kişiler konuyu bir “tüzel kişilik” olarak ele almayı bırakıp, dirsek temas aralığına getirmektedirler. (Bkz: “Editörcülük Oynamak”, S Gazetesi, Sayı:111) Böylece “yönetici”nin kendi yakınında veya kendine yakın bulunan (önceden tanımlı) ilişki ağından üç-dört kişilik, yazarcılık, şaircilik oynamaya hazır ufak bir ekip seçiliyor. Sonra da “Ver elini Türkiye’nin her yeri! Tabii ya, vur patlasın, çal oynasın, aman, sabahlar olmasın!” Dikkat ederseniz, bu yöntemle (dirsek temasıyla) organize edilen etkinliklerin konu başlıklarından veya içeriğinden hiç bahsetmedim. Çünkü bu tip etkinlikler için atışın serbest olduğu bazı dipsiz, bulanık ve mükerrer konular (veya korolar) her zaman hazırdır: Taşra ve Edebiyat, Taşra ve Şiir, Günümüz Edebiyat Dergiciliği, Günümüz Türk Şiiri vs… Örneğin, “merkezin taşrası”ndan gelen bir “gezici edebiyat kumpanyası”nın “Taşra ve Günümüz” üzerine ahkâm kesmesi, “taşranın merkezi”nde bulunanlara büyük bir lütuf olarak görülmektedir! İfadelerimin karşıtlığından ve komikliğinden de tahmin edeceğiniz gibi söz konusu lütuf, büyük bir tipolojik yanılgıdır. Çünkü artık, günümüz iktidarının karakteri “merkezileşme olmadan yoğunlaşmak” gibi bütünsel bir taktikle yapılanmıştır. Taşra ya da merkez, iktidarın yoğunlaşması açısından farksızdır. Bütün bu anlattıklarıma karşın yazarcılık, şaircilik oynamayanların ve bir edebiyat etkinliğine gezinti amacıyla değil de “yaşamın vicdanı ve atardamarı” olarak katılan sanatçıların varlığı da söz konusudur. Aslında, gerçek lütuf bu insanlardır. Yazarcılık veya şaircilik oynamayan gerçek bir sanatçı –mikrofonun önünde ya da arkasında- iktidar bataklıklarının her türlüsüne doğrudan karşıdır. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler, orada Latife Tekin üzerinde denenen “mikrofon kapatma ve boyun kırma girişimleri” bahsettiğim “iktidara karşı duruş”un bir sonucudur. Latife Tekin, haklılığın inadını yüklenmiştir. Sonuç olarak, yazının başında tanımladığım edebiyat kumpanyalarının ve mikrofon ardındaki fıkraların, içsiz, mükerrer söylemlerin “program” doldurmaktan, gezintiye çıkmaktan ve yapay saygınlık cukkalamaktan başka bir “iş”e yaramadığı açıktır. Gerçekten “etkin/etken” olan bir “etkinlik” görmek isteyenler, Allen Ginsberg’in (6:45 taifesi tarafından filmleştirilen) “Uluma” adlı şiirini ve proje kapsamında Şenol Erdoğan tarafından bu şiirin icra edilmesini bir yerlerden bulsunlar ve izlesinler… ———————————————– 28 Kasım 2008 tarihindeki bir söyleşiden… (…) Senem Korkmaz : TYS meselesine gelelim. Senin TYS’den ihrâç edilme sürecin, Salih Bolat meselesiyle başladı. Puşt Ahali’de epeyce yazılıp çizildi bu konu hakkında. Bu meseleden bağımsız olarak, genel anlamda şu noktayı anlaşılır kılalım; karşı çıktığın şey “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül alması mı, “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül vermesi mi, yoksa “liyâkat sahibi” sıfatını hak edebilecek bazı kişilerin dahi mevcut “edebiyat kabzımallığı” ortamına “statü” ve “saygınlık cukkalamak” adına boyun eğmesi mi? Zafer Yalçınpınar :Bir kere, henüz TYS’den ihrâç edilmedim, ama üyeliğim önümüzdeki genel kurulda karara bağlanmak üzere askıya alındı. Ve aslında TYS meselesinde Salih Bolat bir piyondur; onun gerçek bir hususiyeti ya da şahsiyeti yoktur. Hikâyenin aslı şu; Kadıköy’de, Ali Enver Ercan’ın kendi dandik gerçeğini onun kendisine hatırlatmamdan, “Eksik Yaşam” adlı ilk şiir kitabını Enver Ercan’ın kendi eline tutuşturmamdan bir hafta sonra, bana TYS’den cezalar, uyarılar ve çeşitli kâğıtlar gelmeye başladı. Fakat gelen kâğıtlarda Salih Bolat’a karşı takındığım tavır gerekçe olarak gösteriliyordu. Ayrıca, TYS tarafından hakkımda verilen “askılama” kararı, savunmam alınmadan, sorgusuz, sualsiz ve faşizan bir şekilde uygulandı. Bakın, bugün TYS, Enver Ercan ve avanesinin çiftliği ya da kuytusu haline gelmiştir. Tıpkı Varlık Dergisi’ne olduğu gibi… Bugün TYS, Enver Ercan’ın çeşitli kişisel çıkar ilişkilerini ve çıkar haritalarını yönettiği, düzenlediği sıradan bir statüko enstrümanından başka bir şey değildir. Bunu Frankfurt Turizm Fuarı’nda olup bitenlerde de bir kez daha gördük. Ödül meselesi ise basit… Günümüzde “ödül” denen şey, “müesses ölüm”ün toplu fotoğraf çektirmek istemesidir. Eskiden, yani bundan 7-8 sene önce bütünüyle böyle değildi. Şimdi, gelinen seviyede, bütünüyle böyledir. Ödül işine karışan herkes, neresinden bakarsanız bakın, ölü toprağından yapılmış bir çamura burnuna kadar bulaşmıştır. Bu çamurdan kurtulmalarının imkânı da yok artık. (…) KIRKPINAR YAĞLI GÜREŞLERİ, Özgür Temiz edebiyat ve sanat seyri adını taşıyan bu mekanda güreşin ne işi var diye soranlar vardır; ben garipsedim doğrusu, bu toplumda bütün hamasi vurgularla birlikte yapılan anılı güreşlerin finalini izlemek gibi bir gaflette bulundum bulunmasına, ıkına sıkıla sonunu da bekledim; gelgelelim ne kimsenin sırtı yere geldi ne kimse kimsenin sırtını yere getirdi, güreşin de böylesi; oyunun kuralları gereği başpehlivan olan kişiyi kutlarım, nasıl bir sevinç; ancak otantik efsane geliyor ve birbirinin sırtını yere getirmeyi şart koşuyor ya ben ona deliriyorum; bu yıl yapılan törenler, ben böyle diyeceğim sporcular müstesna: geleneksel sözünün hakkını vermeyen kurallarla yapılmıştır, bu hafta sonu törenlerin bitme zorunluluğuyla eşzamanlı başlamıştır da denebilir, puanla başpehlivan olunur, güya tamamlanmış olur geleneksel yedi yüzüncü yaşına elli kala yapılan güreşler o zaman sormak lazım, geleneksellik nerede; benim aklıma gelen; ritüeller tamam, yer tamam geri kalanda bir geleneksellik görene aşkolsun; sadece boşuna geçirilmiş bir günün düşündürdükleri bunlar; insanın insan bedeniyle yenişmesi üzerine olan sporlardan hazzetmem, öylesine takıldım şimdilik; ama geleneksellik iddiası karşısında yaşananlara ve duyulan heyecana tüm hamasetiyle birlikte toplumsal şizofreni dememek için vicdanıma söz geçiremedim; edebiyat dünyasında da aynı toplumsal şizofreni hakim, kimsenin kimseyle derdi yokmuş gibi duran bir alanda yaşama savaşı, o çim sahaya çıkma savaşı çok belirleyici, birilerinin de eteğinde puanlarıyla orayı işgal etmiş olduğunu görmek şaşırtmıyor kimseyi; puanı satış rakamlarından ibaret yazarların nasıl da peşindeyiz, nasıl da bir anda baş yazar olurlar da Türkçe’yi konuşmaktan aciz, yazmaktan izinli olurlar; Janset Karavin’in Galat-ı Aşk kitabını arayıp bulana aşk olsun; dili düşünceyle karılmış ve esnetilmiş bu kitaptan sıradan okurun haberi bile yok; ancak şişirme hikayelerinden dünyanın en büyük romanını yazanlar marketlerde gözümüze sokulurken kim edebiyatın geleneksel damarının yeni yüzlerini, ya da modern olarak adlandırılabilen özgün yazıları nerede görsün; hafta sonu yapılmak zorunda olan alışverişlerde gözüme sokulan kitapların yazarları imzalı da gönderseniz adresinize taahhütlü iadeyi borç biliyorum; yine olsa yine yaparım; puan hakemi sizi elbet galip çıkaracak ve piyasanın kurallarına göre zaten o puanı da hakettiniz; ama yine de Janset kazandı, kazansın diye; kazandığı için bu yılın geleneksel edebiyat yağlı güreşlerini, klasmanınızı takmadı, çünkü o hala sanatçı hala edib-e; kanımca bir gün klasmanınıza girse bile, bunu derin bir nihilizmle yapacaktır; edebiyat aleminin kurallarını ve sınır taşlarını değiştirerek; yıllarca dergicilikle kıyın kıyın uğraşan, amatörlükten zevk alan insanlar artık sizin piyasanızdan yıldılar, sayın güreş ağaları; onlar çalıştıkça siz puan kazandınız; ama yine de değişilmez bir kampüste çimen ve şarap kokusunu almış fanzinler sizin altın kemerli dergilerinize; sanat biraz kendini var eder, barsaklarındaki gazı entelektüel sancı sanan yazarlarınızla, düşmemiş ve çıkmamış yazgılı tombul çocuklarınızla, göğe urun vurduğunuzda bir yankınız yok, eylüllerden beri aynı öykü, aynı roman, aynı şiir ve beş para etmez ruhunuzla kıyaslandığında, çünkü ruhunuz beş paralık; ve dilinizdeki delikleri moda diye; elbette kazanacaksınız bu beş paralık oyunu, başpehlivansınız edebiyatta ama diliniz Türkçe’ye bile dönmez, dil sokaklarda gezer, bulvarda gezer, ama gezmediği bir yeri bırakmaz geriye; tutkal sürülmüş dilinizle yine kazanacaksınız bu oyunu; çünkü sizi okutacak türk dili ve edebiyatı, Türkçe’ye düşman; ben sizin derdinizi anladım; sadece Türkçe ile ilişki kurduğum bu toplumsal yapı, her şeyimizi daracık bir etekte don izi gibi bırakıveriyor; o zaman görmezden gelemez kimse; kimse görmüyormuş gibi de davranmasın, eninde sonunda sanat kazanır, ama para değil; parapuan hiç değil. Dergilerdeki Mülkiyetçiliğe Rest Çekmek, Serkan Engin ( Burjuva Etiğinin Dergilerdeki Gölgesinin Yırtılması) Ne Tanrı benim üstümde ne ben O’nun altındayım. Dostoyevski Ön not: Bu yazı belki bir şairin dergiler üzerinden intiharıdır. Ve/ama şiir coğrafyasında hacim sahibi olmak adına, dayatılmış yoz değerler(!) ile uzlaşmaktansa, gerçekten insani olanı savunmak adına çürümüşlüğe rest çekmektir… “Etik!(Ahlak)” diye haykırırlar size.” Bir şiir(yazı) tek bir dergide yayımlanır!”…Peki hangi etik?!. Elbette ki derginin, gönderilen şiirleri kendi mülkü kılmaya çalıştığı burjuva etiği… Şair neden şiir yayımlatır?..Her şairin farkında olduğu ya da olmadığı gerekçeleri vardır. Hiç şüphesiz, hepsinin ortak paydası, kabaca ‘kendi güzelliğini teşhir etmek ve övgü almak’ ekseninde tanımlanabilecek ego tatminidir. Ama bencileyin sosyalist bir şair için bundan çok daha öte amaçları da içinde barındırır şiir yayımlatmak. Nesnel gerçekliğin öznel açıdan estetik düzlemde dönüştürülmesiyle, nesnel gerçekliğe artı değer olarak eklemlenen şiir, bu bağlamda şairin kendisini ve okuru insani olan dizgeye doğru evrilten devrimci bir müdahaledir. Nesnel gerçekliğe artı değer olarak eklemlenen şiir, tamamlandığı andan itibaren sadece şairinin bile değildir. Artık o, şairi de dahil olmak üzere tüm toplumundur. Bu yüzden, gerçek sahiplerinin tümüne ulaştırılması için çaba göstermek, toplumun bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırarak, toplumu dönüştürmek amacında olan sosyalist şairin görevidir. Bir ideolojiyi kuramsal olarak bilmek ve kabul etmek yetmez. Eğer onu içselleştirmediyseniz pratiğe dökemezseniz. Bu bağlamda, sol tandanslı dergiler de, diğerleri gibi, gerici etik(!) değerlerin izlerinden sıyrılamamışlardır…Nedir bu gerici etik(!) değerler?.. Örneğin, dergilerde hala feodal etik(!) değerlerin uzantıları vardır. Kan bağı ekseninde kendi klanından olanı kollar gibi; “hemşehrim, köylüm” kayırmacılığı gibi, eş-dost yarenliği yapılıp ahbap çavuş ilişkisi sürdürülmektedir. Sosyalist dergilerde bile, sınıfsal dayanışma ekseninde ve/ama şairin imzasına ve yaşına bakılmaksızın nitelikli ürünlerin öncelenmesinden çok, bu eş-dost dayanışması başattır. Kan davası da feodalitenin etik(!) değerlerindendir.Eş-dost kayırmacılığını savunmak ile kan davasını savunmak aynı gericiliğin ürünüdür. Dergilerdeki bir diğer gerici etik(!) anlayış ise, Marksizmin yıkmaya çalıştığı burjuva etik(!) anlayışlarından bir olan, çekirdek ailedeki baba otoritesinin şiir coğrafyasındaki yansıması, yaş hiyerarşisidir. Pek çok dergici ve şiir yıllığı hazırlayıcısı, pervasızca, şiir seçimlerinde imzayı öncelediklerini, usta sayılan bir şair ne kadar kötü bir ürün vermiş olursa olsun, daha önceki ürünlerinin yüzü suyu hürmetine, yaşlarından dolayı geçen yıllar içinde şiire emek vermelerinin hatrına, bu ürünleri(!) yayımladıklarını itiraf etmektedirler. Melih Cevdet Anday, her ne kadar “Şairlerin yaşı olmaz” dese de; her ne kadar şiir tarihinde, on altı yaşında deha düzeyinde şiirler yazmış Arthur Rimbaud gibi bir örnek olsa da, dergiciler, burjuva etiği(!)nin yaş hiyerarşisi dayatmasından kurtulamamışlardır. Oysa ki, kötü bir şiirin (hatta düpedüz manzumenin), şairinin imzasından dolayı yayımlanması, bunu okuyan , yeni yeni şiir okuru olmaya başlamış bir genç için kötü örnek oluşturması nedeniyle topluma ihanettir. Oysa ki, nitelikli bir şiirin,şairinin imzasının henüz yeterince hacim sahibi olmamasından dolayı yayımlanmaması Şiir’e hakarettir… Yaş hiyerarşisini toplumsal hayat içinde savunmak ne kadar gerici bir tutum ise, dergilerde imzayı önceleyip “şiirden kesilmiş şairler”in kötü ürünlerini yayımlamak da bir o kadar gerici bir tavırdır. Kokuşmuş burjuva etiği(!) batağına saplanıp kalmaktır. Ve gene, ne yazık ki, sosyalizmi bu bağlamda içselleştirmemiş dergilerde de, bu burjuva etiği(!) uzantısı var olmaktadır… Yukarıda kısaca değindiğim, dergilerdeki gerici etik(!) anlayışlar, ayrı bir yazı konusu.Bu yazıda asıl açımlamak istediğim, dergilerdeki mülkiyetçilik!..Burjuva etiğinin(!) en temel yapı taşı…İnsanın insanı sömürdüğü dizge kapitalizmin olmazsa olmazı…Oysa ki “ Adalet mülkün temeli” değildir; mülk adaletin katilidir. Etobur hayvanlar nasıl kendi av alanlarını belirler ve rakiplerini buralara sokmak istemezler ise; nasıl bir köylü, komşusu çitini bir metre kendi bahçesinin içine kaydırdı diye, çiftelisini komşusuna doğrultursa; dergiler de mikro iktidarları sarsılmasın diye mülkleri saydıkları, kendilerine yayımlanmaları için gönderilmiş ürünleri, başka dergilerle paylaşmak istemezler.(Ne acıdır ki, bir de, her dergi, kendini edebiyatın merkezi,Kabe’si,Güneş’i olarak görür. Herkes ve her şey etraflarında döner ve dönmelidir zannederler). ”Etik!” derler. Ne zaman ,hangi şartlarda ortaya çıktığını kendilerinin bile bilmedikleri; ne gibi bir işlevi olduğunu sorgulamadıkları, “Teamül işte” diyerek, mikro iktidarlarını sabitleştirmek için sığındıkları tek açıklamaları budur:”Etik!”…”Bir şiir(yazı) tek dergide yayımlanır!”…Peki bu hangi etik?Kimin etiği?…Elbette ki burjuva etiği…Şiiri , gönderildiği derginin mülkü sayan burjuva etiği… Bu “teamülü” hiç sorgulamadan, neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde toplumsal işlevini(ya da işlevsizliğini) irdelemeden, mikro iktidarlarını perçinlemek için “tek şiir tek dergide” kokuşmuşluğunu savunurlar (ne yazık ki sol tandanslı dergiler bile). Bir şiirin(yazının), sadece tek bir dergide yayımlanmasının, toplumsal açıdan ne gibi bir yararı vardır, o derginin mikro iktidarını perçinlemekten başka?!.Aynı şiirin, çok sayıda dergide yayımlanmasının ne gibi bir zararı vardır, o şiiri alımlayabilecek tüm bireylere ulaşabilmek ve onların dönüşümüne katkıda bulunmaktan başka?!.Hele ki şiirin bu kadar az okunduğu bir ortamda…Hele ki editörlerin komşu dergileri, dergi yayın kurulundakilerin kendi dergilerini bile okumadığı bir zeminde. Şiir yıllığı hazırlayıcılarının bile- her nasılsa- dergilerdeki şiirleri doğru dürüst takip etmediği bir ortamda…( Bu bağlamda, kişisel deneyimlerimden yola çıkarak,isim ,zaman ve dergi adı belirterek, somut örnekler üzerinden savımı kanıtlayabilirim. Ve/ama derdim, sorunu kişiselliğe indirgemek değil, dizgeyi sarsmak olduğundan, bu somut örnekleri vermiyorum). Yüz elli küsür edebiyat dergisi dolaşımdadır. Editörler bile komşu dergiyi okumazken; dergi yayın kurulundakiler bile kendi dergilerini okumazken; şiir yıllığı hazırlayıcıları bile yeterince dergileri takip etmezken, sıradan bir şiir okurunun bu denli çok sayıdaki dergiyi takip etmesi nasıl beklenebilir?Bırakın tüm dergileri,kendi poetik ve ideolojik anlayışı doğrultusundaki onlarca dergiyi, gerek ekonomik gerek zamansal açıdan izlemesi hangi şiir okurundan beklenebilir. Her derginin(istisnalar hariç) ortalama birkaç yüz okuru olduğu bir ortamda (ki bu okurların çoğu da ne yazık ki sadece şairler ve şair olma heveslileridir), toplumsal dönüşüme, şiirleri ile katkı yaparak, toplumu oluşturan bireylerin bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırmayı görev sayan, bencileyin sosyalist bir şair için, şiirlerinin ancak dar bir çerçevede kısılı kalmasına seyirci olmak trajik bir durumdur. Daha da ötesi, dergilerde yer bulmak adına, dergilerin mikro iktidarlarını perçinleyen, bu burjuva mülkiyetçiliğini sineye çekmek, devrimci ETİĞE, sosyalist AHLAKA aykırıdır. Son not : Bu yazıyı “okuyanlar okumayanlara anlatsın”…İmzamın hükmü –henüz- yeterli gelmeyeceği için bu yazının yankı bulacağını sanmıyorum. Ve/ama bundan sonra, dergi editörleri bu bağlamda, ya bana sızlanmasınlar, ya da hiçbir ürünümü yayımlamasınlar! REEST! ŞİİRİN KONSOMATRİSLERİ, Serkan Engin (Şair Oligarşisinin Yerel İzdüşümü) Şiir ile şair arasındaki ilişki, pek çok boyutuyla irdelenebilir: Özne-nesne ilişkisi, mülkiyet ilişkisi, ontolojik bağlam ilişkisi…Biz, bu yazıda, şairin yaşam pratiği ile şiirin ilişkisi bağlamında, şiir üzerinden erk elde etmek için çırpınan şair oligarşisini çözümlemeye çalışacağız. Şair, şiir yazarak kendini gerçekleştirir; ontolojik bir anlam kazanarak kendini sürekli yeniden üretir.Küçük burjuva şairlerini ve gerici şairleri bir kenara koyarsak, toplumcu (sosyalist) şairin şiir yazmasında bundan öte amaçlar olmalıdır. Nesnel gerçekliğin, şairin imgeleminde dönüştürülerek öznel olarak dışsallaştırılması olan şiir, toplumcu şairin kendisiyle beraber toplumu dönüştürmek için bir araçtır. Toplumcu şair, toplumun bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırmak ve sınıf bilincini yaymak durumundadır. Bunu yaparken, didaktizmin tuzaklarına karşı uyanık olmalı ve şiirin politik bir araç olduğu kadar estetik bir amaç olduğu gerçeğini ıskalamamalıdır. Toplumcu şair, devletin sönümlendiği komünist dünyayı hedefler ve bu yolda çabalar. Devlet denilen aygıt, egemen sınıfın emekçi sınıf üzerinde erk elde etmek için kullandığı bir baskı aracı olduğuna göre, devletin sönümlendiği, bireyler arasında hiyerarşik bir yapının olmadığı sınıfsız dünyayı hedefleyen toplumcu şairin, şiir üzerinden bireysel erk elde etmek gibi bir derdi olamaz,olmamalıdır.Çünkü erk elde etmek, ötekini ast durumuna getirmek demektir. Toplumcu şairin şiir üzerinden bireysel erk elde etmeyi amaçlaması, her şeyden önce ideolojik yapısıyla çelişmesi demektir. Toplumcu şairin erk bağlamındaki talebi, kendi sınıfı proletaryanın burjuvaziye egemenliği ve sonrasında sınıfsız topluma geçmek amacı doğrultusunda, toplumcu şiirin (günümüzde toplumcu şiirin evrildiği imgeci toplumcu şiirin), küçük burjuva şiiri ve gerici şiir karşısında baskın olup okur potansiyelini arttırmak yönünde olabilir,olmalıdır. Ve/ama toplumcu şairin şiir üzerinden bireysel erk elde etmek amacında olması, Marksizmi içselleştirip yaşam pratiğine dökememiş, solculuğu da şairliği de bir etiket olarak gören sığ(ır) şahısların işidir… Bu açımlamadan sonra gelelim şiirin konsomatrislerine…Aslında şiirin taşrası yoktur. Her ne kadar kültürel etkinliklerin niceliksel yoğunluğu, belirli büyük kentlerde toplanmış olsa da, pekala küçük bir kentimizden, şiirimizin gündemini belirleyen dergiler çıkabildiği gibi çok nitelikli şairler de çıkabilir, çıkmaktadır. Ve/ama küçük kentlerde, şairlerin niceliksel yapısı gereği, yani ulusal çapta tanınan ve şiirimizde kendine yer edinmiş şairlerin sayıca azlığı nedeniyle, kentin en tanınmış şairi etrafında, sarmal bir yapı içeren bir erk mücadelesi vardır. Bu sarmal yapının merkezindeki ulusal çapta tanınan şair, yerel gündemde çeşitli ünvanlarla bol bol pohpohlanır. Ne de olsa koyunun olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi’dir… Bir de bu şairin yardakçıları vardır. Yani bu şaire yakın durarak kendilerini önemli saymaya çalışan şair müsveddeleri. Bunlar, ulusal çapta tanınan şaire yağ çekerek onunla birlikte oligarşik bir yapı oluştururlar. O şaire yaltaklanarak, onun nüfuzu üzerinden çeşitli yayınevlerinden uyduruk kitaplarını yayımlatırlar. Yerel gazetelerde şair kimliği ile berbat köşe yazıları yazıp dandik sanat sayfaları düzenlerler. Daha da ötesi, bu oligarşik yapıdakiler, iki kadeh teklif eden heryere gidip uyduruk şiir dinletileri verirler.Bunlar rakının yanına iyi meze olurlar. Şiir üzerine iki tümce edebilecek kadar kuramsal birikimleri olmadığı, manzumeyle şiirin farkını dahi bilmeyip ucuz manzumelerini şiir diye yayımlatma gafletinde bulundukları halde, şiirin rantını tepe tepe yerler. Çünkü onlar için şiir, konformist beklentilerinin aracıdır. Boyaları dökülen şair maskelerinin ardında, mikro iktidar elde ederek yerel yapının maddi ve manevi kaynaklarını sömürmektir asıl amaçları. İki kadeh beleş rakı içmek ve kof ünvanların arkasına sığınıp yerel gazetelerde masa kapmaktır dertleri. Sonra bir de hiç utanmadan “toplumcu şairim” demezler mi… Şiir üzerinden elde ettikleri erkin sembolü, yakalarındaki şair rozetidir. Her ne kadar alınlarında “eşek” yazsa da, bu rozetle kendilerini toplumun üzerinde görürler. Ne de olsa rozetleri onlara düşledikleri pek çok küçük kapıyı açmaktadır. Bunlar, kentte şiir adına nitelikli bir çıkış görünce hemen tedirginliğe kapılırlar. Oligarşik yapıları, yok sayma taktiği ile savunmaya geçer. Çünkü zavallı var oluşları, bu uyduruk erk üzerindendir ve maskeleri düşünce ortaya kocaman bir hiç çıkacağını çok iyi bilirler. Onlar, şiirin konsomatrisleridir. İki kadeh rakı ve ayaklarına kadar gidip onları alacak araba vaat ederseniz oturma odanızda size de şiir dinletisi verirler.