sayi 3 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 3 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Sayı : 3 / Mart 2012
14 MART
TIP BAYRAMI’NDA
Tıp Dünyamızın Duayenlerinden
Prof. Dr. Şinasi ÖZSOYLU:
Doktorun Hekim
Olması İçin Hikmet
Sahibi Olması Lazım!
> 18
DOKTOR
Yeryüzü Doktorlarının Hikayesi
Hekim Gözüyle
Yeryüzünden Notlar
> 38
ve...
E
İ
T
A
MP
Hekimlik ve Empati
> 16
Yaşamın Kıyısında
> 44
Bir Doktor…
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Yıl: 1 Sayı: 3 • MART 2012
Doktor, Tabip, HEKİM ve EMPATİ…
İLTEK - İletişim Teknolojileri A.Ş. adına
14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla Mart sayımızın kapak dosyasını
HEKİM ve EMPATİ olarak belirledik.
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Muhammet ÖZDEMİR
Yayın Danışma Kurulu (Alfabetik)
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL, Prof. Dr. Elif DAĞLI,
Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN, Prof. Dr.
Hakan ŞATIROĞLU, Prof. Dr. Hasan Fevzi
BATIREL, Prof. Dr. Metin DOĞAN, Prof. Dr.
Murat TUNCER, Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR,
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ, Osman GÜZELGÖZ,
Öznur ÇALIK, Prof. Dr. Sabahattin AYDIN,
Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ, Prof. Dr. Tevfik
ÖZLÜ, Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yayın Editörü
Hande AYDEMİR
İletişim Direktörü
İ. Mediha İMAMOĞLU
Grafik Tasarım
Mustafa HALICI (İLTEK)
Yayın İdare Merkezi
İstanbul Caddesi
Devrez Sokak No: 1/7
İskitler-Altındağ/ANKARA
Tel: 0.312.286 50 50
[email protected]
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Yayın Türü
Yaygın Süreli
Basım Yeri
Kalkan Matbaacılık San ve Tic. Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cd. Alibey İşhanı, 99/32
İskitler-Altındağ/ANKARA
Tel: 0.312.342 16 46
Basım Tarihi
Mart 2012, ANKARA
Sağlık ve İnsan Dergisi, basın meslek
ilkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz
bütün sağlık çalışanlarına ve sağlıkla
ilgilenen muhataplarına İltek A.Ş.’nin
hediyesidir. Kaynak gösterilmeden yazılar
iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar
yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına
iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir.
ÜCRETSİZDİR.
© İLTEK A.Ş. - 2012
ISSN: 2146-829X
Kavramsal olarak önümüze doktor, tabip ve hekim olarak çıkan
olguyu bu sayımızda çok farklı yönleri ile ele aldık. Bunu yaparken
bir yandan sağlık ve insan çerçevesinin dışına çıkmamaya, diğer
yandan da farklı ve ilgi çekici bir dosya sunmaya gayret ettik.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tıp Eğitimi ve Hekimlik çalışması
bu konudaki özgün araştırmalardan derlenerek hazırlandı. Konu
hakkındaki bilgileri derli toplu ve kalıcı olarak bir kere daha
gündeminize taşıyoruz. Hemen arkasından, aynı zamanda dergimizin
Yayın Danışma Kurulu Üyesi olan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Dekanı Prof. Dr. Hasan F. Batırel Hocamızın tıp eğitimi ve hekimlikle
ilgili güzel makalesini bulacaksınız. Yine bu sayıdan itibaren Yayın
Danışma Kurulumuza katılan Değerli Hocamız Prof. Dr. Tevfik Özlü
hekimliği empati kavramının süzgecinden geçirerek ele aldı sizler
için.
Tıp eğitimi, asistanlık, doktorluk, tabiplik, hekimlik gibi kavramlar
üzerinden, tıp dünyamızın duayen hocalarından Prof. Dr. Şinasi
Özsoylu ile yaptığımız çok ilginç bir röportaj sunuyoruz, yine kapak
dosyamızla ilgili olarak... Osman Güzelgöz ve Hande Aydemir’in
yaptığı söyleşide Şinasi Hoca, doktor veya tabiplerin ancak hikmet
sahibi olduklarında hekim olabileceklerine işaret ediyor.
Manisa Kırkağaç’tan Dr. Abdullah Kâhya aile hekiminin insanımız
için nasıl YAKIN DOKTOR olabildiğini yaşadıklarından yola çıkarak
kaleme aldı.
Hekimliğin aynı zamanda diğerkamlık olduğunu ispatlayan ve bu ulvi
mesleğin insaniliğini yeryüzü ile tanıştıran bir gönüllüler ordusu var:
YERYÜZÜ DOKTORLARI. Grubun Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı
Prof. Dr. İhsan Karaman Hocamız ve grubun gönüllülerinden Uzm.
Dr. İlker İnanç Balkan’ın yazılarını da ilgi ile okuyacaksınız.
Kendisi bir diyaliz hastası olan Dr. Dr. Ali İhsan Avan kardeşimizin
yaşadıkları ve yazdıkları ise gerçekten çok etkileyici.
Gazeteci-Yazar dostumuz Osman Güzelgöz dergimize önemli katkılar
sunmaya devam ediyor. Şinasi Özsoylu Hocamızla Yayın Editörümüz
Hande Aydemir’in gerçekleştirdiği özel röportaja eşlik eden Osman
Güzelgöz ayrıca gönül dünyasının zenginliklerini yansıtan çok özel
duygularını nefis bir yazı ile bizlerle paylaştı.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü ve yine 8 Mart Dünya Böbrek Günü’nü
unutmadık. Kadınlarımız için en hassas oldukları cilt bakımı
konusunda güzel bir araştırma yazısı yer alıyor bu sayımızda. Türk
Nefroloji Derneği’nin çalışmalarının aktarıldığı yazı da ilgi çekici
detaylar içeriyor.
>>
Atriyal Fibrilasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Erdem DİKER bizi kalbimizin
ritimleriyle önemli bir konunun farkında olmaya çağırıyor.
Mart sayımızın PORTRESİ Prof. Dr. İhsan Doğramacı oldu. Hekimlik ve Empati
kapak dosyamızı HOCABEY’in yaşamından kesitlerin yer aldığı güzel bir çalışma
ile taçlandırdığımızı düşünüyoruz.
Bu sayımızın haber, kültür-sanat ve sinema sayfalarını da beğeneceğinizi ümit
ediyoruz.
…
Trabzon’dan Prof. Dr. Tevfik Özlü ve İzmir’den Prof. Dr. Sait Eğrilmez Hocalarımız
Yayın Danışma Kurulumuza katıldılar.
Dergimiz giderek yaygınlaşıyor ve ilgili her kesim tarafından kabul görüyor. Bize
ulaşan tebrik, teşekkür, öneri ve desteklerden, gönderilen ileti ve yazılardan
bunu görüyor, anlıyor ve hissediyoruz. Emeği geçen herkese, ilgi ve desteğini
esirgemeyen sağlığın insanlarına şükranlarımızı sunuyoruz.
Dergimize saglikveinsandergisi.com web adresimizden ulaşabilir, her sayımızı
pdf formatında indirebilir, inceleyebilirsiniz.
Hekimlerimizin ve sağlık çalışanlarımızın 14 Mart Tıp Bayramını kutluyoruz.
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
: TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı
Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Elif DAĞLI
: Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK) Başkanı
Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN
: Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı
Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU
: Şatıroğlu Sürekli Eğitim Sağlık ve
Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı
Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL
: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Metin DOĞAN
: Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
: Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
: TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi / Adana Milletvekili
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ
: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Osman GÜZELGÖZ
: Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
: TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı / Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
: Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ
: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları ABD Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ : Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi,
KTÜ Hasta Hakları Uygulama ve Araştırma Merkezi (HAHUM)
Müdürü, KTÜ Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı
Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı,
Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI
: Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Uluslararası Sağlık Federasyonu (USAF) Genel Başkanı
İÇİNDEKİLER
> sayfa 12
sayfa 4
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tıp Eğitimi ve Hekimlik
sayfa 16
Hekimlik ve Empati
sayfa 18
Prof. Dr. Şinasi ÖZSOYLU:
Doktorun Hekim Olması İçin Hikmet Sahibi Olması Lazım!
sayfa 38
Hekim Gözüyle Yeryüzünden Notlar
sayfa 44
Yaşamın Kıyısında Bir Doktor…
sayfa 48
Dayanılması En Kolay Acı, Başkalarının Çektiği Acı Mıdır?
sayfa 52
Yaşlanma Karşıtı Önlemler
sayfa 56
Kronik Böbrek Hastalığı
sayfa 60
Atriyal Fibrilasyon
sayfa 72
SAĞLIK&iNSAN Haberleri
sayfa 78
SAĞLIK&iNSAN / Kültür-Sanat
sayfa 80
SAĞLIK&iNSAN / Sinema
Tıp Eğitimi ve Hekimlik
> sayfa 32
Yakın Doktor!
> sayfa 64
14 Mart Tıp Bayramı
Dolayısıyla Hekim ve
Hocaların Hocası Olarak Bir
Kere Daha
Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI
3
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Tıp Eğitimi ve Hekimlik*
14 Mart 1827’de faaliyete geçen Tıbhane-i Âmire, ülkemizde modern anlamda açılan ilk tıp okuludur.
Bu nedenle 14 Mart 1827 tarihi, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı kabul edilmekte ve
Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır.
Cumhuriyet dönemindeki
tıp eğitiminin üniversite
düzeyindeki ilk kurumu olan
İstanbul Tıp Fakültesi, 1933
yılında kurulmuş olmasına
rağmen, mazisi 500 yıl
öncesine, Fatih Sultan Mehmet
döneminde 1470 yılında
kurulan Fatih Darüşşifası’na
dayanmaktadır. 1970 yılında
fakülte, dönemin Profesörler
Kurulu’nca alınan karar gereği,
500. yılını kutlamıştır.
Tıp eğitiminin Osmanlı’daki
tarihsel serüveni içinde, ihtisas
medreselerinin 19. yüzyıla
kadar süren etkinliği söz
konusudur.
İhtisas Medreseleri Anadolu
Selçukluları ve beylikler
döneminde kurulmuş,
Osmanlılarda da klasik
medreselerin yanında ihtisas
medreseleri anlayışı sürmüştür.
4
Fatih Sultan Mehmed,
bugünkü Fatih Camii’nin iki
tarafına birer dershaneli dördü
kuzey, diğer dördü güney
tarafında 8 medreseden ibaret
Sekizli Medreseler (Sahn-ı
Semân) adı verilen devrin en
büyük medreselerini yaptırdı
(1463-1470).
Güneydeki dört medresenin
yanına, bütün hastalıkların
tedavisi ve ilaçlarının
verilmesinin emredildiği bir
darüşşifa (hastane) yapılmıştı.
Fatih Darüşşifası’nda 19.
yüzyıla kadar yaklaşık 350 yıl
tıp eğitimi ve hasta bakımı
sürmüştür.
Burada yapılan tıp eğitimi,
İstanbul Tıp Fakültesi’nin
ilk nüvesi olarak kabul
edilmektedir.
SAĞLIK&İNSAN
Osmanlılarda her caminin
yanına medrese yapılması
geleneği 16. yüzyılda
da sürdürülmüş, Kanuni
döneminde (1520-1566),
ordunun tabip, cerrah
ihtiyacını karşılamak için
cami yanında 1555 yılında
kurulan tıp medresesi ve
darüşşifada tıp eğitimi verilmiş,
sağlık hizmetleri ırk, dil, din,
cinsiyet farkı gözetilmeden
sürdürülmüştür.
dayanarak kesinleştirilememiş
olsa da, diğer medreselerde
olduğu gibi burada da kitapla
ders geçme esas olduğundan,
talebeye verilen kitapları
bitirmeye bağlı olduğu
düşünülmektedir.
Öğrenciler sabahtan öğleye
kadar medreselerde iç
hazineden verilen kitapları
hocalarının plan ve
programları doğrultusunda
okur, öğleden sonra
uygulama için darüşşifaya
geçerlerdi. Süleymaniye
Tıp Medresesi’nde eğitim
süresinin ne kadar olduğu,
eldeki kaynak ve belgelere
III. Selim (1789-1807),
donanmanın hekim ve hasta
bakım ihtiyacını karşılamak
üzere 18 Şubat 1805’te
Kasımpaşa’da Tersâne Tıp
Mektebi’ni kurdurmuştur. Alet
ve kitaplarının Avrupa’dan
getirtilmesine, Avrupa’da tıp
öğrenimi görmüş hocaların
görevlendirilmesine gayret
edilen bu okul, Kabakçı
17 ve 18. yüzyıllarda batının
ilim sahasındaki gelişmelere
uygun yapılanma ihtiyacı
çerçevesinde, medreselerdeki
tıp eğitiminin yerini yeni eğitim
kurumları almaya başlamıştır.
İsyanı (1807) ve Alemdar
Vak’ası (1808) gibi karışıklıklar
sonrasında faaliyetini
durdurmuş, 1822 Kasımpaşa
Yangını ile binası da ortadan
kalkmıştır. Kısa bir süre yaşamış
olan bu kurumun, Türk tıbbının
batılılaşma sürecinin dönüm
noktasını oluşturduğuna dair
kabuller mevcuttur.
Batılılaşma çabalarını sürdüren
Sultan II. Mahmud da, Yeniçeri
Ocağı’nın kapatılmasının
ardından modern bir orduya
sahip olma hedefinin
bir parçası olarak yeni
orduya (Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediye) nitelikli hekim
ve cerrah yetiştirilmesi için
Vezneciler’deki Tulumbacılar
Konağı’nda bir askeri okul
niteliğindeki Tıbhâne-i Âmire’yi
kurdurmuştur.
5
SAĞLIK&İNSAN
14 Mart 1827’de faaliyete
geçen okul, ülkemizde
modern anlamda açılan ilk tıp
okuludur.
Bu kurum, daha sonra farklı
adlar alsa da eğitime aralıksız
ve kendisini geliştirerek devam
etmiştir.
Bu nedenle 14 Mart 1827
tarihi, ülkemizde modern tıp
eğitiminin başlangıcı kabul
edilmekte ve Tıp Bayramı
olarak kutlanmaktadır. Bu
okulda üst katta Tıphane, altta
ise Cerrahhane öğrencileri ayrı
ayrı okurlardı.
Tıphane’nin ilk Nazırı (Müdürü)
hekimbaşı Mustafa Behçet
Efendi’dir.
Hekimbaşısı sıfatıyla Sultan
II. Mahmud’a bir rapor sunan
Mustafa Behçet Efendi, bu
raporda okulun asıl amacını
şöyle özetlemiştir:
Askeri sınıfın hasta ve
yaralılarına, savaş ve barış
dönemlerinde bakılması,
tedavi ve pansumanlarının
yeni tıp kurallarına uygun
bir şekilde yapılması
gerekmektedir.
6
Hâlbuki İstanbul’da bulunan
Müslüman hekimlerin pek
çoğu eski tıp ile meşgul
olmakta ve yeni tıbba dair
bilgileri bulunmamaktadır.
Gerçek anlamda bir hekimin,
hem eski ve hem de yeni
tıbba vakıf olması lazımdır.
Dolayısıyla hekim, bu iki tıbbın
bilgilerinden istifade ile tedavi
usulleri geliştirerek hastalarına
bakmalıdır.
Yeni tıbbın öğrenilmesi,
bu alanda maharet sahibi
olunması ise, ne suretle olursa
olsun, yabancı dil bilmeye
bağlıdır.
Bu şartlar göz önünde tutularak
İstanbul’da müstakil bir “Dârü’tTıbb-ı Âmire”, imparatorluk
tıp okulu kurulduğu takdirde,
eski ve yeni tıp ilimlerinin
öğretilmesi ile birkaç sene
zarfında, Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediye’de gayrimüslim
doktorların istihdamı sona
erecek; bilgili ve beceri sahibi
Müslüman doktorlar bunların
yerini alacaktır.
Tıp okulunun gerekliliği bu
şekilde vurgulandıktan sonra
Mustafa Behçet Efendi, okulun
öğretim kadrosu ve ders
programı hakkında da bizi
bilgilendirmektedir:
Öğretim kadrosu bir hoca
ve iki muallim/öğretmenden
meydana gelecek, bunların
yeteri kadar yardımcıları
olacaktır. Hocanın mutlaka
Müslümanlardan olması
gerekir.
Muallimler ise mümkün
olduğu takdirde Müslüman,
bu mümkün değilse
gayrimüslimlerden de olabilir.
Hoca, öğrencilere gramer,
yazım kuralları ve yazı; ecza
ve bitkiler ile hastalıkların
mümkün mertebe Türkçe ve
Arapça isimlerini öğretecektir.
Ayrıca boş vakitlerde hoca,
öğrencilerin dini bilgilerini
geliştirip pekiştirmeleri için
ilmihal ve Birgivi Risalesi
okutacaktır.
Muallimler ise, biri Fransızca ile
beraber cerrahlık öğretecek,
ameliyatların nasıl yapıldığını
gösterecektir.
SAĞLIK&İNSAN
Diğer öğretmen, lisan bilen
kabiliyetli öğrencilere anatomi
ve tıbbi temel bilgileri yabancı
dilden öğretecektir.
Bu öğrencilerden müsait
olanlar ameliyatı öğrenmek
üzere seçilerek hastaneye
gönderilecek, kabiliyeti olanlar
cerrah, bunların dışındakiler
tabip olarak yetiştirilecektir.
Rapor, Tıphane ile
Cerrahhane’nin beraber
açıldığını ve ayrıca buralarda
sadece Müslüman gençlerin
bu sahada yetiştirileceğini de
göstermektedir.
Okul dört sınıftan oluşup,
kolaylık ve teşvik olsun diye
giriş sınavı yoktur. İsteyenler
okul kâtibine adını yazdırarak
öğrenci olabilmektedir.
Okul yatılı değildir; öğrencilere
öğle yemeği ile beraber, her
birine aylık yirmi kuruş harçlık
verilmektedir. Dersler hasır
üstüne diz çökülerek yapılır ve
süresi iki saattir.
Teşrih kadavra üzerinde değil,
modeller üzerinde gösterilir.
Sınıf geçme usulü yoktur.
Ders esnasında yapılan
müzakerelerde öğrencinin
başarısı hocalar tarafından
ölçülür; konuyu iyece kavradığı
ve öğrendiği anlaşılan
öğrenciler, hocaları tarafından
bir üst sınıfa çıkarılır, boşalan
yerlere sırada bekleyenler
alınırdı.
Böylece dört sınıfın derslerini
tamamlayanlar “tabib muavini/
doktor yardımcısı” unvanıyla
mezun edilerek ihtiyaç duyulan
yerlere gönderilirlerdi.
Okul, 11 Mart 1839’da
Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i
Şâhâne adıyla yeniden açılmış
ve 290 öğrencisiyle eğitime
başlamıştır.
Okul 4 yıllık idadi denilen
hazırlık bölümü ile dört
yıllık esas tıp eğitiminin
yapıldığı yüksek bölümden
oluşmaktadır.
Fransız İhtilali’nden sonra
Avrupa’da geçerli dil olan
Fransızca öğretim dili olarak
belirlenmiştir. Okulda 1839
yılında bir de eczacı sınıfı
açılmıştır.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhane,
1843 yılında ilk mezunlarını
vermiştir. 1848 yılında
okulda, ayda bir kez ve taş
basması usulü ile bilimsel
bir mecmuanın yayınına
başlanmıştır.
Bu mecmuada Türkiye’deki
önemli tıp olaylarından
bahsedilmiş ve Avrupa’da
yayınlanan tıp dergilerinden
yapılmış çevirilere yer
verilmiştir.
1848 yılında okuldan mezun
olan öğrencilerin artık Avrupa
okullarında sınav verecek
kadar iyi yetiştiklerine kanaat
getirilince Türk, Ermeni, Rum
ve Katolik olmak üzere 4
mezun Viyana’ya gönderilerek
orada sınav vermişler ve
yeterlilikleri belgelenmiştir.
Bunun üzerine Avrupa
Fakültelerine eşit kabul edilen
İstanbul’daki tıp okuluna
“Fakülte” unvanı verilmiştir.
İstanbul Tıp Fakültesi,
kendisini Avrupa fakültelerine
eşit kabul edince, yabancı
memleketlerde tıp eğitimi
almış olarak Türkiye’ye gelen
ve Türkiye’de hekimlik yapmak
7
SAĞLIK&İNSAN
İstanbul hastanelerinde bir ameliyat
isteyenleri imtihan etmek üzere
1849’da “Kolokyum” imtihanı
yapmayı kararlaştırmıştır.
1848 yılında çıkan yangında
binaları yok olan okul, 1909’da
Haydarpaşa’da yapılacak yeni
binasına geçinceye kadar
birkaç defa yer değiştirmek
zorunda kalmıştır.
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i
Şâhâne’de eğitimin
Fransızca oluşu nedeniyle
Hoca ve öğrencilerin çoğu
gayrimüslimlerdendir.
Gayrimüslim gençlerin gerek
din, gerekse muhit itibariyle
Fransızca öğrenmeleri daha
kolay olduğu için, özellikle
eğitim ilerledikçe Türk
öğrenciler dersleri izlemekte
güçlük çekiyor, eğitimin bir
8
ölçüde daha hafif olduğu
cerrah ve eczacı sınıflarına
ayrılmak zorunda kalıyorlardı.
1857’de, eğitimin Türkçe
yapılması için öğrenciler
tarafından bazı hocaların da
destek olduğu bir mücadele
başlatılmıştır.
Bu mücadele sonucunda 1867
yılında Askeri Tıbbiye’nin bir
odasında Türkçe tıp eğitimi
veren Mekteb-i Tıbbiye-i
Mülkiye (Sivil Tıp Okulu)
açılmıştır. Bunu yine o sene
açılan Sivil Eczacılık Sınıfı takip
etmiştir.
Eğitim dilinin Türkçeleşmesi
ülkenin sağlık alanı ile ilgili
önemli bir karardır. Çünkü
1827 yılından, derslerin Türkçe
olarak verilmeye başlandığı
tarihe kadar, gayrimüslimlerin
de okula kabul edilmelerine
rağmen, yetişen hekim sayısı
300’ü ancak aşmıştır.
Yani mezun sayısı değil
memleketin, ordunun bile
ihtiyacını karşılamaktan uzaktır.
1870 yılında Askeri Tıp Okulu
da eğitim dilini Türkçe olarak
kabul etmiş, eğitim dilinin
Türkçe olmasıyla birlikte
okuldan mezun olan hekim
sayısı hızla artmaya başlamıştır.
İlerleyen yıllarda, Tıbbiye,
bünyesinde yeni ve önemli
birimler oluşturmaya
devam etmiştir. 1887’de
Dâülkelp Tedavihanesi
(Kuduz Müessesesi), 1892’de
Telkihhane (Çiçek Aşısı
Enstitüsü) kurulur.
SAĞLIK&İNSAN
1893’te görülen kolera salgını
üzerine, ders programına
bakteriyoloji dersi eklenir ve
Tıbbiye bünyesinde kurulan
Bakteriyolojihane’nin başına
bizzat Louis Pasteur’ün
tavsiyesi ile talebelerinden Dr.
Maurice Nicole getirilir.
Bilindiği üzere II. Abdülhamid,
Tıbbiye-i Şâhane dahiliye
muallimi Zoeros Paşa
başkanlığında bir heyet
görevlendirerek, kuduz
aşısının keşfi ardından
kurulacak Pasteur Enstitüsü’ne
bağışladığı 1.000 altını ve
Mecidi Nişanı’nı Pasteur’e
göndermiştir.
Bu heyet kuduz aşısı
hazırlanmasını ve
uygulanmasını öğrenerek,
döndüklerinde Dâülkelp
Tedavihanesi’ni kurmuşlardır.
1898’de Sarayburnu Gülhane
Rüştiyesi’ne ait binada Türk
Tıbbının gelişmesine büyük
katkı sağlayacak olan Gülhane
Askeri Tatbikat Mektebi
kurulmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanı ile
1908 yılında istibdat idaresi
sonlandığında, önce Maarif
Vekilliği’ne bağlanan
Mülki Tıbbiye, daha sonra
Darülfünun’a bağlanarak
“Fakülte” adını almış ve
böyle anılmaya başlanmıştır.
1908 yılında Meşrutiyet’in
ilanından sonra sivil ve askeri
tıp okulları Haydarpaşa’daki
yeni binada birleşince “Tıp
Fakültesi” adı, artık her ikisini
kapsıyordu. 1909-1910
ders yılı başlangıcında yeni
Tıp Fakültesi “Darülfünun-u
Osmanî” şubelerinden biri
olarak eğitime başlamıştır.
Tıp Fakültesi, İstanbul
Darülfünunu’nun bir şubesi
olunca, artık eski askeri tıp
okulunda olduğu gibi tabip
olan bir nazır ya da sivil tıp
okulunda olduğu gibi hekim
olan bir müdür tarafından
idare edilme sistemini aşmış
oldu. Avrupa tıp fakültelerinde
olduğu gibi, İstanbul Tıp
Fakültesi de kendi kendisini
yönetme yetkisi kazandı.
Derslere ve idareye hakim
olmak üzere bir Muallimler
Meclisi oluşturuldu. Yeni
Fakülte’nin ilk reisi Seririyat-ı
Hariciye Muallimi Op. Dr.
Cemil Paşa (Topuzlu) oldu.
Fakülte oluşturulurken
“Muallim” ünvanı taşıyan
hocalar, “Müderris” ünvanı
aldılar. Çünkü muallimlik
ünvanı Alman yüksek öğrenim
kurumlarında Extra-Ordinarius
veya Fransa’da ProfesseurAdjoint ünvanı ile eşdeğer
olup, ikinci derecede kalmıştı.
Yeni Fakülte’nin
oluşturulmasında AngloSakson usulü denilen tıp
eğitimi tarzı yeğlenmişti.
Bu sistemde öğrenci beş yıl
teorik, uygulamalı ve klinik
eğitimden sonra, altıncı yılda
yalnızca klinikte uygulama
dersleri görürlerdi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk Doktorları
1922 yılı, Tıp Fakültesi
tarihinde hanımların ilk kez
eğitime katılma hakkını
kazandığı yıl olduğundan ayrı
bir öneme sahiptir. Bu yıl on
kız öğrenci Tıp Fakültesi’ne
kabul edilmişlerdir. Bunlardan
altı tanesi 1927 yılında mezun
olmuş, 1928 yılında stajlarını
tamamlayarak hekimlik
yapmaya başlamışlardır.
9
SAĞLIK&İNSAN
yerine İstanbul Üniversitesi
kurulmuştur.
İlk Rektör, Tıp Fakültesi iç
hastalıkları ordinaryüslerinden
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp’tir
(1881-1948), ancak bu görevi
sadece 1.8.1933-16.7.1934
tarihleri arasında yürütmüştür.
Bu isimlerden Fatma Müfide
Kâzım Hanım (Prof. Dr. Müfide
Küley), 1929-1933 yılları
arasında İstanbul Üniversitesi
Tıp Fakültesi II. Dâhiliye
Kliniği’nde ihtisas yapmış,
1942 ile emekli olduğu 1973
yılları arasında iç hastalıkları
anabilim dalında öğretim üyesi
olarak hizmet vermiştir.
31 Mayıs 1933’te çıkarılan
2252 sayılı İstanbul
Darülfünunu’nun İlgasına ve
Maarif Vekâletince Yeni Bir
Üniversitenin Kurulmasına Dair
Kanun ile Üniversite Reformu
sürecine girilmiş, aynı yılın
31 Temmuzunda İstanbul
Darülfünunu lağvedilip
10
İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nden sonra
Cumhuriyet döneminde
ikinci tıp fakültesi olarak 1945
yılında çıkarılan 4761 sayılı
kanunla Ankara Tıp Fakültesi
kurulmuştur.
Hacettepe Tıp Fakültesi’nin
başlangıcı sayılan Çocuk
Sağlığı Kürsüsü 2 Şubat 1954
tarihinde Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi’ne bağlı olarak
kurulmuştur.
Hacettepe Üniversitesi,
Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve
Hastanesi olarak 1957 yılında
Hacettepe’de çalışmaya
başlamış ve 1958 yılında da
eğitim, öğretim, araştırma
çalışmalarına ve kamu
hizmetine geçmiştir.
* Bu yazı İstanbul Tıp Fakültesi
Deontoloji ve Tıp Tarihi
Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Fatma Arın
NAMAL’ın “İSTANBUL
TIP FAKÜLTESİ KISA
TARİHÇESİ” isimli
makalesinden istifade edilerek
hazırlanmıştır. Ayrıca Feyzullah
Akben’in editörlüğünde Ajans
FA tarafından Sağlık Bakanlığı
için hazırlanan “SAĞLIK
ORDUSU” eserinden ve bu
eserdeki arşiv fotoğraflarından
yararlanılmıştır. Kendilerine
teşekkür ederiz.
SAĞLIK&İNSAN
Eğitim sistemlerine baktığımızda ülkemiz tıp fakültelerinde üç farklı sistem uygulanmakta.
İlki derslerin kendi içlerinde ayrı ayrı verildiği disipline dayalı klasik eğitim sistemi.
Diğer ikisi ise disiplinler arası entegre sistem.
TIP EĞİTİMİ VE HEKİMLİK
Prof. Dr. Hasan F. BATIREL
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Toplum içerisinde eskiden beri
üç önemli zümre vardır; ilmiye
sınıfı, yani bilim adamları,
askeriye ve adalet mensupları.
Bu zümrelere mensup insanlar
yaptıkları işin doğası sonucu
ayrıcalıklı görülmüşlerdir.
Bununla beraber her mesleğin
sıradanlaşmaya başladığı
yeni düzende, tıp mesleğinin
itibarı da düşüyor. Bu sadece
Türkiye’de değil, tüm dünyada,
hatta Amerika’da bile geçerli.
Göğüs Kalp Damar cerrahisinin
öncülerinden John Benfield,
“Ah o eski zamanlar” başlığıyla
yazdığı makalesinde çok güzel
ifade etmiş:
“Tıp mesleğini ve göğüs kalp
damar cerrahisini karamsarlık
kaplamakta. İhtisasa başlayan
yeni asistanların eskiler kadar
iş ahlakına sahip olmadıkları
ifade ediliyor. Göğüs Kalp
Damar cerrahisine en zeki ve
en parlak tıp öğrencilerini artık
çekemiyoruz. 1996 yılında
açılan kadrolara 200 başvuru
12
varken, 2007’de başvuru
sayısı 96’ya indi. Kadroların
% 30’u boş. Doktorların daha
az paraya daha çok çalıştıkları
inkâr edilemez. Hâlbuki genç
avukatlar, ekonomi ve yüksek
teknoloji uzmanları çok
daha iyi kazanıyorlar. Bu da
zeki gençlerin tıp ve göğüs
kalp damar cerrahisinden
uzaklaşmalarına neden oluyor.”
Ülkemizde tıp mesleği hâlâ
en parlak öğrencileri çekiyor.
Bunu büyük oranda hekimlik
mesleğinin nispeten devam
eden saygınlığına ve gelirinin
ülke standartlarının üzerinde
olmasına bağlayabiliriz.
Clement Hiebert, 1988’de,
Boston’da New England
Cerrahi Derneği Başkanı
olarak yaptığı konuşmasında,
hekimlik ve cerrahlığın
yüceliğini aşağıdaki veciz
ifadelerle anlatır:
“Cerrahide en iyi saklanmış
gizem kendini tamamlamaktır,
kendini cerrahi sahanın
getirdiğinden daha büyük bir
şeyin ve getirdiği nimetlerin
içerisinde kaybetmelisin. Bir
cerrahın hayatının keyfi, iyi bir
şeyler yapmaktır, en iyi iş hâlâ
orada. Hastalık, acı ve ızdırap
düşmanlarımız; el, kafa ve
kalbimizle savaşıyoruz.”
Peki bizler ülkemizin en iyi
öğrencilerine yeterli derecede
üstün bir eğitim ve meslek
imkanı sunabiliyor muyuz?
Cevabı maalesef hayır…
Bunun arkasında birçok neden
bulunmakta. Öncelikle kurum
özellikleriyle başlayalım.
İyi bir tıp eğitimi hem verilen
sağlık hizmetinin yeterliliği,
hem de eğitim tecrübesi
açısından en az 20-30 yıllık
bir kurumu ve değişime açık
bir dinamizmi gerektirir. Oysa
ülkemizdeki tıp fakültelerinin
büyük bir çoğunluğu son 20
yılda açılmıştır ve öğretim
üyesi kadroları nicelik ve nitelik
açısından yetersizdir.
SAĞLIK&İNSAN
Bunun sonucu olarak eğitimin
niteliği düşmekte ve sonunda
insan hayatını teslim alacak
doktorları yetiştiren kurumların
eğitimlerinin standardizasyon
gereğini ortaya çıkarmaktadır.
Ülkemizde bu konuda yapılan
akreditasyon çalışmaları ümit
vericidir, fakat daha işin çok
başındayız.
Tıp fakültelerini
değerlendirirken bazı unsurları
göz önüne almak gerekir:
1. Dönemin ihtiyaçlarına göre
yenilenen bir eğitim sistemi
ve entegrasyonu sağlanmış
bir program,
2. Yeterli öğretim üyesi
kadrosu, tıp eğitimi ve
hastane alt yapısı,
3. Yüksek nitelikli öğrenci ve
öğretim üyesi başına düşen
öğrenci sayısının uluslar
arası standartta olması,
4. İnsanın kendini
geliştirmesini sağlayan
genel ortamın bulunması.
Ülkemizde tıp fakültelerinin
ancak %10’u bu kriterlerin
tamamını karşılayabilmektedir.
Eğitim sistemlerine
baktığımızda ülkemiz tıp
fakültelerinde üç farklı sistem
uygulanmakta. İlki derslerin
kendi içlerinde ayrı ayrı
verildiği disipline dayalı klasik
eğitim sistemi. Diğer ikisi ise
disiplinler arası entegre sistem.
Ülkemizde ‘entegre sistem’
olarak adlandırılan ilk sistemde
program ağırlıklı olarak
(yaklaşık yüzde 50-60) eğitici
sunumları (öğretim üyelerinin
verdiği dersler) ile yapılır.
“Probleme dayalı eğitim”
veya “aktif eğitim” olarak
adlandırılan ikinci sistemde
ise ağırlık, 8-12 kişilik küçük
gruplarla yapılan, öğrencilerin
daha aktif oldukları ve kendi
öğrenme sorumluklarını daha
fazla taşıdıkları probleme
dayalı öğrenim etkinlikleridir.
Ülkemizde daha temel
kriterler hakkıyla
karşılanamamışken ve eğitim
sistemi oturtulamamışken,
tıp eğitim teknolojisi çok hızlı
bir şekilde ilerliyor. Eskiden
2000 sayfalık, 5 kiloluk
kitapları koltuğumuzun altında
taşımaya çalışırken, bugün
bütün kitapların tablet pc
versiyonları var ve istediğimiz
bilgiye anında ulaşabilmek
gibi bir kolaylık ile karşı
karşıyayız. ABD’de asistanların
en sık kullandıkları kaynak
cep telefonlarından dahi
ulaşabildikleri “Up-to-Date”,
yani güncel tıp bilgisi web
adresi. Poliklinikte orijinal bir
hasta gördüğünüzde, dünyada
o konuda daha önce herhangi
bir yayın yapılıp yapılmadığını
anında kontrol edebilme
lüksüne sahipsiniz.
Ülkemiz bu konuda maalesef
çok geriden geliyor. Oysa tıp
öğrencilerinin klasik ders ile
öğrenme usullerinin 2000’li
yılların başında değişmeye
başlaması gerekirdi.
Derslerde anında internet
kullanımı ve öğrencilerin
elindeki tablet pc’ler ile bilgiye
kolaylıkla ulaşabilmenin
yolunun açılması gerekirdi.
Öğrencilerin öğretim
üyelerinden daha kolay adapte
oldukları bir gerçek ve bu
süreci hızlandırabilmek için
önce eğiticilerin teknolojik
evrim geçirmeleri gerekiyor.
13
SAĞLIK&İNSAN
Herhalde önümüzdeki beş yıl
içerisinde o da olacak.
Tüm bu teknolojik gelişmelere
rağmen tıp eğitimi aynı
zamanda bir kişisel tecrübedir,
yani hekimliktir ve size yön
verecek örnek bir hocadan
meslek öğrenmek sizi gerçek
bir hekim yapabilir.
Hasta bilgilerini değerlendirme
yöntemini, karar verme
önceliklerini, tıbbi verileri
analiz ederken önemli ile
önemsizi ayrıştırmayı, hastanın
yanında ayakta duruş,
hastaya dokunuş şeklini,
muayene tarzını, mesleğinizi
icra ederken önceliklerinizi
ve iş yapma sırasını, hatta
başka insanların tıbbi ve
bilimsel gayretlerini; önemli
olmasalar bile hep takdirle
karşılamayı, sunum yapan bir
kişiyi önemsediğini göstermek
için mutlaka soru sormak
gerektiğini, kitaplardan ve
internetten değil, size iyi
örnek olacak hocalardan
öğrenebilirsiniz.
Clement Hiebert hocalığın
erdemini, silsile halinde
bilginin devredilmesini ve bu
devri gerçekleştirmenin keyfini
yine o muhteşem konferans
konuşmasında çok iyi ifade
ediyor.
“Biz cerrahi hocaları bir
geleneğin muhafızlarıyız.
Bilgi bize verilmiştir, biz
de onu aktarmalıyız, üzeri
temizlenmiş bir şekilde,
böylece bulduğumuz yeri
daha iyi ve parlak şekilde
bırakalım. Gordon Scannell’in
cerrah babası yıllar önce benim
babama öğretmiş. Gordon
bir öğrenci ve asistan olarak
bana yardım etti. Benim oğlum
Timothy, başka bir alanda,
kısa süreliğine Gordon’un
14
tek oğlunun hocalığını yaptı.
Üç nesil birbirine öğretiyor!
Bir asistanın; bir zamanlar
bizim asistanlara öğrettiğimiz
ve bir zamanlar Frannie
Moore, Dr. Churchill, Leland
McKittrick, Goerge Nardi,
veya Earle Wilkins tarafından
bizlere öğretilen aynı ifadeyi
kullanması, öğüdü vermesi
ve birinci sene asistanının
sorusunu sormasına kulak
misafiri olmaktan daha
büyük bir keyif olabilir mi?
Hekimlik bilgisini aktarmak için
harcadığımız zaman, burada
olmanın onurunun kirası olarak
ödediğimiz şeydir. Taşıdığımız
unvanın yerine getirilmesidir;
neticede doktor (docere)
öğretmek demektir.”
Amerikan Mezuniyet Sonrası
Tıp Eğitimi Konseyinin
(ACGME) hekimlik kriterleri
şunlardır;
1. Hasta bakımının düzgün
yapılması,
2. Yeterli bir tıbbi bilgiye
sahip olunması,
3. İnsanlar arası ve genel
iletişim becerilerinin
bulunması,
4. Profesyonel bir meslek
erbaplığı,
5. Mesleğini icra ettiği
sırada öğrenmeye devam
etmek yani iş odaklı
öğrenme ve ilerleme,
6. Ve hekimlik pratiğinin bir
sisteminin olması.
Bunları yazmak kolay,
fakat gerçekleştirmesi
zordur. 14. asırda doğmuş
Amasya Darüşşifası hekimi
Sabuncuoğlu Şerefeddin’in
(1385-1470?) aşağıdaki
veciz ifadelerinde ACGME
kriterlerini bulmak mümkün.
80 küsur yaşındayken, Türkİslam tarihindeki ilk resimli
cerrahi kitabını yazmış olan bu
büyük cerrahın, kitabındaki
(Cerrahiyetü’l-Haniyye)
muhteşem ifadeler aşağıda:
“Bu sanat içinde çok türlü
mizaçlara tuş olursun (iletişim
becerisi) ve müşkil marazlara
muttali (tıbbi bilgi) olursun.
Bir işi hor görüp adını yavuz
etmeyesin (profesyonellik),
akibeti mahmud olmayan
hastaya el vurmayasın (hasta
bakımı), dünyasına tamah
edip kendini halk katında aziz
iken hor etmeyesin (iş odaklı
öğrenme). Elbette rağbetinden
ve hırsından insafın artık
gerektir (sistem)...”
Ülkemizin sınırlı kaynaklarına
rağmen en iyiyi arama azminde
olan öğrenci ve asistanlarımıza
hekimliği öğretmek ve şifa
bekleyen hastalarımıza hizmet
etmek, hepimiz için dünyanın
en gelişmiş ve imkânları en
bol yerlerinde olmaktan daha
değerli olmalı…
SAĞLIK&İNSAN
15
SAĞLIK&İNSAN
Hekimlik ve Empati
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Hekimlik insanın insana
yardım etme dürtüsünden
köken alan bir meslektir.
Hekimlik, toplumsal rol
paylaşımında üstlendiğimiz
sıradan bir görev olarak
değerlendirilemez. Diğer
bütün meslek sahiplerinden
farklı olarak hekim, kendi
kişisel hedeflerine ulaşmak
için değil; sadece, hastasının
yararına ve onun gereksinimini
karşılamak üzere çalışır.
Hastayla hekim arasında
sıradan bir satıcı-müşteri ilişkisi
kurulamaz. Hasta karşısında
hekim, kendisine veya çalıştığı
kuruma ait motivasyonlarla
hareket edemez. Kuşkusuz,
her hekimin meslek onuruna
yakışır bir şekilde kazancının
olması hakkıdır. Ama para
veya ün kazanmak için
hekimlik yapılamaz. Hekim,
mesleği gereği, daima
hastasını düşünmek, hastasını
öncelemek, hastasından yana
olmak durumundadır.
temel beklentisi, hekimin
kendisini dinlemesi ve doğru
algılamasıdır. Hastalar hekime
gelirken kafalarından pek çok
şeyi kurgularlar. Ona neleri
anlatıp neleri anlatmaması
gerektiğini, hangi sırayla,
nasıl anlatmasının uygun
olacağını düşünürler. Ancak,
çoğu zaman bu plan işe
yaramaz. Hekimle karşılaştığı
andan itibaren, çoğu
hastanın aklı karışır, unutur,
heyecanlanır, utanır, adeta
dili tutulur. Bu durumdaki
bir hekime düşen, sadece
hastasının söylediklerini
değil, söylemediklerini,
söyleyemediklerini de görerek,
onu anlamak, adeta yüreğinin
sesini duymaktır. Bunu, ancak
empati yeteneğiniz varsa
yapabilirsiniz. Karşınızdaki
kişiyi, kendinize ait değil, onun
içinde bulunduğu fiziki ve
ruhsal atmosferi dikkate alarak
değerlendirmediğiniz sürece,
asla doğru algılayamazsınız.
Hekim, mesleği gereği
hastasının gereksinimlerini,
beklentilerini tespit ederek,
ona mesleki ve etik kurallar
içerisinde cevap vermeye
çalışır. Bu durum hekime,
karşısındaki hastayı doğru
anlama sorumluluğu
yükler. Hastaların da en
Birçok hastada, hastalığın
yol açtığı endişe ve korkular,
anksiyete ve depressif
duygular, hastalığın
kendisinden çok daha
önemlidir. Zaten hastayı
hekime getiren, hastalıktan
çok hastalığın, hasta
üzerindeki bu tür etkileridir.
16
Hastanın merakının, korku
ve endişelerinin giderilmesi,
hastalığın tedavisi gibi hasta
için bir ihtiyaçtır. Bu da
hastalıkla ve sonuçlarıyla
ilgili hastanın merak
ettiği, öğrenmek istediği
soruların, hekimi tarafından
cevaplanmasını gerektirir.
Başarılı bir hekim, hastasıyla
konuşması sırasında bu tür
soruların yanıtlarını –sorular
sorulmasa da– vermelidir.
Mesleki bilgi ve becerimiz, bizi,
her zaman başarılı bir hekim
kılmaya yetmeyebilir. Hastasını
konuşturamayan, ondan doğru
bilgiyi alamayan hekim, uçsuz
bucaksız okyanusta nereye
kulaç atacağını bilmeyen bir
kazazede olmaktan kurtulamaz.
Oysa hastalar, bize, ne tarafa
yönelmemiz gerektiğini
söylerler. Hastalar, hastalığının
ne olduğunu kendileri bilmez,
ama aslında çoğu zaman
onu hekime söylerler. Yeter
ki hekim, hastasının sözlerini
dikkatle dinlesin ve satır
aralarını da okumayı ihmal
etmesin. Hastasını empatiyle
dinleyen ve doğru iletişim
kurabilen hekim, tanı, tedavi
ve tıbbi bakım okyanusunda
pusulayla yön belirleme
lüksüne sahip bir kazazede
konumuna çıkmış olur.
SAĞLIK&İNSAN
Empatik iletişim, sadece
hekime yol göstermekle
kalmaz, hastanın hekimine
güven duymasını sağlayarak,
tedaviye uyumunu da
belirgin şekilde artırır.
Hastanın hekimine güven
duyması, tedavi başarısıyla
çok yakından ilgilidir. Güven
sorunu varlığında, hasta-hekim
ilişkisi asla amaçlanan sonucu
vermez.
Yıllarca hastane hastane, hekim
hekim gezen çoğu hastanın
aradığı, aslında gönlünde
yatan, rüyalarına giren beyaz
önlüklü prensi/prensesi bulma
arayışıdır. Kendisine zaman
ayıran, onu sevecenlikle
karşılayan, empatiyle dinleyen,
sorularına anlaşılır yanıtlar
veren, kafasındaki kuşkularını
gideren, kendisine moral verip
geleceğe umutla baktıran bir
hekim karşısında hastanın bu
arayışı sona erer. Hekimine
güven duyan hasta tedaviye
uyum gösterir. Hasta uyumu,
tedavinin, diğer bir anlatımla
hekimin başarısının olmazsa
olmazlarındandır.
Hekimi gerekli/değerli/
önemli kılan hastadır. Hastanın
sorununu çözmek, yüzünü
güldürmek için hekim olduk.
Hasta bizden aradığını
bulmuş ve memnun olarak
ayrılıyor, başka arayışlara
yönelme ihtiyacı duymuyorsa,
görevimizi yapmışız demektir.
Bunun için, öncelikle
hastalarımızı, ihtiyaçlarını,
taleplerini, beklentilerini,
sorularını, duygularını,
korkularını, endişelerini doğru
algılamamız ve bunlara uygun/
optimal cevaplar geliştirmemiz
gerekiyor.
Yıllarca hastane hastane, hekim hekim
gezen çoğu hastanın aradığı, aslında
gönlünde yatan, rüyalarına giren beyaz
önlüklü prensi/prensesi bulma arayışıdır.
17
SAĞLIK&İNSAN
Tıp Dünyamızın Duayenlerinden
Prof. Dr. Şinasi ÖZSOYLU:
Doktorun Hekim Olması İçin
Hikmet Sahibi Olması Lazım!
Osman GÜZELGÖZ / Hande AYDEMİR
18
SAĞLIK&İNSAN
3. sayımızın kapak dosyasını
HEKİM olarak belirledikten sonra
konu ile ilgili röportajımızı kiminle
yapacağımızı kendi aramızda
uzun uzun tartıştık. Bu isim çok
tecrübeli, tıp tarihimizde ismi
bilinen ve yaşamı ile hekimlik
kavramının içini doldurmuş özel
birisi olmalı diye düşündük.
Elbette bu çerçevenin içine
alabileceğimiz birçok isim vardı
hekim dünyamızda. Biz hepsi
de çok saygıdeğer olan bu
isimler arasından Prof. Dr. Şinasi
Özsoylu’da karar kıldık.
Prof. Özsoylu 1927’de
Erzurum’da doğmuş. 1945 yılında
girdiği İstanbul Üniversitesi
Tıp Fakültesi’ni 1951 yılında
birincilikle bitirmiş. İhtisasını
Hacettepe’de yapmış. Rahmetli
Prof. Dr. İhsan Doğramacı
Hoca’nın yol arkadaşlarından
birisi. Yurt dışında hem eğitimini
geliştirmiş hem de farklı
dönemlerde çeşitli görevlerde
bulunmuş. 1964 yılında doçent,
1969’da profesör olmuş.
Prof. Dr. Şinasi Özsoylu ülkemize
pediatrik hematoloji alanında
yıllarca hizmet etmiş gerçek bir
bilim insanı.
Öylesine kibar, centilmen,
beyefendi bir üslubu ve konuşma
tarzı vardı ki hayran olmamak
elde değil. Fatih Üniversitesi’nde
Şinasi Hocamızla sıcacık bir
sohbet gerçekleştirdik. Papyonu,
fötr şapkası ve bastonu, naif
ve gözlerinin içi gülen tavrı
ile zarif, kibar, centilmen bir
beyefendi olarak karşıladı bizi.
“Hande Hanım isminizle
müsemmasınız” diyerek ilk
jestini yaptı. Aslında kendisi
de isimleriyle müsemma bir
kişilikti. 2 saate yakın konuştuk
Şinasi Hocamızla. O kadar güzel
konuşuyordu ki bir ara soru
sormayı bıraktığımızı ve kendimizi
hayran hayran onu dinlemeye
kaptırdığımızı fark ettik. Doktor,
tabip ve hekim kavramlarını çok
farklı ve özgün bir bakış açısı ile
tanımlıyor Şinasi Hoca. Hekimliği
çok önemsiyor, empati ve iyi insan
olma gerekliliğinin altını belirgin
olarak çiziyor.
Mart sayımızın kapak dosyasını
HEKİM olarak belirledik. Hekim
deyince duayen isimlerden birisi
olarak siz akla geliyorsunuz. Bu
nedenle kapınızı çaldık. Öncelikle
kabul buyurduğunuz için teşekkür
ederiz Hocam.
Siz, 1927 yılında Erzurum’da
doğmuşsunuz. Öncelikle soralım,
niye Erzurum’da doğdunuz? Yani
bir memur çocuğu olarak mı?
Erzurum’un yerlisi olarak mı? Nasıl
bir ailede doğdunuz? Kimler vardı
ailede siz 1927’de doğduğunuzda?
- Efendim, teşekkür ederim,
zahmet edip bana geldiniz,
iltifat ettiniz. Arkadaşların
arasında çok daha bu işleri
iyi yapabilecek kimseler
olabilir, ama ben de elimden
geldiğince iyi bir örnek olmaya
çalışacağım.
Doğrusu doğmam benim
elinde değildi, rahmetli
anam ve babam Erzurum’da
bulunuyorlardı, zaten
Erzurumlu bir aile. Erzurum’da
babam memur, annem ev
hanımı ve orada evlenmişler,
ben ailenin 3. çocuğu olarak
doğmuşum. Sonra babamın
memuriyeti dolayısıyla
Erzurum’dan Karaköse’ye,
Kars’a, Kars’tan Çıldır’a,
Çıldır’dan Tarsus’a gelmişiz.
Tabii ailemiz oldukça geniş
bir aile, 4 çocuk, ana-baba,
o günün şartlarında çok
güç olabiliyor, anama,
babama şükran borçluyum,
nur içinde yatsınlar, bizim
için her şeyi yapmak için
uğraştılar. Anama ve babama
borcumu ödeyemeyeceğim
gibi devletime de borcumu
ödeyemem, Allah devletten
razı olsun. Çünkü benim
okumam devletimin sayesinde
oldu. Adana Lisesi’nde devlet
beni parasız yatılı okuttu, tıp
fakültesinde de devlet beni
bütün ihtiyaçlarımı karşılayarak
doktor olmama büyük yardımı
oldu.
Kaç yaşına kadar Erzurum’da
kalmıştınız Hocam?
- 3 yaşında ben Erzurum’dan
çıkmışım. Fakat tıp fakültesinde
öğrenciyken eksternal olarak
Erzurum’a gittim ve orada 2,5
ay hastanede yattım kalktım ve
çalıştım. Birazcık dışarı çıkmak
fırsatım oldu ama büyük
zamanım hastanede hastalarla
geçti ve ondan da çok şey
öğrendim, çok da memnunum.
3 yaşında çıkan bir insanın
yalnız anası Erzurumlu,
Babası Erzurumlu, doğum
yeri Erzurumlu olunca
ben Erzurumluyum; ama
Erzurum’un inceliklerini
maalesef bilemiyorum. Keşke
ben de bir Dadaş olabilsem,
yani hoşgörülü, yardımsever
bir insan olabilsem, bunlar
güzel tarafları olur.
Biz alışkanlıklarımıza göre doktor,
tabip ve hekim gibi kavramları
kullanıyoruz. Bu kavramları nasıl
değerlendirmeliyiz? Doktor nedir,
hekim kimdir?
- Efendim, tıp fakültesinden
mezun olan herkes ve PCT’si
olan herkes doktordur
kelimenin anlamıyla. Fakat
doktorun, hekim olması için
hikmet sahibi olması lazım.
Hikmet, çok ayrı bir husustur.
Yani yalnız bilgili olmak doktor
olmaya yeter, fakat hastaya ve
insanlığa, topluma yardımcı
olabilmesi için insanın hikmet
sahibi olması lazım.
19
SAĞLIK&İNSAN
Kendini düşünmekten daha
çok insanın ve toplumun
değerlerini yüceltmek, yani
daha çok hastasını yüceltmeye
yardım etmesi gerek.
Yani salt bilgiyle mezun olana
doktor diyoruz...
Hekim kavramında bazı şeyleri
ilk defa tıp fakültesinin o
zaman stajyer denen, şimdi
intörn denen safhasında 14
Ağustos 1950 senesinde
düşünmüşüm ve bir yere
kaydetmişim. Demişim ki
hekim; sevgi dolu, saygılı,
temiz, insanları seven, vefalı,
iyilik yapmaktan haz duyan
ve örnek olmaktan mutluluk
hisseden, yardım edebildiği
kadar bu işin hazına varabilen
insan olmalı.
Tababet biraz daha sanatın icrası ile
ilgili o zaman. Bu icranın biçimi ile
ilgili daha çok öyle mi?
Yalnız kendini düşünmemeli,
toplumu düşünmeli, topluma
yardım etmekten büyük haz
almalı diye düşünmüşüm.
Sonra ona bazı şeyler daha
kattım, burada da sevgi, saygı
yanında, bana öyle geldi
ki hekim, araştırıcı olmalı,
bildiklerinden şüphe etmeli
ve ahde vefayı, büyüklerine ve
memleketine hizmet etmeyi
seven ve bununla mutlu olan
insan olmalı gibi geldi bana.
Tabip kavramı doktorla mı, hekimle
mi eşleştirilmeli Hocam?
- Efendim, tabip esasında
iki anlama da gelir. Tabip
dedikleri zaman, hikmeti
olmasa dahi bir doktordan
ayrı, yani mezun olan kimsenin
anlamının dışında tababeti
icra ederken davranışlarını
kontrol eden kimse olarak
düşünülmesi gerekir bana
göre.
20
- Dememiz lazım diye
düşünüyorum.
- Tabip ve hekim
sorumluluklarının idrakinde
olan, vefalı olan, iyilik yapmayı
seven insan olmalı.
Bunun üzerinde şunun için
durmak istiyorum: Birkaç yıl
evveldi, eve giderken radyoyu
açtım, radyoda dinlediğim bir
türkü bunları bana bir kere
daha düşündürdü. Türküde
şöyle diyordu: “Hastane
önünde incir ağacı, doktor
bulamadı bana ilacı, (bundan
sonrası çok acı) başhekim
geliyor zehirden acı.” Şimdi
böyle hasta psikolojini
düşünün ve bu türküyü
söyleyen insanı düşünün.
Bunu düşündürtmenin ve
söyletmenin hekimlikle ilgilisi
yok.
Hekim, her zaman hastasına
ümit veren, çok defa
yardım eden, bazen de şifa
verebilen insandır. Yani her
zaman şifa veremeyebilir,
ama yardım etmeye hep
açık olmalı, ama en önemlisi
her zaman hastaya ümit
vermelidir.
Şu kavramı bütün
meslektaşlarımla beraber
düşünmek isterim: Doğrucu
olacağım diye bize güvenen
ve tutunmaya çalışan insanın
ümitlerini kırmamaya
çalışmalıyız, en kötü haberi
dahi mümkün olduğu kadar
onu hayata bağlayacak şekilde
vermeliyiz. Hekim çok dikkat
etmeli, hastasıyla konuşurken
çok dikkat etmeli. Hekim, al
şu reçeteyi git diyen insan
olmamalı, onu açıklamalı, onu
nasıl kullanacağını, ne kadar
kullanacağını, sıkıntıları olduğu
zaman ne yapacağını çok iyi
açıklayan ve bu yaptığı işten
bir huzur duyan insan olmalı.
Hekim kötü haberi veya gelişmeyi
nasıl vermeli, cümlelerini nasıl
seçmeli ya da nasıl davranmalı?
- Bir hastanın bugünkü
imkânlarla şifa bulmayacak
hastalığı olabilir. Buna senin
hastalığın iyi olmaz demek
yerine, daha uzun süre sizinle
uğraşmamız gerekebileceğini
bilmenizi isteriz, ama hiç
ümidinizi kesmeyiniz, size
yardım etmeye ben her zaman
hazırım ve imkânlarımızı
sonuna kadar kullanacağım.
Düşünün sizden daha kötü
olanları hatırlayın ve bugünkü
şartlara şükredin dersem,
hastaya sahip çıktığımı,
onu takip edeceğimi,
onunla hemdert olacağımı
söylüyor, fakat onu ümitsiz
bırakmıyorum. Bu söyleyiş tarzı
çok önemli, çünkü hasta sizden
bir şey bekliyor, ümit bekliyor;
siz ümitlerini kırarsanız çok
kötü bir şey yaparsanız.
Kaldı ki, bilgilerimiz her gün
değişiyor ve tıp çok büyük bir
hızla ilerliyor, eski yıllardan
çok hızlı gidiyor. 1986’dan
bu yana her 5 yılda bir
bildiklerimizin yüzde 50’si
değişiyor. Bu demektir ki,
bizim bildiklerimizin temeli çok
sağlam değil, aksi halde yüzde
50’si değişemezdi.
SAĞLIK&İNSAN
olacağını erkenden hissettim.
Öğrenciyken de gördüğüm
hastalara yardım elimi uzatmak
için uğraştım.
Türkiye’de 1945’te kaç tane tıp
fakültesi vardı?
- O sene 2 tane vardı, birisi
Ankara’da yeni açılmıştı, zaten
İstanbul’da daha uzun süreden
beri vardı.
Bu kadar sağlam olmayan
temeller üzerinde kati
konuşmak yerine, ümit
veren ve yardımcı olmaya
heveslenen hekimin,
hastasına çok daha yardımcı
olabileceğini düşünüyorum.
Bu yalan söylemek değildir.
Aynı rahatsızlığı veya aynı
durumu açıklarken daha
insani davranılması, yani
bir hekime yakışır şekilde
konuşulmasının çok uygun
olacağı kanısındayım.
Sizin hekimliğinizi tercih etmenizde
etkili olan özel bir durum veya
husus var mı? Hekimlerle ilgili
herhangi bir olumsuzluk yaşadınız
mı? Anneniz, kardeşleriniz ya da
çevrenizde sizi etkileyen bir şey
oldu mu?
- Efendim, çocukluğumda
ben hekim olmak
istemişim. Rahmetli anamın
söylediğine göre 3 yaşından
itibaren doktor olacağımı
söylüyormuşum. Nereden
geliyor bilmiyorum. Fakat
doktorların iyi insan olması
kafamda hep vardı.
İlkokula Çıldır’da gittim,
bir doktor bey vardı, temiz,
iyi bir insan ve benim için
farklı bir insandı, giyinişinde,
davranışında iyi bir insan
intibaı veriyordu, daha sonra
ortaokulda ve lisede fazla
bir yaklaşım göremedim.
Ama fakülteye girerken
muayenemin yapılması için
hastaneye günlerce gidip
geldikten sonra, orada
muayene edemeyeceğini ve
benim bu işimi zamanında
bitiremeyeceğimi anlayıp bir
doktor muayenehanesine
gittiğim zaman da böyle bir
doktor olmaktansa olmamam
daha iyidir diye düşündüğüm
olmuştu.
Yani Tıp Fakültesine kayıt yaptırmak
için hastaneye gittiniz. Doktor
orada muayenenizi bitirmedi ve
muayenehanesine gitmek zorunda
kaldınız. Sene 1945 miydi?
- Evet, 1945’te oluyor. Sonra
tıp fakültesine gittiğim zaman
farklı bir durumun olduğunu
gördüm. Yalnız bilginin
değil davranışın çok önemli
O yıllarda hekim olmak adına
ilk adımları atarken okuldan,
hocalarınızdan aldığınız temel fikir
neydi? Hemen ilk aklınıza ne gelir
mesela bu konuda?
Hocalarımızın büyük
çoğunluğu iyi örnekler ve bize
“olgun başak dik durmaz”
der, tevazuu işaret ederlerdi.
Hep tevazuun esas olduğunu
söylerlerdi.
Tıp eğitimi nasıldı Hocam?
O günkü şartlar çok farklı;
1933’te üniversite devrimi
yapıldı ama en önemli atılım
kanımca rahmetli İhsan
Doğramacı’nın Hacettepe’yi
kurmasıyla oldu. Ben oranın
ilk 3 asistanından biriydim.
Rahmetli Doğramacı Hoca Bey,
o güne kadar olan yaklaşımı
değiştirmek için çok büyük
gayret harcadı. Gariptir ki
durumdan memnun olmayan
diğer hocalarımız da şikâyet
eder, fakat bunları kendileri
bir seviyeye geldikten sonra
düzeltmeye uğraşmazlardı.
Rahmetli Hoca Bey bu iş için
çok büyük gayret harcadı
ve bizlere yaptığı yardım
inanılmaz değişikliklere sebep
oldu.
21
SAĞLIK&İNSAN
O zamana kadar İhtisas’ta
volanter vardı, süresi sayılmaz,
para almazdı. Volanter
denenler gelir bütün işleri
yaparlar, fakat para almaz
ve müddetleri sayılmazdı. O
zaman tıp fakültesinde öğrenci
yoktu. İhsan Doğramacı
Çocuk Hastanesi o zamanki
ismiyle, Hacettepe Çocuk
Hastanesi’nde yoktu. Biz
yalnız asistan olarak orada
bulunuyorduk. Bir kısım
asistanlar o zamana kadar
müddetleri sayılır, fakat para
almazlardı. Üçüncü grup da
çok az olmak üzere asli olurlar,
birkaç ay için maaş alabilirler
ve süreleri de sayılır.
hocalarındı; asistanlar hocaya
yardım için bulunurlar, fakat
hocanın dediğini yaparlardı.
İhsan Bey ilk defa hasta
hekiminindir, hocanın
değildir’i getirdi. Çok büyük
bir değişiklik yaptı, birdenbire
hepimize sorumluk verilmiş
oldu. Dolayısıyla kendimize
çeki düzen vermeye çalıştık.
Laboratuvara girip çalışmamız
isteniyordu, bu bizim için çok
büyük bir avantajdı. Asistanlar
hocaya hizmet eden durumdan
birdenbire hastaya hizmet
eden ve ona karşı sorumlu
olan duruma gelince hepimiz
çok daha gayret edip çok daha
zevkle çalışmaya başladık.
Sonra İhsan Bey rahmetli
bunu hemen değiştirdi,
volanterlik yok, herkes maaş
alacak dedi. Ayrıca maddiyatın
yanında daha önemli bir
şey vardı yaptığı! O zamana
kadar hastanedeki hastalar
Hekimler hastalarına çok iyi
davranmak zorundaydılar.
Burada zaten yönetim
değişmiş ve güler yüzlü
olmuştu, araştırmaya önem
verilmişti. Çok şanslıyım ki
Hoca Beyin yanında asistanlığa
22
girdim. Ve bütün arkadaşlarıma
çok bağlıyım, seviyorum
hepsini. Çok çalıştılar ama
bu çalışmanın sonucunda
hepsi çok başarılı oldular. Bu
sorumluluk onları çok daha
dikkatli olmaya sevk etti.
O zaman da aranızda hekimler
arasında bir rekabet var mıydı?
Hastaya hangimiz daha önce
bakacağız, hangi vakayı alacağız
gibi durumlarla karşılaştınız mı?
- Efendim, şöyleydi:
Birbirimizle rakip değil
birbirimizi tamamlayıcıydık.
Bireysellik yoktu takım vardı.
Büyük oyuncu değil, büyük
takım olmamız isteniyordu.
Büyük takım olmak için de
herkes birbirinin açığını
kapatmak, herkes birbirine
yardım etmek ihtiyacını
hissediyordu, hatta
mecburiyetini hissediyordu.
SAĞLIK&İNSAN
Bugün hekimler arası rekabette
durumu nasıl görüyorsunuz
Hocam?
- Doğrusu rekabet şimdi biraz
farklı tarafa gitti gibi geliyor
bana. O zaman İhsan Bey’in
kurduğu sistemde büyük
doktor yoktu, büyük takım
vardı ve buna çok dikkat
ediliyordu. Hemşire hanımların
yaklaşımı fevkalade olumluydu.
Büyük bir gayret, büyük bir
özveri vardı; bu özveri ve
bu büyük takım hareketi
her safhasında hastaya
aksettiriliyordu.
Hasta seviliyor, hastaya güler
yüz gösteriliyor, hasta ailesiyle
birlikte ele alınarak ona yardım
edilmeye çalışılıyor ve benim
bildiğime göre dünyada ilk
defa aileyle birlikte hasta
ele alınıyordu. Yani bizim
hastanın ailesine gittiğimiz
oluyordu, evdeki durumu
görmeye çalışıyorduk ve
onların ihtiyaçlarını gidermeye
çalışıyorduk. Böylece hasta
hastaneye yattığı zamandan
sonra eve gittiği zaman hangi
ortama gideceğini biliyor ve
buna göre de tedbirler almaya
çalışıyorduk. Bu, çok önemli bir
şeydi.
Zaten Hoca Bey’in kurduğu
sistemde Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları Hastanesi
denmişti. Bu, Türkiye’de ve
dünyada ilkti. Daha önce hep
pediatri, yani çocuk hastalıkları
konuşuluyordu, hâlbuki burada
çocuk sağlığı ve hastalıkları
oldu. Çocuk sağlığı olunca
tabii koruyucu hekimlik çok
önem kazandı. Bunun yerine
getirilebilmesi için aile, çevre
ve toplum dikkate alınmaya
başlandı ve aşılanmalara çok
büyük önem verildi.
Hocam şu hastaların evlerine gitme
konusuna tekrar dönelim mi?
Bir anımı sizinle paylaşmak
isterim. Bir yüzbaşının kızı
hastaneye getirildi. Amerikalı
bir doktor vardı, Doktor
Klingberg, bir profesördü. Ben,
bu 9 yaşındaki kız çocuğuna
tüberküloz florit tanısı koydum.
Dr. Klingberg bana bu
hasta tüberkülozu nereden
aldı diye sordu. Ben de
bilmiyorum dedim. Evine gidip
araştırmayacak mısın dedi. Ben
de hemen adreslerini istedim
ve evine gittim.
Yanımda hemşire hanım vardı,
iyi ki o hemşire hanım vardı,
çünkü ben eve girdim, anneyi,
babayı muayene ettim, tam
dışarıya çıkıyordum ki o sırada
emir eri vardı, emir eri içeri
girdi, yabancı olan hemşire
bana bunu da muayene
etmeyecek misin diye sordu.
Ben dedim ki, o bu ailenin
içinden değil ki. Ama bak
ailenin içine giriyor deyince
birdenbire düşüncem değişti
ve o askeri muayene ettiğim
zaman akciğerlerinde problem
olduğunu anladım.
Kendisine bir kâğıt yazarak
Gülhane Hastanesi’ne
gitmesini önerdim. Böylece
çevresiyle birlikte hastayı
değerlendirmek başlamıştı
ve benim için bu çok
değişik, gördüklerimin
dışında bir yaklaşımdı,
son derece etkilenmiştim.
Aksi halde ben emir erini
muayene etmeyecektim.
Aile de tüberkülozla devamlı
karşılaşacak ve en önemlisi
emir eri tüberküloz olduğunu
bilmediği için tedavisi
gene yapılmayacaktı, o da
arkadaşlarına da bulaştıracaktı.
Fakültede öğrenciyken ben
hasta olsam yanıma gelen
hekim nasıl olmalı diye
düşünmüştüm. Demiştim
ki bir kere temiz olmalı,
sonra giyimi kuşamı bir
hekime yakışır olmalı,
benim ona güven duymam
gerektiği için bunu
düşünmüştüm. Onun
bilgisi kadar davranışları
da benim için çok önemli
demiştim, hatta belki
davranışlarını daha
ön sıraya koymuştum.
Sonra eğer bir şey parayla
ölçülecek olursa, yardım
etmenin bir parası
olamaz. Öyleyse para ile
ölçüye gittiğiniz zaman
insani hükümler ve diğer
kıymet hükümleri alt üst
olabilir. Uzun yaşamım
sırasında aç kalmış hekim
görmedim. Hırslı hekim
olmanın propagandasını
yapmanın da doğru
olmadığını düşünüyorum.
23
SAĞLIK&İNSAN
1945’te siz tıp fakültesine
başladığınızda Türkiye’de toplum
nazarında nasıl bir hekim intibaı
ve itibarı vardı? Bugün 2012’deyiz,
nasıl bir doktor intibaı ya da itibarı
var?
- Efendim, ben burada itibarı
sağlayanın hekimin kendisinin
olduğuna inanıyorum.
Meslektaşlarımızın davranışı
çok önemli. 1951’de mezun
olup Van’ın Başkale’sine
gittiğim zaman 48-50
yaşlarında, yani benim iki misli
büyüklüğümdeki bir erkek
hasta benim ilk hastamdı.
Ayakta duruyor ve koyduğum
iskemleye buyurun oturun
dediğim zaman estağfurullah
deyip oturmuyordu. Bir
hekimin karşında oturmanın
saygısızlık olacağını
düşünüyordu. İki-üç defa
tekrarladım, gene estağfurullah
deyince kolundan tutum,
rica ettim oturttum. Zaten
devlet memurluğunda gelen
kimselerin böyle oturtulması
düşünülmüyordu.
Meslektaşlarımın şikâyet
yerine problemi çözmek için
ne yapmamız gerektiğini
düşünmelerini öneririm.
Hayatta uzun yaşamım
sırasında bir şey dikkatimi
çekti, şikâyet etmek hiçbir şeyi
değiştirmez. Şikâyet etmek
yerine şükretmek ve şükürle
beraber tedbir düşünmek çok
uygun olur, aksi halde hep
şikâyet eder dururuz. Özellikle
hekimlikte hiç uygun değildir;
çünkü biz şikâyet eden değil
şikâyetleri gideren, şikâyetlere
derman olmak zorunda olan ve
bunu yaparken büyük bir haz
duyan, büyük mutluluk duyan
insanlar olmak zorundayız;
hekim sıradan bir insan
değildir.
24
Doktorlarımız geçmişten bugüne
fırsat buldukça yurt dışına
gidiyorlar. Siz de gitmişsiniz.
Avrupa ve Amerika’daki tıp
eğitimi daha mı ileride bizden? Ne
eksiğimiz var bizim?
Müsaade buyurursanız, önce
eğitim nedir, bilgilendirme
nedir bunu bir ayıralım. Ben
çok bilgili olabilirim, mesela
sigaranın moleküler seviyede
bütün zararlarını bilebilirim,
araştırma da yapabilirim ve
bunları herkese öğretebilirim,
bu sırada elimde sigara varsa
ben alim, fakat eğitimsizim.
Eğitim davranışları düzeltiyor,
bilgi bize birtakım şeyleri
ezberletiyor. Zannediyorum ki
eğitim için farklı davranışların
örnekleri olmak zorundayız.
Burada da şikâyet etmek
yerine örnek olmak lazım.
Şimdi acaba niçin gidiliyorun
sebebini hem düşünüyorum
hem de içimde son yıllarda
bir sevinç var. Sevinç şu:
Türk ismini daha çok yabancı
dergilerde görüyorum.
2012 benim için çok farklı,
çünkü çok beğenilen Blood
Dergisi’nde şu 3 ay içerisinde 5
Türk ismi gördüm. Bu dergide
yıllarca bir Türk ismi arayıp
dururken şimdi 3 ay içerisinde
5 isim gördüm.
Çok daha önemlisi,
bunlardan bir tanesine Blood
Dergisi’nden “editorial”
yazması istenmiş. Bu da artık
bazı şeylerde Türk tıbbının
kabuğunu kırdığının işareti.
Ama bunun böyle tek tek
şahıslarla değil daha fazla
müesseselerle olmasını
diliyorum. Öyle görünüyor ki
çok kısa süre zarfında bir Türk
bilim adamının tıp sahasında
Nobel alması çok güzel bir şey
olacak. Ben bunu bekliyorum
ve çok da uzak olmadığına
inanıyorum.
Bence öğrenciler daha farklı
yaklaşımları ve daha farklı
araştırmaları yapabilmek
için dışarıya gitmeyi arzu
ediyorlar. Tıp fakültelerimizin
üzülmesini istemem, gayret
ediyorlar kendilerince. Fakat
emekli olduğumdan 17 yıl
sonra bile hâlâ çok tanınmış
tıp fakültelerinin öğrencilerinin
not almadan, kredi almadan
her Cumartesi sabah 8’de bana
geliyor olmaları düşünülmeye
değer. Niçin geliyorlar her
konunun çok daha büyük bir
ustası olduğu halde? Bir ihtiyaç
hissettiklerinin işareti olabilir
diye düşünüyorum.
SAĞLIK&İNSAN
Bu işareti alan öğrencinin
dışarıdaki imkanları da
denemesi normal gibi geliyor.
Gitmelerini, görgülerini ve
eğitimlerini artırmalarını uygun
görüyorum, fakat gittikten
sonra tekrar ülkeye dönerek
orada gördükleri iyi şeyleri
buraya nakletmelerini de canı
gönülden diliyorum.
Siz de yurt dışına gittiniz.
Neler kattınız kendi bilginize,
birikiminize yurt dışında?
- Efendim, ben Hoca
Bey’in yanında benim
formasyonumda çok etkin
olan Doktor Klingberg,
Doktor Wray, Burhan Say ve
Şeref Bey’in büyük katkılarını
gördüm. Fakat yurt dışına
gitmem de ufkumu açtı.
Hoş görürseniz bir anımı
nakletmek isterim. Washington
Üniversitesi’nin San Luis Çocuk
Hastanesi’nde çalıştığım
günlerde hastanede yatıp
kalkıyordum.
Bir sabah kalktım, burası özel
bir üniversitenin hastanesi,
bir baktım çok temiz olan
hastanedeki temizlik biraz
daha farklı yapılıyor. Şaşırdım
ve yönetici olan hanıma
bugün bir fevkaladelik var
ne oluyor dedim. Dedi ki
belediye başkanı gelecek.
Benim 1959’daki konseptim
demokrasilerde hiç
kimsenin üstünlüğü yoktur
gibisindendi. Kendisine, biz
özel üniversiteyiz, belediye
başkanının gelmesi bizi
ilgilendirmez diyecek oldum
ve orada ilk dersimi aldım. Bu
hanım bana, “Belediye başkanı
seçilmiş bir insandır ve hepimiz
ona saygılı olmalıyız” demişti.
O zaman demokrasideki
noksanlığımın açığını gördüm.
Bundan sonra diğer görgümü
etkileyen faktörler oldu,
fakat esas hadise oradaki
dayanışmayı, çalışmanın hızını
ve araştırmaya verilen önemi
görmemle oldu. Bunlar beni
yalnız reçete yazan, yalnız
hastayı muayene eden, yalnız
hastasına iyi davranan ve tolore
eden, yardım eden kimsenin
ötesinde farklı bir şekilde
tıbbın akışına yön veren kimse
olmam gerektiğini işaret
etti. Bu bakımdan dışarıya
gitmemin çok etkisi olduğunu
düşünüyorum.
Şimdi doktorlarımız genellikle çok
çalıştıklarını, mesai sürelerinin
fazla olduğunu, ailelerine de yeterli
zamanı ayıramadıklarını düşünüyor
ve söylüyorlar. Bu öncesinden de
böyle miydi? Siz ailenize nasıl vakit
ayırırdınız? Eşiniz şikâyet eder
miydi çok çalışmanızdan dolayı?
- Doktorluk ayrı bir hadisedir.
Doktor sıradan insan değildir,
pardon, hekim sıradan bir
insan değildir. Hekimlikte
aslolan, hastanın iyileşmesi,
hastanın düzelmesi, hastanın
rahatıdır. Yani hekimin öznesi
hastasıdır.
Bizim zamanımızda
Hacettepe’de, gece saat
2’den evvel hiçbir asistan
nöbetçi olsun olmasın
yatağına gitmiyor, sabahleyin
7’de de röntgen toplantısına
yetişiyordu. Ve kimse de
şikâyet etmiyordu. Çünkü
herkes yaptığından dolayı
gurur duyuyor, başarısından
dolayı çok memnun oluyordu.
Hekim sıradan bir insan
olmadığı için, hikmet sahibi
olması gerektiği için çalışmanın
çok büyük değerini hemen
fark eder ve çalışmak çalışmak
çalışmak der. Burada aileyi
ihmal değil ama zamanın
büyük çoğunluğunu hastasına
ayırır ve bundan şikayet etmez.
Çünkü bu onun hazzıdır,
huzurudur ve bu da onun
farklılığıdır, hekim olmanın
farklılığıdır.
Siz de çok hatta çok kavramının
da ötesinde çalışan bir kişi olarak
biliniyorsunuz. Anneniz size “senin
üzerine güneş doğmasın” demiş.
Doğmadı mı gerçekten sizin üzerine
güneş?
- Efendim, rahmetli anama ve
devletime çok şey borçluyum
ve borcumu ödeyemem.
Rahmetli anam okumamıştı,
fakat asla cahil değildi, çok iyi
düşünüyor, çok iyi önerilerde
bulunuyordu. Bana da önerileri
vardı, halen yazılı, hatırıma
geldikçe yazıyorum, çok farklı
şeyler söylüyordu.
Bunlardan bir tanesi de
söylediğiniz gibi, “Şinasi,
üstüne güneş doğmasın
evladım!” diyordu. Buradan
neler kastettiğini çok iyi
anlıyorum. Kendisi de çalışkan
bir insandı fakat benim çok
çalışmamın, daha iyi bir insan
olmam için esas olduğunu
düşünüyordu. Eşime de şükran
borçluyum, ben gece 11’e
kadar hastanede profesör
olduğum zamanlarda da
çalışıyordum ve şikâyet
etmiyordum.
Çocuklarıma da çok
müteşekkirim, çünkü onlara
sevgimi gösteriyor, fakat
vaktimi veremiyordum, ama
onlar da bütün bundan
memnundular. Ben hepsine
müteşekkirim.
25
SAĞLIK&İNSAN
olmalı diye düşünmüştüm.
Demiştim ki bir kere temiz
olmalı, sonra giyimi kuşamı bir
hekime yakışır olmalı, benim
ona güven duymam gerektiği
için bunu düşünmüştüm. Onun
bilgisi kadar davranışları benim
için çok önemli demiştim,
hatta belki davranışlarını daha
ön sıraya koymuştum. Sonra
eğer bir şey parayla ölçülecek
olursa, yardım etmenin bir
parası olamaz. Öyleyse para ile
ölçüye gittiğiniz zaman insani
hükümler ve diğer kıymet
hükümleri alt üst olabilir. Uzun
yaşamım sırasında aç kalmış
hekim görmedim. Hırslı
hekim olmanın propagandasını
yapmanın da doğru olmadığını
düşünüyorum.
Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Kök
Hücre Laboratuvarı KİT Ünitesinin 6 Ocak 2010 tarihinde yapılan açılış töreninde hastane
Başhekimi Prof. Dr. Bahattin TUNÇ ve hastane çalışanları ile birlikte...
Anadolu’da daha çok maddi
imkânsızlık içinde olan aileler, eğer
çocuklarını okutma imkânları olursa
en iyi parayı kazanan mesleği
edinmelerini istiyorlar. Bundan
dolayı da doktorluk en iyi paranın
kazanıldığı meslek olarak biliniyor.
Bunu da değerlendirerek, doktorun,
hekimin maddiyatla, para ile
ilişkisi nasıl olmalı? Yani ailelerin
bunu böyle görmesi onlar için
doğal olabilir, sosyolojik bir realite
olabilir. Ama bunun devamında
doktor bunu içselleştirip benim
mesleğimin gereği çok para
26
kazanmaktır demeli mi? Bu
maddiyat doktorun, tabibin veya
hekimin neresinde durmalı? Para
ve hekim kavramı üzerinde biraz
duralım mı Hocam?
- Efendim, bu çok önemli bir
sorun ve buradan rahatsız
olmadan kendimizi kritize
etmeye çalışmalıyız. Başkasına
çuvaldızı batırmadan iğneyi
kendimize batırmamız
lazım. Biz hekim de olsak
hasta oluyoruz. Fakültede
öğrenciyken ben hasta olsam
yanıma gelen hekim nasıl
İnsanca yaşamak için
şükretmeyi bilirsek
imkânlarımız çok kötü değil.
Ama biz hekim olarak nereye
ağırlık vermemiz gerektiğini
düşünmek zorundayız. Bir
yazısı çıkan, bir araştırması
yayınlanan bir hekimin
hissettiği hazzı parayla
ölçmek mümkün değildir.
Öyleyse para gereklidir,
ama her şey değildir. Paranın
miktarının sonu yoktur, insanlar
şükretmeyi bilirlerse huzur
içerisinde olabilirler.
Hekimler bu hususta en çok
şükretmeyi bilmeleri gereken
bir grup. Her şeyin bir bedeli
var diye düşünecek olursak,
o zaman mutlu olmamız
mümkün olmaz, o zaman
açgözlülüğümüz dolayısıyla
hep aç hissederiz. Onun
için ben ölçüyü herkesin
kendisine göre ayarlamasını
düşünüyorum. Ama önerim,
mutluluğu sırf parada değil
başka yerde aramalarıdır.
SAĞLIK&İNSAN
Hocam siz giyim kuşam da
çok önemli dediniz. Bizim yaş
grubumuz belki de papyon nedir
bilmiyor ya da görmüyor. Varsa
da çok da çok nadir görüyoruz. Siz
kravat yerine neden papyon tercih
ediyorsunuz?
- Efendim, ben fakültedeyken
papyonu takmaya başlamıştık.
Çocuk hekimi olduktan sonra
çocuklar boyun bağını, kravatı
elleriyle tutup çekiyorlardı.
Onun için papyon daha iyi
olabilir diye düşündüm.
Fakat en çok etkileyen de
Doktor Klingberg’in papyon
takmasıydı. Özdeşleştirdim
kendimi onunla, onun gibi
verici, onun gibi farklı olmak
istedim. Bu hususta ben
şanslıydım, iyi insanlarla, iyi
hekimlerle karşılaştım. Doktor
Klingberg ben başasistanken;
–ki hastanenin ilk
başasistanıyım Hacettepe’nin–
bana, Şinasi dedi, beni
24 saat ihtiyacın olduğu
anda çağırabilirsin, ben
“full time”mım dedi. Ben
zaten full time lafını ilk defa
Hoca Beyden duydum ve
Hacettepe’de duydum.
Doktor Klingberg bana dedi
ki, Perşembe günleri akşam
19.30’la 21.00 arasında kiliseye
gidiyorum, mümkün olursa
oradan çağırma, ama çok
mecbur kalırsan oradan da
çağır, ama bunun dışında 24
saat beni çağırabilirsin, ben
çünkü full time’mım dedi, yani
tam günüm.
Bunların yardımlarından bir
misal daha vermek isterim.
Doktor Wray geceleri en çok
çağırdığımız insanlardandı.
Bir Mayıs sabahı kendisini
saat 3’de ensefolapati olan
bir bebek, 11 aylık bir bebek
için çağırdım. Geldi, beraber
hastayı gördük, saat 5’e
doğruydu, ezan okunuyordu,
bana dedi ki, Şinasi, hasta
sabitleşti, sen de gerekeni
yapmışsın, ben dedi gidebilir
miyim, çünkü eşim doğumda
dedi. Yani bu bey Amerikalı, eşi
doğumda, fakat kendisi gece
yarısı gelip yabancı bir ülkede
hastanın ihtiyaçlarının peşinde
koşuyordu. Bana çok güzel bir
örnek oldu ve hekimin nasıl
davranması gerektiğinin de
ayrı bir misali oldu.
Benim bu misallerim, fulltime anlayışının nasıl olması
gerektiğini ve bizim daha
iyi hekim olabilmek için
birbirimizi teşvik ederek,
birbirimizi yüreklendirerek,
birbirimizi severek, birbirimizi
sayarak, hastalarımızı severek,
onları tolore ederek, hoş
görerek işimizi yapmamız
gerektiğini gösteriyor. Ben
bunu öneriyorum.
Siz hekimlerin tam gün
çalışmasından yanasınız.
- Başka hiçbir şey düşünmedim
ve ben ful-time’mı da 24 saat
düşündüm.
Siz hem tam günü destekliyorsunuz
hem de mecburi hizmeti
destekliyorsunuz. Doğu’ya
ve Güneydoğu’ya hekimlerin
gitmeleri gerektiğini her fırsatta
söylüyorsunuz.
- Efendim, meslektaşlarımın
çok hoşuna gitmeyecek
düşüncelerim var bu
konularda.
Ben fakülteden birincilikle
mezun oldum, asistan olarak
kaldım, fakat mecburi hizmetim
olduğu için Van’ın Başkale’sine
gittim. Önceleri üzülmüştüm.
Fakat çok büyük faydasını
gördüm sonra, gerisin geri
düşündüğüm zaman. Bir kere,
fakülteden mezun olduktan
sonra orada kalsaydım kendi
tecrübelerim yerine hep
başkalarının telkinleriyle
devam edecektim. Hâlbuki
ben öğrendiklerimi uygulamak
için kendi şartlarımı zorladım
ve kendimi de krizite ettim. Bu
bana ben olmam, şahsiyetimin
perçinlenmesi için çok büyük
örnek oldu.
Tıp alanındaki gelişmeler ve tıp
eğitiminde empatinin yeri neresi
sizce?
- Şimdi bakıyorum; 1980’lere
geldiğim zaman kanıta dayalı
tıp çok önemli diye düşündüm
ve buna çok önem verdim.
1990’lara geldim, probleme
yönelik tıp kavramı kafamda
gelişti ve dedim ki ben kanıta
dayalı tıbbı, problemleri
çözmek için kullanmalıyım.
2003 senesi geldiği zaman
bütün bunlar maddi olarak
doğru, fakat bir noksanlık
olduğunu hissettim ve
empatinin esas olduğunu
anladım.
Ben bunları, kanıta dayalı
tıbbı, problemlerin çözümü
için kullanmalıyım, fakat bu
sırada karşımdakinin madde
değil insan olduğunu, bu
insanın benden yardım
isteyen bir kimse olduğunu
düşünmem gerektiğini
anladım. Daha çok empati
yaparak, hastanın yerinde
ben olsaydım bana nasıl
davranılması gerekir, diye
düşünmeye başladığım
zaman daha iyi bir hekimlik
yapacağımı varsaydım.
27
SAĞLIK&İNSAN
Doğrusu bunların hepsi yeterli
değil, bunların ötesinde
bir şey daha lazım. O da,
acaba benim bu verdiğim
hizmet daha ekonomik
olarak nasıl verilebilir, nasıl
daha yaygınlaştırılabilir? Bir
de, şahısların, hastanın bu
maddi yardıma ne kadar
tahammül edilebileceğini
ve nasıl problemlerinin
çözülebileceğini daha
iyi düşünmek gerektiğini
hissettim. Henüz çözümler
bitmiş değil ve yaşadığımız
müddetçe de görüşlerimiz
hep değişecek, hep daha
arayıcı ve araştırıcı olmak
zorundayız. Tabii ki benim
söylediğim tek doğrudur
demiyorum, ama en azından
düşünülmesi gerektiğine
işaret etmek istiyorum. Yoksa
bütün problemleri çözebilecek
durumda değilim ve zaten bu
benim işim de değil.
Sizce Türkiye tıp alanında,
uygulamalarında ne kadar mesafe
almış görünüyor? Mesela organ
nakli şu an için çok gündemde,
hem Hacettepe Üniversitesi, hem
Akdeniz Üniversitesi. Bununla ilgili
neler söylersiniz Hocam?
- Efendim, teknolojik
gelişmeler tıbbın esası değil,
fakat yardımcısı olmalı. Yani
teknolojiyi ihmal edemeyiz,
teknoloji çok gereklidir,
fakat teknolojinin bilimin
önüne geçip insanı esir
almasını istemiyorum, buna
bilgisayar da dahil. Eğer
teknolojinin esiri olursak o
zaman insani değerlerimizin
yeri tartışılabilecek, ayrıca
biz toplum olarak neyi öne
almalıyız diye düşünmek
zorundayız.
Ben çocukluğumda tifo aşısına
maruz kalmıştım; çok büyük
faydası olup olmadığı hâlâ
tartışılabiliyor. Acaba onun
yerine çevreyi düzeltmenin ve
içilen suyun, el temizliğinin,
anne sütünün, sigaranın
önlenmesinin, alkolün
azaltılmasının, ne mümkünse
onun; tek eşliliğin ve diğer
koruyucu hekimliğin basit
yöntemlerinin, bu arada önemli
bazı aşıları değiştirmemek
üzere dikkate almamız
gerektiğini düşünüyorum.
Ve eminim ki insan beyni
teknolojinin de üzerine çıkarak
bu soruların çözümünde yeni
yöntemler ve yeni düşünceleri
geliştirecektir. Bunu yaparsak
biz dünyaya örnek olabiliriz,
aksi halde dünyanın gidişini
takip eden ve yalnız onlara
ayak uydurmak mecburiyetini
hisseden hekimler oluruz gibi
düşünüyorum.
Hocam siz aslolan olan iyiliktir,
doğru zamanla değişir diyorsunuz.
Yani hekim buna nasıl bakmalı?
Hekim, doğrular değiştikçe kendini
ona göre yeniden mi adapte etmeli?
İyiliğin hiç değişmeyeceğini
söylediğinize göre nasıl bakacak
buna hekim?
- Efendim, çok teşekkür
ediyorum, bu çok önemli bir
konu.
28
SAĞLIK&İNSAN
Doğru, şu andaki bilgimiz,
şu andaki düşüncemiz,
fakat olayları takip ettiğimiz
zaman doğrunun değiştiğini
görüyoruz.
Şimdi 1956’larda, 57’lerde
anne sütü yerine inek sütünü
öneriyordum o zamanki
konsepte göre ve bir de
şunu söylüyordum: İnek sütü
verdiğim bebekler ayda 1,5
kilo alıyor, anne sütü verdiğim
bebekler 600 gram alıyor.
Objektif olarak bakarsanız
ben o fazla kilonun zararını
düşünemediğim için ve onu
o zaman anlayamadığım
için ileride bu çocuklarda
diyabet çıkacağını, ileride
bu çocuklarda kalp hastalığı
çıkabileceğini, bunlarda
mafsalların bozulabileceğini,
karaciğer yağlanmasının
olabileceğini, diğer metabolik
hastalıkların olacağını
düşünemediğim için öyle
varsaymıştım.
Fakat fizyolojiyi gördükten
sonra ve hele anne
sütünün beslemesi yanında
koruyuculuğu ve bütün
ihtiyaçları ne kadar güzel temin
ettiğini öğrendikten sonra
düşüncemi değiştirdim. Yani
doğru dediğimiz şey zamanla
değişebiliyor.
Bilim bunun için sürekli
olarak şüpheyi ve araştırmayı
gerektiriyor.
İyilik ise insani münasebetlerle,
davranışlarla ilgilidir. İyilik
dünya kurulduğundan beri hiç
değişmedi.
Hep iyi söz söylemek, iyi
davranışta bulunmak, yardım
etmek ve yardım etmekten haz
almak.
Hekimliğin esas tarafı bu; hiç
değişmedi ve değişmeyecek
de görünüyor. Öyleyse biz
değişen doğrulardan ziyade
değişmeyecek gibi görünen
iyiliğin peşinde olmalıyız.
Hocam, size çocuk sesi desek ya da
çocuk desek aklınıza ne geliyor? Bir
ağlama sesi, bir bakış, çocuk, nedir
size göre?
- Efendim, en az 3 çeşit
çocuk sesi var. Bir; ihtiyacı
var, altını kirletmiştir veya
bir yerine bir şey batıyor, bir
ihtiyacı var, yardım istiyor. İki;
çocuk varlığını gösteriyor,
orada bulunduğunu ve ihmal
edildiğini hissediyor ve sesini
çıkarıyor ve ben buradayım,
bana bakın demek istiyor.
Üçüncüsü; hasta çocuk sesi var.
Hasta çocuk sesi daha odaya
girerken hemen fark edersiniz,
o, çocuğun hasta olduğunu
işaret ediyor. Esasında daha
başka çocuk sesleri de var,
ama 3 önemlisini dikkate
getirmek isterim.
Hocam sizi çok yorduk. Çok
teşekkür ediyoruz.
- Efendim, ben çok teşekkür
ediyorum. Muvaffakiyetler
diliyorum size ve derginize.
29
Symplicity® Renal Denervasyon Sistemi™ ile Renal Denervasyon (RDN)
Prosedür Genel Bilgileri
Renal Denervasyon’un (RDN) prensipleri nelerdir?
Böbreğe gelen ve böbrekten giden sinirler, hipertansiyon (yüksek kan basıncı) üzerinde yüksek etkiye sahip
sempatik sinir sisteminin hiperaktivitesinde oldukça önemli bir rol oynamaktadır.
Sempatik sinirlerin cerrahi yöntemle bloke edilerek kan basıncının düşürülmesi kanıtlanmış bir methoddur .
Medtronic’ in Symplicity® Renal Denervasyon Sistemi™, bu method üzerine geliştirilmiş yeni bir teknoloij olup,
tedaviye rağmen hedeflenen kan basıncına ulaşılamayan dirençli hipertansiyon hastaları için yeni bir terapi
sunmaktadır.
RND nasıl çalışır?
Tek sefer uygulanan ve renal arter duvarına gönderilen radyo frekans enerjisi ile renal sinirlerin uyutulmasını
sağlayan minimal invaziv bir tekniktir. Renal denervasyonun amacı, renal arter sistemini riske atmadan sempatik
sinir system tafiğini azaltarak kan basıncında sürekli olarak bir düşüş sağlamaktır.
RDN Prosedürü?
Anjioplasti gibi kolay bir endovasküler prosedürüdür, Küçük ve esnek olan ‘Simplicity Renal Denervasyon
Sistemi hekim tarafından femoral artere üst kısmından yerleştirilir ve renal artere ulaştırılır. Renal artere
ulaşıldıktan sonra, cihaz düşük enerjili radyo frekans enerjisi göndererek renal arteri kaplayan sempatik sinirlerin
aktivitesini durdurur. Uygulama minimal invazivdir ve sonrasında hasta üzerinde herhangi bir implant kalmaz,
hasta fonksiyonlarına hızlıca geri döner ve normal hayatına devam eder.
Hasta üzerindeki etkileri nelerdir?
Güncel çalışmalar, dirençli hipertansiyon hastalarında , umut vaad eden kan basıncı düşüşü göstermektedir.
Bu tedavi, kardiyovasküler riski ciddi oranda düşürmekte ve aynı zamanda bazı hastaların ömür boyu
kullanması gereken anti-hipartansif ilaç gereksinimini de azaltabilmektedir.
TÜRKİYE’DE İLK KEZ İLAÇLARLA TEDAVİYE DİRENÇLİ HİPERTANSİYON HASTALARINDA ANKARA
ATATÜRK EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANESİ’NDE RENAL DENERVASYON TEKNİĞİNİN UYGULANMASI
Bu bir ilandır.
Dünyada bazı merkezlerde uygulanan ve hipertansiyon hastalarını
ilgilendiren yeni bir tedavi yöntemini Türkiye’de ilk uygulayan Atatürk
Eğitim Araştırma Hastanesi 1. Kardiyoloji Klinik Şefi Prof. Dr. Mehmet
Bilge oldu.
3 ayrı hastayı bu yöntemle tedavi eden Prof. Dr. Mehmet Bilge bu
özellikli tedavi konusunda şu bilgileri verdi: “Bugüne kadar ilaç,
diyet ve egzersiz ile tedavi edilen hipertansiyon hastaları için bu
yöntem dünyada iki yıldır uygulanıyor. Ölüm nedenleri arasında ön
sıralarda yer alan hipertansiyon, koroner kalp hastalığı, inme, kalp
yetersizliği, böbrek yetersizliği gibi ciddi komplikasyonları ile çok
önemli bir halk sağlığı problemidir. Renal Denervasyon, 3 ya da daha
fazla ilaç kullanmasına rağmen tedaviden sonuç alınamayan ya da
herhangi bir nedenle tansiyon ilacı kullanamayan hastalar için uygun
bir tedavi yöntemidir. Hastayı uyutmadan kasıktan özel kataterler
yardımıyla her iki böbreğe de girilerek yapılan ve yan etkisi çok nadir
yöntemle, beyinden böbreğe ve böbrekten beyne giden, her iki böbrek
damarının etrafında bulunan sempatik sinirler özel bir cihazın ürettiği
radyofrekans yöntemi ile devre dışı bırakılmaktadır. Hasta tedavi
30
sonrası 1 gün içinde taburcu edilebilmekte ve işlem 18 yaş üstü uygun
her yaştaki hastaya uygulanabilmektedir. Hastalar Renal Denervasyon
tedavisi sonrası bir süre daha tansiyon ilacı kullanarak, belirli bir süre
takip edildikten sonra bu ilaçların dozu azaltılabilmektedir. Böbrek ve
kalp gibi organlara zarar veren ve felç riski doğuran yüksek tansiyonun
kontrol altına alınmasıyla bu riskler önemli oranda azaltılabilmektedir.
Türkiye’de ilk kez 3 hipertansiyon hastasına Renal Denervasyon
(Ameliyatsız Minimal İnvazif Yöntemle böbrek sinirlerinin devre
dışı bırakılması) işlemini biz gerçekleştirdik. Bazı hipertansiyon
hastalarının 3’lü, 4’lü ilaç almalarına rağmen kan basınçları düşmüyor.
Böyle hastalara, karın açılmadan kasık damarından girilerek
hipertansiyon oluşumu ve devamında önemli rol oynayan böbrek
sempatik sinirlerinin devre dışı bırakılması işlemi uygulanıyor. Biz
de 3 hastamızda bu özellikli tedaviyi başarıyla uyguladık. Türkiye’de
halen 15 milyon hipertansiyon hastası var. Bunların yaklaşık 1,5
milyon kadarı ciddi hipertansiyon hastası. Bunlar ilaca cevap vermeyen
hastalar. İşte bu grup hastalar renal denervasyon için uygun olduğu
düşünülen hastalardır.”
SAĞLIK&İNSAN
31
SAĞLIK&İNSAN
Gencecik bir yaşta genellikle Anadolu’nun bir köyünde başlarız göreve. Halk bizi ayrı bir
kucaklar, bağrına basar, gönül kapısını sonuna kadar açar bize. Neredeyse hiçbir meslekte
örneği olmaksızın her birimiz mesleğin ilk gününden itibaren idareciyizdir; ya aile sağlığı
merkezinde ya toplum sağlığı merkezinde ya da hastanede.
YAKIN DOKTOR!
Dr. Abdullah KAHYA*
Manisa / Kırkağaç Karakurt-İlyaslar
Aile Sağlığı Merkezi Aile Hekimi
Daha küçücük bir çocuk
iken pek çoğumuz bize
yöneltilen ”Büyüyünce ne
olacaksın?” sualine eminim
hiç düşünmeden “Doktor!”
cevabını verivermişizdir.
Yaşadığımız bu bereketli
topraklarda hekimlik saygın
bir meslektir, bu medeniyetin
insanları hekimi sever ve ona
ayrı bir değer verir. Hekim
güvenilirdir, hekim en mahrem
sırların paylaşılabildiği emin
kişidir.
Gencecik bir yaşta genellikle
Anadolu’nun bir köyünde
başlarız göreve. Halk bizi ayrı
bir kucaklar, bağrına basar,
gönül kapısını sonuna kadar
açar bize. Neredeyse hiçbir
meslekte örneği olmaksızın her
birimiz mesleğin ilk gününden
itibaren idareciyizdir; ya
aile sağlığı merkezinde ya
toplum sağlığı merkezinde ya
da hastanede. Doğumunun
çok öncesinden başlayarak
ölümüne kadar.
32
Hayatının her döneminde
acısıyla, kederiyle, sevinciyle
insanla iç içedir hekimlik
mesleği. Bu meslek insanı
sevme, onu hiçbir zaman hor
görmeme ve Yaradan’dan
ötürü yaratılanı aziz bilme
mesleğidir. Bir kimse başka
bir kimsenin tenine iğne
ucunu bile dokunduramazken,
hekim bilimsel ve ahlâki olmak
kaydıyla insan vücuduna
müdahale hakkı olan ve
yasayla yetkilendirilen yegâne
kişidir.
Bugün bir çok meslektaşımız
gibi biz de hekimliğin farklı
bir boyutunu yaşıyoruz, yeni
deneyimler ediniyoruz.
Şimdi adımız “Aile Hekimi”.
Güzel bir isim değil mi?
Hemen de benimsedik.
Aile hekimliği uzmanı
arkadaşlarımıza haksızlık
olmasın, onların yeri ayrı ama
birey olarak da toplum olarak
da çabucak kabullendik bu
ismi.
Hepimiz tedirgindik
başlangıçta, bilinmeyen insanı
ürpertir. Ya bir yanda bardağın
dolu tarafını görmeyi tercih
edenler, bir yanda bardak
hepten boş kalacak kaygısı
yaşayanlar ya da bardak kırıldı
kırılacak diyenler.
Diğer yanda kader ortaklarımız,
hizmette yoldaşlarımız ebe,
hemşire ve sağlık memuru
arkadaşlarımızın bize oranla
daha derinden yaşadığı ne
olacak, nasıl olacak, sonu
nereye varacak ve geleceğimiz
nasıl şekillenecek endişesi.
Bir yanda güzel, çok güzel
olacak diyenler, bir yanda
hiçbir yere kıpırdamayın bir
yıla kalmaz bu sistem iflas eder,
her şey geriye döner diyenler.
Diğer tarafta ise vatandaşımız
da merakla soruyordu: “Sağlık
ocağındaki Dr. Osman ile Aile
Hekimi Dr. Osman arasında ne
fark olacak ki?”
SAĞLIK&İNSAN
Gerçi onlar açısından
bakıldığında medyadaki
pek çok habere göre bu aile
hekimliği fena bir şeye de
benzemiyordu.
Evet o günleri hep birlikte
yaşadık, biz de bu süreci
bir Verem Savaş Dispanseri
hekimi, uyum eğitimleri
döneminde bir eğitimci,
Aile Hekimliği’ne geçiş ve
sonrasında Sağlık Grup
Başkanı ve Toplum Sağlığı
Merkezi sorumlu tabibi, en
sonunda da bir aile hekimi
olarak çok yönlü gözlemleme
fırsatı bulduk. Size Manisa
gibi sürecin çok sağlıklı
işlediği, bakanlık, valilik,
sağlık il müdürlüğü,hekimsağlık çalışanı, vatandaş
koordinasyonunun olabilecek
en iyi düzeyde oluştuğu bir il
üzerinden değerlendirmelerde
bulunmak istiyorum.
Başlangıçta bir kısım
meslektaşımız, kendilerine
has mesleki duyarlılıkları
nedeniyle bazı konularda
haklı olarak tedirgindiler,
endişeleniyorlardı ya aşı
oranları düşer, gebe ve
bebek takipleri aksarsa
diye. Hem sonra var olan
oturmuş bir sistem daha da
iyileştirilebilecekken bu kadar
reformist bir adım atılması
gerçekten gerekli miydi?
daha iyi noktalara geldi. Yeni
doğan ve erişkinlere yönelik
tarama programları başarıyla
yürütüldü.
Kronik hava yolu hastalıkları
ile mücadelede ve tüberküloz
tedavisinin olmazsa olmazı
doğrudan gözetimli tedavi
(DGT)’de ilgili kurumlara büyük
destek verildi. Birey ve toplum
ruh sağlığı bölgesel bazda
daha yakından takip edilir hale
geldi.
İlk defa obezite ile mücadele
halkın gündemine bu kadar
girdi. Sigarayı bıraktırma
konusu sürekli gündemde
tutuldu. İkinci ve üçüncü
basamağa direkt başvurularda
ciddi azalma gözlendi.
Maliyet etkin bir tablo ortaya
çıktı. Bu ve benzeri örnekler
çoğaltılabilir.
Bu başarılar bakanlık
kademelerinden başlayarak
köydeki tek birimli aile sağlığı
merkezi çalışanlarına kadar bir
bütünün parçaları tarafından
elde edilmiştir. Ancak göz ardı
edilmemelidir ki bu başarıdaki
en büyük pay, doğal olarak bir
sistemin tümden değişmesi
sırasında yaşanabilecek tüm
olumsuzlukları bizzat yaşayan,
sık yönetmelik değişiklikleri
ile hayata geçirilmesi istenen
yepyeni uygulamaları,
aksatmaması gereken rutin
işlerinin yanı sıra sabır ve
bazen binbir zahmetle yerine
getiren, bugün de 14 Mart Tıp
Bayramını onurla kutlamayı
haketmiş olan hekim, ebe,
hemşire, sağlık memuru ve
yardımcı personele aittir.
Bugün bu soruların cevabını
daha net olarak verebiliyoruz:
İstatistiklere göre aşı oranları
düşmedi yükseldi. Bulaşıcı
hastalıklarda korkulduğu
gibi bir yükseliş trendine
girilmediği gibi bazı hastalıklar
tamamen elimine edildi.
Gebe tespit oranları çok
daha iyi rakamlara taşındı.
Loğusa, bebek izlemleri
tek aile sağlığı elemanı ile
çalışmanın zorluklarına rağmen
33
SAĞLIK&İNSAN
zincirin sadece buzdolabındaki
aşı kutuları ve su şişelerinin yeri
demek olmadığı bu çabalarla
daha bir anlam bulmuştur
sanıyorum.
Daha önce mahalle gezisi
yapan ebemizin ev ziyareti
sırasında ya da ailenin
kendi başvurusu halinde ilk
haftalarda haberdar olunan
doğumlar, daha ilk günden
bilgisayar ekranına düşer hale
gelmiştir.
Evet, Aile Hekimliği ile
Türkiyemizde ne değişti?
Manisa örneğiyle devam
etmek istiyorum. Başka bir
resmi kurumda benzeri
bulunamayacak şekilde
neredeyse hepimizin çalışma
yeri değişmesine rağmen
bakanlığımızın da motive
edici ve ikamet konusunda
olduğu gibi kolaylaştırıcı
uygulamaları sonucu sorunsuz
denebilecek bir adaptasyon
süreci yaşanmıştır; bu süreç
not edilmeye değer bir
süreçtir.Nüfus çok kısa sürede
ve çok sağlıklı bir şekilde
kayıt altına alınmıştır, öyle ki
TÜİK verileri ile kıyaslanabilir
hale gelmiştir. Manisa ilinde
sağlık müdürlüğünden bir
hekim arkadaşımız ve ekibinin
emeği sonucu oluşturulan aile
hekimliği bilgi sistemi (AHBS)
yazılımı ise bize beraberinde
pek çok kolaylık getirmiştir.
Kayıt, takip, arşiv, bilgilendirme
gibi hizmetlerin yanı sıra
örneğin kayıtlı kişilerin hekim
değişiklikleri de mobil imza
ile sistem üzerinden kolayca
yapılabilir hale gelmiştir.
34
Bir çok ham bilgi kullanılabilir,
işlenmiş veri haline
dönüşmüştür. Beşinci çalışma
grubunda Aile Hekimliği
Dernekleri Federasyonu
temsilcisi olarak üyesi
bulunduğum GARD Türkiye
çalışmalarına da bu yazılım
önemli veri desteği sağlamıştır.
Aile hekimliği ile bebek, gebe
ya da bir yetişkine yapılan her
aşı kağıt üzerinde çetelenen bir
bilgi olmaktan çıkmış, tek tek
T.C. kimlik numarası ile takip
edilebilir, güvenilir istatistiki
bir bilgi haline gelmiştir.
Yine yazılım ekranından,
buzdolabımıza yerleştirdiğimiz
bir aparat sayesinde
dolabımızın ısısını uzaktan
takip edebilir hale geldik,
eğer ısı sınırları aşıldıysa
ya da buzdolabımızdan
veri akışı kesildiyse Sağlık İl
Müdürlüğünden gelen SMS
mesajı ile anında önlem
alabiliyoruz. İlginçtir, iş
yerimize girdiğimizde yardımcı
personelimize sorduğumuz
ilk sorulardan biri jeneratörün
yakıtının ne durumda
olduğudur, böylece soğuk
Gece gerçekleşen doğumun
hemen ertesi günü daha
hastanedeyken aileyi tebrik
etmek, anne ile bebeğin
sağlık durumunu öğrenmek
için aranan ve bundan sonraki
işlemler için bilgilendirilen
vatandaşımızın yaşadığı
duygular ile bizim yaşadığımız,
konuya ve yaptığımız işe hakim
olma hissi de Aile Hekimliğinin
ne olduğunun ve neleri
değiştirdiğinin tam tamına
cevabıdır sanırım.
Bireylere: ”Sizler bana madden
ve manen zimmetlisiniz, ben
sizden mesulüm, gücüm ve
bilgim yettiğince sizinleyim,
hastalıkta ve sağlıkta sizinle
beraberim” mesajı bundan
daha güzel nasıl verilebilir?
Bize kayıtlı bir hanımefendinin
bir kadın hastalıkları ve doğum
uzmanına başvurup gebelik
tanısı almasının ardından
belki daha o, bu bilgiyi hiçbir
yakınıyla paylaşmadan,
durumunun 15-49 yaş kadın
izlem ekranına yansıması
sonucu ebe ya da hemşire
hanımın kendisini arayarak
mahremiyet sınırlarını da
incelikle gözeterek konuyu
nazikçe sorgulaması sağlıkta
neyin değiştiğinin herhalde
diğer bir güzel göstergesidir.
SAĞLIK&İNSAN
Dışarıda yağan karda, aile
sağlığı merkezinin yolunu
yürüyerek kat etmiş, en az
kendisi kadar yaşı olan kocasını
da kendine baston edinmiş
yaşlı teyzenin daha kapıdan
girer girmez karşılaştığı sıcak
ve nezih ortam nedeniyle
yüzünde beliriveren tebessüm,
o ortamı hazırlayana kadar
katlandığımız tüm sıkıntı
ve meşakkatleri nasıl olur
da unutturmaz ve derin bir
haz duymamızı sağlamaz?
Performans kriterleri optimum
hedeflerin yakalanması
açısından teşvik edici olabilir
ama hepimizin sahip olduğu
gönül kriterleri hiçbir ölçü
birimi ile ölçülemez ve
performansının da sınırı yoktur.
Beş yaşındaki çocuk hastamız
annesine “beni yakın doktora
götürün, o beni çok seviyor”
dediğinde “yakın doktor”
kelimesi kadar Aile Hekimini
hangi sözcük daha iyi
tanımlayabilir.
Evet aile hekiminiz size en
yakın doktordur, sadece
bedeninize değil ruhunuza
ve sosyal hayatınıza da
sağlık katabilmek için size
yakındır. Toparlayıcıdır aile
hekimi, bazen hastaneye sevk
ettiğiniz hasta tüm tetkiklerini
getirir bir de sen bakıver der,
bazen de köprü olursunuz
uzman dostunuzun bilgi ve
yeteneğine, hastanızı en kısa
yoldan ona ulaştırırsınız.
Bu kadar disiplinize bir
yapılanmanın daha da önemlisi
halk yararına bir değişimin kime
zararı dokunmuş olabilir ki?
Devam edelim, gezici
hizmet sayesinde hekim
ayağı değmemiş yerleşim
yeri kalmamıştır, bu hizmet
dahilinde hasta baktığımız
bazen bir kahvehane
köşesi, bazen de bir muhtar
odası önünde, ayda bir
reçete edilmesi gereken
hipertansiyon, diyabet
gibi kronik hastalıklarının
ilaç kutuları elinde bizi
bekleyenlerin memnuniyeti ya
da ateşi yükselmiş bebeğini
kucağına alıp gelmiş annenin
hissiyatı, hizmetin adı ne
olursa olsun elbette önemli
değil midir? Halbuki bizler
o mütevazi şartları bile
oluşturabilmek için çoğunlukla
zorlanmakta, çeşitli problemler
yaşamaktayız ama yine de o
köyden ayrılırken gönlü rahat
bir şekilde görevini yerine
getirmiş olmanın huzuruyla
başka bir köye hizmeti taşımak
için yollara düşeriz.
Beş yaşındaki çocuk
hastamız annesine
“beni yakın doktora
götürün, o beni çok
seviyor” dediğinde
“yakın doktor” kelimesi
kadar Aile Hekimini
hangi sözcük daha iyi
tanımlayabilir.
Evet aile hekiminiz size
en yakın doktordur,
sadece bedeninize değil
ruhunuza ve sosyal
hayatınıza da sağlık
katabilmek için size
yakındır.
Daha da ne değişti derseniz o
kadar çok şey değişti ki. Bunlar
için aile hekimliği olmalı mıydı
ya da benzerleri önceden de
vardı diyebilir kimileri ama
reformlar sistemleri değiştirir,
sistem de kapsadığı her şeyi.
35
SAĞLIK&İNSAN
Aile sağlığı elemanı ismine
alışamasalar da ebe ve
hemşirelerimiz görevlerini
öyle bir duyarlılıkla ifa
ederler ki her türlü takdire
şayandırlar. İkiz gebeliği
olan ve takiplerinde hiçbir
risk faktörü öngörülmeyen
bir gebemizin, hamileliğinin
yedinci ayında, bir sabah bizi
telefonla arayarak telaş içinde:’
bir tanesini doğurdum,yetişin’
dediğindeki halimizi siz
tasavvur edin.
Yüz gelişi doğan, göbeğini
kestiğimiz, sonra da adı
adımız olacak erkek bebeği
biz hastaneye yetiştirirken,
112 ekibine teslim ettiğimiz
annenin ve hastanede kol
gelişi ile doğan kız bebeğinin
sağ salim hallerini gördükten
sonra, orada birbirine sarılıp
ağlayan ebe ve sağlık evi
hemşiremin durumunu hangi
sözcükler ifade edebilir.
Bunlar aile hekimliğine
geçilmeden de yaşanabilirdi
ama sonuçta biz sağlıkçılar
bu sayede kendimizi daha
fazla aileyle içiçe hissediyor
ve onlar da bebeklerine
ismimizi verecek kadar bizleri
kendilerinden görüyorlarsa
adı öyle konmamış olsaydı bile
gerçekten bu durum o ailenin
hekimliği değil de nedir? Evet
biz onlarla hayatlarının her
döneminde beraberiz, bazen
bir doğumun sevincini paylaşır,
bazen de evinde bir çok kez
çayını içtiğimiz, kimbilir ne
günler görmüş geçirmiş bir
koca çınarı, bir servinin dibine
emanet ederiz sessiz göz
yaşlarımızla. Bazı dostlarımın
aile hekimliğinde her şey çok
mu yolunda, aksayan hiçbir
yanı da mı yok dediklerini işitir
gibiyim.
36
Elbette haksız da değiller,
ama gelinen noktada hoşnut
olunacak güzellikleri görüp
ilerisi için daha da ümitvar
olmamızın önünde hangi engel
var? Tabii ki hastalarımız ya
da sağlıklı bireyler aile sağlığı
merkezimize geldiklerinde
bizi aşırı poliklinik yükü
altında bezmiş görmesinler,
asıl görevimiz olan koruyucu
sağlık hizmetlerine daha
çok zaman ayıralım isteriz.
Bunca yoğunluğun içinde
karmaşık sınıf detaylarıyla
uğraşacağımıza herkes A sınıfı
hizmet alsın, vatandaşımız aile
sağlığı merkezine hele hele
tek hekimli köy aile sağlığı
birimine başvurduğunda,
hekiminiz bugün acilde
nöbetçi ya da şu an otopside
cevabını alıp geri dönmesin de
isteriz, hâlâ hükümet tabibi ya
da klasik sağlık ocağı mevzuatı
çerçevesinde değerlendirilip
incitilmek de istemeyiz,
bunca saydığımız çabalardan
yorgun düşen yüzlerce tek
çalışan meslektaşımızın
diğerleri gibi senelik iznini
rahatça kullanabilmesini de
arzularız. Manisa örneğinde
olduğu gibi sivil örgütümüz
olan bizim de yönetiminde
görev aldığımız Manisa
Aile Hekimleri Derneğimiz
(MAHED) ve çatı örgütümüz
Aile Hekimliği Dernekleri
Federasyonu (AHEF) ile
empati yeteneklerinin en üst
düzeyde olduğuna inandığımız
ve zaten aramızdan çıkmış,
bizden birileri olarak bildiğimiz
yöneticilerimizin, hiçbir kör
ideolojinin esiri olmadan
ülkemiz, halkımız ve sağlık
camiamız için en hayırlı
sonuçları elde edeceklerine
dair inancımız da tamdır.
Bizim de eksiklerimiz
olabilir ancak niyet iyi ise
akıbet de iyi olacaktır. Bu
duygular içinde 14 Mart
Tıp Bayramınızı kutluyor ve
başta sayın bakanımız Prof.
Dr. Recep Akdağ olmak üzere
aile hekimliği uygulamasına
geçişte bu vizyonu çizen,
destek olan ve bundan sonra
da her türlü iyileştirmeye
katkı sunacak olanlara da
teşekkürlerimizi arzediyorum.
SAĞLIK&İNSAN
37
SAĞLIK&İNSAN
Hekim Gözüyle
Yeryüzünden Notlar
(Yeryüzü Doktorlarının Hikayesi)
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Yönetim Kurulu Başkanı
Uzm. Dr. İlker İnanç BALKAN
Gönüllü
Yeryüzü Doktorları Türkiye
38
SAĞLIK&İNSAN
Resimde görülen ihtiyar zat
Kenya Mombasa’da yaşayan
bir yeryüzü sakini. 75 yaşında.
İdrar yolunda tıkanma olmuş,
doktorlar normal yoldan sonda
takamayınca göbek altından
delerek karnına bir boru
yerleştirmişti.
Son 7 senedir idrarı bu
borudan bir torbaya geliyordu.
Kenya’da sosyal güvenlik
sistemi olmadığından özel
ve devlet hastanelerinde
ameliyatını yaptıramadı, buna
maddi imkanları yetmiyordu.
Bir ay önce radyoda bir
anons duydu, yeryüzünün bir
yerlerinden onun vatanına,
şehrine ürologlar gelecek ve
Sayyida Fatimah hastanesinde
prostat ameliyatları
yapacaklardı.
Hem de kesip biçmeden,
kapalı yolla, endoskopik
olarak. Bu hastane bir hayır
cemiyetince destekleniyordu,
ameliyatı için bir ücret ödemesi
gerekmeyecekti. Karar verdi,
müracaat etti.
Tetkikleri yapılarak ameliyat
için hazırlandı ve hayatının
dönüm noktası olacak günü
beklemeye başladı.
12 Ocak 2011 sabahı, o
hastanede, orada ve her
yerde olmak için adanmış
yeryüzü doktorlarınca ameliyat
edildi. Hayatının ilk ameliyat
tecrübesiydi bu. Korkuyor,
titriyordu.
Spinal anesteziyle yapılan
ameliyatı sırasında kendisine
“iyi misin babacığım” diye
soranlara çenesi titrediğinden
cevap veremiyordu.
Çok değil, 40 dakika sonra
ameliyatı bittiğinde ise yıllardır
olmadığı kadar mutluluk
doluydu.
Kenya/Mombassa, prostat ameliyatı.
İnanamıyordu, 7 yıldır hayatının
her saniyesini birlikte geçirdiği
idrar torbasından kurtulmak,
herkes gibi gönlünce
sokaklarda dolaşmak,
torunlarını özgürce sevmek.
Kenya’da, Mombasa’da...
Hayatın tadına yeniden
varan 75’lik bir ihtiyar,
bilmediği, tanımadığı, belki
bir daha hiç görmeyeceği
“Yeryüzü Doktorları”na dua
ediyor, insanlığın var olduğuna
ve yerküresi döndükçe iyiliğin
var olacağına bir kez daha
inanıyordu...
Tıpkı hastane bahçesinden
torununa tutunarak yürüyen
bir âmâ olarak girip, gözüne
konulan Türkiye’den getirilmiş
yeni mercekle yeryüzünün yedi
rengine yeniden kavuşarak
hastaneden çıkan katarakt
hastası binlerce Afrikalı
kaderdaşı gibi…
Tıpkı, hastane bahçelerinde
ağaç gölgelerine serdikleri
hasırların üstünde, aylarca
hatta yıllarca kendilerini
ameliyat edecek bir cerrahın
gelmesi için bekleyen çaresiz
“fistül” hastası Nijerli kız
kardeşleri gibi…
İstanbul’dan kalkıp 65 saat
süren bir yolculuktan sonra
Maradi Devlet Hastanesine
ulaşan kadın doğum uzmanları,
gördükleri tablo karşısında
önce irkilirler, sonra derhal
her açıdan harabeyi andıran
hastaneyi Türkiye’den
getirdikleri teçhizat, ilaç,
malzeme, tecrübe, disiplin
ve tebessüm ile bir fakülteye
çevirirler ve hastanenin
cerrahlarını ekiplerine alarak
ameliyatlara başlarlar. Bu
hastanede döner sermaye
yoktur, mesai yoktur, öğle
yemeği yoktur.
Yoğun bakım yoktur, genel
anestezi imkanı yoktur, anında
her malzemeyi hazır eden
ameliyathane ekibi yoktur, bir
ilave tetkik gerekse laboratuvar
yoktur.
Hasta yatağı varsa bile çarşafı
yoktur, yastığı yoktur, serum
askısı yoktur, yoktur, yoktur…
Yokluklar içinde besmele ile
çiçek gibi uyutulur hastalar,
güzelce dikilir rahimden
mesaneye uzanan, yıllarca
hastayı idrar kokusuna
mahkum eden “fistül” yarıkları.
39
SAĞLIK&İNSAN
Yeni bir hayata uyanır hastalar,
çiçekler açar ürkek yüzlerinde.
Diğer anneye gelir sıra.
Ameliyat sonrası takipler
için, hatta benzer vakaların
ameliyatı için artık hastanenin
Nijerli cerrahları da yeterli
özgüven ve tecrübeye sahiptir.
Bir yıl sonra aynı şehre gelecek
yeni Yeryüzü Doktorları ekibi
ameliyat sonrası geç dönem
komplikasyonlar açısından eski
hastaların kontrollerini yapacak
ve işte bu mutluluk karesini
resimleyeceklerdir…
Hastalar bir bir doktorlarına
emanet edilir ve veda vakti
gelmiştir. Son gün, Türkiye’den
getirilen cömertliğin kesesi
açılır ve hastane bahçesinde
kurbanlar kesilerek misli
görülmemiş bir ziyafet verilir.
Haftalar içinde iyileşip
evlerine dönen anneler artık
fistül nedeniyle doğumlarda
çocuklarının, tekrarlayan
enfeksiyonlar nedeniyle
evlerinin sorumluluğunu yerine
getiremez hale gelip eşlerini,
yıllarca yaydıkları iltihaplı idrar
kokusu nedeniyle itibarlarını
kaybetmiş olmanın ızdırabını
değil; eşlerine, çocuklarına,
sevdiklerine, sağlıklı bir
hayata kavuşmanın coşkusunu
giymişlerdir…
Onu ameliyat edecek bir
cerrah olmadığından,
karnından midesine
yerleştirilmiş bir borudan
beslenerek ölümü bekliyordu.
Bu drama tanık olan Yeryüzü
Doktorları arasında, ömrünü
yeryüzünün muhtaç ve
mazlumlarına adamış bir
güzel insan vardı. Harun
Cansız, bir kulak-burun-boğaz
profesörüydü.
Karar verildi, hasta Medine
Hastanesinin derme-çatma
ameliyathanesinde uyutuldu.
Nijer/Maradi: Bir fistül hikayesi: Mutlu son.
Bir hikaye de Somali’den…
Açlık ve kuraklığın milyonlarca
insanı yerinden yurdundan
kopardığı, bir umudun peşinde
adım adım tükenen bedenlerin
sıcak kumlara cansız uzandığı,
çocukların “Anne su yok mu?”
diye inleyerek sabahladığı
Somali’den…
Yolları Mogadişu Medine
Hastanesine düşmüştü Yeryüzü
Doktorlarının… Bir köşede,
iki büklüm 40 yaşlarında bir
kadına rastladılar. Adına, gelin
biz “Ayşe” diyelim bu hikayede.
Ayşe, nefes almakta
zorlanıyordu, bir deri-bir kemik
kalmıştı adeta.
40
Sordular, “Derdi nedir?”
diye. Anladılar ki, boğazında
oturmuş ve hem yemek
borusunu, hem soluk borusunu
tıkayan bir tümör yüzünden bu
haldeydi Ayşe.
Anestezi cihazı yoktu, maske
ve balon kullanıldı; koter
cihazı yoktu, kanayan her
damar tek tek iplikle bağlandı;
majör ameliyat seti yoktu, ele
ne geçerse onunla yapıldı
ameliyatı Ayşe’nin.
Yaklaşık iki saat sonra,
boğazına bir yumruk
gibi oturan, onu boğan,
onu dermansız bırakan
tümöründen kurtulmuştu bile...
Birkaç gün sonra tekrar
çocuklarını kucağına alacak,
onlarla fakir ama mutlu
sofralarına oturacak olan
Ayşe, bilmese de, tanımasa
da ezelde kardeş olduğu
bir insan evladının, bir
Yeryüzü Doktorunun elinden
şifa bulmuş, ebede kadar
söylenecek bir kardeşlik
türküsünün dizeleri olmuştu
artık…
SAĞLIK&İNSAN
Buradaki düşüncenin
kökeninin: Dicle’nin kenarında
bir kurt bir koyunu yediği
zaman, bunun sorumluluğunu
yüreğinde hisseden, Hz.
Ömer’in duygu dünyası
olduğunu söyleyebilirim.
Yeryüzü Doktorları olarak çıkış
noktamız budur.
Somali. Prof. Dr. Harun Cansız, ameliyat
ettiği hastasıyla.
İşte Yeryüzü Doktorları olarak
sağlık yardımı götürdüğümüz
her ülkede buna benzer
hikayelerin içinden geçiyoruz.
Aslında o kadar yoğun bir
tempo ile yürüyor ki çalışmalar,
çoğu zaman biriken hikayeleri
kaydetme imkanı bulamıyoruz.
İnsani yardım çalışmaları
gönüllülük esası ile yürüdüğü
için göreve çıkanlar Türkiye’de
çalıştığı kurumda normal
çalışma temposunu arttırarak
zaman üretiyor. Yani mesela
Afrika’ya gidip döndüğünüzde
sizi bekleyen iş yükü her
zamankinden daha fazla
olabiliyor. Biz de şair İsmet
Özel’in dediği gibi diyoruz:
“Önce yap, sonra açıklarsın.
Bilgece yap. Yani koruyarak,
yani için titreyerek, yani
yıkılmasın diye...”
Mart 2012 itibariyle, listemizde
1.100’ü ülkemizden olmak
üzere toplam 3.500 kadar
gönüllü bulunmaktadır.
Bunların çoğunluğu sağlık
çalışanıdır.
Yeryüzü Doktorları, bugüne
kadar dört kıtada 30 kadar
ülkeye tıbbi ve insani yardım
ulaştırmıştır.
Bunlar arasında Sudan,
Inguşetya, Kongo, Filistin,
Sierra Leone, Gana, Hindistan,
Kenya, Bangladeş, Nijer, Sri
Lanka, Bosna, Irak, Kosova,
Guatemala, Makedonya,
Endonezya, Lübnan,
Afganistan, Pakistan, GineBissau, Gürcistan, Somali,
Yemen, Kırgızistan ve Suriye
sayılabilir.
Bu satırların kaleme alındığı
günlerde Somali’nin
başkenti Mogadişu’da 62
yataklı Yeryüzü Doktorları
Şifa Hastanesinin açılışı
gerçekleşiyor; Gazze’de
birikmiş komplike vakaların
ameliyatı ve cerrahi eğitim
görevlerini tamamlayan
ekibimiz yurda dönüyor;
“Kardeş Coğrafyalarda Sağlık
Baharı” projesi kapsamında
Suriye’den komşu ülkelere
sığınan yaralı ve hasta
mültecilere yönelik sağlık
hizmeti koordine ediliyor;
kardeş ülke Azerbaycan’a
cerrahi branşlarda tıbbi
yardım ve eğitim desteği
götürmek üzere yola çıkmak
için hazırlanan akademisyen
ekibimizin hazırlıkları sürüyor
ve Nijer’de 5 milyon 400
bin insanı ölüm riski ile karşı
karşıya bırakan kuraklığa bağlı
açlıkla mücadele kapsamında
bir yandan doğrudan gıda
yardımına devam ediliyor, bir
yandan da kalıcı beslenme
merkezleri kurulması yönünde
çeşitli kurumlarla işbirliği
arayışı devam ediyordu.
Biz, yeryüzünün neresinde
temel insani ihtiyaçlardan
–ki bunun biz sağlıkçı
olduğumuz için sağlık tarafıyla
ilgileniyoruz–insani ve tıbbi
temel ihtiyaçlardan mahrum
bir insan varsa, bundan bir
ölçüde bizim de sorumlu
olduğumuz düşüncesindeyiz.
41
SAĞLIK&İNSAN
Derneğin yurt içinde yürüttüğü
yardım çalışmalarının
kapsamı da her geçen gün
genişlemektedir.
Yeryüzü Doktorları Mogadişu Şifa hastanesi açılışı.
İnsanoğlu, bazen doğal
afetlerden daha fazla
yekdiğerinin hayatını tehdit
eder ve sağlığı, esenliği,
dirliği tahrip eder. İşte,
dünyanın birçok yerinde,
dış ve iç savaşlar nedeniyle,
sağlık sisteminin, kurumlarının
zarar gördüğü, dolayısıyla
insanların temel sağlık
ihtiyaçlarının yeterince
karşılanamadığı durumlarda,
Yeryüzü Doktorları devreye
girmekte ve tıbbi yardım
sağlamaktadır. Yardımlar,
derneğimizin İngiltere
Manchester’daki genel merkezi
“Doctors Worldwide”
ile birlikte kararlaştırılarak
yürütülmekte ve dünyanın
her yerine dağılmış bağışçı
ve gönüllülerimiz tarafından
finanse edilmektedir.
Yıkılmış sağlık kurumları
onarılıp donatılmakta, anaçocuk sağlığı hizmetleri
verilmekte, binlerce sünnet
ve küçük operasyon
yapılmakta, kitlesel sağlık
taramaları, salgın hastalıkların
önlenmesi çalışmaları
42
gerçekleştirilmektedir. Ayrıca,
savaşlar, zulümler, afetler
sebebiyle akıl ve ruh sağlığı
tehdit altında olan erişkin ve
çocukların rehabilitasyonu
amacıyla, bu alanda çalışan
sağlık elemanlarına daha
önce Sri Lanka’da, Filistin’de,
İstanbul’da olduğu gibi en
yetkili uzmanlarca eğitim
seminerleri ve kurslar
verilmektedir.
Van depreminin ilk
saatlerinden itibaren
bölgeye ulaşan YYD-SAR
(Yeryüzü Doktorları AramaKurtarma) ekiplerinin başarılı
çalışmalarının yanı sıra, gerek
Gevaş Devlet Hastanesinde
kurulan mobil sahra hastanesi,
gerek gezici ayaktan
sağlık hizmeti ve psikolojik
rehabilitasyon ekipleriyle
bölge halkının yanında
olmuştur, olmaya devam
etmektedir.
Yoksul çocukların sünnetinden,
çeşitli illerimizin kırsal
bölgelerinde yürütülen sağlık
hizmeti çalışmalarına veya
İzmir Basmane’de olduğu
gibi zor koşullarda yaşam
mücadelesi veren kaçak
göçmenlere götürülen
sağlık taraması, aşılama ve
ayaktan tedavi hizmetleri gibi
çeşitli yurt içi projeler de bu
kapsamda sayılabilir.
Mogadişu / Somali’de beslenme yetersizliğinden ölmek üzere olan bir çocuk.
SAĞLIK&İNSAN
Kabre indiğinizde toprak olan
yine toprağa döner, üstünüzü
biriktirdikleriniz örter.
İşte o yüzden ben de kendi
adıma, Yeryüzü Doktorları
gönüllüsü, şair-doktor Levent
Dalar gibi, “yoksul, mazlum
çocukların gülümsemelerini;
acısı dinmiş bir annenin
yüzündeki rahatlamayı,
gerçekten sevildiğini gören
bir insanın gözündeki ışıltıyı
biriktiriyorum.
Yeryüzü Doktorları Van depreminin yaralarını sarmak için yollarda.
Biz Yeryüzü Doktorları ailesi
olarak, Yaradan’ın insana
bahşettiği en güzel duygu olan
“merhamet”i, yeryüzündeki en
erdemli eylem olan “iyilik”e
dönüştürmek için yola çıktık.
“Bir insana hayat veren, bütün
insanlığa hayat vermiş gibidir”
düsturuna inandık.
Merhametin ve iyiliğin sınırları
aştığı, mutlu ve huzurlu
insanların özgürce dolaştığı,
adil ve müreffeh bir dünyada
yaşamak yeryüzünün tüm
sakinlerinin en doğal hakkı.
Açlığın, sefaletin, çaresizliğin,
savaşların ve bunların
neden olduğu hastalıkların,
sakatlıkların olmadığı bir dünya
mümkün mü? Neden olmasın?
Tüm ömrün amacı budur.
Bunun için para biriktirir,
zenginlik güçtür. Şan ve şöhret
biriktirmek ister, itibar güçtür.
Adalelerini geliştirir.
Güçlü ve değerli hissetmek
için biriktir de biriktirir. Ama
zaman bunların hepsini sizden
”Mezara indiğimde
biriktirdiğim her şey geri
alınacak, toprak olan yine
toprak olacaksa, çocuk
gülümsemeleri benden
dünyaya geri döndüğünde
dünya daha aydınlık olur belki.
Üstüme kendi biriktirdiklerim
devrilecekse, altında kaldığım
ağırlığı daha kolay taşırım
belki.
Belki burada biriktirdiğim
birkaç dua gelir ve tanıklık
eder bana “orada ve her
yerde…”
geri alır.
Şair İbrahim Tenekeci, “Ölüm
biriktirdiğin şeylerin altında
kalmak olmalı” diyor.
İnsan kısacık ömründe neler
biriktirebilir? Neden biriktirmek
ister? İnsan, kendine itiraf
etmese, etmekten korksa da
çok güçsüz, minicik olduğunu
bilir. Büyümek ve güçlü olmak
ister.
Yeryüzü Doktorları ekibi, Van Gevaş Sahra Hastanemizin önünde.
43
SAĞLIK&İNSAN
Yaşamın Kıyısında
Bir Doktor…
Dr. Ali İhsan AVAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hekimi
44
SAĞLIK&İNSAN
Yaşadığımı, doktorluğa ilk
başladığımda hissettim.
Hastaneye, bir ibadethaneye
gider gibi koşa koşa gittim,
mutluydum. Ayda 400 saat
çalışıyordum. Sanki bir
şeyleri unutmak, geçmişin
intikamını almak istiyordum.
İşe yaramaz, pısırık Ali
İhsan’dan insan hayatı
kurtaran, yaşama müdahil
olan bir Ali İhsan olmuştum.
Artık o küçük köylü çocuk
değil, yaşama karşı
hoşgörülü, dışa dönük, aydın,
gelişmelere ve yeniliklere
açık, yüreğinden kini ve
nefreti atmış bir Ali İhsan.
Arkadaşlarının ve dostlarının
Dr. Alex’i. Güzel gülen,
arkadaşlarının gülmesine
güldükleri Alex.
İlkokul 2. sınıfın son
günüydü. Karne sevincim,
komşu kızının üzerime su
serpmesiyle son bulmuştu.
Üzerime serpilen sudan
kaçmak isterken düşmüş
ve (o güne kadar ailemin
Sağlık ve İnsan Dergisi
tarafından hem bir hekim
hem de bir hasta olarak
duygularımı dile getirmem
istendiğinde, yaşamımın
çeşitli kesitlerini sunmak,
hayatı algılama biçimimi ya da
hayattan payıma düşeni sizlerle
paylaşmak istedim…
Yaşamı, insanların ne kadar
basit algıladığını düşünürdüm.
Yaşadığım olaylar neticesinde
bunun gerçek olduğunu,
yaşamın bir çizgi olduğunu
öğrendim. Bir gün gribal bir
enfeksiyona yakalandım. 1
hafta devam etti.
bilmediği ve daha sonra
da doktorların yanlış tanı
koyduğu) akciğerlerimdeki
kistler patlamıştı. Ailem
durumu bilmediği için beni
5 gün evde tutmuş, daha
sonra ilçe devlet hastanesine
götürmüşlerdi. Buradaki
doktor, yanlış teşhis koymuş
ve 7 gün zatürree tedavisi
uygulamıştı. Yaklaşık 3
hafta sonra–koma halindesepsis olmuş–doğru teşhis
konulabilmiş ve umutsuz bir
şekilde ameliyata alınmıştım.
İlkokul 2. sınıfta başlayan ve
ortaokul 2 ile lise 1. sınıfta da
devam eden ameliyat süreci
başlamıştı. Bu ameliyatlar
sonrasında sağ akciğerimin
üçte ikisini kaybetmiştim.
Kistin vücuduma yayılması
nedeniyle hayatımın
büyük bir bölümü bu
kistle mücadeleyle geçti.
Bu kist nedeniyle en son
böbreklerimi de kaybettim.
Halen bu kistle mücadele
ediyorum…
Yaklaşık 1 aylık tedavinin
ardından yaşamımın diyalize
bağlı devam edeceğini
öğrendim.
Çoğumuz diyaliz makinesinin
ne olduğunu bilmeyiz. Bilse
bile sadece televizyonlarda
görmüştür. Kablolar, kocaman
bir alet. Orada kan dolaşıyor.
Nesnel bir kavram. Ama bir
diyaliz hastası için hayata
bağlanan kablolardır, bunlar.
Bu kablolar kopunca yaşam
kopar.
Arkadaşlığın, dostluluğun
ne demek olduğunu ben
hastalanınca anladım. Kim
kalmış etrafımda. Bir kedi
kalmış, başka bir şey kalmamış.
Gün geliyor, dostlar teker
teker aramaz oluyor. Aslında
her insan yalnız. Doğarken
yalnız, ölürken yalnız, yaşamla
mücadele ederken de yalnız.
Bir sabah uyandım, acayip
bir şekilde başım ağrıyor ve
konuşamıyorum. Birkaç saat
sonra da komaya girdim.
Allah’tan ailem yanımdaydı.
Genellikle yalnız yaşıyordum.
Hemen 112 ambulansı ile
Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi İbni Sina Hastanesi’ne
başvurdum.
Hayatı Dikimevi’nden kalkan
bir tramvaya benzetiyorum.
Tramvay, Dikimevi’nden
kalkıyor ve terminale
kadar gidiyor. Bazı insanlar
terminalde, bazıları Emek’te
bazıları ise Kızılay’da iniyor.
Benim için Kızılay’da ya da
Emek’te inmek o kadar önemli
değil. Önemli olan yaşamı
kaliteli bir şekilde yaşamak.
Yaşamı olumlu bir şekilde
algılamak. Pozitif yaşamak.
İnsanlara en iyi şekilde, en iyiyi
ve güzeli verebilmek. Zaten
hayatı bu şekilde algıladığım
için meslek olarak da
doktorluğu seçtim.
Orada acı gerçeği öğrendim.
Yaşamımın bir dönüm noktası.
Böbreklerim iflas etmişti. Bu
basit bir virüs enfeksiyonu
sonucu olmuştu. Yaşam benim
için bundan sonra artık çok
daha zor olacaktı.
Bazen düşünüyorum. Ben
ne zaman evde oluyorum
diye. Haftanın 3 günü
hastanede, 3 günü diyalizde,
bana sadece bir Pazar günü
kalıyor. Erciyes Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nde okudum.
45
SAĞLIK&İNSAN
Düzeltilmesi gereken
şey herhalde insanların
çocuklukları. Eğer
çocukluklarını düzeltebilirsek,
erişkin olduklarında insan gibi
insan olmanın gerekliliklerini
öğretebileceğiz.
Bundan önceki yaşamımda
sürekli hastanedeydim şimdi
de hastanedeyim. Herhalde
ben hastanede doğdum,
hastanede öleceğim.
Gülmenin ne demek
olduğunu arkadaşlarım
benden öğrendiler. O
kadar çok gülerdim ki acil
serviste... Maalesef o eski ruh
halimi bulamıyorum şimdi.
Gülmek istesem bile içimde
acı bir tebessüm oluşuyor.
Acil serviste duygularımızı
kaybettik. Yaşama bakışımızı
kaybettik. Üzülemiyoruz,
sevinemiyoruz. O kadar
duygusuzlaştık ki…
Hastalara bakarken devamlı
kendimi düşünüyorum,
kendimi onların yerine
koyuyorum. Böbrek hastalarını
muayene ettiğim zaman–aynı
dertleri, aynı acıları yaşadığım
için–onların acılarını yürekten
hissediyorum. Hasta mı
olmak gerekirdi, bu duyguları
hissedebilmek için? Acaba
neden bu kadar duygusuz
kaldık. Bu konuda bizi
dinlemek istemeyen bir insanın
bir gün bir organa ihtiyacı
olabilir.
46
Ben bir doktorum. Hiç
aklıma gelir miydi, bir gün
böbreklerimi kaybedeceğim.
Belki 50 bin-100 bin hasta
muayene ettim. O kadar çok
hastaya baktım. Ama takdir,
piyango bize çıktı. Kötü bir
piyango ama bize çıktı. Gün
gelir size de kötü bir piyango
çıkabilir. İnsanların gözünü hırs
bürümüş. İnsan parayla sağlığı
satın alamıyor. Benim şu anda
milyonlarım olsa bir böbrek
bulamam.
Böbreğimi yerine koyamam.
O yüzden sağlığın kıymetini
yaşam içerisinde bilmeliyiz.
İnsanın organlarına saygısı
olması gerekir. Bu hastalık
benim suratıma bir tokat gibi
indi ve “Sen bir insansın”
dedi. O saatten sonra
düşündüm, insanlara nasıl
yardımcı olabilirim diye. Eğer
yaşamım uzun süre devam
ederse bundan sonra çocuk
psikiyatristi olmak istiyorum.
Çünkü her insan bir çocuk.
İnsanın çocuk yönü var.
Ve çocuklukta ki patolojik
değişiklikler insanın erişkin
yaşamına yansıyor.
Yaşamda en önemli şey
normali yakalamak. Su
içebilmek, spor yapabilmek,
koşmak… Bütün bunlar
insanın normali. Uyku uyumak,
geceleri uyuyabilmek
en önemli şeylerden bir
tanesi. Ama maalesef biz
normallerimizin farkında
değiliz. Normallerimizin
farkına varabilmemiz için
mutlaka anormal bir şeyler mi
yaşamamız gerekiyor?
Bazı zamanlar yürüyorum,
insanların içine çıkıyorum.
İnsanların içine çıktığım zaman,
hayatın içine girdiğim zaman
hasta olduğumu unutuyorum.
Sağlıklıymışım gibi geliyor. O
zaman hiçbir şekilde kendimi
dinlemiyorum. Ama ölmek
de o kadar kötü bir şey değil.
Sadece bu dünyada yapmış
olduğunuz şeyler yetersizse o
üzüntü veriyor, insana.
Benim için yaşam nedir?
Okyanusta bir
sandaldayız ve
sandalımız su alıyor.
Biz ise bu suyu
elimizdeki taslarla
boşaltmaya çalışan
insanlarız. Etrafımızda
birçok aç köpekbalığı
dolaşıyor. Tek
umudumuz ise uzaktan
gelecek bir gemi…
SAĞLIK&İNSAN
Sümüklü Ali İhsan! Fotoğraf
çektirirken sınıfın en arkasında
ufacık kafası görünen çocuk.
Köylü çocuğu Ali İhsan.
Nazire Öğretmen ne demişti?
Sümüklü mü? Ufacık ruhunda
yaralar açmıştı, nefret etmişti
okulundan, öğretmeninden.
Okuldan almıştı ablası,
onu. Çünkü okula gitmek
istemiyordu. Bir yıl sonra
savaşmaya karar verdi.
Büyük adam olacaktı. Pısırık
olmayacaktı. Zaten büyük
büyük Prof. amcaları da öyle
demiyor muydu?
Nazire Öğretmenin Ali İhsan’ın
kulaklarında açtığı delik
aslında ruhunda açılan ve ilk
nefret duygusunun yeşertildiği
bir delikti.
İnsanı birey olarak değil
de kişiliğini yok sayarak
sınıflandırmak, Ali, Ayşe, Fatma
yerine sakat, kör, topal, kambur
vb. ifadeler kullanmak…
Bu insanlarımızın içinde
bulunduğu dünyayı
anlayabilmek için birazcık
empati yapamaz mıyız? Kimi
zaman “İyi ki bende yok”
mantığı ile hareket ettiğimiz
kimi zamansa özürlü deyip
geçtiğimiz insanları anlamak
için mutlaka bir organımızı
kaybetmemiz mi gerekir?
Sadece özürlüler haftasında
sarf edilen albenili ama içi boş
laflar; atletizm ve basketbol
gibi bir iki spor müsabakası
haberi ile geçiştirilen Engelliler
Haftası… Milyonlarca engelli
daha fazlasını hak etmiyor mu?
Son zamanlarda mensubu
olduğum Sağlık Bakanlığı
organ nakilleri ve bağışı
konusunda bizleri de
umutlandıran önemli adımlar
Bu duygu Ali İhsanı belki
de ileride çok iyi bir doktor
yapacaktı. O ameliyat senin
bu ameliyat benim, yıllarca
yaşama meydan okuyan güçlü
ve inançlı Ali İhsan, kimi zaman
mevcudu koruyan, kimi zaman
elindekilerle yetinen kimi
zaman da yaşama karşı esen
rüzgardan etkilenen kuru bir
yaprak gibi, bir o yana bir bu
yana savrulup duracaktı.
Artık, “Oğlum bu ne
sakal?” diyen başhekimine
“Yakışmış mı hocam?” diye
karşılık veren adam yerine
“Başhekime görünmeyeyim
ne olur ne olmaz” diyen
bir adam gelmişti. Acaba
içimdeki savaşma ruhumu mu
tüketiyordu?
attı. Ancak nakiller konusunda
bürokratik düzenlemeler tek
başına yeterli olmayacaktır.
Bununla birlikte toplumu
değiştirmek, bu konuda
bireylerde farkındalık
oluşturmak gerekir. Bu da
uzun ve zorlu bir mücadeleyle
başarılabilir. Bu konuda
herkesin üzerine düşen görevi
layıkıyla yerine getirmesi
gerekir. Engelli yaşamı daha
yaşanır hale getirmek için hep
birlikte çalışmalıyız. Ben hem
bir doktor hem de bir engelli
olarak ülkemin bu konuda iyi
yerlere geleceğine inanıyorum.
Annem dünyanın en
iyi annesi idi. Yüreğini
bana verecekti, hiç
çekinmeden.
Yeter ki ben iyi olayım...
Çocukken hep bana:
“Oğlum sen hastasın,
evde otur, abin tarlaya,
çifte gider.” derdi.
Ben ise evde kalmayı hiç
sevmezdim.
Ama evde kalmak
zorundaydım.
Herşeye rağmen hayata pozitif
bakıyorum. Bir nefes varsa
o nefesi en güzel şekilde
almalıyız. Yaşamanın ve nefes
alabiliyor olmanın kıymetini
bilmek gerekiyor. Bunun
için herkesin organ nakli
konusunda duyarlı olmasını
istiyorum. “Organlarımız
Toprak Olacağına Nefes
Olsun, Can Olsun.”
47
SAĞLIK&İNSAN
Dayanılması
en kolay acı,
başkalarının
çektiği
acı mıdır?
Osman GÜZELGÖZ
48
SAĞLIK&İNSAN
Bir genel cerrahın odasında
görmüştüm ilk kez o cümleyi:
“Dayanılması en kolay acı,
başkalarının çektiği acıdır!”
Doktorun arkasındaki panoda
bir atasözü edasında bana
bakan bu sözlerden çok
etkilenmiş ve dalıp gitmiştim
geçmişe, çocukluğuma…
...
Acı ile ben daha 9 aylıkken
tanışmışım. Annemin ısınmak
için mangalda yaktığı kömür
ateşine düşerek hem de. Sağ
elim, yüzüm ve bedenimin bazı
bölgeleri yanmış o zamanlar.
Benim hatırlamadığım bu acı
ile ilk tanışmadan, sağ elimdeki
izler aracılığı ile haberdarım
zaten.
Çilekeş anacığım beni sırtına
alıp kapı kapı doktor aramış.
1950’lerin sonu. Aylardan
Ramazan, vakitlerden akşam...
Öyle tombul, güzel ve albenili
bir bebekmişim ki, beni gören
herkes “Dayanılması en
kolay acı, başkalarının çektiği
acıdır!” mantığını işleterek
sitem etmiş zavallı anacığıma:
“Ne ettin de yaktın bu güzel
çocuğu!”
Nereden bilsinler ki, çocuğun
sadece canı yanıyor; oysa
anasının varlığı, benliği, yüreği
yanmakta ve o çilekeş ana
sırtında yavrusu kapı kapı
dolaşarak oğlunun yangınına
doktor aramakta...
Acı, acıya dayanmak, acıya
dayanmanın kolaylığı, acı
çeken ve başkaları… Bu
kavramlar hâlâ tüylerimi
diken diken eder ve bütün
sıcaklığı ile yaşar yüreğimde,
beynimde, bedenimde…
Belki de bu altyapının tesiri ile
çocukluğum kendi kendime
ve çevreme ısrarla yaptığım
“Doktor olacağım!” telkinleri
ile geçti. Nerede bir hasta,
nerede bir hastalık, nerede
bir sancı, nerede bir acı
gördüysem hep haykırırdım
çevreme: “Ben büyüyünce
doktor olacağım!”
Benim yaşadıklarımı, babamın
...
Hasreti, gurbeti, sevdayı,
7 yaşındaydım, hiç
unutmuyorum; hastaydım ve
yine acılarla kıvranıyordum.
O zamanlar (1965) Urfa’da
ne bugünkü gibi mükemmel
kamu ve özel hastaneleri ne de
her türlü hastalığı bilen, tedavi
eden doktorlar vardı.
Rahmetli Babam Tenekeci
Mahmut Güzelgöz, beni
sırtında taşıyarak doktor
ararken Ustası Mukim Tahir’in
şu hoyratını okumuştu
kulaklarıma:
benimle ve diğer kardeşlerimin
hastalıkları ile yaşadıklarını
halk ozanları, türkü yakıcılar,
hoyrat çığıranlar da yaşamışlar
besbelli. Hem de yüreklerinin
yangınını bedenlerinin
yangınlarında dile getirerek
yaşamışlar.
ayrılığı; ince hastalığı,
kuşpalazını, yanık izlerini,
Behçeti, kanseri, nefriti, böbrek
yetmezliğini ve daha nice
hastalığı iç içe yaşamışlar
yüreklerini bedenlerine siper
ederek çoğu kez.
Çoğu kez çare bulamamışlar
gönül yaralarına ve bunlardan
mütevellit beden hastalıklarına.
Bu nedenledir ki; türkülerimiz,
hoyratlarımız, manilerimiz,
bozlaklarımız; dertle, yara
ile hasta ve tabiple, acılarla,
Yara sızlar!
Ok değmiş yara sızlar.
Yaralının halinden
Ne bilsin yarasızlar!
Bu hoyrattı işte; benim o
doktorun arkasında gördüğüm
“Dayanılması en kolay acı,
başkalarının çektiği acıdır!”
sözlerinin tercümesi. Bu
hoyrattı işte o gün acılarımı
hafifleten; beni acıya karşı
şerbetleyen bu hoyratın tılsımlı,
cinaslı sözleri idi belki de...
Gerçekten de hayat her
anlamda acılarla, acı
çekenlerle, acılara direnenlerle
ve acılara karşı “başkası
olanlarla” ile dolu değil mi?
acı çekenlerle ve yine acıları
“başkası olanlarla” iç içe
olmuş.
Bakın, Ali Ekber Çiçek’in
Erzincan’dan derlediği türkü
ne güzel anlatıyor benim
baştan beri bir türlü anlatmayı
beceremediklerimi:
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde nerden derman
bulayım
Efendim efendim benim
efendim
Benim bu derdime derman
efendim…
49
SAĞLIK&İNSAN
Mukim Tahir (merhum) bir Urfa
türküsünde, acı çekenlerin,
yarası derinlere düşenlerin,
gözü yolda kalanların tabip
beklemesini bakın nasıl
anlatıyor; hiç kimsenin böyle
anlatmayı başaramayacağı
gibi:
Trene bindim de tren sallandı
Zalim doktor ciğerimi elledi
İyi oldun diye köye yolladı
Söyleyin anama da anam
ağlasın
Babamın oğlu var beni
neylesin…
Kapıyı çalan kimdir
Aç bakım gelen kimdir
Yaram derine düştü
Belki gelen hekimdir
Hem gurbeti, hem ince
hastalığı (verem) hem de
çaresizliği yaşayanların yürek
sızısını bir Akdağmadeni
türküsünde rahmetli büyük
usta Nida Tüfekçi derlemiş:
Oy Habip Habip Habip
Sensin yarama tabip
Yaralarım sızlıyor
Belki gelen sertabip…
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baştabip geliyor zehirden acı
Keskinli Büyük Usta Hacı Taşan
da hastayı, doktoru ve acılara
karşı başkalaşanları anlatıyor
bir türküsünde:
Garip kaldım yüreğime dert
oldu
Ellerin vatanı bana yurt
oldu…
50
Melodik yapısı, sözleri,
anlattıkları ve hissettirdikleri
ile benim en sevdiğim
türkülerden birisidir, kırmızı
gül demet demet. Muharrem
Akkuş’tan derlenen bu
Erzurum türküsü o kadar çok
şey anlatır ki birkaç mısrada
ve akıp giden melodisinin
hüznünde:
Kırmızı gül her dem olsa
Yaralara merhem olsa
Ol tabipten derman gelse
Şol revanda balam kaldı
Yavrum kaldı balam nenni…
Yaşayan en büyük halk
ozanlarından birisi olan
Neşet Ertaş kendine özgü
Kırşehir söyleyişi ile katılıyor
çare arayışlarımıza ve dert
söyleşimize:
Sinemde gizli yaramı kimse
bilmiyor
Hiçbir tabip bu yarama
merhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim
yüzüm gülmüyor
Gönlüm hep seni arıyor
neredesin sen…
SAĞLIK&İNSAN
Nuri Hafız Başaran’ın (merhum)
bu Urfa türküsünde söylediği
doktor arayışı mıdır bilinmez!
Yoksa doktor bir sevgili
arayışı mı? Belki de ustalıkla
söylenmiş bir sitemdir hem
doktora, hem sevgiliye:
Bahçe bar verende gel
Ayva, nar verende gel
Hasta düştüm gelmedin
Bari can verende gel…
İnsanın canının cananı gidince,
zaten hiç kimseler çare
bulamaz ki derdine. Herkes
çekilen acılar için bir başkası
oluverir oracıkta. Cemil Cankat
(merhum) anlatıyor bunu
hepimizin çok iyi bildiği bir
Urfa türküsünde:
Gitti canımın cananı
Bıraktı beni yaralı
Doktor gelse tabip gelse
Bulamaz derdime çare…
bizim de bu yazı ile anlatmak
istediklerimize son noktayı
öylesine güzel koymuş ki:
Nedir acı, kimdir acı çeken? Biz
kimin acılarına bugüne kadar
başkaları olduk; kim bizim
acılarımızın başka yerinde
Suda balık yan gider
Açma yaram kan gider
Yaralıyım bana değme
Baygınım gel gönlüm eyle
Buna tabip neylesin
Ecel gelmiş can gider
Yaralıyım bana değme
Baygınım gel gönlüm eyle…
Şimdi herkes bu yazıyı
okuduktan sonra kendi
çocukluğuna doğru bir
gezintiye çıksın. Hayatına,
dününe, bugününe bir baksın;
yürek yanığı bu mısraların
penceresinden…
durdu?
En yakınımızdakinin bile
acılarına bazen başkası
olurken; kendi acılarımıza
başkası oluverenlere ne
diyebiliriz ki?
Şu hoyratı başucumuza
kaydetmekten başka elimizden
ne gelir ki:
“Yara sızlar
Ok değmiş yara sızlar
Yaralının halinden
Ne bilsin yarasızlar!”
…
Karadeniz yöresi insanının hiciv
yeteneği, derdini anlatmak
adına kullanılırsa ve konu
da doktor-hasta ilişkilerinde
“başkası kim” sorusuna cevap
aramaksa bakın Hüseyin
Dilaver’den alınan Trabzon
türküsü buna nasıl cevap
veriyor:
Oy benim sevdiceğim
Olur mu böyle keder
Bu Sürmene Yaylası
Onbeş doktora bedel…
Sadece biz acı çekenlerin
değil, acıya çare arayan sevgili
doktorlarımızın da çaresizliğini
anlatmak ancak bu kadar
güzel olur bence. Hayriye
Temizkalp’ten alınan bir Erzurum
türküsü hasta-doktor ilişkisine,
51
SAĞLIK&İNSAN
Yaşlanma Karşıtı Önlemler
Op. Dr. Berfu BABUCÇU
Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı
Yaşlanmaya bakışımız, yaşama
bakışımızdır aslında. Yaşlanmak
deneyim demek, hayata karşı
geliştirdiğimiz bambaşka bir
bakış açısı ve olgunlaşmak
demek.
Oysa başa sarıp baktığımızda,
küçükken büyümek için
çırpınır, yetişkin olma
çabalarına gireriz. Ama 30’lu
yaşlardan sonra durum tersine
döner. Zamanın akışına karşı
koyma çabamız başlar. Bu
çaba ruhen değil, bedenen bir
çabadır aslında.
Olgunlaşma ve bilinçlenme
sürecimizin doruklarındayken,
görünüşümüzün de en iyi
şekilde olmasını isteriz.
Bu amaçla tüketim dünyasının
bir malzemesi olma yolunda
harcanmaktansa, bilinçli
yollardan önlem alma yoluna
gitmemiz gerekir.
52
Derimiz, vücudun en büyük
organı ve dış etkenlere maruz
kalan ilk bariyer olmaktadır. Bu
nedenle yıpranma belirtileri ilk
defa cildimizde görülmektedir.
30’lu yaşlara kadar devam
eden yapılanma ve yenilenme
süreci, bu dönemden itibaren
40 yaşlarına dek plato çizer,
ve yapım ile yıkım eşit bir hale
gelir. Daha sonra ne olur; tabii
ki yıkım süreci ağır basar ve
cildimiz yıpranmaya, yaşlılık
belirtilerini göstermeye başlar.
O halde nedir bu yaşlılık
belirtileri? Gülümsemekten
elbette vazgeçmeyeceğiz, ama
ilk işaretler burada başlıyor.
Göz çevresinde, dudak
kenarlarında başlayan ince
çizgilenmeler, zamanla yerini
derin kırışıklıklara bırakmak
üzere hazırlanıyorlar. Cildimiz
nemini kaybetmeye başlıyor,
kuruluk ve sarkmalar boy
gösteriyor.
Hele bir de güneşlenmeyi
seviyorsak, cilt lekeleri
kaçınılmaz bir hal alıyor.
İşin aslı, karakteristik
özelliklerimiz kaybetmeden
alacağımız önlemler
doğrultusunda, güzel yaş
almaya ne dersiniz!
Öncelik cilt temizliği ile
başlamaktadır. Bunu için
basitçe evde uygulayacağımız
cilt temizleyicileri başlangıç
için yeterli gelmektedir.
Ötesinde aylık
yaptırabileceğiniz profesyonel
cilt bakımları katkıda bulunur
ve cildinizin koruma bariyerini
güçlendirir. Günümüzde
cilt bakımları vitaminler
ve antioksidan ürünler
ile zenginleştirilmiş olup,
temizliğin ötesinde yapım ve
onarım işlemlerini tetikler ve
katkıda bulunur.
SAĞLIK&İNSAN
Farklı sistemler denemek
istiyor ve özel günlerinizde
kendinizi şımartmak
istiyorsanız, size
önerebileceğim en güçlü
bakım Gold Treatment adı
verilen altın maskedir.
gereksiniminizi ortadan
kaldıracaktır. Önemli olan,
cildinizin neye ihtiyacı
olduğunu saptamak, eksik
olanı yerine koyabilmektir. Her
birey gibi, siz de farklısınız ve
farklı ihtiyaçlarınız var.
Altın bilindiği gibi yıllardan
beri romatolojik hastalıklarda
güçlü antiinflamatuar
özelliğinden dolayı kullanılan
bir madde olup, bugün
geliştirilen teknoloji sayesinde
cilt bakımda gelinen son
nokta olmuştur. Benzer
şekilde enjeksiyonsuz
dolgu dediğimiz, kollajen
bakımları da erken yaşlarda
başlandığı taktirde dolgu
ihtiyacınızı erteleyecek veya
Cildin ilk etapta kaybettiği,
nemi, kollajen ve elastin
lifleridir. Kollajen ve elastin
birer proteindir ve kendi
vücudumuzdaki enzimler
nedeni ile yenilerini yerine
koymak adına yıkılırlar. Oysaki
30’lu yaşlardan sonra yapım
süreci azalmaya başladığından,
yıkılan kadar lifler yerine
konulamaz ve zaman içinde
miktarları azalmaya başlar.
Bu anlamda, bu sürecin
yönetiminde mezolifting
adını verdiğimiz uygulamalar
devreye girerler. Mezolifting,
cilde kaybettiğini veren,
tamamlayan bir çeşit
mezoterapi uygulamasıdır.
Cilde enjekte edilen vitamin,
aminoasit, eser elementler
ve hyaluronik asit içeriğinden
oluşan preparatlar kullanılır.
Antioksidan içeriğiyle yüz,
boyun, dekolte bölgesi ve
ellerde, cildi canlandırır ve
yapılandırır. Benzer şekilde,
PRP (platellet rich plasma)
uygulamasında kendi
kanımızdan elde edilen kök
hücrelerin saflaştırılmasıyla
bu yapılandırma süreci
güçlendirilebilmektedir.
53
SAĞLIK&İNSAN
PRP sistemi ile kendimize
bağış yapmanın keyfini
sürerken, dokularımızın
onarımını en üst seviyeye
çıkarmak mümkündür. PRP ve
mezolifting süreçlerini hem
profesyonel uygulamalarda
hem de evde kullandığımız
dermokozmetiklerin emilimini
artırmada Roller sistemi en
etkili katkı olacaktır. Roller,
üzerinde mikroiğneciklerin
bulunduğu, uygulanan
bölgede yüzlerce kanal açan
bir sistemdir. Bu kanallar
kullandığımız ürünün emilimini
yüzlerce kat artırarak, fayda
sürecini uzatmaktadırlar.
Cildimiz gençleştirmede,
teknolojinin bize sunduğu en
yenilikçi imkan ise, Fraksiyonel
lazerlerdir. Fraksiyonel lazer cilt
yenilemede ve sıkılaştırmada
ameliyatsız yöntemlere
alternatif olmakta ilk sırada
yer almaktadır. Fraksiyonel
lazerler ile ciltte yenilenme
sağlanırken, cilaltı dokulara
54
ulaşan kolonlar sayesinde
kollajen ve elastin lifleri anında
% 30 sıkılaşmakta; 6 ay süren
yeniden yapılanma sürecine
girmektedirler.
FDA onayı ile kanıtlamış
olan bu uygulama, bilinçli
ellerde sadece hedef çizgilere
yönelik bir önlem olarak
sunulmaktadır.
Diğer bir taraftan yaşamın akışı
içinde, güler, ağlar, kızar, şaşırır
ve daha pek çok duygusal
değişim geçiririz. Geride
bıraktıkları mimik çizgileri
olarak adlandırılır. Bu çizgilerin
yerleşmesine müsaade
etmeden, giderebildiğimiz en
popüler uygulama botokstur.
Botoks denilince, maske
gibi ifadesiz yüzler aklımıza
geldiğinden çoğunlukla uzak
duruyor ve kaçınıyoruz. Oysa
gördükleriniz sadece kötü
örnekler. İyi bir uygulama
sonucunda botoks yapıldığı
anlaşılmamakla birlikte, sadece
sizdeki canlılık ve dinamik
bakışlar dikkati çekiyor. Bugün
Amerika’da en sık yapılan
kozmetik uygulamaların
arasında birinci sırayı botoks
almaktadır. Güvenilirliğini
Sırada daha derin çizgiler, sığ
bir oluğa dönüşmüş kırışıklıklar
var. Bu probleme çözüm
önerimiz, saf dolgu maddeleri
veya kendi yağınızla yapılan
dolgu işlemleridir. Denemeye
saf dolgu maddelerini
kullanmakla başlayabilir;
memnuniyet derecesine göre
kendi yağınızla kalıcı sonuçlar
elde edebilmekteyiz.
Unutulmamalıdır ki, bu bir
süreç ve emek ürünüdür.
Doğal güzelliğimizi korumak,
yılların izlerini azaltmak
için, giderek artan bakım
takviyelerinden faydalanmak
çok uzak ve zor değil. En başta
alacağımız önlemler ile sonraki
zamanlarda yapılacak onarım
süreçlerini kolaylaştırmak
ve azaltmak mümkün hale
gelmiştir.
SAĞLIK&İNSAN
55
SAĞLIK&İNSAN
Küresel Bir Salgın:
Kronik Böbrek Hastalığı
Prof. Dr. Kenan ATEŞ
Türk Nefroloji Derneği Genel Sekreteri
Her yıl Mart ayının ikinci
Perşembe günü Uluslararası
Nefroloji Derneği ve
Uluslararası Böbrek Vakıfları
Federasyonu tarafından Dünya
Böbrek Günü olarak ilan
edilmiştir.
Bu yıl 8 Mart tarihinde yedincisi
kutlanan Dünya Böbrek
Günü’nde tüm dünyada
böbrek sağlığı ve hastalıkları
konusunda toplum bilincini
artırmak, erken tanının önemini
vurgulamak, kronik böbrek
hastalığının insan sağlığı ve
ülke ekonomileri üzerindeki
ağır yükü hakkında kamuoyunu
bilgilendirmek amacıyla çeşitli
etkinlikler düzenlenmektedir.
Böbrek hastalıkları konusunda
halkımızı bilgilendirme ve
bilinçlendirmeyi hedefleyen
sosyal sorumluluk projelerinde
aktif olarak yer almayı ilke
edinmiş olan Türk Nefroloji
Derneği, ülkemizdeki
etkinliklere öncülük
etmektedir.
Kronik böbrek hastalığı adeta
salgın halini almış olan önemli
bir halk sağlığı sorunudur.
Tüm dünyada erişkinlerin
yaklaşık % 10’unda böbrek
hastalığı bulunduğu tahmin
edilmektedir.
Türk Nefroloji Derneği
tarafından 23 ilde 18 yaş üzeri
10 bin750 kişinin katılımı ile
yapılan CREDIT çalışması,
Türkiye’de erişkinlerin
% 15.7’sinde çeşitli evrelerde
kronik böbrek hastalığı
varlığını göstermiştir.
Bu oran, basit bir hesapla
ülkemizde 7,5 milyona
yakın kronik böbrek hastası
bulunduğu, yani her 6-7
erişkinden birinin böbrek
hastası olduğu anlamına
gelmekte ve sorunun
boyutunun tahmin edilenin
çok üzerinde olduğuna dikkat
çekmektedir.
Kronik böbrek hastalığı basit
ve ucuz bazı kan ve idrar
testleri kullanılarak erken
saptandığında önlenebilir
veya ilerlemesi geciktirilebilir
olmasına karşın, farkındalığının
ve erken tanısının düşük olması
birçok olguda buna olanak
vermemektedir.
Ülkemiz de dahil dünyanın
çeşitli bölgelerinde yapılan
çalışmalar, hastalığın
farkındalığının % 10’un altında
olduğunu göstermiştir.
Türk Nefroloji Derneği tarafından Dünya Böbrek Günü için hazırlanan görsel çalışmalardan birisi
56
SAĞLIK&İNSAN
Bu nedenle, hastalık sıklıkla
son dönem böbrek yetmezliği
evresine ilerlemekte, yüksek
maluliyet ve ölüm oranları ve
kötü yaşam kalitesi ile hasta
sağlığını, uygulanması gereken
yüksek maliyetli diyaliz ve
böbrek nakli tedavileri ile
sağlık bütçesini ciddi bir
şekilde tehdit etmektedir.
Halen tüm dünyada 2 milyonu
aşkın kişi diyaliz ve böbrek
nakli tedavileri ile yaşamını
sürdürmektedir.
Yıllık % 6-8’lik artış oranı ile
gelecekteki 10 yıl içinde bu
sayısının iki katına çıkması
ve toplam tedavi maliyetinin
1,5 trilyon doları aşması
beklenmektedir. Bu şekilde,
yakın gelecekte gelişmiş
ülkelerin sağlık bütçelerini
ciddi olarak zorlayan, daha
düşük gelir düzeyine sahip
ülkelerde ise altından
kalkılması mümkün olmayan
bir ekonomik yük ortaya
çıkacaktır.
Türk Nefroloji Derneği
tarafından düzenli olarak
toplanan Ulusal Böbrek
Kayıt Sistemi verileri son
dönem böbrek yetmezlikli
hasta sayısının ülkemizde de
Grafik 1. Türkiye’de son dönem böbrek yetmezliğinin sıklığı.
dramatik bir şekilde arttığını
göstermektedir.
Bu verilere göre, Türkiye’de
2001 yılında milyon nüfus
başına 314 olan son dönem
böbrek yetmezlikli hasta sayısı
10 yıl içinde 2,7 kat artarak
günümüzde 900’e yaklaşmıştır
(Grafik 1). Halen ülkemizde
diyaliz uygulanan veya böbrek
nakli yapılmış 65 bine yakın
hasta bulunmakta ve toplam
sağlık bütçesinin % 5,2’si
bu hastaların tedavisi için
harcanmaktadır.
Bu sayının yakın gelecekte
100 bine ulaşacağı ve tedavi
maliyetinin 3 milyar doları
aşacağı tahmin edilmektedir.
Öte yandan, kronik böbrek
hastalıklı bireylerde hastalığın
erken evrelerinden itibaren
maluliyet ve ölüm riskleri
artmakta ve hastalık son
döneme ilerledikçe bu artış
daha da belirginleşmektedir.
Öyle ki, diyaliz tedavisine
başlayan hastaların yarıya
yakını 5 yıl içinde hayatını
kaybetmektedir. Yüksek
maluliyet oranları ve kötü
yaşam kalitesi, bu hastaların
aile ve sosyal yaşantılarını
da olumsuz etkilemekte ve
ekonomik üretkenliklerini
engellemektedir. Bu şekilde,
hastalığın yarattığı ekonomik
kayıp daha da artmaktadır.
57
SAĞLIK&İNSAN
Kronik böbrek hastalığının
giderek artan tıbbi, sosyal ve
ekonomik yükünü azaltmak için
hastalığın gelişimini önlemeye,
erken tanı ve uygun tedavi
yöntemleriyle ilerlemesini
engellemeye, hastaların yaşam
sürelerini uzatmaya ve yaşam
kalitelerini artırmaya yönelik
önleme programının ulusal
ölçekte uygulamaya konulması
gerekir. Bunun için kronik
böbrek hastalığı sağlık otoritesi
tarafından toplum sağlığı
açısından öncelikli hedefler
arasında kabul edilmeli ve
ilgili paydaşlar tarafından
gerekli çalışmalar bir an önce
başlatılmalıdır.
Bu bağlamda öncelikli olarak;
düzenli egzersiz yapmak,
sağlıklı beslenmek ve ideal
vücut ağırlığını korumak,
tuzu azaltmak, yeterli sıvı
almak, sigaradan ve aşırı
alkol tüketiminden kaçınmak
gibi kronik böbrek hastalığı
gelişimini büyük oranda
önleyebilecek sağlıklı yaşam
tarzı değişikliklerinin toplum
tarafından benimsenmesi ve
uygulanması sağlanmalıdır.
Önleme programının diğer
önemli bileşeni, yüksek risk
altındaki kişilerin belirlenmesi
ve bu kişilere yapılacak
düzenli taramalar ile hastalığın
erken evrede saptanması ve
ilerlemesinin engellenmesidir.
Kronik böbrek hastalığı için
en yüksek risk grupları; şeker
hastalığı, tansiyon yüksekliği,
kalp-damar hastalığı ve
ailesinde böbrek hastalığı
olanlar ile yaşlılardır.
Diğer risk faktörleri
arasında obezite, metabolik
sendrom, sigara, böbrek
taşları, tekrarlayan idrar
58
yolu infeksiyonları, sık ağrı
kesici ilaç kullanımı, bazı bağ
dokusu hastalıkları ve düşük
doğum ağırlığı sayılabilir. Türk
Nefroloji Derneği tarafından
yapılan CREDIT çalışması,
toplumumuzda bu risk
faktörlerinin de yüksek oranda
mevcut olduğunu göstermiştir.
Buna göre, erişkinlerin
% 33’ünde hipertansiyon,
% 13’ünde şeker hastalığı,
% 32’sinde obezite, %
35’inde aktif sigara içiciliği
bulunmaktadır. Özellikle
kronik böbrek hastalığının
en önemli nedeni olan şeker
hastalığı sıklığının 2002’de %
7.2 iken, günümüzde % 13’e
ulaşmış olması endişe verici bir
durumdur.
Böbrek yetmezliğinin tıbbi ve
ekonomik yükünü azaltmanın
bir diğer yolu böbrek nakli
sayısının artırılmasıdır. Son
dönem böbrek yetmezliğinin
ideal tedavisi diyaliz değil,
böbrek naklidir. Böbrek nakli,
hastalara daha uzun ve daha
kaliteli bir yaşam olanağı
sunmasının yanı sıra tedavi
maliyetinin de önemli ölçüde
azalmasını sağlamaktadır.
Sağlık Bakanlığı’nın büyük
desteği ile ülkemizde böbrek
nakli yapılan hasta sayısı
son 10 yılda yıllık 550’den
2.814’e yükselmiştir. Ancak,
bu artışın yeterli olduğunu
söylemek mümkün değildir.
Halen 65.000’e yakın son
dönem böbrek yetmezlikli
hastanın sadece % 12,5’i
böbrek nakillidir, geri kalan
% 87,5’lik büyük hasta grubu
diyaliz ile yaşamını sürdürmek
zorundadır. Öte yandan,
ülkemizde böbrek nakillerinin
% 80’den fazlası canlı vericiden
yapılmaktadır, kadavradan
böbrek nakli sayısı yeterli
değildir. Ulusal Organ Bekleme
Listesine kayıtlı 19.000
hastanın böbrek beklemesine
karşın, son yılda sadece 521
hasta bu şansa erişebilmiştir.
Bu alanda yapılması gereken
çok iş ve alınması gereken
çok mesafe vardır. En
önemlilerinden birisi de
organ bağışının artırılmasıdır.
Türkiye’de 2011 yılında
toplam 1.319 beyin ölümü
bildirimi yapılmış olmasına
karşın, bunların sadece dörtte
birinin ailesinden organ bağış
izni alınabilmiştir. Nüfusu 75
milyona ulaşan ülkemizde
hem yıllık beyin ölümü
bildirimi sayısı, hem de bağış
oranı batı ülkelerinin oldukça
gerisindedir. Bu durum,
sorunun çözümünde sağlık
personelinin eğitiminin ve
toplumun bilinçlendirilmesinin
önemini ve bu çabaların
süreklilik arz etmesi gerektiğini
göstermektedir.
SAĞLIK&İNSAN
59
SAĞLIK&İNSAN
Yaşlanan Toplumun Sinsi Tehdidi:
ATRİYAL FİBRİLASYON
Prof. Dr. Erdem DİKER
Atriyal Fibrilasyon Derneği Başkanı
“Bir mum diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez”
Hz. Mevlana
60
SAĞLIK&İNSAN
Eğer hayatımızın sonbaharı
başlamış, altmışlı yaşları
aşmış isek yakınlarımızı,
arkadaşlarımızı şöyle bir
yoklarsak bir çok tanıdığımızın
geçici konuşma, görme
bozukluğu, ellerde ayaklarda
güç kaybı nedeniyle doktora
başvurduğunu veya düpedüz
felç nedeniyle sakat kaldığının
farkına varırız.
Belki, yaşlanıyoruz olacak
böyle şeyler, diye durumu
tevekkül ile kabul ederiz.
Tabiî ki hayata dair her şeyi
düzenlemek, kontrol etmek
mümkün değildir. Ama ya bazı
kötü durumları bir nebze de
olsa önleyebiliyorsak!
Yaşımız ilerledikçe kalbimiz
de yaşlanır. Damarların içinde
kalsiyum, yağ toplanmaya
başlar. Bu durum hem
damar duvarını sertleştirerek
elastikiyetinin kaybolmasına
yol açar, hem de damar içinde
daralma oluşturarak kan
akımını bozar. Tıp dilinde biz
buna ateroskleroz diyoruz.
Sonuçta bizim bu süreçte
hissettiğimiz, göğüs ağrıları
ve kalp krizleridir. Son yıllarda
bu durumun en azından
yavaşlatılması ve hasarlarından
korunma konusunda büyük
ilerlemeler olmuştur,
ama damar sertliği süreci
durdurulamaz veya tamamen
önlenemez.
Günün birinde karanlık yüzünü
ellerde his veya hareket kaybı,
konuşma bozukluğu, görme
bozukluğu ile gösterir. İşte
inme veya felç dediğimiz
durum budur.
İnme/felçlerin tabii ki tek
nedeni “atriyal fibrilasyon”
denilen kalp ritmi bozukluğu
değildir.
Özellikle hipertansiyon
dediğimiz kan basıncı
yüksekliği, beyin damarlarının
aynı kalp damarları gibi
sertleşmesi (aterosklerozu),
inmelerin diğer en büyük
nedenleridir. Son söylediğimiz
iki felç nedeni uzun yıllardır
çok iyi bildiğimiz konulardı.
Ancak son yıllara kadar hâlâ
bir grup hastada neden inme
olduğunu açıklayamıyorduk.
Sanki bu hastalar bir sır
perdesinin arkasında ne olup
bittiğini anlayamadığımız
hastalardı. Son yıllarda anladık
ki “atriyal fibrilasyon” denilen
ritm bozukluğu, sebebini tespit
edemediğimiz bir çok inme
felaketinden sorumlu.
Kararlılıkla vurgulamamız
gereken en önemli konu her
ritm bozukluğu, her çarpıntının
inmeye neden olmayacağıdır.
Özellikle genç yaşlarda
görülen çarpıntı ve ritm
bozukluklarında bu risk hemen
hiç yoktur.
Dolayısıyla her çarpıntısı
olan kişinin inme için endişe
etmesinin hiçbir anlamı yoktur.
İnme riski taşıyan durum
“atriyal fibrilasyon” denilen ritm
bozukluğuna has bir durumdur
ve bu ritm bozukluğuna
tansiyon yüksekliği, şeker
hastalığı, kalp yetmezliği gibi
durumlar eşlik ettiğinde risk
daha da artar.
“Atriyal fibrilasyon” inme
açısından ayrıcalıklı bir ritm
bozukluğudur. Çünkü başka
hiçbir ritm bozukluğunda
kalbin kulakçık denilen üst
tarafında kan göllenmesi
olmaz.
Yaşlanan kalbin bir diğer
bozukluğu “atriyal fibrilasyon”
denilen ritm bozukluğudur.
“Atriyal fibrilasyon” bazen
birkaç saniye süren kalbimizin
“pır pır” ettiği çarpıntı, bazen
ise bizi perişan eden saatler
süren çarpıntı ile karşımıza
çıkar, bir çok kişide ise hiç
belirti vermez.
61
SAĞLIK&İNSAN
Eskiden de bu amaçla
kullanılan ilaçlar vardı, ama
bu ilaçların kullanılması hiç bu
kadar kolay olmamıştı. Diğer
bir yenilik “atriyal fibrilasyonun”
ilaç dışı tedavisidir.
Kan göllenmesinin olması o
bölgede kan pıhtısı oluşması
ve oluşan pıhtının beyne
gitmesi riskini ortaya çıkarır.
İşte inmenin nedeni beyne
giden pıhtının bir beyin
damarını tamamen veya
kısmen tıkayarak kan akımını
bozmasıdır.
Eğer konuşmamızı yöneten
merkezleri besleyen damar
tıkanırsa konuşma bozukluğu,
hareketlerimizi yöneten
merkezleri besleyen damar
tıkanırsa bir tarafımızın
tutmaması söz konusu olur.
Hissetmediğimiz, farkına
varmadığımız bir ritm
bozukluğu bir gün bizi sakat
bırakabilir.
Aşağı yukarı yüz yıldır bilinip
tanınan bu ritm bozukluğu
neden şimdi gündemimize
geld? Bunun iki büyük nedeni
var: Bunlardan birincisi
başlıkta da değindiğimiz
gibi tüm dünyada olduğu
gibi ülkemizde de yaşlanan
nüfusun artması. Yüz yıl önce
infeksiyon hastalıkları en
büyük ölüm nedeniydi. Bu
gün infeksiyon hastalıkları ile
mücadelede büyük aşamalar
kaydedilmiştir.
62
Artık infeksiyon hastalıkları
ölüm nedenleri arasında
ilk sırada değildir. İlk sıraya
kalp ve damarlar hastalıkları
oturmuştur. Ancak kalp
hastalıkları içinde de sık
görülen hastalıkların tipi
zamanla değişmektedir.
Kalp hastaları, şeker hastaları,
yüksek tansiyon hastaları
daha iyi tedavi edildikçe,
hayatları uzadıkça daha önce
çok sık karşılaşmadığımız
problemler karşımıza çıkmaya
başlamaktadır.
Hele bunların varlığını tespit
etmek, tanısını koymak daha
da kolaylaşmış ise… İşte
“atriyal fibrilasyon” denilen
ritm bozukluğu bunlardan
biridir. “Atriyal fibrilasyon”un
dikkatimizi çekmeye
başlamasının diğer bir nedeni
yirmi yıl öncesine göre bu
hastalıkla mücadele için
elimizde daha çok araç gereç
olmasıdır.
Bu araç gereçlerden biri
ilaçlardır. Özellikle son yıllarda
ortaya çıkan kan sulandırıcı
ilaçlar çok büyük bir toplum
kesiminin “atriyal fibrilasyon”a
bağlı “inme”den korunmasına
yardımcı olacaktır.
Kateter ablasyon denilen,
uyanık hastada kasık
damarlarından girerek kalp
içindeki ritm bozukluğuna
neden olan elektriksel
odakların ısıtılarak veya
dondurularak tedavisi artık
ülkemizde de yapılmaya
başlanmıştır.
Ülkemizde son on yılda
fertlerin sağlık hizmetlerine
erişimi çok arttı. Artık sağlık
sorunları olan her fert
sorunlarının çözülmesi için
daha talepkar ve talebinin
karşılık bulduğunu görüyor.
Her fert sağlıkla ilgili konularda
daha bilgili, daha farkında,
daha sorgulayıcı.
ATRİYAL FİBRİLASYON
DERNEĞİ iki binli yılların
ortalarına doğru dünyada ve
Türkiye’de gittikçe büyüyen
“atriyal fibrilasyon” problemi
konusunda öncelikle
hekimlerde, ardından
toplumun ilgili birimlerinde
farkındalığı artırmak için
kuruldu. “Atriyal fibrilasyon”a
bağlı felçlerin azımsanmayacak
boyutta olduğu, bunların
önlenebildiği, hastalığın
yarattığı sorunlardan
kurtulmanın yollarının
hekimlere ve hastalara
anlatılması, sağlık otoritelerinin
son yıllarda çığır açan
faaliyetlerine katkıda bulunmak
Atriyal Fibrilasyon Derneğinin
öncelikli hedefleri olarak
belirlendi.
SAĞLIK&İNSAN
63
SAĞLIK&İNSAN
14 Mart Tıp Bayramı Dolayısıyla Hekim ve
Hocaların Hocası Olarak Bir Kere Daha
Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI
“HOCABEY”
64
SAĞLIK&İNSAN
İhsan Doğramacı, 1915 yılında,
o zamanlar Osmanlı toprağı
olan Erbil’de doğdu. Nüfuzlu
bir Türkmen ailenin çocuğu
olan Doğramacı’nın babası
Doğramacızade Ali Paşa Erbil
belediye başkanı, annesi
İsmet Hanım ise Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nda Kerkük
mebusu olarak görev yapmış
Kırdarzade Mehmet Ali Bey’in
kızıdır.
İhsan Doğramacı, Irak
Başbakanı olarak 1930’larda
görev yapan Hikmet Süleyman
Bey’in kızı Ayser Süleyman’la
1942 yılında evlendi. Ayser
ve İhsan Doğramacı çiftinin
Şermin, Ali ve Osman adında
üç çocuğu oldu.
İlköğrenimini Erbil’de Türkçe
okuyarak tamamlayan
Doğramacı, (Lozan
Antlaşması’yla Musul
vilayetinin İngiliz Mandası’na
bırakılması neticesinde
Türkçe eğitimin yasaklanması
nedeniyle ailesi tarafından orta
ve lise tahsilini tamamlaması
için Beyrut’a gönderilir.) Beyrut
Amerikan Kolejini ve İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesini
bitirdi.
1949 yılında İstanbul
Üniversitesine doçentlik
başvurusunda bulunan
Doğramacı sınavı geçerek
doçent unvanını aldı. Atama
için Ankara’da yeni kurulan tıp
fakültesine başvurdu ve Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesine
ataması yapılan Doğramacı
hızlı bir mesleki ve akademik
gelişme göstererek 1955
yılında pediatri profesörü
unvanını aldı.
Aynı yıl, Ankara Üniversitesine
bağlı Çocuk Sağlığı
Enstitüsünü kurdu. 1961 yılına
kadar bu enstitüye Türkiye’nin
ilk Hemşirelik, Beslenme
ve Diyetetik, Fizik Tedavi
ve Rehabilitasyon ve Tıbbi
Teknoloji Yüksekokullarını
ekledi.
Ardından, aynı üniversitede
ikinci bir tıp fakültesi olarak
Hacettepe Tıp ve Sağlık
Bilimleri Fakültesini ve Diş
Hekimliği Yüksekokulunu
kurma çalışmalarına başladı.
Doğramacı, 1963-1967
yılları arasında önce Ankara
Üniversitesi Rektörlüğü,
ardından Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Mütevelli Heyeti
Başkanlığı görevlerinde
bulundu.
1967 yılında Hacettepe
Tıp Fakültesi ile Çocuk
Sağlığı Enstitüsüne bağlı
yüksekokulları birleştirerek
yeni bir üniversite oluşturdu:
Hacettepe Üniversitesi.
1938 yılında Ankara Numune
Hastanesi’nde Prof. Albert
Eckstein’ın yanında ihtisas
çalışmalarına başlayan
Doğramacı, 1940 yılında,
25 yaşındayken çocuk
sağlığı ve hastalıkları uzmanı
oldu. Ardından Amerika
Birleşik Devletleri’nde
Harvard Üniversitesinde ve
St. Louis’deki Washington
Üniversitesinde araştırma
görevlisi olarak çalıştı. 1947
yılında ise ailesiyle birlikte
Ankara’ya döndü.
65
SAĞLIK&İNSAN
İşte, anavatana gelişim ilk o
yıllarda oldu.
İstanbul’a geldiğimde Tıp
Fakültesi Dekanı Prof. Nurettin
Berkol’a başvurdum. Prof.
Berkol, Bağdat Tıbbiyesi’ni
tanımadıklarını söyleyince “O
zaman beni birinci sınıfa alın”
dedim.
Prof. Berkol “Yazık olacağını
ancak, beni imtihan
ederek hangi sınıfa uyum
sağlayacağımı belirleyeceklerini
ve ona göre işlem
yapacaklarını” söyledi.
1933’te Bağdat Tıp Fakültesi’ne
yazıldım. Üç yıl sonra da
Edinburgh yerine İstanbul
Tıp Fakültesi’nde eğitimimi
sürdürmeye karar verdim.
1975 yılına dek, bu
üniversitenin rektörlüğünü
yürüttü.
Rektörlük süresi bittiğinde,
Paris Descartes Üniversitesinin
Prof. Akil Muhtar’ın
başkanlığında, Alman hocaların
da yer aldığı bir jüri beni
imtihan etti. Jüride tıpla ilgili
her şey soruldu.
yapmak üzere Türkiye’den
davet alan Doğramacı, 1981
yılı sonunda Yükseköğretim
Kurulunun (YÖK) ilk başkanı
olarak atandı ve 1992’ye kadar
Üniversitesi Onursal Rektörü
• 1985 - 2010 Bilkent
• 1992 - 2010 Uluslararası
Pediatri Kurumu (IPA)
Onursal Başkanı
• 1992 - 2010 Uluslararası
Yükseköğretim Konferansı
(ICHE) Onursal Başkanı
• 2003 - 2010 UNICEF Türkiye
bu görevi sürdürdü.
Millî Komitesi Onursal
Doğramacı, 1984’te, ülkedeki
Başkanı
vakıf üniversitelerinin ilki olan
Bilkent Üniversitesini kurdu ve
• 2007 - 2010 Uluslararası
üniversitenin Mütevelli Heyeti
Çocuk Merkezi (ICC)
Başkanı oldu.
Onursal Başkanı
66
Böylece, tıbbiyeyi de normalden
bir yıl daha kısa bir sürede
bitirmiş oldum.
• 1938 - Tıp Doktoru İstanbul
Üniversitesi, İstanbul
Başkanı
hazırlıklarına danışmanlık
Beşinci sınıfın sonunda bütün
dersleri pekiyi ile geçip sınıf
birincisi olarak staja başladım.
• 1975 - 2010 Hacettepe
kabul etti.
düzenleyecek yeni bir yasanın
Kısa bir süre sonra jüri
başkanı Akil Muhtar odasına
çağırdı, “Evladım, sen tıbbiyeyi
bitirmişsin. Seni son yıl olan
beşinci sınıfa alalım. Ondan
sonra bir yıl staj yaparsın”
diyerek kararlarını bildirdi.
Akademik Geçmişi:
Üniversitesi Mütevelli Heyeti
yükseköğretim sistemini
Kimi normal kimi kanserli
hücreleri teşhis ettim.
Beklememi söylediler.
En Son Görevleri:
pediatri profesörlüğü teklifini
1980 yılında, Türkiye’deki
Mikroskop altında doku
kesitlerini değerlendirmem
istendi.
• 1940 - Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Uzmanlığı
Numune Hastanesi, Ankara
• 1945 - 1947 Doktora
Sonrası Araştırma (ABD)
Harvard Üniversitesi,
Massachusetts General
Hastanesi, Boston Çocuk
Hastanesi, Washington
Üniversitesi, St. Louis, ABD
• 1947 - 1949 Öğretim
Görevlisi Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi
• 1949 - 1955 Doçent Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi
• 1955 - 1967 Profesör Ankara
Üniversitesi
• 1967 - 1981 Profesör
Hacettepe Üniversitesi
• 1976 - 1977 Konuk Profesör
Paris Descartes Üniversitesi,
Fransa
SAĞLIK&İNSAN
Mesleki Geçmişi:
Nişanlar ve Madalyalar:
• 1955 - 1981 Hacettepe
Çocuk Sağlığı Enstitüsü
Başkanı
• Türkiye Cumhuriyeti Devlet
Üstün Hizmet Madalyası
• 1963 – Hacettepe Tıp ve
Sağlık Bilimleri Fakültesi,
Ankara Üniversitesi Dekanı
• Azerbaycan Haydar Aliyev
Ordeni
• Azerbaycan İstiklal Ordeni
(Birinci derece)
• 1963 - 1965 Ankara
Üniversitesi Rektörü
• İran Hümayun Nişanı (Birinci
derece)
• 1965 - 1967 Orta Doğu
Teknik Üniversitesi Mütevelli
Heyeti Başkanı
• Mısır Halk Meclisi Madalyası
• 1967 - 1975 Hacettepe
Üniversitesi Rektörü
• 1981 - 1992 Yükseköğretim
Kurulu (YÖK) Başkanı
• Kristof Kolomb Nişanı,
Gran Cruz Placa de Plata
(Dominik Cumhuriyeti)
• Duarte, Sánchez ve Mella
Liyakat Nişanı, Gran Oficial
(Dominik Cumhuriyeti)
• Finlandiya Aslanı Nişanı
(Birinci derece)
• Polonya Liyakat Nişanı
(Birince derece)
• Officier de la Légion
d’Honneur (Fransa)
• WHO “Herkes İçin Sağlık”
Altın Madalyası
• Sevda-Cenap And Müzik
Vakfı Onur Ödülü Altın
Madalyası
• Irak Yükseköğretim ve
Bilimsel Araştırma Bakanlığı
Takdir Madalyası
• Paris Kenti Madalyası
Ödülleri:
• 1978 TÜBİTAK Hizmet
Ödülü
• 1981 Léon Bernard Vakfı
Ödülü, WHO
• 1986 Christopherson
Ödülü, Amerikan Pediatri
Akademisi
• 1995 Maurice Pate Ödülü,
UNICEF
• 1998 Avrupa Konseyi “Barış,
Adalet ve Hoşgörü” Ödülü
(Franz Kardinal König
ve Simon Wiesenthal ile
paylaştı.)
• 1999 Türkiye Sağlık ve
Eğitim Ödülü
• 2000 T.C. Dışişleri Bakanlığı
Üstün Hizmet Ödülü
• 2004 Dr. Jushichiro Naito
Uluslararası Çocuk Sağlığı
Ödülü (Japonya)
• 2007 TBMM Onur Ödülü
• 2009 Dünya Halk Sağlığı
Dernekleri Federasyonu
Dünya Sağlığında
Mükemmeliyet Yaşam Boyu
Başarı Ödülü
67
SAĞLIK&İNSAN
Uluslararası Kuruluşlardaki
Başlıca Görevleri:
Hacettepe Tıp Fakültesi
kurulduktan üç ay sonra da
Ankara Üniversitesi beni
üniversite rektörü seçti.
İki yıl süren rektörlüğüm
sırasında yıllardır karkas
halinde olan Ankara Tıp
Fakültesi’nin Morfoloji binasının
tamamlanmasını sağladım ve
bu iki yıl içerisinde her fakülteye
bir veya iki bina ekledim.
İki yıllık Ankara Üniversitesi
rektörlüğü görevim sırasında
sıkıntıları yaşayarak
sorunlardan arınmış yeni
bir üniversite kurulması
teşebbüsüne geçtim. Bu
üniversite, diğerlerinden daha
farklı bir kanunla kurulacaktı.
Burada rektörlük süresi iki yıl
yerine beş ila sekiz yıl olacaktı.
Rektörü, tüm öğretim üyeleri
yerine Üniversite Senatosu
kendi üyeleri arasından
seçecekti.
68
Mali mevzuatta büyük
kolaylıklar sağlanacaktı.
Hacettepe Üniversitesi
yürürlükte olan sistemin
dışında bir düzen getiriyordu.
O yıllarda üniversitelerde
boykotlar ve anarşi hüküm
sürüyordu. Bunun istisnası
Hacettepe’ydi. Hacettepe
Özel Kanunu çıkar çıkmaz
üniversitede öğrencilerin ve
asistanların yönetime katılma
ilkesi kabul edildi.
Örneğin, “Fakülte Konseyi,
dekanın başkanlığında Fakülte
Yönetim Kurulu üyeleri ile o
fakültenin öğretim üye ve
görevlilerinin aralarından
seçecekleri dört üye, dört
asistan üye ve her sınıftan
seçilecek birer öğrenci üyeden
kurulur” denilerek öğrenci ve
asistanların yönetime fiilen
katılmaları sağlanmış oldu.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO)
• 1946 WHO Anayasası’nı
imzaladı, Uluslararası Sağlık
Konferansı, New York
• 1966 - 1996 Sağlık
Alanında İnsan Kaynaklarını
Geliştirme Üzerine Uzman
Danışma Kurulu Üyesi
(1990’dan önce: Sağlık
Alanında İnsan Gücü Uzman
Danışma Kurulu)
• 1960 - 1970’ler Yaunde
(Kamerun), İfe (Nijerya),
Brasilia (Brezilya) ve
Sherbrooke (Kanada) tıp ve
sağlık eğitimi projelerinde
ve diğer birçok ülkede
Dünya Sağlık Örgütünün
seminerleri, çalıştayları ve
benzeri toplantılarında
Danışman
• 1976 Dünya Sağlık
Asamblesi İkinci Başkanı
• 1976 - 1981 Dünya
Sağlık Asamblesi Türkiye
Delegasyonu Başkanı
• 1979 - 1982 Tıp Araştırma
Komitesi Danışma Kurulu
Üyesi
• 1979 - 1982 Yönetim Kurulu
Üyesi
• 1979 - 1984 Ana Çocuk
Beslenmesi Danışma Kurulu
Üyesi
• 1982 - 1983 Ana Çocuk
Sağlığı Programları Danışma
Kurulu Üyesi
UNICEF
• 1959 - 1999 Yönetim Kurulu
Üyesi, New York
Program Komitesi Başkanı
(3 dönem) Yönetim Kurulu
Başkanı (2 dönem)
• 1958 - 2003 UNICEF Türkiye
Millî Komitesi Başkanı
SAĞLIK&İNSAN
Uluslararası Pediatri Kurumu (IPA)
• 1968 - 1977 Başkan
• 1977 - 1992 Genel Direktör
Uluslararası Çocuk Merkezi (ICC)
• 1970 - 1984 Yönetim Kurulu
Üyesi, Paris
• 1999 - 2006 Başkan, Ankara
Uluslararası Yükseköğretim
Konferansı (ICHE)
• 1981 - 2010 Yönetim Kurulu
Üyesi
• 1981 - 1992 Başkan
Diğer
• 1969 - 1981 Avrupa
Üniversiteleri Rektörleri
Konferansı Daimi Komitesi
Üyesi
• 1982 - 2010 Uluslararası
Çocuk Konuları Araştırma
Merkezi Onursal Bilim
Danışmanı
• 1983 - 2010 Franceville
Uluslararası Tıp Araştırmaları
Merkezi Onur Kurulu Üyesi
• 1986 - 1999 İslam Tarih,
Sanat ve Kültürü Araştırma
Merkezi Yönetim Kurulu
Üyesi
• 1993 - 2010 Türk Dilli
Ülkeler Pediatri Cemiyetleri
Birliği Kurucusu ve Onursal
Başkanı
• 1997 - 1998 IPA / UNICEF /
WHO / FIGO / UNFPA Task
Force Başkanı
• 2000 - 2010 Brock Chisholm
Uluslararası İnsani Tıp
Kurumu Yönetim Kurulu
Üyesi
1963 yılı uygulama planında,
“Ankara Üniversitesi
Çocuk Sağlığı Enstitüsü
potansiyelinden yararlanarak
burada Tıp ve Sağlık Bilimleri
Fakültesi adı ile tıp eğitimi
veren ikinci bir fakülte
kurulması” hükmü yer aldı.
Bu karar, aynı yıl Ankara
Üniversitesi Rektörlüğü’ne
bildirildi. Rektör Prof. Suut
Kemal Yetkin, Ankara Tıp
Fakültesi Dekanlığı’na bilgi
verdi. Bu fakültenin öğretim
üyeleri olağanüstü toplanarak
aynı üniversite içinde ikinci
bir tıp fakültesi açılmasının
önlenmesi için Başbakan
İsmet İnönü’yü ziyaret ettiler.
Toplantıda Milli Eğitim Bakanı
Şevket Raşit Hatipoğlu ve
Maliye Bakanı Ferit Melen de
bulunuyordu.
Toplantıda böyle bir kuruluşun
yersiz ve tehlikeli olacağı dile
getirilince Sayın Başbakan,
öğretim üyelerine endişe
etmemelerini söyledikten sonra
Rektör Suut Kemal Yetkin’i
makamına davet ediyor. Rektör
Yetkin de Sayın İnönü’ye
DPT’den kendisine gelen yazıyı
gösteriyor. Sayın Başbakan,
ertesi gün Sayın Yetkin’in
kendisine takdim ettiği yazıyla
birlikte DPT Müsteşarlığı’na
giderek açıklama istiyor. Orada,
mevcut fakültelerin fazladan
öğrenci alamayacaklarını ifade
etmelerine karşılık, Çocuk
Sağlığı Enstitüsü’nün hiçbir
yardım istemeden kurulacak
yeni bir tıp fakültesine her
yıl ihtiyaç duyulan sayıda
öğrencinin alınacağı arz edilince
Sayın Başbakan, fakülte
ilgililerini makamına davet
ederek Hacettepe Tıp ve Sağlık
Bilimleri Fakültesi’nin açılacağı
kararını bildiriyor. Karar şok
etkisi yaratıyor. Ve senato kararı
ile fakülte kuruluyor.
69
SAĞLIK&İNSAN
kendisini 1981’de Léon Bernard
Vakfı Ödülü’yle ve 1997’de
“Herkes İçin Sağlık” Altın
Madalyası’yla taltif etmiştir.
Almanca, Arapça, Farsça,
Fransızca ve İngilizce bilen
Doğramacı, 1946’da henüz
31 yaşındayken Dünya Sağlık
Örgütünün kuruluşunda görev
alma ve örgütün Anayasası’nı
imzalama şansına sahip
olmuştur. Dünya Sağlık
Örgütü tarafından kendisinden
dünyanın çeşitli bölgelerinde
tıp ve sağlık bilimleri
okullarının kuruluşunda
danışmanlık yapması istenen
Doğramacı, Kanada Quebec’te
Sherbrooke Üniversitesine,
Güney Amerika Brezilya’da
Brasilia Üniversitesine, Afrika
Nijerya’da Ife’ye ve Kamerun’da
Yaunde’ye bizzat giderek
buralarda tıp merkezlerinin ve
okullarının kurulmasına öncülük
etmiştir.
İhsan Doğramacı, Dünya
Sağlık Asamblesinde altı yıl
boyunca Türk delegasyonunun
başkanlığını yapmış, 1976’da
Avrupa Bölgesi Ülkeleri başkanı
ve Asamblenin ikinci başkanı
olarak görev almıştır. Sonraki
yıllarda, Dünya Sağlık Örgütü
Yönetim Kurulu üyeliğinin yanı
sıra örgütün birçok danışma
komitesinin üyeliklerinde
bulunmuştur. Dünya Sağlık
Örgütü, Doğramacı’nın
hizmetlerinin takdiri olarak
70
Doğramacı’nın aktif
olarak katkıda bulunduğu
kurumlardan biri de uzun
yıllar Yönetim Kurulunda
görev yaptığı UNICEF’tir.
Kurumun Program Komitesine
üç dönem, Yönetim Kuruluna
iki dönem başkan seçilmiştir.
1995 yılında UNICEF
tarafından Maurice Pate
Ödülü ile onurlandırılmıştır.
Türkiye’de 1958-2003 yılları
arasında UNICEF Millî
Komitesi başkanlığını yürüten
Doğramacı, 2003’ten sonra
komitenin onursal başkanlığı
görevine getirilmiştir.
İhsan Doğramacı, 1968 yılında,
çocuk sağlığı alanında hizmet
veren önemli bir kuruluş olan
Uluslararası Pediatri Kurumu
başkanlığına seçilmiş, bu
kurumda çeyrek yüzyıl boyunca
başkan ve genel direktör olarak
görev almış, 1992 yılında da
kurumun yaşam boyu onursal
başkanı olmuştur.
Doğramacı, UNICEF Yönetim
Kurulu Başkanlığı sırasında
Paris’teki Uluslararası Çocuk
Merkezinin Danışma Kurulu
üyesi olmuş, 1970’ten 1984’e
kadar bu görevini sürdürmüştür.
50 yıllık varlığının ardından
1999’da feshedilen merkezi
Ankara’ya taşıyarak 2006
yılına kadar başkanlığını bizzat
yürütmüş, daha sonra da
onursal başkanı olmuştur.
Doğramacı’nın tıp ve sağlık
bilimleri alanında yazılmış
çok sayıda bilimsel makalesi,
kitap bölümü ve kitabı
bulunmaktadır.
Makaleleri
Çocuk sağlığı ve hastalıkları,
halk sağlığı ve tıp eğitimi
dallarında, ulusal ve
uluslararası mesleki
dergilerde yayımlanmış
100’den fazla makale
Kitapları
• Annenin Kitabı. 1952. 15.
baskı. Ankara: Meteksan
A.Ş., 2003.
• Günümüzde Rektör Seçimi
ve Atama Krizi: Türkiye’de
ve Dünyada Yükseköğretim
Yönetimine Bir Bakış.
Ankara: Meteksan A.Ş.,
2000.
Gözden geçirilmiş,
güncellenmiş baskı:
Türkiye’de ve Dünyada
Yükseköğretim Yönetimi.
Ankara: Meteksan A.Ş.,
2007. (PDF)
• Prematüre Bebek Bakımı.
Ankara: Örnek Matbaası,
1954.
Editörlükler
• 1958-1993 Editör, The
Turkish Journal of Pediatrics,
Ankara.
• 1963-1980 Danışman
editör, Clinical Pediatrics,
Philadelphia, Pennsylvania.
• 1975-1985 Editör, Bulletin
of the International Pediatric
Association, Ankara.
Kaynak
- Doksan Yıllık Yaşamımdan
Anılar, Prof. Dr. İhsan
Doğramacı, Bütün Dünya
2000 Dergisi, Nisan2006
- http://www.bilkent.edu.tr/
hocabey/hayat.html (Erişim
Tarihi: 27 Şubat 2012)
SAĞLIK&İNSAN
71
SAĞLIK&İNSAN
Türk Hematoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Teoman Soysal:
Gönüllü Verici Sayısı Çok Az
Türk Hematoloji Derneği
Başkanı Prof. Dr. Teoman
Soysal, kök hücre nakli
konusunda en büyük
problemin akraba dışı
vericilerin sayısının az olması
olduğunu söyledi.
Türkiye Akraba Evliliği Kurbanı
Teoman Soysal, Antalya’da
başlayan, “7. Ulusal Kemik
İliği Transplantasyonu ve Kök
Hücre Tedavileri Kongresi”
kapsamında düzenlenen
basın toplantısında, kök hücre
naklinin bazı kan hastalıkları,
kemik iliği yetmezlikleri ve
doğumsal kan hastalıklarının
tedavisinde başvurulan
yöntemlerden biri olduğunu
belirtti.
Avrupa ülkelerine göre daha
Kemik iliğinin yanı sıra kandan
ve göbek kordonundan da
kök hücre nakli yapıldığını
dile getiren Soysal, daha önce
gençlerde yaptıkları tedavileri
ileriki yaşlarda da uygulamaya
başladıklarını bildirdi.
Türkiye’de 10 yıl önce yılda
200-300 civarında kök hücre
nakli yapıldığını vurgulayan
Soysal, “2009 yılında bin
203, 2010 yılında bin 467
ve geçen yıl 2 bin nakil
gerçekleştirildi. Ancak her
şeye rağmen sayılar henüz
ülke gereksinimine göre yeterli
değil. Türkiye’de yaşanan en
büyük sıkıntılardan biri akraba
dışı gönüllü vericilerin yeterli
sayıda olmaması. Geçen yıl
nakil yapılan 2 bin kişiden
80’i akraba dışındaki gönüllü
vericiden alındı” diye konuştu.
72
Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Çocuk Hematoloji
Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Mehmet Ertem de
Türkiye’de akraba evliliklerinin
yoğun yaşandığını, bunun
da bazı kalıtsal hastalıkların
artmasına neden olduğunu
söyledi.
Lösemi ve talaseminin
Türkiye’de daha yoğun
görüldüğünü ifade
eden Ertem, çocukluk
çağında acil nakile ihtiyaç
duyulabildiğini, bu nedenle
de çocukluk dönemindeki
transplantasyonun büyük
önem kazandığını vurguladı.
Türkiye’de pediatrik
transplantasyona 1989’da
başlandığına değinen
Ertem, 450’si geçen yıl
olmak üzere toplam 2 bin
158 çocuğa kemik iliği nakli
yapıldığını bildirdi. Ertem, “Bu
transplantasyonların yarısı son
5 yıl içinde yapılmıştır. Son
bir yıl içerisinde de toplam
nakillerin yüzde 20-25’ini
gerçekleştirmişiz” dedi.
Ertem, bu sayının yeterli
olmadığına işaret ederek, yılda
800 çocuğa kemik iliği nakli
gerektiğini belirtti.
Türkiye’de çocuklarda yapılan
kök hücre nakillerinin yüzde
12’sinin akraba dışındaki
gönüllü vericiden sağlandığını
dile getiren Ertem, Avrupa’da
bu rakamın yüzde 50’lere
yaklaştığını söyledi.
“En az 300 bin gönüllü verici,
10 bin kordon bağı olması
lazım”
Kök hücre nakillerinin bebek
kordonlarından da yapıldığını
hatırlatan Ertem, doğum
sonrası çöpe atılacak bebek
kordonlarının başka hastalar
için saklanması gerektiğini
belirtti. Ertem, “Doğan çocuğun
ihtiyacı olmayabilir ama başka
hastalar için kullanılabilir.
Türkiye’de en az 300 bin
gönüllü verici, en az da 10
bin kordon bağı olması lazım.
Türkiye’de bir an önce kordon
bağı bankası oluşturulması
lazım” diye konuştu.
İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi Tıbbi Biyoloji
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Fatma Oğuz Savran
da Türkiye’de 27 bin gönüllü
verici olduğunu, gazetelerde
çıkan bir haber nedeniyle 3
ay içinde 3 bin 800 yeni verici
kaydettiklerini söyledi.
Almanya Regensburg
Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Selim Çorbacıoğlu
da genetik açıdan uyum
sağlanamadığı için Almanya’da
Türk hastalar için donör
bulmakta zorlandıklarını dile
getirdi
SAĞLIK&İNSAN
İlk Kez Kadavradan Menisküs Nakli Yapıldı
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Atatürk Eğitim ve Araştırma
Hastanesinde, Prof. Dr. Murat
Bozkurt ve ekibi tarafından
kadavradan ilk menisküs nakli
gerçekleştirildi.
Atlet ve voleybolcu olan Konya
Ereğli Atatürk Lisesi 12. sınıf
öğrencisi Dürdane Kökbudak,
yapılan başarılı operasyonun
ardından, hem ilerleyen
dönemde protez ameliyatı
riskinden kurtuldu hem de
spora dönebilme imkânı
yakaladı.
Atletizm ile başladığı spor
yaşamına voleybol ile
devam eden başarılı sporcu
Kökbudak’a, 37 yaşındaki bir
donörden alınan menisküsler
nakledildi.
Ameliyatı gerçekleştiren Prof.
Dr. Murat Bozkurt, yaptığı
açıklamada, menisküsün diz
ekleminin iç ve dış tarafında
bulunan anatomik yapılar
olduğunu, bunların dizin
yükünde, sağlamlığında rol
oynadığını, kıkırdakların ve
çevre dokuların bütünlüğünün
korunmasında etkili olduğunu
söyledi.
Menisküs olmadığında
kıkırdaklarda sorun yaşanmaya
başlandığını anlatan Bozkurt,
“Halk arasında dizlerde
kireçlenme olarak bilinen
sorun, erken yaşlarda başlıyor.
Bunun dışında bağlar daha
kolay yırtılıyor. Dolayısıyla
menisküslerin eklem içindeki
muhafazası, diz ekleminin
sağlamlığı açısından önemli”
dedi.
“Dünyada bunun
bir örneği yok”
“Türkiye’de kadavradan
menisküs nakli ilk defa
yapılıyor. Dünyada da çok
nadir olan olgulardan biri”
diyen Bozkurt, “Yaptığımız
bu ameliyat, kadavradan ilk
menisküs nakli olmasının
dışında farklı bir özellik
de taşıyor. Nakil yapılan
sporcumuzun, hem iç hem
de dış menisküsü alınmıştı.
Biz, her ikisini de naklettik.
Dünyada da bunun bir örneği
yok. Türkiye’de de hem iç hem
dış menisküsün nakledildiği
yegâne olgu Dürdane.
Özel yöntemlerle iç ve dış
menisküsü Dürdane’ye transfer
ettik” diye konuştu.
Donör hakkında da bilgi veren
Bozkurt, doku bankasından
edindikleri bilgiye göre,
menisküsün 37 yaşındaki
bir kadına ait olduğunu
söyledi. Bozkurt, menisküs
naklinde doku uyumundan
çok dokunun ölçülerinin
dize uygun olmasının önem
taşıdığına dikkati çekerek,
şöyle devam etti:
“Bize, ölçümler yapılmış
olarak geldi. Dürdane de
bize yönlendirildiğinde
birkaç yıl önce her iki
menisküsü de travma sonrası
alınmak zorunda kalınmıştı.
Menisküsleri olmadığından
hem spor hayatı bitmişti
hem de yaşam kalitesi
çok düşmüştü. Doku da
uygun olunca, operasyonu
gerçekleştirdik.
Menisküste diğer hayati
organlarda olduğu gibi ciddi
bir doku uyumuna ihtiyacımız
yok. Çünkü, menisküs
diğerlerinden daha özellikli.
Nakil, doku uyumu olmaksızın
da yapılabiliyor, sadece yapı
özelliklerinin uyumlu olması
gerekiyor.”
Her iki menisküsün nakledildiği
ameliyatın yaklaşık 4,5 saat
sürdüğünü ve atroskopik
yöntemle gerçekleştirildiğini
anlatan Bozkurt, “Bu yöntemle,
sadece menisküs sokacağımız
eklem kesileri yapıldı, kapalı
yolla gerçekleştirildi” dedi.
73
SAĞLIK&İNSAN
Dünya tıp tarihine geçecek bir ameliyat daha
Akdeniz Üniversitesi Dünyada İlk Defa Bir Hastaya Aynı
Anda Kalp ve Böbrek Nakli Gerçekleştirdi
Aynı hastanın kalbe giden ana
toplar damarı da donörün
böbreğinden alınan damarla
by pass edilirken, AÜ bu
ameliyatla dünya tıp tarihine
geçti.
İki yıl önce annesinden böbrek
nakli olmak için Akdeniz
Üniversitesi Hastanesi’ne
başvuran Diyarbakırlı 25
yaşındaki Ahmet Alp’in yapılan
tetkikler sonucunda böbreğin
yanı sıra kalp nakline de ihtiyaç
duyduğu tespit edildi. Bunun
üzerine organları bağışlanan
39 yaşındaki E.A.’nın böbrek
ve kalbi Sağlık Bakanlığı’nın
izni ile AÜ Prof. Dr. Tuncer
Karpuzoğlu Organ Nakli
Enstitüsü’nde Ahmet Alp’e
başarıyla nakledildi.
Aynı zamanda hastanın kol
ve boynundan gelerek kalbe
giden ancak tıkalı olan ana
toplar damarı da donörün
böbrek damarıyla by pass
edildi.
ÜÇ İŞ BİR AMELİYATLA BİTTİ
BAKANLIK ÖZEL İZİN VERDİ
AÜ Rektörü Prof. Dr. İsrafil
Kurtcephe ve nakli yapan
ekibin katıldığı toplantıda
konuşan AÜ Kalp ve Damar
Cerrahisi Anabilim Dalı
öğretim üyesi Prof. Dr.
Ömer Bayezid, önemli bir
nakil işlemini başarıyla
tamamladıklarını söyledi.
Aynı vericiden alınan kalp
ve böbreğin aynı ameliyatta
Ahmet Alp’e nakledildiğini
kaydeden Prof. Dr. Bayezid,
“Hastamızın kol ve boynundan
gelen ve kalbe giden ana
toplar damarı tıkalı olduğu
için vericiden alınan böbrek
damarı kullanılarak yeni takılan
kalbe drenaj kanalı uygulandı.
Böbrek damarı kullanılarak,
kalbe yama yapılarak orijinal
bir nakil gerçekleştirildi. Bir
ameliyatla üç farklı ameliyatı
gerçekleştirdik” diye konuştu.
AÜ Prof. Dr. Tuncer Karpuzoğlu
Organ Nakli Enstitüsü Müdürü
Doç. Dr. Ayhan Dinçkan da
Ahmet Alp’in iki yıl önce
canlı vericiden böbrek nakli
için başvurduğunu aktardı.
Yapılan tetkiklerde bu naklin
gerçekleştirilebilmesi için kalp
naklinin de gerekli olduğunu
tespit ettiklerini anlatan Doç.
Dr. Ayhan Dinçkan ise şunları
söyledi:
“Böbrek naklini yapabilmemiz
için kalp ve bütün sistemlerin
normal olması gerekiyordu.
Hastanın kalbinin yeterli
basmadığı tespit edildi.
Böbrek ile kalp nakline ihtiyaç
duyduğu ortaya çıktı. Kombine
nakil yapılması gerekiyordu.
Ulusal Organ Nakli Bekleme
Listesi’ndeki hastaya iki organ
için izin çıkmadı. Bakanlık
devreye girerek özel izin verdi.
Hem böbrek hem kalp
nakli oldu. Ahmet Alp’in
toplardamarı tıkalıydı, by
pass için damar gerekiyordu.
Böbrek damarı kadavradan
geldiği için uzundu, makul
kısmı kullanıldı. Hasta ve
verici genç olunca başarılı
bir iş oldu. Tansiyonu hemen
toparladı. Kalp nakli başarılı
olunca böbreği kanlandırdık.
Kısa sürede canlıdan yapılmış
gibi böbrek idrar çıkarmaya
başladı.”
74
SAĞLIK&İNSAN
Sağlık Bakanlığı
14 Mart Tıp Bayramı 2012 Ödülleri
Sağlık Bakanlığı’nın 14 Mart
Tıp Bayramı çerçevesinde her
yıl düzenlediği ve geleneksel
hale getirdiği Yılın Doktorları
Ödülleri sahiplerini buldu.
2012 yılında “Yılın Doktorları”
ödüllerinin yanısıra Yılın Sağlık
Çalışanları, Üstün Hizmet
Ödülleri ve Altın Steteskop
Medya Ödüllerini alanlar da
belirlendi.
81 ilden seçilen doktorlar
bu yıl da “Yılın Doktoru”
ödülü aldılar. Kendi illerinde
sağlık çalışmalarına yaptıkları
katkı, sağlık hizmetindeki
fedekarlıkları ve duyarlılıkları
ile öne çıkan doktorlar
Sağlık Bakanlığı tarafından
“Yılın Doktoru” olmaya hak
kazandılar.
Sağlık Bakanlığı’nın 14 Mart
Tıp Bayramı 2012 Ödülleri
“Yılın Sağlık Çalışanları”
kategorisinde değerlendirildi.
Bu dalda Malatya İnönü
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde
yaptıkları karaciğer
nakillerindeki başarılarından
dolayı Prof. Dr. Sezai Yılmaz
ve Organ Nakli Ekibine ödül
verildi. Ödül alan bir başka
ekip ise yaptıkları kol, yüz,
rahim, kalp ve diğer nakiller ile
Türkiye’nin gündeminde olan
Antalya Akdeniz Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr.
Ömer Özkan ve nakil ekibi
oldu. Bu arada Uşak Devlet
Hastanesinden iki doktor
da, aileleri organ bağışına
ikna ettikleri için ödüle layık
görüldü.
Van depremi sırasında
yaptıkları çalışmalarla bütün
Türkiye’nin takdirini kazanan
sağlık çalışanları arasından
seçilen 20 personele de “Yılın
Sağlık Çalışanı” ödülü verildi.
Tıp mesleğine uzun yıllardır
hizmet eden Genel Cerrah
Hüseyin Talha Demirağ,
Halk Sağlığı Uzmanı Prof.
Dr. Çağatay Güler ve Genel
Cerrahi Uzmanı, Prof. Dr.
Hüsrev Hatemi Sağlık Bakanlığı
2012 14 Mart Tıp Bayramı
“Üstün Hizmet Ödülü” alan
isimler oldu.
Sağlık Bakanlığı 2012 14 Mart
Tıp Bayramı “Altın Streteskop
Medya Ödülleri” çeşitli
kategorilerde sahiplerini
buldu. Bu alanda ödül alan
kurum ve isimler ise şöyle:
Film Dalında: Ömer Faruk
Sorak’ın Aşk Tesadüfleri
Sever filmi; organ ve doku
nakilleri ile ilgili doğru ve etkili
mesajlarından dolayı…
Dizi Dalında: Akasya Durağı
Dizisi; Dumansız Hava Sahası
Projesine katkıları için…
Habercilik Dalında: Anadolu
Ajansı; sağlık haberlerine
verdiği önem ve objektif
haberciliğinden dolayı…
Sağlık Programı : Sağlıklı
Yaşam Programı’nın yapımcı
ve sunucusu Hande Aydemir;
Sağlıkta Dönüşüm Programının
uygulamalarının doğru tanıtımı
ve Sağlıklı Yaşam Anadolu’da
Programı ile sağlığın
Anadolu’daki sesi olduğu için...
İnternet Sitesi: Pozitif Yaşam
Derneği’nin inter sitesi
pozitifyasam.org.tr
Radyo Programı: Mansur El
Sabah, Alem FM.
Dergi: Medimagazin.
75
SAĞLIK&İNSAN
Böbrek reddine kök hücre umudu
Böbrek nakli yapılan hastalara kök hücre enjekte
edilmesinin, böbrek reddini önlemek için
kullanılan ilaçlara ihtiyacı ortadan kaldırabileceği
belirtildi.
ABD’deki Louisville Üniversitesi Hastanesi
ile Chicago’daki Northwestern Memorial
Hastanesi’nde yapılan denemelerde, bir dizi
hastada başarı sağlandığı açıklandı.
Bilim ve Dönüşümsel Tıp Dergisinde yayımlanan
araştırma sonuçları, hastaların büyük bölümünün
yeni tedavi sonrası böbrek reddi (rejeksiyon)
ilaçlarını düzenli olarak almasına gerek
kalmadığını gösteriyor.
Araştırmacılar, bunun organ naklinde büyük önem
taşıdığı görüşünde. Organ nakli sırasında yaşanan
en büyük sorunların başında vücudun, yabancı
olarak algıladığı yeni organa karşı savaşma riski
geliyor.
Bunu önlemek için hastalar, hayat boyu bağışıklık
sistemlerini baskılayan güçlü ilaçlar içmek zorunda
kalıyor. Bu ilaçlar, hasta vücudunun organı
reddetmesini engelliyor ama yüksek tansiyon,
diyabet ve ciddi enfeksiyon riskini de beraberinde
getiriyor.
ÖNCE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ BASKILANIYOR
Yeni yöntemde ise canlı vericiden bağışlanan
organın yanında kök hücreler de alınıyor. Organ
nakli yapılacak hastanın bünyesi, radyoterapi ve
kemoterapi yoluyla kendi bağışıklık sistemlerini
baskılayacak şekilde operasyona hazırlanıyor. Bir
kaç gün sonra da hastaya kök hücre ve organ nakli
yapılıyor.
Uzmanlar, bu yeni yöntemin, organ reddini
önleyecek yeni sistemler ve ilaçlar geliştirilmesi
açısından umut verdiğini söylüyor.
76
Ağrı Kesicilerle İlgili Şok Gerçek!
Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi
Gastroenteroloji
Bilim Dalı Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Serhat
Bor, ağrı kesici
ilaçların bilinen ve
bilinmeyen yan
etkileri hakkında
açıklamada bulundu.
Ağrı kesicilerin
hazımsızlık, bulantı,
karın ağrısının
yanında mide kanaması, delinme, mide çıkışında daralma gibi
birçok hastalığa sebebiyet verdiğini belirten Prof. Dr. Serhat Bor
kimlerin risk grubuna girdiğini de şöyle açıkladı:
“Başta daha önceden ülser rahatsızlığı geçirmiş hastalar olmak
üzere, altmış yaş üstü kişiler, kalp-damar hastası olanlar, sindirim
sistemi sorunu yaşayanlar ve şeker hastaları ağrı kesicilerin
kullanımında dikkatli olmalı.”
Ağrı kesicilerin yan etkilerinden korunma yöntemleri hakkında
da açıklamada bulunan Prof. Dr. Bor, “Doz arttıkça risk artar.
Bu tip ilaçları kullanırken düşük dozda alınmasına dikkat edin.
Ağrı kesici ilaçların yanında, bunların meydana getirdiği yan
etkilerden korunmaya yönelik ilaçlar da kullanın” dedi.
“Ağrı kesiciler en fazla kullanılan ilaç grubu olmakla beraber
tedavi değil anlık şikayet gidermeye yöneliktir” diyen Prof.
Dr. Bor, ağrı kesicilerin mecbur kalınmadıkça ve bilinçsizce
kullanılmaması gerektiğine dikkat çekti.
Risk grubu ileri yaşta olanlardan ve yandaş hastalık taşıyanlardan
korunmalarını isteyen Prof. Dr. Bor, katılımcıların sorularını
yanıtlayarak konuşmasını bitirdi.
Felcobot
Üniversite yıllarından beri robotlar üzerine
çalışan Necati Hacıkadiroğlu (31) ve 15
kişilik ekibi, GOSB Teknopark’ta 20 omurilik
felçlisiyle fizik tedavi ve rehabilitasyon
uzmanlarına danıştı. Öncelikli ihtiyaçları
karşılamaya yönelik robotik mobilizasyon
cihazı geliştirmeyi hedefleyen
Hacıkadiroğlu, “Tek RMC, bugüne kadar
omurilik felçlilerine yönelik geliştirilmiş,
bilinen en küçük boyutlara sahip tekerlekli
ayakta taşıma cihazı. Bu, gelişmiş tekerlekli
sandalye değil, tamamen yeni bir buluş”
diyor. Hacıkadiroğlu, Koç Üniversitesi fizik
bölümünde okurken 3’üncü sınıfta okulu
bırakmış. Okulun “robot kulübü” üyesiymiş.
SAĞLIK&İNSAN
Erkek hemşireler:
“Doktor Bey Diye Sesleniyorlar!”
Akdeniz Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu’ndaki erkek hemşireler
4 yıllık eğitimleri sonrasında mezuniyete hazırlanıyor. Bu
bölümü bitiren tüm öğrencilerin KPSS sınavları sonrasında işe
yerleştirilmeleri oldukça hızlı bir şekilde oluyor.
Akdeniz Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu’nda 4 yıllık eğitimlerinin
sonuna yaklaşan erkek hemşireler mezuniyete hazırlanıyor. 7
Temmuz’da yapılacak olan KPSS sınavlarına hazırlanacak olan
erkek hemşireler hastanelerde hastalar tarafından büyük ilgi
görmeye başladı. Hastanelerde beyaz önlükleri ile kendilerini
görenlerin ‘sünnetçi’, ‘laborant’, ‘sağlık memuru’, ‘ambulans
şoförü’ ve hatta ‘doktor’ sandıklarını anlatan hemşire gençlerden
Şahin Gür, “Hemşirelik bölümünü Antalya’da bulunduğum ve
özellikle Akdeniz Üniversitesi’nin bir marka üniversite olması
nedeniyle tercih ettim. Seçtiğim bölüme ailem de destek verdi.
Bazen nasıl ben bu işe giriştim diye kendi cesaretime de hayran
kalıyorum. İş geleceği garanti olan bir meslek. Erkek hemşire
olmak isteyen ve üniversite sınavlarında tercih edip etmemekte
tereddüt edenlere hiç düşünmeden bu bölümü işaretlemelerini
isterim” dedi. Hemşirelik bölümünü tercih etmesinde babasının
ısrar ettiğini söyleyen Gür, “Babam hastanede görev yaptı
yıllarca. Ben İnşaat Mühendisi olmak istiyordum ancak Babamın
ısrarına dayanamadım ve bu bölümü işaretledim. Ayrımcılık
asla yapılmıyor. İyi ki tercih etmişim. İş garantisi bir sektör içinde
bulunacağım” diye konuştu.
Sağlık personeli, dolandırıcılara
karşı tek tip kıyafet kullanacak
Geçtiğimiz Ocak ayı sonunda Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren Sağlık Uygulama
Tebliği (SUT)’nde Değişiklik Yapılmasına Dair
Tebliğ ile acil servislerde yeşil alan uygulaması
kapsamında değerlendirilecek sağlık hizmetleri
için katılım payı alınacağının hükme bağlandığını
belirten Sağlık Bakanlığı, bu kapsamda 520.021
Kodu ile tanımlanan “Yeşil Alan Muayenesi”
uygulamasında birliğin sağlanması için konuyla
ilgili bir genelge yayımladı.
Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun
imzasıyla yayımlanan genelgede, 16.10.2009
tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
giren Yataklı Sağlık Tesislerinde Acil Servis
Hizmetlerinin Uygulama Usul ve Esasları
Hakkında Tebliğ’de; “Ayaktan başvuran, genel
durumu itibariyle stabil olan ve ayaktan tedavisi
sağlanabilecek basit sağlık sorunları bulunan
hastaların (Yüksek risk taşımayan ve hafif
derecedeki her türlü ağrı, aktif yakınması olmayan
düşük riskli hastalık öyküsü, genel durumu ve
hayati bulguları stabil olan hastada her türlü
basit belirti, basit yaralar-küçük sıyrıklar, dikiş
gerektirmeyen basit kesiler, kronik belirtileri olan
ve genel durumu iyi olan davranışsal ve psikolojik
bozukluklar)” şeklinde tanımlandığı hatırlatıldı.
4 sedyeli ambulans uçak müjdesi
Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, sağlık
sistemindeki bir yeniliğin daha müjdesini verdi.
Türkiye’de hayatları kurtarmanın en önemli
araçlarından biri haline gelen hava ambulansı
filosuna 4 sedyeli bir hava ambulansı daha
ekleniyor. Mart ayında hizmete girecek 4 sedyeli
hava ambulansı aynı anda 4 hasta ve 14 personel
taşıyabiliyor. Mevcut ambulans uçaklar ise 2 hasta
ve 6 personel taşıyordu. Bugüne kadar ambulans
uçaklarla 2 bin 196, mevcut 17 ambulans
helikopterlerle ise 10 bin 746 hasta taşındı.
77
SAĞLIK&İNSAN
KiTAP
İncir Kuşları
Sinan Akyüz
Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir soykırımı Suada’nın öyküsüyle yeniden gündeme
getiriyor. Yakın tarihi edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde “savaşı ve şiddeti”, savaşın
içinde de “aşkı ve inancı” ustalıkla harmanlıyor. Bu romanla Bosna Savaşı’nın bilinmeyen
bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkarken; kitap okuyucusuna sürpriz bir sonla veda ediyor.
Takvim yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı
yüreklere... Suada patlak veren savaşın estirdiği rüzgârda âdeta savrulan bir yaprak
gibiydi. Savruldu, savruldu, savruldu.. Sonra da kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği genç
adamın eline esir düşürdü. Genç adam, o gün ela gözlü çöl ahusuna bakmış “Kader bizi ne
inanılmaz bir şekilde birleştirdi, görüyor musun Suada?” demişti.
Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanmış bir soykırımda, kadere inananların romanıdır
İncir Kuşları.
Kalbin Direnişi
Kemal Sayar
“Baş döndürücü bir rüzgâr esiyor etrafımızda. Kronolojik zaman alabildiğine hızlanmış,
durmadan imge yığıyor önümüze. Her şey çok hızlı, o yüzden hiçbir şey kökleşemiyor. Yer
tutmak çok zor. Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğru kişinin iç âleminde ruhu sükûna
erdirecek yoğunluğa ulaşamıyor. Hepimiz buradayız ve bir orası yok. Köksüz, yurtsuz, kimsesiz,
yalnız. Anne babalarımızdan dahi emniyet almadan...”
Böyle diyor Kemal Sayar ve bir çağın, bir toplumun, bir kuşağın serencamını, açmazlarını,
çözülme ve savrulmalarını ustalıkla irdeliyor. Akla ve ruha dokunan incelikli çözümlemelerin
eşliğinde, hepimiz için, ‘kalbin direnişi’ ni merkeze alan bir çıkış yolu öneriyor.
Neden mi?
Çünkü, “sadece kalbi olanlar içlerindeki mucizeleri görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe
karşı direnebilir.”
Keje
Emine Uçak Erdoğan
Güneydoğu’da Çocuk Olmak Bir Gecede Büyümek Demek...
Bütün çocuklar kadar mutlu, bütün çocuklar kadar tasasızdılar. Kasabanın bütün bağlarına
girebilir, bütün bahçelerinden yiyebilir, meyve ağaçlarına dalabilirdiler. Bir yaz gecesi
aniden patlayan silah seslerine kadar...
Önce özgürlüklerini, şenliklerini kaybettiler, sonra evlerinin bir ateş topu olduğunu gördü
gözleri. Büyükler onlara bir şey söylemiyor, kendi aralarında “dışardakiler” dedikleri
birilerinden bahsediyorlardı. Kimdi bu dışardakiler?
Çocukluğunu 80’li yıllarda Güneydoğu’da geçiren yazar Emine Uçak Erdoğan, iki ateş
arasında sıkışan bölge halkının bir yaz gecesi ansızın alt üst oluşunu anlatıyor.
78
SAĞLIK&İNSAN
KiTAP
Can Boğazdan Çıkar
Mehmet Ali Bulut
Hastalıklarımızın büyük bir kısmının yediklerimiz ve içtiklerimizden kaynaklandığı bilimsel
anlamda da ispat edilmiştir. Kişilerin mizaçlarına uygun beslenmemesi, hastalıklara
davetiye çıkarmaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalarda, farklı motorlarda farklı yakıtlar
kullanıldığı gibi; insanların da birbirinden farklı mizaç ve yapılara sahip olduğu, alınan
gıdayı hazmettirecek enzimin her bünyede aynı güçte ifraz edilmediği belirlenmiştir.
Bugün tüm dünyada, bu yeni bilgiler ışığında yeni bir beslenme tarzı önerilmekte;
kişilerin, kan gruplarına (mizaçlarına) uygun beslenmeleri halinde şişmanlık ve hastalık
probleminden kurtulacakları savunulmaktadır. Geleneksel tıp daha da ileri giderek her
insanın kendine özgü sindirim sistemi ve enzimleri olduğu bilgisinden hareketle, kişiye
özel beslenme programları önermektedir.
Bilinçli beslenip sağlıklı yaşayın.
Beyaz Önlük Siyah Şapka
Carl Elliott
Hayat kurtarması, hastaları iyileştirmesi beklenen “beyaz önlüklü” tıp, her ne pahasına
olursa olsun daha çok satmak isteyen “siyah şapkalı” agresif bir endüstriye dönüştü. İşte
modern tıbbın karanlık yüzüne yolculuk tam da bu dönüşümün hikâyesi aslında. The
New Yorker ve The Atlantic Monthly’de yazan, tıp doktoru ve biyoetik uzmanı Cari Elliott,
bizi davet ettiği bu yolculukta, eski usul hekimlik anlayışını, tüketim kapitalizmine feda
eden sosyoekonomik değişimi, karanlığa katkı sunan aktörleri deşifre ediyor. Mesela ilaç
üreticileri için “bilimsel” makaleler kaleme alan yazarlar, yani ilaç firmalarının sözünden
çıkmayan hayaletler! Ya da “haber” bültenleri üreten halkla ilişkiler uzmanları...
O neşterin dokunduğu tıbbın yumuşak karnından ortaya saçılanları okuduğunuzda siz de
çok şaşıracaksınız!
Aşka Yolculuk Veysel Karani
Sinan Yağmur
“Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sormayın. Ömrü azıcık kalmış bir HİÇ’im. Ben, hiçbir şeyim, hiçbir
şeyim. Yürek vermediğiniz, ta içinize erişemez. İnsanlara baktım ki her biri kendisine bir
sevgili edinmiş. Kimi kadın, kimi erkek. Bazısı nefis, bazısı da heva. Kimi mal, kimisi de şöhret.
Herkes o sevgiliyle ölüm anına kadar beraber olabilmiş, bazısı da kabrin başına kadar beraber
bulunabilmiş, toprağa verilince ona veda etmiş. Herkes sevgilisini karanlık bir kuytuya bırakıp
geri dönüyor.
Düşündüm. Kendime öyle bir sevgili bulayım ki, hayatımda ve vefatımda benimle beraber olsun.
Ömrüm, özüm ve sözüm üç aşk üzerine örüldü: Allah aşkı, Peygamber aşkı ve Annem. Bana
kendini üç kelimeyle anlat deseler; yetimlik, yalnızlık ve yolculuk derim… Babasız kalmanın
acısını imanla doldurdum, yalnızlığımda Allah’a sığındım. Yolculuğumu Habibullah’ın aşkına
adadım.”
79
SAĞLIK&İNSAN
84. Oscar Ödülleri
Sahiplerini Buldu
Sinema dünyasının en prestijli ödülleri Oscarlar, ABD’nin
Los Angeles kentindeki Kodak Tiyatrosu’nda sahiplerini
buldu.
Oscar gecesi her zamanki gibi Kırmızı Halı seremonisiyle
başladı. George Clooney, Brad Pitt, Angelina Jolie, Jean
Dujardin, Natalie Portman, Glenn Close, Michelle Williams,
Glenn Close gibi birçok yıldızın şıklık yarışına girdiği
törenin sunuculuğunu Billy Crystal yaptı.
Gecenin kazananı The Artist oldu. Siyah-beyaz, sessiz film
olan ‘The Artist’ En İyi Film ödülünü kazanırken, yönetmeni
Michel Hazanavicius ve başrol oyuncusu Jean Dujardin’e
de Oscar kazandırdı.
Böylece 10 dalda aday gösterilen ‘The Artist’ 5 dalda
Oscar kazanırken, En İyi Film Ödülü’ne layık görülen ikinci
sessiz film oldu. 1929’da yapılan ilk Oscar Ödül Töreni’nde
‘’Wings’’ adlı sessiz film, En İyi Film seçilmişti.
UGGIE DE SAHNEYE ÇIKTI
Filmin Altın Tasma ödüllü dört ayaklı oyuncusu Uggie, En
İyi Film ödülünü almak için yönetmen Michel Hazanavicius
ile sahneye çıktı ve büyük alkış aldı.
En İyi Kadın Oyuncu ödülünü daha önce 2 defa altın
heykelciği evine götüren Meryl Streep kazanırken,
Yardımcı Oyuncu dalında Oscar ödülleri de ‘Beginners’ ile
Christopher Plummer ve ‘The Help’ ile Octavia Spencer’ın
oldu.
Bir diğer favori Martin Scorsese imzalı ‘Hugo’ ise sadece
teknik dallarda başarılı oldu. ‘Hugo’ Görüntü Yönetimi,
Sanat Yönetimi, Görsel Efekt, Ses Kurgusu ve Ses Miksajı
dallarında Oscar kazandı.
Yabancı Film dalında Oscar’a beklendiği gibi İran yapımı
‘A Separation’ ulaşırken, filmin yönetmeni Farhadi, ödül
töreninde yaptığı konuşmada ‘’Bugün bizi dünyanın dört
bir yanında milyonlarca İranlı seyrediyor. Eminim hepsi
çok mutlular. İran haklı mutlu çünkü siyasetçilerin savaş,
tehdit ve saldırıdan söz ettiği bir dönemde ülkelerinin
ismi, siyasetin tozu altında saklanan zengin, köklü bir tarihe
sahip ve muhteşem kültürü ile anılıyor’’ dedi.
En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ını Midnight in Paris ile
Woody Allen, Uyarlama Senaryo Oscar’ını ise The
Descendants ile Alexander Payne kazandı.
SAĞLIK ve İNSAN
3

Benzer belgeler