all shall fall

Transkript

all shall fall
ALL SHALL FALL
Merhaba,
Yine fazlaca metal bir sayı hazırladık. Piyasa art
arda gelen sağlam albümlerle sarsılırken kayıtsız
kalmamız düşünülemezdi. BU ayin benim için
sürpriz albümü ise Ankaralı Black Metal topluluğu
The Sarcophagus’un yıllardır beklediğimiz
albümünün nihayet yayınlanmasıydı. Detayları
içeride bulabilirsiniz.
Bu yaz gerçekleştirilecek iki önemli festivalden
ilki olan Sonisphere için isimler biraz daha
netleşir gibi oldu. Organizasyonun verdiği
röportajlardan öğrendiğimiz kadarıyla, bu
yaz İstanbul’da Heaven and Hell, Metallica,
Rammstein, Slayer, Megadeth, Anthrax ve
Mastodon’u ağırlayacağız. Resmi açıklamalar
yapmayı sevmeyen organizasyondan mekana
dair net bir bilgi gelmedi henüz. Ancak Slayer’ın
web sitesinde konser mekanının İstanbul İnönü
Stadyumu olacağı duyuruldu.
Bir diğer büyük festival olan Unirock’ın ise daha
sert bir kadrosu var. Şu ana kadar açıklanan
isimler, Obituary, Cannibal Corpse, Overkill,
Amorphis, Heaven Shall Burn, Grave Digger,
Sabaton, Necrophagist, Belphegor ve Dark
Funeral.
Bunlar dışında 11-12 Şubat’ta Vinnie Moore
konserleri var Ankara ve İstanbul’da. Ankara
ayağında Black Tooth ön grup olarak sahne
alacak. Orada olacağız.
Bu ay dergi kalabalık oldu biraz, o nedenle editör
yazısını kısa tutuyorum :) Keyfini çıkarın.
Gelecek ay görüşmek üzere.
Selim VARIŞLI
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, ASUMAN İNCİ, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR,
DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected]
Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
SELİM VARIŞLI
Sene, geçen sene… Yok yok tamam, bi sayıda bi
tane Cem Yılmaz geyiği yeter :) Sene 1998 sanırım.
O dönem Non Serviam okuyor genç metalciler.
Rahatsızlar, subaylardan hallice… Okul gibi dergi
Şebek’in mezun ettiği gençlik, Non Serviam ile bir
nevi üniversite yıllarına başlamış, Rotting Christ nedir,
Amorphis kimdir, Anathema ne ayaktır türü konulara
dalmış. Bu arada yeri gelmişken bi credit vermek
istiyorum. Anathema’nın ve ekstralarının ülkemizde
bu kadar sık konser verebilmesinin yegane sorumlusu
Non Serviam Dergisi ve editörü Çağlan Tekil’dir.
Anathema’yı zamanında Türkiye’de popüler yapıp
bugünkü tanınmışlığına kavuşmasını Non Serviam
dergisi sağlamıştı.
Konu Amorphis ama yine ilk paragraftan olaya
giremedik.
Doksanların
sonunda
tanışmıştım
Amorphis’le. Yazının esasını teşkil edecek olan, 1994
tarihli “Tales From The Thousand Lakes” albümüydü
ilk dinlediğim Amorphis çalışması. “Thousand Lakes”
adında muhteşem bi introyla açılıyodu. Amorphis’le
ilgili yazıları okurken amma abartıyolar diye
düşünmüştüm ama daha intro’dan susturmuştu beni
adamlar.
Thousand Lakes beyaz zamanlarımızın gri renkli
albümüydü. “Into Hiding”, “The Castaway” ve metal
arenasının marşlarından biri olarak uzun zamandır
kabul gören “Black Winter Day” ile sıcak yaz günlerini
bile serinletiyordu Amorphis. Kuvvetle muhtemel, o
dönem Amorphis gibi bir sounda yabancı olduğumuz
için (en azından ben öyleydim) son derece orijinal bir
albüm olarak görünmüştü gözüme. Ki metal konusunda
yobazite level’ı üst sınırlarda gezen bir bünyeydi.
“Metallica’nın 1991’de bittiği” saçmalığından yeni
kurtarmıştım kendimi :) (sahi Metallica yine konsere
geliyor İstanbul’a, bu sefer izleyecem, azimliyim)
Finlandiya’dan çıkmış en lezzetli grupların başında
gelen bu abiler, Thousand Lakes sonrası yaptıkları
hiçbir albümde çizgiyi düşürmediler ancak
hiçbir zaman da Thousand Lakes’in hissiyatını
yansıtamadılar. Bu büyük grupların başlarından eksik
olmayan berbat bi sorundur. Süper bi albüm yaparlar
ve sonrasında yaptıkları her şeyin o süper albüme
benzemesi beklenir. Amorphis de bu olayı Thousand
Lakes ile yaşadı (evet kişiseli genelliyorum ne var
:)). Ta ki son albümleri Skyforger’a kadar. Her ne
kadar Amorphis sound olarak zaman içerisinde kendi
evrimini yaşamış olsa da ortaya konan netice her
zaman olduğu gibi orijinaldi, lezzetliydi. 2009 yılına
damgasını vuran albümler arasındaydı Skyforger
ki bu albüm Finlandiya’nın Grammy’si olan EMMA
ödüllerine “yılın albümü” kategorisinde aday olurken
gruba da “yılın grubu” adaylığını getirdi. EMMA’nın
ödül töreni 4 Şubat’ta gerçekleştirilecek. Amorphis
kazanırsa Mart sayımızda davul zurna ile ilan ederiz.
Kazanamazsa da bişey yokmuş gibi davranırız sanırım
:)
Bu yaz Unirock Festivali kapsamında ülkemizde
izleyeceğimiz isimler arasında yer alan Amorphis,
karanlık müziğe sevdalıysanız ve şu ana kadar
tanışmadıysanız buna üzülebileceğiniz bir topluluk.
Gerçi artık o kadar da karanlık değiller ancak yine
de geçmişin hatırı, bugünün kalitesi nezdinde
kulak verilmesi gereken bir grup Amorphis. Canlı
izleyeceğim için mutluyum.
SELİM VARIŞLI
Geçenlerde bir klip izledim. Bir Black Metal grubu için şaşırtıcı derecede
profesyonelce hazırlanmış, etkileyici ve vurucu bir klipti. Son Behemoth şaheseri
“Evangelion”un ilk klibi ‘Ov Fire And The Void’di bu. Behemoth’u ilk dönemlerinden
beri takip edenler şimdi söyleyeceklerimi hüzünle tasdik edeceklerdir. Behemoth
son on senede ne kadar büyüdü fark ettiniz mi? Bundan on sene önce Behemoth
insanların birbirine o dönem henüz yeni olan forumlarda falan “abi bu heriflerin
Zos Kia Cultus diye bi albümü var, çok acayip underground Black Metal çalıyolar,
hem de Polonyalılar” şeklinde anlattığı bi gruptu. Ben de Sonic Splendour insanı
sevgili Utku kardeşim sayesinde tanımıştım Behemoth’u uzun yıllar önce. ‘The
Act Of Rebellion’ adında bir şarkıları vardı gecelerimi çalan. Hangi albümlerinde
olduğunu hatırlamıyorum, Google’dan bakıp buraya hatırlıyormuşum gibi yazmak
da pek dürüstçe olmaz sanırım :) Zos Kia Cultus albümü olabilir ama.
Neyse, Behemoth’un esas beni altüst eden albümü “Demigod”dı. Hatta Behemoth
o albümün turnesi dahilinde İstanbul ve Ankara’da birer konser vermişti. Ankara
konseri pavyondan bozma bi kulüpte yapılsa da şahane bir atmosferde geçmişti
ve grup inanılmaz bir performansla çalıp ortalığı savaş alanına çevirmişti
(Behemoth’dan bahsederken bu cümleyi daha sık kurmalıyım). O gün konser öncesi
grupla yemek yerken (evet utanmadan anlatıyorum bi de; çok zorlamayın bak dahi
anlamındaki de’yi ayrı yazmam, bi de ona gıcık ederim) grubun esas adamı Nergal’e
“son albümünüz o kadar iyi ki, bir sonraki albümün
adını “God” koysanız anca keser” demiştim.
Neyse ki böyle bi abukluk yapmadılar. :) Türkiye
konserlerinin afiş dizaynını ben hazırlamıştım.
Mekan sahibi de devasa boyutta bi tane bastırıp
mekan girişine asmıştı. Grup ülkesine dönerken
aldı götürdü o afişi. Sonra aradan zaman geçti, yeni
albümün kayıt aşamalarından stüdyo görüntüleri
yayınlandı, bi baktım ki bizim afiş adamların
stüdyosunun duvarını süslüyor boydan boya. O gün
bugündür daha bi hastasıyım Behemoth’un :)
Demigod ilk çıktığında da bi Behemoth yazısı
yazmıştım, hangi dergiydi onu da hatırlamıyorum.
Hatta Siyah Beyaz’ın ilk sayısında da olacaktı bi
Behemoth yazısı. Demigod yazısında “Behemoth
bundan daha iyisini nası yapacak bilemiyorum”
gibisinden bişey demiştim. Gerçi aynı şeyi “Death
Cult Armageddon” sonrası Dimmu Borgir için
de söylemiştim ama onlar da In Sorte Diaboli ile
susturdular beni :) Behemoth da Demigod sonrası
“The Apostasy” ile yeri göğü inletip “tamam abi
vurmayın öldü çocuk” dedirtmişti. İşte Evangelion
bu fütursuzluğun son meyvesi.
Metal Hammer dergisinin “look out Dimmu, this is the
new evil” şeklinde dünyanın en saçma manşetiyle
kapak yaptığı Behemoth; evet belki Evangelion ile
kendini bir kez daha aştı. Lakin Dimmu Borgir’in son
albümü ile Behemoth’un son albümünü yan yana
koyduğumuzda pırıl pırıl parlayan ve her bir DNA’sı
birbirinden parseklerce uzak olan birer Elma ve
Armut elde ederiz ki Metal Hammer yöneticilerinin
okurları arasında fazlaca odun olduğu yönünde bir
görüşü olduğunu da düşünmeden edemiyorum bu
abuk manşet karşısında.
Neyse, Evangelion şu açıdan da önemli ki, haybeye
yazılmış, amazon ormanlarından evlerimize
Andersenvari masallar taşıyan şarkı sözlerinden
uzak, ne anlattığını bilen bir albüm. Bu açıdan
Behemoth’u ve Nile’ı çok takdir ederim, kendilerini
benzerlerinden ayıran pek çok yönlerinden biridir
bu iki grubun şarkı sözleri. Öte yandan grubun
aleyhinde kampanya başlatılacak kadar sert ve
agresif bir antichrist tavrı olması ve Nergal’in bu
tavrı gerek şarkı sözlerinde, gerek kliplerinde,
gerekse sahne şovlarında pervasızca yansıtması
da dikkati çeken bir unsur. Görüşlerine katılıp
katılmamamın önemi olmaksızın, Behemoth’u bu
noktada lafının arkasında duran az sayıda grup
arasında sayabilirim ki son albümlerinde de bu
tavrı koruyorlar.
Bu arada Behemoth’un şarkı isimlerinde “of”
takısı yerine “ov” kullanma fetişinden de yazı
içerisinde bahsetmek istiyordum ancak bunu
parantez içinde sıkıştırabileceğim uygun bir
cümle bulamadım. Haliyle yazının sonuna kaldı
:) Bu fetiş son albümde zirve yapmış. ‘Defiling
Morality Ov Black God’, ‘Ov Fire And The Void’,
‘The Seed Ov I’, ‘Transmigrating Beyong Realms
Ov Amenti’… Ayrıca bu sonuncusu fazlaca Nile
durmuş :) Yine de siz benim gibi şarkı isimlerine
falan takılmayın. Behemoth artık markasından
şüphe etmeyeceğimiz işler çıkaran bir topluluk
(her gidi Behemoth’un truly underground olduğu
gençlik yıllarım). Dinleyelim, dinletelim.
Not: Bir de Nergal şu promo fotoğraflarda kafasına
gözüne bişeyler takmaktan vazgeçse artık ya.
Adamın sıfatı zaten yeterince pure evil. Demir
maske takınca daha evil durmuyo ki… Aksine
film afişine dönüyo adamların promo fotoları.
Mevzubahis fotoların bir örneğini de sayfaya
ekledim ki durumun vehameti anlaşılsın :)
SELİM VARIŞLI
T
O
W
A
R
Uzun süre bu yazıya nasıl başlayacağımı düşündüm.
Şu an dinlediğim albümü 12 senedir bekliyorum.
Sarcophagus’u ilk olarak 1998 tarihli Pagan Storm
demoları ile tanımıştım. Taa o zamanlar albüm
çıkacaklarını duymuştum. 2001’de bir demo daha
yayınladılar. Albüm ise grubun (daha doğrusu
grubun kurucusu Nahemoth’un) uzun yıllara direnişi
ve azmi neticesinde bu sene yayınlandı. Grubun
esas adamı Nahemoth ve Frostmourne’un yanı sıra
albümde, İsveçli sansasyonel Black Metal topluluğu
Shining’den Kvarforth vokal olarak yer alıyor. Gerçek
Ankara tayfası için Sarcophagus isminin her zaman
özel bir anlamı olmuştur. Sarcophagus, gruplarda
elemanların takma isim kullanmalarına saygı
duyulduğu zamanlardan kalma bir isim.
D
S
T
H
E
Albümde sound beklediğimden daha temiz. Ben daha
raw bişeyler olacağını tahmin etmiştim ancak gayet
güçlü bi soundla karşılaştım. Nahemoth’un, markası
eski tayfaca tescilli karanlık riffleri, Kvarforth’un
çığlıklarıyla mükemmel bir uyum teşkil etmiş.
Klavyeler ayarında kullanılmış ki malumunuz klavye
ayarsız kullanılırsa iyi hazırlanmış bir Black Metal
çalışmasını bi anda gölgeleyebilir. Sarcophagus ayarı
çok iyi vermiş. Zaten albüm genel olarak 1995’te
yayınlanmış bir kayıt dinlermiş gibi hissettiriyor.
Evet orijinal bir sound arayanlara yönelik değil bu
albüm. Öte yandan albümün genel olarak Shining’e
benzemiyor oluşu da önemli. Bizde pek ciddiye
alınmasa da Avrupa’da böyle tuhaf bi benzetme
alışkanlığı vardır. Albümün Osmose Records gibi
E
E
T
E
R
N
A
L
C
H
A
O
S
oldukça köklü ve büyük bir firma tarafından
yayınlanmış olduğuna da yeri gelmişken değinelim.
Immortal, Enslaved, Marduk, Samael, Rotting Christ
gibi toplulukların kariyerlerinde önemli rol oynamış
olan bu büyük firmadan albüm yayınlayan ilk Türk
grubu olmak da azmin zaferine başka bir örnek olsa
gerek. Grup ayrıca aynı firmadan iki parçalık plak
formatında bir EP de yayınladı albüm öncesinde.
çoğunu kendi karanlığına gömerek izmarit gibi ezdi
geçti. Geriye bir avuç grup ve bir avuç adam kaldı
ayakta. Ve bu yaşı ilerlemiş, artık saçları dökülmeye
başlamış adamlar halen olaya girdikleri dönemdeki
ruhlarını koruyarak karanlığın bekçiliğini yapmaya
devam ediyorlar. Sarcophagus da bu topluluklardan
biri. Bu albümün benim için önemini daha nasıl
özetleyebilirim bilemiyorum.
İçinizde doksanlara özel anlamlar yükleyen karanlık
bünyeler varsa Sarcophagus aradığınız kan olabilir.
Dışarıdan bakınca pek inanılır gelmeyebilir ama
bir zamanlar bu ülkede metal adına bazı şeyler
kutsal (ne kutsalı, unholy) kabul edilirdi. Zaman bir
Bu albümün üstüne bir de “Infernal Hordes Of The
Ancient Times” demosunu atar, All hail Sarcophagus
diyerek yazıyı bitiririm.
Respect.
SELİM VARIŞLI
Kesinlikle şu kısa hayatımda duyduğum en iyi albüm isimleri
arasında ilk ona girer. Zaten Immortal’ın albüm isimleri
konusunda haklı bir şöhreti vardır. Her ne kadar eski Immortal
albümlerinin isimleri “black metal album & song name
generator” adlı Zihni Sinir icadından çıkmış gibi dursa da (bkz,
Sons Of Northern Darkness, At The Heart Of Winter, Diabolical
Fullmoon Mysticism ki hepsinin ayrı ayrı hastasıyız) All Shall
Fall, hafiften metalcore kokan ismine rağmen zımba gibi bir
Black Metal albümü (ne alaka demeyin, içinde “shall” isimler
konusunda ciddi bir algıda seçicilik sorunu yaşamaktayım son
bikaç yıldır). Immortal adının hakkını vererek çalmış, Geçen
yıllara rağmen tek nota bile düşmeyen beklentilerimizi hayal
kırıklığına boğmamış. Beyaz makyajıyla yılların AkçaAbbath’ının
da “I” projesi ile beklentilerimizden uzak bir profil çizmiş
olmasını sineye çektik. Hatta ben kendi adıma “Between
Two Worlds” albümünü bağrıma bile basarım bu albümün çift
kaşarlı tost lezzeti karşısında. (Koca Immortal albümünü çift
kaşarlı tosta benzetti lan, vurun!)
Uzun zamandır kurmadığım ve özlediğim bi cümle var: Bu
albüm sırf ilk parçası için bile alınır. Oh be. Immortal buna bi
de şöyle “karlı dağlara vurduk kendimizi elimizde gitarımızla”
tandanslı bi klip çekse, eski Mighty Ravendark günlerine selam
gönderse inceden (“eski Immortal albümlerini asla hiçbir şeyle
karşılaştırmayın” Fenriz/Darkthrone), tadından yenmez olur.
Immortal bu albümle şu yaşımdan sonra kült listemin
tepelerinde dolaşan “Damned In Black” albümünün tahtını
sarsmayı başardı. Bir çoğumuzun gençlik yıllarından renkler
çalan, “karanlık bizim göbek adımızdır bebek” formatlı
albümlerle genç dimağlara doğan güneşi zehir eden, kuzeyin
bu büyük Black Metal topluluğuna, aradan geçen yıllara rağmen
ortaya koydukları bu leş gibi Black Metal albümü karşısında
şapka çıkarıyorum.
Bu fotoğrafı sırf hastası olduğum için kocaman girdim dergiye. Daha önce de bir çok Black
Metal grubuyla çalışmış ve çok iyi neticeler çıkarmış bir fotoğraf sanatçısı olan Peter Beste’in
objektifinden Abbath. Arkada da dört nala koşan at sesleri...
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Günümüzün en çalışkan müzisyenlerinden birisi
Ihsahn... Ulu Black Metal gruplarından Emperor’un
dağılmasından sonra Avant-Garde Metal projesi
Peccatum ile deneysel işler yapan, doksanların
başından beri birçok albümde konuk olarak yer alan
Ihsahn’ın, dört sene önce solo projesini duyurması
bu açıdan kimseyi şaşırtmamıştı. Peccatum’u
dağıttıktan sonra başlattığı solo kariyerinin ilk
meyvesi The Adversary oldu. Bateri haricindeki
tüm enstrumanarı Ihsahn’ın çaldığı albüm genel
anlamda pozitif karşılanmıştı. Emperor’un son
dönemindeki progresif eğilimler, Ihsahn’ın solo
projesinde devam ettirilmiş, Black Metal, Thrash
Metal ,Death Metal, Heavy Metal, Progressive
Rock gibi tarzlardan etkileşimler ve yoğun
klavye partisyonları ve senfonik aranjmanlar ile
desteklenmiş, Extreme Progressive Metal tarzında
başarılı bir albüm sunulmuştu.
Aslında Emperor’un son albümü olan Prometheus:
The Discipline Of Fire & Demise’da tüm şarkılar
Ihsahn’ın
besteleriydi.
Dolayısıyla,
solo
projesindeki bu devamlılık da çok şaşırtıcı bir
durum değildi. Aradaki tek fark, Ihsahn’ın solo
projesinde Black Metal temel değildi, müziğin
içindeki farklı bir element durumuna geçmişti.
Ihsahn’ın bir röportajında dediği cümle de bu
durumu özetliyor gibiydi: “Maiden, Priest ve King
Diamond ile yola çıktım. O dönemin gücünün birazını
getirmek istedim.” Ihsahn’ın vokal bazında King
Diamond’u kendine örnek aldığı biliniyordu. Andy
LaRocque’nin de gitar tekniğinin ilgisini çektiğini
ayrıca belirtmişti. Ve yine yaptığı açıklamalara
göre The Adversary’de başarmak istediği şey Iron
Maiden’ın o epik atmosferiydi. The Adversary,
Ihsahn’ın ilk solo albümü olarak başarılıydı ama
ileride yapacaklarına göre ne durumda kalacağını
da zaman gösterecekti.
Ardından 2008 senesinde angL ile geri döndü
Ihsahn... İlk albümünde Ulver’den Garm’ın konuk
vokal desteğini almışken, bu albümde Opeth’in
beyni Mikael Akerfeldt’e Unhealer’da yer vermişti.
angL’da ilk dikkat çeken şarkı da bence Unhealer’dı.
İlk dinlediğim zamanı çok iyi hatırlıyorum da,
gerçekten fazlasıyla etkilenmiştim. Mikael’in
vokalleri gayet iyiydi, orası ayrı mesele ama
şarkının o harmonik melodileri resmen beynime
kazınmıştı. Nasıl bir duyguydu, yoğun hissiyattı bu
melodiyi Ihsahn’a yazdıran, abartı derecede merak
etmiştim. Aylar boyunca Unhealer dinlemekten
albümün diğer şarkılarına geçememiştim. Ardından
albümü tamamen döndürmeye başladım ve uzun
süreli dinlemeler sonunda anca içine girebildim.
The Adversary’deki epik hava, yerini daha agresif
bir atmosfere bırakmıştı. Kimi şarkılarda çok hoş
fikirler vardı. İçine girmesi ve alışması zor bir
albüm ama sonuçta Ihsahn, debut albümünün
gölgesinde kalmamıştı. Hatta şahsi fikrimce daha
da ileriye gitmişti. Zaten Unhealer ile kafadan puan
vermiştim albüme, artı olarak Scarab, Elevator,
Monolith, Alchemist ve Threnody albümü daha da
yukarı taşıyordu. Yer yer kullandığı Black Metal
pasajlarını, çeşitli etkileşimler ve progresif bir
anlayışla işleyen Ihsahn bu albüm ile birlikte işlerin
yolunda olduğunu göstermişti.
2010 yılının ilk ayıyla birlikte, Ihsahn yeni albümü
After’ı piyasaya sürdü. İki senede bir albüm
çıkartmayı uygun görüyor sanırım... :) Solo
grubuyla pek konser vermemesi de buna bir etken
olabilir. Geçtiğimiz sene Opeth’i destekleyerek bir
konser veren Ihsahn, bu sene de birkaç konser daha
planlıyor ve kendisine ilk konserdeki gibi Leprous
grubundan üyeler eşlik edecek.
Gelelim After’a... Ihsahn’a göre bu albüm, ilk
iki albümünün tamamlayıcısı... Yani bu albümü
üçlemenin sonu olarak görüyor. The Adversary
ve angL’ı bir nevi “sert ve yüzleşmeci” olarak
tanımlayan Ihsahn, After’ın daha soyut sözlere
sahip olduğunu ve genel anlamda daha “dingin ve
kolay” bir albüm olduğunu belirtiyor. Albüme önemli
ölçüde etki eden değişiklikler de var. İlki Ihsahn’ın
bu albümde sekiz telli gitar kullanması, ki kendisi
farklı akor düzenleri izleyerek gitardan yüksek
düzeyde yararlanmaya çalışmış. Ardından, albümün
miksajının Jens Bogren tarafından yapılması geliyor
ki, olumlu bir gelişme olarak değerlendirlmesi
çok olası... Önceki iki albümde prodüksiyonlar
fazla kuruydu, özellikle The Adversary’de bu
durum fazlasıyla dikkat çekiyordu. Bogren albüme
hakkını veren bir prodüksiyon çıkartmış, gitarların
melodi katmanları oluşturduğu ve klavye/saksafon
kısımlarının da eklendiği kısımlar kulak tırmalamıyor
ve rahatça duyuluyor. Diğer bir değişiklik ise bu
albümde yoğun olarak saksafon partisyonlarının
kullanılmış olması ki albüme Avant-Garde bir hava
getirmiş. Norveçli deneysel müzik grubu Shining’ten
(Gelecek sayıda dergimize konuk olacaklar.) Jørgen
Munkeby’nin çaldığı saksafon partisyonları kimi
zaman şarkıya farklı melodiler katarken, kimi
zaman da Free Jazz-vari çılgın emprovizasyonlar
ile şarkıya boyut katıyor. Saksafon kullanımı Ihsahn
oldukça düşünmüş ve Jørgen’e çeşitli talimatlar
vererek hazırlatmış. Saksafon, ilk iki albümdeki
konuk vokal kullanımının “enstruman bazında”
tercih edilmesiyle kullanılmış. Duyacağınız o çılgın
saksafon kısımları da tamamen Ihsahn’ın isteği... :)
Genel olarak After, Ihsahn’ın ilk iki albümde
önerdiklerini daha da ilerleterek sunuyor. Katmanlı
gitar melodileri, Ihsahn’ın karşılıklı kullandığı temiz
ve Black Metal vokalleri, şarkıları destekleyen
sololar, akustik sesler ve klavye partisyonları yine
albümü oluşturan temel karakteristikler oluyorlar.
Saksafonun yoğun olarak kullanılması ise albüme
kesinlikle farklı bir tat eklemiş. Emprovize kısımları
çok beğendiğimi eklemden geçemeyeceğim. Yine
saksafonun kimi zaman şarkının duygusal akışını
takip ediyor olması ise farklı bir enstrumanın
müziğe entegre edilmesi konusunda güzel bir örnek
teşkil ediyor. Doğal olarak Black Metal yadigarı o
karanlık ve sert atmosfer albümde yoğun bir şekilde
bulunuyor. Albümdeki melodi çeşitliliği oldukça
geniş ama Emperor döneminden izler arayanlar
da Black Metal tatları bulabilecekler. Norveç’in şu
an en yetenekli davulcularından birisi olan Asgeir
Mickelson bu albümde de yeteneğini konuşturmuş.
Kendisinin özellikle zil oyunlarını çok beğenirim ki
angL’da bunu fazlaca göstermişti. Bu albümde de
çeşitli zil oyunları yanında hem Progressive Metal
hem de Extreme Metal davulculuğunu göstermiş.
Benim dikkatimi çeken en önemli nokta ise, albümün
resmen akıyor olması... Sizi içine çekiyor ve bitene
kadar hiçbir şekilde bırakmıyor, dolayısıyla albüm
artı puan kazanıyor. İlk iki albümde devamlılık
açısından biraz sorunlar varken, After bu açıdan
hiçbir açık vermiyor bile...
Albümün yoğun çeşitliliği, Black Metal’den Opethvari rifflere, Progressive Rock klavyelerinden
Jazz’a ve akustik pasajlara geniş bir yelpazeyi
içeriyor. Bu yoğun progresif yapı içerisinde ilk
birkaç dinlemede dinleyiciyi yakalayacak bir
atmosfer yakalamış Ihsahn kimi zaman yoğun
duygusal melodiler, kimi zaman Black Metal
temelli agresif riffler kullanarak... Albümdeki her
şarkı ayrı ayrı öne çıkıyor. A Grave Inversed, On
The Shores ve Undercurrent ise albümün yıldızları
konumunda diyebilirim.
Açıkçası After, Ihsahn’ın üç albüme ulaşan solo
kariyerinin şimdilik en iyi temsilcisi olarak
önümüzde duruyor. Bu albümde elde ettiği
müzikaliteyi devam ettirecek mi, zaman
gösterecek ama saksafon kullanımını kesinlikle
devam ettirmesi gerek diye düşünüyorum, her ne
kadar düşük ihtimal olsa da... Sonuç itibariyle,
Ihsahn bir üçlemeyi bitirdi ve gerçekten görkemli
bir nokta koydu. Müzikal anlamda hem risk
almaya, hem de kendi yaratılarının sınırlarını
geliştirmeye de devam ediyor. Dördüncü albümde
neler yapacağı hakkında henüz kendisi de karar
vermemiş olduğunu söylüyor. Ama After ile
arttırdığı beklentiler, kendisinden daha da iyilerini
beklememiz için bir sebep oluyor. Umarım, yeni
albümüyle de After’ın çıtasını aşar. Zira, After,
şimdiden bu senenin en iyi Extreme Progressive
Metal albümlerinden birisi...
SELİM VARIŞLI
Eskinin büyük isimlerinin geçen on yıllık zaman
diliminde neler yaptıklarını, ne durumda
olduklarını irdelediğimiz yazı dizimize kaldığımız
yerden devam edelim.
QUEEN
Queen hakkında bişeyler yazmadan önce ‘The
Show Must Go On’u açıp yanlışlıkla grup hakkında
haddim olmayan bişey yazmamak için kendimce
önlem aldım. Queen 24 Kasım 1992 tarihinde
Freddie Mercury ile birlikte ölen, tarihin üstü
tozla kaplı altın sayfalarına çoktan karışmış
bir topluluk. Peki son on yılla ne ilgisi var?
Şöyle ki, halen hayatta olan Freddie Mercury
haricindeki grup elemanları (ki Queen isminin
yüzde ellisini anca teşkil eder bu ekip) yanlarına
Bad Company vokalisti Paul Rodgers’ı alıp Queen
adıyla yeniden ortaya çıktılar. Çıktılar ve bugüne
kadar geçmişe saygımızdan ötürü söylemeye
dilimizin varmadığı “Mercury öldü de siz hala
niye yaşıyosunuz bre faniler” (çüş) cümlesini
zorla söylettiler bana. Bu öyle saçma, öyle kötü
bi durumdu ki, hani vokalistiyle özdeşleşmiş
herhangi bi gruptan o vokal ayrılıp yerine başkası
geldiğinde, durumun abukluğunu tarif etmek
için “Queen’in yeni bi vokal alıp devam ettiğini
düşünün, işte bu da öyle abuk bi durum olmuş”
diye örnek verirdik. Verdiğimiz abukluk örneği
gerçek oldu! Queen’den geriye kalanlar, geçen
uzun yılları, Mercury’e ait ne varsa hepsiyle
beraber ezerek grubu yeni bi vokalle diriltmeye
kalkıştılar. Ortaya çıkan sonuç allame-i cihan olsa
benim gözümde George Romero filmlerindeki
zombilerden daha dirilmiş durmazdı Queen.
Duramazdı.
Bu adamların Queen adıyla yeniden bir araya
gelmeleri hiçbir koşulda kabul edilemez bi
durum benim için. Bugün Queen adıyla albüm
yayınlayıp konserler veren şey bir zombidir.
Gerçek Queen’le uzaktan olsa da yakından
alakası yoktur. Mercury’nin yerine alınan adam
çok büyük bi grubun çok önemli bi elemanı olsa
dahi bu reunion kabul edilemez. Ayrıca olaya bi
de o açıdan bakalım evet. Koskoca Paul Rodgers
hiç mi sıkılmadı acaba Mercury’nin devasa
tahtında ufacık bi alanı doldurabileceği halde bu
görevi üstlenirken? Bana Queen yeni bi vokalle
toplanıyor dediklerinde inanamamıştım.
Olaya dinleyiciler açısından da bakmak istiyorum
izninizle. Queen adıyla konserler veren bu şeyi
izlemeye ancak iki kilo domatesle gidilebilir.
Bu şeyin konserine gitmek Freddie Mercury’nin
Queen’ine dair her şeye ihanet etmek gibidir.
Lütfen, “geçmişe saygı” geyiği böyle hassas bir
konuda geçmiyor. Queen’in geçmişi Mercury’dir.
Mercury’nin olmadığı bir sahnede çıkan dört
kişiye Queen denemez.
Neyse, fazla uzatmayım yoksa yazı çok
ağırlaşacak Queen’den geri kalanlara karşı. Bu
küllerinden yeniden doğma zırvası bize yalnızca
Mercury’nin ne büyük ve yeri doldurulamaz bir
müzisyen olduğunu bir kez daha gösterdi. Başka
bir anlam yükleyemiyorum.
NİRVANA
Yok yok ayaklanmayın. Queen konusunda
yaşanan saçmalık Nirvana ve Kurt Cobain
konusunda yaşanmadı. Diğer iki Nirvana elemanı
Cobain’in anısına saygılılar. Sadece Nirvana’da
da benzer bişey olsaydı ne kadar absürd dururdu,
bunu vurgulamak için Nirvana başlığı açtım.
“Nevermind” hala çok büyük bir albüm ve geçen
onyıllarda olduğu gibi gelecektekilerde de ismi
saygıyla anılacak gibi görünüyor.
DESTRUCTION
Ne alaka demeyin, aklıma gelenleri yazıyorum
sırasız ve plansız olarak. Destruction seksenlerde
çok baba albümler ortaya koymuş, doksanların
hemen başında kendi içinde anlaşmazlığa
düşüp saçmalayarak koskoca doksanları boş
geçirmiş bir grup. Milenyumla beraber esas
adamlar Schmier ve Mike tarafından yeniden
toparlanan topluluk, tüm kariyerinin en sıkı
albümlerinden biri olan “The Antichrist”ı 2003
yılında bu reunion sonrasında yayınladı. Her ne
kadar The Antichrist reunion sonrası yayınlanan
ilk Destruction albümü değilse de kendisinden
önceki albüm olan 2001 tarihli “All Hell Breaks
Loose” o kadar da iç açıcı değildi. İşin kötüsü
Destruction, 2003 yılından bu yana adına yakışır
bir albüm de yayınlamış değil. The Antichrist’tan
sonraki albüm “Metal Discharge” müziğe dair en
büyük hayal kırıklıklarımdan biridir. Destruction
diskografisinin de kara koyunudur. Bonus CD’si
orijinal albümden daha güzeldi, gerisini siz
düşünün. Metal Discharge’ı takiben “Inventor
Of Evil” ve “D.E.V.O.L.U.T.I.O.N” adlarında iki
stüdyo albümü daha yaptı Destruction. Ama
ikisi de tat vermedi. Öte yandan arada “Thrash
Anthems” adıyla eski parçalarını yeniden
yorumladıkları bir albüm yaptılar ki tadından
yenmiyordu. Geçen sene bir de live albüm
yayınladılar, “The Curse Of The Antichrist – Live
In Agony” adıyla. Thrash Metal’in en iyi canlı
olarak dinlendiğini bir kez daha kanıtladılar
o albümle. Ama dediğim gibi yeni parçalar ve
yeni albümler açısından Destruction feci şekilde
cepten yiyor 2003 yılından beri.
inanılmaz bir atmosferde geçmişti. Koskoca
salonda bi avuç Exodus fanatiğine hayatları
boyunca unutamayacakları bi performans
sergilemişti grup. Bu konsere dair esasında çok
fazla anım var ama bu yazı bunları anlatmak için
uygun yer değil. Yazacam bi ara, aklımda o da.
EXODUS
Neyse zaman ilerledi, Exodus 2007 yılında yeni
albümü “The Atrocity Exhibition: Exhibit A”yı
yayınladı. Önceki albümle benzer karşılandı
bu albüm. Fanları ikiye böldü. Büyük kısım
yine beğendi. Ben hastasıyım. Geçtiğimiz
aylarda da Atrocity Exhibition’ın Exhibit B’sinin
kayıtlarına başlandığı ve albümün yakında
çıkacağı duyuruldu. Hatta bu yeni albümün kayıt
aşamasından videolar falan yayınlanmış ancak
henüz izleme imkanım olmadı.
Geçen on senelik zaman dilimini benim için
unutulmaz kılacak az sayıda güzel hatıralardan
biri Exodus’un Türkiye’de konser vermesiydi.
Ankara konserinde grupla tanışmak ve efsane
davulcu Paul Bostaph ile yan yana yemek yemek
her faninin yaşamasını dileyeceğim güzellikte
bir hatıradır benim için.
Exodus da 2000’lerde yeniden
toparlandı. Hem de öyle şık
bir albümler geri döndüler ki
yıllarca yankılandı “Tempo Of The
Damned”ın pis tınıları kulaklarda.
Bu albümde vokalde Steve “Zetro”
Souza olmasına karşın, albüm sonrası
bu uyumsuz herifle anlaşamadılar ve
gruptan ayrıldı. Yerine alınan Rob
Dukes (ki grup ülkemize geldiğinde
de vokalde Dukes vardı) Souza’nın
yerini hiç de yabana atılmayacak
bi şekilde doldurdu. Gerçi sonradan
adamın tipik Amerikan krosu
demeçlerini falan da öğrendik
ama hayat her zaman adil değil, ne yapalım.
Neyse, Rob Dukes ile kaydedilen ilk albüm
“Shovel Headed Kill Machine” kimi fanlarca
özellikle Souza’nın yokluğu nedeniyle yerden
yere vurulurken daha büyük bir kısım fanlarca
(ki dahilim bu tayfaya) bir başka modern zaman
klasiği olarak kabul gördü, bağırlara basıldı. 2005
yılında gerçekleştirilen Exodus Ankara konseri
DISSECTION
1995 tarihli albümleri Storm Of The
Light’s Bane ile karanlık müziğe
gönül vermiş tüm fanilere hayatlarını
sorgulatan Dissection, grubun esas
adamı Jon Nödtveidt’in sonradan
cinayet işleyip hapse girmesiyle
yamulup
kalmıştı.
Nödtveidt
geçtiğimiz yıllarda hapisten çıktı,
Dissection’ı tekrar toparladı, bir de
albüm yayınladı. Ancak doksanlar
geride kalmıştı. Eski Dissection’dan
eser yoktu. Yürümedi işler. Bir süre
sonra da Nödtveidt’in intihar ettiği haberi
geldi. Dissection hakkında daha sonra uzunca
yazmayı planlıyorum. Şimdilik söyleyebileceğim,
“Storm Of The Light’s Bane” ve “Somberlain”
albümlerinin yerlerinin hep ayrı olacağı…
GOREFEST
Hollanda Death Metali’nin doksanlardaki
dev isimlerinden Gorefest, geçtiğimiz
on yıl içerisinde reunion yaptı, birinden
şahane albümler yayınladı, arada
Türkiye’de de çaldı. Sonra da dağıldı.
Müzikal açıdan bu kadar uyumlu olan
ekiplerin bir süre sonra dağılmaları
pek de yabancısı olduğumuz bir durum
değil ancak hani Gorefest yaşını
başını almış adamlardan kurulu, bi
kere dağılmışlardı zaten, haklarını da
kullandılar, artık böyle devam ederler
diye düşünüyordum. Olmadı. 2005
tarihli albümleri La Muerte tam bir
Death Metal klasiği benim için.
PESTILENCE
Hollanda Death Metali demişken olayın en kıdemli
grubundan da söz etmemek olmaz. İkibinlerin
başlarında Pestilence dağılmış ve toparlanma
umudu vermeyen bir durumdaydı. Patrick
Mameli’nin tuhaf müzikal yönelimlere girdiği
falan anlatılıyordu. Gelgelelim zaman bazı şeyleri
değiştirirken bazılarını da eski haline getirdi. On
yılın sonlarına doğru Pestilence’ın toparlandığı
haberi geldi. Albümün çıkması da fazla sürmedi.
“Resurrection Macabre” kesinlikle özlenen bazı
şeyleri sunuyordu dinleyicilere. Testimony Of
The Ancients ve Spheres gibi aşılması çok zor
iki albüme sahip olan bir topluluğun kırk yaşını
aşmış elemanları için “idare eder”den çok daha
fazlasıydı bu albüm.
ASPHYX
Yakın zamanda yeni albümüyle pistlere dönen
bir başka Hollanda Death Metal ekolü temsilcisi
de Asphyx’di. Asphyx bu yazıda adı geçen
diğer isimlere göre epeyce rare bi grup kalıyor
biliyorum ama söz Hollanda’dan açılınca zor
susarım ben :) Bu ağabeylerin doksanlarda
yayınladıkları albümler arasında “The Last One
On Earth” adlı şahane bir çalışma
vardır ki grubun diskografisinin
zirvesini teşkil eder benim için.
Hatta yanlış hatırlamıyorsam
Siyah Beyaz’ın ilk sayısında da
Asphyx’den söz etmiştim. Geçen
sene yayınladıkları yeni albümleri
“Death the Brutal Way” yabana
atılmayacak bir Death Metal
albümü olmakla beraber bir
Pestilence kadar sıkı vurmuyordu.
Bu arada Asphyx’in dağılıp,
Swazafix adıyla yeni elemanlarla
toparlanıp doksanların başında
Ankara’da
konser
vermişliği
varmış. Ben o zamanlar bünyeyi Haluk Levent
ve Kargo’ya teslim etmiş bi velet olduğumdan
(ki her iki ismin de ilk iki albümünün hala
hastasıyım) bu mevzulardan uzaktaydım baya.
Neyse Asphyx yazısı içerisinde Haluk Levent’ten
söz etmeyi de başardığıma göre bu yazı pişmiş
olmuş demektir. Aşağıda o konserin olduğu gün,
konseri düzenleyen Darkphase elemanlarının,
grup elemanlarından bazılarıyla Anıtkabir’de
çektirdikleri fotoyu görebilirsiniz. Fotoda en
sağdaki adam sonradan trafik kazasında ölen
Theo Loomans. Bir sonraki sayıda devam edene
kadar afiyet olsun.
SELİM VARIŞLI
Geçen
sayıda
yer
vermeyi
planladığımız
topluluklardan biri de Man Machine Industry idi. Lakin
bu sefer ihmalden değil, adamları anlayabilmek için
zamana ihtiyacım olduğundan bekledim. Tamam
ağabeyler endüstriyel metal çalıyolar ama öyle bi
çizgideler ki, orijinallikle absürdlük arasındaki o
meşum bölgede gidip geliyorlar. Kimi zaman geyik
yapmaya çalıştıklarını düşündürürken kimi zaman
Marilyn Manson’a bağlayıveriyorlar atmosferi. Sahi
Marilyn Manson’ı da çıktığı dönemlerde sevmezdim
hiç. Şimdi hastasıyım. Yoo çok ciddiyim. Siz ne
kaçırdığınızın farkında değilsiniz.
İsveçli üçlü, yolladıkları “The Devils Blues …To Hell
And Back” adlı EP’lerinde gayet groove bi soundaa
sahip endüstriyel sanayi metal icra etmişler. İyi
icra edildiğinde bu ve benzer sound’ların hastası
olan ben, Man Machine Industry konusunda açıkçası
kararsız kaldım. Zira çok iyi ve çok kötü yönleri bir
arada barındırmak gibi bir başarıyı göstermişler. Yani
bu açıdan başarılı kabul edebiliriz (çüş). Öncelikle
parçalar gayet sıkı. Adam gibi bi prodüksiyonla da
olayı tamamlamışlar. Promo fotoğrafları gördüğünüz
üzere çok başarılı. Yalnız promo CD’de bir klipleri
var, evlere şenlik. “Dursun Çiftkrosoğlu ile fatal
saatler” köşemizde kendisine yer bulması işten bile
değil ki üstat Çiftkrosoğlu’na bu klibi ulaştırmayı
düşünmüyor değilim. Hintli bir prodüksiyon firması
tarafından, Cibuti Şoförler Odası sponsorluğunda
Birleşik Arap Emirlikleri’nde bilinmeyen bir
lokasyonda çekilmiş izlenimi veriyor klip. O derece
kötü. Anlatılmaz da, yaşanmaz da. Ama işte şarkı
çok iyi. Yani adamlar çıkıp “biz bu klibi sırf geyik
olsun diye hazırladık, esasında kendi parçamızla
kafa buluyoruz” deseler ancak o zaman kabul
edilebilir bir çizgi dahiline girer bu görüntüler.
Grupla ilgili doğru dürüst aydınlatıcı bir bilgi
veremediğimi ben de hissediyorum ama çok fazla
ters köşe var bu CD’de. Hepsine yatacak takatim
yok. Bu seferlik topu size atıyorum: www.myspace.
com/manmachineindustry
SELİM VARIŞLI
Efenim malumunuz, dergide ülkemizden isimlere
pek yer vermiyoruz. Bunun iki ana sebebi var ki ikisi
birbiriyle bağlantılı sebepler. Birincisi, ülkemizdeki
grupların büyük bir kısmı, yaptıkları işe kendileri
yeterince değer vermiyorlar. Kendi yaptıkları işe
yeterli özeni göstermeden bizim değer vermemizi
bekliyor olmaları da ayrıca tuhaf. İkinci ana
sebep ise bu grupların albümsüz olmaları. Bırakın
albümü, bi stüdyoda hücum kayıtla iki tane şarkı
kaydetmemiş gruplar var “Türkiye’de dergiler
bizi es geçiyor” diye serzenişte bulunan. Neyse
bu konuya girersek iş uzar. Tamam önceden daha
katıydık albüm konusunda. Artık EP kaydeden
grupları da kendimizce belirlediğimiz bazı basit
kriterlere uydukları takdirde dergiye alıyoruz.
Bunu ukalalık olarak görmeyin, ya da görün, fark
etmez. Bildiğimizden şaşmayız :)
Konumuz FAQ ve EP’leri “The Future”. Büyük
olmaya oynayacak bir grup için bence negatif
bir isim FAQ. Her grubun büyük olmak isteyeceği
aşikar olduğu için bu açıdan baktım olaya. Ama siz
bu isim konusunu o kadar da takmayın. Ben bi çok
yeni grubun ismini beğenmem zaten.
6 parçalık EP’nin açılış parçası enstrümantal.
Özellikle metal sahnesinde bu tip anti-ticari
hareketleri sevmişimdir. İnce hesaplar yapılarak
hazırlanan albümlerde ilk parçanın albümü
sattıracak nitelikte olması planlanır. Haliyle bu
mevzularda albümleri basan firmalar, gruplardan
daha tecrübeli olduklarından olaya müdahale
ederler. Enstrümantal bi parça ile abüm açmak
ticari anlamda büyük risktir. Tabii grup olaya ticari
açıdan bakmıyorsa bunu düşünmez. Biz de dergice
benzeri bir mantıkla yayın yaptığımız için bu
konuyu bu kadar hassasiyetle dile getirdim.
FAQ metalcore ağırlıklı extreme sounda sahip bir topluluk.
Prodüksiyon bu tarz bir çalışma için yeterli ancak full-lenght bir
albümde daha güçlü bi sounda ihtiyaçları olacaktır ki Türkiye’de
genel geçer sound çizgisini asla kıstas almıyorum bu noktada.
Parça yapıları grubun adı bilinen türdeşlerine göre umut verici.
Parçalara yedirdikleri elektronik atraksiyonları, “industrial sound
çizgisi”ni geçme çekincesi olmadan daha geniş kullanırlarsa netice
enteresan olabilir. Bi de yer yer clean vokaller var. Olmamış. İki
sebepten olmamış (duble sebeplerin yazısı oldu resmen bizimki).
Birincisi bu işin içinde clean vokal bana çok tuhaf geliyor. İkincisi,
clean vokal yetersiz bir performans göstermiş. Hiç olmasa daha
iyi olurmuş. Öte yandan, bazı parçalarda yer verdikleri akustik
bölümler çok başarılı. Komple akustik enstrümantal bir albüm
yapsalar (ki neden olmasın, çağ cesur hareketlerin çağı) gayet
lezzetli olabilir.
Geriden genişçe bakıldığında umut verici bi çalışma olmuş The Future. Kapaktaki future
teması özetle iyi ama daha detaylı düşünülebilirdi belki. Bi de grup promo pakette süper bi
hareket yapmış, basılı fotoğraf da göndermiş. Eskiden böyle CD’ye dosya kaydetme işinin
çay demlemekten daha kolay olmadığı zamanlarda (hatta CD’nin günlük hayatta esamesinin
bile okunmadığı zamanlarda) promo fotoğraflar bildiğimiz 36 pozluk filmden bastırılıp
yollanırmış. Miş’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü ben de yakalayamadım o dönemleri.
Neyse, grup dijital fotolarının yanında iki tane de basılı promo göndermiş, arşivimin neresine
ekleyeceğimi bilemedim. Süper hareket. Tarayıp da dergide kullanmayı düşünmedim değil
:)
El netice, FAQ vakit ayrılabilecek, kulak kabartılmayı hak eden bi topluluk. İsmini hiç
duymamış olmanız (ki ben de dergi ile irtibata geçene kadar habersizdim onlardan) grubun
başarısız olduğunu göstermez. Özellikle metalcore sahnesine ilgi duyanlara öneriyorum.
Ayrıca grup fotolarında elemanlardan birinin Back To The Future tişörtü giyiyor olması
takdire şayan :) Şu adresten göz atabilirsiniz gruba: www.myspace.com/faqnroll
ADAM GİBİ ŞARKI SÖYLEYEN GAY VOKALİSTLERİ,
ADAM OLAMAYIP GAY GİBİ SÖYLEMEYE
ÇALIŞANLARA TERCİH EDERİM
Tahmin edersiniz ki Siyah Beyaz benim ilk yazdığım
dergi değil. Öyle tepeden inme yürümez dergi
işleri. Son on senedir bi ton fanzin ve dergide
kalem sallamışlığım vardır (gerçi kalem çağı geçen
yüzyılda kaldı, klavye sallamak oldu bizimki)
ki bunlar arasında memleketin en haysiyetli
dergilerinden en underground fanzinine kadar
çeşitlemeler mevcut. Biri hariç hepsini saygı ve
hürmetle selamlarım yeri gelmişken. İşte o biri var
ya. O dergide takıldığım kısa süre içerisinde böyle
gay atmosferli, çaktırmadan androjen havalarla
ilgili bi yazı yayınlanmıştı (yazının burasında yazar
duraklar, Pantera’nın en kılass parçası “Floods”un
nefis finaline bünyeyi teslim eder, sonrasında
Paradise Lost’un ustalık dönemi eserlerinden “The
Enemy”nin Çiçek Abbas tandanslı introsundan geri
alır bünyesini; üstat Dimebag’e de selam eder
inceden öte tarafa). Geldim. Ne diyorduk? Hah!
Röntgen. Efenim röntgen, insanın içini gösteren bi
alettir, bi de röntgenciler vardır tabii. Bol miktarda
röntgenci mevcuttur…
Neyse konudan sapmayalım. Bu sözünü ettiğim
dergide, müzik dünyasından bi şekilde gay
mevzuatına bulaşmış ama birbiriyle çok alakasız
isimlerden söz etmiştik. Ortak noktalarının bu
olması tuhaftı tabi :) Neyse, dergi ismini burada
zikretmeye değmeyecek kadar değersiz değildi
tabii ama yöneticisini sevmediğim için yazmıyorum.
Geçelim.
Aslında mevzuya çok başka bi noktadan
girecektim ama nasıl olduysa mevzu böyle
bi tali yoldan girdi otobana. Esas yazıya
başlamak istediğim konu, günümüzün
avantgarde ve elit underground endüstriyel
elektronik ambient dinleyici tayfasının nasıl
olup da yetmişlerde var olmuş progresif
rock gruplarını ve bunlardan da önemlisi
Queen gibi bir grubu es geçtikleriydi (çüş,
ultra alakasız girmişim). Bu arada şu ilk
paragraftaki Kemal Sunal repliğini tam
olarak hatırlayabilmek için Black Tooth
Tuna ve Mekanik Hido’yu arayıp ”neydi
lan” diye sorduğumu da belirtmeden
geçmeyim; sağolsunlar :)
Queen’in ilk dönem ürünlerini pek sevmem.
Zaten harbiden severek üst üste dinlediğim tek
albümleri de “Innuendo”dur. Öte yandan bu
benim sevemediğim ilk dönem Queen’in, o dönem
için inanılmaz derecede orijinal ürünler ortaya
koyduğunu da belirteyim. Bugün özellikle MySpace
ve Last.fm sayesinde en alakasız, underground,
hiperaktif, elektronik, progresif, gotik ve buna
benzer genç kızların yüreğini hoplatacak türden
envai sıfatlara sahip tonla gruba ve müziğe ulaşmak
mümkün. Ancak yetmişlerde işler şaka ile karışık
Sadri Alışık kıvamında olduğundan etrafından
orijinal bişeyler arayan insanların ulaşabileceği
en orijinal hareket Amon Düül falan olabilirdi
ki olaya Türkiye cephesinden baktığımızda bu
orijinalitenin “Cem Karaca Kardaşlar”, “Ersen ve
Dadaşlar”, Nobody ve “Apaşlar” ve benzeri çoğul
ekli isimlere sahip, frontmanful, görsel olarak
Tarkan Viking Kanı formatlı elemanları olan gruplar
görebiliriz. Eskiye dair yerli yabancı hiç kimseye
hürmette kusur eylemeyelim ama ben yetmişlere
ve seksenlere baktığımda orijinalitenin zirvesinde
iki isim görüyorum: Queen ve Pink Floyd (“şu satıra
kadar Pink Floyd adını anmadın
da şimdi ölücü gibi niye
onlara sarılıyosun be adam”
diyenleri duyuyor ve Barbaros
Hayrettin’e havale ediyorum;
hepinizin babası o).
İşte Queen’le ilgili bi yazı yazmaya hazırlanırken
aklıma ister istemez geldi gay vokalist mevzuatı. Bu
arada yeri gelmişken değineyim, “gay vokalist” ile
“gay vokal” ultra farklı şeylerdir.
Gay vokalistler aralarında efsane
olmuş bazı isimler de barındıran
bir küme iken, gay vokal
yapan vokalistler esasında gay
olmadıkları halde ekmek peşinde
heba olmuş karakterlerdir. Gay
vokalistlere örnek olarak (yazının
başından
beri
gay
vokalist
mevzusundan bahsedip ancak şu
satırda ismini zikretmeye nail
olabildiğim) efsane insan evladı,
Queen vokalisti Freddie Mercury ve
Judas Priest vokalisti metal tanrısı
Rob Halford başta gösterilebilir
(acı ama gerçek, metal tanrısı bir
gay). Dergice basın ahlak ilkeleri
ve etik kurallarına saygıda kusur etmediğimizden
diğer kümeye dahil karakterleri adlarıyla
anmaktan kaçınıyorum ama şöyle bi dikkatli bakın
etrafınızdaki popüler müzik piyasasına, MTV’ye
falan. Anlaşacağımızdan eminim :)
grubu Destruction’a ilk zamanlarında ilham
vermiş, parçalarından biri bu grupça coverlanmış
bir topluluk Plasmatics. Kendileriyle yıllar önce
Destruction’ın bu coverı sayesinde tanışmıştım; o
gün bugündür böyle bu (neyse bu?)…
İŞİNE KAFASINI VERMEYEN ADAM
HEM KAFASIZ HEM DE İŞSİZ OLMAYA
MAHKUMDUR
(Yaz bunu güzel laf oldu bu)
Demem o ki, Plasmatics’e kulak ver ey müzik
peşinde koşan insan evladı.
Sahi, hani Cem Yılmaz Erşan Kuneri’nin filmini
yapacaktı? Yahşi Batı çıktı üç numaralı kutudan.
Neyse yine de seviyoruz kendisini.
Pink Floyd diyorduk… “The Great Gig In The
Sky” girdi şimdi teypten (teyp kısmı yalan, mp3
dinliyorum ne teybi). İstanbul’da bi adam vardı,
güzel iş yapabilecek potansiyeli vardı ama kafası
yerine g.tüyle düşündüğü için bi yere varamamıştı.
Elindeki işi de batırdı hatta. Hala çırpınır, ara sıra
haberlerini alırım. Yukarıda sözünü ettiğim Pink
Floyd parçası bu adamı hatırlatır bana hep (koca
parçaya da yazık ediyorum, farkındayım). Pink
Floyd’un vakti zamanında Boğaz Köprüsü’nde ve
uzayda konser verme planları efsaneleşmiştir.
Tabii onlar bu tarz planlar yapabilecek level’a
gelmek için, anlatılsa cümlelere sayfalara
dergilere sığmayacak bir zaman ve beyin sarfiyatı
gerçekleştirmişlerdi.
Gelgelelim
İstanbul’a
baktığımızda körler sağlar birbirini yağlar (hayır
ağırlamaz, yağlar) kıvamında hareketler görüyoruz
bu mevzubahis abiden. Yazının kimi bölümleri
hafiften kuyruk acısı – intikam arası bi sosa sahip
gibi duruyor farkındayım ama amacım cidden
bu değil. Böyle bişey için uzun zaman ve emek
harcayarak bi yerlere getirdiğimiz bu dergiyi
kullanmam zaten. Yazı arasında dertleştik sadece
:)
(Yazar yazı arasında Winamp’ın alfabetik playlisti
çerçevesinde Pestilence’dan Pink Floyd’a, oradan
da Plasmatics’e geçmiştir. Böylece ikinci perde
açılır…)
Plasmatics esasında Motörhead’in dişi
versiyonu
olarak
tanımlanabilecek
güzellikte bi topluluk. Motörhead ne
kadar maskulen ve maço ise Plasmatics de
o kadar dişi ve kırodur. Rock dünyasının,
ağırlığını solistlerin oluşturduğu kalabalık
bir suicide solution listesi vardır
malumunuz. Plasmatics vokalisti Wendy
Williams da bu listenin üst sıralarında
kendine vokal kontenjanından yer bulan
bi karakter. Avrupa’nın en kral Thrash
Ben küçükken (ne sanıyodunuz, leylekler kimseyi
kel getirmez) özel radyoların açıldığı, sonra
bi ara niyeyse kapatıldığı (sahi böyle bi mevzu
vardı di mi doksanların başında, kapatılmıştı
bütün özel radyolar, duvarlara falan “radyomu
istiyorum” yazmak modaydı, hey gidi doksanlar),
sonra yeniden açıldığı dönemler… Joy FM adında
benzerlerinden kendini ayıracak pek bi özelliği
olmayan ama yine de eli yüzü düzgün yayın
yapan bi radyo vardı. O radyonun televizyondaki
reklamlarında (olaya gel, TV’de radyo reklamı)
fonda “ooooo yuu bettaa staaap” diye bi müzik
çalardı ki aklımı feci çelmişti, baya bi arayıp da
bulamamıştım kimin hangi parçası olduğunu. Sonra
tabi yıllar geçti aradan, internet girdi hayatımıza,
biz de ona girdik. Ve öğrendik ki o parça Sam
Brown adlı muhterem şahsiyetin “Stop” adlı nadide
eseriymiş. Şu an o şarkıyı dinliyorum. Şu satıra
kadar da parçayı merak etmenizi sağlayamadıysam
yazının geri kalanını okumayın artık :)
Doksanların başından bi yere ayrılmayın, az sonra
yeniden beraber olacağız, şimdi reklamlar…
Beşinci sınıf TV programlarını sunan sekizinci sınıf
şovmenlerin program bitmeden 5 saniye önce
reklam arası vermek için kullandıkları cümleydi bu
doksanlarda. Yüzyıllardır TV’den arınmış bi hayat
yaşadığım için bu olay halen var mı bilmiyorum ama
sanırım vardır. Hatta yine doksanların ve bugünün
ekşi sıfatlı isimlerinden biri “böyle yapmazsak
müşteri kaçar” diye beyanat vermişti zamanında.
Dürüsttü en azından…
Neyse,
konu dağılacak yine. Sanctuary’den
bahsedecektim ben. Bugünkü Star TV’nin
“Inter Star” ve “Star 1” isimleriyle
yayın yaptığı dönemleri, hatta TeleON’u
hatırlayan nesle dahilim ben. Haliyle
Inter Star’ın ilk kurulduğu dönemde
(ki kendileri yanlış hatırlamıyor isem
Türkiye’nin ilk özel televizyonuydu)
durup dinlenmeksizin, fütursuzca ve üst
üste yayınladığı video klipleri olanca
canlılığı ve dehşetiyle hatırlıyorum. Ki bu
kliplerden bazıları muhteşem parçalara
aitlerdi.
Muhtemelen
hayatımda
izlediğim
ilk
metal klibi olan
Sanctuary’nin
‘Future Tense’i de o
dönem Inter Star’ın
yayın
akışının
gözde
parçaları
arasındaydı (hatta
açayım
hemen
parçayı). Tabi o
dönem “birbirine
denk” bir rahatlık
ve umarsızlıkla yaşanan çocukluk yıllarından
kendini kurtarmaya çalışan bir velet olan ben, ne
Nevermore’dan, ne Sanctuary’den ne de Warrel
Dane’den haberdardım. Lakin o karanlık ve soğuk
klipteki dümdüz saçları beline kadar uzanan adamın
hırçın ifadesi ve söylediği şarkı nasıl aklımda
kaldıysa; aradan yıllar geçip Sanctuary’nin nefis
albümü “Into The Mirror Black” ile tanıştığımda
“ben bunu nerden hatırlıyorum yaa” formatına
anında müdahil etmişti beni. Bu arada 1992 yılında
ulusal yayın yapan bir TV kanalında metal klibi
yayınlanıyor olmasını irdelemiyorum bile :) Vaya
Con Dios’un “Ne Na Na Na” adlı tuhaf şarkısı ve
bütün doksanlar gençliğinin gözyaşları içerisinde
hatırlayacağı parça, “You Can’t Touch This”in (“yani
Türkçesi, bana dokundurabilirsin! Dokundur!”
Grup Vitamin’i ve Gökhan Semiz’i de yerlere kadar
eğilerek saygıyla selamladık, hazır yeri gelmişken)
klibi de gece gündüz yayınlanır ve meteordan
hallice kraterler açardı genç dimağlarımızda. Hele
bir Michael Jackson gerçeği vardı ki ülkede fırtına
gibi esmişti. Elden dirseğe kadar sarılmış beyaz
bezlerin, önü açık gömleklerin tek sorumlusuydu
Jacko. Daha önce de yazmışımdır, Blue Jean dergisi
Jacko diye bahsederdi Michael Jackson’dan. Tabi
doksanlarda müzikten yana tek yol gösterenimiz
Blue Jean olduğu için anında bizim de Jacko’muz
oluvermişti adam. Saçmasapan bi şekilde öldü,
beraberinde seksenleri de, doksanları da aldı
götürdü. Toprağı bol olsun.
Bu arada şimdi aklıma geldi. Ben ‘Sweet Dreams’i
(bu şarkıyı Sweat Dreams olarak yazıp çizmeyin
üzülüyorum)
Marilyn
Manson’dan
dinlemiştim ilk kez. Eurythmics niyeyse
doksanlarda hayatıma girmemişti. O
nedenle şu sıralar ‘Here Comes The
Rain Again’i Hypnogaja şarkısı olarak
bilen ve dinleyen kitleye gülemiyorum.
Lakin öğrenmemek ayıp malum. O şarkı
da Eurythmics’e ait sevgili gençlik.
Ve ne Marilyn Manson, ne Hypnogaja,
ne Cruxshadows, ne de Eurythmics
coverlayan diğer tonla grup asla Annie
Lennox gibi söyleyemezler (bu arada
Cruxshadows’un ne kötü bi vokalisti vardır be
Süleyman, kimi taklit edeceğini bile bilememiş
adam). Hatta ve hatta üstat Haluk Bilginer bile
şahane performansına rağmen Lennox’un orijinal
seslendirmesindeki duyguları yansıtamıyor. O
nedenle bir an önce parçanın orijinalini dinleyin
derim. Hatta ben de açayım.
Evet değerli okurlar, aslında Van Halen parçası
“Jump”dan da bahsedip olayı “Geleceğe Dönüş”e
bağlamak aklıma gelmedi değil ama bir kez daha
bize ayrılan sürenin sonuna geldik. Bir dahaki
haftaya yine birlikte olmak dileğiyle, esen kalın…
(Kapanış jeneriğinde de Xentrix’den ‘No More
Time’ çalsın hatta yaw!)
SELİM VARIŞLI
Lifeforce Records’un promo pool’unda dolaşırken görüp tanıştığım At The Soundawn,
dikkatimi ısrarla dürten bi tarzın derinliklerinde yol alıyorsa da, albümleri “Shifting”in
ilk şarkısında, zaten haddinden fazla orijinal grubun bulunduğu bu cephede (ki hangi
cephe olduğuna birazdan değineceğiz) kalburüstü olabilecek kapasitede bi grup imajı
vermiyordu. Meğer olay ikinci şarkıdaymış.
Albümün basın bülteninde “For fans of” kısmında Mogwai, Tool, Neurosis, Isis, Pelican,
Cult Of Luna, Explosions In The Sky gibi isimler sıralanmış. Kısmen doğru, kısmen
abuk bi liste bu ama zaten firma bültenlerinde böyle abartılı ve geniş benzetme
listelerine rastlamak normal. Ha bi de, öyle kallavi bi liste hazırlayıp içine God Is An
Astronaut’u dahil etmemek, Lifeforce gibi bi firmaya yakışmamış :) Dördüncü parçada
Astronot’a bağlıyolar direk. İşte bu sözü edilen grupların ana hatlarıyla çizdiği müzikal
cephede (post-rock ve cenahı olarak adlandıralım da havada kalmasın) kendine iyi yer
edinebilecek kalitede bir albüm hazırlamış At The Soundawn. Yalnız dediğim gibi albüm
ilk parçadan değil ikinci parçadan başlıyor. Ya da ilk parça çok ultimate bi level’da ve
ben henüz çözemedim, bilemiyorum. 7th Moon ve sonrasında gelen parçalar bünyede
kozmik kar altında Jüpiter’e ilerleyen Ink etkisi yaratabilir (Ink mi? Yahu film var ya
hani rüyalarla kabuslar kapışıyolar, bu da arada kalıyor, böyle pelerinli karanlık çirkin
falan bi tip, bi ara o filmle de ilgili bi yazı yazmamız lazım harbiden).
Bu tarz grupların ortak sıkıntısı nedir bilir misiniz? Hiç bi falsoları olmamasıdır. Şöyle
bi bakarsınız, müzik dört dörtlüktür, elemanların tipleri efendidir, hatta Beatles’dan
hallicedir kimi zaman, prodüksiyonları çok iyidir falan filan. Yani işin üstadı bir yazar
oturup şöyle akademik bi eleştiri yazısı döşenmeye kalksa içinden çıkamaz. Eleştirecek
bişey bulamaz çünkü. Şu halde benim gibi geniş perspektiften çene çalmayı seven ve
akademik cümlelerden mümkün mertebe uzak duran geveze adamlara kalıyor meydan
:) At The Soundawn tam da bu kategoriye dahil bi grup. Bu arada beşinci parça olan
‘Black Waves’da şahane hareketler yapmışlar, ne yazağımı unutturdular.
Albümün çıkış tarihi firmanın sitesinde 15.03.2010 olarak belirtilmiş, şimdi gördüm.
Yani aslında bu yazıyı Mart sayısına koysak da olurmuş ama firmanın tezcanlılığı
sayesinde Şubat sayımıza dalmayı başardı grup. “Shifting” ikinci albümleriymiş. İlk
albümlerinin de peşine düşüyorum tabi hemen. Last.fm sayfalarında ilk albümlerinden
bi şarkının mp3’ü var. Gayet lezzetli bi şarkı o da. Diskografilerine bakarken bir de
Neuroprison Forum adlı bi sitenin hazırladığı, ücretsiz olarak online yayınlanan (hehe
şu ifadenin hastasıyım :)) bir compilation keşfettim ki onu da derhal ait olduğu yerden
indiriyorum. Bu sanırım official bişey ki grup diskografisinde yer vermiş. Hatta Vol.2
imiş bu. Bi inceleyim de diğer gruplar da At The Soundawn kadar iyilerse sizinle
paylaşırım gelecek sayıda.
Şimdilik bu kadar, At The Soundawn’a kulak verin.
www.lastfm.com.tr/music/At+The+Soundawn
www.myspace.com/atthesoundawn
SELİM VARIŞLI
Geçen yılın son demlerine doğru memleketi ziyaret
eden Danimarkalı metal gençliği Hatesphere,
yanlarında Tim adında bir Alman kardeşimizi
de getirmişlerdi. Elemanla baya bi muhabbet
çevirmiştik. Pantera hastasıydı. Neyse laf arasında
kendi grubu olduğundan, metalcore çaldıklarından
falan bahsedip CD’lerini vermişti bana. O CD
o günden beri bilgisayarımın tepesinden bana
bakıyor. Bu yazı aslında bi önceki sayıda yer
alacaktı ama yetişmedi. Ben de arada elemanla
kontağı kaybettim falan…
Matter Of Habit eli yüzü düzgün iş yapan bi
topluluk. Haliyle Tim bana CD’lerini verene kadar
haberdar değildim elemanlardan. CD bildiğimiz
albüm ama self-produced hazırlanmış, arada firma
yok. Yalnız ben bunu CD’yi hakkında yorum yazmak
üzere inceleyene kadar fark etmemiştim. Yani,
adamlar albüm kalitesinde bi sunum hazırlayıp
Myspace sayfalarında da bunu demo olarak
girmişler. Alman olup maça 3-0 önde başlamak
böyle bişey işte. Demoları böyleyse eğer, bu
adamların bu metalcore sahnesinde çıkaracakları
bi albümle yeri göğü inletme potansiyelleri var.
CD’yi dinlerken heriflerin sahnede fırtına gibi
estiklerini tahmin etmek de zor değil. Yalnız bu tarz
grupların hepsinin gidip Devildriver hangi stüdyoda
kayıt yapıyorsa oraya başvurmaları gerektiğini
düşünüyorum, aslanlar “The Last Kind Words”
albümünü yayınladıklarından bu yana… Matter Of
Habit’in de yaptığı müziği gerçek anlamda vurucu
bi soundla ortaya koymak için baba bi prodüksiyona
para dökmesi şart ki bunu yapacaklarını tahmin
etmek zor değil.
Metalcore gruplarının genelinde olduğu gibi
Matter Of Habit’in de kapağını beğenmedim. Lakin
müzikal açıdan lezzetli bi iş çıkarmışlar. Dinleyin
derim. Ben de şu elemana mail atıp “albüm ne
zaman çıkıyo hacı” diye bi sorayım. Gelişmelerle
karşınızda olabiliriz. Siz o arada şu adrese göz atın:
www.myspace.com/matterofhabit
‘80Lİ YILLARDA GELİŞEN DİĞER AKIMLAR
Doksanlı yıllara geçmeden önce, geleneksel
Progressive Metal’e girmeyen ama daha sonra
Extreme Progressive Metal olarak adlandırılan alt
tarza yol açan Thrash Metal eksenli gruplardan da
bahsetmek yerinde olacaktır.
Thrash Metal’in seksenler boyunca metal piyasasını
domine ettiği bilinen bir durumdur. Başta kabaca
Speed Metal, NWOBHM ve Hardcore Punk’ı bir
potada eriten Thrash Metal, zamanla farklı grupların
farklı yaklaşımlarıyla daha değişik açılımlar gördü.
Progressive Thrash Metal ve ya Technical Thrash
Metal olarak etiketlendirilen bu tarz gruplar, Thrash
Metal tarzına komplike şarkı yapıları, farklı melodi
ve ritm kalıpları, deneysel pasajlar ve enstruman
kullanımları entegre ederek Thrash Metal’i daha
progresif bir şekilde icra ettiler.
Bu tarz gruplar açısından öncü olarak görülen
isim Watchtower’dır. ‘70ler Progressive Rock’ı ve
NWOBHM’den etkilenen grup, şu an Progressive
Metal adına önemli bir isim olan Ron Jarzombek’i
de kadrosunda içeriyordu. 1985 senesinde
yayınladıkları Energetic Disassembly ile önemli bir
etkileşim haline geldiler. Albüm, birçok eleştirmen
tarafından yorucu bir dinlence olarak lanse edilse
de, içerdiği virtüözite kokan müzikalite, farklı
tempolar ve kompleks şarkılar ile öne çıktı. Hiçbir
zaman elle tutulur bir ana akım başarısı göremeseler
de, yer altı camiasında oldukça önemli bir topluluk
olan Watchtower, Thrash Metal gruplarına farklı
kapılar açtığı kadar Progressive Metal gruplarını da
birebir etkiledi.
‘70lerin sonunda kurulan ama aşırı derecede kadro
sorunu yaşayan ve sadece bir albüm yayınlayabilen
Blind Illusion da Thrash Metal’e farklı bir soluk
getiren gruplardandı. Progressive Rock, özellikle
Yes dokusu taşıyan grup, ’88 senesinde The Sane
Asylum albümünü çıkardıktan sonra başka bir yasal
albüm yayınlamadı. The Sane Asylum’da yer yer
kullandıkları atmosferik kısımlar kadar, kompleks
şekilde işledikleri şarkıları ve bas/gitar uyumuyla
dikkat çektiler.
’86 senesinde Amerika’da kurulan ve doksanlarda
müziğini rafine ederek Progressive Metal’e
yakınlaşan Anacrusis’te burada adı geçmesi
gereken gruplardandır. Çok fazla tanınamasalar
da, Suffering Hour, Manic Impressions ve Screams
And Whispers albümleriyle teknik ve deneysel işler
sürerek, bu tarza önemli katkılar yaptılar.
Thrash Metal sahnesinin büyük grupları yanında
adını çok duyuramasa da onlardan geri kalmayan
grup, aşırı teknik ve kompleks şarkıları ve çift gitar
uyumuyla dikkat çekmişti.
Kanada’nın çıkardığı en önemli gruplardan
Voivod’da zaman içerisinde Progressive Metal’e
evrilen Speed/Thrash Metal gruplarından birisiydi.
Killing Technology ile birlikte müziklerine yavaş
yavaş progresif açılımlar getiren grup, ’89 tarihli
Nothingface ile bu açılımı köklü bir değişime
dönüştürdü. Pink Floyd ve Jazz etkilerini hissettiren,
Thrash Metal temelini korurken farklı müzikal fikirler
üzerine giden bu albüm Voivod’un aynı zamanda en
çok ticari başarı elde eden albümü oldu. Hem vokal
melodileri, hem de gitar/bas uyumu açısından
oldukça iyi bir örnektir Nothingface...
İsviçre’nin Celtic Frost ile birlikte en çok bilinen
gruplarından Coroner’de bu yolun yolcusu olan
gruplardandı. Thrash Metal, Progressive Rock,
Industrial Metal, Jazz ve sert vokalleri bir potada
eriten grup albümden albüme daha teknik bir tavırı
benimsedi. Bazı eleştirmenlerce “Thrash Metal’in
Rush’ı” olarak görülen grubun No More Color ve
Mental Vortex albümleri denemelerinin zirvesi
olarak kabul edilmiştir. Grubun gitaristi Tommy
Vetterli’nin bir süre Kreator’da çaldığını da not
düşmekte fayda var.
Almanya’dan da bu arada değişik Thrash Metal
grupları çıkıyordu. Mekong Delta, bu gruplara
öncül bir örnekti. Özellikle ’88 tarihli The Music Of
Erich Zann albümleriyle tarz adına önemli bir grup
konumuna yükselen Mekong Delta, bu albümde
H.P.Lovecraft’ın eserini deneysel ve farklı bir müzik
ile notalara dökmüştü. Klasik müzik etkileşimlerini
Thrash Metal ile teknik, kompleks ve deneysel
bir anlayışla birleştiren grup en son üç sene önce
Lurking Fear albümünü yayınladı.
Depressive Age’de Almanya’dan çıkan farklı Thrash
Metal gruplarından birisiydi. Tarzlarına göre cesur
denemeler yapmaktan çekinmeyen grup, Thrash
Metal’in klasik anlayışının zayıfladığı doksanlar
boyunca dört albüm yayınladıktan sonra adını
değiştirerek grubu sonlandırdı.
Yine Almanya’dan çıkan Deathrow, Deception
Ignored albümüyle bu tarza adım atmıştı. Alman
Diğer bir önemli grup ise Toxik’ti. ’88 ve ‘89’da ard
arda iki albüm piyasaya süren grup, ikinci albümleri
Think This ile adını geniş çapta duyurmuştu. Thrash
Metal’i Progressive Metal anlayışıyla birleştiren
grup, şu an tekrar aktif ve yeni albüm hazırlıkları
içerisinde...
Hiristiyan kimliğini öne çıkartan bir Thrash Metal
grubu olan Believer, progresif elementler, senfoni,
akustik sesler, keman gibi farklı entrumanlar ve
bayan vokal kullanımını müziğine entegre etmesiyle
dikkat çekmişti. İncil’den sık sık pasajlar alıp,
sözlerinde kullanan grubun ’93 tarihli Dimensions
albümü önemli bir Prog-Thrash eseri olarak kabul
görmüştür. Grup uzun süren bir ayrılık döneminden
sonra toplanmış ve geçtiğimiz sene Gabriel
albümünü çıkartmıştır.
önemli bir grup oldu ve birçok grubu etkiledi.
Atheist’te uzun süren bir ayrılığın ardından, birkaç
sene önce tekrar toplandı.
Cynic ise Thrash Metal temelinden Death Metal’e
geçiş yaptı ve ‘93’te artık efsane konumuna
yükselmiş Focus albümüyle oldukça ses getirdi. Çok
yoğun Jazz etkileşimi taşıyan ve bunu Death Metal
kompleksliği ve deneysel vokal kullanımlarıyla
birleştiren grup, on beş senelik bir aradan sonra
Traced In Air ile tekrar sevenleriyle buluştu.
’85 senesinde kurulan ama ’94 senesinde anca
albüm çıkartabilen ve pek bilinmeyen Aftermath’da
progresif bir anlayışla Thrash Metal icra ediyordu.
Özellikle Thrash Metal’in çok zayıfladığı ‘90lar
ortasında albüm çıkarttıkları için mi çok dikkat
çekmemiştir, bilinmez. Müziklerini agresif Thrash
Metal temeline oturtup, melodik,akustik ve Jazzvari pasajlar ve aksak ritmler içeren teknik şarkılar
bestelemişlerdi. Eyes Of Tomorrow kendilerinden
geriye kalan tek albüm...
Bu tarzda albüm yayınlayan grup örnekleri daha
da çoğaltılabilir, Realm, Terrahsphere, Megace,
Genetic Wisdom, Aspid, Nephastus, Donor, Doom
gibi...
Bu akımdan çıkan ve en çok adını duyuran gruplar
listesinde Watchtower’ın yanında Atheist ve Cynic
adları da vardı. Atheist, Jazz ve Latin müziği
etkileşimlerini yoğun olarak kullandığı Death/Thrash
Metal müziği ve yayınladığı üç albüm ile oldukça
Jazz ve Fusion etkileşimlerini müziğiyle birleştiren
Death/Thrash Metal orijinli gruplardan birisi olan
Pestilence’in Spheres ve Testimony Of The Ancients
albümlerini de burada anmadan geçmek istemedik.
Ayrıca yoğun teknik anlayışları ve biyonik adam
Steve DiGiorgio’yu bulundurmasıyla dikkat çeken
Sadus’u da anmakta fayda var. Metallica’nın
And Justice For All’u, Heathen’in Victims Of
Deception’u, Megadeth’in Rust In Peace’i, Dark
Angel’ın tam 246 riff içeren Time Does Not Heal’ı,
Forbidden’ın Twisted Into Form’u da Thrash
Metal yapan büyük grupların müziklerinde işlediği
progresifliği vurgulamak açısından bu noktada
önem taşıyan albümlerdir.
Extreme Metal’in progresif etkisi altındaki
akımının doksanlardaki daha ön planda olan
devamı Progressive Death Metal olacaktı. Ona da
değineceğiz.
PROGRESSIVE METAL’DE ‘90LI YILLAR
Geleneksel Progressive Metal’e geri dönersek...
1990 senesinde, Operation: Mindcrime ile adını
genip çapta duyuran Queensryche, Empire adlı
albümünü çıkartır. Albümden çıkan Silent Lucidity,
Billboard listesinde dokuz numaraya kadar çıkar
ve Billboard Album Rock Tracks listesinde ise zirve
sahibi olur. Grup, şarkıyı 1992 senesindeki Grammy
töreninde orkestrasyon ile icra eder. Şarkının
MTV’den de rotasyon alması, Progressive Metal’i
medyanın farketmesi açısından oldukça büyük bir
adım olur.
Bu sırada Progressive Metal yeni gruplar görmeye
devam etmektedir. Shadow Gallery, Psychotic Waltz,
Threshold, Conception, Enchant, Dreamscape,
Vanden Plas gibi gruplar ‘90ların başında yavaş
yavaş kadrolarını oturtmaya başlamış, bazıları ise
albümler yayınlayarak piyasaya giriş yapmışlardı.
Tabii bu yeni nesil gruplar arasında en çok parlayan
Dream Theater olacaktı.
IMAGES AND WORDS VE DREAM THEATER DEVRİMİ
‘80lerin ortasında kurulan Dream Theater, ilk
albümünü ’88 senesinde çıkartmış ama plak
şirketinden destek görememesi yüzünden albümünü
çok tanıtamamış ve o dönemde hedeflediği başarıyı
yakalayamamıştı. Ardından grubun vokalisti Charlie
Dominici ile yollarını müzikal farklılıklar sebebiyle
ayıran Dream Theater üyeleri uzun süre gruplarına
uyacak vokalisti aradılar. Bu uğurda 200’den fazla
kişiyi denediler, Fates Warning’den ayrılan John
Arch bile Dream Theater ile deneme kayıtları yaptı.
Bu sırada yeni albüm için şarkıları besteleyen ve
enstrumental bazda bayağı bir materyal hazırlayan
grup, aradığı kanı ’91 yılının başında buldu.
Kanada’da Winter Rose adlı bir grupta vokalistlik
yapan James LaBrie gruba katıldı ve ardından grup
’92 senesinde ikinci albümleri Images And Words’u
yayınladı.
Images And Words, çıkmasıyla birlikte oldukça
büyük bir ilgiyle karşılandı ve grubun şu ana kadar
kaydettikleri albümler arasında en başarılılarından
birisi oldu. Çıktığı zamanda Billboard listesinde
61.sıraya kadar ilerleyen albüm, şu an altın plak
barajını aşmış durumda... (Dream Theater, son
albümleriyle Billboard’da 6.sırayı da gördü ama
bu tamamen grubun isminin büyüklüğünden
kaynaklanan bir başarıydı.) Grup, albümden ilk
single olarak Another Day’e klip çekmişti ama
şarkının etkisi büyük olmamıştı. Ardından riskli bir
kararla Pull Me Under’a klip çeken grup, şaşırtıcı
bir şekilde büyük başarı elde etti ve radyolar ile
MTV’de rotasyon aldı. Sekiz dakikaya yakın bir
şarkının o kadar yoğun ilgi görmesi pek alışıldık
birşey değildi ama grup bunu başarmıştı. Ardından
Take The Time’a da klip çekmiş olsalar da, şarkı
Pull Me Under’ın gölgesinde kaldı.
Grup albüm ile birlikte Amerika, Japonya ve
Avrupa’da yoğun geçen turneler düzenledi ve
ardından canlı kayıtlar ile bu turneyi belgeledi.
Images And Words’un Progressive Metal’e yaptığı
katkıya gelirsek... Bir albüm düşünün, çıkmasından
yıllar geçmesine rağmen, işlediği müzikal yapı
birçok gruba hala ışık olacak ve taklit edilecek...
Images And Words bu tarz albümlerden birisidir.
Grubun Rush, Yes, King Crimson, Pink Floyd gibi
Progressive Rock öncüllerinin etkilerini, Metallica,
Maiden, Priest ve Sabbath gibi metal gruplarından
aldıklarıyla birleştirerek ortaya koyduğu müzikal
yapı, LaBrie’nin dinamik vokalleri, Petrucci
ve Moore ikilisinin karşılıklı atışmaları ile
ördükleri yoğun vokaller, Myung’un kimi
zaman solo atacak kadar şarkıya hakim
basları ve Portnoy’un stilistik baterileri ile
desteklenmiş ve Progressive Metal’e farklı
bir açılım getirmişti. Albümün etkisi o kadar
büyüktü ki,
doksanların ilerleyen yılları
boyunca albüm verecek birçok Progressive
Metal grubu, “Images And Words tarzı ProgMetal” olarak etiketlendirilecekti. Bu yolda
ilerleyen Dali’s Dilemma, Sun Caged, Lemur
Voice, Ice Age, Without Warning, The Quiet
Room gibi grupların çıkış noktası yine bu
albümdü. Burada sayamadığımız birçok
grubun da olduğunu tekrar belirtelim.
Dream Theater, Images And Words’un ardından
yine en az IAW kadar kaliteli bir albüm olan
Awake’i çıkartarak yerini sağlamlaştırdı.
Awake albümünü gelmiş geçmiş en iyi
Progressive Metal albümü olarak gören birçok
dikkat çeken Norveçli grup Conception’da melodik
bir müzik ortaya koymuş,In Your Multitude ve Flow
albümleri ile kendilerini kanıtlamışlardı. Kamelot
vokalisti Roy Khan’ın ilk grubunun Conception
olduğunu da belirtmek gerek...
insanın olduğunu belirtmek gerek... Images And
Words’e göre daha karanlık ve sert bir albüm
olan Awake, grubun müzikal anlamda kaydettiği
ilerlemeyi de devam ettiriyordu. Ardından Kevin
Moore’un ayrılığı ile biraz çalkantılı dönem geçiren
ve plak şirketleri ile sıkıntı yaşayan Dream Theater,
Falling Into Infinity ile karışık tepkiler toplasa da
’99 senesinde yayınladığı Metropolis Pt.II:Scenes
From A Memory ile bir büyük başarıya daha imza
atacaktı.
Diğer gruplara da bir göz atalım. Doksanların ilk
albüm çıkartan Progressive Metal gruplarından
Psychotic Waltz, A Social Grace ve Everflow
albümleriyle oldukça dikkat çekti. Deneysel
ve modern tavırları yanında Funk,Psychedelic,
Alternative gibi farklı tarzlardan etkileşimler
taşımaları ve Buddy Lackey’in farklı vokalleri grubu
ön plana çıkartıyordu. Prog-Power’a yakın müziğiyle
Dream Theater ile benzer köklerden gelen
ama konser vermemeleri ve plak şirketinin çok
destekleyememesi sebebiyle asla Dream Theater
kadar büyüyemeyen Shadow Gallery, doksanlar
Progressive Metal’inin gizli kahramanlarından
birisiydi. Kompleks şarkı yapıları, virtüözite
içeren enstruman kullanımları ve duygu dolu
müzikaliteleriyle öne çıkan grup, Neo-Classical
Metal ve Senfonik Metal ile de zaman zaman flört
ediyordu. Oldukça geniş bir etkileşim yelpazesine
sahip müzisyenlerden oluşan grup, ’98 tarihli konsept
albümleri Tyranny ile geniş çapta başarı elde etti.
Altı albümlük kariyerlerine en son geçen sene çıkan
Digital Ghosts ile devam eden grup, yakın zamanda
ilk canlı performanslarını vermeye hazırlanıyor.
Grubun, ülkemizin önemli Prog-Power gruplarından
Dreamtone’a Gary Wehrkamp’ın prodüksiyon, iki
sene önce kaybettiğimiz vokalleri Mike Baker’ın da
vokal olarak katkılarda bulunduğunu da hatırlatmak
gerek...
İngiltere’nin çıkarttığı en önemli Progressive Metal
grubu olan Threshold’da uzun zamandır bu tarza
emek verenlerden... Doksanların başından beri
aktif olan grup sekiz albüm çıkartmıştır. Kadro
açısından biraz dalgalı gruptur, çok fazla eleman
değiştirmişlerdir. Genel müzikal karakteristikleri
sert ve melodik çift gitar partisyonları üzerine
atmosferik klavye kullanımı ve ritmi destekleyen
bas/davul uyumudur. Dream Theater’a göre
daha rafine partisyonları vardır. ’94 senesinde
yayınladıkları Psychedelicatessen albümleri ile
dikkatleri çeken grup, en son üç sene önce Dead
Reckoning albümlerini yayınlanmıştır.
Doksanların diğer bir büyük grubu, Symphony X’tir.
Progresif temelli sert müziklerini yoğun senfonik
seslerin kullanımıyla zenginleştiren ve Power Metal
ve Neo-Classical Metal’den de etkiler taşıyan grup,
’94 senesinde kuruldu. The Divine Wings Of Tragedy
ve V: The New Mythology Suite albümleriyle
Progressive Metal’in büyükleri arasına adını yazdıran
grup, özellikle vokalistleri Russell Allen’ın etkileyici
vokalleri ve Michael Romeo ile Michael Pinnella’nın
enstruman hakimiyetleriyle
ve yazdıkları on
dakikayı aşkın epik şarkılarla dikkat çekmekteydi.
En son 2007’de Paradise Lost albümlerini çıkartan
grup, şu an Progressive Metal’in en çok etkilenilen
gruplarından birisi olarak tarzda önemli bir konum
elde etmiş durumda...
Doksanlı yıllar genel anlamda geleneksel Progressive
Metal’in zirvesini gördüğü dönem olarak kabul
edilmektedir. On yıllık dönem içerisinde, özellikle
Dream Theater’ı etkileşim olarak kabul ederek
yola çıkan grup sayısı oldukça fazla olmuş, bazıları
basit klon olmaktan ileri gidememiş, bazıları
ise kendilerine özgü tarz yakalayarak albümler
yayınlamaya devam etmiştir. Doksanlı yıllar boyunca
hala Dream Theater, Queensryche ve Fates Warning
üçlüsünün hakimiyeti devam etmiştir, Symphony
X, Shadow Gallery ve Threshold gibi gruplar ise
türün üç büyüğü kadar büyümeseler de takip edilen
gruplar olmuşlardır. Doksanlı yıllarda Progressive
Metal’in en çok dikkat çeken füzyon dalı ise ProgPower Metal olmuştur. Power Metal’i daha progresif
ve gelişken şekilde icra etmeyi amaçlayan tarz
Almanya ve Brezilya’da özellikle birçok icracı
çıkartmıştır. Bu on senelik dönem içinde çıkan
grupların bazılarını yazı dizimizin devamlarında
biraz daha detaylı inceleyeceğiz.
Doksanların sonlarına doğru, İsveç’ten çıkan
bir grup dikkati çeker. 1997 senesinde Entropia
albümüyle piyasaya girişini yapan Pain Of Salvation
adlı gruptur bu... Daniel Gildenlöw adlı müzisyenin
çocuk yaştan Reality adıyla kurduğu ama doksanlı
yılların ortasına kadar tam olarak oturtamadığı,
doksanların son yarısında ise sonunda aktifleşen
bu grup, Progressive Metal’e yeni bir soluk
getirecekti. Tabii, ilk albümleriyle birlikte hemen
etki yaratamadılar. Entropia önce Japonya’da
yayınladı. Avrupa’da ise grubun ikinci albümüyle
yakın zamanlarda anca yayınlanabildi. O sırada
yoğun politik söylemleri ile dikkat çekiyorlardı.
2000 senesinde The Perfect Element albümüyle
olgunluk dönemine giren grup, yavaş yavaş adından
söz ettirmeye başladı. Entropia ile hem sert
metal tarzlarından hem de Funk gibi tarzlardan
etkileşimler taşıması ile dikkat çekiyorken, The
Perfect Element bu açılımı daha da geliştirmiş,
grup şarkı yazımı ve konsept işlenişi olarak daha
ayakları yere basar bir duruma gelmiş, farklı bir
melankoli ile albümü birleştirmişti. Grubun ‘70ler
Progressive Rock’ından Faith No More’a uzan geniş
etkileşim yelpazesini ustaca işlemesi de ayrıca
takdir toplamıştı. Ülkemizde özellikle Remedy
Lane döneminde Blue Jean yazarı Doğu Yücel’in sık
sık altını çizmesiyle birlikte çoğunluk tarafından
keşfedilen POS, Remedy Lane ardından Be ile
Progressive Metal liginin devleri hanesine adını
kazıdı ve tarzın önemli topluluklarından birisi oldu.
Son albümleri Scarsick ile hayran kitlesini birbirine
katan POS, yakında yeni albümlerini çıkartacak.
Be’den beri özellikle kadro bazında biraz sıkıntı
yaşayan ve Daniel Gildenlöw’un ağırlığını eskisine
göre daha da arttırdığı grubun yeni albümünde
neler yapacağı merakla bekleniyor.
Doksanların sonuna geldiğimizde yine Dream Theater
devrimi görüyoruz. 1999 yılının sonlarına doğru
yayınlanan konsept albüm Metropolis Pt.II:Scenes
From A Memory, Dream Theater’ın piyasadaki kendi
hakimiyetini resmen ilan ettiği ve Progressive
Metal tarzını aşıp metalin büyükleri olma yolunda
ilerlediği albüm olmuştur. On iki adımdan oluşan
ve seksen dakikaya yakın materyal içeren albüm,
grubun Jordan Rudess ile ilk çalışmasıdır. Dream
Theater’ın ‘99’a kadar yarattığı albümlerden özetler
içeren ve bunu yenilikçi denemelerle birleştiren
albüm büyük başarı elde etmiştir. Nicholas adlı bir
karakterin önceki hayatını keşfetmesiyle ilgili bir
konsept içeren albümün ardından grup büyük bir
turneye çıkar. Albüm genel anlamda oldukça iyi
tepkiler almış ve Dream Theater’ın zirvesi olarak
gösterilmiştir. Progressive Metal, bu albüm ile
birlikte zirvede bir Dream Theater ile yeni bin yıla
giriş yapmıştır.
‘90LAR EXTREME METAL AKIMLARI:
PROGRESSIVE DEATH METAL
‘90lar geleneksel Progressive Metal için altın
dönemken, Extreme Metal temelli tarzlar içinde
yeni tohumların açılmaya başladığı zamana
denk geliyordu.
Progresif etkileşimli Thrash
Metal, doksanlardaki Thrash Metal’in zayıflama
döneminden etkilenerek, yerini Progressive
Death Metal olarak adlandırılan tarza bırakmıştı.
Doksanların başına baktığımızda, yeni kurulan
grupların daha çok Prog-Death tarzını benimsediğini
görebiliriz.
Progressive Death Metal olarak adlandırılan tarz,
Death Metal temeli üzerine kompleks ritmler, riffler
ve şarkı yapıları üzerine gidiyor, kimi gruplar ise
bu bileşime Death Metal ve ya genel olarak metal
tarzının dışında deneysel elementler de ekliyorlardı.
Jazz, Fusion ve Progressive Rock etkileşimleri genel
olarak ön plana çıkıyorlardı.
Bu noktada birçok farklı kaynakta birbiriyle çelişen
yorumlar yapılan Technical Death Metal tarzına da
değinmekte yarar vardır. ProgArchives gibi siteler,
teknik Death Metal’in Death Metal tekniğini daha
da ileri noktaya taşıyan gruplar ile sınırlayarak,
bu grupların progresif denemelerde bulunmadığını
belirtirlerken, Wikipedia gibi sitelerde Progressive
Death Metal diye yapılan aramalar Technical
Death Metal sayfasına yönlendirilmektedir. Kimi
eleştirmenler Nile gibi teknik grupları progresif
olarak değerlendirirken, kimileri ise progresif
olarak kategorize etmemektedir. Bu durum, Thrash
Metal ve Death Metal’in halihazırda teknik tarzlar
olmasından dolayı kaynaklanmaktadır. Zaten teknik
tarzlarda progresif olmak için farklı denemeler
yapmak gerektiğini düşünenler olduğu gibi, teknik
olmanın progresiflik içerisinde bir şekilde yer
aldığını savunarak bu grupları genel olarak progresif
adı altında inceleyenler de vardır. Fazlaca öznel
yargılara hitap ettiğinden bu konuyu sizlerin kendi
yorumlarına bırakıyoruz.
Seksenler sonundaki Extreme Metal kollarının
progresif tabanda icra edilmesi ile ilgili bazı bilgileri
önceden aktarmıştık. Seksenlerin sonlarına doğru
aktifleşen Atheist, Cynic ve Death gibi gruplarla
ilk örnekleri verilen Progressive Death Metal
tarzı, doksanlarda daha da genişledi. Jazz eğilimli
Atheist’in ’89 tarihli Piece Of Time albümüyle
başlayan serüven, Chuck Schuldiner’ın müziğini
progresif
elementlerle
zenginleştirmeye
başladığı Human ile devam etti. Nocturnus’ta
’90 tarihli The Key albümüyle müziğine
atmosferik klavye partisyonları ekleyerek
Death Metal adına aykırı bir tavır gösterdi.
İsveçli grup Afflicted’da ‘90ların başında bu
tarzda albüm çıkartan gruplardandı, Prodigal
Sun albümleri pek göz önünde olmasa da
Progressive Rock etkileşimleri taşıyan bir
albümdü. Cynic ise ’93 tarihli Focus albümüyle
yoğun Jazz etkileşimli Death Metal’in en iyi
örneklerinden birisini verdi.
Progressive Death Metal gruplarının genel
Death Metal gruplarının aksine liriksel bazda
da gösterdiği devrim dikkat çekicidir. Aykırı
lirikler ile bilinen Death Metal, Prog-Death
Metal gruplarıyla birlikte toplumsal sorunlara,
felsefeye, okkülte, spiritüel değerlere ve
mitolojik anlatılara da yer vermeye başlamıştır.
Death’in ‘93’te yayınladığı Individual Thought
Patterns, Progressive Death Metal’in olgunluğa
geçiş dönemlerinin ilk sinyallerini veren albüm
olmuştur. Schuldiner bu albümde Steve DiGiorgio,
Gene Hoglan ve Andy LaRocque gibi önemli
isimlerle çalışmış, ortaya daha teknik, progresif ve
Jazz etkileşimli bir albüm çıkmıştır. Özellikle Steve
DiGiorgio bu albümde oldukça önemli bir performans
sergilemiştir. Albüm günümüzde hala oldukça
önemli bir metal albümü olarak görülmektedir.
Aynı zaman diliminde İtalya’dan bir grup, Sadist,
Progressive Death Metal adına önemli işler
yapmaktaydı. ’90 senesinde kurulan ve ’93’te
Above The Light albümüyle piyasaya adım atan
grubun, ’96’da yayınladığı Tribe albümleri yoğun
klavye kullanımı ve Jazz/Fusion etkileri dikkat
çekiyordu. İtalya gibi daha çok Progressive Rock ve
Power Metal takıntılı bir ülkeden çıkmaları da ilgi
çekiciydi. Grup, Tribe’ın ardından çıkarttığı Crust
ve Lego ile yoluna devam etti. Özellikle Crust,
Tribe ile sunulan progresif tavrı devam ettirmek
açısından başarılıydı.
Progressive Death Metal denince, Dan Swanö
ismini saymazsak eksik olur. İsveç’in çıkarttığı en
deli müzisyenlerden, çalışkanlık abidesi Swanö,
doksanlarda aktif olduğu Death Metal gruplarıyla
Progressive Death Metal adına önemli işler yaptı.
Önce Edge Of Sanity ile başlayan yolculuğunda,
sert Death Metal müziğini yavaş yavaş tarzın dışına
çıkartan Swanö, ‘96’da yayınladığı kırk dakikalık
Crimson parçasıyla Progressive Death Metal adına
önemli bir eser vermişti. Death Metal’e yabancı
elementler, akustik gitarlar, temiz vokaller
kullanarak cesur bir adım atan Swanö’nün tarza tek
katkısı Edge Of Sanity ile sınırlı kırmadı. Kendisinin
solo projesi olan Moontower’da, tüm enstrumanları
kendisi çalmış, şarkıları bestelemiş, icra etmiş ve
söylemiştir ve ayrı bir takdiri haketmiştir. Hem
Progressive Rock kökenlerini hem de Death Metal
yanını birleştirerek sunan Swanö, albümü “Rush
‘70li yıllarda Death Metal çalsaydı böyle olurdu.”
diyerek sunmuştur. Kendisinin diğer bir önemli
projesi Pan.Thy.Monium’dur. Bu projede Progressive
Death Metal tarzı kadar Avant-Garde Metal tarzına
da girmiştir. Avant-Garde Metal tarzına da ileride
değineceğiz.
Yine doksanlar içerisinde değinilmesi gereken bir
grup daha var. Gorguts. Kanadalı bu deli grup, ’98
tarihinde çıkardığı Obscura ile sınırları zorlayan,
aşırı bir albüm yapmıştı. Death Metal içinde çıkan
en teknik ve kompleks albümlerden birisi olarak
görülen Obscura, getirdiği oldukça deneysel
anlayışla da dikkatleri toplamıştı. Hala metal tarzı
içerisindeki en farklı albümlerden birisi olmayı
başarmaktadır.
Hollandalı Pestilence da Thrash/Death Metal
karması müziğini, doksanların ortasına doğru daha
progresifleştirmiş, yer yer Jazz ve Fusion etkileriyle
buluşturarak Testimony Of The Ancients ve Spheres
albümünü çıkartmıştır. Spheres albümü sonrasında
dağılan grup, geçtiğimiz senelerde tekrar toplanmış
ama yeni albümünde daha direkt Death Metal
tarzını benimsemiştir.
Diğer bir doksanlar grubu ise, adını çok duyuramamış
ama Türkçe adlı albümleriyle dikkat çeken Çek
grup Forgotten Silence’dır. Tam anlamıyla füzyon
grubu olan Forgotten Silence, müziğine Death
Metal, Doom Metal, Jazz, Fusion, etnik müzik ve
Progressive Rock entegre etmiş ve deneysel bir
yaklaşım benimsemiştir. Oldukça esgeçilen bir grup
olduklarını belirtmek gerek... En son albümleri Kro
Ni Ka ile müziklerini tamamen Progressive Rock
sularına çekmişlerdir.
Progressive Death Metal için doksanlar gelişme çağı
gibidir denilebilir. İkibinli yıllar ise, bu gruplardan
etkilenen yeni grupların ve farklı füzyonlarla
oluşan tarzları icra eden farklı grupların öne
çıktığı dönemler olacaktı. Geleneksel Progressive
Metal, bir duraklama dönemine girecek ve büyük
grupların kontrolünde ilerleyecek, küçük gruplar
daha mütevazi işler yapacak, Progressive Death/
Black Metal gibi tarzlar, Extreme Progressive Metal
kalıpları, Avant-Garde Metal gibi daha deneysel
tarzlar yükselişe geçecekti. Yazı dizimizin gelecek
bölümünde ikibinli yıllarda Progressive Metal’i,
Avant-Garde Metal ve diğer oluşan alt tarzları
inceleyeceğiz.
MELİS SARILAR
IAN CURTIS- BOŞLUĞUN İÇİNDE BİR BEZGİN
Hava griydi. Tüm panjurlar kapalı olmasına rağmen
eklemlerden anlaşılır. Ruha uzanan eklemler içi
de karartır. Kapkaranlıksa ve ışık yanıyorsa evde,
gündüz, bilin ki o evde bir intihar cini vardır.
Savunmasız zamanı yakalar, gözü üzerinizde
gezinir, ilaç kutularının içki şişelerinin üzerinden,
bıçaklara, halatlara, balkona, ocağa kayar gözü.
Beynin içinde kocaman kahkahaları, o Sirenler gibi
tatlı sesi, dibe çekip çiğ çiğ yemek için. Şişirmek,
morartmak, parçalara ayırmak ya da kusuşların
içinde boğmak için. Hepsi huzursuz ve sıkıcı bir uyku
için, toprağa ya da ateşe yem olmak için. Böyle bir
günde mi kaybetmek yine-daha doğmadan- o beni
dibe çeken sesi -hem de en sevdiğim seslerden
biriyle- yıllar sonra ölüp biteceğim. Hem de onun
yaşındayken ben şimdi. Kelimelerini kelimelerime
dökmeye çalışacağım.
Buyursun elim ayağım buz kesilsin yine! Ben bu
adamı nasıl sevmeyeyim! David Bowie, Iggy Pop
ve Velvet Underground’ın ergenlik kahramanların
olduğundan
bahsediyor belgeler. Bu adamın
kalitesiz iş yapması: İmkansız. Ballard’ı da katarsak
işin içinden çıkamayız.
JOY DIVISON KAOSUNDA IAN HAYALLERİ:
oh i’ve walked on water, run through fire
can’t seem to feel it anymore
it was me - waiting for me
hoping for something more
me - see me in this time hoping for something else
Günaydın Ian! Daha yeni uyanmış sayılırdım. Sayende
uyanamadım, yine mi uyumalıyım. Gündüzün sonu
geceyse boşver çarşaf soğuklaşmadan uyuyayım.
And she gave away the secrets of her past,
And said I’ve lost control again,
And a voice that told her when and where to act,
She said I’ve lost control again
İyi akşamlar Ian. Buyur bar sıcaklığındaki soğukluğa. Bir
tane daha mı? Peki… Yarının işlerini kim önemser. “Çıkarma
kulaklığını ve triplere gir” demişti zaten bir zamanlar ünlü
filozof iç sesim.
I walked out and thought for a time I could see no defense,
and I thought for a while you were me, we were wrong, in
our time, always down, out of line.
Ian demek ki sen benim arkadaşımsın. Sesine bile
dökmediğin sözler, beynimde yankılanıyor vahiy gelmiş
gibi.
Kulaklığımdan beynime gireceğini biliyordum.
Gözbebeklerimden bakıyorsun dünyaya. Şükürler olsun
gözlerim ilk defa boş değil anlamlı bakıyor. Seni bu kadar
içselleştirip arkadaşım yapmaya hangi sıfatla cüret ettim
onu da bilmiyorum. “He de geç” diyor dışses başkasına.
Gülüyorum.
there’s a taste in my mouth, as desperation takes hold
just that something so good just can’t function no more
when love, love will tear us apart again
Hava kapalı. Kimse günaydın demesin şimdi. Iggy Pop kırdı
kalemi. Onun sesiyle çekildi epilepsinin ipi. Onunla bitti
mavi gözleri ve müziği, sözleri. Ayakları boşlukta sallanıyor
şimdi! Zavallı geride kalanlar. Ah Joy Division!
SELİM VARIŞLI
Uriah Heep ismini illa ki duymayanlar
vardır içinizde. Kendileri yetmişlerden
kalma, kült ve harikulade bir
topluluktur. Hayatımda dinlediğim ilk
Rock grupları arasında yer aldıklarından
benim için yerleri özeldir. Rock müziğin
tamamıyla orijinal olduğu zamanları
temsil eden safkan bir topluluktur
Uriah Heep. Look At Yourself, Night
Of The Wolf, Lady In Black, Easy
Livin’ ve Sympathy gibi klasiklere
imza atmış, vasat albümü olmayan (ki
hassasiyetle vurgulamak istiyorum bu
noktayı), bugüne kadar kaç albümünü
dinlediğimi hatırlamadığım, ipin ucunu
çoktan kaçırdığım bi grup. Bu olayın da
hastayım. Böylesi bazı büyük grupların
her dinlediğim albümü ayrı bi kroşe
patlattığı için bi süre sonra rakamlar ve
isimler birbirine karışıyor.
Uriah Heep’in sanırım en meşhur
parçası Lady In Black. Easy Livin’in
başta WASP olmak üzere bir çok adı
hürmetle anılan topluluk tarafından
yorumlanmış olması onu zirveye taşır
mı bilemiyorum ama “ismi bilinmediği
halde melodisi insanların bilinçaltına
kazınmış parçalar” evrensel listesinde
Lady In Black ile yer alıyor Heep. Benim
mevzubahis listemde ise daha çocukken
dinlediğim ve adını sanını çok sonraları
öğrendiğim Sympathy adlı parçaları
mevcut. Ne kadar uzun zaman oldu
tahmin edemiyorum ama akşamlardan
bir akşam DJ kabininde oturduğum
Yolcu Bar’ın arşivine bakarken denk
gelip “nasılsa Uriah Heep, kötü şarkısı
yok bu abilerin” diyerek rastgele seçip
listeye eklediğim parçaydı (merak
etmeyin, çaldığım zamanlarda playlist’i
komple bu mantıkla oluşturmuyorum :)). Tabi parça
başlayınca dumur olduğumu tahmin edersiniz :)
Hemen DJ kabinine koşup parçayı flashdisk’ime
kopyaladım. Şu an çalıyor.
YOU AND I ARE MASTERS OF OUR DESTINY
Şimdilerde gecemi gündüzüme karıştıran parça bu.
Ayrıca Uriah Heep arşivimde 1977 tarihli Firefly
albümünün eksik olduğunu da fark etmemi sağladı.
Başka şeyler de var fark etmemi sağladığı... Her
şeyden önce çocukken etrafımda ara sıra denk
geldiğim, sürekli yetmişlerdeki ve seksenlerdeki
klasik rock ve hard rock topluluklarının ne kadar
muhteşem olduklarından bahseden adamlara doğru
giden yolda zannettiğimden daha emin adımlarla
yürüdüğümü fark ettim. Şu yazıyı dönüp baştan
bi okuyun. Eğer 25 yaşın üzerindeyseniz ve rock
dinlemeye geçen sene başlamadıysanız ne demek
istediğimi az çok anlayacaksınız. Bu noktada 35
yaşındaki 20 yıllık dinleyicilerin de “hadi len ordan”
dediğini duyar gibiyim :) Dost acı söyler, üzgünüm
:) AC/DC’yi ve Black Sabbath’ı ilk kez ne zaman
dinlediğinizi bi düşünün, sonra tekrar görüşelim.
Sahi Sabbath demişken, Sabbath’ın en sevdiğim
dönemine ait kadrosu bu yaz İstanbul’da çalacak mı,
merak içerisindeyim. O kadro mevzubahis Sonisphere
festivalinin geri kalan tüm kadrosunu tombala
torbasında sallar zira. Malumunuz Ronnie James
Dio’ya kanser teşhisi kondu. Son gelişmelerden pek
haberim yok ama 70’ini devirmiş Dio hasta haliyle
o festivalde çalarsa hakkaten isminin onun için bir
isimden fazlası olduğunu düşünmeye başlayacam.
Neyse, alışıldık şekilde konuyu dağıttım yine. Uriah
Heep diyorduk. Sympathy bi daha çalsın o arada. Bu
şarkıyı o akşam Yolcu’da dinlerken son on senede
çıkmış biçok grubun ve albümün toplamının bir
Sympathy etmediğini düşündüm. “Amma objektif
yazarmışsın” diye düşünenleri şu an “subjektif bir
dinleyici” olarak yazdığım hususunda uyarayım ki
sayfayı çevirsinler. Öte yandan bu son on seneye
dair önermeyi yetmişler ya da seksenler hakkında
yapmanın ne derece imkansız olduğunu düşününce
kendimi o kadar da subjektif bulmuyorum. Doksanlar
için de söylenemez hatta. Uriah Heep nezdinde
“decade’ler arası şampiyona” lezzeti yarattım
biraz ama Heep bana bugüne ya da geleceğe dair
hiç bişey çağrıştırmadığı için konu sürekli geçmişe
gidiyor sanırım. Sadece Sympathy bile siyah beyaz
zamanları hatırlatmaya yetiyor ki kendisi de bizzat
siyah beyaz bir parçadır. Derginin ismini sırf logosu
pek bi uyumlu görünsün de şık olsun diye Siyah
Beyaz koymadık :)
Uriah Heep ile ilgili söylemek istediğim çok şey,
yazmak istediğim daha da çok şey var ama konu
Heep olunca derdimi istediğim gibi anlatacak
kadar çok cümlem yok sanırım. Naçizane yazıyı
burada bitirip, bu cümleye kadar okumuş herkesin
“Sympathy”i en az bir kez dinlemesini kişisel olarak
rica ediyorum. Firefly albümünü komple dinleyin
desem muhtemelen bu mp3 çağında o kadar vaktiniz
olmayacak, o nedenle makul takıldım.
ZELİHA KARAKOCA
Lüzumsuzluklar Üzerine…
Acıyım..Gerçeğim çünkü..
Limon çekirdeğinden çıkıp büyüyen sulu bir ekşilikte, lüzumsuz
muhabbetler silsilesinde, doğruluğu tartışılır önyargılar mertebesine
varıyor kelimeler.. Peki cümlelerin ne önemi var? Teşhir ettiğimiz
fikirler, ters çevrilip geri sokulmaya çalışılırken bir tarafımızdan (!)
Fikirsiz Ucubeler Sokağından, Önyargılı P*zevenkler Caddesine
çıktığınızda fikirsizlik önyargıyı besler. Fikirse önyargıyı düzer..
Pardon düzler!
Fikirler birleştirmiyor, aksine ayırıyor insanları… Sokakları, caddeleri,
şehirleri, ülkeleri ayıran duygular değil artık,
fikirlerden arda
kalmayanlar..
Hangi sokak hangi caddeyi, hangi cadde şehrin hangi bölümünü
kesip bu ayrımı oluşturur? Sokaklar biçim biçim yaşam kaynatıyorken
içinde.. Öyle ki buharı atmosferi deliyor. İklim değiştiriyor.. Ölüme
götürüyor dünyayı (!)
Kritik durumlarda fikir belirtmek ile gelen fikri karşılamak arasındaki
“iyi-kötü” eşitsizliği giderilemeyen ortamlarda sıkça karşılaşılan
lüzumsuz tartışmaların sonu hiçbir yere varmıyor. Peki zamanın ne
önemi yok?!?
Hepimiz sonsuzluk çarkındayız… Yalnızca bize dönüyor dünya…
Zamansa safça geçip gidiyor tabi, götürmüyor bir şeyi(!).. Sadece
bırakıyor seni bir köşesinde… Beyninde tınlayan üç beş kelimeyle
hatırlanan-hatırlanmayan zaman çelişkisine hoş geldin insanoğlu..!
Cümle bittiğinde anlam kazanıp zamana karışır kelimeler..Oysa
benim cümlem henüz bitmedi…
Ölenler arkasından ölmüş numarası yapacakları da yanında götürsün..
Bu kadar saygısızlık yapılamaz gerçeğe..
Ve benim cümlem hala bitmedi…

Benzer belgeler