Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 6 SAYI: 31
MAYIS/HAZİRAN 2012
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
İçindekiler
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 6 SAYI: 31
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2
D:3 Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON
(0352) 232 32 67
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA
[email protected]
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukukî sorumluluk yazarlara aittir.
“YENİ ANAYASA” TUZAĞI
Mustafa ÖZTÜRK 3
Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR5
ADI TÜRK OCAKLARIYLA ÖZDEŞLEŞEN LİDER
HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
(1885-1966)
TÜRK OCAKLARI’NIN 100. YILINDA:
Prof. Dr. Cihan DURA
6
HAYATINI İLKELERİYLE ÖRDÜ: 5
BİLİMCİLİK, MİLLÎ EGEMENLİK VE CUMHURİYETÇİLİK
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER 8
HER MÜSLÜMAN MİLLİYETÇİ OLMAYA
DİNEN MECBURDUR
Osman KARABABA 12
-(+4+4+4)+12=0 EĞİTİMDE
İsmail BOZKURT
14
AHSEN HOCA’NIN
SOHBETLERİNDEN
İKİ YANLIŞ
Mehmet KILINÇ
16
Bilgehan AYATA
19
“ALP” Mİ “ALP” MI?
İbrahim GÜNGÖR 20
ÖĞRENME STRATEJİLERİNİN ÖĞRETİMİ
PARAPSİKOLOJİ (1)
Prof. Dr. Osman CEYHAN 24
İsmail ÖZÖREN
26
SURİYE İLE SAVAŞA
SÜRÜLÜYORUZ
Mustafa EKİNCİ
28
NEVRUZ
Alper KEPEZKAYA 30
Bekir TEMUR 31
Yrd. Doç. Dr. Ali AHMETBEYOĞLU 32
BÂBÜR HAN
YURDUMUN SESİ
Mustafa ÖZTÜRK 35
KIRIM TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİ:
EĞİTİM
“YAZ BOZ TAHTASI”
YAPILINCA…
ANADOLU
MANZARALARI
HAKAN TUNÇ
42
3
Mustafa ÖZTÜRK
“YENİ ANAYASA”
TUZAĞI
Anayasa, bir devletin kimliğini, ana kurumlarını,
vatandaşının hak ve görevlerini belirleyen temel yasadır.
Türkiye, 1876’dan bu yana anayasalarla yönetiliyor.
Bugün meriyette olanı, halk oylaması sonucu 7.11.1982
tarihinde kabul edilen Anayasa’dır. Bu Anayasa’nın pek
çok maddesi, TBMM’de ve 12 Eylül 2010’da yapılan
halk oylamasıyla değiştirildi. Bugün ise tamamı hedefte… Yeni ve sivil bir anayasa yapılmak isteniyor. Bu,
Türk milletinin önüne konulan bir tuzaktır. Çünkü, yeni
ve sivil anayasa diyenlerin sinsi planlarını, kimliklerini
ve arkalarındaki küresel güçleri çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla bir defa daha bu konuyla ilgili fikirlerimizi halkımızla paylaşmayı gerekli gördük.
1. Yeni yasaları halkın ihtiyaçları belirler. Türk
halkının ihtiyacı yeni bir anayasa değil, milli sınırlar
içerisinde güvenli ve onurlu yaşamaktır. Türk halkı,
bölücü terör, işsizlik, partizanlık, yolsuzluk gibi sorunların çözülmesini istiyor. Bu sorunları mevcut anayasa
üretmediği gibi yapılacak yeni anayasa da çözemeyecektir.
2.Türk halkının ‘yeni anayasa’ talebi yoktur. ‘Vardır’ diyenler bu söylemlerini neye dayandırıyorlarsa
açıklasınlar. Halkın gündeminde böyle bir konu olmamasına rağmen varmış gibi göstermeye çalışıyorlar.
Çünkü kendilerine Batı emperyalizmi tarafından böyle
bir görev verilmiştir.
3. “Yeni Sivil Anayasa” diye tutturanların asıl amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin milli-üniter vasfını değiştirmektir. Hedeflerinde Anayasa’nın ‘Başlangıç’ bölümü ile değiştirilemez ilk üç maddesi bulunuyor.
Türk devletini can evinden vurmak isteyenleri şu şekilde gruplandırabiliriz:
a)Kürt kimliğinin anayasada ifadesini ısrarla talep
eden Kürtçü bölücüler
b)ABD-AB güdümlü sözde liberal yazar ve politikacılar
GÜNDEME BAKIŞ
c)Laiklik ve milliyetçilik karşıtı sözde islâmcımuhafazakar yazarlar
d)Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünden rahatsız olan
küresel güç odakları
4.Bir devletin anayasası, devlet ve millet birliğine
karşı oluşmuş ve oluşturulmuş grup ve örgütlerin dayatmalarıyla yapılmaz ve yapılmamalı. “PKK böyle
istiyor, AB şöyle istiyor diye yapılan anayasadan
Türkiye’ye hayır gelmez. Bunu durduk yere söylemiyoruz. Bu konu Oslo’daki MİT-PKK görüşmelerinde
ele alındığı ve bu toplantıyı organize eden koordinatör
ülke temsilcisinin, “Sizi buraya biz topladık. Abdullah
Öcalan’ın talepleri Mecliste görüşülecektir.” beyanı
üzerine ifade ediyoruz.
5. “Bizim anayasamız yabancıları neden ilgilendiriyor?” diye sormalı ve düşünmeliyiz. Bizi çok çok
sevdiklerinden midir? ABD’li düşünce kuruluşlarından
tutun da Avrupa Parlamentosu’na kadar bir yığın merkez bizim anayasamızın derdine düşmüştür. CIA’nın
Türkiye/ Orta Asya masası eski şefi Graham Fuller,
“ Kürt kimliğinin tanınması” nı talep ederken AP
Brüksel’de “Türkiye’de yeni anayasa süreci” konulu
konferansta “yeni ve sivil anayasa” nın temel ilkelerini
belirliyor. TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek bunlardan da görüş istemiş midir?
Bu toplantıya katılan ve hepsi de aynı görüşte olan
kişilere baktığımızda Türkiye’nin nasıl bir uçuruma
sürüklemek istendiğini görebiliyoruz: AP’nin Türkiye
düşmanları ile Kemal Burkay, Etyen Mahçupyan, Oral
Çalışlar, Bekir Berat Özipek gibi malum isimler bir araya gelerek ahkâm kesmişler ve “bölüme anayasası”nın
ilkelerini konuşmuşlardır.
“Türk milleti” kavramının anayasada yer almamasını isteyenlerin Türk milleti adına konuşmaları ve anayasa yapmaları kabul edilemez.
TÜSİAD ve TESEV gibi geniş toplumsal tabanı
olmayan dernek ve vakıfların talimat ve sparişle yazdırdıkları anayasalar, ancak kendi ve bağlı oldukları
4
Türkiye Cumhuriyeti’nin
İstiklâl Savaşı’yla kurulduğu
ve temel ilkelerinin
kanla yazıldığını herkese
hatırlatırız. Bu temel ilkelerin
kaldırılması halinde Türk
milletinin “direnme hakkı”
nın doğacağını da, bunu
yapanların hesaplamaları
gerekir.
odakların çıkarlarını yansıtır. Türk milleti bunlara ve
yazdıkları anayasa metinlerine asla itibar etmez.
6.İktidar yandaşı bazı yazarlar ile iktidar partisine
mensup bazı milletvekilleri de tıpkı Kürtçü bölücüler
gibi Anayasa’daki Türk sözcüğünden rahatsızdırlar.
Yeni anayasaya “Türk, Türk millet, Atatürk” kelimelerinin girmemesi için yoğun çalışmalar yapıyor, kamuoyunu etkilemek için her yolu deniyorlar. Dolayısıyla
TBMM’den milletimize yakışır bir anayasa çıkmayacaktır. Bu sebeple, hangi partiden olursa olsun Türklük
bilincine sahip tüm milletvekilleri uyanık olmak zorundadırlar. Tarihi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıya
bulunuyorlar.
7.7.11.1982 tarihinde Türk halkının yüksek katılımıyla kabul edilen Anayasa 17 kez değiştirildi; yine
bazı rutuşlar yapılabilir. Ancak, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı temel görüş ve ilkelerin belirtildiği
“Başlangıç” kısmı ile devletimizin vasıfları ve
kimliğini tanımlamayan ilk üç maddeye dokunulamaz,
dokunulmamalı. Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklâl
Savaşı’yla kurulduğu ve temel ilkelerinin kanla yazıldığını herkese hatırlatırız. Bu temel ilkelerin kaldırılması
halinde Türk milletinin “direnme hakkı” nın doğacağını da, bunu yapanların hesaplamaları gerekir.
Aynı şekilde, “Türk vatandaşlığı” nı tanımlayan
66’ncı maddede herhangi bir değişikliği doğru ve yararlı görmüyoruz.
Eğitim ve öğretim hakkını düzenleyen 42’nci madde
de aynen muhafaza edilmeli. “Türkçeden başka hiçbir
dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”
8. “Yerel yönetimlerin kuvvetlendirilmesi” ve
“adem-i merkeziyet” sözleriyle “özerk Kürdistan” ın
hedeflendiğini biliyoruz. 100 yıl önce çöp sepetine atılan bu projeyi kimse oradan çıkarmaya kalkmamalı.
9.Meriyetteki Anayasa’mız kuvvetler ayrılığını esas
almıştır. Doğru olan da budur. Ancak, siyasi iktidar
Meclis’teki sayısal üstünlüğü ve Yürütme gücünü kullanarak Yargı’yı kendisine maalesef bağlaya bilmiştir.
Oysa Yargı, tarafsız ve bağımsız olmalı. Anayasa’da
bunu sağlayacak maddeler mutlaka yer olmalı.
10.Demokratik hukuk devletinde “Özel Yetkili
Mahkemeler” olamaz, olmamalı. Olağanüstü dönemlerin mahsülü olan istiklâl Mahkemeleri ve Devlet Güvenlik Mahkemelerini her fırsatta eleştirenlerin Özel
Yetkili Mahkemeleri savunmaları bir çelişki ve tutarsızlıktır.
11.Kanun yapmada yetki ve görev TBMM’ye
aittir. Bu sebeple Hükümetin “Kanun hükmünde
kararnâme” çıkarma yetkisi olmamalıdır.
12.Anayasada denge olmalı. Ne anarşi ne diktatörlük… ikisine de kapalı olan anayasada denge sağlanmıştır. Bugün olduğu gibi geçmişte de yaşanan parti
diktatörlüğü ve çoğunluk hegemonyasına karşı önlemler mutlaka alınmalıdır.
13.Türk silah Kuvvetleri, Türk milleti ve vatanı
için vazgeçilmez bir güvenlik unsurudur. Bu nedenle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk toplumundaki etki
ve saygınlığının azaltılmasını, ABD’nin Orta Doğu ve
Orta Asya’daki operasyonel gücü haline getirilmesini
Türkiye’nin çıkarları açısından doğru bulmuyoruz.
TSK güçlü olmalı ama alanında kalmalı; anayasada da
en saygın şekilde yerini almış olmalıdır.
14.Her devletin anayasası kendine göredir. Dayandığı milletin felsefesini, kimliğini aksettirir ve bundan
doğal bir şey de olamaz. Dolayısıyla “renksiz, ideolojisiz, kimliksiz anayasa” önerenlere katılamıyoruz. Çünkü bir insan yığını değiliz ki anayasamız renksiz, ideolojisiz ve kimliksiz olsun. Biz Türk milletiyiz. Dilimiz,
kültürümüz, tarihimiz, ortak değerlerimiz var. Bunların
anayasada yerlerini almaları hem hukukî bir zorunluluk
hem de toplumsal bir hakdır.
15. “Yeni ve Sivil Anayasa” nın “değiştirilemez
maddeleri” ni değiştirmek ve bu yolla “Kürt sorunu”
nu çözmek maksadıyla gündeme taşındığı açıktır. Daha
demokratik anayasa sözü, sadece bir söz ve kamuflaj.
Demokrat iseler, ellerinden tutan yok, bugün de demokrat olsunlar. “Kürt sorunu”, yabancıların, emperyalistlerin tavsiyeleriyle; anayasaya terör örgütünün
istediği maddeleri koymakla çözülmez. “Taleplerini
karşılayalım da sorun bitsin.” diyorsanız o başka. O
zaman da Türkiye’nin bölünmesine hukuki alt yapıyı
hazırlamış olursunuz. “Yeni Sivil Anayasa” diye yanıp
tutuşanların bunu yapmak istediklerinden hiçbir kuşkum yok. Yani, tehlike büyük… Devleti kaybetmenin
korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz?
5
TÜRK OCAKLARI’NIN 100. YILINDA:
ADI TÜRK OCAKLARIYLA ÖZDEŞLEŞEN LİDER
HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
(1885-1966)
Kadir ÖZDAMARLAR
Yrd. Doç. Dr.
Türk fikir dünyasının ve Türk milliyetçiliğinin değerli bir temsilcisi olan
Hamdullah Suphi Tanrıöver 10.06.1966
tarihinde ölmüştür ki ölümünün 46.yılını
idrak ediyoruz.
Kendisi köklü bir aileden gelmiştir
.Babası eski maarif nazırlarından Abdullatif Suphi Paşa ve annesi de Havva
Hanım’dır.Ünlü edibimiz Sami Paşa-zade Sezai de amcasıdır.
Günümüzde Türklük üzerine oynanan menfi oyunları görünce böyle Türk
milliyetçilerinin önemi daha çok ortaya
çıkıyor. Ömrü boyunca siyasi hayatta
otuz dört yıl Türk Ocakları Genel Başkanı olarak, bir çok kere milletvekili ve
uzun yıllar elçi olarak görev yapmışken aynı zamanda
şair; yazar kalemi sustuğu zamanda da son derece etkili
hitabetleriyle ve konferansları ile Türk milletine hizmet
etmiştir.
1912 yılından başlayarak ömrünün sonuna kadar
Türk Ocaklarının kalbi olmuş ve Türkçülük meşalesini
elinde tutmuştur. İstanbul mitinglerinde yaptığı ateşli
konuşmalarıyla Milli mücadele ateşini ilk tutuşturanlardandır. Ayrıca, Meclis-i Mebusan’ın gizli celselerinde çok cesur sözler söylemiştir. İstanbul’dan Ankara’ya
milletvekillerinin akınını sağlayanlardandır.
Mitinglerdeki ve Meclis-i Mebusan’daki ateşli konuşmaları ile İngilizler tarafından arandığında
Ankara’ya gelip Milli Mücadele’ye katılan kendisidir.
Bundan dolayı da saray tarafından idama mahkûm edilmiştir.
Yunan toplarının Ankara’dan duyulduğu sırada Milli Eğitim Bakanı’dır. İstiklal Marşı’nın yazılışı ve kabulünde en büyük pay kendisinindir. Atatürk’ün sofrasının vazgeçilmez adamlarındandı. 1925 yılında türbeler
ve zaviyeler kapatıldığı zaman M.Kemal’e en sert eleştiriyi yapan ve eleştiren kendisi olmuştur. Ne zaman ki
1931 yılında Türk Ocakları kapatılınca, yurdu kırgın
olarak terk etmiş ve 1944’de elçilikten emekli olduktan
sonra yurda döndüğünde meclise girmiş ve türbelerin
yeniden açılması için ilk önergeyi yine kendisi vermiştir. Partide bu tavrı tepki çekince istifa etmiş ve DP’ye
girmiştir. Ne var ki DP sert davranışlar sergilemeye
başlayınca ve Türk Ocaklı aydınlara vaat edilenlerin
yerine gelmemesi üzerine bu partiden de ayrılarak ilkesinden sapmamaya çalışan ilkeli bir Türk milliyetçisi
olmuştur.
Türk kültürüne şu eserleri kazandırmıştır:
1.La Question Armanienne et Un
point de Vue Turc,Berlin 1919
2.Dağ Yolu,C.1,İstanbul 1929.
3. Dağ Yolu,C.2,Ankara 1931
4.Günebakan, Ankara 1929,
5.Anadolu Milli Mücadelesi, Ankara 1943
6.Namık Kemal Magosa’da ,byybty
Hem hayatını ve hem de düşüncelerini belirleyen iki çalışmanın da
önemini belirtmek isterim. Bunlar:
1.Mustafa Baydar, Hamdullah
Suphi Tanrıöver ve Anıları, İstanbul 1968
2.Dr.Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver,
Fethi Tevetoğlu Bey diyor ki: Milletler büyüklerine saygı göstermesini bilmelidirler. Bu saygıdır ki , o
millete yeniden bir takım büyük adamlar yetiştirir.Bu
saygının en iyi şekli de kitaptır.” Bunun anlamı şudur:
Büyüklerimizin örnek hayatlarını ve taşıdıkları Tük ülküsünü gelecek kuşaklara aktarmak için bilinenler yazılmalıdır. Tarihe bir not düşülmelidir.
Ölümünde Ali Hadi Okan adlı bir şairin şu mersiyesi okunmuştu:
“Ona açmıştı kucak memleketin her bucağı
Koştu mefkureli bayrakla Kızılelması’na..
…..
Türke ,Türk yurduna hizmetti bütün meşgalesi
Ocağın söndü yazık. Tanrıöver Meşalesi”
Türk oacaklarına uzun süre genel başkanlık yapan
“kocareis”i 45 yıl önce kaybettik ama adı ve aziz hatırası yaşıyor. Türk Ocakları Genel Merkezi iki yılda verdiği Armağanlardan birisini onun adına hasretmiştir.
Adı: Hamdullah Suphi Tanrıöver Türk Ocakları Kültür
Armağanı’dır. Bu yıl 14 Nisan 2012’de bu armağan
Prof. Dr Orhan Türkdoğan’a verilmiştir.
Her ne kadar, şair “Ocağın söndü” dese de Mehmet
Emin Yurdakulların, Yusuf Akçuraların,Hamdullah Supilerin yaktığı ocak sönmedi ve sönmeyecek. Dün Hamdullah Suphi’nin elinde olan meşâle bugün bir başka
önderin elindedir. Elden ele ebede doğru ama hep yükseklerde taşınacaktır, taşınmaktadır.
Ölümünün 46. yılında bu büyük insana bir Ocaklı
olarak binlerce rahmet diliyorum.
6
HAYATINI İLKELERİYLE ÖRDÜ: 5
BİLİMCİLİK, MİLLÎ EGEMENLİK
VE CUMHURİYETÇİLİK
www.cihandura.com
Prof. Dr. Cihan DURA
Atatürk öğretisi bence on ilkeye dayanır: Bilimcilik, Ahlak, Devrimcilik, Laiklik,Millî Egemenlik, Tam
bağımsızlık, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, , Halkçılık,
Devletçilik, Atatürk gerek özel hayatını, gerekse çalışma hayatını bu ilkelerle kurmuştur. Yalnız söylemleri
değil, hayatı da ilkeleriyle örülüdür. Okuduğunuz yazıda Bilimcilik, Millî Egemenlik, Cumhuriyetçilik ilkeleri kapsamında söz konusu paralelliğe ilişkin örnekler
veriyorum.
1) BİLİMCİLİK İLKESİ
a) Düşünce: Güzel Fikirlerdir İnsanı Unutturmayan.
Atatürk ne gösterişte, ne mevkide, ne rütbelerde ruhunu doyuran bir zevk bulamamıştır. O fikir peşinde idi.
Gerçek büyüklüğü; daima fikirleri uğruna savaşmakta,
bütün şan ve şerefleri fikirleri uğruna feda etmeyi göze
almakta aramıştır.
Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine “Atatürk”
adı verilmesi için bir yasa teklifi hazırlanmıştı. Atatürk
tasarıyı okudu, arkadaşlarına şöyle dedi:
- “Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi
için, şehirlerin adlarına sığınmak gerekmez. Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir, fikirleri tercih eder.”
b) Gerçekçilik: İnsan Hesabını Bilgiye ve Gerçeklere Dayandırmalıdır
Kurtuluş Savaşı sırasında İzmit’te görüştüğü Claude
Farrére kendisine sorar:
-Bu yaptığınızı mantık dışı, bir çılgınlık olarak yorumlayanlar var.
Verdiği yanıt şudur:
-Ben hesabımı mucizeye değil, gerçeklere ve rakamlara dayanarak yaptım.
Ve oturur, üşenmeden Fransız edibe, onu şaşkına
çeviren bir kesinlikle müttefiklerin, Yunanlılara, istedikleri yardımı neden yapamayacaklarını, onların iç
politikalarından gerekçeler getirerek kanıtlar.
c) Ufkun Ötesi: Ufkun Ötesini Görenin Dediği
de, Yaptığı da Doğru Çıkar
Mithat Şükrü Bleda anlatıyor:
Ankara’ya vardığımda Büyük Millet Meclisi’ne
gittim. Mustafa Kemal orada idi. Kendisine Malta’dan
kurtuluşumun şükran borcunu ödemek üzere ziyarete
Atatürk ne gösterişte, ne
mevkide, ne rütbelerde
ruhunu doyuran bir zevk
bulamamıştır. O fikir peşinde
idi. Gerçek büyüklüğü; daima
fikirleri uğruna savaşmakta,
bütün şan ve şerefleri fikirleri uğruna feda etmeyi göze
almakta aramıştır.
geldiğimi bildirdim. Mustafa Kemal gülerek:
-“Bu bir şey değil, göreceksin daha neler yapacağım” dedi.
Sonra beni kendi otomobiline bindirip Köşk’e götürdü ve akşam yemeğine alıkoydu. Onun böylesine
iyimser oluşu bana bir yandan cesaret verirken, bir yandan da Ankara yakınlarına kadar sokulan Yunan ordusunun nasıl bir tehlike oluşturduğunu göz önüne alıp
durumun nezaketini düşünüyordum.
Yemek esasında bir vesile ile sordum:
-Paşam, askerî durumu nasıl görüyorsunuz?
Yanıtı çok kesin ve kısa oldu:
-Yunan ordusunu pek yakında denize dökeceğim,
bunu iyi bilin!
Mustafa Kemal’in “denize dökeceğim” dediği düşman, Ankara’nın burnunun dibine gelmiş bulunuyordu.
Ancak o, herkesi etkileyen konuşmasıyla beni de inandırmıştı. Bütün tereddütlerime rağmen, söylediğini yapacağına inanmıştım, sordum:
-Peki, ama İstanbul’dakiler ne olacak Paşam, her tarafı işgal ettiler.
Şu yanıtı verdi:
-Onlar kendiliklerinden, hem de bayrağımızı selamlayarak çıkıp gidecekler.
Bu sözlerin bir gün gelip aynen gerçekleşeceğini nasıl kabul edebilirdim, nasıl akla gelirdi böyle bir sonuç?
Gazi sözlerine şöyle devam etti:
-Neler yapacağımı herkes gibi sen de duyacak ve
7
göreceksin; herkes gibi sen de şaşıracaksın.
Bu ne biçim bir kehanetti, bu nasıl bir inanç ve irade
idi!
2) MİLLÎ EGEMENLİK VE CUMHURİYETÇİLİK
a) Millet Meclisi: Meclis’e Saygı
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde bir gün ona yüklendiler:
-Meclis’in egemenliğine dokundurmayız. Meclis’in
egemenliğine saygı gösterilsin. Meclis’in egemenliği…
O, altın yeleleri kabararak nasıl da gürlemişti:
-Bu meclisi ben topladım, ben vücuda getirdim.
Kim kendi eserinin iyi olmasını istemez. Sizler sadece Meclis’e saygı gösteriyorsunuz. Ben bundan fazla
olarak aynı zamanda kendi eserime saygı gösteriyorum.
b) Meşveret: Cumhuriyet Görüşme ve Danışma
İster
Birgün Atatürk’e kuvvetinin sırrını sordum:
“Durur, dinlerim” dedi. Sonra tekrar etti:
“Dinlerim.”
Ve sustu.
c) Danışma: Hiçbir Kanaati Hâkir Görmemelidir
Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:”Paşam...”
demiştim, “şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların düşüncelerine nasıl olsa sonunda katılmayacaksın. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O halde, ne diye
onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin?”
Atatürk, yüzüme alaycı bir eda ile bakıp şu yanıtı vermişti:
“Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler
öğrenmişimdir; hiçbir kanaati hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi uygulasam bile,
herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.”
d) Danışma: İnsanlara İş Yaptırmak İçin, Onları
O İşe İnandırmalıdır
Dil ve Güneş Teorisi üzerinde çalıştıkları günlerdeydi. Dolmabahçe Sarayı’nda bir gece özel dairelerindeki çalışma salonunda Hikmet Bayur ile baş başa kalmışlardı. Dil ve Güneş Teorisi üzerinde Hikmet Bey’e
birtakım açıklamalar yapıyordu. Atatürk’ü Hikmet
Bayur’la çalışmaya bırakarak, bütün arkadaşlar yanlarından ayrılmış, odalarımıza çekilmiş, yatmıştık.
Ertesi sabah uykudan kalktığımız vakit, Atatürk’ün
hâlâ yatmadığını ve Hikmet Bayur’la yine baş başa akşamki gibi aynı durumda çalışmayı sürdürmekte olduğunu görünce, arkadaşım Salih (Bozok) Bey’le beraber
derhal yanlarına gittik. Yüzleri kıpkırmızı, Atatürk hâlâ
Hikmet Bayur’u inandırmaya çalışıyordu. Bir süre sonra çalışmaları bitti. Hikmet Bey de müsaadelerini alıp
çekildi. Yalnız kalınca, Salih Bozok:
-“Paşam, niçin bu kadar yoruldunuz”, diye sordu,
“Hikmet Bey yabancınız mı? Size bağlı bir arkadaşımız! Böyle olacaktır, demeniz yeterli değil mi? Sabahlara kadar onu inandırmak için kendinizi neden üzüyorsunuz?”
Atatürk’ün yanıtı şu oldu:
-Ha... İşte bu çok yanlış bir düşünce... Bilirsiniz ki
Hikmet Bayur inatçıdır. Onu inandırmak lazımdır. O,
bir kere inandı mı işi benimser.
SONUÇ
Atatürk’ün, ilkeleriyle ördüğü hayat sahnelerinden
aldığımız dersleri şöyle toparlayabiliriz:
- Güzel fikirleri olan, unutulmaz.
- İnsan hesabını bilgiye ve gerçeklere dayandırmalıdır.
- Ufkun ötesini görenin dediği ve yaptığı doğru çıkar.
- Cumhuriyet görüşme ve danışma ister.
- Hiçbir kanaati hakir görmemelidir.
- İnsanlara iş yaptırmak için, onları o işe inandırmalıdır.
8
HER MÜSLÜMAN MİLLİYETÇİ OLMAYA
DİNEN MECBURDUR
avehbiecer @ hotmail.com
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER
Milliyetçiliği (ulusçuluğu) zararlı gören birçok
akım var. Günümüzde bunların en önemlilerinden ikisi
küreselleşme (globalleşme) ve şeriat yönetimi (nizam
ül-islâm) taraftarlarıdır. Küreselleşme çok kültürlülüğü
yerleştirerek, millî (ulusal) hükümetlerin söz sahibi olmadığı, karşılıklı bağımlılık ağlarıyla örülmüş bir küresel topluma dönme idealidir. Bu idealin gerçekleşmesi
için her toplumun millî kültür ve geleneklerinden uzaklaşması, bunlara engel olan millet (ulus) ve milliyetçilik
fikirlerinin terk edilmesi gerekmektedir. Böylece millî
olmayan eğitimin, millî kültür ve geleneklere dayanmayan küresel bir hukukun hâkim olduğu, millî devletin
ve millî kimliğin tasfiye edildiği bir toplum oluşacaktır.
İşte bu anlayışın hâkim olduğu küreselleşme akımına
inananlar için millet ve milliyetçilik ayak bağı olarak
görülür.1
Millet ve milliyetçiliğe karşı olan diğer bir akım ise
siyasal İslâmcılar, şeriatçı yönetim taraftarlarıdır. Bunlar değişik adlarla anılırlar. İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan Haricîlik’den esinlenen Vehhabîler,
Selefîler, İbn Teymîyeciler, Cemaat-i İslâmîciler, Hizb
üt-Tahrîrciler, Ticâniler ve özellikle yurdumuzda büyük ölçüde etkisi bulunan Müslüman Kardeşler (İhvan
ül-Müslimîn)’dir. Leonard Binder’in “Modern Köktencilik” (Fundamentalism) başlığı altında ele aldığı2
Müslüman Kardeşler örgütüne göre İslâm hem inanç,
hem ibadet, hem din, hem devlettir, dinin koyduğu
nizam hayatın her yönünü içine alır, din insanî ilişki-
Millet ve milliyetçiliği korkulacak
öcü gibi gösterenler sosyolojik
anlamıyla millet ve milliyetçiliğin
gerçek içeriklerini saptıranlardır.
leri yönetir, dinle devlet ayrılmaz, eğitim ve kanunlar
millî değil islâmîdir, millet ve millî devlet toplumsal
birliği sağlayamaz, birlik için Müslüman olmak yeterlidir, dünyada Müslümanların birden fazla devletlerinin
bulunması caiz değildir, bütün Müslümanların bir tek
İslâm (şeriat) devletine bağlanmaları gerekir. Onlara
göre Türklerin 1924’te hilafeti kaldırmaları insanları
dinden uzaklaştırma hareketidir (2b). Hattâ eğitimle ilgili bir eserlerinde Atatürk hakkında “Türkiye’de İslâmı
yıkan” ifadesi kullanılır.3 Prof. Dr.K.KARPAT, Türkiye
Cumhuriyetinin millî, laik bir hukuk devleti olarak oluşumundan sonra bazı Arap basınında “Türkler, dinden
dönmüş, İslâmı terk etmiş gibi yaftalarla” adlandırıldığını yazar ve konuya şu cümlelerle parmak basar:
“Bu suçlamaların hararetini anlamak için 1930’larda yayınlanmış olan Reşid Rıza’nın EL-MENAR’ının
birkaç sayısını okumak yeterlidir. Günümüzde bile,
Türkiye ve İslâmın Türkiye’deki yeri hakkında tamamen cahil olup Türkler’e dinden dönmüşler olarak
saldırmayı sürdüren aşırı tutucu dinsel yayınlar bulunmaktadır.4”
Son zamanlarda –özellikle Humeyni hareketiyle,
yurdumuzda İslâm dininin İslâm kardeşliği ilkesi ileri sürülerek millet ve milliyetçiliğin İslâm dışı bir anlayış olabileceği propagandaları yaygınlaştırıldı. Ayrıca
bölücü ırkçı akımlar da Türk Milliyetçiliğini hürriyetçiliğe, demokrasiye ve insan haklarına saldırı aracı olduğu düşüncesiyle yurttaşlarımızın kafalarını karıştırmaktadırlar. Bu konunun aydınlığa kavuşturulması için
önce millet ve milliyetçilikten ne anlaşılması gerektiğinin ortaya konulmasını sağlamalıyız. Millet ve milliyetçiliği korkulacak öcü gibi gösterenler sosyolojik
anlamıyla millet ve milliyetçiliğin gerçek içeriklerini
9
Hakikatte milliyetçilik, bir kültür
hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı,
halka dayanan bir siyasî hareket
olarak da otoriter idare sistemini
reddeder. Bu bakımdan faşizm
örneğine bakarak milliyetçiliği
değerlendirmek her şeyden önce
yanlış misalden hareket etmek
olur
saptıranlardır. Milliyetçiliği marazî, saldırgan bir hastalık olan şovenizm (Chauvinisme-ırkçılık, kabilecilik,
kafatasçılık) ile karıştıranlar olduğu gibi milleti Arapça
karşılığı olan din ve millî kelimesini de dinî şeklinde
algılayanlar vardır ve bunlardan sonuncular bilimsel anlamdaki millet ve milliyetçiliğin İslâm diniyle
bağdaşamayacağını ileri sürerler. Oysaki gelişmişlik
ölçüsü olan bilimsel anlamdaki sosyolojik en büyük
toplum demek olan millet’in ırkçılıklar, kafatasçılıkla,
kabilecikle, saldırganlıkla ilgisi yoktur. Milletleşme ve
millet olmanın içinde bulunulan toplumla bütünleşme
bilinci olduğunu belirten bir bilim adamımız: “Bir millete mensup olmak demek, o milletin soyundan gelmiş
olmak demek değildir. Bu bir toplumsal mannerizm
(özenti), ortak duygu ve düşüncede insanların birlikteliği bilincidir5”diye yazar. Prof. Dr. Muharrem Ergin
bir makalesinde milleti şöyle açıklar:
“Millet, birbirine sosyal akrabalık bağlarından oluşan kardeşlikle bağlanan en büyük bir tabii cemiyettir.
Biz hepimiz dil kardeşiyiz, din kardeşiyiz, örf ve âdet
kardeşiyiz, dünya görüşü kardeşiyiz, sanat kardeşiyiz,
tarih kardeşiyiz. Bunları söylemekle sosyal akrabalık
bağları olan kültürün ana unsurlarının altı tane olduğunu da söylemiş olduk…6”
Burada “sosyal akrabalık bağı” olarak belirtilen
kültürü, içinde bulunulan toplumdan “öğrenilmiş davranışların bir bütünüdür ve belli bir cemiyetin üyeleri
tarafından paylaşılan ve aktarılan elemanlardan oluşan
davranış sonuçlarıdır 7” diye anlıyoruz. Bu öğrenilmiş
davranışlar kişilerde belirli bir kimse olmayı sağlar ve
bir gruba, topluluğa ait olma duygusu ve şuurunu kazandırır. Buna kimlik veya kişilik diyoruz. Kimlik “Ben
kimim?” sorusuna verdiğimiz, ama başka toplumlardan
bizi ayrı kılan, belli bir gruba ait olma duygusudur. Millet olma, bu ortak ait olma duygusu ve ortak kültürün
sağladığı mensubiyet ve bağlılık sonucunda oluşan sosyal yapıdır. Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudî Arsal ‘ a
göre milletin tarifi şöyledir:
“Aynı dili konuşan, aynı millî seciyeye (karaktere), müşterek tarihe, müşterek millî emellere malik
(sahip) olan kütledir8”
Bu tarifte ırk kelimesi yer almaz ve başka insanlara
saldırma ve ayrılıkçılık çıkartma teşvikleri de mevcut
değildir.Müşterek tarihten maksat, müşterek yaşamanın verdiği dostluk ve kaynaşmayı ifade eder.Bir okul
arkadaşımızı, bir asker arkadaşımızı yıllar sonra gördüğümüz zaman duyduğumuz yakınlık milli birlik unsurlarındandır. Birlikte yaşamışlıktan doğan yakınlıkla
asker arkadaşımızla kucaklaşmamızda onun soyu-sopu
düşünülmez, burada hatıraların oluşturduğu milli kimlik devreye girer. Atatürk millî devlet kurucusu olarak
“Ne mutlu Türküm diyene” vecizesini söylemiş ve
milliyetçilik anlayışını ortaya koymuştur. Bu vecizenin
yorumu: “Irkı, dini ne olursa olsun ben Türküm diyen,
Türk Milletine mensup olmanın gurur ve heyecanını
gönlünde taşıyan her Türk vatandaşı Türk milliyetçiliğinden nasibini almış demektir9” şeklinde yapılabilir.
“Ben Türküm” demekle insanlar bir boydan, ırktan olmaya zorlanmıyor. Değerli bir sosyologumuzun ifadesiyle: “Türkiye coğrafyası üzerinde yaşayan bir kimse
“Ben Türküm” demekle Türk olmaya zorlanmıyor…
Sadece sosyo-kültürel açıdan aşiret-kabile görünümünden çıkarak –milletleşme bilincine- erişme10”yi elde
ediyor. Anlaşılacağı üzere milletin ve milliyetçiliğin
oluşmasında birinci faktör millî kültürdür. Gerçek milliyetçiliğin saldırganlık, başka toplumları küçük görme
ve zorbalık ile ilgili olmadığını belirten merhum Prof.
Dr. Erol Güngör’ün şu cümleleri önemlidir:
“Hakikatte milliyetçilik, bir kültür hareketi olmak
dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasî hareket
olarak da otoriter idare sistemini reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek her şeyden önce yanlış misalden hareket etmek
olur11”
Siyasal İslâmcıların millet, dil, milliyetçilik ve vatan anlayışları beynelmilel Siyonist, komünist, küreselci… akımlarla paralellik arz etmektedir. Ancak bunlar
konuyla ilgili görüşlerini dine dayandırmak için konuyu İslâm Kardeşliği ilkesine oturtmaya çalışmışlardır.
Ama İslâm tarihi, Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamaları bunları yalanlamaktadır. İslâm Peygamberi
Tanrı’dan ilk vahyi aldıktan (M/610) üç yıl sonra (613)
10
, Şuara Suresi’nin: “Öncelikle eşini, dostunu, akrabalarını uyar. Sana uyan müminlere de kol kanat
ger” ayeti (XXVI,214-215) indi ve Peygamberimiz dinini önce yakınlarına bildirmekle görevlendirildi. Daha
sonra diğer kabilelere tebliğe başlayınca düşmanları
çoğaldı 617 yılında Peygamberi korumasız bırakmak
ve peygamberlikten vazgeçirmek için tüm Haşimoğullarına iktisadi ve sosyal ambargo uygulaması başlattılar. Henüz peygamberin soyu olan Haşimoğulları Müslüman olmamışlardı. Peygamberimizle birlikte Müslümanlar ve henüz Müslüman olmayan Peygamberimizin
bütün akrabalarına (Haşimoğulları kabilesine) üç yıl
süren bir ambargo uygulandı. Ancak Haşimoğulları,
dinine inanmamalarına rağmen Hz. Muhammed’i, ailesini ve O’na inananları düşmanlarına teslim etmediler,
korumakta direnç gösterdiler, ambargoyu kırdılar.(11b)
Haşimoğullarının üç yıl süren ambargoya direnmelerinde milliyet duygularının rolünün olduğunu söylemek
yeni bir keşif değildir. Rahmetli Kemal Edib Kürkçüoğlu, bir eserinde “ufuktaki tevhit hedefine milliyet yolundan varılır” der ve ilmî sosyolojik anlamda
milliyetçiliğin sağladığı birlik ve beraberliğin tesisinde
çok önemli roller oynadığına işaret eder12. Haşimoğullarının ambargoya karşı direnişleri bir milliyetçi davranıştır ve İslâm dininin yayılması bakımından büyük bir
rol oynamıştır.
Kur’an-ı Kerîm insanların milletler halinde yaşamalarını engelleyici hükümler taşımamaktadır. Siyasal İslâmcıların tek millet, tek devlet olma anlayışları
sosyoloji bilimine aykırı olduğu kadar Kur’an’a başka
bir ifade ile İlahî tensîbe (münasip görmesine, uygun
görmesine)’de uygun değildir. Zira Kur’an’da (Hucurat
suresi, XXVI,13) şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından
yarattık. Kendinize mahsus bir kimlik sahibi olmanız, birbirinizi farklı kimliklerinizle tanıyıp yardımlaşmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Ama
şunu da bilin ki Allah katında en değerli olanınız,
O’nun emir ve yasakları hususunda en duyarlı, en
dikkatli olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen,
her şeyden haberdar olandır.”
Bu ayetten anlaşılacağı üzere Yüce Tanrı insanları
bir anadan, babadan, insan türünde yaratmış ama daha
sonra onları kabileler ve milletler haline getirmiştir.
Başka deyişle milletlerin varlığı Kuran’da ilahî tensibi
olarak gösterilmiştir.
Siyasal İslâmcı akımlar Müslümanların ana dilinin
Arapça olduğunu iddia ederler ve bütün Müslümanların
(Bahailer ve Yahudilerde olduğu gibi) tek dil ile konuşmasını isterler. Bundan amaçları milliyet duygularının
yok edilmesidir. Dil milliyet için olmazsa olmaz niteliklerinden biridir. Kur’an-ı Kerîm ve Tanrı Peygamberi böyle bir anlayışı yalanlar. Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Eğer Tanrı dileseydi o kâfirlerin/müşriklerin
hepsini tevhid inancını benimsemiş bir topluluk
haline getirirdi” (Şûra suresi, XLII,8; Hud suresi,
XI,118)”
“Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin/lisanlarınızın ve ten renklerinizin farklı olması da O’nun
sınırsız kudretinin göstergelerindendir.Şüphesiz
bunlarda da hak ve hakikati idrak eden kimseler için
dersler ve ibretler vardır.. (Rum suresi, XXX,22)”
Bu ayetlerden de dillerin ve renklerin (ırkların), milletlerin varlığı ve farklılığı Tanrının büyüklüğünün delilleri olarak gösterilmektedir. Dillerin farklı oluşu da
insanların farklı topluluklar (milletler) haline gelmesi
sonucunu doğurur. Çünkü dil millî kültürün önemli
yapı taşlarından biridir. Batılı bilginlerden Humbolt’a
göre “Milletlerin ayrılmasını dil sağlar13” Prof. Dr.
Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle: “Aynı dili konuşan
insanlar millet denilen sosyal varlığın temelini teşkil
ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın ve kitle
olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir cemiyet, yani millet haline getirir14” Ayrıca ilahî irşad (uyarı) tarih boyunca her toplumun kendi
dilleriyle olmuştur (Bak: İbrahim suresi/4. ayet) Peygamberimiz de millî kültürün ve özellikle dilin toplulukların farklılaşmaları, milletleşmelerinde önemli rol
oynadıklarını bildirir. Suyutî’nin el-Hasais ül-Kubra
adlı kitabında (Haydarabad, 1320, II, 145) verilen bilgiye göre peygamberimiz “Kim Arapça konuşuyorsa
o Araptır” buyurmuştur. Ayrıca halkımız arasında yaygın durumda olar (Men teşebbehe bi kavmin fe hüve
minhu) “Kim bir kavme benzerse, o kavimden olur”
hadislerinden maksadın da kişinin dilini, dinini, kültürünü değiştirmesi olduğu bilinmektedir15. Bu konuda en
çarpıcı tarihî olay Kuzey Afrika’nın Araplaşmasıdır.
Peygamberimiz Medine’ye göç ettikten sonra orada
Yahudi-Arap, putperest, Hıristiyan, Müslüman… gibi
ayrım yapmadan bir şehir devlet vatandaşlığı statüsünde halkı bir devlet stratejisi altında topladı. 47 maddelik
bir anayasa etrafında birleştirdi. İslâm Peygamberi de
dinî olmayan alanlarda toplumun liderliğini yüklendi16.
Bu anayasa ile Hz. Peygamber, din ve ırk ayrılıklarına
rağmen Medine halkını vatandaşlık bağı altında bir
devlet birliği altında topladı. Kâb b. Malik’i de bu devletin sınırlarını belirlemekle görevlendirdi ve bu kişi
Medine’nin çeşitli yerlerine sınır taşları dikti. Anayasanın 39. maddesine göre sınırları çizilen Medine’nin
geliştiren mukaddes bir kurumdur. Konuyu değerli bir
sosyologumuzun bir cümlesiyle sonlandırmak istiyorum:
“Din ile milliyeti birbirine zıtmış gibi göstermeye
kalkışmak, dinin özünü ve sosyal fonksiyonları ile bunların dinamiğini bilmemekten ileri gelir18.
DİPNOTLAR
müşterek vatan olduğu ve bu sınırlar içinde kanun
hâkimiyetinin sağlanacağı, bu sınırların bütün vatandaşlarca müştereken korunacağı belirtildi. Sınırları
Kâb b. Malik tarafından işaretlenen bu vatanın korunması için bütün farklı din ve bağların mensupları savaşacaklar, yardımlaşacaklar, savaş masraflarını kendileri
karşılayacaklar. İslâm Peygamberinin bu uygulaması toprak için, vatan için savaşmanın meşruiyetine
(din yönünden yasallığına) bir delildir. Ayrıca Peygamberimizin “Vatan sevgisi imandandır” hadisleri
de halkımız arasında yaygındır.
Milliyetçi vatanını, milletini, bayrağını seven kişidir.
Milliyetçi için bayrak şeref, namus, hürriyet ve birliğin
sembolüdür. İslâm dini yönünden de bayrak, kutsal bir
semboldür, gerekirse önünde ölünür, yere düşürülmez.
O, bir bez parçası değildir. Savaşlarda Peygamberimiz
ordusu içindeki her kabileye farklı renkte ve şekilde
bayraklar vermiştir. Mute savaşında Zeyd b.Harise,
Abdullah b. Revaha ve Cafer b. Ebî Talip kendilerine verilen bayrağı yere düşürmemek için savaştılar.
Özellikle Cafer b. Ebî Talip savaşta bir kolu kesilince
bayrağı öbür eliyle tutmuş, iki kolu da kesilince bayrağı bacaklarının arasına alarak düşürmemeye çalışmıştır.
Bu kahramanlığı ve bayrağa saygısı sebebiyle Cafer
b.Ebi Talib’övücü ifadeler kullanmıştır.
İslâm dininde zekâtların, fitrelerin ve hayırların dağıtımında, yardımlaşmalarda öncelikle yakın akrabalardan başlamak emredilir (Bak: Tevbe suresi/59, Nahl
suresi/90) Bir kişi öldüğü zaman mirası Afrika’daki kıvırcık saçlı Müslüman kardeşine verilmez. Kur’an’da
mirasın yakın akrabalara dağıtılacağı emredilir (Bak:
Nisa suresi/2-13, 176.)
Buraya kadar özetlediğimiz bilgiler ışığında artık
bugün, ilmî (sosyolojik) anlamda, kendi milletinin yükselmesini, kalkınmasını, maddî ve manevî faziletler,
yücelikler kazanmasını, milletinin mutluluğunu amaç
edinen milliyetçiliğin İslâm dinine aykırı olduğunu
söyleyenlere İslâm dinini tanımadığını hatırlatabiliriz.
Bir din bilginimizin dediği gibi “Millet mefhumu, toplulukta içten ve özden bir sevişmeyi, yardımlaşmayı ve
dayanışmayı temsil eder… Mükellefiyeti (sorumluluğu)
temsil eden din, millî tekâmülün de ruhudur… Din milletin temsil taşlarından sayılmaktadır, dinsiz milliyet
davası olmaz17”. Bu bakımdan millet ve milliyetçilik
dine aykırı olmadığı gibi dinde millî duyguyu besleyen,
1
Bak: Mim Kemal Öke, Küresel Toplum ve Türkiye,
Ankara, 2004
2
Leonard Bender, Liberal İslâm,Çev.Yusuf Kaplan,
?,1996,2732b) Bu konular için bakınız: Abdullah Manaz. ,Siyasal
İslamcılık, I-II, İstanbul,2008; N. Çağatay, Türkiye’de Geçici
Eylemler, Ankara, 1972; A. Vehbi Ecer, Tarihte ve Günümüzde İhvan ül-Müslimîn Örgütü, Kayseri, 2000; Ecer, Tarihte
Vehhabî Hareketi ve Etkileri, Ankara, 2001;A.Vehbi Ecer,”İhvan
ül-Müslimîn (Müslüman Kardeşler) Örgütünün Din Anlayışı”
,Türkiye Günlüğü Dergisi, Kış-2012,sayı:109,20-25.
3
Ali Abdülhakim Mahmud, Vesail üt-Terbiye ind elİhvan il-Müslimîn. Kahire, 1989, 61.
4
Kemal H. Karpat, Ortadoğuda Osmanlı Mirası ve
Ulusculuk, İstanbul, 2000, 156.
5
Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, İstanbul, 1998, 392.
6
Muharrem Ergin, “Türk Millî Kültürü ve Dünya Görüşü
Üzerine”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim 1985, Sayı 4,
27-50.
7
Nermin Erdentuğ,, “Sosyal Antropoloji Eğitiminin Türk
Kişiliğinin Korunmasına Katkısı”, Türk Kültürü Dergisi, Ağustos 1987, Sayı 292, 32-36.
8
Sadri Maksudî Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik
Esasları, İstanbul 1979, 37.
9
Halil Cin, “Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı”, Türk
Kültürü Dergisi, Kasım 1983, Sayı 247, 3-11.
10 Türkdoğan, 393.
11 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul
1986, 110. 11b)Ambargo olayı ile igili bilgi için bakınız:A.Vehbi
Ecer, İslam Tarihi Dersleri-I, Kayseri,2000, 115-126.
12 Kemal Edib Kürkçüoğlu, Din ve Milliyet, Ankara,
1956, 6.
13 Bedia Akarsu, Wilhelm von Humboldt’da Dil-Kültür
Bağlantısı, İstanbul, 1955, 44.
14 M. Kaplan, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, İstanbul, 1977, 12,
15 Bu hadisin sadece kılık kıyafet, giyim kuşama ait olduğu anlayışının yanlışlığına şu hadis-i kudsi delildir: “Allah sizin
şekillerinize (yani kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz, fakat imanınıza ve amellerinize (yani eylemlerinize ve
iyiliklerinize) bakar (Müslim, el-Cami üs-Sahih, Kahire, 1987,
IV, Kitab ül-Bir’/Bab: 10)”.
16 M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 122./
17 Ahmet Hamdi Akseki, Abdurrahman Azzam’ın Ebedî
Risalet adlı (Çev: H.H. Erdem, İstanbul, 1961) eserine yazdığı
Ön Söz, 34.;Prof.Dr. Nadim Macit kitabında şöyle bir millet tarifine yer verir:”Millet,dil, kültür ve mefkure birliğiyle birbirine
bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi,içtimai bir heyettir..
Türk Milletinin var oluşunu sağlayan dil, kültür ve mefkure tarihi
tecrübelerden geçmiş muhkem direklerdir”.Bak:N.Macit,Türk
Milliyetçiliği,Kültürel Akıl,İçtihat ve Siyaset, Ankara,2011,28
18 Ünver Günay, “Din ve Sosyal Bütünleşme”, E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri, 1989, Sayı 6, 1-14.
Not: Makalede geçen ayetler Prof.Dr. Mustafa Öztürk’ün
“Kur’an-ı Kerim Meali-Anlam ve Yorum Merkezli
Çeviri”,başlıklı ( Adana,2011), mealinden alınmıştır
11
12
-(+4+4+4)+12=0 EĞİTİMDE
Cin NeT
karababaosman@ hotmail.com
Osman KARABABA
Dünyanın göz diktiği cennet bir ülke... Yer kürenin
3 stratejik konjonktürü olan gıda, su ve yer altı zenginliğinde en hayatî yer… Dünya enerji kaynaklarının
geçit güzergahı…
Türkiye…
Milyonlarca ton kömür, yardım paketleri ve yaratılan dilenme kültürü… AB ve ABD’nin desteği,
Pensilvanya’nın himmeti… Din’le Allah ile aldatan
münafıkların üstün gayreti…Din simsarlarının kazançlı ticareti… Yalaka, yandaş basın... Ve türbanla aklı
başından alınan ve hipnoz edilen oy sandıkları coştu;
ve “milli irade”(!) yüzde 49’la üçüncü kez iktidar!
Küresel güçleri ve global çeteleri arkasına alanlar;
“Ülkeyi pazarlayacağız” derken… Ve neticede zata
mahsus çıkarılan kanunlar, kanun yapmak yerine rantlaşan Kanun Hükmünde Kararnameler, AB-ABD güdümlü kararlar, Bürüksel, Kopenhag kriterleri tek zatın
bir sözüyle gerçekleşirken…
Yalaka, yandaş basınla medya; güllük gülistanlık
edildi dünya… Güya?
Marifetlerine bir bakar mısınız?
İletişim-haberleşme yabancıların elinde… Millî
egemenlik AB vesayetinde… Verimli topraklar, stratejik yerler, limanlar, dereler, ırmaklar, doğal kaynaklar, para eden kurum ve kuruluşlar yabancılara peşkeş
çekilmiş... Bankalar, borsalar yabancı sermayenin
elinde… Borç yüzünden 40 milyon can ipotekte…
Tarımda kendini besleyebilen dünyada 7 ülkeden biri
iken, küresel şebekenin istekleri doğrultusunda dışarıya bağımlı hale getirilmiş…
Cari açık HİV virüsü! Yoksulluk %19’la gizli verem… İşsizlik bitmez kabus! Ülkede ranta endekslendi
namus… Adalet kayıp! Yargının siyasileştiği haykırılıyor.
ABD hazırladığı Büyük Ortadoğu Projesi’yle Orta
Doğuyu kan gölüne çevirecek, Türkiye dahil 24 İslam
ülkesinin haritasını açıkça değiştirmeye başladı. Irak’ı
üçe parçaladı. Afganistan işgalde. Mısır, Tunus yönetimi elinde… Libya iki parça… Türkiye sopasıyla
Suriye’ye zorla girmek üzere...
Projenin eşbaşkanı başbakan!
Durum böyle olunca BOP tıkır tıkır işliyor.Ve sıra
Türkiye’de; Doğu Anadolu bölgesinde “Kürdistan”
naraları atılıyor. Kürtçe eğitim ve özerklik kapıda…
Nihayet ülke 9 yıl içinde bölünmenin eşiğine getirildi.
Cumhuriyet ve laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan tescilli ve sabıkalı iktidar ise “dindar
gençlik yetiştireceğiz” teranesinde ısrarlı.
“Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.”
diyen bu iktidarın “dindar gençlik” yetiştireceğine inanıyor musunuz?
Bu yüzden eğitime el attılar.
Zihinlerinden geçen eğitimi vermek için 4+4+4
şeklindeki zorunlu eğitimle ilgili yasa, dünyada eşi
ve benzeri görülmedik bir biçimde Meclise getirildi.
Fırtınalar koptu, hortumlar oluştu, çınarlar devrildi,
boğazlar sıkıldı. “Tek zat”ın ihtiraslarına ve tahakküm
hırsına eller havaya kalktı ve “ışık” hızıyla kanunlaştırıldı.
Dünyada benzeri görülmedik bir olay!
Türkiye’de 172 üniversite, on binlerce akademisyen, 9 bin lise, 34 bin ilköğretim okulu, 27 bin okul
öncesi ve toplamda 70 bin okul müdürü, 5 bin dershane, yüzlerce özel okul, eğitimde binlerce otoriter,
yazar, çizer, düşünür, sivil toplum kuruluşları vs. dururken bunlara danışmadan…
Başında bilim hırsızı bir Bakanla, eğitimden bihaber dört vekille zorunlu eğitim yasası, gerekli araştırma yapılmadan, gizli emelleri uğruna, şu an 16
milyon öğrencisi olan bir ülkenin eğitim sistemini tepe
takla ettiler ya..
“Kuran-ı Kerim” öğretilmesi ve “dindar gençlik”
yetiştirilmesi adına “kindar gençlik” nifak tohumu
atıldı Anadolu’ya…
Yaptıkları yapacaklarının teminatı olan bu iktidarın “Kuran-ı Kerim” öğreteceğine inanıyor musunuz?
4+4+4 şeklindeki eğitim sistemiyle ülkede her
şey kökten değiştiriliyor. Âti, maziden koparılıyor.
Anlaşılan o ki, ancak böyle şeytani bir sistemle dünya
Bizler Kuran’ın öğretilmesinden
değil, küresel eşkıyaların uşağı olan
ve din dışı faaliyetlerini ve zalimliklerini din kılıfıyla paketleyen zihniyetin,
milletin başına büyük bela açmasından korkuyoruz.
üzerinden Türk milletinin adı, sanı, sonra da varlığı
silinebilir. Evet, isterseniz komplo teorisi sayın, ancak
yaptıkları yapacaklarının teminatıdır.
Müridi tarafından dokunmak bile ibadet sayılan devrin sultanı: “Kuran öğretilmesinden niye
korkuyorsunuz?”diyor.
Hayır, Kuran öğretilmiyor. Arapça okunması öğretilerek din, bugüne kadar yaptıklarının teminatı olarak
ranta çevrilmesi için kullanılıyor.
Kuran, din tacirlerince istismar edilerek halka uyku hapı olarak veriliyor. Haçlı yardakçılarının kılıçlarına takılan Kuran sayfalarıyla; ümmet-i
Muhammed’in başı kesiliyor, Fenerlerle hakkı gasp
ediliyor...
Dünyanın bugün yaşanmaz duruma gelmesinin
sebebi Kuran gerçeğinin hep saptırılması değil midir?
Bizler Kuran’ın öğretilmesinden değil, küresel
eşkıyaların uşağı olan ve din dışı faaliyetlerini ve zalimliklerini din kılıfıyla paketleyen zihniyetin, milletin
başına büyük bela açmasından korkuyoruz.
Cahiliye dönemi uygulamalarının “din” gibi
gösterilmesinden ve İslam’la bağdaşmayan bir
yaşam biçiminin “din” diye dayatılmasından korkuyoruz.
Bu millet;
Kuran’ın öğrenilmesinden değil; Müslüman geçinen, ama Haçlının hançeriyle Müslümanlara saldıranların dininden…
Afganistan, Libya, Suriye, Mısır, Irak, Tunus, Bahreyn, birçok İslam ülkesinde Müslüman’ı Müslüman’a
kırdıran küresel eşkıyanın maşası olan Müslüman
maskeli idarecilerin yaşayışından…
Kuran’ı yakanların yanında saf tutan, Hz. Peygamberimize (a.s) hakaret edilmesini “özgürlük” olarak
yorumlayan keferenin NATO Genel Sekreteri olmasına onay verenlerin din anlayışından…
Irak’a milyonlarca Müslüman kadına tecavüz etmek için giden Haçlı sürülerine dua edenlerin din ritüelinden…
Kuran’ın öğrenilmesinden değil, (ki, zaten öğretilmiyor, Arapça ezberletiliyor) ülkeyi bölünmeye sürükleyen gafillerin yaşadığı dinden korkuyor.
Ülkede on yıldır laiklik ve cumhuriyet karşıtı
eylemlerin sabıkalı ve tescilli odağı olan, halkı din’le
Allah ile aldatan ve İslam’ı siyasete alet edenlerin
genç nesle Kuran öğretilmesine inanıyor musunuz?
Türk eğitim sisteminin altını üstüne getirilmesinin
asıl sebebi “Kuran öğretilmesi” değildir ki!
Eğitimde FATİH Projesi diye yutturmaya çalıştıkları proje aslında Fırsatları Aşırma ve Teknik
İğdişleme Hareketidir.
Çünkü bu projenin bütün harcamaları ek çıkarılan
kanunla Kamu İhale Kanunu dışında tutulmuştur.
(4+4+4), bir rant şifresidir. Milli eğitimde çağ
atlama, dijitalleşme projesi olarak tanıtılan bu kandırma projesi deveyi havuduyla götürmek içindir. İşte
ihalesiz, denetimsiz yapılacak harcamanın boyutu:
Bu yeni sistemle bu yıl eğitime başlayacak olan 6
yaş grubu bir milyon öğrenciyi de ekleyince ülkede
öğrenci sayısı 17 milyona, derslik sayısı 710 bine, öğretmen sayısı 700 bine ulaşacak.
Bu duruma göre:
1)Akıllı tahta (etkileşimli); 710 bin adet, 5 yılda
bir yenileme şartıyla 4 milyar 260 milyon $.
2)Tablet Bilgisayar; 17 milyon adet, 3 yılda bir
yenileme şartı, 16 milyar $.
3)Elektronik içerik, aylık 5 dolardan 710 bin sınıf
için hibe edilecek.
4)E-içerik; aylık 5 dolardan 16 milyon öğrenci için
15 yıl süreli, 15 milyar $.
5)İnternet; aylık 10 dolardan 710 bin derslik için,15
yıl süreli, 1 milyar 278 milyon $
6)İnternet; 16 milyon öğrenci, aylık 10 dolar, 15 yıl
süreli, 28 milyar $.
7)6 yaş grubundan doğan 40 bin derslik ve müştemilatı; arsası, donanımı hariç.
Proje bedeli: 64 milyar 540 milyon $.
Toplamda:100 milyar $.
İhalesiz, kendinden menkul bir rant!..
Millet için cinnet!..
Çünkü “Zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik, cürüm
işlemek için teşekkül oluşturmak, suçu ve suçluyu övmek, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek, ihtilasen
nitelikli zimmet (bilgi hırsızlığı), sahte belge düzenlemek, görevi kötüye kullanmak…” vb nice yüz kızartıcı
suçlardan dokunulmazlık zırhıyla korunan çok sayıda
vekil sanığın kümelendiği bir iktidar partisinin, partizanlarına rant kapısı yapmayacağını kim garanti edebilir?
Eğitimi kökten değiştirmeye kalkmaları Allah’a
yemin olsun ki bu yüce milleti düşündükleri için
değil, gelecek neslin dindar yetişmesi için hiç değildir!..
Çünkü neslin dindar, mükemmel ve sorgulayan
nesil olarak yetişmesi ne iktidarı elinde tutan küresel
emperyalist çetelerin ne de bunların işine gelmektedir.
Kim bilir, belki de 4+4+4 şeklindeki eğitim sistemi; Büyük Ortadoğu Projesi’ne malzeme yetiştirilmesi içindir.
Bu da -(+4+4+4)+12=0 demektir.
Bilmem anlatabildim mi?
13
14
AHSEN HOCA’NIN
SOHBETLERİNDEN
İsmail BOZKURT
Ahsen Hoca, bizim mahallenin okumuşlarının en
mutemet emeklilerindendir. Haftanın belli günleri onun
gelmesini Süslü Bekir’in kıraathanesinde bekleyen
müşterileri vardır. Cuma namazını müteakip teker teker
oraya düşerler. Kırmızı kalın çuha kaplı tahta masanın
etrafında toplanırlar. Ahsen Hoca da herhangi bir sorunu olmaz ise, randevusuna hiç ihmal etmeden katılır.
Kuran’ı anlamak hakkı bilmekle
gerçekleşir. Kuran’ı anlayan kimse dini
anlama ölçeğinde dindar demektir.
Bu dindar ise insanı sever ve hakkını
teslim eder. Sevmeye ve yardımına da
en yakınından başlar. Bunun adına
da bir isim vermek gerekiyor ise
‘milliyetçilik’ denir.
Dirsekleri masada, kulakları Hoca’da, elleri suratlarına yapışık olarak çıt çıkarmadan Ahsen Hoca’yı dinlemek onların bir ibadet vecdi içerisinde görevleri idi.
Süslü Bekir ev sahibi görevini yürütürken hem hizmet
eder, hem de ortalığa soru sorarak kendi kendine konuşmaya başlar. Öyle sorar ki bazen sorduğu sorunun
içinde cevabı da saklı olur. Ondan da alabildiğince zevk
alır.
Hep zamane üstüne söyler durur. Eksik kaldığı yerler olursa Ahsen Hocan’ın gözüne bakar, Hoca anında
tamamlar. Hiç tahammül edemediği şeylerden biri, çok
açık seçik farklı muamele gören zengin, fakir cenazeleridir. Etrafa bakar, hayıflanır durur. Ondan sonra da
şöyle der: “Zenginin yurduna mı? Fakirin merdine
mi?” Göğsünden kabararak söylerken dişleri sanki kilitlenir gibi olur. Gözleri dolar. Burun delikleri Demirci
Şükrü’nün körüğü gibi açılır açılır kapanır.
Mezarlığa seslendirme cihazı ile giden şamatacılara “toy avcısı” diye hitap eder. “Bunlar hiç mi düşünmezler ki yerin altındakilerin yerin üstü ile bir
dertleri yoktur.” der de Ahsen Hoca’ya bakar. Hoca
eksiği tamamlar. Ve der ki: “Süslü kardeş, sana bir şey
söyleyeyim de sakın unutma! O mezarda gördüğün şatafatın hiç birisi ölen kişi için değildir. Geride kalanların kendilerini takdim ve tatmini içindir. Geçenlerde
bizim Hırpıtlı Osman’ı gördüm, inan ki çok sevindim.
Tüyü tozağı düzmüş emme velâkin sakal bırakmış, şalvar giymiş, gıdığını kazımış bembeyaz etmiş, bileğine
de üç devir bir tespih dolamış, ‘Sakın örf mörf diyerek
dine bir takım musallatlar sokmayın.’ diyor. Şaşırdım
kaldım. Daha dün usulüne uygun abdest almasını bilmeyen bizim Osman, defolu artık mal satan parçacılar
gibi durmadan konuşuyor. Halbuki, ne örfü bilir ne de
sünneti. Oraya yapacağı harcamayı sessizce bir fakire
harcasa kimin haberi olacak? Emsalleri içinde kim ona
itibar edecek?”
Gençlerden Şinas söz alarak: “Hocam, öyleyse mezarlarımız kayıp mı olsun.” dedi. “Hayır öyle bir şey
demedim. Belli olsun, sade olsun. Yazısı da olsun, işareti de bulunsun. Ancak, şato gibi olmasın, demek istiyoruz.”
Şinas yeniden söz aldı: “Ya Hocam! Öyleyse biz ana
ve babalarımıza haklarını nasıl helal ettireceğiz?”
Ahsen Hoca şöyle cevap verdi: (“Sevgili Şinas,
her davranışın, her hareketin, hatta ibadetteki düzgünlüğün ve dürüstlüğün öyle olsun ki, ölçü hak ve
hakkaniyetle sonuçlansın. İşte o zaman sizin dürüst
davranışlarınız anne ve babalarınıza dua olarak
dönecektir. Hakkı bilmek için Kuran’ı anlamak
gerekir. Ne mezar süslemek, ne sakal uzatmak, ne
de şalvar giymek dindarlık değildir. Dindarlık, dini
akıl öncelikli olarak kavramaya çalışmaktır. Daha
doğrusu mekânları süslemek değil, gönülleri yumuşatıp, vicdanlara hükmedecek olan Kuran’ı anlamaya çalışmaktır. Kuran’ı anlamak hakkı bilmekle
gerçekleşir. Kuran’ı anlayan kimse dini anlama ölçeğinde dindar demektir. Bu dindar ise insanı sever
ve hakkını teslim eder. Sevmeye ve yardımına da en
yakınından başlar. Bunun adına da bir isim vermek
gerekiyor ise ‘milliyetçilik’ denir. Milliyetçiliğin
hedefi, her türlü hizmete milletinden başlatmakla
olur. Milliyetçilik, milleti bir bedenin uzuvları gibi
hissetmek değil midir? Bu uzuvların her birine aynı
derecede dikkat ve hizmet etmek; akıl, izan ve iman
sahibi her mükellefin görevidir.”)
Nefes almadan dinledikten sonra Süslü Bekir: “Bas-
tır Hocam bastır!” dedi. “Bastır ki bu günlerde bu sözlere ihtiyacımız vardır. Nerede ise dinle milliyeti kavga
ettirecekler. Milliyetçiliği dinin düşmanı ilan edecekler.”
Hem ‘zalime karşı olmak, hem
de mazluma sığınak olmak’ bizim
İslam öncesi hal ve harekâtımızın
nişanesidir. Bu hal ve harekât ise
İslam’ın özüdür. Yurdun ve dinin
korunması İslam’da mükellefin
zorunlu sayılan ödevlerindendir.
“Olur mu sevgili Süslü, bizim örfümüz dinimizin
temel direği olmuştur. Bizim örfümüz bizi dini hayatımızda hiç yanıltmamıştır. Hatta şunu söyleyeyim:
İslamiyet’le şereflendirildiğimiz zaman Din’i Mübin’i
İslam’a ters düşen bir örfümüz olmamıştır. Hem ‘zalime karşı olmak, hem de mazluma sığınak olmak’
bizim İslam öncesi hal ve harekâtımızın nişanesidir.
Bu hal ve harekât ise İslam’ın özüdür. Yurdun ve dinin
korunması İslam’da mükellefin zorunlu sayılan ödevlerindendir.
Bak sevgili Şinas! Araya Süslü girdi de Kuran’ı anlamayı tamamlayamadık. Satuk Buğra Han’ın rüyasından
beri bizim atalarımızın hedefi, İlayı kelimetulah’ı yeryüzüne duyurmak olmuştur. Orta Asya’dan Avrupa’nın
ortalarına kadar hilali gökyüzünde dalgalandırırken ererbaş ve komutanları kim varsa uydukları tek şey vardır
ki o da bizim örfümüzdür.
Herkes pür dikkat Hocayı dinliyordu. Hoca da coşkun bir ifadeyle anlatıyordu:
“Milletimize, milliyetimize, örfümüze ve geleneğimize dine aykırı diye musallat olan varsa bilesiniz
ki cehaletinden değilse şüphesiz hainlik yapmaktadır.
Türk tarihinin seyri içerisinde bozulmadan devam edip
gelen milletimizin sünneti, Sünneti Rasule ters düşmemektedir. Mala, cana ve mesaiye ait her türlü cömertlik,
dine uygun olarak sadece Türk milletinin örfünde mevcuttur. Vatan sevgisi imandan ise, vatan savunmasının
özünü temsil eden askerlik, Türk örf ve geleneğinde
adam olmanın alâmetifarikasıdır. ‘Komşusu aç iken tok
gezen bizden değildir’ Hadis’i Şerifi kadar hatta daha
da eski olan bizim örfümüzdeki ‘ülüş komşuluğu’dur.
Ülüş komşuluğu, komşuda pişenin komşu tarafından
kokusu duyulduğu takdirde içine sinmeyeceği düşüncesi ile komşuya tattırılmasıdır.”
Ahsen Hoca, vecde gelmişti. Kendinden geçercesine anlatıyordu: “Düğünlerimiz, toylarımız ve bezeri
faaliyetlerimizin hepsi de fakiri kollamak için düzenlenmiş şeylerdir. Mevsimlik ve sağanlık koyun keçi
veya inek ikram ederek mevsim sonu geri almak hangi
toplumun örfünde vardır? İslam veya başka dinden olsun. Sadece Türk örf ve geleneklerinde görebilirsiniz.
15
Bu ise en güzel sadaka’ı fıtır değil midir? Bila ücret
komşunun biçilemeyen ekinini biçmek, asker eşlerine
ve ailesine yardım etmek, herhangi bir sebepten ıstarda
kalan kilimini komşu kızların toplanarak dokuyup sahibine teslim etmesi İslam kardeşliğindeki yardımın özü
değil midir?”
Sözün burasında Şinas’ın sesi yükseldi: “Allah Allah! Şimdi anladım hocam, berhudar olasın. Anlatırlardı büyüklerimiz kıtlık senesi falancaların mallarını
birer ikişer paylaştık da yaza kadar ücretsiz olarak besledik derlerdi. Demek ki bunların hepsi aynı gayeye
hizmet için yapılan şeylermiş.”
“Bak sevgili Şinas, bu iş öyle gürültü kopararak
yapılacak iş değil. Yönetici isen ‘Diclenin kenarında
kurtun kaptığı koyundan’ sorumlusun. Hangi sebepten olursa olsun açlık gibi bir olay sonucu meydana gelen ölümden sorumlusun. Mevzuat müsait
diyerek elde ettiğin mallarının üzerinde diğer bir
Türk tarihinin seyri içerisinde
bozulmadan devam edip gelen
milletimizin sünneti, Sünneti Rasule
ters düşmemektedir. Mala, cana ve
mesaiye ait her türlü cömertlik, dine
uygun olarak sadece Türk milletinin
örfünde mevcuttur. Vatan sevgisi
imandan ise, vatan savunmasının
özünü temsil eden askerlik, Türk
örf ve geleneğinde adam olmanın
alâmetifarikasıdır.
müminin nazarı varsa ondan da sorumlusun. Bir
başkasının bu gibi kazanç elde etmesine muavenet etme durumunda isen yine sorumlusun. Gerek
nefsin için, gerek başkaları için olsun bu elde edilişlere bir de din kılıfı geçirme gayretinde olursan
öbür dünyada yakanı kurtaramazsın. Burada da tutulması muhakkak olmasına olan inancımı teyiden
derim ki, öbür âlemde iki yakanın bir araya gelmeyeceğine imanım tamdır. Bak sevgili Süslü, sevgili
Şinas! Müslümanım diyenlere bakarak Müslümanlığı (İslamiyet) değerlendirmek doğru değildir. Müslümanın yanlışı İslamiyet’in yanlışı değildir. Müslümanın örnek alacağa kaynak, Allah’ın kitabı Kuran
ve peygamberin sünnetidir.”
Süslü Bekir: “Anladım Hocam hem de iyi anladım.”
diye içtenlikle konuştu. Hoca da ona dönerek sözlerini
şöyle tamamladı. “Anladı isen Türk örf ve geleneği ile
uğraşanlara de ki: ‘Hocam, toprağın altı üstünden daha
uzun’ diyor. Dediğimi söyle. Belki irkilirler. Bu günlük
bu kadar yetmez mi Süslü?”
16
İKİ YANLIŞ
Mehmet KILINÇ
Sosyal medya adı verilen Facebook v.b paylaşım/
iletişim kanallarında sık sık rastladığım çok yaygın iki
yanlış beni bu yazıyı yazmaya sevk etti.
Maalesef insanlarımızın pek çoğu okuma ve
araştırma zahmetine katlanmıyorlar; bu sebeple birinin
yaptığı yanlış tekrarlanıp yaygınlaşıveriyor.
KÜR ŞAD MARŞI adıyle bilinen ve rahmetli
ATSIZ1 (1905-1975) hocaya mal edilen bir şiir var;
şöyle:
KÜR ŞAD MARŞI
Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz.
Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na.
Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin,
Değişilir topu da bir sokak kaltağına.
Kür Şad’ın nârasıyla indik Tanrı Dağı’ndan,
Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından.
Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur,
Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur!
Delinse yer, çökse gök; yansa, kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yürürüz yine yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.
Bu şiirin birinci ve üçüncü dörtlüğü Atsız’a aittir;
ilk dörtlük onun YOLLARIN SONU adlı şiirinden
(bu şiirin üçüncü dörtlüğü); üçüncü dörtlük ise yine
Atsız’ın TÜRKLERIN TÜRKÜSÜ adlı şiirinden (bu
şiirin son dörtlüğü) alınmıştır.
KÜRŞAD MARŞI’nın İKİNCİ DÖRTLÜGÜ
ise Atsız’a ait değildir. (Meselenin en çirkin yanı
da budur. Başkasına ait bir şiir parçasının Atsız’a
mal edilerek rahmetlinin bir çeşit hırsız durumuna
düşürülmesi çok acıdır.) Bu dörtlük, 3 Mayıs
1944 hadiselerinden sonra açılan ve IRKÇILIK
TURANCILIK DAVASI olarak bilinen davada
Atsız ile birlikte yargılanan öğretmen FAZLIOĞLU
CEMAL OĞUZ ÖCAL2 (1913-1971)’a aittir ve onun
M.T.T.B. (Millî Türk Talebe Birliği)3 nin milliyetçi
gençleri için yazdığı altışar mısralı beş bendden oluşan
GENÇLİK MARŞI adlı şiirinden alınmıştır.
Bu şiirlerin asıllarını aşağıya alıyorum.
(KÜR ŞAD MARŞI’na alınan dörtlükler koyu
harflerle yazılmıştır.)
KÜR ŞAD MARŞI’nın ilk dörtlüğünün alındığı
Atsız’a ait “Yolların Sonu” şiiri:
“YOLLARIN SONU
Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize
Gidiyorum: gönlümde acısı yanıkların...
Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda.
Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların
Yalnız bir hâtırası kaldı artık yanımda.
Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz;
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na.
Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin
Değişilir topu da bir sokak kaltağına.
İster düşün... Kendini ister hayale kaptır...
Uzar uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.
Bakarsın aldanmışsın, gördüğün bir seraptır
Sevimli bir hayale açılırken kolların.
Ey doğunun alnımı serinleten rüzgârı!
Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!
Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları;
Düştüğü yer uzakta “DİLEK” adlı bir saray.
O sarayda bulunca Tanrılaşan erleri
Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.
Hepsi sussa da “Kür Şad” uzatarak elini;
‘Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun!’ diyecek.” 4
KÜR ŞAD MARŞI’nın ikinci dörtlüğünün alındığı
F.Cemal Oğuz Öcal’ın GENÇLİK MARŞI adlı şiiri:
“GENÇLİK MARŞI
Kendilerinden çok şey beklediğimiz, ümit ve
17
istikbal
güneşlerimiz, M.T. T. Birliği mensuplarına hudutsuz
sevgilerimle...
Atamız Oğuz Kağan, armamız Bozkurt bizim,
Ergenekon bizimdir, mukaddes Özyurt bizim!
Toprak bizim, su bizim, mâzi bizim, şan bizim;
“KIZIL ELMA” yolunda dökülecek kan bizim!..
Çarpışmaktan yılar mı bahadır doğan erler?
Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!..
***
Kür şad’ın nağrasıyla5 indik tanrı dağı’ndan,
Kandırdık ruhumuzu orhun’un kaynağından!...
Bu kaynaktan içenin bilekleri tunç olur,
Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur!...
Savaşmaktan yılar mı bahadır doğan erler?
Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!..
***
Tutuşmuş saçlarımız birer arslan yelesi,
Yanıyor alnımızda hürriyet meş’alesi!..
Türk için ağlayacak, Türk için güleceğiz,
Hür doğduk anamızdan, yine hür öleceğiz!..
Çarpışmaktan yılar mı bahadır doğan erler?
Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!..
***
İdealist gençliği yaşamıyor sananlar,
Görsünler, ne haldedir: Birleşip inananlar!..
Çiğnedik bir hamlede biz her turlu zilleti;
Olmak için tarihin yine ustun milleti!..
Savaşmaktan yılar mı bahadır doğan erler?
Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!..
***
Delinse gök, çökse yer, gürleyecek türkümüz;
“EN BÜYÜK TÜRKİYE”yi yaratmaktır ülkümüz!..
Sevdiğimiz üç şey var: ALLAH, VATAN, HURRIYET;
Yaşasın Türk gençliği, yaşasın Cumhuriyet!..
Çarpışmaktan yılar mı bahadır doğan erler?
Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!..”6
(Dikkat edilirse Gençlik Marşı’nın ikinci bendindeki “bilekleri” kelimesi de Kür Şad Marşı’nda “yürekleri”
haline getirilmiştir.)
KÜR ŞAD MARŞI’nın son dörtlüğünün alındığı Atsız’a ait “TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ” adlı şiir:
“TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ
Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa,
Türk’e boyun eğdirir yalnız töreyle yasa;
TEBRİK
Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa,
Onu kanla söndürür, parçalarız, yeneriz. Dergimizin yazarlarından
Biz Turfan’ı yarattık uyku uyurken Batı,
Nuh doğmadan kişnedi ordularımın atı.
Sorsan şöyle diyecek gök denilen şu çatı:
Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz.
Delinse yer, çökse gök; yansa, kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli türkleriz.”7
***
İkinci yanlış da şu:
Sayın Osman SEL’in oğlu
Oğuzhan SEL ile Meral TÜRKOĞLU
5 Mayıs 2012’de ömür boyu beraberliğe adım
atmışlardır.
Yeni çifti tebrik eder mutluluklar dileriz.
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
18
Rahmetli Atsız hocanın Türklerin Türküsü adlı
şiirinin ikinci dörtlüğünün ilk mısraındaki “TURFAN”
kelimesi “TUFAN” olarak yazılıp okunmaktadır.
Turfan, Türkistan’da bulunan Türklere ait çok eski
bir medeniyet merkezinin adıdır. Bu tarihî yerleşim
merkezinde birçok arkeolojik kazı yapılmış, eski Türk
medeniyetine ait yüzlerce eser bulunmuştur. Atsız,
bu eski Türk medeniyet merkezinden bahsetmekte,
Batı dünyası uyurken Türklerin Turfan’da örnekleri
görülen çok yüksek bir medeniyet meydana
getirdiklerini ifade etmektedir.(Bir fikir sahibi
olunması için belirtmeden geçemeyeceğim: Türkler
Maden Devrinin son çağı olan Tunç Çağını yaşarken
Batı, Taş Devrinin başlangıcını yani Yontma Taş
Devrini yaşamaktaydı.)
“Turfan” ile “Tufan”ın arasında bir bağ yoktur.
(“Turfa”, “yeni açmış; taze yaprak” anlamında
ağızlarda kullanılmakta olan bir kelimedir. “Yeni
çıkan, ilk olarak görülen, mevsiminden önce veya
sonra yetiştirilen sebze, meyve” anlamındaki
“turfanda” kelimesi de bu “turfa” ile ilgilidir).
“Turfan”ı “Tufan” olarak algılama hatasına
düşülmesinin sebebi bir sonraki mısrada zikredilen
Nuh peygamberdir. Atsız, Nuh peygamberden
bahsetmekle Türklerin Hz. Nuh’tan çok önce var
olduğunu, dolayısıyle çok eski bir tarihe sahip
olduklarını ifade etmek istemiştir. (Turfan kazılarında
elde edilen eserlerin M.Ö. 9000/dokuz bin/ yıllarına
ait olduğu ifade edilmektedir ki bu bilgiler Türklerin
tarihini en az 11000/on bir bin/ yıla çıkarmaktadır. )
Okuyan, araştıran, düşünen yüksek nitelikli
nesiller yetiştirildiğinde milletimiz, içine sürüklendiği
maddî ve mânevî bunalımlardan da kısa sürede
kurtulacaktır.
(Endnotes)
1
Çiftçioğlu Hüseyin Nihal Atsız: (1905-1975). Meşhur
Türkçü yazar, şair, öğretmen, Türkolog.
2
Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal: (1913-1971). 1913
yılında Konya Seydişehir’in İncesu köyünde dünyaya geldi.
İstanbul Erkek Öğretmen Okulundan mezun olarak 1935 yılında
öğretmenliğe başladı. Sekiz yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan
sonra 1943’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümüne
girdi. 3 Mayıs 1944’te Hüseyin Nihal Atsız’ın Ankara’ya
gelişi dolayısıyla düzenlenen öğrenci nümayişine katıldığı için
devrin idaresi marifetiyle okuldan atıldı ve Tek Parti İdaresinin
baskılarıyla aralarında Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş,
Ankara Musiki Muallim Mektebi müdürü Orhan Şaik Gökyay,
Hikmet Tanyu, Türk Tarihi Profesörü Zeki Velidî Togan, Reha
Oğuz Türkkan , Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Cihat Fethi
Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel, Hamza Sadi Özbek,
Hasan Ferit Cansever gibi Türkçülerin de bulunduğu IrkçılıkTurancılık adi verilen davada tutuklandı. On bir aya mahkûm
edildi; fakat mahkûmiyet kararı temyizden (yargıtaydan) döndü
ve davanın diğer sanıklarıyla beraber beraat etti. Öğretmenliğe
dönemediği için piyasada değişik işlerle uğraştı. 1947 yılında
zorluklarla öğretmenlik mesleğine döndü. 1971 yılında İstanbul’da
vefat etti.. Millî duyguları terennüm eden şiirleriyle tanindi.
Şiirleri Orhun, Bozkurt, Çınaraltı, Tanrıdağ, Bucak, Serdengeçti,
Toprak, Türkeli, Büyük Dâvâ, Ocak, Büyük Türkeli gibi
dergilerde yayınlanmıştır. Eserleri: Yurttan Sesler (1939), Türk
Geliyor (1944), Ata Sevgisi (1946), Savulun Kızıllar Gençlik
Geliyor (1949), Türk Çocuklarına Millî Marşlar (1951), Her Şey
Vatan İçin (1953), Kıbrıs’a Seferim Var (Makale ve şiirler 1958),
Ramazan Şiirleri (1960), Eyüp Sultan’ı Ziyaret (1960), Olan Oldu
Bizlere (1960), Yavrularımıza Okul ve Bayram Şiirleri (1960), Bir
Millet Şahlanıyor (Bütün şiirleri) 1968.
3
M.T. T.B. (Millî Türk Talebe Birliği): 14 Aralık 1916
yılında Darü’l -Fünûn (üniversite) gençliğini bir araya getirmek
amacı ve Türkçü bir düşünce ile kurulmuş bir öğrenci derneğidir.
Amblemi kuruluşunda ay-yıldız içinde koşan Bozkurt iken 1970’li
yılların başında değiştirilip Bozkurt yerine kitap konmuştur.
Cemal Oğuz’un yazdığı Gençlik Marşı, o z zamanki milliyetçi
M.T. T.B. gençliği için yazılmıştır
4
Atsız, Yolların Sonu, 11. Sayfa; Ötüken Yayını, 1977
5
nağra: Nâra; şairin imlâsı aynen muhafaza edilmiştir
6
Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal, Bir Millet Şahlanıyor, 147.
Sayfa; Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1968.
7
Atsız, Yolların Sonu, 51. Sayfa; Ötüken Yayını,1977
Kayseri’nin 175. Şehidi
10 Nisan 2012 tarihinde Amasya’da mayın patlaması sonucu şehit olan Jandarma Er
Murat Erdem’e Allah’tan rahmet diler, ailesine ve Türk milletine başsağlığı dileriz.
19
“ALP” Mİ “ALP” MI?
Bilgehan AYATA
Sokaktaki vatandaştan haber
sunucularına, öğretmeninden
siyasetçisine değin pek çok kimse, bu
sözcüğü yanlış telaffuz etmektedir.
Yiğit, cesur, kahraman anlamına gelen “alp” sözcüğü ilk kez 8. yüzyılda yazılmış, Göktürklerden kalma
Orkun yazıtlarında karşımıza çıkar. “… alp erin ölürüp
balbal kılu bertim” (yiğit erlerini öldürüp balbal yapıverdim, Bilge Kağan anıtı, güney-doğu yüzü.), “Alp
Şalçı akin binip oplayu tegdi” (Alp Şalçı kır atına binip sabırsızca hücum etti, Kül Tigin anıtı kuzey yüzü.).
Bu cümleler, yazıtlarda onlarca kez geçen bu sözcüğün
kullanımının yalnızca iki örneğidir.
Göktürk alfabesi dördü ünlü olmak üzere otuz sekiz
harften oluşur. Ünlü işaretlerinin az olması dolayısıyla
bugünkü alfabemizden farklı olarak hemen her ünsüz
harfin kalın ve ince olmak üzere iki şekli vardır. A ve e
sesi aynı işaretle verildiğinden sözcüğün, sözgelimi, sal
mı sel mi okunacağı ünsüzlerin kalınlık ve inceliğinden
(sal) ,
(sel).
anlaşılır.
Alp sözcüğüne dönelim. l(e) harfinin kalını,
l(a);
l(e) şeklindedir. Alp sözcüğü Göktürk Yaincesi ise
zıtları’ndaki özgün metinde ince l(e) ile değil, kalın l(a)
ile yazılmıştır. Türkçede kalın ünlülerden (a,ı,o,u) önce
ya da sonra geldiği hâlde ince okunan l(e) sesi yoktur.
Hâl, ekol, hol, Bilal, hilal, faal gibi sözcükler Türkçe
olmadığı için l(e) sesi kalın ünlü yanında bulunmasına
karşın ince okunur. Öyleyse “alp” sözcüğü öpöz Türkçe olmasına rağmen niçin yabancıymışçasına davranılmaktadır? Sokaktaki vatandaştan haber sunucularına,
öğretmeninden siyasetçisine değin pek çok kimse, bu
sözcüğü yanlış telaffuz etmektedir. Ziya Gökalp’in değil Ziya Gökalp’ın, Ziya Gökalp’tan, Ziya Gökalp’a vs.
denmelidir. Alperen, Alparslan derken dil yuvarlaklaştırılmamalıdır.
Diğer bir yanlış “kendi, aynı ve aksi” sözcüklerinin
kullanımında görülmektedir.
Bilindiği üzere “kendi” dönüşlülük zamiridir ve
sözcüğün kökü/gövdesi “kendi”dir. Şimdi bu zamiri ki-
şilere göre çekimleyelim:
ben+im kendi+m
sen+in
kendi+n
o+nun kendi+si
biz+im
kendi+miz
siz+in
kendi+niz
onlar+ın kendi+leri
Burada da görüldüğü üzere, ünlüyle biten bir sözcüğün üçüncü teklik kişi çekiminde sözcüğe +si iyelik
eki gelmektedir. Peki, konuşma ya da yazıda üçüncü
kişiden söz ederken niçin “kendi bilir, kendi kendine
konuşuyor, kendi gelsin vs.” diyoruz. “Rauf kendi gelsin.” kullanımı doğru olsaydı “Vatan sevgi imandandır.” Kullanımının da doğru olması gerekirdi; çünkü
“vatan[ın] sevgi+si” nasıl belirtisiz isim tamlamasıysa “Rauf[un] kendi+si” de aynı şekilde belirtisiz isim
tamlamasıdır.
“Aynı” ve “aksi” sözcükleri de “kendi”de olduğu gibi yanlış kullanılmaktadır. Bu sözcükler yerine
göre sıfat ya da ad olarak kullanılabilir. Yanlışlık, ad
olarak kullanıldıklarında ortaya çıkmaktadır. Örneğin,
“Denktaş’ın aynından bulmak zordur.” cümlesi bozuktur; çünkü “Denktaş’ın aynı” isim tamlamasında tamlanan eki olan iyelik eki yoktur. Cümle, “ Denktaş’ın
aynısından bulmak zordur.” olarak düzeltilmelidir. Bu
yanlış o kadar yaygınlaşmıştır ki TDK’nin 2005 yılı
basımı Türkçe Sözlük’ünde aynı ve aksi sözcüklerinin
örnek kullanımında şu cümlelere yer verilmiştir: “Bu
kalem sizinkinin aynıdır.”, “Salıncağın ipini sallandığı
istikametin aksine çekti.”. Doğrusu “sizinkinin aynısıdır” ve “istikametin aksisi” olmalıdır. “Aslının aynıdır”
kullanımı da resmî belgelerde sıklıkla görülen yanlışlıklardan biridir.
Bu ve buna benzer yanlışlıklar, bu sözcüklerin sonundaki ünlülerin iyelik eki olarak algılanmasından
kaynaklanmaktadır; oysaki, bu ünlüler ek değil, sözcüğün kökündeki seslerdir. Sözcüklerin kökleri “kend”,
“ayn”, “aks” değildir; “kendi”, “aynı” ve “aksi” dir.
Dolayısıyla bunlarla tamlama kurulacaksa sonlarına
+sı, +si iyelik ekleri getirilmelidir.
Adam sen de! Ne önemi var? Denecek olursa Türk
dilinin engin söz varlığından şu atasözünü hatırlatırız:
Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı kurtarır.
20
ÖĞRENME STRATEJİLERİNİN
ÖĞRETİMİ
İbrahim GÜNGÖR
Öğrencilerin okuldaki
başarılarında kendi kendilerine
öğrenme ve öğrenmelerini
izleme yeterlikleri önemli rol
oynamaktadır. Bu nedenle
öğrencilere bütün öğrenim
kademelerinde kendi kendilerine
öğrenmeleri ve öğrenmelerini
izleme becerileri öğretilmelidir.
Öğrenciler bilişsel (zihinsel) ve yürütücü biliş
(metacognition) becerilerine sahip olmadıkça, onlara
akademik konuları öğretmek ya da onların öz öğretimli
öğrenciler haline gelmesini sağlamak oldukça zordur
ya da çoğu zaman boşuna zaman harcamaktır. Öğrencilerin okuldaki başarılarında kendi kendilerine öğrenme
ve öğrenmelerini izleme yeterlikleri önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle öğrencilere bütün öğrenim kademelerinde kendi kendilerine öğrenmeleri ve öğrenmelerini izleme becerileri öğretilmelidir.
Öğrenme stratejilerinin etkili olarak kullanımı,
öğrenme stratejileri hakkında şu bilgileri öğrenmeyi
gerektirir;
1-Öğrenciler öğrenme stratejilerin türleri, tanımları birbirleriyle benzerlikleri, birbirlerinden farlılıkları
nelerdir gibi konularda bilgilendirilmelidirler. Örneğin;
öğrenciler not alma ve altını çizme stratejilerinin ne
demek olduğu, öğrencinin öğrenmesine ne tür katkıları
olduğu, aralarındaki benzerlik ve farklılıkların neler olduğu hakkında bilgiye sahip olmalılar ki öğrenme stratejilerini etkili olarak kullanabilsinler.
2-Öğrenciler, öğrenme stratejilerinin nasıl kullanılacağı konusunda bilgilendirilmelidirler. Örneğin; matris halinde not alma ve altını çizme nasıl kullanılmalıdır? Not alınacak matris nasıl hazırlanmalıdır? Altını
çizerken neden altını çizmeliyiz? Neden tüm sözcüklerin altını çizmemeliyiz? vb. soruları cevapladıklarında
öğrenciler, öğrenme stratejilerini etkili olarak kullanabilirler.
3-Öğrenciler, belirli stratejileri ne zaman ve niçin
kullanmaları gerektiği konusunda bilgilendirilmelidirler. Örneğin; matris halinde not alma, hangi durumda
ve niçin altını çizmeden daha etkili olarak öğrenmeyi
sağlayabilir? Kısaca öğrencilerin bu soruların cevaplarını öğrenmeleri gerekir.
Öğrenme Stratejilerini Öğretme Yaklaşımları
Bu konuda iki temel yaklaşım vardır. Biri; doğrudan öğretim, diğeri ise, karşılıklı öğretme yaklaşımlarıdır.
Doğrudan Öğretim
Gagne’ye (1985) göre, öğrenme stratejilerinde anlatılan öğretme stratejilerinin tamamı öğrenme stratejilerinin öğretiminde de kullanılabilir. Özellikle öğrenme
stratejilerinin ne olduğunun ve nasıl kullanılması gerektiğinin öğretiminde doğrudan öğretim yaklaşımının
etkili olduğunu gösteren kanıtlar bulunmaktadır (Senemoğlu, 2002).
Doğrudan öğretim yaklaşımı öğretmenin, öğrencilerin konuyla ilgili ön öğrenmelerini kullanıma hazır
hale getirmesini; öğretilecek davranışı açıklamasını,
göstermesini; daha sonra öğrencinin bu davranışı göstermesi için fırsat vermesini; öğrenciye yaptığı davranış
hakkında dönüt vermesini kapsamaktadır. Öğretmenler
bu yaklaşımı genel olarak, öğrenme stratejilerini öğrencilerine sunmada da kullanabilirler. Öğrenme stratejilerini, doğrudan öğretim modeliyle öğretme basamakları
şunlardır;
a-Basamak 1: Dersin hedeflerini açıklayınız ve
öğrencileri öğrenmeye hazır hale getirilmesi: Öğrencilerin dikkatini öğrenilecek konu üstüne çekme ve dersin
hedeflerini açıklamada, öğrenme stratejilerini öğrendikleri takdirde daha kolay ve etkili olarak öğrenebileceklerini, daha iyi performans gösterip yüksek notlar
alacaklarını somut örneklerle gösteriniz.
b-Basamak 2: Belirli bir stratejinin açıklanıp
gösterilmesi: Sözel açıklamalar ve gösterme yoluyla
stratejiyi öğretiniz. Öğrencinin stratejiyle ilgili önceki
bilgileri ile yeni bilgilerini ilişkilendiriniz ve stratejinin
nasıl işlendiğini, öğrencilere gösteriniz. Özellikle yüksek sesle düşünerek, stratejiyi kullandığımızda öğrenme için zihnimizde ne olup bittiğini, ne gibi bilişsel süreçlerin harekete geçtiğini, ne gibi işlemlerin olduğunu
öğrencilere açıklayınız.
c-Basamak 3: Öğrencilere, öğretmen rehberliğinde alıştırma fırsatlarının sağlanması: Anında dönüt
almaları için, stratejiyi daha iyi kullanana öğrenciler arkadaşlarına rehberlik edebilirler. Ancak, bu rehberliğin
sizin denetiminizde olması gerekir.
d-Basamak 4: Öğrencilerin stratejiyi anlayıp
anlamadıklarını kontrol edilmesi:
e-Basamak 5: Öğrencilerin alıştırma yapmalarını durdurup, stratejiyi kullanırken ne tür problemlerle
karşılaştıklarının belirlenmesi: Öğrencilerin stratejiyi
kullanırken zihinlerinde ne olup bittiği hakkında sesli
düşünmelerini sağlayınız ve yaptıkları ile ilgili dönüt
veriniz. Strateji ile ilgili tartışmayı sürdürünüz.
f-Basamak 6: Bağımsız alıştırma ve transfer yapmalarının sağlanması: Stratejiyi bağımsız olarak kullanmaları için fırsatlar veriniz ve daha sonra alıştırma
ödevlerini ne derecede başardıklarını birlikte değerlendiriniz. Sonuçları hakkında bilgi vererek eksiklerini
tamamlamaları, yanlışlarını düzeltmeleri için gerekli
ipuçlarını sağlayınız (Senemoğlu, 2002).
Karşılıklı Öğretme
1-Öğrenme stratejilerinin öğretiminde özellikle de
okuduğunu anlama stratejilerinin öğretiminde doğrudan öğretim modeline alternatif olarak karşılıklı öğretme yaklaşımı kullanılmaktadır. Karşılıklı öğretme yaklaşımı, öğretmenin öğretme-öğrenme sürecinde sunuş
yapmasından çok, model olmasını gerektirmektedir.
Brown ve Palincsar’a (1984) göre öğretmen, yaratıcı
bir biçimde düzenlediği öğrenme yaşantıları yoluyla
öğrencilerine model olur. Öğrenme stratejilerini nasıl
kullandığını sesli bir biçimde düşünerek gösterir. Daha
sonra öğrencilerin bu öğrenme stratejilerini ya da bilişsel becerileri öğrenmelerini sağlamak için, onları teşvik
ederek, destekleyerek, onların bu öğrenme stratejilerini
kullanmalarına yardım eder. Karşılıklı öğretme yaklaşımı, öz öğretimli öğrencilerin özellikle dört temel kavrama stratejisini kazanmalarında daha etkilidir. Bunlar
(Senemoğlu, 2002); 1. Özetleme, 2. Soru sorma, 3.
Açıklığa kavuşturma, 4. Tahmin etmedir.
2-Bu stratejileri öğretmek için öğretmen önce,
sesli düşünerek nasıl özet yapılacağını öğrencilerine
gösterir. Daha sonra metinle ilgili nasıl soru sorulacağını, yine sesli düşünerek açıklayıp soru sorar. Üçüncü adımda, metinde tam olarak anlaşılmayan, açıklığa
kavuşturulması gereken noktaları, sesli düşünerek bulur ve açıklayarak bu basamağı da model olarak örneklendirir. Dördüncü basamakta da, metnin bundan
sonra nasıl devam edebileceğini yine sesli düşünerek
tahmin eder. Öğretmen özetleme, soru sorma, açıklığa
kavuşturma ve tahmin etme stratejilerini model olarak
gösterdikten sonra bu kez öğrenciler, öğretmenin rolünü alır ve kendileri stratejiyi kullanarak arkadaşlarına
model olurlar. Bu yaklaşımı kullanırken öğrencilerin küçük gruplara ayrılmalarının sağlanması ve grup
içinde her bir öğrencinin öğretmen rolünü alması daha
etkili bir yol olabilir. Öğrenciler stratejiyi, sesli düşüne-
rek uygularken gerek öğretmenlerinden gerekse diğer
arkadaşlarından dönüt alarak desteklenmeli, stratejiyi
öğrenmeye teşvik edilmelidir (Senemoğlu, 2002).
Öğrencilerin başarılı olabilmeleri için kendi öğrenmelerinin nasıl gerçekleştiğini bilmeleri ve daha
da önemlisi kendi öğrenmelerini kendilerinin izlemesi
gerektiğini bilmeleri öğrenmelerini daha verimli hale
getirecektir. Bu sayede kendilerine hazır reçete olarak
ezbere verilen 500 soru çöz, 1000 soru çöz gibi öğütlerin gerçeklerle pek de uyuşmadığını, asıl önemli olanın
kendi öğrenmelerini kendilerinin izlemesi gerektiğini
fark edeceklerdir. Sevgi ve saygılarımla…
Kaynakça
Senemoğlu, N. (2002). Gelişim Öğrenme ve Öğretim
Kuramdan Uygulamaya. Ankara: Gazi Kitabevi.
21
22
PARAPSİKOLOJİ (1)
Tanımı-Kapsamı-Tarihçesi)
Ünsal ARSLANKAYA
Yunanca “para” (ötesinde, arkasında) kelimesi ile nakli-uzaduyum, yakınımızda veya uzağımızda bulupsikoloji kelimelerinin birleşiminden oluşan parapsi- nan kişilere düşünmelerini istediğimiz fikir kalıplarıkoloji; Psikolojinin ötesi, metafizik (doğa ötesi,beş du- nı zihinsel olarak gönderip onların beynine sokmak
yunun göremediği) alemi incelemeye çalışan bir bilim veya onların ne düşündüklerini anlamaya çalışmak),
dalıdır.
Prekognisyon (önceden bilme, zihinsel olarak olacak
Bizler yaşadığımız dünyaolayları önceden algılayabilmek
yı ve evreni; görme, duyma,
için zaman çizgisi üzerinde ileriye
dokunma,tatma ve koklama
doğru ön görü egzersizleri), PsiOrtaçağ
karanlığında
duyularımızın yardımı ile üç
kometri (ruhsal ölçüm), Astral seboyutlu (uzunluk, genişlik, vücut bulmaya çalışan yahat (Beden dışı yolculuklar; Rüyükseklik) olarak algılayıp bu psişik yetenekleri
yada yapılanları daha kapsamlı ve
verilerin beynimizde ortaya çıbilinçli olarak uyanıkken yapmak),
kardığı elektriksel titreşimleri gelişmiş insanlar
Ölüm eşiği deneyimleri, Cinler ile
aklımız sayesinde anlamlandı- büyücü ve cadı olarak iletişim kurma, Metafizik istihbararak yaşadığımız ortama uyum
rat çalışmaları, Ruhsal yapılarına
diri
diri
ateşe
atılmakta
sağlamaya çalışırız. Ayrıca evgöre insanların kişilik analizlerini
rendeki gelişim süreçlerini ve iken, Osmanlıda ilim
belirlemek v.s gibi zihinsel çalıştabi ki kendi gelişimlerimizi
maların yanı sıra; Fiziksel temas
erbabı
hocalar
olarak
takip edebilmek, hayatı kolaysağlamadan cisimler üzerinde dülaştırabilmek için; bir cismin saygı görmekteydiler.
şünce gücü ile etkileşim sağlamak
uzay boşluğunda bir noktadan
(Telekinezi), Levitasyon (maddediğer noktaya varıncaya kadar
ler ile yerçekimi arasına düşünce
kat ettiği yolu anlayabilmemiz
gücü ile müdahale ederek uçmave adlandırabilmemiz için de
larını sağlamak), Ezoterizm ve
“zaman” kavramını kullanırız. Bunu da üç boyutlu al- okültizm v.s.
gılama metotlarımızın yanına koyarak “dördüncü bir
Ortaçağ Avrupa’sında önceleri metapsişik ve parapboyut” oluştururuz. Oysa dünyamız ve dünyamızın sişik (ruhbilim) terimleri kullanılıyordu.
dışında ki gezegenlerin dönüş hızları, manyetik çekim
Metapsişik (ruhlar alemi) terimi, Aristo’nun (M.Ö
alanları ve bir birleriyle etkileşimleri farklılık göste- 384-M.S 322) “metafizik” kitabının isminden esinlerir. Zaman her yerde aynı değildir. Evren sadece beş nen 1913 Nobel ödüllü fizyoloji profesörü Charles Ricduyumuzla algılayabildiklerimizden de ibaret değildir. het (1850-1935) tarafından 1905’te;
İşte bu duyu organlarımızın ve tanımladığımız boyutParapsişik terimi ise, Dijon Akademisi ve Grenoble
ların ötesindeki alem “parapsikoloji” alanına girmekte- Akademisi rektörü olan filozof ve bilimci Emile Boirac
dir. Aslında fizik ve fizikötesi birbirinden ayrıymış gibi (1851-1917) tarafından ortaya atılmıştır.
tanımlansa da bu henüz netlik kazanmamıştır. Bir birini
Prof. W. Mc Dougall, bu adı “parapsikoloji” teritamamlayan ve bir birine bağımlı iki olgudur bunlar.
miyle değiştirerek bu terimin uluslar arası sahada kabul
Parapsikolojinin çalışma alanlarından bazıları şun- görmesini ve literatürde yerini almasını sağlamıştır.
lardır:
Bunun yanı sıra bilimsel anlamda istatistiksel çalışDuru görü (Ruh bedeni zihinsel olarak kodla- malar yapabilmek için Dr. Joseph Banks Rhine 1930
yıp uyanık halimizde iken, görmek istediğimiz yerleri yılında Duke Üniversitesinde kurmuş olduğu parapsiruh bedenimizle gidip görme), Duru işiti (yine bu da koloji laboratuarıyla ciddi manada tarihi bilimsel başuyanık haldeyken konsantre olarak, uzaktaki sesle- langıcı oluşturmuştur.
ri zihinsel bazda duyma yöntemi), Telepati (Düşünce
Ancak bu tarihsel veriler Batı dünyasının akademi
çevrelerince “parapsikoloji” tanımlamalarındaki öngörüyü yansıtmakla birlikte eylem ve içerik bakımından
“parapsikoloji tarihi” insanlık tarihi kadar eskiye uzanmaktadır.
İlk olarak Hz. Adem (a.s.)’ın oğlu Hz. Şit (a.s)’e verilen “İlmi ledün, ledünni ilmi-gizli ilimler” kapsamında vücut bularak, duyular üstü algılama çalışmalarının günümüze kadar değişik isimler altında yansıması
söz konusudur. Çünkü her ne kadar Batılı bilim adamları ve parapsikologlar çeşitli politik nedenlerden ötürü
zikretmekten kaçınsalar da uygarlıkların temelini atan
Türk’ler ve Türklerdeki şamanlar-kam’lar (Din adamları, ulu bilgeler) bu işin öncüleri olmuşlardır. Zira ilk
yazılı metinler, mağara resimleri, hayvan kemikleri
üzerine kazınmış olan Türkçe dini ritüel figürleri ve
tamgaları daha sonraki dönemlerde de yine piramitlerdeki hiyeroglif yazıların ancak Türkçe olarak okunabilmeleri kanıtlamaktadır ki, duyular ötesi algılamalar
ve evrenin gizemlerini çözmeye yönelik astrolojik çalışmalar Türklerin eseridir.
Bu konuyu Batılı parapsikologlar inkarda direnseler
de, elimizdeki tarihi kanıtlar ışığında kesinlikle Türklerin
bu alandaki üstünlüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Her
ne kadar Müslüman olduktan
sonra Anadolu coğrafyasında yaşayan Türkler, dönemin
siyasi çalkantıları ve savaşlar
nedeniyle bu konuda gerileme
gösterseler de Orta Asya’da zaten yaşamın bir parçası haline gelmiş olan Şaman gelenekleri varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.
Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam
esasları ile daha farklı boyutlarda gelişim gösteren parapsikoloji, tasavvufi düşünceler ile birleşip değişik
tonlamalarda varlığını sürdüregelmiştir. Aynı dönem
içerisinde Ortaçağ karanlığında vücut bulmaya çalışan
psişik yetenekleri gelişmiş insanlar büyücü ve cadı olarak diri diri ateşe atılmakta iken, Osmanlıda ilim erbabı
hocalar olarak saygı görmekteydiler. Ruhsal rahatsızlığı bulunan hastalar ses ve renk terapileri ile şifaya kavuşuyorlardı. Bütün bu değerlerimizi görmezden gelen
Avrupalılar, teknolojik gelişmeler başladıktan sonra
matbaanın da icadı ile her alanda olduğu gibi parapsikoloji alanında da oldukça mesafe kat ettiler.
Bu günkü tanımıyla parapsikoloji, terim olarak yakın bir geçmişe sahip olsa da, uygulama olarak yukarıda belirttiğimiz gibi çok eskilere dayanmaktadır.Genel
kabule göre Batılı parapsikologlar tarihi gelişim sürecini beş aşamada ele almaktadırlar. Antik-arkaik dönem,
Ortaçağ dönemi, Mesmerizm dönemi, Dernekleşme
dönemi ve Günümüz dönemi.
1-Antik-arkaik dönem:
Klasik dönem de denmektedir. Bu dönemi tarih çağ-
larından başlayarak Ortaçağa kadar taşıyabiliriz. En
eski parapsikolojik kayıt radyesteziyle (çubukla maden arama işlemi) ilgilidir. Bilinen en eski çatal çubuk
resmi İ.Ö. 1300 yıllarına aittir ve Mezopotamya’da bulunmuştur. Ondan da önce Eski Mısırlılarda Radyestezi
yöntemini kullanıyorlardı. Yani bu eski dönemlerde
çatal çubuk yöntemiyle toprak altında su ve maden
araması yapılmıştır. Yine İ.Ö.1700’lü yıllarda yaşamış Çin İmparatoru Yu’nun mezar taşında çatal çubuğun kullanıldığını gösteren kabartma görülmüştür.
İmparator Yu, su ve madenler bulabilirmiş ve bununla ülkesine bazı hizmetler yaptığı efsanelerde anlatılır.
Eski zaman insanları psişik yeteneklere en az şimdiki
kadar ilgiliydiler. Fakat bu insanlar bu tür olguların bir
açıklamasını bulmakta zorluk çekiyorlardı. Örneğin
Antik Yunan ve Roma dönemlerinde… O zamanlar
yaşamış Pisagor, Eflatun, Çiçeron, Senaka ve benzeri
diğer bilim ve devlet adamları bu konuları incelemişlerdir. Metafizik olarak bildiğimiz felsefe alanının düşünürleri olan bu filozofların bazı eserlerinde psişik
bir olguya az çok rastlanır.
Gene Yunan kültüründe
prekognisyon yani önceden bildirme, haber verme
olayları oldukça yaygındı. Gerek Yunanistan’da
gerek Anadolu’da birçok
kehanet merkezleri, tapınakları mevcuttur. Yunanistan’daki Delphi tapınağı
ile Anadolu’da Didim’deki Apollon kehanet tapınaklarını bunlara örnek olarak
gösterebiliriz. Bu tapınaklarda Piti ismi verilen rahibeler transa girerek (yoğunlaşmak) gelecekten haber
vermekte idiler. Bazı krallar önemli devlet kararlarını
almadan önce örneğin, savaşa girmeden önce bu rahibelere başvurarak savaş hakkındaki tahminlerini öğreniyorlardı. Truva efsanesinden bildiğiniz gibi… Bu
ve bundan önceki dönemlerle ilgili psişik yeteneklerin
varlığı en temel ve sağlam bir şekilde ezoterik (şifreleme) bilgilerin içerisinde mevcuttur.
Görüldüğü gibi binlerce yıllık Türk şamanları inkar
edilmekte ve Türk kelimesini kullanmamaya büyük
özen göstermektedirler. İşte bu noktada yirmi yedi
yıldır parapsikoloji alanında çalışmalar yapan birisi
olarak benim itiraz etme hakkım doğmaktadır. Elimizdeki maddi tarihi bulgular ve Kazım MİRŞAN gibi
Türkologların çalışmaları, Batılıların bu yaklaşımının
yanlışlığını ortaya koymaktadır.
Konumuz devam edecektir.
*
Dünya çapında yeni yeni söz edilen parapsikoloji
konusunda bize yazma fırsatı veren Bilgiyurdu’na ayrıca teşekkür ediyorum.
23
24
İNSAN VE ÇEVRE
Prof. Dr. Osman CEYHAN
Çevre, bizim yaşadığımız ortamdaki canlı ve cansız
varlıkların tümünden ibarettir ve onlarla ilişkilerimizin
bütününü kapsar. Çevredeki olumsuzluklar insan
sağlığını doğrudan etkiler. Çevreyi olumsuz hale
getiren de hiç şüphesiz insanın kendisidir. Bugün
dünyada neredeyse insanın belli bir yönde etkilemediği
bir alan kalmamıştır.Belki(balta girmemiş ormanlar
kalmıştır). En yüksek dağlarımızı doruklarında
bile plastik malzemelere ve insan elinden çıkmış
atıklara rastlamaktayız. İnsanoğlu kendi ihtiyaçlarını
karşılamak için dünyaya alabildiğine yüklenmekte ve
baskı yapmaktadır. Bunu yaparken çevreyi olumsuz
yönde etkilemektedir. Ormanlar tahrip edilmekte, doğal
yapı bozulmakta, içme ve kullanma suları ve teneffüs
ettiğimiz hava kirletilmektedir. Bugün dünyadaki
toplam suyun % 2-2,5 kadarı tatlı sudur. Ülkemiz 140
ülke arasında su zenginliği yönünden 70’nci sırada yer
almaktadır. Demek ki su bakımından fakir sayılmayız.
Ancak, Allahın verdiği suyu kirletmekte üstümüze
yoktur. “Akan su pislik tutmaz.” diye elimize ne geçse
onlara atarız, kanalizasyonlarımızı onlara akıtırız.
Kirletmek kolaydır ancak temizlemek çok zordur.
Bizim temel ilkemiz kirletmemek olmalıdır. Ancak,
kirli kafalardan temiz bir çevre beklenmemeli.
Şahsen ben bir belediye başkanının diğer bir belediyenin
içme suyu havzasına çöplerini döktüğüne şahit oldum.
Durduruncaya kadar belki 300 belki de 500 kamyon
çöp dökülmüştü. Bu konularda bürokrasimiz de yavaş
hareket etmektedir. Bu durum ise çevre bilincinin bizde
istenilen düzeyde olmadığının bir göstergesidir.
30 Ağustos Zafer Bayramının 80’nci yılında
Tomarza ilçesinin Perçin yaylasında Zafer İzci
kampı yapmıştık. Bizden önceki hafta sonu hem de
çevreci olduğunu iddia eden bir vakıf mensupları
burada piknik yada bir etkinlik yapmışlar. Yaylanın
her tarafını kirletmişler ve atıklarını temizlemeden
oradan ayrılmışlar. Değişik düşüncelere veya siyasi
görüşlere sahip insanlarımız böyle bir piknik ya da
etkinlik yapsalar sonra da çevreyi temizlemeden oradan
ayrılsalar bu grupların çevre konusunda birbirlerinden
farkı kalmaz. Bizler izci kampının sonunda yaylayı
tertemiz yaptık ve sonra yaylacıları davet ettik ve durumu
gösterdik. Yaylaların gerçek sahipleri bizlere teşekkür
ettiler. Bunu yapmak hiç de zor olmasa gerekir.Yine
Erciyes dağımızın eteklerinde bazı dostlarımızla sohbet
ederken 4 Çekoslovak vatandaşı genç, Erciyes’ten
zirve tırmanışından dönüyorlardı.Ellerinde bir poşet
vardı ve içerisinde çöpler bulunuyordu.Bize bu çöpleri
atacakları bir çöp kovası vs .sordular.Kendilerine
yardımcı olduktan sonra dostlarıma dedim ki: “Bakınız
bu gençler bu çöpleri dağı kirletmemek için buraya
kadar getirdiler. Korkarım ki biraz sonra bizim görevli
bu çöpleri dereye dökecektir.” Gerçekten de öyle oldu.
Hastanelerin hemen kapı önlerinde sigara içen ve
izmaritlerini yerlere atan, otomobili ile seyahat ederken
aracının camını açıp bir şeyleri dışarı atan, inşaat
faaliyetleri esnasında ağaca ve yeşile hiç acımayan
kişiler ve kurumlar oldukça çevre konusunda daha
çok yol almamız gerekecek. Ben bazen öğrencilerime
şu örneği veririm: Çimen yetiştirirsiniz bir de üzerine
çimlere basmayın diye yazı yazarsınız, ancak çoğu
kimse buna riayet etmez ve çimenleri çiğner geçer.
Zaman gelecek yine çim yetiştireceksiniz ve çimlere
basmayınız yazısını koymayacaksınız. Ancak hiç
kimse çimlerinize basmayacaktır. Bu bir olgunluk
bir şuur dönemidir, vakit gelmeden çiçekler açmıyor.
Çevre bilincini geliştirmek için (Sözüm ona) küçük
çocuklara büyüklerin etrafa gelişigüzel attıkları çöpleri
toplatıyoruz. Halbuki bu çocukları tehlikeye atıyoruz
farkında değiliz, iyi bir iş yaptığımızı sanıyoruz.
25
Oysa üzerinde çevre ile ilgili resimler ve yazılar
bulunan kağıtları dağıttırabiliriz, insanların yakalarına
taktırtabiliriz vs. Bu davranış, daha sağlıklı olur.
İçerisinde yaşadığımız çevreyi, sanki biz
etkilenmeyecekmişiz gibi, sorumsuzca kirletmekteyiz.
Peki bunu önlemek için ne yapalım, çözüm ne olmalı?
Müslüman bir toplumun ve bir de Türk milletinin
mensubu olan bizler için bu meselenin üstesinden
gelmek, aslında çok kolaydır. Bunun için okulda,
camide, televizyonlarda, medya da ve hatta asker
ocağında çok ciddi eğitimler yapılabilir. Bilhassa toplum
üzerinde çok etkili olan televizyon yayınlarında pek çok
olumsuz örnekler görmekteyiz; Bunlar engellenebilir.
Aynı veya benzeri olumsuz davranışlar rol-model
olan öğretmenlerde, hekimlerde, yöneticilerimizde
de mevcuttur. Çocuğunu oyun alanlarına ve parklara
getiren veliler çok rahat bir şekilde sigara içerek oradaki
çocuklara kötü örnek olmaktadırlar. Okul bahçelerinde
sigara içilmesini yasaklayan irade her nasılsa çocuk
oyun alanlarını ve parkları göz ardı etmektedir.
Bizzat insan eliyle çevreyi tahrip etmek çok kolaydır.
Mesela; büyük bir ormanı keserek ya da yakarak yok
edebilirsiniz. Ancak, milyonlarca ağacı dikerek dağları,
tepeleri orman yapmak o kadar kolay bir iş değildir.
Yerleşim yerlerinde yine insanların kullanıp
attığı pek çok sıvı ve katı atık meydana gelmektedir.
Çöpler, kullanılmış pis sular, kanalizasyon ya da
tuvalet çukurlarında biriktirilen insan dışkısı ve idrarı
ki bunlar yerleşim yerinin nüfusu arttıkça çok daha
önemli sorunlar haline gelir. Bir yerleşim yerinde
çöplerin yani katı atıkların nerede toplanacağı ya
da nasıl zararsız hale getirileceği o yerleşim yerinin
yöneticileri tarafından ciddi şekilde ele alınmalıdır.
Foseptiklerden alınan atıkların ne şekilde zararsız
hale getirileceği mutlaka karar altına alınmalı ve ciddi
şekilde takibi yapılmalıdır. Kanalizasyon atıkları ve
kullanılmış-kirletilmiş sular arıtılmalı ve ondan sonra
denizlere gönderilmeli. Mesel, Kayseri ilinde 1100
ton katı atık (çöp), 140 bin ton arıtmaya ulaşan sıvı
atık (kanalizasyondan) teşekkül ediyor. Yine günde 5
ton tıbbi atık toplanmaktadır. Bunların temizlenmesi
için hem önemli miktarda yatırım yapılmıştır hem de
işletme giderleri vardır. Kayseri’de yılda 50 milyon ton
içme ve kullanma suyu tüketilmektedir.
Çevreyi olumsuz hale getiren önemli iki faktörden
birisi nüfus bir diğeri ise sanayileşmedir. Kalkınmak
için elbette sanayi tesislerine ihtiyacımız vardır ve
bu kaçınılmazdır. Ancak bunu çevreyi koruyarak da
yapabiliriz. Dünyada bunun pek çok örneği de vardır.
Temiz ve yenilenebilir enerji tercih edilmelidir. Ülkemiz
bu yönden çok şanslıdır. Bu şansı iyi değerlendirmek
gerekir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed, “Elinizde bir
fidan varsa kıyamet kopacak dahi olsa onu dikin”
buyurmuştur. Peygamberimizin övgüsüne mazhar
olmuş, İstanbul fatihi Fatih Sultan Mehmet Han da
“Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim”
diye ferman çıkarmıştı. Şimdi Anadolu’ya bakın ve
siz karar verin. Bizler sevgili peygamberimizin sözünü
ne kadar tutmuşuz? Bugünkü halimiz ülkemizdeki
çarpık ve çarpıtılmış eğitimin bir ürünüdür. Yine kendi
milli ve manevi değerlerimize uygun bir eğitimle
bu işin üstesinden gelebiliriz. Torunlarımıza daha
temiz bir çevre bırakabilmek için topyekün gayret
etmeliyiz. Birlik ve bütünlük içerisinde, el birliği ile
yapamayacağımız ve üstesinden gelemeyeceğimiz bir
mesele olamaz.
26
SURİYE İLE SAVAŞA
SÜRÜLÜYORUZ
İsmail ÖZÖREN
Irak’tan sonra Suriye’yi de parçalamak için
düğmeye basan ABD, NATO kozunu kullanarak işgali
Türkiye üzerinden bize yaptıracak.
Erdoğan Hükümeti’nin BOP eksenli politikasıyla
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin geleneksel
politikalarından vazgeçmesi ülkemiz açısından vahim
bir durumdur.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “komşularla sıfır
sorun” siyasetinden vazgeçip ABD eksenli siyasete
yönelmesi de Türkiye’yi bölgenin en güvenilmez
devleti durumuna düşürdü.
Bir dış politika düşünün ki, kendi millî çıkarlarını
göz ardı edip başta ABD’nin ve diğer egemen güçlerin
çıkarları için var gücü ile çalışsın...
Ayrıca bunu inkâr etmeyip ‘ben bu projenin eş
başkanıyım’ diyerek planın ve programın içeriğine
katkı sağladım desin…
Bunun adı dış politika olmazdı her halde; olsa olsa
emperyalist ve küresel eşkıyanın maşalığı olurdu.
Önümüzdeki haftalarda Suriye ile kaçınılmaz bir
çatışma adım adım kapımıza geliyor.
Yarın dizi dizi şehit cenazeleri Suriye’den gelmeye
BOP’un Irak ayağını kanlı
bir şekilde halleden ABD ve
yandaşları diğer bölgelerde Arap
Baharı adı altında kendi istediği
yönetimleri iş başına getirmeye
çalışıyor.
başladığında hükümet ne diyecek, çok merak
ediyorum.
Şimdi küresel eşkıyanın isteği ile BOP denen
ve içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkenin
haritalarının yeniden çizilmesini kapsayan plana
Büyük Ortadoğu Projesi deniyor bizim hükümetin başı
işte bu projenin eş başkanıdır.
Bu BOP denen projeye kısaca değinirsek asıl
amacın, aklı başında her insanın anlayabileceği gibi,
enerji kaynaklarının ABD’nin kontrolünde olması için
yapılmış bir proje olduğu görülecektir.
Irak’la başladılar, bir milyondan fazla Müslüman
kanı döktüler, Irak’ı fiilen üçe böldüler; bizim
hükümetten tık çıkmadı.
Hatta bırakın karşı gelmeyi, bölgesel yönetim
dedikleri oluşumun baş aktörlerine (ki, diplomatlar
çok iyi bilirler, bu aktörlerin Bağdat’ta bulunanın
lakabı “siyasi fahişedir”), kırmızı halılı devlet başkanı
protokolü uyguladılar.
Irak’ın işgalinden bu yana tankerlerle ve
Yumurtalık Boru Hattı marifeti ile Türkiye
limanlarından ABD tarafından hortumlanan petrolü
tahmin edin bakalım.
Projenin Irak ayağını kanlı bir şekilde halleden
ABD ve yandaşları diğer bölgelerde “Arap baharı” adı
altında kimisinde kansız, kimisinde kanlı olmak üzere
kendi istediği yönetimleri iş başına getirmeye başladı.
Şimdi sırada haritası değişecek olan Suriye, İran ve
zincirin halkalarından biri olan Türkiye var. Suriye
ve İran’ı Türkiye’nin taşeronluğunda halletmeye
çalışan ABD ve yandaşları, bölgesinde sıfır sorun
isteyen AKP hükümetine bir emir vererek sıfır sorunlu
komşudan nasıl çok sorunlu düşman edinileceğini
dikte ettirmiş ve bunda başarılı olmuştur.
Zaten ABD’nin dümen suyundan çıkmayan bir
hükümet 9 yıldır ülkenin bütün millî değerleri ile
oynamış, ilk önce kendisine engel gördüğü Türk
Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmak için kolları
sıvamıştır.
10 yıl önce bütün anketlerde halkın en güvendiği
kurum olan TSK, bu süreç içerisinde adım adım
taciz edilmiş, bünyesindeki hainler ve Soros
sermayeli Pentagon destekli “taraf” tarıyla hızlı bir
dezenformasyon ve ajitasyon yapılarak psikolojik
ve asimetrik bir savaşın ortasında bırakılmış ve
yine ne yazık ki hainler, uşaklar, yandaşlar ve
satılmışlar bu savaşta da kısmen de olsa başarı
sağlamışlardır.
Balyoz davasından içeri aldıkları general
ve amirallerin durumlarını Suriye ve İran
ekseninden düşündüğünüzde planın ne derece
organize olduğu ortaya çıkacaktır.
Suriye’ye müdahale bataklığa dalmaktır, sonu
gelmez bir maceradır.
Ortadoğu’da temelde dinler bunun altında
mezhepler kutuplaşması zaten çok derindir
O coğrafyada daha hesabı görülmemiş
Kerbela olayı,şii-sünni çatışması ayrıca İslam
ve Musevilik kapışması mevcuttur. Yüzyıllardır
süren bu husumetin içerisine taraf olarak girmek
Türkiye Cumhuriyetine yapılacak en büyük
kötülüktür.
Küresel eşkıyayı anlamak zor değil. Onlar
kendi çıkarları için milyonlarca Müslüman’ın
kanını döktüler, gene dökerler.
Onlar ki binlerce kilometre öteden verdikleri
emirle burnumuzun dibindeki komşumuzla bizi
savaştıracaklar ve ellerinde purolarla Pentagonda
dev ekranlarda canlı yayında Müslüman’ın
Müslüman’ı nasıl kırdığını ellerini ovuşturarak
seyredecekler. Peki. Müslüman’ım deyip bu
oyuna başkanlık edenlere ne demeli?
Allahü teâla buyuruyor ki’
Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmeyin. Onların birbirlerinin dostlarıdırlar.
İçinizden kim onlar dost edinirse şüphe yok ki o
da onlardandır. Muhakkak’ki Allah o zalimleri
hidayete, doğru yola iletmez(5/Mâide suresi: 51)
Suriye’ye Müdahale zemininin hazırlanması
senaryosu, 9 Nisan 2012 tarihinde Hatay
sınırında ihlal olduğu ve sınırın karşı tarafından
ateş açıldığı Türk topraklarında ölen ve
yaralananlar olduğu haberi üzerine oturtuluyor.
Türkiye’nin akil insanlarının şunu sorması
gerekmez mi? İhlali yapanlar gerçekten Suriye
güvenlik güçlerimi yoksa bizi bu batağa çekmek
isteyen malüm gizli servisler mi?
Hatay’da bulunan mülteci kamplarını
gezen heyette savaş çığlıkları atan ABD’li
senatörler McCain ve Lieberman gazetecilere:
“Önümüzdeki yıl Şam’da buluşmak üzere” diyor.
Ben de diyorum ki:
Ey ABD’nin savaş çığırtkanlığı yapan
kuklaları! Sıra Türkiye’ye geldiğinde aynı
senatörler Kürdistan’ın başkenti dedikleri
“Diyarbakır’ da buluşmak üzere” derlerse ne
yapacaksınız? İş işten geçmiş olmayacak mı?
Torunlarınız vatansız kalacaklar. Bunları hiç
düşündünüz mü?
27
HEY ZALİM
Hey zalim yap yine hainliğini
Karşında yılmayacak bu beden
Her gün baskı, her gün işkence ne fark eder
Ben yine gülümseyeceğim
Hep merak edeceksin gamzelerimin nedenini
Hey zalim sen kimsin
İnsan görünüşlü bir canavar gibisin
Kanlı pençelerini çek üzerimden
Yaralayamazsın beni
Çorak arazilere perçinleşmiş Anadolu çocuğuyum
Hey zalim vampirin ta kendisisisin
Sivri dişlerini şah damarıma geçirirsin
Emersin kanımın son damlasına kadar
Yere düştüğümü sandığın an yanılacaksın
Biz bir ölen bin dirilen nesillerdeniz
Hey zalim yine pusuda beklersin
Alıştık tuzaklara, çatışma ortamlarında kalmaya
Otomatik silahların işlemez bana
Çelik gövdemin çelik yumruğu yeter bana
Bombalarla açtığın çukurlar mezar olacak sana
Hey zalim çok kinlisin, ateş üflersin
Yakarsın her yanı
Bağımı, bahçemi, evimi, emeğimi, yarınımı, geleceğimi…
Güneşe umutla bakan çocuklar gibi yılmayacağım
Baharla gelen yağmurlarla söndüreceğim alevlerini
Hey zalim Tanrının gazabında yok olacaksın
Ben topraktan geldim toprağa gideceğim
Arkamda bıraktığım gözyaşlarıyla tekrar filizleneceğim
Kök salacağım dünyanın her yanına
Yeryüzünü saracak dallarım, insanlığın umutlu bakışlarıyla
İbrahim BOYRAZ
28
NEVRUZ
Mustafa EKİNCİ
Tabiatın canlandığı, gece ile gündüzün bir birine
eşit olduğu; halk arasında Rumi takvimden dolayı mart
dokuzu diye bilinen 21 Mart Nevruz Bayramının isminin Farsça nev ve ruz kelimelerinin birleşmesinden
meydana gelmiş olması nedeniyle NEVRUZ BAYRAMI bir Acem bayramı imiş gibi izlenim vermekte.
Bazı kaynaklar ise bu bayramın eski Yunan’ın
eğlence ve şarap tanrısı olan Diyanizos adına yapılan
törenlerden kalma olduğunu iddia etmektedir.
Ancak birçok Türk topluluğunda bu günün:
Nevruz,(Türkçe) : Bahar Bayramı
Novvruz (Türkmen Türkçesi):Mart Dokuzu
Navruz (Özbek Türkçesi): Altay Küdürgeni
Novruz (Azeri Türkçesi ): Ulusun Ulu Künü
Navrız (Kazak Türkçe’si ) : Nooruz
Nevrez (Kırım Tatar Türkçesi):Sultan-ı Nevruz
Nartukan :
Bozkurt
Çağan
:
Ergenekon,
Babu Marta:
Körklü Marta
Mereke
:
Yeni Yıl
Meyram :
Yörük Bayramı
Yeni Kün :
Yeni Gün
İsimleriyle yaşıyor olması ve kutlama biçimi bunun
bir Türk bayramı ve Ergenekon Destanıyla ilintili olduğunu kuvvetle ortaya koymaktadır.
Türklerin İslamiyet öncesine dair tabii destanlarından olan Ergenekon Destanı Göktürklerin en büyük
destanıdır. Türk Destanlarının arasında müstesna ve çok
mühim bir yeri vardır. Bu destan Türklerin en büyük ve
en orijinal destanlarından biridir. Yıllarca Türk sosyal
hayatında etkileri olduğu gibi bugün bile Anadolu’nun
dağlık köylerinde, bir takım örf ve adetlerde Ergenekon
destanının izlerini görmek mümkündür. Mesela bazı
ateşli hastalıklarda, nazar değmiş diye çubuk atılması,
kurşun ve mum dökülmesi,
Loğusaların yastıklarının altına veya kaldıkları odanın penceresine (ucuna soğan takılı) bıçak konulması
Ergenekon destanının izleridir.
Günümüz gençleri bunların neler olduğunu bilmeyebilir; kısaca açıklayayım:
Köylerde bu konularda el almış, bir ustanın yanında yetişmiş aynı zamanda herkesin sevdiği saydığı
yaşlı kadınlar olur. Bunların aynı zamanda ağzı dualıdır. Birilerinin başı ağrıyor, karnı ağrıyor, hafif ateşi vardır… Hemen sobaya çalı veya bağ çubuğu atılır.
Onların akkor haline gelmiş olanları etrafta gözünün
değmesi muhtemel olanlar adına maşayla ateşten alınır,
içinde su olan geniş bir kabın içerisine atılır. Bu çubuk
suyun içerisine atıldığında kömürleşir uçları suyun tabanına doğru bükülür veya uçlarını sudan dışarıya çıkartır. Bu haline göre de kimin gözü değdiği konusunda
yorum yapılır.
Mum ve kurşun dökme ise şöyledir:
Kurşun veya mum bir kap içinde ateşe tutulup eritilir: Hasta oturtulup başını ve omuz kısmını kaplayacak şekilde (sıçrayan mum ve kurşun hastaya bir zarar
vermemesi için tedbir olarak) bir örtüyle örtülür. Sonra
bu eritilen kurşun veya mum hastanın tepesi üzerinde
içinde su dolu geniş bir kabın içine dökülür. Soğuk su
ile karşılaşan bal mumu veya kurşunun üzerinde çeşitli
şekiller oluşur. Daha sonra da çıkartılıp uygun bir yere
asılır görüldüğü gibi burada bir ateş ve metali eritme
hadiseleri ve hastalıktan kurtuluş cereyan etmektedir.
1914 yılında yazdığı bir makalede Ömer Seyfettin,
Necip Asım Bey’in Küçük Türk Tarihinden bahisle
şunları söylüyor:
Türkler beş kabile idiler: Kıpçak, Uygur, Kanklı,
Kalaç ve Karluk. Bu isimleri savaşlar esnasında Oğuz
Han vermişti. Türkler en ziyade Çinlilerle uğraşırlardı
Çinliler Türkleri hiç sevmezdi. Onlara Hiyun-lu yani
söz dinlemez hizmetçi, derlerdi. Çok defa Türk kabileleri Çine dalarlar, baştan aşağı Çini yağma ederlerdi.
Çinliler onları kovalamağa cesaret edemezlerdi...
Nihayet bu ardı arakası kesilmek bilmeyen hücumlardan kurtulmak için Çinin etrafına kalın bir duvar bile
çekmeğe kalkıştılar. Bu duvar bugün hala duruyor. Adına Sedd-i Çin derler… Fakat bu duvar da Çin’i Türk
hücumundan kurtaramadı. Bunun üzerine Türklerden
korunmak için son bir çare aradılar. Çin padişahlarından birisi bütün Çin askerlerini topladı; Çin hududundaki Türkleri de ordusuna ilave etti. Hiyun-lulara
hücum ederek onları mağlup etti. Hiyun-lu Türk kabileleri kuvvetli Çin ordusu karşısında birleşemediler.
Hele kardeşleri Tatar ve Uygur Türkleri de Çine yar-
29
dım edince büsbütün şaşırdılar, perişan oldular
Evet, “Pançu “adındaki Çin serdarının kumandası
altındaki Çinlileri Sibirya’nın
şimalindeki Tunguzlar, garpta ve cenuptaki Acemler
ve Afganlarla birleşerek Türk yurduna ansızın baskın
vermişlerdi. Türkler korkmadılar ve şaşırmadılar. Bir
tanesi yüz düşmana karşı koydu. Hepsi uruştu. Hepsi
öldü.*
Bu savaşta o sene yeni evlenmiş olan “Nuhuz” ve
“Kayan” adındaki iki hakanzade esir düştü, ancak on
gün sonra bu iki hakanzade kaçarak esaretten kurtulurlar. Eski yurtlarına geldiklerinde düşmanını henüz
toplayıp götüremediği çokça koyun, keçi, sığır ve deve
bulurlar. Bunları da yanlarına alıp düşmandan uzaklaşmak maksadıyla sarp bir yoldan dağa doğru giderler.
Bir ayağını yanlış atsan düşüp param parça olacağın bir
patikadan geçerler. Önlerine cennet gibi bir vadi çıkar.
Öyle bir cennet ki kapısı yok… Hiç insana rast gelmezler. Başlarını öne eğerler ancak ümitlerini kesmezler.
Elbet bir gün ülkemize tekrar kavuşuruz derler. Burada tam dört yüz sene yaşarlar. Çocukları ve hayvanları
çoğalır. Turan’a kavuşmaktan asla ümitlerini kesmezler.
Ergenekon’dan çıkış konusunda kaynaklarda iki rivayet bulunmaktadır. Bunlardan birisi şöyle:
Bir gün bu gizli yurtta bir kurt görülür; geyiklerden
birisini parçalayarak kaçar. Bunu gören bir çoban bu
kurdun nereden geldiğini merak eder ve peşini bırakmadan takip eder. Kurdun bir delikten çıktığını görür.
Geri döner ileri gelenlere haber verir. Gelip bakarlar.
Delik çok dardır Gelenlerin içindeki bir demirci ocak
yakar orasını yüklü bir deve geçecek kadar genişleterek
Türklerin oradan çıkmasını sağlar.**
İkinci rivayet ise şöyle: Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra Ergenekon’da hem kendileri hem
de sürüleri o kadar çoğaldı ki, ülkeye sığmaz oldular.
Bu yüzden toplanıp konuştular, çare bulmak istediler.
Dediler ki:
“Atalarımızdan duyardık: Ergenekon dışında
geniş yerler güzel yurtlar olurmuş. Eskiden oralar
bizim öz yurdumuzmuş. Dağların arasından bir çıkılacak yol arayıp bulalım, çıkıp buradan göçelim.
Ergenekon’un dışında kim bizimle dost olursa dost
olalım, düşman olursa vuruşalım.”
Böyle konuşup karar verilince Ergenekon’dan çıkmak için bir yol aramağa başladılar, bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: “Bu dağda bir demir madeni
var. Yalın kata benzer. Dağın demirini eritsek bir yol
olurdu.”
Hep birlikte gidip demir madenini gördüler. Demircinin sözlerini de beğendiler. Dağın geniş yerine
bir kat odun bir kat da kömür dizdiler. Sonra da dağın
üstüne, arka yanına ve beri yanına bir sıra odun bir sıra
kömür dizdikten sonra yetmiş yerden yetmiş deriden
yapılmış körük kurdular. Odun ve kömürleri ateşleyip
körükleri körüklediler.
Tanrının gücü ve inayetiyle ateş kızdı. Demir dağın
demiri erimeye başladı, eriyip akıverdi. Dağ delindi ve
yüklü bir deve geçecek kadar yol oldu. O kutsal yılın,
kutsal ayının kutsal günü ve kutsal saatinde Göktürkler
Ergenekon’dan çıktılar. O günü, o ayı, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, o günden sonra Göktürkler için
bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük törenler yapıldı. Bu törenlerde, bir parça demir alınıp ateşte kızdırılıyordu; sonra da kızgın demiri önce Göktürk hakanı
kıskaçla tutup örse koyuyor, çekiçle dövüyordu. Sonra
da diğer Türk beyleri aynı hareketi yaparak bayramı
başlatıyorlardı.***
Bugün de birçok Türk ülkesinde Nevruz Bayramında aynı geleneğin sürdüğünü görüyoruz. Türklerin
Ergenekon’dan çıkışını Ziya Gökalp:
“ Ergenekon yurdun adı
Börteçine kurdun adı
Dört yöz sene durdun hadi
Çık ey yüz bin mızrağımız” diye özetlemiştir.
Sözün kısası: Nevruz birilerinin yapmak istediği gibi vurma, kırma, dökme veya ayaklanma provası değil; aksine sevginin saygının ve muhabbetin
yeşermeye yüz tutuğu bir ortamdır.
Nevruz, Türkiye Türklerinin geç bulduğu ya da
bulmakta geç kaldığı bir yitiğidir.
Nevruz, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından
kutlanmış ancak Osmanlıların son dönemlerinde Türkiye Türklerinin belirli bir kısmı tarafından terk edilmiş 1995 yılından itibaren ise TÜRK
DÜNYASINDA zaten senelerdir kutlanmakta olan bu
bayram tekrar kutlanmaya başlamıştır.
Adriyatik’ten Çin Setti ‘ne kadar olan bölgede
yaşayan bütün Türk topluluklarının yüz yıllardır
kutladığı nevruzu birilerinin kendine ait bir bayrammış gibi gösterip Türk insanını günlere ve renklere düşman etmeye hakkı yoktur.
Kaynak:
*Türkyurdu Dergisi Cilt 10 sayı 34 sayfa:26-27
**Adı geçen makale
***Türk Destanları. M.N. Sepetçioğlu s.131-132
30
SÖZCÜKLERİN
NAMUSU
Alper KEPEZKAYA
Her doğumun bir başlangıç, büyümenin bir gelişme atardı. İnanışa göre kimin başına darı yani tahıl tave ölümün bir son olduğunu düşünürsek sözcükleri
nesi düşerse onun kısmeti açılırdı. Bu yüzden biri
insanlara benzetebiliriz; doğar, büyür ve ölürler. Baevlenince bekâra “darısı başına” denilirdi. “Komşu
zen itibarını kaybederler, bazen anlamını. Daha beteri
komşunun külüne muhtaç”tı, biz bu kül için “ev
bazen de namusunu kaybederler. Buyurun sözcüklerin almaz komşu al”ırdık. Komşu alırdık ki onun “hatırı
dünyasına bir göz atalım:
için çiğ tavuk bile yiyelim”. Bunlar bizim dilimizden
düşürmediğimiz sözlerdi. Şimdi, dilimizden düşürGünümüzde hakaret olarak kullandığımız bazı
mediğimiz “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”,
kelimelerin yüzlerce yıl önce büyük bir saygınlık
“Diğerlerinden bana ne? Her koyun kendi bacağından
ifadesi olduğunu biliyor muydunuz? Affınıza sığıasılır.” gibi cümleleri pek kullanmazdık. Kullanmazdık
narak; sözünde durmayan, kendisine güvenilmeyen
çünkü “Müslümanlar tek bedendir,
insanlara ve dişi köpeklere
tek uzuvdur.” diye öğrenmiştik.
verilen “kancık” kelimesinin
Zamanında kesinlikle kabul edilasıl anlamı prensestir. Dilimize
izim
bir
de
“delikanlı”
mez denen sözler şimdi birilerine
Çince’den girmiştir. Çin’den
söylettirilmiyor mu? “Yüce milgelerek Türk Kağanla evlenen
sözcüğümüz vardı.
letimizin meclisi” diye andığımız
kızlara ilk önce “konçuy” deNamuslu,
haksızlığa
yerde birileri İmralı katili için
nirdi. Kelime zamanla hem yapı
nutuklar çekmiyor mu? Alışkın
hem de anlam olarak değişime
baş eğmeyen, dinolmadığımız şeyleri duyuyoruz
uğrar:“konçuy” “konçuk”a,
dar,
mahallenin
abisi
“ileri
demokrasi” adına.
“konçuk” “kançuk”a, “kançuk”
ise “kancık”a dönüşür. İnsanlar olan tiplere delikanlı
Dedim ya, kelimeler de inda böyledir aradan zaman gegibidir. Bazen anlamını
denirdi. Sevdiğimiz in- sanlar
çince bazılarını tanıyamazsınız.
kaybeder bazen de itibarını. En
sanlara hitap şekliydi, kötüsünü namusunu kaybeder.
Şekli ve özü değişmiştir.
Demokrasi bizim için yedi düvelBaşka bir örnek
“delikanlı” sözcüğü.
le savaşın sonucunda kazanılan
Sanskiritçe’den dilimize geçen
Bu
delikanlılığın
değeri
bir zaferdi. “Türk’ün Ateşle
“hari” kelimesidir. Türkçede
İmtihanı”ydı. Şimdi “demokrasi”
ünlü uyumları olduğu ve kelibiçilmezdi.
deyince aklımıza çocukların üzeme başı “h” sesi bulunmadığı
rine düşen bombalar; babasının,
için bizde “karı” olarak telaffuz
ağabeyinin, küçük kardeşinin gözü
edilmiştir. Kelime gerçekte
önünde ırzına geçilen Müslüman kızlar, Coni’lere
“eski” anlamındadır. Daha sonra yaşlılara “karı” denmalzeme deposu yapılan, içinde çamurlu ayakkabılarla
miştir. Reşit Rahmeti Arat’ın “Eski Türk Şiiri” adlı
gezilen “Camiiler” geliyorsa, daha beteri Müslüman
eserini incelerseniz erkeklere de karı (yani yaşlı) denbir başbakan bu rezilliği yapanlara “kahraman asdiğini görürsünüz. Zaman içinde sadece bayanlar için
kullanılır. Devamında ise yaşlı bayanlara denir. Günü- kerlerinize” diye dua ediyorsa bu kelime namusunu
müzde argo kelimeler arasında kendine yer bulmuştur. yitirmiş demektir.
Yok mu öyle insan, ilk başta güzelliği ifade ederken
Bizim bir de “delikanlı” sözcüğümüz vardı. Nasonra kendini pisliğin içinde bulan?
muslu, haksızlığa baş eğmeyen, dindar, mahallenin
abisi olan tiplere delikanlı denirdi. Sevdiğimiz insanBizim deyimlerimiz, atasözlerimiz tesadüfen söylara hitap şekliydi, “delikanlı” sözcüğü. Bu delikanlenmemiştir. Eski Türkler düğün yaparken damat,
lılığın değeri biçilmezdi. Omza atılan ceket, eldeki
düğüne gelenlerin başına buğday gibi tahılları (darı)
tespih de delikanlılığın göstergesiydi. Kanı deli olana
delikanlı denirdi eskiden. Şimdi ise kendi deli olana
deniyor. Omuzdaki ceket, eldeki tespih delikanlılığın
göstergesi değil, kendisi oldu. Bedeli ise yüz yirmi altı
lira: yüz yirmi beş lirası Polat Alemdar pardesüsü, bir
lirası tesbih. Mevsim sonunda pardesü alınırsa değeri
daha da düşer.
Bazı kelimeler ne ölür ne de anlamını kaybeder.
Ancak zamanla kullanım alanı değişir, azalır.1980’lerde “Devrim” sözcüğü vardı. Anlamı, mevcut düzeni
değiştirmek. Sağcısı, solcusu, Türkçüsü, cemaatçisi bu
kelimeyi kullanırdı. Anlamını da bilirdi. Doğru da yapsalar, yanlış da yapsalar okuduklarından hareketle fikir
edinirlerdi. Şimdiki gençler de kullanıyor. Okudukları
hangi kitaptan hareketle bu kelimeyi diline doluyorlar ki? Kelimeler en çok kullanıldığı zaman dilimiyle
özdeşleşir. Siz “devrim” derseniz karşınızdaki insan
sizi 1980’lerde “devrim” diyenlerle aynı kefeye koyar.
Fikir adamı olmak isteyen gençler kullandığı kelimelere dikkat etmeli!.. “Devrim”, “değişim”le yer değişti;
şimdi namusunu yitiren de “devrim”ci oluyor.
En güzeli de bizim saygı hitaplarımız vardı:
“hocam”, “gardaş”, “mübarek”, “yoldaş”, “abi”,
“azizim”... Belki komiktir ama her ideolojinin kendine has bir hitabı vardı. Eskiler birbirine benzememeye
çalışırdı. Ortak kelime bulamazlardı. Yeni nesil hangi ideolojiden olursa olsun- ortak hitapta birleşti:
“lan”, “şşştt”,”Şe….siz” sözcüklerinde. Gün geldi
ki, camideki imamdan okuldaki öğretmene; sokaktaki
vatandaştan kurumların amirine kadar herkes birbirini
çağırırken “lan” der oldu. Peki, yukarıda yazdığım
sözcükler ne oldu? Yaşlandı, huzurevinde ölümü bekliyor. Gün gelecek, kimse onları hatırlamayacak.
“Diş kirası” nedir, bilir misiniz? Eskiden ev sahibi
misafir ettiği öğrenciye kapı çıkışında kaşla göz arası
para sıkıştırırdı diye. İçinizden “Şimdi artık bunlar
yok.” dediğinizi duyar gibiyim. Sadece bunlar mı?
Misafirlik de yok. “Diş kirası” öldü; misafirlik can
çekişiyor.
Alt kimlik-üst kimlik zırvalamasıyla “Ben şuyum,
ben buyum.” diyenlerin pohpohlandığı, Türk bayrağı
altında Türk vatanında “Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım.” diyenlerin ise “faşist” görüldüğü bir dönemde
“Türklük” tartışmalarla cepheye sürülmüştür. Ezelden
ebede var olduğuna göre “gazi”lik şerefine erişecektir.
Unutulmamalıdır k, “gazilik” ölümün yaklaştığının değil, şerefin yıldızlaştığının delilidir. Bu uğurda gazaya
gitmek de en büyük şereftir.
Bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre
güzel cümleler kurmak, güzel sözler söylemek insana
canlılık veriyormuş. Güzel, mübarek bir insanı görmenin etkisi de aynıdır. Sözcükler de insanlar gibidir.
Onların da namusu, şerefi vardır. Onların namusunun
bizim namusumuz olduğunu unutmayalım.
Yaşamımızda her zaman güzel sözcükleri kullanmak temennisiyle…
31
Selam ve dua ile…
Bekir TEMUR
KILAVUZ
Bakınca yüzlerine Hakk’ı hatırlatırlar
Güneşten daha parlak nurlu simalar var
Yeryüzünde bulunan âdem evladı için
Sekînete ermenin kılavuzudur onlar
Onlar Öyle mü’min ki sadece Allah için
Kaldırıp karanlığı muştulu sabah için
Cehalete yenilmiş günahkâr ervah için
Selamete ermenin kılavuzudur onlar
İnsana güven verir mütevazı halleri
Gittikleri her yerde rahmet saçar elleri
Hep sevgiden bahseder “baldan tatlı dilleri”
Muhabbete ermenin kılavuzudur onlar
Sohbet meclislerinde ilimle yoğrularak
Erenler dergâhında aşk ile kavrularak
Rükûlarda eğilip secdede doğrularak
Hidayete ermenin kılavuzudur onlar
Kur’an ile sünneti sıkıca kavramanın
Miskinleri doyurup yetimi korumanın
Zulmü bertaraf için azimle yürümenin
Adalete ermenin kılavuzudur onlar
Meşakkatli dünyanın geçici kasvetinden
İşkenceler çekerek ölümün şiddetinden
Kurtulabilmek için mezarın dehşetinden
Sükûnete ermenin kılavuzudur onlar
Arşın gölgelerinde tebessümler saçarak
Kıldan ince köprünün üzerinden uçarak
Nebîlerin safına müjde ile geçerek
Muhammed’e ermenin kılavuzudur onlar
18.04.2012
32
KILICIYLA DEVLET KURAN
KALEMİYLE TARİH YAZAN BİR HÜKÜMDAR:
BÂBÜR HAN
[email protected]
Yrd. Doç. Dr. Ali AHMETBEYOĞLU
Gâzî Zahîrüddîn Muhammed
Bâbür, 15 Şubat 1483 tarihinde Fergana’da doğmuştur. Baba
tarafından soyu Timur’a dayanıp, Timur’un dördüncü kuşaktan, anne tarafından ise Cengiz
Han’ın on beşinci kuşaktan torunudur. Babası Ömer Şeyh Mirza, annesi Kutluğ Nigâr Hanım
(Yunus Han’ın kızı)’dır. Bâbür,
Zahîrüddîn Muhammed adını
İslamî geleneğe göre almıştır.
Hoca Nasrüddin Ubeydullah tarafından verilen bu ismin yanına,
eski Türk geleneğine uyularak
“kaplan veya panter” anlamına
gelen Bâbür adı da eklenmiştir.
Nesebi; Bâbür b. Ömer Şeyh
Mirza b. Sultan Ebû Saîd Mirza
b. Sultan Muhammed Mirza b.
Mîranşah Mirza b. Timur’dur.
Bâbür’ün annesinin nesebi de şu
şekildedir; Kutluğ Nigâr binti Yunus b. Veys b. Şîr Ali
Oğlan b. Muhammed b. Hızır Hoca b. Tuğluk Timur b.
İsen Boğa b. Duva b. Barak b. Yisun Teve b. Mötügen
b. Çağatay b. Cengiz Han’dır.
Bâbür’ün çocukluğu hakkında çok bir şey bilinmiyor. Babası Fergana’da küçük bir Timurlu Prensliği
hâkimi idi. Bâbür, annesi ile birlikte Endican Kalesi’ndeyken babasının bir kaza sonucu ölümü üzerine,
henüz on iki yaşında olmasına rağmen 10 Haziran 1494
tarihinde Fergana hükümdarı olmuştur. Bâbür’e babasından kalan topraklar fazla geniş değildi. O tarihlerde
Fergana vilayeti; doğudan Kaşgar, Batıdan Semerkant,
güneyden Bedehşan, kuzeyden ise Almalık (Almatı) ve
Yengi (Otrar) ile çevriliydi.
Bâbür’ün siyasi mücadelelerini üç ana kısımda
ele alabiliriz: Fergana hâkimiyeti (1494–1504), Kabil hâkimiyeti (1504–1526) ve Hindistan hâkimiyeti
(1526–1530). Bâbür, siyasi hayatının başlangıcında
akrabalarıyla ve kendisini tanımayan kumandanlarla uğraşmak zorunda kaldı. Amcası ve Semerkant
hâkimi Sultan Ahmet Mirza sıkıntısından kurtulduktan sonra Taşkent hâkimi Sultan Mahmut ile mücadele
etti. Bâbür’ün asıl hedefi Endican’da saltanat sürmek
değil, atalarının daha önceki yıllarda sahip oldukları
Semerkant’ı ele geçirmekti. Nitekim saltanatının ilk
yıllarında bu arzusunu gerçekleştirerek kısa süre de
olsa 1497 ve 1501 yıllarında iki kez Semerkant’a
hâkim
olmuştur.
Fakat
Mâverâünnehir’in kuzeyindeki Özbek tehlikesi ata yurdunu kaybetmesine sebep
olmuştur.
Bâbür’ün en tehlikeli
rakibi Özbek Hükümdarı
Muhammed Şeybânî Han
(1500–1510) idi. Bu arada
İran’da Safevî Devleti’ni
kuran ve sınırlarını Ceyhun
ötesine kadar genişletmek
isteyen Şah İsmail vardı.
Şah İsmail, Özbeklerle olan
düşmanlığı sebebiyle Bâbür
ile Özbeklerin mücadelesine
katılmak zorunda kalmıştır.
Bâbür, 1501 yılında Ser-i Pûl
Meydan Savaşı’nda Özbeklerle giriştiği mücadelede
mağlup olunca Taşkent’teki dayısının yanına sığındı.
Yakınlarının, dostlarının vefasızlığına kızarak 1504
yılına kadar inzivaya çekildi. Daha sonra, yanında bulunan az sayıda Türk ve Moğollarla birlikte Hindukuş
Dağları’nı aşarak Kâbil’e indi ve kan dökmeden şehri
ele geçirip buraya yerleşti (1504).1507 senesinde de
Kandahar’ı zapt etti. Bâbür geleceğini Afganistan’da
inşa etmeye karar verdi ve Kâbil merkezli yeni bir devlet kurdu. Ayrıca Kandahar Kalesi’nin fethiyle, Hindistan-Afganistan ve İran yolunu kontrol altına aldı. Buna
rağmen Mâverâünnehir’e hâkim olmak emelinden
vazgeçmeyen Bâbür, 1511’de Safevîlerin yardımıyla
Semerkant ile Buahara’yı ele geçirdi. Fakat Bâbür’ün
bu bölgedeki hâkimiyeti yalnızca bir yıl sürdü. Önce
Safevîlere, akabinde Özbeklere yenildil. Çok geçmeden Semerkant’ta tutunamayacağını anladı ve Hisâr’a,
sonra da Ceyhun’un güneyine çekildi.
1514 yılında Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim karşısında yenilmesi üzerine Özbekler yeniden Mâverâünnehir’de güçlendiler. Bu durum
karşısında Safevî desteğinden tamamen mahrum kalan
Bâbür bütün ümitlerini kaybetmiş vaziyette Kâbil’e geri
döndü. Kunduz taraflarında bir müddet kaldıktan sonra
1522’de Kandehar’ı tekrar ele geçirdi. Artık Fergana,
Semerkent ve Horasan’da kendisine hayat hakkı tanınmayacağını anlayan Bâbür, yönünü Hindistan’a çevirdi. Bâbür, 1519–1526 yılları arasında Hindistan’a beş
büyük sefer düzenledi ve böylece Hindistan’ın kuzeyini de ülkesinin sınırları içerisine almış oldu. Bâbür’ün
kesin ve en büyük Hindistan seferi 1525 senesinde gerçekleşti. Evvela Pencap’ı istila etti ve hemen ardından
Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan’ın
hâkimiyeti Lûdîler’in elinde ve başlarında İbrahim
Lûdî bulunmaktaydı. Bâbür İbrahim’in üzerine yürümek için Panipat Ovası’na geldi ve karargâhını kurdu.
Lûdî’nin ordusu çok kalabalıktı ve üstelik bin kadar da
fil bulunmaktaydı. Buna karşılık Bâbür’ün askerlerinin
sayısı 12.000 civarındaydı. 21 Nisan 1526 tarihinde iki
ordu şiddetli bir savaşa tutuştular. Ateşli silah kullanan
Bâbür karşısında İbrahim Lûdî ağır hezimete uğradı ve
hayatını kaybetti. Böylece Lûdîler’in hâkimiyeti sona
ererken, Bâbür, Delhi ve Agra’yı ele geçirerek Kuzey
Hindistan’da Bâbürlüler Hanedanı’nı kurdu. Yavaş yavaş Kuzey Hindistan’ı tamamen hâkimiyet altına alırken
en büyük düşmanı Raçputlar’ın Reisi Rânâ Sangâ’yı 16
Mart 1527 tarihinde ağır bir yenilgiye uğrattı. Bâbür,
bu savaştan sonra “Gâzî” ünvânını aldı. Fetihten sonra
tuğrasına da “Gâzî” unvanı yazıldı. Bunu bir şiirinde
şöyle dile getirmiştir:
İslâm uğrunda çölde avâre oldum,
Kâfirler ile hep çarpıştım,
Kendimi şehit ettirmeye azmetmiştim,
Allah’a şükür ki, “Gâzî” oldum.
1527–1529 yılları arasında, ülkesindeki isyanların
hepsini bastırdı ve bağımsız beyliklerin çoğunu ortadan
kaldırdı. Bâbür, son olarak Ganj Nehri’ni geçip Bengal
hükümdarı Nusret Şah’ı yenerek Agra’ya döndü (24
Haziran 1529).
Bâbür, gençliğinden beri sık sık hastalanıyordu.
Özellikle de bataklık hummasından zaman zaman
ölümle pençeleşen ve birkaç defa da zehirlenen Bâbür,
1530 yılında İbrahim Lûdî’nin annesi tarafından çeşnigir Ahmed vasıtasıyla verilen ve uzun vadede etkisini gösteren zehir yüzünden yatağa düştü. Bâbür’ün
sağlığı giderek kötüleşmeye başladı. Artık sonunun
yaklaştığını anlayan Babür, devlet büyüklerini toplayarak Humâyûn’un veliahtlığını kabul ettirdi ve kısa bir
süre sonra da 25 Aralık 1530 tarihinde Ağra’da öldü.
Bâbür’ün ölmeden önce beylerini ve yakınlarını huzuruna çağırarak açıkladığı son konuşması olan siyasi vasiyeti oldukça ilginçtir:
“Yıllarca yüreğimde şu arzu bulunuyordu ki, idareyi Humâyûn Mirza’ya vereyim, kendim de Zerefşan
Bağı’nın bir köşesine çekileyim. Allah’ın keremiyle
bütün arzularım tahakkuk ettiyse de, sıhhatli zamanımda işbu arzuma nail olamadım. Şimdi bu hastalık beni
harap etti. Hepinize Humâyûn’u benim yerime padişah
olarak tanımanızı vasiyet ediyorum. İnanıyorum ki, ona
hürmette kusur etmeyeceksiniz ve hiçbir vakit emrinden
çıkmayacaksınız. Onunla müttefik bulunacaksınız. Hak
Teâlâ’dan ümit ederim ki, Humâyûn halka iyi muamelede bulunsun. Ey Humâyûn, biraderlerini, bütün hısımlarımızı ve adamlarımızı sana ve hepinizi de Allah’a
ısmarladım’’.
Bâbür’ün vefat haberi gizli tutulurken, saray mâteme
büründü. En sonunda Arayiş Han’ın tavsiyesiyle ha-
ber halka duyuruldu. Kırmızı elbise giymiş olan tellal,
Bâbür’ün ölümünü ilân etti. Ağra’da toprağa verilen
Bâbür için altmış kadar güzel sesli hafız, devamlı olarak mezar başında Kur’an-ı Kerim okudular. Bâbür’ün
cesedi daha sonra, vasiyeti gereğince Ağra’dan alınarak
merasimle Kabil’e nakledildi. Orada, kendisinin yaptığı on bahçeden birine, sevgili eşinin yanına defnedildi.
Bâbür arkasında dört oğul ve üç kız çocuğu bırakmıştır. Oğulları; Humâyûn, Askerî, Hindal ve
Kâmrân’dır. Kâmrân ve Humâyûn Çağatayca eserler
yazmışlardır. Kızları ise; Gülrenk, Gülçehre ve Gülbeden Begimler’dir. Gülbeden, Humâyûn’un hayatını
ve faaliyetlerini kaleme alarak, bir kadın yazar olarak
devrine damgasını vurmuştur. Bâbür’ün 1526–1530
yıllarına ait altın, gümüş ve bakır paraları günümüzde
değişik ülkelerin müze koleksiyonlarını süslemektedir.
Bâbür’ün Şahsiyeti:
Bâbür; üstün bir komutan, mahir bir diplomat ve
aynı zamanda büyük bir devlet kurucusu olarak, Türk
ve dünya tarihinin önde gelen şahsiyetleri arasında yer
almaktadır. Bâbür; şâir, edebiyat nazariyatçısı, bestekâr
ve hattatlığının yanında mimarlık, peyzaj mimarisi, botanik, zooloji, astronomi, tarih, İslâm fıkhı gibi değişik
ilim dalları ve konular ile ilgilenen çok yönlü bir insan
idi.
Kılıç kuşanmada, ok atmada, at biniciliğinde bütün
rakiplerini yenen Bâbür, savaş meydanında askeriyle
omuz omuza çarpışan yiğit bir cengâverdi. Ayrıca sahip olduğu üstün komuta yeteneğiyle kendi birliklerinden birkaç kat fazla orduları dize getiren cihangir bir
hükümdârdı. Bâbür, disiplinli ordularına ve devamlı
fethetme isteğine rağmen, hiçbir zaman kan dökme taraftarı olmamıştır. Ayrıca kendisinden af dileyen en azı-
33
34
lı düşmanlarını bile affetmiş, onları serbest bırakmıştır.
Bâbür’ün Türklüğü ile gurur duyduğunu, Biyâne
Emiri Nizân Han’a vaad ve tehdit fermanlarının yanında yazıp gönderdiği şu cümlelerle anlıyoruz: “Ey
Biyâne Emîri, Türkler ile kavgaya girme; Türlerin çevikliği ve kahramanlığı mâlûmdur. Eğer çabuk gelmez
ve öğüt dilemezsen, mâlûm olanı beyâna ne lüzum vardır”.
Bâbür, haksızlığa asla tahammül edemez, zorbalık
ve yağmacılık yapanları ölümle cezalandırırdı. Masum
halkın ekinlerini ve mallarını yağmalayan çapulcuları
öldürttükten sonra teşhir ettirirdi. Mesela Bâbür, bir
yerlinin yağ testisini zorla elinden alan askerini, herkesin gözü önünde ölünceye kadar dövdürmüştür. Bu
cezadan haberi olmayan Şah İsmail’in askerleri de aynı
akıbete uğramışlardır.
Bâbür, idaresinden sorumlu olduklarının hallerini
anlamaya gayret eden ve dertleriyle dertlenen bir hükümdardı. Nitekim hatıratında, halkıyla birlikte tutulduğu bir kar fırtınasında yaşadıkları zorlukları anlattığı
satırlar, Bâbür’ün halkına karşı ne derece duyarlı olduğunu göstermesi bakımından enteresandır:
“O gün şiddetli bir tipi oldu. Herkes ölüm korkusu
içinde idi. Ben mağaranın önünde kürekle kendime bir
yer yaptım. Mağaraya gitmemi söylediler ise de gitmedim. Bütün halk karda ve tipide iken, ben sıcak yerde ve
istirahatta ve bütün halk burada ıstırapta ve meşakkatte iken, ben orada uykuda ve refahta bulunursam, bu,
insaniyetten uzak bir hareket ve halka karşı lâkaytlık
olur; ne gibi ıstırap ve meşakkatlik olursa, ben de göreyim ve halk nasıl tahammül edip duruyorsa, ben de
durayım, diye düşündüm”.
Bâbür aslında dindar bir kişi idi. Hocalara, din
âlimlerine her zaman büyük saygı göstermiştir. Hatta
onlarla sık sık bir araya gelerek dinî konularda bilgi
alışverişinde bulunmuştur. Bâbür’ün tek kusuru, 28
yaşlarında başlayıp, gittikçe miktarını artırdığı içki alışkanlığı idi. Bâbür daha sonra içkiyi bırakmak için kendi kendine ahdetmiş ve sözünde durarak 1527’de tövbe
edip içkiyi bırakmıştır. Bâbür’ün en büyük özelliklerinden biri de, komutanından askerine, asilzâdesinden
hizmetçisine kadar herkesin kalbini kazanmasını bilmesidir. O, büyük başarılarını her zaman Allah’ın lütuf
ve şefkati ile arkadaşlarının yardımına bağlamıştır.
Bâbürün en büyük tutkusu çokça okumak ve devamlı olarak yazmaktır. Ondaki yazma sevdası, çağdaşları
Şah İsmail, Şeybânî Han, Hüseyin Baykara, Selim ve
Kânunî’deki gibi sadece bir merak olarak kalmamış,
Türk dili ve edebiyatına eserleriyle önemli katkılar sağlamıştır. Soğuk kış aylarında ve yağmurlu günlerde kütüphanesine çekilip, tarih ve edebiyat okur; astronomi,
mimarlık, hat, tezhip ve müzikle meşgul olurdu. Bâbür,
sahip olduğu bir şeyler yapma ruhu ve sanat-estetik merakıyla Uygur harfleri ve stili ile Arap harflerini kaynaştırarak yeni bir yazı çeşidi, yani Hatt-ı Bâbürî’yi icat
etmiştir.
Bâbür’ün yazma tutkusu o derecedir ki, o; seferde,
at üzerinde, savaş esnasında, otağında dinlenirken kısacası her zaman ve mekânda mütemadiyen yazardı. Hatta hastalık bile buna mani olamazdı. Ayrıca kullanacağı
kâğıtların seçimine kadar her şeyle bizzat ilgilenir, yazmağa başladığında aşırı titizlik gösterirdi. Bir gün ota-
ğında yazarken aniden yağmur bastırmış, fırtına otağını
yıkmıştır. Bâbür, ıslanan kâğıtlarını ve kitaplarını nasıl
kuruttuğunu hatıratında şöyle dile getirmiştir: “Yağmur
dindikten sonra yatak çadırını kurdurup, mum getirip
ve zorlukla ateş yakarak, sabaha kadar uyumadan,
kâğıtları ve kitapları kurutmakla meşgul oldum”. Şiir
de Bâbür’ün hayatının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Hayat felsefesi ve sanatkâr ruhunun aynası olan şiirleriyle kendini çevresindekilere sevdirmiş onlar üzerinde aynı zamanda manevî hâkimiyet de kurmuştur.
Türk tarihinde edebiyatla, tarihle meşgul olan hatta
eserler veren pek çok hükümdar vardır. Fakat Bâbür,
sanatkâr bir hükümdar olmaktan öte hükümdar bir
sanatkârdır. Bâbür aynı zamanda kendi adını taşıyan
Bâbürlüler Devleti’nin de kurucusu ve ilk hükümdarıdır.
Bâbür’ün kişiliği, Doğu’nun olduğu kadar Batı dünyasının da her zaman dikkatini çekmiştir ve hakkında
çok şey söylenmiştir.
Bâbür’ün Eserleri:
• Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı, Bâbürnâme):
Bâbür’ün kendi yaşadıklarını anlattığı ve bizzat Çağatayca kaleme aldığı bu eseri sadece Çağatayca’nın değil, bütün Türk edebiyatının en güzel mensur örnekleri
arasında sayılmaktadır. Bu kitabın en büyük özelliği,
hadiselerin bir hükümdardan beklenmeyecek derecede
samimiyetle kaleme alınmış olmasıdır. Ayrıca eser, çeşitli dillere tercüme edilerek defalarca basılmıştır.
• Aruz Risâlesi: Bu eser, Bâbür’ün edebiyat nazariyatçılığı yönünü ortaya koymuştur. Aruz konusunda
yazılan Türkçe ve Farsça benzerlerinden biraz farklı
olan bu eserinde Bâbür, bilinen vezin, sanat ile nazım
şekillerini, kendisinden ve başka şairlerden örnekler
vererek açıklamıştır.
• Mübeyyen: Bâbür’ün Hanefî fıkhıyla ilgili bazı
konuları (sefer, misafirlik, zekât, öşür, haraç…) mesnevî
tarzında ve failün vezniyle yazdığı bir risâledir.
• Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi: Bir Nakşibendî
şeyhi olan Hoca Ubeydullah’ın, tasavvuf ahlâkı konusunda Farsça olarak yazmış olduğu “Validiyye”
risâlesinin manzum tercümesidir. Bu eser, Bâbür’ün içkiyi bırakıp tasavvufa yönlendiğinin bir delilidir.
• Dîvân: Bu eser, Bâbür’ün hayat felsefesini, karakterini ve sanat gücünü göstermesi açısından son derece önemlidir. Dîvân’da Bâbür’ün; aşk, tabiat, güzellik
gibi kavramları işlediği şiirleri ile ictimaî, âhlakî ve
tasavvufî şiirleri de bulunmaktadır.
KAYNAKÇA
Akün Ömer Faruk, ‘‘Bâbür’’,DİA.
Bâbür Z. Muhammed, Bâbür’ün Hâtıratı (Vekâyi),
çev.R.R.Arat,Ankara 1987.
Tarih-i Reşidî, İstanbul 2006.
Grosset Rene, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 2006.
Konukçu Enver, ‘‘Bâbür’’,DİA.
Konukçu
Enver,
‘‘Hindistan’daki
Türk
Devletleri’’,Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
İstanbul 1989.
Merçil Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi,
İstanbul 1999.
Yücel Bilal, Bâbür Divanı, Ankara 1995.
35
YURDUMUN SESİ
Mustafa ÖZTÜRK
Köroğlu’yum Çamlıbel’de
Koyu zulme başkaldıran
Destanlarda Korkut Dede
Oğuz soyun uyandıran
Bağlamada ince telsin
Erciyes’te esen yelsin
Yayladaki o güzelsin
Ayı bile kıskandıran
Kerbelâ’da Hüseyin’im
Merhamet dinidir dinim
Mazlumların ahı benim
Sonsuz feryadı andıran
Kaybeder mi hiç usunu
Yiğit korur namusunu
Atatürk’tür ulusunu
Zaferlere inandıran
Şeytana kimse kanmasa
Kardeşi düşman sanmasa
Bir daha hiç yaşanmasa
Otlukbeli ve Çaldıran
Elaziz’de Balak Gazi
Ulu Tanrı’m ondan razı
Esat Usta sal avazı
Katı gönlü hislendiren
Beynimiz var düşünelim
Dilimiz var konuşalım
Bilgelere danışalım
Döğüşeni barıştıran
Kırşehir’de bir bozlağım
Seven gönüldür durağım
Susturulamaz dudağım
Yüreğimi seslendiren
Dünya sevgi üzerine
Kapılar kapansın kine
Bir devir açılsın yine
İyilikte yarıştıran
Türkü çığır Neşat Usta
Yollayalım birçok dosta
Anıları deste deste
Gözlerimi sulandran
Yunus Emre, Hacı Bektaş
Âşık Veysel bizde kardaş
Barış varken neden savaş?
Filiz dallarım kırdıran
Ahi Evran, Âşık Paşa
Yol açmışlar kurtuluşa
Birer ışık baştan başa
Dünyamızı nurlandıran
İblis gezer diyar diyar
Bir kandırsa kârı sayar
Kötülüğe ne gerek var
Yürekleri paslandıran
Dilimiz bir, sözümüz bir
Arı sütten özümüz bir
Şu kalpteki sızımız bir
Sevgi ile kaynaştıran
Sen aklıma gelen anda
Bir türküyüm Arguvan’da
Ne acılar var bu canda
Kerem misâli yandıran
Nedir ayrılık gayrılık
Bu masum millete yazık
Bir çare var ki doğruluk
Adaleti paylaştıran
08.03.2012
36
BÜYÜK SÜRGÜNÜN 68’İNCİ YILI
KIRIM TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİ:
(AÇLIK-SÜRGÜN-ÖLÜM)
Milletler arasında zulme en çok maruz kalanı Türkler; Türkler arasında da Kırım’da yaşayanlardır. Kırım
sözü dudaktan çıkar çıkmaz insanın aklına hemen açlık,
sürgün ve ölüm geliyor.
İşte Kırım Türklerinin ibretlik acıklı öyküsü:
Kırım, Karadeniz’in kuzeyinde bulunan bir yarımadadır. “Kale” anlamına gelir.
XV. yüzyılda Altınordu Devleti’nin dağılmasıyla
meydana gelen hanlıklardan güneybatıda bulunanı Kırım Hanlığı adını aldı. Bu hanlık 1783 tarihine kadar
360 yıl saltanat sürdü.
Kırım Hanlığı’nda yaşamış Türklere ve bunların nesillerine Kırım Türkleri denir.
Kırım Türkleri, 1917’de (13 Aralık 1917) bağımsız
bir cumhuriyet olmuş. Bu devir Kasım 1920’ye kadar
devam etmiştir.
1920-1944 yılları arasında, Bolşeviklerin yönetimi
altında, Muhtar Kırım Cumhuriyeti adı ile anılmıştır.
1944’te, yani 2.Dünya Savaşı sonunda Orta Asya,
Sibirya ve Urallar’a topluca sürgün edilmişlerdir.
Kırım Hanlığı’nın 16. -17. yüzyılda yüzölçümü, o
tarihteki sınırları içinde bulunan Güney Ukrayna, Kuzeybatı Kafkasya ve Baserabya ile birlikte 600 bin km
kareyi ve nüfusu da 5 milyonu buluyordu.
KIRIM’IN DOĞAL ZENGİNLİKLERİ
Kırım yarımadası, yer altı ve yer üstü zenginlikleri
ve turistik güzellikleri ile dünyanın en gönül açıcı güzel
köşelerinden biridir.
Kırım Türkleri’nin eskiden beri cermayı (yer yağı)
dedikleri petrol, Kerç yarımadasında bulunmaktadır.
Petrol kuyuların derinliği 13-560 metre arasındadır.
Kerç yarımadasında bol miktarda metan gazı vardır.
Kırım dağlarında, zengin, taş kömürü ve linyit yatakları mevcuttur.
Kerç bölgesinde, başta demir olmak üzere manganez, çinko, kurşun, bakır ve kadnium madenleri vardır. Demir madeninin 2 milyar 700 milyon ton miktarında olduğu söylenmektedir.
Gözleve yakınlarındaki göllerden yemek tuzu çıkarılır. 1922 yılına kadar 120’den fazla tuzla vardı.
Kırım dağlarında mimarî süslemelerde kullanılan
sedef cinsinden mermerler vardır.
Kırım’ın kırımka adlı cins buğdayı meşhurdur.
1.Dünya Savaşı’ndan önce hayvancılık çok ileri idi:
327 bin öküz, 171 bin at, 1,5 milyon koyun mevcuttu.
Kırım’da kasaplık için maliç,yünü için çigey, derisi
için karakul koyunları beslenirdi.
Bağcılık çok ileri idi. 450 cins üzüm, 550 cins armut, 330 cins elma, 210 cins kayısı vardı. Bu yemiş-
lerin kötü yıllardaki verimi 25 bin ton, bereketli yıllarda ise 64 bin ton idi. Ukraynalılar ve Ruslar, bağlık
ve bahçelik alanları tahrip etmişlerdir. Tütün ekimi de
yaygındır. Ünlü cinsi “dübek” tir.
Kırım yarımadasının ortasında yer alan dağların kuzey ve güney yamaçları ormanlıktır. Bu ormanların bir
kısmı 2. Dünya Savaşı sırasında komünist çeteleri yakalamak maksadıyla yakılmıştır.
Batu Han’ın kumandasında 600 bin kişilik bir kuvvet vardı. Bunun 60 bini Moğol, kalan kısmı muhtelif
Türk kavimlerinden teşekkül ediyordu. Bu fütühat bölgede Türk nüfusunu arttırmıştır.
Bölgeye İslâmiyet, Bulgarlar zamanında 922’de
girmişti. Devlet, Batu’nun küçük kardeşi Berke Han
zamanında 1255’te İslâmiyeti kabul etmiştir. Böylece
Altınordu Devleti müslüman bir devlet haline gelmiştir.
Bu dönemde Altınordu tam bağımsız olmuştur.
KIRIM’IN TARİHÇESİ
Özbek Han (1313-1342) zamanında islâmiyet güç
Herodot’un bildirdiğine göre, Kırım’da M.Ö. VII- kazandı.
XIII. yüzyıllarda Tavrılar, Kimmerler, İskitler yaşamışCanıbek Han (1340-1357) devrinde dil-kültür ve
lardır.
ekonomi çok gelişti.
M.Ö.1-M.S IV.yüzyıl arasında, Yunanlılar, SarmatSon büyük hükümdarı Toktamış Han (1376-1391)
lar ve Ostrogotlar Kırım’a gelip yarleşmişlerdir.
zamanında Timur’un üç seferi ile yıkılmış ve bir daha
M.S.IV.yüzyılın sonundan itibaren sırasıyla Türk kendini toparlayamamıştır.
kavimlerinden olan Alanlar, Hazarlar, Peçenekler,
Altınordu hanlarından Canıbek’in 1357’de ölümü
Kumanlar gelip yerleşmişlerdir. Özellikle VII.-IX. üzerine ortaya çıkan taht kavgaları ve Timur’un seferyüzyıllarda Hazar Devleti sınırları içinde kalkınmış- leri neticesinde zayıf düşen devlet çeşitli hanlıklara bötır. Bu devirde Küçük Hazaristan adını almıştır.
lündü. Bu hanlıklar şunlardır:
XI-XII yüzyıllarda Kıpçak Türklerinin eline geçen
Kazan Hanlığı: 1437-1552 (4.İvan tarafından yıkılKırım, ticaret, sanat ve
dı.)
kültürde çok ilerlemiştir.
Astrahan
Hanlığı:
Kıpçaklar, eskiden beri
1466-1554’de ( 4.İvan taburada yaşayan kavimleri
rafından yıkıldı.)
M.S.IV.yüzyılın sonundan itieriterek ve kaynaştırarak
baren sırasıyla Türk kavimler- 1683Sibir Hanlığı: ….Türkleştirmişlerdir. Kendileri de XIII. yüzyılda
Kasım HanlığI: 1445inden olan Alanlar, Hazarlar,
Asya’dan gelen Türk1681 (1614’den sonra
Peçenekler, Kumanlar gelip
Moğollarla karışmışlarRus nüfuzuna girmiştir.)
dır.
Nogay Hanlığı: 1259yerleşmişlerdir. Özellikle VII.Böylece uzun yıllar
1299
boyunca Kırım’da yaşaIX. yüzyıllarda Hazar Devleti
yan Türk kavimlerinin
KIRIM HANLIĞI
sınırları içinde kalkınmıştır. Bu
karışması sonunda Kırım
Timur’un, Altınordu
Türkünün millî nüvesi
hükümdarı
Toktamış Han
devirde Küçük Hazaristan
vücuda gelmiştir.
üzerine yürüyüp savaş
adını almıştır.
açması üzerine Altınordu
ALTINORDU DÖDevleti parçalandı ve yıNEMİ
kıldı.(1395) Ortaya çıkan
Kırım, Tudun adı
hanlıklardan biri de Kıverilen valilerce idare ediliyordu. Fakat Kırım’ın rım Hanlığı idi.
Altınordu’ya bağlılığı, fiilî olmaktan ziyade hukukî idi.
İlk Kırım hanı Giraylar sülalesine mensup Hacı GiResmî dil, önce Moğolca iken sonra Kıpçak Türkçe- raydır.1428-1468 arasında hüküm sürmüştür. Kültürlü,
si resmî ve umumî dil haline geldi. Moğolca unutuldu. adaletli, vatansever idi. Kırım’da huzur, güven ve refaAltınordu Devleti’nin, Venedik, Ceneviz, Arap ül- hı sağladı. Litvanya ve Polonya ile iyi ilişkiler kurdu.
keleri ile bağlantısı Kırım yolu ve aracılığı ile yapılırdı. İlk defa adına para bastırdı.
İslamiyet de böyle girdi.
Ünlü seyyah İbni Batuta, Kefe şehrinde güzel çarMENGLİ GİRAY HAN (1469-1514)
şılar bulunduğunu yazıyor. Limanda ise 400’den fazla
İrsi kabile beyleri arasındaki saltanat kavgaları,
gemi varmış.
huzursuzluk yarattı. Devlet zaafa uğradı.Fatih Sultan
Mehmet ile 1475’te ittifak yaptı.
ALTINORDU DEVLETİ
Litvanya ve Polonya ile savaşıp sınırları genişletti.
Kıpçak bozkırlarının bir kısmına hakim oldu. Bucak
Cengiz’in ölümü (1227) üzerine oğul ve torunları (Baserabya) ülkesini Kırım Hanlığına kattı.
fütühatı devam ettirdiler. 1237-1241 yıllarında DoğuZamanın en yüksek ilim ocağı sayılan Zincirli Medavrupa İstila edildi.
reseyi yaptırdı.
Büyük hakanlık Ögedey’ce temsil ediliyordu. KuRusların gelişme siyasetini engelledi.
rultay, Doğu Avrupa’nın işgaline karar verince ordunun
başına Cengiz’in torunu Batu verildi. Ön kıtaların komutanı Sobutay’dı. Bulgar kırallığına son verildi. Rus
MEHMET GİRAY HAN (1514-1523)
knezlikleri, Kuman ve Kıpçaklar dağıtıldı. Alman orRus tehlikesini önceden en iyi gören ve bu tehlikeyi
duları yenildi. Lehistan’a kadar her yer zaptedildi.
önlemeye çalışan hanlardan biridir. Bu sebeple 1521’de
37
38
Moskova’yı kuşatarak, onları haraç vermeye mecbur
ettmiştir. Rus yanlısı Şeyhali’yi Kazan tahtından indirip yerine Kırımlı Sahip Giray’ı çıkarmıştır. Moskova
seferinde iken kendisini arkadan vurmaya yeltenen
Astrahan’ı 1523’te zaptetmiştir. Böylece Altınordu
Devleti’nin üç parçasını tekrar birleştirmiştir. Fakat sefer dönüşü Nogay Türklerinin komutanı olan Mamay
tarafından katledildi.
Ülke yeniden iç karışıklıklara sahne oldu. Sonunda
1534’te Kazan Hanı Sahip Giray Osmanlıların yardımı
ile Kırım hanı oldu. Bu han zamanında ülkeye Osmanlı
nüfuzu tam olarak yerleşti.
XVI. asır Rusların kuvvetlendiği ve Türk ülkelerine yöneldiği bir asırdır. Rusların başında Müthiş İvan
vardır. Müthiş İvan 1552’de Kazan şehrini zapteder ve
Kazan Hanlığına son verir. Bu feci olayın intikâmını
almak için DevleT Giray Han, 1571’de Moskova’ya
yürüdü ve şehri zaptetti. M.İvan bütün Rusların yaptığı
gibi, geniş mesafelerden faydalanıp geri çekildi. Devlet Giray, Bahçe Saray’a dönünce, İvan da Moskova’ya
döndü. Fakat Devlet Giray ve bundan sonra gelen
II.Mehmet Giray (1588-1606) Kazan ve Astrahan şehirleri Rusya tarafından serbest bırakılmadıkça M.İvan’la
barış yapmayacaklarını bildirdiler.
1671-1704 yılları arasında dört
defa Kırım hanı olan Hacı Selim Giray, Osmanlı orduları
ile birlikte Avrupa’da savaşır
iken Kırım’a girmiş olan Rus
ve Lehistan ordularını bu suvari birlikleri ile yetişip perişan
etmiştir. Rusya’dan ve
Lehistan’dan gelen saldırılara
karşı Kırım ordusu, Osmanlılar
için bir güven kaynağı teşkil
etmiştir.
Kırım ordusu 200 bin kişiden oluşan bir ordu idi.
Tamamı da suvarilerden oluşuyordu. Kırım Hanı sıkışır
ise bu sayı iki katına çıkabilirdi.
1671-1704 yılları arasında dört defa Kırım hanı
olan Hacı Selim Giray, Osmanlı orduları ile birlikte
Avrupa’da savaşır iken Kırım’a girmiş olan Rus ve Lehistan ordularını bu suvari birlikleri ile yetişip perişan
etmiştir. Rusya’dan ve Lehistan’dan gelen saldırılara
karşı Kırım ordusu, Osmanlılar için bir güven kaynağı
teşkil etmiştir.
Han soyundan gelen mirzalar birbirleri ile savaşıp
Türk ülkesini zayıf düşürürken Ruslar da Çar Deli Petro ile güçlenme ve teşkilatlanma safhasına girmişlerdir.
Deli Petro:
a) Avrupa’daki uyanış ve kalkınışı kavramış
b) Cahil ve pis Rus mujiklerini zor ve şiddet kullanarak medenileştirmiştir.
c) 1. Petro, geleceğe matuf bir milli siyaset planı
hazırlayarak bunu tatbike koyulmuştur.
Bu yıllarda Türk’ün talihi dönmüş, felaket yılları
başlamıştır.
1699’da Karlofça Anlaşması ile Ruslar Türlerden
Azak kalesini aldılar.
1736-1737 yıllarında Kırım Hanı olan Fetih Giray zamanında Ruslar, ordularıyla Kırım’a girdiler.
Bahçesaray’ın içindeki camiler ve kütüphaneleri tahrip
ettiler. Meşhur kütüphanedeki bütün kitapları yaktılar.
Bir yıl sonra yine geldiler. Bu sefer 100’den fazla köyü
tahrip ettiler. 1771’de II. Selim Giray zamanında geldiklerinde 35 bin Kırım Türkünü öldürdüler.
Kırım’ın son hanı olan Şahin Giray (1777-1783)
talim ve tertibiye görmüş, ülkeyi kalkındırmak isteyen
bir han idi. Düşüncesini tahta geçince uygulamak istedi
ise de mollaların tepkisiyle karşılaştı. Avrupalılaşmayı
dinsizleşme olarak anlayan mollalar halkı ayaklandırdılar. Karışıklıkları fırsat bilen I. Katherina, General
Potemkim’in komutasındaki Rus ordularını Kırım’a
yolladı. 30 bin savunmasız Kırım Türk’ü şehit edildi. 1783 yılında Kırım’ın bağımsızlığına son verilip
Rusya’ya bağlandı.
Rusya’nın güneye inmesini engelleyen en büyük
set, böylece yıkılmış oldu.
RUS İŞGALİNİN ALTINDA KIRIM
Rusların Kırım’ı işgal ve ilhak etmeleri, Kırım
Türkleri için sonsuz ızdırap ve facialara yol açmıştır.
Hiçbir müstevlî devlet, esir ettiği bir millete bu kadar
haksızlık, adaletsizlik, zulüm, işkence yapmamış ve
imha siyaseti tatbik etmemiştir.
RUSLAR NELER YAPTILAR?
1-Hanlık devrinden kalma idarî, adlî, malî ve eğitim
sistemini ortadan kaldırdılar. Halk, asılzade, din adamı
ve köylü sınıflarına bölündü. Halkın yüzde 80’i köylü
sınıfına dahil edildi. İktisadi ve ticari hayat durdu.
2-Köylünün elindeki topraklar hazine arazisi diye
Rus asilzadelerine ve Kırım’a yerleştirilen Rus köylülerine dağıtıldı. Cami ve medreselere ait vakıf arazilerinin de dörtte üçü alınıp Ruslara dağıtıldı.
3-Alim ve imamlar ya sürgüne yollandı ya da hapsedildi. Camiler kiliseye çevrildi. 1805’de cami sayısı
1558 iken 1914’de 726’ ya düştü.5139 olan din adamı sayısı ise 942’ye inmiştir.
4-Türklere ait olan ve olmayan bütün tarihi eserleri
yok etmişlerdir.
Daniel Clarke adlı bir yazar, Rusların Kırım’da yaptıkları barbarlıkları tek tek anlattıktan sonra şöyle der:
“Ruslara göre hakimiyet kurmak, yıkmak, yakmak,
yağma etmek ve öldürmek demektir. Başarı sağlamak da her yeri çöle çevirmekten ibarettir.”
5-Potemkin’e göre Kırım’ı Rus sömürgesi yapmak için yalnız topraklarını almak yetmezdi. Buradaki Türkleri de kovmak, azınlığa düşürmek, etnik
bir güç olmaktan çıkarmak gerekirdi. Ruslar da böyle yaptılar: Türkleri göçe zorladılar.
1785’den1800’e kadar Kırım’dan Türkiye’ye
500 bin insan göçtü. Bunların en az dörtte birinin
Karadeniz’in dalgalarında boğulduğu tahmin ediliyor.
1812-1828 yılları arasında da 200 bin kişinin göçtüğü kabul edilmektedir.
Kırım savaşı sırasında da Kırım’a Don Kazakları
iskân edilmiş, bunlar halka çok zulüm yapmışlardır.
Türkler ise uzak Rus eyaletlerine sürgün edilmişlerdir.
Ağır vergiler, rüşvet, toprak kavgaları ve Tatarların
yüzde 70’inin topraksız kalması göçün başka sebeplerindendir.
Rus yazarı Markof şöyle diyor:
“Biz, Kırım Tatarlarına Avrupaî hiçbir şey öğretmedik. Hatta onların memleketlerindeki eğitim teşkilatını da yıktık. Seksen yıldan veri biz, Kırımlılara
ne ilim, ne de teknik bilgi verdik.”
1874’ten itibaren Kırımlıların askere alınması da
Türklerin kütle halinde göçmesine yol açmıştır. Dünkü
zalim düşmanına asker olarak hizmet vermek istememişlerdir.
1883 yılında çıkmaya başlayan Tercüman gazetesi
göçleri engellemeye çalıştı.
Kırım Türklüğü’nün liderlerinden Cafer Seyit Ahmet Kırımer, Yusuf Akçura’dan naklen, Kırım Türklüğünün çöküş sebeplerini şöyle belirtir:
1-Devlet teşkilâtının esaslarını Altınordu’dan olan
Rusya’ya karşı Türk memleketleri uyanık bulunmadılar. Birleşik bir Türk cephesi kuramadılar. Lehliler ve
Ukraynalılarla siyasî anlaşmalar yapamadılar.
2-Bütünüyle Türk dünyası, Batı ile temas etmekle
ve Batı’nın yeni teknik ve buluşmalarından faydalanmakta, Ruslardan geri ve geç kaldılar.
Türk, dostunu fazla kavi, düşmanını da fazla aciz
görür. Bu sebeple, Kırım Türkleri Rusları küçümsemişler, onun ilerlemesini takdir edememişlerdir.
1783’den 1914’e kadar, Rus çarlığının uyguladığı
politikalar sonucu, Kırım yarımadasındaki 1milyon
250 bin Türk hayatını kaybetmiştir.
GASPIRALI İSMAİL
1851’de Avcı köyünde doğmuştur. Yaradılıştan zeki,
çalışkan, araştırıcı ve sabırlı bir insan idi. İlk tahsilini
Türkçe, orta tahsilini Rusça yaptı. Birkaç yıl Paris’te
kaldı. 10 Nisan 1883’te Tercüman gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Halk eğitimi için kitaplar çıkarmıştır.
Gayesi, “Gaflet sahrasında yere serilmiş kalmış
halkını uyandırmaktır.”
Bütün Türkleri kültür, düşünce ve hareket bakımından birleştirmek maksadı ile, “Dilde, fikirde, işde birlik” şiarını ortaya atmıştır.
Usul-ü Cedid üzerine yeni okullar açtı. “Bütün
felâket, okulsuzluktan, bilgisizliktendir. Okuduktan
sonra halk kendisine gereken yolu ve sadeti bulur.”
diyordu.
En büyük Türkçülerdendir.
1914 yılında ölmüştür.
1917 İHTİLÂLİ VE SONRASI
1905 yılındaki inkılâp, Çarlık baskısını azalttı.
Kırım’ın genç adınları da teşkilâtlanmaya başladılar.
1910 yılında Vatan cemiyetini kurdular ve Vatan Hadimi adında bir gazete çıkarmaya başladılar. Kırım
Türklerinin iktisadi, kültürel meselelerini, toprak dağılımındaki adaletsizliği Rus devletinin oligarşik ve Ruslaştırma siyasetinin Kırım’a verdiği zarları dile getirdiler. Milliyetçi fakat sosyalist idiler.
39
Gaspıralı İsmail 1851’de
Avcı köyünde doğmuştur.
Yaradılıştan zeki, çalışkan,
araştırıcı ve sabırlı bir insan
idi. İlk tahsilini Türkçe, orta
tahsilini Rusça yaptı. Birkaç
yıl Paris’te kaldı. 10 Nisan
1883’te Tercüman gazetesini
çıkarmaya başlamıştır. Halk
eğitimi için kitaplar çıkarmıştır.
1.Dünya Savaşında Rusların Almanlara yenilmesi
ve İtilaf Devletlerinin Çanakkale’de bozguna uğramaları 1917 komünist ihtilâlini hızlandırdı. 1917 ihtilâli
Türk ülkelerinde yeni ümitlerin doğmasına yol açtı. Kırım aydınları da kurdukları gizli siyasî teşkilâtları olan
Millî Fırka’yı faaliyete geçirdiler.
Mart 1917’de Akmescit’te yapılan 2 bin kişilik büyük toplantıda “Kırım Müslümanları İcra Komitesi”
teşkil edildi. Başkanlığına da Çelebi Cihan seçildi. Bu
komitenin daveti üzerine toplanan Kırım delegeleri,
Kırım Türklerinin mukedderatını tayin edecek ve millî
hükümeti kuracak olan KURULTAY üyelerini seçim-
40
le tesbite karar verdiler. Kararlaştırılan günde seçimler yapıldı. 5’i kadın 76 milletvekili seçildi. 9 Aralık
1917’de Kurultay toplandı. 18 maddelik geçici Anayasa yapıldı. Bu Anayasanın 16. Maddesi ile Kırım Halk
Cumhuriyeti kabul ve ilân olundu. Çelebi Cihan ilk
hükümeti kurdu.
13 Aralık 1917’de Kırım’ın bağımsızlığını ilân eden
ilk hükümet, hemen işe koyuldu:
a-Vakıf ve millî eğitim işlerini düzenledi. İlk orta ve
meslek okulları açtı.
b-Hansaray’da millî müze açıldı.
c-Millî orduyu kurmak maksadıyla, henüz cephelerde olan askerleri yurda çağırdı.
Birkaç mirza ve molla dışında bütün kırımlılar hükümeti destekliyorlardı.
Kırım’da millî hükümet kuvvetlenirken Bolşevikler
de boş durmuyorlardı. Bunlar Kırım millî hükümetinin
kararlarını dinlemiyorlardı. Bu yüzden 11 Ocak 1918
gecesi Yalta’yı harp gemilerinden top ateşine tuttular. Böylece Kırım Türkleri ile Bolşevikler arasında savaş başladı. Kırım millî ordusu henüz kurulmamıştı. Bu
yüzden Bolşevikler, yerli Rusların da yardımı ile çok
Türk katlettiler. Akmescit’te Çelebi Cihan’ı esir ederek, muhakeme bile etmeden şehit ettiler ve denize
attılar.
Kırım 1918 yılının ilkbaharında Alman orduları
tarafından işgal edilinceye kadar, Bolşeviklerin idaresinde kaldı. Almanlar gelince Bolşevikleri temizlediler.
Millî hükümetin kurulmasına izin verdiler ise de millî
ordu teşkiline müsaade etmediler. Almanlar çekilince galip devletlerin himayesinde Denikin ve Wrangel
orduları Kırım’a girdiler, Kurultay’ı dağıttılar ve millî
hükümete de son verdiler.
BOLŞEVİK İŞGALİ VE İDARESİ
Denikin, Wrangel ordularını mağlup eden Bolşevikler bütün Rusya’yı ve bu arada Kırım’ı da 1920 yılının
kasım ayında işgal ettiler. Kırım’ın eski bir Türk yurdu olduğunu kabul ederek ve Rus olmayan milletlere o
zaman için şirin görünmek arzusu sebebiyle Bolşevikler bir Muhtar Kırım Cumhuriyeti kurdurlar. Başına da
Veli İbrahim adında bir Komünisti getirdiler. Hükümet
üyelerinin çoğunluğunu Kırım Türkleri teşkil ediyordu.
Bolşeviklerin bu hareketi bir gösterişten ibaretti.
Gerçek niyetleri ise Kırım Türklerini yok etmekti.
Bu sebeple, Türkleri Urallara ve Sibirya’ya sürmeye
ve hapsetmeye başladılar.
1921 yılının Kasım ayında açlık yüzünden 60 bin
Türk’ün ölümüne sebebiyet verdiler.
Buna rağmen, Kırım’da maddî manevî kalkınma hareketleri başladı. Fakat 1928’de Veli İbrahim’in
kurşuna dizilmesi ve Stalin’in idareyi ele geçirmesi,
Kırım’da felaketlerin yeniden başlamasına yol açtı:
1929-1930 yıllarında 40 bin Türk “kulak-köy zengini” bahanesiyle Sibirya’ya sürüldü.
1931- 1933’te kastî açlık yaratıldı. Köylünün mahsulü zorla elinden alınıp dış ülkelere satıldı. Binlerce
Türk açlıktan öldü. Bu durumu protesto eden Kırım
Cumhurbaşkanı Mehmet Kubay sürgün edildi.
Kısacası, 1921-1941 arasında Kırım’da açlık, sürgün ve katliam gibi sebeplerle 170 bin Türk imha edildi.
II. Dünya Savaşı sırasında, 1941’de, Almanlar
Kırım’ı işgal ettiler. Bundan Kırım Türkleri ve Ukray-
nalılar ümitlendiler, fakat kısa zamanda Nazilerin de
komünistler gibi emperyalist, sömürgeci ve insanlık
düşmanı olduklarını anladılar.
Kızılordu 1944 yılında Kırım’ı yeniden işgal edince,
Moskova; Kırım Türklerini Nazilere yardımcı oldukları gerekçesiyle suçlu-suçsuz ayırmadan toptan Urallar,
Sibirya ve Orta Asya’ya sürgün etti.(18 Mayıs 1944) 30
Ağustos 1945’te de Kırım Muhtar Cumhuriyetini ortadan kaldırdılar.
Bu sürgün faciası, hayvan vagonları içinde ve ölenlerin dışarı atılmaları şeklinde uygulandı. Kırım Türkleri 10 yıl, sabah- akşam polise mevcut vermek suretiyle sürgün hayatlarını devam ettirdiler. 10 yıl sonra,
bulundukları vilâyet sınırları içinde yer değiştirme hakkına kavuştular.
Stalin devrinde, aynı şekilde sürgüne tabi tutulan
Kuzey Kafkasyalılar, Baltıklılar, Volga Almanları affedilerek yurtlarına döndürülürken Kırım Türkleri af
kapsamının dışında tutuldular. Stalin’den sonra gelen
diktatörler zamanında da yurtlarına dönmek hakkından
mahrum edildiler. Ancak 1967’de Kırım Tatarlarının
haksız yere sürgün edildiği resmen ifade edildi. 19681969’da 5-6 bin Tatar Kırım’a yerleşebildi,
1990’da Rusya’daki olumlu değişimlerden sonra Kırım Tatarları yurtlarına dönmeye başlamışlardır.
Bugün Kırım’a dönenlerin sayısı 300 bin civarındadır.
Kırım’a dönenler 33 üyeli Kırım Tatar Millî Meclisi’ni
oluşturarak 1991’de Akmescid’te “millî egemenlik bildirisi” ni kabul ettiler.
Kırım Türkleri, bugün Ukrayna’ya bağlı Kırım
Muhtar Cumhuriyet’nin sınırları içerisinde yaşıyorlar.
Anavatana dönemeyen Tatar Türklerinin nüfusu da 300
bin kadardır.
Acı ve ıstırap dolu seneler bitti mi, bilmiyoruz…
Çünkü acı, açlık, sürgün Kırım Türkü’nün asırlar boyu
kaderi olmuştur. Bu kaderi, sadece Kırım Türkleri değiştiremez. Bu kaderi, ancak Türklerin her bakımdan
birliği ve bütünlüğü değiştirir.
KIRIM DIŞINDAKİ ÇALIŞMALAR
Kırım, Komünistler tarafından işgal edildikten sonra, Kırım Millî Hükümeti’nin eski dışişleri bakanı Cafer Seyyit Ahmet Kırımer, Kırım Parlamentosunun tam
yetkili murahhası olarak, Kırım dışına çıkmıştır. 1960’a
kadar Kırım Kurtuluş Dâvâsı’nın liderliğini yapmıştır:
Cemiyet-i Akvam’a muhtıralar vermiş, Rus olmayan
Rus esiri milletlerin ortak teşkilâtı olan PROMETE’de
Kırım’ı temsil etmiştir.
1 Ocak 1930’da Müstecip Fazıl Ülküsal tarafından çıkarılan Emel dergisi 6. sayısından sonra Kırım
dâvâsının resmî yayın organı haline gelmiştir.
Kırım Türklerinin millî dâvâsı bu gün hız kazanmıştır. Çünkü şartlar iyiye yönelmiştir ve büyük bir lider
bayrağı eline almıştır. Bu lider, akıl almaz zulümlere rağmen Moskof’a boyun eğmeyen Mustafa Cemil
Kırımoğlu’dur. Allah ömrünü uzun eylesin.
41
EĞİTİM
“YAZ BOZ TAHTASI”
YAPILINCA…
1 milyon 837 bin adayın merakla beklediği YGS
sonuçları açıklandı. YGS şampiyonları Konya ve
Osmaniye’den gelirken doğru cevap dağılımında başarısızlık oranı her geçen yıl artmaya devam ediyor.
Türkçe, Sosyal Bilimler, Temel Matematik ve Fen
Bilimleri doğru cevap dağılımında son iki yıl rakamlar dikkat çekici. Her dört alanda da sıfır çeken öğrenci sayısı periyodik olarak artıyor.
EN YÜKSEK SIFIR ÇEKİLEN TEST FEN BİLİMLERİ OLDU
YGS sonuçlarına göre 31 bin 249 aday Türkçe testinde sıfır çekerken, Sosyal Bilimler testinde ise 253
bin 918 aday sıfır çekti. Öte yandan, Temel matematik
testinde 870 bin 080 kişi sıfır çekerken Fen Bilimleri
testindeki rakamlar ise daha da iç karartıcıydı. Toplam
1 milyon 260 bin 795 kişi Fen Bilimleri Testi’nde sıfır
çekti.
YGS’de sınavı geçerli sayılan 1 milyon 837 bin
344 adaydan 50 bin 805’i ‘’sıfır’’ aldı.
2012-YGS sonuçlarına göre adayların puan ortalamaları Türkçe testinde 18, Sosyal Bilimler testinde
11,63, Matematik testinde 6,92, Fen Bilimleri testinde
3,56 olarak gerçekleşti.
Bu rakamlar geçen yıl Türkçe testinde 21,9, Sosyal
Bilimler testinde 11,6, Matematik testinde 7,5, Fen
Bilimleri testinde 4,1 olarak belirlenmişti.
Sınava son sınıf düzeyinde giren adayların puan
ortalamaları ise Türkçe testinde 18,02, Sosyal Bilimler
testinde 11,3, Matematik testinde 7,27, Fen Bilimleri
testinde 4,43 oldu.
ÖSS’DE SIFIR ÇEKENLER
2009 İçin
12 Temmuz 2009 Pazar günü Öğrenci Seçme ve
YGS sonuçlarına göre 31 bin 249 aday
Türkçe testinde sıfır çekerken, Sosyal
Bilimler testinde ise 253 bin 918 aday
sıfır çekti. Öte yandan, Temel matematik testinde 870 bin 080 kişi sıfır
çekerken Fen Bilimleri testindeki rakamlar ise daha da iç karartıcıydı. Toplam
1 milyon 260 bin 795 kişi Fen Bilimleri
Testi’nde sıfır çekti.
Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)Başkanı Prof. Dr. Ünal
Yarımağan, yaptığı basın toplantısıyla ÖSS sonuçlarını
açıkladı.
Yarımağan’ın açıklamalarına göre sınava giren 1.
324. 197 adaydan 29. 927 adayın ÖSS puanları hesaplanamadı. Yani bu öğrenciler sıfır çekti.
Sınavı geçerli sayılan adaylardan 1. 229. 800’ü
(yüzde 92.89) tercih yapma hakkını elde etti. Tercih
yapma hakkını elde edemeyen aday sayısı ise 94. 201
(yüzde 7.11) oldu.
AKP’nin iktidarı dönemine bakınca 2002 yılında
8. 819; 2003 yılında 26. 448; 2004 yılında 32. 177;
2005 yılında 57. 163; 2006 yılında 27. 864, 2007 yılında 47. 000; 2008’de 28. 321; 2009’da ise 29. 927
öğrenci sıfır çekiyor. Sıfır çekenlerin sayısı artıyor.
2010-YGS’de ise sınavı geçerli olan 1 milyon 487 bin
493 adaydan 14 bin 156›sının puanı hesaplanamamıştı.
2011-YGS›de ise 1 milyon 648 bin 240 adayın sınavı
geçerli sayılırken, 38 bin 269›unun puanı hesaplanamadı;
42
ANADOLU
MANZARALARI
HAKAN TUNÇ
Anadolu’nun bin bir güzelliğinin
anlatıldığı “Anadolu Manzaraları”
1957 yılında Prof.Dr. Hikmet Birant tarafından yazılmış bir kitaptır.
Hikmet Birand, Anadolu’nun birçok
yerini gezerek ve bu coğrafyanın
güzelliklerini bilimsel temele dayandırarak açıklamış bir bilim adamıdır.
Sadece, Anadolu Manzaraları kitabında değil diğer bütün kitaplarında
da vatan sevgisinin en güzel bilimsel
dayanaklarını bulmak mümkündür.
tümseklerle önümdeki içi bin bir güzellikle dolu olan derenin tezatlığına hayran olurken, bir yandan da yatağının iki
yanından fışkıran söğütlerin, iğdelerin,
dişbudakların, meşelerin, alıçların, sık
yaprak örtüsünden görünmeyen, fakat
sanki bu derin yarları, bu güzel bağları
bahçeleri bu yeşil cemaati ben yaptım
diye övünürmüş gibi şırıl şırıl akan suyun keyifli sesini duyarım.” (s.23)
Anadolu’nun iklim özellikleri özellikle de karasal iklim kitapta oldukça
Türkiye’de ilk defa bitki sosyoilginç anlatımlarla örneklendirilmiştir.
lojisi alanında çalışma yapan ve bu
Her başlayan nisan yağmurları birçalışmalarıyla bitki sosyolojisinin
çoklarımız için can sıkıntısı ya da ezikurucusu olan Birand, yazdığı eseryetmiş gibi görülse de Birand yazdığı
lerinde bitkileri kişileştirerek en
eserde nisan yağmurlarını doyumsuz
Türkiye’de ilk
anlaşılmaz botanik konularının bile
hale getirmektedir. “Etlik üstüne gelen
defa bitki sokolayca anlaşılmasını sağlamıştır.
kara bulutların alt kenarları bir perdesyolojisi alanında
nin
püskülleri gibi yere doğru sarkçalışma yapan ve
Anadolu Manzaraları kitabı
masıyla başlamışlardı. (s.29) ş Büyük
bu çalışmalarıyla
toplam 118 sayfadan oluşmasına
sancılarla inleyen göğün doğurduğu ilk
bitki sosyolojisinin
rağmen her sayfasının hatta her
rahmet damlası…” (s.30) gibi ifadelerle
kurucusu olan Bicümlesinin ihtiva ettiği anlam zenyağmurun keyfini çıkarıyoruz. Ancak,
rand, yazdığı esginliğiyle adeta ansiklopedilere taş
hiçbir gözlemci yağmurun yağdığı anı
erlerinde bitkileri
çıkaracak niteliktedir. Hem sade anBirand kadar ayrıntılı gözlemleyemekişileştirerek en
latım hem de derin anlam zenginliği,
miştir: “Cip cip diye suya düşüyorlar.
anlaşılmaz botanik
kitapta hemen kendini göstermekteDüştükleri yeri biraz çukurlaştırıyorlar,
konularının bile kodir. Bu kadar derin anlatımları kitapfakat bu çukurluk hemen kapanıyor ve
layca anlaşılmasını
ta nasıl sade bir şekilde aktardığına
ortasından ince narin endamlı bir sütun
sağlamıştır.
büyük şaşkınlıkla tanık oluyorsunuz.
yükseliyor. Yükseldikçe inceliyor ve
Ayrıca, okuyanların kitabı bir çırpıucu sivrilirken birden bire şişmanlada bitirmesini sağlayacak akıcı bir
yarak oval bir yumurta şeklini alıyor.
üslup kullanmıştır. Buna ilaveten,
Sonra sütunun ucundan kopuyor, kısa bir pırıltıyla
kitapta bahsettiği yerler, okuyanda o yerleri hemen
zıplayarak suya düşüyordu. Bazen bir ikincisi, daha
görme isteğini uyandırmaktadır. Örneğin, Ankara
küçüğü onu takip ediyor ve sütun, ucundan bir damla
yakınlarında Hacıkadın deresinin güzelliği Birand’ın
koptuktan sonra, suyun yüzüne bir halka halinde yığıkaleminden hak ettiği değeri bulmaktadır:
lıveriyordu. Fakat daha acar bir halka onu siliveriyordu…” (s.33)
“… Bir yanda hemen ardımdaki çıplak, somurtkan
43
sınırıyla özdeş olduğunu şu ifade ile anlatmaktadır:
“Hımış evler bizim coğrafyamızda bir sınır bölgesidir. Ankara›dan çıkınız Kastamonu yolunu tutarsınız Ilgaz›a kadar kerpiç evli köylerden geçersiniz.
Bolu›ya doğru gidersiniz, Kızılcıhamam›ın hemen
ötesinde kerpiç köyler biter, hımış köyler başlar. Kerpiç köylerin bittiği yerde hımış evli köyleri bir çizgiyle
birleştirirseniz steple orman sınırının hem de en eski
sınırını çizmiş olursunuz.” Kitabın yazıldığı dönemi
ele alırsak yazarın ne kadar ileri görüşlü olduğunu
kavrayabiliriz.
Birand’ın kitabı Anadolu’nun bilinmeyen güzelliklerini belgesel filmde izlermişçesine canlı bir anlatımla
sunmaktadır. Bununla birlikte kitapta anlatılan birçok
konu ezber bozmaktadır. Bu zamana dek herkesin hor
gördüğü ya da yok etmeye çalıştığı işe yaramaz ot gibi
gözüken bozkırın bin bir güzelliğini Anadolu Manzaraları kitabında görmek mümkündür. Kitapta bahsedilen birçok bozkır türü arasında üzerlik otuna yazar ayrı
bir önem vermiştir. Üzerlik otunu birçok arkeologa
hocalık eden bir bitki olarak tanımlıyor ve bu ifadesine
dayanak olarak da birçok höyüğün üstününü üzerlik
otuyla kaplı olduğunu anlatmaktadır.
Anadolu Manzaları’nda Birand, incelediği alanları
farklı bir metodolojik yöntemle değerlendirmiştir. Örneğin mesken tiplerinin farklılığının bitki kuşaklarının
Yazar kitapta anlattığı birçok olaya ilave olarak
doğanın öneminden şu ifadelerle bahsetmektedir:
“Tabiat müşfik ve müsamahalıdır. O büyük şefkati,
büyük müsamahası sayesindedir ki biz, bunca ettiklerimize rağmen onun nimetlerinden hala faydalanabilmekteyiz.”
Hayatımda önemli bir iz bırakan kitaplardan biri
de Prof. Dr. Hikmet Birand’ın Anadolu Manzaraları
kitabıdır. Gençlerimiz bu kitabı mutlaka okumalıdırlar.
Gençlerimize vatan sevgisini aşılamak istiyorsak “bilgi olmadan bilinç olmaz” gerçeğinden yola çıkarak
en başta güzel vatanımızın doğal zenginliklerini onlara
öğretmeliyiz. Bu zenginlikler onları vatan sevgisine
ulaştıracaktır.
Anadolu Manzaraları, doğayı ve vatanı sevenler
için bir başucu kitabıdır, iyi bir rehberdir.
TEBRİK
Türk Milletinin
bekası için
yüzyıldır hizmet
veren Türk
HALAÇOĞLU, DERNEĞİMİZİ
ZİYARET ETTİ.
Milliyetçi Hareket Partisi Kayseri
Milletvekili Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU 27 Nisan 2012 Cuma günü
saat, 15.30’da Derneğimizi ziyaret
etmiştir. Türkiye’nin gündemi ile
ilgili konularda görüşlerini ifade
eden Halaçoğlu, Bilgiyurdu Gençlik
Eğitim ve Kültür Derneği üyelerinin
çeşitli sorularını cevaplandırdı.
Derneğin faaliyetleriyle hakkında
da bilgi veren dernek Başkanı Mustafa Öztürk, günün anısına bilimadamı Halaçoğlu’na dernek yayınlarını
hediye etti.
Ocaklarının
Genel Merkez
Yönetim
Kuruluna seçilen
yeni yönetime
başarılar dileriz.
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği