BEDREKA 2015 Sayı 1

Transkript

BEDREKA 2015 Sayı 1
Bedreka
Kasım 2015 Sayı:1
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”
Edebiyat
Zarifoğlu’na
“...Anlaşılmazlığın en güzelini yaşayan
ve yaşatan adam...”
Siyaset
Bir Olursak Diri Oluruz
“...Çünkü Müslüman yalnızca Allah’a
boyun eğer...”
Kültür Sanat
Tezhip Sanatı
“...Fırçanın zarif ve ölçülü kullanıldığı
ender sanatlardan...”
Bedreka,
İstanbul Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
öğrenci dergisidir.
Bedreka projemizin gerçekleşmesinde ve tüm çalışmalarımızda manevi desteğini bizden esirgemeyen Sevim Bilgin’e sonsuz teşekkürler...
BEDREKA
Kasım 2015 Sayı 1
Kurul Başkanı
Zülal Merve Bulut
Edebiyat Köşesi
Mukaddes Kutlu
Hatice Merve Şahinarslan
Şimdi, içimde bir yer yaktım ve “Bedreka”
yı anlatmaktayım efendim.
Biz, bir grup aciz,
Biz, mükellef
Biz, izci
Bilim Köşesi
Biz, yolcu
Siyaset Köşesi
Ve biz, cümle.
Şevval Tekbıyık
Bahar Akgün
Aysel Şahin
Zülal Merve Bulut
Beyza Bayındır
Kültür Sanat Köşesi
Eslem Cücük
Sümeyye Büşra Sırım
Feyza Karaman
Tarih Köşesi
Rahime Türk
Safinur Bayrak
Fotoğraflar
Fatma Beyza Türk
Mukaddes Kutlu
Editör
Sadullah Duran
Düzenleme
Ahmet Arslan
Grafik Tasarım
Sümeyye Büşra Sırım
Web Tasarım
Sümeyye Büşra Sırım
Biz, söz
Biz, benlerden yoksun, varlıkla müttefik,
yokluğun sırrına rabıtalı ve bir dünya arafının nüfusuna yazılı insanlarız. Ne çok büyük
aklımız, ne de çok büyük kendimiz var.
Bizim, kalbimiz var efendim…
Dünyayı, evreni, bütün güneşleri (!) ve bütün denizleri (!) içine alacak bir kalbimiz
var. Var için var olduğumuzdan, kalbimizden eminiz efendim.
Biz, güneşe tutkun, fer-i olana bakıcı, aslolanı görücüyüz biiznillah. Güneş’e bakmak
yerine Ay’a bakışımız da, acizliğimizden.
Zira, Güneş yakar bizi; Güneş’e bakmasak
dahi, Güneş yakarken içimizi.
Biz, Ay’a tabiyiz…
Böyle susuşlar, kabullenişler, inanışlar içindeyken; Ay’a bakıp da, yazalım dedik. Ay’a
bakıp da, güneşi yazalım; “ayna” olmayı, düşünelim dedik. Sadece düşündük ve yazdık.
Belki, “kün” der de Yaradan, “fe yekün” vacip olur diye,
Ayna olmak, bizde zahir olur diye…
Hatice Merve Şahinarslan
İÇİNDEKİLER
01
02
05
06
07
08
10
12
13
14
16
20
24
27
Mukaddes Kutlu
Yakışmış Mı?
Mukaddes Kutlu
Zarifoğlu’na
Hatice Merve Şahinarslan
Altı Kelimelik Hikaye
Mukaddes Kutlu
Sizden Gelenler
Hatice Merve Şahinarslan
Laf’lık Söz’lük
Hatice Merve Şahinarslan
Kase
Zülal Merve Bulut
Hakiki Cihad
Aysel Şahin
Bir Olursak Diri Oluruz
Beyza Bayındır
Babam ve Oğlum
Safinur Bayrak-Rahime Türk
Aliya İzzetbegoviç
Safinur Bayrak-Rahime Türk
Srebrenitsa Soykırımı
Bahar Akgün- Şevval Tekbıyık
Gökyüzü ve Bulutlar
Feyza Karaman- Eslem Cücük
Tezhib Sanatı
Sümeyye Büşra Sırım
Mona Lisa
Bize Ulaşın
Görüş, öneri ve yazılarınızı
göndermeniz için:
[email protected]
Sosyal Medyadan bizleri takip
etmeyi unutmayın:
Facebook: Bedreka Dergisi
Twitter: @bedrekadergisi
Instagram: @bedrekadergisi
Snapchat: bedrekadergisi
www.bedreka.com
YAKIŞMIŞ MI ?
Çocuk’a
Eğdi başını yere. Umutsuzluğa kapıldı. Oysa
gözleri görseydi bulutları, yukarıda uçan
kuşu. Ah bir görseydi gerçeği, en gerçeği…
Özgürlük kaplayacaktı dört bir yanını, umut
dolacaktı kalbi. Ama ısrar etti hüzünde, inatçılığı izin vermedi mutlu olmasına. Üzüldü,
hüzünlendi. Çünkü artık çocuk değildi ruhu.
Ve ufacık bir gülümseme için kendini hırpalayanlar ordusuna o da katılmıştı.
Zaten kalbine de en çok hüzün yakışırdı.
Peki insanın her
zaman kendisine
yakışanı yaptığı
nerede görülmüştü?
Katillere yakışmış
mıydı insan öldürmek? Ya da…
İnsan başkasının hakkına göz
diktiğinde kendine yakıştığını
mı düşünmüştü?
Hayır.
Menfaatleri tarafından kördüğüm
gibi bağlanan
beyinleri, bunu yapmak için onları zorlamaktaydı. Kalplerine hiç mi hiç danışmamışlardı.
Fakat senin hüzünlenmenin nedeni nedir?
Bir menfaatin olduğu düşünülemez. Kalp
atışlarını hızlandıran, beynini bir kördüğüme
çeviren, mideni kenetleyen, vücudunda bir
ürpermeye yol açan dünyevi şey neydi? En
önemlisi ‘’değer miydi?’’ Gözlerin yukarıdaki
kuşu görseydi bulutlara birkaç saniyeliğine
baksaydı kalbindeki kasvet dağılırdı belki.
Ama inat ettin. Belki de sen de kasveti
sevmiştin. Çünkü insan hep kendisine yakışanı severdi. Kalbinde bulunan acı sana
yakışmış mıydı? Yaratıcı’nı unutup dünya
hayatını zehir etmek sana yakışmış mıydı? Kalbinle veya vicdanınla konuşmaya
cesaretin var mıydı? Bunlar merak edilip
cevaplanamayan sorulardı. Çünkü ne benim ne de bir başkasının sana bu soruları
sormaya cesareti yoktu. Senin bu soruları
kendine sorduğun ise
muamma. Ya da sorup
cevap alabildiğin. Bilemiyorum ve bilememek
bana yakışmıyor. Bilmek
istemek ise yorucu.
Bunca hüznün arasında
bir gün kalbine bir ağrı
girer de ölür müsün
çocuk? Anlıyorsun değil
mi? Kalbine giren küçücük bir ağrı, elini kesmişsin gibi. Ama buna
bile dayanabileceğinden
şüpheliyim. Kalbini
yordun çocuk. Başını
yere eğdin ve kuşlara bakmayı unuttun,
bulutlara bakmaya zahmet etmedin. Ya
da öyleymiş gibi yaptın. Bilemiyorum. Ve
çok fazla ‘ya da’ diyorum. Çünkü bilememek bana yakışmıyor ve ben bilemiyorum.
Sen ise bana acımıyor ve kalbine seslenme
zahmetine girmiyorsun. Acımamak sana
yakışmıyor çocuk, ama kalbine en çok
hüzün yakışıyor.
Mukaddes Kutlu
Edebiyat
1
“Koşullar ağırdı ve ben
seni o zamanlarda da
seviyordum.”
ZARİFOĞLU’NA
Saat 23:59. Birkaç tıkırtı. Radyonun düğmesine basılıyor. Ve birkaç cızırtı. Sonra tok,
kendinden emin bir ses. Konuşmasının ortalarında olduğu belli. (Yine geç kalınmış bir
dinleme seansı.) Ve tam da o anda tok sesli adamı bir hüzün kaplıyor, mimiklerine yansıyıp yansımadığı bilinmiyor. Ama gerçekleri söylediği aşikâr. ‘’Bazı ölüler hiç ölmez.’’
Kafalarda beliren insan portreleri. Farklı farklı yüzler; benzer duygular. Ve mahzun
yüzlü bir çocuğun yüzünde ufak mimik değişiklikleri. Dudağının kenarlarındaki kırışıklıklar ve gülen bir çift göz. Aklına konan isim. Cahit. Zarifliğiyle nam salmış Cahit.
Cahit Zarifoğlu. Ve saat 00:00. Günü bitirip geceyle düşüncelerin kucaklaşmasına izin
veren evin saatinin ‘dank’ sesleri. Ve kafalarda beliren düşünceler. Zarifoğlu.
Anlaşılmazlığın en güzelini yaşayan ve yaşatan adam. Çocuğun yüzüne oturan ve
gitmek bilmeyen bir tebessüm. Akla gelen ilk dizeler.
‘’ah şu yalnızlık
kemik gibi
ne yanına dönsen batar’’
Elinde sigarası, dudaklarında hüznüyle Mutlu’nun ilk, Berat’ın son aşkı.
Çocuklara olan sevgisini öykülere, dinini ve aşkını dizelere, yaşamını satırlara dökmüş bir adam.
Zarifliğiyle nam salmış bir adam.
Mukaddes KUTLU
Edebiyat
2
SULTAN
Seçkin bir kimse değilim
ismimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum Bağışlanmamı diliyorum
Abdurrahman Cahit Zarifoğlu
Edebiyat
3
Tahir ile Zühre
Tahir olmak ta ayıp değil
Zühre olmak ta
Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil
Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürekte....
Mesela bir barikatta döğüşerek
Mesela Kuzey Kutbu’nu keşfe giderken
Mesela denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur
mu?
Tahir olmak ta ayıp değil Zühre olmak ta
Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil..
Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istersen dünyadan ama o senden ayrılacak
Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart
mı?
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık Yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahir’liğinden
Tahir olmak ta ayıp değil
Zühre olmak ta
Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil...
NÂZIM HİKMET RAN
Edebiyat
4
ALTI KELİMELİK HİKAYE
Amerikalı Ernest Miller Hemingway romancı, kısa hikâye yazarı ve gazetecidir. Kısa ve gösterişsiz yazı tarzı
ile bilinir.
Efsane o ki herhangi sıradan bir gün, bir cemiyet toplantısında, onu çekemeyen edebiyatçılardan birisi Hemingway’e ne derece yetenekli olduğunu sorar, Hemingway ‘’Senin hayal bile edemeyeceğin kadar.’’ diye
yanıt verir. Bunun üzerine muhatabı ona, 10 kelimeyi geçmeyen, etkili bir hikaye yazıp yazamayacağını sorar.
‘’Eğer bunu yazmayı becerebilirsen ve buradaki herkesi derinden etkilersen yeteneklerin önünde saygıyla
eğileceğim.’’ der. 10 kelimeye bile ihtiyaç duymayan Hemingway 6 kelimelik bir dram öyküsü yazar. Orada
bulunan herkesi etkileyen bu hikaye aşağıdaki gibidir (Gökhan A. / 2015).
‘’Satılık: Bebek Patikleri. Hiç giyilmedi.’’
Sonra bu bir akıma dönüştü. Ve işte, dünyadan çeşitli örnekler:
1. Son kibritini çaktı, sonsuz uykuya hazırdı.
2. Üzgünüm asker, ayakkabılar çift halinde satılır.
3. 15. yıldönümümüz, tek kişilik masa lütfen.
4. Yanlış numara, dedi tanıdığım bir ses.
5. Atladım, ancak yarı yolda pişman oldum.
6. Bu hikaye sadece altı kelimeden oluşmuştur.
7.Sayın yolcular, konuşan kaptan pilotunuz değildir.
8. ...Ve cellat kalktı yatağından bir gece... (Ataol Behramoğlu)
9. Yaşlıydı, tezgahtaki sebzelerden birer tane aldı.
10. Dedem Korkut soy soyladı boy boyladı.
Hatice Merve Şahinarslan
Edebiyat
5
SİZDEN GELENLER
Bir kuş uçar gökyüzünden, ardından bakarsın. Sonra
insanların dünya telaşlarını izlersin uzaktan. Bir sıcak
ekmek kokusu kendine getirir seni belki de. Bir de
yanında sıcak çay varsa daha çok kıpırdar mutluluk
duyguların. Mutluluğu hemen hemen her insandan
farklı yaşarsın. Yağmurlu bir günü severken, yağmurlu
bir günde pahalı, lüks ve modern yerlerde olmaktan
nefret edersin. Kaç kişi bilir peki kendi mutluluğunu
nasıl yaşayacağını? Belki bir kitap satırında, belki de
deniz manzaralı bir bankta.
Aleyna AÇIKGÖZ
Hâlık dünyayı kulun hizmetine
Sunmuş; toprağın mütevazılığı
Diyecek yok suyun âzizliğine
Reva mıdır şu insanın yaptığı
ÖLÜM ÖLSE FİLİSTİN’DE
Şükretmedi şu kul nimetlerine
Görmedik, zarar verdik çevremize
Hâkir yaptık dünyayı kendimize
Reva mıdır şu insanın yaptığı
Feryatlar yükselince enkaz altında mı kalır gece?
Çığlıklar kesilince yeniden gülebilir mi çocuklar?
Peki ya biz ölsek de çocuklara hiç ölüm kalmasa.
Ve ne kadar ölürsek o kadar yaşasa Mescid-i Aksa.
Kul der bak hüsn-i Hâlık’ın lütfuna
Gökten yağmurlar yağıyor hâlâ
Toprak yiyecek veriyor sana
Râvi’ye reva mıdır şu yazdığı
Yaş sınırı konulmaz mı hayatta hiçbir acıya?
Düşlerinden vurulduğu gün ölmez mi insan?
Uyuyan Müslümanları harekete geçirmeye;
Bunca acı yetmez mi?
Râvi
Ninnilerin sesini bastıran bir bomba sesi,
Ölüme uyanan bir bebeğin son nefesi,
Bizim bitmek bilmeyen bekleyişimiz,
Yetim bırakır Aksa’yı, Filistin’i, Kudüs’ü.
Gece olunca soğuk çöker bir çocuğun üstüne.
Ve Allah rahmetini örter yeryüzüne.
Filistin için büyür bir nesil,
Şahadet, tek çare.
Begüm KITAY
Edebiyat
6
“LAF”LIK
Garazkâr: Düşmanlıkla, hased eden (Arapça+ Farsça)
,
“Hâlet Efendi akıllı, iktidarlı, cerbezeli, gururlu, insafsız, garazkâr bir adamdı.” - A. Ş.
Hisar
Abidane: Kulluğa yaraşır surette
Uknum: Asıl, unsur (Arapça)
Leb-i derya: Deniz kıyısı (Farsça)
“
“SÖZ”LÜK
Kötü alışkanlıklar pencereden atılmaz, o taşınarak merdivenlerden birer birer indirilmeli.
Mark TWAİN
Affetme, menekşenin kendini ezen topuğa bıraktığı kokusudur.
Mark TWAİN
Toprağı deşmek yerine elindeki iğneyle suya dalıp, balık avlayan solucan gibiyim.
Murat MENTEŞ
Yığın hal’e (şimdiye) hükmeder; büyük adam istikbale.
EdebiyatCemil7MERİÇ
KASE
Zamanların en en güzelinde, küçük beyinli insanların düşünceleri varmış. Sonra 50
katlı zigguratlardan biri gelip bu olaylara ev
sahipliği yapmış.
O devirlerde yaşayan ve beyninin kafasına
oranı 2/4 olan bir insan varmış. İsmi “Pekmez” miş. Elleri kocaman ama parmakları
küçükmüş. Hatta ellerinin normalden fazla
olan tarafı o kadar büyükmüş ki belediye vergisini ister olmuş. İmar emri çıkmış
artık, o kadar. Ve hani 2/4 oranı dedik ya,
beyninin kafasına oranı 2/4 olan Pekmez,
beyninin 1/4’üne tahin alıyor. Kalan 1/4’ü
ile de A kafasından B kafasına yola çıkıyor.
Yolda onu görenlerin “Sen neyin kafasındasın?” sorularına aldırış etmeyen Pekmez,
tahiniyle “Bedava beyin” sokağından geçiyor. Yol kenarlarında cıvık ve pembe pembe
beyinlere rastlıyor. Beleşe beyin bulmuşken
beyinleri zulalayan Pekmez, daha güzel
görünmek için bir tahin daha alıyor. Sonra hep beraber milenyum çağının mikser
kasabasından geçip bir güzel karıştıktan
sonra evin yolunu tutuyor. Yolun çok ağır
olduğunu anlayınca iki uşak alıyor. Yolda
rastladığı bir ekmekle arkadaş olup sonra
milletin “Mübarekler, ne de güzel yakışıyorlar!” demelerinden etkilenip “mide” denen
yerde asitler eşliğinde evleniyorlar.
Ne lezzetli, aman ne mutlu son ama!
Hatice Merve Şahinarslan
Edebiyat
8
“Siyaseti önemsemeyen
Müslümanları,
Müslümanları önemsemeyen
siyasetçiler yönetir.”
Siyaset
9
B
‘’
ir akşam yemeğinde çorbasını kaşıklarken birden içeri
giren siyah giyimli adamlara anlamaz gözlerle baktı Ömer. Ellerinde silahlar vardı. Tekbir getirerek babasına ateş ettiler. Tekbirin ne olduğunu babasından öğrenmişti; o da tıpkı bu siyahlı
adamlar gibi ‘’Allahuekber’’ derdi sık sık.
Ve sonra annesi de yere düştü. İnfaz edilmişlerdi. Hayır hayır,
öldürüldüler. Çünkü Ömer ‘infaz’ kelimesinin ne demek olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü. Daha kaç yaşındaydi ki ? Altı
mı ? Hayır, altı buçuk. Soranlara öyle söylüyordu.
Nereye götürüyorlardı Ömer’i ? Bir an için, kolunu kabaca
sıkan adamın yüzündeki o öfke silinse sakallarıyla tıpkı babasına benzeyebileceğini düşündü. Kolaylıkla sürüklendiği yolun
sonunda onu neyin beklediğini biliyordu artık. Çok korkuyordu.
Abisine baktı ve yüzündeki cesareti gördü: abisi korkmuyordu.
Yalnız tüm bunlar nedir, neden oluyor, henüz bir fikri yoktu
Ömer’in.
Nihayet yolun sonuna geldiler. Ömer korkudan gözyaşlarına
boğulmuşken son bir defa abisine baktı. Yüzündeki sükûnet ve
son nefesindeki tebessüm onu rahatlatmıştı.
Son bir gözyaşı, sesin sahibini tanıyamadığı bir ‘’Allahuekber!’’
nidası ve bir silah sesi daha: Ömer sorularının cevaplarını almaya gitti.’’
Müslüman, Müslüman’ı katlediyor.
Müslüman ki, Rasulullah’ın yalnızca mührünü sahiplenen; şeriatini ve ahlâkını sanki hiç varolmamışçasına bir kenara iten.
Müslüman ki, Kitab’a iman ettiğini söyleyen lakin Maide, 32’yi ...Kim cinayet suçu işlememiş veya yeryüzünde fesat çıkarmamış
bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur...- anlamamakta, ateşe düşmek pahasına ısrar eden.
Bahsimiz İslam Tarihi’nde Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden
bugüne dek farklı isimlerle varolmuş; genellikle ‘Haricî’ adıyla
bilinen bir grup İslam paraziti. Efendimiz (sav)’i adaletsizlikle
suçlayıp, Hz. Ali’yi tekfir eden bu grup hiç bir dönemde Alem-i
İslam üzerindeki olumsuz etkisini yitirmemiştir. Elleri silah
tutan bu tâifenin ‘cihad’ kisvesiyle yaptıkları yalnızca kendi kardeşlerini çok çeşitli ve anlamsız nedenlerle tekfir edip, ‘’katlini
vacip kılmak’’tır. Öyle ki karşısındaki insanın namazı terk etmesi,
sakal bırakmaması, herhangi bir sünneti uygulamıyor olması bu
insanların ‘’Sen müslüman değilsin.’’ cümlesini kurabilmeleri için
yeterli sebeplerdir.
Müslüman olduğunu iddia eden grubun, yine açıkça ‘’Müslümanım.’’ diyen insanları öldürdüğünü belirlediğimize göre, bu denklemin ne derece mânâsız olduğunu kanıtlar nitelikte şu hadis-i şerif ’i
incelemek gerek: ‘’Bir adam din kardeşine ‘Ey kafir !’ derse, bu söz
ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylendiği gibiyse
söylenen söz doğrudur, yerini bulmuş olur.
Siyaset
10
Hakiki
Cihad
Aksi takdirde bu söz, söyleyene geri döner.’’
1
Peki bu insanlar neden kardeşlerini öldürmeye yer arıyor ? Neden
Müslüman olarak karşı durulması gereken bir çok gücün karşısında
değiller de kardeşlerinin karşısındalar ? Bu sorunun cevaplarından birinin ‘imanî eksiklik’ olduğu gün gibi ortada. Lakin bir diğer cevap da
var ki, tüm Müslümanlar’ın sakınması gereken bir tehlike: cehalet.
İnsan neye inandığını, nasıl inanması gerektiğini ve inancının
getirisi olan vazîfeleri bilmezse zalimin kuklası olmaktan ne yapsa
kaçamayacaktır. İşte cahil kalan, cahil bırakılan bir ümmet ve bu hâle
düşüşümüzün ecirleri...
Kâinatın Efendisi olan Peygamberimiz (sav)’in hayatı incelendiğinde, ‘cihad’ adı altında yaptığı her hareketin adaletli ve haysiyetli olduğu görülür. O (sav), hiçbir zaman günahsız çocuk ve kadınlara zarar
vermemiş; hattâ yüzüne karşı Allah’a ve dinine hakaret eden kimseleri
dahî apaçık bir savaş ilan edilmedikçe öldürmemiştir.
Kelâmın hâsılı, grupların adı ve suretler değişir, bu insanlar her
seferinde farklı bir maskeyle çıkar karşımıza. Bizimse iyiyi ve kötüyü
ayırmak için elimizde olan tek ölçü Nas: Allah ve Rasulü’nün sözleri
olmalıdır.
Biz Ehl-i Sünnet’e , İslam Alemi’nin en kalabalık kolu ve savunucusuna düşen görev, Efendimiz (sav)’in tabiriyle ‘’ibadetlerine fazlasıyla
düşkün lakin ibadetleri boğazlarını geçmeyen’’ 2 bu insanlara eksiksiz
imanımız ve bilgimizle karşı çıkmak, işledikleri fiillerin karşısında
durup ‘’Hatalısın!’’ diyebilmek düşer.
Bize düşen, halifelik görevini eksiksiz olarak yerine getirmek ve İslamiyet’in terör olmadığını önce kendi nefsimize sonra ise tüm dünyaya kanıtlamaktır.
İslam barış dinidir; esenlik dinidir.
Sevgi ve kardeşliğin, adalet ve merhametin tam mânâsı ile yaşanabileceği TEK çatıdır.
Biz genç Müslümanlar cihadı kalemde, kitapta arayacağız efendim.
Aramakla mükellefiz.
En güçlü silahımız ilmimiz olacak. Haksızlık karşısında susanın dilsiz
şeytan olduğunu bilmekle kalmak büyük eksiklik; asıl marifet nasıl
ses çıkaracağını bilmekte.
Fotoğraf: Efendimiz (s.a.v)’in mührü.
Bugün Müslümanlık iddiasıyla Müslümanları
katleden bir grubun simgesi olarak bilinmesine rağmen,
asıl kaynağının Efendimiz (s.a.v) olduğu gerçeğini insanlara
öğretmeli, mührü gördüğümüzde aklımıza birtakım grupları
değil
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’yı getirmeliyiz. İnandığımız Rabb (cc)’e layık bir kul, yolunda olduğumuz Peygamber (sav)’e
layık bir ümmet, İslam Davası’na yaraşır birer müddeî olabilmek duasi ile...
Zülal Merve Bulut
*1: Buharî, Edeb 73, Müslim ve Tirmizî’de de geçer.
*2: Buharî, Menakıb 25 ; Müslim, Zekat, 147; İbn-u Mace, Mukaddime 12
Siyaset
11
BİR OLURSAK DİRİ OLURUZ
İslamiyet, her türlü bölücülüğe karşıdır.
Allah(c.c), Kur’an-ı Kerim’de bizlere “Ey Müslümanlar” diye hitap ediyor. “Ey Araplar,” ya da “Ey
Türkler” diye değil.
Hucûrat suresi 10.ayette de açıkça belirtiyor:”Müminler ancak kardeştirler...”
Efendimiz (s.a.v) veda hutbesinde üstünlüğün
yalnızca takvada olduğunu ve her durumda birlik
olmamız gerektiğini buyuruyor.
Peki, biz, üzerimize vazife olduğu açıkça belirtilmiş
olan bu kardeşlik görevini ne derece yerine getirdik? Şehit olan kardeşimiz yalnızca Türk olunca mı
canımız yandı ? Suriye’de, Filistin’de, Mısır’da zulme
uğrayan kardeşlerimizi ikinci plana mı attık ? Oysa
yapmamız gereken onların dertlerini kendimize
dert edinmekti. Fakat biz kendi derdimizde boğulduk, dünyaya daldık. Evlerimizde rahatça uyurken,
sofralarımızda çeşit çeşit yemekler bulundururken
ve hala şükretmezken, dinî inancı yüzünden işkencelere maruz kalan, açlıktan ölen kardeşlerimiz var
bizim. Sabah uyandığında anne-babasını yanında
bulamama korkusuyla yaşayan, oyun nedir bilmeden
büyüyen kardeşlerimiz var.
Bizimse işlediğimiz fiiller dua etmekten ötesine
geçemiyor. Küçücük bir zevkimizden vazgeçip onun
yerine kardeşlerimize destek olmuyoruz. Onlara
göndermek üzere en değerli eşyamızı ayırmıyoruz.
Duamız da kendimiz için değil mi zaten: dua ederek
vicdanımızı rahatlatıyor, yapmamız gereken her şeyi
yapmış gibi davranıyoruz.
Siyaset
12
Eğer biz onları sahiplenmezsek, yardım eli uzatmazsak bu yaraya kim merhem olacak? Ümmetçe birlik
olup canı yanan Müslüman’ın yanında olmak yaraşır
bize. Ve bunu yaparken kişisel menfaatlerimizi bir
tarafa bırakıp, zalimin karşısında dimdik durmaktır
görevimiz. Çünkü Müslüman yalnızca Allah’a boyun
eğer.
“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle
düzeltsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse
diliyle düzeltsin, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle
buğz etsin. Ve işte bu, imanın en zayıf noktasıdır.”(Müslim) Kardeşim, senin imanını en zayıf noktaya
sürükleyen nedir? Yanlışı elinle düzeltmeye çalışmaktan ne zaman vazgeçtin?
Onlarca yıldır Müslüman kanı akıtılıyor tüm dünyada. Irak’ta, Doğu Türkistan’da, Bosna-Hersek’te,
Afganistan’da, Filistin’de, Türkiye’de ve daha nice
ülkede. Terörü bitirmek için terör estiren örgütler
yüzünden can veren kardeşlerimizin, zalim güçlerin
hakim olmak istediği ülkelerde alınan canların hesabını kim verecek ?
Unutma, Müslüman, hatırla ! Tüm bunları ve daha
fazlasını. Zaman ayrılık vakti değil, zaman ümmet
olma vakti.
Aysel Şahin
BABAM VE OĞLUM
Yıl 1980…
Gün 12 Eylül…
İnsanlığa ağır darbenin vurulduğu gün!
Babam ve Oğlum… İnsanın içini parçalayan bir hikaye.
Ve bir yönetmen… Usta filmin asıl başrolü.
Bu filmde o zamanki zorluklar, o zamanki yaşantı adeta
gözler önüne serilmekte.
Masum insanlar ve ağır kayıplar…
Fikret Kuşkan’ın başrolü üstlendiği bu film, Ege’deki
çiftlikten gazetecilik okumak için ayrılan Sadık’ın yıllar
sonra oğluyla beraber yeniden çiftliğe dönüşünün,
12 Eylül Darbesi arka planında aktarıldığı bir senaryoya
sahip.
Sadık’ın babası olan Hüseyin Bey, oğlunun ziraat mühendisliği okuyup çiftlikle ilgilenmesini
istemektedir. Oysa ki Sadık’ın ilgisi politikadadır. Babası bunu öğrendiğinde hayal kırıklığı
yaşar. Ve o kadar kızar ki onu evlatlıktan reddeder. Hayalleri olan bir insana bu reddediliş bir
nevi fırsat gibidir. Sadık için de öyle olur. Sadık’ın hayali başka şehirlere gitmektir ve öyle de
yapar. Ege’deki çiftlikten, üniversitede alacağı gazetecilik eğitimi için ayrılır.
Zor günleri geride bıraktığını zanneden Sadık, 1980 yılının 12 Eylül sabahı belki de hayatının
en zor günüyle karşılaşır. Erken saatlerde karısının doğum sancılarıyla uyanan Sadık, karısını
hastaneye götürmek için araç arar fakat bulamaz.
Sokaklar bomboş, kapılar kapalı, insanlar ölüm uykusuna dalmış gibi… Sokaklarda çaresizce
dolanan Sadık, kimseyi bulamaz, eşini hastaneye götüremez. Ve doğum yolda gerçekleşir.
Gün ağarırken ortalığı aydınlatan güneş acı gerçeği fısıldar: Sadık öksüz oğluyla hayatta tek
başına kalmıştır.
Ve bir askerin acımasızca söylediği tek cümle vardır kulaklarında Sadık’ın: “Darbe oldu.”
Fikirlerinden dolayı hapse giren ve ağır işkenceler gören Sadık’ın bu işkencelerden ötürü sağlığı bozulur. Hastalığın ölümcül olduğunu anladığında küçük oğlu Deniz’i bu acımasız dünyada
tek bırakmamak için, kavga ile ayrıldığı Ege’deki çiftliğe sığınmayı tek çare olarak görür.
Çizgi romanlara merakı olan Deniz’in ev halkıyla tanışması onun için farklı bir deneyim olur,
onun için çizgi roman gibi olan bir hayatla karşılaşır. Ve günden güne daha çok sevdiği bu
insanlarla birlikte olmak onu mutlu eder. Fakat Sadık ve Hüseyin’in geçmişle hesaplaşmaları ise
oldukça sıkıntılı gelişmelere neden olur.
1980 yılında dönemin orgenerali tarafından “bu demokrasinin bize bol geldiği” ilan edilmiş ve
devletin yönetimine el koyularak işkenceler ve idamlarla memleketin huzur (!) bulması amaçlanmış; apolatik ve düşünmesini bilmeyen bir gençliğin yetişmesine zemin hazırlanmıştır.
12 Eylül Günü.
Ve böylece Türkiye tarihinde üçüncü bir utanca adım atılmıştır.
12 Eylül… Türkiye Cumhuriyeti için zamanın sözde akmaya devam ettiği, özdeyse durduğu
hatta geriye doğru gittiği günlerden bir gün, tıpkı 12 Mart, 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi…
Beyza Bayındır
Siyaset
13
‘‘BİLGE KRAL’’
ALİYA İZZETBEGOVİC
Kaybedilmeye mahkum bir savaşın muzaffer komutanı…
Hayatı boyunca karşılaştığı tüm zorluklara rağmen Bosna Hersek’i bağımsız bir devlet
yapmayı başaran, en zor dönemlerde dahi halkın bir baba gibi etrafında kenetlendiği “Bilge
Kral” . Bosna Hersek’in Bosanski Şamats şehrinde 8 Ağustos 1925 yılında dünyaya gelen Aliya,İslami hassasiyete sahip bir aile ortamında yetişti.
Lise çağında üstün kabiliyetleri ve İslami konulara ilgisiyle öne çıktı.Bu nedenle o
dönemde bazı arkadaşlarıyla birlikte ‘’Mladi Müslümani’’ yani Müslüman Gençler Kulübü’nü
kurdu,henüz 16 yaşındaydı.’’Hayat,inanan ve salih ameller işleyenler dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur’’ideolojisiyle hareket etmiş ve düşünce kulübü olarak kurduğu kulüp
bir aktivite kulübüne dönmüştür.
Begoviç,İkinci Dünya Savaşı boyunca faşist ideolojiye, sonrasında ise komünist ideoloji
ve uygulamalarına karşı verdiği mücadele ile ismini duyurmaya başladı. 1970 yılında kaleme
aldığı “İslam Deklarasyonu” isimli bildiriyle dikkatleri üzerine çeken Boşnak lider, öncelikli
olarak özgürlük, İslami düşüncenin çağımızda yeniden canlandırılması ve yaygınlaştırılması, günümüz Müslümanlarının vahim durumunun iyileştirilmesi, Batı ile İslam dünyasının
ilişkisi, yeni bir medeniyetin nasıl inşa edileceği gibi konuları bu bildirgesinde derinlemesine
işledi.
“İslam Deklarasyonu” nedeniyle “bölücülük ve İslam devleti kurma” suçlarından beraberindeki 12 Bosnalı aydınla 1983 yılında yargılanan İzzetbegoviç, 14 yıl hapse mahkum
edildi. Aliya, 1988 yılı sonunda Yugoslavya hükümetinin “sözlü muhalefet sebebiyle cezalandırılan bütün mahkumların serbest bırakılması” kararının ardından hapisten çıktı ve siyasete
ilk adımını attı ki aynı zamanda komünist rejimler çöküş sürecine girmişti.
Federal devletlerde bağımsızlık yanlısı fikirler günden güne güç kazanıyordu.İşte bu
günlerde Aliya İzzetbegoviç de Bosna Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem
Parti’si(SDA) adında bir siyasi parti kurdu.SDA 5 Aralık 1990 tarihinde seçimleri kazandı ve
Aliya cumhurbaşkanı oldu.1990’da Sosyalist Federal Cumhuriyetinin üye devletleri bağımsızlıklarını ilan ettiler.1992’de yaptığı referandumda bağımsızlık kararını halkın onayına sundu.
Bosna-Hersek halkının büyük kısmının bağımsızlık yönünde verdiği oyların neticesinde Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etti.
Tarih
18
“
Her şeye kadir olan Allah’a
andolsun ki köle olmayacağız! “
İşte tam da bu gelişme üzerine Sırp ve Hırvatlar beraber hareket edip Bosna Hersek’i
işgale başladılar.Sırp ve Hırvat güçleri tüm dünya önünde yüz binlerce insanı kadın,çocuk
demeden katlettiler, tecavüz ettiler.Avrupa ve Amerika ise her aklı başında insanın tahmin
edebileceği gibi ,kendilerine çok yakışan bir tepkiyi gösterdiler,sessiz kaldılar.
Aliya’nın başarısıyla kısa sürede organize olan Boşnaklar, merhum Aliya İzzetbegoviç’in etrafında kenetlerek, onunla birlikte bağımsızlığın ağır bedelini ödemeye başladı. Birleşmiş Milletler’in (BM) koruması altındaki Srebrenitsa’da 1995 yılında soykırım işlenirken
Aliya, direncini kaybetmedi, halkına sabır ve direnmekten başka bir şeyin sözünü dünyanın
ilgisizliğinden dolayı veremedi.
Avrupa’nın en büyük dördüncü silahlı gücü olan Yugoslavya Ordusu’nun üç yılda dize
getiremediği Boşnaklar, savaşın lehlerine dönmeye başlaması üzerine uluslararası toplumun
bakışıyla 1 Kasım 1995 tarihinde imzalanan Dayton Antlaşması ile Bosna Hersek’in sınırlarını korumayı başardı. Halkına uluslararası arenada tanınan bir devlet ve bayrak bırakan Aliya,
sağlık durumu kötü olmasına rağmen, savaştan sonraki dört yıl boyunca da savaşın yaralarının sarılmasına ve ülkenin kalkınmasına önemli katkılarda bulundu.
Milletini biraraya getirip son gücüne kadar savaşmasıyla ve Müslümanlar’a seslenişiyle tam
bir lider konumunda olan İzzetbegoviç, rahatsızlığı nedeniyle 19 Ekim 2003 tarihinde saat
14.25’te hayata gözlerini yumdu.
Rahime Türk- Safinur Bayrak
Tarih
15
“Küçük çocukları küçük kurşunlarla
öldürürler,
değil mi anne?’’
SREBRENİTSA
Tarih
20
SREBRENİTSA
11 Temmuz 1995
“Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip, affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü; unutulan soykırım tekrarlanır!”
-Aliya İzzetbegovic
Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı, Aliya İzzetbegoviç’e katılmamak elde değil. O yüzden bilmek,
öğrenmek ve unutmamak gerek.
Srebrenitsa Soykırımı,
“II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olması ve Avrupa'daki hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş soykırım olması açısından da önem taşır.’’
Soykırımın Başlangıcı
Nisan 1992’de Srebrenitsa'nın (Boşnakça: Srebrenica) hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350
Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutularak katledildi. Burada yaşananlar hakkındaki bilgiler, ancak aylar sonra katliam sırasında çekilen görüntülerin yayınlanması ile anlaşıldı.
Sırplar,tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini tüm dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenitsa, 1995 yılının yaz ayında
II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu soykırıma uğradı. Sırplar topladıkları ve günlerce
sistematik işkenceden geçirdikleri Bosnalı Müslümanları, evlatlarının kardeşlerinin gözleri önünde öldürdükten sonra, cesetlerini yine onlara gömdürdüler. Bosna Savaşı'nın bu en kanlı olayı Srebrenitsa Katliamı olarak
adlandırılmıştır.
Sırpların bu vahşet siyasetinin dünyada duyulması, düşünülenin aksine Bosnalı Boşnakların kurtulma
ümitlerini arttırmadı. Aksine, BM ve NATO desteğinde özellikle Sırplar hedef alınarak bir ambargo başlatıldı. Fakat hem Sırpların eski müttefikleri olan Rusların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde
bulunan Bosnalı Müslümanlara göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Sırplar neredeyse
hiç etkilenmediler. Olan zaten silah ve lojistik olarak çok zayıf olan Müslümanlara oldu. Dünyanın en büyük
ordularından birine sahip Yugoslavya'nın, bu gücünü Sırplar neredeyse sonuna kadar kullanmışlardır.
Zamanla dünyada yükselen tepkiler ve özellikle bâzı destekçilerinin durumun vehametini anlamaya
başlamaları ile Müslümanlara yönelik bâzı yardımlar ulaştırılmaya başlanmıştır. Birçok ülkede Bosna'ya yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Bosnalıların şanssızlığı burada da devam etmiş, güvendikleri Müslüman
ülkelerde kampanya paraları kendilerine ulaştırılmak şöyle dursun, başka politik amaçlar için kullanılmış ve
büyük bölümü asla yerine ulaştırılmamıştır.
Rahime Türk- Safinur Bayrak
Tarih
17
“Bir masumun ölümü insanlığın ölümüdür”
Katliam 1 hafta sürdü...
Bir haftanın sonunda 8372 Boşnak erkek,
çocuk ve kadın Sırpların yaptığı soykırım
sonucu hayatını kaybetti.
Toplu mezar kazmak için
kullanılan küreklerin çokluğu katliamın boyutunu
ortaya koyuyordu.
Sırp askerlerin insanlıktan çıktığını
ağzı kesilmiş oyuncak bebekler anlatıyordu.
Harekatı yürüten Ratko Mladic 2011 yılında yakalanarak, mahkemeye çıkarıldı.
Davası hala sürüyor.
Yıllar sonra akıllarda küçük bir Boşnak
çocuğun “Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?” sorusu kalacaktı.
Tarih
18
Srebrenica, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmüş en kanlı katliam olarak kayıtlara geçti.
“Bugün kamuoyuna sunduğumuz bildiri, yabancılara ve şüphe içinde olanlara, İslam'ın
şu veya bu sistemin, şu veya bu düşünce grubunun üzerindeki üstünlüğünü ispatlayacak bir metin değildir.
Bildiri, hangi tarafta olduklarını apaçık bir biçimde kalplerinde hisseden ve nereye ait
olduklarını bilen Müslümanlara yöneliktir. Bu gibi insanlar için bu bildiri, onların sevgisi
ve aidiyetinin ne gibi görevler yüklediği hakkında gerekli sonuçların çıkarılması için bir
çağrıdır.
Aliya İzzet Begoviç "Hedefimiz; Müslümanların İslamlaşması, sloganımız; inanmak ve
mücadele etmek." diyerek "İslam Deklarasyonu"nu yukarıdaki ifadelerle ilan ediyordu.”
--------------------------------------------------------------------------------------------“20. yüzyılın en büyük dramlarının yaşandığı Bosna Hersek, bilge devlet adamı İzzetbegoviç'in önderliğinde kendini toparlamış, ayağa kalkmış ve Avrupa'nın göbeği sayılabilecek bir coğrafyada hayatiyet kazanmıştı. Devlet adamı olmanın çok ötesinde bir kimlik
çizen İzzetbegoviç, düşünce ufkuyla sadece Bosna halkı için değil, tüm İslâm dünyası,
hatta Batı dünyası için bile büyük öneme sahiptir.
Elinizdeki kitapta, bu bilge devlet adamının gerek Bosna Hersek, gerekse tüm İslâm
dünyası ile ilgili temel sorunlar ve bu sorunların çözümlerine ilişkin "bilgi ve hikmet"
penceresinden baktığı görüş ve düşünceleri yer almakta. Muhtelif zaman ve zeminlerde
yapılmış konuşmalar ve kaleme alınmış makaleler, 21. yüzyılda tetiklenmeye çalışılan
"medeniyetler savaşı" kaosu için neler yapılabileceğine dair ipuçları da içeriyor.”
--------------------------------------------------------------------------------------------“Aliya'yı herhangi bir özgürlük savaşçısından ayıran özellik liderliğinin çokyönlü
yansımalarında aranmalıdır. Bu kitap, onun kendi kaleminden kişiliğinin yansımalarıdır.
Onun hayatı, toplumun değerlirene sahip çıkan, bu değerlerin entelektüel ve siyasi
olarak yeniden diriltilmesine adanmış bir ömürden ibarettir.
Bilge kral Aliya İzzetbegoviç'in anılarını okumak, imkansızlıklar içinde büyük umutları besleyen, adaletsizliğe karşı ahlakın zafesine inanan bir ulusun tarihine tanıklık
etmektir.”
--------------------------------------------------------------------------------------------“Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosna'daki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce kadının travma geçirmesine neden olan savaşın karanlık ve
baskıcı yüzünü anlatan bir kadın... Onun isyankâr öyküsü ve acıyla dolu dokunaklı
kaderi...”
"Bu kitabın kapağını açmadan önce, cehenneme açılan bir kapının eşiğinde olduğunuzu bilmelisiniz. İnsan denilen yaratığın bütün kötülüklerini sergiye çıkarttığı
bir coğrafyaya, Balkanlara adım atacaksınız… Kadınların beden ve ruhlarının nasıl
lime lime edildiğini okurken "insan uygarlığı" denilen barbarlıktan kaçıp, en vahşi
hayvanların şefkatli uygarlığına sığınmak isteyeceksiniz."
Tarih
19
Gökyüzü
Yeryüzünü çepeçevre kaplayan, Gök cisimlerinin hareket halinde bulunduğu, muazzam boşluk, uzay, feza, sema, asuman.
Sonsuz Mavilik
Aslına bakarsanız, bakmaya doyamadığımız gök ne sonsuzdur ne mavidir. Hatta sarı
sandığımız Güneş’in bile ışınları aslında beyazdır.
Beyaz Güneş ışınları, gözlerimize uğramadan önce toz parçacıklarına ve gaz moleküllerine çarparak kırılırlar. Işın kırılması saydam katı ve sıvılarda da meydana gelse bile en fazla
gazlarda gözlemlenir. Lord Rayleigh’in araştırması, Gökyüzünün mavi görünmesinin temel
sebebi Güneş ışığının saçılıma uğramasıdır.
Rayleigh saçılımı ışığın veya elektromanyetik radyasyonun, ışığın dalga boyundan daha
küçük tanecikler tarafından saçılımını ifade eder. Lord Rayleigh araştırmaları sonucunda
ışık saçılımlarının derecesinin, ona çarpan ışık saçılımlarının dalga boylarına göre değiştiğini
ortaya atmıştır.
Bilim
20
Gökyüzünün Süsleri
Peki tonlarca ağırlıkta olan bulutlar nasıl havada asılı kalabiliyor?
Bulutların çapları birkaç makromete olduğundan yerçekimi bu su damlacıklarına etki etmez. Ancak milyonlarca su damlacığı bir araya gelirse yerçekimi etki edebilir ve bu şekilde ortalama bir yağmur
damlası oluşabilir.
Bulutların hareket etmesi ise rüzgar sayesinde olur. Peki hava durgunsa ve rüzgar yoksa bulutlar
nasıl hareket edebilir? Bunun nedeni ise rüzgar, yüksek kesimlerde alçak kesimlerden daha fazladır. Bu
yüzden de bizim bulunduğumuz bölgede rüzgar olmasa bile, gökyüzünde bulutları hareket ettirecek kadar rüzgar bulunur.
Bir bulutun ağırlığının ölçümü için en çok kullanılan ölçü fildir. Boulder, Colorado’daki Ulusal
Atmosferik Araştırma Merkezi’ne göre ortalama bir bulutun ağırlığı 100 fil kadardır. Büyük bir fırtına
bulutu ise 200 bin file kadar ulaşabilir.
Gün ışığı farklı dalga boylu pek çok ışından meydana gelir. En kısa dalga boylu mavi ışınlar
atmosferin üst tabakalarındaki küçük parcacıklar
tarafından kolayca saçılıma uğrarlar. Bu sebeple
gökyüzü genellikle mavi gözükür.
Fakat kırmızı ışık saçılmak için daha büyük
parçacıklara çarpmak zorundadır.
Güneşi, gün batımı veya gündoğumu saatlerinde kırmızı görmemizin sebepleri Güneş’in
doğuş ve batış saatlerinde güneş ışınlarının atmosferde daha çok yol katetmesiyle ve atmosfere giriş
açısıyla alakalıdır.lakalıdır. Çünkü bu sırada Güneş
ışınları daha kalın bir atmosfer tabakasını geçmek
zorunda kalır. Kırılma daha fazla olacağından ve
mavi tonları çoğu hava molekülleri tarafından soğurulacağından gözümüze kırmızı, turuncu ve sarı
tonlarında ışıklar
Bilim
21
AURORA (KUTUP IŞIKLARI)
Auroralar dünyamızdan yüzbinlerce uzaklıktaki Güneş’te meydana gelen patlamaların Dünya’dan görülen şeklidir. Auroralar Güney’de de görünmekle birlikte daha çok Kuzey’de görülür. Kuzey’de görülen bu
ışımalara Aurora Borealis (kuzey ışıkları) denir. Dolayısıyla Aurora Borealis Manyetik Kuzey Kutup bölgesine
yaklaştıkça etkisi artar.
Auroralar Nasıl Oluşur?
Dünya’dan yaklaşık 200.000 km uzaklıktaki Güneş’te meydana gelen patlamalar sonucu yüklü elektron
parçacıkları, Dünya’dan yayılan manyetik alan çizgilerini izleyerek Dünya atmosferine girerler. Atmosferde
bulunan bazı elementlerle de etkileşime girerek Auroraları oluştururlar.
Taneciklerin birleştiği element ise Auroraların rengini belirler;
Nitrojen (Azot): Mavi veya kırmızı ışık yayar,
90 km yüksekliğe kadar mavi bunun üzerinde ise
kırmızı ışık oluşur.
Oksijen: Yeşil veya kahverengimsi kırmızı
yayar, absorbe edilen enerjiye bağlı olarak 240 km
yüksekliğe kadar yeşil, bunun üzerinde ise kırmızı
renkte oluşur.
Bilim
22
Bilim
24
Alman gökbilimci Hermann Fritz ‘in de katkılarıyla Auroranın genellikle “Aurorasal Bölge” de yani
Dünya’nın Manyetik Kutbu’nun çevresindeki 2.500 km çapındaki halkasal bölgede görüldüğü saptanmıştır.
Nadiren de olsa ılıman enlemlerde de görülür.
29 Temmuz 1998 yılında THEMIS uzay sondaları ilk kez Auroralara sebep olan manyetosferik fırtınanın başlangıcını görüntülemiştir. Aurorasal yoğunlaşma başlamadan 96 saniye önce manyetik temas fikrini
kullanarak ölçüm yapmış ve astronom Vasilis Angelopoulos “Verilerimiz ilk kez açıkça gösteriyor ki manyetik
temas bu olayın tetikleyicisidir.” demiştir.
GEÇMİŞTE AURORALAR
Bilimsel araştırmaların olmadığı dönemlerde insanlar bu muhteşem manzarı karşısında birçok hikaye
üretmişlerdir. Yunan mitolojisinde gül parmaklı Eos olarak , Roma mitolojisinde seher tanrıçası olarak geçer.
Bahar Akgün-Şevval Tekbıyık
Bilim
23
Tezhip Sanatı
İnsanoğlu güzele bakmayı, güzel görmeyi sever. Bu yüzden çevresindeki nesneleri göze hoş gelecek
şekilde süslemeye çalışır. Bu düşüncede olan büyüklerimiz yaptıkları eserleri eşsiz bir şekilde süslemişler ve
değerlerine değer katmışlardır. Özellikle Osmanlı Dönemi’ne baktığımızda tekrarını yapamayacağımız şaheser niteliğinde pek çok eserin nazarımıza sunulduğunu görmekteyiz. Bunlar hocaları tarafından çok iyi yetiştirilmiş sanatçıların elinden çıkan nadide eserlerdir. Bu eserlerin başında hatların etrafını süsleyen ve zarifliğiyle dikkatimizi çeken tezhip sanatı gelir . Sanatçılar Kuran-ı Kerim’in kendisine yakışır bir şekilde insanlara
sunulması için onu süsleme hususunda birbirleriyle yarışmışlardır. Bu yarış ona olan saygının ve bağlılığın
bir göstergesidir. Kuran-ı Kerim’in yanında Peygamber Efendimiz’in Hadis-i Şerifleri’ni de aynı hassasiyetle
süslemeye çalışmışlardır. Bu süsleme sanatı bize Osmanlı’dan miras kalmıştır. Peki tezhip sanatı Osmanlı’ya
nereden gelmiştir? Türkler tezhip sanatını Orta Asya’dan getirmişlerdir. İslamiyet’i kabullerinden sonra da
bunu geliştirmişlerdir.
Tezhipte ana malzeme altın ve boyadır. İnce bir tabaka halinde olan altın, jelatinle iyice ezilerek belirli
bir kıvama getirildikten sonra kullanılır hale gelir. Eskiden kullanılan toprak boyaların yerini son zamanlarda
sentetik boyalar almıştır. Fırçanın zarif ve ölçülü kullanıldığı ender sanatlardan biridir tezhip. Öyle hemen
ortaya çıkmaz bir eser. Uzun bir süreç ve zaman işidir. Hat ve tezhiple uğraşanlar, sanatlarını icra ederlerken
kamış ve fırçanın hareketini rahat kontrol edebilmek için nefeslerini tutarlarmış. Rivayet olunur ki nefesimizin sayılı olduğu bu dünyada hat ve tezhible uğraşanların ömrü uzun olurmuş. Latife bir kenara önemli olan
uzun yaşamak değil, güzel ve hayırlı bir ömür sürüp arkamızda hatırlanacak izler ve eserler bırakmaktır.
Kültür Sanat
24
Asırlar boyunca içinde yaşadığımız kültürün
seçkinliğini ve zevkini, sanata verilen önemini ve
zarif üslubunu ortaya koyan, Türk süsleme sanatlarından tezhip sanatı Arapça zeheb (altın) kökünden
gelip ‘altınlamak’ anlamına gelir.
Tezhip günümüzde genellikle İslami kökenli kitap
süslemelerinde kullanılır. Tezhip sanatını icra eden
erkeklere müzehhip kadınlara müzehhibe adı verilir.
Tezhip sanatçısı bir kağıdın üstüne çizdiği motifi önce
sert bir şimşir ya da çinko altlığın üstüne koyarak çizgileri noktalar halinde iğneyle deler. Sonra bu delikli
kağıdı uygulanacağı zeminin üstüne koyarak delikleri
yapışkan bir siyah tozla doldurur. Delikli kağıt kaldırıldığında motifin uygulanacak zemine çıktığı görülür.
Bu motif iyice belirginleştirilip altınla ya da boyayla
doldurularak tezhip meydana getirilir. Kalem, fırça,
zermühre, boyalar müzehhiplerce sıkça kullanılan
aletlerdendir.
Minyatür ve tezhibi birbirine karıştırmamak
gerekir.Aynı dönemde ortaya çıkmalarına rağmen
birbirlerinden farklıdırlar. Minyatür daha çok bitki
,hayvan,insan ve mekan tasvirine dayanır. Tezhip sanatı ise öncelikle hat sanatının etrafının bezenmesi
amaçlı kullanılmıştır.
Günümüzde ise tek başına pano olarak da
kullanılmaktadır.
Basit bir anlatımla, çoğunlukla aslı bozulmadan
basitleştirilmiş bitki formları ya da desenlerden oluşan, kimi zaman simetrik tasarımlardır.
Günümüz Türkiyesi’nde tezhipte oldukça tutucu
“klasik yaklaşım “ denilen bir akım vardır. Klasik yaklaşım tarih boyunca oluşturulmuş, kullanılmış desenlerin ana yapılarını bozmadan farklı kompozisyonlara
uygulamaktır. Bunun yanında bazı tezhip sanatçıları
ise klasik desenleri ve formları kendi görüş ve algılarına göre değiştirerek özgür bir yaklaşım tarzı kullanmaktadır.
Hat ve cilt sanatlarında altınla yapılan tezhibe “halkari” denir.
Rumi ve Hatayi üslublarında kitapların zahriye, hatime, başlık, serlevha ve mihrabiye kısımları tezhiple
süslenir. Küçük yıldız ve çiçeklere nokta, geometrik
olanlara mücevher, altıgenlere şeşhane, beşgenlere
de seberk denir. Kur’an-ı Kerim’de secde ayetlerine
denk gelen yerlerde vakıf gülü, hizip gülü, cüz gülü
bulunur.
Kültür Sanat
27
Ayrıca tezhip sanatı Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk devirlerden itibaren
görülmüş . Büyük Selçuklu ,Anadolu
Selçuklu ,Beylikler ve Osmanlı devletinin
kuruluş devrinde motifler ve renk açısından olağan gelişmesini yaşamıştır.
Osmanlılar döneminde her zaman büyük
saygı duyularak, zaman içinde geliştirilerek sürdürülmüş ve günümüze kadar
gelebilmiştir. Bu devirlerde padişah,
bu sanatı icra eden sanatçılara oldukça
önem vermiş, sanatlarını en iyi şekilde
icra edebilmeleri için tüm imkanlar verilmiştir. Bu dönemde Osmanlı hanedanına
ait kıyafetler tezhiplenmiştir. Bu kıyafetlerin yüzeyleri hattatlar tarafından ayetlerle, hadislerle doldurulmuştur. 17. yy’a
kadar devam eden bu zarif ve zor sanat
matbaanın açılması ve el sanatlarına
verilen önemin azalmasıyla unutulmaya
yüz tutmuştur; son 10 yıl içerisinde ise
bu sanata gönül veren çeşitli grup ve
kişilerle tekrardan canlandırılmıştır.
Günümüzde Türkiye‘deki bir çok üniversitede “tezhip kulüpleri“ yetenekli müzehhip ve müzehhibeler yetiştirmektedir.
Unutulmaya yüz tutmuş bu sanata gönül
veren sanatçılarımız, onu canlandırmakla kalmamış, birbirinden güzel eserlerini
tüm dünyaya göstermek amacıyla yabancı dillerde de birçok kitap çıkararak
dünyanın İslam’ın güzelliklerinden haberdar olmasını sağlamışlardır.
Eslem Cücük - Feyzanur Karaman
Kültür Sanat
29
MONA
LİSA’NIN
ŞİFRELERİ
Mona Lisa İtalya‘nın Floransa şehrinde, Rönesans döneminde, Leonardo
da Vinci tarafından kavak bir pano
üzerine resmedilmiş yağlıboya portresidir. Resim halen Paris’teki Louvre
Müzesi’nde sergilenmektedir.
İlk bakışta bir kadının portresi olarak
görünse de Mona Lisa, ressamının
kişiliğinin bir sonucu olarak sanat
tarihçileri tarafından bir bulmaca
olarak görülmektedir. Da Vinci’ye sadece bir ressam demek doğru olmaz.
Aslında dünyanın en ünlü tablosunu
çizmiş olan bu adam bir bilim adamıdır. Yazdığı yazılarda, çalınmasından
korktuğu için olsa gerek, şifrelemeler
kullanmıştır. Birçok notunu ters, yalnız aynaya tutulduğunda okunacak
şekilde almıştır. Bu nedenle böylesine
şifreleme tutkunu olan Da Vinci’den
basit bir oturan kadın çizmesini bekleyemeyiz.
‘Mona Lisa’ denilince akla gelen ilk soru
portredeki kadının gerçekte kim olduğudur. Bununla ilgili pek çok varsayım
var. İlk olarak Da Vinci’nin kendini
kadın olarak çizdiği bir otoportre olduğu
yönünde. Özel bilgisayar teknikleriyle
incelendiğinde Da Vinci’nin yüz hatlarıyla Mona Lisa arasında büyük benzerlikler olduğu görülüyor. Hatta uzmanlar
Da Vinci’nin mezarını açarak kafatası
üzerinde incelemeler yapılmasını istiyor. Böylece Da Vinci’nin yüzünün bire
bir görüntüsü elde edilecek ve Mona
Lisa’nın sanatçının bir otoportresi olup
olmadığı netlik kazanacak.
İkinci varsayım ise Floransalı bir işadamı olan Francesco del Giocondo’nun eşi
Lisa del Giocondo olduğu ve çiftlerin
ikinci çocuğunun doğumu anısına böyle
bir portre çizdirmek istedikleri düşünülmektedir.
Mona Lisa’ya baktığınızda dikkatinizi çekecek ayrıntılardan biri de kaşlarının olmayışıdır.
Tablonun çizildiği 16. yy Avrupası’nda kadınların kaşlarını traş etmesi yaygın bir gelenekti.
Dünyanın en meşhur resminde, Mona Lisa’nın duruşuna da dikkat etmek gerekiyor. Eğer
dikkatli bakarsanız Mona Lisa aslında korkulukları olan bir balkonda (resmin en sağ ve en solunda, Mona Lisa’nın tam göğüs seviyesinde korkulukların başlıklarını görebilirsiniz) kolçaklı
yarım daire şeklindeki bir sandalyede, saçında duvak ile, onu izleyenlere dönük bir şekilde
oturduğunu görebilirsiniz. Bu korkuluk resme bakan pek çok kişinin fark etmediği bir detay.
Peki sizce Mona Lisa ile aynı salonu paylaşan onlarca koca koca resme rağmen, tüm meraklı bakışların sanki o resimler yokmuş gibi tek başına bir duvarda asılı duran Mona Lisa üzerinde toplanacak kadar bu resmi meşhur eden ve 760 milyon $ ile onu “Dünyanın En Pahalı
Resmi’’ yapan şey nedir?
Aynada görebileceğiniz kadar gerçek, parlak ve hafif ıslak gözler mi, neredeyse gözenekleri
görünen cildi yada her an yutkunacakmış gibi duran boğaz çukuru mudur resmi böylesine
değerli kılan ?
Yoksa resme dikkatli baktığınızda bir an için Mona Lisa’nın dudaklarının ve yüz kaslarının
hafifçe hareket etmeye başladığını, etrafını saran yüzlerce kişi arasında doğrudan size gülümsediğini düşündürmesi midir ?
Kültür Sanat
29
Resmi bu kadar ünlü yapan en önemli unsurlardan biri ise tabii ki Mona Lisa’nın hüzün ve
neşeyi aynı anda barındıran buruk gülüşü. Yüzünün sağını kapattığınızda üzgün bir kadın, solunu kapattığınızda ise son derece sıcak bir gülümseme ile karşılaşırsınız.
Tablonun yalnızca ağız kısmına odaklanırsanız hiç de gülen bir ifadesi olmayan sıkıca kapatılmış dudaklar görürsünüz. Ancak Mona Lisa’nın gözlerine bakarsanız size arkadaşça gülümsediğini hissedersiniz.
Yeni yapılan araştırmalarda ise Mona Lisa’nın sağ gözünde ‘L’ sol gözünde ise ‘S’ harfi yazdığı
açıkça görülüyor. Uzmanlar ‘L’ harfinin ressamın ilk adı olan ‘Leonardo’yu ‘S’ harfinin ise ‘Salai’yi temsil ettiğini düşünüyor.
‘’Salai’’ Da Vinci’nin yardımcısı, öğrencisi ve pek çok tarihçiye göre sevgilisiydi. Asıl adı Gian
Giacomo Caprotti da Oreno olsa da Da Vinci ona ‘’Benim Şeytanım’’ anlamında ‘’Mon Salai’’
derdi.
‘’MONA LİSA’’ isminin harflerinin yerini değiştirerek ‘’MON SALAİ’’’ ismini elde edebilmek,
tablodaki bayanın Salai olduğu iddasını güçlendiriyor. Da Vinci’nin ‘L’ ve ‘S’ harflerini yardımcısına ithafen çizdiği düşünülüyor. Araştırmacılar Salai ile Mona Lisa’yı karşılaştırdığında yüz
hatlarının oldukça benzediğini görüyor. Burun, dudak, göz ve çene yapılarının nerdeyse aynı
olduğu çıplak gözle bile görülebiliyor.
Kültür Sanat
35
21 Ağustos 1911’de dünyanın en büyük sanat eseri Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sı Paris’
teki Louvre Müzesi’nden çalındı. O sabah, birçok müze görevlisi resmin her zamanki yerinde
asılı olmadığını fark etmişti. Fakat resmin, görevli müze fotoğrafçısı tarafından alındığını ve
stüdyoda resimlerinin çekildiğini düşündüler.
Salı sabahı, resim geri dönmediğinden ve fotoğrafçının stüdyosunda da bulunmadığından,
müze yetkililerine haber verildi. Resim gitmişti!
Aceleyle polisle temasa geçildi ve müzenin her tarafı baştan sona arandı. Bir dedektif Mona
Lisa’nın ağır çerçevesini buldu. Buldukları yer gizli bir odaya giden merdivenlerdi.
Şans eseri, resim çalındıktan 27 ay sonra geri alındı. Vincenzo Perugia adlı bir İtalyan, resmi
İtalya Floransa’da Uffizi Galerisi’ne 100.000 dolara satmaya çalışıyordu.
Peki Perugia, Mona Lisa’yı nasıl çalmıştı? Pazar gecesini Louvre’da, gözlerden uzak bir odada
saklanarak geçirmişti. Pazar sabahı müze kapandığında, resmin bulunduğu odaya girmiş ve
onu duvardan indirmişti. Merdivenlerde resmin çerçevesini keserek, resmi çıkartmıştı. Binayı
terk etmeye çalışırken, kilitli bir kapıya geldi. Kapı tokmağının vidalarını çıkardı ve çantasının
içine koydu. Esas ilginç olan, resim çalınmadan 10 ay önce müze, ustaların resimlerinin cam
içine konulmasına karar vermişti. Perugia iş için seçilen 4 adamdan biriydi. Hırsızlıktan sonra
polis Perugia’yı sorgulamış fakat sakin tavırları ve rahatlığı yüzünden kuşkulanmamıştı.
Sümeyye Büşra Sırım
Fotoğraf: Vincenzo Perugia
Kültür Sanat
31
Geçen yıldan Bedreka
İstanbul Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’ndeki duvar dergimizden birkaç kare...
www.bedreka.com
“Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için,
gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.”
Aliya İzzetbegoviç

Benzer belgeler