Türk Milletinin Tarifi

Transkript

Türk Milletinin Tarifi
Türk Milletinin Tarifi
Türk milletini nasıl tarif etmeliyiz? Cemiyetimiz, bu
sorunun cevabının aranmaya başlanmasından
günümüze kadar, birbirinden farklı tariflerle karşı
karşıya kalmıştır. Bunun sebepleri çeşitlidir. Bazen,
başka milletlerin kendi yapılarına uygun tariflerinin
bize uygulanması yoluna gidilmiş; bazen, milleti
meydana getiren unsurlardan, tarifi yapanların
meyillerine ve çıkarlarına uygun olanları alınıp Türk
milleti sadece onlara bağlanmak istenmiş; bazen de,
tamamen ilmi bir mesele olan milliyet siyasi
düşüncelerin ifadesi şekline sokulmaya çalışılmıştır.
Hareket noktası, sakat, hissi veya maksatlı olan
böyle davranışlarla, Türk milletinin gerçek ve ilmi
tarifi elbette ortaya konamazdı. Nitekim konamamış
ve gerçeği dile getirmekten uzak, birbirlerine karşı
ve ilim dışı tariflerle bir çok nesillerin kafaları
karıştırılmıştır.
Türk’ün tarifine girişmeden önce, bir gerçeği bilmek
gerekir. Bu gerçek, dünya üzerinde bu güne kadar
millet kavramının tek ve ortak bir tarifinin
yapılamamış olmasıdır. Bunun sebebi, milletlerin,
millet oluşuşlarındaki farklardır.
Milletleri meydana getiren ırk, dil, vatan, kültür, din,
ülkü, tarih gibi çeşitli unsurlar vardır. Eğer
yeryüzündeki bütün milletler, bu unsurların hepsinin
bir araya toplanması ile meydana gelmiş olsalardı, o
zaman ortak bir millet tarifi yapmak mümkün olurdu
ve tabii idi. Fakat böyle değildir ve olmamıştır.
Milletler, bu unsurlardan birisinin veya bir kaçının
birleşmesi ve kaynaşmasıyla ortaya çıkmışlardır.
Çok kere birisinde büyük önem taşıyan bir unsur, bir
diğerinin oluşunda hiçbir rol oynamamıştır.
Mesela; Türkler, Macarlar ve Almanlar için, ırk
önemli bir milliyet unsurudur. Fransızlar ve
Amerikalılar içinse değildir. Çünkü Türkler, Macarlar
ve Almanlar, tek bir ırktan meydana gelmiş
milletlerdir. Fransızlar birkaç, Amerikalılar birçok
ırkın karışması ile ortaya çıkmışlardır.
Dil; Türklerle Araplar için önemli bir unsurdur. Çünkü
bütün Türkler gibi bütün Araplar da aynı dili
konuşurlar.
Fakat
üç
kantonun
da
Almanca,Fransızca ve İtalyanca gibi üç ayrı dil
konuşulan İsviçreliler için, dil, bir birlik unsuru
değildir.
Vatan; bütün fertleri devlet sınırları içinde yaşayan
milletler için önemli bir milliyet unsurudur. Fakat
bağımsız devletlerinin sınırları dışında milletdaşları
bulunanlar için aynı şey söylenemez. Almanya’nın,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Moskofların eline
geçen bir kısım topraklarında kalmış Almanlar ve ilk
anayurdumuz Doğu Türkili toprakları ile diğer
illerdeki tutsak Türkler bunun misalidir. Bugün
Filistin’de devletlerini kurmuş olan Yahudiler, yakın
zamanlara kadar dünyanın birçok yerlerine dağılmış
bir halde yaşamakta idiler. Eğer vatan, milliyet için
mutlak bir unsur olsaydı, Yahudi milletini inkar
etmek gerekirdi. Halbuki Yahudi milleti tarih
boyunca vardı. Bugün de İsrail’de, devletini yeniden
kurmuş olarak, varlığını devam ettirmektedir.
İşte, bütün milletler için ortak bir tarif
yapılamayışının sebebi, bunlardır. Çünkü milleti
meydana getiren unsurlardan hepsi bütün
milletlerde
bulunmamaktadır.Bundan
dolayı
cemiyetler, oluşlarında rol oynayan milliyet
unsurlarını içine alan tarifler yapmak zorunda
kalmaktadırlar.
Fransızların
Almanları,
Amerikalıların Macarları, İsviçrelilerin İngilizleri
örnek alarak milliyet tarifi yapmaya kalkmaları
bundandır.
Biz de, milliyet tarifimizi, Türk milletinin tarihi
oluşuna uygun bir şekilde ve kendi açımızdan
yapmaya bunun için mecburuz. Başka milletleri
örnek alarak, Türk milletini o örneğe uydurmaya
çalışanların düştükleri yanlışın sebebi de, bu
gerçeğe sırt çevirmiş olmalarıdır.
Biz de, milliyet tarifimizi, Türk milletinin tarihi
oluşuna uygun bir şekilde ve kendi açımızdan
yapmaya bunun için mecburuz. Başka milletleri
örnek alarak, Türk milletini o örneğe uydurmaya
çalışanların düştükleri yanlışın sebebi de, bu
gerçeğe sırt çevirmiş olmalarıdır.
Türk milletini tarif ederken yabancıları örnek almak
ne kadar sakat ise, milletimizi, milliyet unsurlarından
bir tekinin etrafında toplamaya çalışmak da o kadar
yanlıştır. ‘’Kültür birliği’’ ni esas almanın,
‘’gelenekler’’ i savunmanın, aynı vatanda yaşamayı
veya ‘’tabiiyet’’ i yeter bulmanın eksikliği ve aksaklığı
bundandır. Bu unsurlardan bazıları Türk milletinin
oluşunda rol oynamışlardır. Fakat tek başlarına
değil, diğer unsurlarla birlikte… Birçok unsurların
birleşmesiyle meydana gelmiş bir varlığı bunlardan
yalnız birisinin eseri ve neticesi imiş gibi göstermek
yanlıştır. Böyle bir tarif, suyu, sadece oksijenle tarif
etmek kadar sakattır.
hareketlerimizde büyük rol oynamıştır. Dünün sınırı
belirsiz, bugün ise hedefi belli bu ülküsü, milli
varlığımızda en önemli unsurlardan birisidir.
Madem ki bütün dünya milletlerini içine alabilen bir
tarif
yapılamasının
imkansızlığı,
cemiyetleri,
kendilerine uygun ve kendilerine göre tarifler
yapmaya mecbur bırakmıştır. Buna göre biz de bu
doğru ve umumi yoldan gitmeye ve millet tarifimizi
kendi açımızdan yapmaya mecburuz. Bunu
yaparken
de
lüzumsuz
zorlamaları,
hissi
davranışları ve hayali yamamaları da bir tarafa
bırakmak elbette ki şarttır. Çünkü Türk milletinin
tarifini yapmak, bu gerçeği tespit etmekten başka bir
şey değildir. Gerçeklerin tespiti ise hayal ve
yakıştırmalarla değil, ilim ve müspet düşünce ile
olur. Buna göre yapılacak şey, Türk milletinin nasıl
meydana geldiğini tespit etmekten ibarettir. Bu tespit
ise, Türk milletinin oluşunda ve devamında, hangi
milliyet unsurlarının rol oynadığını ortaya koymak ile
olur. Bu unsurları içine alan tarif bizim için Türk
milletini tek, şaşmaz ve en doğru tarifi olacaktır.
Türkler için vatan da önemli bir unsurdur. Ancak
vatan unsurunun Türk’e has özelliği ile düşünülmesi
şarttır:
Türkler için soy, önemli bir unsurdur. Çünkü Türk
milleti, bugünkü bazı milletler gibi, çeşitli ırkların
karışması ile meydana gelmiş değildir. Türk milleti,
tek bir soyun eseridir. O soy da Türk soyudur.
Bu gerçek, başka bir şekilde, şöyle de söylenebilir:
Tarihte bir ana Türk soyu vardır. Türk milleti bu ana
soydan meydana gelmiş ve bugüne kadar aynı Türk
milleti olarak yaşamıştır. Bu sebepten, Türk
milletinin oluşunda, soy, çok önemli bir unsurdur ve
hatta birinci unsurdur.
Türkler için dil de önemli bir milliyet unsurudur.
Çünkü bugün bütün Türkler, tarihteki ana Türk
dilinin devamından başka bir şey olmayan Türkçe’yi
konuşmaktadırlar. Türk oldukları halde Türkçe’den
gayrı dil konuşan Türkler de varsa da bu büyük
çoğunluğun yanında hiç denilebilecek kadar
ehemmiyetsiz bir sayı teşkil eder. Bu sebepten dil
de, Türkler için çok önemli bir unsurdur.
Türkler için kültür de, önemli bir milliyet unsurudur.
Bizim kültürümüz tarihten getirdiğimiz, geliştirerek
bugünkü neticesine ulaştırdığımız ve bugün bütün
Türk dünyasında yaşamakta olan Türk kültürüdür.
Türkler için ülkü de, önemli bir unsurdur.
Milletimizin, yüzyıllar boyunca ‘’kızılelma’’ diye
adlandırdığı bu ülkü, tarihteki büyük hamle ve
Başka bütün milletlerin, tarihleri boyunca tek
anavatanları bulunduğu halde, Türkler, Doğu Türkeli
ve Türkiye olmak üzere iki anavatana sahip
olmuşlardır. Tarihte bu iki anavatanın tek anavatan
haline geldiği zamanlar vardır. Bugün ise,
çevresindeki bazı parçalarını yabancılara kaptırmış
halde bulunan Türkiye’ye karşı Doğu Türkeli,
yabancı çizmesi altındadır. Bu durum, vatan
unsurunu gölgelemekte ise de, bu gölgenin geçici
bir karanlık olduğunu kabul etmek gerekir. Bugün
Irak’taki, Azerbaycan’daki veya Orta Asya’daki
Türkü,
nasıl
millet
kadromuzun
dışında
bırakamıyorsak, vatan toprakları için de durum
aynıdır. Yani, vatan unsuru bugünkü geçici,
tabiilikten ve gerçeklikten uzak şekliyle değil, tarihi
ve gerçek olan asıl şekliyle düşünmeye mecburuz.
Bu şekliyle vatan, Türk milleti için, önemli bir
unsurdur.
Türkler için tarih de önemli bir unsurdur. Bugün
yeryüzünde yaşayan bütün Türkler, aynı tarihin
insanlarıdır. Bu tarih iki anayurdumuzda veya o
anayurtlar odağında daha başka topraklarda
geçmiştir. Yani bütün bu tarih, Türk milletinin ortak
tarihidir. Bundan dolayı da tarih, Türk milletinin
tarifinde yer alacak önemli bir unsurdur.
Türkler için önemli bir unsur da dindir.Bugün
Türklerin hepsi denecek kadar büyük çoğunluğu
İslam dinindedir. Başka dinlerde olan Türklerin
sayısı bu büyük çoğunluğa göre pek küçük bir
sayıdır. Türkler, İslamiyet’i benimsemede, yaymada
ve Hıristiyan dünyasına karşı korumadaki
davranışlar ile adeta, milli bir din haline
getirmişlerdir. Bu sebepten de din, Türkler için
önemli unsurlar arasına girmiştir.
Görülüyor ki, Türk milletinin oluşunda ve gelişip
devam etmesinde, milliyet unsurlarından yedisi; yani
ırk, dil, kültür, vatan, tarih ve din rol oynamışlardır.
Türk soyunun, yeryüzünün geniş alanlarına dağılmış
ve yayılmış olan kitlelerinden küçük parçaların
Türkçe’den başka dil konuşmaları veya İslamiyet’ten
gayrı dinlere mensup bulunmaları ile yurtlarının bir
kısmının yabancıların elinde bulunması, tarihi
gerçeği gölgeleyecek bir durum meydana getirmiş
olmuyor.
Buna göre, Türk milletinin ilmi anlayışa uygun ve
gerçeği dile getiren tarifi, kendiliğinden ortaya
çıkmış oluyor:
Türk milleti; soy, dil, kültür, ülkü, vatan, tarih ve din
unsuru ve birliği ile birbirine bağlı bir cemiyettir.
Nejdet SANÇAR
Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet
Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976
Milli
Kültür
Medeniyet Ayrımı
ve
Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem
birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili
kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası,
ikisininde bütün toplumsal hayatları içine almasıdır.
Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk,
akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu
sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği
gibi medeniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile
medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:
Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet
milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak,
hukuk, akıl, estetik, dil ekonomi ve fen hayatlarının
uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı
gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal
hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa
milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu
medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız
olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir
Alman kültürü v.d. barınmaktadır.
İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi
iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela
din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile
oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanatlara,
oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait
bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem
ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı
medeniyet dairesi içinde bulunan bütün bu
kavramların, bilgilerin ve bilimlerin
medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.
toplamı
Milli kültürü oluşTuran şeyler ise, yöntem ile,
fertlerin iradesiyle var olmamışlardır. Yapay
değillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı
nasıl kendiliğinden ve doğal bir biçimde gelişiyorsa,
milli kültüre ait olan şeylerin oluşması ve gelişmesi
de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından,
yöntemle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir
kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir
kelime icat edip koyamayız. Dilin kendi doğasında
olan bir kuralını da değiştiremeyiz. Dilin kelime ve
kuralları ancak kendiliklerinden değişirler. Biz, bu
değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından yalnız
birtakım terimler yani yeni sözler eklenebilir. Fakat
bu sözler ait olduğu meslek sınıfı tarafından kabul
edilmedikçe, söz durumunda kalarak, kelime olmak
özelliği kazanamaz. Yeni bir söz bir meslek sınıfı
tarafından kabul edildikten sonara da, bir topluluk
sınıfı kelimesi özelliği kazanır. Ancak, bütün halk
tarafından kabul edildikten sonra dır ki, ortak
kelimeler arasına girebilir.
Fakat, yeni sözlerin bir meslek sınıfı veya bütün halk
tarafından kabul edilip edilmemesi onları icat
edenlerin elinde değildir. Eski Osmanlı dilinde
Şinasi’den beri milyonlarca yeni söz icat edildiği
halde, bunlardan az bir bölümü meslek sınıfı
kelimeleri arasına geçebilmiştir. Ortak kelimeler
arasına geçenlerse, beş on kelime kadardır.
Demek ki, milli kültürün ilk örneğini dilin
kelimelerinden, medeniyetin ilk örneğinin de yeni
sözler biçiminde icat edilen terimlerinde görüyoruz.
Yeni sözler ise kişinin kendi eseridir. Bazen bir
kişinin icat ettiği bir söz birden hak arasına
yayılabilir. Fakat bu yayılma kuvvetini o söze veren,
onu icat eden adam değildir. Toplumun kişilerce
bilinmeyen, gizli bir akımıdır.
Bundan on beş yıl önce, yurdumuzda yanyana iki dil
yaşıyordu; Bunlardan birincisi, resmi bir değere
sahipti ve yazıyı tekeline almış gibiydi. Buna
Osmanlıca adı veriliyordu.
İkincisi, yalnız halk arasında konuşulmak zorunda
kalmış gibiydi. Buna da, küçümseyerek, Türkçe adı
veriliyordu ve aşağı tabakaya özel bir argo
sanılıyordu. Halbuki, asıl doğal ve gerçek dilimiz bu
idi. Osmanlıca ise, Türkçe‘nin, Arapça’nın ve
Acemce’nin dilbilgisi, söz dizimi ve sözcüklerinin
birleştirilmesiyle oluşturulmuş yapay bir karışımdan
ibaretti. Bu iki dilden birincisi, doğal bir oluşumdu ve
günlük hayatta kullanılan kullanılan kendiliğinden
ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı, milli kültürümüzün
diliydi. İkincisi ise, fertler tarafçıdan yöntemle ve
iradeyle yapılmıştı. U dil aşuresinin içine, yalnız bazı
Türkçe kelimeler ve takılar karışabilirdi. Demek ki,
Osmanlıca’nın milli kültürümüzde pek az bir payı
vardı. Bundan dolayı, ona medeniyetimizin dili idi,
diyebiliriz.
Yurdumuzda bu iki dil gibi, iki ölçü de yarı yana
yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk ölçüsü,
yöntem ile yapılmıyordu. Hak ozanları, ölçülü
olduğunu bilmeden, gayet lirik şiirler yazıyorlardı.
Tabii, bu ilham ile, yaratıcılıkla oluşurdu. Özel bir
yöntemle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bir ölçü
de Türk kültürünün içindeydi Osmanlı ölçüsüne
gelince; bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu ölçüde
şiir yazanlar taklitle ve belli bir biçimde yazıyorlardı.
Bundan dolayıdır ki, aruz ölçüsü denen bu ölçü halk
arasına girememişti. Bu ölçüde şiir yazanlar, Acem
edebiyatını
ders
alarak
öğreniyorlar,
aruz
yöntemiyle uyguluyorlardı. Bundan dolayı, aruz
ölçüsü milli kültürümüze giremedi. Acemlerde ise,
köylüler bile aruz şiirler söyler. Bundan dolayı, aruz
ölçüsü İran’ın milli kültürüne ait demektir.
Yurdumuzda, bunlardan başka, yanyana yaşayan iki
müzik vardır. Bunlardan biri halk arasında kendi
kedine doğmuş olan Türk müziği diğeri Farabi
tarafından Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla
alınan Osmanlı müziğidir. Türk müziği ilham ile
oluşmuş taklitle dışardan alınmamıştır. Osmanlı
müziği ise, taklit aracılığıyla alınmış ve ancak
yöntemle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi milli
kültürümüzün, ikincisi ise medeniyetimizin müziğidir.
Medeniyet, yöntemle ve taklit aracılığıyla bir
milletten diğer millete geçen kavramların ve
tekniklerin bütünüdür. Milli kültür ise, hem yöntemle
yapılamayan, hem de taklitle başak milletlerden
alınamayan duygulardır. Bu nedenle Osmanlı
müziği kurallardan oluşmuş bir fen biçiminde olduğu
halde, Türk müziği kuralsız yöntemsiz fensiz
melodilerden, Türkün bağrından kopan samimi
nağmelerden ibarettir. Halbuki, Bizans müziği
kaynağına çıkarsak, bunu da eski Yunan kültür
içinde görürüz.
Edebiyatımızda da yanı ikilik vardır. Türk edebiyatı
halkın
atasözleriyle
bilmecelerinden,
halk
masallarıyla hal koşmalarından, destanlarından,
halk cengnameleriyle menkibeleriniden, tekkeliden
ilahileriyle
nefeslerinden,
halkın
güldürücü
fıkralarından ve halk tiyatrosundan ibarettir.
Atasözleri, doğrudan doğruya, halkın bilgece
sözleridir. Bilmeceleri de yaratan halktır. Halk
masalları da fertler tarafından düşülmemiştir.
Bunlar, Türkün mitolojik çağlardan başlayarak,
gelenek yoluyla zamanımıza kadar gelen peri
masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut
kitabı’ndaki masallar da, ozandan ozana sözlü bir
biçimde yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve
etnografyasındaki mitler, lejandlar, efsaneler de
Türk edebiyatının elamanlarıdır. Cengnamelere ve
dini menkıbelere gelince, bunlar halk edebiyatının
islami devresine ait ürünleridir. Halk şairlerinin
koşmalarıyla destanları, manileriyle türküleri de,
yukarıda saydığımız eserler gibi Türk hakkının
samimi eserleridir. Bunlar da yöntemle taklitle
yapılmamışlardı. Aşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar
gibi şairler, halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de
birer hak mabedi olduğu için buralarda doğan
ilahilerle nefersler de hak edebiyatına, dolayısıyla
Türk edebiyatına aittir. Yunus Emre ve Kaygusuz ile
Bektaşi şairleri bu gruba girerler. Osmanlı edebiyatı
ise, masal yerine ferdi hikayelerle Romanlardan,
koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle
alafranga şiirlerden oluşmuştur. Osmanlı şairlerinin
her biri mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairine,
Fransız devrinde bir Fransız şairine benzer. Fuzuli
ile Nedim bile bu konuda farklı değildirler. Bu
yönden Osmanlı yazarlarıyla şairlerinden hiç biri
orijinal değildir, hepsi taklitçidir; hepsinin eserleri
estetik ilhamdan doğmuştur. Mesela, nüktecilik
(Humour) bakımından, bu iki gurubu karşılaştıralım.
Nasreddin Hoca, İncili Çavuş Bekri Mustafa ve
Bektaşi Babaları hak nüktecileridir; Kani ile Sururi
ise, Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Doğal
nüktecilik ile yapay mizah arasındaki fark, bu
karşılaştırma ile meydana çıkar.
Karagözle orta oyununa gelince; bunlar da hak
gösterisi yani geleneksel Türk tiyatrosudur. Karagöz
ile Hacivat’ın çatışmaları, Türk ile Osmanlı’nın yani
o
zamanki
kültürümüzle
medeniyetimizin
mücadelelerinden ibarettir.
Ahlakta da aynı ikiliği görürüz Türk ahlakı ile
Osmanlı ahlakı birbirine zıt gibidir. Kaşgarlı
Mahmud, Divan-ı Lugat-it Türk maddesinde, Türkleri
kısaca tarif ediyor. diyor, Türk’te böbürlenme ve
övünme yoktur. Türk, büyük kahramanlıklar ve
fedakarlıklar yaptığı zaman, bir olağanüstülük
yaptığından habersiz görünür. Cahiz de, Türklerin
aynen bu biçimde anlatıyor. Osmanlı tipine
bakarsak, eski şairlerinde kendine övgü dizmelerin
yeni
edebiyatçılarında
ise
böbürlenme
ve
övünmenin hakim olduğunu görürüz. Servet-i fünun
okulu Osmanlı edebiyatının en parlak devridir. Bu
okulun takipçisi olan şairlerin çoğu şüpheci,
kötümser
ümitsiz,
hasta
ruhlar
biçiminde
görünmüşlerdir. Hakiki Türk ise, inançlı, iyimser
ümitli ve sağlamdır.
Hatta bilginlerimiz arasında da, ikilik görürüz.
Osmanlı bilginlerinin geleneksel ismi ulema-i rüsum
(resmi bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise, halk
bilginleri idi. Birinciler, rütbeli fakat cahil idiler,
ikinciler, ilimli fakat rütbesiz idiler. Politika ve
askerlik sahasında büyük bir dahi olan Afşarlı Nadir
Şah, bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde
birleştirmek ve bütün sultanları Osmanlı padişahının
emri altına sokmak için görüşmelerde bulunmak
üzere, İstanbul’a dini ve politik bir kurul göndermişti.
İstanbul’da bu kurul ile görüşmek için resmi bilginleri
görevlendirdiler. İranlı bilginler kurul bunlara söz
anlatmakta yetersiz kalınca, sadrazama başvurarak
dediler ki: “Bizim bilimden başak, politik hiç bir
rütbemiz
yoktur.
Oysa
ki
görüşmelerde
bulunduğumuz
kişiler
büyük
rütbeli
kişiler
olduklarından, karışmalarında serbestçe söz
söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz bilginlerle
görüştürürseniz, çok memnun oluruz.” Ragıp
Paşa’nın Tahkik ve Tevfik adlı kitabında naklettiği
bu gerçek olay gösteriyor ki, Nadir Şah’ın bilim
kurulu Osmanlı bilginlerine değil, Türk bilginlerine
değer veriyorlardı.
Eski devirlerin politik ve askeri başarıları da, halk
arasında çıkmış, cahil ve okur-yazar olmayan
paşalar aitti. Daha sonra Ragıp Paşa ve Sefih
İbrahim Paşa gibi Osmanlı eğitiminde yüksek bir yer
sahibi olanlar hükümetin başına geçince işler
bozulmağa başladı.
Bununla beraber, bu toplumsal ikilikler yalnız
düşünce etkinliklerine özeldi. O zamanlar, el işi ayak
tabakasına ait sayıldığından, yüksek tabaka
tekniklerin her çeşidinden uza duruyordu. Bu
sebeple mimarlık, hattatlık, taş oymacılığı, ciltçilik,
tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık,
halıcılık, çuhacılık, ressamlık, nakkaşlık gibi pratik
tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da hak tekniğiydi.
Demek ki, genellikle yüksek bir güzelliğe sahip bu
sanatlara sadece Türk sanatı adını verebiliriz.
Bunlar Osmanlı medeniyetine değil, Türk kültürüne
ait idi. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın
ürünlerini milyonlar harcayarak parça parça
topluyor. Avrupa’nın Amerika’nın müzeleri, salonları
hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da, bu
Türk hayranlığına Turquerie adı verilir. Avrupa’nın
gerçek düşünür ve sanatçıları mesela Lamartine’leri,
Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri,
Pierre Loti’leri, Farrere’leri türkün samimi sanatına,
alçak gönüllü gösterirsiz ahlakına, derin ve bağnaz
olmayan dindarlığına, özetle, var olanla yetinmek ve
kadere boyun eğmekle beraber sürekli bir iyimserlik
ve idealizmden ibaret olan fakir ama mutlu hayatına
hayrandırlar. Fakat bunların aşık oldukları şeyler,
Osmanlı medeniyetine giren yöntemle ve taklitle
yapılmış eserler değil, Türk kültürünün ilhamıyla
oluşmuş orijinal eserlerdir.
Yalnız ülkemize özgü olan bu garip durumun nedeni
nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki tip, Türk tipi
ile Osmanlı tipi birbirine bu kadar zıttır? niçin Türk
tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi
çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk kültürüne ve
hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı.
Kozmopolit oldu. Sınıf çıkarını imparatorluğu
genişledikçe, yüzlerce milleti egemenliği altına
aldıkça, yönetenlerle yönetilenler ayrı iki sınıf haline
giriyorlardı. Yöneten bütün kozmopolitler Osmanlı
Sınıfı’nı, yönetilen Türkler de Türk Sınıfı’nı
oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi.
Osmanlı sınıfı, kendini hakim millet biçiminde görür,
yönettiği Türklere mahkum millet gözüyle bakardı.
Osmanlı, sürekli Türk’e (eşek Türk) derdi. Türk
köylerine resmi bir kişi geldiği zaman, Osmanlı
geliyor diye herkes kaçardı. Türkler arasında
Kızılbaşlığın meydana çıkışı bile, bu ayrılıkla
açıklanabilir.
Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyd, oğuz
boyları arasında Oğul mu önce gelir, yoksa
sahabeler mi diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz
boyları, Oğuz Han’ın çocukları ve Kayılar’ın amca
oğulları değil miydiler? Nasıl oluyordu da, padişahın
Enderun’dan
çıkan
devşirmelerden
oluşan
sahabeleri (yakın adamları) bunlara tercih ediyordu.
O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki
ezilmişliklerini geçmişte Ehl-i Beyt’in (Peygamber
Soyu) uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı. O
zaman, Türkmenlerin büyük bir kısmı, bu benzeyişe
aldanarak, baba ocağından ayrıldılar; kendi
kendilerine arı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir
tapınak yaptılar.
Bununla beraber, din bakımından Osmanlılardan
ayrılmamış olan Sünni Türkler de, milli kültür
bakımından Osmanlı emperyalizmine bağlandılar.
Bunlar da, kendi kendilerine milli bir kültür yaparak.
Osmanlı medeniyetine karşı tamamen ilgisiz
kaldılar. Osmanlı medeniyetinin seçkinlerine havas
denildiği gibi, Türk kültürünün de ozanları, aşıkları,
babaları ve ustaları vardı. Demek ki, ülkemizde iki
türlü seçkin bulunuyordu. Bunlardan birincisi sarayı
temsil ediyordu. Bu sınıfın geçimini sağlayan da
saraydı. Mesela, Osmanlı şairleri saraylardan
“caize”
almakla
geçindikleri
gibi,
Osmanlı
müzisyenleri de sarayın verdiği bağışlarla maaşlarla
geçinirlerdi. Halkın saz öve söz şairleri ise, adını
olan Osmanlı bilginleri kazaskerlikte, kadılıklarda
yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk
hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk din
adamları ise, yalnız halk beslerdi. Bundan dolayı
güzel sanatlarda ve diğer alanlarda rehberlik eden
ustalar, yiğitbaşılar ve ahi babalar yalnız halk
sınıfından yetişirler ve daima hak ve Türk kalırlardı.
Görülüyor ki milli kültür ile medeniyeti birbirinden
ayıran, milli kültürün özellikle duygulardan,
medeniyetin özellikle bilgilerden oluşmuş olmasıdır.
İnsanda, duygular yönteme ve iradeye bağlı değildir.
Bir millet, başka bir milletin dini, ahlaki ve estetik
duygularını taklit edemez. Mesela, Türklerin
İslamlıktan önceki dininde Gök Tanrı ödül tanrısıdır.
Cezalandırmaya karışmaz. Ceza tanrısı, Erlik Han
isminde başka bir mitolojik kişiliktir. Tanrı yalnız
cemal (güzellik) sıfatıyla göründüğü için, eski
Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrıya karşı korku
hissi duymazlardı. İslamlıktan sonra, Türklerde
“muhabbetullah”ın (Tanrı sevgisi) üstün gelmesi, bu
eski geleneğin devamından ötürüdür. Türklerde
“menhafetullah” (Allah Korkusu) pek enderdir.
İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri
gösteriyor ki, güzelliğe, iyiliğe dair vaaz edenlerin
dinleyicileri
sürekli
artıyor;
cehennemden,
zebanilerden bahseden vaizlerin dinleyicileri ise
sürekli azalıyor. Türklerin eski dinlerinde katı sofuca
icabetler yoktu, estetik ve ahlaki törenler çoktu.
Bunun sonucu olarak, İslamlıktan sonra da, Türkler
en güçlü bir imana, en samimi bir din duygusuna
sahip oldukları halde kuru sofuluk ve yobazlıktan
uzak kaldılar. Bu konuda Yunus Emre’yi okumak
yeterlidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlit
okumaya; tekkelerde ise şiire, müziğe büyük bir yer
vermeleri estetik dindarlık örneği ne uymalarından
dolayıdır.
Eski Türk dininde, Türk tanrısı, barış ve barışlık
Tanrısı idi. Türk dininin özünü gösteren il kelimesi,
barış anlamına geliyordu (Kaşgarlı Mahmud) ilci
(barışçı) demek olduğu gibi, İlhan Barış Hakanı
demekti. Türk İlahları, Mahçurya’dan Macaristan’a
kadar sürekli bir barış ortamı sağlayan, barışsever
öncülerden başka bir şey değildi.
En eski Türk devletinin kurucusu olan Mete’nin
yüksek ahlakını, barışseverliğini, emperyalizmden
kaçınmasını Yeni Mecmua’da yazmıştım. Türk
barışseverliğinin kurucusu Mete’dir.
Türklerin bu eski barışçılık geleneği sayesindedir ki,
Türk hükümdarı İslam döneminde de her zaman
yenilenlere şefkatle davranmış, her zaman
kendilerini
milletlerarası
barışın
sorumlusu
saymışlardır. Türk tarihi, baştan başa, bu duruma
tanıktır. Avrupalıların o kadar suçladıkları Atilla bile,
yine onların anlattıklarına göre yenilmiş milletler ne
zaman barış istemişlerse, derhal kabul etmiştir.
Çünkü, Atilla’nın Tanrı Kutu unvanını, Allah’ın Belası
şeklinde çevirmekle tarihi bir günah işlemişlerdir.
Türklerin bütün sanat dallarında açıkça görülen
estetik özellikleri de doğallıkla, çinilerinde, mimarlık
ve yazı sanatında beliren hep bu estetik özelliklerdir.
Türkün güzel sanatlarında olduğu gibi, din
hayatında ve ahlakında da hep bu özelliklerin
egemen olduğu görülür.
Bu örnekten de anlaşılır ki, bir kültürün meydana
getiren çeşitli sosyal yaşayışlar arasında içiten bir
bağlılık, içiten bir uyum vardır. Türkün dili nasıl saf
ise, din, ahlak, güzellik, politika ekonomi ve aile
hayatları da hep saf ve içtendir. Türkün hayatındaki
sevimlilik ve orijinallik ve bu egemen karakterin bir
yansımasından ibarettir. Fakat, milli kültürün
elemanları arasındaki bu uyuma bakıp da,
medeniyetin de uyumlu elemanlarından meydana
geldiğini zannetmek doğru değildir. Osmanlı
medeniyeti Türk, acem, Arap kültürleriyle İslam
dinine, Doğu medeniyeti ve son zamanlarda da Batı
medeniyeti kurumlarından meydana gelen bir
karmadır. Bu kurumlar hiçbir zaman kaynaşarak, iç
içe geçerek uyumlu bir bütün haline giremedi. Bir
medeniyet ancak milli bir kültüre aşılanırsa, uyumlu
bir birliğe kavuşur. Mesela İngiliz medeniyeti, İngiliz
kültürün aşılanmıştır. Bundan dolayı, İngiliz kültürü
gibi, İngiliz medeniyetinin elemanları arasında da bir
uyum vardır.
Milli kültür ile medeniyet arasındaki bir ilişki de
şudur; Her kavim, ilk önce, yalnız milli kültürü vardır.
Bir kavim, kültür bakımından yükseldikçe politik
açıdan da yükselerek kuvvetle bir devlet oluşturur.
Diğer taraftan da, kültürün yükselmesinden
medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, başlangıçta
milli kültürden doğduğu halde, sonradan komşu
milletlerin medeniyetinden de birçok kurumlar alır.
Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir
gelişmenin süratle meydana gelmesi zararlıdır.
Ribot diyor ki:”Zihnin fazla gelişmesi karakteri
bozar.” Kişide zihin ne ise, toplumda da medeniyet
odur. Kişide karakter ne ise, cemiyetin fazla
gelişmesi de milli kültürü bozar. Milli kültürü
bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” denir.
Milli kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de
şudur: milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf
bir milletle, milli kültürü bozulmuş, fakat medeniyeti
yüksek olan başka bir millet politik mücadeleye
girince, milli kültürü kuvvetli olan millet her zaman
galip gelmiştir. Mesela, eski Mısırlılar, medeniyette
yükselince milli kültürleri bozulmaya başladı. O
zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette
henüz gri olmakla beraber, kuvvetli bir milli kültüre
sahipti. Bu nedenle İran’da da medeniyet yükseldi.
Buna karşılık milli kültür zayıflamağa başladı. Bu
kere de, önce milli kültürleri henüz bozulmamış olan
Yunanlılara yenildiler. Bir süre sonra Yunan kültürü
de bozulmağa başladığından, gerek Yunanlılar,
gerek İranlılar, kuvvetli bir milli kültürle meydana
çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara yenildiler.
Doğuda Eşkani ve Sasani ailelerinin batıda
Romalıların, milli kültürü bozulmağa başlayan
Makedonyalılara üstün gelmiş de aynı şekilde
açıklanabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi
olmayan, fakat milli kültürde son derece güçlü olan
Raplar ortaya çıkarak hem Sasanileri, hem de
Romalıları yendiler. Fakat. Çok zaman geçmeden
Arap milleti de medenileşmeğe başladığından milli
kültürünü
kaybederek
politik
egemenliği
Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk
Türklerine teslim ettiler. Töre Türklerin milli
kültüründen başak bir şey değildir. Türklerin şimdiye
kadar bağımsız kalması, Çanakkale’den İngilizlerle
Fransızları kovması ve Mütarekeden sonra, İngiliz
silahlarıyla ve parasıyla donanmış bulunan
yunanlılarla Ermenileri yenerek manen İngilizleri
yenmesi, hep bu milli kültürün gücü sayesindedir.
Milli kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler
anlaşıldıktan sonra artık Türkçülüğün ne demek
olduğunu ve bu memlekette ne gibi görevleri yerine
getirmesi
gerektiğini
belirleyebiliriz.
Osmanlı
medeniyeti, iki sebeple yıkılmak zorundaydı.
Birincisi,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
bütün
imparatorluklar gibi, geçici bir topluluktan ibaret
olmasaydı. Sonsuza kadar yaşayacak olanlar ise,
geçici topluluklar değil, toplumlardır. Cemiyetlere
gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Esir
milletler,
milli
benliklerini
imparatorlukların
kozmopolit yönetimi altında, ancak bir süre için
unutabilirlerdi. Bir gün, mutlaka milletler den ibaret
olan gerçek toplumlar sürü oluş uykusundan
uyanacaklar, kültürel bağımsızlıklarını ve politik
egemenliklerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş yüz
yıldan beri bu işlem sürüyordu. Bundan dolayı, bu
gelişmeden bağımsız yaşamış olan Avusturya,
Rusya v Osmanlı İmparatorlukları da, önceki
benzerleri gibi, dağılmağa yüz tutacaklardı. İkinci
neden batı medeniyetinin, yükseldikçe, doğu
medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak güce
ulaşmasıdır. Rusya’da ve Balkan ülkelerinde Batı
medeniyeti, Doğu medeniyetinin yerine geçtiği gibi;
Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı durum baş
gösterecekti.
Doğu
medeniyeti,
bazılarının
zannettikleri gibi, gerçekten İslam medeniyeti değil.
Kaynağı, Doğu medeniyeti idi. Nasıl ki, Batı
medeniyeti de Hıristiyan medeniyeti değil. Batı
Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti.
Osmanlılar. Doğu Roma medeniyetini, doğrudan
doğruya Bizans’tan almadılar: kendilerinden önce
Müslüman Araplarla acemler bu medeniyeti almış
olduklarından,
Osmanlılar
onu,
bu
dindaş
milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu
medeniyeti, bazı fikir adamları İslam medeniyeti
sandılar.
Batı medeniyetinin her yerde doğu medeniyetinin
yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye’de
de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu
medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti
ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir
taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer
taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte
Türkçülüğün görev bir taraftan yalnız hak arasında
kalmış olan Türk kültürünün arayıp bulak, diğer
taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde
alarak milli kültüre aşılamaktadır.
Tanzimatçılar,
Osmanlı
medeniyetini
Batı
medeniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki
zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri
birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa
neden olur. Mesela, Batı’nın müzik tekniği ile
Doğu’nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşmaz. Batı’nın
deneysel mantığı ile Doğunun iskolastik mantığı
birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya
Batılı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki
medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu
noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde
başarı sağlayamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan
Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı
medeniyetini tam bir biçimde almak istediklerinden,
girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler
tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı
medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek
isteyenlerdir. Fakat, batı medeniyetine girmeden
önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli
kültürümüzü ortaya çıkarmamış gerekir.
Ziya GÖKALP
Kaynak: Türkçülüğün Esasları – Ziya Gökalp,
Toker Yayınları, 2002
İnsan ve Sistem
Milletlerin ve toplumların kalkınıp yükselmesinde
sistemler mi daha büyük rol oynar, yoksa sistemleri
uygulayacak
insanlar
mı?
Bu mesele üzerinde biraz durmak ve düşünmek
faydasız değildir:
En yeni ve asri silahlarla donatılmış bir ordu
düşünelim. Böyle bir ordunun kumandanları,
askerliğin gerektirdiği bilgiden ve vasıflardan yoksun
iseler, bu ordu, sadece sahip bulunduğu o maddi
silah gücü ile savaş kazanabilir mi?
Bir toplumun milli menfaatlerini korumak ve onu her
türlü tehlikelerden uzak tutmak için hazırlanmış bir
kanun düşünelim. Böyle bir kanun, onu uygulayacak
ellere sahip bulunmazsa; o kanun, kütüphane
raflarında kalmış, tozlu bir kitaptan başka bir şey
sayılabilir mi?
En güzel ve milliyetçi bir müfredat programına
uyularak hazırlanmış ders kitaplarının, milli ruh ve
milli şuurdan yoksun bir öğretmenler ordusunun
eline teslim edildiğini düşünelim. Alınacak sonuç ise,
beklenilen dereceye yaklaşabilir mi?
İkinci Dünya Savaşı’nın, maddi silah bakımından
güçlü İtalyan ordusunu hatırlayalım. Komünizmi
yasaklayan kanun maddelerinin, yakın yıllardaki
devrede, en aşırı ve azgın hareketler karşısında
dahi uygulanmadığı memleketimizi düşünelim. Ve,
Fransızlık ruhunu baltalamayı birinci vazife saymış
olan, İkinci Dünya Savaşı komünist Fransız
öğretmenlerini aklımıza getirelim.
Bunlar ve benzeri örnekler, bizi şu gerçeğe
götürecektir: Bu gibi meselelerde asıl olan insandır.
İnsan olmadıkça, sade en güzel fikirler ve sistemler
değil, en güçlü silahlar da gereken faydayı
sağlayamaz.
Toplumların kalkınıp, yükselmesi konusunda da
durum aynıdır. Yani bir toplumun maddi ve manevi
alanlarda yükselmesi, milletin mutluluğa erişmesi
meselesinde
de,
sistemlerden
çok,
onları
uygulayacak insanlar mühimdir.
En güzel içtimai-iktisadi bir fikri ve sistemi, vatana
hizmet düşüncesi taşımayan insanların meydana
getirdiği bir hükümetin eline teslim edin. Alınacak
sonuç, alınması gerekenden çok az olacaktır. Buna
karşılık, şöyle böyle bir sistemi, millete hizmet
düşüncesiyle dolup taşan insanlardan meydana
gelen bir heyete verin. Sonuç, muhakkak, çok daha
iyi olacaktır.
Çünkü her şey insana, insanın niyetine, hareketine
bağlıdır. İnsan yetişmiş, iyi niyetli, vatansever ve
milliyetçi olmadıkça; toplumuna hizmet aşkıyla dolup
taşmadıkça, onun eline teslim edilecek silah da,
sistem de kısır ve yavan kalmaya mahkumdur.
Türkiye’nin
kalkınmasını
sosyalist
sistemde
görenler, işte bu gerçeği bilmeyen, bunun üzerinde
hiç durmamış ve düşünmemiş kimselerdir. Onlar,
bilerek veya bilmeyerek, komünizmi sosyalizm diye
yutturmaya çalışanların tesiri altındadırlar.
Sistem,
elbette,
mühimdir.
Ama,
sistemi
uygulayacak insan çok daha mühimdir. İnsan ise,
ancak, milliyetçi olduğu nispette insandır. Bu
sebepten sistemi, fikri, kanunu uygulayacak olan
milliyetçi insanları, heyetleri, hükümetleri bulmadan,
herhangi bir sisteme bel bağlamak boştur. İnsanın
en mükemmeli olan milliyetçi ve onun bağlandığı
milliyetçiliği bir yana itip, her derde deva saydığı
sosyalizmi tek toplum reçetesi sananlar, bunun için
yanlış yoldadır.
İnsan ile sistem bir araya geldiği takdirde milletler
ihtiyaçları olan şeyleri elde edebilirler. Nasıl insan,
milliyetçiliği nispetinde insansa, fikir ve sistem de
milliyetçilik görüş ve temeline dayandığı nispette fikir
ve sistemdir.
Türkiye’nin kalkınması mı?
Milliyetçi temel üzerine yükselen fikir ve sistemin
milliyetçi insanlardan meydana gelecek hükümlere
teslimi…
İşte gerçek… Ve işte Türkiye’de, aydın denilen
kişilerin bulamadığı, kavrayamadığı şey…
Nejdet SANÇAR
Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet
Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976
Türkçü Gençlere
Soyunuza, yurdunuza ve devletinize en verimli
hizmetin Türkçülük Ülküsü ile sağlanabileceğine
inandığınız için bu yolda yürümekte olan
gençlersiniz.
İnsan
hayatının
en
romantik
çağlarında, genç ruhları büyüleyen zevk verici,
çekici, şahsi faydalar sağlayıcı bir çok maddi ve
manevi imkanlara sırt çevirip, böyle çetin bir yolda
yürümeyi göze almanız, şüphesiz, takdirle
karşılanacak bir milli şuur hareketidir.
Bu yolda yürümeye karar verirken, Türkçülüğün,
ona gönül verenler için bir ateşten gömlek olduğunu
elbette biliyordunuz. Bunu örnekler ve tecrübelerle
gördükten sonra da Türkçü kalmanız, muhakkak ki,
damarlarınızda dolaşan kanın büyüklüğünü içten
duymanızdandır.
Evet, Türkçülük, son yüzyıllarda çeşitli hadiselerinde
ortaya koyduğu gibi gerçekten, bir ateşten gömlektir.
Türk topraklarında Türk Ülküsünü Türk’ler için böyle
bir ıstırap haline getirenler, bu büyük ırkın malum
düşmanlarıdır.
Düşmanlığın kaynağı yurdumuzun dışında, onu
Türkiye’ye bin bir kalıba sokmak suretiyle sinsi sinsi
yürütmeye çalışanlar ise içimizdedir. Kızılı, masonu,
nurcusu, Kürtçüsü gibileri başta olmak üzere
bunların çoğunu biliyorsunuz. Ancak, bunlarla
birlikte bilmeniz gerekli bir grup daha vardır. En
belirsiz ve sinsileri oldukları için, Türklük
düşmanlığını en rahat yapabilen bu grup, son
imparatorluğumuzun Türkiye Cumhuriyeti’ne en kötü
mirası olan “imparatorluk artıkları” dır.
Bu düşmanlık, 1938’den sonraki yıllarda, zaman
zaman, Türkiye çapındaki hadiseler şeklinde de
görülmüştür. Bunun neticesi olarak, Türkçülük, milli
iradenin apaçık bir şekilde çiğnendiği korkunç
yıllarda olduğu gibi, milli irade yıllarında da
karşısında, her zaman salyalı dişler görmüştür.
Türk Ülkü’sünün Türklüğün kaderine hakim olacağı
günlere kadar, bunun böyle sürüp gideceği
muhakkaktır. O mutlu güne kadar Türklüğü sadece
kanında değil, kanıyla birlikte ruhunda, vicdanında,
kalbinde ve kafasında bulup duyan bütün Türkler,
yani Türkçüler, bu yoldaki mücadelelerine ara
vermeden devam edeceklerdir.
Türkiye’deki bu Türkçülük düşmanlığı, insan
mantığını donduracak derecede korkunç bir
hadisedir. Dünyanın hangi ülkesinde o yurdun sahibi
milletin milliyetçiliği, devletin yüksek makamlarında
bulunan kimselerin başı çektiği hareketlerle
ezilmeye çalışılmıştır? Bu talihsizliği 1944’te ve
1953’te iki kere uğrayan ülke, bizim Türkiye’mizdir.
Almanya’da Almancılığın, İngiltere’de İngilizciliğin,
Fransa’da Fransızcılığın, yani o milletlerin
milliyetçilerinin,
devletlerinin
kaderine
hakim
bulunan Almanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından
ezilmek istenmesi gibi bir çılgınlık görülmüş müdür?
Hatta bu büyük çaplı cemiyetler bir yana,
komünizmin pençesine geçmek gibi bir büyük
felakete uğramamış hangi dünya ülkesinde, o
yurdun sahibi milletin milliyetçiliğine karşı girişilmiş
böyle bir hareket gösterilebilir?
Türkiye, dünya üzerinde, bu durumda tek ülkedir. Ve
hadiselerin bizi ulaştırması gereken neticeye göre,
Türk Ülküsü’nün Türkiye’nin kaderine hakim fikir
olacağı günlere kadar, bu böyle devem edip
gidecektir.
Bunda dolayı bu günkü –ve beklide yarınki– Türkçü
nesilleri, büyük vazifeler beklemektedir. Bunların en
mühimlerinden birisi, Türk Ülküsü’nün Türkçüler için
bir ateşten gömlek olmaktan kurtarılmasıdır.
Bunun çok çetin, çok güç bir vazife olduğu
muhakkaktır. Ama bu çetinlik ve güçlük, vazifenin
yapılması için bir engel sayılmaz. Çünkü Türk, çetin
engellerle boğuşmak için yaratılmış bir soydur.
Onun için siz bugünkü Türkçü nesiller, soyunuza
has bu tarihi güçle, ne bahasına olursa olsun, bu
engeli aşmaya mecbursunuz.
Hangi yaşta bulunursa bulunsun, bu gün her
Türkçü, Türklük Ülküsü yolunda kendisini nelerin
beklemekte olduğunu iyice bilmelidir. Sürülmek,
işinden olmak, maddi ve manevi sıkıntılara
boğulmak, hürriyetsiz bırakılmak gibi sıkıntılar,
dertler ve belalr, bu yoldaki Türkler için
göğüslenmesi gereken hususlardır. Bu sıkıntılar,
dertler ve belalar başkaları için çok ağır, candan
bezdirici, kahredici olabilir. Fakat, uğramakta olduğu
haksızlıkların, karşısına dikilen belaların ana
kaynaklarını, sebebini ve manasını bilen Türkçü için
bunlar, kahır değil; aksine kendine tarihi ve ırki
vazifesini ihtar eden uyandırıcı kırbaçlardır ve öyle
olması lazımdır.
Hadiseler ve tecrübeler şunu ortaya koymuştur ki,
Türkçü; yürekli, sabırlı ve planlı olmaya mecburdur.
Yürekli olmayan bir genç, Türkçülüğün engelli ve
ıstıraplarla dolu yolunda uzun zaman yürüyemez.
Bu hep böyle olmuştur. Ama dökülen dökülmüş,
yorulan durmuş, fakat yürekliler yollarına devam
etmişlerdir.
Türkçü sabırlı olmaya da mecburdur. Çünkü bir
yandan düşmanlar, diğer taraftan imkansızlıklar
önüne Çin Setti gibi dikildikçe, bu gibi çetin
engellerin aşılabilmesi için sabır, en büyük
yardımcıdır.
Plan ise, başarı kapısını açacak anahtardır. En
büyük teşekküllerden en küçük gruplara kadar her
Türkçü topluluk, esasları tespit edilmiş bir plan ile
hedefe yürümelidir. Ve imkan bulunursa veya
imkanı hazırlayıp, Türkçü kuruluşlar tek plan
üzerinde yürümeye çalışmalıdırlar.
Yine hadiseler göstermiştir ki, Türkçü, Türkçüden
başka kimseden yardım göremez. Bu gerçek genç
Türkçüleri iktisadi imkanlara sahip olma fikrine
götürmeli ve hatta bu hırsla doldurmalıdır. Eski
nesillerin
seslerini
büyük
kitlelere
duyuramayışlarının en mühim sebeplerinin birinin de
bu iktisadi imkansızlıklar olduğu unutulmamalıdır.
Bu günün genç Türkçülerinden bir grubun bu yolda
bir adım atmış olmaları sevindiricidir. Bu ilk adımı
başkaları
takip etmeli ve imkanlar hazırlanıp, bu yoldaki
teşebbüsler birleştirilip büyük bir güç meydana
getirilmeye çalışılmalıdır.
Türkçülük aynı zamanda bir ahlak yolu olduğu için,
genç Türkçüler, Türk Ülküsü dışında bulunan
kişilerle münasebetlerinde ( ve şüphesiz onların
ahlak kavramını hiçe saymaları sebebiyle) çok kere
aldanmaktadırlar. Bu yolda devamlı aldanmaların
daha çok sürüp gitmemesi için de birtakım esaslar
tespit edilmesi, karşı cephedekilerin ne gibi
oyunlarla neler elde etmek istediklerinin tespiti;
kısacası, düşmanların oyununa gelmemek için
tedbir alınması da lazımdır.
Genç Türkçü !
Şu kahpelikler ve kahpeler dünyasında; soyuna
yurduna ve devletine hizmet aşkıyla dolu kalbinle
giriştiğin mücadelede en büyük gücün Tanrı’nın
sana müstesna bir bağışı olan damarlarındaki
kandır. O kan üç bin yılı aşkın tarihindeki ölüm
meydanlarında kazanılmış eşsiz zaferlerden,
yaşadığın toprakları süsleyen mimari eserlere;
minyatür, yazı şiir vesaire gibi sanat ürünlerinden
yiğitlik, azim, fedakarlık, erdem, namus, haysiyet
vesaire gibi en büyük insanlık meziyetlerine kadar
bütün büyüklüklerin ve ululukların temelidir. Türk’ü,
eski yüzyıllarda, dünyanın birinci milleti yapmış olan
o kandı. Yarın, o eski şanlı hayatına kavuşturacak
da yine o kan olacaktır. Çünkü o kan ile
yapılamayacak iş, erişilemeyecek hedef yoktur.
Türk’ü er meydanlarında yenemeyenler, onu,
içinden kemire kemire yok etmek yoluna
sapmışlardır. Son çağlarda, bilhassa Tanzimat
sonrası yıllarında Türk’ü kökünden kopartmak, onu
sadece adı ile Türk kalacak hale getirmek için akla
hayale gelmeyen en namert, en sisi oyunlara
başvurulmuştur.
Bu
oyunlara
hala
devam
etmektedir. Ve ne kadar acı ki, düşmanlar, bunda
haylide
başarı
kazanmışlardır.
Fakat bu hain emellerine asla ulaşamayacaklardır.
Çünkü Türk artık uyanmıştır. Uyuyan Türklüğün en
şuurlu bölümü olan genç Türkçüler hızla
çoğalmaktadır.
Bozkurt
soylu Bozkurtluğunu
ruhunda duymaktadır. Bu ruh, bir gün bütün yurdu
ilahi bir ateş gibi saracak ve Türk Ülküsü, Türk’ün
kaderini çizecek hakim fikir olacaktır.
Bu büyük ve tarihi vazifede en büyük yük senin
omuzlarında
olacaktır,
genç
Türkçü
!
Eşsiz soyuna böyle büyük ve kutlu bir hizmet
yapabileceğin için ne mutlu sana !..
zaman içinde haritadan silindikleri bir zaman içinde,
o zamanki Türkiye gibi maddi gücü pek yetersiz bir
memleketi ayakta tutabilecek tek kuvvet, elbette ki,
milliyetçilik olabilirdi. Ve bunun neticesi olarak,
milliyetçilik, yurdumuzda öylesine yayılmıştı ki,
diktatörlük devrinin o yıllarda başbakanı Saraçoğlu
Şükrü bile, 1943 de mecliste yaptığı bir konuşmada:
“Türk’üz, Türkçüyüz ve Türkçü kalacağız. Bizim için
Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal
(en azından, hiç olmazsa) o kadar bir vicdan ve
kültür meselesidir.” demek zorunda kalmıştı.
Nejdet SANÇAR
İşte, bu derece güçlenen ve daha da güçlenip
cemiyetin siyasetine dahi hakim olma istidadını
gösteren milliyetçiliğe karşı, 1944 baharında malum
haçlı seferi açıldı.
Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet
Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976
Tarihteki haçlı seferleri, İslamlığın kökünü kazıma
gayretinin neticeleri idi. 1944 haçlı seferinin hedefi
ise Türkçülüğü yok etmek olmuştu.
Milliyetçi Hareket
Karşısındakiler
ve
Bu ülkenin yakın çağlar tarihinde çok görülen bir
talihsizlik vardır. Ne zaman yurdun yararına
sayılacak bir adım atılmak, bir hamle yapılmak
istense, böyle davranışlar, karşısında her zaman
Türklük
düşmanı
kuvvetler
bulmuşlar
ve
çelmelenmişlerdir.
Türklüğe yararlı hareketlerden milliyetçilik hamlesi
olarak ortaya çıkıp da çelmelenmek ve hatta
biçilmek istenenlerin en unutulmayacakları 1944 ve
1953 yıllarındakilerdir. Birincisi, tek parti diktatörlüğü
devrine, ikincisi “milli irade” zamanına ait olan bu
hadiseler, bu güne kadar sürüp gelen ve bundan
sonra da devam edeceği muhakkak olan sinsi
Türklük
düşmanlıklarının
mahiyetlerini
aydınlatabilecek hareketlerdir.
1944 hadisesi, Türk Milliyetçiliğinin üzerinden silindir
geçirmek ihanetiydi:
İkinci Dünya Savaşı yıllarında milliyetçilik çok
kuvvetlenmiş, bütün Türkiye’ye yayılmıştı. Bunun bir
sebebi Türkçü yayınların çokluğu ise, diğer bir
sebebi de dünyayı sarmış bulunan ateş ve kan
tufanı idi. Devletlerin göz yumup açıncaya kadar bir
O yılların vatansever ve namuslu Türklerinin çok iyi
bildikleri gibi 1944 haçlı seferini tertip edenler, bu
ırkın ve bu yurdun can düşmanları sinsilerdi.
Açtıkları ihanet bayrağının altında ise, o devrin kanı,
ruhu ve kafası bozuk bütün okumuş takımı
toplanmışlar ve Türk Milliyetçiliğini hançerleme
ihanetinde birbirleriyle yarış etmişlerdi. Ama, Türk
Milliyetçiliği, bir avuç namerdin kahpeliği ile kökü
kazınabilecek bir fikir değildi. Aylarca sürüp giden ve
Türklüğe kin kusan o kampanya sırasında namert
ellerin hançerleriyle çok yara almış, fakat yine de
ayakta kalmıştı.
1953 de ki hareket ise, o yılların meşhur Türkçü
derneği Türk Milliyetçiler Derneğinin kapatılması ve
bu suretle milliyetçi hareketin bir kere daha
hançerlenmesi şeklinde oldu.
Türk Milliyetçiler Derneği, hürriyet ve demokrasi
havası içinde doğmuş ve kısa zamanda Türkiye’nin
bir çok yerinde açtığı ocaklarla yurt çapında bir
teşekkül halini almıştı. Derneği kuranlar ve
ocaklarını açanlar, genç aydınlardı. Bu suretle
milliyetçilik, genç Türk aydınlarının gayretiyle bir
kültür gücü haline geliyor, büyüyor, güçleniyordu.
Derneğin çatısı altında toplananların hızla artması
da fincancı katırlarını ürkütüyordu.
Bir Selanik dinmesine atılan bir kurşun, bu
gelişmeden ürken şuursuz siyasiler ile Türkçülük
düşmanlarının bir
kere
daha aynı safta
birleşmelerini
sağladı.
Devrin
başbakanı,
Türkçülüğe karşı, tarihin asla bağışlamayacağı bir
iftirada bulundu ve neticede dernek, mahkeme
kararı ile kapatılıp, malları elinden alındı. Bu suretle,
siyaset dalaverecileriyle Türkçülük düşmanlarının
ortaklaşa yürüttükleri bir dolap, milliyetçi hareketi bir
kere daha hançerlemiş ve gelişme durdurulmuş
oluyordu.
Eski yılların milliyetçi hareketleri, siyasetin dışında
hamlelerdi. Bu sebepten, yurtdışındaki düşmanları
büyük çapta ilgilendirmemekte idi. Fakat yeni
hareket, siyasi bir şekle bürününce iş değişti. Çünkü
milliyetçiliğin bu yolla sağlayacağı bir başarı,
Türkçülüğü, devletin kaderinde söz sahibi
edebilecekti. Türkçülüğün, Türkiye’nin hayatında
söz sahibi olması ise, yurdumuz üzerinde iktisadi ve
siyasi bir takım ince hesapları bulunan dış
kuvvetlerin bu yoldaki emellerine set çekilmesi
olurdu. Çünkü, devlet gemisinin dümenini elinde
bulunduracak milliyetçi fikri hiçbir şekilde tavlamak
mümkün olamazdı. Türkiye’ye karşı bir takım ince
hesaplar yürüten dış kuvvetlerin, bu sebepten,
ellerindeki bütün imkanları kullanarak belirmekte
olan büyük tehlikeyi önlemeleri kendi pis çıkarları
için bir zaruretti.
Gerçi, milliyetçi hareketin bugünkü siyasi gücü yakın
bir gelecek için büyük başarı müjdelemiyordu. Fakat
çok uzak olmayan bir zaman için bir takım ümitler
uyandırmakta olduğu da bir gerçektir. Türkiye’nin,
bugünkü okuyan genç neslinin harekete büyük
çapta meyil etmesi de, milli hareketlerden ürkenleri
elbette düşündürüyordu. Yıllardan beri tatlı ninnilerle
uyutulan milletin bu uykudan bir anda uyanması da
mümkündü.
İşte bu sefer, dışarıdaki kuvvetlerle içerdekileri
birleştiren buydu. Umulmadık bir neticeyle
karşılaşmak
imkanı
vardı.
Korkulu
rüya
görmektense uyanık yatmak, elbette ki daha
yerindeydi.
İşte, Türkiye üzerinde korkunç bir kasırga gibi esen
yıkıcı propaganda, bu korkunun neticesi idi.
Kasırganın her tarafa savurduğu milyonlar,
kapanma niyeti taşıyan kapıları, bu suretle ardına
kadar açtı.
Milliyetçi hareketin, perde arkasından idare edilen
kalleşçe ve kahpede bir oyunla bir kere daha
hançerlendiği artık bir vakıadır. Fakat bu netice
mücadelenin bitmiş olması demek değildir.
Mücadele elbette ki devam edecektir. Milliyetçilik
yumruğunun, içteki ve dıştaki Türkçülük düşmanı
kuvvetlerin kafalarında bir atom bombası gibi
patladığı güne kadar devam edecektir. Çünkü
milliyetçi hareket, karşısındaki kuvvetlerinki gibi, bir
dalavere yolu değildir. Milliyetçi hareket, kuvvetini ve
hızını Türk ırkının milli ülküsü Türkçülükten
almaktadır.
Bu mücadelede en acı taraf, fikir itibari ile bu
cephenin yolcuları olan birçok Türk’ün, siyasi
durumları dolayısıyla, milliyetçi hareketin dışında ve
bazen de karşısında, bulunmalarıdır. Fakat, sabırla
koruk nasıl üzüm olmakta ise, milliyetçi hareketin
dışındaki milliyetçilerin de bir gün, şu veya bu
şekilde, Türkçülük saflarında toplanmaları imkansız
değildir.
Türkçülük fikrinin Türkiye’nin kaderine hakim olması
bir zarurettir. Türk milleti; yabancıların dümen
suyunda seyreden tekneler cinsinden bir devletin
değil de, okyanusları dalgalandıran büyük savaş
gemileri gibi bir devletin sahip olmak istiyorsa,
bunun yolu, milli ülküsünü geminin kaptan köşküne
oturtmaktır.
Bugünkü iç ve dış şartlara göre, bu, elbetteki
kolayca ulaşılabilecek bir netice değildir. Ama,
zorluğuna rağmen, mutlaka ulaşılması gereken bir
neticedir.
Bunun için, her şeyden önce, Türklük için çarpan
kalplerin hepsinin bir bayrak altında toplanmaları
lazımdır.
Bu
mücadelenin,
Türk’ün
varlığı
mücadelesi olduğuna inanmak lazımdır. Korkusuz,
er kişiler haline gelmek lazımdır. Kısacası, şanlı
atalarımız Gök Türkler gibi “Türk milleti yok olmasın
diye gündüz oturmadan, gece uyumadan, ölesiye
bitesiye çalışmak” lazımdır.
Bunu yapamazsak alınlarımıza yazılacak kara lekeyi
hak ediyoruz demektir.
Nejdet SANÇAR
Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet
Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976
Türk Ülküsü
İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya
lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor
(H. Nihal ATSIZ)
Bir ülkünün çerçevesinde toplanmak ve onun için
ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şeydir!
İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar.
Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan
ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ızdıraptan kaçar,
kuvvetliden korkar.
Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet,
dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış,
yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne
erişmişlerdir.
Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki
yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği
olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır
bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna
kendiliğinden varırız.
İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş
topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet
diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız
boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları
sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var
olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır.
Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, milli
çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan
başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır
bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna
“teknik” diyoruz. Biri ruhidir, “ülkü” adını veriyoruz.
Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler
arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan
kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi
kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük
olursa olsun bozgun demektir.
Ruhi kuvvet nedir?
Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli
ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir.
Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırılıkları yok etmek
özelliğine maliktir. Türk yaratıcı gücü, yani Türk
ülküsü, yüzyıllardan beri prensip haline gelmiş,
uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir
düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde
gevşeyip tembelleşmiş olanlardır. Dedikleri gibi
hayal olsaydı, hiç gerçekleşir miydi?
Bununla beraber yirminci yüzyıl bir mucizeler
zamanı olmuş, olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır.
Bu bakımdan da Türk ülküsünün gerçekleşmesini
ummak, insanlar için, haktır.Türk ülküsü, Türk
büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır.
Ölümden korkmayan, ızdıraptan kaçmayan, kuvvetli
ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır.
Bir zamanlar, dinler, insanları hayvan olmaktan
kurtarmak için çalıştı, onlara Tanrı”dan öğütler verdi.
Bugünkü ülküler tamamıyla millidir. Dini inancı da
içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen,
güçlendiren ve asilleştiren bu duygu ve düşüncedir.
Bugünkü kaba maddecilik arasında, Türk ülküsü
sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik
hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun
için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün Doğu
milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa
çakamayan Batı”nın içine sinmiş düşmanlığı ve
hıncı karşısında, bizim silahımız, Türk ülküsüdür
Arab”ı, Acem”i, Hind”i, Çin”i yenilirken, tek başına
Avrupa”ya dalan ve yüzyıllarca tek başına bütün
Avrupa milletlerine karşı Tanrının adının savunan
Asya arslanları, zaman zaman gaflet uykusuna
dalmışlar, fakat sonra sıçrayıp şahlanmışlardır.
Bu seferki dalgınlık biraz tehlikeli gibi görünüyor.
Çünkü, içinde yabancıya hayranlık unsuru var.
Tehlikeler nereden gelirse gelsin, ne kadar büyük
olursa olsun, tek çare ve tek ilacı “Türk ülküsüdür”.
Bir şair:
Bu toprak için,Bu bayrak için,Ölelim..Fakat bilelim.
Diyor. Güzel bir düşünce. Türk ülküsünün yoluna
girdiğimiz gün, bu şiiri biraz değiştirerek
söyleyeceğiz:
Bu toprak için,Bu bayrak için,Ölelim.Ne düşünelim,
ne de bilelim!
Nihal ATSIZ, 1955
Büyüklük Ülküsü
(H. Nihal ATSIZ)
Şahsi çıkara önem vermeyen, toplumun iyiliğini
isteyen her düşünce insanidir. Bu insani düşünce,
toplumun maddi kazançları ile yetinmeyip manevi
kazanç davası da güderse, o zaman “ülkü” olur.
Ülküler birer büyüklük davasıdır. Bundan dolayıdır
ki, büyümek isteyen, büyüklük ardından koşan
milletlerin ülküsü vardır. Bir Nepal”in, bir
Panama”nın veya İsviçre”nin ülküsü olamaz.
Bunların milli davalarının son basamağı, nihayet,
huzur ve bolluktur. Huzur ve bolluk ise ülkü olmak
özelliğini taşımaz. Çünkü huzur ve bolluk isteği,
milletleri heyecanlandırmaz. Vecd haline getiremez.
Onları
ölüme
kadar
varan
fedakarlığa
sürükleyemez.
Büyüklük davası, yani ülkü, savaşla elde edildiği
içindir ki, insanlık tarihinde büyük savaşçıların,
kumandanların ve kahramanların daima seçkin bir
yeri olmuştur. Savaşlar, kahramanlık ruhunu
beslemiş, erdemli insanların yetişmesine sebep
olmuş, destani edebiyatı yaratmıştır. Yirminci
Yüzyıla doğru yaklaştıkça savaşlar daha ıztıraplı bir
hal almakla beraber, hiçbir şey onun ahlaki karşılığı
olmamıştır ve uzun zamandır savaşmayan
milletlerde ahlaki bir bozulmanın başladığı gözden
kaçmamaktadır. Mesela İsveç”te kültür ve refah son
dereceye vardığı, bu alanda Amerika ve
Almanya”dan bile üstün bulunduğu halde, İsveç
halkının ahlakındaki, günden güne çoğalan
yozlaşma, düşündürücü bir durum almaktadır. Bazı
bayramlarda İsveçli gençlerin topyekün yaptığı
rezaletler, memleketteki homoseksüel derneklerinin
yasa
ile
tanınması,
çocuk
yetiştirebilecek
kaabiliyetteki aileler arasında bile sun”i ilkahla çocuk
sahibi olmak gibi gariplikler, bu milletin bir iç
sıkıntısı, bir manevi bocalama içinde olduğunu
gösteriyor. İsveç, iki yüzyıldan beri savaşmamıştır.
Bir zamanlar “büyük devlet” olan İsveç”in artık hiçbir
büyüklük emelinin kalmayışı, uzun bir süredir devam
eden tarafsızlık, atom savaşına tam manasıyla
hazırlanacak kadar maddi güç göstermesine
rağmen, manevi kuvvetlerden yoksunluğu, bu
sonuçları
hazırlamıştır.
Soysuzlaşma
durdurulmazsa, İsveç, günün birinde tıpkı Estonya,
Letonya ve Litvanya gibi bolşevikliğin ağına
düşüverecektir. Çünkü İsveç milletinin heyecan
verici bir ülküsü, bir büyüklük ülküsü yoktur.
Bu örnekler
söyliyeyim ki,
geldiği belirli
ülkelerin
bir
bulunuşlarıdır.
dış tarafıdır.
ülküsüzlüktür.
epeyce çoğaltılabilir. Şu kadarını
hükümet darbelerinin sanat haline
ülkelerde, bunun baş sebebi, bu
büyüklük
ülküsünden
yoksun
İktisadi yoksulluk, siyasi buhran işin
Asıl ve gerçek sebep, milli
Milli ülküler, milletleri yüzyıllar boyunca ayakta
tutacak enerji kaynağıdır. Ülkücü milletler, fedakar
insanlarla doludur. Fedakar insanların çokluğu, her
türlü insani meziyetlerle yaşar. Hayvanlaşmış
toplumlar refah ve dıştan büyüklük içinde de olsa,
yıkılmaya mahkumdur. Eski Roma gibi…
Türk milleti, ülküsü olan mutlu toplumlardan biridir.
Bütün tarihi boyunca büyüklük ülküsü ardından
koşmuş, birlik ve fetih savaşları yapmış ve Birinci
Dünya Savaşı”nın sonuna kadar da daima bir büyük
devletin sahibi olmuştur.
Bugün, Türkler arasındaki mayalanmanın Kızılelma,
Turancılık, Uluğ Türkistan veya Büyük Türkili
adlarıyla adlandığını görüyoruz. Bunun manası
“büyüyüp birleşme” veya “birleşip büyümek
istiyorum” demektir.
Ancak kaabiliyetli ve enerjik olanlar büyüklük ülküsü
ardından koşar. Çünkü büyüklük ülküsü, büyük
fedakarlıklar ülküsü demektir. Bundan dolayıdır ki,
korkaklarla aşağılıklar büyüklükten korkar, daima
küçük kalmak ister.
Nihal ATSIZ, Büyük Türkeli, 25 Nisan1962
Milliyetçilik
Üzerine
Düşünceler - Alparslan
TÜRKEŞ
Dünya üzerinde insan toplulukları milletler halinde
yaşamaktadırlar. Her millet kendi özelliklerini
korumaya, geliştirmeye gayret etmekte ve kendi
topluluğunu diğer milletlerden daha ileri, daha
yüksek, daha refahlı yapmaya çalışmâktadır.
Milletler arasındaki bu rekabet ve karşılıklı yarışma,
milleti meydana getiren insanların müşterek
duygular halinde birleşmeleri ve müşterek bir millî
şuur etrafında toplanarak kendi toplum varlıklarını,
belirli
hedeflere
yöneltmek
şuuruna
sahip
olmalarıyla mümkündür. Milletlerin faaliyetlerinde,
yükselmelerinde ve kendi toplumlarını refaha
kavuşturmak, geliştirmek çabalarında Milliyetçilik
şuuru ve Milliyetçilik duygusu başlıca tesir yapan
faktör olmaktadır. Milliyetçilik duygusundan yoksun
olan bir toplumun millet manzarası göstermesi
mümkün değildir. Milliyetçilik duygusuna sahip
olmayan milli şuura sahip olmayan bir topluluğun bir
arada yaşaması mümkün değildir. Böyle bir
duygudan ve şuurdan mahrum toplulukların dış
olayların en ufak bir tesirine karşı kendilerini
koruyamadıklarını, hattâ dış tesirler olmasa dahi
kendi kendilerine dağıldıklarını ve belirli vasıfları
olan, belirli hedefleri olan bir topluluk hüviyetinden
çıktıklarını görmekteyiz.
Türk milletinin yükselmesi ve tehlikelerden
korunması, Türk milletini meydana getiren kişilerin
teker teker milli şuur sahibi olmasına ve kalplerinin
millet sevgisi, vatan sevgisi ile çarpmasına bağlıdır.
Bunun için milli doktrin Dokuz Işık'ın birinci ilkesi
olarak Milliyetçiliği koymuş bulunmaktayız. Şüphesiz
burada bahis konusu edilen Milliyetçilik Türk
Milliyetçiliğidir. Türk Milliyetçiliği ne demektir? Türk
Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin
sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve
müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir.
Türk Milliyetçiliği insanî duygularla beslenen bir
anlayıştır. Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas
almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır.
Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve
milletinin tehlikelere karşı korunması için her
fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir.
Türk Milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir
düşüncedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu
kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve
görünüştür.
Türk Milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları
görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade
etmektedir. İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye
dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk
milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve
bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk
Milliyetçiliği'nin bir başka ifadesidir denilebilir. Bunun
yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de meydana
gelen yerek Türkiye dışında meydana gelen
olaylardan azami ölçüde yararlanmasını istemek,
meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde
yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba
harcamak da Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak
görülmelidir. Millet tarifini ele almakta Türk
milliyetçiliğini belirlemek için yarar vardır.
Türk milleti dediğimiz gerçek nedir? Bugün Türk
milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek
mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek
bir târih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup,
aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş,
yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve
bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan
insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yâni
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve
Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı
şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı
dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi
meydana getirmektedir. Türk milleti tarifi bu çizilen
çizgilerin dışına ayrıca taşmaktadır. Türk milleti
büyük bir millet olduğu için bugün dünya üzerinde
geniş sahalara yayılmış ve dağılmıştır. Bugün dünya
üzerinde yaşayan aynı dine mensup, aynı tarihe
mensup ve aynı dili konuşan Türk topluluklarının
sayısı yüz yirmi milyon civarında tahmin
edilmektedir. Bunların ancak üçte biri Türkiye
sınırları içinde bulunmaktadır. Bugünkü Türkiye
sınırları dışında kalan Türkleri Türk Milletinden
saymayacak mıyız ? Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti
sınırları dışında kalan Türkler de Türk milletindendir.
Onlar da Türk milleti deyiminin içindedirler. Ancak
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler
başka topraklarda, başka milletlerin idaresi altında
bulunmaktadırlar.
Bugün dünya üzerinde biricik bağımsız Türk Devleti
olarak Türkiye Cumhuriyeti bulunmaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti bütün Türklük meselelerinin sahibi ve
temel
varlığıdır.
Bu
bakımdan
Türkiye
Cumhuriyeti'nin birinci planda ele alınması ve
korunması, yüceltilmesi başlıca konuyu teşkil
etmelidir. Türk milletinden olmak, Türk milletini
sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı
taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak
ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her
fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve
şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes
Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin
özlemini özentisini taşımayan, kendisini Türk
hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine,
Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür.
İşte Türk Milliyetçiliği'nin temel görüşü budur. Bu
görüş ışığında olayları değerlendirmek zorunluluğu
vardır. Türk Milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerle
münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne
olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur : Türk
Milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa
onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle
doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu
Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin
yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan
her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk
milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk
Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında
bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu
ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti'ni
tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar
vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır.
Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikeye sokacak, Türkiye
Cumhuriyeti'ne
zarar
verecek
durumlarda
herşeyden önce dünyada biricik bağımsız Türk
Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikelerden
korumak ve her çeşit zarara karşı onun gözetilmesi
Türk
Milliyetçiliği'nin
esas
görüşünü
teşkil
etmektedir.
Bugün yirminci yüzyılın son çeyreğinde dünya
üzerinde insanlık büyük mesafeler kat etmiş
bulunmaktadır. İnsan Hakları Beyannamesi hemen
bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmıştır.
Birleşmiş Milletler Anayasası bu teşkilâta üye olan
bütün devletler tarafından kabul edilmiş ve
imzalanmış. Bu iki önemli vesikanın kabul ettiği bir
insanlık ilkesi vardır. Bu insanlık ilkesi her milletin
kendi kendisini idare etme hakkına sahip olduğu
görüşüdür. Self Determinasyon denilen, her
toplumun, her milletin kendi mukadderatına
kendisinin hâkim olması görüşü İnsan Hakları
Beyannamesi'nde
ve
Birleşmiş
Milletler
Anayasası'nda yer almış olan mukaddes bir hak
teşkil etmektedir. Bu hakka dayanarak bugün
Afrika'da ve Asya'da birçok insan toplulukları yeni
devletler, yeni milletler halinde sahneye çıkmakta,
bağımsızlıklarını ilân etmektedirler. Bugüne kadar
tarihte hiç bir zaman devlet olmamış, devlet
kurmamış olan birçok Asyalı ve Afrikalı insan
toplulukları yeni milletler, yeni devletler halinde
sömürgeci devletlerden bağımsızlıklarını almışlar ve
Birleşmiş Milletlere üye olmuş bulunmaktadırlar.
Tarihte belirli bir medeniyetleri dahi kaydedilmemiş
olan birçok insan toplulukları Self Determinasyon
prensibine dayanarak bağımsızlıklarını alıp yeni
devletler halinde hürriyetlerine kavuşurlarken
Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin bu
haklarının teslim edilmemesi insanlık bakımından
yüz kızartıcı bir durumdur. Her milletin kendi
mukadderatına hâkim olmak mukaddes hakkı
olduğu gibi, başka milletlerin boyunduruğu altında
sömürgesi olarak yaşayan Türk topluluklarının da,
İnsan Hakları Beyannamesi'nin öngördüğü kendi
mukadderatlarına
hâkim
olmak
"Self
Determinasyon"
haklarını
kullanmak
kutsal
haklarıdır.
Türklerin de bu haklarını ortaya koymak herşeyden
evvel yüksek insanlık vazifesinin bir gereğidir. Bu
bakımdan biz Türk Milliyetçiliğinin bir diğer görevi
olarak başka milletlerin sömürgesi durumunda
yaşatılan Türk topluluklarına Birleşmiş Milletler
Anayasasında yer almış olan, İnsan Hakları
Beyannamesi'nde
yer
almış
olan,
Self
Determinasyon hakkının tanınmasını bir insanlık
vazifesi olârak ileri sürmekteyiz. Ve bunu söylemeyi
bir vazife saymaktayız. Bunu söylememiz başka
milletlere düşmanlık ifadesi değildir. Kendi
milletimizin insanca yaşama haklarını istemektir.
İnsanca yaşama hakkı istemek bir insanlık
vazifesidir. Şimdiye kadar birçok Türk aydınları bunu
ifadeden dahi çekinmişlerdir. Burada ilân ediyorum!
Kendini bilen her Türk bu gerçeği her yerde ifade
etmelidir. Herkese bunu anlatmalıdır. Bahse konu
olan bu Türk topluluklarını kendi sömürgeci
tutumlarıyla esir olarak tutan milletlere de bunu
açıkça söylemeli ve insanlık duygusuna insanlık
haysiyetine aykırı olan bu davranıştan onların
vaz­geçmesinin,
herşeyden
önce
kendilerini
yükselteceğini onlara anlatmalıdır.
Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika
menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek
dâvaları
çiğnenmiştir;
zarara
sokulmuştur.
Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan
yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık
düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce
olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir.
Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için
Panislavizm neyse. Almanlar için Alman Birliği
neyse; Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için
Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur.
Ruslar için suç ve kusur olmayan, Almanlar için suç
ve kusur olmayan, Yunanlılar için suç ve kusur
kabul edilmeyen, Araplar için suç ve kusur kabul
edilmeyen, daha birçok milletler lçin suç ve kusur
kabul edilmeyen kendi milletinden olan insanların
kölelikten kurtulması ve yakın kültür birliği içinde,
yakın işbirliği içinde bir varlık haline gelmeleri
düşüncesi, Türkler için neden kötü gösteriliyor?
Neden bir suçmuş gibi Türk kamu oyuna takdim
ediliyor? Hiç şüphesiz bunu yapanların bir kısmı
kendi hasis siyasî menfaatleri için Türk milletinin bu
büyük ülküsünü istismar etmişler, kötülemişlerdir.
Diğerleri de Türk düşmanlarıdır. Yabancı kölelik
rejimlerinin içimize sokulmuş kölelik tellallarıdır ki,
bunların başında komünistler gelmektedir. Bunlar
Turancılık düşüncesinin baş düşmanlarıdır. Her
yerde bu fikri gülünç göstermeye, bu fikrin Türkiye
için tehlikeli olduğunu göstermeye çalışarak Türk
milletinin gücünü meydana getiren millî düşünceyi
tahrip etmek çabasını göstermişlerdir.
Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin
sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın
gururunu taşımayan ve kendîsini samimi olarak Türk
hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Biz;
Türk milletine rnensup olduğumuza göre, bu milletin
içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki
kendi milletimize kar­şı derin bir bağla bağlı alacağız
ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarının
daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde
bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız.
İşte bu sebeplerden dolayı bizim milliyetçiliğimiz,
Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve
Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan
bir an önce, en modern, en ilmi metotlarla
çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön
safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet
alır. Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez
duygularıyla
beslenmez.
Demek
ki,
Türk
Milliyetçiliği, Türk milletine karşı duyulan derin sevgi,
bağlılık ve onu güç durumdan kurtarıp, kuvvetli, her
çeşit korkudan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan,
müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa
geçmiş bir hale getirmek isteği ve bu isteğin
yarattığı duygudur. Birinci prensibimiz olan
milliyetçiliğimizin özet olarak tarifi budur.
Bunun yanında Türkçülük kelimesini de ilâve
ediyoruz :
Milliyetçiyiz,
Türkçüyüz.
Neden
Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk milletidir.
Türkçülük ne demektir? Türkçülük, Türk milletinin
hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk
ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e
yararlı olması amacının, fikrinin ön planda
tutulmasıdır. Türkçe konuşacağız, Türkçeyi daima
herşeyin üstünde tutacağız. Yapılacak her işte
Türklük ruhuna Türk'ün özelliğine uygun ve Türk
milletine yararlı olması şartını göz önünden
kaçırmayacağız. Türkçülüğün de kısaca tarifi budur.
Birinci prensibimiz olarak aldığımız Milliyetçilik ve
Türkçülük, kısaca yaptığımız bu izah ve tarifle işte
bu şekilde ortaya koymuş oluyor.
Ülkücülük - Alparslan
TÜRKEŞ
Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistik
kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir.
Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde
edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel,
kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve
bu
hedeflerin
gerçekleştirilmesi
için
arzu
gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar
arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün
dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok
alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı. Her gerçek,
her fikir önce insanların kafasında bir hayâl olarak
doğar. İnsanlar hayal ederler. Hayâl kurarlar. Bu
hayalleri kendileri için iyi olan, kendilerinin
özledikleri, elde etmekle mutluluk duyacakları bir
takım istekleri, birtakım özleyişleri belirtir. İnsanlar
hayâlleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler
ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte
ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan
topluluklarının kendileri için varılması mutluluk
sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş
bir durum sağlayacak, bir hayâlin düşünülmesi ve
insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir.
Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve
ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir
saadettir; büyük bir talihtir!
Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir?
Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir ? Her
şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta,
insanlık duygularında en yüksek seviyede
bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın
en ileri girmiş varlığı haline gelmesi ve ekonomik
açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre
geliştirmiş ve modern sanayi kurmuş, refahlı bir
toplum haline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk
milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından
mühim bir kısmını teşkil etmektedir.
Türk milliyetçiliğinin, ülkücülüğünün sınırları içinde
sade bunlar mı vardır? Sade bunlar değil başka
düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler
Türk
milletinin
hiç
kimseden
merhamet
dilenmeyecek, lütûf, dilenmeyecek bir duruma
gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi, gücüyle
varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her
yerinde saydırabilen bir varlık haline gelmesi
düşüncesidir.
Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman
dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi
düşüncesidir ve yine bunun yanı sıra bütün Türklerin
kölelikten,
yabancıların
buyurduğu
altında
yaşamaktan kurtulmaları ve Self Determinasyon,
yani kendi mukadderatlarına kendilerinin hakim
olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız
hale
gelmeleri,
bağımsız
olmaları
Türk
ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir.
Bunun için milli doktrinin önemli bir ilkesi olarak
ülkücülüğü almış bulunmaktayız.
Türk milliyetçilerinin ülkücülük tarifinin sınırları içinde
bulunacak görüşleri, fikirleri ancak genel olarak
işaret etmiş bulunmaktayız. Türk ülkücülüğünün
hedef aldığı düşünceler genel olarak belirtilmiş olan
bu fikirlerden ibaret değildir.
Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup
Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en
yüksek ve gerek kendi milletimiz için, gerek insanlık
için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de
yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için,
kendi milleti için idealizmi daima göz önünde
bulunduracak, bu genel idealizm prensipleri ile
birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili
çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki
esaslarına uygun, onunla bütünleşmiş bir halde
kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip
güdecektir. Ülkücüler uzak hedeflidir, uzun vadelidir.
Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün
olmayabilir.
Ülküler
önümüzdeki
yüzyılları
kapsayabilir. Ama ülkü insanın kalbini aydınlatan bir
ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin etmesini
sağlayan bir kılavuzdur. Milletler için de milli ülkü,
milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan
güneşidir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir.
Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir.
Bunun için her Türk Milliyetçisi, her Dokuz Işık'çı
mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi
bulunacaktır. Hem millî ülkü sahibi olacaktır, hem
insani ülkü sahibi olacaktır, hem de kendi
mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olacaktır ki,
hem de kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi
olarak gelişsin hem de mensup olduğu topluma,
milletine yararlı hizmetler yapsın, insanlığa yararlı
faaliyetler gösterebilsin. Bunu için Dokuz Işık
doktrininin çok önemli ilkelerinden olan ülkücülüğe
büyük değer vermekteyiz.
Ülkücüyüz! İnsanlık ailesi, yeryüzünde yaşayan
bütün insanlar, milletler denen ayrı ayrı üyelerin bir
araya gelmesinden meydana gelir. Bir insan, insan
olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse,
evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini
yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmağa
çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda
insanlığa da hizmet etmiş olur. Çünkü bir insan
kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa,
insanlık duyguları en olgun seviyeye erişeceği için,
kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yararlı ve
vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz,
kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun
insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir
fantazi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin
refâhını; iyiliğini, saadetini ve şerefini temin
etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o milletin insanlığın
bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da
hizmet etmiş olur.
Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz; Türk milletini
en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın
en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale
getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir
hayata kavuşturmaktır.
Kişilere hürriyet, milletlere istiklal başta gelen
prensiplerimizdendir. İnsanlar hür ve eşit haklara
sahip olarak doğarlar. Kabiliyet ve görevlerinin
dışında insanlar haklarına tam olarak sahip
kılınmalıdırlar.
Toplum içerisinde insanlar kişisel liyakat ve
kabiliyetlerine göre görevlendirilmeli ve bir sıraya
konulmalıdır. Bütün bunlarla beraber ayrımsız
olarak herkese bir imkân eşitliği sağlanmalıdır.
İmkân eşitliği derken mücerret anlamda bir eşitlik
anlaşılmamalıdır.
Bu ülkücülüğümüzün içine bu günkü sınırlarımızın
dışında bulunan Türklere ait herhangi bir şey girer
mi?
Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin
çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her
milletin tabiî hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabiî
hakkıdır. Bugünün Birleşmiş Milletler Anayasası,
yeryüzünde
yaşayan
her
millete
"kendi
mukadderatına hakim olma" (self determinasyon)
dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân
etmiştir. Bugün Afrika'da yaşayan ve bu güne kadar
hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan zencilere
dahi, kendi mukadderatına hakim olma (self
determinasyon) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve
bunların her biri yabancı boyunduruğundan,
sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını
alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak
bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek,
dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan
herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır.
Fakat biz ülkücülüğümüzde dâima gerçekçi olmayı
ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi hiçbir zaman
tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir
yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz.
Ülkücülüğümüz
bir
macera
fikri
değildir.
Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en
kısa zamanda modern uygarlığın en üst
kamedesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir
hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek
bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan
uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu
ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve
sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve
onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere
maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak
şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir
ülkücülüktür.
Dokuz Işık ve Türkiye, s.70-75
Türk
Dünyası
Alparslan TÜRKEŞ
-
DIŞ TÜRKLER MESELESİ
Bugünkü Türkiye sınırı dışındaki Türkleri ne
yapacağız? Bu zamana kadar milleti idâre eden
kişilerimiz dış Türklerle ilgilenmeyi hep zararlı
bulmuşlardır. Bu yanlış bir görüştür. Dünyanın
neresinde Türk varsa, Türk milliyetçilerinin ilgileri
içindedir. Dış Türkler için elden ne gelirse yapmayı
Türk milliyetçilerinin boynuna borç sayarız.
Fakat bunun için şartlarımız vardır. Baş şart
Türkiye'nin tehlikeye sokulmamasıdır. Çünkü bütün
dış Türklerin kurtuluşu Türkiye'nin varlığına bağlıdır.
Dış Türkleri kurtarmak istemek bazılarının
savunduğu gibi emperyalizm değildir. Emperyalizm,
yabancı devletleri işgâl etmektir. Dış Türklerin
kurtuluşunu, hür olmalarını istemek bizim meşru
hakkımızdır. Ve bu hak, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı
tarafından korunmaktadır.
Çağımızda, milletlerarası münasebetlerde, kültür
yayılması ve dostlukla sokulma hareketleri geniş
uygulama görmektedir. Her devlet kendi kültürünü
kabil olduğu kadar geniş sahalara yaymak için
gayret harcamaktadır. Bu sayede büyük iktisadi,
stratejik ve siyasi menfaatler sağlanması kolay
olmaktadır. Bizde imkanlarımız ölçüsünde bu konu
üzerinde durmalıyız. Bunun ilk safhası Türk
kültürüne
bağlı
topluluklar
desteklemek,
kuvvetlendirmek ve onlarla sıkı münasebetler içinde
bulunmaktır. Buna karşılık da, yabancı kültürlerin
yurdumuzda yayılmasına karşı dikkatli ve plânlı
olmalıyız.
Bu cümleden olmak üzere, TRT'nin daha kuvvetli ve
yeni tesislere kavuşturulmasının önemini belirtmek
isteriz. Bugünkü durumu ile, yurdumuzun bazı
bölgelerinde TRT yayınları güçlükle dinlenmekte ve
bizim yayınlarımızın yerini, yabancı, kötü maksatlı
yayınlar almaktadır. Yayın programlarımızın da
daha etraflı düzenlenmesi gereklidir. Sınırlarımız
dışında bulunan Türk kültürüne bağlı topluluklar için
özel ve devamlı yayınlar yapılmasına önem
verilmelidir.
Dış
Türklere
ilgisizlik
devam
etmektedir
Türk Milleti tarihin en eski çağlarından bu yana,
hatta doğduğundan beri esaret hayatını kabul
etmemiş, hiç bir düşmana boyun eğmemiş, şan ve
şerefiyle yaşamış bir millettir.
Birinci Cihan Savaşı sonunda millettaşlarımızın
büyük bir kısmı, çeşitli antlaşmalarla eskiden bizim
topraklarımız olan şimdiki Bulgaristan, Yunanistan
ve Rusya'da kalmışlardır. İlk sulh zamanlarından bu
yana, esir olmayan ve esir sayılmayan bu TürkMüslüman kardeşlerimize yapılan işkence ve
eziyetler gün geçtikçe artmaktadır. Bilhassa Rodos
Türklerine yapılmakta olan insanlık dışı zulümler
artarak sürmektedir. Daha bundan 50 - 60 sene
önce Batı Trakya'daki nüfus nispetimiz % 85 olduğu
halde bugün bu oran % 15'in çok altına düşmüş
bulunmaktadır. Yunan idaresi altında bulunan
vatandaşlarımıza benliklerini unutturma siyâseti
güdülmektedir. Bu amaçla da günlerce su içinde
bekletme, namuslarına tecavüz, dil ve burunlarını
kesme ve daha nice akıl almayacak işkenceler
yapılmaktadır. İsmini değiştirmeyenlere diploma
verilmemekte, Türk çocukları gerekli kültürün bir
zerresini dahi alamamaktadırlar. Bizden yardım,
destek ve güven istiyorlar. Durum defalarca ilgili
makamlara iletilmiştir. Hükümetlerimizin hâlâ bu
konuda ne düşündüğünü açıklamaması ve Yunan
hükümetine "dur" emrini vermemesi veyahut ta az
da olsa misilleme yapmaması bizleri son derece
şaşırtan ve o nispette de üzen bir durumdur.
Oysaki Lozan antlaşmasıyla Yunanlılar; bunlara
Yunan nüfusunu yerleştirmek yoluna gitmeyecekler,
nüfus nispeti değişmeyecek, Türklere baskı
yapılmayacak,
onların
yaşayışına
müdahale
edilmeyecek, Türkçe serbestçe konuşulacak, Türk
okulları açılabilecek, okullarda Türk Kültürü'nün
verilmesi engellenmeyecekti.
Şu durumda Lozan antlaşmalarının bütün maddeleri
ihlâl edilmiş bulunmaktadır. Meseleye eğilecek
milliyetçi hükümetlere ihtiyaç vardır.
Türklük ve Bozkurt
Bazı milletler bazı hayvanları benimsemişler, onları
kendilerine sembol yapmışlardır. Kartal, aslan,
horoz bunların ilk akla gelenleridir. Türkler de
bozkurtu benimsemişler, onu kendilerine sembol
yapmışlardır.
Sembollerle sembolü benimseyen milletler arasında
bazı uygunluklar olduğu muhakkaktır. Sembol ile
milletin birbirine en uygun düşeni ise, şüphesiz kurt
ile Türk’tür. Çünkü kurt, hayvanlar dünyasının
pençesi en sert olanı; Türk ise, insanlık aleminin
yiğitlikte en önde bulunanıdır.
Kurt, Türk soyunun hayatında çok mühim yeri olan
bir varlıktır. Milletimiz, bu sert pençeli hayvanı
yüzyıllar boyunca kendisinin yakını, yol gösterici,
hatta kendi varlığının bir parçası gibi bilmiştir.
Türk milletinin çeşitli nesillerinin ortak eserleri olan
milli destan parçalarımız, bu Türk-kurt yakınlığının
edebi ürünleri ve belgeleridir.
Milli Türk destanının en güzel parçalarından birisi
olan Oğuz Kağan Destanı’nın da, kurt, Türk’ü zafere
ve dolayısıyla mutluluğa götüren bir yol gösterici, bir
kılavuzdur. Tür’ün ulu atası Oğuz Kağan, savaşa
giderken boz yeleli kurt her zaman O’nun ve
ordusunun önündedir.
Ergenekon Destanın da, bozkurt, Türkleri kapalı
yurttan, o küçük vatan parçasından çıkarıp büyük
vatanlarına kavuşturan bir yol gösterici, bir
kurtarıcıdır.
Bozkurt başka destan parçalarımızda da, Türk’ün
hayatında büyük rol oynayan bir varlıktır.
Türk milleti, bu yapısı küçük, fakat hayat
mücadelesindeki yeri büyük, sert pençeyi öylesine
benimsemiştir ki, kendisinin bozkurt neslinden
olduğuna dahi inanmıştır.
Tarihimizde, Türklüğe büyük hizmetler eden
kahraman
başbuğları
bozkurtlar
olarak
adlandırmakta olmamızın sebebi budur. Türkçülük
ülküsü ile dolup taşan yakın yıllar edebiyatımızda,
bir çok eserlerde bozkurta yer verilmiş olması da
bundandır.
İnsan
cemiyetlerini
güçlü
kılan,
hayat
mücadelesinde başka cemiyetlere üstün getiren
manevi kuvvetler arasında, tarihten getirilmiş bu gibi
milli unsurların yeri büyüktür. Milli varlıklara göz
diken düşmanların, ilk önce bu manevi varlıklara
saldırıp onları yıkmaya çalışmaları da bundan değil
midir?
Bozkurt Türk’ün manevi hayatında bundan dolayı
mühim bir yer tutar Gazi Mustafa Kemal, hayatının
son yıllarında coşkun milliyetçilik devrinde, bunun
için, “Ergenekondan Çıkış” tablosunu yaptırıp Maarif
Bakanlığı binasına astırmıştır.
Sinsi Türk düşmanlarının, bozkurt düşmanlığı
yapmalarının sebebi de bundan başka bir şey midir?
Bozkur’u, bir milli sembol olarak gönlünde yaşatan;
Ergenekon efsanesi ile büyülenip bu yönden de
Türklüğüne sımsıkı bağlanan bir Türk çocuğuna,
hangi yıkıcı fikir veya inanç tesir edebilir?
Vicdanlarını kuzey iklimine satmış olanları, Türk’ün
ilahi bozkurtuna “it” demeye ve bu adi horlamayı
yaparken cibilliyetlerini ortaya koymaya sevk eden
nedir? Kızgın çölün sarı altınları ile gözleri
dönenleri, Türk’ü bu manevi güçten mahrum
bırakmak için, tarihimizin onuncu yüzyıldan öncesini
inkara yönelten hangi sebeptir?
Türk düşmanları, bundan dolayı bozkurtun da
düşmanlarıdır. Hayatı sadece madde olarak
görenler de bu gibi mana hareketlerinin milletlerin
hayatlarındaki yerini anlayamadıkları için, ister
istemez Türklük düşmanları ile aynı safta yer
almaktadırlar.
Bozkurt, Türk soyunun hayatında ve milli varlığında,
karanlık gecelerin yolcularına yol gösteren Çoban
Yıldızı gibi büyük bir kılavuzdur. Türk’e kastı olanlar
O’na düşmanlık edebilirler Sadece mideleri için
yaşayanlar veya ihtiraslarına esir bulunanlar,
bozkurtu horlayabilirler. Fakat, hayatın manasını,
millet ve vatan için mücadele diye kabul eden, bu
yüksek ruha erişmiş ve bu ruhla Türklük yolunda
mücadeleyi varlıklarının tek manası bilenler için,
bozkurt, bayrak gibi, sancak gibi büyük bir manadır.
Bayrağı bir bez parçası sayan adi yaratıkla bozkurta
it diyebilen fikri sapık arasında ne fark vardır?
Türk için manevi birçok kutsal varlıklar vardır.
Bozkurt da bunlardan birisidir. Bundan dolayı da
bozkurtu korumak ve yaşatmak, ay-yıldızlı bayrağı
vatan ufkunda dalgalandırmak kadar büyük bir
Türklük vazifesidir.
Türk’ün Türklük için yaşayan çocukları var oldukça,
Türk Bayrağı Türk göklerinde nasıl dalgalanacaksa;
ulu atamız Oğuz Kağan’a yol gösteren ve Türk’ü
Ergenekon’dan çıkarıp büyük yurduna kavuşturan
bozkurt da öyle yaşayacaktır. Çünkü bozkurt, Türk
demektir. Türklük var oldukça, O’nu meydana
getiren maddi ve manevi bütün unsurlar da var
olacaktır.
Bütün ahmakça davranışlara, bütün sinsi ve planlı
ihanetlere rağmen, bozkurt, bunun için ebedidir.
Nejdet SANÇAR
Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet
Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976

Benzer belgeler