ORTADO U ANAL Z A ustos 2013 56. Say

Transkript

ORTADO U ANAL Z A ustos 2013 56. Say
Indexed by
tarafından taranmaktadır
aylık uluslararası ilişkiler dergisi
sayı
Ağustos 2013 Cilt 5
56
Mısır: Geleceğini Arayan Ülke
Understanding the Political Crisis in Egypt
Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi
Mavi Nil Nehri Suları Üzerinde Uyuşmazlık
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM
STRATEJİK BİLGİ YÖNETİMİ, ÖZGÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Tarihçe
Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış
politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu özelinde yoğunlaştırmıştır.
Ortadoğu’ya Bakış
Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkum edilmemelidir. Ortadoğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak
potansiyele sahiptir. Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik halklarına,
bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek ulusal ölçekte kalıcı barışın
ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi
çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir Sözkonusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir.
Cepheleşen eksenlere dahil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir.
Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları
ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri
oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin
nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM; bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM, web sitesiyle, aylık Ortadoğu
Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal
ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. Bölge ülkelerinden devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK
temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek
dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır.
* ORSAM, The Middle East Studies Association (MESA) üyesidir.
www.orsam.org.tr/tr/
STRATEGIC INFORMATION MANAGEMENT AND
INDEPENDENT THOUGHT PRODUCTION
ORSAM
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES
History
In Turkey, the shortage of research on the Middle East grew more conspicuous than ever during the
early 90’s. Center for Middle Eastern Strategic Studies (ORSAM) was established in Janu- ary 1, 2009
in order to provide relevant information to the general public and to the foreign policy community.
The institute underwent an intensive structuring process, beginning to con- centrate exclusively on
Middle Eastern affairs.
Outlook on the Middle Eastern World
It is certain that the Middle East harbors a variety of interconnected problems. However, ne- ither
the Middle East nor its people ought to be stigmatized by images with negative connota- tions. Given
the strength of their populations, Middle Eastern states possess the potential to activate their inner
dynamics in order to begin peaceful mobilizations for development. Respect for people’s willingness to
live together, respect for the sovereign right of states and respect for basic human rights and individual freedoms are the prerequisites for assuring peace and tranquility, both domestically and internationally. In this context, Turkey must continue to make constructive contributions to the establishment
of regional stability and prosperity in its vicinity.
ORSAM’s Think-Tank Research
ORSAM provides the general public and decision-making organizations with enlightening in- formation about international politics in order to promote a healthier understanding of interna- tional
policy issues and to help them to adopt appropriate positions. In order to present effective solutions,
ORSAM supports high quality research by intellectuals and researchers that are com- petent in a
variety of disciplines. ORSAM’s strong publishing capacity transmits meticulous analyses of regional
developments and trends to the relevant parties. With its website, books, reports, and periodicals,
ORSAM supports the development of Middle Eastern literature on a national and international scale.
ORSAM facilitates the sharing of knowledge and ideas with the Turkish and international communities by inviting statesmen, bureaucrats, academicians, strategists, businessmen, journalists, and NGO
representatives to Turkey.
* ORSAM is a member of the The Middle East Studies Association (MESA).
www.orsam.org.tr/en/
Kapak Konusu / Cover Story
Mısır: Geleceğini Arayan Ülke
Egypt: The Country Seeking Its Future
Understanding the Political Crisis in Egypt
Mısır’daki Siyasi Krizi Anlamak
Süreyya YİĞİT
Devrimden Darbeye:
Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi
From Revolution to Coup:
Military Tutelage in Egypt
Nebi MİŞ & İsmail Numan TELCİ
Mavi Nil Nehri Suları Üzerinde Uyuşmazlık
Dispute on Blue Nile River Waters
Seyfi KILIÇ
9-38
Konferans Değerlendirmesi Serisi 13
UNEP, GEF ve OAS İşbirliği ile Bölgeselcilik ve Uluslararası Sular Çalıştayı
Workshop on Regionalism and International Waters in Cooperation with UNEP, GEF and OAS
11-12 Haziran 2013, Washington
11-12 June 2013, Washington
86
Tuğba Evrim MADEN
Kitap İncelemesi Serisi 9
“Samarkand” by: Amin MAALOUF Translated from French by: Russell Harris
Original Title: “Samarcande” published in French in 1988, London: Abacus, 1998 ISBN: 0349106169, 309 p.
91
Ali Oğuz DİRİÖZ
Bu Sayıda Katkıda Bulunan Yazarlar
Ortadoğu Güncesi / Middle East Diary
21 Haziran 2013 - 20 Temmuz 2013
21 June 2013 - 20 July 2013
Karikatürler - Mehmet Şüküroğlu
96
99
İncelemeler / Analyses
Realism versus Liberalism in
Turkish Foreign Policy: What does
the Arab Spring herald?
Türk Dış Politikasında Realizme
Karşı Liberalizm: Arap Baharı Neyin
Habercisi?
Tarık OĞUZLU
39
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı
ve Türkiye-Irak İlişkileri (1973-2011)
Kirkuk-Yumurtalik Oil Pipeline and the
Turkey-Iraq Relations (1973-2011)
Aybüke İNAN
68
Arap Baharı-Gezi Protestoları ve
Hükümetlerin Meşruluğu
The Arab Spring - Gezi Protests and
Legitimacy of Governments
Burak Bilgehan ÖZPEK
52
“Durand Hattı”: Afganistan-Pakistan
Arasında Yaşanan Kavganın Diğer
Adı
“Durand Line”: Alias of the Dispute
Between Afghanistan-Pakistan
Fazıl Ahmed BURGET
60
Ağustos 2013
Sahibi: ORSAM adına Hasan Kanbolat
Editör: Prof. Dr. Tarık Oğuzlu
Editör Yardımcısı: Dr. Tuğba Evrim Maden
Yönetici Editör: Tamer Koparan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Habib Hürmüzlü
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık
Hasan Kanbolat
Doç. Dr. Hasan Canpolat
Prof. Dr. Ahmet Kesik
Doç. Dr. Hasan Ali Karasar
Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
ORSAM Başkanı
Milli Savunma Bakanlığı Başdanışmanı
Kalkınma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü
ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
ORSAM Akademik Kadro
Hasan Kanbolat Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık Doç. Dr. Hasan Ali Karasar Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Doç. Dr. Harun Öztürkler Doç. Dr. Mehmet Şahin Doç. Dr. Özlem Tür Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu (Kamalov) Habib Hürmüzlü Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen Yrd. Doç. Dr. Canat Mominkulov Yrd. Doç. Dr. Didem Danış Yrd. Doç. Dr. Bayram Sinkaya Dr. Jale Nur Ece Doç. Dr. Yaşar Sarı Dr. Süreyya Yiğit Arif Keskin Çiğdem Tunç Av. Aslıhan Erbaş Açıkel Pınar Arıkan Sinkaya Volkan Çakır Dr. Göknil Erbaş Tamer Koparan Bilgay Duman Oytun Orhan Fazıl Ahmet Burget Seval Kök Nebahat Tanriverdi Shalaw Fatah Aytekin Enver Tuğçe Kayıtmaz Uğur Çil ORSAM Başkanı
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Uluslararası Antalya Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Gazi Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, ODTÜ Uluslararası İlişkiler
ORSAM Danışmanı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Tarih Bölümü
ORSAM Danışmanı
ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
ORSAM Danışmanı, Al Farabi Kazak Ulusal Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
ORSAM Danışmanı, Deniz Emniyeti ve Güvenliği
ORSAM Danışmanı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniv. Ögretim Üyesi
ORSAM Danışmanı, Avrasya
ORSAM Danışmanı
ORSAM Danışmanı
ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku
ORSAM Danışmanı, Ortadoğu - ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü
ORSAM Danışmanı, Afrika
ORSAM, Karadeniz
ORSAM Yönetici Editörü
ORSAM Uzmanı, Ortadoğu
ORSAM Uzmanı, Ortadoğu
ORSAM Uzmanı, Ortadoğu, Afganistan
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu
ORSAM Uzman Yardımcısı, Ortadoğu
Mütercim Tercüman
ORSAM, Ortadoğu
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Dr. Tuğba Evrim Maden Dr. Seyfi Kılıç ORSAM Su Araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı
ORSAM Su Araştırmaları Programı Hidropolitik Uzmanı
ORSAM Danışma Kurulu
Dr. İsmet Abdülmecid Av. Aslıhan Erbaş Açıkel Hasan Alsancak Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık Prof. Dr. Ahat Andican Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Ali Arslan Başar Ay Prof. Dr. Mustafa Aydın Doç. Dr. Ersel Aydınlı Dr. Serdar Aziz Prof. Dr. Hüseyin Bağcı Prof. Dr. İdris Bal
Doç. Dr. Ersan Başar Kemal Beyatlı Barbaros Binicioğlu Prof. Dr. Ali Birinci Doç. Dr. Mustafa Budak Doç. Dr. Hasan Canpolat E. Hava Orgeral Ergin Celasin Doç. Dr. Mitat Çelikpala Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya Prof. Dr. Ramazan Daurov Prof. Dr. Volkan Ediger Prof. Dr. Cezmi Eraslan Prof. Dr. Çağrı Erhan Dr. Amer Hasan Fayyadh Mete Göknel Osman Göksel Timur Göksel Av. Niyazi Güney Noyan Gürel Prof. Dr. Muhamad Al Hamdani Numan Hazar Doç. Dr. Pınar İpek Doç. Dr. Toğrul İsmail Doç. Dr. Şenol Kantarcı Doç. Dr. Nilüfer Karacasulu Selçuk Karaçay Prof. Dr. M. Lütfullah Karaman Doç. Dr. Şaban Kardaş Arslan Kaya Dr. Hicran Kazancı İzzettin Kerküklü Prof. Dr. Ahmet Kesik Doç Dr. Elif Hatun Kılıçbeyli Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu Prof. Dr. Aleksandr Knyazev Prof. Dr. Alexandr Koleşnikov Prof. Dr. Erol Kurubaş Prof. Dr. Talip Küçükcan Daniele Lazzeri Hediye Levent Dr. Max Georg Meier Prof. Dr. Mosa Aziz Al Mosawa Büyükelçi Shaban Murati Dr. Sami Al Taqi Prof. Dr. Mahir Nakip Irak Danıştayı Eski Başkanı
ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku
İhlas Holding, Gn.Md.Yrd., Statejik İs Gelistirme ve Dış İliskiler
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü
Devlet Eski Bakanı, İstanbul Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü
Türkiye Tekstil Sanayii İşveren Sendikası Genel Sekreteri
Kadir Has Üniversitesi Rektörü
Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı & Fulbright Genel Sekreteri
ORSAM Danışma Kurulu Üyesi
ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
TBMM 24. Dönem Milletvekili
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği Bölüm Başkanı
Irak Türkmen Basın Konseyi Başkanı
Ortadoğu Danışmanı
Polis Akademisi
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı
Vali, Milli Savunma Bakan Danışmanı
23. Hava Kuvvetleri Komutanı
Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
YÖK Başkanı
Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü, Direktör Yardımcısı
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ekonomi Bölümü
Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı
Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
Bağdat Üniversitesi, Siyaset Bilimi Fakültesi Dekanı
BOTAŞ Eski Genel Müdürü
BTC ve NABUCCO Koordinatörü
Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prens Group Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
ORSAM Danışmanı, SUNEL Ticaret Türk A.Ş. İcra Kurulu Başkanı
Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı
Emekli Büyükelçi
Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Dokuz Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Vodofone Genel Müdür Yardımcısı
Istanbul Medeniyet Üniversitesi - (SBF) Uluslararası İlişkiler Bölümü
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
KPMG ,Yeminli Mali Müşavir
Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi
Kerkük Vakfı Başkanı
Kalkınma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürü
Çukurova Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Rus-Slav Üniversitesi (Bişkek)
Diplomat
Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü
Chairman “II Nodo di Gordio”
Gazeteci (Suriye)
Hanns Seidel Vakfı Proje Müdürü (Bişkek)
Bağdat Üniversitesi Rektörü
Arnavutluk Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü
Orient Research Center Başkanı
Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Vitaly Naumkin Dr. Farhan Ahmad Nizami Prof. Dr. Dorayd A. Noori Muhammed Nurettin Murat Özçelik Prof. Dr. Çınar Özen Doç. Dr. Harun Öztürkler Prof. Dr. Victor Panin Prof. Aftab Kamal Pasha Dr. Bahadır Pehlivantürk Doç. Dr. Fırat Purtaş Prof. Dr. Suphi Saatçi Safarov Sayfullo Sadullaevich Ersan Sarıkaya Patrick Seale Dr. Bayram Sinkaya Doç. Dr. İbrahim Sirkeci Dr. Aleksandr Sotnichenko Zaher Sultan Dr. Irina Svistunova Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin Mehmet Şüküroğlu İlhan Tanır Doç. Dr. Oktay Tanrısever Prof. Dr. Erol Taymaz Prof. Dr. Sabri Tekir Dr. Gönül Tol Doç. Dr. Umut Uzer Prof. Dr. Ermanno Visintainer M. Ragıp Vural Prof. Dr. Vatanyar Yagya Yaşar Yakış Semir Yorulmaz Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü Direktörü
Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Merkezi Yöneticisi
Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı Yardımcısı
Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı
Emekli Büyükelçi
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi
Pyatigorsk Üniversitesi (Pyatigorsk, Rusya Federasyonu)
Hindistan Batı Asya Araştırmaları Merkezi Başkanı
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, TÜRKSOY Genel Sekreter Yardımcısı
Kerkük Vakfı Genel Sekreteri
Tacikistan Cumhurbaşkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı
Türkmeneli TV (Kerkük,Irak)
Ortadoğu ve Suriye Uzmanı
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlşkiler Bölümü
Regent’s College (Londra, Birleşik Krallık)
St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)
Lübnan Türk Cemiyeti Başkanı
Rusya Strateji Araştırmaları Merkezi, Türkiye-Ortadoğu Araştırmaları Masası Uzmanı
Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Enerji Uzmanı
ORSAM Danışma Kurulu Üyesi, Vatan Gazetesi Washington Temsilcisi
ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü
ODTÜ, Kuzey Kıbrıs Kampusü Rektör Yardımcısı
İzmir Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı
Middle East Institute Türkiye Çalışmaları Direktörü
İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri
Vox Populi Direktörü (Roma,İtalya)
2023 Dergisi Yayın Koordinatörü
St. Petersburg Şehir Parlamentosu Milletvekili, St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)
Büyükelçi, Dışişleri Eski Bakanı
(Gazeteci, Mısır)
Yönetim Merkezi:
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM)
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Kat 3-4 Çankaya / Ankara • Tel: 0312 430 26 09 Faks: 0312 430 39 48
Grafik Tasarım:
Karınca Ajans Yayıncılık Matbaacılık
Meşrutiyet Cad. 50/9 Kızılay Ankara • Tel: 0312 431 54 83
www.karincayayinlari.net - [email protected]
Baskı: Ames Matbaacılık
Zübeyde Hanım Mah. Kazım Karabekir Cad. No:95-1A Altındağ - Ankara • Tel: 0312 341 47 48
Fotoğraflar: Associated Press
Dergisi
abonesidir.
Bu dergide yer alan yazılardaki değerlendirmeler, aksi belirtilmedikçe ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır.
© 2013 ORSAM
Dergideki tüm yazıların telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunun uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayınlanamaz.
ISSN 1308-7541
Sayı 56, Cilt 5, Ağustos 2013
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 1 Ağustos 2013
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ yayınıdır.
ORSAM’dan
Değerli Okurlar,
Ortadoğu Analiz’in Ağustos sayısını “Mısır: Geleceğini Arayan Ülke” kapak konusuyla çıkarıyoruz. 3 Temmuz’da
Mısır ordusunun Devlet Başkanı Mursi’yi görevden almasıyla başlayan sürece ışık tutmaya çalışan yazılarımızı
beğeniyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Kapak konumuzun ilk makalesi Süreyya Yiğit’ e aittir. Yiğit makalesinde dünyada ve bölgede gündeme oturan
Mısır’daki askeri darbeyi arka planda yer alan sosyo-ekonomik gelişmeleri mercek altına alarak inceliyor.
Nebi Miş ve İsmail Numan Telci tarafından kaleme alınan “Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi” başlıklı makalede, bu süreci hazırlayan Temerrud Hareketi, 30 Haziran gösterileri, Mısır ordusunun harekete geçmesi, darbeyi tetikleyen dış etkiler ve dünyadan yansıyan tepkiler incelenmiştir.
Seyfi Kılıç makalesinde, Mısır ile Etiyopya arasında uzun yıllardır devam eden Nil nehrinin sularından faydalanmaya ilişkin ihtilafta Etiyopya’nın inşa etmeye başladığı Büyük Rönesans Barajı ile ilgili yaşanmakta olan son
gelişmeleri tartışıyor. Bu sorun, Mısır’ın devrik Cumhurbaşkanı’nın Etiyopya’ya yönelik tehditleri ve darbeden
sonraki gelişmeler çerçevesinde ele alınıyor.
Tarık Oğuzlu ise makalesinde Arap Baharı sürecinde evrilen Türk dış politikasını realizm-liberalizm ilişkisini
temel alarak değerlendiriyor.
Burak Bilgehan Özpek, “Arap Baharı-Gezi Protestoları ve Hükümetlerin Meşruluğu”, başlıklı çalışmasında Arap
baharı ve Gezi Parkı protestolarını sebep sonuç ilişkileri bağlamında inceliyor.
Pakistan ile 2430 km uzunluğunda ortak bir sınırı paylaşan Afganistan, bu sınırı resmi sınır olarak kabul etmemekle birlikte, son dönemlerde Afganistan’da yaşanan her olayın Pakistan tarafından desteklendiği iddiasında
bulunmaktadır. Fazıl Ahmet Burget, çalışmasında Durand Hattı sorunu çerçevesinde iki ülkenin ilişkilerini inceliyor.
Aybüke İnan, makalesinde Kerkük-Yumurtalık Boru Hattının yapım sürecini Türkiye-Irak ilişkilerinin tarihsel
gelişimi ile ilişkilendirerek incelemiştir.
Konferans İzlenimleri köşemizde ise UNEP, GEF ve OAS işbirliği ile Bölgeselcilik ve Uluslararası Sular
Çalıştayı’ndan izlenimlerini derleyen Tuğba Evrim Maden’in çalışmasını sizlerle paylaşıyoruz.
Bu sayımızın Kitap İncelemesi bölümünde Ali Oğuz Diriöz, Amin Maalouf tarafından yazılan “Samarkand” adlı
kitabı okuyucularımızın ilgisine sunuyor.
Eylül sayımızda görüşmek üzere,
Keyifli okumalar
Tarık Oğuzlu
Ortadoğu Analiz Editörü
Hasan Kanbolat
ORSAM Başkanı
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
www.orsam.org.tr
Kapak Konusu
Kapak Konusu
Mısır:
Geleceğini Arayan Ülke
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
9
Kapak Konusu
The country’s foreign reserves are falling, it has a negative balance of payments which is worsening and the aforementioned subsidies are
becoming more costly by the day.
Understanding the Political Crisis in Egypt
Mısır’daki Siyasi Krizi Anlamak
Süreyya YİĞİT
Özet
Müdahaleler karmaşık bir konudur ve pek çok sebebe dayanmaktadır. Bu yüzden, tek bir sebeple
açıklanamaz. Mısır’da yer alan askeri darbe bölgede ve dünyada herkesin dikkatini çekmektedir. Devletin
demokratik olarak seçilmiş ama otoriter cumhurbaşkanı, ordu tarafından iktidardan düşürülmüştür. Bununla ilgili başka bir ciddi endişe de ordunun sivil siyasete doğrudan katılımı ve etkisidir. Bu makale, askeri
müdahaleye yol açan temel ve kısa vadeli sosyo-ekonomik nedenlere açıklık getirmeye çalışmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Mısır, askeri müdahale, seçimler, anayasa
10
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Kapak Konusu
The Moslem Brotherhood (MB) was established in 1928 as a PanIslamic religious and political movement by Hassan Al-Banna. As the
Arab world’s oldest Islamic movement it became highly influential
and remained one of the largest political opposition organizations in
the Middle East.
Abstract
Politics
Interventions are complex matters, consisting of
multiple explanations. Thus, there is no single
reason that suffices. The coup d’état which took
place in Egypt has captured the attention of the
region and the rest of the world. The coup was
an important development as a democratically
elected, yet authoritarian head of state was removed from power by the military. A related concern is the direct involvement of the military in
civilian politics. This article attempts to provide
clarity to the underlying and short-term socioeconomic reasons that led to the military intervention.
Having only three heads of state in more than
half a century (Nasser 1956-1970, Sadat 19701981 and Mubarak 1981-2011) Egypt experienced a popular uprising as part of the Arab
Spring whereby the military removed Mubarak
from the presidency and established themselves
as his replacement through creating the Supreme
Command of the Armed Forces (SCAF).2
Keywords: Egypt, military intervention, elections, constitution
The Cold War was a period characterized by
two superpowers effectively dividing the world.
Whilst each had their respective allies, the majority of states professed to be non-aligned. The
world experienced high tensions throughout the
Cold War. Despite the fear that existed, there
was also the knowledge that the two superpowers balanced each other; thus providing stability.
The key features of the post-cold war era are transition; globalization; and instability. Socialist and
authoritarian states have engaged in transitions
to democracy, with some succeeding in making progress in the right direction, with others
falling by the wayside. Egypt is a good example
of a previously authoritarian non-aligned state
which joined the post-cold war transition wave
very late, as part of the Arab Spring in 2011.1
The transition to a civilian government was effectively achieved within two years, with Egypt
becoming the first state to have a democratically
elected Islamist head of state.3 Just after a year in
office President Morsi was overthrown.
The military intervention that took place in
Egypt on 3 July 2013 has created much interest
in the Middle East and North Africa and beyond
in terms of whether democracy can survive in
the Arab world. In order to test such a hypothesis it is important to analyse the reasons for
the coup in three dimensions: political developments; socio-economic circumstances; and the
role of the military.
The Moslem Brotherhood (MB) was established
in 1928 as a Pan-Islamic religious and political
movement by Hassan Al-Banna. As the Arab
world’s oldest Islamic movement it became highly influential and remained one of the largest political opposition organizations in the Middle
East.
Precisely due to these qualities the MB was wellprepared for the upcoming presidential elections
that took place in 2012. Their candidate Moham-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
11
Kapak Konusu
ed Morsi won the election in a run-off because
his rival in the second round Ahmed Shafik was
someone who had little chance of being elected as head of state having served as President
Mubarak’s last premier.
are becoming more costly by the day. All of these
naturally lead to bottlenecks and hardships for
ordinary people who made this very clear by
gathering in their tens of millions and protesting
against the government of President Morsi.
Therefore, one can certainly assert that there was
no effective alternative to President Morsi in the
second round of the presidential election which
he won with 51.7% of the vote.4 This round of the
presidential election whilst democratic in terms
of the result, however, had an unexpected adverse affect on the majority of the electorate.
The state of the Egyptian economy was captured
accurately by the World Bank when it considered
it to be “suffering from a severe downturn and
the government faces numerous challenges as to
how to restore growth, market and investor confidence. Political and institutional uncertainty,
a perception of rising insecurity and sporadic
unrest continue to negatively affect economic
growth. Real GDP growth slowed to just 2.2 percent year on year in October-December 2012/13
and investments declined to 13 percent of GDP
in July-December 2012. The economic slowdown
contributed to a rise in unemployment, which
stood at 13 percent at end-December 2012, with
3.5 million people out of work. Foreign exchange
reserves have continued to decline and are now
less than 3 months of imports.”9
Many Egyptians considered the elections to
certainly be a part of democracy; nevertheless,
they questioned democracy as not representing
the will of the people in terms of all the revolutionary candidates supporting the central ideas
of the revolution being eliminated in the first
round.5 This was due to the fact that the system
envisaged a French-style two-round collection.
Egyptian Society and the Economy
The economic record of the Moslem Brotherhood in government has tended to be overlooked
by observers who have focused very heavily
on the military intervention that took place. In
many respects, the coup has overshadowed the
failure of the MB in power.
The underlying causes for the mass protests and
the Armed Forces becoming involved and ultimately overthrowing President Morsi related to
the Egyptian economy. More specifically, it concerned the subsidies given to fuel and wheat.6
The Egyptian national budget spent and continues to spend a vast amount of its resources subsidizing these and related goods. The fact remains
that the policy pursued which includes fuel subsidies accounting for almost 20% of the budget
cannot continue indefinitely, as it is simply unsustainable.7
The Egyptian finances were and remain a serious
problem.8 The country’s foreign reserves are falling, it has a negative balance of payments which
is worsening and the aforementioned subsidies
12
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
A deeper problem - which is a rather longer term
one - concerns the demography of Egypt whose
population is estimated to be 85 million presently and expected to reach 100 million within
the next 15 years or so.10 This becomes a major
problem for any Egyptian policymaker given
the fact that the next decade or two will mean a
more populous new generation who will be looking for jobs and affordable staple goods.
This future scenario consists of many more angry young men asking tough questions and demanding simple answers. That would be a tough
test for any policymaker whether it wears khaki
uniforms, long white beards or professes to be
a liberal open-market democrat. During those
elections the participating political parties will
have to inform the Egyptians of the very tough
choices they face and accept the decision of the
population of the electorate.
The economic model that was proposed by international financial institutions such as the IMF
and the World Bank resembled very much what
neo-liberal advocates had been professing in the
Kapak Konusu
West: reducing the size of the state - thereby
limiting its competencies and responsibilities.11
Privatisation, the de rigueur of such a policy,
was high on the agenda as well as supporting big
businesses with a greater role for charity being
encouraged.
Certainly the notion of charity was very close to
the hearts of the MB given its prominence within
the Islamic religion. Such an economic reform
agenda resulted in privatising both the causes
and the solutions to poverty and inequality by
reducing structural societal problems of redistribution and ownership to the level of individual morality. Therefore, a culture of charity was
very much preferred to one of a welfare state.
Rather than a collective institutional answer to
the problem of inequality in poverty, the solution
rested on the shoulders of individuals and their
conscience.
The issue of public finances and subsidies remained pressing issues throughout 2012. The
World Bank accepted that “The government
also needs to reconcile the need for more public spending with the objective of reducing the
deficit, which rose to 11 percent of the GDP in
FY11/12. A major challenge the government
faces is managing the state budget which includes salaries for public sector and subsidies,
items that account for more than half of all public expenditures. Measures to further reduce fuel
subsidies planned for April 2013 have now been
postponed to later this year. Ongoing political
tensions have prolonged Egypt’s bid to secure
a $4.8 billion loan from the International Monetary Fund (IMF). The IMF has been discussing
a program of support with the government and
calling for stronger fiscal adjustment, full disclosure of underlying measures, and broader political support.”12
Finally, the Moslem Brotherhood’s failure to
manage the economy was so dire that they felt
forced to approach tarnished businessmen of the
previous regime to offer them guidance and assistance.13 Those businessmen who had worked
closely and been associated with the NDP, were
asked to return to the country to help assist with
the economy.14
On 22 November 2012, the constitutional declaration gave the president authority which had
not even been given to President Mubarak.15
These unprecedented powers were a sign of the
volatile political time to come, although President Morsi did rescind the declaration the very
next month.16
The constitution was a very divisive document
which whilst representing the whole gamut
of views and wishes of the Islamist fraction in
Egypt did not represent all those who opposed
Islamism in the country. The result of adopting
such a constitution was an extreme disconnect
with much of the Egyptian nation. When one
adds the constitution’s silence with regard to the
protection of women and the Christian minority
in the country, it becomes clear how illiberal it
was with very little protection of human rights.17
The constitution also had several quite controversial provisions, some of which put forward
the case that the principles of Islamic law were
the main sources of legislation. Other articles
identified the principles of Sharia Law as having
a primary role within law-making and national
jurisprudence.18 Therefore, in the eyes of many,
the Constitution came to be seen as an extension
of the political arm of the MB, the Freedom and
Justice Party and not as something representative of the nation writ large.
Bearing in mind that the whole idea of a constitution is to bring a nation together, this particular one actually drew the nation apart, further
dividing the nation. Given the fact that it did not
try to appear inclusive, appealing to a national
consensus, the constitution never garnered legitimacy in the eyes of many, even more so in
terms of the international community.
The Brotherhood’s strategy in power can be
plausibly classified as one of state capture. They
wanted to possess the institutions and instruments of the state, considering political power
to resemble a zero-sum game whereby state institutions in particular needed to be under their
control, if not, it was seen as being under the
influence of the opposition. Matthies-Boon and
de Smet argue that there was a huge dissatisfac-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
13
Kapak Konusu
tion which “resulted from what many saw as the
brotherhoodisation of the state, the increase of
violence and torture, the deterioration of living
standards and unjust social and political policies.”19 The Moslem Brotherhood could not come
to accept an in-between solution.
President Morsi adhered to the strategy of trying
to infiltrate and Islamise Egypt’s main political
institutions, primarily the judiciary and the executive through the control of Ministries. Whilst
in power the President chose a Prosecutor-General whose purpose was to neutralise the judiciary.20 Furthermore, he pushed through a partisan
constitution which did not reflect the views of
the whole Egyptian nation. The November 2012
decree gave the president the power to unite all
branches of government under his personal control, identifying his intentions.
The MB tried to completely weaken any and all
opposition. There was no strategy of cooperation
with the opposition as well as no idea to unify
disparate sections of Egyptian society. The strategy was completely based upon dividing and increasing tensions within Egyptian society. There
was no attempt to build any political short-term
coalitions.
Therefore, the President and his government did
not cater for the whole of the Egyptian nation,
solely concentrating on the Moslem Brotherhood itself. This was aided and abetted by the
controversial constitution written by an assembly completely dominated by Islamists.
Military
So far there is conflicting evidence that the
Armed Forces intervened on behalf of the people’s will on July 3, as opposed to merely attempting to legitimize its own actions by referring to
the mass protests. The prevailing view considers
the protests as a plausible reason for the action of
the Armed Forces; it was a useful cover, a handy
storyline for them to legitimise their military intervention.
Close observers such as El Baradei, however,
disagree.21 He has noted that there was a pos-
14
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
sibility of Egypt descending into a civil war, the
army intervening to prevent such an outcome; to
prevent further violence taking place. Since the
military intervention, however, violence did not
decrease, but actually increased.22
Certainly in the past, spiraling political violence
has consistently been used to justify longer term
military involvement in politics. Most military
interventions use violence on the streets to legitimize their holding onto political power. Violence therefore, becomes the primary reason for
the military to remain in power in order to consolidate their power, to actually remain in office
for longer.
In a related matter, incidents of factionalism or
sectarianism only makes the military appear
even more important for the future of Egypt as
well as in terms of as a stable anchor in the region. This was immediately attested to by U.S.
House Majority Leader Eric Cantor, a Virginia
Republican, who released a statement confirming “the Egyptian military has long been a key
partner of the United States and a stabilizing
force in the region, and is perhaps the only trusted national institution in Egypt today.”23
In this respect one needs to remember that only
a year ago the military was seen as the greatest
threat to a democratic Egyptian future, whereas
today there are millions who consider them to
be the complete reverse of this: proposer and defender of an emergent democratic political system.
Given this perception, the Egyptian military is
fully aware of the fact that interventions in the
modern age have all been detrimental in terms of
good governance, ultimately eroding the prestige
of the military as a dependable institution. The
Armed Forces therefore, is under no illusion that
it must transfer power as soon as possible which
is why they stated immediately after removing
President Morsi that their political roadmap
will not involve long-term military rule.24 They
seem to have learnt the lessons from the time
when they held political power after President
Mubarak in the guise of the SCAF.
Kapak Konusu
On July 3 when the military announced its roadmap what was immediately noticeable concerned the
prospective talks including parties of very different political colours.
So far the military has agreed to the demands of
the Tamarod (Rebel) campaign in terms of having installed an interim president and insisted on
an inclusive approach to the political roadmap
which foresees early presidential and parliamentary elections.25 Thus, it seems that the army and
the Tamarod campaign are in tandem for the
time being.
It must not be forgotten that the Armed Forces
and the Moslem Brotherhood were once partners, albeit rather uneasy bedfellows. After the
original uprising against President Mubarak, the
military reconstructed a new role for itself after
the original revolution by establishing the SCAF.
Through this they put forward a plan to remain
in charge during a transitional period within
which preparations were made to hold elections,
which the latter welcomed, being the favourite to
win due to their superior organisation.
The President dismissed the Commander-inChief of the Armed Forces as well as Chief of
Staff soon after taking office, hence creating an
image of himself as a revolutionary leader intent
on cleaning up the establishment and creating a
new, more democratic political and administrative system.26 Certainly the changing of the Minister of Defence who had held office for 20 years
was a notable success. One aspect, however, that
has not received the attention it deserves concerns both the Defence Minister and the Chief of
Staff not being at all liked in the army and both
needing to be retired having passed the required
retirement age.
In the aftermath, the selection and promotion
of military officers seen as sympathetic to the
Moslem Brotherhood was, at best an unethical
policy. General Sisi was appointed as the new
Defense Minister as he had been considered to
be a sympathizer.27 The choice of Sisi was due to
his conservative credentials, especially the fact
that in June 2011, he had publicly justified virginity tests on female demonstrators which, later
on, he was forced to retract by the SCAF.28 Interestingly, less than a year after his appointment, it
was this general who was to depose Morsi.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
15
Kapak Konusu
The economic record of the Moslem Brotherhood in government has
tended to be overlooked by observers who have focused very heavily on the military intervention that took place. In many respects, the
coup has overshadowed the failure of the MB in power.
The MB thought they were recruiting and promoting someone who was - if not one of them,
at least - very close to them, who ultimately
overthrew them. In this instance, by choosing to
promote Sisi based on his potential compassion
towards them, the Moslem Brotherhood fooled
no one but themselves.
Alongside this episode, the MB increasingly came
to accept as true, its own depiction of events and
its strategy, by believing it was engaged in a vital
battle to cleanse the establishment and promoting its revolutionary credentials - all in the pursuit of self legitimacy. All this took place with the
opposition disputing and clearly not adhering to
such an interpretation, considering it very much
a delusional myth.
If the figures given by the Tamarod campaign
are to be trusted, more than 22 million citizens
signed a petition calling for the removal of the
president.29 Those who opposed the president
came from wide-ranging sections of Egyptian
society. Certainly these included secularists as
well as socialists, though there were also liberals
and Islamists amongst those opposing the Moslem Brotherhood and President Morsi.
This mass petition asked for four key demands.
Firstly, the removal of the President. Secondly,
the establishment of an interim government.
Thirdly, a new constitution or the amendment of
the current. Finally, early presidential elections.30
After the petition was collected, the military estimated on the day of demonstration (30 June)
more than 30 million citizens took to the streets.31
There is no authoritative source concerning the
16
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
quantity, in terms of how many protested against
the president on Egyptian streets, with Tamarod
asserting that up to half of the population were
active (40 million people).32 Whilst this is more
than likely an exaggeration, the numbers nevertheless compared very favourably with the huge
masses that demonstrated against President
Mubarak in the January 2011 uprising. Certainly
more people than who voted for the President
demonstrated against him – as he had only received just more than 13 million votes in the second round.33
Therefore, those who opposed the president
claimed he no longer represented the people;
that he had lost his legitimacy. Accepting such
an analytical interpretation, however, is fraught
with danger as one cannot equate the numbers
protesting against the votes cast. Electors had
voted for Morsi to remain in office for four years,
whether in good times or bad. Protestors on the
other hand need to be seen as representing a
snapshot of a difficult time during the process of
governing. Certainly elected officials do and will
incur public wrath at times during their tenure,
therefore, the numbers of protestors cannot usually be thought of in the same terms as of votes
that have been cast in the past. Though when the
numbers reach up to half of the nation, that takes
on a rather different dimension.
Concerning this crucial subject of democracy
and legitimacy Tadros provides a succinct summary by underlining the fact that “reducing democracy to a ballot box can only produce a majoritarian political order that is tyrannical and
oppressive to difference. In order to produce
an inclusive political order that is respectful of
Kapak Konusu
women’s full citizenship rights, the rights of religious minorities, and socially and politically
marginal groups, there have to be a disentangling between representation, power and influence, and the electoral process”.34
On July 3 when the military announced its roadmap what was immediately noticeable concerned the prospective talks including parties
of very different political colours. They involved
religious authorities such as the Coptic Orthodox patriarch Tawadros II; the grand imam of
Al-Azhar, Ahmed El-Tayyeb; the Tamarod campaign group; Mohamed El Baradei, representing
the opposition parties; as well as the secretarygeneral of the Al Nour Party representing the
political wing of the ultra-conservative Islamists
who themselves vehemently opposed the Moslem Brotherhood and President Morsi.
Moreover, at the moment of political crisis the
President preferred to play the role of a ‘divider’
rather than a ‘uniter’, as he was not prepared to
attempt to control the extremist elements within
the Islamic fold. The president did not appear to
show an interest in representing all Egyptians:
those who voted for him, as well as those who
voted against him.35
Having said this however, the president and the
role of the presidency that he inherited contained many elements of state discrimination as
well as sectarianism. One could therefore defend
President Morsi by limiting accusations to acting in the same manner that his predecessor had;
although at a much deeper level.
Conclusion
The most noticeable revolutionary slogan of
2011 concerned “bread, freedom, justice”.36 Put
simply, the masses demanded economic, political and legal reforms. Whilst the second part of
this demand was met in terms of elections, a
blind eye was very much turned to the first and
third demands. Therefore, whilst political reforms were put in place, but the economic and
legal reforms simply were not catered for. Of the
three-legged chair, only one was challenged: the
political dimension.
Thus, a systemic change did not take place despite the fact that this was what motivated most
of the masses at the time. Concerning the proposed economic changes more of the same was
practiced in terms of greater subsidies being
channeled into bread and fuel to assuage the
masses. In terms of legal matters, the constitution was changed, though it contained two major
deficiencies. Firstly, there was a very low turnout
in the referendum. Secondly, it was considered
to be representing only the Islamist notion of a
national constitution, thereby not catering for
the rest of Egyptian society.
Looking at it from the perspective of the antiMorsi protesters the intervention of the army
has lead to two important conclusions. Firstly,
authoritarianism in the guise of Islamism was
halted and secondly, the major mismanagement
of the economy has been stopped.
Pursuing this trail of thought, the national as
well as the international media portrayed those
behind President Morsi’s policies in government
as simply MB supporters, whereas those who
supported the removal of the president were
portrayed as being the genuine representatives
of the Egyptian revolution, expressing the national popular will. Therefore, the representations in media are another important aspect that
needs to be borne in mind when evaluating and
analysing the developments, as well as the future
scenarios that will shape Egypt.
In this vein one needs to be aware that not all of
those who support the Moslem Brotherhood are
devils in disguise, neither is everyone opposing
the president democrats with angelic faces. Both
are far from perfect, possessing negative features
as well as positive qualities. The challenge not
only for Egypt but for the Arab world, therefore,
is to be able to work out a balance within secular and Islamist groups and to try and form a
constructive conversation between them. If this
proves to be unsuccessful then the likelihood
of ‘rupture’, or military interventions becomes
more probable.
O
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
17
Kapak Konusu
ENDNOTES
1
Amanda Wooden and Christoph Stefes (eds.), The Politics of Transition in Central Asia and the Caucasus: Enduring Legacies and Emerging Challenges, NY: Routledge (2009)
2 “The SCAF: An Overview of Its Actions – Egypt’s Transition,” accessed July 14, 2013, http://egyptelections.carnegieendowment.org/2012/01/05/the-scaf-an-overview-of-its-actions.
3 “Muslim Brotherhood’s Morsi Urges ‘Unity’ in First Speech as Egypt’s President-elect - CNN.com,” accessed July
14, 2013, http://edition.cnn.com/2012/06/24/world/africa/egypt-politics.
4 “Muslim Brotherhood Wins Presidency but Not Power in Egypt - SPIEGEL ONLINE,” accessed July 14, 2013,
http://www.spiegel.de/international/world/muslim-brotherhood-wins-presidency-but-not-power-in-egypta-840839.html
5 In the first round of the presidential election the top two candidates received a combined vote of 48.44%
6 “Egypt to Issue Schedule Next Month for Gradual Fuel Subsidy Cuts | Reuters,” accessed July 14, 2013, http://
uk.reuters.com/article/2013/04/24/egypt-subsidies-idUKL6N0DB2MH20130424.
7ibid.
8 “Egypt Fuel-Subsidy Spending May Climb in January Quarter - Bloomberg,” accessed July 14, 2013, http://www.
bloomberg.com/news/2013-01-08/egypt-fuel-subsidy-spending-may-climb-in-january-quarter-1-.html.
9 “Egypt Overview - World Bank,” accessed July 14, 2013, www.worldbank.org/en/country/egypt/overview.
10 “Egypt: The Population Time-bomb Euronews,” accessed July 14, 2013, http://www.euronews.com/2013/07/12/
egypt-the-population-time-bomb-/.
11 “Egypt in Talks With IMF, World Bank on Loans, Radwan Says - Bloomberg,” accessed July 14, 2013, http://www.
bloomberg.com/news/2011-04-18/egypt-in-talks-with-imf-world-bank-on-loans-radwan-says-1-.html.
12 “Egypt Overview - World Bank,” accessed July 14, 2013, www.worldbank.org/en/country/egypt/overview.
13 “Egypt Woos Mubarak-era Businessmen - FT.com,” accessed July 14, 2013, http://www.ft.com/intl/cms/
s/0/581d30be-6642-11e2-919b-00144feab49a.html.
14 “Egypt and the IMF: Overview and Issues for Congress - R43053.pdf,” accessed July 14, 2013, http://www.fas.org/
sgp/crs/mideast/R43053.pdf.
15 “Morsi Declares Expanded Powers, Bans Breakup of Assembly Penning Constitution — RT News,” accessed July
14, 2013, http://rt.com/news/morsi-declaration-constituent-assembly-356/.
16 “Egypt’s Morsi Annuls Constitutional Declaration - Spokesman | World | RIA Novosti,” accessed July 14, 2013,
http://en.rian.ru/world/20121209/178014036.html.
17 “Egyptian Opposition Remains Defiant after Morsi Annuls Decree - Washington Post,” accessed July 14, 2013,
http://articles.washingtonpost.com/2012-12-09/world/35701116_1_morsi-opposition-leaders-oppositiongroups.
18 “Egypt’s New Constitution: How It Differs from Old Version,” accessed July 14, 2013, http://www.voanews.com/
content/egypt-constitution/1572169.html.
19 “Egypt: From Rebel to Revolution openDemocracy,” accessed July 14, 2013, http://www.opendemocracy.net/
vivienne-matthies-boon-brecht-de-smet/egypt-from-rebel-to-revolution.
20 “Timeline of Morsi and the Judiciary: One Year in Power - Daily News Egypt,” accessed July 14, 2013, http://www.
dailynewsegypt.com/2013/06/29/timeline-of-morsi-and-the-judiciary-one-year-in-power/.
21 “BBC News - Egypt’s Failed Democratic Experiment,” accessed July 14, 2013, http://www.bbc.co.uk/news/worldmiddle-east-23197801.
22 “BBC News - Is Egypt Heading for Holy War?,” accessed July 14, 2013, http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-23244940.
23 “Morsi’s Ouster Leaves US with $1.5 Billion Aid Dilemma,” accessed July 14, 2013, http://www.newsmax.com/
US/morsi-egypt-us-aid/2013/07/03/id/513346.
24 “Beyond the Middle Class Military Coup | openDemocracy,” accessed July 14, 2013, http://www.opendemocracy.net/johanna-mendelson-forman-louis-w-goodman/beyond-middle-class-military-coup.
25 “News Analysis: Different Scenarios to End Egypt’s Political Crisis - Xinhua | English.news.cn,” accessed July 14,
2013, http://news.xinhuanet.com/english/world/2013-07/03/c_124946604.htm.
18
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Kapak Konusu
26 “In Upheaval for Egypt, Morsi Forces Out Military Chiefs - NYTimes.com,” accessed July 14, 2013, http://www.
nytimes.com/2012/08/13/world/middleeast/egyptian-leader-ousts-military-chiefs.html?pagewanted=all&_
r=1&.
27 “U.S. Greets Egyptian Top General - WSJ.com,” accessed July 14, 2013, http://online.wsj.com/article/SB1000087
2396390444184704577587422651692212.html.
28 “Egypt: From Rebel to Revolution? | openDemocracy.”
29 “22 Million ‘Sign anti-Morsi Petition’ in Egypt - FRANCE 24,” accessed July 14, 2013, http://www.france24.com/
en/20130629-22-million-sign-anti-morsi-petition-egypt.
30 “BREAKING: Egypt’s anti-Morsi Petition Drive Says Gathered 22 Million Signatures - Politics - Egypt - Ahram Online,” accessed July 14, 2013, http://english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/75239/Egypt/Politics-/BREAKINGEgypts-antiMorsi-petition-drive-says-gath.aspx.
31 “What Egyptians Think of Obama after the Morsi Disaster | Fox News,” accessed July 14, 2013, http://www.
foxnews.com/opinion/2013/07/09/what-egyptians-think-obama-after-morsi-disaster/.
32 “The Egyptian-British Chamber of Commerce - EBCC News,” accessed July 14, 2013, http://www.theebcc.com/
news_details.
33 “Mohamed Morsi of Muslim Brotherhood Declared as Egypt’s President - NYTimes.com,” accessed July 14, 2013,
http://www.nytimes.com/2012/06/25/world/middleeast/mohamed-morsi-of-muslim-brotherhood-declaredas-egypts-president.html?pagewanted=all.
34 “Opportunities and Pitfalls in Egypt’s Roadmap | openDemocracy,” accessed July 14, 2013, http://www.opendemocracy.net/mariz-tadros/opportunities-and-pitfalls-in-egypt%E2%80%99s-roadmap.
35 Yiğit, Süreyya, “Military Intervention in Egypt: A First Cut Analysis,” accessed July 14, 2013, http://www.orsam.
org.tr/en/showArticle.aspx?ID=2357.
36 “Where’s the ‘Bread, Freedom and Social Justice’ a Year after Egypt’s Revolution? | Mariz Tadros | Global Development | Guardian.co.uk,” accessed July 14, 2013, http://www.guardian.co.uk/global-development/povertymatters/2012/jan/25/egypt-bread-freedom-social-justice.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
19
Kapak Konusu
Gösterilerin en yoğun yaşandığı 30 Haziran günü bazı haber kaynakları Mısır’da insanlık tarihinin en geniş katılımlı
siyasi protesto hareketinin gerçekleştiğini belirttiler.
Devrimden Darbeye:
Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi
From Revolution to Coup: Military Tutelage in Egypt
Nebi MİŞ & İsmail Numan TELCİ
Abstract
The recent military intervention in politics of Egypt has widely been seen as a betrayal of democracy by
the Egyptian opposition as well as Western actors who supported the coup d’état. This intervention was
a planned and organized initiative that aimed to topple a democratically elected president, Muhammad
Mursi. The major actors of this scenario were the Egyptian army, judiciary, media, businessmen, high bureaucracy and also foreign countries such as United States, Israel, Saudi Arabia and United Arab Emirates.
From a wider perspective this coup d’état can be seen as another stage of political power struggle in the postrevolutionary period of Egypt in which both actors of the old regime and revolutionary seculars and liberals
preventing the power to shift to representatives of the political Islam in the country. The struggle over power
in the country will likely to continue with possible new re-arrangements in the political positions of the actors. The biggest loser of this military intervention is the democratization process of Egypt.
Keywords: Egypt, military intervention, coup d’etat, army, United States
* Bu yazının bir bölümü 6 Temmuz 2013’te Star Gazetesi’nin Açık Görüş ekinde “Devrime Darbe: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi” başlığı ile
yayınlanmıştır.
20
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Kapak Konusu
Türkiye, Katar ve Libya gibi bölge ülkeleri Mısır’daki Müslüman Kardeşler yönetimine destek olmaya çalışsa da bu durum yeterli olmamış, son yaşananlarla birlikte ülkede yürütülen ve büyük kısmı vekaleten sürdürülen mücadelede, eski rejim gücünü tekrar konsolide
etmeyi başarmıştır.
Tarihteki önemli devrimlerin sonrasında yaşanan süreçlerin bize öğrettiği en önemli unsurlar
devrim mücadelesinin girift, çetin ve sarsıntılı geçtiğidir. Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan
devrimin geçirdiği süreç tam da böyle bir duruma işaret etmektedir. Toplumsal baskıdan, ekonomik çıkmazlardan, sosyal adaletsizliklerden
usanan Mısır halkı 30 yıllık Hüsnü Mübarek
rejimine karşı ayaklanarak toplumsal dönüşüm
hareketlerinin en yeni örneklerinden birisinin
öznesi olmuştur. Devrim sırasında yer alan aktörler sosyalist gruplardan gençlik hareketlerine,
İslami topluluklarından sıradan halk kitlelerine
kadar toplumun her kademesinden gelen kişilerden oluşmuştur. Devrimin ardından gelen ilk
süreçte Yüksek Askeri Konsey, yönetimi ele almış, devrimci gençlerin ve diğer grupların uzun
mücadelelerinin ardından, Haziran 2012’de
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gerçekleştirerek
ülkenin ilk demokratik seçimle işbaşına gelen
başkanı seçilmiştir. Bu noktaya kadar bile devrimci güçler kendi aralarında rol kapma yarışları
yaşamış, diğer taraftan da eski rejimin aktörleri
ile devrimi başarıya ulaştırma uğruna mücadelelerini sürdürmüşlerdir.
Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ülkede yıllarca ezilen, dışlanan ve
marjinalleştirilen İslami kesimler siyaset sahnesinde kendilerine yer bulmuşlar, sosyal anlamda
da Mısır’da bir aktör olarak kabul edilme şansını
yakalamışlardır. Müslüman Kardeşler yönetimi iki noktada hem eski rejim aktörlerini, hem
de uluslararası ve bölgesel aktörleri rahatsız etmiştir. Birincisi, eski rejimin bürokrasi, yargı,
medya ve iş dünyası başta olmak üzere birçok
alana nüfuz eden aktörleri, İslami siyasetin ik-
tidar olması ile Mübarek dönemi boyunca ele
geçirdikleri tüm ayrıcalıkların “ellerinden kayıp
gidecek” olmasından korkarak İhvan yönetimini
kabullenmediler. İkinci olarak, Amerika ve İsrail
başta olmak üzere Batılı aktörler bölgede sorunsuz yürüttükleri siyasetin en önemli unsuru olan
Mısır’daki Mübarek rejiminin yerine, bundan
çok farklı olan ve onların çıkarlarını önemli derecede sarsacak İhvan yönetiminin gelmesinden
rahatsız oldular. Devrim sürecinin gergin ortamında herhangi bir tepki vermeyerek ilk şoku
atlatan Washington ve Tel-Aviv Mursi’nin seçilişinden sonraki süreçte, içerideki İhvan karşıtlarını da kullanmak suretiyle rejimden bir şekilde
kurtulmanın hesaplarını yaptılar. Bunlara Suudi
Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt
gibi Müslüman Kardeşler’e geleneksel olarak
mesafeli Körfez ülkelerinin eklenmesi ve aynı şekilde Mısır’daki iç muhalefete fonlar aktarması,
Mursi’ye karşı eski rejimin elinin önemli ölçüde
güçlenmesini sağlamış ve İhvan’ı olası bir istikrarsızlık karşısında kırılgan duruma düşürmüştür.1 Her ne kadar Türkiye, Katar ve Libya gibi
bölge ülkeleri Mısır’daki Müslüman Kardeşler
yönetimine destek olmaya çalışsa2 da bu durum
yeterli olmamış, son yaşananlarla birlikte ülkede
yürütülen ve büyük kısmı vekaleten sürdürülen
mücadelede, eski rejim gücünü tekrar konsolide
etmeyi başarmıştır.
Temerrud Hareketi ve 30 Haziran Gösterileri
Muhalif gruplar, başta ekonomik kötü gidişten,
ülkedeki sağlık, temizlik ve trafik gibi sorunların çözülememesinden ve elektrik, su, doğalgaz
gibi kaynakların temini konusundaki sıkıntıların
aşılamamasından Muhammed Mursi yönetimini
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
21
Kapak Konusu
sorumlu tutmaktaydılar. Muhaliflere göre, Muhammed Mursi ve İhvan yönetimi kendi çıkarlarını ve ajandalarını ülke siyasetine dikte ettirerek
ülkenin diğer toplumsal gruplarını dikkate almamıştı.3 Bunu iddia edenlerin birçoğu Mübarek
döneminde rejimle işbirliği yaparak Müslüman
Kardeşlerin ve İslami siyasetin yasaklanmasına,
her türlü baskıya maruz kalmasına ve yeraltına
itilmesine destek veren aktörlerdi. Bu aktörler,
Mursi yönetiminin vali ve yüksek bürokratların
atanmasında İhvan kadrolarını tercih etmekle
suçlayıp halk nezdinde kadrolaşma paranoyasını yayarak, Mısırlıları Mursi yönetimine karşı
yönlendirmişlerdir. Ayrıca seçim sırasında İhvan
yönetimi tarafından verilen “kapsayıcı yönetim”
sözünün tutulmadığı iddiaları muhalefetin katı
tutumu için yeterli zemini oluşturmuştur. Bu
hoşnutsuzlukların sonucunda başlatılan ‘temerrud’ (isyan) hareketi, son iki ayda hükümetin
istifası için imza kampanyaları düzenlemiştir.
Haziran ayı ortası itibariyle bu imzaların 15 milyona ulaştığını iddia eden Kefaya, Ulusal Kurtuluş Cephesi ve 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin
başını çektiği muhalif gruplar, cumhurbaşkanını
istifaya zorlamak amacıyla Mursi’nin görevine
başlayışının yıldönümü olan 30 Haziran 2013’te
sokaklara inme kararı almıştır.
Temerrud Hareketi, Muhammed Mursi’den 30
yıllık Mübarek rejiminin yarattığı tüm yıkımı bir
yılda tamir etmeyi başaramamakla suçlamışlardır. Ancak resme daha geniş bir çerçeveden bakıldığında tüm uzlaşma önerilerini reddeden bir
tutum içerisinde olan muhalefetin demokratik
yöntemlerle iktidara ulaşamayacağını anlayarak,
meşruiyetini sandıktan ve halkın tercihinden
alan Mursi’yi sokak ve şiddet siyaseti ile devirme
yolunu denediği, bu süreç boyunca açık bir şekilde gözlemlenmiştir. Tam da bu yüzden halkın
desteğini hiçbir şekilde alamayacak olan özellikle
yargı, medya ve güvenlik birimlerini işgal eden
eski rejim kalıntıları, Mübarek döneminin zenginleştirdiği işadamları, Batı bağlantılı muhalefet
grupları ve marjinal devrimci gençlik örgütleri,
İslami siyaset karşısında birleşerek kısmi Selefi
desteğini alan İhvan yönetimini sonlandırmayı
hedeflemişlerdir. Buna karşın Müslüman Kardeşler kendi içerisinde kenetlenerek bu atağa
göğüs germeye çalışırken, Selefiler ise bölüne-
22
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
rek, bir kısmı İhvan’ın tarafında yer alırken diğer
daha küçük kesim ise Müslüman Kardeşler karşıtı blokta yer almayı tercih etmiştir. Muhalefetin
demokrasi dışı ve şiddete meyleden yöntemlerine karşı, İslami kesimlerin sağduyulu tavırları ilk
etapta ülkedeki olaylarda kan dökülmesinin önüne geçmekte büyük rol oynamıştır. “Muhalefetçe kiralanmış baltacıların”4 zaman zaman Mursi
destekçisi göstericilere saldırması ile can kayıpları yaşanmış ve olaylar planlı bir şekilde şiddet
sarmalına sokulmaya çalışılmıştır.
Bu süreçte değinilmesi gereken bir diğer durum
da medyanın rolüdür. Mısır medyası Türkiye’de
28 Şubat sürecinde olduğu gibi bu planlanmış
darbe sürecinin birincil aktörlerdendi. Bu anlamda Medya kurmaca haber ve belirli bir plan
çerçevesinde sürdürülen yorumlarla Mursi yönetimini sorunsallaştırmakta önemli bir araç
olarak kullanılmıştır. Ülkede son bir yıldır İhvan
karşıtı kanallarda ve yayın organlarında öylesine
muhalif bir tutum vardı ki mevcut yönetime karşı en küçük pozitif bir analizi görmek mümkün
değildi. Örneğin bu süreçte Piramitlerin ve Süveyş Kanalı’nın Katar’a satılacağı haberleri haftalarca tüm Mısır medyasında tartışılabilmekteydi.5 Buna karşın İslami medya kanalları ise adeta
var olabilme mücadelesi vererek neredeyse hiç
reklam almadan yayınlarını zor şartlarda sürdürmeye çalışmışlardır. Nitekim iş dünyasının
en zengin aktörleri Mübarek döneminin zenginleştirdiği işadamlarından oluşuyordu ve bu
kişiler sadece İhvan karşıtı kanallara reklamlar
veriyorlardı. Bu aktörler Necip Saviris gibi sahip
oldukları medya organları ile de rejimin yıpranması için ellerinden geleni yapmışlardır. Hatta
darbeye giden son aylarda Saviris birçok Mursi
karşıtı grubu maddi olarak desteklemiş, televizyonlarda yayınlanmak üzere darbe yanlısı klipler bile çektirmiştir.6 Yine Bessam Yusuf gibi tek
ajandası İslamcı siyaseti eleştirmek ve aşağılamak olan figürler de Mısırlıların Mursi karşıtlığına kanalize edilmesinde önemli roller oynamıştır. Eski rejim döneminde Mübarek’in en ufak bir
eleştiriden münezzeh olduğu bir ortam varken,
2012’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından
geçen bir sene içerisinde Bessam Yusuf Mursi’yi
ve İhvan’ı kimi zaman ağza alınmayacak kelimelerle aşağılamış ve binlerce Mısırlı her Cuma ak-
Kapak Konusu
şamı bu programa kilitlenmiştir. Bessam Yusuf ’u
kahkahalarla izleyen kesimler diğer taraftan da
İhvan’ın ifade hürriyetini kısıtladığını ve baskı
rejimi kurduğunu iddia etmişlerdir.7
Gösterilerin en yoğun yaşandığı 30 Haziran
günü bazı haber kaynakları Mısır’da insanlık tarihinin en geniş katılımlı siyasi protesto hareketinin gerçekleştiğini belirttiler. Yaklaşık rakamlara
göre 20 milyon civarında kişinin Mursi’yi istifaya
çağırmak üzere sokaklara indiği belirtildi.8 Bu rakamın güvenilirliği tartışmalı olsa da, milyonlarla ifade edilebilecek kalabalıkların Kahire sokaklarına indiği gerçekti. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken husus, aslında seçim sonuçlarına
göre oyların yaklaşık %70’ini alan İslami siyasetin
sesinin %30’la ifade edilebilecek muhalefete göre
çok daha az çıkmasıydı. Nasıl olmuştu da normal
şartlar altında taban gücünün desteğiyle daha
baskın olması gereken İslami hareket, savunma
pozisyonunda olan bastırılmış ve köşeye sıkıştırılmış bir durumda kalmıştı.
Bunda öncelikli olarak Kahire ve İskenderiye
gibi büyük şehirlerde kentli nüfusunun demografik ve sosyal yapısının da bir sonucu olarak
İhvan karşıtı hareketlerin daha fazla olması etkin olmuştur. Nitekim eğitimli, liberal ve diğer
kesimlere göre daha varlıklı olan bu kitleler İslami hareketin ülke siyasetinde etkin olmasını istememektedirler. Nüfusu %10’un üzerinde olan
Kıpti hareketin de bu kesime destek vermesi
önemli bir etken olmuştur. Bununla birlikte yeni
nesil genç aktivistler de Mursi karşıtı blokta yer
almıştır. Bu kesim sosyal medyayı çok iyi kullanan, hırçın ve sabırsız bir kitleye işaret etmektedir. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinde büyük
rol oynayarak cesaretlenmiş olan bu gençler ülkede her türlü değişimin öncüsü olabileceklerine
inanarak, her türlü baskıcı ve monolitik siyasal
örgütlenmeyi reddetmeleriyle öne çıkmışlardır. Ancak, devrimi gerçekleştiren bu toplumsal
grupların Mursi’ye karşı mobilize olması eski rejim yanlılarının işini kolaylaştırmıştır.
Madalyonun öbür yüzünde yer alan İslami harekete mensup kitleler ise özellikle son 30 yıldır
eğitim, medya ve iş dünyası gibi sosyal ve siyasal güç unsurları olan sektörlerde yer alamamış,
özellikle devlet sektöründeki iş alanlarından dışlanmışlar ve bürokraside yükselememişlerdir.
Dolayısıyla da refah düzeyi diğer kesimlere göre
daha sınırlı kalarak sosyal ve siyasal yönden geri
bırakılmışlardır. Bu yüzden bu kesimler daha ziyade yine İslami hareketin sunduğu sosyal yardımlarla ayakta kalabilmiş, kendi kısıtlı imkanları ile eğitimlerini tamamlayabilmiş ve siyasal aktivizm ile tanışma fırsatı bulamamıştır. Unutulmamalıdır ki Müslüman Kardeşler ve Selefi örgütlere mensup kişiler sorgusuz sualsiz hapislere
atılmış ve kimileri aylarca tutuksuz bir şekilde
buralarda kalmışlardır. Bu eşitliksiz durum günümüz Mısır’ında niceliksel olarak daha az olan
muhalefetin, sayıca çok daha fazla olan iktidar
kesimlerinden baskın gelmesi gibi bir durumu
ortaya çıkarmıştır. Bu da özellikle konvansiyonel
ve sosyal medya kanalları üzerinde cereyan eden
günümüz siyaset mücadelesinde Mursi karşıtı
bloğa önemli bir avantaj sağlamaktadır. Bununla
birlikte şunu da belirtmek gerekir ki 30 Haziran
öncesi süreçte Mursi’yi karalama kampanyasını
artırarak İslami siyasete “demokrasi” maskesi
altında keskin bir biçimde karşı çıkan bu grupların, askeri konseyin siyasete müdahale ederek
yönetimi devralmasına alkış tutmaları onların
siyasal mücadele konusundaki acemiliklerinin ya
da kafa karışıklıklarının da bir göstergesidir.
Askeri Vesayet Rejimine Dönüş9
30 Haziran’daki protesto gösterileri ve ardından
yaşanan siyasal çalkantı Mısır ordusunu harekete geçirmeye yönelik olarak planlanmıştı. Zaten
planlı bir şekilde yürütülen bu kriz sürecinde ordunun rolü askeri müdahale ile Mursi’nin görevden uzaklaştırılmasıydı. Genelkurmay Başkanı
El-Sisi’nin 1 Temmuz’da bir açıklama yayınlayarak taraflara uzlaşmaları için 48 saat mühlet
vermesi, darbeye zemin hazırlamak içindi. Ordunun iktidar ve muhalefet arasında bir anlaşmanın sağlanması için 48 saatlik süre vermesi
muhalefetin elini güçlendirmiş ve iktidarı daha
da kırılgan hale getirmiştir. Askerin muhtıranın
ardından darbeyi mümkün kılacak gelişmelerin
birçoğu bu 48 saatlik sürede yaşanmış ve çoğunluğu Mursi taraftarı olan insanlar, saldırılar sonucunda öldürülmüştür. Ordu hiçbir şekilde bu
çatışmaları önlemeye yönelik bir çaba içerisinde
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
23
Kapak Konusu
Ezher ulemasının bir kısmı ve birçok Mursi taraftarı kefene benzer beyaz elbiseleri ile meydanlara
yürürken canlarını feda etmekten çekinmeyeceklerini açıklamışlardır.
bulunmamış ve tüm bu süreci gerekçe göstererek Mursi tarafının uzlaşmaya yanaşmadığını da
iddia ederek, askeri müdahaleden başka bir seçeneğin kalmadığını açıklayarak 3 Temmuz akşamı
yönetime el koymuştur.10
Askeri darbenin hemen ardından Müslüman
Kardeşler üst yönetimine ve siyasal yapılanmasına yönelik tutuklamalar gelmiş, İslami televizyon
kanalları kapatılmış ve darbeyi savunan medya
organlarında İhvan’a yönelik karalama kampanyası hızlanmıştı. Özellikle son bir sene içerisinde
Mursi’ye oy veren İslami taban ile İhvan karşıtı
olan seküler ve liberal elitlerle sıradan halk kitleleri arasında gözlemlenen kutuplaşma bu süreçte daha da artma eğilimine girmişti.11 Aslında bu
durum birçok toplumsal yapıda gözüken taraflar
arası güvensizlik sarmalının bir sonucu olarak da
görülebilir. Askeri yönetim de bu güvensizlikten
pek tabii ki faydalanarak pozisyonunu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.
24
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Biraz geriye dönerek süreci bu zaviyeden incelediğimizde resim çok daha açığa çıkmaktadır.
Vesayetçi bir rejimin sürdürülmesinin yegâne
unsurlarından birisi siyasetin güvensizliğinin
öne çıkarılmasıdır. Öncelikli olarak siyasete güvensizlik, siyasal kurumlara ve siyasal aktörlere karşı bir güvensizliğin üretilmesi sonucunda
“bazı konuların siyasetçilere bırakılmayacak
kadar önemli” olduğu düşüncesine dayanır. Bu
düşüncenin bir yansıması olarak da askeri kurumun veya askeri işlevin, bir toplumun karar alma
sistemine ve yönetim mekanizmalarına egemen
olmasının yolu açılır. Mısır’da da Mursi hükümetinin iktidara gelmesinin ardından siyasal alanın
meşruiyet sınırlarının belirlenmesinde ve bürokratik kurulu düzen karşısında Mursi hükümetinin siyaset üretme yeteneklerinin budanmasında
yargı ve askeri bürokrasi birçok yol denemiştir.
Siyasete güvensizliğin üretilebilmesi için sürekli olarak, Mursi yönetiminin İslamcı tarafı öne
çıkarılarak, devlet mekanizmasının işleyişi ile
Kapak Konusu
değil, İrşat bürosunun İslamcı direktifleri ile hareket ettiği dile getirilerek söz konusu yönetim
marjinalleştirilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda da
siyasetin alması gereken kararlar, yargı-ordu işbirliğine dayanan bürokratik bir yapı tarafından
alınması amaçlanmış ve yargı-ordu denetiminde vesayetçi bir yapı korunmaya çalışılmıştır.12
Mursi yönetimi de en baştan beri kendilerine
karşı üretilen güvensizlik hali ve sürekli tekrarlanan büyük gösteriler sonucunda korku ve tedirginlik içerisinde siyasal faaliyetlerini sürdürmeye çalışmıştır. Dolayısıyla da siyasal şartlar
zaman zaman Mursi yönetimini hataya zorlamış
ve muktedir olması engellenmiştir.
İktidarının birinci yılı olan 30 Haziran’a giden süreçte, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi
karşıtı hareketlerin liderlerinin sokağa çıkma
amacı, bir demokrasi mücadelesinden daha çok
planlı bir şekilde gerginliği tırmandırarak bir şiddet sarmalını üretmekti. Böylece, Mursi istifaya
zorlanacak ve askeri vesayet için uygun bir ortam
sağlanacaktı. Nitekim hem muhalif grupların izlemiş olduğu planlı eylemler hem de ordunun bir
muhtıra yayınlayarak siyasi alana müdahalesi bu
planlı kalkışmayı açıkça ifşa etti. Darbeye giden
süreçte, ortamın müsait hale gelebilmesi için
önce Mursi karşıtları Tahrir başta olmak üzere
birçok meydanda kimi zaman şiddet de içeren
büyük gösteriler düzenlemişlerdir. Ardından da
Müslüman Kardeşlere ait ofisler ateşe verilmiş,
buralarda bulunan Mursi taraftarlarından bazıları öldürülmüştür.13 En sonunda da çatışmalar
meydanlara sıçrayarak askerin müdahalesi için
uygun ortam yaratılmıştır.
Asker bu süreçte yaptığı açıklamalarla, toplumsal
çatışmanın önünü açmış ve şiddet sarmalının yaşanması için bilinçli bir siyaset izlemiştir. Olaylar
başlamadan yapılan açıklama ile gösterilere müdahale edilmeyeceği söylenip, sadece devlet daireleri ve stratejik yerlerin korunacağının duyurulması göstericilerin şiddete meylini artırmıştır.
En baştan beri polisin kendi yanlarında olacağı
göstericilerce bilindiğinden ordunun bu açıklamasını hükümeti düşürmek için bir işaret olarak
da yorumlanmıştır. Güvenliği sağlaması gereken
kurumların göstericileri cesaretlendiren bu yaklaşımı, ordunun askeri vesayeti gerçekleştirmek
için uygun ortamı yaratmaya çalıştığının bir göstergesidir.
Bu planın hazırlık aşamasında, halkı mobilize
edebilmek ve sokaklara çıkarabilmek için yoğun
çaba sarf edilmiş, Mübarek rejiminin zenginleştirdiği işadamları bu planlamanın finans ayağını
sağlarken, askeri ve bürokratik yapı eski rejim
taraftarlarını sokağa çıkmak için cesaretlendirmiştir. Büyük kesimi eski rejim taraftarı olan
medya ise Mursi’nin yönetimsel hatalarını, “İslamcı bir ajanda” söylemiyle etiketleyerek başta
Hıristiyanlar olmak üzere liberal, seküler, sol ve
sosyalistleri de Mursi’ye karşı mobilize etmişlerdir. Özellikle, Mursi’nin dış politika alanında
geliştirmiş olduğu yeni dış politika açılımı ve
söyleminden rahatsız olan ABD, İsrail, Birleşik
Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan Mursi’nin
iktidardan düşürülüp askerin etkin olduğu bir
“vesayet demokrasisi”nin yönetime gelmesini,
İhvan yönetimine tercih etmekteydi. Dolayısıyla Mısır’da yaşanan karşı devrim mücadelesi ve
ardından yaşanan askeri muhtıra birçok yapının
ve aktörün planlı bir senaryonun uygulanışına
işaret etmektedir.14
Planın uygulama aşaması ise aslında toplumsal
alanda daha devrimin hemen ardından eski rejimin siyasi, askeri, bürokratik elitleri ile medya
ve iş çevrelerindeki aktörleri tarafından yürürlüğe konmuştur. Mübarek rejimine karşı ortaklaşarak, demokrasi söylemi etrafında devrimi
gerçekleştiren toplumsal kimlik grupları, önce
İslamcı ve diğerleri (liberaller, Hıristiyanlar ve
Sosyalistler vb.) diye birbirinden ötekileştirilerek
ayrıştırıldı. Ardından da İslamcı gruplar da kendi
içerisinde farklılaştırılarak Mursi iktidarı yalnız
bırakıldı. Mısır tarihinin korkularının yeniden
gündeme getirilerek toplumsal kimlik gruplarının kutuplaştırılmasının neticesinde üretilen çatışmacı söylem, devrim etrafında birleşen grupları ayrıştırarak birbirlerine yönelik karşılıklı
güvensizliklerin üretilmesine neden oldu. Mursi
hükümetinin uygulamış olduğu bazı siyasal çıktılar bu güvensizlikleri gittikçe pekiştirdi ve böylece bir güvenlik açığı oluşturuldu. Böylece eski
rejim aktörlerinin toplumsal kimlik gruplarının
güvenlik ikilemleri üzerinden siyaset üretmeleri
çok daha kolay hale geldi.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
25
Kapak Konusu
Mursi’nin iktidara gelmesinin ardından “muktedir olmak için” ortaya koyduğu siyasetin, yargı
ve ordu bürokrasisinin direnci ile sürekli kırılmaya çalışılması bir yana, Haziran ayının son
haftalarında sokakta yaşanalar bile bu planı açık
etmektedir. Gerginliği tırmandırmak için medyada, Mursi’nin istifadan başka bir çıkar yolu
olmadığı, yurtdışına kaçıp sığınma talep etmezse eski suçlarına binaen hapse atılacağı, yine
Mursi yönetiminden birçok üst düzey bakanın
yolsuzluğa bulaştığı ve suç işlediği gibi iddialar
ve söylemler hükümete karşı bir korku ve panik
havasının oluşturulması için kullanılmıştır. Sokakta dolaşıma sokulan söylemler ise, muhalif
grupların silahlandığı, Mursi’nin direnmesi halinde Müslüman Kardeşlerin bürolarının basılacağı, İhvana yakın işyerlerinin yağmalanacağı
şeklindeydi. Dolayısıyla gösteriler başlamadan
önce, yıllarca devlet iktidarı tarafından dışlanan
hapislere atılan ve ikinci sınıf muamelesi gören
kesimlere karşı bir korku politikası oluşturmak
amaçlanmıştı.
Bu korku politikasının neticesinde gösterilerin
ilk günlerinde Mursi taraftarları sadece toplandıkları meydanlarda seslerini yükseltebilmişler
ve kendi binalarının yağmalanmasına, ateşe verilmesine ve saflarından birçok insanın öldürülmesine rağmen şiddeti önceleyen bir tavır almaktan özenle kaçınmışlardır. Mısır’ın tek sahibinin
kendileri olduğunu varsayan “beyaz Mısırlılar”
ve eski düzen yanlıları, binalara, araba camlarına, işyerlerine ve evlerinin balkonlarına Mursi
karşıtı afişler asmışlar ve sokaklarda insanların
ellerinde muhalefeti temsil eden bir emare görmediklerinde “bizden değil misiniz” diye sorabilmişlerdir. Bu süreçte, özellikle polis araçlarına
Mursi karşıtı afişler asılarak bu korku politikası
pekiştirilmeye çalışılırken, metro istasyonlarında marşlar çalınarak İhvan yanlıları sindirilmeye
çalışılmıştır. Yine üst sınıf Mısırlıların gittiği ve
çoğunun adının da Batı’dan seçildiği mekânlar,
bir hafta önce yabancı müzikler çalarken, gösterilerle birlikte bayraklarla donatılmış ve milliyetçi marşlar çalmaya başlamıştır. Sonuç olarak
tüm bu simgesel sindirme politikası, askerin
tarafını tamamen belli etmesiyle birlikte, Mursi taraftarlarını da yoğun bir şekilde meydanlara itmiştir. Bununla birlikte, Mursi taraftarları
26
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
bu korku politikasını tam tersine çevirebilmek
için, Türkiye’de simgesel anlamını artık herkesin
bildiği, “kefen siyaseti” söylemini devreye sokmuşlardır. Ezher ulemasının bir kısmı ve birçok
Mursi taraftarı kefene benzer beyaz elbiseleri ile
meydanlara yürürken canlarını feda etmekten
çekinmeyeceklerini açıklamışlardır.
Darbenin ardından İhvan hareketi kendilerine
uygulanan baskı politikalarına demokratik bir
strateji izleyerek cevap vermeyi tercih etmiş ve
barışçıl gösteriler düzenlemiştir. Nasr City bölgesindeki Rabiaa Adeviye ve Kahire Üniversitesi girişindeki Nahda Meydanı’nda milyonlarca
Mısırlı kamplar kurarak “Darbeye Hayır” teması
altında askeri yönetimi protesto etmişlerdir. Bu
barışçıl protestolar içeride ve dışarıdaki darbeci aktörlere yerinde bir cevap teşkil etmektedir.
Ancak askeri yönetim Cumhuriyet Muhafızları
Alayı önünde düzenlediği saldırı da 50’den fazla
Mursi taraftarı protestocuyu katletmiş,15 İhvan
yönetimini şiddet sarmalı içerisine çekmeye çalışmıştır. Müslüman Kardeşler yönetimi ise bu
tuzağa düşmeyerek barışçıl gösterilere devam
etmiştir. Uzun vadede Mısır’daki İslami hareketlerin iktidar arayışında bu sürecin olumlu bir
geri dönüşü olacaktır. Ancak bu darbeci aktörler
İhvan’ı veya Selefi hareketi siyasal alanın dışında tutmaya çalışması iktidar mücadelesinin daha
çetin geçmesine, İslami hareketlerin daha farklı
metotlar uygulamasına neden de olabilir.
Darbeye Dış Etkiler ve Tepkiler
Darbe sürecinde en şaşırtıcı tepki(sizlik) Batı
ülkelerinden gelmiştir. Washington, Londra ve
diğer AB başkentleri Mısır’da gerçekleşen askeri
müdahaleyi darbe olarak tanımlamamış ve demokratik tepkilerinin ne kadar değişken olduğunu göstermişlerdir.16 Batı’nın tepkisizliğinin başlıca sebepleri arasında özelde Mısır’da genelde
de Ortadoğu’da Siyasal İslam’ın politik kurumlarının meşru bir siyasal aktör olması geliyor. Yani
seçim kazanan, taban desteği olan, demokratik
yöntemlerle siyasette yer alarak daha önceki
marjinallikten kurtularak meşru aktörlüğe terfi
eden siyasal İslam’ın temsilcilerinin varlığı bölgede kurulu düzenin Batı’dan hiçte hoşlaşmayan
aktörlerle sorgulanacağı anlamına gelmektey-
Kapak Konusu
Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde kentli nüfusunun demografik ve sosyal yapısının da bir sonucu olarak İhvan karşıtı hareketlerin daha fazla olması etkin olmuştur. Nitekim eğitimli, liberal ve diğer
kesimlere göre daha varlıklı olan bu kitleler İslami hareketin ülke siyasetinde etkin olmasını istememektedirler.
di. Mısır’dan ikinci bir Türkiye çıkması olasılığı
gerek Washington’da gerekse de diğer Avrupa
başkentlerinde ve özellikle İsrail’de bölgeye dair
birçok politikaların revize edilmesi anlamına geliyordu. Yani ekonomik olarak ayakları üzerinde
durabilen, bağımsız bir dış politika yürütmekte
ısrarcı olan ve her şeyden önemlisi bölgesindeki kurulu düzeni sorgulayan bir Mısır, Batı için
bir kabus anlamına gelecektir. Batı’nın yeniden
belirleyeceği siyasette ise kendi çıkarları önemli
ölçüde tehlikeye girecekti. Bu yüzden demokrasi söylemini dilinden düşürmeyen Batılı aktörler
çıkarları tehlikeye düştüğünde hiç çekinmeden
darbeyi destekleyebilmiştir. Bunu Mısır’da siyasal aktörlük bile iddia edemeyecek bir azınlıkta
olan seküler ve liberal kitleleri kullanarak yapması ise bu darbeye yüklenilen önemi göstermektedir.
Aslında bu darbe sadece Mısır’da değil bölgede
yaşanan tüm demokratikleşme hareketlerini de
sekteye uğratacak bir gelişmedir. Çünkü Mısır’ın
başarısı bir taraftan bölgede devrimi gerçekleştiren grupları demokratikleşme yönünden cesaretlendirirken, aynı zamanda Körfez ülkelerindeki Monarşi yapılarını da sarsabilecek bir etkiye
sahipti.17 Ancak darbenin gerçekleşmesi, bir taraftan Arap baharının başarısızlığı olarak gösterilecek ve İslam ve demokrasi sorgulamasını yeniden üretecek; diğer taraftan da bölgede diğer
ülkelerdeki yaşanabilecek yeni halk hareketlerinin önünü kesecektir. Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’de en canlı biçimiyle yaşanan Arap
Uyanışı’nın bölgeye getireceği dönüşüm potansiyeline vurulmuş bir darbedir aslında Mısır’da
gerçekleşen.18 Arap Uyanışı sürecinde Libya’ya
yapılan müdahale ile kısmen başlayan “dış” mü-
dahale Suriye’de zaten güçlükle sürdürülen mücadelenin bir proksi savaşı halinde cereyan etmesiyle canlı kalmış, Mısır’daki darbede ABD, İsrail,
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi
ülkelerin müdahil olması ile de Arap Uyanışı’nın
temel dinamiklerinden olan “dış müdahale karşıtlığına” büyük zarar vermiştir. Bu darbe ayrıca Mısır’ın demokratikleşmesinde sivil siyaset
sürecinin kesintiye uğramasına ve bu anlamda
da ülkede yaşanan rejim değişikliğinin başarıya
ulaşmasına olumsuz etki yapmıştır.
Mısır’daki darbenin İhvan yönetiminden desteklerini esirgemeyen Türkiye ve Katar açısından
da önemi büyüktür. Özellikle Suudi Arabistan
ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mısır’daki darbede önemli bir rol oynadıkları düşünüldüğünde Türkiye ve Katar’ın ortak siyasal duruşlarını
değiştirmeleri mantıklı olmayacaktır. Katar’ın
da Müslüman Kardeşlere desteği yine Kahire’deki cunta yönetimini rahatsız edecektir. Bununla
birlikte bölgesel bloklaşmalar özellikle böyle bir
süreçte yeniden şekillenme potansiyeline de sahiptir. Ankara halihazırda kendisine yakın olabilecek Katar ve Libya gibi bölge aktörlerinin bu
pozisyonlarını sağlamlaştıracak adımlar atması
bugüne kadar sürdürdüğü dış politikanın tutarlılığı açısından önemlidir. Türkiye’yi bölge siyasetinde daha zor durumda bırakan konu Suriye
çıkmazıdır. Ankara’nın haklı olarak Suriye halk
hareketine verdiği destek, beklenmeyen faktörlerin devreye girmesi ile Erdoğan hükümetinin
elini zora sokmuştur.
Darbeye karşı Türkiye’den gelen tepkilerin bazıları da şaşırtıcı olmuştur. Yıllarca Türkiye’de
askeri vesayetin devamı için akla gelmedik anti
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
27
Kapak Konusu
demokratik süreçleri canı pahasına savunan darbe heveslisi aydınımsıların, bugünlerde Mısır’da
yaşananlar için “Arab’ın demokrasisi bu kadar
olur” şeklinde sosyal medyada küçümseyici bir
şekilde yazdıkları, Mısır’da yaşananların daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olabilir. Yine Türkiye’de
28 Şubat sürecinde askeri-sivil bürokrasi, medya ve işadamlarının siyasal alan karşısındaki
statükocu konumunu göz önünde bulundurduğumuzda bugün benzer bir sürecin Mısır’da da
yaşandığını kestirmek zor değildir. Her ne kadar
Mursi’nin bazı hatalarından bahsedilebilecekse de, yaşananlar, Mursi ile karşıtları arasında
cereyan eden bir demokrasi mücadelesinden
daha çok, eski rejimle yeni rejim arasındaki bir
hesaplaşmadır. Genelde Ortadoğu’da özelde de
Mısır’da yaşanan Arap baharını baştan küçümseyen ve hala Mısır’daki eski rejim zihniyetini
savunan Türkiye’deki bazı yazarların göremediği de budur. Mursi yönetimi muktedir olamamanın, acemiliklerinin ya da kendi ajandasının
bir yansıması olarak siyasi hatalar yapmıştır. Bu
yüzden Mursi’nin bu uygulamalarına demokratik gerekçelerle tepki duyan önemli bir grubun
varlığı normal karşılanabilir. Ancak, 3 Temmuz
akşamı gerçekleşen askeri darbeye giden süreçte
yaşananlar, demokrasi mücadelesinin ötesinde
eski rejimin domine ettiği bir vesayet arayışıydı.
Bu askeri ve bürokratik vesayet arayışını sürdüren aktörler bir plan çerçevesinde kendi koalisyonunu genişleterek istedikleri sonuca şimdilik
ulaşmışlardır.
Sonuç
Bundan sonraki süreçte Mısır siyasetinde uzun
süre askeri vesayet devam edeceği öngörülebilir.
Ordu teknokratlardan ve eski rejim yanlılarından
oluşan bir geçiş hükümeti kurarak, kendi konumunu pekiştirmeyi planlamaktadır. Bu anlamda
önce yasal düzenlemelerle kendi yerini sağlam-
laştıracak, ardından da kurumsal mekanizmalarla konumunu güçlendirmeyi deneyecektir. Böyle
yaparak da siyasal alana müdahalenin kapısını
açık tutup, siyasetçilerin manevra alanını mümkün olduğunca daraltmayı hedeflemektedir.
Böyle bir gidişatın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği Mursi taraftarlarının ordunun darbe kararına
yönelik kararı karşısında vereceği tepki belirleyici olacaktır. Öyle ya da böyle Mısır’ın demokratikleşme serüvenini zorlu ve uzun bir süreç beklemektedir.
Darbe süreci göstermiştir ki Mısır siyasetindeki
seküler ve liberal aktörler ve eski rejim kalıntıları ile Washington ve Tel-Aviv gibi uluslararası
aktörler sosyal tabanı geniş hareketlerin siyaset
sahnesinde meşru bir biçimde yer alabilmesini
bir süre daha engellemek istiyorlar. Her ne kadar söylem düzeyinde bunu inkar etseler de başlı
başına darbenin planlı bir şekilde uygulamaya
geçirilmesi bile bunun bir göstergesidir. İhvan
ve Selefi hareket de buna karşı uzun vadeli planlar yaparak, toplumun daha geniş kesimlerinin
güvenini ve olurunu kazanmak suretiyle bu iktidar mücadelesinden başarılı çıkmanın yollarını
arayacaktır. Ancak darbe sonrası iktidara gelen
aktörlerin planı yoğun baskı politikaları güderek İslami hareketlerin siyasal süreçlerden daha
uzun süreli dışlanması gibi bir amaçları varsa, bu
durumda başka çaresi kalmayan bu hareketlerin
silahlı mücadele yoluna girmeyi düşünmesi de
muhtemeldir. Ancak kesin olan bir husus var ki,
bu da bölgede artık her ne pahasına olursa olsun eski siyasal sistemlerin ve bölge üzerinde yürütülen uluslararası politikaların hiç bir şekilde
yürütülemeyeceğidir. Çünkü bu değişim dalgası
kendi siyasal gelişimini de sürdürecektir. Bugün
dünyada militarist yönetimlerin modası geçtiği
düşünüldüğünde Mısır’daki darbeci zihniyetin
de çok geçmeden demokratik idealler tarafından
mahkum edilebileceği öngörülebilir.
O
28
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Kapak Konusu
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
Emad Mekay, “Exclusive: US Bankrolled Anti-Morsi Activists”, Al Jazeera, 10 July 2013.
İsmail Numan Telci, “Devrim Sancısı: Mısır’da Siyasal ve Ekonomik Kriz”, Ortadoğu Analiz, Temmuz 2013, Cilt:5,
Sayı:55, s.49-57
Ahmet Uysal, “Mısır’da Neden Başa Dönüldü ve Çözüm Ne?”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, 5 Temmuz 2013.
“Mısır’daki Meydanlarda “Baltacı” Şiddeti”, Anadolu Ajansı, 3 Temmuz 2013; “Mısır’da “Baltacı”lar Yine Devrede
mi?, BBC, 16 July 2013.
“Qatar’s Emir Leaves $2 Billion ‘Deposit’ to Egypt After Meeting President Morsi”, Ahram Online, 11 August 2012;
Dina Ezzat, “Getting Closer to Qatar”, Al Ahram Weekly, 9 January 2013; Nevine El-Aref, “Egypt won’t Rent Pyramids to Foreign Firms, Says Antiquities Ministry”, Ahram Online, 27 February 2013; “Suez Canal Revenues Reach
$398.5 Million”, Daily News Egypt, 21 April 2013.
Ben Hubbard and David D. Kirkpatrick, “Sudden Improvements in Egypt Suggest a Campaign to Undermine
Morsi”, New York Times, 10 July 2013.
Alastair Beach, “A Joke Too Far - Top Satirist Bassem Youssef Arrested Over Insults to President Morsi”, Independent, 31 March 2013; Patrick Burke, “Egyptian Comedian Likens Muslim Brotherhood to the
Nazis”, CBC News, 15 April 2013; Abeer Heider and Zenobia Azeem, “Why Bassem Youssef Can Make
Egyptians Uncomfortable”, Al-Monitor, 19 May 2013.
“Egypt Crisis: Mass Protests Over Morsi Grip Cities”, BBC, 1 July 2013; Muhammad Al-Khouli, “Millions Take to
the Streets: Leave, Mursi”, Al-Akhbar, 1 July 2013; “Anti-Morsi Protests Planned for Sunday”, Ahram Online, 7 July
2013.
Nebi Miş ve İsmail Numan Telci, “Devrime Darbe: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi”, Star, 6 Temmuz 2013.
Bu müdahalenin darbe olarak isimlendirilmesi tartışmaları bağlamında şu makale faydalı olacaktır: Khalil AlAnani, “The Fall of Democracy in Egypt”, Ahram Online, 13 July 2013.
Omar Ashour, “Egypt’s New Revolution Puts Democracy in Danger”, Guardian, 7 July 2013.
İsmail Numan Telci, “Devrim Sonrası Mısır’da Güç Mücadelesi: “İslamcı İktidar vs. Seküler Muhalefet”, Ortadoğu
Analiz, Ocak 2013, Cilt:5, Sayı:49, s.79-89.
“At Least 35 Injured in Clashes at Brotherhood’s Cairo Headquarters”, Ahram Online, 1 July 2013; Patrick Kingsley,
“Egypt Faces More Bloodshed as Muslim Brotherhood Offices Torched”, Guardian, 1 July 2013; “Muslim Brotherhood Vows Action After Cairo Headquarters Attacked”, Al Arabiya, 1 July 2013.
Tariq Ramadan, “Egypt: Coup D’etat, Act II”, www.tariqramadan.com, 9 July 2013,
Ian Black and Patrick Kingsley, “Muslim Brotherhood Decries Killing of Morsi Supporters in Cairo ‘Massacre’”,
Guardian, 8 July 2013; Kim Sengupta and Alistair Beach, “Cairo Massacre Eyewitness Report: At Least 51 Dead
and More Than 440 Injured as Army Hits Back at Muslim Brotherhood Supporters”, Independent, 9 July 2013.
“Why the U.S. doesn’t Call Egypt Military’s Ouster of Morsi a Coup”, Reuters, 4 July 2013; Andrew Reitann, “EU Reaction to Egypt Coup: ‘Awkward. Disturbing’”, EU Observer, 4 July 2013; Elise Labott, “U.S. Avoids Calling Egypt’s
Uprising a Coup”, CNN, 8 July 2013; Shari Ryness, “EU Leaders Express ‘Deep Concern’ About Military Intervention in Egypt, as Turkey Protests at Western Silence Over ‘Coup’”, European Jewish Press, 17 July 2013.
Burhanettin Duran, “Mısır’daki Darbe ve İlk Günahın Yükü”, Star, 13 Temmuz 2013.
Nuh Yılmaz, “Mısır’a Değil Bölgesel Düzene Darbe”, Star, 13 Temmuz 2013.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
29
Kapak Konusu
Dünyanın en uzun nehri olması dolayısıyla Nil nehri havzasında birçok devlet bulunmaktadır.
Güney Sudan’ın 2011 Temmuz’unda Hartum’dan bağımsızlığını kazanması ile birlikte havzadaki ülke sayısı on bire çıkmıştır.
Mavi Nil Nehri Suları Üzerinde Uyuşmazlık
Dispute on Blue Nile River Waters
Seyfi KILIÇ
Abstract
Dispute on Blue Nile River Waters which is going on for a long time entered a new period after Ethiopia
started to construct Great Renaissance Dam. In this study historical background of the dispute and the new
hydropolitical situation with the construction of the dam is examined.
Keywords: Blue Nile, Great Renaissance Dam, Egypt, Ethiopia
30
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Kapak Konusu
Mısır’ın Etiyopya’nın inşa ettiği baraja itirazı sadece herhangi bir yukarı kıyıdaş faydalanmasının engellenmesi politikası ile açıklanabilir
görülmektedir. Bu politikanın günümüz dünyasında bir karşılığı bulunmamaktadır ve yenilgiye mahkumdur.
Giriş
Eski çağlardan bu yana Nil nehrinin Mısır açısından taşıdığı öneme birçok kez atıfta bulunulmuştur. Bu atıflardan bilinen ilki Nil nehrine yazılmış
bulunan ve milattan önce 2100 tarihli bir ilahidir.
Bu ilahide Nil, Mısır’ı canlı tutan bir varlık olarak
görülmekte ve ona övgüler düzülmektedir. Bir
diğer atıf ise ünlü Yunan tarihçi Heredot’a aittir.
Heredot Mısır’ı Nil’in bir hediyesi olarak tanımlamaktadır.
Modern zamanlarda Nil nehrinin Mısır için önemine yapılan en önemli vurgu ise İsrail ile 26 Mart
1979 tarihli Camp David Barış Andlaşması’nı imzaladıktan sonra o dönemdeki Mısır devlet başkanı Enver Sedat tarafından yapılan açıklamadır.
Enver Sedat artık Mısır’ı savaşa sokabilecek tek
konunun su meselesi olduğunu açıklayarak bir
yandan Mısır’ın Arap-İsrail uyuşmazlığındaki
başat konumunun artık ortadan kalktığını ilan
etmiş diğer yandan da Nil nehrinin Mısır için taşıdığı yaşamsal öneme dikkat çekmiştir. Son dönemde ise bir darbe ile görevden uzaklaştırılan
Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin Etiyopya’nın
Mavi Nil nehri üzerinde baraj inşasına başlaması
üzerine yaptığı açıklamada bulunan “tüm seçeneklerin masada olduğu” açıklamasıdır.
Mısır için taşıdığı öneme karşın nehrin kaynağı
yakın denebilecek zamanlara kadar belirsiz kalmıştır. Ancak 20. yüzyıl ile birlikte Nil nehrinin
birçok kol, kaynak ve göllerden oluştuğu ortaya
çıkarılabilmiştir. Mavi Nil olarak adlandırılan ve
Etiyopya’dan kaynaklanan kol, 1770 yılında İskoç kaşif James Bruce tarafından keşfedilmiştir.
Beyaz Nil ise ancak 1862 yılında John Hanning
Speke tarafından Viktoria ve Ekvatoryal göller-
deki kaynaklarına kadar keşfedilebilmiştir. Daha
önceki dönemlerde de Nil nehrinin kaynağına
ilişkin iddialar bulunmakla birlikte bunlar genellikle büyük yanılgılar içermekteydi. 11. yüzyılda
Arap coğrafyacı El-Bakri Nijer nehri ile karıştırarak Nil nehrinin kaynağının Batı Afrika’da olduğunu ileri sürmüştür.
Etiyopya’nın Nil nehrini saptırma ihtimali ise ilk
olarak Mısırlı Kıpti bir papaz olan Jurjis al Makin tarafından 1273 yılında dile getirmiştir. 1510
yılında da bir Portekizli kaşif, Mısır’a zarar verebilmek için Nil sularının Kızıldeniz’e çevrilebileceğini fikrini ortaya atmıştır.
Dünyanın en uzun nehri olması dolayısıyla Nil
nehri havzasında birçok devlet bulunmaktadır.
Güney Sudan’ın 2011 Temmuz’unda Hartum’dan
bağımsızlığını kazanması ile birlikte havzadaki
ülke sayısı on bire çıkmıştır. Ancak, üç milyon
kilometrekareden fazla bir alanı kapsayan havza
ne ekonomik ne de stratejik bir bütünlük göstermemektedir. Bu nedenle de havza ülkeleri arasında karşılıklı tavizler yolu ile Nil nehri sularının kullanımında ortak bir tutum elde edilmesi
zorlaşmaktadır. Havzanın nüfusunda ciddi bir
artış söz konusudur. 2030 yılında havzanın nüfusunun 760 milyona ulaşması beklenmektedir.
Bunun 140 milyonunun ise Mısır’da yaşayacağı
hesaplanmaktadır.
Havzadaki Hukuki Durum
Mısır, daha sonra Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir isyan hareketine girişecek olan Mehmet Ali
Paşa zamanından başlayarak pamuk üretiminde önemli bir merkez haline gelmiştir. Süveyş
Kanalı’nın açılması ile birlikte uluslararası ticaret
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
31
Kapak Konusu
için daha da önem kazanan Mısır, İngiltere’nin
sömürge politikası açısından kilit hale gelmiştir.
Mısır 1882 yılında İngiliz işgali altına girdikten
sonra İngiltere dokuma sanayisi için buradaki
pamuk üretimine özel bir önem vermeye başlamıştır. Pamuk üretiminin sulama olmadan gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olan İngiltere o
dönemden başlayarak Nil nehrinin Mısır’a ulaşmadan önce yukarı kıyıdaşlar tarafından kullanılmasının önüne geçecek birtakım uluslararası
düzenlemelere girişmiştir. Bu düzenlemeler o
dönemde havzanın yukarısında bulunan toprakları kontrol eden Avrupalı sömürgeci devletler
ile yapılmıştır. Bu düzenlemeler şu şekilde sıralanabilir:
15 Nisan 1891 İngiliz-İtalyan Protokolü
1891 tarihinde İngiltere’nin İtalya ile yaptığı ve
Doğu Afrika’daki etki alanları ile ilgili protokolün 3. maddesine göre, Etiyopya, Nil’in kollarından biri olan Atraba üzerinde, hiçbir su kaynağı
geliştirme faaliyetine girişmeyecektir.
15 Mayıs 1902 İngiltere-Etiyopya Andlaşması
1902 tarihli İngiliz-Etiyopya Andlaşmasında da,
Etiyopya, Mavi Nil’in kaynağı olan Tana gölünde,
Mavi Nil’de ve Sobat nehrinde, Sudan’daki İngiliz
yönetimiyle uzlaşmaya varmadan, nehrin sularını engelleyebilecek herhangi bir yapı inşa etmemeyi taahhüt etmiştir. Fakat 1950’lerde Etiyopya,
bu andlaşmanın hiçbir zaman onaylanmadığını
ve bu nedenle de bağlayıcı olmadığını bildirmiştir.
1925 İngiltere-İtalya Nota Teatisi
1925 yılında İngiltere ile İtalya arasındaki nota
teatisinde, İtalyan hükümeti, Mavi Nil’in üzerinde herhangi bir hidrolik çalışmada bulunmamayı
taahhüt edip, Mısır’ın ve İngiliz Sudanı’nın “kazanılmış haklarını” kabul etmiştir.
7 Mayıs 1929 Mısır-İngiliz Sudanı Nota Teatisi
1929 Anlaşması, Mısır ile Sudan, Kenya, Tanzanya ve Uganda’yı temsilen İngiltere arasında
imzalanmıştır. Bu anlaşma da, Mısır’ın kullanımını öncelikli olarak görmüştür. Anlaşma uyarınca, Mısır’a yıllık 48 km3 ve Sudan’a 4 km3 su
tahsis edilmiştir. Mısır, Ocak ayından Temmuz’a
kadar süren düşük akım süresince tüm akımı almakta aynı zamanda da yukarı kıyıdaşların baraj
inşa faaliyetlerini izleme ve ulusal çıkarına aykırı
düşen bir durumda da bunu veto etme hakkına
sahip olma yetkisini kazanmıştır. Fakat bu anlaşmaya Kenya’da ve Tanzanya’da hiçbir zaman
müracaat edilmemiş veya uygulanmamıştır ve
bu ülkeler, anlaşmanın bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sona erdiğini iddia etmektedirler.
12 Mayıs 1906 İngiltere-Belçika Andlaşması
1929 Nil Suları Anlaşmasında bulunan; Sudan’da
ve Britanya kontrolündeki diğer bölgelerde, Nil
üzerinde veya Nil’in kaynağı durumundaki göllerde, Mısır’a gelen suyu azaltacak veya geciktirecek hiçbir sulama ya da enerji projesi yapılamaz, şeklindeki hüküm, Britanya’nın Nil’e, daha
doğrusu Mısır’daki tarımsal üretime verdiği önemi göstermektedir.
1906 yılında, Belçika Kongo’su yönetimi,
Sudan’ın onayı olmadan, Albert Gölü’nden çıkan
suyu azaltacak şekilde, Semeiki ve Asango nehrinde hiçbir inşa faaliyetine girişmemeyi taahhüt
etmiştir.
Bu anlaşma daha sonra bağımsızlığını kazanan
yukarı kıyıdaş ülkelerin sömürge dönemi anlaşmalarının tümünü reddetmelerine yol açan ve
Nyerere doktrini olarak bilinen politikayı takip
etmelerini de tetiklemiştir.
13 Aralık 1906 İngiltere-Fransa-İtalya
Andlaşması
8 Kasım 1959 Mısır-Sudan Nil Suları Anlaşması
Bu andlaşma ile İngiltere, Fransa ve İtalya,
Mısır’a ulaşan, özellikle Mavi Nil ve kollarında ve
32
Nil havzasında, Mısır ve İngiltere’nin çıkarlarını
korumak konusunda anlaşmışlardır.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Anlaşma Nil havzasının, en kapsamlı anlaşmasıdır ve toplam akımın 84 km3 olarak hesap edildiği Aswan’da suların tahsisini öngörmektedir.
Kapak Konusu
Etiyopya Mavi Nil nehri üzerinde 2017 yılında tamamlanacak olan ve başlangıçta adı
Milenyum olan Büyük Rönesans Barajı’nı inşa etmeye başlamıştır.
Anlaşma ile Mısır, Aswan’da bir baraj inşa etme
hakkını kazanırken, Sudan da Mavi Nil üzerinde
Roseries barajını inşa etme hakkını elde etmiştir.
Atbara kolu üzerinde de sudan Khasm Al-Girba
barajını 1964 yılında tamamlamıştır. Beyaz Nil
nehrinin yukarı kesimlerinde akımı artırmak
amacıyla yapılacak çalışmalar sonucunda elde
edilecek ilave suyun da, eşit olarak paylaşılacağı
hükme bağlanmıştır. Anlaşma ile iki ülke, Daimi Ortak Teknik Komisyon adıyla bir yapının
kurulmasını ve Nil nehrine kıyısı bulunan diğer
ülkelerin suların yeniden tahsisine yönelik taleplerinin olması durumunda da, ortak bir tutum
takınmayı kabul etmişlerdir. Anlaşmanın ilgi çekici yönü, Mısır ve Sudan’ın müzakereleri sürdürürken diğer havza devletleriyle hiçbir danışma
mekanizmasını işletmemiş olmalarıdır.
2010 İşbirliği Çerçeve Anlaşması
(Cooperative Framework Agreement)
2010 yılına gelindiğinde ise Ruanda, Etiyopya,
Uganda ve Tanzanya arasında Nil nehri sularına
ilişkin olarak uzun yıllardan bu yana gösterilen
çabaların bir sonucu olarak İşbirliği Çerçeve Anlaşması imzalanmıştır. 1990’larda Nil Nehri Girişimi adındaki işbirliği örgütü havzadaki sorunlara bir çözüm mekanizması olarak kurulmuştur. Ancak aşağı kıyıdaşlar olan Mısır ve Sudan,
havzanın yukarı kıyıdaş ülkelerinin nehirden
faydalanma haklarını görmezlikten gelmeye devam etmişler ve sömürge dönemindeki uluslararası düzenlemelerin bağlayıcılıkları konusunda ısrar etmişlerdir. Bu duruma bir tepki olarak
değerlendirilebilecek olan 2010 anlaşması her
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
33
Kapak Konusu
Rönesans barajı sadece elektrik üretme amacı ile inşa edilmektedir.
Bu ise barajın su tüketmeyeceği yani aşağı bırakılan suyun miktarında
herhangi bir değişimin söz konusu olmadığı anlamına gelmektedir.
havza devletinin Nil nehir sisteminden makul
ve hakça bir şekilde faydalanma hakları olduğu
vurgulamaktadır. Etiyopya bu anlaşmayı imzalamakla birlikte 13 Haziran 2013 tarihine kadar
parlamentosunda onaylamamıştı. Etiyopya’nın
anlaşmayı onaylaması ise Mısır tarafından askeri
müdahale ile tehdit edilmesinden sonraya denk
gelmektedir.
Mısır 1929 anlaşmasına uyulması gerektiğini
ileri sürmektedir. Ancak bu iddianın uygulanan
uluslararası hukukta dayanağı bulunmamaktadır. Devletlerin Andlaşmalara Ardıllığını düzenleyen 1978 Viyana Sözleşmesinin 16. maddesi
bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir devletin bağımsızlığından önceki dönemde, sınır andlaşmaları hariç olmak üzere, kendi toprakları için
yapılmış bulunan andlaşmalara bağlı kalmak zorunda olmadığını hükme bağlamaktadır. Ayrıca
önemli zarar vermeme ilkesi çerçevesinde Mısır
bu barajın aşağı kıyıdaşlara zarar vereceğini ileri
sürmektedir. Ancak üç ülke uzmanlarınca hazırlanan raporda barajın önemli zarar vermeyeceği
de belirlenmiştir.
Mısır’ın askeri müdahale tehdidinde bulunması ise açıkça uluslararası hukuka aykırıdır. Her
ne kadar Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın 51.
maddesi devletlere meşru müdafa hakkını tanısa
da aynı andlaşmanı 2. maddesi devletlerin sadece askeri bir saldırı durumunda silah kullanabileceğini hüküm altına almıştır. Mevcut uluslararası hukuk “su güvenliği” çerçevesinde askeri güç
kullanımını kesin olarak uluslararası hukukun
ihlali olarak değerlendirecektir.
Mısır ile Sudan arasında imzalanan 1959
Anlaşması’nın 1954 yılında başlayan müzakereleri sırasında ise Etiyopya, Haziran 1959 ve Eylül
34
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
1957’de Mısır ve Sudan’a görüşmelere katılma isteğini belirten notalar göndermiş olmasına rağmen herhangi bir cevap alamamıştır. Anlaşmanın taraflarca imzalanmasından sonra ise gerek
taraf ülkeler olan Mısır ve Sudan’a gerek Birleşmiş Milletler’e Nil nehri suları üzerindeki haklarını ve anlaşmaya olan muhalefetini bildirmiştir.
Bu kapsamda zaten tarafı olmaması nedeniyle
kendisi açısından bağlayıcılığı olmayan 1959
Anlaşması’nın da Etiyopya’yı bağlamadığı açıktır.
Ayrıca yukarı kıyıdaş ülkeler Mısır’ın Nil nehri
havzasında su kaynaklarının geliştirilmesi konusunda ileri sürdüğü iki koşulu kabul etmemektedirler. Bunlardan ilki projelerin uygulamaya
geçirilmeden önce bildirilmesi, ikincisi ise havza
ülkeleri arasında kararların oybirliği ile alındığı
bir uygun bulma mekanizmasının hayata geçirilmesi. Mısır’a bir çeşit veto hakkı verecek olan bu
yöntem doğal olarak havza ülkelerinin egemenliğine halel getirecek bir uygulama olması nedeniyle kabul görmemektedir.
Büyük Rönesans Barajı ve Nil Havzasında
Yeni Dönem
Etiyopya Mavi Nil nehri üzerinde 2017 yılında
tamamlanacak olan ve başlangıçta adı Milenyum
olan Büyük Rönesans Barajı’nı inşa etmeye başlamıştır. Barajın 2015 yılında su tutmaya başlaması
ve bu dönemin de altı yıl sürmesi planlanmaktadır. Bu kapsamda su tutma döneminde mansaba %14 ile 18 arasında daha az suyun bırakılacağı anlamına gelmektedir. Projenin %13’ünün
tamamlandığı belirtilmektedir. Büyük Rönesans
Barajı dolduğunda buharlaşma kayıpları Mısır’daki Aswan Barajı’na göre beşte bir oranında
daha az olacaktır. Baraj bir İtalyan firması olan
Kapak Konusu
Salini Costruttori tarafından inşa edilmektedir.
Elektrik iletim hatları ise bir Çin firması tarafından yapılmaktadır. Baraj, Etiyopya’nın 2035
yılında tamamlanması planlanan su kaynaklarını geliştirme faaliyetleri çerçevesinde önemli
bir yer işgal etmektedir. Söz konusu planın bitirilmesi ile birlikte Etiyopya ekonomik olarak
kalkınma yolunda belli bir yol kat etmeyi planlamaktadır. Etiyopya barajın tüm havza ülkeleri
için elektrik enerjisi sağlayacağını ve aşağı kısımlardaki barajları siltasyondan koruyacağını belirtmektedir. Ayrıca bu faydalara ek olarak taşkın
koruma etkisi de dile getirilmektedir. Barajın 67
milyar metreküp su tutacağı hesaplanmıştır. Barajın maliyeti ise beş milyar dolar civarındadır.
Barajın inşa masrafları için Etiyopya hükümeti
tarafından çıkarılan bonoların büyük kısmının
İsrail tarafından alındığı iddia edilse de buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamaktadır.
Mısır gerek barajın temelinin atılması sırasında gerek suların saptırılması sırasında konuya
ilişkin tepkilerini Etiyopya’ya iletmiştir. Mısır’ın
tepkisinin nedenleri arasında saptırma işlemine
ilişkin açıklamanın, bir darbe ile görevden uzaklaştırılan Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin Afrika
Birliği toplantısı nedeniyle Etiyopya’nın başkenti
Addis Ababa’da bulunduğu zamana denk gelmesi de yer almaktadır. Mısır ayrıca Nil nehri sularında oluşacak bir azalmanın birkaç ciddi sonuç
doğuracağını ileri sürmektedir. Bunlar arasında
özellikle başta gelen iddia Mısır’ın tarımsal üretiminin merkezi durumundaki Nil deltasına tuzlu
su girişinin olacağıdır. Ayrıca Aswan Barajı’nda
elektrik üretiminin düşmesi ve arıtma tesislerinin çalışmaması da muhtemel sonuçlar arasında
yer almaktadır. Mısır’ın hızla artan ve artış hızının düşmesi için herhangi bir politika güdülmeyen büyük bir nüfusu bulunmaktadır. Mevcut
artış hızı ile devam etmesi durumunda 2050 yılında Mısır’da kişi başına su miktarı günümüzdeki seviye olan 700 metreküpten 350 metreküpe
düşecektir.
Mısır uzun zamandan bu yana Nil nehri sularından yukarı kıyıdaşların faydalanmasını engelleme politikasını devam ettirmekle birlikte, havza
ülkelerinde halkın temiz içme suyuna ulaşmasını
sağlayacak projeler de yürütmektedir. Bu projeler
arasında Uganda ve Güney Sudan’da suyollarının
sedimentten temizlenmesi, tarımsal sulama konusundaki projelere destek olmak ve içme suyu
elde etmek amacıyla kuyular açmak da bulunmaktadır. Ancak Mısır’ın bu çabaları yetersiz kalmış ve Mısır’ın yukarı kıyıdaş ülkeler nezdindeki
imajını değiştirmeye yetmemiştir. Uganda Devlet Başkanı Yoweri Museveni Etiyopya’nın inşa
ettiği barajı destekleyen bir açıklama yapmıştır.
Museveni açıklamasında kimsenin Mısır’a zarar
vermek istemediğini ancak Mısır’ın da Afrika’ya
zarar vermemesi gerektiğini ifade etmiştir.1
Mübarek döneminde Mısır’ın Afrika’ya dönük
ilgisizliği Mısır’ı Nil konusunda etkisiz hale getirmiştir. Ayrıca Güney Sudan’ın bağımsızlığına
karşı çıkmış olması da Güney Sudanlılarca uzun
süre hafızalarda tazeliğini koruyacaktır.
Güney Sudan’da Mısır açısından bir diğer önemli konu ise Sudd bataklıklarıdır. Yıllık 9 milyar
metreküp suyun buharlaştığı bu bataklıklardaki
su kaybını azaltmak amacı ile Mısır henüz İngiliz sömürgesi iken bir proje planlanmıştı. Ancak
proje oluşan muhalefet ve teknik imkansızlıklar
nedeniyle gerçekleştirilememişti. 1980’lerde tekrar gündeme gelen proje ise Güney Sudan’daki
ayrılıkçı hareketin hedefi haline gelmiş ve yarım
kalmıştır. Bu günlerde Nil nehrinin akımını artırma amacı ile tekrar dile getirilmeye başlanmıştır. Ancak projenin biri çevresel diğeri de
siyasi iki engeli bulunmaktadır. Güney Sudan
bağımsızlık sürecinde iken Mısır’ın buna karşı
çıkması Güney Sudan’ın esas olarak Mısır’ın çıkarına olan bu projeye onay vermesini zorlaştıracaktır. Bir diğer neden olan çevresel etkiye bakıldığında ise, taşkın zamanlarında 130.000 km2’ye
ulaşan bataklık arazinin kurutulması sonucunda
bölgenin çölleşmeye açık hale geleceği gerçeğidir. Çölleşen arazi ile birlikte gerek bölge nüfusunun yaşam alanları daralacak gerek biyolojik
çeşitliliğe büyük bir darbe vurulmuş olacaktır.
Çölleşen araziden kalkacak toz bulutlarının ise
tüm Mısır’a kadar ulaşacağı söylenebilir. Sudd
bataklıkları ile karşılaştırıldığında görece küçük
bir alanı kaplayan, (yaklaşık 15.000 km2) Iraktaki
bataklıkların oluşturduğu çevresel sorunlar ortada iken bu projenin yaratacağı sorunlar çok daha
büyük olacaktır.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
35
Kapak Konusu
Mısır’ı izlediği politikada zorlayacak bir diğer gelişme ise Etiyopya’nın uluslararası alanda Menes
Zenavi döneminde elde ettiği konumdur. Etiyopya, Afrika Boynuzu olarak adlandırılan bölgede İslami köktendinci örgütlere karşı ABD ve
AB’nin müttefiki durumundadır. Bu durum Hint
okyanusundaki seyrüsefer güvenliğinin gündemde olduğu bu yıllarda daha da pekişmektedir. Bu
nedenle de Mısır’ın Etiyopya’yı baraj konusunda
sıkıştırması pek mümkün görünmemektedir.
Bir diğer önemli konu ise Etiyopya’nın son yıllarda ortaya çıkan yeni bir akımda önemli bir
yer tutuyor olmasıdır. Dünyanın önemli ülkeleri
Afrika’da büyük miktarda toprak kiralamaktadırlar ve bu topraklarda tarımsal üretimi amaçlamaktadırlar. Suudi kökenli sermaye Etiyopya’da
2,6 milyar dolarlık yatırım ile buğday üretmek
istemektedir. Bu arada Suudilerin yoğun su kullanarak tahıl ürettikleri de akılda tutulmalıdır.
1990’larda Suudi Arabistan’ın kuzeyinde yoğun
bir şekilde yeraltı sularını tahrip ederek dünyanın dördüncü büyük buğday ihracatçısı konumuna geldiği hatırda tutulmalıdır. Katar ve
Birleşik Arap Emirlikleri kökenli firmaların da
benzer planları bulunmaktadır. Çin ve Güney
Kore firmaları da Etiyopya’da 20 milyon hektarlık
bir araziyi bio-yakıt elde etmek için kullanmayı
planlamaktadırlar.2
Mısır ile Etiyopya arasında, Büyük Rönesans
Barajı’na ilişkin sorunun çözümüne dönük en
önemli çaba, üç ülke uzmanları arasında kurulmuş olan “Uluslararası Uzmanlar Paneli” (International Panel of Experts)’dir. Panelin kararlarının bağlayıcı değil sadece danışma görüşü olarak
kabul edilmesi kararlaştırılmıştır. Diğer bir deyişle bir hakemlik organı değildir. 1 Haziran 2013
tarihinde raporunu tamamlayan kurul konuya
ilişkin görüşlerini üç hükümete de bildirmiştir.
Raporun tamamına ulaşılamamakla birlikte her
üç ülke hükümetinin rapora ilişkin tepkileri basına yansımıştır.3 Etiyopya, inşası devam eden Büyük Rönesans Barajı’nın uluslararası standartlara
ve kurallara uygun olduğunun; tüm tarafların
çıkarlarına hizmet edecek bir baraj olduğunun;
ayrıca aşağı kıyıdaş ülkelere “önemli zarar” vermeyeceğinin rapor ile tescil edildiğini ileri sürmektedir.
36
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Mısır ise raporda, Etiyopya’nın çalışmasında barajın muhtemel etkileri, bırakılacak olan suyun
miktarı ve fayda ve zarar konusunda yeterli veri
bulunmadığının belirtildiğini ve bu konulara ilişkin olarak daha ayrıntılı çalışmaların yapılması
gerektiğinin vurgulandığını belirtmektedir.
Sudan ise suların saptırılması işinin baraj inşası
için gerekli ve zorunlu bir teknik uygulama olduğunu vurgulayarak, bu uygulamanın suların
azalması sonucunu doğurmayacağını ve benzer
uygulamaların Meroe, Setit ve Atbara barajlarının inşası sırasında da yapıldığını açıklamıştır.
Ayrıca konuya ilişkin istişarelerin daha sonraki
dönemlerde de devam etmesi gerektiğini ifade
etmiştir.
Siyasi Değerlendirme
Etiyopya Nil nehri sularının %85’ini sağlamakla
birlikte bu nehirden ciddi bir şekilde faydalanamayan bir ülkedir. Uzun süren iç karışıklıklar ve
savaş döngüsünden kurtulan Etiyopya oldukça
düşük bir kişi başı gelire sahiptir. Gerek gelişen
sanayisi için gerek evsel kullanım için elektrik
enerjisine ihtiyaç duyan Etiyopya en ucuz kaynak
olarak gördüğü hidroelektrik üretme seçeneğine
yönelmiştir. Yaklaşık 6000 MW enerji üretme kapasitesine sahip olan Büyük Rönesans Barajı’nın
finansmanında Etiyopyalı işçi ve memurların
katkıları da önemli bir yer tutmaktadır ve baraj
Etiyopya için milli bir mesele haline gelmiştir.
Mısır’ın barajın inşası için temel bir teknik olan
nehir sularını saptırma işlemine ve barajın doğrudan kendisine itiraz etmesi siyasi açıdan açıklanabilir bir mesele değildir. Rönesans barajı sadece elektrik üretme amacı ile inşa edilmektedir.
Bu ise barajın su tüketmeyeceği yani aşağı bırakılan suyun miktarında herhangi bir değişimin söz
konusu olmadığı anlamına gelmektedir.
Mısır açısından bakıldığında günümüzde yaşanan sorun, artık yüzyıllardır devam eden Nil
nehri sularından tek taraflı faydalanmaların sonuna yaklaşıldığı bir döneme işaret etmektedir.
Mısır’ın Etiyopya’nın inşa ettiği baraja itirazı
sadece herhangi bir yukarı kıyıdaş faydalanmasının engellenmesi politikası ile açıklanabilir
Kapak Konusu
Mısır’da başta hangi yönetim olursa olsun, tarihi kullanım hakları gibi
uluslararası hukuk tarafından kabul edilmeyen bir görüşe dayanarak
Etiyopya’nın faydalanmalarını engellemesi kabul edilemez.
görülmektedir. Bu politikanın günümüz dünyasında bir karşılığı bulunmamaktadır ve yenilgiye
mahkumdur. Her türlü yukarı kıyıdaş faydalanmalarını engelleme politikası artık sonuç vermemektedir. Ayrıca 1980’lerin ortasında yaşanan
kuraklık dikkate alındığında Aswan Barajı’nın
Mısır’ın su güvenliğini sağlayamadığı da görülmüştür. Bu dönemde ciddi ürün kayıpları yaşanmış ve Aswan Barajı’nın hidroelektrik üreten tirbünleri durma noktasına gelmiştir. Bu çerçevede
değerlendirildiğinde, Etiyopya’nın inşa ettiği Büyük Rönesans Barajı ek bir depolama kapasitesi
ile birlikte aşağı kıyıdaşlar için de su güvenliğini sağlama açısından faydalı olarak değerlendirilmelidir. Söz konusu döneme kadar karşılıklı
suçlamalar ile geçen yıllar her havza ülkesi için
işbirliğinin gerekliliğini gözler önüne sermiştir.
Ancak bu sıralarda Mısır’ın yeni vadi projesini
dile getirmeye başlaması ile birlikte taraflar arasında yeniden ihtilaf baş göstermeye başlamıştır.
Bu proje ile Mısır Nil vadisinin batısında yeni bir
sulama projesi ile tarımsal alanlarını artırmayı
ve artan nüfusuna yeni yerleşim alanları açmayı planlamıştır. 1990’larda dile getirilen bu proje
halen bitirilebilmiş değildir. Bu gecikmenin arkasında ise gerek mali sıkıntılar gerek Nil suları
politikasında yukarı kıyıdaşlara karşı elinin zayıflamamasını isteyen Mısır yönetimi bulunmaktadır. Bilindiği üzere Mısır Nil nehri sularının
kendisi için hayati olduğunu ve nehrin sularında
oluşacak herhangi bir azalmanın telafi edilmesi
imkansız zararlar doğuracağını ileri sürmektedir. Ancak yeni vadi projesi Aswan’daki suların
%10’unu kullanmayı öngörmektedir. Projenin
uygulanması Mısır’ın genel olarak takip ettiği
politikada kendi kendisi ile çelişmesi anlamına
gelecektir.
Diğer yandan, bugüne kadar Nil nehri konusunda sadık bir müttefiki olan Sudan da Etiyopya’da
inşa edilen barajı “faydalı” olarak değerlendirmeye başlamıştır.4 Mısır’ın baraja askeri bir müdahale için Sudan’a ihtiyaç duyduğu da dikkate
alınmalıdır. Mısır’ın envanterinde bulunan uçakların menzili Etiyopya’ya ulaşmamaktadır. Ayrıca
Mısır hava kuvvetleri bu tür bir operasyon için
gerekli olan havada yakıt ikmali yapan uçaklardan yoksundur. Mısır uçakları ancak Sudan’ın
bir hava üssü tahsis etmesi halinde Etiyopya’ya
ulaşabilecektir. Ancak bu konuda Sudan’ın pek
istekli olmayacağı son açıklamalarından anlaşılmaktadır. Bu durumda bir diğer seçenek özel
kuvvetler ile yapılacak bir operasyon olacaktır
ki, bunun da başarıya ulaşabileceği oldukça şüphelidir. Rönesans Barajı, küçük bir ekibin taşıyabileceği malzemeler ile tahrip edilemeyecek
kadar devasa bir yapıdır. Tüm bu senaryolar bir
darbe ile uzaklaştırılan Mısır Cumhurbaşkanı
Mursi’nin “tüm seçeneklerin masada olduğunu”
söylemesi ile gündeme gelmiştir. Mursi bir yandan Mısır muhalefeti tarafından konuyu artan
muhalefet gösterilerini bastırmak amacı ile kullanmakla diğer yandan da toplumu daha İslami
bir çizgiye çekme amacı ile fazlasıyla meşgulken
Etiyopya’ya yeterli tepki verememekle suçlanmıştır.5
Mısır’da dile getirilen bir diğer seçenek ise
Etiyopya’da birtakım muhalif gruplara verilecek
destek yolu ile bu barajın inşasının engellenebileceğidir. Bu grupların askeri kapasitelerinin ne
boyutta olduğu bilinmemektedir. Zaten bu seçenekler dile getirildikten sonra Etiyopya’nın da bu
konuda önlem alacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. Nasır zamanında da Mısır’ın bu yönde
bir takım faaliyetleri olmuştur. 16.yüzyıldan beri
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
37
Kapak Konusu
İskenderiye kilisesine bağlı olan Etiyopya Kilisesi
1959 yılında İskenderiye kilisesinden ayrılmıştır. Bu gelişme ve Soğuk savaş yıllarının ortaya
çıkardığı durum sonrasında Mısır, Etiyopya’nın
Ogaden bölgesindeki müslümanları hükümete
karşı savaşmaya teşvik etmiştir. O dönemdeki siyasi durum dikkate alınırsa Mısır, Arap milliyetçisi ve ABD karşıtı politikalar izlerken, Etiyopya
ABD’nin müttefiki ve Soğuk Savaş tabiri ile “hür
dünya”nın bir üyesiydi. ABD’nin 1964 yılında tamamladığı ve Etiyopya’daki su kaynaklarını geliştirmeyi amaçlayan çalışması da Soğuk savaş döneminin bir sonucudur. Mısır’ın Eritre ve Somali
müslümanlarına verdiği destek de bu çerçevede
değerlendirilmelidir. Ancak günümüzde iki ülke
de ABD’nin müttefik kuşağının içinde yer almaktadırlar ve ayrı ayrı öneme sahiptirler.
Sonuç olarak Mısır’ın içinde bulunduğu siyasi
karışıklık ortamının da yöneticilere fazla bir ha-
reket alanı sağlamadığı kabul edilmelidir. Arap
baharı olarak adlandırılan dönemin sancıları hala
Mısır’da yaşanmaktadır. Müslüman Kardeşler
yönetiminin ordu tarafından bir darbe ile görevden uzaklaştırılmasının ne tür bir sonuç vereceği
ve darbeden sonra ortaya çıkan yeni dönemin ise
neler getireceği henüz belli değildir. Ancak darbecilere gerek Körfez monarşileri gerek Batı dünyasının desteğinin açık olduğu görülmektedir.
Bu desteğin Mısır’ın dış ilişkilerine özellikle de
Nil havzasındaki politikasına ne kadar yansıyacağı ise önümüzdeki dönemde ortaya çıkacaktır.
Hidropolitik açıdan bakıldığında da Etiyopya’nın
da her kıyıdaş ülke gibi nehir sularından faydalanma hakkı bulunmaktadır. Mısır’da başta hangi
yönetim olursa olsun, tarihi kullanım hakları gibi
uluslararası hukuk tarafından kabul edilmeyen
bir görüşe dayanarak Etiyopya’nın faydalanmalarını engellemesi kabul edilemez.
O
DİPNOTLAR
1
2
3
4
5
38
“Ethiopia: Uganda joins Sudan in support of Grand Ethiopian Renaissance Dam”, http://nazret.com/blog/index.
php/2013/06/13/ethiopia-uganda-joins-sudan-in-support-of-grand-ethiopian-renaissance-dam, (erişim tarihi:
13.06.2013).
Afrika’daki toprak kiralamalarına ilişkin daha ayrıntılı bilgi için bkz. Anseeuw, W.; Boche, M.; Breu, T.; Giger, M.;
Lay, J.; Messerli, P.; Nolte, K., Transnational Land Deals for Agriculture in the Global South, CDE/CIRAD/GIGA, Bern/
Montpellier/Hamburg, 2012.
“Nile dams – Egypt, Ethiopia, look for safe ground”, Arabian Gazette, 06.06. 2013, http://arabiangazette.com/
nile-dams-egyptethiopia-safe-2013-06-06/, (erişim tarihi: 30.06.2013).
“Sudan expresses support for Ethiopia’s Nile dam project”, http://www.worldbulletin.net/?aType=haber&Articl
eID=111626, World Bulletin, 22.06.2013, (erişim tarihi: 22.06.2013).
“Internal Divide Distracts Egypt From Protecting Its Share of Nile”, Al Monitor, 06.06.2013, http://www.almonitor.com/pulse/politics/2013/06/egypt-water-security-regional-issues.html, (erişim tarihi: 06.06.2013).
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
One argument is that the so-called ‘zero problems with neighbors’ policy prior to the Arab Spring was mostly negative liberal in its nature,
rather than purely realist.
Realism versus Liberalism in Turkish Foreign
Policy: What does the Arab Spring herald?
Türk Dış Politikasında Realizme Karşı Liberalizm: Arap Baharı Neyin
Habercisi?
Tarık OĞUZLU
Özet
Bu makale Türk dış politikasındaki realism-liberalism ilişkisini incelemekte ve özellikle Arap Baharı olarak
adlandırılan sürecin bu bağlamda ne tür sonuçlar doğurduğunu tartışmaktadır. Ana sonuç Türk dış politikasının hem realist hem de liberal vurgular taşıdığı ama son yıllarda liberal vurguların daha fazla ön
plana çıktığıdır.
Anahtar Kelimeler: Realizm, liberalizm, Türk dış politikası, Ortadoğu, değerler, çıkarlar
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
39
İnceleme
The promotion of values across the Middle Eastern region has become a key concern in Turkish foreign policy during the Arab Spring,
for Turkey’s internal peace and stability has increasingly become tied
to external developments to a significant extent.
Abstract
This article examines the realist-liberal nexus in
Turkish foreign policy particularly in light of the
developments associated with the so-called Arab
Spring. The main conclusion is that Turkish foreign policy demonstrates both realist and liberal
logics; yet recent years have increasingly noticed
that liberal instincts have been on the rise.
Keywords: Realism, liberalism, Turkish foreign
policy, Middle East, interests, values
Introduction
The developments taking place in the Middle
East and North Africa regions over the last three
years seem to have profoundly affected foreign
policies of many countries, including Turkey.
The primary difficulty in this regard is how to
strike a right balance between interests and values in terms of defining and implementing foreign policy preferences.
In this context, some analysts put forward the
argument that Turkey’s failure to cope with the
realpolitik security challenges of the Arab Spring
can be attributed to the so-called ‘zero problems
with neighbors’ policy of the Justice and Development Party governments, which is claimed to
have been primarily built on values. Therefore,
the argument goes, unless Turkey adopts a more
realistic foreign policy, particularly in the context of Syria, suggesting that Turkey treat its
neighbors as they are without engaging in moral
argumentation in terms of how they are ruled internally, Turkey would not be able to ward off the
dangers directed to its security. Put differently,
40
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Turkey would be well advised to take the existing
situation on the ground for granted and establish pragmatic relations with neighbors based on
materialistic considerations and prioritizing stability. Developments taking place in other countries are after all their internal affairs and Turkey
should remain aloof from putting their transformation in line with liberal democratic values at
the center of its regional policies.
That said, this article will first highlight the
conceptual differences between realist and liberal foreign policies. Suffice to say here is that
a typical realist foreign policy mentality does
not problematize how states are ruled internally,
whereas liberal foreign policies take issue with
the internal characteristics of regimes. Of such
liberal approaches, the negative liberal approach
is much closer to realism in that states’ internal
affairs are first and foremost their own business.
The only way to help foster liberal democratic
transformations abroad should go through ‘leading by example’. On the other hand, the positive
liberal approach presumes that states would take
some particular actions abroad to make sure that
their values are also internalized by others.
Against such a background, this study will try to
demonstrate the different liberal logics inherent
in Turkey’s Middle Eastern policies both before
and after the Arab Spring. One argument is that
the so-called ‘zero problems with neighbors’ policy prior to the Arab Spring was mostly negative
liberal in its nature, rather than purely realist,
whose goal was to strike an optimum balance between values and interests so that Turkey could
achieve its realpolitik security interests in a liberal environment/context at home and abroad.
İnceleme
Turkey’s Middle Eastern policy prior to the Arab
Spring was mainly liberal in orientation, yet it
was to a significant extent in tune with the realist
premises.
Another argument is that Turkey’s approach to
the Middle East has certainly gained a more positive liberal character following the Arab Spring
in that Turkey has begun to pay more attention
to how its neighbors to the south are governed
internally. This article tries to examine the positive liberal turn in Turkey’s Middle Eastern policy in reference to two different logics of action.
This is very much related to the question of how
values show up in foreign policy. They are either
used to help justify/legitimize previously constituted material calculations/security interests or
constitute the interests at the very beginning. In
the former case, the logic of consequences prevails in that the first question a foreign policy
maker asks would be what would be the expected costs and benefits of adopting a particular
course of action. Behaviors and strategies would
be decided on the basis of their potential consequences. Whenever decision makers refer to
particular values and norms, one would be able
to notice that this exercise is an attempt at legitimizing the otherwise pure material calculations
through sweeteners. In the second case, one
would be able to talk about the logic of appropriateness whereby who you are would significantly
shape what you want and how you behave.
The promotion of values across the Middle Eastern region has become a key concern in Turkish
foreign policy during the Arab Spring, for Turkey’s internal peace and stability has increasingly
become tied to external developments to a significant extent. How Turkey’s neighbors are governed internally and how the post-Arab Spring
regional order in the Middle East and North
Africa might evolve have now become vital
concerns in terms of Turkey’s national security.
Stated somewhat differently, the transformation
of the regional security environment in the Middle East in a Turkey-friendly manner, viz., the
strengthening of liberal-democratic regimes in
the region alongside Turkey’s own liberal-demo-
cratic transformation, has become a key national
security interest. This thinking is very much in
line with the logic of consequences.
This positive liberal turn can also explained by
the logic of appropriateness in that Turkey’s foreign policy interests have begun to reflect, and to
be constructed by, the norms and values that lie
at the center of Turkey’s transformation process
at home. The centrality of norms and values in
Turkey’s Middle Eastern policy seems to closely
relate to the legitimacy concerns of Turkish rulers at home.
It is not easy to ascertain with certainty whether
decision makers employ a positive liberal foreign
policy discourse due to their beliefs in the legitimacy of liberal democratic values or their strategic calculations that referring to them would
bring further material benefits. This study argues
that Turkey’s positive liberal approach in the
context of the Arab Spring reveals the relevance
of both logics.
Conceptual Discussion
In the literature on International Relations and
Foreign Policy Analysis there are comprehensive
discussions regarding the motives that shape
states’ foreign policy behaviors. According to the
realist approach, the primary goals of states are
to fulfill material interests defined in terms of
economics and security. There is no such thing
as eternal friendship or enmity in inter-state
relations. What is eternal are material interests. States consider the external environment
as it is and they just simply adjust their behaviors given the risks and opportunities out there.
Foreign policy analysis and international relations are mainly about foreign policy behaviors
and strategies of states, for interests and identities are taken for granted. Internal character
of states are not taken into account because all
states, irrespective of their internal differences,
would adopt similar logics of action given material power differences and the constraints of
external environment. Most of the time, states
define their interests before they begin to interact with each other. The anarchic structure of the
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
41
İnceleme
international system, geographical positions and
material power capabilities are the key determinants of states’ foreign policies.
According to this approach, states do not attempt to transform other states in the system
in line with their values and internal orders.
Regardless of how others are governed in their
internal affairs, states engage in pragmatic relationships with each other on the basis of power/
capability calculations. Their positions and power capabilities within the anarchic international
system determine what states demand/want and
to what extent they are able to realize them. Financial and military capabilities most of the time
draw the lines of what could be carried out.
The anarchic structure of the international system and the lack of an authority to monitor them
propel states to be vigilant towards one another, and to doubt each other’s intentions. Other
states are potential rivals and enemies. Therefore, the best way to provide national security is
to increase national power capabilities and to be
as much self-sufficient as possible.
42
picion. States which confer themselves the right
to lead the world for the better and civilize others are deemed dangerous. Such efforts in the
name of universal commonalities would bring
only chaos and instability. What matters is to
accept the given external reality and form pragmatic relations with other states without indulging in transformative actions abroad.
The liberal foreign policy approach on the other
hand sees the way how states define their identity
and what kind of missions they adopt for themselves as decisive in the formation and implementation of foreign policy preferences. Foreign
policy instruments that states employ abroad are
very much influenced by their identity and values. Identities, ideologies, strategic cultures and
social characteristics are what make states think
of themselves. According to this point of view,
no state can and should pursue foreign policies
contradicting its values and identities. In short
how states define themselves determine what
they want, and what they want determine how
they act in foreign politics.
Accepting other states as they are, not interfering in their internal affairs and establishing
pragmatic and instrumental relationships based
on common interests is the lingua franca of the
realist approach. Regardless of regime-type differences and power disparities all states share
similar interests, such as economic prosperity,
the preservation of territorial integrity and sovereignty. Whether ruled by democracy or any
other regime, all states act similarly in international arena. States put themselves at the center
of the world and view external developments
from their national points of view. The anarchic
structure of the international system makes it difficult for states to unite around common values,
norms, identities and responsibilities. Relations
with other states are instrumental in essence and
they are valued to the extent they serve their materially construed interests.
States should strive to make other states look
like themselves and their main goal should be
to export their values and ideologies onto others. What matters for them is to transform others in line with their values. How other states
are governed in their internal affairs and which
values they adopt at home are the main criteria to decide whether or not to cooperate with
them. Material capabilities and systemic constraints do not solely determine the way how
states act. They are certainly taken into account,
but the way how they are factored in the decision making process is very much influenced by
the meanings statesmen attribute to them. Besides, foreign policy is not a domain considered
to be totally independent from internal politics.
It is not the realm where some believe ends justify the means. The instruments used in foreign
policy should be legitimate and appropriate with
the values cherished at home.
This approach holds that states are pessimist
about the possibility of creating universal norms
and values and view such attempts through sus-
In the International Relations literature there
are two variants of the liberal foreign policy approach, which echo the discussions on the con-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
cept of liberty. The negative liberal approach values the transformation of others in line with one’s
norms and values but prioritizes the ‘leading by
example’ stance in this regard. This approach,
similar to the realist one, holds that states should
not interfere with the internal affairs of each other and states’ internal characteristics should not
be seen as yardsticks as to whether to establish
cooperative relations with them.
However, unlike the realist approach, the negative liberal approach assumes that the possibility of having cooperative relations among states
would increase should they adopt similar norms
and values at home. The negative liberal approach
presumes that states would make it a problem if
other states do not adhere to liberal democratic
values internally. However, the way to help other
states evolve on the path of liberal democracy
does (should) not foresee an assertive democracy promotion agenda abroad. The way to do
this should go through setting ideal ‘examples’
by various means. The hope is that other states
would look at the state in question and emulate
it on their own, without feeling themselves under any pressure to do so. The assumption is that
forming closer interdependent relations with
ostensibly non-democratic regimes across many
fields would gradually lead them to adopt democratic values internally and externally.
The particular international actor that appears to
embody this foreign policy understanding best
is the European Union. Both the deepening and
widening dimensions of the EU integration process seem to have been premised on the negative
liberal approach. The main reason why the European Union appears to have ‘power of attraction’
in the eyes of external actors is that others believe that if they restructured themselves on the
basis of the norms and values valid inside the EU
they would prosper and benefit from this. The
material successes of the EU integration process
and the attractiveness of the European norms
would suffice for others to redesign themselves
alongside similar norms and values. The EU does
not need to push for others’ transformation. It is
also one of the foreign policy goals of the European Union that other states, whether they are
major powers or not, would gradually adopt EU’s
perception of the international system, as the EU
tries to build strategic partnerships with them.
Cooperating under common platforms would
gradually make other states feel familiar with
EU’s way of doing things. The pace of their learning process would certainly accelerate if they
benefited from cooperation with the EU.
The positive liberal approach on the other hand
holds that the way how other states are ruled
internally is of significant value in terms of the
state in question to feel secure at home. The
liberal democratic state in question should not
let external developments run their course.
It should take some actions abroad to lead the
change in favor of liberal democracy. Believing
in the primacy and moral value of liberal democracy at home should not lead states to turn a
blind eye to the internal characteristics of other
states. Liberal democratic values at home hold a
higher moral status than acquiescing in the way
how others rule themselves.
This approach assumes that the preservation of
liberal democratic credentials at home does very
much depend on the way how other states are
ruled internally and around which norms interstate relations are structured within the system.
The preservation of liberal democratic orders at
home and abroad cannot be achieved through
sanctifying the principle of self-determination,
meaning that all states are free to choose which
particular regime they would have.
Across the world, the so-called positive liberal
approach is most frequently observed in the
foreign policy traditions of the United States
and France. Looking from an historical perspective, one notices that these two countries have
long attributed special missions to themselves.
It is in the French and American tradition that
these countries are exceptional, chosen by the
God and bestowed the duty of civilizing other
nations. It is a part of their national psyche that
most French and Americans consider that their
countries set the ideal example for others to emulate. They believe their values are universal and
those values need to be projected onto others for
perpetual peace.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
43
İnceleme
The United States merits a particular attention
in this context because the idea of transforming
other states in the image of universal American
values has long dominated American foreign
policy practices. Some adherents of this tradition
argue that the United States should not even shy
away from using brute force to fulfill its historical
and messianic responsibility of projecting liberal
democracy all over the world. This is not only
in accordance with American values but also in
the security interests of the country. One of the
goals underpinning the US’ democracy promotion agenda in the post 9/11 era is to increase the
number of countries governed by democratic regimes so that the United States would feel secure
in an ocean of democracies. Forming cordial and
long term cooperative relations with non-democracies would in the long run be tantamount
to the betrayal of American values and interests
alike. That the U.S. endeavored to bring democracy to Iraq and other countries in the Middle
East during the George W. Bush presidency is a
testament to the idea of exporting democracy as
a security strategy.
The discussion held thus far might give the impression that realist and liberal foreign policy
approaches are inherently different from, and
incompatible with, one another. Nevertheless,
what happens in real life is much more complex
and complicated than abstract simplifications
made at theoretical level. Mostly we observe
that realpolitik/interests and moral politics/values are intermeshed with each other. It is almost
impossible to act solely on the basis of either
realist or liberal logics. Exporting values might
stem from either the strong belief that this is the
right thing to do or the ability to so. Hoping to
derive clear security benefits and the capability
to do so might be as influential as the legitimacy
concerns in motivating states to adopt liberal
foreign policy.
Another point to underline in this regard is that
states generally tend to resort to value-based liberal approaches when the costs are low and affordable. The relationship that the United States
of America established with the oil-rich Arab
States in the Middle East is the best example of
44
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
this kind. Contradicting its own values nevertheless, the U.S. has long considered establishing close strategic relations with authoritarian,
oppressive and non-democratic regimes in the
region in its interests. The Arab Spring has undoubtedly demonstrated that the costs of leading a democratic change in the Gulf area is quite
high and this is why the United States preferred
to remain reticent when the rulers of the emirates
and sheikdoms suppressed the democratic demands of their public. At other times, for example during the first presidential term of George
W. Bush, the US defined the costs of democracy
promotion in the Middle East quite low. Hence,
the US-led international military campaign to
unseat Saddam from power in Iraq.
Similarly, great powers or international organizations prefer to remain silent in some occasions
where severe human rights violations take place,
whereas in some others they adopt an interventionist attitude. The recent history offers many
examples of this ambivalent attitude. Why the
international community preferred to wait for a
long time in the face of the humanitarian plight
in Bosnia during the first half of the early 1990’s,
while a humanitarian intervention occurred in
Kosovo at short notice in 1999 arouses question
marks. Likewise, why the international community intervened in Libya and paved the way for
the end of Qaddafi regime while hesitating to act
decisively in Syria in the face of severe human
rights violations is puzzling.
The policies adopted on the issue of proliferation of weapons of mass destructions across the
world also demonstrate that realist and liberal
motivations cannot be easily separated from one
another and that states generally act eclectically
on this subject. While the nuclear weapon capabilities of India and Israel are not perceived as
posing threats to global security, nuclear policies
of Iran, North Korea and Pakistan cause grave
concerns. The fact that India is governed by democracy and is part of the US’ strategy of balancing China’s rise appears to have led the US
to turn a blind eye to India’s nuclear policies. On
the contrary, the theocratic nature of Iranian regime makes Iran’s nuclear policies appear more
dangerous.
İnceleme
The anarchic structure of the international system and the lack of an authority to monitor them propel states to be
vigilant towards one another and to doubt each other’s intentions.
Turkish Foreign Policy and the
Realist-Liberal nexus
Against this conceptual background, this article will now examine how the realist and liberal
approaches have shaped Turkish foreign policy
in general terms. The goal is not to offer a detailed account of Turkish foreign policy practices
since the establishment of the Republic to date;
yet special emphasize will be paid to the challenges the so-called Arab Spring seems to have
unleashed in this regard.
formative years of the Republic and then persisted into the coming decades. It reached its peak
during the Cold War era. According to this approach, getting rid of the security threats stemming from the Soviet Union would be best assured through the establishment of strategic cooperation with western actors within the NATO
framework. Turkey’s international importance,
as well as its strategic choices, would simply emanate from its geographic location, geopolitical
characteristics and military and economic capabilities.
One of the most important legacies the Turkish
Republic inherited from the Ottoman Empire
is the idea that relations with other countries
should be grounded on the realist logic. This understanding had been very influential during the
Over the long decades of the Republic, Turkish
decision makers took an utmost care not to get
involved in the internal affairs of other countries,
particularly neighbors to the south. Interfering
with their internal affairs and striving to trans-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
45
İnceleme
Since the end of the Cold War, Turkish foreign policy has continued
to demonstrate a close relationship between realism and liberalism.
Sometimes interests and realpolitik calculations came to the fore,
whereas at other times values and moral concerns called the day.
form them in line with Turkey’s norms did not
shape Turkey’s policies. Foreign policy initiatives
were designed with the sole purpose of protecting Turkey’s sovereignty, independence and territorial integrity. The principle of ‘peace at home,
peace in the world’ was for a long time interpreted in such a way as to make it possible for
Turkish decision makers to focus their attention
on Turkey’s own internal affairs and to act more
circumspect and defensive in relations with external actors.
Regardless of how other actors are governed internally, the belief was that Turkey’s contribution to regional and global peace would come
through the formation of close economic, political and military cooperation with others.
This realist foreign policy approach was closely
related to the strongly-held belief that states are
completely free in their internal affairs and ‘state
sovereignty’ is the constitutive norm of the international system. The lines between domestic
and foreign realms were assumed to have been
drawn clearly.
Having said this does not, however, mean that
Turkish foreign policy during much of the Cold
War period had been completely free from values and ideologies. The founders of the Republic
turned towards the West after the War of Independence and joining the western/European
international organizations became one of the
core principles of Turkish foreign policy. Turkey’s accession to NATO in 1952 and its efforts
to join the European Union since 1959 cannot
be dissociated from liberal concerns and identity perceptions. In addition to expected mate-
46
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
rial benefits of membership, measured in terms
of security and economics, one of the primary
motives in this context has been to help register
Turkey’s western/European identity in the eyes
of westerners. Membership in key western international organizations was considered to be
vital for Turkey’s transformation into a liberaldemocratic polity at home.
Within this framework it was believed that Turkey should keep its distance from the developments in the Middle East as much as possible,
if it were to register its western//European identity. Were Turkey involved in the Middle Eastern affairs deeply, this would endanger Turkey’s
western/secular/democratic character at home.
The hope was that strengthening Turkey’s secular and Western credentials at home would be
much easier should Turkey side with western/
European actors abroad. In this sense, there existed a constitutive relationship between foreign
and domestic policies and this amounts to a typical example of liberal foreign policy understanding. Unlike realism, liberalism assumes that foreign policy decisions are made not only in terms
of external developments but also internal concerns. Foreign policies are the extension of domestic policies.
Since the end of the Cold War, Turkish foreign
policy has continued to demonstrate a close relationship between realism and liberalism. Sometimes interests and realpolitik calculations came
to the fore, whereas at other times values and
moral concerns called the day. An important observation is that when the feelings of security and
stability were strong at home, it was much easier
İnceleme
for Turkish decision makers to adopt a valuebased liberal foreign policy approach abroad. On
the other hand, during the periods of internal instability and chaos, Turkey found itself to pursue
a more reactive and circumspect foreign policy.
At such times, security concerns escalated and
internal problems occupied the national agenda.
Let alone finding an appropriate environment to
project Turkey’s values abroad, the task at hand
was to put things in order at home.
The 1990s testifies to such a period in Turkish
foreign policy. The compounding internal security challenges combined with the dire economic
conditions appeared to have resulted in a reactive, status-quo oriented and introvert foreign
policy understanding. Turkey’s foreign and security policy interests during this period were
confined to the protection of territorial borders
and strengthening internal stability.
However, with the dissolution of the Soviet Union, liberalism has also begun to permeate into
Turkish foreign policy thinking. This was particularly the case during the first half of the 1990s,
as Turkey’s maneuvering capability abroad significantly increased absent the existential Soviet
threat to the north. In this context, the idea that
Turkey should set a role model for the newly independent republics in Central Asia and Caucasia attracted global attention. Turkey’s experiences were believed to offer examples to these
countries in terms of their transformation into
liberal democracies. Whenever Turkey’s global
significance and relevance stemmed from its
identity, such times corresponded to the growing salience of values and moral concerns in
Turkish foreign policy.
Since the mid 1990s till 2003, Turkey had to rather deal with its own problems at home. During
this period, PKK terrorism escalated, weak coalition governments ruled the country and many
economic crises took place. Turkey had to focus
its attention on its own internal affairs and a more
reactive foreign policy approach was adopted.
The main objective of foreign policy initiatives
in this period was to help mitigate the negative
consequences of external developments, such as
the Sep. 11 attacks and the U.S. invasion of Iraq,
on Turkey’s internal stability as well as the ongoing Europeanization process. During the first
half of the 2000s, Turkey had been very much
preoccupied with realpolitik external security
challenges, of which the most important was the
end of the Saddam regime in Iraq and the growing Kurdish nationhood in northern Iraq.
The image of Turkey as a country, which consists
of overwhelmingly Muslim people but a seculardemocratic polity that successfully combines Islam with western values, has once again begun
to hold a significant position in Turkish foreign
policy from the mid 2000s onwards. The growing
emphasis on values and norms in foreign policy
has coincided with Turkey’s astonishing success
to become an economically powerful and politically stable country at home. The particular
international conjuncture, in which Turkey has
been valued by the West as the anti-dote of radical and Iranian versions of Islam, and the growing self-confidence at home seems to have paved
the way for the ascendance of values in Turkish
foreign policy.
Turkey’s unique identity and the potential of
becoming a role model for the countries in the
Middle East has become more pronounced as
the region has been shaken up to its roots by the
so-called Arab Spring. It has been increasingly
pointed out that Turkey could become a source
of inspiration, if not a direct role model, for the
emerging regimes in the Middle East in their efforts to get free of the remnants of the old regimes and participate in the global political and
economic system as legitimate players.
At this point it should be underlined that the
idea of Turkey as a role model has been mainly
brought to the fore by western actors in an instrumental manner. They have increasingly begun to value Turkey in the context of helping
achieve their security interests in the post-Arab
Spring Middle East. That Turkey is now considered significant by western and regional actors
due to its identity does not mean that the emphasis on values and identity in Turkish foreign
policy are equally shared by various circles a
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
47
İnceleme
In such a way to ‘punish’ Turkey, the Assad regime engineered a fait accompli in the north of Syria by letting the
PKK-affiliated PYD forces take the reign in the areas bordering Turkey’s Kurdish populated regions.
home. That there is not a nation-wide consensus
on this issue seriously constrains AKP government’s attempts at grounding Turkish foreign
policy on the basis of values and norms.
On the other hand, the developments over the
last two years show that Turkish rulers have
adopted the idea that Turkey should play an active role in helping transform the region in line
with liberal democratic values. It would not be
an exaggeration to argue that Turkey has adopted a more critical and demanding stance as to
how the countries in the region should be governed internally. It is noteworthy that Turkey
now takes sides in Syria by supporting the opposition forces against the oppressive Assad regime. For the first time in Turkey’s Republican
history, Turkey wholeheartedly supports regime
change in one of its neighbors. It is now increasingly noticed that the ongoing liberal democratic
48
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
transition at home is shaping the formation and
implementation of Turkey’s national preferences. From now on, it will be difficult for decision
makers to ignore or underestimate the primacy
of values in Turkey’s efforts to forge cooperative
relations with external actors. Establishing totally pragmatic relations with regimes that do not
share Turkey’s values will be difficult to justify in
the eyes of public opinion.
In the pre-Arab Spring era, the AKP governments
fallowed a more liberal than realist foreign policy
in the Middle East whereby Turkey increased its
efforts to help contribute to the strengthening
of an EU-like security community in the region.
Turkey tried to do this by simply ‘leading by example’. Turkey did not bother to forge strategic
and cooperative relations with the countries in
the Middle East which do not share its values.
The internal characteristics of those regimes did
İnceleme
not become obstacles before forming cordial relations with them. Instead, the assumption was
that the more interdependent and cordial relations Turkey forged with them, the more leverage Turkey would have in terms of persuading
those countries to follow Turkey’s way.
During this era, Turkey took an utmost care to
adopt an equidistant and impartial attitude in
terms of the solution of perennial regional disputes. Rather than dictating or preaching for a
particular world view, Turkey hoped to lead the
regional transformation by setting examples
and forging interdependent relations in as many
fields as possible. Aware of the fact that international relations do also involve transnational
interactions and that cooperation is possible under anarchy, Turkey’s goal during this time period was to help lessen the obstacles before the
formation of interdependent and cooperative interstate relations, increase the level of trust and
shore up the feeling of regional ownership in the
Middle East. This was a negative liberal foreign
policy approach in essence.
An interesting observation to offer in his regard
might be that by the time the flames of the Arab
Spring began to spread across the region, Turkey’s neighborhood policy in the Middle East
had been very similar to China’s ‘peaceful rise/
development’ strategy, according to which the
prime Turkish concern had been to help create
a stable and peaceful regional environment in
the Middle East so that Turkey could complete
its internal economic development and liberaldemocratization process at home successfully.
Turkish rulers had been very much concerned
with internal developments and adopted a particular foreign policy vision putting Turkey’s internal concerns at the center of external engagements. Foreign policy engagements had been
mainly directed to the goal of achieving a de-securitized political environment at home so that
elected politicians would strengthen their legitimacy vis-à-vis appointed bureaucrats and Turkish rulers would be able to focus their attention
on the internal transformation process. Stated
somewhat differently, for the completion of the
de-securitization process at home successfully,
Turkey’s foreign and security policies needed to
be de-securitized. This would only be possible
through the adoption of soft power foreign policy instruments and the eventual transformation
of Turkey’s neighbors from potential enemies to
potential friends and partners.
Turkey’s internal deficiencies and lack of material capabilities on the one hand and the relatively strong positions of the regimes to Turkey’s
south on the other appear to have led Turkey to
adopt a more soft-power oriented realist foreign
policy approach during this period. Engaging the
existing regimes through soft-power tools without questioning their internal legitimacy would
help the Turkish rulers achieve de-securitization
simultaneously at home and abroad. During this
time period, Turkey’s Middle Eastern policy had
been based on the idea of leading by example,
rather than taking active steps in the name of democracy promotion and formation of a new regional order in the region. During this time, Turkey was very much concerned with mitigating
the negative impact of external developments on
its internal peace and stability by forging cooperative relations with the existing regimes in the
region. Turkey did not (have to) choose between
rulers and people of the neighboring countries.
At first sight, this approach seems to be in line
with the premises of the realist foreign policy
understanding as defined in the academic discipline of International Relations. However, looking closely, it becomes clear that such a Turkish
foreign policy approach was much closer to liberalism than realism, for Turkey had been concerned with the internal characteristics of the
regimes in the region and hoped that their transformation in line with democratic norms would
become easier if Turkey adopted the ‘leading by
example’ stance and put an ‘unseen’ and ‘intangible’ pressure on the existing regimes in this
direction by engaging them through multiple
channels.
Turkey’s foreign policy approach in the Middle East in the aftermath of the Arab Spring has
turned out to become more positive than nega-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
49
İnceleme
tive liberal in nature. The difference between the
‘zero problems with neighbors’ policy of the preArab Spring era and Turkey’s new foreign policy
approach in the wake of the Arab Spring is that
the former was a consequence of Turkey’s focus
on its economic enrichment, democratic consolidation and territorial integrity. The former
was more status-quo oriented and evolutionary,
whereas the second portends to be more revolutionary and visionary. The former aimed at the
emergence of regional stability so that Turkey’s
internal democratization and modernization
processes go unabated. The question of how the
countries in the region are governed internally
did not impede Turkey’s efforts to forge pragmatic and utilitarian relations with them. For example, the anti-democratic and oppressive character of the Assad regime did not prevent Turkey
from improving its relations with Syria. A similar
situation could also be observed in Turkey’s relations with Libya and Iran. On the other hand, the
new situation that has taken place in the wake of
the Arab Spring reveals that how these countries
are governed internally affects Turkey’s internal
security deeply and that it has become harder
for Turkey to establish pragmatic relations with
them by ignoring regime differences.
That said, in close scrutiny, it becomes clear that
this positive liberal approach contains both realpolitik and moralpolitik motivations. Even
though the idea that Turkey should play a particular foreign policy role in helping bring into existence regimes, which prioritize human rights,
feel accountable to the public and come to power
through elections, is value-based, this thinking
also embodies a realpolitik security logic in itself.
There are three dimensions of this interestsbased/realpolitik thinking. First, the Arab Spring
has made it abundantly clear that Turkey’s feeling
secure at home has become very much dependent on the nature of the regional security environment in the Middle East. This particularly
relates to Turkey’s struggle against the PKK-led
ethnic separatism. After the Arab Spring spilled
over to Syria, Turkey-Syria relations deteriorated
as Turkey sided with the opposition forces. In
such a way to ‘punish’ Turkey, the Assad regime
50
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
engineered a fait accompli in the north of Syria
by letting the PKK-affiliated PYD forces take the
reign in the areas bordering Turkey’s Kurdish
populated regions. The PKK attacks have dramatically escalated after Ankara and Damascus
fell out with each other. This suggests that the
faster Turkey’s neighbors to the south transform
into functioning plural democracies, the more
likely the Kurds living there would feel secure,
and this will in turn lessen the pressure on Turkey in its fight against the PKK. Turkey’s feeling
secure at home would be positively affected by
the transformation of the regimes to its south in
line with liberal democratic values.
Second, the Arab Spring has also revealed that
the foundations of the old security environment in the Middle East are now in the process
of change. With the rise of new actors, it is increasingly becoming difficult for the old regimes
to sustain their legitimacy. While a new order is
emerging in the region, Turkish leaders assume
that Turkey should play a leading role in this
process. Stated somewhat differently, the Arab
Spring has encouraged Turkish leaders in their
resolve to midwife a new order in the Middle
East which will be in tune with Turkey’s values
and priorities. It seems that Turkey, among other
regional and global actors, seems to be well-positioned to play such a role. The European Union
is in the midst of financial and institutional crises; the United States has been pivoting to Asia
and trying to lessen its engagements in the region; China and Russia have been demonstrating
strong disposition to the Westphalian norms of
sovereignty and interstate relations and therefore becoming unable to grasp the messages of
the people protests in the region; the emerging
regime in Egypt has been trying to consolidate
its internal and external legitimacy and Iran has
been trying to make sure that the so-called Arab
Spring not reach its territory while simultaneously aiming at mitigating the negative consequences of the nuclear confrontation with the
West.
Third, the increasing material capabilities of
Turkey in recent years seem to have encouraged
Turkish leaders to play a more assertive role in
İnceleme
the Middle East. The value-based feeling that
Turkey has responsibility in the emergence of
regional peace and security reflecting the primacy of liberal democratic values cannot be dissociated from Turkey’s increasing material capabilities. Regional countries are now engulfed in
chaos and external powers; and external powers, such as the European Union and the United
States, have been mired in significant economic
difficulties. This might have also emboldened
Turkish rulers to feel that it is now Turkey’s turn
in the Middle East.
Conclusion
Looking from an historical angle, it is obvious
that Turkish foreign policy to date has demonstrated both realist and liberal logics. At some
periods realism came to dominate the foreign
policy agenda whereas at other times liberalism
was more influential. The ascendance of liberalism in Turkish foreign policy has become more
conspicuous since the beginning of the people
uprisings across the Middle East. That Turkish
leaders intermittently underlined that Turkey
was on the side of the people in their struggle
against the oppressive rulers is the clearest manifestation of this liberal logic.
This study has demonstrated that the liberal assertiveness in Turkey’s approach towards the
Arab Spring has been informed by both realist-security oriented considerations and liberal-moral motivations. Turkey’s efforts to help
shape the emerging regional environment in the
Middle East reflect both a liberal motivation to
lead the process of democratization and a realist concern to help mitigate the negative consequences of regional developments on Turkey’s
internal security and stability. Turkey’s ongoing
liberal democratic transformation at home both
constitutes and necessitates the adoption of liber-
al foreign policies in the region. Turkey’s support
to liberal democratic movements in the Middle
East as well as its willingness to play an ordercreator role in the region is both value-based and
interest-based.
An interesting observation is that while Turkey’s
approach towards its near abroad is now reflecting a more liberal than realist stance, the logic
that shapes Turkey’s relations with key global
actors, such the USA, EU, Russia and China,
is more realist than liberal. For example, that
Turkey supports the liberal democratic transformation of the Middle East does in no way impede
Turkey’s efforts to help improve its relations with
important global and regional powers that have
by no means liberal-democratic credentials.
While Turkey strives to develop its relationship
with Iran, China and Russia, it does not question
how these countries are governed internally.
A particular factor that might weaken the positive liberal and strengthen the realist logic in
Turkish foreign policy mentality in the years to
come is the declining appeal of the EU membership process. As of today, it does not matter for a
growing number of Turks whether or not Turkey
joins the EU in near future. So long as Turkey’s
material power capabilities have been on the rise
while those of the European Union in relative decline, Turkey will likely adopt a more realist and
liberal foreign policy mentality. This is important
because Turkey’s decades-long democratization
process suggests that there is a close relationship
between the continuation of EU membership
process on the one hand and Turkey’s liberalization on the other. The membership process has
undoubtedly offered the most important external dynamic to Turkey’s democratic transformation. Absent this, the positive liberal character
of Turkey’s foreign policy, particularly in the
Middle East, might not last long.
O
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
51
İnceleme
26 yaşında olan ve üniversiteyi bitirmesine rağmen manavlık yapan Muhammed Bouazizi kendisini Sidi Bouzid şehrinin ortasında ateşe verdi.
Bouazizi, polislerin çevirdikleri rüşvet çarkına isyan ediyordu.
Arap Baharı-Gezi Protestoları ve
Hükümetlerin Meşruluğu
The Arab Spring - Gezi Protests and Legitimacy of Governments
Burak Bilgehan ÖZPEK
Abstract
After the rise of the Arab awakenings against the dictatorships of the Middle East, the question of what
makes a government legitimate has come to the forefront. While Arab street viewed legitimacy as a consequence of free and fair elections, Turkey’s Gezi ptotesters have initiated more complex and comprehensive
discussion, which has questioned the term legitimacy beyond electoral process. This paper aims to examine
the diverging understanding of legitimacy in the Middle East and Turkey.
Keywords: Democratization, legirimacy, illiberal democracy, social movements
52
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
Devletlerin ve hükümetlerin egemenlik kapasitelerine abartılı bir güven duyan ve onların egemenlik alanları üzerinde nihai karar verici
olduklarını öne süren çevreler, psikolojisi bozuk bir asker ile bilgi edinme hakkı için hacker’lık da dahil olmak üzere bütün yöntemleri
mübah gören bir grup bağlantısız gazetecinin ilişkisini anlamakta zorluk çektiler.
Giriş
Gezi Parkı protestolarıyla beraber Türkiye’de
karmaşık ve Ortadoğu toplumlarıyla karşılaştırılamayacak derecede ileri bir demokrasi tartışması başladı. Bu sebepten ötürü, yaşanan olayları,
“Türk Baharı” gibi aceleci bir tanımlama içerisine sokmanın ve “Arap Baharı” ile mukayese etmenin kusurlu olduğunu iddia edebiliriz. 2010
yılının son günlerinde tanık olduğumuz ve kadim Arap diktatörlerine karşı ayaklanan Tunus
halkı, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’deki isyanları da tetiklemişti. Ancak bu isyan dalgası, Gezi
Parkı protestolarından farklı olarak, iktidarlarını
herhangi bir halk tercihi sonucu oluşturmayan
ve meşruiyet krizi yaşayan yönetimleri hedef
alıyorlardı. Bu iktidarlar, meşruluklarını halk
yerine kendi aileleri, klanları ve kolluk kuvvetlerine sağladıkları imtiyazlar karşılığında elde
ettikleri sadakat sayesinde ayakta tutmayı başarabilmişlerdi. Üstelik halkın tepkilerine muhatap
olmamak için milliyetçilik-İsrail karşıtlığı-antiemperyalizm gibi kavramları on yıllar boyunca
ziyadesiyle istismar edip tüketmiş yönetimlerdi.
Artık yozlaşmışlardı ve halk neden bu diktatörlüklere tahammül etmek zorunda olduğunu sorguluyordu. Arap Baharı isyanları, iktidarların
meşruluğuna yönelik bir eleştiri ve isyan dalgasıydı. Yıkılacak düzenin yeniden inşasındaki en
önemli adım olarak da serbest ve adil seçimler
sonucu belirlenen bir iktidar tarafından yönetilmeyi görüyorlardı. Ancak Gezi Parkı protestolarına katılanlar, iktidarın meşruiyet kaynağının
sadece serbest seçimlerden ibaret olmadığı daha
karmaşık bir argümanla ortaya çıktılar. Onların
argümanları, en kaba ifadeyle, iktidarların meşruiyetlerini nasıl seçildiklerinden bağımsız olarak, vatandaşların bireysel özgürlük sahalarıyla
kurduğu ilişkinin doğasına odaklanıyordu.
Ne var ki, Mısır’da yaşanan askeri darbe, Tunus’taki güncel gelişmeler ve Suriye’nin içine
düştüğü tıkanıklık Türkiye’deki Gezi olaylarını
ele alan siyasal tartışmalara malzeme yapıldı. Televizyon ve gazetelerde, uluslararası ilişkiler disiplininden ve Arap Baharı bağlamından kopuk
ve politik afiliasyonlarının etkisiyle yapılan yorumlara tanık olduk. Bu yazının amacı, iki olgu
arasındaki farkları siyaset bilimi kuramlarına
başvurarak açıklamak ve Gezi Parkı protestolarını incelemeyi amaçlayan entelektüel çalışmaların ileride yaşayabilecekleri kafa karışıklığını
gidermeye çalışmaktır.
Arap Baharı ve Meşruiyet
2007 senesinde halkın bilgi alma özgürlüğünü
savunan bir grup gazeteci Wikileaks isimli bir
internet sitesi kurdu. Sitenin çalışma mantığı
“wikipedia” dan esinlenmişti ve dünya çapındaki
gönüllülerin katkılarıyla ayakta kalmayı amaçlıyordu. Wikileaks sitesinin kurucularına göre,
hükümetler siyasi ve hukuki kalkanlar sayesinde
kendilerini korumayı başarıyorlardı. Ancak bu
korunma güdüsü halkın haber alma ve gerçeği
öğrenme özgürlüğünü engelliyordu. Jullian Assange liderliğinde kurulan Wikileaks, sesini 2010
yılında bütün dünyaya duyurmayı başardı. Bağdat yakınlarındaki bir Amerikan üssünde görev
yapan Bradley Manning isimli bir istihbarat as-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
53
İnceleme
keri, Lady Gaga CD’si üzerine kaydettiği yüz binlerce diplomatik yazışma belgesini Wikileaks’e
ulaştırdı. Bu belgeler, 28 Kasım tarihinde yayınlandı ve devletlerin ve hükümetlerin bütün sırları tabiri caizse etrafa saçıldı. ABD diplomatik
görevlilerinin bulundukları ülkelerde yaptıkları
temaslar, edindikleri bilgiler, tanık oldukları dedikodular ve skandallar artık açığa çıkmıştı.
Devletlerin ve hükümetlerin egemenlik kapasitelerine abartılı bir güven duyan ve onların
egemenlik alanları üzerinde nihai karar verici
olduklarını öne süren çevreler, psikolojisi bozuk
bir asker ile bilgi edinme hakkı için hacker’lık
da dahil olmak üzere bütün yöntemleri mübah
gören bir grup bağlantısız gazetecinin ilişkisini
anlamakta zorluk çektiler ve muhtemelen akıllarına Bismarck’ın ünlü sözü geldi. Bismarck’a
göre sosis imalatı ve diplomatik müzakereler
halk önünde yapılmamalıdır çünkü ikisi de mide
bulandırıcıdır. Ne var ki, Bismarck’ın devletlere
biçtiği, diplomatik müzakereleri gizli tutma görevi, artık günümüz dünyasında gerçekçi olmaktan çıkmıştı ve Wikileaks skandalıyla bu durum
iyice kendini belli ediyordu.
Dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan devlet dışı
aktörlerin, içinde bulundukları devletlerin egemenlik alanlarına meydan okumaları, elbette ki
uluslararası sistemin geleceği hakkında yapılan
yorumları etkilemiştir. Hatta aktörlerin ve gündemlerin çoğaldığı ve karmaşıklaştığı bir dünyayı
türbülansa girmiş bir uçağa benzeten Rosenau’yu
okudukça, genellenebilir bir bilgi üretmeye olan
inancımın sarsıldığını itiraf etmeliyim. Ancak
Wikileaks Olayı, uluslararası ilişkiler disiplininin
geleceği açısından ortaya pesimist bir projeksiyon çıkartsa da, Ortadoğu uluslarının geleceği
konusunda birçoğumuzu umutlandırmış ve heyecanlandırmıştır.
ABD’nin Tunus Büyükelçisi Robert Godec, Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin damadı Muammed Şakir El Materi’yle 2009 yılında
yediği akşam yemeğinin ardından Washington’a
yazdığı notta gördüklerini en ince ayrıntısına kadar anlattı. Gittiği evin ihtişamından ve ev sahibinin kafeste beslediği ve günde aşağı yukarı 4 tavuk yemezse doymayan kaplanından uzun uzun
54
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
bahsetti ve Materi’nin Tunus’ta Mc Donalds
zinciri açmak için kendisinden yardım istediğini
de notuna ekledi. Bu gizli not 2010 yılının Kasım ayında ortaya çıktı. Artık Bin Ali ve ailesinin yarattığı yolsuzluk rejimi ve lüks yaşantıları
dilden dile konuşuluyordu. Belgeler malumu ilan
etmişti. Belgelerin ortaya çıktığı ve Tunus kamuoyunu meşgul ettiği günlerde 26 yaşında olan ve
üniversiteyi bitirmesine rağmen manavlık yapan
Muhammed Bouazizi kendisini Sidi Bouzid şehrinin ortasında ateşe verdi. Bouazizi, polislerin
çevirdikleri rüşvet çarkına isyan ediyordu. Bouazizi kaldırıldığı hastanede 4 Ocak tarihinde öldü
ve Tunus halkı kendi devrimini başlattı. 14 Ocak
günü Bin Ali ülkesini terk etti ve Tunus’ta yeni
bir dönem başladı.
İsyan dalgası Arap coğrafyasında hızla yayıldı.
Önce Mısır’da Mübarek rejimi, ardından Libya’da
Kaddafi rejimi yıkıldı. Yemen’de Ali Abdullah Salih istifa etmek zorunda kaldı ve Suriye’de Baas
rejimi ülke üzerindeki mutlak otoritesini kaybetti. Bu değişim dalgası Arap Baharı olarak adlandırıldı ve biz entelektüeller tarafından bu tabir
hemen benimsendi. Sanıyorum bu tabire çok çabuk alışmamızın sebebi, Milan Kundera’nın “Var
Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabıdır çünkü
Prag Baharına atfedilen romantizm ve özgürlük
temalarının bizleri alışveriş merkezlerine gidip
hamburger yemekten daha çok heyecanlandırdığını itiraf etmeliyiz.
Arap Baharı’nı ve yaşanan dönüşümü açıklamak
gerekir. Literatür bize üç farklı açıklama getirebileceğimizi söylüyor. Birinci açıklama, yaşanan
devrimlerin iç dinamikler yerine dış dinamiklerden kaynaklandığını öne sürmektedir. Buna
göre, mevcut yönetimlerle sorunlar yaşayan, dış
aktörler devrimler vasıtasıyla bu yönetimlerden
kurtulmuş ve yerlerine kendi arzu ettikleri rejimleri getirmişlerdir. Demokrasi ve Bahar gibi
kavramlar ise bu çıkarları maskelemek için uydurulmuş sözcüklerden başka bir şey değildir.
Modern Ortadoğu tarihine baktığımız zaman bu
görüşü savunanların haksız bir paranoya içinde
olduklarını söyleyemeyiz. Zira 100 sene önce var
olmayan Ortadoğu devletleri Büyük Savaş sonrası İngiltere ve Fransa’nın etkisiyle ortaya çıkabilmişlerdir. Ancak bu devletlerin sınırlarının ne
İnceleme
olacağı ve kim tarafından yönetilecekleri ve hangi anlaşmaları imzalayacakları 2. Dünya Savaşı
bitene kadar kendi inisiyatiflerinde olmamıştır.
Benzer müdahaleler 2. Dünya Savaşı’ndan sonra
da devam etmiştir. Dr. Musaddık’a yönelik operasyon, 1. ve 2. Körfez Savaşları, bölge ülkeleriyle
yapılan silah anlaşmaları bölge dışındaki aktörlerin masumiyetlerine gölge düşürmektedir. Belki
de bunun için Raymond Hinnebusch “Ortadoğu
dış müdahaleler için istisnai bir mıknatıstır” ifadesini kullanmıştır.
Ne var ki, bu görüş Arap devrimlerine ve daha
onurlu bir hayat yaşamak için birçok şeyi göze
alıp meydanlara inen birçok insana haksızlık ettiği gibi, yaşanan sosyal dönüşüm sürecini karikatürize etmekte ve statik rejimlere meşrutiyet
kazandırmaktadır. Hepsinden acısı bir çözüm
önerisi de yoktur. Ancak bu görüşe karşı sadece insani söylemlerle itiraz etmek istemiyorum.
Doğrudur, Ortadoğu dış müdahalelere sıkça
maruz kalmıştır fakat sadece dış müdahalelerle
şekillenmemiştir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde bölgenin kendi dinamikleri sıkça devreye
girmiştir. Haas’a göre Iran-Irak Savaşı, İsrail’in
Lübnan’ı işgali ya da İran İslam devrimi gibi olguları küresel güçler kontrol edememişti ve bunlar bölgenin iç dinamiklerinden kaynaklanmıştı.
Arap Baharı’nı da bu listeye pek ala ekleyebiliriz.
Oryantalist çevreler pek yakıştırmasa da, Ortadoğu uluslarının da daha iyi bir geleceğe sahip
olmak için direnebileceği ve devrimler gerçekleştirebileceği olgusunu kabul edebiliriz.
Bu görüşe karşı bir diğer itiraz noktası ise Arap
Baharı’nın devirdiği rejimlerin dış güçlerle kurdukları ilişkilerdir. Fareed Zakaria, ABD’li bir
diplomat ya da politikacının Mübarek ile görüşmeleri sırasında sözü demokrasiye getirdikleri
zaman her zaman radikal İslam ile korkutulduklarını söylemektedir. Ortadoğu’nun diktatörleri
kendilerinin yönetimde olmadıkları rejimlerin
radikal ve saldırgan bir İslami devlete dönüşeceği korkusunu başarılı bir şekilde yıllarca yaşattılar. Ve bu korku sayesinde siyasi-ekonomik ve askeri yardımlara boğuldular. Dolayısıyla, eğer dış
aktörlerin bir ülkedeki devrimci hareketleri desteklemesi eleştiriliyor ve bu devrimci hareketler
dış güçlerin birer kuklası olarak kabul ediliyorsa,
statik rejimlerin kendilerini muhafaza etmek için
aradıkları uluslararası destek de göz ardı edilmemelidir.
Literatürdeki ikinci açıklama ise devrimlerin İslamcı karakterine vurgu yapmaktadır. Bu görüşe
göre Arap Baharı ülkelerinde İslamcı hükümetler kısa zaman içinde kontrolü ele geçirecek ve
demokrasiyi askıya alacaktır. Bu görüş meşruluğunu 1979 İran İslam Devriminden alır. Dolayısıyla Şah yönetimine karşı oluşan geniş tabanlı ve
farklı ideolojik eğilimleri bünyesinde barındıran
bir koalisyonun kısa zaman sonra İslamcı grupların denetimine geçmesi Arap Baharı için de
uzak bir ihtimal olmayabilir. Zira sayısal çoğunluğa sahip olmak, iktidarı ele geçirdikten sonra,
devrimci koalisyonun diğer üyelerinin beklenti ve endişelerinin gözetilmesini artık anlamsız
kılabilir. Ne var ki, Arap Baharı’nı İran İslam
Devrimi’nden farklı kılan nokta 2012 senesinin
1979 yılından çok daha karmaşık ve göz önünde
olmasıdır.
Ortadoğu’nun İslamcı olarak kabul edilen aktörleri 1979 yılından bu yana büyük dönüşümler
geçirmişlerdir. Demokrasi kavramıyla tanışmış,
piyasa ekonomisi gerçeğiyle yüzleşmiş ve uluslararası sisteme girmenin kıymetini kavrayabilmişlerdir. Dolayısıyla, devrim sonrasında onları
denetleyecek mekanizmaların aniden ve radikal
bir şekilde ortadan kaldırılması çok mümkün
gözükmemektedir. Üçüncü açıklama ise Arap
Baharı’nın birçok bilim insanı, politikacı ya da
aydının ciddiye almadığı fakat bu satırların yazarı tarafından adeta kutsal bir değer olarak kabul edilen bireylerin daha adil ve onurlu yaşama
isteklerinden kaynaklandığını iddia etmektedir.
Ve daha adil ve onurlu bir yaşam ile politik sistemin yapısı arasında inkar edilemez bir ilişki
vardır. Bruce Bueno de Mesquita’ya göre otoriter
ve demokratik yönetimler arasındaki temel fark
meşruiyet kaynakları ve yöntemleridir. Zira otoriter yönetimler, iktidarlarını koruyabilmek için
mutat aralıklarla düzenlenen seçimlerde halkın
teveccühüne nail olma ihtiyacını duymazlar.
Bunun yerine iyi donatılmış bir ordu, yönetime
sadakatle bağlı kolluk kuvvetleri ve akrabalıkparti üyeliği-aşiret mensupluğu gibi bağlantılar
etrafında gelişen bürokratik organlar, yönetimi
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
55
İnceleme
Arap Baharı’nı İran İslam Devrimi’nden farklı kılan nokta 2012 senesinin 1979 yılından çok daha karmaşık ve göz önünde olmasıdır.
ayakta tutabilirler. Bunun karşılığında ise siyasal sistemin imtiyazlarından nasiplerini alırlar.
Saddam Hüseyin’in hemşerilerinden oluşan Cihaz el Khas teşkilatının ilkokul mensubu üyelerinin üniversite profesörlerinden 6 kat daha fazla
maaş alması bu durumu örneklendirebilir. Öte
yandan, demokrasilerde yönetimler seçimle belirlenir ve iktidarda kalmanın tek yolu budur. Bir
askerin, polisin, genel müdürün ve bir manavın
oyu eşit derecede kıymetlidir. Ancak kaynaklar
sınırlıdır ve her seçmene özel ayrıcalıklar vermeye imkan yoktur. Dolayısıyla demokratik ülkelerde yönetimler, kaynakları etkin kullanmak isterler ve kaynaklarını her vatandaşın eşit derecede
faydalanabileceği mal ve hizmetler üretmeye çalışırlar. Altyapı projeleri, etkin ve adil kamu hizmetleri, eğitim yatırımları ve hepsinden önemlisi
her vatandaşın kanun önünde eşit olması ve ihlal
edilemez haklara sahip bulunması, demokratik
yönetimlerin sunduğu mal ve hizmetlerdir aslında.
56
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Arap Baharı ile devrilen Ortadoğu’nun köklü
diktatörlükleri ülkenin kaynaklarını paylaşma
konusunda maalesef adil olamadılar. İktidarlarını ordu, klan ilişkileri, istihbarat ve kolluk kuvvetleri gibi kurumlara dayandırdılar ve büyük bir
halk koalisyonu bu çemberin dışarısında kaldı.
1952 yılında Mısır’da Hür Subaylar darbe yaptıktan sonra Bir İngiliz gazetesi “ Mısır tarihinde ilk
defa bir Mısırlı tarafından yönetiliyor” diye manşet atmıştı. Bir ülkenin orada doğan birisi tarafından yönetilmesinin anlamı elbette ki sömürgeciliğe karşı anlamlı bir tepkiydi. Hatta Arap
Baharı ülkelerinin kadim diktatörleri yıllarca
sömürgecilik karşıtı söylemlerle popülaritelerini
korumaya çalıştılar. Ancak, özgürlüğün yabancı devletleri ülkenizden kovmakla nihayetlenen
bir süreç olmadığını söylememiz gerekir. Hatta
bireyler sistemin öznesi olamadıkları ve nesnesi
olarak kalmaya devam ettiği sürece kim tarafın-
İnceleme
dan yönetildiğinizin bir anlamı da olmayabilir.
Bir Mısırlı, bir Tunuslu bir Libyalı ya da bir Suriyeli sizin hayatınızı bir İngiliz veya Fransız kadar
sömürebilir. Dolayısıyla Arap Baharı, bir Mısırlı
yerine Mısırlıların, Bir Tunuslu yerine Tunusluların yönetimi ele geçirdiği bir devrim dalgası
olarak adlandırılabilir.
Gezi Parkı ve Meşruiyet
Ne var ki, serbest seçimler demokratik meşruiyetin tek kaynağı olmayabilir. Zira demokrasinin başka değişkenleri de vardır. Bunlar arasında yürütme erkinin eylemlerinin sistematik bir
anayasal denetimi ve bireysel hak ve özgürlüklerin yine anayasa ile garantiye alınması da vardır. Bu argümanların bir anlam ifade edebilmesi
için ise insanların neden demokrasi’yi icad ettiği
ve tarih içerisinde onu tekrar yorumlamak zorunda kaldığı konusunda kafa yormak gerekir.
Son zamanlarda kullanılan retoriğin aksine ben
demokrasi’ye bir kutsallık atfetme taraftarı değilim. Tam aksine onu, işlevselci bir perspektiften
değerlendirme eğilimindeyim.
Devletin icadından sonra, vatandaşlar ile hükmedenlerin ilişkileri uzun süre kulluk felsefesi
üzerine kuruldu. Vatandaşlar, kendilerinin maruz kaldıkları ve yükümlülüklerinin belirlendiği
politikaları belirleme konusunda söz sahibi değillerdi. Bu durum, devlete ve onun adına hareket eden yerel toprak sahiplerine bağımlı olmadan hayatta kalabilmeyi başaran yeni bir sanayi
ve ticaret sınıfının ortaya çıkmasıyla değişti. Bu
sınıf ürettikleri artı değeri asalak bir bürokrasiyi
beslemek konusunda isteksizdi ve özellikle vergi
politikalarında söz sahibi olmak istiyorlar, devletin harcamalarının şeffaf ve izlenebilir olmasında ısrar ediyorlardı. Bunun için bulabildikleri
yol ise yeni bir toplum sözleşmesi yapmak ve bu
sözleşmeyi koruma ve devam ettirme görevini
yine topluma vermekti. Cumhuriyet fikri ilhamını bu ihtiyaçtan aldı. Zaman içerisinde üretim süreçlerinde bizzat yerini alan sınıfların da
oy verme haklarını elde etmeleri toplum sözleşmesinin tabanını geliştirdi Ne var ki, demokrasi kavramı birçok kriz üretti ve aşırı ideolojiler
sahip oldukları popüler destek sayesinde iktidara
geldiler ve devleti tekrar kutsal ve sorgulanamaz
bir makineye dönüştürdüler. Artık popüler oy
desteği, hükümetlerin politikalarını denetlemek
ve düzenlemek yerine onların insan hak ve hürriyetlerine yaptığı acımasız saldırılara meşruluk
kazandıran bir kavrama dönüşmüştü. Dramatik
İkinci Dünya Savaşı tecrübesi ise “doğal hukuk”
doktrininin tekrar tartışılmasını beraberinde
getirdi. Bu görüş, insanların doğuştan gelen ve
ihlal edilemez hakları olduğundan bahsediyor
ve hükümetlerin arkalarındaki oy desteğine bakmaksızın doğal hukuka aykırı politikalar üretemeyeceğini iddia ediyordu. Bir diğer ifadeyle bu
görüş, meşruiyet kavramını yönetimlerin iktidara gelme yönteminden ibaret saymıyor, onları
doğal haklara saygı duydukları sürece meşru görüyordu. Özellikle Batı Avrupa ve Atlantik dünyasında kendine yer bulan doğal haklar doktrini,
devlet aygıtının bireylerin hayatları üzerindeki
doğrudan etkisini yasal düzenlemelerle önlemeye çalışırken, serbest piyasa ekonomisi sayesinde
ise dolaylı bağımlılıkları azaltmayı amaçlıyordu.
Serbest piyasa dışında kalan refah devleti uygulamalarını ise hükümetlerden bağımsız bir şekilde sistematik hale getirmeye uğraşıyordu. Bu
durum, uluslararası ilişkiler disiplini öğrencisi
olan bizlerin devlet dışı aktörlerin dramatik bir
şekilde artışına ve bu aktörlerin devletleri bypass ederek etkileşim içine girdikleri bir dünyayla tanışmasına da sebebiyet verdi. Devletten
bağımsız firmaların, sivil toplum kuruluşlarının,
medya organlarının ve bireylerin, devletleri ve
onların ontolojik tutkularını anlamsız kıldığı bir
dünya var ve insanlığın bir kısmı bu dünyada yaşıyor.
Ne var ki, demokratikleşmenin farklı yorumlandığı ve farklı sonuçlar ürettiği, hatta ucube bir
hal aldığı durumlara rastladığımız vakalarda yok
değildir. Bu ucube duruma, serbest seçimlerin
var olduğu ancak bireysel özgürlük sahaları yerine devlet aygıtının giderek güçlendiği ülkelerde
rastlamaktayız. Bu durum ise demokrasi ile özgürlüğün yaşamak için birbirine ihtiyaç duyduğu
argümanıyla pek de örtüşmüyor. Zira bu ülkeler
demokratikleştikçe (serbest seçimler demokrasisi) bireylerin özgürlük sahaları daralıyor ve Batı
tecrübesinin aksine devletin toplum üzerindeki
baskısı ve rolü gittikçe artıyor.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
57
İnceleme
2013 Türkiye’sinde, sivil hükümetlerin genelkurmay ile yıllardır yaşadığı sorunlu ilişkinin sona erdiğini iddia etmek mümkündür. Her ne
kadar kurumsal düzenlemelerden yoksun psikolojik bir galibiyeti andırsa da, AK Parti hükümetleri süresince askerlerin karar alma süreçlerindeki etkisi azaltılmış ve sivil hükümet nihai otorite olabilmiştir.
Fareed Zakaria, bu eğilime “illiberal demokrasi”
ismini veriyor. Ona göre serbest seçimlerin birey özgürlükleri açısından bir anlamı olabilmesi
için devletin denetleme alanlarının daraltılması ve devletten bağımsız bir şekilde hayatlarını
sürdürebilen bireylerin var olabilmesi gerekiyor.
Dolayısıyla, Zakaria’ya göre bir demokratik denemenin başlangıç noktası serbest seçimlerden
daha öncelikli olarak mülkiyetin dokunulmazlığı
ilkesi olmalıdır. Zira mülkiyetin dokunulmazlığı,
devletin müdahale edemediği kara delikler oluşturur ve bu kara delikler aslında özgürlük sahalarıdır. Demokrasi kavramını sadece serbest ve adil
seçimlerden ibaret sayan fakat bireylerin hayatta
kalabilmek için devlete bağımlı olduğu ülkelerde
ise bu kara delikler yoktur. Bunun yerine hakim-i
mutlak devlet vardır ve seçimler devletin bu sıfatını değiştirmez aksine daha tehlikeli bir şekilde
onu meşrulaştırır. Zira hakim-i mutlak devlet
artık çoğunluğun desteğine sahip meşru bir yönetim haline gelir. Zakaria’nın argümanı elbette özgürlükçü çevreler tarafından daha önce de
dile getirilmiştir. Hayek ve Friedman, bireylerin
ekonomik faaliyetlerini düzenlemek için devlete
ihtiyaç duydukları durumlarda, düşüncelerini
de kamulaştırdıklarını ve devlet politikalarına
bir itiraz geliştirmelerinin mümkün olmadığını
iddia etmişlerdi. Benzer bir şekilde, Zakaria’nın
“illiberal demokrasi” diye adlandırdığı kavram,
günümüz devletlerinin birey özgürlüklerini doğrudan yasal düzenlemelerle ihlal etme eğiliminden vazgeçtiklerini, ekonomik dağıtım mekanizmasının merkezinde yer aldığı için dolaylı bir
şekilde bireyleri kendine bağımlı kıldığını ve onları hiyerarşik olarak bir nesne haline getirdiğini
iddia etmektedir. Bunun olmamasını sağlayacak
mucizevi kelime ise seçim değil mülkiyettir.
58
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İlliberal demokrasi kavramının bize sunduğu
kavramsal çerçeve Gezi Parkı protestolarını anlama yolunda, telekinezi ile hükümeti devirmeye
çalışanların, Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen
karanlık güçlerin ya da Sırp gizli servisinin bir
marifeti olduğu iddialarından daha bilimsel bir
çerçeve sunabilir.
İlliberal demokrasinin ilk şartı, serbest seçimlerin olması ve seçilmiş iktidarın bütün karar
alma süreçlerinde tek karar mercii olmasıdır.
2013 Türkiye’sinde, sivil hükümetlerin genelkurmay ile yıllardır yaşadığı sorunlu ilişkinin sona
erdiğini iddia etmek mümkündür. Her ne kadar
kurumsal düzenlemelerden yoksun psikolojik
bir galibiyeti andırsa da, AK Parti hükümetleri
süresince askerlerin karar alma süreçlerindeki
etkisi azaltılmış ve sivil hükümet nihai otorite
olabilmiştir. Ancak bu de-militarizasyon süreci
otomatik olarak sivilleşmeyi beraberinde getirmemiştir. Keza, hem siyasi partiler kanunu hem
de karizmatik lider modeli üzerine inşa edilmiş
AK Parti kültürü, parlamento üyelerinin bağımsız hareket etmesini ve hükümeti sorgulamasını
zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla, çoğunluğu elinde
bulunduran AK Parti milletvekilleri katı bir lider disiplini altında, herhangi bir sorgulama sürecine girmeden ki buna parti içi disiplin denir,
alınan kararları onaylamaktadırlar. Parlamenterlerin karşı çıkışlarının maliyeti ise bir sonraki
dönem aday gösterilmemek olabilir. Günün sonunda yasama organı olan parlamento, yürütme
erki olan hükümeti denetlemek ile yükümlü bir
kurum görüntüsünü yitirmektedir ve hükümetin
hükmetme alanını pekiştirmektedir.
İnceleme
İlliberal demokrasinin ikinci şartı ise seçimlerle
iş başına gelmiş hükümetin eylemlerinin sistematik bir anayasal denetim dışında olmasıdır.
Türkiye’deki 1982 anayasasının sorunlu ve anti
demokratik yapısı, yargı bürokrasisini sivil hükümetler için her zaman bir tehdit unsuru haline
getirmiştir. Yeni ve daha özgürlükçü bir anayasa
yapmak yerine AK Parti hükümetinin bulduğu
çözüm ise yüksek yargı mensuplarının ağırlıklı
olarak parlamento tarafından atanmasıdır. Ancak daha önce de belirtildiği gibi, mevcut yapı
parlamentoyu yürütme organının emrine sunduğu için bu uygulama, hükümetlerin kendilerini denetleyecek olan yüksek yargı üyelerini kendilerinin belirlediği bir tablo ortaya çıkartmıştır.
550 sandalyeli parlamentonun üyelerinden neredeyse 320 tanesi kemikleşmiş bir şekilde ve blok
halinde oy kullanmaktadır. Bu durum ise Anayasa Mahkemesi üyelerinin kendi kendisini atadığı
bir sistemin ortadan kaldırılma amacına hiç de
uygun değildir. Nihai tahlil de, bir veya birkaç
kişi milletvekillerinin kim olacağını belirlediği gibi yüksek yargı üyelerinin de kim olacağını
belirleme hakkına sahip olur. Bu noktada, bir liberal demokrasinin Anayasa Mahkemesi üyelerinin kim tarafından seçildiğine değil anayasanın
temel hak ve hürriyetlere ne denli saygılı olduğuna ve ne denli somut bir şekilde ele aldığına daha
fazla odaklandığının da altını çizmeliyiz.
İlliberal demokrasilerde devlet ekonomik kaynakların dağıtımı konusunda en nihai söz sahibidir. İlliberal demokrasilerde hükümetler kendilerine meydan okuyan bağımsız işveren örgütlenmelerinden ve onların oluşturduğu kara deliklerden hoşlanmazlar. Gezi Parkı olayları sırasında,
birkaç küçük bütçeli televizyon kanalı dışında,
hiçbir televizyon kanalının binlerce insanın bulundukları şehirlerin meydanlarına inmesini haber yapmaması devlet sermaye ilişkisi açısından
bizlere bir fikir verebilir. Medya patronlarını,
dünyanın her yerinde haber olabilecek bu tarz bir
sivil ayaklanmayı haber yapmaktan alıkoymasını,
onların iş hayatlarını devam ettirmek için devletten bağımsız bir şekilde hareket edememeleri ile
açıklayabiliriz. Zira illiberal ama demokratik hükümetlerin, iş dünyasıyla teşvik veya cezaya dayalı bir diyalog sistemi vardır. Mevcut iktidarın
ikbaline katkı yapmak iş adamlarına yeni fırsat
pencereleri açabilirken, Rusya ve Putin örneğinde görüldüğü gibi, yönetimi eleştiren iş adamları
ya vergi ya da yolsuzluk suçundan hapse gönderilirler. İktidarı denetleyen bir medyanın olmaması özgürlük ve demokrasi açısından da büyük bir
sorundur. Zira seçmenlerin, iktidarın eylemleri
hakkında sağlıklı bir bilgi almadan rasyonel bir
tercih yapmalarını beklemek çok zordur. Dolayısıyla, hükümet sadece yasama ve yargının değil
aynı zamanda sivil toplumun denetiminden de
kurtulmuş olur ve herhangi bir denetimden bağımsız bir şekilde iktidarını merkezileştirebilir.
Bu durum ise özellikle azınlıkta olan bireylerin
kendi özgürlük sahalarına yönelik tehdit algılamalarını arttırır.
Yukarıdaki parametreler çerçevesinde, askeri vesayet ile giriştiği mücadeleden başarıyla çıkmış,
yasama ve yargı erklerini kontrol etmeyi başarmış, ekonomik aktörleri kendisine bağımlı kılmış
ve sivil toplumun algılarını manipüle etmeyi başarmış AK Parti hükümetinin “illiberal” bir karaktere sahip olduğunu söylemek mümkündür.
Zira özellikle son bir sene içinde insanların özel
hayatlarını düzenleyebilecek yasal girişimlerde
bulunması ve özellikle parti elitinin farklı yaşam
tarzlarını aşağılayan söylemleri, hükümetin denetimsiz bir merkezileşme sürecine girmesinin
yaratabileceği sonuçlar konusunda önemli kuşkular uyandırmıştır. Arap Baharı ülkelerinden
farklı olarak, Türkiye daha ileri düzeyde bir demokrasi tartışmasının muhatabıdır. Bir tarafta
vatandaş devlet ilişkilerine yönelik siyasal bir
meşruluk tartışması varken, diğer tarafta birey
ile otorite arasındaki varoluş mücadelesi sürmektedir.
O
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
59
İnceleme
Günümüzde “Durand Hattı” adıyla bilinen iki ülke sınırı Afganistan tarafından tanınmamaktadır.
Afganistan söz konusu sınırın kaldırılarak tüm Peştunların birleşmesi ile bir Peştunistan kurma iddiasındadır.
“Durand Hattı”: Afganistan-Pakistan Arasında
Yaşanan Kavganın Diğer Adı
“Durand Line”: Alias of the Dispute Between Afghanistan-Pakistan
Fazıl Ahmed BURGET
Abstract
The allegations that Pakistan has a hand in everything that takes place in Afghanistan have frequently come
to the fore in the recent period. Those allegations suggest that terrorist organizations such as Al Qaeda and
Taliban have been supported by Pakistan. Consequently, this situation has negative impacts on the relations of both countries. Focusing on the importance of cooperation between the two countries to maintain
regional security, Turkey attempted to solve the problem through diplomatic means by hosting two summits
in İstanbul and gathering the leaders of both countries; but a considerable outcome could not be obtained.
Because the problem between Pakistan and Afghanistan is not only a Taliban problem. In fact, Taliban
and regional terror problem is a result of the border problem between the two countries. Sharing a 2430
km long border with Pakistan, Afghanistan does not recognize it as the official border and claims territory
from Pakistan. Hence, following the establishment of Pakistan on 14 August 1947, Afghanistan has been the
only Muslim country which vetoed the UN membership of Pakistan. This is one of the most important factors leading to a negative course of relations between the two countries. On the other hand, Afghanistan has
been in pursuit of establishing a great “Pashtunistan” by merging the Pashtun tribes inhabiting the north
of Pakistan with Afghanistan. This means a threat for Pakistan. Which is a threat for Pakistan. Hence, the
relations between the two countries have developed within this framework. It seems inevitable that this issue, which is overshadowed by different problems today, would come to the fore again if security and stability
were maintained in Afghanistan.
Keywords: Durand Line, Pashtunistan Issue, Afghanistan-Pakistan Border Problem, Pashtunistan, Karzai
administration
60
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
19. Yüzyılda Britanya, Hindistan yarımadasının tamamını kontrolünde
tutmaktaydı. Bu dönemlerde diğer bir sömürgeci devlet olan Çarlık
Rusya, Orta Asya hanlıklarını yıkarak bugünkü Afganistan ile komşu konumuna gelmişti. Böylece Afganistan iki imparatorluk ortasında
büyük bir mücadele sahasına dönüşmüştü.
Giriş
Geçtiğimiz günlerde Afganistan başkenti Kabil
başta olmak üzere birçok şehir merkezinde meydana gelen saldırıların ardından bu ülkenin güney komşusu Pakistan bir kez daha “Taliban örgütüne destek verdiği” gerekçesi ile eleştirilerin
odağına yer almıştır. Öte yandan Afganistan’daki
sorunların çözüme kavuşturulması noktasında
bu ülkenin bazı illerini Taliban örgütüne bırakılması önerisinin Pakistan devleti tarafından
gündeme getirildiği iddiaları, Afganistan’daki bir
takım siyasal çevrelerde ciddi rahatsızlıklara sebep olmuş ve bir kez daha Pakistan’ın Afganistan
içişlerine müdahale ettiği iddiaları gündeme gelmiştir.1
Özellikle Afganistan’daki bazı siyasal kliklerin
Pakistan’a karşı suçlayıcı tavırları günümüzdeki
olaylarla sınırlı değildir. İki ülke tarih boyunca
yıldızları bir türlü barışmayan komşulardır. Sürekli olarak Afganistan’da yaşanan tüm sorunların arkasında Pakistan’ın parmağı aranmaktadır.
İki ülke arasındaki sorunları kimi ekonomik sebeplerle açıklamaya çalışırken, kimi ise Taliban
hareketi veya Pakistan’daki medreselerden kaynaklanan bir takım radikal unsurların bölgedeki
faaliyetleri ve bunu da Pakistan’daki bazı klikler
tarafından desteklenmesine bağlamaya çalışmaktadırlar. Öte yandan iki ülke arasındaki sorunların geçmişine bakacak olursak, her iki ülkenin de her zaman bir birine zıt kutupların yanında yer aldıklarını görmekteyiz.
Soğuk savaş yılları boyunca Afganistan Doğu Bloğuna yakın dururken, Pakistan ise Hindistan ile
olan tarihi rekabeti gereği tercihini Batı ile müt-
tefiklikten yana kullanmıştır. Bu da Hindistan’ın
müttefiki olan Afganistan ile daha çok karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Özellikle Nisan
1978’de Afganistan’da gerçekleştirilen Komünist
darbeden sonra bu ülkenin “Brejnev doktrini” ile Sosyalist ülkeler halkasına dâhil edilmesi
Pakistan’ı daha çok Batıya yakınlaştırmış ve adeta Batının bölgedeki “stratejik müttefiki” haline
getirmiştir.2 Bu nedenle Pakistan, Afganistan’da
komünist rejimi ve ardından gerçekleşen Sovyet
işgaline karşı direnen Mücahit grupları desteklemiş ve Batılı ülkeler başta olmak üzere bir takım
antikomünist ülkelerin Afgan direnişçilerine
sağladığı yardımları gruplar arasındaki paylaşımını üstlenmiştir. Buna karşı Afganistan devleti de Pakistan-Hindistan sorununda her zaman
Hindistan’ın yanına yer almakla birlikte 1980’lerde Ziyaülhak’a karşı, Zülfikar Ali Butto’nun oğlu
Şehnevaz Butto’yu desteklemiştir. Uzun bir süre
Kabil’de Pakistan rejim muhaliflerini örgütlemeye çalışan Şehnevaz Butto Afganistan devleti
aracılığı ile eski Sovyetlerden de destek almıştır.3
Hiç kuşkusuz tüm bunlar iki ülke arasındaki
sorunları körükleyen önemli faktörler olarak
karşımıza çıkmaktadır. Fakat iki ülke arasında
yaşanan sorunların başında Pakistan’ın kuruluşundan önceki dönemlere dayanan sınır sorunu
ve sınır sorununa bağlı olarak da Afganistan’ın
Peştunistan iddiası bulunmaktadır. Günümüzde
“Durand Hattı” adıyla bilinen iki ülke sınırı Afganistan tarafından tanınmamaktadır. Afganistan
söz konusu sınırın kaldırılarak tüm Peştunların
birleşmesi ile bir Peştunistan kurma iddiasındadır. Bu bakımdan iki ülkenin bir birine karşı
mevcut tutumu bahsi geçen sorunların bir neticesi olarak da değerlendirilebilir. Bu çerçevede
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
61
İnceleme
ele alınan çalışmada, iki ülke arasındaki “Durand
Hattı” sorunu bağlamında Afganistan’ın “Büyük
Peştunistan” iddiaları irdelenirken, iki ülke ilişkilerindeki yansımalarına da dikkat çekmeye çalışılacaktır.
lece Afgan yönetimi tarafından Afganistan’ın
“doğal sınırları” içinde kabul edilen bölgelerin
bir kısmı Kuzeybatı Sınır Eyaleti (the Northwest
Frontier Province-NWFP) adıyla Hindistan’a bırakılmıştır.5
Durand Hattı’nın Çizilmesi ve Afganistan’ın
Tutumu
Bu arada 18. Yüzyılın ortalarında İran’daki Afşar Türk İmparatoru Nadir Afşar’ın ölümünden
sonra Ahmet Han Durani liderliğinde kurulan
ilk Peştun devleti, uzun bir süre Hindistan’ın kuzey ve kuzey batı bölgelerindeki Peştun kabilelerinin yaşadığı bölgelere hâkimiyet kurmuştur.
Hindistan yarımadasının İngilizler tarafından
işgal edilmesinden sonra bölgenin kontrolü
İngilizlere geçmiştir.6 Bu yüzden Afgan yöneticileri Afganistan’ın doğal sınırlarının Ahmet
Han Durani dönemindeki sınırlar olduğunu iddia etmektedirler. Durand Hattının çizilmesi ile
Afganistan’ın parçalanarak bir bölümünün İngiliz sömürgesindeki Hindistan’a bırakıldığı öne
sürülmektedir.7
19. Yüzyılda dünyanın en büyük emperyalist devletlerinden biri olan Britanya, Hindistan yarımadasının da tamamını kontrolünde tutmaktaydı.
Bu dönemlerde diğer bir sömürgeci devlet olan
Çarlık Rusya, Orta Asya hanlıklarını yıkarak bugünkü Afganistan ile komşu konumuna gelmişti.
Böylece Afganistan iki imparatorluk ortasında
büyük bir mücadele sahasına dönüşmüştü. Fakat her iki taraf da bu bölgede mutlak hâkimiyeti
sağlayamamıştır. Dolayısı ile Afganistan iki taraf
arasında tampon bir bölge olarak kabul edilmiştir.4 Ancak söz konusu bölgenin sınırları kesin
çizgilerle belirlenmediği için bir takım mahalli ayaklanmaların da önüne geçilememiştir. Bu
nedenle Britanya devleti sürekli olarak kendisine sorun yaratan bir takım Peştun kabilelerinin
büyük bir bölümünü kendi sömürgesindeki Hindistan sınırları içerisine dâhil eden Lahor (1838)
ve Gandomak (1879) antlaşmalarını Afgan yönetimine kabul ettirmiştir. Bu antlaşmalar ile
Swat, Bajaur ve Chatral gibi bölgeler Hindistan’a
bırakılmasına rağmen bölgedeki sorunların çözümü konusunda bir ilerleme kaydedilememiştir. Dolayısı ile İngiliz yönetimi tampon bir ülke
olan Afganistan ile sömürge altındaki Hindistan
sınırlarının kesin olarak belirlenmesi için dışişleri sekreteri General Mortimer Durand’ı bölgeye göndermiştir. Ekim 1893’te Hindistan’a gelen
General Durand, Afganistan Emiri Abdurrahman Han’a birçok antlaşmanın yanı sıra bu ülkenin güney sınırlarının belirlenmesi hususundaki
antlaşmayı da kabul ettirmiştir. Nihayetinde 12
Kasım 1893’te bugünkü Afganistan’ın güneydoğusundan güneybatısına uzanan sınırları çizerek İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan’dan
ayırmıştır. Günümüzde her ne kadar Afganistan
devleti tarafından resmen tanınmıyorsa da uluslararası camiada Pakistan ile Afganistan’ın resmi
sınırı olarak kabul edilen bu sınırın çizilmesi ile
Peştun kabileleri iki parçaya bölünmüştür. Böy-
62
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Adını İngiliz Dışişleri Sekreteri Mortimer
Durand’dan alan bu sınır antlaşması 1905, 1919
ve 1922 yıllarında İngiliz ve Afgan yönetimleri
tarafından üç kez yenilenmesine rağmen, zaman zaman Afgan yöneticileri tarafından bir sorun olarak gündeme getirilmiştir. Birinci dünya
savaşının bitmesinin hemen ardından 1919’da
Afganistan’ın bağımsızlığını İngilizlere kabul
ettiren Amanullah Han, Afganistan’ın doğal sınırları olarak gördüğü Kuzeybatı Sınır Eyaleti
(NWFP- The Northwest Frontier Province) bölgelerine hak iddia etmeye başladıysa da olumlu
bir sonuç elde edememiştir. Bu yüzden İngilizler ile söz konusu sınır antlaşmasını yenilemek
durumunda kalmıştır.8 12 Ekim 1929’da iktidarı
ele geçiren Nadir Şah 18 Mayıs 1930’da İngiliz
yönetimine gönderdiği bir notada, İngilizler ile
yapılan tüm antlaşmalara bağlı kalınacağını ifade
etmiştir. Fakat İngilizlerin Hindistan yarımadasından çekilme kararı ve Pakistan’ın kuruluş döneminde Afgan yöneticileri bu konuyu daha ciddi bir şekilde gündeme taşımaya çalışmışlardır.
Durand Hattı Ekseninde Gelişen Peştunistan
Sorunu ve Pakistan’ın Tutumu
3 Haziran 1947’de İngiliz yönetimi Hindistan’ı
boşaltacağını açıklayınca, Afganistan Başbakanı
İnceleme
Mayıs 2013’te Pakistan güvenlik güçlerinin sınırı ihlal ettiği gerekçesi ile Pakistan-Afganistan sınırında çıkan çatışma sonucunda
Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, Durand Hattı meselesini bir kez daha dile getirmiştir.
Şahmahmut Han 13 Haziran 1947’de İngiliz yönetimine bir nota göndererek Durand Hattı sınır
antlaşmasını tekrar gözden geçirilmesini ve Durand Hattının güneyinde kalıp Peştunların ağırlıkta yaşadığı Kuzeybatı Sınır Eyaletini yeniden
Afganistan’a bırakılmasını talep etmiştir. Fakat
Afgan yönetiminin bu isteği İngilizler tarafından kabul edilmeyince ikinci bir seçenek olarak
Peştunlara da bağımsızlık hakkı veya en azından
özerklik verilmesi istenmiştir. Ancak Afgan yönetimi tarafından önerilen tüm seçenekler kesin
olarak reddedilmiştir. İngilizlerin gönderdikleri
cevapta, Durand Hattı gibi bir konuyu Britanya
İmparatorluğunun gündeminde olmadığı ve bu
sınırın uluslar arasında Afganistan’ın resmi sınırı olarak kabul edildiği ve Afgan yönetiminin de
buna saygı duyması gerektiği ifade edilmiştir.9
İngilizlerden umudu kesen Afgan yönetimi bölgedeki Peştunları bağımsızlık için kışkırtmaya
başlamıştır. Kuzeybatı Sınır Eyaleti (Durand Hattı güneyi) Peştunlarından olan Han Abdulgaffar
Han tarafından kurulan Hudai Hidmetgaran
örgütü Afganistan devleti tarafından desteklenmeye başlanmıştır. Afganistan’ın tüm bu çabaları
sonucunda 21 Haziran 1947’de Han Abdulgaffar
Han öncülüğünde bölgedeki tüm Peştun kabile reisleri toplanarak bağımsız bir Peştunistan
kurma konusunu gündeme getirmişlerdir. Diğer
taraftan Muhammed Ali Cinnah önderliğinde
Hindistan’dan bağımsız bir Pakistan’ın kuruluşu
daha ön plandaydı. Kendisini Peştun kavimlerinin hamisi olarak gören Afganistan yönetimi
ile Pakistan’ın kurucu liderleri arasında ciddi
tartışmalar yaşanınca, İngilizlerin gözetiminde
bir referandum yapılmıştır. Temmuz 1947’de
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
63
İnceleme
yapılan referandum sonucunda Afganistan’ın
hak iddia ettiği bölgelerden yüzde 98’in üzerinde Pakistan’ın lehine bir sonuç çıkmıştır. Böylece Kuzeybatı Sınır Eyaleti Pakistan topraklarına
bırakılmıştır. Ancak Afganistan kendi çabalarından vazgeçmemiştir.10
14 Ağustos 1947’de bağımsız bir devlet olarak
kurulan Pakistan’ın BM üyeliği Eylül 1947’de Afganistan tarafından veto edilmiştir. Afganistan’ın
veto gerekçesi ise kendisine ait toprakların
Pakistan’a bırakıldığı iddiasıydı. Kendi komşuluğunda Müslüman bir devletin BM üyeliğini veto
eden tek Müslüman devlet olarak gündeme gelen Afganistan yoğun diplomatik baskılara maruz kaldığı için 20 Ekim 1947’de vetosunu geri
çekmek zorunda kalmış ve Pakistan’ı resmen tanımıştır. Bunun hemen ardından Pakistan lideri
Muhammed Ali Cinnah Kuzeybatı Sınır Eyaleti dışında kalan ve Afganistan ile Pakistan sınır
bölgelerindeki Soba Serhad Peştunlarına özel
bir statü tanıyarak yarı özerklik vermiştir. Her
iki devletin de vatandaşı olmayıp Azad Kabail (özgür kabileler) adıyla bilinen bu Peştunlara
Afganistan devleti özel bir kimlik dağıtarak Afganistan içerisinde serbest dolaşma ve iş yapma
imkânı sağlamıştır. Bunu üzerine Aralık 1947’de
Afganistan devleti Mareşal Şahveli’yi ilk elçi olarak Pakistan’a göndermiş ve aynı yıl Pakistan da
Afganistan Elçiliğini açmıştır.11
Tüm bu gelişmelere rağmen Afganistan-Pakistan
arasında Durand Hattı bir sorun olmaya devam
etmiştir. Afganistan devleti Durand Hattının güneyindeki Peştunlardan Han Abdulgaffar Han’ı
destekleyerek bağımsız bir Peştunistan kurma
iddialarından vazgeçmemiştir. Ocak 1949’da Afganistan başkenti Kabil’de tüm Peştunlar toplanarak “Özgür Peştunistan” adıyla büyük çapta
bir miting düzenlemişlerdir. Pakistan Peştunlarının da katıldığı bu mitingde Afgan yöneticileri Pakistan’ı resmen işgalcilikle suçlamışlardır.
Bunun üzerine Pakistan devleti, başta Han Abdulgaffar Han olmak üzere kendi vatandaşı olan
Peştunlarndan birçoğunu hapse atmıştır ve Han
Abdulgaffar Han liderliğindeki Hudai Hidmetgaran örgütünü de kapatmıştır. Ayrıca Pakistan
devleti daha önce Soba Serhad Peştunlarına tanıdığı yarı özerklik statüsünü feshetmiştir. Diğer
64
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
taraftan aynı yılda Afganistan’a karşı ekonomik
ambargo uygulamaya başlamıştır. Tüm bu gelişmelere karşı Eylül 1950’de Afganistan Parlamentosu, 1893’te imzalanan Durand Hattı antlaşmasını tek taraflı olarak feshetmiştir.12
Her ne kadar uluslararası platformda Durand
Hattı Pakistan ile Afganistan’ın resmi sınırı olarak kabul edilmekteyse de, Afganistan ise özellikle 1950’den beri bu sınırı kabul etmemektedir.
Afganistan, daha önce bahsettiğimiz gibi Durand Hattının güneyinde kalan Kuzeybatı Sınır
Eyaleti ile özgür kabileler bölgesi olarak bilinen
Soba Serhad bölgelerini kendi doğal sınırları içerisinde olduğunu ve dolayısı ile Afganistan’a geri
iadesini talep etmektedir. Buna karşı Pakistan
bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığından itibaren Durand Hattı ile ilgili tavrını net bir şekilde ortaya koymuştur. Pakistan farklı dönemlerde
Afganistan’ın çabalarına karşı yaptığı açıklamalarda, 1893’te çizilen Durand Hattının iki ülke
arsındaki resmi sınır olduğunu ve uluslararası
kamuoyunda da bunu bu şekilde tanındığını açılamıştır. Ayrıca Pakistan, 1947’deki referandum
ile bölge insanının da kendi tercihini yaptığı
yönündeki açıklamaları ile söz konusu sınırdan
kesinlikle taviz verilmeyeceğini ortaya koymuştur.13
Diğer taraftan Soğuk savaş döneminde Durand
Hattı doğu ile batı blokları arasında da bir takım tartışmalara konu olmuştur. ABD ile İngiltere başta olmak üzere antikomünist ülkeler
Pakistan tezini savunurken, eski Sovyetler Birliği ve Hindistan gibi ülkeler ise Afganistan tezini uluslararası platforma taşımaya çalışmış ve
Pakistan’ın Kuzeybatı Sınır Eyaleti ile kabileler
bölgesi olan Soba Serhad’ı Afganistan’a bırakılmasından yana tavır koymuşlardır. Sovyetler
Birliği Afganistan’ın bu iddiasını hayata geçirebilseydi, Hint okyanusuna rahatlıkla ulaşabilirdi.
Bu nedenle Soğuk savaş boyunca Sovyetler Birliği Pakistan politikasını bu çerçevede geliştirmiştir. 1979’da eski Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı
işgal etmesinin arkasındaki hedeflerden biri de,
Afganistan’ın Peştunistan iddiasını hayata geçirip bu ülke üzerinden Hint Okyanusuna ulaşmaktı. Ancak Afganistan’da başlayan direniş eski
Sovyetler Birliğinin tüm hayallerinin suya düşmesine sebep olmuştur.14
İnceleme
Nisan 1978’de Afganistan’da gerçekleştirilen komünist darbe, ardından eski Sovyetler Birliğinin
Afganistan’ı işgal etmesi ile Afganistan’da başlayan direniş ve direniş liderlerinin tamamının
Pakistan’a sığınması sonucunda iki ülke arasındaki rekabette Pakistan bir kaç adım öne geçmiştir. Afganistan’da Sovyet işgali ve komünist rejiminin yıkılması ile başlayan iç savaş Pakistan’ı
Afganistan’a nüfuz etmesini sağlamakla birlikte
Peştunistan iddiası ve Durand Hattı meselesini
tamamen gölgeye itmiştir. Mücahit iktidarı döneminde kendi iç savaşı ile meşgul olan Afganistan, Taliban yönetimi dönemindeyse adeta
Pakistan’ın bir parçası haline gelmişti. Bu nedenle Peştunistan veya Durand Hattı meselesi gündeme getirilmemiştir. Ancak Taliban rejiminin
yıkılması ile Pakistan-Afganistan ilişkilerinde
“terörizm” odaklı bir takım sorunların yaşanması ile beraber, eski sorunların da yeniden körüklenmeye başladığı görülmektedir.
Afganistan’daki Mevcut Yönetimin Durand
Hattına İlişkin Tutumu
Her ne kadar Peştunistan meselesi açık bir devlet politikası olarak Karzai yönetiminin gündeminde olmazsa da Durand Hattı konusunda
Afganistan’ın tavrı açık ne nettir. Bu bağlamda 24
Aralık 2011’da Afganistan Devlet Başkanı Hamid
Karzai bir basın toplantısında komşular ile ilişkileri değerlendirirken, Pakistan ile ilişkiler üzerine Durand Hattı meselesi sorulmuştu. Karzai bu
konuda tavrının net olduğunu ve Durand Hattını
hiçbir zaman tanınmayacağını dile getirmişti.15
Bu arada uzun süre Karzai yönetiminde Durand
Hattı konusunda genellikle bir sessizlik hâkimdi.
Fakat son dönemlerde bu konunun daha sık gündeme getirilmeye çalışılması dikkat çekmektedir.
Bu çerçevede geçtiğimiz Mayıs 2013’te Pakistan
güvenlik güçlerinin sınırı ihlal ettiği gerekçesi ile
Pakistan-Afganistan sınırında çıkan çatışma sonucunda Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, Durand Hattı meselesini bir kez daha dile
getirmiştir. Karzai yaptığı açıklamada Durand
Hattı nedeni ile Pakistan’ı her zaman Afganistan
içişlerine karışmakla suçlarken, “Durand Hattını
iki ülke arasında bir sınır olarak kesinlikle kabul
edilemeyeceğini” ifade etmişti. Karzai’nin bu
açıklamalarına karşı Pakistan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ezaz Ahmad Chuadry Pakistan’ın
gündeminde böyle bir sorunun mevcut olmadığını ve bu meselenin 120 yıl önce çözüldüğünü
bir kez daha vurgulamıştır.16 Hamid Karzai iki
gün sonra yaptığı basın toplantısında Durand
Hattının Afganistan tarafından tanınması için
Pakistan’ın Afgan devletine sürekli baskı yaptığını, bu nedenle de bölgedeki terör gruplarını
desteklediğini vurgularken, “hiçbir Afgan devletinin bu sınırı kabul etmediğini ve bundan sonra
da etmeyeceğinin” altını bir kez daha çizmiştir.17
Afganistan’daki mevcut yönetimin Durand Hattına ilişkin tavrı sadece Karzai’nin açıklamaları ile
sınırlı değildir. Taliban rejiminin yıkılmasından
sonra bir süre sessiz kalındıysa da, son dönemlerde Afganistan’da farklı düzeydeki yöneticiler
bu konuda kendi fikirlerini ve tavırlarını açıkça
ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu kapsamda Afganistan Genelkurmay Başkanı Temmuz
2011’de katıldığı bir televizyon programında güvenlik meselelerini değerlendirirken, konu Pakistan-Afganistan sınırındaki güvenlik meselelerine gelince sınırı tanımlaması dikkat çekmiştir.
Afganistan Genelkurmay Başkanı Afganistan’ın
güney sınırlarını “Sind nehri ile Hint denizi kıyılarına kadar uzanan bölge” (Pakistan’ın Kuzeybatı Sınır Eyaleti ile Peştun kabilelerinin ağırlıkta
yaşadığı Soba Serhat bölgesi) olduğunu açıkça
dile getirmişti.18
Öte yandan, 2012’de Hindistan’ın Afganistan’a
tahsis ettiği beş yüz kişilik öğrenci bursuna
Afganistan devletinin Pakistan sınırları içindeki Peştunlara 50 kişilik kontenjan ayırması
Afganistan’ın belli çevrelerinde büyük bir tepkiye neden olmuştu. Söz konusu bursu Pakistan
Peştunlarına tahsis eden Afganistan Kabileler
Bakanlığının sözcüsü Rana Nuristanî’nin konuya
ilişkin yaptığı açıklama son derece dikkat çekmektedir. Rana Nuristanî, söz konusu tepkilere
karşı yaptığı basın toplantısında, “biz söz konusu
bursu Pakistan vatandaşlarına vermedik, Durand
Hattının diğer tarafındaki Peştun kardeşlerimize
verdik, bizim için Peştun her yerde Peştundur,
kaldı ki Durand Hattı bizim siyasi sınırımız değildir” şeklinde bir açıklama yapmıştı.19
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
65
İnceleme
Konuya ilişkin tüm bu açıklamalar ve tavırlara bakıldığında Karzai yönetiminin de Durand
Hattı meselesine yaklaşımı açık bir şekilde görülmektedir. Diğer taraftan Afganistan’daki Kabileler Bakanlığının daha çok Durand Hattının
güneyinde kalan Peştun kabilelerine yönelik faaliyetleri de gizli bir Peştunistan iddiasını gütmekte olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu
da hiç kuşkusuz Pakistan’ın tasvip etmediği bir
siyasal davranış olarak görülmektedir. Dolayısı
ile Afganistan’ın bu iddialı hedeflerine karşı Pakistan da ne pahasına olursa olsun kendi önlemlerini almaya çalışmaktadır.
Sonuç
Pakistan devleti kuruluşundan itibaren Afganistan ile Durand Hattı ve Peştunistan meselesi
üzerine sorun yaşamaktadır. Bu meselenin Afganistan tarafından daha güçlü bir şekilde ortaya
konmasını engellemek için Pakistan bu ülkedeki
bir takım istikrarsızlıkları genellikle dolaylı olarak körüklemeye çalışmaktadır. Bu amaçla sürekli olarak Afganistan’daki rejim muhaliflerini
desteklemiştir. Sovyet işgali ve işgal sonrasındaki
dönemlerde Afganistan’daki komünist rejimine karşı direnen Mücahit örgütlere ev sahipliği
yaparak büyük destekler verirken, 1992’de Mücahitler siyasal iktidarı ele geçirdiklerinde ise
Mücahit hükümetine karşı savaşan Hikmetyar liderliğindeki Hizb-i İslami örgütünü kollamıştır.20
Daha sonra Pakistan devleti 1994’ten itibaren; üç
yıl öncesine kadar desteklediği Mücahitlere karşı ortaya çıkan Taliban hareketini desteklemeye
başlamıştır.21
Taliban rejiminin yıkılmasından sonra da Pakistan-Afganistan ilişkilerinde ciddi sorunların
yaşandığı görülmektedir. Bu sorunların sebepleri kimi araştırmacılar tarafından genellikle Taliban ve diğer bir takım terör gruplarını Pakistan
devleti tarafından desteklenmesi ile açıklanmaya
çalışılırken, bunda daha çok ekonomik sebepler
aranmıştır. Şöyle ki, Afganistan bir tarım ülkesi olmasına karşın yaşanan istikrarsızlık nedeni
ile bu alana yeterli yatırım yapılamamaktadır.
Afganistan halkı tüm ihtiyaçlarını Pakistan’dan
sağlamaktadır. Bu nedenle Afganistan temel gıda
maddeleri açısından tamamen Pakistan’a bağlı
bir memleket haline gelmiştir. Öte yandan Pakistan, Afganistan üzerinde Orta Asya ülkelerine da
gıda maddesi ihracatı yapmaktadır. Afganistan’da
güvenlik ve istikrarın sağlanması durumunda temel gıda maddeleri bakımından Pakistan’a olan
bağımlılığından kurtulmakla birlikte, Orta Asya
ülkelerinin Pakistan’dan sağladıkları temel gıda
madde ihtiyaçlarını Afganistan’dan sağlaması da
mümkün olur. Bu açıdan Pakistan bölgede kendisine yeni bir rakibin çıkmasını istememektedir.
Bu tez olayın tek bir boyutunu açıklamak için
önem arz edebilir, fakat iki ülke arsındaki sorunun asıl sebebi hiç kuşkusuz Durand Hattı ve bu
çerçevede Afganistan’ın iddia ettiği Peştunistan
meselesidir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, her ne kadar Durand Hattı uluslararası camiada PakistanAfganistan’ın resmi sınırı olarak kabul edilmekteyse de Afganistan devleti bu sınırı kabul etmemektedir. Afganistan’da istikrarlı ve güçlü bir
devletin kurulması halinde bu meseleyi bir sorun
olarak gündeme getirmesi kaçınılmaz görülmektedir. Ayrıca Pakistan’ın kuruluş döneminde Afganistan tarafından ortaya atılıp günümüze kadar “taviz verilmez” bir iddia olarak gündemdeki
yerini koruyan Peştunistan meselesi de Pakistan
açısından ciddi bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Afganistan’da istikrarlı bir hükümetin kurulması
durumunda bu konunun yeniden gündeme getirilmesi beklenmektedir. Bu yüzden Pakistan ne
pahasına olursa olsun bu konuları yeniden gündeme gelmesini engelleyecektir. Bu nedenle daha
önceki dönemlerde olduğu gibi bundan sonraki
süreçte de Pakistan-Afganistan ilişkilerinin daha
çok bu eksende gelişeceği beklenebilir. Dolayısı
ile Pakistan-Afganistan arasında yaşanan bu sınır sorunun çözülememesi durumunda bölgede
kalıcı güvenlik ve istikrarın sağlanması da mümkün değildir.
O
66
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
DİPNOTLAR
1
Afganistan’ın bazı illerini Taliban’a bırakılmasının Pakistan tarafından gündeme getirildiği iddialarına ilişkin bkz:
“Qismatha-ye Afghanistan-ra Ba Taliban Bedihid,” Afghan Paper, 4 Temmuz 2013, http://www.afghanpaper.com/
nbody.php?id=54066 (Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2013)
2 Mir Mohammad Sıddiq Farhang, Afganistan Dar Panc Qarn-e Akhir, Dorekhshis Yayınları, Meşhed 1992, C. 2, s.
941.
3 Mohammad Yusuf – Mark Adkin, Talak-i Khers: Şekast-e Rus, Ektişaf-e Tekandehenda va Haqaiq-i Nagofta, Nesar
Ahmad Samad, (Far. Çev.), 2. Baskı, Afgan Yayınları, 1999,25.
4 M. M. S. Farhang, a. g. e. C. 1, s. 331.
5 M. M. S. Farhang, a. g. e. C. 2, s. 664.
6 Konuya ilişkin detaylı bilgi için bkz: Mir Gholam Muhammad Ghobar, Afghanistan Dar Masir-i Tarikh, Matbaa-yi
Davlati Yayınları, Kabil 1967, Cilt-1, s. 74, Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, 3. Baskı, TTK Yayını, Ankara, 1987, Cilt3, s. 101
7 Gholam Mohammad Mohammadi, Peştunistan-hahi: Âmel-i Tebâhi-ye Afghanistan, Afaq Yayınları, Kabil 2000, s.
27.
8 G. M. Mohammadi, a. g. e. s. 29,30.
9 Mohammad Akram Andeeshmand, Ma va Pakistan, Paiman Yayınları, Kabil, 2007, s. 26.
10 Konuya ilişkin detaylı bilgi için bkz: “History of Khyber Pakhtunkhwa” Wikipedia (elektronik ansiklopedi) http://
en.wikipedia.org/wiki/History_of_Khyber_Pakhtunkhwa (Erişim Tatihi: 15 Temmuz 2013)
11 M. A. Andeeshmand, a. g. e. s. 21.
12 M. A. Andeeshmand, a. g. e. s. 32.
13 Konuya ilişkin detaylı bilgi için bkz: Qandeel Siddique, “Pakistn Future Policy Towards Afghanistan: A Look at
Strategic Depth, Militant Movements and The Role Of İndia and US” DIIS Report, 2011, Online erişim için: http://
www.diis.dk/graphics/publications/reports2011/rp2011-08-pakistans-future-policy_web.pdf (Erişim Tarihi: 16
Temmuz 2013)
14 M. A. Andeeshmand, a. g. e. s. 27
15 “Mavzi-i Reis Cumhur Karzai Dar Movred-e Hatt-e Durand” Afghan Paper, 25 Aralık 2011, http://www.afghanpaper.com/nbody.php?id=30760 (Erişim Tarihi: 12 Haziran 2013)
16 “Karzai: Hatt-ı Marzi Durand-ra Heç vaqt be rasmiyat namişnasim” BBC Perisan News, 04 Mayıs 2013, http://
www.bbc.co.uk/persian/afghanistan/2013/05/130504_k02-karzai-pakistan.shtml (Erişim Tarihi: 12 Temmuz
2013).
17 Aziz Hakimi, “Karzai Talesm-i Durand-ra Şekast” BBC Persian News, 06 Mayıs 2013, http://www.bbc.co.uk/persian/afghanistan/2013/05/130506_ram_durand_hakimi.shtml
18Bkz. Outlook Afghanistan, 28 Temmuz 2011, http://outlookafghanistan.net/topics.php?post_id=1375, (Erişim
Tarihi: 11 Haziran 2013)
19 Konu ile ilgili bkz. Afghan Paper, 28 Nisan 2012, http://afghanpaper.com/nbody.php?id=34529, (Erişim Tarihi: 11
Haziran 2013
20 Zahir Tanin, Afganistan Dar Qarn-e Bistom, Kabil -2004, s. 360.
21 Piyer Alen,– Deter Cley, Kapkan-i Afgan, Hakikat-i Tecavuz-i Şurevi Ber Afganistan, (Far. Çev.) Abdurrahim Ahmed
Pervani, Kabil, 2004, s. 406.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
67
İnceleme
27 Ağustos 1973 tarihinde inşası başlanan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı projesi 1977 yılında ilk akışını gerçekleştirdi.
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı ve
Türkiye-Irak İlişkileri (1973-2011)
Kirkuk-Yumurtalik Oil Pipeline and the Turkey-Iraq Relations (1973-2011)
Aybüke İNAN
Abstract
This article focus on the relationship between Turkey and Iraq. Turkey has a major role in transporting the
oil reserves of Iraq (second-largest in the world) from Mediterranenan to the West. For this purpose a treaty
was signed between Turkey and Iraq to construct the Kirkuk-Ceyhan pipeline in 1973. As a conclusion of
this treaty, Turkey transported Iraq’s oil to the West and made a great contribution to the geostrategic importance of Iraq, During the first Gulf War Turkey suffered economic damage accepting embargo decision of
UN. Turkey closed up the pipeline and went without the income of oil for 5 years. When the embargo taken
off in 1996, trading volume increased and oil transporting went on until Iraq war in 2003. With the invasion of Iraq by US, the pipeline has been closed again and it has been very hard to gain stability from that
date. In 2007, with the Iraq oil law draft different ethnic groups became holder of right on pipeline and the
country was brougt on chaos. Turkey was badly effected as a consequence and oil pipelines sabotaged when
the pipeline agreement renewed in 2010. The problems occured in the north Iraq have become the problems
of Turkey and it become unavoidable Pkk terror organisation sabotage the pipeline. In this study these events
are discussed and importance of oil factor in the relationship between Turkey and Iraq is examined in detail.
Keywords: Turkey and Iraq, Kirkuk-Ceyhan pipeline, embargo, oil
68
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
Petrolün millileştirilmesiyle daha çok kalkınma yaşayan Irak, petrol siyasetini geliştirerek bölgede etkinliğini arttırmayı amaçladı. Bu amaçla elinde bulundurduğu petrol boru hatları yeterli gelmeyen Irak, daha
güvenli ve istikrarlı yollar aramaya başladı. İşte tam bu noktada Türkiye, Irak için önemli bir müttefik konumuna geldi.
Giriş
Petrol sözcüğü Latince kökenli olup Petro (Taş)
ve Oleum (Yağ) sözcüklerinin birleşmesiyle
oluşmuştur. Taşyağı anlamına gelen petrolün
içerisinde hidrojen, karbon, nitrojen, oksijen ve
kükürt vardır.1 Milattan önce petrolün kullanımı
inşaat, gemicilikte yalıtım, mumyalama, aydınlanma alanları iken petrolün kolay yanıcı özelliğinin farkına varılması ile silah olarak kullanımını sağlanmıştır.
1871 yılında Musul petrollerinin Almanlar tarafından keşfedilmesiyle birlikte, bölge üzerinde
İngiltere ve Almanya’nın çıkar çatışması yaşanmıştır.2 Irak sınırı 1. Dünya Savaşı öncesinde
Irak’ta petrolün farkına varan İngilizler tarafından çizilmiştir. Bu konuda “Çöl Kraliçesi” olarak
adlandırılan Gertrude Bell, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve İngiliz İstihbaratı tarafından görevlendirilmiştir.3
19. yüzyılın başlarından itibaren sanayi kollarında da kullanılmaya başlanan petrol, ticaret ürünü
olarak yerini almıştır. 1900’lü yıllarında başına
kadar petrol üretiminde başı çeken ABD, daha
sonraki yıllarda petrol üretimi noktasında Çarlık
Rusya ile rakip durumuna gelmiştir. Petrol ihraç
eden bu ki ülkenin dışında, Ortadoğu ülkeleri de
petrol bakımından oldukça zengin durumdaydı.
1. Dünya savaşında bu bölgede petrol için bir
imtiyaz savaşı yaşandı. Özellikle Irak petrolleri üzerinde söz sahibi olmak isteyen İngilizlere
karşılık, Fransa ve ABD gibi ülkeler tek taraflı bir
imtiyazı çıkarlarına aykırı buluyorlardı.
Ortadoğu petrollerinin öneminin anlaşılması
daha çok 2. Dünya savaşının bitiminden itibarendir. 1960 yılında OPEC’in kurulması ile birlikte Ortadoğu ülkeleri kendilerini bölge dışı ülkelere karşı korumaya çalışmışlardır. Bu tarihte
küresel aktörlerin yanında Ortadoğu ülkeleri de
petrolün önemini anlamış ve petrolün millileştirilmesi yolunda adımlar atmışlardır. Petrolün
millileştirilmesiyle daha çok kalkınma yaşayan
Irak, petrol siyasetini geliştirerek bölgede etkinliğini arttırmayı amaçladı. Bu amaçla elinde bulundurduğu petrol boru hatları yeterli gelmeyen
Irak, daha güvenli ve istikrarlı yollar aramaya
başladı. İşte tam bu noktada Türkiye, Irak için
önemli bir müttefik konumuna geldi. 27 Ağustos
1973 tarihinde inşası başlanan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı projesi 1977 yılında ilk akışını gerçekleştirdi. 1984 ve 1987 yıllarında kapasitesi büyütülen bu boru hattı, hem Türkiye hem
de Irak için önemli bir gelir kaynağı haline geldi.
I. Körfez savaşı sonrası ambargo uygulaması ile
kapatılan bu boru hattı 1996 yılında tekrar açılsa
da bu hatta tamamen istikrar sağlanamamıştır.
Ham petrol ilk kez 19. yüzyılda ABD tarafından
piyasaya sürülmüştür. O dönemde petrol varillerde depolandığından varil ile ölçülmekte olup 1
varil 159 litre, 1 ton ise 7,33 varile denk gelmektedir.4 Dünyada 2004 yılı BP’nin verilerine göre
1189 milyar varil petrol bulunmaktadır. Gelecek
verilerine göre petrole 41 yıllık bir ömür biçilmektedir.5 Hükümetler, mevcut politikalarını
değiştirmezlerse, 2030 yılına gelindiğinde petrol
tüketimi %50 artacaktır.6
Bu çalışmada söz konusu boru hattının yapım
aşamasına değinilerek, ekonomik verileri üze-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
69
İnceleme
rinde durulacak, aynı zamanda iki ülke ilişkilerindeki etkisi ele alınacaktır. Bu noktada Irak’ta
yaşanan gelişmeler dikkate alınacak ve bir sonuca varılacaktır.
Irak ve Kerkük Petrolleri
Irak’ın petrol yatakları Kuzey Irak, Orta Irak ve
Güney Irak olmak üzere üç bölümde ele alınabilir. Kuzey Irak petrol yatakları diye adlandırılan
bölge Musul ve Kerkük petrol yataklarını kapsamaktadır. Ülke rezervlerinin yaklaşık %80’inin
Kerkük yataklarında olduğu belirtilmektedir.7
Orta Irak petrol yatakları, İran-Irak sınırında
yer alırken burada bulunan petrol yatakları rezerv bakımından pek zengin değildir. Güney Irak
petrol yatakları ise Basra kentinin güneybatısında yer alırlar. Bu yatakların keşfi 1953-58 yılları
arasında yapılmıştır. Bu bölgede 75 kadar kuyu
işletilmektedir.
1995 yılında önemli petrol üreticisi ülkelerin rezerv ve üretim miktarlarına baktığımızda Irak’ın
13,4 milyar tonluk rezervi ile dünya toplamında ikinci sırada olduğu görülmektedir.8 Suudi
Arabistan’dan sonra en çok rezerve sahip olan
Irak, 26,4 milyon tonluk üretimi ile dünya sıralamasında arkalarda kalmıştır. Bu durum Irak’ın
petrol ihracı konusunda istikrarsızlığını gösterir.
İran ile yaşanan savaştan önce ham petrol ihraç
eden ülkeler sıralamasında 1980 yılında beşinci
sırada yer alan Irak, savaştan sonra 1995 yılındaki sıralamada 28. sıraya gerilemiştir. Ancak
boru hattı çeşitliliğini arttıran Irak, petrol ihracatını dengelemeye çalışmıştır. Kuveyt savaşı ile
kötüleşen petrol ihracatı, 1997 yılında BM’nin
Petrol Karşılığı Gıda (oil for food), İlaç ve İnsani
İhtiyaç Maddeleri Programının (MOU) yürürlüğe girmesiyle ile birlikte kısmen iyileşme yaşanmış, 1998 yılında günlük 2,11 milyon varile,
1999 yılında ise 2,52 milyon varile yükselmiştir.9
Amerikan Hükümetinin araştırmalarına göre
2009 yılında Irak’ın sahip olduğu bilinen petrol
rezervleri ise 115 milyar varildir.10
Irak petrollerinin %25’i Kerkük havzasından çıkarılmaktadır.11 Irak petrol üretiminin %40’ı ise
Kerkük bölgesinden çıkmaktadır. Kanıtlanmış
70
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
petrol rezervleri açısından dünya ikincisi olan,
kanıtlanmamış petrol rezervleri de hesaba katıldığından dünya sıralamasında lider konumuna
gelecek olan Irak için Kerkük’ün ayrı bir önemi
vardır. Kerkük havzasından ilk çıkarılan petrol
Baba Gurgur kuyusundan çıkarılmıştır. Bununla
birlikte Kerkük havzasında Altınköprü, Bayhasan, Cemcemal, Çembur ve Palhane gibi başlıca
işletme yatakları vardır.12
Irak’ta 2000 ve 2001 yıllarında ortalama günlük
2,5 milyon varilin yaklaşık 1 milyonunun sadece Kerkük’ten çıktığı düşünüldüğünde, Kerkük
ilinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.13 Bazı kaynaklarda Kuzey Irak Bölgesi14 olarak geçen bazılarında ise Irak’ın Kuzeyi15 olarak adlandırılan
bölgeyi ikiye ayırdığımızda bu bölgenin kuzey
tarafında çıkan petrol, Irak petrollerinin %1’ini
karşılarken, bölgenin güneyinde kalan Kerkük’te
ise Irak petrollerinin % 11’i çıkmaktadır. Ayrıca
Kerkük petrolünün maliyeti varil başına 1,5 dolar iken diğer üretim alanlarında bu maliyet 15
dolara kadar çıkabilmektedir.16 Bugün petrolün
varil başına satışı ise ortalama 60-65 dolar civarında olduğu düşünülürse söz konusu kâr oldukça yüksek düzeydedir.17
Ülkenin güneyinde bulunan Basra terminali tam
kapasiteyle çalışırken, Kerkük bölgesindeki istikrarsızlıktan dolayı ihracat tam kapasiteyle yapılamamaktadır. Tam kapasitenin kullanımı durumunda Kerkük’ten yapılacak olan ihracat günlük
yaklaşık 1,6 milyar varil civarında olacaktır. Ancak 2003 Irak savaşı öncesi bu kapasite 900 bin
varil civarındadır.18
Kerkük petrollerinin uluslararası ihracatının sağlanabilmesi için 1935 yılında yapımı tamamlanıp
faaliyete geçen Kerkük-Hayfa petrol boru hattı,
1948 yılında İsrail devletinin kurulması ile birlikte kapatılmıştır.19 ABD’nin Irak’a düzenlediği
2003 savaşından sonra bu boru hattının tamiratı
gündeme gelmiş ve Türkiye de dâhil İsrail, ABD
şirketleri bu inşada rol almışlardır. Bu boru hatlarının tamirinin tamamlanması halinde İsrail’in
Hayfa limanına günde 5 milyon varil petrol taşınması mümkün hale gelecektir.20 Bu hattın açılmasıyla birlikte İsrail’in Hayfa limanı Akdeniz’e
olan ticarette önemli bir konuma gelecek, Türki-
İnceleme
ye ile Irak arasındaki Kerkük-Yumurtalık Petrol
Boru Hattının önemi azalacaktır.
Kerkük petrollerinin ihracında yararlanılan diğer bir boru hattı ise 1950’lerin başında yapımı
tamamlanan Irak ile Suriye arasındaki KerkükBanyas petrol boru hattıdır. İran-Irak savaşı
(1980-1988) sırasında kapanan bu boru hattı
2001 yılında tekrar faaliyete geçse de ABD’nin
2003’te Irak’ı işgali ile tekrar durdurulmuştur.
Açık olduğu dönemde bu hattın günlük kapasitesi 150-200 bin varil idi. Çalışması halinde günlük kapasitesinin 300 bin varil olacağı söylenen
bu hattın tekrar açılması için 2007 yılında Irak ve
Suriye Hükümetleri anlaşmaya varmıştır. Ancak
halen daha bu hattın açılmadığı görülmektedir.21
Musul-Kerkük-Sayda boru hattı ise Kerkük-Banyas boru hattı gibi aynı amaçlarla açılmış ancak
savaş sırasında bu boru hattı da kapatılmıştır.
İsrail devletinin kurulması Kerkük petrolünün
ihracını sekteye uğratmış yeni boru hatları aranmaya başlamıştır.
Öte yandan Kerkük Havzasından çıkan petrol
dünyanın en kaliteli ve maliyeti en ucuz petrolü
olarak nitelendiriliyor. Saddam döneminde bölgeden çıkarılan petrolün bugünkü fiyatlarla olan
karşılığının 50 milyar dolar olduğu ve bu gelirin
kazanılması halinde Irak’ta kişi başına düşen gelirin 10 bin dolar olacağının da altı çiziliyor.22
Kerkük-Yumurtalık Ham Petrol Boru Hattı
Kerkük petrollerinin ihracını sağlayacak olacak
olan mevcut boru hatları, petrol verimliliğinin
artması ile yeterli görülmemiştir. İşletilen kuyu
sayısının artması yıllık ham petrol üretimini de
arttırıyor, bu da boru hatlarının kapasitesinin üstüne çıkıyordu. Öyle ki 1970’de 30 olan kuyu sayısı 1980’e gelindiğinde 45’e yükselmişti. Ayrıca
her kuyunun veriminin yüksek olması üretimin
fazla olmasını da sağlıyordu. Kuyu başına verim
yılda 600 bin tonu aşmaktaydı. Boru hattının
Türkiye’deki güzergâhı ise Cizre, Mardin, Bozova, Osmaniye ve Dörtyol’dur.23 Kerkük petrollerinin yaklaşık 50 milyon tonu Kerkük-İskenderun hattından Akdeniz’e ulaşmaktadır ve bu hat
Irak için Batıya ulaşmanın en önemli yoludur.
Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte Irak’ın kuzeyinde petrol verimliliği artmış ve Irak hükümeti petrolün Akdeniz’e taşınması için yeni yollar
aramaya başlamıştır. Güvenlik endişesi de taşıyan Irak, 1970’lerin başında en iyi müttefik olarak Türkiye’yi görmüş ve Türkiye ile arasında
petrol botu hatlarının yapımı için görüşmelere
başlamıştır.
27 Ağustos 1973 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti
ile Irak Cumhuriyeti hükümetleri arasında Ham
Petrol Boru Hattı Anlaşması imzalanmış ve bu
anlaşma gereğince Irak’ın Kerkük ve diğer üretim tesislerinden elde edilecek petrolün Ceyhan
(Yumurtalık) Deniz Terminali’ne ulaştırılması amacıyla Kerkük-Yumurtalık boru hattı inşa
edilmeye başlanmıştır.24 1976 yılında işletmeye
açılan bu boru hattına ilk tanker yüklemesi 25
Mayıs 1977 tarihinde gerçekleşmiştir.
27 Ağustos 1973’te imzalanan Ham Petrol Boru
Anlaşması, Irak’tan Türkiye’ye 20 yıl süresince
ham petrol akışının sağlanması için boru hatlarının döşenmesini öngörüyordu. Bu sürenin fes
edilmemesi halinde de süre 5 yıl daha uzatılabilecekti. Bu anlaşmaya göre boru hattının güzergâhı
Kerkük ile Dörtyol arasında olup, Türkiye’de Cizre, Mardin, Bozova ve Osmaniye’den geçecektir.
Boru hattının uzunluğu 1125 kilometre olup 625
kilometresi Türkiye sınırları dâhilinde olacağı da
karara bağlanmıştır.
Bu boru hattının yapımının 400 milyon doları
bulmuştur. Bunun 300 milyon dolarının Türkiye
tarafındaki inşası için harcanılmıştır. Türkiye’nin
kazancının ilk 2 yılda 75 milyon dolar, daha sonra 105 milyon dolar olacağı ve harcanan paranın
6 sene içerisinde fazlasıyla geri alınacağı da beklentiler arasındaydı.25
27 Ağustos 1973 tarihinde Ankara’da imzalanan
Türkiye-Irak Ham Petrol Boru Anlaşmasının
dikkat çeken maddeleri ise şunlardır:
• Her iki taraf da ham petrolün boru hatlarıyla
Irak ve Türkiye topraklarından nakledilmesi
ve bu petrollerin Akdeniz’de bir terminalden
yüklenmesi için projenin kendi topraklarında
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
71
İnceleme
kalan kısımlarının montajı, inşaatı, işletmesi
ve bakımı ile birlikte diğer tüm ihtiyaçların
karşılanmasını garanti eder.
• Irak petrollerinin Türkiye topraklarından
nakliyesi ve FOB tankerlerine yüklenmesi,
varil başına 0,35 Amerikan Doları olarak belirlenmiştir. Taşıma ve yükleme ücreti Irak tarafından Türk tarafına ödenecektir.
• 1977-1979 yılları arasında 10 milyon ton,
1980-1982 yılları arasında 12 milyon ton,
1983 ve daha sonrası için ise 14 milyon ton
petrolü, Irak tarafı satmak Türkiye ise satın
almak zorundadır.26
Petrol boru hattı çalışmaya başladığı zaman Türkiye iç tüketim için bir kısmını satın alacak geri
kalanını Türkiye için ihraç edecektir. Boru hattı üzerinde bulunacak olan 5 istasyonun 3’ünün
Türkiye tarafında yer alacağı da anlaşma metni
içerisinde geçmiştir.27
Biri 1974’te bir diğeri de 1987’de açılan iki paralel
petrol boru hattının yıllık toplam 80 milyon ton
petrol taşıma kapasitesi bulunmaktadır. KerkükYumurtalık Boru Hattı’nın, Yumurtalık kısmında
1.200.000 tonluk 12 tanker ve yükleme işlemleri
için 2 km uzunluğunda bir iskele bulunmaktadır. Bu iskeleye aynı anda ikisi 150’şer bin dwt,
ikisi 300’er bin dwt olmak üzere toplam 900.000
dwt.’lik 4 tanker yükleme yapabilmektedir.28
Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı yıllık 35 milyon
ton kapasiteyle 1976 yılında işletmeye açılmıştır. Bu tarihte Irak ile Türkiye arasında sadece
bir kol mevcuttur. İlk tanker yüklemesi 27 Mayıs
1977’de gerçekleşmiştir. Bu hattın 1984 yılında
kapasitesi yükseltilmiş, 46,5 milyon ton petrol
nakli mümkün hale gelmiştir. Bu hattın kalınlığı
40 inçtir.
27 Ağustos 1973 tarihli Ham Petrol Boru Anlaşması yıllar içinde ek anlaşmalarla değişikliğe
uğramıştır. Birinci kolun açılışından sonra ikinci
kolun açılışına kadar 16 Mayıs 1976, 26 Aralık
1980, 12 Ağustos 1981, 30 Temmuz 1985 tarihli
protokol, toplantı tutanakları ve ek anlaşmalarla
anlaşmanın süresi uzatılmıştır.29
72
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Birinci hatta paralel olarak 30 Temmuz 1985 tarihinde ikinci bir boru hattı için anlaşmaya varılmış, 1987 yılında ikinci kol işletmeye açılmıştır.
Bu boru ile birlikte yıllık taşıma kapasitesi 70,9
milyon tona ulaşmıştır. Bu hattın kalınlığı 46 inç
olup ilk koldan daha fazla kapasitesi vardır.
İkinci kol açıldıktan sonra 8 Mart 1996, 2 Ağustos 2007 tarihlerinde düzenlenen toplantılarda
imzalanan tutanaklar, protokol ve anlaşmalar
boru hattının süresini 2010 yılına kadar uzatmıştır.30
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının
Türk-Irak İlişkileri Açısından Önemi
1972’de Irak petrollerinin millileştirilmesi ile
başlayan süreçte Irak, kendi petrolünü pazarlama hakkını elde ediyordu. Irak, petrol sayesinde
ülke yapılandırılmasını hızlandırmış, devlet bütçesinde önemli artışlar yaşanmıştır.
Toprak reformu çalışmaları hızlanmış, petrolün
millileştirilmesiyle elde edilen petrol gelirleri
toprak reformu için kullanılmıştır.
Irak petrollerinin Akdeniz’e ulaşması konusunda Türkiye ile 1973 yılında anlaşmaya varan Irak
için asıl önemli nokta istikrarın korunması olmuştur. Özellikle Suriye ile yaşadığı su sorunları
neticesinde Suriye ile aralarındaki boru hattını
dahi kapatan Irak, Suriye ile tekrar bir anlaşma
yapmaya yanaşmamaktadır.
Boru hattının inşası öncesinde Türkiye kendi
ham petrol ihtiyacının karşılanması için adımlar
atmış, 1973 yılında bir anlaşma ile Irak’tan 2 milyon ton ile başlayarak her yıl artacak şekilde bir
petrol ihracatı anlaşmasına varmıştır. Bu anlaşmanın geçerlilik süresi 3 yıl olarak kararlaştırılmış ve varil başına miktarın 2,65 dolardan az olacağı da karara varılmıştır. Irak petrollerinin 1972
yılında millileşmesi ile birlikte Irak’ın petrol ithalatında yabancı ülkeler aradan çekilmiş ve bu şekilde fiyat, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler)’in
belirlediği miktarında altında olmuştur.31
Öte yandan Irak petrollerinin 1972 yılında Cumhurbaşkanı General Hasan el Bekr tarafından
İnceleme
Kerkük havzasından ilk çıkarılan petrol Baba Gurgur kuyusundan çıkarılmıştır.
Bununla birlikte Kerkük havzasında Altınköprü, Bayhasan, Cemcemal, Çembur ve Palhane gibi başlıca işletme yatakları vardır.
devletleştirildiği ilan edildikten sonra Irak petrolü üzerinde o zamana kadar söz sahibi olan
ülkeler tarafından Irak petrolünün ihracatı önlenmeye çalışılmıştır.32 Türkiye’ye de bu sürecin
başlarında baskı kuran yabancı petrol şirketleri,
Türkiye’yi bu ekonomik kazançtan alıkoymanın
doğru olmayacağını anlamışlardır. Ancak Irak’ın
başından geçen Kuveyt ve İran savaşlarında da
en büyük etkinin bu millileştirme politikası olduğu da bilinen bir gerçektir.
Irak ile Türkiye arasındaki petrol ticareti, Irak’ta
bulunan Türkmenlerin durumunu da etkilemektedir. Irak hükümeti yıl içinde petrol akışında
sorun yarattığında Türkiye tepki göstermekte ve
buna karşılık Iraklılar Türkmenlere baskı uygulamaktadırlar. 1978 yılında petrol akışında bir
aksama olunca Türkiye, İran ile petrol ticareti
konusunda temasa geçtiklerini açıkladı. Bu temas mal ticareti karşılığında petrol alımını içeriyordu. Ancak buna tepki olarak Irak hüküme-
ti Kerkük’teki Türk Kültür Evi’ni kapatmıştır.33
Petrol unsuru Irak’taki Türkmenlerin durumunu
doğrudan etkiler hale gelmiştir. Türkiye ile petrol
taşımacılığı hususunda sorun yaşayan Saddam
Hüseyin her fırsatta Türkmenler üzerindeki baskısını arttırmıştır.
Körfez Savaşı ve Kerkük-Yumurtalık Petrol
Boru Hattı
Türkiye I. Körfez savaşı sırasında “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışıyla hareket etmeye çalışmış,
uluslararası hukuk kurallarına uyma yükümlülüğü hissetmiştir. 6 Ağustos 1991’de Irak’a karşı ilk
ambargo kararını çıkaran Birleşmiş Milletlerin
bu kararına 7 Ağustos’ta ikinci ülke olarak Türkiye uyduğunu açıklamıştır.
Bu kararlara uygun olarak Türkiye, Erhaç ve İncirlik hava üslerini koalisyon kuvvetlerine açmış,
Çekiç Güç’e onay vermiştir. Bu durum iktidar ve
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
73
İnceleme
muhalefet partileri arasındaki gerilimi arttırmış,
siyasi partiler çekişme içine girmiştir.
sına rağmen,37 7 Ağustos’ta bunların tersine bir
karar alınmıştır.
Körfez savaşı sırasında Irak’ın ekonomik durumu
kötüydü. Bağdat yönetimi dış borç bulamamanın sıkıntısını yaşarken, Arap devletlerinin geri
ödeme talepleri ile uğraşıyordu. Irak’ın 2 Ağustos 1990 günü Kuveyt’i işgal etmesi, ABD’nin 17
Ocak 1991’de hava operasyonu ve 24 Şubatta da
kara operasyonu yürütmesine yol açmış olup 28
Şubatta ateşkes anlaşması imzalanmıştır. Irak
BM yetkilisi M. Ahtisaari’ye göre Irak bu savaş
sonrasında sanayi öncesi toplum seviyesine düşmüştür.34
Birleşmiş Milletler ambargo kararlarını açıklamadan önce başta ABD ve İngiltere olmak üzere
pek çok ülkede Türkiye’nin Kerkük-Yumurtalık
petrol boru hattının kapatılması görüşü otaya
atılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, BBC’ye yaptığı
açıklamada Irak’ın durdurulmasının en önemli
yolunun Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın boru
hatlarını kapatmasından geçtiğini dile getirmiştir.38 Kissinger’a sorulan bir soruda ise Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından taşınan
petrolün yüzde 60’ını Türkiye’nin satın aldığını
ve boru hattını kapatması durumunda neler yaşanabileceği soruldu. Kissinger bu soruya cevap
verirken başka alternatifler olduğunu söylemiş
ancak söylediği alternatiflerin hiçbir şekilde teknik bir altyapısının bulunmadığını göz ardı etmiştir.39
Körfez savaşının bitmesi için küresel güçler Irak’a
baskı uygularken aynı zamanda Türkiye üzerinde
de baskı uygulanmış, Türkiye boru hattını kapatmazsa uluslararası arenada güvenilirliğinin kalmayacağını dile getirmişlerdir. Bu durum karşısında Saddam hükümeti Türkiye’yi tehdit eder
şekilde konuşmuş, Türkiye’nin Irak’ın petrolüne
ihtiyacı olduğu üzerinde durmuştur.35
Batı, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Irak ile aralarındaki petrol boru hatlarını kapatmasının yanında aynı zamanda suyu da kesmesini istemiş
ve bunu bir tehdit unsuru olarak kullanmasını
önermiştir. Ancak Türkiye hiçbir zaman suyu
tehdit unsuru olarak kullanmamıştır.36 Irak’ta bu
tehditler karşısında boş durmayarak Türkiye sınırındaki asker sayısını arttırmıştır.
1973 yılındaki petrol şokundan sonra ikinci petrol şoku, Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali ile başlamıştır. Bu kriz Irak’ın petrol ile ilintili ilk krizidir.
Bu krizle birlikte petrol fiyatları iki katına çıkarken, Batının büyüme hızı kesilmiştir. ABD’nin
Irak üzerine düzenlediği operasyonlarda bu
petrol istikrarsızlığı önemli olmuş ve 2003 Irak
savaşının da temellerini oluşturmuştur. Petrol
fiyatları ancak 1998 yılında normal seviyelerine
düşmüştür.
Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra toplanan Milli
Güvenlik Kurulu’nda, Meclise sunulacak tavsiyeler arasında Irak ile ilişkilerin kesilmeyeceği,
boru hattının kapatılmayacağı ve İncirlik üssünün kullandırılmayacağı gibi beyanlar yer alma-
74
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Uluslararası arenada Avrupa topluluğu ve Amerika Birleşik Devletleri ambargo kararları konusunda ortak bir noktada buluşmaya çalışırken,
Türkiye üzerinde kurulan baskı Türkiye’yi ağır
kayıplara itmiştir. AT ülkeleri ambargo kararı
konusunda görüş birliğine varır iken abluka konusunda ABD ve İngiltere ile aynı görüşü savunmamaktadırlar.
BM Güvenlik Konseyi Kararları ve Türkiye
2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal eden Irak için
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 6
Ağustos 1990 tarihli 661 sayılı ambargo kararına
Türkiye destek vereceğini açıklamış, 7 Ağustos’ta
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapatılma
kararı gündeme gelmiştir. Irak ve Kuveyt’e ilaç
ve gıda maddesi dışında her türlü malın ithalatı
ve ihracatı durdurulurken, Irak’ın ve Kuveyt’in
Türkiye’de bulunan tüm mal varlıklarının dondurulduğu da duyuruldu. BM’nin kurucu üyesi olduğu belirtilen Türkiye’nin, alınan karara
uyması da beklenen bir durumdu. 1989 yılında
Irak’tan yaklaşık 10 milyon ton petrol alınırken,
1990 yılında ambargoya kadar 5,5 milyon ton
petrol alınmıştır. Anlaşmada geçerli olan rakam
ise 6,7 milyon ton petroldür. Ancak alınan mik-
İnceleme
tarın Türkiye’nin petrol ithalatında sıkıntıya yol
açmayacağı söylenirken bu durumun Türkiye’ye
500 milyon dolarlık bir yük getireceği de bilinmekteydi.40
Ambargo kararında petrol boru hattının kapatılması ise bir şarta bağlanmıştır. Irak petrollerinin
Suudi Arabistan ve Türkiye aracılığıyla dünya pazarına aktarıldığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin
tek taraflı olarak boru hattını kapatmasının sadece Türkiye’nin zararına olduğu ve bu durumun
Irak’ı yıpratmayacağı dile getirilmiştir. Suudi
Arabistan’ın Irak petrol tankerlerinin geçişine
izin verilmemesiyle birlikte Türkiye ambargo
kararına harfiyen uymuştur. Bugüne dek ambargo uygulanan bir ülke olan Türkiye, ilk defa bir
devlete ambargo uygulamakta olup bu konuda
iki kurum görevlendirmiştir. Dışişleri Bakanlığı
ve Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ambargo
uygulamalarını yönetmekle birlikte, Irak ile gıda,
ilaç ve tıbbi malzeme dışında hiçbir şekilde ithalat ve ihracat yapılmadığı da karara bağlandı.41
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye’nin
Batılı ülkelerden beklentileri o dönemdeki yaşananları açıklığa kavuşturmaktadır. Avrupa
Topluluğu’na girmek isteyen bir Türkiye’nin en
büyük destekçisi ABD’dir. ABD’nin kararlarına
uygun hareket etmesi onun AT’de önünü açabilir. O dönemde yaşanan bir diğer gelişme de
Kıbrıs Rum kesiminin tam üyelik başvurusunun
askıya alınması ihtimaliydi. Batıyla ortak hareket
eden bir Türkiye’nin lehine karar verilmesi düşüncesi ile hareket edilmiştir. Ayrıca Türkiye’nin
iç siyasal gelişmeleri de Irak’a ambargo kararını
etkilemiştir. Kürt sorununda Batının desteğini
almayı hedefleyen Türkiye, Irak’a ambargo konusunda kararlı davranmıştır. Bir diğer sorun
da Amerika’nın Ermeni meselesindeki tutumudur. Ermeni meselesinde taraflı davranıldığını
düşünen Türk tarafı Amerika’nın bu tutumunu
değiştirmesini istemiştir. Bu amaçlarla ABD ile
iyi ilişkiler kurulmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin
beklediği bir diğer unsur da dış kredilerdir. Boru
hattının kapatılmasıyla birlikte ekonomik olarak
sorunlar yaşayacaklarını belirten Türk tarafı dış
kredilerin önünün açılmasını istemiştir. Ayrıca
olası bir Sovyet tehdidine karşılık Amerika’nın
askeri yardımlarda bulunmasını isteyen Türkiye,
NATO’daki önemini de arttırmayı hedeflemiştir.42 Bu gibi amaçlarla BM’nin ambargo kararını uygulamaktan çekinmeyen Türkiye, komşusu
Irak’ı ikna yoluna girmemiş, ekonomik ilişkilerini kesmiştir.
Saddam Hüseyin ise Türkiye ile Suudi
Arabistan’ın uyguladığı ambargo kararı ve Batının birlikte hareket etmesi neticesinde komşusu
İran ve Suriye ile iyi ilişkiler kurmaya çalışmış ve
Kuveyt’i ilhak ettiğini ilan etmekten geri adım
atmamıştır. Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere ambargo kararının yanında abluka uygulamasının da olması gerektiğine inanmış ancak
diğer Avrupa ülkeleri abluka kararını hoş karşılamamışlardır. Başta Fransa olmak üzere Almanya,
İtalya, Hollanda gibi ülkeler abluka ve müdahaleye karşı olduklarını belirtmişlerdir.43
Körfez Krizi sonrasında BM’nin uyguladığı ambargolar ile Irak ve Türkiye arasındaki ticari
ilişkiler durma noktasına gelmiştir. 1995 yılında
ambargoların kısmen kalkması ile ticari ilişkiler
başlamış ve Türkiye Irak’ın dış ticaretinde büyük
pay almaya çalışmıştır. Eylül 1996’da Irak’a BM
Güvenlik Konseyi kararınca “oil for food” uygulaması başlatılması planlanıyordu. Bu uygulama
20 Mayıs 1996’da BM Güvenlik Konseyi’nde alınan 986 nolu karara göre yapılacaktı. Yine bu
karara göre Irak, Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru
Hattı ve diğer yollardan petrol ihraç edecekti. Bu
6 ay içinde 2 milyar dolar petrol geliri demekti.
Yapılacak olan ihracat BM görevlilerinin gözetiminde gerçekleşecekti ve ihracattan elde edilen
gelir BM’nin belirlediği New York’taki bir bankada toplanacaktı. Daha sonra Irak, temel ihtiyaç
maddelerinin temini için firmalarla görüşecek
ve yapılan anlaşmalar BM tarafından incelenecekti. İhracatçı firmalar, paralarını BM’nin gözetiminde söz konusu bankalardan alacaktı. Irak
elde edeceği gelirin yalnızca yarısını temel ihtiyaç maddelerine harcarken, yüzde 15’ini Kuzey
Irak’taki halkın ihtiyaçlarının giderilmesine harcayacak, yüzde 35’ini de savaş tazminatı olarak
ödeyecekti.44
Yabancı ülkelerden gelecek gıda yardımları için
BM Dünya Gıda Programı (WFP) orada görev
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
75
İnceleme
Irak hükümeti BM’nin gıda karşılığında petrol akışını öngören 986 sayılı kararını kabul etmediğini 16 Mayıs 1995 tarihinde ilan etti. Bu karar Irak petrollerinin Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından akışını
mümkün kılarken, Irak’ın petrolden elde edeceği gelirin bir kısmını da
Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürtlere vermesi gerektiği için bu karara
karşı çıkılmıştır.
yapacaktı. Kuzey Irak’taki vatandaşlara gelen
yardımları BM görevlileri dağıtacak ve denetimden sorumlu olacaklardı. Ancak KDP ve KYP
liderleri bu görevi kendileri yapmak istiyorlardı.
Buradaki amaç gelen yardımları provoke etmekti. Bu amaçla, yardım için gelenlere karşı olay
çıkardılar.45 Türkiye ise Irak’a yaptığı gıda yardımlarını WFP üzerinden yapmak istememiş,
Kızılay’ın yaptığı yardımlar BM raporlarında yer
almamıştır. Kızılay Kuzey Irak’a ilk defa 1993 yılının Ekim ayında yardım göndermiştir. 1994 yılı
itibarıyla bölgede 268.000 aileye düzenli yardım
dağıtmış, yaptığı yardım 1,5 milyonluk bir nüfusu kapsamıştır. 1995 yılında 224.000 ve 1996
yılında 260.000 aileye yardım dağıtıldı. Zaho’dan
Süleymaniye’ye kadar bütün etnik gruplar yararlandı.46 1990 yılından bu yana Irak’a insani
yardımda bulunan Türkiye, Kızılay ile birlikte
faaliyetlerine 2003 Irak savaşından bu yana hız
kazandırmıştır.
ABD 3 Eylül 1991’de Irak’a müdahale kararı verdi. Bu müdahalenin hukuki dayanağını BM güvenlik Konseyi’nin 5 Nisan 1991 tarihli 688 sayılı
kararını gösterdi. Bu karar Saddam Hüseyin’in
ülkesindeki azınlıklara karşı baskı uygulamasını yasaklıyordu.47 ABD Dışişleri Bakanlığı,
Türkiye’nin Kuzey Irak’ta 5-10 km derinliğinde
bir güvenlik bölgesi oluşturmasını desteklediğini
duyurdu.48 Güvenli bölge oluşturma girişimine
başta Bağdat tepki gösterdi. Arap ülkeleri de bu
durumun bir Arap devletin egemenlik hakkının
ihlali olduğunu dile getirerek tepki göstermişlerdir.49
76
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının
Kapanmasının Türk-Irak İlişkilerine Etkisi
7 Ağustos 1990’da ambargo kararlarını uygulamaya başlayan Türkiye’nin aradan bir yıl geçmeden uğradığı kayıp yaklaşık 350 milyon dolar
olmuştur. Botaş’ın uğradığı bu kayıp sonucunda
26 Temmuz 1991’de Dışişleri Bakanlığı yetkilileri boru hattının açılması yönünde kararın çıkarılmasını istedikleri ilettiler.50 Dönemin Botaş
Başkanı Oktay Vural’ın yaptığı bir açıklamada,
Irak ile yapılan anlaşma gereği boru hattından
her gün için 800 bin dolarlık kira gelirlerinin olduğunu anlıyoruz. Suudi Arabistan ile Irak arasındaki boru hattının hasara uğraması nedeniyle
Türkiye’nin Irak’ın petrollerini ilaç, gıda ve tıbbi malzeme karşılığında taşınabileceği dönemin
öne çıkan unsurlarından biri oldu.
Türkiye Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru hattının
kapatılması ise Sovyetler Birliği, Suudi Arabistan, Cezayir ve Libya’ya yönelmiş ve petrol ihtiyacını bu ülkelerden karşılamaya çalışmıştır. Ancak Irak ile olan yakınlık nedeniyle ulaşım masrafları daha azdır. Bu ülkelerden petrol alışverişi
yapılması bizi yüzde 30 daha çok zarara uğratmaktadır.51 BM Güvenlik Konseyi’nin Gıda Karşılığı Petrol Programı kapmasında boru hattının
açılması çalışmaları sürerken bu hattın açılmasıyla birlikte Türkiye’nin kazancının 70-80 günlük bir kullanımda bile 72 milyon dolar olacağı
belirtilmiştir. Boru hattının açılması halinde Irak
6 ayda 13 milyon ton petrol akışını gerçekleştirebilecekti. Kararın alınmasıyla birlikte de Irak’ın
elde ettiği petrol gelirinin bir kısmının insani ih-
İnceleme
tiyaçlara ayrılacağı bir kısmının da savaş tazminatı olarak kullanılacağı ve bu petrol gelirinin de
BM gözetiminde tutulacağı görüşleri vardı.52
Bu düşüncelerle 19 Eylül 1991’de Irak’a bir kereliğine mahsus petrol satışı imkânı tanındı. Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği kararda genel sekreter Perez de Cuellar raporu onaylayarak Irak’ın
Türkiye üzerinden 1,6 milyar dolarlık petrol satmasına izin verdi. Türkiye bu raporun açıklanmasının ardından elde etmek isteği kazancın 264
milyon dolar olmasını istediğini belirtti.53
Kerkük-Yumurtalık Petrol Botu hattının açılmasını isteyen tek taraf Türkiye olmamakla birlikte
Iraklı yetkililer boru hattının tamamen açılması
için Ankara ile sık sık görüşmeler gerçekleştirmişlerdir.54 1995 yılına gelindiğinde petrol boru
hattının kapalı olmasından dolayı 20 milyar dolar zarara uğrayan Türkiye, ambargonun kaldırılması için BM’yi ikna etmeye çalışmaktadır.55
Türkiye bütün bu görüşmeler sürerken boru
hattının çürümesini engellemek için uğraşmakta ve ileride daha fazla maddi kayba uğramamak
için çaba sarf etmektedir. Irak’tan gelen petrolün
yanı sıra Azerbaycan ve Kazakistan petrollerinin
o dönemde Türkiye’den geçmesi yönünde bir
takım görüşmeler olmuştur. Bakü-Ceyhan boru
hattının Kerkük-Yumurtalık boru hattına bağlanması yönünde görüşmelerde bulunan Türk
hükümeti Irak’ın bu duruma karşı çıkması durumunda elinde bulunan Irak’ın Türkiye’ye borcu kozunu kullanmaktan çekinmeyeceklerini de
dile getirmişlerdir.56
Irak hükümeti BM’nin gıda karşılığında petrol
akışını öngören 986 sayılı kararını kabul etmediğini 16 Mayıs 1995 tarihinde ilan etti. Bu karar Irak petrollerinin Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattından akışını mümkün kılarken,
Irak’ın petrolden elde edeceği gelirin bir kısmını
da Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürtlere vermesi
gerektiği için bu karara karşı çıkılmıştır. Petrol
satışının Basra Körfezindeki Mina el Bakr limanından olması gerektiğini dile getirerek asıl sorunun Kerkük-Yumurtalık boru hattı mı olduğu
sorusunu akıllara getirmiştir.57 Ancak ülkesinde
yaşanan sorunlarla başa çıkmakta zorlanan Saddam Hüseyin bir takım değişikliklerle bu kararı
kabul etmek zorunda kalmıştır. Değişiklik yapılmasını istediği hususlar ise şu şekildedir: a) Irak
hükümeti kendi kontrolü altında bulunan bölgelerde ilaç ve gıda dağıtımını kendisi üstlenecek.
b) Irak’ın kuzeyinde ise dağıtım BM yetkilileri
tarafından yapılacak c)Türkiye’ye ödenecek geçiş
ücreti daha fazla petrol akışı karşılığında kabul
edilecek d) petrol gelirinin yatırılacağı banka BM
Genel Sekreteri Gali tarafından belirlenecek.58
Ambargonun 1996 yılında 986 sayılı karar ile kısmen kalkmasıyla birlikte Türkiye rahat bir nefes
aldı. BM temsilcisi ile Irak temsilcisi 6 ayda 2 milyar dolar yani 16 milyon ton petrol ihracı için anlaşırken bunun büyük bir kısmı Yumurtalık’tan
geçecektir. Türkiye bu taşıma olayından 80-85
milyon dolar geçiş parası alacaktır. BM’nin aldığı
karar çerçevesinde ise Irak’a ihracat serbestleşmiş ve Türkiye’nin Irak’a yapacağı ihracat gelirinin 1 milyar dolara yakın olacağı söylenmiştir.
Irak petrollerinin Suriye’den geçişi de mümkün
gözükmemektedir. Irak ile Suriye arasında bulunan iki boru hattından biri Suriye’nin gaz ihtiyacı için kullanılmaktadır. Bunun petrol akışı
için kullanımı ekonomik olarak çok masraflıdır.
1982’den beri kapalı olan diğer boru hattının
özellikle Suriye tarafı oldukça hasar görmüştür.
Bu durumda Irak’ın petrol ihracı için Türkiye’den
başka iyi bir müttefik gözetilemez.59
Ambargonun tamamen kalkması ile birlikte Türkiye yılda 116 milyon ton Irak petrolünü
Akdeniz’e taşıyacak ve yılda 10,5 milyar dolar
kazanç elde edecektir. Ayrıca Türkiye ayda 2030 milyon dolar civarında petrol geliri elde edecektir.60 Ancak Irak hükümeti Haziran 1997’de
ABD’nin bölgede yapmış olduğu uygulamalardan şikâyetçi olduğunu ve bu nedenle hattı kapatacağını söyleyerek bölgede bir gerginlik yaşanmasına sebep oldu. Irak’ın gıda karşılığında petrol olarak sattığı 2 milyar dolarlık petrol satışını
bir 6 aylık dönem için daha uzatacak olan BM
Güvenlik Konseyi 1111 sayılı kararının uygulamasını askıya alacağını açıklarken, ABD’nin engellemesi nedeniyle ülkelerine gıda ve ilaç maddelerinin ulaşmadığını söyledi.61
Türkiye’nin İncirlik hava üssünde bulunan Amerika Birleşik Devletlerinin uçakları da 1999 yı-
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
77
İnceleme
19 Eylül 2010’da Bağdat’ta imzalanan anlaşma ile koşullar iyileşmiş ve Türkiye ile Irak arasındaki boru hattından petrolün nakliyatı
15 yıllığına Türkiye’ye verilmiştir.
lında Kerkük-Yumurtalık Boru hattını yanlışlıkla
vurduklarını açıklamıştır. Sabotaj olarak düşünülen bu durumun karşısında boru hattının tamiri için ABD üzerine düşeni yapmamış ayrıca
da Türkiye’nin boru hattını tamir aşamasında da
önüne engeller çıkarmıştır.62
2003 Irak Savaşı ve Kerkük-Yumurtalık Petrol
Boru Hattı
2003 Irak savaşı, I. Körfez Savaşı’nın devamı niteliğinde bir savaştır. Amerika Birleşik Devletleri, Körfez’in güvenliğini sağlamak ve petrolün
dünya piyasalarına güvenli şekilde aktarımını
gerçekleştirmek için başlattığı askeri operasyonlar 2003 yılında da devam etmiş olup, bu durum
bölge ülkeleri ile birlikte Türkiye’yi de olumsuz
etkilemiştir. 3 Kasım 2002’de seçimlerin tamam-
78
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
lanmasından sonra AKP hükümeti iktidara geçmiş ve ABD’nin Irak’a müdahale isteğinde yeni
bir süreç başlamıştır. Tezkere çıkması konusunda ısrarlarını devam ettiren ABD, Türkiye’ye bu
konuda baskı yapıyor ve biran önce Irak’a girmek istiyordu. Türkiye’nin bu konudaki endişelerinin farkında olan ABD, Kuzey Irak’ta federal
bir yapının mümkün olmayacağını dile getirerek
Türk hükümetini ikna etmeye çalışıyordu. Müzakereler devam ederken 4 Şubat 2003’te yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında ABD’ye verilecek izin tezkerelerini bölme kararları alındı.
Amerikan askerlerine Türkiye’de üs temin eden
1. Tezkere 6 Şubatta meclisten geçti. Bu tezkere Amerikan askerlerinin 3 ay süre ile Türkiye’de
kalmasına olanak sağlıyordu.63 Kuzey Irak’a ABD
ile birlikte girilmesini içeren 2. Tezkere, yaşanan
müzakereler sonucunda mecliste salt çoğunluğu
İnceleme
sağlayamadığından reddedildi. 1 Mart 2003’te
reddedilen bu tezkere Türk halkı arasında sevinçle karşılanırken, çoğu siyaset bilimci ve siyasiler tarafından hüsranla karşılandı. ABD ile
müzakerelerde başı çeken diplomat Deniz Bölükbaşı bu olayı “1 Mart Tezkere Vakası” olarak
nitelendirmiş ve bu vakanın PKK’nın işine yaradığını dile getirmiştir.64
2003 yılına gelindiğinde de bölge ekonomisinde
1980’li yıllardakine benzer bir hareketlilik yaşanmıştır. BM ambargosunun 22 Mayıs 2003 yılında
kalkmasıyla birlikte Türkiye ile Irak arasında ticari ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır. Bu tarihten itibaren dış ticaret rejimine uygun bir ticaret
yaşanmış ve bölge gelirleri daha çok artmıştır.
Türkiye Irak müdahalesi sonrasında İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmış, ABD’nin
bu ülkelere olası müdahalesi halinde ortaya çıkacak kaosu göstermeye çalışmıştır. Bu ülkelerin
de ortak sorunu olan PKK terör örgütü için ortak
girişimlerin çalışmaları atılmıştır. İstanbul’da düzenlenen “Irak’ın Komşuları” toplantılarında girişimler hızlandırılmaya çalışılmıştır.65 Irak operasyonu Türkiye’nin terör korkusunu arttırmış,
Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulacağı
endişesi ile dış politika belirlenmeye başlamıştır.
2003 Irak Savaşından sonra olası bir Kürt devletine yönelik politikalar geliştiren Türkiye son
yıllarda Irak’a yaptığı ihracatta en çok Irak kuzey
bölgesine ihracat yapmıştır.
Türkiye’nin yapmış olduğu ihracat ve ithalat
tablolarına Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’ndan
bakıldığında, Irak ile ticari ilişkilerin 2003 Haziran ayında başladığı görülebilmektedir. Bu ticari ilişkilerde en çok dikkat çeken Türkiye’nin
Irak karşısındaki ihracat oranlarıdır. Türkiye’nin
ihracatta bulunduğu 233 ülke ve bölge arasında
2003 yılındaki 7 aylık süre içerisinde bile Irak 12.
sırada yer almıştır. Daha sonra artarak ilerleyen
ilişkiler ile 2011 yılında Irak Türkiye’nin en fazla ihracat geliri elde ettiği ikinci ülke olmuştur.
2011 yılındaki ihracat gelirlerine bakıldığında
Almanya birinci sırada yer almaktadır. Almanya gibi bir ülkenin bu listenin başında yer alması
şaşırtıcı değildir. Amerikan işgalinin ardından
AKP yönetimindeki Türkiye bu işgalden çıkar
sağlayan ülkelerin başında gelmiştir. Yıllık or-
talama 5 milyar dolarlık ticaret hacmine ulaşmayı başaran Türkiye, Barzani yönetimindeki
Kürt Bölgesi’ne en çok geliri Habur sınır kapısı
sayesinde kazandırmıştır. Kuzey Irak yönetimi
Habur sınır kapısından geçen Türk tırlarını teftiş
ederken yılda 200 ila 250 milyon dolar arasında
bir gelir elde etmiştir.66 Ayrıca Türkiye’nin 5 Milyar dolarlık ticaret hacminin 1,5 milyar dolarlık
payı ise Kürdistan Federe bölgesindeki inşaat ve
müteahhitlik işlerine ayrılmıştır. Buna ek olarak
Iraklı Kürtler 1 milyon dolar değerinde Türk
malı tüketmektedirler. Irak pazarlarının yüzde
80’ini Türk ürünleri doldurmaktadır.67
PKK terör örgütü ile yaşanan sorunlar ve Irak’ta
bir Kürt Devletinin varlığının resmilik kazanmasından korkan taraflar, Kuzey Irak’a yapılan bu
ticaretin sonlandırılıp terör örgütünün kıskaca alınması gerektiğini de düşünmüşlerdir. Bu
taraflar aynı zamanda Habur sınır kapısını kapatıp Irak’la ticaretin Suriye aracılığıyla kurulması gerektiğini dile getirmişlerdir. Ancak bazı
iş adamları böyle bir durumun yaşandığı anda
Türkiye’nin zarara uğrayacağını ve bu bölgede
bulunan petrol gelirlerinden mahrum kalınacağını dile getirmişlerdir. Elinde petrol gibi değerli
bir kaynak bulunduran bir ülkenin bir kıskaca
alınamayacağını, bu durumun sadece başka dış
güçlerin bölgeyle daha fazla uğraşmasına yol
açacağını söylemişlerdir. Ancak Kuzey Irak yönetimi ihtiyaç duyduğu malların teminini İran,
Suriye gibi bölge ülkelerinden de yapabilir. Ancak bu bölgedeki petrolün güvenli ve istikrarlı
bir şekilde sadece Türkiye’den geçeceğini bilen
Kuzey Irak yönetimi, bu ilişkileri kesmemek için
elinden geleni yapmaktadır. Bu bağlamda bölgede bulunan Pet Oil ve Genel Enerji gibi Türk petrol arama şirketlerinin sayıları arttırılarak bölgede daha çok söz sahibi olunması hedeflenmiştir.68
Türk tarafından yapılan ihracatlar zamanla inşaat ve müteahhitlik alanlarını da aşmış, enerji, turizm, tarım, alt yapı çalışmaları ile birlikte Türk
Hava Yolları’nın da bölgeye yaptığı uçuşlar ile
bölgenin kalkınmasına yardım edilmeye çalışılmaktadır. Ayrıca Erbil’de ilk açılan yabancı banka
da Türkiye’den Ziraat Bankası olması bölgenin
kalkınmasına ne denli önem verildiğinin kanıtıdır.69
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
79
İnceleme
Türkiye dışında pek çok ülkenin de dikkatini çekmeye başlayan Irak’a yapılan ihracatın %70’i Kuzey Irak bölgesine yapılmaktadır. Kuzey Irak’taki
yatırımcıların yarısından fazlasını ise Türk işadamları oluşturmaktadır. 2010 yılında 7,5 milyar doları bulan ticaret hacmi ile Irak’ın Türkiye
için önemi artmaktadır. Burada dikkat edilmesi
gereken bir diğer konu ise Irak’ın Türkiye için
AB ülkelerinden daha önemli bir konuma geldiği noktasıdır. Türkiye AB ülkelerinden biri olan
Almanya’dan sonra en çok ihracatı Irak’a yapmaktadır. Ekonomik bunalım içerisinde olan AB
ülkeleri Irak’ın arkasında kalmaktadır. Fransa,
İngiltere gibi AB ülkeleri Türkiye’nin ekonomisinde Irak’tan sonra gelmektedir.
Dünyada bilinen ve görünür petrol rezervlerine bakıldığı zaman toplam rezervin üçte birinin
Ortadoğu’da yer aldığı bilinmektedir. Bu da petrolün ömrüne biçilen en fazla 70 yılın bölge için
hayati önem taşıdığını göstermektedir. Irak gibi
petrol barındıran bir ülke eğer ki elindeki başka
kaynakları kullanamazsa ekonomik buhranın içine girecektir. Kuzey Kutbunda bulunan petrol ve
doğal gaz rezervlerinin bölgenin önemini düşüreceğinden bahsedilmektedir.70
Yaşanan bütün gelişmelere bakıldığında durumun Türkmenler açısından büyük bir sorun olduğu görülmekte ve Türkmenlerin, 2003 Irak savaşında Türkiye’nin tezkere çıkarmasının kendi
lehlerinde bir durum olduğunu dile getirmektedirler.71
Irak Petrol Yasası Tasarısı, Irak’ın petrol endüstrisini sağlam bir zemine oturtmak için oluşturulduğu düşüncesiyle 2007 yılında ortaya atılmıştır.
Bu yasa tasarısı petrol gelirlerinin paylaşımını,
Irak Milli Petrol Şirketi’nin kuruluşunu ve Irak
Petrol Bakanlığı’nın yeniden organizasyonunu
öngören bir yasadır. Irak Anayasasında ve Irak
Petrol Yasasında, Irak petrollerinin Irak’ın bütün
bölgeleri ve eyaletlerinde yaşayan insanların tümünün ortak malı olduğunu belirtmektedir.74
Petrol yasasının yürürlüğe girmesi 2011 yılını
bulmuştur. Bu süreye kadar beklenilmesindeki
en büyük etken etnik azınlıkların farklı istekleridir. Merkezi Hükümet ve Bölgesel Yönetimin
ayrı ayrı yetkilerinin bulunduğu Petrol Yasasında, Federal Hükümet Irak Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak’ın kuzey petrolleri için tek başına söz
sahibi olmak istemektedir.75
Petrol gelirlerinin paylaşımı noktası ise büyük bir
sorun teşkil etmektedir. Petrol gelirlerinin dağılımının adil olması şartı arandığından nüfusa göre
dağıtılması olanaksız görünmektedir.76
2005 Anayasasında petrol ve doğal gaz kaynaklarının paylaşımı ve gelir kaynaklarının dağılımı
konusunda birbiriyle çelişen maddelerin varlıkları söz konusudur. Irak’ın en verimli petrol bölgesi olan Kerkük için anayasada yer alan çelişkili
maddelerden birisi 140. maddedir. Bu madde
Kerkük’ün statüsü ile ilgili olup, Bölgesel Kürt
Yönetiminin Kerkük üzerinde söz sahibi olmasının yolunu açmıştır.72
Petrol Yasasına getirilen en büyük eleştiri ise
Irak’ın petrol endüstrisinin yabancı şirketlerin
eline geçeceği yönünde düşüncelerdir. Yasa, yatırımcı petrol şirketleri ile Üretim Paylaşım Anlaşmaları imzalamalarına olanak tanımaktadır. Bu
şekilde petrol şirketleri 15 ila 20 yıl arasındaki bir
sınırlandırmayla Irak’ın herhangi bir bölgesinde
petrol kaynaklarını işleyip yeryüzüne çıkarma
olanağı elde etmektedir. Çıkan petrolün gelirini
de ev sahibi hükümet ile paylaşacaktır.77 Irak’ın
petrolünün millileştirildiği düşünüldüğünde bu
yasanın Irak petrollerini liberalleştirdiği görülmektedir.
Irak anayasasında tartışma yaratan diğer maddeler ise 108 ve 109. maddelerdi. 108. madde petrol
ve gazın tüm bölgelerdeki tüm Irak halkına ait
Petrol Yasası için ülkede çeşitli protestolar yaşanırken, bölgesel federe hükümetler kendi bölgelerindeki petrolü çıkartarak gelir elde etme yo-
2007 Irak Petrol Yasa Tasarısı
80
olduğunu belirtiyor. 109. madde ise petrol gelirlerinin dağıtımı konusunda adaletsizliğe uğramış
bölgelerin gözetilmesi konusunu içeriyor.73 Anayasanın getirdiği bu ilkeler toplum içinde karmaşa yaratmıştır. Düzenlemelerin yapılmasını da
yeni çıkacak petrol yasasına bırakılmıştır.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
Petrol yasasının yürürlüğe girmesi 2011 yılını bulmuştur. Bu süreye
kadar beklenilmesindeki en büyük etken etnik azınlıkların farklı istekleridir. Merkezi Hükümet ve Bölgesel Yönetimin ayrı ayrı yetkilerinin
bulunduğu Petrol Yasasında, Federal Hükümet Irak Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak’ın kuzey petrolleri için tek başına söz sahibi olmak istemektedir.
luna gitmiştirler. 2012 yılının Mart ayında Irak
Petrol Bakanlığı’nın yaptığı bir açıklamada 1989
yılından bu yana Irak petrolünün rekor seviyede
ihracata imza attığı vurgulandı. Günlük 2 milyon
317 bin varil petrol ihraç ettiklerini belirten Bakanlık sözcüsü bu durumun hedeflerini büyüttüklerini de söyledi.78
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının
Durumu
27 Ağustos 1973 tarihli ilk anlaşmada boru hattının süresi 30 Temmuz 1985 tarihli anlaşmanın
hükümlerine göre 19 Mart 2010 tarihinde dolmuştur. Ancak iki ülke arasındaki işbirliğinin devamını sağlayabilmek için tekrar bir anlaşmaya
varılmış, boru hattının devamlılığı korunmuştur.
19 Eylül 2010’da Bağdat’ta imzalanan anlaşma ile
koşullar iyileşmiş ve Türkiye ile Irak arasındaki
boru hattından petrolün nakliyatı 15 yıllığına
Türkiye’ye verilmiştir.79
Türkiye’den Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanının, Irak’tan Petrol Bakanının imzaladığı anlaşma yürürlüğe girdiği andan itibaren 15 yıl süre
ile geçerli olacak ve 5 yıl süre ile uzatma imkânı
ise taraflara verilecektir. Anlaşmada dikkat çeken
bir diğer unsur ise boru hattının güvenliğinden
tamamen Türkiye’nin sorumlu tutulmasıdır. Anlaşmanın 12. Maddesinde düzenlenen güvenlik
sorunu Türkiye’nin garantisi altında bırakılmış,
petrolün sürekli akışı için Irak hükümetine bir
sorumluluk yüklenmemiştir.80
Türkiye’den BOTAŞ (Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş.) ve Irak’tan SOMO ( Petrol Pazarlama
Şirketi) bu projeyi üstlenmekte olup, anlaşma
metninde Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının adı Kerkük ile Ceyhan arasındaki Irak Türk
Boru Hattı (ITC) olarak geçmektedir.81 Ayrıca
anlaşma metninde taşıma kapasiteleri ve varil
başına fiyat da belirlenmiş olup, 2010 yılı için 22
milyon ton, 2011 yılı için 27 milyon ton, 2012
yılı için 32 milyon ton ve 2013 yılı için 35 milyon
ton petrol akışı için anlaşmaya varılmıştır. Boru
hattının mevcut taşıma kapasitesi 70,9 milyon
tondur. 2010 yılında varil başına 1.18 dolar ödenecekken, zamanla bu fiyat azalacak olup 2013
yılında varil başına 1.09 dolar ödenecektir.82
Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının yapılan anlaşmalarla petrol akışının devam etmesi
her zaman istikrar içinde olmamıştır. Boru hattına yapılan sabotajlarla çıkar elde etmeye çalışan gruplar varlığını sürdürürken Irak’ın kuzey
bölgesinde yeni bir borunun açılmasını isteyen
gruplar mevcuttur. Türkiye’den Çalık Holding’in
Irak kuzeyindeki petrollerin Silopi-Yumurtalık arasında mevcut hatta paralel yapılacak 640
kilometrelik bir hatla taşınması için Irak Hükümetine başvurulduğu belirtildi.83 Ancak bu boru
hattının Irak Merkezi hükümetini by-pass etmek
için düşünüldüğü de eleştiriler arasındadır. Bu
boru hattı ile Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürt
Bölgesel Yönetiminin elinin güçleneceği de yapılan yorumlar arasındadır.
Irak’tan yapılan ithalatı Kerkük-Yumurtalık Boru
hattı belirlediğinden bu boru hattının da önemi
çok büyüktür. 2007 yılında boru hattının güvenliğinin sağlanması ile petrol ithalatında önemli
artışlar yaşanmıştır. 2008 yılında petrol ithalatı
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
81
İnceleme
1,3 milyar doların üzerine çıkmıştır. BM tarafından Irak’a verilen izinler neticesinde 2010 yılında
Türkiye-Irak Ham Petrol Boru Hattı ile taşınan
ham petrol miktarı 132,278 bin varildir. 2011 yılı
içerisinde de 147,175 bin varil ham petrol Türkiye tarafından taşınmıştır.84
Tüm bu veriler, Irak’ın Türkiye açısından önemini gösterirken en çok dikkate çarpan KerkükYumurtalık Boru hattı üzerinde yapılan sabotaj
eylemleridir. 2003 yılında ABD’nin Irak’a girmesiyle başlayan güvenlik sorunları 2007 yılına
gelindiğinde nispeten giderilmiştir. Ancak halen
daha PKK terör örgütü tarafından bölgeye yönelik sabotajlar devam etmektedir. Boru hatlarının
patlamaya maruz kalması sonucu Türkiye hem
petrol gelirlerinden mahrum kalmaktadır hem
de inşa işleri için fazladan para harcanmaktadır.85
Bu noktada dikkati çeken unsur İsrail’dir. Bilindiği üzere Kerkük-Hayfa boru hattının kapatılmasının nedeni 1948 yılında İsrail devletinin kurulmasıdır. Bu tarihten sonra Hayfa limanı önemini
yitirmiş, İsrail’de bölge gelirlerinden mahrum bırakılmıştır. Petrol rezervi bakımından dünya sıralamasında ikinci sırada yer alan Irak’ın petrollerinin İsrail üzerinden Akdeniz’e ulaşması üzerine çalışmalar yapılmış ancak bu istek gerçekleşmemiştir. Musul-Kerkük-Hayfa boru hatları
60 yıldır çalışmıyor. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı
işgali sonucu ABD’nin emri ile bu boru hatlarının tamir çalışmaları başladı. Hatta İsrail bu tahribatın giderilmesi için Türk müteahhitlere de
başvurdu. Bu boru hatları tamir edilip çalışmaya
başladığında, İsrail Hayfa limanına günde 5 milyon varil petrol taşıyacaktır. Bu projenin gerçekleşmesi durumunda da Kerkük-Yumurtalık Boru
Hattına hiç gerek kalmayacaktır. Ancak burada
dikkat çeken bir nokta ise boru hattının İsrail’e
ulaşması için Suriye’den geçmesi gerekmektedir.
Ancak Suriye ile Irak’ın arası sürekli bir gerginlik içerisindedir. Suriye ise şu an BM’nin ve diğer
büyük güçlerin hedefi durumundadır.86
Büyük Ortadoğu projesi olarak dillendirilen projenin ise İsrail’e petrol ulaştırılması olarak nitelendirilmekte ve bu noktada Suriye, Irak, Türkiye
gibi ülkelerde çatışma ortamı yaratılmaktadır.
82
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Sonuç
Kerkük-Yumurtalık Boru Hattının istikrarı hem
Türkiye hem de Irak için büyük bir öneme sahiptir. Türkiye için ekonomik önem taşımakla birlikte aynı zamanda siyasi de bir önem taşıyan boru
hattının istikrarının korunması, Türkiye’nin iç siyasal sorununun çözülmesi için büyük bir adım
teşkil etmektedir.
Türkiye 1990 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına uyarak büyük bir ekonomik kayıp yaşamıştır. Bu kaybın karşılanması için
ABD’ye başvursa da bu kayıp karşılanmamıştır.
Tüm kararlarda ABD’nin yanında yer almaya çalışan ve bu durumu kendi siyasal çıkarları için
olmazsa olmaz gören Türkiye’nin uzun süreli bir
kayıp yaşaması doğaldır. Ambargonun uygulanmaya başlanması ile Türkmen sorunu had safhaya varmış ve Irak Türklerine siyasi çıkar amaçlı
baskılar uygulanmıştır. Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının yapım anlaşmasının 1973’te
imzalanması ile birlikte Türkmen unsuru petrolün düzenli akışı için Irak Hükümeti tarafından
kullanılmıştır.
Türkiye’nin Irak hükümeti ile olan ilişkilerinde
sınıraşan sular konusu dikkat çekici unsur olmakla birlikte Kerkük-Yumurtalık Petrol boru
hattı daha büyük önem taşımaktadır. 1973 yılından bu yana Türkiye ile Irak arasındaki ilişkileri
bu boru hattı belirlemiş ve 1990 yılındaki ambargonun en büyük yükünü Türkiye çekmiştir.
1. Körfez savaşında koalisyon güçlerinin Irak’a
girmesine yeşil ışık yakan ve Irak’ın kuzeyine
askeri operasyon düzenleyen Türkiye, 2003 Irak
savaşında Amerika Birleşik Devletleri’nin yanında yer alarak Irak’a girmemiştir. 1 Mart tezkeresinin çıkmamasını büyük bir siyasi hata olarak
nitelendirilen siyasi kişiler için ülkemizde PKK
terörünün giderek artmasının nedenini ise yine
bu tezkerenin çıkmamasıdır. Türklerle işbirliği
yapamayan ABD, Kürtlerle işbirliği yapma yoluna girmiştir ve bu durum yine Türkmenlerin
yaşamını tehlikeye sokmuştur.
Türkiye tezkerenin çıkmamasını ağır bedellerle ödemiştir ve ödemektedir. Irak Kürt Bölgesel
İnceleme
Yönetiminin, Irak Merkezi Hükümeti ile yaşadığı sorunlarda Türkiye Kürt Bölgesel Yönetimi ile birlikte hareket etme girişimlerinde de
bulunmuştur. Çünkü bu durum petrol akışının
istikrarını etkilemektedir. Boru hattına sabotaj yapılmaması ve daha çok maliyet çıkmaması için Türkiye çaba sarf etmektedir. Son olarak
bölgesel Kürt Yönetiminin isteğiyle üçüncü boru
hattı yapılması üzerinde durulmuştur. Ancak bu
durum söz konusu olursa Kerkük ve bölgesinde
Kürtlerin söz sahibi olması ve Türkmenlerin göz
ardı edilmesi an meselesidir. Böyle bir durumun
yaşanması da bir Kürt Devletinin oluşmasını
mümkün hale getirecek ve Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesinin durumu da tehlikeye
girecektir.
Son olarak, Irak petrollerinin taşınması noktasında Irak merkezi hükümetiyle birlikte hareket
edilmesi halinde bölgede istikrar sağlanabilir.
Olası bir Kürt devleti bölgede daha çok sorun çıkaracağı için bu konuda dikkatli olunmalıdır.
O
DİPNOTLAR
“Petrol Nedir?”, Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, www.pigm.gov.tr, (e.t.15.03.2012)
Silleli T., 1958’den Günümüze Türkiye-Irak İlişkileri, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2005, s. 2.
3 Bayramoğlu D., Irak’ı Yaratan Kadın Casus Gertrude Bell, Hurarşiv.hürriyet.com.tr, 22 Mart 2003, s.3-4.
4 Alkin K., Atman S. “Küresel petrol stratejilerinin jeopolitik açıdan Dünya ve Türkiye üzerindeki etkileri”, İstanbul
Ticaret Odası, 2006, s.59.
5A.g.e.
6A.g.e.
7 Doğanay, H., Ekonomik Coğrafya 2, Enerji Kaynakları, Genişletilmiş 2.Baskı, Şafak Yayınevi, Erzurum, 1998, s.310.
8 Karabulut, Y., a.g.e., s.81.
9 Kona G., “İkinci ABD Operasyonu Sonrası Irak’ın Ekonomik Görünümü ve ABD’nin Irak’a İlişkin Ekonomik Planları”, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Kırgızistan, Eylül 2006, Sayı:10, s.6.
10 “Amerikan Hükümeti Tarafından Açıklanan Resmi Enerji İstatistikleri”, www.eia.gov/countries/country-data.
cfm?fips=IZ, 14 Temmuz 2010, (e.t. 19 Mart 2012).
11 “Barzani Petrolü İçin Yeni Boru Hattı”, Aydınlık Gazetesi, 6 Mart 2012, s.1.
12 Korol A., “Irak Petrolü ve Uluslararası Şirketlerin Rolü”, www.orsam.org.tr, 23 Aralık 2011.
13 Ayışığı M., a.g.m.
14 “Suriye’li Kürt Askerler Kuzey Irak’a Sığındı.”, www.hurriyet.com.tr, 27 Şubat 2012.
15 Ateş H., “Kuzey Irak Değil Irak’ın Kuzeyi”, www.askerhaber.com, 20 Ocak 2012.
16 Ayışığı M., a.g.m.
17 Duman B. “Irak’ta Son Tango: Kürtler ve Petrol”, www.kerkukvakfi.com, 8 Aralık 2006.
18 Duman B., “Irak Petrolü ve Efsane Projeler”, www.haber10.com, 30 Aralık 2007.
19 Duman B., a.g.m., 30 Aralık 2007.
20 Erdoğan T., “Büyük Ortadoğu Projesi Çerçevesinde Petrolün Yeniden Dağılımı”, www.emo.org (Elektrik Mühendisleri Odası), Enerji Dergisi, Eylül 2007, Sayı:3, s.82.
21 Duman B., a.g.m.30 Aralık 2007.
22 “Barzani Petrolü İçin Yeni Boru Hattı”, Aydınlık Gazetesi, 6 Mart 2012, s.1.
23 Korol A., “Irak Petrolü ve Uluslararası Şirketlerin Etkisi”, www.orsam.org.tr, 23 Aralık 2011.
24 “ BOTAŞ Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş., 2008 Yılı Sektör Raporu”, Ankara, www.enerji.gov.tr, s.26.
25 “Türkiye’ye 625 km. Petrol Boru Hattı Döşeniyor”, Milliyet Gazetesi, 28 Ağustos 1973, s.9.
26 TBMM Tutanakları, 27 Ağustos 1973 Tarihli Ham Petrol Boru Anlaşması, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc058/kanuntbmmc058/kanuntbmmc05801835.pdf, (e.t. 21 Kasım 2011).
1
2
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
83
İnceleme
27 “Türk Irak Petrol Hattı Bakanlar Kurulunda Görüşüldü.” Milliyet Gazetesi, 24 Ağustos 1973.
28 Över K. G., Vaat Edilmiş Topraklarda Ölüm Kokusu: Kuzey Irak Dosyası, Papirüs Yayınları, İstanbul, 1999, s.182.
29 TBMM, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Irak Cumhuriyeti Hükümeti Arasındaki 27 Ağustos 1973 Tarihli Ham
Petrol Boru Hattı Anlaşması ve Sonrasındaki İlgili Anlaşmalar, Protokoller, Toplantı Tutanakları ile Eklerinin Tadiline İlişkin Değişiklik Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri Komisyonu Raporu (1/988), Yasama Yılı:5, Dönem:23, 10 Aralık 2010. http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem23/
yil01/ss617.pdf, (e.t. 15 Mart 2012)
30 TBMM, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Irak Cumhuriyeti Hükümeti Arasındaki 27 Ağustos 1973 Tarihli Ham
Petrol Boru Hattı Anlaşması ve Sonrasındaki İlgili Anlaşmalar, Protokoller, Toplantı Tutanakları ile Eklerinin Tadiline İlişkin Değişiklik Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri Komisyonu Raporu (1/988), Yasama Yılı:5, Dönem:23, 10 Aralık 2010, http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem23/
yil01/ss617.pdf, (e.t. 15 Mart 2012).
31 Yalçın N. “Irak Petrol İthalatı Anlaşması Yapıldı”, Milliyet Gazetesi, 5 Ocak 1973, s.7.
32 Yalçın N., “Irak Petrolünün Satışı Önlenecek”, Milliyet Gazetesi, 3 Haziran 1972, s.9.
33 “Irak Kerkük’teki Türk Kültür Evini Kapattı.” Milliyet Gazetesi, 23 Şubat 1978, s.12.
34 Över K. G., a.g.e., s.116.
35 Öymen Altan, “Zorbalığa Karşı”, Milliyet Gazetesi, 6 Ağustos 1990, s.1.
36 “Şimdi de Fırat’ın Suyu”, Milliyet Gazetesi, 6 Ağustos 1990, s.9.
37 “Irak Askerini Çekiyor.” Milliyet Gazetesi, 4 Ağustos 1990, s.1.
38 Tüzecan T., “Gözler Yumurtalık Hattında”, Milliyet Gazetesi, 4 Ağustos 1990, s.9.
39 Tüzecan T., “Gözler Yumurtalık Hattında”, Milliyet Gazetesi, 4 Ağustos 1990, s.9.
40 “Ambargoya Evet”, Milliyet Gazetesi, 8 Ağustos 1990, s.15.
41 Doğan Z., “Ambargonun Acemisiyiz”, Milliyet Gazetesi, 16 Ağustos 1990, s.14.
42 Batur N., “Türkiye’nin 7 Beklentisi”, Milliyet Gazetesi, 16 Ağustos 1990, s.14.
43 “Avrupa Yan Çiziyor”, Milliyet Gazetesi, 17 Ağustos 1990, s.14.
44 Över K. G. A.g.e., .179.
45 Över K. G. A.g.e., s.180.
46 Över K. G. A.g.e., s.181.
47 Över K. G. A.g.e.,, s.182.
48 Över K. G. A.g.e., s.188.
49 Över K. G. A.g.e., s.188.
50 “Petrol Boru Hattı Açılma Emri Bekliyor” Milliyet Gazetesi, 27 Temmuz 1991, s.16.
51 Öyman Ö. K., “Botaş Hattın Açılması İstiyor”, Milliyet Gazetesi, 12 Haziran 1991, s.19.
52 “Boru Hattı Yakında Açılacak”, Milliyet Gazetesi, 10 Ağustos 1991, s.5.
53 “Irak Petrolü Serbest”, Milliyet Gazetesi, 20 Eylül 1991, s.4.
54 Toros S., “Irak Heyeti Yumurtalık İçin Ankara’da”, Milliyet Gazetesi, 1 Eylül 1994, s.23.
55 “Boru Hattını 3 Ayda Devreye Sokarız”, Milliyet Gazetesi, 20 Nisan 1995, s.5.
56 Tarhan N., “Kazak Petrolü Türkiye’yi Petrol Cenneti Yapacak”, Milliyet Gazetesi, 15 Haziran 1995, s.9.
57 Emiroğlu S, “Irak’ın Yumurtalık Bahanesi”, Milliyet Gazetesi, 17 Mayıs 1995, s.17.
58 Songur İ., “Irak’tan Petrol Satışına Evet”, Milliyet Gazetesi, 21 Mayıs 1996, s.18.
59 Akyol T., “Petrol Boru Hattı”, Milliyet Gazetesi, 22 Mayıs 1996, s.19.
60 “Türkiye’nin Kazancı ne Olacak?”, Milliyet Gazetesi, 5 Mart 1996, s.7.
61 Emiroğlu S., “Kerkük-Yumurtalık Kapanıyor”, Milliyet Gazetesi, 14 Haziran 1997, s.7.
62 “Kerkük-Yumurtalık Faaliyete Geçti”, Milliyet Gazetesi, 4 Mart 1999, s.21.
63 Şahin M., Taştekin M., II. Körfez Savaşı, Platin Yayınları, Ankara, 2006. Taştekin M., “Türk Dış Politikasında 2003 Irak
Savaşı”, s.269.
64 Bölükbaşı D., 1 Mart Vakası, Irak Tezkeresi ve Sonrası, İstanbul, Doğan Kitapçılık, 2008, s.8.
65 Şahin M., Taştekin M., II. Körfez Savaşı, Platin Yayınları, Ankara, 2006. Taştekin M., “Türk Dış Politikasında 2003 Irak
Savaşı”, s.278.
66 “Türkiye ve Irak Kürtleri: Çatışma mı İşbirliği mi?”, Kriz Grubu Orta Doğu Raporu, sayı:81, 13 Kasım 2008
67 İkbal M. A., Irak Kürt Bölgesinin Jeopolitiğine İlişkin Stratejik Öngörüler, Gazi Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, 2006,
s.84.
68 “Türkiye ve Irak Kürtleri: Çatışma mı İşbirliği mi?,” Kriz Grubu Orta Doğu Raporu, sayı:81, 13 Kasım 2008.
84
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
İnceleme
“ Ziraat Kuzey Irak’a Girdi”, Habertuk.com, 16 Şubat 2011.
Taştekin Fehim, “Yeni Yüzyılın Santranç Tahtası”, Radikal Gazetesi, 4 Eylül 2011.
“1 Mart Tarihi Bir Hataydı”, Türkiye Gazetesi, 26 Haziran 2005.
Mengü Cüneyt, “İşgal Sonrası Irak’ın Yeniden Yapılandırılmasına Dair Tasarılar”, Kök Soysal ve Stratejik Araştırmalar Vakfı, Ankara, 29 Nisan 2008, s.3.
73 “Kuzey Irak Petrolü Devrede”, www.bbc.co.uk, 2 Haziran 2009.
74 Demir İdris, “Irak’ın Yeni Petrol Yasası”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Ekim 2010, Cilt 2 Sayı:22, s.55.
75 Demir İdris, “Irak’ın Yeni Petrol Yasası”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Ekim 2010, Cilt 2 Sayı:22, s.58.
76 Demir İ., “Irak’ın Yeni Petrol Yasası”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Ekim 2010, Cilt 2 Sayı:22, s.59.
77 Demir İ., a.g.m., s.60.
78 “Irak’ın Petrol İhracatı 23 Yılın Rekorunu Kırdı”, Sabah Gazetesi, 3 Nisan 2012.
79 TBMM, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Irak Cumhuriyeti Hükümeti Arasındaki 27 Ağustos 1973 Tarihli Ham
Petrol Boru Hattı Anlaşması ve Sonrasındaki İlgili Anlaşmalar, Protokoller, Toplantı Tutanakları ile Eklerinin
Tadiline İlişkin Değişiklik Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri
Komisyonu Raporu (1/988), Yasama Yılı:5, Dönem:23, 10 Aralık 2010., http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/
donem23/yil01/ss617.pdf, (e.t. 15 Mart 2012).
80 TBMM, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Irak Cumhuriyeti Hükümeti Arasındaki 27 Ağustos 1973 Tarihli Ham
Petrol Boru Hattı Anlaşması ve Sonrasındaki İlgili Anlaşmalar, Protokoller, Toplantı Tutanakları ile Eklerinin
Tadiline İlişkin Değişiklik Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri
Komisyonu Raporu (1/988), Yasama Yılı:5, Dönem:23, 10 Aralık 2010, http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/
donem23/yil01/ss617.pdf, (e.t. 15 Mart 2012).
81A.g.e.
82A.g.e.
83 “Barzani Petrolü İçin Yeni Boru Hattı”, Aydınlık Gazetesi, 6 Mart 2012, s.1.
84 BOTAŞ Ham Petrol Boru Hattı Taşımacılığı, www.botas.gov.tr.
85 Erdoğan T., “Büyük Ortadoğu Projesi Çerçevesinde Petrolün Yeniden Dağılımı”, www.emo.org (Elektrik
Mühendisleri Odası), Enerji Dergisi, Eylül 2007, Sayı:3, s.82.
86 Yardımcıoğlu H., Kerkük-Hafia Petrol Boru Hattı, www.anahtar.tv, 14 Eylül 2011.
69
70
71
72
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
85
KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ SERİSİ: 13
UNEP, GEF ve OAS İşbirliği ile Bölgeselcilik ve
Uluslararası Sular Çalıştayı
Workshop on Regionalism and International Waters in
Cooperation with UNEP, GEF and OAS
11-12 Haziran 2013, Washington
11-12 June 2013, Washington
Tuğba Evrim MADEN
Giriş
II. Dünya Savaşı sonrası arka arkaya ortaya çıkan
çevresel sorunları karşısında, Avrupa ve dünyada çevre politikaları oluşturulmaya başlamıştır.
1970’li yıllarda Roma Kulübü1; nüfus artışı, ekonomik büyüme ve doğal kaynakların aşırı tüketiminin gelecek yıllarda çok ciddi sorunlara sebep olacağına dair “Büyümenin Sınırları” başlıklı
bir rapor hazırlamıştır. Hemen akabinde, BM,
Stockholm’da 5-16 Haziran 1972 tarihleri arasında İnsan Çevresi Konferansı düzenlemiş ve
“BM İnsan Çevresi Bildirgesi”ni kabul etmiştir.
1987 yılında, Birleşmiş Millet Genel Sekreteri
tarafından kurulan Dünya Çevre ve Kalkınma
Komisyonu yayımladığı “Ortak Geleceğimiz” raporu ile “sürdürülebilir kalkınma” kavramı tartışılmaya açılmıştır. 1992 yılında Rio kentinde BM
Çevre ve Kalkınma Konferansı, 2002 yılında Johannesburg kentinde Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi düzenlenmiştir. Dünya genelinde
bu konuya hassasiyet gösterilmeye başlanmış ve
bunun sonucunda özellikle Batı Avrupa’da daha
geniş ölçekli, yeni çevre politikaları oluşturulması yönünde önemli adımlar atılmıştır2.
Çevre sorunların devletlerin sınırlarından bağımsız olarak birçok bölgeyi etkileyebilmesi,
sınırları aşan ve küresel ölçekte etkileri olması
86
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
nedeniyle, çevreye ilişkin politikalar üretilirken
devletlerin işbirliği çok önemli bir role sahiptir.
Devletleler arası işbirliği sözkonusu olunca Realistler, çevre sorunlarının çatışmaya sebep olacak
potansiyele sahip olduğunu ve anarşik ortamda
işbirliği yapılmasını devletlerin tercih etmediğini
ancak çıkarları doğrultusunda devletlerin işbirliği yapacağını ifade etmiştir3. Liberaller ise, realistlerden farklı olarak uluslararası çatışma yerine barış ve işbirliği üzerine yoğunlaşmaktadır.
Liberallere göre uluslararası ilişkilerin gündemi
sadece güvenlik konuları değildir; günümüzde
refah, modernleşme, çevre ve benzeri konular
da ülkelerin dış politikalarında etkili olmaktadır.
Liberaller, realistlerin uluslararası ortamda tek
aktör devlettir fikrine katılmazlar, aksine devletten başka aktörlerin de var olduğunu belirtirler.
Söz edilen diğer aktörler ise uluslararası örgütler, supranasyonal bürokrasiler, çıkar grupları,
ulusüstü aktörler ve hükümet üstü politika ağlarıdır.4 Günümüzde çevre sorunları küresel veya
bölgesel ölçekte işbirliği ile çözülebilmektedir.
Devletlerin işbirliği konusunda istekli olmaları
ile birlikte, birçok uluslararası örgüt bu işbirliklerin oluşturulmasında hem kurumsal hem de
maddi anlamda destek olabilmekte, kimi zaman
da işbirliğini devletler gözünde çekici hale getirebilmektedirler.
Konferans
Bölgeselcilik ve Uluslararası Sular
11-12 Haziran 2013 tarihinde Washington ’da
STAP (Bilimsel – Teknik Danışma Kurulu / Scientific and Technical Advisory Panel) , UNEP
(BM Çevre Programı), GEF (Küresel Çevre Aracı) ve OAS’in (Amerikan Devletleri Örgütü) işbirliği ile “Bölgeselcilik ve Uluslararası Suların
Politik Ekonomisi - The Political Economy of
Regionalism and International Waters” başlıklı
bir çalıştay düzenlenmiştir. GEF’in projelerinin
bölgeselleşme anlamında katkısının tartışıldığı
toplantıda, düzenleyici kurumlarla birlikte bölgelerden gelen uzmanlara da yer almıştır. Bu
kurumlar sırasıyla Güney Afrika Kalkınma Topluluğu - Southern African Development Community (SADC), Bengal Akıntısı Geniş Deniz
Ekosistemi Programı - The Benguela Current
Large Marine Ecosystem Programme (BCLME),
Viktorya Gölü Havza Komisyonu - Lake Victoria Basin Commission, NELSAP – Nil havzası
girişimi, Nil Ekvatoral gölleri Bütünleyici Eylem
Programı, ORSAM Su Araştırmaları Programı,
Dünya Bankası – Enerji Su Kalkınma Programı
ve Bahama Adaları Üniversitesi – Kaynak Yönetimi ve Çevre Çalışmaları Merkezi’dir.
Bölgeselleşme ve bölgesel işbirlikleri arasında gözle görünür bir etkileşim söz konusudur,
gün geçtikçe artan bu etkileşim özellikle birçok
sektöre de gerçekleştirilen uluslararası politika
geliştirmelerin kapsamlarını ve kalitesini etkilemiştir. Bu sektörlerin bazıları sırasıyla; ekonomik
kalkınma, barış, sağlık, ticaret, eğitim, güvenlik
ve bu çalıştay ile doğrudan bağlantılı olan çevredir.
GEF (Küresel Çevre İmkanları), soğuk savaş
sonrasında, yeni bölgeselcilik akımının doğduğu
dönemde 1991 yılında kurulmuştur. AB, SADC,
Batı Afrika Topluluğu, Güneydoğu Asya Ülkeleri Biriliği, Amerikan Devletleri Örgütü, Pasifik
Adaları Formu, Karayip Topluluğu, Orta Asya
Birliği ve komşuları gibi yeni geliştirilen ve halihazırda olan bölgesel kurumlar ve topluluklar
GEF (Küresel Çevre İmkanları) programları ile
etkileşim içindedir. Güngeçtikçe artan bu ilişiklerde projeler geliştirilmekte ve uygulanmaktadır. Bu projeler ekonomik yönetişim çerçevesi-
ni de içerirken, çalıştayında başlığında yeralan
uluslararası sularla ilgili işbirliğini de arttırmakta, güçlendirmekte ve faydalarının sınır ötesine
taşınmasını sağlamaktadır.
GEF (Küresel Çevre İmkanları), hükümetler,
uluslararası ajanslar, sivil toplum ve özel sektör
aktörleri ile geliştirdiği 183 ortaklık ile son 20 yılda küresel çevre geliştirme projelerini destekçisi
en büyük fon sağlayıcıdır. GEF, biyolojik çeşitlilik, iklim değişimi, uluslararası sular, toprak bozulması, ozon tabakası ve kalıcı organik kirletici
konuları ile ilgili projelere destek vermektedir.
GEF, gelişmekte olan ülkelere ve geçiş ekonomisine sahip ülkelere doğrudan destek olurken, ayrıca birçok küresel çevre sözleşmesine de destek
olmaktadır.
Çalıştayında başlığında görüldüğü gibi “uluslararası sular - international waters” ifadesi dikkat
çekmektedir. Workshop sonrası hazırlanacak
raporun bizlere sunulan taslağında” international waters “ ifadesi tatlı sulara, göllere, akiferler
içerisinde yer alan yer altı sularına, büyük deniz
ekosistemlerine ve ulusal yetki alanı dışında kalan deniz alanlarını içermektedir.
Su ve okyanus kaynaklarının büyük bir kısmı
doğada sınıraşan özelliğe sahiptir ve sosyal ve
ekonomik gelişme, gıda güvenliği ve ekosistemler için hayati önem taşımaktadır. Söz konusu bu
sular, siyasi sınırlara sahip değildir ve bu kaynakların korunması ve kullanımı için uluslararası işbirlikleri gerekmektedir.
GEF’in uluslararası sularda odak bölgesi, güçlü bölgesel merkezler sağlamaktır, bu projelerin
yüzde 40’ı bölgesel olarak sınıflandırılmaktadır.
GEF uluslararası sulara ait 263 projenin 117’si
bölgesel, 43’ü küresel ve geri kalan 75’i devletlerle birlikte uluslararası desteği olan projelerdir.
Uluslararası sularda odak bölgesi prensipleri, sınıraşan sular sistem yönetimini bölgesel kurumları güçlendirerek daha etkin hale getirmektedir.
GEF, projelerinde sınıraşan su sistemlerinin ortaklaşa yönetiminin sağlanmasını amaçlarken
yasal ve kurumsal reformları da teşvik etmektedir. Ortak yönetim ve faydaların paylaşımına
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
87
Konferans
odaklanırken, projelerin etkileri olarak aşağıda
yer alan sonuçlara yer vermiştir. Kirliliğin azaltılması, tatlı su kaynaklarının iyileştirilmesi, iklim değişiminin yarattığı kırılganlığı azaltırken,
ekosistemin dayanıklılığını değiştirmek ve arttırmak, stratejik yeni yaklaşımlar, yeşil kalkınma ve
yeşil ekonomi ( su-gıda-enerji-ekosistem bağlamında), yüzey ve yer altı sularının birlikte yönetimi, okyanusların ekosisteminin korunmasıdır.
Toplantının ana konusunu oluşturan uluslararası
sular stratejisinin küresel çevre faydaları ise; sınıraşan suların yönetimini sürdürülebilir olmasını
sağlamak, sınıraşan yeraltısuları ve yüzeysularını
yönetimini de doğrudan etkileyen rekabetçi su
kullanımlarını dengelemek, deniz balıkçılığını
tekrar inşa etmek, kıyı habitatının restore etmek
ve korumak ve kıyılarda meydana gelmiş kirliliği
azaltmak olarak ortaya çıkmaktadır.
Toplantının bir diğer ayağını oluşturan, bölgeselcilik, eski ve yeni bölgeselcilik olarak iki farklı dönem şemsiyesi altında değerlendirilmiştir.
1980’lerin sonlarında dünyada gerçekleştirilen
bölgesel projelerin sayısında üstel bir artış söz
konusu olmuştur. Özellikle, bu süreç içerisinde
AB’nin genişlemesi ve derinleşme süreci her ta-
88
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
rafa nüfuz eden bariz örneklerden biri olmuştur.
Klasik veya eski bölgeselcilik soğuk savaşın şekillendirdiği, devletlerin tek aktör sayıldığı 1950’ler
ve 1970’ler arasındaki dönemde hüküm sürmüştür. Klasik veya eski bölgeselcilik büyük güçlerden etkilenirken, Avrupa Topluluklarına örnek
olmuştur, noktasal özel amaçlarla oluşturulan
eski bölgeselcilik, daha içe kapanık bir davranışta
olup, hükümetler arası kurumlarla birlikte devletlerin egemenliğindeydi.
Ortaya çıkan çağdaş veya yeni bölgeselcilik, tek
aktörün devlet olduğu klasik bölgeselcilik anlayışından farklı olarak, küresel sistem içersinde birbiri ile ilgili yapısal değişikliklerden etkilenmektedir. Örneğin, iki kutuplu dünyadan, birden çok
kutubun olduğu dağınık sistem, güç ve emek dağılımını etkilemiştir veya Post- komünist ülkelerde, ekonomik sistemin liberal ekonomik kalkınma süreci içerisine girmesi de bir diğer örnektir.
Çağdaş-yeni bölgeselcilik ise çok kutuplu dünya
tarafından şekillendirilmiş, küresel ve heterojen
bir yapıya sahiptir. Dışa dönük bir davranışa sahip olan yeni bölgeselcilik küresel konularla doğrudan ilgilidir. Yeni bölgeselcilik, devlet, piyasa
ve sivil toplum aktörleri tarafından inşa edilmiştir.
Konferans
Bölgeselcilik güvenlik, ekonomik, sosyal (sağlık
ve bulaşıcı hastalıklar) ve çevresel olarak dört
boyutta ele alınmıştır. Güvenlik konusu, geleneksel Vestfaliya sistemi içerisinde, güvenlik, ulus
devletlerin temel sorumluluğudur ve Devletler,
kendi kendine yeterli olmalıdır ve korumalıdır
düşüncesi hakimdir. BM kurulması ile birlikte,
bölgesel kurumların desteklenmesi de ön plana
çıkmıştır. Yeni bölgeselleşmenin hakim olduğu
dönemde birçok fonksiyonu içinde barındıran
yeni bölgesel örgütler, çatışma yönetimi ve barış
mekanizmalarına da sahip olmuştur. Ekonomik
boyutta ise, aslında klasik bölgeselciliğinde ana
konularında biri olan ticaret, 1980’lerin sonları
ile birlikte, daha derin, geniş, daha güçlü anlaşmalara dayandırılmıştır. Tek Pazar (AB, Batı Afrika Topluluğu, Arap Mağrip Birliği vb. ) oluşturulma çabası ise buna en iyi örneklerden biridir.
Sosyal boyutta ise bugüne değin çok ön plana
çıkmayan bir konu olan sağlık, klasik bölgeselcilik içinde de yer almamıştır. Mikrop veya bakterilerin sınır tanımadığı bir dünyada, HIV/AIDS
veya SARS gibi yeni hastalıklarla birlikte verem,
tifo, sıtma gibi hastalıklarla mücadele de küresel
olmakla birlikte bölgesel işbirlikleri gerekmektedir.
Çalıştayımızın da konusu ile doğrudan bağlantılı
çevre boyutu ise; klasik boyutta ele alındığında,
tatlı suyun ve deniz sularının yönetişimi ve yönetimini kapsamaktadır. Dünyada su kaynakları,
karadan, kıyıya, açık denizlere kadar yoğun bir
şekilde kullanılmakta ve bozulmaktadır. Dünya
nüfusunun yüzde 40’ı, sınıraşan havzalarda yaşamaktadır. Söz konusu tatlı sular, biyolojik çeşitlilik, enerji, gıda üretimi, sanayi gibi birçok alanda
kullanılmaktadır. Sınıraşan suların yönetişimi,
yönetimi ve geliştirilmesi doğrudan havzada yer
alan kıyıdaş ülkeleri de etkilemektedir. Suyun kalitesi ve miktarı bu kullanımlardan doğrudan etkilenmektedir. Buna benzer olarak Büyük Deniz
Ekosistemleri de sınırları aşmakta ve birden fazla
ülkenin kullanımına tabi olmaktadır. Büyük Deniz Ekosistemleri dünya balık avlanma hacminin
yüzde 85’ini sağlamaktadır. Ayrıca, okyanuslarda
çok büyük etkileri olan insan kaynaklı (antropojenik) baskılar, su sıcaklığını arttırmakta, asit
baz dengesini bozmakta ve deniz su seviyesini
etkilemektedir. Bu değişimler kıyıların 100 kadar
içinde yaşayan dünya nüfusunun yaklaşık yüzde
40’ını etkilemektedir.
Uluslararası sular söz konusu olduğunda, en
önemli sorun söz konusu havza ile ilgili olarak
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
89
Konferans
kıyıdaş devletin çıkar olarak anlamı ile ekolojik
bir birim olarak havzanın bölgesel çıkar olarak
anlamı arasındaki dengedir. Ayrıca, politik olarak da ulusal egemenlik ve bölgesel yaklaşım arasındaki dengede havza ile ilgili gerçekleştirilecek
işbirliğini etkilemektedir.
Bölgeselciliğin mantığını kavramada faydalar ve
engeller büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Bölgeselciliğin faydaları sırasıyla; ortak problemlerin
üstesinden gelebilmek, ulus ötesi ortak malların sağlanımı, dahili ve uluslararası çatışmaların
çözümü, parçalanma, ayrıştırma ve baskıların
üstesinden gelmek, ürün ve kaynakların verimli
tüketmek, büyük rekabetçi piyasa yaratmak ve
dış yatırımların artması olarak özetlenebilirken,
ideal bir tablo çizmektedir. Fakat bölgeselciliğin
oluşumu etkileyen engeller sıralandığında söz
konusu tablo özellikle Türkiye’nin de içinde yer
aldığı ve sınıraşan su havzalarında kıyıdaş olduğu Ortadoğu örneğinde olduğu gibi bazı bölgelerde geçerliliğini yitirmektedir. Söz konusu engeller sırasıyla, elverişsiz dış şartlar, bölgeselciliği destekleyecek partnerlerin olmaması, tarihsel
miraslar, çatışmalı veya ayrışmış politik, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemler, işlevsiz bölgesel
kurumlar, partnerler arasında güven noksanlığı,
çıkarlar, politika ve kimlik üzerine çatışmalar,
fayda ve maliyetlerin bölgede eşit dağılmaması,
bölgede güç asimetrisidir.
Bölgeselleşmeyi engelleyen şartlar listesi birebir
olmasa da büyük ölçüde Ortadoğu’da mevcut
duruma denk düşmektedir. Dünyanın diğer bölgelerinde işbirlikleri göreceli olarak daha kolay
meydana gelirken, kurumsallaşma veya işbirliklerine müsaade edecek bir dengeli ortama sahip
olmayan Ortadoğu’da gerek diğer konularda gerek su/ çevre konusunda işbirlikleri sağlayacak
kurumsallaşma gerçekleşememektedir, oluşturulmuş bir yapı varsa da işlevini yitirmiş veya lav
edilmiştir. İşbirliği ve bölgeselleşme arasında var
olduğu söylenen karşılıklı ilişki maalesef şimdilik
bu şartlar altında Ortadoğu’da geçerli değildir.
Bu duruma en yakın tarihli örnek ise; Türkiye ve
Suriye arasında önemli bir işbirliği örneği olan
Asi nehri üzerinde inşa edilmesi planlanmış olan
Asi Dostluk Barajı projesidir. Ortadoğu için güzel bir işbirliği olacak ve diğer havzalarda da etkili olacağı düşünülen bu proje, 2009 yılında yapılan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi
(YDSK) toplantılarında imzalanan protokollerde
yerini almış ve 6 Şubat 2011 yılında ortak barajın temeli iki ülkenin de Başbakanları ve Bakanlarının huzurunda atılmıştır. Söz konusu proje
yaklaşık bir ay sonra Arap Baharı olaylarının
Suriye’ye sıçraması ile proje iptal edilmemiş, fakat projenin bitiş tarihi ötelenmiştir.
O
DİPNOTLAR
1
2
3
4
90
Roma Kulübü: İtalyan Fiat otomativ sanayii şirketinin başkanlığında bir grup uluslararası şirketin, bilim adamları,
ekonomistler, eğitimciler, sananiyciler ve devlet adamlarının oluşturduğu bir sivil toplum kuruluşudur. Söz konusu rapor 1972 yılında “The Limits of Growth” başlığı ile yayımlanmıştır.
Ruşen Keleş, Can Hamamcı ve Aykut Çoban, Çevre Politikası, Ankara, İmge Kitabevi, 2009, s.41; Sevim Budak,
Avrupa Birliği ve Türk Çevre Politikası, Ankara, Büke Yayınevi, 2000, s. 114.
Ayşegül Kibaroğlu, Building a Regime for the Waters of the Euphrates-Tigris River Basin (International and National
Water Law and Policy Series), Springer, 2002, s. 19.
J.M. Grieco, “Anarchy and Limits of Cooperation : A Realist Critique of the Newest Liberal Instituonalism” , International Organization, Vol. 42, No.3, 1988,s.486.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
“Samarkand” by:
Amin MAALOUF
Translated from French by: Russell Harris
Original Title: “Samarcande” published in
French in 1988, London: Abacus, 1998
ISBN: 0349106169, 309 p.
Hazırlayan:
Ali Oğuz DİRİÖZ
KİTAP İNCELEMESİ SERİSİ: 9
Caution: This review may contain spoilers about
the novel
Disclaimer: Concerning this book by Amin Maalouf and about certain quotes attributed to Omar
Khayyam, the reviewer takes no responsibility in
any way for any conclusions that could be drawn
out, or on how any reader might interpret this
review. The reviewer’s intention was to present a
well known book and how it could be an interesting fictionalized presentation of history. This
review does not intend to draw any direct analogy for current events. Nor does this review in any
way intend to influence any ongoing review processes concerning this book. However if any similarities and analogies could possibly be made, the
reviewer takes no responsibility what so ever.
Originally published in French (Samarcande), in
1988, Samarkand is an interesting historical fic-
tion novel by award winning Lebanese-French
author and member of the “Académie française”
(French Academy), Amin Malouf. This novel is
probably an important masterpiece by the author who sheds light on two different periods
of the history of Persia and Central Asia, in a
fictionalized manner that would keep the readers interested on the subjects for many years to
come. Many topics such as history, poetry, philosophy, Sufism, and relationships are accounted
in this novel. Furthermore, this book is to be
considered for a closer scrutiny even more nowadays because of the current sociological events
ongoing across the Middle East. Maalouf, a sociologist by training, has a vivid and entertaining
story telling style that is intended to keep the interests of the readers alive. Throughout the work,
there is a theme of universalism of poetry across
distant geographies, languages, cultures, and
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
91
Kitap İncelemesi
religion. Furthermore, there is also the theme
of the universalism of poetry in reflecting human emotions such as love for centuries across
time. This is especially present in the opening of
the book where a passage of the poem entitled
“Tamerlane” by another famous poet, and an
American Intellectual of the 19th century, namely
Edgar Allan Poe is quoted. It is a passage where
the past importance of Samarkand is described
as the “queen of earth, her pride above all cities.”
Though named after a Central Asian city in modern day Uzbekistan, the title is symbolic of a city
that was once seen as a most important place in
world history, politics, science, culture and literature. Since the time the book was written the
events of the Arab Spring unfolded and social
justice uprisings have shaken appeared across
the Middle East. Currently there are considerable violent uprisings against the regime in Syria
and turmoil in Egypt. Even in Turkey, which had
for some time been an oasis of relative stability,
at the northwestern edge of the turbulent Middle
East region, massive anti-government protests
spread around sporadically.
The work of Maalouf, which is a fictional account
of an imagined American protagonist named
Benjamin O. Lesage (Which is later revealed that
his parents had named him Benjamin ‘’OMAR’’
Lesage, with Omar in honor of Omar Khayyam).
The story starts with Lesage complaining about
the terrible loss on board the RMS Titanic in
1912. The loss is his (fictional) discovery of the
only original copy of the Rubaiyat that was written by Omar Khayyam himself. Throughout the
novel, the author Amin Maalouf makes historical references about important periods of turmoil and change in the Muslim world, and particularly in Persia and Central Asia. But it is his
fictional account and imagination that may be a
reason why many have found his particular novel
more interesting to read than many other historical books about the same era.
Part I
The book is in the format of a story within the
story. One finds the main narrator, Benjamin O.
92
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Lesage living in the late 1890’s and early 1900’s,
and was telling his story in Persia. He had found
the original manuscript of the personal journal
of Omar Khayyam, but the one and only copy
was lost on board the Titanic while it was being
brought to the United States. But after briefly
mentioning this on the first page, the book then
moves back to the 11th century and introduces
the history of the region, and Omar Khayyam’s
arrival to Samarkand. Though surprisingly, a fair
part of the story does not taking place in Samarkand itself. The book dramatically accounts the
famous encounter between Nizam-ul Mulk (The
Grand Vizier to the Seldjuk Sultans Alp Arslan
and Malik Shah), Omak Khayyam (The Astronomer and Classical Persian Poet), and Hassan Al
Sabbah (The Leader of the Ismaili order of the
Hashshashins who are at the root of the English
language word for Assassins).
An important feature at this point is that in
Maalouf ’s story Khayyam is the main character.
He is depicted as a humble, honest and good
intentioned person who values science (astronomy) and mathematics as well as poetry and
literature. Hence, he is depicted as both a man
of science and letters (which he most probably
was). By contrast, Khayyam was portrayed differently in an older fictionalized novel about the
same era and same historical trilogy of characters. In Vladimir Bartol’s book entitled Alamut,1
in which Khayyam was portrayed as a slightly
more cynical man, and it is implied that he was
a person who did like to drink alcohol in a selfindulgent manner. In Amin Maalouf ’s depiction,
Khayyam is rather presented as a fairly goodnatured and modest person. An example of his
modesty is perhaps Khayyam’s presenting himself as Omar from Nishapur. Maalouf also depicts Khayyam as someone who drinks moderately and rather responsibly, and makes relatively
less noticeable references to the quatrains on the
love of wine (for which Khayyam has become
perhaps infamous and controversial in recent
years). Yet in Bartol’s book, Khayyam makes a
little appearance and most of the story is around
Hassan Al-Sabbah and his rivalry against Nizam
ul-Mulk and the Seljuk Empire’s emperor Melikshah.
Kitap İncelemesi
Maalouf presents the differences of the Turkish rulers, Arab, Persian cultures of the Muslim
World (as did Bartol). An interesting detail that
readers should bear in mind is that in the 11th
century, Egypt was Ismaili Shiite under the Arab-Berber Fatimid’s while Iran under the Turkish
Seljuk Empire were predominantly Sunni. While
Nizam-ul-mulk was Persian and Sunni, just like
Khayyam, Hassan Al Sabbah was Persian but
Ismaili Shiite. It is important to note that the
greatness of the Seljuk court was that it ruled a
great and vast empire in which the there were
no initial division of society. The book depicts a
state that valued meritocracy, in which the political advisors and viziers, poets, scientists and
even the subjects of the Sultan, were surprisingly
not divided (or arguably there was a relatively
little divide) as Sunni or Shiite or as being Persian, Turk, Arab, or Armenian (as with the case
of Nizam ul-Mulk’s bodyguard, Vartan the Armenian).
In the first part of the book, after the short introduction of Benjamin O. Lesage tells us what had
happened at the end (that he had lost the only
original copy of Khayyam’s Rubaiyat), we see the
11th century through the eyes of Omar Khayyam,
with his friendships with both Nizam ul-Mulk
and Hassan Al-Sabbah and of his women poet
lover Jahan. In Maalouf ’s novel, it is Khayyam
who introduces Nizam and Hassan, and over
time Nizam gets jealous of Hassan’s closeness
to the young Seljuk Emperor, Sultan Malik shah
(Meliksah). And how Nizam plays tricks on the
pages of the account books of Hassan Al Sabbah
in order to sabotages the later to make him fall
from grace, and be ridiculed in the eyes of Sultan
Malik Shah. Following his fall from the favor, it
was Hassan, who had to leave the court and then
concentrate on his efforts on forming the Assasins’ order in Alamut. While the intense love
affair between Jahan and Omar is at the center
of the attention in much of the account, there
is a fair bit of mention of Terken, wife of Malik
Shah as a conspirator. It is very emotional perhaps even very angering learn how Khayyam and
Jahan were separated because they were in rival
camps in the palace intrigues and how for years
Omar Khayyam grieved for her.
In the first part of the book there is an important
scene in Samarkand when the issue of drinking
alcohol is mentioned, and Khayyam is accused
(fictionally) of saying verses which he claims
are attributed to him but he did not say them as
such. After the matter is discussed and settled (or
rather appeased in appearance) by the Qadi Abu
Taher, the antagonizing sides all join in to share
dinner. During the dinner that is shared between
Khayyam and his principal critique when he first
arrived to Samarkand, a certain “Scare-Face,” the
two actually manage to have a conversation. In
the conversation with Scare-Face, while Khayyam does not oppose drinking moderately on
occasion, Scare-Face boasts of never drinking a
drop of Alcohol. Such discussions about the new
regulations on alcohol are presently ongoing in
Turkey. Unlike the way he is depicted by Maalouf, Khayyam is allegedly infamous for his love
of alcohol and is associated with drinking wine
in particular. For this reason, a well-known wine
house in Bestekar Street, of the Kavaklidere district of Ankara, Turkey, is named after Khayyam.
It is not exactly known whether such preconception about Khayyam’s love for drinking wine was
one of the reasons behind the complaints certain
parents had regarding Maalouf ’s book. At present, this book by Amin Maalouf is being investigated by the Turkish board of education after
certain complains and it is under the process of
being reviewed whether it would be considered
as appropriate or not for educational usages.2
Complaints about this book are being examined
by the Turkish board of education. The complaints were filed with the arguments that this
book is apparently insulting Islam. While any
reviewer should be cautious when making comments either for or against such views, or even
when not making any comments about the topic,
it is worth noting that the style of Maalouf may
sometimes lead to confusion if not read attentively. For instance, in the same book, the great
Turkish Seljuk Emperor, a hero of many Turkish Nationalists, Sultan Alparslan (Alp Arslan in
the book) is being called as “effeminate” by his
enemies who never ceased to gossip about him,
although he had 9 children. While this comment
may be possibly interpreted as insulting Sultan
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
93
Kitap İncelemesi
Alparslan, it could be on the other hand argued
that the author had clearly mentioned the fact
that these were gossips by the enemies who were
jealous. Hence it is not known which elements
were interpreted as insulting. On the other hand,
not only is this a historical fiction, but within the
book there are many references to dreams, and
life being a dream, and reality and dreams being
blurred throughout the novel.
Part II
In the second part of the book, almost 900 years
after the death of all of the protagonists and antagonists of the story told by Omar Khayyam,
the story of Benjamin O. Lesage is introduced.
There is a description of how the poems of Omar
Khayyam became popular in the United States
and Europe in the 19th century and that his middle name was after Omar Khayyam due to his
parents love for the poet. Then, Benjamin’s story
is is about the westerner going to the Orient, to
discover more about unknown exotic cultures.
Just as in such stories, it is about the love he
would feel to a Persian princess whom he actually sees for the first time in Istanbul. The second
part can be seen perhaps by certain critiques as
being ‘Orientalist.’ Benjamin O. Lesage’s return
to the United States with both the Rubaiyat and
princess Shireen (his two prized possessions after his exotic adventures in the Orient) may be
interpreted as a typical Orientalist behavior type.
On the other hand, one needs to bear in mind
that Maalouf is originally Lebanese, and lived
there for perhaps a greater part of his life, and
hence he presents a view that may not necessarily
be interpreted as a ‘Western’ one either. Perhaps
very few Western accounts could have described
the historic and cultural richness of the region
with such accuracy. The second part takes places
at a time when there were many social uprisings
such as the constitutional revolution in the Persian Empire. Constitutionalism was an important movement that caused social uprisings both
in Persia and neighboring Ottoman Empire. Also
in the Ottoman Empire, during the same period,
the1908 Young Turk revolution first re-opened
the suspended parliament and then deposed the
following year Sultan Abdul Hamid II.
94
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Throughout the book, the value of the universalism of science, love and of poetry as well as
individual liberties and freedom appears to be
brought forward. By contrast, Khayyam is not
portrayed as a brave man in the face of social or
political upheavals. Nor as a person who would
fight. In fact the author can perhaps be even criticized for such impartiality to be perhaps interpreted arguably as senselessness and having feelings only in words but not in actions. But that is
only in the context of the story told in the 11th
century. This again, brings us back to the issue
of how the account of Maalouf can sometimes
be abstract and open to several interpretations.
The story told in the early 1900’s is quite different because it does show much courage on the
part of a relatively little known American named
Baskerville, and his death during uprisings in
Tebriz. One may not be very familiar, but President Obama in 2009 made reference to Baskerville and to his sacrifice and eventual death in
1909 while there were demonstrations against
the Shah.3 Throughout the second part, Lesage
is depicted as a more adventurous man. And in
that story, though not as daring as Howard Baskerville, Lesage is more involved in Tebriz. The
love Lesage feels for Shireen, a Persian princess,
is reminiscent of perhaps of the stories of Scheherazade as it is not entirely clear which parts
with his relationship were real in the story while
which ones were dreams. There are allusions to
dreams in the end of both Khayyam’s and Lesage’s accounts; which may be perhaps posing a
philosophical existentialist question to the readers, and also reminding that the accounts were
fiction and not actual history.
Conclusion
In terms of method, Maalouf also does a good
job in keeping the readers interested to historical events through fictionalizing. For instance,
many would read the character of Baskerville as
a fictional character while perhaps later realizing that he was a true martyr. This method, on
the other hand, may be, like much of the story
telling style of Maalouf, may have a confusing
element. Overall, the work has been described
by famous expert on the Middle East and Cen-
Kitap İncelemesi
tral Asia, Ahmed Rashid, as one that waved the
history and culture of the region like a beautiful Persian carpet of many colors.4 This work has
been critically acclaimed for displaying many
layers of culture, history, philosophy, and story
telling while increasing the general awareness
about the region history and culture. It is also
a rich text that would trigger many readers to
have increased curiosity about several of the historic figures mentioned in Maalouf ’s novel. Like
many fictional works, it is possible to criticize it
on multiple grounds, and have many aspects of
the historical and cultural accuracies being disputed. On the other hand, these things could be
possible if one reads too much into any book and
it is essential to keep in mind that this is a fictional account, and perhaps one should not read
“too much” into the possible meanings of the account.
O
ENDNOTES
1
2
3
4
Vladimir Bartol, Alamut , Berkley, California: North Atlantic Books, 2012, ISBN: 1583946950, 9781583946954, 400
p. Translated by Michael Biggins. IFirst published in Slovenian in 1938,
“Maalouf’s ‘Samarkand’ investigated by Turkish Education Board , Hurriyet Daily News, 30 January 2013,
http://www.hurriyetdailynews.com/maaloufs-samarkand-investigated-by-turkish-education-board.
aspx?pageID=238&nid=40142 retrieved : Monday,July 22 2013, 5:20:21 PM EDT
John Ghazvinian: “Howard Baskerville – An American Hero Iranians Love” Huffington Post, 8 March 2009, http://
www.huffingtonpost.com/john-ghazvinian/howard-bakersville----an_b_172906.html
Ahmed Rashid, The Independent, 22 September 1991 http://www.independent.co.uk/voices/book-review-poetry-lovers-tricked-by-a-drowned-manuscript-samarkand--amin-maalouf-tr-russell-harris-quartet-bookspounds-1595-1552997.html
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
95
Bu Sayıda
Katkıda Bulunan Yazarlar
Dr. Süreyya Yiğit
Süreyya Yiğit ORSAM’ın Avrasya Danışmanıdır. Lisansını Uluslararası İlişkiler konusunda London
School of Economics’den aldı. Uluslararası İlişkiler’de yüksek lisansını ve doktora araştırmalarını
Cambridge Üniversitesinde sürdürdü. Kendisinin Pedagojik Bilimler konusunda Fahri Doktorası
vardır. Aalborg Üniversitesi, Semerkant Devlet Üniversitesi, Semerkant Yabancı Diller Devlet
Enstitüsü, Kırgız-Türk Manas Üniversitesi, Kırgızistan-Rus Slavyan Üniversitesi, Amerikan Orta
Asya Üniversitesi ve Uluslararası Atatürk Alatoo Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler konusunda
ders vermiştir. Mevcut araştırma ve çalışmaları enerji güvenliği, Moğolistan’ın siyasal yapılanması ve
Kırgız parlamenter rejimi üzerinedir. Cambridge Review of International Affairs ve openDemocracy
gibi uluslararasi hakemli dergilerde Avrasya alanında, özellikle Avrupa Birliği, Türk Dış Politikası
ve Orta Asya ile ilgili yayınları bulunmaktadır. 2012’de Energy Security, Shanghai Cooperation
Organisation and Central Asia adlı kitabı yayınlanmıştır. 2012 yılından beri İstanbul Aydın
Üniversitesinde ders vermektedir.
Yrd. Doç. Dr. Nebi Miş
2003 yılında Uluslararası İlişkiler bölümünde lisansını bitirdi. 2005 yılında “Soğuk Savaş Sonrası
NATO’nun dönüşümü ve Rusya Federasyonu ile İlişkileri” başlıklı tezi ile yüksel lisansını tamamladı.
Aynı yıl Sakarya Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim dalında doktoraya başladı. Doktora
sürecinde bir yıl süre ile Belçika KatholiekeUniversiteitLeuven’de araştırmacı olarak bulundu. Mayıs
2012’de “Türkiye’de Güvenlikleştirme Siyaseti 1923-2003” başlıklı doktora tezini savundu. Doktora
Sürecinde TurkishStudies, Bilgi Dergisi, Akademik İncelemeler Dergisi, Ortadoğu Yıllığı, Dünya
Çatışma Bölgeleri gibi süreli ve süresiz yayınlar da makaleleri yayınlandı. Makalelerinden bazıları
şunlardır. “Turkey’s Role in the ‘Alliance of Civilizations’: A New Perspective in TurkishForeignPolicy?”
(Ali Balcı ile) TurkishStudies, Volume: 9, Number: 3, September2008; “Güvenlikleştirme Teorisi
ve Siyasal Olanın Güvenlikleştirilmesi”, Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt:6,Sayı: 2, 2011, ss.345381; “İslamcılığın Dönüşümünü Tartışmak: İslamcılığın Dört Hali ve Muhafazakârlaşmak”Bilgi, 24,
Yaz 2012, ss. 1-17 “Kültürel Kimliklerin Güvensizliği: Avrupa Birliği ve Medeniyetler Çatışmasını
Yeniden Düşünmek (M. Yeşiltaş ile birlikte)”, Küreselleşen Dünyada Avrupa Birliği (içinde),
Phonex Yayınevi, Ankara -2008, ss. 318-364. Ayrıca Ortadoğu’da demokratikleşme ve Suriye üzerine
çalışmakta ve bu konularda Ortadoğu Yıllığı ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nda düzenli olarak makaleleri
yayınlanmaktadır. Halen Sakarya Üniversitesi İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümündeders
vermektedir.
İsmail Numan Telci
Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde araştırma görevlisi ve doktora adayı. İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde lisans, Hochschule Bremen’de Avrupa Çalışmaları alanında
yüksek lisans derecelerini almıştır. Ortadoğu Yıllığı ve Akademik İncelemeler Dergisi’nin yardımcı
96
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Yazarlar
editörlüğünü yapmaktadır. Postmodernizm, devrim çalışmaları, Mısır devrimi, Mısır siyaseti,
Türkiye-Mısır ilişkileri ve Ortadoğu siyaseti öncelikli çalışma alanlarıdır. Ortadoğu Yıllığı, Türk Dış
Politikası Yıllığı, Ortadoğu Analiz’de makaleleri, Barselona, Manchester, St. Andrews, Tübingen ve
Kahire Üniversitelerinde düzenlenen uluslararası konferanslarda sunumları bulunmaktadır. Sakarya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü tarafından düzenlenen Ortadoğu Kongresi ve Kriz ve Kritik
Konferansları’nın düzenleme kurulu üyesidir. Hali hazırda Kahire Üniversitesi Medeniyet Çalışmaları
ve Kültürlerin Diyalogu Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak görev yapmaktadır.
Dr. Seyfi Kılıç
Seyfi Kılıç ORSAM Su Araştırmaları Programı’nda danışman olarak çalışmaktadır. Çalışma alanı
özellikle Ortadoğu su sorunları üzerinedir. Aynı zamanda uluslararası su hukuku, çevre politikaları ve
Kuzey-Güney ilişkileri çalışma alanı içindedir. Seyfi Kılıç Ankara Üniversitesi Sosyal Çevre Bilimleri
Anabilim Dalı’ndan doktora derecesine, Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Anabilim Dalı’ndan
Yüksek Lisans derecesine sahiptir. Lisansını Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde
tamamlamıştır. Ankara’da yaşamaktadır.
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu
Uluslararası Antalya Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Prof.
Dr. olarak görev yapan Tarık Oğuzlu doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent
Üniversitesi’nden 2003 yılında, aynı alandaki yüksek lisans derecelerinden ilkini 1998 yılında Bilkent
Üniversitesi ve 2000 yılında da London School of Ecomocis’den almıştır. Dr. Oğuzlu 1999 yılında
Avrupa Birliği Komisyonu Jean Monnet bursunu kazanmıştır. 2004-2012 yılları arasında Bilkent
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan Dr. Oğuzlu’nun çalışma
alanları dış politikanın Avrupalılaşması, transatlantik ilişkiler ve NATO, Avrupa Birliği dış, güvenlik ve
savunma politikaları, Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorunu ve Türk dış politikasıdır. Dr. Oğuzlu’nun
akademik makaleleri, Political Science Quarterly, Middle East Policy, International Journal, Security
Dialogue, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, Cambridge Review of International Affairs,
European Security, International Spectator, Contemporary Security Policy, Australian Journal of
International Affairs, Mediterranean Politics ve Uluslararası İlişkiler gibi Social Science Citation
indexinde yer alan dergilerde yayınlanmıştır.
Yrd. Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Öğretim Üyesidir. De Facto
Devletler, Türk Dış Politikası ve Güncel Ortadoğu Politikaları konularında çalışmalar yürütmektedir.
International Journal, Iran and the Caucasus, Turkish Studies ve Journal of International Relations
and Development gibi dergilerde makaleleri yayınlanmıştır.
Fazıl Ahmed Burget
Fazıl Ahmed Burget, 14 Eylül 1973’te Afganistan’ın Kuzeydoğusunda yer alan Tahar’da doğdu.
İlköğrenimini Afganistan’da tamamladıktan sonra 1993’te burslu olarak Türkiye’ye geldi ve 1998’de
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 2002’te Gazi
Üniversitesi Tarih Bölümü Yakınçağ tarihinden fark dersler alarak master programına dahil oldu
ve 2005’te “Türkistan Milli Mücadelesinde Afganistan Türkleri” isimli master tezini vererek mezun
oldu. Burget, 2001 – 2005 yılları arasında ASAM’da uzman olarak çalıştı. 2006 – 2011 yılları arasında
Kabil Üniversitesinde öğretim elemanı olarak görev yaptı. 2007 – 2010 yılları arasında Afganistan’da
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
97
Yazarlar
kendisi tarafından çıkarılan Bilgi isimli gazetede genel yayın yönetmenliği yaptı. 2011’de doktorasını
tamamlamak üzere yeniden Türkiye’ye döndü ve halen Gazi Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yakınçağ
Tarihi Anabilim dalında doktora programı tez aşamasındadır. Burget’in Afganistan, Pakistan ve Orta
Asya ile ilgili makale çalışmaları bulunmaktadır.
Aybüke İnan
19 Mayıs 1989 yılında Düzce Konuralp kasabasında doğdu. İlk ve orta öğretimini Antalya’da
tamamladı. 2007 yılında Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü kazanarak lisans
öğrenimine başladı. 2009 yılında 1 yıllık Erasmus öğrenimi için Fransa’ya gitti. Tez aşamasında
Kerkük ve Irak’taki Türkmenler inceleme alanını oluşturdu. Türkiye ve Irak arasındaki ilişkileri
anlatan üç tane makalesi TUİÇ Akademi sayfasında yayınlandı. Kerkük Yumurtalık Boru Hattını
ele alan lisans bitirme tezi yazdı. 2013 yılında ikincilikle lisans derecesini bitirdi. Aynı yıl Akdeniz
Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisansa başladı. Şuan İş Bankası’nda memur olarak
görev yapmakta ve aynı zamanda Kuzey Kutbu üzerine araştırmalar yapmaktadır.
Dr. Tuğba Evrim Maden
Tuğba Evrim Maden Lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi, Hidrojeoloji Mühendisliği bölümünde,
yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik ve Stratejik Araştırmalar Merkezinde
tamamlamıştır. Doktora derecesini “ AB Su Çerçeve Direktifi ve Meriç Nehri” başlıklı tezi ile 2010
yılında Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünden almıştır. 1 Aralık 2010 tarihinden itibaren
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Su Araştırmaları Programı’nda “Hidropolitik
Uzmanı” olarak görev yapmaktadır. Tuğba Evrim Maden, ISA (International Studies Association) ve
IWA (International Water Association), International Association of Hydrological Sciences (IAHS)
ve UİK (Uluslararası İlişkiler Konseyi) üyesidir.
Ali Oğuz Diriöz
Lisans eğitimini University of Virginia’da Uluslararası İlişkiler dalında tamamladıktan sonra özel
sektörde çalışırken yüksek lisans eğitimine Bilkent Üniversitesi’nde başlamıştır. Bilkent Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve Kamu Politikası yüksek lisansını tamamlayan Diriöz, 2008’den bu yana bu
üniversitenin Uluslararası İlişkiler bölümde araştırma görevlisi olarak doktora çalışmalarına devam
etmektedir. Halen aynı bölümde ders de vermektedir.
O
98
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Ortadoğu Güncesi
Ortadoğu Güncesi
21 Haziran – 20 Temmuz 2013
Günce No: 56
Hazırlayan:
Seval KÖK
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
99
Ortadoğu Güncesi
21 Haziran 2013: Suriye yönetimi, Türkiye’nin
de aralarında bulunduğu, Suudi Arabistan, Katar
ve Mısır’ı terörist olarak nitelendirdiği muhalifleri desteklemek ve “bölgedeki barış ve güven ortamını tehdit ettikleri” iddiasıyla BM’ye şikayet
etti.
21 Haziran 2013: Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman, “Eğer Halep için savaşırlar ve daha
fazla Hizbullah savaşçısı ölürse, bu daha fazla
tansiyona sebep olacaktır. Bu Kusayr’da bitmeli
ve Hizbullah eve dönmeli.” dedi. 21 Haziran 2013: Suriyeli muhalif kaynaklar,
önceki gün ülkenin güneyindeki Dera kenti civarındaki birkaç yerleşim yerinin Hizbullah destekli rejim güçlerine geçmesi sonrasında komşu
Ürdün’e kaçmaya çalışan binlerce mülteciye sınırın karşı tarafından ateş açıldığını bildirdi.
21 Haziran 2013: İsrail, Türkmenistan’a büyükelçi atadı. İsrail yönetiminin atadığı Büyükelçi Shemi Tzur, Devlet Başkanı Gurbanguli
Berdimuhamedov’a güven mektubunu sundu.
22 Haziran 2013: Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları toplantısına katılan ABD Dışişleri Bakan John Kerry, Suriye’de
çözüm için iki tarafın da taviz vermesi gerektiğini söyledi.
22 Haziran 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’nin Suriye krizinde çözüm
için Cenevre’de yapılması planlanan uluslararası
konferansa ya da silahlı muhalefete destek verme
konusunda tercih yapması gerektiğini söyledi.
23 Haziran 2013: Afganistan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Canan Musazai, Taliban’ın Katar’daki
bürosunun ülkedeki barış görüşmelerine katkı
sağlamak amacıyla açıldığını bildirdi.
24 Haziran 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, Suriye’deki muhalefeti silahlandırmanın,
ülkede siyasi çözüme engel olacağını söyledi.
25 Haziran 2013: Irak Türkmen Cephesi Başkan Yardımcısı Ali Haşim Muhtaroğlu,
Tuzhurmatu’da düzenlenen intihar saldırısı sonucu hayatını kaybetti.
100
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
26 Haziran 2013: Katar’da 18 yıldır hüküm süren Emir Şeyh Hamad ‘zamanı gelmişti’ diyerek
görevi oğlu Şeyh Tamim’e bıraktı.
27 Haziran 2013: Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov, Suriye’de Rus Savunma Bakanlığı’na ait Tartus askeri deniz üssünde
hiçbir Rus askerinin bulunmadığını açıkladı.
28 Haziran 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, Suriye krizinin çözümü için Cenevre’de
toplanacak uluslararası konferans çalışmaları
ile ilgili Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu
telefonla arayarak bilgilendirdi. Rusya Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Lavrov,
Türk mevkidaşını üçlü görüşmenin sonuçları
konusunda bilgilendirdi. Acil bir şekilde konferansın yapılması ve Suriye krizinin siyasi çözümünün desteklenmesi vurgulandı.” İfadeleri kullanıldı.
28 Haziran 2013: Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar
Zebari, “Irak’ın, Suriye’deki çatışmaların bir parçası olmadığını” açıkladı.
30 Haziran 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Parlamento’suna sunulan Başkan Mesud
Barzani’nin görev süresinin 2 yıl daha uzatılması
önerisi kabul edildi. Muhalefet partileri tarafından tepkiyle karşılanan öneri ikinci oturumda
onaylandı.
1 Temmuz 2013: ABD Başkanı Barack Obama,
Mısır’da demokratik yöntemlerle iş başına gelmiş bir hükümetle muhatap olma siyaseti güttüklerini söyledi. Obama, Muhammed Mursi ve
hükümetinin de demokratik gelişme konusunda
daha fazla çalışması gerektiğinin açık olduğunu
dile getirdi.
2 Temmuz 2013: Mısır’da yaşanan olayların ardından üst düzey yetkililerin istifaları devam ediyor. Dışişleri Bakanı Muhammed Kamel Amr’ın,
Başbakanlık sözcüsü Dr. Alaa El Hadidi’nin, Dışişleri Bakanı’nın ve Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin iki sözcüsünün istifa ettiğinin bildirilmesinin ardından Başbakanlık sözcüsü Dr.
Alaa El Hadidi’nin de istifa ettiği bildirildi. Ortadoğu Güncesi
2 Temmuz 2013: Irak Cumhurbaşkanı Nuri Maliki, Moskova’da yaptığı açıklamada, Gazprom
Neft’ten Kürt bölgesindeki çalışmalarını durdurmasını istedi.
2 Temmuz 2013: İran Cumhurbaşkanı Mahmut
Ahmedinecad, Rusya’nın İran’a daha fazla nükleer santral yapması için görüşmelerin devam ettiğini, projenin uygulamaya başlaması için Rusya
Devlet Başkanı Vladimir Putin’in kararı gerektiğini söyledi.
2 Temmuz 2013: Irak Başbakanı Nuri Maliki,
Türkiye’de bulunan PKK terör örgütü üyelerinin sınırı geçerek ülkenin kuzeyine girmelerinin
Irak’ın egemenliği açısından tehdit oluşturduğunu söyledi.
3 Temmuz 2013: Avrupa Birliği Dışilişkiler Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Mısır’daki gelişmeleri yakından kaygıyla izlediklerini belirtti. 3 Temmuz 2013: ABD Başkanı Barack Obama,
Mısır lideri Muhammed Mursi’yi telefonla arayarak sokakların sesini dinlemesi çağrısında bulundu.
3 Temmuz 2013: Mısır devlet ajansı, kurulacak
geçiş hükümetinin ardından meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağını açıkladı.
Mısır Ordusu’nun, ültimatomun dolmasının ardından açıklayacağını belirttiği siyasi yol haritasını sivillerin ilan edeceği belirtildi. Resmi haber
ajansı MENA’ya göre yol haritasını, muhalif liderlerden Muhammed el Baradey, El Ezher Üniversitesi Şeyhi Ahmed Muhammed el Tayyip ve
Kıpti Patriği 2. Tavadros duyuracak. Habere göre
siyasi yol haritasında kısa geçiş döneminin ardından başkanlık ve parlamento seçimleri yapılacak. El Ahram gazetesinin haberine göre Mısır
ordusu Mursi’ye ‘Cumhurbaşkanı değilsin’ dedi.
3 Temmuz 2013: Mısır’da yayın yapan devlet
gazetesi El-Ahram, Devlet Başkanı Muhammed
Mursi’nin ordu tarafından verilen muhtırada belirtilen süre sonunda görevi bırakacağını ya da
görevden alınacağını belirtti.
3 Temmuz 2013: Dışişleri Bakanlığı, dün olduğu
gibi bugün de Türkiye’nin, dost ve kardeş Mısır’ın
yanında olmaya ve Mısır’ın siyasi istikrarına, birlik ve beraberliğine, ekonomik kalkınmasına destek vermeye devam edeceğini bildirdi.
3 Temmuz 2013: Esad rejimi, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye istifa çağrısı yaptı.
3 Temmuz 2013: Filistin lideri Mahmud Abbas,
Filistinlilerin Arap ülkelerinin içişlerine karışmamalarını istedi.
3 Temmuz 2013: Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin ulusal güvenlik danışmanı
askeri bir ihtilalin gerçekleşmek üzere olduğunu
ve ordu ve polisin Mursi taraftarı göstericilere
karşı şiddet uygulayacağını tahmin ettiklerini
söyledi.
3 Temmuz 2013: Mısır’da devlete bağlı el Ahram gazetesi, anayasayı askıya alacak olan ordunun, 9 ay ile 1 sene içinde seçimlere gideceğini
yazdı.
4 Temmuz 2013: Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, ülkedeki son durumu tüm taraflarla oturup değerlendirmeye açık olduğunu
söyledi.
4 Temmuz 2013: Mısır güvenlik güçleri yetkilileri, Müslüman Kardeşler’in lideri Muhammed
Bedii’nin ülkenin kuzeyindeki sahil şehri Mersa
Matruh’ta dün akşam tutuklandığını bildirdi.
4 Temmuz 2013: Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Mısır’daki gelişmeleri ‘demokrasi için bu ciddi bir gerileme’ olarak nitelendirdi. Westerwelle, “Mısır ivedilikle tekrar anayasal
düzene geri dönmelidir.” dedi.
4 Temmuz 2013: Mısır’da askeri darbeyle indirilen Muhammed Mursi’nin yerine atanan Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur, yemin
ederek ülkenin Geçici Cumhurbaşkanı olarak
göreve başladı.
4 Temmuz 2013: AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, Mısır’da tüm taraflardan demokratik sürece hızla dönmelerini istedi.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
101
Ortadoğu Güncesi
4 Temmuz 2013: Müslüman Kardeşler Yöneticisi Dr. Eşref Abdülgaffar, Mısır’daki askeri darbeye ilişkin açıklamalarda bulundu. Darbenin genel
olmadığını söyleyen Abdülgaffar, “Muhalefetin
yaptığı bir devrim olabilir. Genel bir devrimden
bahsedilmez. Biz her türlü şiddete karşıyız. Sokaklarda kalmaya devam edeceğiz. Bu ortamın
geriye dönmesi için çalışacağız. Demokrasiden
bahsediyorsak, askeri darbeyi kabul edemeyiz.
Demokrasi dışı bir şey” dedi.
4 Temmuz 2013: Mısır’da gerçekleşen askeri
darbeye Rusya’dan ilk resmi açıklama geldi. Rusya Dışişleri Bakanlığı, Mısır’da tüm siyasi gruplara itidalli olmalarını ve şiddete başvurmamalarını istedi.
4 Temmuz 2013: Yemin ederek Geçici Cumhurbaşkanı olan Adli Mansur, Mısır’ın Muhammed
Mursi’nin istifasını talep eden sokak gösterileriyle “ihtişamlı devriminin yönünü düzelttiğini”
söyledi.
4 Temmuz 2013: Avrupa Parlamentosu, Mısır’da
iktidarın demokratik yollarla seçilmiş sivil idareye mümkün olduğu kadar kısa sürede devredilmesini istedi.
4 Temmuz 2013: Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Mısır’daki gelişmeleri ‘demokrasi için bu ciddi bir gerileme’ olarak nitelendirdi. Westerwelle, “Mısır ivedilikle tekrar anayasal
düzene geri dönmelidir.” dedi.
5 Temmuz 2013: Irak Başbakanı Nuri el Maliki,
Mısır’da darbeden sonra iş başına getirilen geçici
Devlet Başkanı Adli Mansur’a tebrik mesajı gönderdi. Maliki, Mısır halkını barışa ve hoşgörüye
davet etti.
102
da askerlere seslenerek, Muhammed Mursi’nin
yenide göreve geri gelmesi durumunda diğer konuların müzakere edilebileceğini söyledi.
6 Temmuz 2013: Mısır ordusu, başkent
Kahire’de karşı görüşlü göstericiler arasında çıkan çatışmaları durdurmak için olaylara müdahale edeceğini açıkladı.
6 Temmuz 2013: Mısır’da ordunun geçici olarak
devlet başkanlığına getirdiği Adli Mansur, İttihadiye başkanlık sarayında mesaiye başladı.
7 Temmuz 2013: Suriye Muhalif ve Devrimci
Güçler Milli Koalisyonu (SMDK) başkanlığına
Ahmet el Carba seçildi.
7 Temmuz 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi
Başkanı Mesud Barzani’nin beklenen Bağdat
ziyareti gerçekleşti. Barzani ve beraberindeki
heyet Bağdat havaalanında Irak Başbakan Yardımcısı Roj Nuri Shawes ve Irak Dışişleri Bakanı
Hoşyar Zebari tarafından karşılandı.
7 Temmuz 2013: Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Mısır’ın iç savaşın eşiğinde olduğunu
belirterek uyarıda bulundu.
8 Temmuz 2013: Mısırlı politikacı Muhammed
El Baradey, Mısır’ın “acil uzlaşıya ihtiyacı” olduğunu söyledi.
8 Temmuz 2013: Mısır’da Müslüman
Kardeşler’in lideri Muhammed Bedii, Genelkurmay Başkanı Abdülfettah El Sisi’nin ülkeyi
Suriye’nin durumu ile aynı kadere sürüklemek
istediğini söyledi.
5 Temmuz 2013: Mısır’daki askeri müdahaleyi ‘darbe’ olarak nitelendirmekten kaçınan AB
Komisyonu, darbeyi meşru gösteren ifadeler de
kullandı.
8 Temmuz 2013: Mısır’da ordunun sabah namazı için toplanan halka ateş açması sonucu 42
kişinin öldüğü olaylar için açıklama yapan İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Tugay Hani Abd El Latif,
ordunun vatanın düşmanlarını öldürdüğünü
söyledi.
5 Temmuz 2013: Mısır’da Müslüman
Kardeşler’in lideri Muhammed Bedii, başkent
Kahire’de devrim karşıtı gösteri yapılan alana geldi. Bedii, göstericilere yönelik yaptığı konuşma-
9 Temmuz 2013: Suriyeli muhaliflerin yeni lideri Ahmed Carba, Şam yönetimine Ramazan ayı
boyunca ateşkes ilan edilmesi teklifinde bulundu.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Ortadoğu Güncesi
9 Temmuz 2013: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Ahmet
Assi Jarba’yı Dışişleri Bakanlığı Konutu’nda kabul etti. Görüşmede kısa bir açıklama yapan Davutoğlu, “İnşallah bu Ramazan, Suriyeli kardeşlerimizin acı ve ızdırap çektikleri son Ramazan
olur, en kısa zamanda Ramazan’ın da bereketiyle
Suriyeli kardeşlerimiz arasında birlik beraberlik
hakim olur. Halkın talepleri, sizlerin talepleri
doğrultusunda gerekli siyasi değişim gerçekleşir
ve bütün Suriye’de barış egemen olur.” dedi.
9 Temmuz 2013: Mısır’da yaşanılan şiddet olaylarına yönelik Birleşmiş Milletler (BM) Genel
Sekreteri Ban Ki-mun adına yapılan açıklamada,
‘’Genel Sekreter, Mısır’da siyasi krizin yol açtığı
şiddetin artarak devam etmesinden ciddi endişe
duymaktadır’’ denildi.
9 Temmuz 2013: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey
Lavrov, Mısır’da istikrar ve sükuneti sağlayacak,
sonrasında da ülkede özgür bir ortamda Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilmesine imkan verecek tüm çabaları desteklediklerini söyledi.
10 Temmuz 2013: Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitali Çurkin, Suriyeli muhaliflerin Mart
ayında Halep’te yapılan saldırıda sarin gazı kullanmış olabileceklerini iddia etti. Çurkin, Rus
uzmanların toprak örneklerini inceleyerek hazırladıkları raporu BM Genel Sekreteri Ban Kimoon’a sunduğunu söyledi.
10 Temmuz 2013: Irak Bölgesel Kürt Yönetimi
(IBKY) Başkanı Mesud Barzani, Selahattin kasabasında Suriye’deki Kürt gruplarla bir araya
geldi. Toplantıda Suriye’deki son gelişmeler ve
Kürtlerin durumu masaya yatırıldı.
11 Temmuz 2013: Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitali Çurkin, Suriyeli muhaliflerin mart
ayında Halep’te yapılan saldırıda sarin gazı kullanmış olabileceklerini iddia etti.
11 Temmuz 2013: Mısır’da geçtiğimiz hafta darbe ile iktidara gelen geçiş yönetimi, Müslüman
Kardeşler lideri Muhammed Bedii için tutuklama kararı çıkardı.
13 Temmuz 2013: Mısır’da yaşanan askerî darbeyi kınamayan ABD, devrik Cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi’nin serbest bırakılması gerektiğini açıkladı.
14 Temmuz 2013: Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar
Zebari, Suudi Şarkul Avsat gazetesine verdiği demeçte İran’ın Suriye’ye yaptığı silah yardımlarını
teyit etti. ‘Engel olamıyoruz’ dedi.
14 Temmuz 2013: İhvan Genel Sekreteri İbrahim Münir, Mısır askeri darbesinden sonraki
gelişmeleri değerlendirdi. Genel Sekreter Münir,
“Amerika Mısır’da iki yüzlü oynadı. Batı ve Amerika müdahaleyi askeri darbe olarak görmediği
için mahcup durumda.” dedi.
15 Temmuz 2013: İngiliz Reuters haber ajansı,
Pakistan Taliban’ının Suriye’de devam eden iç savaşta Esad ordusuna karşı savaşan muhalif gruplara destek olmak üzere bu ülkeye adam gönderdiğini iddia etti. 15 Temmuz 2013: Mısır Cemaat-i İslami liderlerinden Nacih İbrahim, Mısır’daki İslami hareketin deneyim ve tecrübesi sayesinde Cezayir örneğinde olduğu gibi şiddete başvurmayacağını,
aksine Erbakan - Erdoğan örneğinde somutlaşan
Türk modelini benimseyeceği öngörüsünde bulundu.
16 Temmuz 2013: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail uçaklarının Suriye’de bir hedefi
vururken Türk hava üssünü kullandığı yönündeki haberleri kesin bir dille yalanladı.
16 Temmuz 2013: Mısır’daki Müslüman Kardeşler hareketinin önde gelen isimlerinden Safvet Hegazi, devrimin ardından gelen demokrasiye sahip çıktıklarını söyledi. Hegazi ayrıca, şiddete şiddetle karşılık vermeyeceklerini söyledi. 17 Temmuz 2013: Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşşar Caferi, muhalifleri ‘terörist’ olarak
niteleyerek, bazı ülkelerin verdiği bu destek sebebiyle pişman olacağını söyledi. Caferi, “Terör,
teröristleri destekleyen ve koruyan ülkelere uzanacak.” dedi.
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
103
Ortadoğu Güncesi
17 Temmuz 2013: AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, darbeyle iktidardan
uzaklaştırılan Müslüman Kardeşler’in üst düzey
yöneticileri ile Kahire’de bir araya geldi. Görüşmeye, darbeden sonraki yönetimin görevden aldığı Başbakan Hişam Kandil ve hareketin önde
gelen üyelerinden Amr Darrag katıldı. Görüşmenin ardından açıklama yapan Darrag, AB’nin
Mısır’daki krizin çözülmesi için yeni bir teklif getirmediğini söyledi. Hayal kırıklığı yaşayıp yaşamadıklarının sorulması üzerine Darrag, “Kimseden destek beklemiyoruz. Sadece kendimize bel
bağlamış durumdayız.” dedi.
18 Temmuz 2013: Birleşmiş Milletler’in (BM)
Irak elçisi Martin Kobler, dün yaptığı konuşmada Ortadoğu için şu şekilde konuştu: “Suriye
ve Irak’ta çatışma bölgeleri birleşiyor.” Birbirini
hedef alan, ayrıca Suriye’de de karşıt taraflarda
birbirleriyle çatışan Iraklıların arttığını söyleyen diplomat, “Bu iki ülke birbiriyle alakalı. Irak,
Sünni ve Şii dünya için kırılma noktası ve pek tabii Suriye’de olan biten her şeyin Irak siyasi sah-
nesine de yan etkileri var.” ifadelerini kullandı.
Bu çatışmalarda ne kadar Iraklının hayatını kaybettiği konusunda bir sayı vermeyen elçi, “Acilen
müdahale edilmezse durum kolaylıkla kontrolden çıkabilir.” dedi.
19 Temmuz 2013: İran’dan Türkiye’ye tehdit
gibi Mısır uyarısı geldi. İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Sözcüsü Hüseyin
Nakavi Hüseyni, “Ankara, Mursi’yi destekliyor
ama bu tavır devam ederse Türkiye krizle karşılaşacaktır.” dedi.
19 Temmuz 2013: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ankara’da, Mısır Büyükelçisi Abderahman Salaheldin’i kabul etti.
20 Temmuz 2013: Suriye yönetimi, ülkenin güneyindeki Deyr Ez Zor şehri kırsalında Türkiye’ye
kaçırılmak istenen çok miktarda ham petrolün
imha edildiğini duyurdu. Açıklamada Türkiye’ye
ham petrol taşınmasında kullanılan tankerlerin
de kullanılamaz hale getirildiği belirtildi.
O
104
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Ortadoğu Güncesi
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Raporlar
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
105
Ortadoğu Güncesi
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM-Ortadoğu
Türkmenleri
Araştırmaları
106
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
Ortadoğu
Güncesi
Kapak Konusu
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Su Araştırmaları
Programı Raporları
Ağustos
2013 -- Cilt:
Cilt: 35 - Sayı: 35
56
Kasım 2011
93
107
Kapak Konusu
ORSAM
ORTADOĞU ETÜTLERİ
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Kat: 3-4 Çankaya / Ankara Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48
www.orsam.org.tr
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
108
ORSAM RAPORLARI
ORSAM Rapor No: 1
Mart 2009
Deniz Haydutluğu ile Mücadele
ve Türkiye’nin Konumu: Somali
Örneği
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 2
Nisan 2009
60. Yılında Nato ve Türkiye
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 12
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 2
Şubat 2010
Rusya Federasyonu’nun Bakışı:
Irak Faktörünün Türkiye’nin
Ortadoğu Politikasına Etkisi
(1990-2008)
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 3
Mayıs 2009
Irak’ın Kilit Noktası: Telafer
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 13
Şubat 2010
7 Mart 2010 Irak Seçimleri Öncesi
Şii Kökenli Parti ve Seçmenlerin
Politik Davranışlarının Analizi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 4
Temmuz 2009
2009 Lübnan Seçimleri:
Kazananlar, Kaybedenler ve
Türkiye
(Tr)
ORSAM Rapor No: 14
Şubat 2010
Seçim Öncesi Irak’ta Siyasal
Durum ve Seçime İlişkin
Beklentiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 5
Ağustos 2009
Türkiye-Lübnan İlişkileri: Lübnanlı
Dinsel ve Mezhepsel Grupların
Türkiye Algılaması
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 15
Mart 2010
Orsam Heyetinin 7 Mart 2010 Irak
Seçimlerine İlişkin Gözlem Raporu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 6
Kasım 2009
Tuzhurmatu Türkmenleri: Bir
Başarı Hikayesi
(Tr - Eng - Ar)
ORSAM Rapor No: 7
Kasım 2009
Unutulmuş Türkmen Diyarı: Diyala
(Tr - Eng - Ar)
ORSAM Rapor No: 8
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 1
Aralık 2009
Karadeniz’in Bütünleşmesi İçin
Abhazya
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 9
Ocak 2010
Yemen Sorunu: Bölgesel Savaşa
Doğru mu?
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 10
Yemen İç Savaşı: İktidar
Mücadelesi, Bölgesel Etkiler ve
Türkiye ile İlişkiler
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 11
Şubat 2010
Unutulan Türkler: Lübnan’da Türk
Varlığı
(Tr – Eng – Ar)
ORSAM Rapor No: 16
Nisan 2010
Oman Sultanlığı:
Arap Yarımadasında Geleneksel ile
Modernite Arasında Bir Ülke
(Tr)
ORSAM Rapor No: 17
Nisan 2010
7 Mart 2010 Irak Parlamento
Seçim Sonuçlarının ve
Yeni Siyasal Denklemin
Değerlendirilmesi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 18
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 3
Mayıs 2010
Komşuluktan Stratejik İşbirliğine:
Türk-Rus İlişkileri
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 19
Eylül 2010
Türkiye’ye Yönelik Türkmen Göçü
ve Türkiye’deki Türkmen Varlığı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 20
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 4
Ekim 2010
Kırgızistan’da Mevcut Durum,
İktidar Değişiminin Nedenleri ve
Kısa Vadeli Öngörüler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 21
Kasım 2010
Irak’tan Irağa: 2003 Sonrası
Irak’tan Komşu Ülkelere ve
Türkiye’ye Yönelik Göçler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 22
Ocak 2011
Türkiye-Yemen İlişkileri ve
Yemen’deki Türkiye Algısı
(Tr – Eng – Ar)
ORSAM Rapor No: 23
Ocak 2011
Katar-Irak-Türkiye-Avrupa Doğal
Gaz Boru Hattı Projesi Mümkün
mü?
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 24
Ocak 2011
Kuveyt Emirliği: Savaş ve Barış
Arasındaki El Sabah İktidarı ve
Türkiye ile İlişkiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 25
Ocak 2011
Hukuki ve Siyasi Yönleriyle
Güvenlik Konseyi’nin İran
Ambargosu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 26
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 5
Şubat 2011
Kırgızistan’da Son Gelişmeler:
Dün, Bugün, Yarın
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 27
Şubat 2011
Mısır Devriminin Ayak Sesleri: Bir
Devrin Sonu mu?
(Tr)
ORSAM Rapor No: 28
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 6
Şubat 2011
Uluslararası Deniz Hukukunda Kıyı
Devletlerinin Gemilere El Koyma
Yetkisinin Sınırları: Gürcistan’ın
Karadeniz’de Seyreden Gemilere
El Koyması
(Tr)
ORSAM Rapor No: 29
Şubat 2011
Tunus Halk Devrimi ve Türkiye
Deneyimi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 30
Şubat 2011
Kerkük’te Mülk Anlaşmazlıkları:
Saha Araştırmasına Dayalı Bir
Çalışma
(Tr)
ORSAM Rapor No: 31
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 7
Mart 2011
Afganistan ve Pakistan’da
Yaşanan Gelişmeler ve
Uluslararası Güvenliğe Etkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 32
Mart 2011
Suudi Arabistan’da Şii Muhalefet
Sorunu ve Etkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 33
Mart 2011
Irak’ta Türkmen Varlığı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 34
Mart 2011
Irak’ta Türkmen Basını
(Tr – Ar)
ORSAM Rapor No: 35
Mart 2011
Irak’ta Mevcut Siyasi Durum ve
Önemli Siyasi Gelişmeler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 36
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 1
Mart 2011
Eu’s Water Framework Directive
Implementation in Turkey:
The Draft National Implementation
Plan
(Eng)
ORSAM Rapor No: 37
Mart 2011
Tunus Halk Devrimi ve Sonrası
(Tr)
ORSAM Rapor No: 38
Mart 2011
Libya Savaşı, Uluslararası
Müdahale ve Türkiye
(Tr)
ORSAM Rapor No: 39
Mart 2011
Tarihten Günümüze Libya
(Tr)
ORSAM Rapor No: 40
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 2
Mart 2011
İklim Değişiminin Güvenlik Boyutu
ve Ortadoğu’ya Etkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 41
Mart 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak-1
(Tr)
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
109
ORSAM Rapor No: 42
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 3
Nisan 2011
Nil Nehri Havzasının Hidropolitik
Tarihi ve Son Gelişmeler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 43
Nisan 2011
Kuzey Irak’ın Sosyal-Siyasal
Yapısı ve Kürt Bölgesel
Yönetimi’nin
Türkiye ile İlişkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 44
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 4
Nisan 2011
Meriç Nehri Havzası Su
Yönetimi’nde “Uluslararası
İşbirliği” Zorunluluğu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 45
Nisan 2011
Suriye’de Demokrasi mi İç Savaş
mı?:
Toplumsal-Siyasal Yapı, Değişim
Senaryoları ve Sürecin Türkiye’ye
Etkisi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 46
Mayıs 2011
Suriye’de İktidar Mücadelesi,
Uluslararası Toplumun Tepkisi ve
Türkiye’nin Konumu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 47
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 5
Mayıs 2011
Türkiye-Suriye İlişkileri: Sınıraşan
Sularda Örnek İşbirliği Olarak Asi
Dostluk Barajı
(Tr)
110
ORSAM Rapor No: 51
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 8
Mayıs 2011
75. Yılında Montrö Boğazlar
Sözleşmesi
Karadeniz’in Değişen Jeopolitiği
Çerçevesinde
(Tr)
ORSAM Rapor No: 52
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 9
Mayıs 2011
Afganistan ve Bölgesel Güvenlik
(Ortadoğu, Orta ve Güney Asya,
Rusya Federasyonu)
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 53
Mayıs 2011
Madagaskar: Bağımsızlığın 50.
Yılında Kazanımlar,
Kaçan Fırsatlar ve Türkiye ile
İlişkiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 54
Mayıs 2011
Iraklı Grupların Temel Siyasi
Sorunlara Bakışı ve Türkiye İle
İlişkiler: Saha Araştırmasına Dayalı
Bir Çalışma
(Tr)
ORSAM Rapor No: 62
Ağustos 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 3
(Tr)
ORSAM Rapor No: 63
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 7
Ağustos 2011
Görünmez Stratejik Kaynak:
Sınıraşan Yeraltı Suları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 64
Ağustos 2011
AK Parti’nin 12 Haziran 2011
Genel Seçimlerindeki Zaferi
(Tr – Ar)
ORSAM Rapor No: 65
Ağustos 2011
Karikatürlerin Dilinden Arap
Baharı - 1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 55
Haziran 2011
Suriye Muhalefeti’nin Antalya
Toplantısı:
Sonuçlar, Temel Sorunlara Bakış
ve Türkiye’den Beklentiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 66
Ağustos 2011
Karikatürlerin Dilinden Libya İç
savaşı ve Uluslararası Müdahale
-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 56
Haziran 2011
Seçimler ve Ak Parti’nin Tecrübesi
(Tr – Ar)
ORSAM Rapor No: 67
Ağustos 2011
Somali: Bir Ulusun Yok Oluşu ve
Türkiye’nin İnsani Yardım Girişimi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 57
Haziran 2011
12 Haziran 2011 Türkiye
Genel Seçimlerinin Ortadoğu
Ülkelerindeki Yansımaları
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 68
Eylül 2011
Karikatürlerde Usame Bin Ladin
Operasyonu ve Yankıları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 48
Mayıs 2011
Orsam Söyleşileri - 2
Iraklı Araplar, Azınlıklar ve
Akademisyenler-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 58
Temmuz 2011
Karikatürlerin Dilinden 12 Haziran
2011 Türkiye Genel Seçimlerinin
Ortadoğu’daki Yansımaları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 49
Mayıs 2011
Orsam Söyleşileri - 2
Irak Türkmenleri-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 59
Temmuz 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 2
(Tr)
ORSAM Rapor No: 50
Mayıs 2011
Orsam Söyleşileri - 3
Iraklı Kürt Yetkililer,
Akademisyenler ve Gazeteciler-1
(Tr)
ORSAM Rapor No: 60
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 6
Temmuz 2011
Mekong Nehri Suları Üzerinde
İşbirliği ve İhtilaf
(Tr-Eng)
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
ORSAM Rapor No: 61
Temmuz 2011
Antalya’da 1-2 Haziran 2011
Tarihlerinde Gerçekleşen
“Suriye’de Değişim
Konferansı” nın Tam Deşifresi
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 69
Eylül 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 4
(Tr)
ORSAM Rapor No: 70
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 10
Eylül 2011
XXI. Yüzyılda Rusya ve Türkiye’nin
İran Politikaları
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 71
Eylül 2011
Gazze Sorunu: İsrail Ablukası,
Uluslararası Hukuk, Palmer
Raporu ve Türkiye’nin Yaklaşımı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 72
Eylül 2011
Ortadoğu Ülkelerine Dair
İstatistikler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 73
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 11
Ekim 2011
Anadolu Etki Alanı
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 74
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 12
Ekim 2011
Ukraine in Regress: The
Tymoshenko Trial
(Eng)
ORSAM Rapor No: 75
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 13
Ekim 2011
Kazaklar ve Kazakistanlılar
(Tr)
ORSAM Rapor No: 76
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 14
Ekim 2011
İtalya’da Unutulmuş Türk Varlığı:
Moena Türkleri
(Tr - It)
ORSAM Rapor No: 77
Ekim 2011
ABD’nin Çekilmesinin Ardından
Irak Politikasının Bölgesel, Küresel
Etkileri ve Türkiye’ye Yansımaları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 78
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 8
Ekim 2011
Türkiye’de ve İsrail’de Yapay
Sulak Alanlar ile Atıksu Arıtımı ve
Atıksuyun Sulama Amaçlı Olarak
Tekrar Kullanımı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 79
Ekim 2011
Yaklaşan Seçim Öncesi Tunus’ta
Siyasal Denklemler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 80
Ekim 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak - 5
(Tr)
ORSAM Rapor No: 81
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 15
Ekim 2011
Büyük Güçlerin Afganistan
Politikaları
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 82
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 16
Ekim 2011
Bölge Devletlerinin Perspektifinden
Afganistan
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 83
Kasım 2011
Suriye’de Değişimin Ortaya
Çıkardığı Toplum: Suriye
Türkmenleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 84
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 9
Kasım 2011
Somali’nin Açlık Felaketi: “Siyasi
Kuraklık” mı Yoksa Doğal Afet mi?
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 85
Kasım 2011
Suriye Politik Kültüründe Tarihsel
Pragmatizm, Beşar Esad Dönemi
Suriye Dış Politikası ve TürkiyeSuriye İlişkileri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 86
Kasım 2011
Geçmişten Günümüze Irak
Türkmen Cephesi’nin Yapısı ve
İdari Durumu
(Tr)
ORSAM Report No: 87
Kasım 2011
Turkmen in Iraq and Their Flight: A
Demographic Question?
(Eng)
ORSAM Rapor No: 88
Kasım 2011
Irak’ta Bektaşilik (Türkmenler –
Şebekler – Kakailer)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 89
Kasım 2011
Değişim Sürecindeki Fas
Monarşisi: Evrim mi? Devrim mi?
(Tr)
ORSAM Rapor No: 90
Kasım 2011
Arap Dünyasının İstisnai Krallığı:
Yerel Aktörler ve Arap-İsrail
Uyuşmazlığı Çerçevesinde Ürdün
Krallığı’nın Demokratikleşme
Deneyimleri
(Tr-Eng)
ORSAM Rapor No: 91
Aralık 2011
Türkiye ve Arap Birliği’nin
Suriye’ye Yaptırım Kararları ve
Olası Sonuçları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 92
Aralık 2011
Irak’ta İhtilaflı Bölgelerin Durumu
(Tr)
ORSAM Report No: 93
ORSAM Water Research
Programme Report: 10
December 2011
Turkey and Wfd Harmonization: A
Silent, But Significant Process
(Eng)
ORSAM Rapor: 94
Aralık 2011
Türkiye-Fransa Krizinde Algının
Rolü: Fransızların Türkiye Algısı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 95
Aralık 2012
Karikatürlerle Arap Baharı – 2
(Tr)
ORSAM Rapor No: 96
Aralık 2011
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak – 6
(Tr)
ORSAM Rapor No: 97
Ocak 2012
Karikatürlerin Dilinden Irak’ı
Anlamak – 7
(Tr)
ORSAM Rapor No: 98
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 17
Ocak 2012
Kırgızistan’da Cumhurbaşkanlığı
Seçimi ve Türkiye ile İlişkilerine
Etkisi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 99
Ocak 2012
Türk Siyasal Partilerinin Hatay’daki
Suriyeli Sığınmacılar Konusundaki
Açıklamaları ve Hatay’daki Siyasi
Parti Temsilcileri ile Hareketlerin
Suriye Olaylarına Yaklaşımları
(Mart-Aralık 2011)
(Tr)
ORSAM Rapor No: 100
Ocak 2012
Irak İstatistikleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 101
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 11
Ocak 2012
Emniyetli İçme Suyu ve
Sanitasyon Hakkı
(Tr)
ORSAM Rapor No: 102
Ocak 2012
Irak Hangi Şartlarda, Nasıl
Parçalanabilir?: En Kötüye
Hazırlıklı Olmak
(Tr – Eng)
ORSAM Rapor No: 103
Ocak 2012
Irak’ta Petrol Mücadelesi: Çok
Uluslu Şirketler, Uluslararası
Anlaşmalar ve Anayasal
Tartışmaların Işığında Bir Analiz
(Tr)
ORSAM Rapor No: 104
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 12
Şubat 2012
Sınıraşan Akiferler Hukuku
Taslak Maddeleri Üzerine Bir
Değerlendirme
(Tr – Eng)
ORSAM Rapor No: 105
Şubat 2012
Irak Hukuk Mevzuatında
Azınlıkların Siyasal Hakları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 106
Şubat 2012
Irak Hukuk Mevzuatında
Azınlıkların Siyasal Hakları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 107
Şubat 2012
Uluslararası Hukuk ve Irak
Anayasası Açısından Azınlıkların
İnsan Hakları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 108
Şubat 2012
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın
(EİT) Geleceği
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 109
Şubat 2012
Türkiye’nin Yükselişi ve «Bric»
Bölgesi
(It)
ORSAM Rapor No: 110
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 13
Mart 2012
İran’da Su Kaynakları ve Yönetimi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 111
Mart 2012
Suriye Kürt Muhalefetine Eleştirel
Bir Bakış
(Tr)
ORSAM Rapor No: 114
Nisan 2012
Karikatürlerle Suriye Sorununu
Anlamak - 8
(Tr)
ORSAM Rapor No: 115
Nisan 2012
Suriye’de Güvenli Bölge
Tartışmaları: Türkiye Açısından
Riskler, Fırsatlar ve Senaryolar
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 116
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 14
Nisan 2012
Fayda Paylaşımı Kavramı, Teorik
Altyapısı ve Pratik Yansımaları
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 117
Nisan 2012
Musul’a Yatırım Geleceğe
Yatırım Demektir
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 118
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 19
Mayıs 2012
Ukrayna - Türkiye Ticari Ekonomik Münasebetlerinin
Analizi
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 119
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 20
Mayıs 2012
Bölgesel Gelişimin Trend ve
Senaryolarının Araştırılmasındaki
Araç: Jeopolitik Dinamikler
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 120
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 21
Mayıs 2012
Kazakistan Siyasi Sisteminin
Gelişimi: 2012 Parlamento
Seçimleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 121
Mayıs 2012
Musul’da Yerel Siyaset ve Irak
Siyasetinde Yeni Dinamikler (Saha
Çalışması)
(Tr - Eng - Ger)
ORSAM Rapor No: 112
Mart 2012
İran İslam Cumhuriyetinde
Anayasal Sistem ve Siyasi Partiler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 122
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 15
Mayıs 2012
Irak’ta Su Kaynakları Yönetimi
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 113
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 18
Nisan 2012
Mongolia: A Developing
Democracy and a Magnet for
Mining
(Eng)
ORSAM Rapor No: 123
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 22
Haziran 2012
Küresel Göç ve Avrupa Birliği ile
Türkiye’nin Göç Politikalarının
Gelişimi
(Tr)
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
111
ORSAM Rapor No: 124
Temmuz 2012
Türkiye Afrika’da: Eylem Planının
Uygulanması ve Değerlendirme
On Beş Yıl Sonra
(Tr - Eng - Fr)
ORSAM Rapor No: 125
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 23
Temmuz 2012
Rusya’nın Ortadoğu Politikası
(Tr)
ORSAM Rapor No: 126
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 16
Temmuz 2012
Yeni Çerçeve Su Kanunu’na
Doğru: Su Kanunu Taslağı Üzerine
Notlar
(Tr)
ORSAM Rapor No: 127
Ağustos 2012
Suriye’de Kürt Hareketleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 128
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 24
Eylül 2012
Günümüz Şartlarında
Türkiye - Belarus Ekonomik
Münasebetlerinin Gelişimi
(Tr - Rus - Eng)
ORSAM Rapor No: 129
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 25
Eylül 2012
Belarus-Türkiye: Devletlerarası
İşbirliğinin Pozitif Dinamikleri
(Tr - Rus - Eng)
ORSAM Rapor No: 130
Suriye Çerkesleri
Kasım 2012
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 131
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 26
“The Third Wave”: Geopolitics of
Postmodernism
Kasım 2012
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 132
Kasım 2012
Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun
Kerkük Ziyareti
(Tr - Eng)
112
Ağustos 2013 - Cilt: 5 - Sayı: 56
ORSAM Rapor No: 133
Kasım 2012
Irak Kürdistan Bölgesi’nde
Muhalefetin Doğuşu ve Geleceği
(Tr)
ORSAM Rapor No: 143
Ocak 2013
2012 Irak Değerlendirmesi ve Irak
Kronolojisi
(Tr)
ORSAM Rapor No: 134
Kasım 2012
Irak Çerkesleri
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 144
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 17
Ocak 2013
ORSAM Su Söyleşileri 2011
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 135
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 27
Kasım 2012
Türkiye’nin Eski Sovyet
Cumhuriyetleriyle
Münasebetlerinin Özellikleri
(Tr - Rus - Eng)
ORSAM Rapor No: 136
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 28
Kasım 2012
Türk-Ukrayna İlişkilerinde
Entegrasyon Faktörü Olarak
Türk-Kırım Münasebetleri
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 137
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 29
Aralık 2012
Belarus’un Enerji Politikası ve
Belarus’un Rusya ve AB ile Enerji
Alanında Geliştirdiği İşbirliği
(1992-2011)
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 138
Aralık 2012
Birlik mi, PYD’nin Güç Gösterisi
mi? Erbil Anlaşmasından Sonra
Suriye Kürt Dinamikleri
(Tr)
ORSAM Rapor No: 139
Aralık 2012
Suriye’de Kürtler Arası Dengeler,
Rejim Muhalifleri ve Türkiye:
Çatışma-İstikrar Ayrımındaki
İlişkiler Örüntüsü
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 140
Aralık 2012
Kuzey Irak’ta İç Siyasal Dengeler
ve Stratejik İttifak’ın Geleceği
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 141
Aralık 2012
Irak’ta Türkmen Eğitiminin
Durumu
(Tr)
ORSAM Rapor No: 142
Ocak 2013
President Obama’s Second Term:
Domestic and Foreign Challenges
(Eng)
ORSAM Rapor No: 145
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 18
Ocak 2013
ORSAM Su Söyleşileri 2012
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 146
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 30
Ocak 2013
2013 Yılında Avrasya: Siyasi ve
Ekonomik Analiz
(Eng)
ORSAM Rapor No: 147
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 31
Ocak 2013
Kültürler Arası Diyalog: İdil Ural
Bölgesinden Büyük Litvanya
Knezliğine
Belarus-Litvanya Tatarları
(Tr - Rus)
ORSAM Rapor No: 148
Ocak 2013
Uluslararası Politika ve Uygarlıklar
(Uygarlıklar Çatışması ve Diyalog)
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 149
Şubat 2013
David Cameron ve AB: Dönüşü
Olmayan Karar
(Eng)
ORSAM Rapor No: 150
Mart 2013
Suriye Türkmenleri: Siyasal
Hareketler ve Askeri Yapılanma
(Tr – Eng)
ORSAM Rapor No: 151
Nisan 2013
Irak Kürdistan Bölgesi’nde
Demokrasi Süreci ve Sorunları
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 152
Nisan 2013
Irak’ta 2013 Yerel Seçimlerine
İlişkin Temel Veriler
(Tr)
ORSAM Rapor No: 153
Nisan 2013
Irak’ta Seçim Yasaları
(Tr)
ORSAM Rapor No: 154
ORSAM Su Araştırmaları Programı
Rapor No: 19
Nisan 2013
Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi
Kapsamında Sınıraşan Sular
(Tr)
ORSAM Rapor No: 155
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 32
Mayıs 2013
Montreux Boğazlar Konferansı
Tutanaklarından Tarihe Düşen
Notlar ve
Kanal İstanbul
(Tr)
ORSAM Rapor No: 156
ORSAM Reyhanlı Raporu
“11 Mayıs”
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 157
Mayıs 2013
Reyhanlı’da Suriyeliler ile
Söyleşiler - I
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 158
Mayıs 2013
Reyhanlı’da Suriyeliler ile
Söyleşiler - II
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 159
Mayıs 2013
Reyhanlı’da Suriyeli Kadınlar ile
Söyleşiler - III
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 160
Mayıs 2013
Reyhanlı’da Suriyeliler ile
Söyleşiler (Reyhanlı Saldırısı
Sonrası) - IV
(Tr - Eng)
ORSAM Rapor No: 161
Haziran 2013
Musul ve Anbar Yerel Seçimleri:
Seçim Öncesi Siyasi Durum ve
Seçime İlişkin Temel Veriler
(Tr )
ORSAM Rapor No: 162
BLACK SEA INTERNATIONAL
Rapor No: 33
Temmuz 2013
Kabotaj, Münhasır Ekonomik
Bölge, Petrol ve Doğal Gaz
Haklarımız
(Tr )
ORSAM Rapor No: 163
Temmuz 2013
Somali’de Bitmeyen Siyasi Kriz
(Tr)
ORSAM SÜRELİ YAYINLAR
ORTADOĞU
ETÜTLERİ
(Aylık)
(6 Aylık)
Indexed by
tarafından taranmaktadır
aylık uluslararası ilişkiler dergisi
sayı
Ağustos 2013 Cilt 5
56
Mısır: Geleceğini Arayan Ülke
Understanding the Political Crisis in Egypt
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi
Mavi Nil Nehri Suları Üzerinde Uyuşmazlık
ORSAM KİTAPLARI
ORSAM Kitapları No: 4
ORSAM Orta Asya Kitapları
No: 1
Enerji Güvenliği,
Şanghay İşbirliği
Örgütü ve Orta Asya
ORSAM Kitapları No: 5
Ortadoğu Kitapları No: 3
Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Musul
ORSAM Kitapları No: 6
Ortadoğu Kitapları No: 4
Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Basra
ORSAM İNTERNET YAYINLARI
ORSAM
ORSAM (Eng)
ORSAM SU
ARAŞTIRMALARI
PROGRAMI
ORSAM
WATER
RESEARCH
PROGRAMME
ORSAM Kitapları No: 7
Ortadoğu Kitapları No: 5
Osmanlı Vilayet
Salnamelerinde Bağdat
ORSAM
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
YENİ ADRESİMİZE TAŞINDIK
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Kat: 3-4 Çankaya / Ankara Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48
www.orsam.org.tr

Benzer belgeler