CHP parti okulu.indd

Transkript

CHP parti okulu.indd
Cumhuriyet Halk Partisi bu dünyada ilk kez bir modernleşme
projesini, değişim projesini, yenilenme projesini orta çağın
kültüründen, orta çağın değerler sisteminden, orta çağın
hukukundan, orta çağın ekonomisinden, zihniyetinden,
inançlarından sıçrayarak çağı yakalamaya yönelik bir büyük
modernleşme projesini ortaya koyan siyasi parti olmuştur...
Deniz BAYKAL
CHP Genel Başkanı
Değerli Cumhuriyet Halk Partililer,
Sevgili Yol Arkadaşlarım;
Partimizin sağlıklı yapılanması, parti çalışmalarımızın etkinlik kazanması için üyelerimizin
eğitilmesi çok ciddi bir parti görevidir.
Parti Okulu açarak bu görevi yerine getiren Bursa İl Yöneticilerimizi, katkıda bulunanları
ve eğitim çalışmasına katılan partililerimizi içtenlikle kutluyorum.
Eğitim bir sorumluluktur ve Cumhuriyet Halk Partililerin hiçbir şekilde ödün vermeyeceği,
veremeyeceği bir konudur. O nedenle Parti Okulu açılmasını çok önemsiyorum.
Çünkü, Bağımsızlığımıza, özgürlüğümüze, Laik Cumhuriyetimize sahip çıkmanın, insan
haklarını geliştirmenin, demokrasiyi kökleştirmenin, hukuku egemen kılmanın yoluda, fikri
hür, vicdanı hür partililer ve insanlar yetiştirmenin yolu da eğitimden geçmektedir.
Eğitim ile demokrasinin tek başına iktidarı ele geçirmek olmadığını, bir değerler sistemi,
bir yaşam biçimi olduğunu anlayabilir ve anlatabiliriz.
Bu, bizim gibi düşünmeyen insanlara saygı duymak,
Onların hak ve hukukunu kendi hukukumuz gibi koruyup kollamak, siyaseti bizden olanlar,
olmayanlar ekseninde yapmamak demektir.
Oy almak, iktidara gelmek bu anlayışla değer kazanabilir. Parti Okulu işte bu değeri
kazandıracak, herkese eşit vatandaş gözüyle bakma olgunluğunu verecektir partililerimize.
Bu eğitimi özellikle partililerimiz ile yapacağız. Parti Okulu’ndan yetişmiş CHP’liler gece
demeden, gündüz demeden öğrendiklerini hayata geçirecekler, bilgi ve birikimlerini bütün
vatandaşlarımızla paylaşacaklar, yanlış yapan iktidarlara da “dur” diyecekler.
Parti Okullarımız gençlerimize, partililerimize bu bilinci, bu sorumluluğu ve bu cesareti
verecek. Onlar da Türkiye’ye sahip çıkacaklar.
Hiç kuşku yok ki, Parti Okulu açarak eğitim için kolların sıvanması, partimizin
canlandırılması, Bursa’lılar ile el ele, kol kola, omuz omuza Türkiye için mücadele etme
kararlılığının da somut bir göstergesidir.
Ama sadece bu da değildir. Bu eğitim çalışması CHP olarak sosyal demokrat kimliğimizle,
politikalarımızla, inancımızla, gelenek ve göreneklerimizle Bursa’dayız, Bursa olarak
CHP’yi iktidara taşıma konusunda üzerimize düşen sorumluluğu eksiksiz yerine getireceğiz
ve CHP’nin bayrağını Bursa’ya da dikeceğiz demektir.
Yolunuz açık olsun.
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.
Deniz BAYKAL
CHP Genel Başkanı
CHP
PARTİ OKULU
PROGRAM
ve
KONUŞMACI SUNUMLARI
BURSA
(18 Temmuz - 06 Eylül 2008)
-İÇİNDEKİLER-
I.
II.
III.
ÖNSÖZ......................................................................3
PARTİ OKULU PROGRAMI ………………………….........7
Kapsam
Amaç
Hedef Kitle
Çalışmaların Yürütülmesi
Yöntem
Uygulama İlkeleri
Süreç
KONUŞMACILAR …………………….…………….......
Deniz BAYKAL…………………………………………….
Kemal KILIÇDAROĞLU………………………………...
Erol İYİBOZKURT………………………………………..
Onur ÖYMEN……………………………………………….
Esfender KORKMAZ…………………………………….
Cevdet SELVİ……………………………………………...
Kemal ANADOL…………………………………………...
Mustafa BOZBEY…………………………………………
Tahir BAŞTAYMAZ ……………………………………...
Nur SERTER………………………………………………..
Gürhan AKDOĞAN ………………………………………
10
24
40
54
66
74
86
104
114
126
142
9
‘‘Eğitim;
bir toplumun gelişmesini sağlayan
en önemli unsurdur.’’
Deniz BAYKAL
Parti İçi Eğitim ;
partinin sağlıklı yapılanması ,
üyelerin niteliklerinin geliştirilmesi
ve
parti çalışmalarının
kalite , yeterlilik ve etkinlik kazanması için gereklidir.
10
CHP BURSA İL BAŞKANLIĞI
PARTİ OKULU PROGRAMI
KAPSAM ________________________________________________
Parti Okulu çalışmaları, parti programında belirtilen politikalarımızın amaç ve hedefleri
doğrultusunda, katılımcıları gerekli görülen teorik bilgilerle donatmak. Katılımcıların pratik
beceri ve yeteneklerini artırmak için yapılır.
AMAÇ _________________________________________________
Parti Okulu eğitimi ; partinin sağlıklı yapılanması , üyelerin niteliklerinin geliştirilmesi ve parti
çalışmalarının kalite , yeterlilik ve etkinlik kazanması için öngörülmektedir.
Ayrıca Parti Okulu, tüm katılımcıların toplumsal sorunlara yaklaşım biçimlerini, bakış açılarını
genişleterek, duyarlı ve bilinçli bir toplum yaratmayı amaçlar.
HEDEF KİTLE __________________________________________
Gençlerimiz, Kadınlarımız, Partili Üyelerimiz, Sivil Toplum Örgütleri, Toplumsal Sorunlara
Duyarlı Tüm Vatandaşlarımız
ÇALIŞMALARIN YÜRÜTÜLMESİ ___________________________
Katılımcılara verilmesi uygun görülen konuların programa alındığı Parti Okulu çalışmaları;
üst düzey partililerimizle ve konusunda uzman bir kadroyla yürütülecektir.
YÖNTEM ________________________________________________
Sosyal demokrat dünya görüşünü ve politikalarını katılımcılara benimseterek, bu bakış
açısının onlar tarafından yaşamın her alanında uygulanmasını gerçekleştirmek.
.
İl ve ülke düzeyindeki çeşitli konularda uzmanlaşmış kişileri , parti yöneticilerini etkinliklere
çağırarak ,onların bilgi ve deneyiminden , üyelerin yararlanmalarını sağlamak.
Dünyadaki sosyal demokrat görüşlerin , gelişmelerin ve uygulamaların partililer tarafından
izlenmesini sağlamak.
UYGULAMA İLKELERİ _____________________________________
Parti Okulu’nda, parti program ve tüzüğüne bağlı kalınır.
Tüm parti eğitim çalışmalarında yerinde ve sürekli eğitim ilkesi uygulanır.
“ Bilgi Sahibi Olmadan Fikir Sahibi Olunmaz ” ilkesinden yola çıkarak,
çalışmalarda, konuşmacıların bilgi, beceri ve deneyimlerinden katılımcıların azami ölçüde
yararlanması sağlanır.
12
SÜREÇ
Açılış Oturumu :
18Temmuz 2008-Cuma
Buttim Kongre Salonu
18 Temmuz 2008 –Cuma
BUTTİM Kongre Salonu
13:30____________ “ Sosyal Demokrasi ve Genel Siyaset ”
Deniz BAYKAL
Diğer Oturumlar :
CHP Genel Başkanı
02 Ağustos 2008-Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00____________ “CHP’nin Sosyal Güvenlik Politikaları”
Kemal KILIÇDAROĞLU
CHP Grup Başkanvekili
AMAÇ: Değişen dünya koşullarında; çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi ve buna yönelik
olarak oluşturulan CHP’nin sosyal güvenlik politikalarının katılımcılar tarafından benimsenmesini
sağlamak.
15:00_____________ “CHP ve Yerel Seçimleri”
Prof.Dr.Erol İYİBOZKURT
U.Ü.Öğretim Üyesi
AMAÇ: Türkiye’nin içinde bulunduğu günümüz koşullarında yaklaşan yerel seçimlere hazırlanmak,
CHP’nin izleyeceği stratejilerin ve yapılan yerel çalışmaların dünü ve bugününü değerlendirmek.
09 Ağustos 2008-Cumartesi
08 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
As Kültür Merkezi
13:00______________“ Türkiye Dış Politikaları ve AB Türkiye İlişkileri”
Onur ÖYMEN
CHP Genel Başkan Yrd.
AMAÇ: Küreselleşmenin ve buna bağlı değişen dünya düzeninde Türkiye’nin dış politikaları ve
Avrupa Birliği ilişkilerine CHP’nin bakış açısını katılımcılara anlatmak.
15:00______________ “ Türkiye’nin Ekonomik Profili”
Esfender KORKMAZ
CHP PM Üyesi
AMAÇ: Dünyadaki ekonomik gelişmelerin ve buna bağlı olarak emperyal güçlerin Türkiye
ekonomisine etkileri ve bu şartlardaki Türkiye’nin ekonomik profilinin çıkartılması
16 Ağustos 2008-Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00_____________ “ İşçi Sınıfının Sorunları ve CHP’nin Görevi”
Cevdet SELVİ
CHP Genel Başkan Yrd.
AMAÇ: Türk çalışma hayatında değişen ekonomik ve sosyal şartlar ile beraber ortaya çıkan
emek sınıfının sorunları ve CHP’nin bu konudaki sorumluluklarını katılımcılara hatırlatmak.
13
15:00_____________ “ CHP Tarihi”
Kemal ANADOL
CHP Grup Başkanvekili
AMAÇ: Seksen beş yıllık cumhuriyet tarihimizin kuruluşundan bu yana CHP’nin üstlendiği
roller ve geçirdiği evreleri katılımcılara özümsetmek.
23 Ağustos 2008-Cumartesi
As Kültür Merkezi
23 Ağustos 2008 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00_____________“Yerel Seçimler ve Şehircilik”
Mustafa BOZBEY
Nilüfer Belediye Başkanı
AMAÇ: Avrupa Kalite Ödülü almış bir kent olan Nilüfer ilçemizin Belediye Başkan’ının,
modern kent yaşamı üzerine tecrübelerini ve yerel seçimlerde başarılı olmanın detaylarını
katılımcılarla paylaşmasını sağlayarak, şehircilik bilincini geliştirmek.
15:00______________“Türkiye’nin Seçmen Profili ve Eğilimleri”
Prof.Dr.Tahir BAŞTAYMAZ
U.Ü.Öğretim Üyesi
AMAÇ: Değişen Türkiye şartlarında toplumumuzun sosyo- ekonomik- kültürel analizlerinin
yapılarak buna bağlı oluşan seçmen eğilimlerinin tespiti ve sandığa yansımasıyla ilgili
sosyolojik bilgileri katılımcılara aktarmak.
6 Eylül 2008-Cumartesi
As Kültür Merkezi
Eylül 2008 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00______________ “ CHP ve Eğitim Politikaları”
Prof.Dr.Nur SERTER
CHP İstanbul Milletvekili
AMAÇ: Seksen beş yıllık cumhuriyet kazanımlarının yok edilmeye çalışıldığı günümüzde çok
daha fazla önem kazanan eğitim konusunu ele alarak, CHP’nin eğitim politikaları konusunda
genel bilgilendirme yapmak.
15:00_____________“Liderlik ve İletişim Teknikleri”
Gürhan AKDOĞAN
CHP Bursa İl Başkanı
AMAÇ:İletişim çağında olduğumuz şu günlerde, farklı hedef ve kitlelere ulaşmada uygulanacak
teknikler ile parti mensuplarının ve özellikle partili gençlerin liderlik vasıflarını geliştirmek.
14
BURSAİLBAŞKANLIĞI
PARTİOKULU
18Temmuz2008
KONU : ‘‘Sosyal Demokrasi ve Genel Siyaset’’
Deniz BAYKAL
CHP Genel Başkanı
15
Genel Başkanımız DENİZ BAYKAL’ın
Bursa Parti Okulu Açılışında Yaptığı Konuşma
(18 Temmuz 2008)
Saygıdeğer konuklarımız, değerli partililerim, parti yöneticilerim, Ankara’dan bu Bursa çalışmamıza
katılmak için gelmiş olan çok değerli Cumhuriyet Halk Partililer, Bursa örgütümüzde görev almış
olan değerli kardeşlerim ve sevgili Bursalılar, hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum.
Hepinize hoş geldiniz diyorum.
Bugün Bursa’da yoğun bir program uygulayacağız. Bunun ikinci aşamasında parti okulumuzun
bu açılış töreninde bir aradayız. Buradan başka belediye çalışmalarımız var, açılışlarımız var.
Mudanya’da toplantılarımız var onlara katılacağız.
Ben Bursa örgütümüzü şuana kadar gerçekleştirdiği çalışmalar ve bugünkü bu ziyaretimiz
vesilesiyle ortaya çıkan çalışma anlayışı dolayısıyla yürekten kutluyorum. Sayın Başkanımızı,
değerli yöneticilerimizi, partililerimizi Bursa’da Cumhuriyet Halk Partisine yeni bir atılım kazandırma,
Cumhuriyet Halk Partisini canlandırma, Cumhuriyet Halk Partisini Bursa’yla kucaklaştırma
konusunda yeni bir arayış içine, yeni bir heyecan içine girdiklerini mutlulukla gözlemliyorum ve
bu çalışmaları dolayısıyla gerçekten içten, yürekten kendilerini kutluyorum ve başarılar diliyorum.
Böyle bir atılıma Bursa’da çok ihtiyacımız var. Cumhuriyet Halk Partisi olarak Bursa’da arzu
ettiğimiz noktada olmadığımızı biliyoruz. Bunu biran önce sağlamak için hepimize görev düşüyor,
sorumluluk düşüyor. Bunu hep beraber gerçekleştirmek durumundayız. Bu konuda öncelikle tabi
il yönetimimiz inisiyatifi eline alacaktır ve Cumhuriyet Halk Partisini Bursa’yla kucaklaştıracaktır.
Bizde bu çalışmalarda bize düşecek olan görevi, sorumluluğu içtenlikle yerine getireceğiz. Her
türlü katkıyı birlikte yapacağız.
Bursa Türkiye’mizin en önemli merkezlerinden birisi. Bursa’nın arkasında muhteşem bir tarih
var. Bursa’nın etrafında muhteşem bir coğrafya var. Bursa insan malzemesiyle, ekonomik
altyapısıyla muazzam bir deneyimin yansıdığı yer. Ta Osmanlı, Selçuk’un öncesine kadar,
Hitit’lere, Filikyalılar’a kadar giden muhteşem bir tarihi var. Muazzam bir olay Bursa ve sürekli
değişen, yenilenen, oluşan bir sosyolojik yapısı var. Böyle bir yapının içinde sosyal demokrasinin,
Cumhuriyet Halk Partisinin çok daha etkili, çok daha belirleyici olması gerektiğine inanıyorum.
İnşallah bunu bu çalışmalarla biran önce gerçekleştireceğiz. Bu arayışımızı kararlılıkla birlikte
sürdüreceğiz.
Bugün Bursa il örgütümüzün eğitim çalışmaları açısından bir önemli adımı attığına tanık oluyoruz.
Bir parti okulu, parti eğitim merkezi oluşturma kararını daha önceden almışlardı. Bu konuda ilk
girişimler gerçekleştirilmişti. Şimdi burada artık resmen, fiilen bunun açılışını gerçekleştiriyoruz.
Bundan sonra gençlerimizin eğitilmesi, yetiştirilmesi için, partimizin içinde, partimizin dışında yer
alan, bize katkısı olabilecek olan çok değerli insanların, uzmanların, bilim adamlarının, değerli
saygıdeğer aydınlarımızın Cumhuriyet Halk Partili gençlerimizin yetiştirilmesi, hazırlanması
bakımından her türlü yapacaklarını görüyorum. Bundan da mutluluk duyuyorum. Bu girişimi de
yürekten kutluyorum. Gerçekten bir örnek olmalıdır. İstanbul’da bir süre önce bir partili okulunu
açmıştık. Şimdi burada bir parti okulunu açıyoruz. Bir süre sonra buradaki eğitimi daha biçimsel,
daha kayda dayalı bir eğitim haline dönüştürmeliyiz. Ve burada eğitim görecek olan gençlerimiz
eğitimlerini belgeleyen bir takım sertifikalara sahip olmalıdır.
Parti içinde insanlar artık daha eğitimli, daha birikimli insanlar olarak görev alma şansına sahip
olmalıdır. Belediyecilik nedir, particilik nedir, Türkiye’nin temel sorunları nedir? Bize düşen
görevler nedir bunu çok doğru bir biçimde en iyi şekilde gençlerimize aktarmak bizim görevimizdir.
16
Bu doğrultudaki girişim çok yerinde bir girişim olarak gözüküyor. Ben değerli arkadaşlarımı bu
çabaları dolayısıyla da yürekten kutluyorum. Parti okulunun hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.
Değerli arkadaşlarım, biz Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Cumhuriyet Halk Partisi çok dünya çapında
bir tarihi arkasında taşıyan bir parti. Cumhuriyet Halk Partisi sıradan bir iktidar organizasyonu değil.
İktidarda pay kapma amacına yönelik günün şartları içinde şekillendirilmiş bir iktidar arayışının
yön verdiği bir kuruluş değil. Cumhuriyet Halk Partisi bir devletin şekillenmesi mücadelesi içinde
sorumluluk üstlenmiş olan bir parti. Cumhuriyet Halk Partisi daha devlet yokken var, meclis yokken
var. Silahlı Kuvvetler yokken var. Cumhuriyet Halk Partisi Anadolu işgal altındayken oluşmuş
olan bir parti. Müdafaa-i Hukuk Hareketi. İşgale karşı bağımsızlık ruhuyla ortaya çıkan insanların
dayanışmasından kaynaklanan bir siyasi yapılanma. Ortada daha modern Türkiye yok, devlet
yok, meclis yok, hiçbir şey yok. Sadece Anadolu’nun işgaline karşı bir milli refleks var. Bağımsızlık
ruhunu ayakta tutma, kendi kaderimizi kendimizin tayin etme hakkını talep etme, Anadolu’dan
Türkleri süpürüp atmak isteyen, bunların artık burada yeri yok, geldikleri yere gitmelidir diyen
sömürgeci ülkelerin siyasetçilerine karşı biz buradayız, var olmaya devam edeceğiz. Kendimiz
olarak var olacağız. İnancımızla, dinimizle, geleneklerimizle, kültürümüzle, kimliğimizle biz
buradayız ve burada var olmaya devam edeceksiniz. Gidecek olan biz değiliz siz gideceksiniz
diyenlerin oluşturduğu bir hareket Müdafaa-i Hukuk Hareketi.
Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisinin bu mücadelesi başarıya ulaşmıştır. Dünyada ilk
kez 20. yüzyılın daha başlangıcında bir bağımsız devlet oluşturma çabasının ilk somut zafere ulaştığı
örnek olmuştur. İşgal altına alınmış olan ülkelerin bağımsızlıklarını elde edebileceklerini kanıtlayan
ilk örneği Mustafa Kemal’in bu mücadelesi ortaya koymuştur ve bütün dünyaya örnek olmuştur.
O nedenle Cumhuriyet Halk Partisinin ve Mustafa Kemal’in bu milli bağımsızlık mücadelesi bütün
dünyada, üçüncü dünya ülkelerinde, ezilen halkların gözünde, Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da,
Hindistan’da, Çin’de fevkalade büyük etkiler yaratmıştır. Hala Çin’de modern Türkiye, Mustafa
Kemal ders olarak okutulur. Hepsi için muhteşem bir örnek oluşturmuştur.
Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partisi bu mücadelenin belkemiği, bunun sahibi. Devlet
kurulduktan sonra Cumhuriyet Halk Partisi devletin siyasi şekillenmesinin, hukuki şekillenmesinin,
kurumsallaşmasının, çağdaş bir yapıya kavuşturulmasının gereklerini yerine getiren, bunun
mücadelesini veren bir siyasi parti olarak çıkmıştır ve Cumhuriyet Halk Partisi bu dünyada ilk
kez bir modernleşme projesini, değişim projesini, yenilenme projesini, ortaçağın kültüründen,
ortaçağın değerler sisteminden, ortaçağın hukukundan, ortaçağın ekonomisinden, zihniyetinden,
inançlarından sıçrayarak çağı yakalamaya yönelik bir büyük modernleşme projesini ortaya
koyan siyasi parti olmuştur. Devleti kurduk, bunun üstüne yatalım. Yok öyle bir şey. Görev o
zaman başlamıştır. Devlet kurulduktan sonra eğitim, ekonomi, hukuk, kültür, yenilenme, değişim
birbiri ardından pek çok projeyle ortaya atılmıştır. Ve Cumhuriyet Halk Partisi bir toplumu ileriye
götürmek için, çağı yakalar hale getirmek için, bir parçası olduğu Ortadoğu kültürünün içinden
sıyrılıp, çıkıp çağın kültürüne, hukukuna, eğitimine, değerlerine ulaşmasını sağlamak için gereken
atılımları belirleyen ve uygulayan bir siyasi partidir. Hukuk reformları yapılmıştır. Muazzam bir
olaydır. Bunların en mütevazısını düşünmek şimdi pek çok kişi için bir hayaldir. Medeni hukuk, aile
hukuku, ceza hukuku, ticaret hukuku, tüm bir hukuk sistemi çağın anlayışına göre değiştirilmiştir.
Böyle bir değişimi yaşamış içinde bulunduğumuz coğrafyada bir başka ülke yoktur. Hukuk
değiştirilmiştir. Ona göre eğitim değiştirilmiştir. Medreseden üniversiteye geçilmiştir. Okul sistemi
değiştirilmiştir, eğitim zihniyeti değiştirilmiştir. Kadının toplumdaki statüsü değiştirilmiştir. Kadın
17
erkek ilişkisi yeniden eşitlik anlayışına dayalı olarak şekillendirilmiştir. Mirasta, hukukta, tanıklıkta,
aile birliğinin oluşumunda, boşanmada, her alanda kadın eşit bir hukuka sahip kılınmıştır. Siyasette,
oy kullanma, seçme seçilmede. Türkiye’de bu haklar verildiği zaman siyasi haklar, daha İsviçre’de
kadınların seçme ve seçilme hakkı yoktu. Türkiye’de verildi. Niye? Çünkü böyle bir modernleşme
projesine Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi sahipti. Bunlar gerçekleştirildi değerli arkadaşlarım.
Bu muazzam bir iştir. Tarihin kaydettiği en köklü, en büyük değişimlerin başında gelir ve Türkiye
çağ atlamıştır, medeniyet değiştirmiştir.
Değerli arkadaşlarım, bu değişim hiç kuşku yok bugünkü demokrasi anlayışımız içinde olmamıştır.
Bu değişim hiç kuşku yok çok partili bir düzen içinde de olmamıştır. Bu değişim hiç kuşku yok
referandumlarla, halk oyuna sunulan teklifler ve onların onaylanmasıyla olmamıştır. Nasıl
olmuştur? Bunun gerekli, zorunlu olduğuna inanan çağın ve dünyanın gidişatını doğru okuyan
ve Türkiye’nin de büyük sancılar yaşamadan bu dönüşümü gerçekleştirmesi gerektiğine inan
insanlar halklarına, toplumlarına, milletlerine acı yaşatmadan bu dönüşüme öncülük yapmışlardır.
Alışkanlıklar kırılmıştır. Şartlanmışlıklar kırılmıştır. Tartışmasız kabul edilen dogma düşünceler,
değerler sorgulanmıştır. Olaya bir de böyle bakın, böyle bir gerçek var denilmiştir ve bu değişim,
bu dönüşüm elbette bir devrim dönüşüm olarak ortaya çıkmıştır.
Şimdi birileri travma diyorlar. Travma diye bahsettikleri bu dönüşümdür işte. Elbette bu dönüşüm
yerleşik alışkanlıkları, yerleşik çıkarları, statükoyu, eski düzeni, eski düzene göre şekillenen
zihniyetleri rahatsız etmiştir. Elbette bunun yer yer ciddi acıları, sancıları da yaşanmıştır. Kolay
değil böyle bir toplumun dönüşümü. Pek çok insan bunu anlamakta güçlükle karşı karşıya kalmıştır.
Tepki gösterme gereğini hissetmiştir. O tepkiler bazen suikastlar şeklinde ortaya çıkmıştır. Bazen
o tepkileri büyük ülkeler kendi çıkarları için Türkiye’yi tehdit etmek üzere kullanmayı denemişlerdir.
Musul meselesinde Türkiye’yi etkisizleştirmek için bu tepkileri birileri kullanmışlardır. Din adına
kullanmışlardır. Başka değerler adına kullanmışlardır. Bunlar yaşanan olaylar. Önemli olan şu;
Türkiye bu dönüşümü yaşamakla doğrumu yaptı, yanlış mı yaptı? Bir bedel ödenmiş olabilir.
Bu bedeli ödeyenlere de şimdi derin bir saygı duyabiliriz. Onları anlayabiliriz. Onların yaşadığı
acılara sempatide duyabiliriz. Ama önemli olan soru bu dönüşüm iyimi olmuştur, yoksa yanlış
mı olmuştur. Keşke bu yapılmasaydı. Keşke biz alfabeyi değiştirmeseydik. Keşke biz mecelleyi
değiştirmeseydik. Keşke biz eğitim düzenimizi, medreseyi değiştirmeseydik. Keşke biz kılık
kıyafetimizi değiştirmeseydik mi diyoruz? Eğer onu demiyorsak o zaman bu dönüşümü saygıyla
karşılamamız lazımdır. Acı olan şudur; şimdi bazı siyasetçiler bu dönüşümü istismar etme çabası
içinde kendilerini ortaya koymuşlardır ve zaten Türkiye’de bir siyasi gelenek hep bunu istismar
edip gelmiştir. Ama artık Türkiye bugün geldiği noktadan geriye dönemez. Türkiye ortaçağ
değerlerini, ortaçağ zihniyetini aşmıştır. Türkiye çok önemli bir sıçramayı yapmıştır. Efendim
demokrasiyle bunu yapsaydık. Neyle yapacaktık. Neredeydi demokrasi. Bunu yapan insanlar
Türkiye’ye demokrasiyi getirmek için en büyük mücadeleyi vermişlerdir. O 1920’li yıllarda dahi çok
partili rejimi denemişlerdir iyi niyetle. Ama iki defa o dönüşüm düşük yapmıştır, sürdürülememiştir.
Efendim sürdürülseydi. Bu tartışmaların bir anlamı yok. Niyet orada. Çok partili düzene Türkiye’yi
taşıma arzusu net bir şekilde ortada. Nitekim bu çok partili yaşama geçme fırsatı büyük Atatürk’e
nasip olmamıştır. Ama İsmet İnönü 1950’de bunu çok büyük bir kararlılıkla dünyaya örnek olacak
şekilde yaşama geçirmiştir. Bilerek geçirmiştir. Demokrasi Türkiye’de işlesin istemiştir. Onun
bedelini de ödemiştir.
Şimdi bu kadar büyük dönüşümler yaşanmış, demokrasi Türkiye’ye gelmiş. Demokrasi bu demin
18
anlattığım dönüşümlerin üstüne gelmiş. Önce Türkiye o dönüşümleri yaşamış. O dönüşümlerin adı
ne? O dönüşümlerin adı Cumhuriyet. Cumhuriyet dediğimiz o. Cumhuriyetin altyapısı o, kültürü
o. O cumhuriyet kültürü ortaçağın bağlantılarından, ilkelerinden, zihniyetinden, değerlerinden
toplumu çıkarıp insanları birey olarak, vatandaş olarak çağın anlayışıyla buluşturmaya yönelik
dönüşümler. O belli bir düzeye geldikten sonra, onun üzerinde Türkiye çok partili rejimi hayata
geçirmeyi başarmıştır.
Şimdi 1950’den günümüze kadar 58 yıldır bu çok partili rejim yürüyor. Zaman zaman kesintiler
oluyor. Ama her kesintiden sonra tekrar hiç kuşku duymadan hepimiz demokrasiyi tekrar işletmeyi
deniyoruz. Biran bile kuşku duymuyoruz. Çok partili rejim bizim Cumhuriyet Halk Partililerin hiçbir
şekilde ödün veremeyeceğimiz bir temel anlayıştır. Cumhuriyetimize sahip çıkıyoruz, çıkmaya
devam edeceğiz. O cumhuriyet temeli üzerinde Türkiye’yi demokratik bir rejim içinde, çok partili
demokratik bir rejim içinde siyasetini götürür noktaya taşıyacağız. Eğer bunu başaramazsak
bunun en büyük üzüntüsünü biz yaşarız. Çünkü demokrasi Türkiye’nin modernleşme projesinin
ileri bir aşamasıdır. Orada başarısızlığa uğramayı biz içimize sindiremeyiz.
Değerli arkadaşlarım, Cumhuriyet Halk Partililer, biz, hepimiz çok partili rejimin sıkıntıya girdiği
dönemlerin tümünde siyasal yaşamımızın ortaya koyduğu bu süreç içinde 12 Mart 1971, 12
Eylül 1980 temel demokrasiyi askıya alan bu müdahale dönemlerinde Cumhuriyet Halk Partililer
olarak hemen hemen hepimiz inançla demokrasi safında yer tutmuşuz. Bundan bir başka türlü
düşünce içine girerek bir farklı değerlendirme yapmaya kesinlikle imkan yoktur. Demokrasi,
çok partili rejim Cumhuriyet Halk Partililerin temel angajmanıdır. 12 Martta o zamanki Genel
Sekreterimiz Bülent Ecevit ve onun çalışma arkadaşları olarak bizler, hepimiz askeri müdahaleyle
işbirliği yapılması anlayışını kararlılıkla reddetmişizdir. Cumhuriyet Halk Partisinin bir müdahaleye
alet edilemeyeceğine inandığımızı söylemişizdir ve görevlerinden istifa etmiştir bu insanlar.
Ve Cumhuriyet Halk Partisinin kimlik değişimi hemen bu olayın arkasında 1972 yılında Genel
Başkan değişimiyle, Bülent Ecevit’in Genel Başkanlığa seçilişiyle örgütümüzün, partililerimizin,
tabanımızın demokrasiye inanan, askeri yönetime teslim olmayan bir Cumhuriyet Halk Partisi
anlayışını benimsemesiyle netlik kazanmıştır. Ve hepimiz 12 Mart döneminde bugün Cumhuriyet
Halk Partisinde görev almış arkadaşlarımdan o dönemi yaşamış olanların hemen tümü demokrasi
safında kararlılıkla yer tutmuş insanlardır. 12 Eylül’de aynı sınav büyük bir başarıyla verilmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmıştır. Üstelik bir yargı kararıyla değil. Üstelik sorgulanarak
değil, yargılanarak değil, ifadesi alınarak değil. Bir mahkeme kurularak değil. 5 kişinin kararıyla
Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmıştır. Cumhuriyet Halk Partililer gözaltına alınmıştır. Cumhuriyet
Halk Partililer sürgüne gönderilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi baskı altına alınmak istenmiştir.
O şartlar altında dahi biran bile bu dönemin geçeceğine ve demokrasinin Türkiye’ye geleceğine
yönelik inancımızda en küçük bir tereddüt olmamıştır. Ben Zincirbozandayken de, Merkez
Komutanlığındayken de biliyordum ki bu dönemi aşacağız, Türkiye’ye demokrasiyi mutlaka
getireceğiz. Demokrasi bizim temel angajmanımızdır. Kimsenin bu konuda kuşku duymaya hakkı
yoktur. Demokrasi inancının bedelini en yüksek düzeyde ödemiş olan insanlar bugün Türkiye’de
Cumhuriyet Halk Partililerdir. Türkiye’nin her yerindeki Cumhuriyet Halk Partililer, ilçelerde illerde,
12 Eylül’de, ondan önce inançlarıyla, kişilikleriyle her noktada demokrasiye olan inançlarının
bedelini ödemek zorunda kalmışlardır. Kimisi 1402’lik olmuştur. Cumhuriyet Halk Partili olduğu
için, Cumhuriyet Halk Partisi ilkelerini benimsediği için kamu görevinden atılmış, mesleğinden
dışlanmış ve kamu yönetiminin dışına itilmiştir. Kimisi 1402’lik olmuştur, kimisi haksız yere
19
gözaltına alınmıştır, tutuklanmıştır. Aylarca hukuk sistemi onları dinlemek imkanını bulamamıştır.
Bütün bunlar yaşanmıştır. Partileri kapatılmıştır, dernekleri kapatılmıştır, sendikaları kapatılmıştır.
Bu bedelleri hepimiz ödemişizdir. Yani bugün ortada bir demokrasi söylemiyle geceyi, gündüzü
birbirine bağlayanlar var. Onların demokrasi inançlarının bedelini nerede ödediklerini doğrusu
anlamak mümkün değildir. Ama askeri yönetim işbaşına gelip demokrasi askıya alındığı zaman
bu işin karşısında daima net bir şekilde Cumhuriyet Halk Partililer yer almıştır.
Değerli arkadaşlarım, geldiğimiz noktada bir gerçekle karşı karşıyayız. Türkiye’de iktidarı
elinde bulunduran insanlar Türkiye’nin bu tarihi dönüşümünü kavramış olan, buna saygı duyan,
bunun önemini, değerini bilen ve bunu kendi hedefine taşıma kararlılığı içinde insanlar olarak
gözükmüyor. Ve sorun, sıkıntı büyük ölçüde buradan kaynaklanıyor. Bugün işbaşına gelen
insanlar demokrasi adına geliyorlar. Demokrasinin olanaklarıyla geliyorlar. Demokrasinin sağladığı
fırsatları değerlendirerek geliyorlar. Ama o demokrasinin altında bir cumhuriyet altyapısının ne
kadar önemli olduğunu kavrayabilmiş değiller. Tam tersine demokrasinin kendilerine sağladığı
olanakları cumhuriyeti tahrip etmek için, cumhuriyetin temellerini ve kazanımlarını ortadan
kaldırmak için bir fırsat gibi kullanmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların altında
yatan ana neden budur. Hem cumhuriyete, hem demokrasiye inanan insanların elinde Türkiye
yönetilmelidir. Cumhuriyeti demokrasinin önünde bir engel gibi değil, tam tersine onun altyapısı
gibi gören insanların elinde Türkiye yönetilmelidir. Demokrasiyi cumhuriyetten rövanş almak için,
o travmanın hesabını sormak için bir fırsat diye düşünenler sadece cumhuriyeti değil, demokrasiyi
de tehlikeye atmaktadırlar.
Değerli arkadaşlarım, demokrasi bir iktidarın ele geçirme yöntemi değildir. Demokrasi bir değerler
sistemi, bir yaşam biçimidir. Eğer demokrasiyi iktidarı ele geçirme yönteminden ibaret sayarsanız
ve sadece o tarafıyla ilgilenirseniz, iktidarı ele geçirdikten sonrada başka hiçbir şeyle bizim
ilgilenmemize gerek yok derseniz demokrasiye çok büyük bir zarar vermiş olursunuz. Demokrasi
bir prosedür değil, bir yöntemden ibaret değil. Bir iktidarı ele geçirme fırsatı değil demokrasi.
Demokrasi bir değerler sistemi, bir yaşam biçimi bir kültür. Sizin gibi düşünmeyen insanlara
saygı duyma, sizi desteklemeyen insanların hukukuna, hakkına, yetkilerine değer verme, onların
kamu yönetiminde, onların ihalelerde, ekonomik yaşamda herkes gibi hak sahibi olabileceğine
içtenlikle inanma, siyaseti bizden olanlar, olmayanlar ekseninde temellendirmeme, bizden
olanları da inançlarından, anlayışlarından, zihniyetlerinden, örgütlenmelerinden, tarikatlarından,
cemaatlerinden dolayı tarif etmeme. Bunun ötesinde vatandaş olan herkesi eşit sayabilme
anlayışı içine girme. Bu olmadan demokrasi çerçevesi içinde ortaya çıkabilirsiniz, oy alabilirsiniz,
iktidara gelebilirsiniz. Ama bu zihniyeti değiştirmediğiniz sürece demokrasiyi işletemezsiniz. Ve
demokrasiyi işletememenin sorumluluğunu da kimsenin sırtına yıkamazsınız. Yapay, uydurma
iddialarla bu tabloyu tersyüzü yapamazsınız. Bunun sorumluluğu olarak tarih sizi mutlaka
gösterecektir.
Değerli arkadaşlarım, bugün geldiğimiz noktada Türkiye’de çok büyük bir başarıyla dünyanın
takdirini kazanan bu Türkiye modelinin ciddi şekilde sarsılmak istendiğine tanık oluyoruz. Yani
Türkiye’nin ortaya koyduğu bu büyük dönüşüm projesi, yaşam biçiminin değişmesi, eğitimin,
hukukun değişmesi ve bir Ortadoğu İslam toplumunun bir çağdaş Avrupa toplumu gibi yükseliş
noktasına geliyor olması modeli şimdi ciddi şekilde engellenmek istenmektedir. Şuanda bu
birikime karşı, bu başarıya karşı bir arayışın, bir başkaldırının sergilenmekte olduğuna tanık
20
oluyoruz. Cumhuriyetle bir hesaplaşma anlayışının, cumhuriyetin birikimleriyle, kazanımlarıyla bir
topyekün hesaplaşma ve o kültüre bugün sahip çıkanlara haddini bildirme, onlara bir misilleme
yapma anlayışının ön plana çıktığına tanık oluyoruz. Bunun için her şey gözden çıkarılıyor. Başta
hukuk gözden çıkarılıyor. Hukukun temel ilkeleri vardır. Hukuk bütün insanların, medeniyetin
temelidir. Hukuk olmadan bırakınız demokrasiyi, cumhuriyeti, medeni bir yaşam olmaz. İşin
temelinde hak, adalet, hukuk en temel unsurlar olarak durur. Onları gözeteceksiniz. Medeni
toplum olmanın gereğidir. Bırakın siyasi ayrışmaları hukuk işin temelidir. Doğruyu beraber tarif
edeceğiz. O doğru kişisel konuma göre, siyasi hesaba göre değiştirilmeyecek. Doğru, doğru
kalacak. Hukukun temsilcisi kadının gözü bağlı olacak. Kimseye bakmayacak, kimin ne olduğunu
bilmeyecek. Zengin mi fakir mi, diplomalımı, diplomasız mı? Benim dinimden mi, benim dinimden
değil mi? Benim etnik kimliğimden mi, benim etnik kimliğimden değil mi? Benim tarikatımdan
mı, benim tarikatımdan değil mi? Benim cemaatimden mi, benim cemaatimden değil mi? Hiç
bunları görmeyecek. Gözü bağlı olacak. Kılıca olacak ama kınında olacak. Kullanmaya gerek
kalmayacak. Zarif bir hanım olacak. Eğer gözü kapalı bir hanımın yerine, yüzü felfeyc eden,
orayı, burayı idare etmeye kalkan bir insanın eline adaleti verirseniz o adalet olmaktan çıkar.
O adalet en temel konu. Bunu koruyacaksınız. Adalette her iddia ortaya konulabilir. Ama hiçbir
iddia safsatayla kanıtlanmaz, efsaneyle hukuk kanıtlanmaz. Safsatayı hukuk taşımaz, efsaneyi
hukuk taşımaz. Tarihin karanlıkları içinden hikayeler anlatarak, deliller getirerek hukuk işletilmez.
Hukuk somut delille, kanıtla, belgeyle, bilgiyle, bağlantı ile işletilir. Mış mış la hukuk olmaz. Neymiş
600 yıl eskisinden günümüzdeki bu cumhuriyetle hesaplaşma iddiasına kanıt getireceğiz. Uğur
Mumcu’yu Ergenekoncular öldürmüş. Ahmet Taner Kışlalı’yı Ergenekoncular. Ya Uğur Mumcu’nun
paramparça olmuş kemiklerine saygı gösterin. Ahmet Taner Kışlalı’nın ruhuna saygı gösterin.
Değerli arkadaşlarım, acı bir dönem yaşıyoruz. Bu dönemin en acı tarafı da hukukun içine
sürüklenmek istediği durumdur. Bizi en çok rahatsız edende budur. Ama inanıyorum Türkiye’nin
hukuk birikimi, Türkiye’nin sağlam hukuk gelenekleri, Türkiye’nin dürüst, inançlı, sağlam hukukçu
kadroları hukukumuza karşı tezgahlanan bu tertibi boşa çıkarmayı başaracaklardır. Bu inanç
içindeyim. Bunu başarmak zorundayız.
Değerli arkadaşlarım, hukuk sınav veriyor hukuk. Gözaltına alınmış olan insanlar değil. Hukukun
kendisi sınav veriyor. Bütün dünyanın gözü de Türkiye’nin üzerindedir. Bunun hukukumuzun yüz
akıyla başarıyla vereceği bir sınav olmasını bir kez daha diliyorum. O umudumu inançla bir kez
daha ifade ediyorum.
Değerli arkadaşlarım, bakınız bu cumhuriyet dönüşümünün en temel noktalarından birisi bizim
cumhuriyetle birlikte ortaya koyduğumuz vatandaşlık anlayışıdır. İki; din siyaset ilişkisidir. Modern
Türkiye’nin temellerinde bu iki ana köşe taşı kavram yatar. Kimdir vatandaş? Bir devlet kuruyoruz.
Bu devletin kurucu unsurları ki? Buradaki temel anlayış çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti bir ırk devleti değildir, bir kan devleti değildir, bir kafatası devleti değildir.
Türkiye Cumhuriyeti bir siyasi bilinç devletidir. Beraber yaşama iradesinden güç alan, ülkeyi
birlikte sahiplenmeyi öngören, misak-ı milli sınırları içinde yaşayan halka Türk milleti denir. Bu
halkın içinde herkes var. Bu halkın içinde Balkanlardan gelmiş olan muhacirler, göçmenler var. Bu
halkın içinde Çerkezler var, Gürcüler var, Boşnaklar var. Bu halkın içinde Anadolu’da belki 1000
yılı aşkın bir süreden beri yaşayan insanların torunları, çocukları var. Bu halkın içinde Kürtler var,
bu halkın içinde Lazlar var. Bu halkın içinde herkes var, hepimiz var. Aleviler var, Sünniler var.
21
Hep beraberiz. Hiçbir ayrım yok, hiçbir farklılık yok. Hiçbir üstünlük yok. Hepimiz eşitiz, hepimiz
kardeşiz, hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız.
Bu anlayış Türkiye Cumhuriyetinin temelindeki anlayıştır. Eskiden daha farklı anlayışlardı. Eşitlik
var şimdi. Herkes eşit, herkes kardeş. Hukuk eşit, siyaset eşit. Hep beraberiz, kadın erkek eşit. Bu
anlayış var. Bu modern bir anlayıştır. Yeni bir anlayıştır. Bu anlayışı cumhuriyetimiz benimsemiştir,
cumhuriyetin temelinde yatan budur. Irkçılık yok, ayrımcılık yok. Kimsenin kimseye üstünlük
taslama hakkı yok. Türkiye 70 milyon insanın her birisinin eşit şekilde tapusuna sahip olduğu bir
devlettir. Hepimizin ayrı ayrı her insanın, yeni doğmuş bebekten, yaşını başını almış vatandaşımıza
kadar hepimizin eşit hakka sahip olduğu bir devlettir. Türkiye hepimizindir. Bu temel bir anlayış.
İkinci temel anlayış; cumhuriyetin temelindeki din ve siyaset birbirinden ayrı olacak. Din saygıdeğer,
din hepimizin kendi inançlarımızı, kendi tercihlerimizi, kendi ibadetimizi özgürce yaşabileceğimiz
bir alan. En kutsal kavram, en kutsal kurum din. Dine hepimiz en büyük saygıyı göstereceğiz.
O bizim manevi dünyamız. Düşünce dünyamız var. Hepimizin fikirleri var, hepimizin kimliğimiz
var, hepimizin maneviyatımız var. O maneviyatımızın ne olacağını kimse bize söylemeyecek.
Özgürce maneviyatımızı yaşayacağız. İnancımız serbest, dinimiz serbest, ibadetimiz serbest.
Buna kimsenin el uzatmasına imkan yok. Türkiye 1000 yılı aşkın bir süreden beri Müslüman.
1000 yıllık bir tarihi var Türkiye’de İslamiyet’in. Kimsenin Türkiye’ye İslamiyet öğretmeye hakkı
yok. Daha Türkiye’de bugün din tartışması açmak isteyenlerin doğmadıkları bir tarihte de, onlar
ortadan çekilip gittikten sonrada Türkiye Müslüman bir toplum olmaya devam edecek. 1000
yıldır Müslüman’ız, binlerce yıl daha Müslüman olacağız. Türkiye’de İslamiyet dünyada en güzel
şekilde yaşanıyor. En özgür şekilde yaşanıyor. 70 bin cami 5 vakit ezanı Muhammedi’yi dile
getiriyor. Camiler açık, ibadet serbest. İsteyen hacca gidiyor. İsteyen bayramını, dini dayanışma
günlerini en iyi şekilde, en özgür şekilde kutlayabiliyor. Türkiye’de dini yayın yapan televizyonlar,
dini yayın yapan radyolar, gazeteler, dergiler serbest. Kimse kimseye karışmıyor. Öyle olacak.
Hepimiz inancımızla, hepimiz dinimizle, İslamiyet’imizle, Peygamberimizle, Kuran’ı Kerimle iftihar
ediyoruz. İftihar etmeye de devam edeceğiz.
Değerli arkadaşlarım, ama bir özellik var. Din bir inanç konusu olarak en saygın, en özgür, en güzel
şekilde toplumumuzun yaşamında yer tutacak. Ama din hukukumuzu, eğitimimizi, siyasetimizi,
devlet yönetimimizi belirlemeyecek. Demokrasi diyoruz. Bu alanlarda demokrasinin olabilmesi
bunun tartışma götürmez bir şekilde önceden karara bağlanmamış olmasını gerektiriyor. Eğer
din bize hukuku söylerse demokrasi içinde hukuku nasıl tartışacağız. Çünkü dinde tartışma yok,
dinde iman etmek var, teslim olmak var. Dinde muhalefet olmaz. Şirk koşmak yok dinde. Siyasette
muhalefet var. Siyasette farklılık var. Siyasette tartışma var. İman ederek siyaset olur mu? Bugün
buna oy verirsin, yarın iş yokmuş bunda dersin başkasına oy verirsin. Kimsede seni dininden
döndü diye suçlamaz. Siyaset bunu gerektirir, demokrasi bunu gerektirir. Eğer demokrasi olacaksa
demokrasinin alanı hepimizin iman, teslimiyet alanın dışında bir alan olacak. İman teslimiyet alanı
ayrı. O din alanı. Hukukta hukuku bize din söyleyecekse o zaman siyasetin, demokrasinin orada
ne gereği var. Eğer eğitimi nasıl yapacağımızı bize din söyleyecekse ne gerek var. Eğer siyaseti
din bize dikte edecekse o zaman siyasette görüş değiştirmek dinden çıkmak anlamına gelecek.
Nerede demokrasi o zaman?
Değerli arkadaşlarım, bu ayrımı yapmak lazım. Bu ayrımı insanlık yaptı. Bu sadece İslamiyet’le
ilgili bir konu değil. Bu konu Hıristiyanlıkta var. Bu konu Musevilikte var, her yerde var. İnsanlık
bunu yaşadı. Batı çok ağır bedeller ödedi. Yüzlerce yıl birbirinin boğazını kesti, sendin bendim
22
diye. Yok Papanın mı sözü geçecek, imparatorun mu sözü geçecek? Papamı imparatora
hükmedecek, imparator mu Papaya hükmedecek. Bu tartışmalar Avrupa’yı yüzyıllarca kan revan
içine soktu. Sonunda geldiler. Papanın hakkı Papaya, devletin hakkı devlete. Mustafa Kemal
bunu getirdi Türkiye. Mustafa Kemal bu tartışmayı ayıralım dedi. Bunu koydu. Laiklik değimiz
bu. Laiklik dediğimiz din var, din saygıdeğer, din en kutsal kavram. Laikliğin altında dinle devleti
çatıştırmayın anlayışı var. Dinle devleti çatıştırmayın. Dine de ihtiyaç var, devlete de ihtiyaç var.
Efendim devlet dinin devleti oluversin. İşte İran’da öyle. Irak’taki kavgaları görüyorsunuz. Talibanın
durumunu görüyorsunuz. Bunun sonu yok değerli arkadaşlarım. Bunun sonu yok. Bu yanlış, bu
tehlikeli. Bunu çok iyi kavramamız lazım. Dini istismar etmek isteyenler bunu açıktan söylemezler
ama hep buraya doğru işi getirmeye çalışırlar. Bin dereden su getirirler.
Geçenlerde Dışişleri Bakanı Avrupa’da gitti dedi ki Avrupalılara, siz Hıristiyanlar Türkiye’de
baskı altında diyorsunuz. Bırakın Hıristiyanları dedi Türkiye’de Müslümanlar baskı altında dedi.
Bunu söyleyen Türkiye’nin Dışişleri Bakanı. Türkiye’yi savunmak görevi olan insan. Türkiye’yi
savunuyor. Yaranacak yabancılara. Onlar bir söyleyince Türkiye’nin aleyhinde bu üç söyleyerek
onları bastıracak. Onlar Hıristiyanlar baskı altında deyince elbette baskı altında, Müslümanlarda
baskı altında diyecek. Onlarda aferin sana diyecekler. Aynen bu manzara yaşanmıştır değerli
arkadaşlarım.
Şimdi tabi bu çok can sıkıcı bir olay. Sıradan bir dil sürçmesi olsa önemli değil. Canım ağzından
bir laf kaçmış dersin. Öyle değil. Ağzından laf kaçmadı. Zihniyet faş oldu. Nedir mesele?
Müslümanlar baskı altında diyor. Kardeşim sen 6 yıldır devletin başındasın. Müslümanlar baskı
altındaysa öncelikle senin görevin o baskıyı kaldırmaktır. Kaldırsana baskıyı. Kaldıramıyorum.
Niye kaldıramıyorum? Çünkü anayasada laiklik var diyorsan, mesele o ise bunu açık söyle. Evet
anayasamızda laiklik var. Onun için Türkiye dünyada Müslüman ülkeler içinde demokrasi en ileri,
hukuk devleti en ileri, ekonomisi en ileri, kadının statüsü en ileri olan ülkedir. Onun için öyledir.
Onu kaldırırsak ne olacağını biliyoruz. Bak Irak’tan biliyoruz. Bak Irak’a, Irak kalktı yerine Şii’ler
geldi, Sünni’ler geldi, Türkmenler geldi, Kürtler geldi ne oldu? 1 milyon Iraklı hayatını kaybetti.
Değerli arkadaşlarım, ağzındaki bakla bu herhalde. Niye yapamıyorsun o zaman? İşte laiklik var
anayasada ondan yapamıyorum diyecek herhalde.
Değerli arkadaşlarım, şimdi bakın burada bu kadar insanız. Müslümanlara Türkiye’de baskı
yapıldığını düşünen kaç kişi var aramızda? Benim bildiğim 70 milyonun içinde Müslümanlara baskı
yapılıyor diye düşünen ciddi grubun olamadığına inanıyorum. Hiç böyle bir şey de görmedim. 70
milyon insan Türkiye’de yaşanan İslamiyet’in en güzel, en doğru İslamiyet olduğunu biliyor. Hacca
giden insanlara sorun. Hacca gittiğiniz zaman görürsünüz. Şöyle bir bakarsınız iftiharla ya en iyi
İslamiyet bizimkilermiş, bir şunlara bak, bir bizimkilere bak diye göğsünüz kabarır. Türkiye’de
İslamiyet en güzel şekilde yaşanıyor. Biz öyle düşünüyoruz. Herhangi bir baskı hissetmiyoruz,
herkes özgür. Herkes isteyen çocuğunu, torununu alır camiye götürür, namazını kıldırır, ibadetini
öğretir, dersini verir. Yapacağını yapar. Böyle yaşıyoruz biz. Eğer Türkiye’de Müslümanlar
baskı altında diyorsan tabi benim aklımdan şu geçiyor acaba Türkiye’de 70 milyonun yaşadığı
İslamiyet’le senin kafandaki İslamiyet farklı İslamiyetler mi? Biz kafamızdaki İslamiyet’i yaşıyoruz
ve bununla da iftihar ediyoruz. Sende elini üstümüzden çek kardeşim, çek!
Senin kafanda acaba farklı bir İslamiyet var onun için mi sen baskı altında diyorsun. Eğer o farklı
23
İslamiyet’se hangi İslamiyet o? O bizim yaşadığımız İslamiyet değilse acaba senin Başbakanının
Hikmet Yar’ın dizinin dibinde diz çökerken Hikmet Yar’ın kafasında yer alan İslamiyet mi? Sen o
İslamiyet’imi taşımak istiyorsun da onun için baskı altında diyorsun. Bakın bu zihniyet arkadaşlarım.
Bu herhangi birisinin değil Dışişleri Bakanının zihniyeti. O onu söyledi. Söylemeyenlerde duruyor
arkasında. O da ayrı.
Geçenlerde televizyona bir genç kız çıktı. Televizyonda dedi ki, ben Atatürk’ü sevmiyorum.
Ben Humeyni’yi seviyorum. Gazeteci sordu ona ya bu yakışık alır mı, böyle bir şey söylenebilir
mi? Atatürk bağımsızlığı sağladı, onun sayesinde özgür ve bağımsızız. Onun sayesinde sen
özgürlüklerini yaşıyorsun. Kızın söylediği söz şu; keşke İngiliz işgali devam etseydi ben daha
özgür olurdum dedi.
Değerli arkadaşlarım, şu anlayışa bakınız. Şimdi bu bir rastlantımı? Atatürk’ü sevmiyor Humeyni’yi
seviyor ve İngiliz işgali keşke devam etseydi diyor. Yani Damat Ferit’te öyle düşünüyordu. O zamanki
İstanbul yönetimi öyle düşünüyordu. İstanbul yönetiminin etrafındaki o zamanın gazetecileri
öyle düşünüyordu. İstanbul yönetiminin etrafındaki bazı din adamları öyle düşünüyordu. Buna
karşılık birileri de hayır diyordu biz bu topraklarda kendi inancımızla, kendi kimliğimizle özgür
yaşayacağız, çekin gidin kardeşim diyordu. Ve bunu dediği için bütün İslam dünyasında, Asya’da,
Ortadoğu’da, Afrika’da, dünyanın her yerinde bütün Müslümanların kalbinde yer etmişti onun
için. Şimdi bu cumhuriyetin yetiştirdiği çocuklar bugün gelip bunu söylüyorlar. Keşke İngiliz işgali
devam etseydi. Sen o lafı git de 1 milyon vatandaşını kaybetmiş olan bir Iraklıya söyleyiver. Şimdi
maruz kaldığı işgal dolayısıyla 1 milyon insanını kaybetmiş olanlara işgalin devam etmesinin daha
uygun olduğunu söyleyiver. Bağımsız mücadelesini Pakistan’da vermiş olan İkbale onu söyleyiver.
Git Hindistan’da bağımsızlık mücadelesini vermiş olan Gandi’ye onu söyleyiver. Cezayir’de o
mücadeleyi vermiş olan sen Cezayirlilere söyleyiver. Aklın, mantığın, sağduyunun bu kadar ters
yüz olduğu bir durum olabilir mi değerli arkadaşlarım. Oluyorsa niye oluyor. Sormanız gereken
soru bu. Bu tesadüf mü? Niçin böyle oluyor. Şimdi böyle olursa yarın ne olur? Nereye gidiyor bu
süreç? Bu iyi bir iş mi, doğrumu? Bunu biran önce durdurmak zorunluluğu yok mu? Kimin işine
geliyor bunlar?
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de bakın bütün bunlar bir büyük fotoğrafın parçasıdır. Hukuk
sistemimiz ciddi sınav veriyor dedim. Cumhuriyete karşı bir hesaplaşma en ileri ölçülerde
sahneleniyor dedim. Bunun içinde acaba sadece yerli destekçiler mi var? Bu hesaplaşmanın
arkasında başka bir takım uluslararası güçler yok mu? Nedir bu iş? Yani Türkiye’de en sıradan
insan hakları ihlali karşısında bütün batı dünyasının siyasi kurumları ayağa kalkar. Ergenekon
diye diye Türkiye’de en ileri insan hakları ihlalleri yapılıyor. Bunlara karşı uluslararası tepkiye tanık
oluyor musunuz? Niye?
Değerli arkadaşlarım, Türkiye çok ciddi bir senaryonun hedefi haline gelmiştir. Bunu bilip bunu hep
birlikte göğüslemeliyiz. Cumhuriyetimiz, demokrasimiz ve Türkiye’nin o büyük tarihi dönüşümü
şimdi iç, dış çeşitli işbirlikleri sonucunda tehdit altına alınmıştır. Buna karşı inançla, bilinçle hepimiz
mücadelemizi vereceğiz.
Bakınız; bu konuda Başbakanla ciddi bir tartışma içindeyiz. Bu olayın bir adli olay değil, bir siyasi
olay olduğunu ifade ettim. Ve Başbakanın kafasındaki düşüncelerin hukuk planına yansımaya
başladığına dikkati çektim. Önümüzdeki olayların adli ve hukuki değil siyasi nitelik taşıdığını ifade
24
ettim. Ve bu olaylar dolayısıyla Başbakanın sorumluluğuna dikkati çektim.
Değerli arkadaşlarım, Başbakan bana sen bunların avukatı mısın dedi. Bende dedim ki, ben
onların değil hakkı ihlal edilen mağdur ve mazlum duruma düşürülen, insan hakları, hukuku elinden
alınan bütün vatandaşlarımın avukatıyım. Cumhuriyetimizin, demokrasimizin, Türkiye’mizin
avukatıyım. Benim Ana Muhalefet Partisinin Genel Başkanı olarak milletimin ve cumhuriyetimin,
demokrasimin, devletimin avukatı olmam çok doğaldır. Ama asıl sen cevap ver. Sen bu davanın,
Ergenekon davasının savcısı mısın dedim. Başbakan bir süre sonra evet ben savcısıyım dedi.
Savcılıktan mutlu olacağını ifade etti. Elbette mutlu olur. Çünkü savcılık çok şerefli bir iştir,
haysiyetli bir iştir, onurlu bir iştir. Savcı olmak ona büyük değer katar hiç şüphe yok. O nedenle
savcı olmak istemesini çok iyi biliyorum. Ama kendisini uyardım. Sen savcıyım diyorsun unutma
Türkiye’de savcıların adının başında cumhuriyet savcısı vardır. Savcılar cumhuriyet savcısıdır.
Sen bunu içine sindiriyorsan mesele yok. Ama onun gereği de vardır. Onun gereği de vardır.
Şimdi birde tabi şunu bilmesi lazım başbakanın. Avukatlıkla siyasetçilik beraber olurda,
başbakanlıkla savcılık beraber gitmez. Yani hem savcı, hem başbakan olamazsın. Hem başbakan,
hem de bir davanın savcısı olamazsın. Zaten sen bu ayrımı kafanda yapamadığın için Türkiye bu
sıkıntıya girdi. O ayrımı yapsaydın buraya gelmezdi. O ayrımı kafasında yapamadığı için savcıyım
diye de hemen ortaya çıktı. Başbakanlıkla savcılık beraber olmaz. Ya Başbakansın ya savcısın.
Savcıysan da cumhuriyet savcısısın.
Şimdi tabi ortada atılan adımların, gerçekleştirilen topyekün tutuklamaların, hukuki, adli belgelere,
kanıtlara dayalı dayanakları konusunda bir ciddi zafiyet ortaya çıkmaya başladı ve bu zafiyette
yavaş yavaş işte tahliye kararları şeklinde falan kendisini göstermeye başladı.
Şimdi tarihin derinliklerinden bir güç kazanma çabası var efsanelerle beslenen bir iddianameye
dönüşme gayreti var. Bunun nereye götüreceğini hep beraber izleyeceğiz.
Değerli arkadaşlarım, bakın, bu çerçevede size hatırlatmam lazım. Bir süre önce Van’da bir
dava açılmıştı. Hükümetin çok önem verdiği bir davaydı. Van’da rektörü büyük iddialarla derhal
tutukladılar, gözaltına aldılar. Aylarca onu gözaltında tuttular. İddianame hazırlamadılar. Neyle
itham edildiğini dahi doğru dürüst öğrenemedi. Kendi ve çalışma arkadaşları, üniversite yönetimi
orada birden bire gözaltına alınıverdi. O zamanda biz büyük iddiayla ortaya çıkmıştık ve sahip
çıkmıştık. Ben arkadaşlarıma rica etmiştim, göndermiştim. Sayın Yılmaz Ateş benim adıma gitti
Rektörü hasta yatağında ziyaret etti, cezaevinde ziyaret etti. Savcıyla konuştu, durumu inceledi,
raporu bana bildirdi. Gördük ki, ciddi bir şey yok. Milletvekili arkadaşlarımız gittiler. Hepimiz
yakından izledik ve bu inancımızı da adliyeye, hukuka büyük saygı duyduğumuz halde burada
yanlış bir iş var diye büyük tepki gösterdik.
Değerli arkadaşlarım, ne oldu sonra? Gözaltına alınanlardan birisi, üniversitenin
Genel Sekreter Yardımcısı kendisine yakıştıramadı. Bu belirsiz iddialarla sanki bir suçluymuş, bir
vatan hainiymiş, bir yüz kızartıcı suçun sanığıymış gibi orada bütün devlet güçleri tarafından hedef
yapılmasını içine sindirmedi intihar etti. Onun üzerine iddianame çıktı intihardan sonra ve sonra
beraat geldi. 1000 yıl hapisle tehdit ediliyorlardı beraat ettiler değerli arkadaşlarım. Şimdi yani bu
olay düşünün bir adli yanılgıdan mı ibarettir? Yani oradaki savcı maalesef yanlış takdir etmişim,
bana öyle gözükmüyordu. Ben böyle düşünüyordum ondan oldu diyerek bunu izah edebilir mi?
25
Bunun arkasında bu olaya yol açan bir yönlendirmenin, bir iradenin güçlü çevrelerden destek alan
bir yaklaşımın bulunmadığına inanabilir misiniz? Bir savcı kendi ilindeki saygıdeğer bir rektörü
daha sonra fos çıkacak iddialarla aylarca iddianame bile hazırlamadan gözaltında tutma imkanına
sahip olabilir miydi? Oldu. Niye oldu, bu neyi gösterir? Bunu sıradan, tesadüfi, rastlantısal bir adli
hata diye mi anlayacağız? Orada bir şey oldu. Bunu unutmayın. Bu olabiliyor. Bu dönemde oldu.
Bu dönemde oldu bu. Birileri oldurdu. Birileri bunu sağladı, gerçekleştirdi.
Şimdi bir başka tabloyla karşı karşıyayız. Tuhaf laflar var, tuhaf tablolar var. İzahı imkansız
durumlar var. Neymiş? Uğur Mumcu’yu Ergenekon öldürmüş. Mahkeme var. Ahmet Taner
Kışlalı’yı Ergenekon öldürmüş. Danıştay saldırısını Ergekon yapmış. Kim Ergenekon? İki tane
emekli general, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Sinan Aygün. Bunlar mı öldürmüşler Danıştay
Savcısı Mustafa Özbilgin’i?
Değerli arkadaşlarım, yani böyle bir şey Türk halkının aklına, mantığına, sağduyusuna bu
kadar büyük saygısızlık olabilir mi? Bunu iddianame diye koyuyorlar. Sonrada bize tarihten,
Ergenekon’dan, Agarta’dan, Orta Asya’dan falan deliller getirecekler bizde inanacağız, korkacağız,
paniğe kapılacağız, eyvah diyeceğiz. Kime Atatürkçüyüm diyemeyecek, cumhuriyetçiyim
diyemeyecek. Siz yanlış insanlarsınız, sizi iktidardan indireceğiz diyemeyecek sanki. Bunu
diyenlere haddini bildirecekler. Herkes aman diyecek korkacak. Bize anlatacaklar hikayeleri. Böyle
şey olur mu değerli arkadaşlarım? Böyle şey olur mu? Yani günlerce, ilk tahkikat gizli. Gizli olan
ilk tahkikat tefrika tefrika imtiyazlı gazetelerin manşetlerinde. Kim veriyor bunu, nereden çıkıyor?
Niye veriyor? Mahkum etmek için. Senin derdin hukuksa mahkum etmek için niye acele ediyorsun.
Bırak hukuk işlesin, mahkum ederse etsin. Hayır ben hemen mahkum edeyim. Ne oldu o zaman
hukuk mu, siyaset mi? Yani dikta rejimlerinde otoriter, totaliter yönetimlerde, Sovyet Rusya’da,
Almanya’da Hitler zamanında böyle olaylar vardı. Rayştag diye meclisleri var onların Berlin’de.
Meclisi yaktılar, sonra kim yaktı bunu diye bir dava açtılar. O yaktı bu yaktı diye topladılar herkesi
ne kadar işe yaramayan insan varsa kendileri açısından, kendilerine ters düşen. Onları topladılar,
onlar hakkında dava açtılar, suçlama yaptılar, kampanya yaptılar. Rusya’da tasfiye edilecek
olan kimse onun hakkında bir dava, arkasında bir sürü insan. Günlerce dava, davada suçlama.
Hukuk mukuk sözkonusu değil orada. Orada siyasi hüküm verilmesini sağlamak. Türkiye’de
dava celseler içinde mahkeme salonunda mı görülecek, manşetlerde mi görülecek. Basında mı
görülecek dava? Savunma yok, suçlama var. Günlerce bunu yaşamadık mı değerli arkadaşlarım.
Bu süreç içinde Ergenekonun kasası diye ilan edilen bir kişi kanser olup ızdırabından, acısından
kahrederek kanser olup ölmedi mi bu sürecin içinde? Öldükten sonra o kasanın hiçbir imkanı
olmadığı, ancak Edirne belediyesinin katkılarıyla cenazesinin oradan Yalova’ya taşınabildiği bir
gerçek değil mi? Ne oldu? Olur canım mühim değil. Bu olayları hiç düşünmeyin. Böyle bir şey
olabilir mi? Bir kişinin yaşamı önemli değil mi? Nerede insan hakları kuruluşları, nerede AB’nin
siyasetçileri? Bu cinayetin hesabını soracak kimse yok mu Türkiye’de?
Değerli arkadaşlarım, bu niye böyle? Demin anlattım ya Türkiye’nin modernleşme projesi
onunla hesaplaşma bu kardeşim. Hiç hata etmeyin. İç ve dış Türkiye’yi bir yeni noktaya çekme
operasyonunun bir aşaması olarak bunlar sergileniyor. Bunu biz fark ediyoruz, bunu görüyoruz,
bunu milletimize anlatmak bizim görevimizdir. Bu görevi yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz.
Ben inanıyorum hak, adalet, dürüstlük sonunda mutlaka hakim olacaktır. Bütün bunları etkisiz
kılmayı milletçe başaracağız.
26
Değerli arkadaşlarım, bu görev hepimizindir. Elbette biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak Türkiye’nin
cumhuriyet projesinin sahibi, modernleşme projesinin sahibi bir siyasi parti olarak öncelikle
sorumluyuz. O nedenle bu konuda görevimizi yapıyoruz. Görev bize düşünüyor elbette yapıyoruz,
yapmaya devam edeceğiz. Ama bunu bütün vatandaşlarımızla, aklı başında, dürüst, namuslu, iyi
niyetli bütün insanlarımızla el ele vererek hep beraber yapmak durumundayız. Bunu yapacak
olan gençlerimizi buralarda hep beraber yetiştireceğiz. Parti okullarımıza, gençlerimize bu bilinci
vereceğiz, bu sorumluluğu vereceğiz, bu cesareti vereceğiz. Ve onlara Cumhuriyet Halk Partili
olmanın yüklediği görevi, bilinci, sorumluluğu en etkili şekilde aktaracağız.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye bu tarihi sınavdan yüzünün akıyla çıkacaktır. Bakınız, bu tartışmanın
mihverinde Atatürk var. Kimisi baskı var dinimizi yaşayamıyoruz derken oraya gönderme yapıyor.
Genç kız çıkıyor ben Atatürk’ü sevmiyorum Humeyniyi seviyorum derken onu söylüyor. Şimdi
Türkiye’de Atatürk’e inanan, güvenen, cumhuriyete inanan, güvenen insanları ürkütme, yıldırma
operasyonları onun için yapılıyor. Bunların farkındayız. Daha geçenlerde 20. yüzyıla damgasını
vuran en önemli devlet adamı kimdir diye bir araştırma yapıldı. Araştırmayı yabancı bilim adamları
yaptılar. Bu araştırma sonucunda bir sonuç ortaya çıktı. Düşünün 20. yüzyıl dünyanın en iddialı, en
önemli devlet adamlarının ortaya çıktığı yüzyıldır. Leninler, Stalinler, Maolar, Çörçiller, Ruzbergler
hepsi 20. yüzyılın devlet adamıdır. Hitlerler, Mussoliniler. Ne kadar büyük, iddialı isim varsa
hepsi ideolojileri ortaya koymuş, bütün dünyayı şekillendirmiş insanlar. Hepsi inceledi dedi ki, 20.
yüzyılın en önemli devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Değerli arkadaşlarım, niye dediler? Niye Atatürk’tür dediler? Bugün birileri ortaya çıksın, onu bunu
gözaltına alsın, ürkütsün, yıldırsın, eseri ortadan kaldırılıversin diye mi yaptılar? Niye dediler? Koca
Türkiye Cumhuriyetinin özünde, ruhunda onun yattığını bildikleri için ve o Türkiye Cumhuriyetinin
ortaya çıkışının müthiş bir anlamı, değeri olduğunu gördükleri için, ona saygılarından dolayı dediler.
Eğer o insanlar bunu söylüyorlarsa, onun vatandaşları olarak, onun yetiştirdiği insanlar olarak,
cumhuriyet kuşakları olarak sizlerinde onun eserini yaşatmak boynunuzun borcudur. Hepimizin
görevi Türkiye’ye sahip çıkmaktır. Çağdaş Türkiye’ye, modern Türkiye’ye, geleceğin Türkiye’sine,
Ortaçağ karanlığını yırtıp aşan, çağa yönelen Türkiye’ye sahip çıkmak hepimizin boynunun
borcudur. Hepimiz bunu gerçekleştirmek zorundayız. Bunu başaracağımıza güveniyorum. Türkiye
sağlam temelleri olan bir ülke. Temeli sağlam, mayası sağlam. Nur içinde yatsınlar Türkiye’yi
kuranlar bunu iyi en iyi şekilde yaptılar. Şimdi onu yaşatmak durumunda olan bizler görevimizi
yapacağız. Onların eserine layık olduğumuzu ortaya koyacağız ve Türkiye Cumhuriyetimizi
bundan sonrada bir Atatürk cumhuriyeti olarak yaşatmaya devam edeceğiz.
Sevgili Bursalılar, değerli arkadaşlarım, sizlere büyük görev düşüyor. Bursa’mızda değerli il
başkanımız, yöneticilerimiz büyük bir sorumluluk duygusuyla çalışıyorlar. Bizde onlarla el ele
vereceğiz. Hep beraber Bursa’da da Cumhuriyet Halk Partisini en ileri noktaya birlikte taşıyacağız.
Bunu burada bir araya gelmiş olan insanlar inançla sahiplenip, el ele verip hep birlikte bu doğrultuda
çalışırsak başaracağımızdan kuşku duymuyorum. Sizlere güveniyorum, bunu yapacağınıza
inanıyorum. Hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum.
27
BURSAİLBAŞKANLIĞI
PARTİOKULU
02 Ağustos 2008-Cumartesi
As Kültür Merkezi Ağustos
2008 –Cumartes
A Kültür Merkezi
13:00____________ “CHP’nin Sosyal Güvenlik Politikaları”
Kemal KILIÇDAROĞLU
CHP Grup Başkanvekili
15:00_____________ “CHP ve Yerel Seçimleri”
Prof.Dr.Erol İYİBOZKURT
U.Ü.Öğretim Üyesi
28
KEMAL KILIÇDAROĞLU
02 Ağustos 2008-BURSA
‘‘CHP’nin Sosyal Güvenlik Politikaları
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Cumhuriyet Halk Partisinin değerli üyeleri,
Kıymetli Basın Mensupları, Sevgili Katılımcılar, Parti Okulumuzun bugünkü oturumuna hoş
geldiniz ! Şimdi sizleri aziz şehitlerimiz ve büyük Atamızın manevi huzurunda bir dakikalık
saygı duruşuna ardından da İstiklal Marşı’mızı hep birlikte söylemeye davet ediyorum.
(Teşekkür ederim)
Açılış konuşmasını yapmak üzere, İl Başkanımız Sayın Gürhan AKDOĞAN’ı kürsüye davet
ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN (İl Başkanı) - Çok saygı değer Grup Başkanvekilim, Sayın Milletvekilim,
çok değerli hocam ve partimin çok değerli emekçileri, İlçe Başkanlarım, İlçe Yöneticilerim, İl
Yönetim Kurulu Üyelerim, Kadın Kollarım, Gençlik Kollarım, hepiniz bu günkü oturuma hoş
geldiniz. Aslında uzun bir açılış konuşması yapmak istemiyorum. Sadece programı sizlere
takdim etmek istiyorum. Çünkü Parti Okulumuz, çok değerli Genel Başkanımız Sn.Deniz
BAYKAL tarafından 18 Temmuz tarihinde açıldı biliyorsunuz. Orada aslında Parti Okulu ile
ilgili söylenmesi gereken her şey söylendi. İlk dersimizi sosyal demokrasi ve genel siyaset
anlamında gerçekten bir tarih dersi olarak, yaklaşık 700 kişilik bir partili grubuyla Genel
Başkanımızdan aldık.
Bugün ise, yine Parti Okulumuzun bugünkü oturumunda Sayın Grup Başkanvekilim Kemal
KILIÇDAROĞLU’nun ve Prof.Dr.Erol İYİBOZKURT’un, Türkiye Dış Politikaları ve Avrupa
Türkiye İlişkisi dışında CHP’nin Sosyal Güvenlik Politikaları ve CHP Yerel Seçimler konulu
sunumlarını izleyeceğiz.
Bu eğitimlerin temel amacı; partililerimizin eğitilmesi, genel ve yerel seçimlerde Cumhuriyet
Halk Partisi politikaları üzerine ortak görüş oluşturmalarını sağlamaktır. Bu anlamda, Bursa
örgütümüz olarak belki de Türkiye’ye örnek olacak bir programı başlattık. Bundan sonra
yapılacak tüm konuşmalar kayda alınacak ve bir kitap olarak partimizin diğer birimlerine,
örgütlerine örnek bir model olarak da sunulacaktır. Bu yönüyle de önemli katkısı olacaktır. Bu
çerçevede sözü uzatmadan çok değerli Grup Başkanvekilim Sn.Kemal KILIÇDAROĞLU’nu
hasretle dinlemek üzere kürsüye davet etmeden önce İl Sekreterimden Grup Başkanvekilimin
özgeçmişini okumasını rica ediyorum.
İl Eğitim Sekreteri- İlk konuşmacımız Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Sn.Kemal
KILIÇDAROĞLU’nun özgeçmişini arz ediyorum.
Kemal KILIÇDAROĞLU, 17 Aralık 1948 ‘de Tunceli Nazimiye ‘de doğdu. Ekonomist ve
Maliyeci; Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisini bitirdi. Maliye Bakanlığı’nda Hesap
Uzmanı, Gelirler Genel Müdürlüğü Daire Başkanı ve Genel Müdür Yardımcısı, Bağ-Kur
Genel Müdürü, SSK Genel Müdürü olarak görev yaptı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
Müsteşar Yardımcılığı görevini yürüttü. Hacettepe Üniversitesi‘nde Öğretim Görevlisi olarak
ders verdi.
29
İş Bankası Yönetim Kurulu Üyeliği’ne getirildi. Değişik gazete ve dergilerde yayınlanmış, çok
sayıda makalelerinin yanı sıra ayrıca üç kitabı yayınlandı. Ekonomik Trend Dergisi tarafından
verilen “Yılın Bürokratı” ödülünü aldı. 22.dönem İstanbul Milletvekili oldu. Orta düzeyde
Fransızca bilen KILIÇDAOĞLU, evli ve üç çocuk babasıdır.
(Arz ettim efendim). Buyrun…
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet arkadaşlar Sayın Milletvekilim, değerli hocam, değerli partililer,
sevgili gençler… Bugün Sosyal Güvenlik Sisteminde Cumhuriyet Halk Partisinin politikaları
nedir? CHP ne düşünüyor? Bunu size sunmaya çalışacağım. Şöyle bir soruyla başlayalım.
Niçin sosyal güvenlik ve kim için sosyal güvenlik? Bu soruya ikinci bir soruyla devam edelim.
Sayın Koç ailesinin sosyal güvenliğe ihtiyacı var mı? Yani örneğin Sayın Mustafa Koç’un
emekli aylığına ihtiyacı var mı? Veya Bursa’dan bir örnek verelim. Örneğin Bursa’da varlıklı
bir sanayicimizin emekli aylığına ihtiyacı var mı? Hayır, ihtiyacı yoktur. Çünkü bu saydığım
insanların mal varlıkları, sadece kendilerinin değil ailelerinin, hatta sonraki kuşaklarının bile
ekonomik ihtiyacını karşılayabilecek düzeydedir. Bunların aylık 650 – 700 liralık bir emekli
aylığı ile geçinmelerine olanak yoktur. Ama bu saygın kişiler, sosyal güvenlik sistemine
düzenli para ödeyerek yasal görevlerini yaparlar. O halde sosyal güvenlik kim için var?
Toplumda düşük gelirli, orta gelirli veya hiç geliri olmayan insanlar için var. Koç ailesi Sabancı
ailesi veya Bursa’daki varlıklı bir aile, herhangi bir devlet hastanesine gidip “ben de kuyruğa
girip tedavi olayım” demez. Çünkü onların zamanları buna imkân vermeyebilir. Zaten maddi
olanakları çok iyidir. Ama bir memur, bir işçi, bir emekli, sıradan bir yurttaş, bir esnaf mutlaka
gider kuyruğa girer tedavi olur. Bu da gösteriyor ki, soysal güvenlik sistemi, bir anlamda
çağdaş imece yöntemidir. Sosyal güvenlik sistemi bir toplumun geleceğini güvence altına
alan sistemdir. Yurttaşların geleceklerini güvence altına alan sistemdir.
Bizim Anayasamız “tasada ve kıvançta beraber olma”dan söz eder. Tasada ve kıvançta nasıl
beraber oluruz? Herkesin asgari bir gelir güvencesi varsa beraber oluruz. Karnı aç insana
siz ülkenin sorunlarını anlatamazsınız. Karnı aç insana kıvançta birlikteliği anlatamazsınız.
Hastalandığında kişi sahipsizlik duygusuna kapılırsa, siz o yurttaşa “tasada ve kıvançta birlikte
olalım” duygusunu yaşatamazsınız. Onun içindir ki, sosyal devlet kavramı çok çok önemlidir.
Bir ülkede yurttaşların sosyal güvenliği yoksa, o ülkede sosyal devletten söz edemeyiz. Bizim
Anayasamızın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddelerinden birisi, işte bu nedenle
sosyal hukuk devleti ilkesidir.
Şimdi geçiyoruz başka bir soruya. Sosyal güvenlik madem ki bu kadar önemli bir konu, o
zaman sosyal güvenliğin nasıl olması lazım? Aslında bu sorunun yanıtı çok açık. Sosyal
güvenlik her yurttaş için ulaşılabilir olmalıdır. Örneğin ben size desem ki, “arkadaşlar uzaya
gitmek her yurttaşın hakkıdır.” Bu hakka herhalde kimse itiraz etmez. Ama bu hakkı kaç kişi
kullanabilir? Bu hakkı kullanmak için kaç kişinin maddi olanağı buna elverir. Asıl soru bu.
Ulaşılamayan hak, hak olarak algılanmaz. Algılanmaması da doğaldır.
Bizim Anayasamızın 60. maddesi der ki; “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.”
Dikkatinizi çekiyorum, Anayasamız “her yurttaş” demiyor. “Herkes” sözcüğünü kullanıyor.
Yani bu ülkede yaşayan herkes, örneğin Türkiye’de yaşayan bir Fransız, bir İtalyan,
30
bir Alman da sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Doğal olarak Anayasal açıdan Türkiye
Cumhuriyeti’nin yurttaşları da sosyal güvenlik hakkına sahiptir.
Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir diğer konu da, “hak” kavramıdır. Anayasamız, sosyal
güvenliği herkesin “hakkı” olarak tanımlamıştır. Demek ki, kişi için, insan için sosyal güvenlik
bir haktır. Bir lütuf değildir. Lütufla hak arasında fark vardır. Lütufta, birileri size verdiği kadar
siz ondan yaralanırsınız, size lütfeder... Bir hak talebinde bulanamazsınız. Sosyal güvenliğin
özünde insan hakları olduğundan, sosyal güvenlik herkes için bir hak olarak düzenlenmiştir.
Bu bağlamda “sadaka ekonomisi”, sadaka anlayışı sosyal güvenlik sisteminde yoktur. Ve
bu anlayış insan haklarına aykırıdır.
Şimdi geçiyorum AKP Hükümetinin sosyal güvenlik düzenlemesine... Ve AKP Hükümetinin
“sosyal güvenlik” anlayışına...
Birinci nokta şu: Sosyal güvenliği herkes için bir “haktır” diye tanımladık. Peki, sigorta prim
borcu olan esnaf için de sosyal güvenlik hak değil mi? Kuşkusuz ki bir haktır. Ama, AKP’nin
çıkardığı yasada borcu olan esnafın sağlık hizmetlerinden yararlanmaması esası getirilmiştir.
Sigorta prim borcu olan esnaf ve sanatkarla, onların bakmakla yükümlü olduğu anne ve
babaları sağlık hizmetlerinden yaralanamayacaklar. Dolayısıyla anayasanın öngördüğü
“hak” kavramı burada anlamını yitirmiş oluyor.
Peki, CHP olarak biz neyi düşünüyoruz. CHP olarak biz diyoruz ki, “her yurttaşın sosyal
güvenlik hakkı vardır. Dolayısıyla borcu olan esnaf da hastalandığında gidip tedavi
olacaktır.” Bu anlayış onun borcunun silineceği anlamına gelmez. O para devletin başka
mekanizmaları içinde tahsil edilir. Ama kişi hastalandığı zaman tedavi edilme hakkı vardır.
Bakın öyle bir garabet yapıldı ki, diyelim ki esnafa yasak getirdiniz, yani “borcun var kusura
bakma ben sana sağlık hizmeti vermeyeceğim” diyorsunuz, peki karısının günahı ne karısına
da sağlık hizmeti vermiyorsunuz. Karısının tek günahı var o adamla evlenmiş olmak. Böyle
bir sistem olabilir mi? Çağdaş uygar dünyada böyle bir sistem var mı? Hayır. Demek ki,
CHP olarak yapacağımız ilk işlerden birisi, sosyal güvenliği gerçek anlamda Anayasanın
tanımladığı “hak” kavramı içinde yurttaşlara sunmaktır.
Sosyal devletten söz ederken, yurttaşların devletten sosyal sorunlarını çözme konusunu
hak olarak talep edebileceklerini söylemiştim. Örneğin işsiz kaldığımızda, bu sorunumuzun
giderilmesini sosyal devletten isteriz. Bu sorunu aşmak için, işsizlik sigortası oluşturulmuştur.
Peki devlet herkese iş bulabilir mi? Bulamayabilir. Peki, bunu giderecek ne yapması lazım?
İşsizlik sigortası fonunu kurması lazım. Türkiye’de kuruldu mu? Evet kuruldu. Rahmetli
Ecevit’in Başbakanlığı döneminde işsizlik sigortası kuruldu. İşsizlik sigortası, kişi işsiz
kaldığında işsize ekonomik güvence sağlamayı amaçlamaktadır.
İşsizlik sigortası fonunda bugün için biriken para yaklaşık 25 milyar YTL, yani eski rakamla 25
katrilyon lira civarındadır. Peki, işsizlik sigortası fonunda bu kadar paranın birikmesine karşın
nasıl oluyor da, işsizlik hala Türkiye’de çok önemli bir sorun? Çünkü çıkarılan yasanın gereği
yapılmıyor. Ayrıca işsize de yeterli kaynak aktarılamıyor. Demek ki, CHP olarak yapacağımız
şeylerden birisi de, işsizlik sigortası uygulamasında işsizlerin daha kolay yararlanabilecekleri
bir modele geçmektir. Ayrıca işsizlik sigortası fonunun kaynaklarından yararlanarak, meslek
31
edindirme kursları açarak, nitelikli iş gücünü emek piyasasına kazandırmaktır.
Bir başka konu da, kayıt dışı çalışmadır. Kayıt dışı çalışma, Türkiye’nin temel sorunlarından
biridir. Siz çalışıyorsunuz, ama kayıt dışısınız. Peki, nasıl oluyor da kayıt dışısınız ve işveren
sizi sigortalı yapmıyor?
“CHP olarak siz sosyal güvenlik reformuna nereden başlardınız” diye bir soru
sorulduğunda şu yanıtı vereceğiz değerli genç arkadaşlarım. “Sosyal güvenlik reformuna
kayıt dışı istihdamla mücadele ile başlayacağız.” Önce kayıt dışını kayda alacağız ki, aç
kimse kalmasın, sosyal güvencesiz kimse kalmasın.
Şimdi bana diyeceksiniz ki, “nedir bu kayıt dışı çalışma?.” Kayıt dışı çalışma sadece işçinin
sigortasız çalışması değildir. Örneğin siz bir iş yerine girersiniz, çalışıyorsunuz hiç kaydınız
yok, hiç sigortanız yok. Bu birinci tür kayıt dışı çalışma. Kayıt dışı çalışma dört şekilde ortaya
çıkıyor. İkinci türü şu: İşe giriyorsunuz çalışıyorsunuz, kaydınız var ama 15 gün sigortalı
görünüyorsunuz 15 gün sigortasız.
Kayıt dışı çalışmada üçüncü yöntem, alınan ücretin düşük gösterilmesidir. Örneğin,
çalışıyorsunuz, sigorta kaydınız var ve 30 gün üzerinden işveren sigortayı yatırıyor ama
asgari ücret üzerinden... Gerçek aylığınız gösterilmiyor, bu da kayıt dışı çalışmanın bir başka
türü.
Kayıt dışı çalışmada dördüncü yöntem ise, birden fazla yöntemin aynı zamanda kullanılmasıdır.
Örneğin, işveren hem pirim ödeme gün sayınızı hem de aldığınız ücreti eksik gösterebilir.
Peki, diyeceksiniz ki, kayıt dışı çalışmanın engellenmesi için CHP olarak ne yapacaksınız?
Arkadaşlar en ciddi, yanıtlanması en zor sorulardan birisi bu. Arkadaşlar, CHP olarak biz
örgütlü toplumdan yanayız. İnsanların örgütlenmesini istiyoruz. İşverenler nasıl örgütleniyorsa,
işçiler örgütleniyorsa, öğrenciler de örgütlenmeli, memurlar da örgütlenmeli, emekliler de
örgütlenmeli. Örgütlü bir toplum kitlelerin kendi taleplerini daha gür iletmelerine yol açar. Kayıt
dışı çalışmanın nasıl yapıldığını söyledim. Peki, sendikalı bir işyerinde kayıt dışı çalışma
olur mu? Olmaz. Niçin olmaz, çünkü toplu sözleme var. Toplu sözleşmede, işyerinde kaç
kişinin olduğu, kimin ne kadar aylık alacağı, tatil günlerinde çalışmanın ek ücretlere nasıl
yansıyacağı toplu sözleşmeye yansır. Demek ki, sendikalı bir iş yerinde kayıt dışı çalışma
sıfırdır. O nedenle, CHP olarak biz örgütlü çalışmadan, sendikacılığın önünün açılmasından
yanayız. İş yasasını, sendikalar yasasını bu bağlamda değiştireceğiz.
Bu konuda bizi bekleyen iki ciddi açmazımız var, buna dikkatinizi çekmek isterim genç
arkadaşlarım. Birinci tehlike ücret sendikacılığıdır. Ücret sendikacılığı, sendikacılığın
gelişmesinin önündeki en önemli tehlikedir. Ücret sendikacılığı, yanlış sendikacılık anlayışıdır.
İkinci nokta daha da önemlidir. Hep saydamlıktan söz ederiz. Dürüst toplumdan, temiz ellerden
söz ederiz değil mi arkadaşlar? Sendikaların da böyle olması lazım. Sendikalar işçiden
topladıkları primlerin hesabını işçiye vermek zorundadırlar. Biz CHP olarak, sendika ağalarına
karşıyız. Altını çiziyorum. Sendika ağalarına karşıyız. İşçiden toplanan paralarla altlarına
lüks Mercedes almalarına karşıyız. Bu doğru değildir. Bunları eleştiriyoruz, eleştireceğiz bize
kızanların yüzlerine daha sert söyleyeceğiz bunları. Sosyal güvenlik yasası çıktığı zaman
32
hiç ciddi bir eylem gördünüz mü? Ecevit hükümeti zamanında emeklilik yaşı kaça çıktı?
’Erkeklerde 60, kadınlarda 58’e çıktı. Ankara Kızılay’da toplanan yüz bine yakın işçi “mezarda
emekliliğe hayır” diye slogan attılar. AKP geldi emeklilik yaşını kadın ve erkekte 65’e çıkardı.
Kızılay’da hiç toplanan işçileri gördünüz mü? Niye toplanmadılar? Niye haklarını aramadılar?
Yani 58- 60 olduğu zaman itiraz ediyorlar da, 65 olduğu zaman niçin itiraz etmiyorlar. Sendika
ağalarının yarattığı düzen yüzünden itiraz etmediler. Kendi koltuklarını siyasi iktidara borçlu
olanlar işçilerin haklarını savunamazlar. Bu ayrımı genç arkadaşlarımın çok iyi yapması lazım.
Çok iyi bilmesi lazım.
CHP olarak biz bu nedenle sendika ağalığına karşı çıkıyoruz. Bu ağalık düzeni olduğu
sürece kayıt dışı çalışma engellenemez. Taşeron uygulaması engellenemez. Çünkü kayıt
dışından hem siyasal iktidar besleniyor, hem sendika ağaları... Demek ki, CHP olarak iktidara
geldiğimizde çalışma yaşamıyla ilgili de çok ciddi düzenlemeler yapacağız, sendika ağalığına
son vereceğiz, işçiler gerçek anlamda sendikalaşacaklar, kendi haklarını savunacaklar.
Ama ücret sendikacılığı kolaycılığına kaçmadan... İşyerinde yaratılan katma değer, hakça
bölüşülecek. Ücret sendikacılığından kurtulacağız.
Başka ne yapacağız bu ülkede? Emekliler hep derler ki “biz çok zor durumdayız, emekli
aylığımızla geçinemiyoruz”. Bizde bu söyleme yürekten inanırız. Ben tam aksi görüşteyim!
Bizim emeklilerimizin durumu çok iyi! Bakmayın bu salonda tesadüfen emeklilerimiz var.
Emeklilerimizin büyük bir kısmı yaz tatillerinin Kanarya Ada’larında geçirirler. Japonya’ya
giderler, Çin’e Rusya’ya giderler. Amerika’yı ziyaret ederler. Seçim zamanında da Türkiye’ye
gelir ve kendilerine bu olanağı sağlayan Adalet ve Kalkınma Partisine oy verirler! Öyle
değil mi arkadaşlar? Bu ülkede 8 milyon emekli var, altını çiziyorum 8 milyon emekli var
bu ülkede. Eşleriyle birlikte 16 milyon. 16 milyon emekli hayatından şikâyetçi olsa, Adalet
ve Kalkınma Partisini iktidara getirir mi? Getiremez, demek ki, emeklilerimiz yaşamlarından
çok memnunlar! Daha garibini söyleyeyim ben sizlere, bu sosyal güvenlik yasasında, AKP
şöyle bir düzenleme getirdi, dedi ki, “ben ülkede yaratılan milli gelir artışından emeklilere
pay vermeyeceğim.” Ne diyor Sayın Başbakan, efendim diyor biz iktidara geldiğimizde milli
gelir 2500 dolardı. Sonra 7500 dolar oldu. Fakat bir gece kalktık, Sayın Başbakan dedi ki,
10.000 dolar oldu. Şimdi hedef 20.000 dolar. Ama bu Yasa yürürlükte kaldığı sürece emekli
bu milli gelir artışından pay almayacak. Neden? Çünkü yasa böyle. Bunun anlamı nedir?
Emekli bu ülkenin ikinci sınıf yurttaşıdır. Artık o emekli oldu, o gözden düştü, ona bizim milli
gelir artışından pay vermeye gerek yok. Peki, emekliler bu ülkede ikinci sınıf yurttaş olmayı
kabul ediyorlar mı? Etmiyorlarsa emeklilere sesleniyorum, etmiyorlarsa mutlaka ama mutlaka
o yasayı getiren ve kendilerini ikinci sınıf yurttaş konumuna koyan ve bunu da bir yasal
zorunluluk haline getiren AKP’ye oy vermemeliler.
Peki, CHP olarak biz ne yapacağız? Emekli de milli gelir artışından pay alacak.. Çünkü emekli
de bu ülkenin onurlu bir bireyidir. Emekli olmadan önce ne yapıyordu bu kişi, çalışmıyor
muydu? Çalışıyordu... Vergi ödüyor muydu? Ödüyordu. Prim ödüyor muydu? Ödüyordu.
Otomobil yapıyordu, lastik yapıyordu, ekmek yapıyordu, süt üretiyordu, tükettiğimiz her
şeyde emeğin payı var. Kim yapıyordu bunları? Daha önce emekli olmayanlar... Şimdi de,
onların çocukları yapıyor. Peki, nasıl olurda “çocuklarının ürettiklerinden babalarına pay
vermeyeceğiz” diye yasa çıkarırız. Biz buna karşıyız, CHP olarak, sosyal demokrat bir parti
olarak buna karşıyız ve bu uygulama doğru değildir. Bu uygulamayı mutlaka değiştireceğiz.
33
Demek ki, hedeflerimizden birisi de, emekliyi bu ülkede insan onuruyla bağdaşır bir yaşam
sürmesini sağlamak ve bu konuda yasal düzenlemeler yapmaktır.
Şimdi diyeceksiniz ki, “yaratıyoruz, üretiyoruz, gelir artıyor, peki, emekliye refahtan pay
vermediğimize göre bu geliri kim alıyor?” Bu geliri büyük ölçüde AKP yandaşları alıyor.
Çünkü emekli almıyor, çiftçi almıyor, memur almıyor, işçi almıyor, esnaf zaten perişan... Peki
yaratılan katma değerden aslan payını kim alıyor? Bakınız bizdeki dolar milyarderi sayısı
Japonya’yı geçti. Japonya bizden zengin mi? Zengin. Dünyanın 7 büyük devinden birisi. Nasıl
oluyor da, bizde dolar milyarderi sayısı Japonya’dan daha fazla? İşte sizlere verilmeyen o
paylar oralara aktarılıyor. Ve bizim emekliler de koşup gidip AKP’ye oy veriyorlar. Bizi biraz
daha kazıkla diye. Ama biz CHP olarak, bize oy versin vermesin tüm emeklilerin haklarını
koruyacağız.
Bakınız yasa çıkardılar dediler ki, “sosyal güvenlik kurumlarını birleştirdik.” Emekli
Sandığı, SSK ve Bağ-Kur birleşti. Bizim de, seçim bildirgemizde sosyal güvenlik kurumlarının
tek çatı altında toplanması vardı. Peki, gerçek anlamda sosyal güvenlik kurumları tek çatı
altında birleşti mi? Hayır, birleşmedi. Neden Türkiye İş Kurumu tek çatının altında yok? İşsizlik
sigortası fonu tek çatının altında mı? Hayır.
Tek çatıya birinci yanıtımız, “CHP olarak biz iktidara geldiğimizde Türkiye İş Kurumunu
da sosyal güvenlik şemsiyesi içine alacağız.”
Bir başka konu... Deniyor ki yeni kurulan Sosyal Güvenlik kurumu “idari ve mali açıdan
özerktir.” Gerçekten de bu Kurum özerk mi? Özerklikte iki şey aranıyor: İdari ve mali özerklik.
İdari özerklik nedir? BDDK Başkanı idari açıdan özerk bir idarenin başkanıdır. Çünkü 5 yıl süre
ile atanır. 5 yıl süre ile kimse görevden alamaz. Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı belli bir
süre geçmeden kimse görevden alamaz. Türkiye İstatistik Kurumu Başkanı, Tekel Üst Kurulu
Başkanı, Enerji Piyasası Üst Kurulu Başkanı, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Başkanı gibi...
Bunlar belli bir süre ile atanırlar. O süre dolmadıkça kimse görevden alamaz. Peki, Sosyal
Güvenlik Kurumu Başkanı için böyle bir güvence var mı? Hayır yok. Kurum Başkanının görev
süresi bakanın iki dudağı arasında... AKP hükümeti zamanında bile Kurum Başkanı 3 kez
değişti, şimdi 4 kez değiştirecekler. Bu yanlış. Demek ki, CHP olarak yapacaklarımızdan bir
diğeri de, Sosyal Güvenlik Kurumunu gerçek anlamda idari ve mali özerkliğe kavuşturmak ve
kendi tabanına yani memurlara, yani işçilere, yani esnafa, hesap verebilir duruma getirmek.
Sosyal güvenlik sistemi birbirinin içine geçmiş ve birbirini tamamlayan daire şeklinde bir
halkalar bütünüdür. İşsiz kaldığınızda işsizlik sigortasından para alırsınız. Çalışırken iş kazası
yaparsanız iş kazası sigortasından para alırsınız. Malul olarsanız malul sigortasından para
alırsınız. Emekli olursanız emekli sigortasından emekli aylığı alırsınız. Öldükten sonra eşiniz
kalırsa ona ölüm aylığı bağlanır. Doğum yapıldığında analık sigortasından ekonomik güvence
sağlanır. Yani yaşamın her evresinde ekonomik güvence var. Ama bizim sistemimizde bir
eksiklik var. Örneğin, diyelim ki, siz 58 yaşındasınız ve patron dedi ki, “valla kusura bakma
yeni gençler var ben onları işe alacağım hadi sen git, kıdem tazminatını al güle, güle...”
58 yaşındayım ve sigortam var. İşsiz kaldığım için işsizlik sigortasından bana, 1 yıl para
verilecek. Daha sonra yaşım oldu 59... Emekliliğime daha 6 yıl var. Çünkü emeklilik için 65
yaşını doldurmam gerekiyor. Bu arada iş arıyorum ama iş bulamıyorum. Bir yıl sonra işsizlik
34
sigortası da kesildi. Peki, ben nasıl geçineceğim? Ya dilencilik yapacağım ya da arkadaşlardan
yardım alacağım. İşte bizim sosyal güvenlik sistemimizde bu sorunun yanıtı yok. Bu sorunun
çözüm yolu Türkiye’de olmayan aile sigortasıdır.
Aile sigortası Cumhuriyet Halk Partisinin seçim bildirgesinde var. Aile sigortası her aileye
asgari gelir güvencesi sağlayan bir sigorta dalıdır. Uluslararası Çalışma Örgütünün kabul
ettiği 9 sigorta dalından birisidir. Türkiye’de 9 sigorta dalının 8’i uygulanıyor. En son işsizlik
sigortası uygulamaya konuldu, ama 9’uncu sigorta dalı uygulanmıyor. Türkiye Cumhuriyeti
1971 yılında Uluslararası Çalışma Örgütünün (İLO) 102 sayılı sözleşmesini kabul etmiş. Yıl
1971, şimdi 2008 CHP dışında aile sigortasını taahhüt eden hiçbir siyasi parti yok.
Aile sigortası bireyin ve ailenin toplumda insan onuru ile yaşamasını güvence altına alan bir
sigorta dalıdır. Yoksullukla mücadele açısından dünyanın keşfettiği çoğu ülkelerin uyguladığı
ama bizim ülkemizin uygulamadığı sigorta dalıdır. Neden aile sigortası? Geçen seçimlerde
hep şikâyet ettik. Kömür dağıtılıyor, makarna dağıtılıyor, giyecek dağıtılıyor. Bunlar dünyanın
hiçbir uygar ülkesinde kabul edilecek manzaralar değil. Bir örnek, ramazan ayı gelince Sayın
Başbakan ne yapar? Gider gecekonduda bir aileyi ziyaret eder, onlarla birlikte iftarını açar.
Ama Sayın Başbakan bu aileye bir kamera ordusu ile gider. O ailenin yoksulluğunu 70 milyon
insana seyrettirir. Bir ailenin sefaletini, yoksulluğunu sizin 70 milyona teşhir etmeye hakkınız
var mı? Müslümanlıkta böyle bir şey var mı? Hayır. Ama bu Müslümanlık adına yapılıyor.
Aile sigortası uygulandığında bu manzaralara yer kalmayacak. Aile kendi yoksulluğunu
devletten, sosyal devletten giderme hakkına sahip olacak. Her ailenin asgari gelir güvencesi
olacak. Böylece aile ben “aç kaldım”, “yoksul kaldım” demeyecek. Devlet o aileye asgari
gelir güvencesini verecek.
Burada sormamız gereken çok önemli bir soru var. Kim yoksul? Öyle ya size soracaklar
“bu sigorta dalı istismar edilemez mi?” Malum ya, bazı yeşil kartlıların altında Mercedes
otomobil var. Bu konunun istismarının önlenmesi için yoksul ailelerin belirlenmesinde sosyal
hizmet uzmanları görev yapacak. Sosyal hizmet uzmanları belli ailelerden diyelim ki, 1000
aileden 1 sosyal güvenli uzmanı sorumlu olacak. Sosyal güvenlik uzmanı o aileleri düzenli
izleyecek. Aile kaç odalı yerde kalıyor. Kirada mı? Kaç çocuğu var? Askerde çocuğu var mı
yok mu? Ailede çalışan var mı yok mu? Ona göre saptamasını yapacak, raporunu verecek.
Uzman, düzenlediği rapordan sorumlu olacak. Eğer haksız ödeme varsa sosyal hizmet
uzmanının aylığından kesilecek. Böylece yoksulluk teşhir edilmeden, bir kamu otoritesi
tarafından ailelerin konumu saptanacak, ailenin geliri düşükse veya hiç geliri yoksa sosyal
hizmet uzmanının raporuna dayanılarak o aileye aylık bağlanacak.
Peki, aile sigortasından kime aylık ödeme yapılacak? Bizim, yani CHP’nin programına
göre para ailede kadının bankadaki hesabına yatırılacak. Erkeğe değil, kadının hesabına
yatırılacak. Neden kadının hesabına? Çünkü kadın ailenin tüketim kalıplarını en iyi bilen
kişidir. Kadın gidecek bankadan parasını çekecek ailesini geçindirecek. Şimdi deniyor ki “bu
sistem çok pahalı, bu parayı nereden bulacaksınız? “Güzel güzel anlatıyorsunuz da
parayı nereden bulacaksınız?”
Bugün için bu sistem devletin içinde 10 ayrı kuruluş tarafından yapılıyor. Biz CHP olarak, Sosyal
35
Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğünün bir adını değiştireceğiz. Aile Sigortası
Kurumu yapacağız. Kısa adı As-Kur olacak. Aile Sigortası Kurumunun gelirleri var mı? Bugün
var. Demek ki, o gelirler bunun içinde olacak. Bununla bağlantılı olarak ailelerin sigortası
olduğuna göre, her ailenin sağlık sigortası da, otomatikman gerçekleşmiş oluyor. Peki, her
ailenin sağlık sigortası olursa ne kaldırılacak? Yeşil kart kaldırılacak. Çünkü yeşil kart fakirliği,
yoksulluğu çağrıştırıyor. Sosyal devlette biz yoksulluğu insan onurunu koruyarak, yani aile
sigortasını kurarak Devleti gerçek anlamda bir sosyal devlet yapacağız.
Şimdi geliyorum bir başka önemli noktaya. Çıkan yasada kız çocukları ile ilgili önemli bir
düzenleme yapıldı. Evlenmemiş kız çocukları, şu anda yürürlükte olan yasaya göre geliri
yoksa ömür boyu anne ve babanın sosyal güvencesinden yararlanıyor. Bir Ekim’de yürürlüğe
girecek yeni yasaya göre bu kız çocuğu 18 yaşını doldurunca artık sağlık sigortasından
yararlanamayacak. Peki, dönüp kendimize şu soruyu soralım. “Herhangi bir geliri olmayan bu
kız çocuğu hastalandığında bu kız çocuğu nasıl tedavi olacak? Cumhuriyetin kuruluşundan
bu yana uygulanan bir modeli niçin değiştiriyoruz? Yanıt, sosyal güvenlik sistemindeki
açıkları kapatmak için. Türkiye gibi kız çocuklarının doğru dürüst okula gitmediği bir ülkede,
bu kadar acımasız bir sosyal güvenlik anlayışı olabilir mi? CHP olarak biz geldiğimizde ilk
değiştireceğimiz maddelerden birisi de budur. Kız çocuklarına eskiden olduğu gibi anne ve
babanın güvencesini sağlayacağız.
Sosyal güvenlik kavramı üç ana alt öğeden oluşur. Birinci alt unsur sosyal sigorta sistemidir,
yani primli sistem. Prim ödersiniz, risk gerçekleştiğinde sistemden yararlanırsınız. Örneğin,
memur prim öder, işçi prim öder, esnaf prim öder ve sonra da yasalara göre emekli olur ve
emeklilik sigortasından yararlanırlar. İkinci alt unsur sosyal hizmettir. Örneğin, yaşlılara huzur
evi yapılması veya sokak çocuklarına yönelik evlerin açılması gibi. Üçüncü alt başlık ise
sosyal yardımdır. Az önce tanımlamaya ya da anlatmaya çalıştığım “aile sigortası” bir sosyal
yardım uygulamasıdır.
Sosyal güvenlik kavramı bu üç unsuru birden içeriyor. O nedenle Sosyal Güvenlik Kurumu
derken bu üç ayağı da bünyesinde taşıyan bir örgütlenme modelini kurmamız gerekiyor.
Bugün aile sigortasına kaynaklık yapan, mesela Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün “aş evleri” var.
Kızılay’ın “aş evleri” var. Belediyelerin yardımları var. Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Fonu
var. Bunları tek çatı altına toplayıp, yönetsel ve mali savurganlığı gidermeliyiz.
Aile sigortası ayrıca kişilerin sosyal güvenliği “hak” olarak algılamalarına da yol açar. Bu
Anayasamızın 60. maddesine de uygundur. Bu anlayış sonucunda, “sadaka devlet”
uygulamasından, “sosyal devlet” uygulamasına ve anlayışına geçmiş olacağız.
Özetle, sosyal güvenlik sistemi sosyal devlet olmanın bir gereğidir. Ama bu gerek yerine
getirilirken, bireyin ve ailenin onurunun korunması lazım. Bunu yapacak olan da Cumhuriyet
Halk Partisidir. Çünkü biz CHP olarak bireyi ve aileyi koruyan onun duygularını istismar
etmeyen, onu toplumda diğer yurttaşlarla, geliri iyi olan yurttaşlarla aynı konumda tutmaya
özen gösteren bir siyasal partiyiz.
Efendim beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum şimdi gelelim sizin sorularınıza. Buyrun
efendim
36
Soru: Mustafa Dursun- İsmim Mustafa Dursun emekli öğretmenim, aynı zamanda çiftçilik
de yapmaktayım. Anlatmış olduğunuz aile sigortasının içersinde çiftçiler nerede? Bu gün
başta bulunan iktidarın getirmiş olduğu üretimdeki kotalar pancarda, tütünde malumunuz
olduğu gibi, ayrıca peşkeş çekerek satmış oldukları fabrikalarda çiftçiyi üçüncü, dördüncü
vatandaşlık grubuna itmiştir. Biz çiftçiler olarak söylemiş olduğunuz bu sosyal aile birliğinin bu
yaşamın neresindeyiz? Sosyal güvencemiz tamamen yoktu. Neden yoktu? Ne maaşımız var
ki, kesinlikle sigortalı olalım, ne de fabrikamız var? 5 kilo pancarımıza gelen kota ile biz artık
pancar bekliyoruz kapatılan fabrikalarımızı da artık boş yere epeydir kapattık geçimlerimiz
bizim nerede ve nasıl olacak? Çok teşekkür ediyorum.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Çiftçiler aile sigortasının neresinde? Dikkat ederseniz aile
sigortasını anlatırken toplumdaki tüm aileleri kastettik. Geliri olmayan ya da devletçe
belirlenen gelirin altında gelir elde eden ailelerden söz ediyoruz. Bu yoksul ailenin çiftçi, işçi
ailesi olması önemli değil. Önemli olan ailenin herhangi bir gelirinin olmamasıdır. Bu aileler,
sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınacaklardır. O nedenle, bir çiftçi ailesi geçinemiyorsa,
maddi olanakları yoksa, sosyal hizmet uzmanları o ailenin gelirini belli bir rakamın altında
görüyorlarsa, o ailenin banka hesabına da belli bir para yatacaktır.
Soru - Sadece Sosyal Güvenlik Kurumları mı özerk olacaktır? Yoksa bütün kamu kurumları
mı özerk olacak? Teşekkür ederim.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Devletin yönetim yapısı içerisinde genel bütçeye dâhil dairelerin
özerkliği söz konusu değildir. Örneğin Maliye Bakanlığı, Vergi Daireleri, Defterdarlıklar, Vergi
Dairesi Başkanlıkları bunlar genel merkezi yapılanma içindedir ve özerk değillerdir. Çünkü
bunların tüm harcamaları vergilerle finansa edilir. Yani bizim ödediğimiz vergilerle, Milli Eğitim
Bakanlığı da Milli Savunma Bakanlığı harcamaları da finanse edilir. Özerk kuruluşlar daha
çok Genel Bütçe dışındaki kuruluşlardır ve bu kuruluşların ayrı bütçeleri vardır. Örneğin
Sermaye Piyasası Kurulu, BDDK, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, RTÜK gibi. Bu
kuruluşların yaygınlaşma nedeni, bazı temel konuların günlük siyasal olaylardan bağımsız
olarak alınabilmesine olanak sağlanmasıdır. Kuşkusuz özerk kuruluşlar yüzde yüz devletten
bağımsız kuruluşlar değildir. Nitekim bunların denetimleri de farklıdır. Örneğin bunların
denetimi, normal kendi denetim elemanları dışında ayrıca Başbakanlık Yüksek Denetleme
Kurulu, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, Başbakanlık Teftiş Kurulu, Sayıştay,
TBMM tarafından veya bu kurumların bazıları tarafından denetlenmektedir. Özerk idarelerin
hepsinde ayrıca yönetim kurulu vardır. Örneğin, Sosyal Güvenlik Kurumunda işçi, işveren,
kurum çalışanları, emekliler ve merkezi hükümetin temsilcisi var.
Soru: - 1 Ekim’de yürürlüğe girecek yasa ile birlikte, 18 yaşından büyük kız çocuklarına
sağlık sigortası hizmeti verilmeyecek dediniz. Eğer bu devlet sosyal ise bunun kız veya erkek
çocuk ayırımı olmadan tamamını kapsaması gerekmez miydi? Çünkü eğer devlet, sosyal bir
devlet ise iş de bulmak durumunda, 18 yaşından büyük olan ve iş bulamamış bir erkek için
de bu düzenlemenin belli oranlarda sağlaması gerekmez miydi?
Kemal KILIÇDAROĞLU- 18 yaşını doldurmuş erkek çocuklarına sigortalı değilse sağlık
hizmeti verilmemesini öngören düzenleme yeni değil. Bu uygulama eskiden beri devam eden
bir uygulama. Fakat kız çocukları için farklı bir düzenleme yapılmış. Kız çocuklarının yeterince
37
okula gitmemeleri, yani eğitilmemeleri, iş olanaklarının erkeklere göre daha az olması,
hatta bazen ailelerin kız çocuklarının çalışmasına engel olmaları gibi pek çok faktör tarihsel
süreç içinde farklı bir düzenlemeyi zorunlu kılmış. Aslında bu süreç bugün için de geçerli.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu, hatta Orta Anadolu’ya baktığımızda kız çocukları için pozitif bir
ayrımcılık yapma gereği açıkça ortaya çıkıyor. Kız çocukları için kaldırılan eski uygulamanın
gerekliliğine CHP olarak inanıyoruz. Geliri olmayan evlenmemiş kız çocuklarının, sağlık
sigortasından yararlanmaları gerektiğini söylediğimizde, hükümet kanadından bize şu yanıt
geldi: “Efendim hasta acil servise giderse kendisinin sigortalı olup olmadığı aranmayacak
ve tedavi edilecektir.” İyi de, bir hasta bekleyecek, durumu acil olduktan sonra hastaneye
gidecek ve tedavi olacak. Bu olmaz. Bunun insan hakları ile bağdaşır yönü yok.
Bana şu soruyu da sorabilirsiniz. Bu yasada hiç mi iyi bir şey yok? Yasa 2 konuda olumlu.
Bir, 18 yaşına kadar bütün çocuklar sağlık sigortası kapsamında, güzel bir uygulama. Zaten
bütün siyasi partilerin seçim bildirgelerinde vardı. Kimse de itiraz etmiyor buna.
İkinci önemli nokta, biraz komik olacak ama, emekli eşlerin doğum yapmaları halinde onlar
da doğumları nedeniyle süt parası alacaklar. Tabi, 65 yaşından sonra bayanlar doğum yapar
mı onu da bilmiyorum?
Soru: 2 - Dün bir örnek yaşadım. Kamyonla giderken, (mesleğim gereği ben pazarlama
yapıyorum) köylülerle muhabbet ettik, otururken “nasılsın amca dedim, nasıl işler?” diye
sordum. Köylü “çok perişanız” diye dert yandı. Ondan sonra “ne yapacaksınız? Oy verecek
misiniz yine AKP’ye?” dedim. “Valla düşünüyorum” dedi. “Ne yaptı AKP sana?” dedim. “Geçen
sene 20 torba gübre verdi, bu senede 40 torba verdi.” “Nasıl veriyor bunu?” dedim. “Valla işte
yeşil kart alanlara, ama köyde herkes alıyor” dedi. “Yani böyle durumu bozuk diyenlere.”
Şimdi AKP kırsal kesimde sırf böyle sadakayla oy alıyor. Biz partililer bu durumu köylerde bir
şekilde anlatmanın yolunu bulmalıyız.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet onun için anlatıyorum. Bir şey daha var. “Biz yeşil kartı
kaldıracağız, herkes nüfus cüzdanı ile hastaneye gidecek” dediğimiz zaman, AKP
karşı propaganda yaptı. “CHP gelince yeşil kartı kaldıracak, siz sağlık hizmetinden
yaralanamayacaksınız” dedi. O nedenle, olayı belli bir bütünlük içinde anlatmamız lazım.
Soru: Mehmet MORSÜMBÜL- Emekli Beden Eğitimi Öğretmeniyim. 23. dönem Cumhuriyet
Halk Partisi Milletvekili adayıyım. Vergiler ve zamlarla ilgili vatandaşın sorduğu sorular
var. Onu sizin deneyimlerinizden faydalanmak için soruyorum. Şimdi sordular dediler ki,
kazancımızın en büyük ortağı adı bile bilinmeyen vergiler ve zamlar. Siz CHP olarak iktidara
geldiğinizde, kalem kalem şunlardan şu kadar indirim yaparsam direk vatandaşın cebinde
şu kadar para kalır, bize bu örneği verir misiniz? Ben işte programımızda var dedim, az
kazanandan az vergi, çok kazanandan çok vergi ödeyeceğiz dedim. Yani diğer açıklamayı
yapamadım. Bu konuda gerçekten konu ile ilgilenen uzmanlarınız böyle bir sıralama yapabilir
mi? Evet vatandaşın kazancının en büyük ortağı zamlar ve adı bilenen ve bilinmeyen vergiler.
Kalem kalem sıralandığında evet senin cebinde şu kadar para kalacak diyebilecek miyiz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Sağ olun hocam. Vergi, bugün konuştuğumuz alanın biraz dışında.
Ama sayın başkanımız vergi konusunda da, CHP’nin politikaları ile ilgili bir toplantı düzenlerse
eski bir vergici olarak (uzun yıllar Hesap Uzmanlığı yaptım) gelirim, büyük bir keyifle anlatırım.
38
AKP’nin vergi adaleti anlayışı konusunda size çok çarpıcı bir bilgi vermek isterim. Örneğin, kefen
alırken Katma Değer Vergisi ödersiniz. Ama pırlanta, yakut, elmas alırsanız katma değer vergisi
ödemezsiniz. Çünkü AKP anlayışına göre herhalde insanlar her gün eşlerine pırlanta, inci, yakut
alıyorlar ki istisna tutulmuş. Buna benzer vergi sisteminde ciddi çarpıklıklar var. Bunun düzeltilmesi
lazım, verginin de sosyal işleve kavuşturulması lazım. Örneğin vergide ayırma kuramı denen
bir yöntem vardır. Ayırma kuramı, emek gelirlerinin daha düşük oranda vergilenmesini öngörür.
Sermaye gelirleri emeğe göre biraz daha ağır vergilenir. Biz bu kurama uymak ve bu anlayışı
yaşama geçirmekte kararlıyız. Örneğin, ücret gelirlerinden büyük ölçüde vergi indirimi yapılacak,
asgari ücret vergi dışı tutulacaktır. Bizim seçim bildirgemizde bu hedef var. Köylünün kullandığı,
çiftçinin kullandığı, motorinde ÖTV’nin kaldırılması gerekiyor. Bütün mesele şu: Verginin adil
olması lazım, yani verginin kazanan kişiden alınması lazım.
Soru: 3 - Sayın Kılıçdaroğlu, çalışmalar için teşekkür ediyoruz, tebrik ediyoruz. Şimdi her şeyden
önce, sosyal kavramı kalkmıştır. Sosyal devlet, sosyalist devlet diye anılıyor. Devletin görevleri
azaltılmış, yurttaşlarını devlet gözetmiyor. Bunun özellikle vurgulanması gerekiyor, devletin
yapacağı görevleri Soros Vakıfları, Dernekler, Vakıflar (yerel seçimler yaklaşıyor)ve belediyeler,
projelerle fonlar alarak Dünya Bankasından ve AB’den bunu yapmaya çalışıyor. Bunlar, ne derece
sosyal devletin görevini yapabiliyorlar? İkincisi, doğalgaza yeni zam yapıldı dördüncü zam, herhalde
demek ki, herkes doğalgaz kullanıyor ki kömür fazlalığı var yoksullara da kömür dağıtılıyor. Bu
yasa dışıdır. Bunun için daha köklü mücadele etmemiz gerekiyor, teşekkür ediyorum.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Mücadeleyi hep beraber yapmamız gerekiyor. Benim özellikle partili
arkadaşlardan istirhamım şu: Biz girip kahvede oturduğumuz zaman, önce kendi kendimizi
eleştiriyoruz. Bu alışkanlığımızı bırakmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman samimi söylüyorum,
Türkiye çok yol alır. Sosyal devlet çok önemli bir kavramdır, sosyal devletin içi boşaltılıyor, sosyal
devleti tehdit eden unsurlar var. Sosyal güvenlik sistemini tehdit eden unsurlar var. Bakın hiçbir
devletin ilânihaye kaynakları yoktur. Eskiden röntgen çektirirdik şimdi tomografi çektiriyoruz.
Eskiden diyelim ki, 500 dolarlık stent kullanırdık, şimdi 4000 dolarlık stent kullanmak istiyoruz.
Daha iyisi çıktı. Bütün bunları, sistem kurulurken de, artı geliştirilirken de sürekli sorgulamak
zorundayız. Vergi sistemi o açıdan çok önemli. Eğer devleti sosyal kılarsanız, vergi politikasını
da ona göre kurmak zorundasınız. Devleti sosyal kılarsanız, aileye de o gözle bakacaksınız.
Çocuklara da o gözle bakacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti sokak çocuklarını eğitmekten aciz bir
ülke mi? Hayır. Ama sosyal devletin gereği olarak ilgilenmek gerekiyor. İnsan sevgisinin olmadığı
bir yerde çocuk sevgisini yaşatamazsınız. Malatya’daki olayları televizyonlardan izledik değil mi?
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunda çocuklara yapılan muameleyi yapanlar kim?
Bizim insanlarımız. Döven de bizim insanlarımız. Biz her alanda, her koşulda, insan sevgisini
yaşatmak, sosyal dayanışmayı kurmak, ama aklı, her ortamda egemen kılmak zorundayız.
Aklı, egemen kılarsak bütün bunların hepsi aşılabilir. Bakın ben size bir şey söyleyeyim, bizim
ülkemizde iyi mühendisler yetişir, iyi doktorlar yetişir, iyi sanatçılar yetişir. Bu mesleklerden çok
sayıda insanımız uluslararası ödüller de aldılar, alıyorlar. Ama bizim ülkemizde, iyi politikacı
yetişmiyor, ya da çok az yetişiyor. Toplum olarak hep, en çok yalan söyleyenleri iktidara getirdik,
öyle değil mi arkadaşlar? Bakın eğer biz ülkede doktoru, avukatı, öğretmeni, sanatçısı gibi nitelikli
değerli insanları yetiştirebiliyorsak, iyi yetişmiş politikacıları da parlamentoya taşımak zorundayız.
Bizim ülkemizde eğer naylon fatura düzenlemekten sanık birisi Maliye Bakanı yapılıyorsa, siz
bana söyler misiniz, biz o ülkede artık neye tepki göstereceğiz? Bırakın tepki göstermeyi bu
39
Maliye Bakanını ayrıca alkışlıyoruz.
Soru: 4 - Öncelikle hepinize teşekkür ediyorum. Böyle güzel bir organizasyon gerçekleştirilmiştir.
Madem eğitim amaçsa, ben de eğitim ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum burada. Birincisi
neden teknik eğitim gerçekleştirilmiyor? İkincisi, bizim ülkemizde eğitim eşitliğini göremiyorum.
Çünkü vakıf üniversiteleri, özel üniversiteler başarısız öğrencileri oraya alıyor, oradaki
öğrenciler daha sonra Türkiye’nin siyasetine giriyor ve Türkiye’nin siyaseti istenilen değere
ulaşamıyor. Üçüncüsü, çok hassas bir konu. CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasi partisidir.
Neden bugüne kadar eğitimde geri kalmıştır? Diğerleri gelip geçmiştir CHP’yi, teşekkür
ederim.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Ben de teşekkür ediyorum. Son sorudan başlayım. Eğitimde, CHP
geri kalmıştır yani bu tür parti okulları açılmadı diye herhalde diyorsunuz değil mi?
Soru: 5 - Hayır ben onu kastetmiyorum. Cumhuriyet kurulduğundan beri CHP vardı. Ama
diğer siyasi partiler her zaman potansiyel olarak önde gidiyor. Yani neden yani bu rekabetin
arkasında kalıyor CHP?
Kemal KILIÇDAROĞLU-Anladım. Ama bu çok farklı bir soru. Bana 15 dakika zaman
ayrılacaksa, ben bunu anlatırım size, ama maalesef bu yok.
- Ama bakın özür dilerim,
Kemal KILIÇDAROĞLU- Çok özür diliyorum.
- Bana değil Türkiye’ye anlatmanızı istiyorum ben,
Kemal KILIÇDAROĞLU- Efendim?
- Türkiye’ye anlatmanızı istiyorum geriye düşmemesi lazımdı CHP’nin.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Doğrudur. Bakın ben size şunu söyleyeyim. Cumhuriyet Halk Partisi,
1980 askeri darbesinden sonra en büyük darbeyi alan partidir. Sadece Cumhuriyet Halk Partisi
değil, Türkiye en büyük darbeyi yemiştir. 1980 sonrası Türkiye’nin kültürel dokuları değişmiştir.
Türkiye’nin yapısı değişmiştir. Eğitim sistemi artık sağcı yetiştiriyor, solcu, sosyal demokrat,
aydın, sorgulayan değil... Öğretmenler tarikatçıların elindedir bu gün, öğretmen okulları F
tipi örgütlenme içinde tamamen. Bütün bunların hepsini biz biliyoruz, bilmiyor değiliz. Ama
bunları değiştirmek tek başına bir siyasal partinin görevi değil, tüm aydınların, yurtseverlerin,
mütedeyyin insanların, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının da görevidir. Sosyal demokrat
partilerin en büyük dayanağı sendikalardır. Yani emekçilerdir. Bursa da bir emekçi kentidir.
Peki, bu sendikalar nerede? İşçilerin sosyal güvenlik hakları ellerinden alınırken, sendikalar
acaba niçin işçilerin haklarına sahip çıkmadılar? Ecevit Hükümeti döneminde emeklilik yaşı
58’e çıktığı zaman, Ankara’da Kızılay’a 100.000 işçi toplayan sendikalar, AKP Hükümeti
döneminde emeklilik yaşı 65’e çıktığında neredeydiler? Bunları sağlıklı sorgulamamız
gerekiyor ki, CHP’yi daha sağlıklı sorgulayalım. Bakınız AKP, “emeklilere milli gelir artışından
pay verilmeyecektir” diye yasa çıkardı. Ama emeklilerimiz bu düzenlemeye rağmen AKP’ye
ağırlıklı olarak oy verdiler. Bugün, emeklilerimizin hemen hemen tümü yoksulluk sınırının
40
altında. Demokrasilerde olması gereken, olağan tepkilerin bile verilmediğini görüyoruz. Çünkü Türk
siyaseti, din ve etnik kimlik arasında sıkıştı. Olağan kulvarından saptı. Bunun temel nedeni, 1980
askeri darbesinin gerçekleştirdiği toplumsal dönüşümdür. Amerikalıların da desteği ile Türkiye’de
bir toplumsal mühendislik gerçekleştirilmiş, gençler, kadınlar, sivil toplum kuruluşları, sendikalar,
emekli dernekleri edilgen hale getirilmiştir. Bu tablonun kararlılıkla değiştirilmesi gerekir. Burada
kuşkusuz en büyük görev CHP’ye düşmektedir. Ama, CHP dışında her yurtseverin bu gerçeği
görüp, “durumdan vazife çıkararak” çalışması ve halkı aydınlatması gerekiyor.
Türkiye’de, yurttaşın doğru bilgilenme hakkı elinden alınıyor. Medya, yurttaşın gözü, kulağı ve
sesi değil. Ucundan, kıyısından doğruları yazanlar baskı altına alınıyor. Oysa bizim Anayasamız,
“basın hürdür, sansür edilemez” diyor. Ama, basının özgür olmadığı çok açık. Bakınız, bizim
medya ile ilgili de projelerimiz var. Sayın başkan, konu biraz sapıyor ama; biz iktidar olduğumuzda,
medya ile ilgili şunu yapacağız: Bir; medya patronlarının dolaylı veya doğrudan kamu ihalelerine
girmelerini yasaklayacağız. Dolaylı veya direk hiçbir medya patronunun devlet ihaleleri ile işi
olmayacak. İki; ulusal haber yazan her gazeteci sendikalı olmak zorunda olacak. Yani gazeteci,
patronuna karşı da bağımsız olacak. Haberci, yazdığı haberin arkasında durabilecek.
Bir başka konuya daha izninizle değineyim. CHP’nin seçim bildirgesinde vardı. Her Organize
Sanayi Bölgesine yatılı meslek okullar yapmak. Sanayici ne diyor? “Benim nitelikli ara elemana
ihtiyacım var, eleman yok” diyor. Haklı da. Dışarıda binlerce işsiz var, ama sanayicinin aradığı
niteliklere sahip değil. Çünkü eğitilmemiş, nitelikli eleman kimliği kazandırılmamış. Biz, yatılı
meslek liseleriyle bu sorunu kesinlikle aşacağız. Biz, bu projemizi İstanbul’da İstanbul Sanayi
Odası Başkanına anlattık. Başkan, projeyi çok olumlu buldu, dedi ki: “Kemal bey, siz parti olarak
bunu yapın okulları biz yaparız. Yeter ki, siz bu kararı alın.” Biz bunu yapmak zorundayız. Bu, bir
milli eğitim politikasının da ötesinde, bir ciddi sosyal projedir. Türkiye’nin dönüşüm projesidir. Bir
anlamda, modern köy enstitüsü projesidir. Çocuk, okuyacak, annesine babasına yük olmayacak,
belli bir sınıftan sonra da öğleden sonra gidecek fabrikada çalışacak, staj yapacak. Hem gelir elde
edecek, hem okulunu bitirdikten sonra da işi hazır olacak, bu da bizim projelerimizden birisi.
Soru: 6 - Sosyal güvenlik sistemi ile ilgili yeni çıkacak yasada kıdem tazminatları ile ilgili ne gibi
bir düzenleme yapıldı?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Kıdem tazminatı ile ilgili olarak, Ekim ayında yürürlüğe girecek yasada
hiçbir düzenleme söz konusu değil. Kıdem tazminatını tırpanlama ya da kaldırma gibi girişimler,
CHP parlamentoda olduğu sürece mümkün değil. Çünkü, işçinin kıdem tazminatı, memurun
emekli ikramiyesi gibidir. Memurun emekli ikramiyesini nasıl kaldıramazsanız, işçinin de kıdem
tazminatını kaldıramazsınız.
Soru: 7- Ertan AKSOY- Dünyada gerçek anlamda sosyal devletlere baktığımızda, birçoğu mali
yönden açık veriyorlar. Biz de, IMF ile her masaya oturduğumuzda bu önümüze konuyor. Bu
açığın düşürülmesi önümüze konuyor. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- IMF dünyanın bir gerçeği arkadaşlar. IMF’ye karşı olmakla hiçbir
şey değişmez. Çünkü IMF bize gelip, ben size zorla para vereceğim demiyor. Tam tersine biz
gidip yalvarıp yakarıyoruz, “bize para verir misin” diyoruz. Kaldı ki, Türkiye de IMF’nin ortağı.
41
Biz, IMF’den para alıyoruz, alabiliriz her devletin aldığı gibi. Bütün mesele, aldığımız parayı
akılcı kullanıyor muyuz, kullanmıyor muyuz? İş adamları da borç alırlar, devletler de borç
alırlar, insanlar da borç alırlar. Ama borç alırız ne yaparız? O borcu hem ödeyebilecek, hem
de kendi gelir düzeyimizi yükseltecek projelere harcarız. Biz ne yapıyoruz? Alıyoruz parayı,
savurganca harcıyoruz. Açıklarımız gittikçe büyüyor, bir süre sonra da iflas ediyoruz. Sonra,
IMF’ye diyoruz ki: “gel bizi kurtar...” IMF de haklı olarak diyor ki: “tamam kardeşim, ben sana
para vereceğim ama verdiğim parayı kötü kullandın, o kadar ki, sana verdiğim parayı bile
geri alamaz hale geldim. Şimdi sana para vereceğim ama benim dediklerimi yapacaksın...”
Burada asıl sorgulamamız gereken husus, bizi bu noktaya getiren politikacılardır. Ülkeyi iyi
yönetemedikleri için, birileri bizi yönetmeye kalkıyor. Yani klasik deyimle, “borç alan emir
alır” gerçeğini yaşıyoruz. Türkiye’nin temel eksiği budur arkadaşlar. Bundan yaklaşık 30 yıl
önce Türkiye, Yunanistan, İspanya, Portekiz aynı ekonomik kuşaktaydı. Aşağı yukarı aynı
gelir düzeyindeydi. Şimdi Türkiye, Brezilya efendim Arjantin ile kıyaslanıyor, Meksika ile
kıyaslanıyor. Çünkü İspanya, Portekiz, Yunanistan aldı başını gitti. Kişi başına gelir 25 bin
dolar. Biz hala 9 - 10 bin dolar dolayında dolanıp duruyoruz.
Sosyal güvenlik sisteminde var olan açıklar bir gecede ortaya çıkmadı. Uzun yıllar yapılan
ihmallerin ve yanlış yasal düzenlemelerin sonucudur. Erken emeklilik uygulamaları bu sistemi
çökertmiştir. Bunlar doğrudur. Ama alınacak önlemlerin sosyal boyutunun unutulmaması
gerekiyor. Bakınız biz CHP olarak, emeklilik yaşı ile ilgili olarak ciddi eleştiri getirmedik.
Burada söylediğimiz konu çok açıktı. Sistem, bir aktüeryal gerçeğin üzerine oturtulmak
zorundadır. Bunu yapın, biz de destekleyelim. Aktüeryal dengeleri iyi kurulmamış bir sistem
çözüm olamaz. Bakınız, Ecevit Hükümeti döneminde yapılan düzenlemelerden sonra, Sayın
Yaşar Okuyan, sistemi düzelttiğini söylemişti. Ancak AKP Hükümeti “hayır düzelmedi, ek
düzenlemeler gerekiyor” diyerek yeni bir yasal düzenlemeyi Parlamentodan geçirdi. Biz niçin
“aile sigortasını” istiyoruz. Sistem içindeki bütünlüğün sağlanması için. Yani emeklilik yaşı
uzatıldığında, işsiz kalanların, işsizlik sigortasınca karşılanamayan işsizlik dönemlerinin,
insanların yoksulluk dönemi olarak ortaya çıkmaması için. Akılcı politikalarla sosyal güvenlik
sisteminde açık olmayabilir. Var olan açık da, yine akılcı politikalarla zaman içinde giderilebilir.
Bunu batı ekonomilerinde yapmak zor. Çünkü, o ülkelerde nüfus yaşlı. Ama bizde, nüfusun
yarısından çoğu genç. Dolayısıyla bizde, sosyal güvenlik sisteminin açık değil, fazla vermesi
gerekir...
Soru: 8 -Cevat ASLAN- Eczacıyım, Sayın Grup Başkan Vekilim. Türkiye’de aile hekimliği
çok illerde uygulamaya geçti ve giderek Türkiye genelinde yaygınlaşıyor. Aile hekimliği ile ilgili
biraz bilgi alabilir miyiz?
Kemal KILIÇDAROĞLU- Biz CHP olarak, AKP’ye “niçin aile hekimliğini kurdunuz?” diye bir
tepki göstermedik. Eğer, hekim ile yurttaş daha sağlıklı bir ortamda buluşabiliyorsa, bunun
adına takılmamak gerekiyor. Biz, aile sigortası yasası dolayısıyla, iki konu hakkında Anayasa
Mahkemesine gittik. Yasaya göre, aile hekimi, hastaların en fazla yüzde 20’sini bir üst sağlık
kurumuna sevk edebiliyor. Sevk işlemi yüzde 20’yi aşarsa, aile hekiminin aylığından kesinti
yapılacak. Bu yanlış bir düzenleme. Hasta ile hekimin aylığını ilişkilendirirseniz, bu etik
kuralların törpülenmesine yol açar. Hasta sağlığını tehlikeye atabilir.
Aile hekimliği ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurduğumuz ikinci konu, “katılım
42
payı”dır. Yasaya göre, aile hekimine giden sigortalılar, katkı payı ödeyecekler. Ancak bu
katkı payının miktarı yasada belli değil. Bu miktarı, yasaya göre, Sağlık Bakanlığı, Maliye
Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müştereken belirleyecekler. Oysa mali
yükümlülüklerin, yasada alt ve üst sınırların belirlenmesi koşuluyla Bakanlar Kurulunca
belirleneceği Anayasada yazılı. Bu nedenle yasadaki hasta aleyhine olan bu düzenlemeleri
benimsemediğimizi ifade ettik.
- Çok illerde bayağı bir sorunlarla karşılaşıldı deniyor.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Biliyoruz. Kuşkusuz, her yeni uygulamanın belli sorunları olabilir.
Bütün mesele şu: Sorunları sağlıklı saptayıp çözüm üretmek. Ama AKP hükümeti sevk
zincirini kaldırdığı için, şu anda, isteyen aile hekimine, isteyen Tıp Fakültesine, isteyen Devlet
Hastanesine gidebiliyor. Bu hiçbir çağdaş ülkede yok. Sağlıklı, iyi çalışan bir sevk zinciri aynı
zamanda kaynak savurganlığının da önüne geçmek demektir.
- Bütün bu bilgilendirmeden dolayı ben şahsen teşekkür ediyorum. Benim sorum değil de,
bu proje ile ilgili düşüncem ve önerim olacak. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, parti tabanıyla
hatta, halk tabanıyla bilgilendirme ve dayanışma toplantısı yapması lazım. Bu anlamda,
Bursa İl Örgütünü bunu proje boyutuna getirmesi gerçekten çok isabetli oldu. Özel bir
yazıyla da, duygularımı sayın başkanıma ilettim. Önerim şu: Bu projenin, tüm illerde en kısa
zamanda başlatılıp uygulanması, mesela burada on konu belirlenmiş. Bu bittikten sonra yine
başka toplumsal sorunların içerdiği, bu tür programların devam etmesini, Genel Merkezin
sağlamasını öneriyorum. Teşekkür ediyorum.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Ben de teşekkür ediyorum güzel duygularınız için. İl Başkanımız
bunu başlattı, biz de keyifle geldik. Ama şunu hemen söyleyeyim: Böyle Parti Okulu adını
verilmemekle beraber çoğu illerimizde bu tür toplantılar var. Ben şahsen bu toplantıların
en azından 30-40’na katıldım. Kuşkusuz, bunun yaygınlaştırılması lazım, bu bağlamda
söylediklerinize katılıyorum.
Soru: 9 - Ben özellikle bir şey istiyorum.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Buyrun.
Soru: - Parti seçim bildirgesinde, bir şeyin yenilenmesini istiyorum. Cumhuriyet Halk Partisi
iktidarında az kazandan az vergi, çok kazanandan çok vergiyi kaldırabilir. Cumhuriyet Halk
Partisi, iktidarında herkesten en az vergiyi alacak. Bunu Osman Aytuğ hoca televizyon
programlarında bildirdi. Herkesten en az vergi alınmalı. Yani hedef bu olmalı. Vergi ödeme
alışkanlığının olmadığı bir ülkede, az kazandan az, çok kazanandan çok vergi dediğiniz
zaman, adam der ki: “ben hiç vergi ödemiyorum.” Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında
herkesten olabildiğince en az vergiyi alacağız demeliyiz.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Bu mümkün olsa!
Soru: 10 - Herkesten olabildiğince en azını alacağız. Bu bir. İki, bir de asgari ücreti vergi dışı
bırakacağız söylemi olmamalı. Maktu olarak 5 lira vergi alacağız demeliyiz. Cumhuriyet Halk
43
Partisi kazancımı elimden almayacak, arkadaş ben vergimi ödüyorum. Kaç lira? 5 lira. Bana
5 lira dedi, ben de 5 liramı ödüyorum. Bunu da, değerlendirmeye alırsanız memnun olurum.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Teşekkür ederim. Değerlendirilmeye değer bir görüş.
Soru: 11- Recep İYİGÜN- Örgütlü toplumdan bahsettiniz. İyi işleyen bir sosyal güvenlik
sisteminin çerisinde tabi ki kayıt dışı olmayan bir istihdam yaratmak gerekir. Bununla ilgili
de, sendikaların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat ülkemizde işçiler ağırlıklı olarak
kamu iktisadi teşebbüslerinde örgütlenmiş durumda. Halen hızla devam eden özelleştirmeyi
de göz önüne alırsak, bence sendikacığın özel sektörde de ciddi anlamda tanımlanması ve
bunun bir şekilde topluma anlatılması gerekir. Yani özel sektörde de sendikacılık olmalı. Eğer
bu yapılırsa, hem örgütlü topluma bir geçiş olacaktır, hem de iyi işleyen bir sosyal güvenlik
sistemine. Tabi bazı şeyleri lafla söylemek kolaydır ama bunların fonlarını da düşünmek
gerekir. Mesela aile sigortasında fon nereden sağlanacak ve ne şekilde finansa edilecek?
Bunu da ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum. Bu anlamda CHP’nin özel sektörde
sendikacılığa bakış açısı nedir? Bu birincisi, ikincisi de, ben artık Türkiye’de bazı şeylerin
makro düzeyden mikro düzeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin asgari ücret
tespit ediliyor ama bu asgari ücret bölgesel anlamda ve sektörel anlamda mutlaka değişik
olmalı. Çünkü her sektörün asgarisi farklı olabilir. Bu tarz çalışmalar yapılıyor mu? Çok
teşekkür ederim sunumunuz için de.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Evet, teşekkürler birinci nokta şu. Öteden beri, asgari ücretle ilgili
olarak sözünü ettiğiniz düşünceleri seslendiren taraflar var. Ama önce bunun işçiler tarafından
kabul görmesi lazım. Yani sendikalar tarafından da kabul görmesi lazım ve bu tür kararların
ekonomik sosyal konseyde alınması lazım. Taraflarla uzlaşarak. Bölgesel bazda mı olur?
Sektör bazında mı olur? Yoksa Türkiye genelinde tek bir asgari ücret mi olur? Bu tartışılıyor.
Bilimsel anlamda da tartışılıyor, uygulamada da tartışılıyor. Karşı çıkanlar var, olur diyenler
var.
İkinci önemli nokta, sigorta primlerinin yüksekliği veya düşüklüğü. Hatırlarsanız bu hükümetin
getirdiği teşvik kapsamına aldığı illerde, 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde, yeni işe
giren işçilerin primlerini belli bir süre devlet ödüyor. Bu istihdamı arttırmak için getirilen bir
uygulama. Ama istenen, beklenen sonucu vermedi. Burada yapılması gereken şu: Ülkenin
kalkınmış bölgelerinde çok farklı teşviklerin getirilmesine gerek yok, teşvik sisteminin,
silme yenilenmesi lazım. Türkiye’nin saptanmış öncü sektörlerde, ekonomiyi sürükleyecek,
ekonominin dinamiğini oluşturacak sektörlerde teşvik getirmesi gerekiyor. Örneğin, tekno
parkların kurulması çok çok önemli. Bakın İrlanda, bundan 20 yıl önce Avrupa’nın en fakir
ülkesiydi. Şimdi İrlanda, Avrupa’nın en zengin ülkesi. 3 öncü sektör belirlediler ve o küçük
İrlanda bugün dünya ilaç üretiminin neredeyse merkezi konumuna geldi. Biz parti olarak
bölgelerarası dengesizliklerin de giderilmesini istiyoruz. Biz, diğer partilerden farklı olarak
doğu ve güneydoğuya kamunun doğrudan gidip yatırım yapmasını ve istihdam yaratmasını
öngörüyoruz. Özel sektör gitmiyor. O zaman biz devlet olarak doğrudan gidip orada fabrika
kurmak zorundayız. İstihdam yaratmak zorundayız.
Arkadaşlar benim sürem doldu, hocamın süresini de çalmak istemem, beni dinlediğiniz için
hepinize teşekkür ediyorum, saygılar.
44
Soru: Gürhan AKDOĞAN- Şimdi efendim, sizi aşağıya almadan, günün anısına bizi
hatırlamanız için Kadın Kollarımız, İl Eğitim Sekreterimiz ve Gençlik Kollarımız bir plaket
hazırlamışlar. Sayın vekilimi takdim etmek üzere buraya davet ediyorum buyrun.
- ( Plaket verildi)
Gürhan AKDOĞAN- Sevgili dostlar, konuşmamın başında belki atlamış olabilirim, bu programı
gerçekten çok büyük emek sarf ederek arkadaşlarımız hazırladı. Başta İl Eğitim Sekreterimiz
olmak üzere, Kadın Kollarımız ve Gençlik Kollarımız organize ettiler bütünüyle. Ben onlara
Sayın Grup Başkanvekilim de buradayken gerçekten örgütüm adına teşekkür ediyorum. Daha
olumlu daha güzel şeyler daha iyi organizasyonlar yapacaklarını da biliyorum, bunu taahhüt
ettiklerini de biliyorum, ve burada da tekrar ifade etmek istiyorum. Bu oturumu kapıyoruz ama
15 dakika içinde 2. oturumu büyük bir zevkle izleyeceğiniz, sevgili Erol hocamın yine 1,5
saatlik oturumunu izlemek üzere, eksiksiz olarak burada bekliyorum.
45
EROL İYİBOZKURT
02 Ağustos 2008-BURSA
‘‘CHP ve Yerel Seçimler’’
İl Eğitim Sekreteri- İkinci konuşmacımız Prof.Dr.Erol İYİBOZKURT’un özgeçmişini arz
ediyorum.
Erol İYİBOZKURT, 1945 yılında Trabzon’da doğdu. 1966 yılında, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Master ve doktorasını İngiltere – Newcastle
Üniversitesi’nde tamamladı. 1977 yılında doçent, 1979 yılında profesör oldu. Halen Uludağ
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde, İktisat Bölümü Başkanıdır. Yayınlanmış
sekiz kitabı ve birçok makaleleri bulunmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
(Arz ettim efendim). Buyrun…
Erol İYİBOZKURT- Değerli arkadaşlarım Cumhuriyet Halk Partisine beni de konuşmacı
olarak çağırdıkları için elbette teşekkür ediyorum. Sayın İl Başkanımıza ve yönetim kurulu
üyelerimize. Tabi ki partimizin eski bir üyesi olarak verdikleri her görevi yapmak için her zaman
hazırız. Bu bakımdan da böyle bir günde de aranızda olmaktan son derece mutlu olduğumu
belirtmek isterim.
Tabi bir şanssızlığım Kemal Bey gibi çok iyi konuşan ve de hem politikacı hem de ben onu
teknokrat olarak görüyorum. İyi bir teknokrat, eski hesap uzmanı aynı zamanda çok iyi
konuşmacı ve politikacı ondan sonra böyle bir öğretim üyesinin konuşması size sıkıcı gelecek
ama
Ne demek olur mu hocam,
Erol İYİBOZKURT- Şimdi tabi bir de şunu belirteyim. Konum tabi benim yerel seçimler.
Aranızda sağ olsun öğrencilerim de var. Çünkü 71 yılından beri Bursa’da devamlı ders veren
bir hoca olarak bir sürü öğrencimiz oldu. Onlardan bazıları ile de karşılaştım. Tabi benim
uzmanlık alanım esas yerel seçimler değil. Benim uzmanlık alanım biliyorsunuz iktisatçı,
ekonomistim ve de o bakımdan benim bu yerel seçimler konusunda sayın yönetim kurulumuz
il yönetim kurulum ve de Sayın Ali KÜÇÜKSARI rica edince ben bir görev olarak aldım. O
bakımdan benim bu konulardaki düşüncelerimdeki eksiklikleri de siz maruz görürsünüz diye
düşünüyorum. Görevimi belki biraz eksik de olsa yapmaya çalıştım. Bu yüzden de metin
haline getirmedim. Sizinle daha rahat bir şekilde tartışalım düşüncelerimizi paylaşalım diye.
Şimdi değerli arkadaşlar, tabi ki Cumhuriyet Halk Partisi hepimizin partisi beni burada dinlerken
özellikle şunu da rica edeyim sizden. Benden önce Kemal Bey konuştu, tabi Kemal Bey
partinin yetkili organlarının en üst basamaklarında bulunan bir arkadaşımız tabi ki o genel
merkez adına söyleyecek sözleri var ve sizlere verecek olan bir takım bilgilerle o bilgilerin
arkasında bir dayanağı var.
Ben tabi ki partimizin sade sıradan bir üyesi olarak ve de üniversitenin bir üyesi olarak
46
sizinle bilgilerimi paylaşacağım. Benim düşüncelerimde partiye bağlayıcı veya arkasında bir
düşünce olarak bir dayanak noktası olarak düşünmeyin. Bir partili üye arkadaşınızın sizinle
düşüncelerini paylaşımı, bilgi paylaşımı olarak görün, zaten bu okulun parti okulumuzun
da ana amaçlarından bir tanesi budur. Sadece ve sadece genel merkezden gelen bilgiler
ışığında değil, kendi üyeleri arasında da bilgi paylaşımını yapmasını temel noktalardan bir
tanesidir diye düşünüyorum. Değerlendirmelerimi de bu şekilde alırsanız daha rahat sizinle
beraber diyalog kurarız diye düşünüyorum.
Tabi Cumhuriyet Halk Partisi gerçekten çok önemli. Türkiye’nin önemli bir dönüm noktasında
çok önemli bir yerde bulunuyor. Hepimiz bunu çok sıcak bir şekilde hissediyoruz. Çünkü
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet belki bir dönüşüm geçiriyor. Geçirecek mi? Geçirmeyecek
mi? Hepimiz bakıyoruz. Tek tek yapacağımız bir şey de yok. Örgütlenelim diye düşünüyoruz.
İşte o örgütlenmenin temeli de bakıyoruz yine Cumhuriyet Halk Partisi. Baktığımız zaman
Türkiye’nin bugün laik ve üniter devlet yapısını kale gibi savunan bir kuruluş olarak karşımızda
duruyor. O bakımdan da partimize her zamankinden de belki de bugün çok daha fazla sarılıp
çok daha fazla birlik ve beraberlik içinde olmamız gerektiğini düşünüyorum ve görüyorum.
Çünkü baktığımız zaman dünyada küreselleşme ve piyasa ekonomisi diye almış başını giden
bir akım var. Türkiye’nin şimdi iktidarda olan partisi de Türkiye’yi o yönde hızla şekillendiriyor.
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği de Türkiye’deki bu yapıyı destekliyor, az çok
nereye doğru gittiğimizi görüyoruz. Ekonomi iyi gidiyor istikrar var deniyor, ancak bakıyoruz
ekonomide kaynak yaratılmıyor, eldeki varlıklar kuruluşlar özelleştirme adı altında yabancılara
satılıyor. Oda yetmiyor içe ve dışarıya borçlanıyoruz. İç ve dış borcumuz arttıkça artıyor.
Enflasyonu indiriyoruz derken yine yukarılara gerisin geri tırmandığını görüyoruz. Zamların
ardı arkası kesilmiyor. Yoksulluk derinleşiyor. Rantiye kesim zenginleşiyor. İşsizlik inmiyor
aksine artıyor. Yüksek eğitimli gençlerin önemli bir kısmı iş aramaktan vazgeçmiş işgücü
tanımı için bile girmiyorlar.
Ekonomi yüksek reel faiz, düşük döviz kuru yardımı ile uluslararası sıcak para ile besleniyor.
Böylece döviz kuru suni olarak düşük tutulmuş oluyor. Fakat yine de dış ticaret açığımız ve
cari işlem açığımız bu politikalara rağmen büyüyor önemli sıkıntılar yaratacak ve Kemal Bey’in
söylediği gibi dünyanın en kırılgan ekonomisi olma durumumuz işte burada yatıyor. Tarım
korumasız, çiftçi kendi haline bırakılmış durumda. Çevre sorunları çözülememiş. Küresel
ısınma ve iklim değişimi, kuraklaşma, erozyon, çölleşme almış başını gidiyor. Ankaralıların
ne üdüğü belirsiz su içtiği konuşulurken İstanbul’un suyunun da pekiyi olmadığı anlaşılıyor.
Eğitim sistemi nereye gidiyor? Hükümet eğitim sisteminde sadece türbanı öne çıkartıyor.
İşte ülkenin böyle bir ortamında 2009 Martında yerel seçimler var. Tabi yerel seçim deyince
şöyle düşündüm. Yerel yönetimleri seçeceğiz ve yerel yönetimler düşündüğümüz zaman ülke
ekonomisi kadar hayatiyet arz ediyor. Baktığımız zaman şöyle yerel yönetimlerin görevlerine
gıda kontrolü, çevre sağlığı, yangın itfaiye, cenaze işleri mezarlıklar, sokak hayvanları,
hayvan sağlığı, veterinerlik hizmetleri, park bahçe, fuar işleri, yol yapım bakım onarım, trafik
düzenleme, eğitim, kültür, spor, konservatuar vs. su kanalizasyon, imar, emlak, toplu konut,
araştırma, planlama, kalite kontrol, zabıta, Bursa için teleferik, ulaşım, otobüs, raylı sistem,
tanzim satış, gaz işletmeleri, hal düzenleme gibi hayatımızın her yönünü etkileyen çeşitli işler
için yöneticiler seçiyoruz.
47
Şimdi tabi bu yerel yönetimle ilgili yerel seçimlerle ve sizinle ne paylaşabilirim diye
düşündüğümde programda seçimlerin oy eğilimleri ile ilgili başka konuşmalar var. Burada
yerel seçimlerin içeriğinde olacağını düşündüm ve o konuya girmeden şöyle bir baktım yerel
seçim mevzuatında temel yasalar neler? Onları sizinle hemen isim olarak paylaşayım diye
düşündüm ortak olarak.
Ocak 1984 yılında çıkmış olan Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyeti
Seçimi hakkında kanun var. Bu kanun İl Genel Meclisi Üyelerinin, Belediye Başkanı ve
Belediye Meclis Üyelerinin, Köy ve Mahalle Muhtarları ile İhtiyar Meclis Heyeti ve Üyelerinin
seçim sistemi, usul, dönem ve zamanlarına ait esaslarla çevrelerine aday olabilme seçilme
ilkelerine ait hükümleri kapsıyor. Sorular kısmında eğer bunlarla ilgili sorularınız olursa bu
yasaları da getirdim sizinle tartışabiliriz eksik ya da fazla kısımlarını.
Belediye kanunu Aralık 2004’te kabul edilmiş. Bu da belediyenin kuruluşunu, organlarını,
yönetimini, yetki ve sorunlulukları ile çalışma usul ve esaslarını düzenleyen bir kanun. Diğer
ilgili kanun Büyükşehir Belediyesi Kanunu kabul tarihi 10 Temmuz 2004 bu da Büyükşehir
Belediyesi yönetiminin hukuki statüsünü düzenlemek, hizmetlerin planlı programlı, etkin,
verimli ve uyum içinde yürütülmesini sağlamak şeklinde amacı var. Kanun Büyükşehir
Belediyesi ve Büyükşehir sınırları içindeki belediyeleri kapsamakta. Bu arada parantez içinde
şunu da söyleyeyim bizim Bursa’da Büyükşehir oluşumu 1980’li yılların ortalarında yapılırken
üniversiteden Büyükşehir organizasyonunu istemişlerdi o zaman Ekrem Barışık Belediye
Başkanıydı. Üniversitede kurulan bu projenin Büyükşehir Belediyesinin organizasyonu ve iş
değerlemesi projesinde genel koordinasyonunu yaptığım için bizim Büyükşehir Belediyesi’nin
organizasyonu hakkında da kuruluşu hakkında da bilgim var. Sorularınız olursa sizinle
paylaşırım.
Bir diğer kanun Belediye Gelirleri Kanunu, bu da belediyenin hangi vergileri, hangi harçları
alacağını belirten Mayıs 1981 yılında çıkmış bir kanun.
Şimdi değerli arkadaşlar bunları tespit ettikten sonra sizinle yine bir konuyu da paylaşmak
istedim. O da 2004 yerel seçimlerinde partilerin oy dağılımını hatırlatalım ve oy dağılımı
hakkında sizinle sorularınız ve yorumlarınızla daha sonraki soru kısmımıza geçtiğimizde
düşüncelerimizi paylaşalım istedim.
Şimdi 2004 Büyükşehir seçim sonuçlarına baktığımız zaman bu Büyükşehir Belediye
Başkanlığı seçim sonuçları AKP oyların %46.24’nü almış. Cumhuriyet Halk Partisi oyların
Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde %24.22’sini almış. Bu arada SHP %7.09 almış,
MHP % 5.11 almış, diğer başka partileri DSP % 2.28’ni almış.
Şimdi Büyükşehir’in dışında kalan belediye başkanlığı seçimlerindeki oy oranları ise biraz
farklı AKP %40.18’ıni almış, Cumhuriyet Halk Partisi %20.88’ini almış. DYP %9.47’sini almış,
SHP % 4.66’sını almış, MHP ilginç bu %10.13’nü almış. DSP %1.95’ni almış. Bu Belediye
Başkanlığı Büyükşehir olmayan Belediye Başkanlığı yine aynı seçim yılında İl Genel Meclisi
seçim yüzdeleri ise şöyle. AKP % 41.89’unu almış, CHP %18.38’ini almış, SHP % 5.03’ünü
almış, MHP %10.37’sini almış, DSP % 2.18’ini almış.
48
Şimdi burada tabi biz kendi partimiz açısından ve de seçimi o dönemde kazanan AKP ile ilginç
bir gelişme olarak gördüğüm MHP’nin oylarına baktığımız zaman bizim bir yorum yapmamız
gerekiyor. Çünkü AKP’de CHP’de Büyükşehir’lerde yüksek oy almışlar, MHP almamış.
Ama Belediyelerde ve İl Genel Meclis seçimlerinde CHP’de AKP’de oylarını düşürmüşler
Büyükşehir’e göre ve MHP yine Belediyelerde ve İl Genel seçim sonuçlarında aynı oy oranını
tutturmuş.
Şimdi burada kendi kendimize özeleştiri yaparsak şunu diyebilir miyiz tabi kendi aramızda
tartışırız diye düşünüyorum. Yani Cumhuriyet Halk Partisi Büyükşehir Belediye Başkanlıkları
belirlenirken oldukça seçici davranmış kişi olarak, belki AKP’de aynı şekilde ama hem Belediye
Başkanlığında hem de İl Genel Meclisi Üyeliklerindeki adaylarında çok da göze batar seçici
davranmamış kimi oylarını biraz daha diğerine göre düşürmüş. Yani bu konu üzerinde de
yorum yapıp kendi kendimizi hani seçimde yaklaşırken değerlendirmemiz gerekir mi diye
düşünüyorum. Tabi dediğim gibi sizinde bu konudaki düşüncelerinizi alarak sohbetimize
orada da devam ederiz diye düşünüyorum.
Değerli arkadaşlarım tabi ülke açısından sosyal demokrasiyi savunurken yerel yönetimlerde de
sosyal demokrat düşüncenin uygulanmasından yanayım. Bu yüzden de sosyal demokrasiden
de ne anladığımı kısaca sizinle paylaşmak istiyorum. Ondan sonra da yine yerel seçimlerle
ilgili bazı noktaları tekrar sizinle tartışırız diye düşünüyorum.
Şimdi değerli arkadaşlar tabi ki biz işte iktisatçılar olarak toplumsal sistemlerle ilgileniriz. Bu
ilgilendiğimiz toplumsal sistemlerin bir ucunda kapitalizm var bir diğer ucunda da sosyalizm
var. İşte baktığımız zaman sosyal demokrasiyi de biz toplumsal sistem olarak düşünmemiz
gerekir diye ben algılıyorum. Çünkü toplumsal sistemler toplumların yaşam şekillerini
düzenleyen ve yönlendiren sistemlerdir. Şimdi baktığımız zaman sosyal demokrasi politik
yanı liberalizm ve demokrasi, ekonomik yani ise serbest piyasa ve fiyat mekanizması olan
kapitalist sistem ile demokrasiyi işçi iktidarında arayan sosyalist sistemin arasında yer alan her
iki sistemin olumsuzluklarını bırakıp, olumlu yanlarını bünyesinde toplayan bir sistem olarak
ben görüyorum. O yüzden de her iki sisteme göre üstünlükleri olduğunu düşünüyorum. Bu
çerçeve içersinde toplum, insanı insan olarak sosyal amaçları ile dikkate almak zorunda kalır
sosyal demokrasi hâlbuki kapitalist sisteme baktığınız zaman serbest piyasa anlayışı vardır.
Şimdi küreselleşmede olduğu gibi her şeyin serbest olduğu, arzlar ve taleplerin karşılaştığı bir
müzayede salonu gibi algılar toplumu ve o zaman da toplum, toplum olmaktan çıkar orman
kanunlarının uygulandığı bir vahşi alan olur. Her şey üretim için yapılmaya çalışılır ve de
insan bir tarafa bırakılır. Yoksulların, sefillerin, işsizliğin yanında gücü, parası, silahı olanların
rantları ve parsayı topladıkları bir arenaya döner. Öyleyse serbest piyasanın sınırlandırılması
gerekir ve bu sınırlandırmayı da sosyal demokrasi yapar. Yapılan gözlem ve tartışmalar ve
uygulamalar şunu gösteriyor ki sağlık, eğitim, altyapı, teknoloji ve araştırma geliştirme, emek
piyasası, çevre, savunma, doğal tekeller gibi konular da serbest piyasanın yönlendirilmesi
ve sınırlandırılması gerektiği görülür. Bu sınırlandırmayı da kapitalist sistemde yapmak
mümkün olmaz biraz önce söylediğim gibi. Bu yüzden de bunların sınırlandırılması ancak
sosyal demokraside olur. Öyleyse sosyal demokrasi ekonomi yanıyla piyasa ekonomisi içinde
devletin ekonomide planlayıcı ve düzenleyici ve gerekirse aktif rol almasından yanadır.
Toplum için yararlı olan kamu iktisadi kuruluşlarını özelleştirilmelerine karşıdır. Emekçilerin,
işçilerin bütün haklarını savunur. Sendika, grev hakkı, çalışma hakkı, iş güvencesi, yeterli
49
asgari ücret vb. oluşturulup yerleştirilmesine de öncülük eder. Zaten Kemal Bey’i dinlerken
dikkat ettiğimiz gibi bütün bunları toparlayıp yeni güzel, ümit var bir çerçevede sunacağımız
anlaşılıyor parti olarak. Ben önerileri çok beğendim. İnşallah uygulama imkânı da olur
seçmenler ona uygulama imkânı yaratırlar. Tabi bütün bunlar sermayenin ağırlığı altında
ezilen fakir, yoksul, dar gelirli, ücretli, maaşlı ve emekliden yana gelir dağılımını düzeltici
politikaları da gerçekleştirir. Zaten bütün bunları sosyal demokrasi yapmak zorundadır. Tabi
sosyal demokrasinin en önemli öğesi de dayanışma ve bütünleşme etkisini ekonomik alanda
kooperatifler de işçi ortaklığında olduğu gibi yansıtması. Bunun yanında teknoloji yatırımlarını
gerçekleştirmek, bilim ve kültüre de yatırım yapmak zorunludur. Yani insana insan olarak saygı
duyduğundan çevre koruyucu yatırımları da esirgemez, çevre korumaya da önem verir. Kısaca
sosyal demokratlık ekonomik anlamıyla sömürüye karşı emekten yana işçi haklarını savunan
adaletli ücret ve gelir dağılımı gerçekleştirmede kararlı, bilim ve teknolojiye ağırlık veren,
kooperatifçilik gibi dayanışmaya ve bütünleşmeye dayanan, ekonomik grupları sahiplenip
geliştiren, çevreye saygılı, eğitim ve sağlığı kamu görevi sayıp herkes için eşit düşünen ve
bütün bunları gerçekleştirmek amacıyla piyasa ekonomisi çerçevesinde devletin ekonomide
planlayıcı ve düzenleyici rol almasına hazır ve gerekirse devletin topluma yararlı alanlarda
aktif görev almasını savunan bir düşünceler bütünüdür ve baktığımız zaman size daha önce
de bahsettiğim gibi ve içinde yaşadığımız hepimizin bildiği gibi günümüzde küreselleşme adı
altında kapitalizm 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yaşadığı birinci küreselleşme
hareketinden sonra ikinci küreselleşme hareketinde de çok hızlı ilerliyor ve bu yüzden de
sosyal demokratlık günümüzde daha bir gerekli, çünkü günümüz dünyası kapitalizmin en
katı şeklini uyguluyor ve biraz öncede söylediğim gibi Türkiye’de bu süreç içersinde yeni
rollere doğru yönlendiriliyor ve bu yüzden de sosyal demokrat bir parti olarak Cumhuriyet
Halk Partisinin de burada kendisine düşen ağırlığı hissettirmesini hep istiyoruz, bekliyoruz
tabi ki görev hepimize düşüyor.
Değerli arkadaşlar yerel seçim ve yerel yönetimlerle ilgili size söz konusu ettiğim çeşitli
mevzuatlar var ve bunlar yerel yöneticilerimizin meclis ve heyetlerimizin seçimlerini belirliyor
ve bunların etkin çalışıp çalışmadıkları seçim sistemleriyle, demokrasiyle uyumlu olup
olmadıkları konusunda sık sık tartışmalar yapılıyor. Bende bu tartışmalar içersinden YAYED
adında bir dernek var. Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği sosyal demokrat bir
dernek burada bilim adamları var, uygulayıcılar var. Ankara’da merkezi. Bunun getirdiği bazı
tartışma noktaları var. Onları da sizinle birlikte tartışalım ve de Cumhuriyet Halk Partisi olarak
nasıl sosyal güvenlik için bir takım önerilerimiz, düşüncelerimiz oluşmaya çalışıyorsa ve genel
merkez bunları yapmış ise burada kendi çapımızda bu düşünceleri birlikte tartışalım diye
müsaade ederseniz bu tartışma noktalarından birkaç tanesini sizinle paylaşmak istiyorum.
Bunları birkaç soruda toparlamak mümkün. Bu soruları sorup bunların üzerinde duralım
soru şöyle yerel demokrasinin güçlendirilmesi yönündeki argumanlar iyi yönetim tartışmaları
karşısında bir anlam ifade eder midir? Böyle bir soru bu şunu bize getiriyor. Yerel
demokrasinin güçlendirilmesi yani hem başkanların belediye başkanlarının, hem çeşitli
kurullarının görevlerinin, sorumluluklarının, biraz özerkliklerinin attırılması bu yine Avrupa
Yerel Yönetimler Özerklikler şartında da belirtilmiş. Bu bizim açımızdan uygun olur mu?
Olmaz mı? Bu tartışılan önemli noktalardan bir tanesi tabi ki Cumhuriyet Halk Partisinde bu
konuda düşüncelerinin olduğunu düşünüyoruz. Ancak bunu tabi üniter bir devlet yapısı içinde
ulusalcı ve demokratik bir yapı içinde çözmek nasıl olabilir. Tabi ki görevleri arttırmak iyi, fakat
50
bu görevlerin arttırılması sonucunda acaba model farklı yerlere kaydırılabilir mi? Çünkü şöyle
görünüyor dünyada ki uygulamalarında da teorik olarak düşündüğümüz zamanda öyle yerel
yönetimlerin özerkliği arttırıldığı sürece yapı federatif bir yapıya doğru yaklaşıyor. İşte bu
çelişki nasıl aşılabilir. Onun için buda çok önemli çünkü Türkiye için üniter devlet Cumhuriyet
Halk Partisi içinde vazgeçilmez bir unsur. Merkezi yani Ankara’nın vesayeti kaldırılırken işler
Ankara’ya havale değil burada çözülürken nasıl çözülebilir orta yol nasıl olabilir bu konuda
ki düşünceleri iyice ele alıp tartışmamız gerekir diye düşünüyorum. Burada düşünceleriniz
varsa sizler ile birlikte paylaşırız tartışırız diye düşünüyorum.
İkinci olarak bu mevzuata baktığımız zaman, şunu görüyoruz yerel temsil sürecinin
demokratikliğinin sağlanmasında yerel seçim sistemleri nasıl bir rol oynayabilir. Burada en
önemli nokta bu temsil sisteminde Türkiye’de %10’luk baraj var. Tabi bu baraj yerel seçimler
için baktığımızda sadece il genel meclisi ve belediye meclisi seçimleri için geçerli, diğerleri
için yani belediye Büyükşehir Belediye Başkanı ya da Belediye Başkanları için geçerli değil.
Onlar zaten basit çoğunluk usulüne göre seçiliyorlar. Köy İhtiyar Meclisleri ile Mahalle İhtiyar
Heyetleri de zaten çoğunluk sistemine göre seçiliyor. İşte il genel meclisi ve belediye meclisi
seçimleri için %10’luk baraj acaba gözden geçirilebilir mi? %5’e düşürülebilir mi? Buda
önemli tartışma noktalarından bir tanesi sizinde bu konudaki düşüncelerinize paylaşmak ve
tartışmak isterim.
Yine hem genel seçimler açısından özelliklede yerel seçimlerde de çok önemli olduğu için
yine tartışılması gereken bir diğer nokta da yerel temsil sürecinde etnik ve dini unsurların
rolü de çok önemli oluyor. Tabi baktığımız zaman bu etnik ve dini unsurların seçimlerde
kullanılmasına bu Türkiye’de çok partili sisteme geçildiğinden yani 1946’dan bu yana hep
olageliyor. Zaten daha Atatürk döneminde de Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Fırkasının yanında
kurulmasına müsaade ettiği Serbest Fırka gibi Terakki Perver Parti gibi parti denemeleri var
biliyoruz. Bunlar 1930 yılı öncesi ve 1930’lu yıllarda ama bunlarda hemen Türkiye’de din
konusunu özellikle istismar ederek veya ettirilerek diyelim seçimlere ve de propagandalarına
karıştırdıklarından dolayı kendi kendilerini kapatmak zorunda kalıyorlar. 1950’den itibaren
konunun gerçekten bütün sağ partiler tarafından kullanıldığını görüyoruz. Günümüze de
baktığımız zaman aslında iktidarla muhalefet çatışmasını şuanda ki durumunda da maalesef
eksen bu çizgide görünüyor, açık ya da gizli bu noktada düğümleniyor. Tabi bu durum yine
yerel seçimlerde de gündeme gelecek tabi etnik unsurlarda seçimlerde öyle ya da böyle etkili
oluyor. Bunu son genel seçilmedeki tabloyu Türkiye’nin haritasını koyup da seçimin hangi
partiler tarafından kazanıldığını şöyle bir gözden geçirdiğimiz zaman hemen okuyabiliyoruz.
Özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesinde bu çıplak gözle de görünüyor. Hâlbuki
baktığınız zaman Türkiye’de her iki unsura dayalı din etnik unsur parti kurmak bile yasak
sonuçta. Ama bu uygulamaya baktığımız zaman hem din hem de etnik unsur seçimlerde çok
ağırlıklı olarak ön plana gizli ya da açık bir şekilde çıkarılıyor ve görünüyor. Tabi ki Cumhuriyet
Halk Partisi olarak da bu unsurlar bakımından Cumhuriyet Halk Partisi çok hassas, hem
üniter devlet yapısı açısından, hem de laik bir cumhuriyet açısından bu noktalarda partimiz
neler yapabilir, bu açmazlardan nasıl çıkabilir diye düşünmemiz gerekir diye düşünüyorum.
Çünkü tabi ki çözüm olarak şunu diyebiliriz Türkiye ekonomisine gelir dağılımında düzeldikçe
yani ekonomik yönü düzeldiği zaman laik eğitim sistemimiz yerleşip geliştikçe hani bunlar
düzelir denebilir. Ama sonuçta bunlarında olabilmesi için Cumhuriyet Halk Partinin iktidarda
51
olması gerekiyor. Yani bu hassas konuda Cumhuriyet Halk Partisinin düşüncesi ve seçim
politikalarında çözümler üretmesini hep birlikte sağlamaya çalışmalıyız. Nitekim Cumhuriyet
Halk Parti bazı raporlarında şöyle diyor, özellikle hoşgörü, demokrasi, kültürel çoğulculuk
eşitlik ve bölgesel gelişme politikaları ile ülkenin her yöresinde her kökenden insanlarımız
arasında toplumsal barışın, dayanışmanın, bütünlüğün ve refahın güvencesini oluşturacaktır
diye Cumhuriyet Halk Partisi raporlarında belirtiyor. Bunların daha açılarak bu konularda en
azından seçimlerde ve yerel seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisinin en azından iktidara gidecek
yolu açması için ne gibi çözümler üretebiliriz diye düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Yine yerel seçimler ile ilgili şöyle bir soru. Yerel demokrasi temsil tartışmalarında Yerel Meclis,
Belediye Meclisi, İl Genel Meclis, Köy ve Mahalle İhtiyar Meclisi ve Heyetleri, Yerel Yürütme
Organları Belediye Başkanlıklarının, Köy ve Mahalle Muhtarlıklarının temsil gücünün
genişletilmesi gerekir mi? Yerel seçim sisteminde Belediye Meclisi ve İl Genel Meclisi temsil
edilen üye sayısı ile temsil edilen nüfus büyüklüğü arasında nasıl bir orantı olmalı? Tabi bu
soru bize şunu şey yapıyor. Birinci soruda da kısmen girdiğimiz konu yani sorumlulukları
arttırılsın mı? Hem başkanların hem de kurullarının bu biraz önce söylediğim gibi yine hassas
bir konu ve bu konuda da düşünmemiz gereken bazı noktalar var ve burada şöyle öneriler
var. Özellikle belediye başkanlığı seçimi için bu konuda da sizinle tartışmak isterim.
Belediye başkanlarının iki turlu seçilmesi konusu yani şimdi baktığımız zaman birçok Belediye
Başkanı % 20’nin birçok demeyeyim ama bazı Belediye Başkanları % 20’nin altında oylarla
seçilmiş % 20, % 22, % 23 ile seçilen birçok Belediye Başkanı var. Aşağı yukarı 5/1 oy ile
seçiliyorlar. Çünkü direk basit çoğunluk sistemine göre bir sürü aday çıkıyor, bunlar dağılıyor
en fazla oyu alan Belediye Başkanı oluyor ya da Büyükşehir Belediye Başkanı oluyor. İşte
bunu önlemek için çoğunluğu temsil edici hale getirebilmek için iki turlu seçim öneriliyor.
Bu iyimidir? Kötümüdür? Bunun üzerinde de düşünmek lazım. Çünkü öyle görünüyor ki
oy dağılımlarına bakıldığı zaman sağ oylar çok büyük çoğunluğu kapsadığı için, doğrudan
doğruya en yüksek iki oy alan ilk ikiye kalsın dendiği zamanda bazı yörelerde ve bu yöreler
de azınlıkta değil. 2.tura sadece sağ partilerin sosyal demokrat olmayan partilerin kalma
ihtimalleri çok büyük oluyor. Bu konularda tartışılıyor, düşünülen şu tabi doğru ya da yanlış
tartışmak gerekir. En azından işte %10’ya da 15’i almış adayların 2. tura geçmeleri bu belki
daha makul bir çözüm olabilir. Belediye Başkanlarının seçiminde, yani basit çoğunluk yerine
en azından 2. turda %20 oyla değil en azından % 40’lara varan oylarla seçilebilirlerdi.
Şimdi birde şöyle bir nokta var bu konuda da düşünmemiz gerekir diye yine gündeme getirmek
istiyorum. Şimdi bakıldığı zaman küçük seçim bölgelerinde insanlar birbirlerini tanırlar ve
bu bölgelerdeki seçimlerin yerel seçimlerin daha demokratik olduğu genellikle düşünülür.
Fakat yapılan bazı gözlemler bunun tam tersine küçük seçim bölgelerinde daha derebeyi
şeklinde oluşan bir belediye yapılarının veya heyet yapılarının ortaya çıktığı görülür. Özellikle
Türkiye’nin turistik yörelerinde küçük yerlerinde bunlar 3000–5000 nüfuslu ve köy statüsünden
çıkmak istemiyorlar. Çünkü orada işte köyde heyete seçilecek 9 üye yetiyor. 9 kişi oranın
kontrolünü ele aldığı zaman bir anlamda da tekelleşme mafyalaşma şeklinde bütün imarı işte
9 kişinin içinde 4–5 kişi bu işi organize ettiği zaman yapabiliyor. Bu konuda da Cumhuriyet
Halk Partisi’nin Türkiye geneli için tabi Bursa için de bazı yörelerimiz bakımından dikkate
alınıp değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum.
52
Birde bu konularda tartışılan bir diğer nokta da köy ve mahalle seçimlerinde siyasal partilerin
aday göstermesi biçimindeki bir uygulama geçerli olabilir mi? Şimdi biliyoruz ki köy ve mahalle
seçimlerinde partilerin adayları yok oradaki seçilme ehliyetine sahip bütün vatandaşlar aday
olabiliyorlar, kendi başlarına. Bu konuda tabi tek başına tartışılabilecek bir nokta. Bu neden
böyle oldu? Tabi çoğunuzun yaşı belki müsait değil ama benim yaşım müsaitti. 1960 yılı
öncesinde Demokrat Parti iktidarda iken işte orada bucak, bucak örgütleri partilerin vardı ve
bunun sonucunda vatan cephesi adıyla Demokrat Parti bir cephe oluşturdu ve köylerde insanlar
ayrı kahvelere gitmeye başladılar. Ayrı dükkânlardan alışveriş yapmaya başladılar. Büyük
bir kutuplaşma yaratılmıştı o yüzden de 1960’daki çıkan Anayasa ve seçim kanunlarında,
partilerin aday göstermesi ortadan kaldırılmıştı. Bireyler kendileri aday oluyorlardı. Tabi
bunlarda tartışılabilecek bir durum. Bu konularda da sizinle tartışma imkânı yaratabiliriz diye
düşünüyorum. Benim size vereceğim temel sorular bunlar.
Şimdi süremizi de aşağı yukarı tamamladık. Sizin sorularımızı alacağız, sayın başkanımızla
konuştuk ara vermeden sorularınızla konuları tekrar devam ettireceğiz. Teşekkür ediyorum ve
sorularınızı alarak tartışalım diye bekliyoruz. Buyurun.
- Çok güzel sorularınız tabi, birçoğunun sırasını dahi unuttum. Tabi ancak mahalle ve köy
muhtarlarının ve heyetinin seçilmesi konusunda partililerin, partinin veya aday göstermesi
konusunu ele aldığımızda zaten partilerin yetkileri geniş değil mi? Mesela bir vilayette
tanımadığımız bilmediğimiz adaylara oy veriyoruz. Mahallede de parti getirir herhangi bir tane
insanı veya hiç doğrusu çevrede sevilmeyen bir insanı aday göstermiş olsa hem parti için iyi
olmayacağını, hem de seçilen köy için veya mahalle için iyi olmayacağını düşünüyorum.
Erol İYİBOZKURT- Teşekkür ediyorum tabi bir de meselenin arkadaşımızın söylediği
yönü var. Tabi buradan bütün partilere de bir eleştiri tabi getirmiş oluyoruz. Oda partiler
içi demokrasinin az olduğu öyle değil mi? Tabi temennimiz partiler içi demokrasinin de iyi
işlemesi ve hem arkadaşımızın söylediği konuda da önemli uygulamada olabilir. Artı birde
zaten bir kutuplaşma yarattığı için köylerde şu aşamada belki de partilerin aday göstermesi o
kutuplaşma açısından da sakıncalı olabilir. Bu yüzden arkadaşımız haklı diye düşünüyorum.
Evet buyurun.
Sayın hocam çok güzel dile getirdiniz, seçimleri irdelediniz. Bazı verileri yorumlama ve
bizimde soru sorma katkıda bulunmamızı istediniz. Şimdi her şeyden önce sol birleşebilse
Atatürkçü olan, ilerici olan kesim birleşebilse % 34’ü geçen bir yapısı bulunmaktadır. Sağ
tek bir partide daha gerici bir parti de birleşmiştir. Bunu özellikle burada özeleştirimizi de
yapmamız gerekiyor. Yani Bursa’daki uygulamalar yeterince eleştiriliyor mu? Acaba daha
fazla eleştirmek gerekiyor. Demokratik kuruluşlarda Bursa’da bir toparlama var. Onlarda genç
gerçekten dinamik İl Başkanımız bir diyalog içerisinde. Derneklerle demokratik kuruluşlarla
gerçekten daha geliştirilebilir. Evet, solda bölünme var. Örgütsüzlük var ve Türkiye’nin
aydınları namuslu insanları çok acı çekti, hala acı çekiyor, sürünüyor, öldürülüyor, satın
alınıyor, gözaltına alınıyor, sorgu sual yok, hala içerde bir yığın başta İlhan Selçuk olmak
üzere bir yığın aydınlar bu acıyı çekiyorlar. Şimdi şöyle var Bursa’nın halkı pragmatik bakıyor
tam bir kapitalist anlayışla, merkezde hangi parti var DSP var. Hangi parti var AKP var. O halde
oradan yardım alabilmemiz için yerel yönetimlerde AKP olsun anlayışı böyle basit bir politika
var. Bunu özellikle dile getireyim. Geçmişte CHP Bursa özelinde gerçekten işçi sınıfının yoğun
53
olduğu Bursa’da CHP yerel yönetimleri çok aldı çok güzel yönetti, namusuyla yaptı. Bizim en
büyük handikabımız medya bizim elimizde değil. Burada laiklik kime satılmış bilemiyorum.
Yani yerel televizyonda bizim için gerçekten düşündürücü bir şey, şimdi KILIÇDAROĞLU
ortak akıldan bahsetti. Ortak akıl bunlar akılcılığı kabul etmiyor ki ruhçu beklide ruhsuz,
üfürükçü, astroloji, ondan sonra cemaatçi, bilim dışı, akıl dışı akım mıdır? Değil midir? Nedir?
Finansörleri de bunun belli. Bunları Hikmet ÇETİNKAYA Cumhuriyet de açıkladı. İşte Mehmet
Mustafa Yıldırım’dan da kaynaklar alarak, bu ortak akıl olmadığı AKP’nin işte Anayasa
Mahkemesine kapatılmaması için bir kamuoyu yaratmak. Bunu özellikle vurgulamak yani
sinerji enerjisi yaratabiliriz. Türkiye’nin namuslu insanları, bütün ilerici kesimleri, Kemalist
olanları kucaklayabilsek, çok güzel şeyler olabilir tekrar Bursa’da. Bu arada şunu da tabi
başka konuşacak arkadaşlar burada sosyolojik bir değerlendirmede yaptınız felsefi bir
değerlendirme, sosyal demokrasinin evet kapitalizmin özgürlük sosyalizm ise eşitliğinin tek
değil ikisinin de ele alındığı bir uygulama diyorsunuz. Ben zaten kapitalizmciyim, çok yahşi bir
emperyalist ne aşamada olduğunu görebiliyoruz. Evet, kooperatifçilik modeline katılıyoruz.
Kooperatifçilik anlayışı artık okullarda da her yerde. Bir tarafta küreselleşme var bir tarafta
yerelleşme var. Niye yerinde yönetim yok. Yerinden yönetime ele almak gerekiyorsa Sebahattin
Osmanlı, Ziya GÖKALP’ten başlayan âdem merkeziyetçilikte çokta aşırı bir merkeziyetçi Ziya
Gökalp sağ olsun namuslu bir aydındı. Ben Sebahattin Osmanlı anca böyle kurtarabiliriz
İngilizleri örnek alarak. Yerinden yönetim, yerinde yönetime ağırlık vermeli, sonra bir şey
üzerinde durdunuz. Etnik yapı ve dini yapı ne yazık ki demokraside küreselleşmede tek
kale oluyor emperyalizm, Avrupa ABD, abartıyorum alt kimlikleri yani bir toplumda ruhsal
çelişkiler demokrasiye ağırlıklı. İşçi ve işveren kesimleri, çalışan ve çalıştırana dengeli bir
şekilde parlamentoda yerel yönetimlerde ağılıklarını koyarlar. O zaman şunu ele alalım tabi,
etnik yapı elbette abartılmamalı ama değişik etnik yapıda olan insanları da kucaklamalıyız.
Yani bir terörist örgüt nedeniyle tüm Doğu Güneydoğu bu kesimleri karşımıza almamalıyız.
Zaten böyle bir sınav veriyoruz. Hala son İstanbul katliamında bile böyle bir sınav veriyoruz.
Çok önemli. Ama bunu da kucaklayabilmeli bizim Atatürkçü parti Atatürk’ümüzün partisi
bunu da kucaklayabilmeli. Hepimizin de seferber olup şimdiden çalışmalıyız. Ben sözü fazla
uzatmak istemiyorum. Tabi küçük belediyelerde kaldırıldı. Buda işin ilginç yönü tabi. Bu
da demokrasi ile ne derece uzlaşır. Bu da mücadelesi yasal mücadelesi oluyor mu? Ben
dağınıkta olsa görüşlerim bunlar benim. Teşekkür ediyorum, fazla söz haklarını almayayım
ben arkadaşlarımın.
Erol İYİBOZKURT- Teşekkür ediyoruz buyurun.
Hocam şimdi ben genelde halkın içinden birisi olarak belirtmek istediğim bir şey var aslında
herkes bu tespiti yapıyor. Başkana da bunu söyleyecektim ben bu kesim. Şimdi halkın aşağı
yukarı % 70’i taraf, yani sağcı diyoruz bu sağcıların bir kısmı cemaatlerin kuşatması altındadır
ve bu cemaatler uzun yıllardır cumhuriyetin kuruluşundan bu yana mahalle mahalle, köy
köy her tarafta çalışıyorlar ve bu insanlar bunu Allah adına yapıyorlar. Bunun yanında aynı
zamanda dış destek ve cemaatlerin dış desteği ve Türkiye’de de medya desteği ciddi bir
boyutta bunların elinde. Biz böyle yalnız kaldık ve azınlıkta kaldık ve maalesef halkın içinde
de Genel Başkanımız da dâhil CHP’ye çok ciddi önyargılı bakıyorlar ve biz bu önyargıları
kırmamız içinde bu çok enteresan bir projektörün gelmesini bekliyoruz veya öyle bir oluşum
olmasının gerektiğini düşünüyor bazı insanlar. Bence bu zincirin kırılması için böyle kitlesel
54
demeyim de hücresel bir örgütlenme olması gerektiğini düşünüyorum. Yani parti bütün ilçe
örgütleri, il örgütleri sık sık toplantılar yapıp düşüncesini felsefesini halka anlatması, köy köy
geziler düzenlemesi, insanlara tek, tek ulaşması için tabi bu çok zor mücadele isteyen bir şey
ama benim bu önerim olacak.
Erol İYİBOZKURT- Teşekkürler,
Hocam Allah adına diyor Allah’ı da kandırıyorlar. Allah adına değil o. Diyor ki yabancılarla
işbirliği yapamazsınız, yabancılarla olmanız mümkün değildir diyor. Onun için bunlar onda da
bizi kandırıyorlar.
Doğru, ama onlar Allah adına mücadele ettik diyorlar ve taraf topluyorlar, bizlerde halk
adına mücadele edeceğiz herhalde ama insanlar bizi şey yapmıyor. Bize oy vermiyor, bize
katılmıyorlar, bizi sadece eleştiriyorlar, biz kendi kendimizi de eleştiriyoruz ama biz bu CHP
nin bütün düşüncesi mantıklı fakat bu mantıklı düşünceyi biz halka anlatamıyoruz. Medya
bunu bize sunmuyor imkân vermiyor.
Erol İYİBOZKURT- Evet buyrun…
Şimdi biraz önce 2004 yılında Bursa’da ki oy dağılımını belirttiğiniz ve özellikle sağ kanatta
ki MHP oyundaki artışı yukarı doğru yol alıyor. Şimdi bu ülke 14 Mayıs 1950 den bu tarafa
sağcılar yönetiyor bu kesin. Solcular bunun içinde sekiz yıl koalisyon ya da koalisyonsuz
ve 78 de iktidar olunduğun da 20 aylık dönemde Valilerin birçoğunu değiştirmedi Emniyet
Müdürlerine hiç bakmadı birkaç tane genel müdür atadı. Bunun haricinde Cumhuriyet Halk
Partisi bu ülkenin bütün yurttaşlarını kucaklar dedi. İktidar bana hükmetmesi lazım. Çünkü
Vali, Emniyet Müdürü, Kaymakam, Genel Müdür emir yukarıdan çıktı, aşağıya inmedi. O
arada durdu emir, ha bunlar yapamıyorlar. İnsanlara artık iş sunamıyorsun. Şimdi MHP,
Demokrat Partinin tabanı MHP, Adalet Partisinin tabanı MHP, Özal’ın tabanı MHP, AKP nin
tabanı…. ne yapıyorlar Büyükşehir’lerde biz diyor kazanamayız, o zaman ağabeyimize, ha
yerelde gücümüzü gösterelim. Bizde varız, işte İl Genel Meclisi seçiminde ya da Belediye
seçimlerinde ha buna biz varız diyor. Biz Kestel’de bakıyoruz MHP nin efendim aldığı oya
bakıyoruz. İl Genel Meclisi seçimindeki oyu 1200 oy, Belediye Başkanlığında 150 oy AKP ye
. Peki, bakıyoruz işte Bursa örneği SHP yi verdiniz Büyükşehir’de %7, İlçelerde ve İl Genel
Meclisinde 4 ve 5 bizde fazla bir şey yok. Çünkü bizde genel hastalık şu ben sosyalistim,
ben komünistim, efendime söyleyeyim bakıyorsun diyor ki Cumhuriyet Halk Partisi giderse
diyor, sosyalistler iktidara gelir. O zaman Cumhuriyet Halk Partisinin gitmesi lazım. O halde
sandığa döneceksin, tabi bunun şeyleri de var bizim yaptığımız. Tabi bunu nasıl aşacaksınız,
bunu aşmanın yolu kenetlenmek, daha çok bir yerlere gelmek. Hatta ve hatta hatta ve hatta
özellikle diş doktorları, tıp doktoru, Cumhuriyet Halk Partililer tespit edilip alacağız. Bugün
Alaçam Köyü bilmem Budaklı bilmem Narlıdere diş taraması, yarın işte enfeksiyon hastalıkları
taraması bununla halka yaklaşmamız lazım, tabi bunu yaparken de bunu yaparken de bir
şeyler söylememiz lazım. Ben öğretmen değilim fakat bütün sosyal demokratları öğretmenim
görüyorum. Atatürk’ün A’sını anmaya sınıfta korkuluyor. Öbür öğretmene bakıyorsun Atatürk
diyor din düşmanı, sınıfta, okulda, resmen söylüyor. Bizim ki korkuyor. Ha parti de, parti de
bu insanlara sahip çıkacak. Biz çok çalışmalıyız kazanmak için çok çalışmalıyız. Bugün bu
ülkede 12 Eylül 1980 geldiğinde söylenen neydi? Kenan Evren telaffuz etti, bu ülkede 75 bin
55
tane cami var. Diyanet İşleri Başkanının sözü 85 bin tane, bende iddia ediyorum bu ülkede
150 bin üzerinde cami var. Ben 1987 de Kestel’e geldim 3 tane cami vardı. Bugün 7 cami
var. İkisi de yolda, birisi toplu konutta, birisi de hemen orada 9 a çıkıyor veya ikisini boş verin
7 cami. 87, 2007 veya 2005 veya 2000 yılı veya 95 ten bu tarafa cami yapılmadı. 87–95
aralığında yapılan cami 3’e, 7, 4 tane. % 120 oranında artış var %125 peki Diyanet İşlerinde
görevli olanlar kimler, belli bir mezhepte olanlar ve tarikatçılar özellikle. Köyden öğretmen
çıktı kim kaldı? Cebinde 1,5 milyar maaşlı imam kaldı. Çocuk hasta ya da okula kaydolacak
kime varacak, imama varacak, imam efendi işte 100 lira muhtarda da yok, muhtarda da aynı,
para imamda var.
İman da var,
Para kimdeyse kral o olay bu, ha bunu nasıl yaparız bunu karşımı alarak değil, yanımıza
alarak. Ama giderek gitmediğimiz yer bizim değil. Köyümüz gitmezsen üç sene gitme bunlar
nereden çıktı demeyelim. O zaman yolumuz bir inatlaşmayacağız, birleşeceğiz teşekkür
ediyorum.
Erol İYİBOZKURT- Teşekkür ediyorum, buyurun,
Şimdi öncelikle teşekkür ediyorum gerçekten güzel bilgiler verdiniz. Konumuz Yerel Yönetimler
olduğuna göre Yerel Yönetimlerin bir yönetim şekline bakmak lazım. Yerel Yönetimler bizi şu
anda nasıl yönetiyorlar, daha ziyade binalar, yollar, kaldırımlar ve işte ekonomik güçlerini bu
yönde kullanan insanlar bizi yönetiyorlar ve şu anda toplumda işsiz olan kesim sosyologlar,
psikologlar, iktisadi idari bilimler mezunları, kenarda kalmış vaziyette veya belediyelerin yerel
yönetimlerin bu yönde yapmış oldukları icraatlardan yararlanan insanlar daha ziyade toplumun
belli bir tabakasını oluşturuyor. Yani belediye herhangi bir sosyal etkinlik yaptığında oraya
giden insanlar toplumun alt tabakası olamıyor, alt tabaka olmadığı içinde tabi ki siz popülist
politikalarla insanlara kömür dağıtarak veya o tür sosyal yardımlar yaparak onların oylarına
çok kolay ulaşabilirsiniz. Şimdi eğer sosyal devletten bahsediyorsak sosyal demokrasiden
bahsediyorsak o zaman insanlara gerçek anlamda sosyal hizmetlerin ulaşabileceği platformları
oluşturmamız gerekiyor. İşte sosyal demokratların bence başlangıç noktası burası olmalı.
Bakın bu ülkede birçok genç insan var üniversiteyi bitirmiş şu anda hayıt mücadelesini veriyor,
bir şekilde akşam evine gidecek vakti zor buluyor. Sizin bu insanlara ulaşacak bir takım
aktiviteleri yapabilmeniz gerekiyor. Sadece bina yapmakla, yol yapmakla ya da işte güzel işte
çiçek bahçeleri yapmakla bu işler çözülmüyor diye düşünüyorum. Sosyologlardan yardım
almak lazım. Acaba bu insanlara bu genç oy potansiyeline nasıl ulaşacağız. Zaten adamlar
cemaat kültürü ve örgütlenme modeli ile buna çok rahat ulaşıyorlar. Ama sizin bunun alternatifi
bir örgütlenme modeliniz olması lazım. O insanları bir şekilde bir yere toparlayabilmek için ne
yapacaksınız özellikle bakın şunu ifade etmek istiyorum özellikle üniversite mezunu özellikle
akademik kariyer yapmış insanlarda şu anda işsizlik sıkıntısı içerisinde bununla mücadele
ediyorlar ve bu insanların sorunlarına çözüm olacak bir platformlar yok. Kamuda iş bulamıyor,
özel sektörde iş bulamıyor, herhangi bir yerde kendine yer bulamıyor ve inanın bu insanlar
teknolojiyi de üst düzeyde kullanan insanlar, ben biraz bu konuya dikkat çekmek istedim.
Teşekkür ediyorum.
Erol İYİBOZKURT- Teşekkürler, buyurun.
56
Ben biraz önce, bir bu arkadaştan daha önce konuşan arkadaşın bir fikrine katılmak
istemiyorum. Atatürkçü öğretmenler dedi Atatürk’ü anlatmaktan korkuyorlar dedi. Maalesef
bende öğretmenim hem de Atatürkçü öğretmenim hiçbir öğretmen benim kadar Atatürkçü
değildir, bende benim bildiğim hiçbir öğretmen kadar Atatürkçü değilim. Ben bu tezi
savunuyorum. Yalnız öğretmeni köyde ağanın kucağına atan, yalnız öğretmeni köyden sürgün
yaparak onu ödüllendirme babında bir başka yere gönderen, yalnız öğretmeni ayağındaki
ayakkabısı delik olarak sınıfa sokan yönetimler utansın. Demin Sayın Kemal Bey bir konuşma
yaptı, dedi ki 8 milyon bu ülkede emekli var, bu 8 milyon emeklinin en azından en azından 3/1
i öğretmen kitlesidir. Atatürk’e dil uzatıldı. Hangi öğretmen arkadaşım çıktı bir basın şeyinin
karşısında bilgi verdi. İnönü’ye dil uzatıldı. Hangi öğretmen arkadaşım çıktı söylemek ayıptır
ben çıktım belki görenler de oldu. Basın toplantısı düzenledim ve kınadım hükümeti. Ama biz
şuradan büyük bir yanılgıya düşüyoruz. İki kişi sosyal demokrat bir araya geldiğimiz zaman
senin bıyığın bak şöyle, senin de saçın böyle, sen şundansın, ben bundanım. Biz bundan
yanılgıya düşüyoruz, bizim kazanmamamızın birinci nedeni bu, arkadaşım ben köylerden
geziyorum dedi doğrudur, her gittiğimiz yerden bir ses, işte sizin genel başkanınız var ya, ya
ne oldu benim genel başkanım hırsızlık mı yaptı? Hikmet Yar’ın dizinin dibinde oturdu vaaz mı
dinledi? Terlikle gidip alayı mı karşıladı? Bu gün İran Cumhurbaşkanı Türkiye’ye gelecekmiş
gazetede okudum. Gazete de yazıyor hepiniz de okudunuz Ankara’ya gelmiyor. Anıtkabir’e
gelmemesi için İstanbul’a geliyor. Bunu mu yaptı benim genel başkanım? Benim genel
başkanım hangi sosyal içeriğin içerisinde bulunmadı? Hangi işçinin yanında olmadı? Hangi
sendikanın yanında olmadı? Nereden gidip de kendi ülkesini veya toplumunu bir başkasına
şikâyet etti sattı. Amerika’ya mı gitti dedi ki benim filan gelin de bakın Türkiye’de biz sosyal
demokrasi diyoruz ama sosyal demokrasiler sosyal demokrasinin sesini yapamıyoruz mu
dedi? Onun din bezirgânlığını yapıp ta orayı sattığı gibi. Ama maalesef biz bu çığırı aşamadık.
Biz burada birbirimize yardımcı olmuyoruz. Hiçbir kimse demiyor ki aman ha arkadaşım ya
benim başkanımla ne işim var kardeşim, benim sosyal demokrat görüşümle neyim var gel
de bir şurada birleşelim denen bir şey yok. Köylerde okullar boşaltıldı, taşımacılık eğitim
başladı. Öğretmen sene de iki defa da olsa milli bayramları kutluyordu. Haftada iki defa
Cumartesi, Pazar ve yahut da Cuma akşam Pazartesi günü İstiklal Marşı söylüyordu şimdi
bunlar yok. Bunların hepsi kalktı. Niye biz bunları tartışmıyoruz? Niye biz sosyal demokratın
nasıl çoğalacağını tartışmıyoruz da bunlara geliyoruz. Hepimiz kabahatliyiz, taşın altına
elimizi koymadığımız zaman Konya olaylarını görüyoruz köy içerisinde kız çocuklarımız
yatılı okuyor. Şehirlerde kız çocuklarımız yatılı okuyor. Neden biz bunlara karşı çıkmıyoruz?
Neden biz bunların önüne geçmek istemiyoruz da bugün kendi kendimize kalkıp ta seçimi
kaybettik. %4 lük, %5’lik diye görüyoruz. Sosyal demokrasi eğitimden geçiyor, eğitim ile eş
anlamlı. Yoksa kırsal kesime gidelim 5 ton kömür verelim, 2 kilo nohut verelim, böyle bir oy
alalım. Düzücü oydur hiçte inanmıyorum, Türkiye yine ama er ama geç Sosyal Demokrasinin
idaresinin altına gelecektir diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Erol İYİBOZKURT- Bizde teşekkür ediyoruz size zamanımızın dolduğunu sayın başkanımız
ve yönetim kurulu arkadaşlarımız söylediler. Son olarak arkadaşımıza söz veriyoruz.
Ramazan EZİCİ- Erdek İlçe Başkanı Ramazan Ezici, sayın hocam arkadaşlar
çok güzel örnekler verdiler. Kurultayda bizim kurultayımızda Stat Otelde Genel
Başkanımızın konuşmasını dinledim, yanımda ilkokulu dışarıdan bitirmiş bir
arkadaşımız vardı. Aynı gün Stat Otelde Psikiyatri Kongresi düzenlenmiş, karşımıza iki hanım
57
bir bey geldiler, hocam hocam ifadeleri kullanıldı. Bende çağırdım yanıma ne var dedim.
Psikiyatri Kongresi var dedi, düzenleyen firma ilaç firması veya üniversite kimse, yakamızda
kurultay delegesi diye kart var. Hocanın birisi seslendi ne olacak halimiz dedi? Bende birlik
olursak olacak bir şeyler dedim. Sayın arkadaş yanımdakine döndüm bak hocam ne diyor
dedim, anladı. Soruyu anladıktan sonra cevap verdi. Bak hocam dedi biz solcular pastaya
giderken birbirimizle kavga ederiz. Pasta önümüzden uçar gider. Ama sağcılar dedi pastayı
elde ederler, paylaşımda kavgaya başlarlar. Biz pastaya ulaşamadan önce birbirimizle kavga
ettiğimiz için ulaşamıyoruz. Bugün Genel Başkanımıza karşı verdiğimiz mücadeleyi, biz parti
içine, parti binalarına gelip AKP ye karşı vermiş olsaydık bugünkü oy sayımızda olmazdık.
Erdek’ten ikinci sefer gelişim buraya, parti yerel seçimler özellikle dinlemek için 10 kişilik
bir grupla geldim. Balıkesir’den başka örgütte var. Daha önce de açılışına da geldim ama
örgütler iyi çalışırsa, örgütler tepen de o zaman korkmazlar. Saygılar sunuyorum.
Erol İYİBOZKURT- Tabi arkadaşlarımızın temennilerine gerçekten katılmamak mümkün
değil, parti içinde gerçekten çok gereksiz bir takım tartışmalar yaratıldı. Sonra Genel Başkan
hakkındaki arkadaşımın düşüncelerine bende içtenlikle katılıyorum gerçekten. Bu arada tabi
ki temennimiz ortak aklın bir araya gelmesi arkadaşlarımız söylediler bu sol birleşse tabii ki
hep istiyoruz. Ama partiler yasasında işte seçim ittifakı falanda seçim öncesi yapılamıyor
aslında bunlarında belki aşılması lazım. Küçük Belediyelerin tabi böyle kalktı ama mesela
ben Görükle’de üniversite lojmanında kalırken oldukça oturdum. Orası büyük bir yer, küçük
değil ama onu da yuttular. İşte bunlar oluyor, bunlar oluyor, bunları engellemek lazım. Tabii
arkadaşımızın dediği gibi sosyal demokratların ve CHP nin de alt örgütlenme, gençlik,
kadın kollarının daha bütünleştirici bir yapıda olması arkadaşımızın temennisi. Tabii ki bu
temennilere katılıyorum bende çok teşekkür ediyorum. Vaktinizi de bir hayli aldık.
Gürhan AKDOĞAN- Müsaade ederseniz iki şey söylemek istiyorum. Biz bir faaliyet başlattık.
Bursa’da bu tür eğitim faaliyetlerini yaklaşık 15 yıldır çeşitli alanlarda gerek Kalder’de gerek
başka alanlarda yapmaya çalıştık. Yaparken de en korktuğumuz şey başlarken acaba katılım
sağlanacak mı? Çünkü bir emek sarf ediliyor, çok değerli insanlar geliyor, bu insanlar bir kişiye
de söz etse aynı 1000 kişiye de söz etse aynı. Biz arzu ediyoruz ki 1000 kişiye konuşulsun,
1000 kişiye dağılsın bu konuşmalar. Dolayısıyla ilk başlarken 260 civarında partilimiz vardı
burada. Ama şimdi görüyorum ki; 160, 170 kişi kaldı. Bunu da doğal kabul edebiliriz belki
sıcaktır, tatildir vs… ben sonsuz teşekkürler ediyorum. Özellikle Erdek İlçe Başkanımız ve
Erdek’ten gelen arkadaşlarımıza gösterdikleri büyük duyarlılıktan dolayı, sonsuz teşekkürlerimi
sunarım. Kendileri “Bir bilim insanı var. Partinin bir üst düzey yöneticisi var. Gidelim dinleyelim
oradan bir şeyler alalım” demek için geldiler. Ben umuyorum ki bu bölgedeki diğer İlçelerde
en önemlisi Bursa örgütü bu salonları önümüzdeki toplantı da çok daha fazla doldurmak
sorumluluğundadır. Zorunluluğundadır. Bir sonraki toplantıda görüşmek ümidiyle…Saygılar
sunarım…
58
BURSAİLBAŞKANLIĞI
PARTİOKULU
09 Ağustos 2008 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00______________“ Türkiye Dış Politikaları ve AB Türkiye İlişkileri”
Onur ÖYMEN
CHP Genel Başkan Yrd.
,
15:00______________ “ Türkiye’nin Ekonomik Profili”
Esfender KORKMAZ
CHP PM Üyesi
59
ONUR ÖYMEN
09 Ağustos 2008-BURSA
‘‘Türkiye Dış Politikaları ve AB-Türkiye İlişkileri’’
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Cumhuriyet Halk Partisinin değerli üyeleri,
Kıymetli Basın Mensupları, Sevgili Katılımcılar, Parti Okulumuza Hoş Geldiniz ! Şimdi sizleri
aziz şehitlerimiz ve büyük Atamızın huzurunda 1 dakikalık saygı duruşuna ardından İstiklal
Marşını hep birlikte söylemeye davet ediyorum.
Açılış konuşmasını yapmak üzere, İl Başkanımız Sayın Gürhan Akdoğan’ı kürsüye davet
ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Çok değerli Genel Başkan Yardımcım, Çok Değerli Sevgili Parti Meclis
Üyelerim, Bursa Milletvekillerim, İl Yönetim Kurulu Üyelerim, İlçe Başkanları ve Yönetim Kurulu
Üyeleri, eski İl ve İlçe Başkanlarım, İl ve Gençlik Kollarım, Kadın Kollarım ve Basınımızın
Çok Değerli Emekçileri; Hepiniz Parti Okulumuzun bugünkü oturumuna hoş geldiniz.
Ben hemen bir kısa mesaj verip, kürsüyü Çok Değerli Konuşmacılarıma bırakmak istiyorum.
O mesajım da şudur: Sevgili Büyüklerim, Sevgili Milletvekillerim, Parti Meclis Üyelerim.
Ağustos’un 35 derece sıcağında buraya gelen partililerimiz, ilçe örgütlerimiz ve Bursa
Kamuoyu… Partimiz ; Türkiye’nin konusunda uzman, sadece partimizin onur duyduğu değil,
Türkiye’nin onur duyduğu iki ismi ağırlamaktan gurur duymaktadır. Çünkü Bursa kamuoyu
ve öncelikle partililerimiz sizlerden Türkiye’nin dış politikasına ve Türkiye’nin ekonomik
politikasına ilişkin çok önemli bilgilerle donanacaklar. Bu nedenle yine en büyük teşekkürü
partililerime sunmak istiyorum. Bu sıcakta, böylesi bir tatil gününde bu salonu hınca hınç
doldurdular. Bundan sonra da Parti Okulu hem bu anlamda eğitim işlevi görecek, hem de
dayanışma ruhumuzu arttıracak en önemli mekanizmalarımızdan bir tanesi olacaktır. Biraz
önce içerde önemli bir basın toplantısı gerçekleştirmiş olduğumuz için sizleri biraz bekleterek
zamanın birazını kullanmış olduk. Sizlerin Bursa’ya gelişinizden büyük onur duyuyoruz.
Saygılar sunuyorum efendim. Hiç zaman kaybetmeden Türkiye’nin kendi alanında en önemli
devlet adamlarından biri olan Genel Başkan Yardımcımızın özgeçmişini okumak üzere İl
Sekreterimden Genel Başkan Yardımcımızın özgeçmişini okumasını rica ediyorum.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Konuşmacımız Cumhuriyet Halk Partisi
Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Sayın Onur ÖYMEN’in özgeçmişini arz ediyorum.
Onur ÖYMEN, 1940 İstanbul doğumludur. Diplomat ve Büyükelçi, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesini bitirdi. Doktorasını aynı fakültede tamamladı. Dışişleri Bakanlığında Siyaset
Planlama, Avrupa Konseyi, Kıbrıs ve Nato dairelerinde görev yaptı. Dışişleri Bakanlığının
Özel Danışmanlığını yürüttü. Dışişleri Müsteşarlığı yaptı. Yurtdışında Türkiye Cumhuriyeti,
Lefkoşa, Prag ve Madrid Büyükelçilikleri Müsteşarı, Türkiye Cumhuriyeti, Kopenhag ve Bonn
Büyükelçilikleri, Nato Daimi Temsilciği görevlerinde bulundu. Biri İngilizce ve Almancaya
çevrilmiş 5 kitabı bulunmaktadır. 22’nci dönem İstanbul Milletvekili, 23’üncü dönem Bursa
Milletvekili, 22’ nci ve 23’üncü dönemde TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi ve Türkiye AB
Karma Parlamento Komisyonu Başkan Yardımcısıdır. İngilizce, Fransızca, Almanca,
İspanyolca bilen Öymen evli ve 2 çocuk babasıdır.
60
(Arz ettim efendim). Buyrun…
Onur ÖYMEN- Çok Değerli İl Başkanımız, Çok değerli Milletvekili arkadaşlarım, Çok Değerli
Parti Meclis Üyesi arkadaşım, İlçe Başkanlarım, Belediye Başkanları, Kadın Kolları Başkanları,
Gençlik Kolları Başkanları, Çok Değerli Partili Genç Arkadaşlarım; Hepinizi saygıyla, sevgiyle
selamlıyorum.
Öncelikle Bursa’da bir parti okulu çalışması gerçekleştirdiği için İl Başkanımızı ve İl
Yönetimimizi kutluyorum. İstanbul’dan sonra 2’nci Parti Okulu Bursa’da açıldı. Bu sizlerle bir
araya gelip çeşitli konuları görüşmemiz için, çeşitli konularda bilgi alışverişinde bulunmamız
için çok güzel bir fırsat olacak. En büyük kuvvet bilgidir, “Ne kadar bilgili olursak, o kadar
güçlü oluruz” hayatta da, meslek hayatımızda da. Onun için bu parti okulunun çok başarılı
bir girişim olacağına inanıyorum.
Değerli arkadaşlarım biz hepimiz her zaman 6 oklu bayrağımızla iftihar ederiz. 6 okumuzun
ilkeleri gerçekten partimizin umdeleridir. Atatürk zamanından bu yana şaşmayan bu ilkeler
partimizi her zaman güçlü kılmaktadır ve Türk siyasetinde çok etkin bir rol oynamasına olanak
vermektedir. Ama size şunu söyleyeyim ki değerli arkadaşlarım, eğer bizim bağımsızlığımız
ve egemenliğimiz sağlanamamış olsaydı, bağımsız ve egemen bir ülke olamasaydık bu 6
okun hiçbir kıymeti kalmayacaktı. Çünkü bu 6 ok ancak bağımsız ve egemen bir devlette bir
anlam ifade eder.
Cumhuriyetçi olacaksınız, laik olacaksınız, devrimci olacaksınız, milliyetçi olacaksınız, ama
eğer siz bağımsız değilseniz bunları nasıl yapacaksınız? O bakımdan Atatürk’ün ülkemize
kazandırdığı en büyük değer ülkemizi, Türkiye’yi bağımsız, egemen ve diğer ülkelerle eşit bir
devlet haline getirmesidir. Devletimizin mayasında, harcında bildiğiniz gibi Lozan Antlaşması
yatıyor. Ama Lozan Antlaşmasını okul kitaplarında okuduğunuz gibi düşünmeyin. Lozan
Antlaşmasından sadece birkaç yıl önce, üç yıl önce, dört yıl önce, iki yıl önce ne durumdaydı
Türkiye ? Bunu dikkate alalım. O zaman Lozan’ın değerini de anlarız, Cumhuriyetin değerini
de anlarız, Atatürk’ün bu ülke için ne yaptığını anlarız ve Cumhuriyet Halk Partisinin önemini
değerini daha iyi anlarız.
Değerli arkadaşlarım İkinci Dünya Savaşı yıllarında, özellikle savaştan hemen sonra
Birinci Dünya Savaşının mağlubu olan Osmanlı İmparatorluğunu yöneten insanlar, tam bir
teslimiyetçilik politikası benimsemişlerdi. Padişah diyordu ki, tek kurtuluş yolumuz İngilizlerin
affına mazhar olmaktır. İngilizler bizi affetsin, İngilizler bizi himaye etsin başka çıkış yolumuz
yoktur ve izlenen politikanın özünde işte teslimiyetçilik yatıyordu. Padişah Vahdettin,
İstanbul’da bir İngiliz rahibin, rahip Frey’in başkanlık yaptığı İngiliz Muhipleri, yani İngiliz
Dostları Derneğinin bir numaralı üyesiydi. Başkanı İngiliz rahip, bir numaralı üyesi padişah
ve ne kadar önde gelen insan varsa, sadrazamlar, vezirler filan hepsi bu derneğin üyesiydi.
Bütün beklentileri İngilizlerin himayesini sağlamak. Şunu önermişlerdi İngilizlere, inanılır gibi
bir şey değil ama diyorlar ki, İngiliz Büyükelçiliğine, bakın diyorlar ki “Türkiye’yi 15 sene
süreyle siz idare edin, İngiltere idare etsin. Bütün bakanlıklarımızda bir İngiliz müsteşar
olsun. Her vilayetimizde İngiliz konsolosları, vali yardımcısı gibi görev yapsın işleri
onlar kararlaştırsınlar.” Bu kadar küçülmüş devletimiz. Maalesef Osmanlı İmparatorluğu,
yıkılış dönemlerinde kendini bu kadar küçültmüştü. Ondan sonra müzakereler yapılıyor,
barış anlaşmaları yapılacak. Sevr Antlaşması imzalanmadan önce Paris’te bütün büyük
61
devletlerin devlet Başkanları, Cumhurbaşkanları toplanıyor. Amerika’dan Wilson geliyor,
Fransa Başbakanı Clemenceau, İngiliz Başbakanı Lloyd George, İtalya Başbakanı Orlando,
hepsi oturuyorlar, nasıl bir çözüm bulacağız ? bunu araştırıyorlar. En çok konuşulan konu da
Türkiye, Türkiye’yi ne yapalım
Değerli arkadaşlarım, bu konudaki belgeleri okusanız içiniz sızlar. Yani bir ülkeye bu kadar
hakaret edilemez. İngiliz Başbakanı Lloyd George diyor ki, “Geldikleri yere gönderelim.
Anadolu’da Türklerin yeri yoktur” diyor. Yani küçücük bir yeri bile Türk’lere bırakma yanlısı
değil. Geldikleri yere, yani Orta Asya’ya gönderecekler Türk’leri. O kadar ağır notlar yazılmıştır
ki Türkiye’ye o dönemde, onları okuduğunuz zaman gerçekten bir Türk olarak içiniz sızlar.
Burada okuyarak sizleri daha fazla üzmek istemem. Ama ! bilesiniz ki ! Türkiye’ye çok kötü
muamele yapılmıştır. O zaman sadrazam olan Damat Ferit Paşa, Paris’e gidiyor. İşte bu
liderlerle görüşecek. Orada diyor ki, “Efendim, bizim bir kusurumuz yok, bütün kusur
İttiat ve Terakki yönetimindeydi. Bunlar Ermenileri katlettiler”. Bütün suçu onlara atıyor,
kendilerinden önceki hükümete atıyor. Kendini temize çıkarmak için. Ona rağmen beş paralık
itibar göstermiyorlar, “bütün kötülükleri siz yaptınız” diyorlar, “Osmanlı yönetiminde
hiçbir ülkede, dünyanın hiçbir yerinde medeniyet gelişmedi her yerde çöküntüye uğradı,
her yerde kötülük yaptınız, sizin burada yeriniz yoktur, hemen ilk trenle geri dönün”
diyorlar. Bu kadar hakaret ediliyor Türk temsilcilerine. Şimdi onları bilmeden, biz bugün
Lozan Antlaşmasıyla nereye vardığımızı kolay kolay anlayamayız. O tarihlerde ne oluyor?
İzmir havadan bombardıman ediliyor. Bunları biz okul kitaplarına yazmıyoruz. Çocuklarımız
okuyup da üzülmesinler, başka ülkelere düşmanlık duymasınlar diye. İngiliz uçakları geliyor,
İzmir’in Türk Mahallelerini bombardıman ediyorlar. Birçok sivil insan ölüyor. İşte bildiğiniz gibi
15 Mayıs’da İzmir’i işgal eden Yunan kuvvetleri rastladıkları Türk’leri çoluk çocuk demeden,
daha İzmir’in rıhtımında katlediyorlar. Türkiye böyle bir durumda İzmir halkının çoğunluğunda;
Rum, Ermeni birazda Yahudi var. Türkler azınlıkta o devirde İzmir’de. İzmir’i Yunan devletinin
bir parçası gibi görüyorlar.
Değerli arkadaşlar, biz yola buradan çıkıyoruz. Devlet perişan, Balkan Harplerinin başından
İstiklal Savaşının sonuna kadar kaybettiğimiz insan sayısı 5 milyon, kaybettiğimiz toprak 200
bin metrekare. Atatürk bu kadar olumsuz şartlar içinde yola çıkmıştır. Bu şartları bilmezsek,
sadece ders kitaplarını okumakla yetinirsek, Lozan’ı anlayamayız. Türkiye’yi bu durumdan
kurtaran insanların ne kadar büyük bir eser verdiğini de anlayamayız.
Değerli arkadaşlar, işte bu şartlar altında Türkiye olağanüstü bir zafer kazanıyor, Kurtuluş
Savaşını kazanıyor ve Lozan’a şöyle bir hedefle gidiyor. Atatürk ve arkadaşları, biz diyorlar,
“Türkiye’yi egemen, bağımsız ve diğer ülkelere eşit bir devlet haline getireceğiz. Hiç
kimsenin toprağında gözümüz olmayacak. Ama Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız
ve egemen bir devlet olarak yaşayacağız, hiç kimseye verecek bir karış toprağımız
yoktur. Türkiye’yi çağdaş bir ülke yapacağız. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracağız.
Ama bütün bunların temelinde yatan en önemli unsur egemenlik, bağımsızlık ve
eşitliktir.“ Bunu sağlamak için Lozan’a gidiyorlar. Lozan Antlaşmasının zabıtlarını okursanız,
ekleriyle birlikte tam 8 cilt yapıyor. Bu 8 cildin özü üç kelimedir. “Egemenlik, eşitlik,
bağımsızlık“. Tabii ki, sınırlar çizilmiş, bunun için çok büyük mücadeleler verilmiş, tabii ki,
kapitülasyonlar kaldırılmış, Boğazlar meselesi halledilmiş, azınlıklar ile ilgili hükümler dengeli
biçimde yazılmıştır. Antlaşmanın pek çok boyutu var. Her biri ayrı bir konuşma konusu olacak
boyutları var, ama özü budur. Batılılar egemenlik ve eşitlik kavramlarını kabul etmemek
62
için Lozan’da çok direnmişlerdir. Ve bir ara Lozan Antlaşmasını sekteye vurdurmuşlardır.
Antlaşma imzalanamayacak, öyle anlaşılıyor. Elimize bir kâğıt veriyorlar, diyorlar ki işte size
en çok vereceğimiz bundan ibaret, bunu ya kabul edersiniz, ya etmezsiniz. İçinde egemenlik
de yok, eşitlik de yok. Herkes bekliyor İsmet Paşa gelecek bunu imzalayacak diye. Bütün
gazeteciler, yabancı diplomatlar toplanmışlar. Ondan sonra akşam üzeri oluyor, saat sekizde
İsmet Paşa otelinin odasından çıkıyor, iniyor merdivenlerden aşağıya ve herkesi şapkasıyla
selamlıyor. Hiç durmadan çıkıyor, gidiyor. Antlaşma yok, imzalanmıyor. Niçin imzalanmadı?
diye soruyorlar kendisine. Ne oldu Paşam ? diyorlar. “Hiç” diyor, “Bir şey olmadı, sadece
esir olmayı kabul etmedik.”
Lozan müzakereleri kesilince, İngiltere Dışişleri Bakanı öfke içinde trenine biniyor o da
Londra’ya gidiyor. Bir şey yapıyoruz: Atatürk Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a
talimat veriyor, “derhal seferberlik ilan edin” diyor. “Yeni bir savaş yapmak zorunda
kalabiliriz” diyor. Türklerin kararlılığını gördükten sonra yabancılar geri adım atıyor. İşte
diplomasinin en önemli noktası buradadır. Eğer siz haklarınızı, çıkarlarınızı korumak için
her şeyi göze aldığınızı ortaya koyarsanız karşı taraf geri adım atar. İşte bizim devletimizin
kurulması, Lozan Barış Antlaşması, Cumhuriyetin ilanı aynı zamanda Dünya kitaplarına
giren bir diplomasi dersidir. Sonuna kadar direniyoruz, sonuna kadar Türkiye’yi egemen ve
eşit bir devlet haline getirmek için çalışıyoruz. Lozan’da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon
İsmet Paşa’ya diyor ki, “Paşa, senden bıktık artık egemenlik, egemenlik diyorsun
laterna gibi hep aynı şarkıyı çalıyorsun başka bir şey söylemiyorsun” diyor. “Evet, ben
bunu söylüyorsam“, diyor İsmet Paşa “siz beni bunu söylemek zorunda bıraktığınız
için söylüyorum” diyor. Sonuna kadar direniyor. Sonunda antlaşma bizim istediğimiz gibi
imzalanıyor.
Açıyorsunuz birinci maddesini. Orada Türkiye’nin egemen ve eşit bir devlet olduğu yazılıdır.
Lozan bunu sağladı. Şimdi bazıları diyorlar ki, keşke bunu sağlamasaydı. Keşke efendim
yabancı işgali devam etseydi de, biz dinimizi dileğimiz gibi yaşasaydık.
Değerli arkadaşlar tarihimize ihanet etmeye hakkımız yoktur. Fikir hürriyeti, demokrasi çok
güzel şeyler ama hiçbir ülke, hiçbir ülkenin çocukları kendi geçmişlerine ihanet edemezler.
Türk çocukları da edemezler. Kimler bunları yetiştiriyor, hangi öğretmenler yetiştiriyor? Bunlar
hangi çevreden geliyor ki, Türk Milletinin varını, yoğunu, canını ortaya koyarak sağladığı bir
bağımsızlığı, bir egemenliği hiçe sayıyor, yok farz ediyor.
Değerli arkadaşlar işte biz oradan geldik. Atatürk, daha Kurtuluş Savaşını yaparken İstanbul
Hükümeti tarafından idama mahkûm ediliyor. İstanbul’daki Şeyhul-İslam katli vaciptir diye
fetva veriyor. Niçin? Türkiye’nin bağımsızlığı için çalışıyorlar. Makbul olan ne? Makbul olan,
teslim olmak. Teslimiyetçilik onun için bizim tarihimizde başımıza gelmiş en büyük kötülüktür.
Yabancılar çok severler teslimiyetçileri, onlara bayılırlar. Yabancıların gözüne girmek
gerçekten onlar için çok büyük bir mazhariyet. Yabancılar onlar vasıtasıyla her istediklerini
alabiliyorlar. Bir ülkeden daha ne isteyeceksiniz? Onun için yabancılar sizi alkışlıyorsa
hiç övünmeyeceksiniz, hiç sevinmeyeceksiniz. Yabancılar sizi niçin alkışlarlar? Kendi
çıkarlarına hizmet ettiğiniz için alkışlar. Türkiye’nin, kendi ülkenizin çıkarı için
hizmet ederseniz hiç memnun olmazlar. Onlara çetin ceviz derler diplomaside. En
övünülecek durum size yabancıların cetin ceviz demeleridir. İsmet Paşa’yı Lozan’da
63
bir cetin ceviz gibi görüyorlardı. Sevmiyorlardı ama saygı duyuyorlardı.
İşte Cumhuriyet Halk Partisinden bugün memnun olmayanlar da biz Türkiye’nin çıkarlarını
savunduğumuz için memnun olmuyorlar. AKP’yi alkışlayan yabancılar da bu parti Türkiye’nin
çıkarlarından kolaylıkla taviz verdiği için alkışlıyorlar.
Değerli arkadaşlar, biz böyle bir yoldan geliyoruz. Şunu da itiraf edelim: Erzurum Kongresinde
de, Sivas Kongresinde de Atatürk’ün yakın çevresi içinden bile bazıları çıkmıştır, demişlerdir
ki, “biz bağımsız olamayız, biz bunu beceremeyiz, gücümüz yetmez.“ 500 milyon o
zamanın parası ile büyük para 500 milyon borcumuz var, gelirimiz yok. Fakir bir ülkeyiz,
biz hem ekonomiyi beceremeyiz, hem de dünyanın büyük devletleri ile baş edemeyiz, onun
için gelin Amerikan mandasını kabul edelim. Hatta bazıları İstanbul’da bir Wilson Derneği
kuruyorlar. Başkan Wilson’a telgraf çekiyorlar İstanbul’dan. Aman bizi Amerikan mandasına
kabul edin diyorlar. Düşünebiliyor musunuz? İşte Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Atatürk’ün
önüne bu telgraflar geliyor. Aman diyorlar Amerikan mandasına girelim. Orada söz alan
bazıları kürsüye çıkıp bunu söylüyorlar. Atatürk hepsini elinin tersiyle itiyor. “Yabancılar, diyor
bizi mandasına alacakmış! Kara gözümüze hayran oldukları için mi?” diyor. “Bizim
her türlü hakkımızı tanıyacaklarmış, ekonomik haklarımızı, siyasi haklarımızı, kültürel
haklarımızı! Bunu niye yapsınlar ?” diyor. “Böyle bir şey söz konusu bile olmaz” diyor
kesip atıyor. Ya İstiklal ya ölüm. Manda talep edenlere karşı Atatürk’ün cevabı iki kelime: “Ya
İstiklal ya ölüm. “
Değerli arkadaşlarım, yalnız bunu söylemekle kalmıyor ondan kısa bir süre sonra bir meclisin
gizli oturumunda Atatürk şunları söylüyor. Size aynen okuyacağım bilesiniz, Atatürk’ün bu
konudaki görüşlerini çok iyi anlayasınız diye. Bugün içinde bulunduğumuz koşullara bunu
uygulayasınız diye. Bakın ! Atatürk ne diyor 1922 yılındaki gizli oturumda? Çıkıyor kürsüye
diyor ki “ Güç ve kuvvet Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine zehirli
ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak milletin en çok da yöneticilerin
zihinleri tamamen bozulmuştur.” Bir daha okuyayım mı? Yöneticilerin zihinleri bozulmuştur
diyor. Siz bugünün Türkiye’sinden dinlerseniz daha iyi anlarsınız. “Artık durumu düzeltmek
için hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak bütün işleri Avrupa’nın
emellerine uygun yürütmek bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler
ortaya çıktı.” Oysa diyor Atatürk “ Hangi istiklal vardı ki yabancıların nasihatleriyle,
yabancıların planlarıyla yükselebilsin tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte böyle
bir olay yaratmaya kalkışanlar zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye’de bu
yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl
biraz daha gerilemiş daha çok düşmüştür.”
Değerli arkadaşlar, Atatürk’ün bu sözlerini hiç unutmamak lazım. Yabancıların telkiniyle,
yabancıların sözleriyle, yabancıların tavsiyesiyle, yabancıların planıyla yükselmek mümkün
olamaz. Kendi gücünüze güveneceksiniz. Yabancılarla iyi ilişki kuracaksınız, kimseyle durup
dururken düşmanlık yapmayacaksınız. Ama bileceksiniz ki, Türkiye’nin dertlerine en iyi çareyi
Türkiye bilir Türk milleti bilir. Kendi kararımızı kendimiz veririz. Başkasının kararı ile hareket
etmeyiz.
Şimdi uluslararası ilişkilerde, değerli arkadaşlarım, devletler ikiye ayrılır. Kendi kararını
64
kendisi verenler, yabancıların güdümünde olan devletler. Tarihimizde Osmanlının son
döneminde yaşananları anlattım. Onu bir tarafa bırakın. Dünyada tarih boyunca hiçbir
devletin egemenliğine girmemiş, hiçbir devletin sömürgesi olmamış, sadece dört tane devlet
var. Rusya, Çin, Türkiye, Etyopya. Başka yok. Brezezinski yazıyor bunu. Bunun değerini
bilmemiz lazım. Onun için bugün de Türkiye’yi yabancıların güdümüne sokacak politikalardan
mutlaka kaçınmak lazım. Peki, o zaman Türkiye’nin etrafına duvarlar örelim, kendi içimize
kapanalım, kimseyle dostluk kurmayalım, ittifak kurmayalım bunu mu yapalım? Tam tersine
Atatürk öyle mi yapmış?. Atatürk devrine bakıyorsunuz Balkan ülkeleriyle Balkan Paktını
kurmuş, Güney Doğumuzda, doğumuzdaki ülkelerle Sadabat Paktını kurmuş. Atatürk paktlar,
ittifaklar kurmuş. Pek çok ülke ile çok yakın ilişkiler kurmuş. İngiliz Kralı geliyor ziyaret ediyor.
Afganistan’ın haline bakın bugün. O günlerde Afganistan’ın en büyük dostu Türkiye. Afgan
Kralı geliyor Türkiye’ye ve İran Şahı geliyor diyorlar ki, nasıl yapalım, sizin başarınızı görüyoruz
ama bize ne tavsiye edersiniz. Atatürk diyor ki, “Yapacağınız iş milli iradeye dayalı bir
devlet kurmaktır. Çağdaşlaşmaktır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırt etmektir“. İşte
onlar da kendi ülkelerinden bunu yapmak için Türkiye’den yardım istiyorlar.
Türkiye o zamanki kıt imkânlarına rağmen Afganistan’a öğretmenler gönderiyor, subaylar
gönderiyor, okullar açıyor, üniversiteler açıyor, konservatuar açıyor. Afganistan’da batı
müziği öğretecek bir konservatuar açıyor. Bugün adını bile birisi söylese siz hayal gördüm
zannedersiniz. 1930’larda biz bunu yapıyoruz böyle bir devlet Türkiye, dışa kapalı kesinlikle
değil, dış dünyaya açık.
1931 yılında Atatürk Büyük Millet Meclisinde yaptığı açılış konuşmasında diyor ki “Bizim
hiçbir ülke ile düşmanlık politikamız yoktur. Biz dünyanın bütün ülkeler ile dost olmak
istiyoruz.” Firmalara açık olduğunu söylüyor bir başka konuşmasında yabancı firmalarla da
işbirliği yaparız diyor. “Ama bir şartımız var: bizim egemenliğimizde gözü olmayacak” diyor.
“Türkiye’nin kararlarını onlar bize kabul ettirmeye kalkışmayacak“ diyor. Bu şartlar
altında yabancı ekonomik kuruluşlarla da temas ederiz diyor, ama en hassas olduğu nokta
bu.
Peki, Atatürk devrinde Türkiye’ye baskıda bulunmak isteyen olmadı mı? oldu. Fazla olmadı
ama bir iki örneği var. Bir tanesi mesela Bursa ile ilgili. Efendim, işte Osmanlı İmparatorluğu
zamanında pek çok misyoner okulu var Türkiye’de. Bu misyoner okulları kapatılmış zaman
içinde, savaş yıllarında filan bunların yeniden açılmasını istiyorlar. Üç dört tane kalmış topu
topu. Diğerlerinin yeniden açılmasını istiyorlar. Amerikan Büyükelçisi girişim üzerine girişim
yapıyor Ankara’da. Bizim hükümet cevap bile vermiyor bunlara. Günün birinde Bursa’daki bir
misyoner okulunda, yabancıların yönettiği bir okulda yabancıların üç çocuğu Hıristiyanlığa
geçirdikleri yolunda bir haber alınıyor. Derhal Bursa’daki Okulu da kapatıyorlar, Türkiye’deki
geri kalan okulları da Robert Kolej, Talas Koleji gibi bir iki tanesi hariç hepsini birden kapatıyor
Türkiye. Amerika gık diyemiyor.
Bir ticaret anlaşması yapalım diyor Amerika Türkiye’ye. Ama bize bazı imtiyazlar tanıyacaksınız.
Diğer ülkelere vermediğiniz bazı hakları Amerikan şirketlerine tanıyacaksınız. “Hayır” diyor
Türkiye, “biz diğer ülkelere ne hak veriyorsak size de aynısını veririz hiç kimseye imtiyaz
tanımayız”. Kabul ediyorlar. O şartlarla ticaret anlaşması imzalıyoruz.
65
Değerli arkadaşlar, biz böyle bir mirastan geliyoruz. Ama dış politika ile yakından ilgisi olan
başka bir şeyi söyleyeyim size, gene o devirle ilgili. Zannetmeyin ki, Atatürk bütün bu başarıları
sağlamış, Lozan’ı imzalamış, Cumhuriyeti kurmuş, büyük reformlar yapmış, sağlam temellere
oturtmuş devleti, laikliği gerçekleştirmiş, halifeyi kovmuş, içi rahat mıydı? İleriye yönelik olarak
bir endişesi bir kaygısı yok muydu? Artık bundan sonra bir daha o kötü günler gelmez, her şey
iyi gidecek diye mi düşünüyordu? Öyle düşünmüyordu. İşte Atatürk’ün Nutku’nu açarsanız
en son sayfasına bakın orada Gençliğe Hitabı var. Atatürk Gençliğe Hitabı’nda çok ciddi
kaygılarını dile getiriyor. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde olanlar acaba ilerde
olamaz mı? Başımıza aynı sıkıntılar gelemez mi? Devletin toprakları işgal edilmiş olamaz mı?
Tersanelerine girilmez mi?
Devletin başında olanlar gaflet içinde, ihanet içinde, delalet içinde olamazlar mı? Atatürk
bunlardan kaygı duyuyor. İşte bu şartlar altında dahi Cumhuriyeti koruyacağız diyor. Kime
görev veriyor? Size görev veriyor, gençlere görev veriyor. Cumhuriyeti koruma görevini
gençlere vermesi son derece anlamlıdır. Biz Cumhuriyet Halk Partililer olarak, Cumhuriyet
Halk Partisinin gençleri olarak özellikle bütün arkadaşlarımız bunun bilincini içlerinde
hissetmelidirler.
Acaba o dönemden bu döneme neler değişti? Neler oldu? Size birkaç cümle ile birkaç olayı
hatırlatayım. Atatük’ün devrinde olanlar Atatürk’ten sonra olanlar ve bugün yaşadıklarımız. Ama
bütün bu deminden beri söylediklerimiz geçmişimizi, Cumhuriyetin hangi düşüncelerle, nasıl
hangi zahmetli koşullarda kurulduğunu bilemezsek ondan sonraki olayları da anlayamayız,
onun için size geçmişten bahsettim.
Atatürk’ün en önemli hedeflerinden biri Hatay’ı almaktı. Hatay’ı alacağız, Hatay Misak-ı Milli
hudutları içinde. Ama Fransız’lar Hatay’a el koymuş. Hatta Hatay’ın Suriye’ye verilmesi için
Suriye’liler ile anlaşma yapmışlar. Atatürk inanılmaz bir diplomasi örneği gösteriyor, gerekirse
diyor ben Cumhurbaşkanlığını bırakırım. Ordumun başına geçerim. Giderim Hatay’ı alırım
diyor ve bu mesajı da Fransızlar’a veriyor. Sonunda, uzun hikâye anlatmayayım hepsini,
Türkiye o kadar baskı yapıyor ki, Fransızlara, Fransızlar geri adım atmak zorunda kalıyorlar.
Orada bir plebisit yapalım diyorlar. Halkoyuna başvuralım, halk kimi istiyor. Türkiye plebisiti
gözetlemek üzere 2500 asker gönderiyor Hatay’a ve ondan sonra işler çorap söküğü gibi
geliyor. Fransızları sonunda razı ediyor, diyorlar ki, “Peki Pazartesi günü bu işi yaparız,
mesai başlayınca“. “Hayır“ diyor Atatürk, “Pazar günü yapacaksınız bir gün kayba
tahammülümüz yoktur.“ Fransız Dışişleri Bakanlığını Pazar günü açtırıyor, düşünebiliyor
musunuz? Pazar günü açtırıyor ve gerekli belgeleri Fransızlara imzalatıyor. İşte Atatürk
bu, Türkiye bu, ağırlığı olan devlet bu. Bugüne nazaran daha mı zenginiz? Hayır çok daha
fakiriz. Anadolu daha mı zengin? Çok daha fakir ama büyük bir siyasi güç var Türkiye’de
devletin başında çok yüksek bir şahsiyet var. O zaman yapamayacağınız yoktur. Sonunda
Atatürk hayatında Hatay’ın Türkiye’ye katıldığını göremiyor ama Atatürk ölmeden bellidir
Hatay’ın katılacağı. Bir yıl sonra Hatay önce bağımsız oluyor, sonra meclisinin kararıyla Türk
topraklarına katılıyor.
İşte büyük devlet bu. Atatürk’ün ölümünden sonra ne yapılıyor? Yine baskılar olmuyor mu?
Çok büyük baskılara teşebbüs ediyorlar o dönemde. Atatürk gitmiş artık. Büyük devletler II.
Dünya Savaşına sokacaklar Türkiye’yi. Ülke perişan olacak, II. Dünya Savaşına girsek
66
bir ucundan Hitler orduları gerecek, Türkiye bir savaş alanı olacak. Onun için İsmet Paşa, o
zaman bütün baskılara direniyor. Churchill Adana’ya kadar geliyor. Adana’ da İsmet Paşa’ya
baskı yapıyor. İlla savaşa sokun Türk ordusunu. İngiliz uçakları buradan kalksın, işte Yunan
adalarındaki, Ege adalarındaki Alman mevzilerini bombalasın filan. İsmet Paşa “ben bunu
meclise teklif bile edemem”diyor. Onun üzerine Kahire’ye davet ediyorlar İsmet Paşa’yı. Orada
ABD Başkanı Roosevelt‘de var. Bir de orada baskı yapıyorlar. Çok ağır baskılar. Metinlerini
görseniz şaşarsınız, hepsine direniyor. Hepsine direniyor hiç bir baskıya boyun eğmiyor ve
Türkiye’ye dönüyor.
İşte Türkiye’nin geçmişinde dış baskılara direnmenin böyle çok önemli örnekleri var, çok
büyük örnekleri var.
Değerli arkadaşlar yalnız Batılılar değil, yalnız İngilizler değil, yalnız Amerika’lılar değil
savaştan hemen sonra Ruslar da baskı yapıyor. Stalin döneminde Sovyetler Birliği Boğazları
Sovyet hâkimiyetine almak istiyor. Doğu Anadolu’da bazı vilayetlerimizi Rus toprağı haline
getirmek istiyor ve bunları Rus dışişleri bakanı Molotov Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper’e
söylediği zaman Sarper diyor ki, “Benim Ankara’ya sormama bile gerek yok, taleplerinizi
reddediyorum diyor. Taleplerinizi Türkiye hükümeti adına reddediyorum” diyor. İşte Büyükelçi
bu, devlet adamı bu ve Türkiye en zayıf olduğu anda Amerika’nın Rusya ile çok yakın, çok sıcak
ilişkiler içinde olduğu bir dönemde taleplerin hepsini ret ediyor ve tek başına direnebileceğini
gösteriyor.
Değerli arkadaşlar II. Dünya Savaşından sonra neler oldu? Bütün bunlar bittikten sonra neler
oldu? Bütün bunlar bittikten sonra oyunun kuralları değişti. Eskiden limanlarınıza savaş gemileri
getirilerdi toplarını dikerlerdi sizi baskı altına almaya çalışırlardı. Ama II. Dünya Savaşından
sonra yöntemler değişti. Uluslararası ekonomik kuruluşlar vasıtasıyla, ekonomik yöntemlerle,
değerli arkadaşım ekonomik baskı yöntemleri ile devletleri dize getirmeye çalıştılar.
Biz Atatürk döneminde, İsmet Paşa döneminde dış borç almamaya özen gösterdik. Çünkü
biliyorduk ki, dış borç aldığınız zaman siyasi açıdan da bağımlı hale gelebilirsiniz. Dış borç
almamaya özen gösterdik. Ama 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti maalesef bu
politikayı değiştirdi. Hızlı kalkınma yapacağız, nurdu ufuklara gideceğiz, barajlar yapacağız,
her köye elektrik götüreceğiz dediler. Bunlar hepsi güzel şeyler ama paranız var mı paranız
yok, o zaman ne yapacağız borç alacağız. Borç ala ala ekonomiyi yabancılara bağımlı hale
getirdiler, aynı zamanda siyaseti adım adım yabancı ülkelerin etkisi altına soktular. Maalesef
işin hazin tarafı bu. Türkiye’nin en önemli yabancı sermaye kanunlarını, Türkiye hükümetinin
davet ettiği Amerikalı uzmanlar hazırladı. Meşhur George Ball, Amerikalı uzman 1954 yılında
petrol kanununu yazdı. Yabancı şirketlere inanılmaz menfaatler sağlayan bu kanunu çıkarttı.
Ondan sonra yıllarca uluslararası kuruluşlar Türkiye’yi büyük bir etki altına aldılar. Ekonomik
kuruluşlar aracılıyla büyük devletler Türk politikasını etkilemeye çalıştılar. Ne yapacağımıza
artık onlar karar vereceklerdi en hayati konularımızda bile yabancılar ne derse o olacak,
izlenen politika bu. Dikkatinizi çekerim Adnan Menderes döneminde Amerika’lılarla ilişkileri çok
iyi idi Menderes’in ama sonunda istediğini alamadı. 1958 yılında yapılan büyük devalüasyon
çok önemli ekonomik tedbirler filan, Türkiye’nin beklediğini bulamamasından kaynaklanıyor.
Menderes ne Amerika’dan alabildi, ne Almanya’dan alabildi, ne başka ülkelerden alabildi.
Onun üzerine 1960 yılı başlarında Rusya’ya gitmeye karar verdi. Rusya’yı ziyaret
67
edecek, Rus devlet başkanı, başbakanı da Türkiye’yi ziyaret edecek. Bunlar tertiplenirken
tam o sırada 27 Mayıs darbesi olur ve Rusya ile de o ilişkiler o dönemde kurulamaz.
İsmet Paşa tekrar askeri dönemden sonra başbakanlığı üstlendiği dönemde Kıbrıs meselesi
patlak veriyor. Rumlar Türklerin bulundukları köylere saldırıya geçiyorlar, Lefkoşa’ya saldırıya
geçiyorlar çok sayıda Türk soydaşımız orada katlediliyor. Türkiye müdahale etmek zorunda
bütün hazırlıklar yapılıyor tam o sırada Amerika’dan bir mektup, başkan Johnson’dan.
Diyor ki, eğer siz müdahale ederseniz Kıbrıs’a o zaman Ruslar size saldırabilir, NATO
da Rus saldırısına karşı Türkiye’yi korumayabilir, haberiniz olsun. Tehdit ediyor. Halbuki
NATO Antlaşması Sovyetlerin muhtemel bir saldırısına karşı, NATO üyesi ülkelerin birbirini
desteklemesi esasına göre kurulmuş. Kuruluş amacı bu. Biz Kıbrıs’a müdahale ederseniz,
diyor NATO’yu bile işletmeyiz haberiniz olsun. Caydırıyor. İsmet Paşa bu tarihte müdahaleden
vazgeçmeye mecbur oluyor. Çok ağır bir mektup. O zaman yaşamış Amerikalı diplomatlar
diyorlar ki, şimdi anılarında okuyoruz, biz diyorlar bundan daha ağır ifadelerle yazılmış bir
nota görmedik, bir siyasi mektup metni görmedik, bu kadar ağır bir muamele yapılmamalıydı.
İşte “dünya yıkılır yeni bir dünya kurulur Türkiye’de yeni bir dünyada yerini alır” sözünü
İsmet Paşa bu baskılar üzerine söylüyor. Ama biliniz ki, arkadaşlar ondan sonra Türkiye’ye
bir ders oldu. Türkiye gözünü açıyor ve 1974 yılında Kıbrıs’ta darbe olduğu zaman Türkiye
o zaman artık müdahale etmenin kaçınılmaz olduğunu görüyor, başta Ecevit olmak üzere.
1960 yılında imzalanan anlaşmalarla kurulmuş Kıbrıs Devleti, anlaşmalarla kurulan düzen
bozulursa, Türkiye’nin, İngiltere’nin, Yunanistan’ın müdahale hakkı var. Tek başına veya
birlikte. Yunanistan kendisi darbe yaptırdığı için 1974 yılında söyleyecek lafı yok, onun için
Türkiye, İngiltere müdahale edebilir. Ecevit kalkıyor Londra’ya gidiyor, Başbakan, İşçi Partisinin
başkanı Harold Wilson’a diyor ki, gelin beraber müdahale edelim. Kıbrıs’ta kan dökmeden
bu işi halledelim, Yunan hükümetinin kurduğu cuntayı temizleyelim, başa getirdikleri terörist
Nicos Samson’u görevden uzaklaştıralım, birlikte yapalım bu işi, İngiliz üstleri üzerinden biz
çıkartma yapabiliriz diyor. İngilizler reddediyor. Hiç ihtimal vermiyorlar Türkiye’nin tek başına
yapabileceğine ve Türkiye askeri müdahalede bulununca İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan
Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger’e telefon ediyor, diyor ki bakın diyor, Türkler işgal ediyor
adayı diyor, biz İngiltere olarak silah kullanarak Türkleri durduracağız diyor.
Bir NATO müttefikine silah çekecek. Menfaati onu gerektiriyor onun için düşünebiliyor musunuz?
Kissinger “zor mani oldum” diyor hatıralarında, yoksa bir Türk İngiliz savaşı çıkacak Kıbrıs’ta,
o kadar tepki gösteriyorlar. Niçin? Türkiye haksız mı? Haklı oradaki soydaşları katlediliyor.
Ülkelerinden zorla uzaklaştırılıyor, malları mülkleri ellerinden alınıyor, anlaşmalara göre hakkı
yok mu? var. Ama gene de yapamazsınız diyor.
Şimdi pek az insanın bildiği bir şeyi size anlatacağım. Ben sonra biliyorsunuz Kıbrıs’ta da
görev yaptım. Kıbrıs’ta harekâtı sırasında da Şube Müdürüydüm, bu işleri biraz yakından
biliyorum.
Şimdi Türkiye harekât yaptığı sırada Kuzey Kıbrıs’ta, bugünkü Kuzey Kıbrıs’ta topraklarında
bazı İngiliz üseleri var ve bir Amerikan uzay istasyonu var. Türkiye müdahale eder etmez
İngiltere bütün askerlerini çekiyor kuzeyden sanki düşman ordusu geliyor. Ben NATO
68
müttefiki değil miyim? Yani benimle ne gibi bir ihtilafın var ki senin benim askerim geldi diye
sen bizim askerin bulunduğu bölgeden bütün birliklerini geri çekiyorsun. Lapta’da İngiliz
Garnizonu var boşaltın diyor, Magosa Limanında İngiliz deniz üssü var küçük bir üs oradan
çekiyorlar. Ortaköy’de Amerika’nın uzay istasyonu var hemen Rum kesimine çekiyorlar.
Acaba neden? Acaba neden Türkiye’nin oradaki mevcudiyeti sizi rahatsız ediyor? Türkiye
düşman bir ülke mi? Değil. Birleşmiş Milletlere gidiyorsunuz. Rumlar, Türkleri devletten
zorla uzaklaştırmış. Kim imzalıyor? Makarios Başkan, İçişleri Bakanı İonides ve bir önceki
cumhurbaşkanı Papadopulos. Düşünebiliyor musunuz? Şimdi bu koşullar altında bile Birleşmiş
Miletlere gidildiğinde bakıyoruz Birleşmiş Miletler Rumları destekler karar veriyor. Birleşmiş
Miletler Güvenlik konseyinde Rumları yani Türkleri köylerinden, evlerinden, işlerinden kovan,
saldıran, Türk’leri öldüren Rumların haklı olduğu Kıbrıs’ın tek meşru devletinin Rum yönetimi
olduğu yolunda Birleşmiş Miletlerden karar alıyorlar. Sene 1964, sene 1974 Türkiye’nin
müdahalesinden sonra hep aynı karar alınıyor, hep Türkler haksızdır. Yani 40 yıldan beri
iş başına gelen bütün Türk hükümetleri hep yanlış iş yapmış, bütün hükümetler yanlış iş
yapmış, o yüzden bütün çıkan kararlar bizim aleyhimizde. Hem baskıya uğrayacaksınız,
öldürüleceksiniz, ezileceksiniz, sömürüleceksiniz, her türlü cezayı çekeceksiniz, bir de
uluslararası alanda suçlanacaksınız. Varlığınızı hiç kimse kabul etmeyecek. Kıbrıs’ta yapılan
budur. Bir kişi daha söylüyor bunu. Bütün geçmiş Türk hükümetleri Kıbrıs’ta haksızdı diyen
bir kişi daha var. O da Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. “30 yıldır diyor
Türkiye’de iş başına gelen bütün hükümetler Kıbrıs’ta yanlış politikalar izlemişlerdir”
diyor. Çözümsüzlük çözüm değildir diyor. Efendim çözümsüzlüğün sorumlusu Denktaş’tır
diyor. Düşünebiliyor musunuz? Ondan sonra biz bir adım önde gideceğiz daima yani biz
onlardan fazla taviz vereceğiz diyor. Diye diye Kıbrıs meselesini gerçekten son derece
zor bir mecraya soktular. 2004 yılının Aralık ayında Avrupa Birliği zirvesine kadar ilerleme
raporlarında Kıbrıs lafı yok Avrupa Birliği kararlarında 2004 yılı zirvesinde Kıbrıs ile ilgili
olarak Türkiye’den taviz alacak bir cümle koyduruyorlar. Beşir Atalay bunu imzalayacak Genel
Başkanımız Deniz Baykal sakın yapmayın diyor. Sakın yapmayın hemen binin uçağınıza gelin
diyor. Ne yapıyorlar bunlar? Baskılara dayanamıyorlar imzalıyor Beşir Atalay, ek protokolü
Türkiye imzalamayı kabul ediyor. Ek protokol adım adım Kıbrıs’ın Rumlara teslim edilmesi
anlamına geliyor. Rumların tek meşru hükümet olarak kabul edilmesi anlamına geliyor. İşte
bunu imzalayacağız diye taahhüt ediyor hükümet, İsveç Başbakanı bir toplantıda diyor ki,
ben Türk’lerin daha çok direneceğini tahmin ederdim, direnselerdi ben de destekleyecektim,
baktım hemen verdiler tavizi diyor. Düşünebiliyor musunuz? 2005 yılının 29 Temmuz’unda
Türkiye bu ek protokolü imzalıyor. Ama yetmiyor, imzalamak yetmiyor bir de onay lazım.
Meclise getirip onaylatacaklar. O zaman öyle bir tepki gösterdik ki, gök kubbeyi başınıza
yıkarız dedik. Kıbrıs’ı feda etmeye hakkınız yok dedik. AKP Milletvekillerinin de büyük
çoğunluğunun 1 Mart’ta olduğu gibi imzalamayabileceğini, onaylamayabileceğini düşündüler.
Bakın üzerinden tam 3 yıl geçti hala getiremediler meclise, hala gelmedi. 29 Temmuz 2005
yılında imzalanan anlaşma hala meclise gelemedi.
Şimdi ne yapıyorlar, şimdi efendim yeni müzakereler başlayacakmış. 3 Eylül’de ne
olacakmış bu müzakerelerde bu arada AKP iktidarı Kofi Annan Planını destekledi. Kıbrıs’lı
Türklere de bu planın oylanmasını tavsiye etti. Dedik ki, bu yanlış iş bunu yapmayın. Çünkü
Kofi Annan Planı bu günkü Türk topraklarının yaklaşık üçte birini Rumlara terk ediyor. Geri
kalan Türk topraklarının içine de 80 bin Rumu yerleştiriyor. Türk askerini adadan çekiyor.
Bugün bu asker Türk-Rum sınırını koruyor. Hepsini çekecek 650 asker bırakacak. 650
69
asker de ne yapacak, eğitim, silahların bakımı ve onarımı ve törenlere katılmak. Askerin
başka görevi yok. Buna razı oluyor, düşünebiliyor musunuz? Buna rağmen karşı taraf bunu
reddetti referandumda. Bizimkiler kabul ediyor. Rumlar niye reddediyor. Çünkü biliyor ki, Rum
daha fazla bastırırsak bu hükümetten daha fazla taviz alırız. Şimdi nitekim Kıbrıs’ta yeni bir
Cumhurbaşkanı seçildi. Akel Komünist Partisi Başkanı Hristofyas Cumhurbaşkanı oldu. İlk
söylediği söz şu: “Kofi Annan Planı ölmüştür”. Yani Kofi Annan Planına bile razı olmuyor. Ne
demektir bu? Bu Rumlar için daha iyisini sağlayacağım demektir. Bizden tepki var mı? Tepki
yok. 3 Eylül’de diyorlar tam teşekküllü müzakereler başlayacak. Yani tam teşekküllü hastane
duyduk da tam teşekküllü müzakere duymadık. O başlayacakmış 3 Eylül’de ve ne olacakmış
sonunda? Tek devlet, tek egemenlik, tek vatandaşlık. Ne olacak Kıbrıs’lı Türkler o tek vatandaşlık
içinde? İsteseniz de istemeseniz de azınlık olacak. Biz bunun için mi yaptık o savaşı, bunun
için mi şehit verdik? Bunun için mi bu kadar yıldır Türkiye bütün güçlüklere göğüs gerdi. Ama
yelkenleri indiriyorlar belli, peki muhalefete haber veriyorlar mı, hayır vermiyorlar. Hani Kıbrıs
milli davaydı, meclisin aldığı karar var, bu hükümet zamanında meclisin bizim önerimizle
oybirliği ile aldığı karar var. Kıbrıs konusunda orada diyor mu tek devlet, tek egemenlik, tek
vatandaşlık? demiyor. Ama siz bunu yapıyorsunuz. Değerli arkadaşlar hiç hayal kurmayalım,
bu gidişle Kıbrıs Girit gibi gider. Hiç kuşkunuz olmasın bu gidiş, o gidiştir. Onun için bunu
durdurmak lazım. Siz zannediyor musunuz ki, Anayasa Mahkemesinin AKP’yi kapatmama
kararı vermesine yabancılar demokrasi adına çok sevindiler, hukuk adına çok sevindiler?
Alakası yok. Çünkü bu iktidar giderse bu tavizleri verecek başka iktidar bulamayacaklar.
Onun için sevindiler. Ne Kıbrıs konusunda, ne Patrikhanenin talepleri konusunda, ne Irak
konusunda ne başka konularda hiçbir Türk hükümeti bu kadar tavizci olamaz.
Onun için sevindiler. Şimdi Kıbrıs son derece tehlikeli bir mecraya gitmiştir ve size bu vesile
ile söyleyeyim size de bilgi vermiş olayım biz önümüzdeki haftalardan çok büyük kaygı
duyuyoruz. Bir tek Kıbrıs mı? Geçtiğimiz haftalarda Temmuz ayı içinde Cenevre’de Türkiye
gizli görüşmeler yaptı. Kiminle Ermeni hükümetiyle, Ermenistan’da gizli görüşmeler yapılıyor
niçin? Niçin? bir şey almak için mi? Ermenistan’dan ne alınacak? Belli ki, bir şey vermek
için. Onlar ne diyorlar bize? Sınırı açın diyorlar. Ermenistan sınırını açın. Büyükelçilik kurun.
Ermenistan’la ilişkilerinizi normalleştirin. Peki, biz niye yapmıyoruz şimdiye kadar? Ne zorumuz
var? Niye yapmayalım her ülke ile iyi ilişki kuruyoruz da Ermenistan ile niye kurmayalım.
Her komşumuzla kapımız var Ermenistan ile niye olmasın? Çünkü Ermenistan bağımsızlığını
kazandıktan hemen sonra bizim soydaşımız olan Azeri’lere saldırdılar. 30 bin Azeri’yi
öldürdüler ve bu gün Azeri topraklarının % 20’si Ermenistan’ın işgali altındadır. Bir milyon
insan göç etti bu topraklardan. Ben gittim gördüm. Perişan vaziyette eski tren vagonlarında,
çadırlarda filan yaşıyorlar. İnanılır gibi değil. Yani insanlığın yüz karası. Siz bu dramlara yol
açan ülke ile onlara taviz verecek anlaşma yapacaksınız. Niye çünkü büyük devletler öyle
istiyor sizden, onu yapmanızı istiyor onun için gidiyorsunuz gizlice görüşüyorsunuz. Muhalefet
biliyor mu? Ne konuştuğunuzu bilmiyor, Meclis biliyor mu? Bilmiyor, halk biliyor mu? Halk da
bilmiyor. Böyle şey olur mu? AKP kapatılsa bütün bunlar belki ihtimal dışı olacaktı onun için
ödleri koptu ya kapatılırsa diye bütün dünyayı ayağa kaldırdılar. Bizim anayasa mahkemesine
yapmadık baskıları bırakmadılar. Aman kapatılmasın. Niye? çünkü beklentimiz var. Ermeni
konusunda var efendim Irak konusunda var, Kıbrıs konusunda var, Patrikhanenin henüz
yerine getirilmemiş talepleri var. Gerçekleştirilmemiş talepleri var Ruhban Okulu meselesi
gibi.
70
Şimdi değerli arkadaşlar bizim geldiğimiz nokta bu nokta, bütün bunlarda taviz vermemiz için
bazı çevreler diyorlar ki, efendim bu tavizleri vermez isek bizi AB’ye almazlar. Şimdi Avrupa
Birliği işi burada devreye giriyor. Yani öyle bir hava yaratıyorlar ki, Avrupa Birliğine girmek mi
istiyorsunuz Kıbrıs’ı feda edeceksin. Avrupa Birliğine girmek mi istiyorsunuz? Azeri soydaşları
unutacaksın kapıları açacaksın. Patrikhane ne istiyorsa onu yapacaksın. Irak’da biz sana ne
dersek onu yapacaksın.
Ama bir tek şeyi savunuyoruz: Türklerin haklarını, Türkiye’nin haklarını, menfaatlerini,
bağımsızlığını, egemenliğini sonuna kadar savunmaya devam edeceğiz. Cumhuriyet Halk
Partisinin misyonu budur ve Türkiye’de hiç hayal kurmayalım bunu yapmakta olan, yapan,
yapacak olan, yapma gücüne sahip olan tek siyasi güç Cumhuriyet Halk Partisidir.
Şimdi değerli arkadaşlar sözlerimi bitirmeden, size kısaca bir şey daha söyleyeceğim. Bu
konuda da kamuoyunda bir şeyler yayımlanıyor onları da size açıklayayım. Şimdi diyorlar
ki Başbakan başta olmak üzere televizyonlarda demeç veriyor. Cumhuriyet Halk Partisini
sosyalist enternasyonal atacaklar. Bir eski Sosyal Demokrat şimdi yeni AKP’li Milletvekili
dokuz sayfalık mektup yazmış Sosyalist Enternasyonal’e, Cumhuriyet Halk Partisini üyelikten
atın diyor. Efendim bunlar darbe yanlısıdır diyor. Bunlar demokrasi düşmanıdır diyor. Bunlar
sosyal demokrat filan değildir, diyor. Diyen kim AKP Milletvekili sosyal demokrasinin jüri üyesi
olmuş haberimiz yok. Efendim her Allah’ın günü televizyonlarda gördüğünüz bir profesör
mektup yazıyor diyor ki, Türkiye’nin en gerici partisi Cumhuriyet Halk Partisidir. En gerici
bizmişiz. Başka böyle aşırı, radikal, etnik bir grup var Almanya’da merkezi olan, ona bağlı 27
tane dernek mektup yazıyor aynı şeyi söylüyorlar. Acaba bu rahatsızlık nereden kaynaklanıyor
dersiniz? Bunun arkasında ne var? Cumhuriyet Halk Partisinin herhangi bir sosyal demokrat
partiden nesi eksik, demokrasi anlayışımız mı eksik? İnsan hakları anlayışımız mı eksik?
Kadın hakları anlayışımız mı eksik? Sosyal devlet anlayışımız mı geride? Gelir dağılımı
bozukluklarına mı karşı çıkmıyoruz? İşçi haklarını mı savunmuyoruz? İşsizlikle mi mücadele
etmiyoruz? Çocuk haklarını mı savunmuyoruz? Geçenler de bir köşe yazarı yazmış o da haklı
olarak yazmış nasılsa o cesaret edebildi. Türk basınında biliyorsunuz Cumhuriyet Halk Partisi
lehinde yazı yazmak cesaret işidir. O yazar diyor ki, Sosyalist Enternasyonal de CHP’nin
solunda bir tek parti yoktur diyor. Haklı olarak soruyor ve şimdi siz bu partiyi gerici, darbeci,
parti olarak Avrupa’ya jurnalleyeceksiniz.
Şimdi bize diyorlar ki, iktidarla uzlaşın. Yani bizi darbeci olarak Avrupa’ya müzevirleyenlerle
uzlaşacağız, gidip el sıkışacağız bizden bunu istiyorlar.
Değerli arkadaşlar bu niye böyle oluyor ? Şunun için: bazı siyasi partiler var maalesef Avrupa’da.
Siyasi parti olarak kendi hükümetinden farklı bir görüş oluşturamıyor. Kendi hükümeti ne diyor?
Kıbrıs’ta Rumları destekleyeceksin. Bunlar ne diyor? Kıbrıs’ta Rumları destekleyeceksin.
Ne diyor hükümeti efendim İstanbul Patrikhanesi ne isterse yapacaksın Ruhban Okulunu
açacaksın, onlar da aynı şeyi söylüyor. 301’ nci madde de böyle. Aklınıza ne gelirse temel
Türkiye ile ilgili temel konularda bunların politikası farklı değil kendi hükümetlerinde hepsi için
demiyorum ama bazıları böyle.
Peki, şimdi biz ne diyoruz Cumhuriyet Halk Partisi olarak? Biz diyoruz ki, biz sosyal demokrat
bir partiyiz, hiçbir zaman sosyal demokrasiden ve demokrasiden ödün vermeyiz, ama hiçbir
71
zaman Türkiye’nin milli çıkarlarını da feda etmeyiz. Yanlış mı söylüyoruz? Yine bunlar AKP
hükümetini baskılarla kendi istedikleri yola getirebilirler, istedikleri tavizleri alabilirler. Kıbrıs’ta
da alırlar, Ermenistan’da da alırlar istediğiniz başka konularda da alırlar ama bizi istedikleri
yola getiremezler. Çünkü biz her zaman diyoruz ki Cumhuriyet Halk Partisi için Türkiye’nin
çıkarı parti çıkarından önce gelir. Ülkenin çıkarı neyi gerektiriyorsa biz onu yaparız parti olarak
gereken her türkü fedakârlıkta bulunuruz.
Değerli arkadaşlar sözlerimi bitirirken size şunu söyleyeyim hiç kimse unutmasın ki, biz
Atatürk’ün partisiyiz. Atatürk bize çok şey öğretti. Ama bir şeyi öğretmedi, yabancıların önünde
diz çökmeyi öğretmedi. Bizde diz çökmeyeceğiz.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Genel Başkan Yardımcımıza verdiği
bilgilerden dolayı çok teşekkür ediyoruz. Plaketini takdim etmek üzere İl Başkanım Sayın
Gürhan Akdoğan’ı tekrar davet ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Ben de müsaade ederseniz Parti Meclis Üyem Sn.Ali Nihat IRKÖRÜCÜ’yü
plaketi takdim etmesi için buraya davet ediyorum. Buyrun...
(Sn.Onur ÖYMEN’e plaket takdim edildi.)
Gürhan AKDOĞAN- Sayın Genel Başkan Yardımcım, çok değerli parti Meclis Üyelerim
ve Milletvekillerim ilk oturumumuz şu anda sona erdi ancak bir 15 dakika ara vereceğiz.
Bir sonraki oturumda çok değerli meclis üyem mükemmel konuşmasıyla, bize unutturulan
o ekonomik politikaların neler olduğunu hep birlikte dinleyelim. 15:10’da herkesi burada
bekliyoruz…
72
ESFENDER KORKMAZ
09 Ağustos 2008-BURSA
‘‘Türkiye’nin Ekonomik Profili’’
İl Eğitim Sekreteri- Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) -İlk konuşmacımız
Cumhuriyet Halk Partisi Parti Meclis Üyemiz Prof.Dr.Esfender KORKMAZ’ ın özgeçmişini arz
ediyorum.
1940 Kars Çıldır doğumludur. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdi. Doktorasını
aynı fakültede tamamladı. Fransa’da UNESCO nezdinde eğitim ekonomisi konusunda
araştırmalarda bulundu. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi olarak ders verdi. 1980’de
doçent, 1988’de profesör oldu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve
Dekanlık görevi yaptı. İstanbul Üniversitesinde iki defa Senato Üyeliğinde bulundu. Aynı
fakültede Maliye Bölümü Başkanlığı ve Bütçe Planlama Dalı Başkanlığı yaptı. Günaydın
Grubunda danışman olarak çalıştı. Değişik gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Siyasi ve Sosyal
Araştırmalar Vakfı, Kars, Ardahan ve Iğdır Kalkınma Vakfı ve İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mezunu Mensupları Vakfında Başkanlık görevlerinde bulundu. Çok sayıda bilimsel
makalesinin yanı sıra 10 kitabı yayınlandı. İki dönemdir parti Meclisi Üyeliği yapan ve İstanbul
Milletvekili olan Esfender KORKMAZ iyi düzeyde Fransızca ve İngilizce bilmektedir. Evli ve
iki çocuk babasıdır.
(Arz ettim efendim). Buyrun…
Gürhan AKDOĞAN- Çok değerli Genel Başkan Yardımcım ve Parti Meclisi Üyelerimiz,
Milletvekillerimiz. Ben açış konuşmasında atladığım bir konuyu hemen düzeltme arzusu
içindeyim. Sayın Esfender KORKMAZ ile beraber İstanbul’dan altı misafirimiz var. Yüksek
Disiplin Kurulu Üyemiz İbrahim YILMAZ da aramızda… Hoş geldiniz diyorum sizlere de
efendim. Biz o kadar onur duyuyoruz ki, geçen hafta Erdek’ten misafirlerimiz vardı, şimdi
İstanbul’dan. Biraz önce de ifade ettiğim üzere maalesef Türkiye’yi çok suni gündem ile
oyalayan AKP aslında ana gündemi Türkiye’nin gözünden kaçırmakta. Biz partililer Türkiye’nin
ekonomik politiğine ilişkin hangi süreç içinde olduğumuzu, Türkiye’nin ne kadar bağımlı bir
ekonomik politikası olduğunu bilmekle beraber, yine ekonomiye yönelik ve parametreler ile
ilgili çok eksikliğimiz olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bu konuda çok değerli bir bilim insanı
olan, hem de partimizin en üst düzey yöneticilerinden birini ağırlamaktan onur duyuyoruz.
Sayın Esfender KORKMAZ’ ı kürsüye davet ediyorum. Arz ediyorum efendim buyurun.
Esfender KORKMAZ- Değerli Genel Başkan Yardımcısı, Parti Meclisi Üyeleri, Milletvekilleri,
katılımcılar hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar zamanı çok dikkatli kullanmak istiyorum ama ekonomide o kadar önemli
ve tartışmaların olduğu dönemde bu zamanı ne kadar tasarruflu kullanacağımı şimdiden
kestiremiyorum.
Ben size zamanın tasarruflu kullanılması ile ilgili bir fıkra anlatarak başlayayım. Kars’ da
ve Ardahan’da işte efendim Azeriler var, yerliler var , Ahıska Türkleri ve terekeme var. Yani
aslında hepsi aynı kökenlidir … Bir Azeri ile bir terekeme Azeriler daha çok böyle ticaretle
73
falan şehir işlerinde uğraşıyorlar, yerlilerde daha çok ekip biçiyor köyde oturuyorlar. Azeri ile
bir yerli kirve oluyorlar, birbirini devamlı misafir ediyorlar, yemeğe çağırıyorlar. Bir gün bizim
orada ğangel deriz…Bu yemek etli olmayan bir mantı, yaprak mantı şeklindedir.
Azeri yerliyi davet ediyor… ğangelde yapıyor. Ğangeli yemek için tepsilere koyarlar…
Yöredesini deriz . Yiyeceklere de kaşık veririler.
Bir taraftan Azeri yiyor öbür taraftan yerli yiyor. Şimdi ğangel çok lezzetli. Azeri düşünüyor…
Ben, yerli akrabama öyle bir oyun yapayımda ki ğangelin çoğunu ben yiyeyim. Yemeye
başlıyorlar. Azeri yerliye soruyor… Senin atan için yani babanın babası deden için, çok
kahraman adam diyorlar… Çok methini duydum …Rahmetli nasıl öldü? Bana bir anlat.
Yerli heyecanlanıyor… Benim atam öyle savaşa girdi. İstiklal Harbinde bunu yaptı . Ruslarla
karşı şunu yaptı. Ondan sonra böyle yara aldı, böyle kahramanca öldü diyor. Tabi bu dediği bir
15 dakika anlatıyor büyük bir heyecanla. Anlattığı içinde yiyemiyor… Azeri ğangelin yarısını
bitiriyor. Yerli bir bakıyor ki ğangelin yarısı yok.
Ne yapayım diye düşünüyor… Karar veriyor… Bende onun dedesini sorayım da oda
anlatıncaya kadar bende kalan yarısını yiyeyim diyor.
Azeri’ye diyor ki ya peki senin deden içinde beydir diyorlar, şudur diyorlar.. Onun içinde diyor
kahramandır diyorlar… o nasıl öldü diyor. Azeri diyor ki, valla diyor benim dedem kırk dedi
canı çıktı… diyor ve devam ediyor.
Ben zamanı tasarruflu kullanalım derken hep bu fıkra aklıma gelir.
Değerli arkadaşlar ekonomi hem konuşması çok zor, hem dinlemesi çok zor bir konudur.
Aslında ekonomi tabi bir sosyal bilim, insan içinde olan bir bilim, ama hepimizi de çok yakından
etkileyen bir bilimdir. Bazı zaafları var. Zaaflarından birisi herkes ben ekonomistim diyor.
Özellikle rahmetli Özal’ın döneminde bu çok oldu. Bütün mühendis arkadaşlar ekonomist
olarak görev aldı.
Sayın Başbakan ekonomist olduğunu efendim laflarıyla ifade ediyor. O kadar ekonomist ki
mesela Türkiye’nin diyor net dış borcu 10 milyar YTL ye düştü diyor. Bir gün önce hazine
açıklamıştı… Demişti ki “Türkiye’nin dış borcu 172 milyar dolar özel sektörün borcu, 90
milyar dolardır… Kamunun dış borcu, toplam 262 milyar dolardır” bir gün önce. Bir gün sonra
Başbakan 10 milyar YTL ye düştü derken o zaman artık iktisatçıların tamamı yahut da bu
konuya gönül verenler yahut da bu konuyla ilgilenenlerin tamamının istifa etmesi gerekiyor.
Çünkü “dış borcumuz 10 milyar YTL ye düştü” demek, her baba yiğidin karı değil,
bu kadar yalan söylemek bir yerde cesaret mi ister yahut ne ister bunu siz karar verin.
Değerli arkadaşlar Türkiye’ de bir ekonominin görünen yanı var, yani gündemi görebildiğiniz
bir gündem var. O gündemi işte Başbakanın yalanlarıyla, hükümetin yalanlarıyla yahut TÜİK’
in rakamları saptırmasıyla görebiliyorsunuz. Yahut çeşitli anketlerle görebiliyorsunuz. Birde
yaşayarak görebiliyorsunuz, yani siz bizzat içinde ekonomiyi yaşayarak görebiliyorsunuz.
Ayrıca Türkiye’ nin gizli ekonomik gündemi var. Bu gizli ekonomik gündemi hiçbir şekilde
74
tartışmıyoruz, hiçbir şekilde bu gizli ekonomik gündemi konu etmiyoruz. Ama asıl önemli
olan aslı risk oluşturan bu Türkiye’ nin gizli ekonomik gündemidir. Türkiye’nin gizli ekonomik
gündemini şimdi değil, belki 30 seneden beri hazırlıyorlar ve Türkiye’ nin gizli ekonomik
gündemi bugün AKP’ yi iktidara getiren gündemdir …Bugün %47 yahut o oranda bir oy
sağlayan bir gündemdir. Bu gündemin temelini Türkiye’ de servet ve sermayenin tarikatlara
transferi oluşturur. Bakın bir ülkede eğer siyasete hâkim olmak istiyorsanız, dış politikaya
hâkim olmak istiyorsanız, ülkenin gündemini tayin etmek istiyorsanız o zaman mutlaka o
ülkenin alt yapısına sahip olmanız lazım. Alt yapısına nasıl sahip olursunuz? Fabrikalar,
yatırımlar bunları tarikatlara verirsiniz… Yahut tarikat mensuplarına verirsiniz. Türkiye’ de
böyle bir transfer var mı? Var. Nasıl var? Bütün ihaleleri kayıtsız şartsız belediyelerin AKP’
li belediyelerin kaldırım ihaleleri dâhil hepsini tarikatçılar alıyor. Bakın biraz önce konuştuk
Göcek’ te benim ilgilendiğim yönetim kurulu başkanı olduğum bir yatırımlar var. Oraya 2 tane
yeni yatırım geldi Birisi Hasan AKSAY diye Milli Selamet Partisinin Bakanıydı.. onun oğulları,
birisi de Kalkavan. Fethullahçı .Yani şimdi düşünün tarikatçılarla denizin, plajın, yatın ne ilgisi
olabilir. Adamlar sermayeye hâkim olabilmek için her şeyi yapıyorlar. Yani plajda satın alıyorlar
yahut devletten tahsis alıyorlar. Her türlü ihalede de her türlü yolsuzlukta da hiçbir şekilde
geri adım atmıyorlar ve bütün kamunun imkânları bu tarikatlara, bu tarikat mensuplarına
aktarılıyor.
Ben İktisat Fakültesi Dekanı iken sekreterlerden birisi çok becerikli, çok çalışkandı.Ben
ayrıldıktan 2 sene sonra ayrılmış dediler. Evlendi ayrıldı. Bugün o yönetim kurulu başkanı
olduğum şirkette sekreterler kaza geçirdi. İşe 1ay gelemeyecek dediler. Dedim ki onu bulun
getirin, madem ayrılmış 1 ay çalışsın geçici olarak. Bakın çok modern üniversitede çalışan,
üniversite mezunu bir kız geldi karşıma. Türbanlı ve ne diyorlar o giysiye tamamıyla tesettür
içinde. Kızım ne oldu sana dedim böyle. Bu dediğim olay bizzat başımdan geçti. 4 sene önce,
kızım ne oldu sana böyle, hocam dedi ben dedi ayrıldım ama sonra işsiz kaldım şimdi AKP’ liler
bana geldi . Dediler ki işsizsin sana ayda 600 lira maaş vereceğiz. Akşama kadar otobüslerde
dolaşacaksın, akşama kadar efendim sokakta dolaşacaksın. Bu tesettürle, kendini tesettürle
teşhir edeceksin bende bunu yapıyorum ve 600 lirada maaş alıyorum. Bu olay başımdan
geçti arkadaşlar. İspatlı şahitli. İsmi var bunu yazdım da birkaç kere gazetedeki köşemde.
Değerli arkadaşlar bunlar hep ne ile olur, parayla olur. Bakın geçenlerde yine basında yer
aldı şuanda ayrılan genelkurmay başkanına , işte şu arabayı aldılar bu arabayı aldılar bunlar
parayla olur. Değerli arkadaşlar bunlar bu tarikatlar artık irticai örgüt ama aynı zamanda
da para mafyası, aynı zamanda da servet mafyası bunlar bakın samimi söylüyorum, bu
tarikatlara bu imkânları bu iktidar da kaldıkça bu hükümet verecek. Bu tarikatlar yalnızca
devletin imkânlarından yaralanmıyor aynı zamanda Suudiler Türkiye’ ye büyük para aktarıyor.
Soroz Türkiye’ ye büyük para aktarıyor.
Arkadaşlar İktisat Fakültesinde başımdan geçen bir olayı anlatayım. Birileri Soroz Vakfından
iki yüz elli bin dolar almış. Bu iki yüz elli bin dolarla Türkiye’de yolsuzluk diye bir araştırma,
bir anket yaptırmıştı. Sonuç bütün gazetelerde de yayınlandı. 2000 yılında Yapılan ankette
sorulan soru şu: Yolsuzlukta... Hırsızlıkta kim bir numara diye… Çıkan sonuç, bir numara trafik
polisi, iki numara gümrük memuru. Ben buna çok sıkıldım. Aslında bu gündemi gizliyordu, o
gün gündemi saklıyordu. Bende 35.000 lira o zaman aldım Ticaret Odasından... Anket parası
ver dedim. Ve aynı üniversitede aynı anketi daha büyük çapta yaptırdım. 2000 yılı daha
75
bankalar batmamış. Yolsuzlukla ilgili çıkan sonuç şu oldu: Yolsuzlukta, bir banka soyanlar, iki
siyasi devleti siyasi arpalık yapanlar.
Yani sen şimdi polis memurunun o zaman aldığı beş lirayı neden birinci sıraya koyuyorsun…
Çünkü öbür taraftaki yolsuzlukların üstünü kapatmak için.. Onun için bizde yaptırdığımız
anketi ilan ettik. Söylediğim gibi bu kitapların ikisi de var isteyen arkadaşa da, arkadaşlar
gönderir.
Şimdi değerli arkadaşlar söylemek istediğim şudur. Türkiye’de bir görünen ekonomi var, birde
görünmeyen yeraltı ekonomisi var. Asıl sorun budur. Asıl sorun yeraltı ekonomisidir. Niye
bugün siyasi iktidar kayıt dışı ekonomiyi önlemekte hiçbir önlem almıyor. Neden kayıt dışı
istihdamı önlemekte hiçbir önlem almıyor. Konuşuyor bakın hiçbir önlem almıyor. Neden kayıt
dışı ekonomi büyüyor. Arkadaşlar tabi büyüyecek çünkü iktidar bunu büyütüyor. Çünkü öbür
türlü Arap sermayesi öbür türlü Sorozun getirdiklerini siz gözle görürsünüz, ama bunlar kayıt
dışında çalıştığı sürece göremezsiniz. Dolayısıyla Türkiye’ de böyle bir gizli gündem var.
Bundan bir 5–6 sene önce 2002 sonunda AKP iktidar olmuş. TÜSİAD biliyorsunuz devamlı
destekliyor. O zaman Gözcüde de yazıyordum, Gözcüde dedim ki, bakın ey TÜSİAD bunlar
sizin malınızı mülkünüzü elinizden alacaklar ,aklınızı başınıza toplayın.. Biliyorsunuz bundan
3–5 ay önce bir isyanları oldu TÜSİAD’ ın. Şimdi bakın 500 büyük firma devamlı değişiyor.
Yani şimdi Ülker, Koç’u geçecek. Bakın burada yazıyorum Ülker, Koç’u geçecek. Dolayısıyla
bütün bunların taktiği, bunların stratejisi ekonomiye hâkim olmak, Türkiye’nin alt yapısına
hâkim olmak.
Arkadaşlar İngiltere İngiltere’yi diyorum. Çünkü önce orası özelleştirmeyi başlatan yerdir…
Doğal tekerleri alt yapıyı satan hükümet gördünüz mü? Yani İngiltere’ de özelleştirmede
halka yayıyorum diye efendim paydaş bir toplum yaratıyorum diye özelleşen kurumların Tony
Blair tamamını halka arz etti. Özelleştirmeler Türkiye’de devamlı %70- 80 oranında blok satış
yoluyla yapılıyor. Kime gidiyor bunlar. Telekom görüyorsunuz. Kime gitti Hariri’ ye gitti. Yani
kim bunlar. Bunlar tarikatları besleyen, bunlar efendim Türkiye’ nin geleceğini ipotek altına
alan anti laik irticai faaliyetleri destekleyen sermayeler şirketler. Peki, bunlar o zaman niye
özelleştirme yapıyor? Neden bu kadar üzerine duruyor? Yani her şey devletin malını mülkünü
satıyor. Çünkü tarikatlar nihayet hâkim. Bakın Sabah, ATV satışı da aynı şekilde… Genel
Başkanımız da çok dile getirdi. Bizde mecliste hepimiz çok dile getirdik. Sabah ATV satışını
da tarikatlar aldı. Niye aldı üstelikte beş paraları yokken aldı, nasıl aldı? Halk Bankası ve
Vakıflar Bankası yoluyla aldı. Siz düşünebiliyor musunuz, Başbakan talimat vermesinde
Vakıflar Bankası ve Halk bankası birine 750 milyon dolar kredi versin. Şimdi Başbakan ortak
olmasa da , zaten damadı aldı, Başbakanın damadı firmanın başında.
Değerli arkadaşlar bu servetin sermayenin el değiştirmesi Türkiye’ deki altyapıya, Türkiye’deki
yatırımlara, Türkiye’deki fabrikalara bu tarikatçıların el koyması Türkiye’de bugün en önemli
gündem meselesidir ve diyorum ki bizim bununla savaşmamız lazım. Bununla savaşmamız
içinde mutlaka iktidar olmamız lazım. Ama bakın samimi söylüyorum çokta erken değil
zaman geçiyor ve dolayısıyla bu konuda hassas olmamız lazım. Bizde hassasız ama birde
kamuoyuna bunu çokta iyi ifade etmemiz lazım. Çok iyi anlatmamız lazım. Yoksa o AKP’
ye oy verenlerde okkanın altına girecekler, onun için bu hususu bu gizli gündemi çok iyi
anlatmamız lazım.
76
Gelelim açık gündeme, değerli arkadaşlar ekonominin de nereye gittiğini, ekonomideki
gidişatın nasıl olduğunu iki türlü anlayabiliyoruz. Birisi yine rakamlarla anketlerle ortaya çıkan
sonuç, birde söylediğim gibi bizim kendi yaşamımız. Şimdi kendi yaşamımızla anketlerin aynı
olmadığını da görüyoruz. Bakın bu siyasi iktidar o kadar hile yapıyor ki ben 45 senedir iktisat
ile uğraşırım, bundan 4 sene öncesine kadar Devlet İstatistik Enstitüsü sonra TÜİK oldu, bu
kurumun rakamlarını kullanırdım ama bugün kullanamıyorum. Bunu mecliste de gündeme,
gündem dışı da, komisyonlarda da dile getiriyoruz. O kadar rakamları saptırıyorlar ki nasıl
Başbakan 262 milyar dolar dış borç için Türkiye’ nin dış borcu 10 milyon YTL, 10 Milyar YTL
diye öyle yüzü kızarmadan söylüyorsa, TÜİK’ de bu rakamlara takla attırıyor. Örneğin 2007
yılında 3 ncü çeyreğinde Türkiye’ de büyüme %1,5’ tur diye ilan etti. 6 ay geçti 3,5’a revize
etti. İstatistiklerde %5- %10 yanılma olur. Ama dünyanın neresinde büyümeyi siz önce 1,5
ilan ederisiniz sonra revize eder 3,5’a çıkarırsınız. Böyle şey dünyanın neresinde olur? Hangi
iktisat biliminde yahut istatistikte olur ? Onun için bunlar gerçekleri önemli ölçüde gizliyorlar
ama yaşamımızda bunu görüyoruz. Nasıl görüyoruz? Gizleyemedikleri konular var mesela
tüketici anketlerinde Türkiye İstatistik Kurumu ve Merkez Bankasının ortak yaptığı tüketici
anketlerinde tüketici güven endeksi %65’düşmüş. Güven endeksi 100 olursa piyasaya
hükümete güven var, ama altına düşerse yoktur. 95 civarındaydı 2007 Temmuz’ unda, bugün
65’e düşmüş. Tüketici güven duymuyor. Tüketiciye soru soruluyor bu ankette ekonomiyi
nasıl görüyorsun geleceğini kötü görüyorum. Ha şimdi bunları destekleyen TÜSİAD gibi reel
sektör üyelerinin de güveni kalmadı. Reel sektörün 2007 Temmuz ayında güveni vardı. 112
olan güven endeksi de bu gün düştü. 95’e düştü. Demek ki reel sektör de güvenmiyor yani.
İşadamları da artık güvenmemeye başladı. Neden? Niye aklınız başınıza geç geldi? Yani
bunlar bu kadar ülkenin servetine bu kadar imkânına el koyduktan sonra mı aklınız başına
geldi? Şimdi onun için reel sektörde güvenmiyor buradan da ekonominin önemli ölçüde inişte
olduğunu görüyoruz. Şimdi ekonominin inişte olması hepimiz için zararlıdır elbette. Belki
Türkiye’nin geleceği için bir musibet bin nasihatten iyidir demişler. Yani böyle bir musibet
belki de bunların sonunu getirecek ve Türkiye’yi kurtaracak. Şimdi ekonomi inişte diyoruz,
mali krize gidiyor diyoruz, gerçekten gidiyor mu, nasıl gidiyor, ben bunları 4 konuda irdeleme
yaparak size ifade etmek istiyorum.
Birisi enflasyon, şimdi değerli arkadaşlar bir defa enflasyonda 2003 yılında Ekim ayında
üretici fiyatlar endeksi %16,10 du. Demek ki bundan 5 sene önce neydi 16.10 2003 yılında
Ekim ayında, bugün ne 18.41 bakın Türkiye demek ki 5 senedir enflasyonu yenemediği gibi
birde bugün daha da artmış. 5 sene öncesine göre TÜFE’ ye tüketici fiyatlarına bakıyoruz.
Bu tabi daha çok halkı ilgilendiren fiyatlar 2004 yılının Nisan ayında 10.18 şimdi geçen evvel
ki seneler deniyordu ki enflasyonda AKP başarılı ben iddia diyordum başarısız bugünkü
enflasyonu %30’da %10’a indirmek kolay. Ama %10’dan %5’e indirmek çok zor neden
birisinde enflasyonun köpüğünü alıyorsunuz, öbüründe yapısal sorunlar ortaya çıkıyor maliyet
sorunları ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla enflasyon kronikleşiyor onu ve %5’e indirmek çok zor işte burada da görüyoruz.
2004 Nisanında 10.18 bu Temmuzda geçenlerde açıklandı 12.06, demek ki enflasyonda bunlar
başarısız. Şimdi enflasyonda başarılı olmak yalnızca rakamlarla olmuyor. Aynı zamanda
enflasyonun getirdiği sorunlarda var. Neden enflasyon 5 senedir düşmüyor? Bunun nedeni
2001 yılındaki güçlü ekonomiye geçiş programı yahut yangın söndürme programı adından da
anlaşılacağı gibi toplam talebin kısılmasına yönelik bir takım önlemler getirdi. Ne yaptı? Dedi
77
ki maaş, ücretler reel olarak düşecek. Efendim çiftçiye verilen destekler yarı yarıya azalacak
gerçekten bunlar oldu. Gerçekten talep kısıldı enflasyon bir yere geldi ama ondan sonra AKP
iktidarı 2004 yılı başında bu programı değiştirmesi lazımdı. Çünkü bu kısa vadeli söylediğim
gibi yangın söndüren bir program bunun müellifinden de yahut bu programı o zaman ilan
edenlerde aynı şekilde yapmıştı. Bu bir kısa vadeli program bu bir yangın söndürme programı
enflasyonun köpüğünü alacak ama bundan sonra Türkiye’ de yapısal dönüşüm programı
yapılması gerekirdi? Ne yapmak gerekirdi? Bir defa sektörel dengeyi kurmak gerekirdi. Bakın
Türkiye bugün finans sektörü ile reel sektör arasında çok fark var. Finans sektörü çok büyüdü.
Reel sektörün aleyhine büyüdü hepimiz finans sektörünü besledik. Nasıl besledik geçenlerde
meclisten bir kanun geçti. Bu kanunda biz itiraz etmemize rağmen önleyemedik. Bu kanunla
hazinenin TMSF’ ye olan 90 milyar YTL’ lik borcu silindi.
Peki diyoruz bankaların halka maliyeti ne? orada Meclis 90 milyar borcunu sildi. Şimdi 90
milyar YTL ama bir kısımda geliri olmuş yani TMSF bazı banka batıranlardan da tahsilât
yaptı. Onları da koyarsak 20 milyar YTL demek ki 90’ nını sildik 110 milyar YTL bankaların bu
ülkeye verdiği maliyet. Bu paralar ne oldu. Bu paraların ne olduğu belli, yani Erol Aksoy İktisat
Bankasını sattı gitti, bir tane Paris’ te bankası var. Bir tane de New York’ ta var. Arkadaşlar belli
bu paraların nereye gittiği. Şimdi ama sen onu takip etmiyorsun. Ondan almıyorsun kimden
alıyorsun? Milletten alıyorsun. Bakın 90 milyar YTL borcun silinmesi demek ne demektir?
Arkadaşlar biz bunu vergilerimizle ödeyeceğiz demektir. Yani para basılıp ödenmeyecek..
Ya nasıl ödeyeceğiz? Biz ödeyeceğiz vatandaş vergilerle ödeyecek. Yani 90 milyar YTL’ lik
bankaların borcunu bankayı batıranlar içini dolandıranlar yurt dışına götürenler 90 milyar
dolar maliyetini bugün biz vergilerimizle ödeyeceğiz.
Şimdi arkadaşlar bunu sezinlemek çok zor. İşte yeraltı çalışması budur. Yani senin yarın
ödeyeceğin vergiden, vergiyi hesaplamıyorsun çok irdelemiyorsun. Ama bu bankaların, bu
batık bankaların borcunu 90 milyar YTL silindiğine göre siz ödeyeceksiniz, biz ödeyeceğiz,
vergilerimizle. Yani arkadaşlar, bu sistem maliyetlerin sosyalizasyonu demektir. Hırsızlığın
sosyalizasyonu demektir, banka dolandırmanın sosyalizasyonu demektir. Bir ülkede eğer
maliyetler sosyalize edilirse o zaman karlarında, gelirlerinde sosyalize edilmesi talebine yol
açılmış olur. Buda çok tehlikeli bir yoldur. Onun için bu tür haksızlıklar, aynı zamanda bu tür
yolsuzluklar, teröründe anarşinin de kaynağıdır ve ona yol gösterir.
Eğer biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak iktidarda olsaydık 2004 yılında bu güçlü ekonomiye
geçiş programından sonra bir yapısal dönüşüm programı yapacaktık. Bu yapısal dönüşüm
programında ulusal sanayileşme strateijisi uygulayacaktık. Şimdi ki gündemimizde de var,
programımızda da var. Ulusal sanayileşme politikası sonucu enflasyon sorunu da çözülürdü.
78
BURSAİLBAŞKANLIĞI
PARTİOKULU
16 Ağustos 2008 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00_____________ “ İşçi Sınıfının Sorunları ve CHP’nin Görevi”
Cevdet SELVİ
CHP Genel Başkan Yrd.
15:00_____________ “ CHP Tarihi”
Kemal ANADOL
CHP Grup Başkanvekili
CEVDETSELVİ
79
16 Ağustos 2008-BURSA
‘‘İşçi Sınıfının Sorunları ve CHP’nin Görevleri’’
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Cumhuriyet Halk Partisinin değerli üyeleri,
Kıymetli Basın Mensupları, Sevgili Katılımcılar, Parti Okulumuza Hoş Geldiniz ! Şimdi sizleri
aziz şehitlerimiz ve büyük Atamızın manevi huzurunda 1 dakikalık saygı duruşuna ardından
İstiklal Marşını hep birlikte söylemeye davet ediyorum.
Açılış konuşmasını yapmak üzere, İl Başkanımız Sayın Gürhan Akdoğan’ı kürsüye davet
ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Sayın Genel Başkan Yardımcım, çok değerli Milletvekillerim, çok değerli
Belediye Başkanlarım, yine çok sevdiğim yoldaşlarım, arkadaşlarım, İlçe Başkanlarım,
İl Yöneticilerim, Kadın Kollarım ve Gençlik Kollarım, dahası partimin çok değerli üyeleri.
Bugünkü toplantımıza hoş geldiniz.
Ben burada en fazla bilgiyi alacağımız bir ortamı yaratma adına sözü fazla uzatmadan çok kısa
bir iki şey söylemek istiyorum. Bu hafta sonu yine aynı ortamda, aynı tatil gününde, Bursa’da
yine Türk siyasetinin çok önemli, çok deneyimli bir kilometre taşını burada ağırlamaktan onur
duyuyoruz.
Dolayısıyla burada edineceğimiz bilgiler kadar buraya katılan arkadaşların birbiriyle olan
ilişkilerini güçlendirmesi açısından da çok önemli gördüğüm bu ortamı biliniz ki, Türkiye’nin
çeşitli illerinden çok yoğun taleple oralara örnek model olarak aktarılması yönünde çok ciddi
talepler alıyoruz.
Bugün çok sevgili Genel Başkan Yardımcımla da onur duyarak bunu paylaştım. Bunu niye
önemsiyoruz? Dedik ki: “Bursa örnek olacak..” Evet biz bu örnek çalışmaları başlattık ama
bu çalışmaların hayata geçmesindeki en önemli destek işte bu ortamda hazır olan biraz evvel
protokol adına saydığım tüm katmanlar tüm bileşenler çok önemli destek veriyor.
Biz sizlerden bu desteği bu gücü almazsak bu olumlu şeyleri yapma şansımız olamaz ve
Türkiye’de bunun yaygınlaşması adına da model oluşturma şansımız olmaz. Onun için büyük
bir teşekkür sizlere.
Sevgili dostlar, bugün aramızda benim gençlik dönemlerimden tanıdığım, o dönemlerde
gençlik hareketi içinde mücadele ederken, emek mücadelesinin çok önemli bir isminin
ağırlıyoruz. Emek mücadelesi dendiğinde işçi işveren ilişkileri dendiğinde bu yolda belki de
ömrünü adamış partimizin en önemli isimlerinden bir tanesi Sayın Cevdet SELVİ ile beraberiz.
Onu burada dinlemekten büyük bir keyif alacağız. Ben sevgili Genel Başkan Yardımcıma
bizi onurlandırdığı için Bursa İl Örgütü adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyor saygılarımı
sunuyorum efendim.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Konuşmacımız Cumhuriyet Halk Partisi
Genel Başkan Yardımcısı Cevdet SELVİ’nin özgeçmişini arz ediyorum.
80
Cevdet SELVİ 1943 Eskişehir doğumludur. Akşamları Tekniker Okulu Makine Bölümünde
öğrenimini gündüzleri ise Eskişehir Hava İkmal Merkezi Tayyare Fabrikasında usta olarak
çalışma yaşamını sürdürürken aynı yıllarda Akşam Tekniker Okulu Talebe Cemiyeti Başkanı
ve işçi olarak ta Harp-İş Sendikası Yönetimine seçilerek 1963 yılında örgütlü hak arama
mücadelesine başladı.
Askerlik dönüşü azot sanayinde teknisyen ve başteknisyen olarak çalışırken 1971 yılında
Petrol İş Genel Teşkilatlanma Sekreterliğine, 1978 yılında da Petrol İş Genel Başkanlığına
seçildi.
Türk İş Başkanlar Kurulu Üyeliği de yapan Selvi ülkemizde ve uluslar arası alanda Petrolİş’in saygın bir yer almasın da önemli bir rol oynadı. Solda birlik çalışmalarını çeşitli alanlarda
ve her fırsatta sürdüren Selvi 1998 yılında CHP kurultayında Parti Meclisi ve Genel Başkan
Yardımcılığına seçildi. Halen aynı görevi sürdüren Selvi 2002 yılı genel seçimlerinde Eskişehir
Milletvekili 2007 genel seçimlerinde ise Kocaeli Milletvekili seçildi. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Arz ettim efendim.
(Arz ettim efendim). Buyrun…
Gürhan AKDOĞAN- Efendim sizi kürsüye davet ediyorum. Buyurun efendim.
Cevdet SELVİ- Sayın Milletvekillerim, değerli İl Başkanı, İl Yöneticileri, Belediye Başkanları,
Belediye Meclis Üyeleri, İlçe Başkanları ve Yöneticileri, üyeleri, sivil toplum örgütlerinin kıymetli
başkanları, yöneticileri ve sevgili Bursa’lılar ilk önce hepinizi sevgi saygı ile selamlıyorum.
Bugün önemli bir gün, bu gün tüm milletimizin, ulusumuzun, İslam âleminin kandilini gönülden
kutlayarak sözlerime başlıyorum, başlamak istiyorum.
Ayrıca bu gün büyük can kayıpları yaşadığımız, yüreklerimizi acıtan Marmara depreminin
dokuzuncu yıldönümü. Ancak aradan 9 yıl geçtiği halde halen gerekli önlemlerin yeterince
alınmadığını ne yazık ki üzülerek görmekteyiz.
Sık sık televizyonlarda bilim adamları ve sorumlular tarafından daha büyük depremin olacağı,
ciddi biçimde önlem alınması gerektiği söylenmesine rağmen yeterli önemin verilmemesi
hepimizi rahatsız etmektedir.
Dilerim hükümet ve ilgili bakanlıklar konunun önemini ve ciddiyetini bir an önce görerek
alınması gereken önlemleri hızlandırırlar.
Bu bir tabi afettir, Türkiye maalesef bir deprem bölgesidir, günümüz teknolojisiyle bunu
önlememiz mümkün değildir diyerek sorumluluktan kaçamayız. Çünkü sürekli, büyük
depremlere maruz başka ülkelerde de olduğu gibi yapıları sağlamlaştırarak ciddi, bilimsel,
teknolojik, teknik önlemler alarak can ve mal kaybını asgariye indirmek mümkündür. Dilerim
bu noktaya bir an önce ulaşırız, kayıplarımız ve acılarımız azalır.
Ben burada hayatını kaybeden tüm yurttaşlarımıza bir kez daha Allahtan rahmet diliyor,
81
yakınlarına baş sağlığı diliyorum.
Sorumluların da vicdani hizmet ve sorumluluklarını yerine getirmesini gönülden arzu ediyorum.
Tabi bu gün Türkiye’nin en önemli olaylarından bir tanesini beraber değerlendireceğiz. Ama
vicdani sorumluluklarımı yerine getirmek için üç dört cümleyi söylemeden başlayamam.
Gerçekten herkesin şu sıcaktan bunaldığı, şu tatil gününde böyle bir programa katılma ihtiyaç
ve sorumluluğu ile buraya gelmeniz elbette beni çok etkiledi.
Bu, yaşanan olaylara, insanlara, ülkesine, duyarlı davranma duygusunun geliştiği insanların,
sorumlu insanların, insan olmanın, yurttaş olmanın gereğini yerine getirme arzusu içersinde
olan insanların gösterdiği bir tavırdır.
Yoksa şu sıcakta gidilecek çok yer var. Şu tatil gününde hakikaten haftanın yorgunluğunu
çıkaracak pek çok imkân var. Ama onları bırakıp buraya gelmeniz elbette Türkiye’nin geleceği
için, Bursa’nın geleceği için, ülkenin geleceği için umut vadeden bir olay o nedenle sizlere
teşekkür ediyorum.
Böyle bir organizasyonu hazırlayan, ciddiyetle seçilen konuları ayrıntılı bir biçimde
değerlendirme şansı veren bu eğitim etkinliğine karar veren, emek veren, tüm başkan ve
yöneticilere de huzurunuzda teşekkür ediyorum.
Bu ciddi bir olay, birçok il örgütümüz bu kararlı planlı bilinçli çalışmanın her yerde olmasını arzu
ettikleri için Bursa’ya başvuruyorlar. Bende bu konuda her yerde Bursa’yı örnek gösteriyorum.
Bu bakımdan il örgütümüzü ayrıca gönülden kutluyorum bu başarılarının devamını diliyorum.
Konumuza gelince, toplantımızın konusu, “ İşçi Sınıfının Sorunları ve Cumhuriyet Halk
Partisinin görevleri” o kadar önemli bir konu seçilmiş ki nasıl bitireceğiz bilemiyorum. Ben
özetlemeye çalışacağım.
İşçi sınıfının sorunları ve görevleriniz deyince, doğrudan doğruya çalışma hayatı ile ilgili,
endüstriyel ilişkilerle ilgili, çalışma yaşamıyla ilgili, üretim süreciyle ilgili bir alana bakmak
zorundayız.
Çalışma yaşamı, o ülkedeki ekonominin, sosyal yaşamın demokrasi düzeyinin, insan
ve emeğe verilen değerin somut göstergesidir.
Çalışma hayatı son derece dinamik ve son derece geniş bir alandır. Ülkelerin, toplumların
ekonomisini, sosyal yaşamını, demokrasi, insan hak ve özgürlüklerine yaklaşımını, bakışını,
dünyadaki diğer ülkelerle ilişkisini, adalet anlayışını ortaya koyan somut bir alandır, ciddi bir
göstergedir.
Endüstriyel ilişkiler, işçi sınıfının ana unsuru olduğu çalışma hayatı, bir ülkede demokrasinin
hangi düzeyde olduğunu açıkça gösterir. Bir ülkenin ekonomik durumunu somut olarak ortaya
koyar, o ülkede insana ve emeğe verilen değeri net bir biçimde gösterir. Sosyal yaşamdaki
huzuru, bunalımı, kaosu açıkça ortaya koyar.
Günümüzde, özgürlük, demokrasi, insan hakları kavramları farklı amaçlar için
82
kullanılmaya başlanmış ve içi boşaltılmıştır.
Günümüzde çalışma hayatına bir bütünlük içersinde baktığımızda demokrasinin söylendiği
gibi uygulanmadığını, yaşanmadığını görürüz.
6 yıldır Türkiye’de ve dünyada demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin yoğun bir biçimde
gündemde olduğunu, ancak bu kavramların insanları sömürmek, yanıltmak, onların ellerindeki
olanakları kendi çıkarları ve amaçları doğrultusunda kullanmak için içi boşaltılmış kavramlar
haline getirildiğini görüyoruz.
Hep beraber dinledik, Irak’a demokrasi götürülecekti, Irak’a insan hakları ve özgürlükler
götürülecekti, sonucu hep beraber gördük. Demokrasi, özgürlük, insan hakları bu değildir.
Bu sadece içi boşaltılmış oradaki petrole el koyma, enerjiye el koyma, o bölgeyi teslim alma,
kendi çıkarını ve sömürüsünü sürdürmeye yönelik bir hareket olduğunu gördük.
Bize uygarlıktan bahsedenler, insan haklarından, özgürlüğünden bahsedenlerin çocukları,
yaşlıları, kadınları katlettiğini gördük. Kan gölüne çevirdiler. Özgürlük, demokrasi ve insan
hakları adı altında, savaş yasalarına bile uymayan işkenceler yaptılar. Aslında bunun bir
petrol savaşı olduğunu, bu kavramlarla hiçbir ilgisi olmadığını hep beraber yaşayarak gördük.
Maalesef ülkemizde de bu argümanların, insanların sömürülmesi, kendi çıkarları ve amaçlarına
dönük olarak kullanılması çabalarının hızla artmakta olduğunu görüyoruz.
Şimdi tekrar endüstriyel ilişkilere, işçi sınıfının sorunlarına, çalışma hayatına dönüp
baktığınızda; Türkiye’de demokrasi konusunda uygulanan çifte standardı somut olarak
görmekteyiz.
Değerli Arkadaşlarım, bugün ülkemizde, sadece sermayenin, işbirlikçilerinin, mevcut
iktidarın yandaşlarının, ideolojik tabanının amaçları ve çıkarları söz konusu olduğunda
sözde demokrasi ve özgürlük çığlıkları atıldığını, ancak sıra emeği ile geçinen, alın teri ile
üretip insan gibi özgürce yaşamak isteyen çiftçisinden, işçisine, emeklisinden, memuruna,
esnafına, sanatkârına geldiğinde bu en tabii ekonomik ve demokratik haklarının gasp edildiğini
görmekteyiz.
Çalışma yaşamının vazgeçilmezi, sendikal örgütlülük ve birliktir.
Demokrasinin yaygınlaşması, korunması ve gelişmesi toplumun örgütlü olmasına bağlıdır.
Çalışma yaşamının vazgeçilmezi ise sendikal örgütlülüktür. Çalışanların herhangi bir sendika
kurması veya sendika üye olma hakkını kullanmasıdır.
Bugün Anayasanın 51’nci maddesi özetle; çalışanlar bir sendika kurma hakkına sahiptir.
İstedikleri sendikaya üye olma, istedikleri sendikayı tercih etme hakkına sahiptir. Hiç kimse
müdahale edemez, eden olursa yaptırım uygulanır, suçtur der. Anayasanın 90’ncı maddesi
uluslararası anlaşmalar iç hukukta da geçerlidir der.
Bizimde ILO sözleşmeleri, Avrupa Birliği kriterleri, Gözden Geçirilmiş Avrupa Şartları gibi
uzlaştığımız, anlaştığımız, imzaladığımız bir takım uluslar arası anlaşmalar vardır. Birleşmiş
83
Milletler Uluslararası Çalışma Teşkilatına 1932 yılında ulu önder Atatürk’ün imzası ile
Türkiye’ye girmiştir. Atatürk’ün imzası ile İLO’ya Uluslararası Çalışma Örgütüne Türkiye
girmiştir ve dolayısıyla Anayasanın 51 ve 90’ncı maddesi çalışanların, işçilerin sendikalı olma
sendikaya üye olma hakkını tanımaktadır.
2821 Sayılı Sendikalar yasasının da 31’nci maddesinde aynen Anayasadaki gibi çalışanlar
sendikaya üye olabilirler, hiç kimse müdahale edemez, eden olursa cezalandırılır demektedir.
Bugün Türk Ceza Yasasının 118’nci maddesinde de sendikalaşma, örgütlenme hakkını
kullanan, kullanmak isteyenlere karşı herhangi bir müdahalede bulunanlar hapis ile
cezalandırılır denmektedir. Yasal düzenlemeler böyledir.
Ancak uygulamaya baktığımızda, her gün demokrasiden, özgürlükten bahseden AKP ne
yapmıştır? İşçi sınıfı üzerinde ve özgürlük demokrasi konusunda ne yapmıştır? Dönüp bakalım
hiçbir şekilde bu ekonomik ve demokratik hakların kullanılmasına müsaade etmemiş sermaye
ile birlikte bu hakları gasp etmiştir.
AKP, yandaş olanları hariç sendikalara ve sendikal haklara soğuk.
Sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmadığı gibi sendikalı olduğu için işten
atılanlara seyirci kalmış, sendikalı işçilerin yandaş sendika ve konfederasyonlara geçmeleri
için her türlü baskıyı yapmıştır ve yapmaktadır.
Umutla, iyi niyetle bu iktidara % 47,5 oy veren vatandaşlarımız, her türlü fedakarlıkla ve
sabırla bugüne kadar beklemiş ancak umduğunu bulamamıştır.
Dünyanın en yüksek vergisini, sigorta primini günü gününe ödediği halde istediği hizmeti
alamayan işçilerimize bu var olan Anayasal ve yasal hakları da kullandırılmamıştır.
İşçilerimiz en çok AKP iktidarı döneminde canlarını kaybetmeye, sakat kalmaya
başladılar.
Yıllardır hakları gasp edilen işçiler en çok bu iktidar döneminde canlarını kaybetmeye, sakat
kalmaya başladılar.
Tuzla’daki olaylar hepimizin vicdanını sızlatır hale gelmiştir. CHP olarak “İşçi Sağlığı ve İş
Güvenliği” konusundaki bu tehlikeli gidişi önceden görerek TBMM’nin komisyon ve genel
kurul çalışmalarında birçok girişimlerde bulunduk, ama birinci derecede görevli ve sorumlu
olan iktidar tarafından hiç ciddiye alınmadı dönüp bakılmadı, lafla geçiştirildi.
Binlerce işçi sakat kaldı, binlerce aile kan ağladı, öksüz kaldı, dul kaldı. Doldur filikanın içine
16 tane asgari ücretli yiğidi at aşağıya, öldüğü zamanda iş kazası de buna, bu bir iş kazası
değil bir iş cinayetidir.
Tuzla tersanelerdeki iş kazaları başlar başlamaz Cumhuriyet Halk Partisi ekipleri,
milletvekilleri, hemen olay yerine giderek incelemeler yapmış, kamuoyu uyarılmış, yetililerin
dikkati çekilmiştir. Çalışma Bakanı göreve çağırılmıştır. Ama sayın çalışma bakanı da gidip
84
aynı başbakan gibi lafla vaziyeti idare etmeye kalkmıştır.
CHP bununla da yetinmemiştir. Bu kazaların önlenmesi için alınması gereken tedbirlerin
belirlenmesi amacıyla TBMM’de bir araştırma komisyonu kurulması için önerge vermiştir.
CHP grubu ayrıntılı çalışma yaparak kazaların önlenmesi için alınması gereken tedbirleri de
içiren bir kitap bile hazırlamıştır.
Açıkça söyleyeyim meclisten çıkan raporda her şey ciddi bilimsel, teknolojik gelişmeler
oradaki şartlara göre alınacak önlemler ortaya konmuştur. Çünkü dünyada teknoloji, bilim
ilerlerken onun getirdiği yan etkileri önleme konusunda da tedbirler alınma zorunluluğu
vardır. Buda bilinmeyen bir şey değildir. Diğer ülkelerde, demokrasisi yerleşmiş ülkelerde,
çalışma bakanlıkları o işyerlerinde üretim yapılırken kendi yurttaşını ve çalışanı insan gibi
yaşatabilmek, sakatlanmasını önleyebilmek, ölümünü önleyebilmek, çocukların perişan
olmasını önleyebilmek için görev almış, sorumluluk almıştır.
Ama bizde böyle bir şey yoktur. 6 yıldır her şey lafla olduğu gibi burada da iş lafla propagandayla,
yandaş basın ve televizyonla uyutulmuştur ve dolayısıyla bu hükümetin işçiye insana, insan
onuruna, insan sağlığına bakışı somut olarak ortaya çıkmıştır. Bunun hesabını vicdanına
veremez haldedir, tarih önünde veremez haldedir. İşçi sınıfına karşı, çalışma yaşamındaki
unsurlara ve insanlara karşı, sorunlara karşı hesabını bile veremeyecek duruma düşmüşlerdir.
CHP olarak meydana gelen kazalar nedeniyle gittiğimiz, incelediğimiz bir çok maden
ocaklarında da durum Tuzla’dan çok farklı değildir.
Değerli Arkadaşlarım, aylığınızı düşürürler sesinizi çıkarmaz buna boyun eğerseniz, asgari
ücreti açlık sınırının çok altında açıklarlar, evet dersiniz, sendikaya sokmazlar evet derseniz,
bunlara katlanır işsiz kalmaktan kurtarırım derseniz, hayır yetmez işte örnekleri; Onurunuz
ile oynarlar, o ölen insanların onuru ile oynanmıştır, o filika ile atılan insanların sağlığı ile
oynanmıştır, canı ile oynanmıştır.
Sendika üyesi oldukları için işten atıldılar,
İkinci bir demokrasi olayını anlatayım size Bursa’dan. Bursa’da belediyeye bağlı otobüslerin
şoförleri Limter-İş diye yasal, demokratik eskiden beri var olan bir sendikaya üye olmaya
kalkmışlar. Dünya başlarına yıkılmış.
190 kadar ağır iş yapan, yolcu taşıyan, bu sıcakta sabahtan akşama kadar can taşıyan
şoförler çok büyük hata yapmış. Başbakanın demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi sözlerine
kanarak buda bizim Anayasal hakkımız diyerek bu sendikaya üye olamaya kalkmışlar, hepsini
birden aileleriyle sokağa atılmışlar.
Bu saygı değer belediyemiz AKP’li belediye onu kasıtlı söylüyorum. Yani bir yere bağlayacağım
için. Elbette bizim Bursa Milletvekillerimiz her konuda hassas davranan örgütümüz İl
Başkanları, İlçe Başkanları, yöneticiler, beraber bir gidelim de belki faydamız olur. Bu insanlar
hiçbir suç işlemedi Anayasaya uygun hareket ettikleri yasalara uygun hareket ettikleri için
ekmeğinden oldu dediler.
85
Çıkıp geldik yüreğimiz sızlayarak ve dedik ki bunu uzatmayın Bursa’ya bunun için geldik. Çok
heyecanlılardı. o ağır ve tehlikeli işi yapan, can taşıyan insanlar şaşkındı. Başı örtülü aileleri
de şaşkındı. Neden şaşkındı biliyor musunuz? Ne yaptığının farkında değildi. Ergenokoncu
mu olduk falan diye düşünüyordu. Yani yasal dediler, Anayasal dediler, demokrasi, özgürlük
var dediler. Biz daha para bile istemedik. Sadece bir sendikaya girdik. Bu duruma geldik diye
üzüntü içindeydi aileler.
Bu gün 76 gün olmuş, hala bu insanlar sokakta Bursa’da. Bursa’yı hiç kimse öyle gelişi
güzel bir il olarak göremez. Çünkü Bursa aydın insanların kentidir. Bursa üreten yurttaşların
bulunduğu bir kenttir. Devlet yatırımlarına bakın, Bursa’nın sanayisine bakın, Bursa’nın
girişimcisine bakın o zaman fark edersiniz.
Bu gün geldim. Milletvekili arkadaşlarım, İl Başkanı ve yöneticiler abi o çocuklar, o haklı
insanlar hala sokakta ne yapacağız diyor. Biz Milletvekillerimizle buraya geldikten sonra, tabi
ki iç tüzüğün verdiği imkânı Anayasal olanakları kullanarak meclise aksettirdik bunu.
7–8 ay önce Balıkesir Susurluk’ta Yörsan Yoğurt Fabrikasında çalışan işçiler de büyük bir
hata yapmışlar, onlar da Tek Gıda İş’in üyeleri olmaya kalkmışlar. 300- 400 kişi sendikaya
girmeye kalkmış hepsi de işten çıkarılmış.
Oraya defalarca gittik. Genel Başkan’da gitti ve sendikaları ile de konuştum. Gitmeden öncede
konuyu inceledik. Yasal hakları var mı? Demokratik hakları var mı? Bir yanlış var mı? Çünkü
koskoca parti gerçekten bir yanlışı gidip savunmaya kalkarsa güven zafiyeti olur. Kesin haklı
görmediğimiz yere gitmeyiz. Sendika ile de konuştum işçiyi de topladık fabrikada ve dedik ki
ey işveren ömrümüz bu iş ile geçti. Sen niye bu kadar korkuyorsun gel bunlar para istemiyor,
döndüm işçiye para istiyor musunuz? Hayır. Ne istiyorsunuz. Sendikal hakkımızı istiyoruz
dediler.
Bunu bile yapmadılar. Milli Eğitim Bakanı Sayın Çelik’in de yakınıymış. Meclise taşıdık. Başka
yerdekileri de sayarsam işte Türkiye’de demokrasinin, özgürlüğün kime olup, kime olmadığı
somut olarak ortaya çıkar.
İşçi sınıfının yaşadığı ekonomik sorunların, demokratik sorunların, siyasal sorunlarının
altında yatan temel neden sendikal örgütlülüğün ve birliğin yeterli ve gerekli düzeyde
olmamasıdır.
Ülkemizde belirli bir kesime, yurt içinde, yurt dışında sosyal, siyasal, ekonomik her türlü
örgütlenme serbest. Ama emekçilerin sendikaya üye olması, örgütlenmesi yasak.
Çalışanlar yıllardır FON mağduru oldular;
Değerli arkadaşlarım biraz önce en yüksek vergiyi bordrolular veriyor dedim. Ülkemizde,
çalışanlar sadece yıllardır ödedikleri dünyanın en yüksek vergi ve primleriyle haksızlığa
uğramadılar. Birde fon olayları vardır. Çalışanlardan kesilen paralarla oluşturulan devasa
fonlar amaçları dışında kullanılmış, çarçur edilmiştir. Tasarruf Bonosu, Meyak, İyak, Zorunlu
Tasarruf, KEY bu fonların akıbetini hepiniz biliyorsunuz.
Değerli arkadaşlarım, eğer dikkat ederseniz arada AKP’li yetkililer, işçilerin memurların yıllarca
86
sürünen zorunlu tasarrufunu biz ödedik diyor. Tabi ödeyeceksin, bu millet vergisini vermiş,
sigortasını vermiş, bir de ondan onun üstüne sen fon diye elindeki parayı almışsın, vereceksin.
Ancak şu gerçeği de söylemek lazım, AKP iktidarı işçinin memurun zorunlu tasarrufunu onların
hakkı olduğu bu haklarını vermek istediği için ödemedi. Ödenmesi Anayasa Mahkemesi kararı
ile zorunlu hale gelmişti zaten. Birde 2000 yılından itibaren zorunlu tasarruf fonuna yapılan
kesintiler işsizlik sigortası fonuna yönlendirilmişti ve ciddi bir kaynak orada oluşmuştu. Bugün
milyonlarca insan işsiz ve aç gezerken yaklaşık 50 milyar TL’ye ulaşan fon devlet tarafından
kaynak olarak kullanılmaktadır. Zorunlu tasarruf paralarını ödedik diye övünüyorlar. Yaptıkları
işçiden, memurdan kepçe ile aldıklarını kaşıkla vermekten ibarettir.
Birde bildiğiniz gibi halen çözülmemiş bir KEY olayı vardır. Yıllarca çalışandan konut edindirme
fonu için para kesildi ama paranın nerede olduğu belli değil. Kim ne kadar vermiş belli değil.
Yapılan ödemelerin adaletle, hukukla, ekonomik gerçeklerle alakası yok. Devlette yıllarca
çalışan, milyonlarca memurun bile KEY kesintilerine ulaşılamadı, paralarını alamadılar.
Kayıtları bulunanlara ise 10, 20, 50, 150, 300 TL gibi komik ödemeler yapıldı. Bunun adı ödedik
oluyor. 7 yıl iktidarda olacaksın ve işçinin, memurun çarçur edilmiş üç kuruşluk alacağını bile
ödemeyi beceremeyeceksin, sonrada çıkıp biz ödedik diye övüneceksin.
Bir kazanımdır, bir aşamadır diye memura grevsiz, toplu sözleşmesiz sendika hakkı
veren yasaya razı olanlar şimdi pişmanlar,
Değerli arkadaşlarım yılardır yaşayarak gördüğünüz olaylar var. Yıllardan beri kamu
çalışanları sendikalaşmak için uğraşırlar. Yani memurlar gayret gösterirler. Bu iktidar gelirken
demokrasi, özgürlük, insan hakları dedi demokratik hakların verileceğini söyledi. Her toplu
görüşme arifesinde de başbakanlar, bakanlar, sizin grevli toplu sözleşmeli sendikal hakkınızı
vereceğiz diye söz verdiler. Ancak bu uluslararası anlaşmalardan doğan, toplu sözleşmeli,
grevli bu hakkı da teslim etmediler. Haklarını isteyen memurları sağa sola sürdüler, böldüler.
Bir kısmı toplu görüşmeleri sürdürürken diğer bir kısmı ise artık yeter sen bizim demokratik
hakkımızı toplu iş sözleşmeli ve grevli sendikal hakkımızı ver diyor.
Peki, CHP burada ne yaptı. CHP olarak Türkiye’nin geleceğine ve Türkiye’nin ekonomisine
Türkiye’nin toplumsal yaşamına ve siyasal yaşamına olumlu etki yapacak şekilde gerekli
mücadele verilmiştir-verilmektedir.
TBMM’nin 20. döneminde, memur sendikaları yasası görüşülürken gittik taraflara dedik ki
dünyanın hiçbir yerinde, grev hakkı olmayan, yaptırım gücü olmayan, sözleşme, müzakere
hakkı olmayan sendika, sendika değildir ve kamu çalışanlarına hiçbir olumlu katkısı olmaz
dedik. Hayır, efendim bu bir adımdır, filan dediler.
Şunu da özellikle belirteyim bu tür konularda partimiz sivil toplum örgütleri ile bir araya gelerek,
fikir alışverişi yaparak çözümlerini, raporlarını oluşturur ve gerekli mücadeleyi dürüstçe samimi
olarak verir. Bu konuda da böyle yapmıştır.
Bize dediler ki yok efendim memura grevli, toplu iş sözleşmeli bir sendika hakkı verilirse
kamu yönetiminde disiplin kalmaz, grevler olur, şunlar olur, bunlar olur, kamu görevi yeterince
yapılmaz.
87
Ve bazı memur sendikaları konfederasyonları geldiler ya bunun üstüne çok gitmeyelim bir
adımdır. Tam olmasa da bir kazanımdır dediler. Onlara sendikacılığın ne olduğunu, nasıl
olursa anlam ifade edeceğini ülkemizden ve dünyadan örnekler vererek anlattık. Yasa bu
haliyle çıkarsa, mevcut durumdan da geriye düşüleceğini, Kanarya sevenler derneğine
benzer bir yapının oluşacağını ve uzun yıllar bunu düzeltmenin mümkün olamayacağını her
fırsatta çıktık söyledik, anlattık.
O zaman iktidarda koalisyon hükümeti vardı. Onlara da ayrıca anlattık ancak yinede ısrar
ettiler fakat ısrarlı mücadelemiz karşısında, 26 ncı madde görüşülürken yasa tasarısını geri
çekmek zorunda kaldılar.
Israrla mücadele ettik çünkü yararı olmayacaktı. Hükümet sendikalarla toplu olarak göstermelik
görüşme yapacak ve bildiğini okumaya devam edecekti.
Nitekim CHP’nin Mecliste olmadığı 21. dönemde, 2001 yılında yasayı getirdiler ve istedikleri
gibi çıkardılar. Aradan geçen 8-9 yılda yasanın bu haliyle anlam ifade etmediği, toplu sözleşme
ve grev hakkı olmadan hak alınamadığı yaşanarak görülmüştür. O zamanlar bu bir aşamadır,
kazanımdır diyenler gelip bize hak vermişlerdir ancak iş işten geçmiş, büyük zaman kaybı
yaşanmıştır halen de bunun ne kadar süreceği belli değildir.
Çünkü, işine her geldiğinde, AB normları, demokrasi, özgürlük ve insan hakları lafını ağzından
düşürmeyen ve 7 yıldır üçte iki çoğunlukla iktidar olan AKP’nin memurlara bu haklarını vermeyi
aklından bile geçirmemektedir.
AKP çıkardığı İş Yasası ile adeta kölelik düzeni getirmiştir.
AKP çalışma yaşamını tahrip etmiştir. Ciddi muhalefetimize rağmen 22. dönemde çıkardığı
4857 sayılı İş Yasası ile işverenin işçiyi istediği yerde istediği gibi çalıştırma imkanı getirmiş iş
güvencesini sınırlandırmıştır.
İşçilik adeta kölelik haline getirilmiştir. Kaçak işçilik, taşeronluk sistemi yaygınlaşmış, esnek
çalışma modeli ile işçiler istendiği kadar çalıştırılabilir ya da çalıştı gösterilebilir hale getirilmiştir.
Sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmadan, sendikal haklar tam olarak
sağlanmadan çalışanların haklarını almaları ve çalışma yaşamının adil ve huzurlu bir hale
gelmesi mümkün değildir. Sağlıklı bir sendikalaşma ile kayıt dışı ve haksız rekabet önlenir.
Çalışanların gerçek haklarını alması, gelir dağılımındaki uçurumun azalmasına, daha sağlıklı
bir orta sınıf, daha güçlü ve huzurlu bir toplum oluşmasına hizmet eder.
Değerli arkadaşlarım bu konular biliniyor ve biz ne yapacağız, ne edeceğiz bütün bunların
hazırlığı yıllardan beri var ve biz bu hazırlığımızı iktidar olduğumuz takdirde ortaya koyacağız.
Kurulduktan 16 ay sonra; hiçbir bilgisi, birikimi, deneyimi, hazırlığı, olmadan iktidara
gelen AKP iktidarı ekonomik, sosyal ve siyasal alanda büyük tahribat yaratmıştır.
Bakınız bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sosyal siyasal çöküntü uluslararası
88
ilişkilerdeki büyük tahribat deprem gibi doğal afet gibi kendiliğinden gelmemiştir. Bu duruma
göz göre göre gelmiştir-getirilmiştir. Bunu bir partiyi eleştirmek amacıyla söylemiyorum.
Herkesin vicdanıyla, mantığıyla, tecrübesiyle, mutlak bunu Türkiye için gözden geçirmesi
gerekir.
2002 yılında genel seçim yapılacak, 2002 yılından 16 ay önce bir parti kuruluyor. Türkiye’de
AKP kuruluyor. 16 ayda kurumsallaşmasını tamamlamamış. Yani genel seçime giderken,
ülkenin sorunları ile ilgili politikaları oluşmamış, derleme toplama, bunu hakaret etmek için
söylemiyorum. Derleme toplama, yeni kurulan bir parti. Her yerden toplanmış, birbirini bile
tanıma olanağına sahip olmayan, sınanmamış, sorumluluk altında Türkiye’yi görmemiş,
devlet tecrübesi olmayan bir parti.
Laik, demokratik, hukuk devletini farklı yönlendirmeye çalışan, cumhuriyeti, cumhuriyetin
kurumlarını, cumhuriyetin birimlerini, devlet ve Anayasal kurumlarını tahrip etmeye niyet etmiş,
bir anlayış 16 ay içersinde kuruldu ve derhal bu sorunlar yumağı haline gelen Türkiye’de söz
sahibi oldu.
Hiçbir hazırlığı olmadan dış ülkelerin desteğiyle gelmişti. O nedenle derhal İMF’ ye Dünya
Bankasına, Dünya Ticaret Örgütüne teslim oldu. Dış politikamızı diğer emperyalist odaklarına,
işbirlikçilerine teslim etti.
İlk iş ülkede ne var ne yoksa saltığa çıkardılar ve altın yumurtlayan kuruluşlarını yok fiyatına
yabancılara sattılar. 50 milyar dolarlık satış yapıldı. Bir taraftan da düşük kur-sıcak para- ucuz
ithalatla yatırımdan ve üretimden vazgeçildi. Borç parayla ithalat yap-tüket politikası sonucu
Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanması yapıldı. Devletin borcu 220 milyar dolardan 500
milyar dolarlara yükselirken ailelerin bankalara olan borcu 13 milyar TL den 115 milyar TL’ye
yükseldi. 6 yılda altın yumurtlayan varlıklarımızı kaybettiğimiz gibi devlette ailelerde borç
batağına saplandı. İşsizlik ve yoksulluk daha da arttı Maalesef geldiğimiz nokta bu.
Bu noktaya gelirken de vatandaşımız sabırla, fedakârlıkla, umutla bekledi. Bekli de düzelir
diye desteğini sürdürdü. Ancak çizilen pembe tabloların gerçek olmadığını fark etmeye
başlamıştır.
İktidarın yaptığı yanlışlar karşısında CHP Anayasa Mahkemesine gitmek yerine kadıya
mı gidecekti, dağa mı çıkacaktı?
Değerli arkadaşlarım fırsat bulmuşken “Cumhuriyet Halk Partisi hep Anayasa Mahkemesine
gidiyor” suçlamalarına da buradan yanıt vermek istiyorum. TBMM komisyonlarında ve Genel
Kurulunda üçte iki çoğunluğa sahip AKP her konuda “Benim çoğunluğum var, Ben istediğimi
yaparım, Ben milli iradeyim, benim her dediğim olacak” mantığıyla hareket ediyor. Hiçbir
öneri ve itirazı dikkate almıyor.
Böyle bir anlayışla hareket eden, ülkemize ve halkımıza telafisi mümkün olmayacak zararlar
vermesi söz konusu olan hukuk dışı düzenlemeleri ve uygulamaları karşısında muhalefet
partisi olarak Anayasa Mahkemesine gitmeyecektik de başka ne yapacaktık? Yabancı ülkelere
gidip şikayet mi edecektik? Dağa, tepeye mi çıkacaktık sorarım sizlere. Anayasaya, hukuka
89
aykırı düzenleme yapmak doğru, bu yanlışı önlemek için Anayasa Mahkemesine gitmek
yanlış. Böyle tutarsız bir mantık olabilir mi? 70 milyonluk bir ülkeyi yönettiklerini zannediyorlar
ama daha Anayasa Mahkemesi’nin varlık nedenini bile bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.
CHP olarak çalışana ve emeğe her zaman, her koşulda sahip çıkacağız. Sendikal ve
örgütlenme haklarını eksiksiz sağlayacağız.
Değerli arkadaşlarım tekrar konumuza dönecek olursak sonuç olarak şunları söyleyeceğim.
CHP olarak biz iktidara geldiğimizde sendikal haklarla, sendikal örgütlenmeyle daha geniş
anlamıyla çalışma yaşamıyla ilgili neler yapacağımız parti programımızda, seçim bildirgemizde
ayrıntılı olarak yer almaktadır.
Ancak CHP olarak iktidara geldiğimizde, işçi sınıfının, çalışma yaşamının sorunlarına yönelik
yapacaklarımızı kısaca saymak istiyorum.
Çalışana ve emeğe her koşulda sahip çıkacağız. Sendikal ve örgütlenme haklarını eksiksiz
sağlayacağız.
İşçiyi ve işvereni ayrı kutuplar olarak değil, üretimi, verimi, kaliteyi artırmayı amaçlayan,
haklarını yasalar çerçevesinde arayan taraflar olarak göreceğiz, toplumsal barışı hedef
alacağız.
“Sendikalar” ile “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt” yasalarındaki antidemokratik hükümleri
ve AKP’nin “Avrupa Gözden Geçirilmiş Sosyal Şartı”na koyduğu tüm çekinceleri kaldıracağız.
Söz konusu yasalardaki, iş Kolu sayısını azaltacağız, Noter zorunluluğunu kaldıracağız, % 10
barajını tarafların uzlaşması halinde düşüreceğiz.
Çalışma yaşamı normlarını ILO standartları üzerine çıkaracağız. Kamu çalışanlarına “Toplu
İş Sözleşmeli, Grevli” sendikal haklarını tanıyacağız.
Toplu iş sözleşmesi yapma yetkisinin tespiti bağımsız bir organa bırakılacak, bu konuda
etkin ve çabuk işleyen bir yargı denetimi sağlanacaktır.
Aynı işi yapanların 4/C, 4/B vb. değişik statülerde çalıştırılmasının yarattığı karmaşaya ve
haksızlığa son vereceğiz.
Güvencesiz, kaçak işçi çalıştırmanın önüne geçecek ciddi tedbirler alacağız.
İş Yasası, “Temel İş Yasası” olarak yeniden düzenlenecek; uluslararası çalışma normları ve
ulusal ilkeler, müşterek kurallar olarak ele alınacak, denizde, basında, hava taşımacılığında,
tarımda, ormanda çalışanlarla ilgili hükümler de bu yasa içerisinde yer alacaktır.
Grev yasaklarını AB ölçütlerine getireceğiz.
Kıdem tazminatı, işçiler bakımından ödün verilemez, vazgeçilemez bir kazanılmış “işçi hakkı”
haline gelmiştir. Bu alana ilişkin yasal düzenlemeler, ancak tarafların mutabakatı sağlanarak,
müktesep haklar korunarak gerçekleştirilecektir.
90
Emeğin üzerindeki vergi ve fon yükü azaltılacaktır. “Asgari ücret”, aile geçimi esas alınarak,
insan onuruna ve sağlıklı yaşama elverişli ölçüde saptanacaktır.
İş Sağlığı ve işçi güvenliği konusunda çağdaş normlar esas alınacak, eğitim ve denetim
faaliyetleri etkin ve gerçekçi bir hale getirilecektir.
Ekonomik ve Sosyal Konsey, üçlü yapı esas alınarak yeniden düzenlenecek, kamu kesiminin
ağırlığı azaltılacak, gerekli durumlarda Konseyin kapsamı genişletilecektir.
İşsizlik Sigortası ödemelerine hak kazanmayı kolaylaştıracağız, ödeme taban ve tavanını
yükselteceğiz, ödemelerin daha uzun süre verilmesini sağlayacağız.
İşsizlik Sigortasında biriken kaynağı, işsizlikle mücadelenin sağlıklı bir aracı haline getireceğiz.
Daha fazla zamanınızı almak istemiyorum. Dilerim bir an önce iktidara gelir ve bu
söylediklerimizi hep beraber hayata geçirme fırsatı buluruz.
Beni sabırla dinlediğiniz, tekrar sizlerle beraber olduğum için sizlerle görüşme imkânı
bulduğum için bu organizasyonu yapan arkadaşlarıma huzurunuzda teşekkür eder hepinize
saygılar sunarım.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) Genel Başkan Yardımcımıza verdiği
bilgilerden dolayı çok teşekkür ediyoruz. Plaketini takdim etmek üzere il başkanımı davet
ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Evet mükemmel zevkli bir sunuş izledik çok değerli Genel Başkan
Yardımcım. İl Eğitim Sekreterim ve Kadın Kolları, Gençlik Kolları arkadaşlarım bizi hatırlayın
diye bir plaket hazırlamışlar. Plaketi takdim etmesi için Sayın Vekilim Kemal DEMİREL’i
kürsüye davet ediyorum. Buyrun…
Kemal DEMİREL- (Plaketi takdim etti.)
Cevdet SELVİ- Bu plaketin başta bana verileceğini bilseydim, gece 03:00’e kadar konuşurdum.
Teşekkür ederim. Önemli olan samimiyet, herkes her şeyi biliyor. Bu benim için onur oldu.
Çok teşekkür ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Evet arkadaşlar, her zaman olduğu gibi bu mükemmel konuşmadan
sonra 15- 20 dakika bir ara vererek sonra ikinci oturuma başlayacağız. Genelbaşkan
Yardımcımız, Grup Başkanvekilimiz Sayın Kemal ANADOL da teşrif ettiler. İkinci oturumda
da O’nu zevkle dinleyeceğinizi umuyorum ve 10 dakikalık ara veriyorum. Buyrun…
91
KEMAL ANADOL
16 Ağustos 2008-BURSA
“CHP Tarihi”
Gürhan AKDOĞAN- Evet sevgili arkadaşlarım, çok değerli Grup Başkanvekilim, çok değerli
İl ve İlçe Başkanlarım ve çok değerli konuklar. Bu günkü dersimizin 2. oturumunda, aslında
1980 döneminin, o 12 Eylül faşizminin getirdiği ortamda demokrasi mücadelesi veren o
ortamlarda dimdik duran ve bizim gençliğimizde de hep konuşmalarıyla, mücadelesiyle o
gençlik dönemimizde bize önder olduğunu düşündüğümüz, hep onu izlemeye çalıştığımız
çok değerli bir parti büyümüz aramızda.. Hoş geldiniz şeref verdiniz efendim.
Bugün aslında Sayın ANADOL’dan Cumhuriyet Halk Partisinin tarihini dinleyeceğiz, ancak biz
kendisinden özellikle 12 Eylül döneminde ve 12 Mart dönemindeki Cumhuriyet Halk Partisinin
yakın tarihini dinlemek istiyoruz. Bu salonda olamayan arkadaşlarımız işlerinden veya başka
nedenlerde ötürü olamayan arkadaşlarımız çok keyifli, çok önemli bilgilerden maalesef
mahrum kalacaklardır. Ancak bu salonda olan arkadaşlarımızın en az yakınındaki beş kişiye
tabiî ki Sayın ANADOL kadar olmasa da anlatma yükümlülüğü vardır görevi vardır. Çünkü
eğitim ancak o zaman kendisini gösterir. Bilgi dağıldıkça, bilgi büyüdükçe, genişledikçe bir
değer kazanır, biz tekrar aramıza hoş geldiniz, bize şeref verdiniz diyorum. Sözü öz geçmişi
okumak üzere İl Eğitim Sekreteri’me bırakıyorum.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Konuşmacımız Cumhuriyet Halk Partisi
Grup Başkanvekili Sayın Kemal ANADOL’un özgeçmişini arz ediyorum.
Kemal ANADOL, 1941 Karabük Safranbolu doğumludur. Hukukçu yazar Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesini bitirdi, serbest avukatlık yaptı. Ereğli Memleket Gazetesini çıkararak,
gazetenin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi ve köşe yazarlığını yaptı, Emek Dergisi’nin sürekli
yazarı oldu. Türkiye Barış Derneği’nin Genel Başkan Vekilliğini görevini yürüttü. Yeni Yüzyıl
Gazetesinde hukuk, demokrasi ve çevre konulu sürekli yazılar yazdı. Türkiye Yazarlar
Sendikası ile ve Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği üyesi oldu. Cumhuriyet
Gazetesi Yunus Nadi armağanı ile Abdi İpekçi Barış Dostluk ödülünü aldı. 15 ve 16. dönem
Zonguldak Milletvekili ve 18 ve 22. dönem ise İzmir Milletvekili oldu. Yayınlanmış altı kitabı
bulunan Kemal Anadol evli ve 2 çocuk babasıdır. Arz ettim efendim.
Gürhan AKDOĞAN- Efendim sizi kürsüye arz ediyorum.
Kemal ANADOL- Sayın İl Başkanım, değerli Milletvekili arkadaşlarım, İlçe Başkanları,
Cumhuriyet Halk Partisi Bursa Örgütünün örgüt emekçileri, değerli yöneticiler. Bugün
aranızda bulunmaktan gerçekten mutluluk duyuyorum. Bu mutluluk ifadesini de lütfen protokol
gereği söylenmiş bir söz kabul etmeyin. Ben bu Cumhuriyet Halk Partisi Parti Okulu’nu, bir
Türkiye ölçeğinde genel merkez çalışmaları dâhil, parlamento grup çalışmaları dâhil en
etkin, en verimli, en üretken çalışmalarından biri olarak niteliyorum. Bunun devam etmesini
diliyorum. Her gittiğim yerde de örgüte Bursa’yı örnek almalarını, Bursa’yla temas etmelerini,
ilişki kurmalarını, aynı etkinlikleri kendi ilçelerinde ve illerinde yapmalarını söyleyeceğim.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak bir itirafta da bulunabiliriz. Bu tür çalışmalarda geç kaldık belki
de örgüt olarak. Şimdi burada yabancı yok, olsa da basın mensupları gayet rahat bir söyleşi
92
ortamı içerisindeyiz.
Şimdi demin söyledim, Sayın Cevdet Selvi konuşurken Sayın İl Başkanımla dışarıda sohbet
ediyorduk. Konuşmanın sonlarına doğru beni karşıladı sağ olsun. Şimdi askerde bilirsiniz
bazen erlere çukur kazdırırlar, sonra doldurturlar. Niye yaptınız diye sorarsınız yedek subayken
biz muvazzaf subayına, ya boş kalınca birbiri ile kavga ederler, askeri boş bırakmayacaksın
derlerdi. Tabi bunun doğru tarafı varda, yanlış tarafı da angarya. Angarya yasak. Ne yapmak
lazım? Üretken biçime sokmak lazım. Şimdi partileri orduya benzetirsek teşkilat örgütlü güç
olarak benzemez ya, ama benzer tarafları da vardır. Toplu, güçlü, hiyerarşisi olan bir örgütlenme
yapısı. Şimdi politikacıları hepimizi, sizleri bizleri boş bıraktığınız vakit dedikoduya başlarız
biz. Dedikodu ise hizipçiliğin altyapısını teşkil eder. Hizipçilik başladığı vakit de bir partiye
kanser girmiş gibi hiçbir şey üretmeyen, iç tartışmalarla vakit geçiren bir örgüt haline gelir. O
nedenle politikanın çıtasını yükseltmek durumundayız. Düzeyini yükseltmek durumundayız.
Bakın buradan çıktıktan sonra hiçbirimizin aklına yerel yönetimde ne olacak, aday kim
olacak, ön seçim olsun mu olmasın mı filan, bu ortam dağılacak. Buradaki konuşmalar,
bizim yaptığımız konuşmalar, verdiğimiz dersteki eksikler, yanlışlar kendinize göre, doğrular,
bunlar tartışılacak. Nitelik kazanacak politika. Onun için çok önem veriyorum ve çok doğru
buluyorum, gerçekten İl Başkanımızı, Bursa İl Örgütümüzü sizleri, hepinizi kutluyorum.
Şimdi bu girişten sonra derse başlayalım. Arkadaşlar ne olacak bu memleketin hali? Şimdi
hele bugünlerde değil mi; Ahmedi Nejat olayı, Şaban Dişli olayı vs. vs. ama AKP iktidarı
gibi gerçekten ülkeyi yangın yerine çeviren bir iktidar döneminin dışında da işler kısmen
iyi gittiği dönemde de bu soruları çok sorarız birbirimize. “Ne olacak bu memleketin hali?”
Hele çilingir sofrası kurusak şişeyi açtıktan sonra, dünyanın ve Türkiye’nin düzenini yıkarız,
tekrar kurarız, tekrar yıkarız filan. Sade bize has bir şey değil belki bizim ulusumuz ama
fazla meraklıyızdır bunları konuşmaya. Özellikle dinlenme anında, hatta bir fıkra anlatırlar,
Almanya’ya işçilerimiz gittikten sonra 20 sene 30 sene geçmiş Almanlar da Türklerle ilişkilerini
iyi hale sokmuşlar dostluklar filan başlamış, Türklerle arkadaşlık yapan iki Alman oturmuşlar.
Kendileri rakıyı da öğrenmişler Türklerden. Rakı şişesini açmışlar birer duble içtikten sonra
“ne olacak bu Almanya’nın hali” demişler birbirlerine. Şimdi biz hepimiz bu günlerde hele
sizler, iyi biliyorum, bu tür sohbetlerin dışında gece yatağa yattığınızda veya iki arkadaş, üç
arkadaş sohbet ettiğinizde, yalnız kaldığınızda bu soruyu daha çok sorar olduk birbirimize.
Yani şunu söylüyoruz. Biz hepimiz sorumlu Cumhuriyet Halk Partili olarak, bir yurt sever
aydın olarak hepimiz benzer soruları soruyoruz: Neden bu memlekette demokrasi bir türlü
yerleşip kökleşemiyor? Neden demokrasi kurumsallaşamıyor? Neden demokrasi çağdaş
ölçüler içinde yerleşemiyor? Neden işte arada bir darbe yapılıyor? Darbe yapanlar kürsülerde
meydanlara çıktığında halk tarafından neden yoğun ilgi görüyorlar? Mesela Kenan Evren çıktı
Muğla’da ev yapacaksan tuğladan, kız alacaksan Muğla’dan dedi alkışladılar. Bir politikacı
söylese başı derde girer. Yani kitlelerin de bu tür, güce, kuvvete karşı zaafları var. Ayrıca
bırakalım olağanüstü dönemleri, olağan dönemlerde hep söylemiyor muyuz? 22 Temmuz
seçimlerine giderken o heyecan, arzu, istek halktaki coşku %47’ye ulaşınca AKP’nin oyu, o
zaman işte o kömür dağıtma olayı, erzak paketleri vs. vs. gündeme geldi. Ne zaman kömür
dağıtmadan seçim olacak Türkiye’de? Halk bilinçlenip bunları ne zaman ret edecek, ne
zaman istemeyecek, ne zaman elinin tersiyle itecek bu yöntemleri de doğru dürüst bir seçim
yapacağız? Bunları soruyoruz kendimize. Tabi bunları sorarken, ben şahsen çok soruyorum
10 seneden beri, 20 seneden beri 12 Eylül’den bu tarafa kendi kendime. Bunun bilimsel,
93
sınıfsal, ekonomik, tarihsel birçok sebepleri vardır. O da ayrı bir tartışma konusu. Ancak, ben
Türkiye’de bu söylediğim noksanların sebebini sıralarken 20 seneden beri öyle düşünüyorum,
özellikle 12 Eylül’den bu tarafa birinci sıraya, tabi tamamen şahsi bir değerlendirme katılmak
mecburiyetinde değilsiniz, toplumun belleksiz toplum olmasına bağlıyorum.
Belleksiz toplum ne demek? Tarih bilinci olmayan bir toplum demek. Belleksiz toplum ne demek?
Belleksiz toplum olunca insanlar Türkiye’de, en kestirmesini söyleyeyim son bir haftalık, iki
haftalık bilemediniz bir aylık sempatilerini, antipatilerini, kızgınlıklarına, memnuniyetlerine
göre oy kullanıyor. Bir ay öncesi yok belleğinde, onu değerlendirmiyor. Yani şimdi Şaban Dişli
olayı toplumumuzda ne kadarı canlı kalacak arkadaşları, ne kadar tartışılacak 15 gün, bir ay.
Arkadaşlar Cumhuriyet Halk Partisi cumhuriyeti kurduğu için kadroları bilinçli olduğu için biz
bunun dışında kalıyoruz. Ama işte %20’ler oluyoruz bu memlekette, şunu da söyleyeyim. Deniz
Baykal’ın iki çocuğunu Amerika’da arkadaşının parasıyla okuttuğu ortaya çıksa bırakın milleti,
sizler sokakta gezdirmezsiniz. Ama Başbakan suçüstü yakalandı, iki çocuğunun Amerika’da
arkadaşının parasıyla okuduğu ortaya çıktı. Ne oldu? Arkadaşlar şimdi Cumhurbaşkanı ayrı
yatta, Başbakan ayrı yatta, başkalarının, devlet ihalelerine giren şirket sahiplerinin yatlarında
geziyor, Cumhuriyet Halk Partisi’nden birisi yapsa kıyamet kopar. Ses yok, seda yok, bellekte
de bir hafta kalıyor.
Onun için bellekli toplum çok önemli bir şey, bellekli toplum olunca o toplumda tarih bilinci
oluyor. Tarih bilinci olan toplum yerleşik toplumdur arkadaşlar. Şehirli toplumdur, demokrasi
de şehirli topluların rejimidir. Göçebe toplumlarının rejimi değildir, demokrasi.
Nedir göçebe toplumun özelliği? Sürekli yer değiştirir. Önüne çıkan doğanın verdiği olanakları,
ek bir gayret sarf ederek, mesela çiftçi olup tarlayı sürerek, tohum ekerek, hasadı bekleyerek,
buğdayı una çevirerek, ekmek yaparak, filan değil; avcılıkla, yağmayla, doğadan içinde
bulunduğu ortamı çevirip, sömürüp, bitirip, orayı yaşanmaz hale getirir, yaşanamayacağı
için bir başka yere gider. Bir başka nimetten yararlanmaya, sömürmeye, kemirmeye gider
göçebe toplum. Onun için orada hak kuvvettir. Hukuk yoktur. Kim güçlüyse onun dediği olur.
Bu toplumda demokrasi olmaz. Ama ne zaman insanlar yerleşik topluma geçtiler. Yerleşik
topluma geçtikten sonra birlikte yaşamanın kurallarını ortaya koymaya çalıştılar, işte onlar
hukuk kurallarıdır. Kavga etmeden, kim güçlü ise onun dediği olacak değil, başkaları karar
verecek doğru nedir? Kim haklıdır? O da mahkemedir. Örgütlenmiş hukuk sistemidir ve
kurallara uymaya başlayınca o zaman yavaş yavaş demokrasi gelişmeye başlar. O zaman
kentine sahip çıkma, kentini sevme, kentli bilinci ortaya çıkar. Tarihine sahip çıkar o kentin,
yetiştirdiği sporculara, sanatçılara, bilim adamlarına, politikacılara, yöneticilere, idarecilere
gereken değeri verir, onlar ölünce sokaklara isimlerini koyar, caddelere isimlerini koyar.
Heykellerini, büstlerini, anıtlarını yaparlar ve modern, çağdaş bir toplum ortaya çıkar. Sanayi
toplumundan sonra da bu daha da çok gelişti.
Şimdi yerleşik toplum olunca, kentlilik bilinci oluşunca gerçek bir demokrasiye doğru o toplum
yaşamını düzenlemeye başlayınca, işler daha farklı. İşte bu noktaya gelen bir toplum kolay
kolay geriye gitmez ve bu toplum bellekli toplumdur. Bazı şeyleri unutmaz, affetmez. Neden?
Bir bakan batıda kaçak işçi çalıştırıyor hemen istifa etmek zorunda kalıyor. Şaban Dişli
olayının %1 biri değil. Sigortasız işçi çalıştırmış evinde istifa ediyor. Çünkü bellekli toplum
94
müsaade etmez onun orada kalmasına.
Ben İsveç’teydim arkadaşlar. Olof Palme öldükten sonra ilk seçim Sosyal Demokrat İşçi
Partisi bizi de konuk olarak çağırdı. Orada Türkler de var oy kullanıyor. Radyolarında filan
Türkçe yayın oluyor, oralarda konuştuk. Şimdi adaylar önceden belirleniyor, Stokholm’un
liste birincisi adam. Bir kokteyle gitmiş, seçim zamanı bizdeki kampanyalardan daha farklı
oluyor, oradaki kampanyalar. Daha çok sivil toplum örgütleri arasında oluyor. En kalabalık
miting 250 kişi filan oluyor yani müzik filan yardımıyla o ancak o kadar olabiliyor 250 - 500’ü
geçen miting hiç görmedim en büyük miting dâhil ve bütün parti adayları yan yana oturuyorlar
diyelim ki, Türklerin lokaline gidiyorlar. Teker teker konuşuyorlar, sorulara cevap veriyorlar,
dağılıyorlar. Yani bu tür daha farklı bir kampanya. İşte o toplantıların birinde gitmiş liste birincisi
geleceğinde başbakanı filan diye bakıyorlar, şu kadar falan bir şey içmiş likör, viski veya alkol
almış şu kadar. Çıkmış oradan başka bir toplantıya gidecek, arabayı da kendi kullanıyor,
ilerde bir bakmış polisler yolu tutmuşlar kontrol ediyorlar. Yan sokağa sapmış polisler
görmüş bir kovalamaca olmuş, yarım saat sürmüş, adamı listeden çıkarttılar, partiden attılar.
Siyasi hayatı bitti adamın. Yani Türkiye ile kıyaslayınca insan gerçekten şoke oluyor. Şimdi
evet bizim Başbakanımız, Bakanlarımız, Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli mukavele
imzalayabiliyor. Yaptığı iş karşılığı para almak için. Şimdi o nedenle bellekli toplum demin
söylediğim gibi tarih bilincinin olduğu toplumdur. Tarih bilinci olunca da demokrasi yerleşir,
kökleşir, yani meramım buydu.
Şimdi bizim en büyük noksanlarımızdan biride yakın tarihi değil, yakın geçmişi bile bilememiz,
unutmamız. Yaşadığımız olayları unutmamız. Bana kalırsa her politikacı mutlaka tarih hocası,
tarih bilinci filan derken, herkes doktora versin, mastır hazırlasın filan demiyorum ben. Normal
düzeyde bir vatandaş olarak bizim yani, liseyi bitiren bir vatandaş olarak, ortaokulda okumuş
bir insan olarak, gazete okuyan bir insan olarak, eğer siz İttihat Terakki’yi bilmiyorsanız,
Cumhuriyeti doğru değerlendiremezsiniz. Serbest Fırka’yı, Terakki Perver Fırka’yı, Demokrat
Parti’yi, efendim ondan sonra kurulan Yeni Türkiye Partisi’ni, Adalet Partisi’ni günümüze
uzanan diğer partileri işte Doğru Yol’unu, ANAP’ını doğru dürüst değerlendiremezsiniz. 20.
yüzyıldaki siyasal olayları Osmanlı’nın çöküşünü ve Cumhuriyet’in kuruluşunu bilmemiz lazım.
Bunu öğrenmek de, eğitim sistemimize göre olmaz. Bizim eğitim sistemimizdeki tarih anlayışı,
tarih eğitimi bir faciadır. Arkadaşlar bu salonda benden yaşlı pek insan göremiyorum. Necati
Abi belki benden sağ olsun. Şimdi ben 67 yaşındayım şu Pelilluma’yı unutmadım arkadaşlar
Hitit Kralı, Ada Deli Sargoru unutmadım. Asur Kralı, Kadeş Meydan Savaşını M.Ö. 1295 de
yapıldığını unutmadım.
Ne faydası var bunların? Hani sobalı evler vardır, bahar gelir sobayı kaldırmazlar bütün
kâğıtları çöpleri onun içine atarlar, bir dahaki sene tutuşturmak için. Sanki bizim belleğimiz,
beynimiz soba içine bunları böyle tıkıştırıyorlar. Bir anket yapılsa liselerde, ortaokullarda en
sevmediğiniz ders nedir diye, tarih dersi çıkar. Neden ezbere dayalı vakayı nüvist yetiştiren
tarihçi değil, bir anlayışla bu eğitim sistemini sürdürür dururuz? Bundan uzaklaşmak lazım.
Tarihi halkın güncel yaşamıyla buluşturan, bugünü dün ile mukayese ettirebilen, bir diyalektik
anlayışla yeniden bu eğitimi düzenlemeliyiz. Başka türlü tarih sevmeyen bir nesil olduğu
sürece, bu belleksiz toplum oluşumuna hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramaz arkadaşlar.
Tabi tarih bir bilimdir, ama ülkeler, mesela Osmanlı İmparatorluğu emperyal bir devlet.
95
Tuna Vilayeti bugünkü Bulgaristan. Tuna Vilayeti 1878’te, eskilerin 93 Harbi dediği tarihten
sonra işte meşhur Gazi Osman Paşa, Plevne Ruslara mağlup olduğumuz savaştan sonra
bağımsızlığına kavuşmuş, bir ulus devleti olmuş. 1821’de, biz “Mora İsyanı” diyoruz,
Yunanlılar “bağımsızlık savaşı” diyor, ondan sonra Yunanistan Osmanlı’dan ayrılmış orada
bir ulus devleti kurmuş. Osmanlı İmparatorluğu dağılmış Mustafa Kemal’in önderliğinde ilk
antiemperyalist mücadeleyi vermişiz. Türkiye Cumhuriyeti adı altında Anadolu’da ve Doğu
Trakya’da Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir ulus devleti kurulmuş.
Şimdi üçünün de tarihine baktığınız vakit, bizimki biraz daha azdır, ama Yunanlılar, Bulgarlar
imparatorluktan koptukları için tarihi propaganda eseri olarak kullanırlar. Türk düşmanlığına
vesile sayarlar bazı sayfalarını. Hatta “kültürel tarih kitaplarını yeniden yazalım, daha tarafsız
hale getirsin” diye müzakereler, karşılıklı anlaşmalar falan filan olur.
Tarih bir ilimdir. Propaganda vasıtası, propaganda aracı olarak kullanmak yanlıştır. Tarih
nedir? Tarih sadece kılıç, kalkan, top sesleri, barut sesleri, kahramanlık türkülerinden filan
ibaret değildir. Tarih geçmiş zaman kesitlerini inceleyen bir bilimdir. Yani halkların tarihleri,
ezilen insanların tarihleri, o zamanın ülkesini yaşayan insanların kavgalarıdır, ticaretleridir,
ekonomileridir, aşklarıdır, kızgınlıklarıdır, birbirlerine attıkları kazıklardır, yaşam, müziktir,
mutfaktır. O döneme böyle bakmak lazım.
Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi tarihi yazılıyor. Çok değerli bilim adamları gençler pırıl pırıl
gençler yazıyorlar, yardımcı doçentler, doçentler, bazı gazeteciler bizim Fikret Bila gibi. Fakat
çok enteresan 1950’ye geliyor duruyor. Bunu inkılâp tarihi derslerinde zaten okuyoruz. CHP
tarihini Türkiye Cumhuriyeti tarihi belirli bir zaman kesitine kadar aynı. Çünkü Cumhuriyet
Halk Partisi kurmuş Türkiye Cumhuriyetini. Sonra bu delikanlılara, gençlere, hanımefendilere,
tarihçi arkadaşlara, yeni akademisyen arkadaşlara tanıştığım vakit “yahu” diyorum “gidin
Ankara hazine dolu. 1971 muhtırası ve Cumhuriyet Halk Partisi’ni mi araştıracaksınız
o zamanın grup başkan vekillerinden sağ olanı var. Bak Necdet Uğur öldü 2 sene oluyor.
Sağken onunla konuştunuz mu? O gün hayatta olan insanlar var, 12 Eylül’ü yaşayan insanlar
var. Milletvekili, Senatör, Gazeteci, İl Başkanı, İlçe Başkanı bunları, bulun bunlardan öğrenin.
Birbirlerine doğrulatın anlattıklarını o zaman ortaya çıksın.”
Sözlü tarih diye bir kavram ortaya çıktı pek revaçta arkadaşlar. Yani sadece yazılanları okuyan,
tartışmayan bir anlayış yerine o günü bizzat yaşamış, olayın içinde bulunmuş, insanlara
önüne teybi koyup, 3–4 soru sorup konuşturmak. Tabi tek başına bu geçerli mi? İnsan belleği
de hani Menderes meşhur etmiştir “hafızayı beşer nisenne maluldür” diye, yani “toplum
hafızasında unutkanlık hastalığı vardır” anlamında bir söz. İnsan belleği de öyledir. Ama % 20
noksan hatırlıyorsak, hatırlayamıyorsak yaşadığımız olayların % 80’nini belleğimizde tutarız.
Aynı olayı yaşamış 5 kişiye sorduğunuz vakit aynı şeyleri doğrular, ortaya çıkar, noksanlar
yanlışlarda ortaya çıkar. Bu da bir yakın tarihi, yakın geçmişi irdeleme yöntemlerinden bir
tanesi.
Ben burada bu ikinci yöntemi değerlendirmek istiyorum ve çok moda oldu. Bu Ergenekon
davasından sonra sanki Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi demokrasi
havalisi, demokrasi şampiyonu. Türkiye’de demokrasinin simgesik. Maalesef Avrupa Birliği’ne
de bu propaganda ile epey başarılı bir kampanya açtılar. Orada Avrupa Birliğinin sözcüleri de
yani AKP takımının yabancı oyuncuları diyorum ben neydeyse Alex, malex falan gibi hepimizin
96
tanıdığı adamlar oldular. Lagendig, Brosso falan filan onlarda aynı edebiyatı yapıyorlar ve
Cumhuriyet Halk Partisi de “orduyu darbeye teşvik eden, darbeci, statükocu”, AKP
“reformcu”, CHP “statükocu” böyle bir kampanya açıldı. Bu kampanya halen devam ediyor.
Şimdi onun için Cumhuriyet Halk Partisi tarihi derken çok iddialıyım. Ben bu CHP tarihinin bir
kesitini, hem yaşadığım, hem daha iyi bildiğim bir kesitini; ve bugünün olaylarıyla mukayese
olanağı veren ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin gerçek kimliğini ortaya koyan bir dönemini
anlatmak istiyorum: 12 Mart ve Cumhuriyet Halk Partisi.
Tarih anlayışı burada böyle uzun bir giriş oldu. Böylece kendi sahip olduğum tarih anlayışının
gerekliliğini ortaya koymak istiyorum. Onun için Bursa’dan teklif gelince ben böyle bir seçim
yaptım. İl Başkanıma da söyledim, o da “çok iyi olur” diye memnuniyetini belirtti.
Arkadaşlar 1961 Anayasası Türkiye’ye çok önemli olanaklar sağladı. Türkiye’deki asıl
demokratikleşmede 50 ile 60 arasını çocukluk hastalıklarının olduğu dönem sayabiliriz.
İsmet Paşa’ya oy veriyor diye Malatya’yı ikiye böldü, Adıyaman’ı vilayet yaptı Demokrat Parti.
Bölükbaşı’ya oy veriyor diye Kırşehir’i kaza yaptı filan… Çocukluk hastalıkları, bir sürü böyle
şeyler var, geçiyorum o dönemi. 50-60’dan sonra 61 Anayasası. Cumhuriyet Halk Partisi’nin
1959 Kurultayı’ndaki ilk hedefler beyannamesinin Anayasaya girdiği, Anayasal hale geldiği bir
metindir 1961 Anayasası. Ne diyordu Cumhuriyet Halk Partisi ilk hedefler beyannamesinde?
1959’da demokrat 27 Mayıs olmadan bir sene önce “üniversite özerkliği” diyordu, Anayasaya
girdi. “Hâkim teminatı” diyordu, “bağımsız yargı” diyordu, Anayasaya girdi. “Grev, toplu
sözleşme” diyordu Anayasaya girdi. “Çift meclis” diyordu, senato oldu, Anayasaya girdi.
“Nispi sistem” diyordu Anayasaya girdi. Bakınız yani Cumhuriyet Halk Partisi demokrasi
mücadelesi vermiş 50 – 60 arasında, 59’da bunu metin haline getirmiş ve 61 Anayasası’na
bunların hepsi girmiş. Girince ne oldu arkadaşlar? Girince çok önemli şeyler oldu. Bir defa
işçi sınıfı gerçek anlamada haklar kazandı. Tabi o sıralar Türkiye’nin kapitalistleşme süreci
yaşıyordu. Sermaye birikimi, yabancı sermayenin girişi, dış yardımlar şeklinde girişi de olsa
çok önemli bir sanayileşme süreci başladı, bunlar ne kadar inkâr ederse etsin. İşte kâğıt
fabrikalarından tutun, demir-çelik fabrikalarından tutun, rafinerilerden tutun, alüminyum
tesislerinden, Paşabahçe Cam Fabrikasından, say say bitmez ve buralarda çalışan işçiler
var. İşçiler ilk kez 61’den sonra merhum Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde grev,
toplu sözleşmeler ve sendikalar yasaları ayrı ayrı, grev ve toplu sözleşme yasası, sendikalar
yasası çıktı ve sendikalar Türkiye toplumu içinde, demokrasimiz içinde çok önemli bir güç
olarak ortaya çıktılar, belirleyici oldular. Türk-İş’den sonra Disk kuruldu filan.
Başka ne oldu başka? Nispi sistem oldu. Parlamentoda denge ortaya çıktı. O zamana kadar
çoğunluk sistemi vardı, yani Bursa’da bir oy hangi parti fazla aldıysa bütün milletvekillerini
o çıkarıyordu. Diğerleri çırak çıkıyordu. Ne oldu 61’den sonra nispi sistem oldu, her parti
belirli bir oyun üstünde rey aldıysa o hakkını aldı ve milletvekili 1 milletvekili, 2 milletvekili, 3
milletvekili çıkarır hale geldi. Parlamentoda bir denge oluştu. Başka ne oldu? Hâkim teminatı
oluştu. Yani iktidarlar benim istediğim kararı vermiyor diye hakimleri oradan oraya sürer,
meslekten ihraç eder durumdan çıktı, o imkânları kalmadı.
Şimdi böyle bir ortam Türkiye’yi demokratikleştirdi. Tabi nasıl Türkiye’nin kuruluşunda
Başbakanlık yaparak İsmet İnönü büyük atılımları gerçekleştirdi, Atatürk’ün önderliğindeki
97
devrimleri gerçekleştiren hükümetin başında başbakan olarak durduysa, o tarihler arasında
değerli bir hizmeti var ise, 61-63 arasında da Başbakan olarak çok önemli hizmetler yaptı.
Türkiye’nin bu ikinci demokratikleşmesi, deri değiştirmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik
hale gelmesinde İsmet İnönü’nün ve o hükümetin üyelerinin çok önemli rolü vardır. Merhum
Ecevit’in Çalışma Bakanı olarak üstlendiği rol gibi.
Şimdi başka ne oldu? Üniversiteler özerk hale gelince. Üniversitelerde apayrı bir güç oldu.
Öğrenciler özgür, öğretim görevlileri özgür, politikada üniversitelerde belirleyici bir niteliğe
kavuştular ve hızla Türkiye toplumu politize bir toplum oldu ve bu bazı güçleri rahatsız eder
hale geldi. Tabi bunun içinde gerçekten toplumu da rahatsız edecek gelişmeler oluyordu. İşte
marjinal aşırı sol örgütler, marjinal dinci örgütler, bugünkü Başbakanın işte üyesi olduğu akıncı
örgütleri filan gibi vaktiyle. Ama genel olarak toplum politize bir toplum, olaylarla ilgilenen bir
toplum, unutkan olmayan bir toplum, bellekli bir toplum olmaya doğru gidiyordu.
Cumhuriyet Halk Partisi de buna ayak uydurarak, hızla deri değiştirmeye, demokratikleşmeye
başladı ve İsmet Paşa 65 seçimlerine girerken, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin ortanın solunda
bir parti olduğunu” ilan etti. Tabi biraz aceleye geldi, hazırlıksız oldu. “Ortanın solu” deyince
o günkü Türkiye’de Adalet Partisi’de “Moskova’yı buldu” dedi bitirdi işi filan. Ama 65
seçimlerinden sonra iş bitmedi Cumhuriyet Halk Partisinde. Cumhuriyet Halk Partisi ikiye
bölündü. Bir grup “Cumhuriyet Halk Partisi ortanın solundayız” dediği için seçim kaybetti
diyordu, Cumhuriyet Halk Partisi parlamento grubunda ve örgütünde. Bir grup da diyordu ki,
“Hayır biz ortanın solunu iyi anlatamadığımız için halktan rey alamadık. İyi anlatsaydık
rey alırdık”. “İyi anlatsaydık rey alırdık” diyenlerin önderliğini Bülent Ecevit yapıyordu,
diğerlerine de “göbekçiler” deniyordu o zaman. Ve bu mücadele sonucunda önce Fevzioğlu
ve arkadaşları olan 76 milletvekili ve senatör Cumhuriyet Halk Partisinden istifa ettiler, Güven
Partisi’ni kurdular. Kemal Satır Genel Sekreter’di, daha sonra kurultayda Bülent Ecevit,
İsmet Paşa’nın da desteğiyle Genel Sekreter oldu ve Cumhuriyet Halk Partisinde Ecevit’in
genel sekreter olmasıyla birlikte ortanın solu resmi, meşru, tartışılmaz ideoloji haline geldi.
Daha sonra da sosyalist enternasyonale üye olundu. Oraya kadar gitti ve sosyal demokrasi
Cumhuriyet Halk Partisinin resmi ideolojisi haline geldi.
Tabi bunlar kolay olmuyor, bu süreçler, devamı direnç, hem partinin içinden hem dışından
geliyor ve Cumhuriyet Halk Partisi İsmet Paşa’nın Genel Başkanlığı, Bülent Ecevit’in Genel
Sekreterliği’nde hızla sola açılma politikasının hayata geçiriyordu. Bu anlattığım seneler kaç?
1967–68–69–70 yani anlatırken de bir yandan kendimi kontrol ediyorum bir noksanım olacak
mı diye? Necati Beyin gözüne bakıyorum, yanlışım varsa düzelt.
Şimdi arkadaşlar bu Türkiye’nin, sadece CHP’nin değil, sola kaymasını önlemek için, (tabi
o zaman şeyi de unutmamak lazım, az daha kaçırıyordum, soğuk savaş dönemi var. Yani
karşımızdaki yurt içindeki, parti içindeki direncin dışında emperyalist ABD var.) “Allahsız
komünizmi önleyeceğiz” diye komünizmle mücadele dernekleri kuruluyor Türkiye’de. Bugün
o Bin Ladin’leri filan yaratan siyahî örgütüdür, yeşil kuşak İslami ülkelerinden oluşan bir yeşil
kuşak komünizme karşı örmeye çalışıyordu filan. Dolayısıyla Türkiye’nin içişlerine bu şekilde
müdahaleler vardı ve işte bir tanesi İnegöl’de oldu. Bir tanesi Reyhanlı’da oldu, mesela işte
TİP’li bir gazete var, İlçe Başkanı var, eczanesi var adamın, o tahrip ediliyor, gazete tahrip
ediliyor filan. Cuma namazından sonra oluyordu hep bunlar. Uzun uzun olanları anlatmak
98
istemiyorum böyle bir ortama girildi. O arada Fikir Kulüpleri Federasyonu Dev-Genç’e
dönüştü. Ertuğrul Kürkçü başkanı oldu. Fikir Kulüpleri Federasyonu TİP’in kontrolünde iken,
TİP’in kontrolünden çıktı. İşte bu Doğu Perinçek’ler falan o zamanki örgütü kuranlar. Başka
bir sol içinde ayrı bir fraksiyon haline getirmeye çalıştılar. Onun da içinde aşamalar ayrı bir
tartışma konusu.
Böyle bir ortamda, bu arada çok büyük bir parantez açayım, gerçekten çevrilen diziler içinde
o Hatırla Sevgili en başarılı olanlarından biridir. Danışmanları filanda iyidir. Bir kaç kez telefon
ettim, Kamil KIRIKOĞLU ismini yanlış söylüyorlardı mesela, ikincide hemen düzelttiler bu tür
iyi bir anlayışla çevrilmişti. Gençlerin bu tür diziler çok çevrilse de hatasız toplumu şaşılaştıran,
manipüle etmeyi amaçlayan değil de gerçek anlamda o günleri yansıtan diziler olsa yararlı
olur.
Şimdi bu çalkantı içinde Türkiye hiç unutmuyorum, ben de Karadeniz Ereğlisi İlçe Başkanı’yım.
İsmet Paşa İl Başkanları ve il temsilcileri toplantısı yaptı. İl temsilcisi seçildim, ilçe başkanları
beni seçtiler. Oraya gittik, gündemi başka Deniz Gezmiş ve arkadaşları. Deniz Gezmiş olduğu
sonra ortaya çıktı, Balgat’taki Amerikan üssünden astsubayları kaçırmışlar. İsmet Paşa
oradan çağrıda bulundu; “Sakın elinizi kana bulamayın, derhal teslim edin, kimseniz, geri
dönüşü olmayan bir yola girmeyin” diye. Herhalde İsmet Paşa’nın o çağrısı isabet oldu ki
astsubayları serbest bıraktılar. Öldürmeden serbest bıraktılar. Dizide o da güzel anlatılmış,
böyle bir ortam işte arkadaşlar. Bir yandan grevler var, üniversitelerde boykotlar var. Bu
tür olaylar oluyor, böyle bir Türkiye ve 12 Mart 1971 günü saat 13 haberlerinde askerlerin
muhtırası okundu:
1-
Parlamento ve hükümet süre gelen tutum, görüş ve icraat ile yurdumuzu
anarşi ve kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş,
Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini
kamuoyunda yitirmiş ve Anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk
ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir şekilde ağır bir
tehlike içine düşürmüştür.
2-
Türk milletinin ve sinesinde çıkan silahlı kuvvetlerinin bu vahim ortam
hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü
bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu
giderecek ve Anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele
alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin
demokratik kuralları içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3-
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyetini korumak ve
kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine
almaya kararlıdır.
Bilgilerinize.
Memduh Dalmaç Orgeneral, Faruk Gürler Orgeneral Kara Kuvvetleri Komutanı, Celal İyiceoğlu
Oramiral Deniz Kuvvetleri Komutanı, Muhsin Batu Orgeneral Hava Kuvvetleri Komutanı.
Bu muhtıra 12 Mart 1971 Cuma günü radyolardan okundu. Nereye gönderdiler bunu?
Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve parlamentoya. Tabi Cumhuriyet Halk Partisi içinde Bülent
Ecevit Genel Sekreter olmuş, Türkiye’de cici demokrasi bu parlamentoyla bir şey olmuyor,
99
havası o kadar yaygın ki, Anayasa Mahkemesi’ni bile etkilemişler. Partilere yardım yapılmasını
Anayasa’ya aykırı buldu o zamanki Anayasa Mahkemesi ve ben hatırlıyorum, merkez yönetim
kurulu ceplerinden para toplayarak genel merkezdeki odacıların paralarını verirlerdi. Rüzgârlı
Sokakta. 40 parasız kaldı partiler bir anda.
Partiler istenmeyen bir kurum, parlamento Türkiye’yi yönetemeyen bir kurum, gibi nitelenen
bir hava. Sol örgütler içinde askerci, darbeci anlayışlı olanlar var. Ordunun içinde bir
takım hareketler var, bu tür anlayışlarda ve 12 Mart günü bu yayınlanınca Süleyman
Demirel Cumhurbaşkanı yüce katına diye bir bu muhtıranın demokrasiyle ve Anayasayla
bağdaşmadığını ileri sürerek istifa etti. 13 Mart günü. 13 Mart günü gazetelerde tamamen
muhtırayı veren generallerin fotoğrafları, efendim onları öven yazılar ve birbirleriyle aynı
kazanda kaynaması mümkün olmayan köşe yazarları, hepsi beraber ortak oldukları nokta;
“gerekliydi, doğruydu, bu muhtıra iyi oldu, Türkiye uçuruma gidiyordu, Türkiye’yi ancak böyle
bir hareket kurtarırdı” diyor. 14 Mart Pazar tarihli gazetelerde bu bildiriler yayınlanıyor ben
size birkaç tane okuyayım.
TÖS, Türkiye Öğretmenler Sendikası destekliyor muhtırayı, Devrimci Avukatlar Derneği,
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, TIMGIT dedikleri o zaman Türk Milli Gençlik Teşkilatı,
ODTÜ Mezunları Cemiyeti, Türk Hukuk Kurumu, Elektrik Mühendisleri Odası, Dev-Genç,
Maden Mühendisleri Odası, Türkiye Orman Yüksek Mühendisleri Sendikası, bunlar hep
komutanların muhtırasını övüyorlar. Türkiye’nin tek çıkış yolunun bu olduğunu söylüyorlardı.
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin ültimatomu üzerine hükümetin istifa etmesi zorunda
kalmasıyla ilgili olarak, dün bir basın toplantısı düzenleyen Dev-Genç Başkanı
Ertuğrul Kürkçü ordunu tutumunu olumlu karşıladıklarını açıklamış, girişilecek bütün
devrimci atılımların yayında olacaklarını söylemiştir.” Emekli Astsubaylar Derneği, Türk
Demirdöküm İşçileri vs. CHP’de ne oluyordu arkadaşlar. Biz kendi partimize dönelim. CHP’de
Ecevit ile birlikte hareket eden grup ki Genel Sekreterimiz, örgütün başı buna çok sert şekilde
karşı ama ne yapacağını bilemez durumda. Neden? Bir Yunanistan örneği var. Yunanistan’da
da baba Papandreu yani Andreas Papandreu Rum babası Yorgo Papandreu bugünkü
yorgunun dedesi. Merkez birliğini oluşturmuştu. Demokratik sol, sosyal demokrat, merkez
sol neyse iktidara gelecekti Yunanistan’da, albay darbesini yaptırdı ve Amerika ve 7–8 sene
9 sene, Kıbrıs çıkartmasına kadar, Cunta idaresinde yaşadı Yunanistan. Şimdi önümüzde
komşu Yunanistan örneği var, böyle bir şeyden çekiniyor, yani demokratik yoldan iktidara
gelmek isteyen sosyal demokrat anlayış, böyle bir yöntemden korkuyordu, o başımıza geldi
diye bir şaşkınlık, kızgınlık, bütün Türkiye bayram ediyor. TÖS’ünden Dev-Genç’ine kadar
bayram ediyor. Bu arada Cumhuriyet Halk Partisi içinde bir grup suskun bekliyor. Ecevit de
12 Mart muhtırası verildiği vakit Adana’da gençlik kolları genel merkezi topraksızlar kurultayı
düzenliyor. Ona gidiyor, orada konuşma yapacak. Topraksızlar kurultayında parti, toprak
reformunu savunuyor. Şerefli Koçhisar civarında saat 13’de muhtıra verildiğini öğrenince geri
dönüyor Ankara’ya. Ve CHP’nin, o günkü yönetiminin tavrını ortaya koyan çok önemli bir
belge var. CHP organı Ulus Gazetesinin birinci sayfasında günün konusu başlıklı bir yazısı
var. Başyazı o zaman Haluk Ünvan Merkez Yönetim Kurulu üyesi ve başyazarı Ulus Gazetesi
partinin organı. “Olmamalıydı” yazının başlığı. “Evet, olmamalıydı, Anayasayı uygulamak için
Anayasa dışına çıkılmamalı, Türkiye’nin sorunları demokratik rejimin olağan koşulları içinde
çözümlenmeliydi. Ama bir kere olan oldu, şimdi elbirliği ile zararın neresinden dönebilirsek,
100
silahlı kuvvetlerin politikaya müdahalesini ne kadar geçici ve ne kadar sınırlı tutabilirsek o
kadar kardır” diye bir yazı var. Yani CHP’nin ilk bakışını ortaya koyan bu. Tabi o arada TürkDer vs. çeşitli dernekler bildiri yayınlamaya devam ediyorlar.
16 Mart 1971 Salı günü, muhtıradan 4 gün sonra CHP parlamento grubunda konuşan Genel
Başkan İsmet İnönü muhtıraya açıkça karşı cephe alıyor ve şunları söylüyor:
“Yüksek Ordu Komutanları bir hükümetin değişmesi ve yeni kurulacak hükümetlerin
kısa vadeli ve uzun vadeli gibi işler yapmaları lazım geldiğini düşünür, takdir eder ve
yapılmasını lazım gelen bir tedbir olarak teklif ve ısrar ederse artık parlamento heyetinin
işlediği tasavvur edilemez” diyor.
İnönü 4 gün sonra 16 Mart’ta karşı çıkıyor. O arada 19–18 Mart günü 2 gün sonra Perşembe
günü yani, Salı günü karşı çıkıyor, 2 günde çok önemli gelişmeler oluyor. Askerler, kumandanlar
İnönü’yle görüştüler herhalde bekli de bilemiyoruz orasını, İnönü mezara götürdü o sırrı
bilemiyoruz. Parlamentonun kapatılmasını önlemek için bekli de tavır değiştirdi İsmet İnönü,
2 gün sonra diyor ki; “Hükümet kurulması konusunda memleketi boşlukta bırakmaya
niyetimiz yoktur.”
18 Mart. 19 Mart günü 9 Mart’çılar var bu muhtırayı vermelerine onlar sebep oldu. Ordu içinde
bir darbe yaparak işbaşına gelmek isteyen general düzeyinde bir oluşum var.
9 Mart günü darbe yapmadılar onlar enterne etmişler. 19 Mart günü Tümgeneral Celil Gürkan
ve Amiral Vedii Bilget emekli ediliyor. 18 Mart, 19 Mart günü ve İsmet Paşa’nın konuşmasından
1 gün sonra bu. “Hükümet kurulmasına seyirci kalamayız, memleketi boşlukta bırakamayız”
demesinden sonra, Kocaeli Milletvekili Cumhuriyet Halk Partisi sanırım Grup Başkan vekili
o sırada Nihat Erim partiden istifa ediyor ve bağımsız niteliğe kavuşarak hükümeti kurmaya
memur ediliyor. Başbakanlığa atanıyor Nihat Erim. İşte arkadaşlar bu Cumhuriyet Halk
Partisinde kıyametin kopmasına sebep oldu.
Parti ikiye ayrılmıştı. Bir Erim hükümetinin desteklenmesini isteyenler, Erim hükümetinden
yana olanlar, bir de bunu antidemokratik bularak buna karşı çıkanlar. Grup ikiye ayrılmıştı,
örgüt ikiye ayrılmıştı. İş Ecevit’den yana olanlar, Paşa’dan yana olanlar biçiminde örgüte
dönüştü. Hükümette de Nihat Erim, pardon grupta da Nihat Erim programına güvenoyu
verenler, vermeyenler şeklinde bir çelişki ortaya çıktı. 20 ve 21 Mart günleri de sosyal demokrasi
dernekleri federasyonunun 4’ncü olağan kongresi yapılacak. Sosyal demokrasi derneklerinin
de fonksiyonu şu işte, solda devrimci gruplar var, silahlı eylemden yana veya demokrasiye
inanmayan, gruplar var. Onlar Behice Boran’ı bile, TİP’in yönetimini bile oportimis gerici
buluyorlar. Sağda ülkücüler var, akıncılar var. Sosyal demokrasi dernekleri ise silahı bırak
kampanyaları açıyor. Teröre karşı demokrasiden yana halkın bilinçlenerek sosyal demokrat
bir partiyi iktidara getirmesinden yana bizim gençlik kollarımız var, ama ayrıca partinin dışında
sosyal demokrasi dernekleri federasyonu, daha çok üniversitelerde Ankara’da, İstanbul’da,
İzmir’de o zaman yeni kurulan Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi gibi örgütler oralarda
örgütlenmiş üniversitelerde.
Bir de ilk defa öğrencilerin dışında Karadeniz Ereğlisi’nde Erdemir üretime geçtiği için 5000
kişi çalışıyor. Demir çelik işçisi hepsi nitelikli, yani büyük çoğunluğu sıradan işçiler bile, sanat
enstitüsü mezunu işçiler, kaliteli, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde ortanın solu hareketini
101
destekliyorlar. Bunlar da bir sosyal demokrasi derneği kurmuşlardı. İlk defa öğrencilerin
yanında işçilerin de sosyal demokrasi derneği vardı. Şimdi Ankara’ya gittik kongre olacak.
Nail Gürman’la, Nafiz Bostancı aday Genel Başkanlığa bir tanesi bana dedi ki; “seni biz Divan
Başkan adayı göstereceğiz”. “Olur” dedim fazla bir ses etmedim. Doğan Araslı var rahmetli
sonradan Kars milletvekili olan Oya Araslı’nın eşi, ona da söylemişler sonra yanımıza geldiler,
biz dedik ki biz birbirimize karşı aday olmayız. Hanginiz büyük ise o birinci başkan, öbürü
diğeri ikinci başkan olsun, Doğan’ın yaşı benden 1 yaş büyükmüş Doğan başkan oldu ben
başkan vekili oldum. 20 Mart günü. Erim’de Başbakanlığa atanalı 1 gün olmuş ayağının
tozuyla Nihat Erim destek turlarına, temaslarına başlamış.
Bizim kongremiz bugünkü Türk-İş’in salonunda, çoğunuz bilirsiniz. Türk-İş in karşısında
da Güven Partisi’nin genel merkezi var. Şimdi biz kongreyi açtık, kongrede muhtıracılar
eleştiriliyor şiddetle, Süleyman Genç, işte Naim Gürman o zamanki gençlik kolları başkanı,
öbürü federasyon başkanı öğle arası verdik. Şimdi oradakilerin en yaşlısı 25 yaşında orada
bulunanların, o salonda bulunanların. Hepsi genç barut gibi insanlar, delikanlı. Dışarı çıkınca
bir baktık ki Nihat Erim’in 003 plakalı arabası duruyor. Güven Partisi’nin önünde. “Aaa Nihat
Erim burada” falan filan diyen birkaç kişi, protesto sesleri çoğaldı. Baktık Nihat Erim balkona
çıktı, biz sokaktayız. Bütün gençler Başbakan’ı yuhalamaya başladılar. O yuhalanınca Güven
Partisi ve öteki yöneticiler çıktı balkona onlar da yuhalanıyor, böyle bir gürültü patırtı. O arada
tekrar biz içeriye çağırdık, Nihat Erim gitti, toplantı devam ediyor. Ertesi gün oldu, Doğan
Araslı dedi ki, bizim Genel-İş’in danışmanıydı. “Benim Antalya’da görevim var, sendikanın
ben gidiyorum” dedi. Havaya da pek güvenmedi. İş bize kaldı. Şimdi ertesi günü, ikinci
günü yani 21 Mart günü öğleye kadar sabah oturumu açtık, oturum devam etti. Öğle arası
verdim. Orada gene Ankara’yı bilenler için hatırlatmak için söylüyorum. Türk-İş’e çok yakın
olan Rumeli İşkembecisi vardır. Herkes oraya gidiyor, hem ucuz, hem yakın. İşkembeci
tamamen bizim delegelerden ibaret, Sosyal Demokrasi Derneği Federasyon delegeleri.
O arada saat 13’de haberler başladı. Herkes çatalı kaşığı bıraktı, çatal kaşık sesleri sustu
sessizlik içinde haberleri dinliyoruz. Haberleri dinlerken Ecevit’in istifasını söylemeye
başladı haberler. “Ben” diyor Ecevit “CHP’nin halk iradesi dışında yollarla iktidara gelmesine
veya gelmiş gibi görünmesine razı olamam. Ortanın solu hareketinin ve benim demokrasi
kuralları içinde yenilemeyeceğimiz anlaşılmıştır. Bunun üzerine demokrasi kuralları dışına
çıkılarak, yenilmemiz sağlanmıştır. Türkiye’deki müdahale ve hiç değilse de verdiği sonuçlar
bakımından, vermeye başladığı sonuçlar bakımından Yunanistan’daki müdahale modeline
uygundur. Onun daha incesidir daha ustacasındır. İkisi de iktidarın, iktidara seçimle geleceği
anlaşılan ortanın solunda muhalefet partilerine karşı yapılan bir darbedir.”
Tabi Ecevit’in istifa etmesine ön ayak olan, ona yol veren, onu teşvik eden, görünmez
isimler var. Bir tanesi Deniz BAYKAL. ECEVİT’in en çok güvendiği danışman, Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde Sosyal Siyaset Doçenti o sırada. Partide yüksek danışma üyesi, yüksek
danışma üyeleri o zaman parti meclisine geliyorlardı, oy hakları yoktu, söz hakları vardı.
Yani geleceği olan parlak bir bilim adamı, siyasette geleceği olan bilim adamı görümündeydi
Deniz Bey, ama yakın çevre bilirdi yani. Türkiye daha tanımıyordu. Bu istifada Deniz Beyin
rolünün çok olduğu söylenir her zaman, kendisi de mütevazı biçimde gülümser.
Şimdi istifayı duyunca biz hemen arabalara bindik, Bahçelievler’deki evine gittik, zemin katta
bir yerde otururdu Bülent Bey, merkez yönetim kurulu üyeleri de arabayla dönüyorlar
102
Seyfi Sadi Pencap rahmetli doktor, “hiç gitmeyin” dedi bizi durdurdu görünce. “2 gündür
uyumuyor, Ecevit. Kaçtı bir yere uyumaya gitti” dedi, “devamlı müzakere halindeyiz o
nedenle bulamazsınız” dedi. Ecevit’i göremedik ve onunla beraber merkez yönetim kurulu
üyeleri işte İlyas Seçkin, Hayrettin Uysal, Besim Üstünel, Turhan Güneş, Haluk Ünvan,
Seyfi Sadi Pencap vs. Yaşar Akan, Mustafa Ok bunlar istifa ettiler Ecevit’le beraber. Öğleden
sonra oturumu açtık, sosyal demokrasi dernekleri federasyonunun 4’ncü olağan genel
kurulu devam ediyor. “Ne yapalım” dediler. Bir önerge verildi. Önerge, “derhal gündeme
bu maddenin öncelikle ilavesi ve Ecevit’in istifası üzerine tartışma açılması, ne yapacağız
gündeme bunu koyalım”.
Müzakere açıldı herkes Abdullah Emre İleri “efendim parlamentoya gidelim 5 çayı içelim
milletvekillerine anlatalım derdimizi” filan gibi. O arada İstanbul delegesiydi Şemsettin
Şen, bir önerge verdi, “gidelim partiyi basalım” anlamında bir önergeydi, oyladık, oybirliği
ile kabul edildi. Ben dedim ki; “arkadaşlar partiye gideceğiz, sakın toplu halde gitmeyin,
daha partiye ulaşamazsınız, toplantı gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefetten hepinizi
içeri alırlar. Arabalara taksilere dolmuşlara binin, ikili üçlü gruplar halinde gidin.” Ondan
sonra atladım ben arabaya taksiye doğru genel merkeze gittim. Tabi merkez istifa etmiş ama
yenisi gelinceye kadar görevlerine devam ediyorlar. Orada Turhan Güneş vaziyete hâkim
olmaya çalışıyor merhum. “Ne o Kemal” dedi “ne oluyor?” “Bak biraz sonra neler olacak”
dedim. “Ya ne olacak anlat”, ben bütün olanı biteni anlattım. Bıyıklarını çevirmeye başladı,
iş zorlaştı filan dedi. Yavaş yavaş Genel Merkezin önü kalabalıklaştı. Tabi biz Ecevit’i çok
seviyoruz. İsmet Paşa’yı da çok seviyoruz, ama artık İsmet Paşa’ya kızmaya başladık. Erim’i
destekledi filan diye, Naim Gürman, daha seçim olmamış, o anda federasyon başkanı sosyal
demokrasi federasyonu başkanı. Bir nutuk attı orada konuşamaya başladı. Dedi ki; “bundan
sonra tek paşa tanıyoruz Gazi Mustafa Kemal Paşa, başka Paşa tanımıyoruz.” Süleyman
Genç gençlik kolları genel başkanı birinci kata çıktı, “6 ok artık emin ellerde değil, emin
ellerde olsun diye bunu size armağan ediyorum” diye büyük bir 6 oklu bayrağı gençlere attı.
Bu gençlik heyecanı ile bunlar devam ederken haklı tepkiler, o sırada 19 Mayıs stadyumunda
Gençler Birliği maçı var. Kimle bilmiyorum, hatırlamıyorum. Ulus Gazetesi de parti ile aynı
binada herhalde Ulus Gazetesinden birileri telefon etti. Erim’in de emir verdiği söyleniyor,
bir baktık önce bir polis arabası geldi. Polis amiri var içinde sonradan öğrendik onu, olanı
bitene baktı. Rüzgârlı Sokağın üzerinden geldi o, altından da stadyuma yakın Rüzgarlı Sokak
19 Mayıs stadyumuna polisler geldiler hiçbir şey söylemeden coplarını çektiler, başladılar
dövmeye. Turan Genç aşağıya indi, “ya bunlar bizim partimizin üyeleri, bizim şikâyetimiz yok,
hangi namussuz (affedersiniz) sizi çağırdı” diye kızdı, onu da coplamaya başladılar. Turan
Genç o zaman milletvekili değil, üniversitede profesör.
Sonra hiç unutmuyorum Ferdağ GÜREY geldi, Allah selamet versin hastaneden yeni çıkmış
daha kalp rahatsızlığı var, hastaneden yeni çıkmış ona rağmen Abdullah Baştürk, Hayrettin
Uysal, Yaşar Akan milletvekilleri kol kola girdiler polis ile bizim aramızda, polisler onların bile
sırtını copluyorlar zaman zaman. Ama polislerden tecrit ettiler, gençleri ve Turhan Güneş
yukarıdan bağırdı. “Partiye gelin, partiye gelin, partiye gelin” diye bütün gençleri partiye
soktuk ve Turhan Güneş dedi ki, “genel kurul devam edecek, ama 2–3 saat sonra açın
kongreyi heyecanları bir yatışsın sakinleşsinler”. Bayağı arbede çıktı. Ayhan Sarel vardı
gençlik kolları merkez yönetim kurulu üyesi adamın burnu kırıldı. Bir copla burnu kırıldı. Böyle
bir terör kullanıyordu, tabii ki emri veren de Nihat Erim o zaman. Şimdi başka bir tepki olmadı,
başka bir tepki sosyal demokrasi dernekleri gelen kutlama mesajları arasında işte Bülent
103
Ecevit’in mesajı ayakta alkışlandı. Behice Boran bir mesaj göndermiş. Bir tek marksist sol
içinde bu harekete karşı çıkan muhtıraya bir tek o TİP’in içinde. TİP’in içinde demeyeyim
TİP onun kontrolündeydi zaten o zaman. Bir tek TİP vardı, o da diyor ki mesajında, “her
türlü fikir ayrılığını bir tarafa atalım demokrasiyi savunmakta birleşelim” diyor. Yani
Türkiye’de başka bir güç yok herkes sağlı sollu her örgüt Erim hükümetini destekliyor. Gazete
köşe yazarları hepsi yani bugün Cumhuriyet Halk Partisini suçlayan ve sağ kalan yazalar var,
onlarda dâhil, şakşakçılık yapıyorlar muhtıraya.
Bu arada ertesi günü kongre bitti. 26 Mart 1971 Cuma günü. Yani ne oluyor, 12 Mart’tan kaç
gün geçmiş? 14 gün sonra Erim hükümeti ilan edildi.
Devlet Bakanı ve Başbakan Siyasi İşler Yardımcısı Sadi Koçer, Devlet Bakanı ve Başbakan
Ekonomik İşler Yardımcısı Atilla Karaosmanoğlu, Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş, bu Milli
Birlik Komitesinde tabi senatör o zaman, Devlet Bakanı Doğan Kitaplı, Adalet Bakanı İsmail
Arar, Milli Savunma Bakanı Ferit Melen, İçişleri Bakanı Hamdi Ömeroğlu. Dışişleri Bakanı
Osman Olcay, Maliye Bakanı Sait Erci Ergin, Milli Eğitim Bakanı Şinasi Orel, Bayındırlık
Bakanı Cahit Karakaş, Dış Ekonomik İlişkiler Bakanı Özer Derbil, Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanı Profesör Doktor Türkan Akyol, Gümrük ve Tekel Bakanı Haydar Özalp, Ulaştırma
Bakanı Haluk Arık, Çalışma Bakanı Atilla Sarp, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ayhan Çilingiroğlu,
Enerji Bakanı İhsan Topaloğlu, Turizm Bakanı Erol Yılmaz Akçal, İmar İskân Bakanı Selahattin
Babiroğlu, Köy işleri Bakanı Cevdet Aykan, Orman Bakanı Selahattin İnan, Gençlik ve Spor
Bakanı Sezai Ergün.
Bu hükümet kurulunca programına “evet” oyu mu verecek Cumhuriyet Halk Partisi Grubu
“hayır” oyu mu verecek? Bu müzakereye başlandı, Ecevit ve arkadaşları “hayır” oyu verilmesini
istediler, azınlıkta kaldılar tabi ve Erim hükümeti güvenoyu aldı. Erim hükümeti güvenoyu
aldıktan sonra, konuşurken yoruldum galiba.
Aradan gene kısa bir zaman geçti. 23 Nisan 1971 günü Nihat Erim radyo konuşmasında,
güya Anayasayı uygulamak için gelmişti muhtıra verilmişti. Anayasayı değiştireceklerinden
bahsediyor ve diyor ki “Bunlar bu günkü son azınlıklar içinde boğulacaklardır. Alınacak
tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir.” Şimdi 13 Mart günü onu destekleyen Dev-Genç
Başkanı Ertuğrul Kürkçü 24 Mart 71 günü; “Erim’in iktidarına getirilmesinde asıl amaç ortaya
çıkmıştır. Antiemperyalist mücadeleyi durdurmak ve devrimci hareketin legal imkânlarını yok
etmek istiyorlar.” Günaydın! Çok kısa bir süre sonra ortaya çıkıyor ve bu bölümü kesmek
istiyorum.
Şimdi CHP’de bu durumda iç mücadele devam ediyor. Türkiye’de sıkıyönetim ilan edilmiş. Faik
Tür’ün 1’nci Ordu ve İstanbul sıkıyönetimi, İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Zonguldak sıkıyönetim
komutanı. Fırtına 1, Fırtına 2 sokağa çıkma yasağı geliyor, içeri alınanlar, ondan sonra dünya
kitap yılı arkadaşlar unuttum. 1971 Birleşmiş Milletler UNESCO’nun ilan ettiği Dünya Kitap
yılı. Dünya kitap yılını kutluyor, 1971 de Türkiye’de sıkıyönetim var, Türkiye’nin sobaları
kömürle değil kitapla çalışan bir aygıt haline gelmiş. Herkes korkusundan sol kitapları yakıyor.
Başımız belaya girecek, evimiz aranacak, yakalanacağız, başımız belaya girecek diye.
Tabi Ecevit’i deviremiyorlar. Ecevit istifa etti ama yerine Şeref Bakşık Genel Sekreter seçildi.
Şeref Bakşık arada kaldı İsmet Paşa’ya büyük saygısı var. Ecevit’in arkadaşı. Midesinden
104
hastalandı, hastaneye kaldırıldı falan, istifa etti Genel Sekreterlikten. Bu kez bir seçim
daha yapıldı, Kamil Kırıkoğlu genel sekreter oldu. Kamil Kırıkoğlu’nun genel sekreterliğini
isteyenlerin başında da İsmet Paşa geliyor. Kamil Kırıkoğlu Genel Sekreter olunca, sessiz,
dirayetli, ne zaman ne yapacağını bilen kararlı bir adam. Kongreler başlayacak, parti içindeki
egemenlik bir türlü paşacılara geçmiyor. Ne yapmak lazım? Aradan zaman geçiyor 5 Mayıs
1972 atladım şimdi 1 sene yani olaylar bu şekilde devam ederken, olağanüstü kurultay için
imza topladılar. Olağanüstü Kurultay için imza topluyorlar, olağanüstü kurultay olacak, parti
meclisine güvenoyu müzakere edilecek, parti meclisi güvenoyu alamayıp düşerse, yeni parti
meclisi seçilecek. Gündem bu yani imzacılar bunu istiyorlar. Kemal Satır, Stad Otelini kiralamış
bir katını, “kazanacağız değil, kazandık diyoruz” o zamanın laflarından çok meşhur.
Kurultay karargâhı. Bu arada merkez yönetim kurulunun delege kartlarını falan düzenlemesi,
dağıtması lazım. Kurultayın hazırlıklarını yapması lazım. İsmet Paşa dedi ki “ben bu merkez
yönetime güvenmiyorum. 3 kişilik özel kalem seçtim milletvekillerinden kendime, kartları onlar
dağıtacak. Olağanüstü kurultayı isteyen genel merkez değil, biziz” dedi, rahmetli Saadettin
Çangal Bursa Milletvekili, rahmetli Ahmet Şener, Orman Bakanı olan sonradan Trabzon
Milletvekili ve şu anda sağ Coşkun Karagözoğlu İzmir Milletvekili bunlardan müteşekkil bir
komisyon kurduk.” Kartları oradan onlar veriyorlar delegelere, bu şekilde karışık bir ortamda
kurultay toplanacak. Kurultayın toplanma tarihi 5 Mayıs 1972 Ankara’da ışıkların yanında şimdi
ki Selim Sıtkı Tarcan Spor Salonunda toplanıyor. Deniz Gezmiş filan yakalanmış, mahkeme
edilmiş, idam kararı verilmiş, bu geçen süre içerisinde.
4 Mayıs günü Jandarma Kuvvetleri Komutanına suikast girişiminde bulunuldu, Ankara’da
sıkıyönetim var. Gece saat 11’den sonra sokağa çıkanı alıp götürüyorlar. 3 ay çıkamazsın
dışarıya sıkıyönetim kurallarına muhalefetten ve delegeler Ankara’ya gelmeye başladı. 5
Mayıs’ta kongre toplanacak, 4’ünde oradayız. O zaman böyle Hürriyet Ege, Hürriyet Başkent
gibi Hürriyet Gazetesi ve ekler çıkartmıyorlar. Ama 4 Mayıs günü özel bir sayı çıktı ilave
Ankara’da dağıtılmak üzere. İsmet Paşa yatıyor. Sayfanın yarısında bu fotoğraf var. Altında
İstiklal Harbinin mümtaz komutanı, Atatürk’ün silah arkadaşı İsmet İnönü. Ha İsmet Paşa’nın
oğlunun da içinde bulunduğu, Hacı Bekir’in torunu İsmet Paşa’nın oğlunun da içinde bulunduğu
bir uçak da 2 gün evvel Bulgaristan’a kaçırıldı. Karmakarışık işler oluyor Türkiye’de. Yüz bin
türlü provokasyon ve daha sonra bu uçağı kaçırdığı iddiasıyla Altan Öymen içeri atıldı. Uğur
Mumcu bunu duyunca “Altan Öymen uçak kaçırır mı? Kaçırmış, kaçırmıştır diyor Uğur Mumcu
uyanamamıştır uçak kaçmıştır” diye espri yapıyor ve işte “oğlunun da içinde bulunduğu uçağı
kaçırılmasından bile daha büyük üzüntü duyduğu parti içi çekişmelere olağanüstü kurultay
vs. onun için kalp krizi geçirdi, dayanamadı” diye resmini basmışlar. Doğrudan delegeleri
etkilemeye yönelik. Hangi Cumhuriyet Halk Partili’nin yüreği dayanır, İsmet Paşa bu hale
düşmüş, yatağa düşmüş filan aramızda bir doktor var nerenin delegesi bilmiyorum, şimdi.
Bu resim koleksiyondan dedi. Bunu Hüseyin Ezer koydurtmuştur oraya Ulus’taki, ulusun
fotoğrafçısı yaşlı bir Hüseyin Ezer vardı foto muhabiri. “Neden?” dedik. “Yahu kalp hastası
sol tarafına yatırılır mı” dedi. Paşa sol tarafına yatıyor dedi. Hayda biz bütün otellere gittik,
delegeler otellerde, hangi delege varsa “bu resim sahte, provokasyon, yanlış, ondan sonra
kasıtlı sahtekârlık bu falan” diye diye sabah oldu. Hepimiz kurultaya gittik bekliyoruz. Paşa
yok, Ahmet Şener elinde bir sayfa kâğıt kürsüye doğru gidiyor. Kamil Kırıkoğlu ne var
dercesine ayağa kalktı. Ahmet Şener bir itti genel sekreteri az daha düşüyordu. Koşa koşa
gitti kürsüye çıktı, işte “rahatsızlığım nedeniyle kurultaya katılamıyorum” diye bir mazeret
beyanı “İsmet İnönü CHP Genel Başkanı”. Kamil Kırıkoğlu fırladı yerinden işte siyaset bu
105
önemli, anında tavır koyabilmek, zamanlama yapabilmek, fırladı gitti kürsüye, “Sayın Genel
Başkanımıza acil şifalar diliyorum ve kurultayı yarın saat 10’da toplanmak üzere erteliyorum”
dedi. Yani Paşa gelmese de biz kurultaya devam edeceğiz anlamında. Ertesi gün oldu tabi
şunları da ilave etmek istiyorum arkadaşlar salonda dinleyici yok. Ellerinde telsizli polisler var.
Dinleyici yok. Gazeteci yok, müthiş bir terör havası, sıkıyönetim komutanlığı da emir vermiş
herhalde istasyon tarafına bakıyoruz spor salonundan silah çakmış askerler var, bir tabur
asker var etrafında kurultayın. Bir yandan da sıkıyönetim komutanları sonradan Cumhuriyet
Halk Partisi’nden milletvekili olan İrfan ÖZAYDINLI rahmetli Paşa dâhil, Eskişehir sıkıyönetim
komutanı. Onlar bile CHP aleyhine bildirge yayınlıyorlar. İdama karşı ya Cumhuriyet Halk
Partisi Deniz GEZMİŞ’in idamına.
Birinci gün böyle gitti. O gece 01.00’den sonra Deniz GEZMİŞ ve iki arkadaşını idam ettiler.
Yani 5 Mayıs’ta kurultay İsmet Paşa gelemedi diye ertesi güne ertelendi. Ertesi gün, o arada, o
gece 6 Mayıs oluyor tarih olarak saat 12.00’den sonra infaz yapıldığı için, 6 Mayıs günü 5’i 6’ya
bağlayan gece diyelim daha doğrusu idam ediliyor. Böyle bir şey, yılgınlık verecek bir hava ve
diyorlar ki “evet-hayır”. “Evet”, verenler parti meclise güvenoyu veriyor, “hayır” verenler, polisler
tarafından götürülecek. Sabah oldu herkes kalktı, radyolar Deniz Gezmiş’in arkadaşlarının
idamını veriyor. Böyle biz kurultaya geldik, gergin bir hava. Bizim başkan adayımız Sırrı Atalay
Kars Senatörü Kurultay Başkanı İsmet Paşa’nın adayı da Hüdai Oral Allah rahmet eylesin.
Denizli Milletvekili eski Enerji Bakanı. Arkadaşlar o kadar gergin bir hava var ki, açık oylama
ile başkanı seçmek mümkün değil. Herkes birbirine itiraz ediyor. Ortaya sandık kondu, biz 6
Mayıs gününü de öyle harcadık. Kurultay müzakeresiz akşama kadar seçim oldu, Hüdai Oral
575 rey aldı, Sırrı Atalay 733 rey aldı, 158 fark ile biz genel merkezi destekleyen o zaman ki
aday Sırrı Atalay’ı kazandırdık. Sırrı Atalay divana geçti. O zaman tüzüğün 37’nci maddesi
var. Bugünküne benzer bir madde, diyor ki o madde “Eğer kurultay, kurultaya yeni delege
seçilmiş ise eskilerin hükmü kalmaz” diyor. Yani yeni delegeler kurultaya gider. Yani şu
anda diyelim ki kurultay yok iki sene sonra Bursa İl Kongresi olağanüstü toplandı. Bir yönetim
seçti, yeni kurultay delegeleri seçti. Onlar geçerli bugünkü tüzüğümüze göre de öyle. İsmet
Paşa ısrar ediyor, Antalya var, birkaç il var. “Sakın” diyor “yeni delegeleri buraya sokma,
oy kullandırma”, yerinden başkan Sırrı Atalay’a, Sırrı Atalay baktı sırf bunun için kurultay
da kaybedilebilir. Tüzük böyle, hukuk “böyle madem böyle söylüyorsunuz Sayın Genel
Başkanım sizi tarihe havale ediyorum” dedi. “Dediğiniz yapacağım, uygulayacağım”
dedi “eski delegeleri kabul ediyorum” dedi. O bunalımda öyle atlatıldı. Sonra kurultay yani
6’sında 7’sinde kurultay 3 gün sürdü. Birinci gün işte Paşa gelemedi, ikinci gün başkanlık
seçimi, üçüncü gün ciddi müzakereler başladı.
Ecevit’in meşhur konuşması o zamandır. “Bir tercih yapmak zorundasınız dedi” delegelere.
Kapı kulu mu olacaksınız, özgür insan mı olacaksınız?” Müthiş bir konuşmaydı. Sonra
Kamil Kırıkoğlu konuştu, tabi onlardan da bir sürü milletvekili, delege filan konuşuyor. Kamil
Kırıkoğlu doğrudan saldırıya geçti İsmet Paşa’ya, ama çok akıllıca bir şey yapıyor. “İsmet
Paşa padişah değildir” diyor susuyor. Millet birbirine giriyor “ne demek istiyorsun” filan,
“padişahlığı yıkan adamdır” diyor. “Padişahlığı yıkan adamdır” diyor, “onun içindir ki
emirleri semavi değildir. Paşa ne derse yapmak mecburiyetinde değilsin” filan. Sonra
kendisi dedi ki kurultay filan bitti; “Kavga çıkartmak gibi bir niyetiniz vardı, tabi” dedi, “ya
Ecevit ne kadar güzel konuşursa konuşsun ben ne dersem diyeyim, Paşa gelecek, bu İsmet
Paşa kara tahtadaki tebeşir yazılarını siler gibi bizim konuşmaları silecek bellekten. Ama
106
adam kavga çıkar, benim yüzümden gözünün üstüne bir yumruk yerse, o artık militan olur”
dedi, “o reyini verir bize” dedi. Tabi müthiş kurultay oldu ve arkadaşlar Paşa, İsmet Paşa tabi
artıları, eksileri, kendi duygularımı filan yansıtmıyorum olduğu gibi yaşadığım olayı anlatmak
istiyorum, gazetelerde çıkmayan, gazeteci yok çünkü, bir konuşma yaptı, yenileceğini anladı.
Paşa da nasıl biliyor musunuz? Benim eşim katarakt ameliyatı oldu geçen sene 12 dakika
sürdü. Ama o zaman öyle değildi. İsmet Paşa Paris’e gitti katarakt ameliyatı olmak için.
Bir gözü kapalı Paşa’nın böyle pamuklu, yaşlı zaten, yani fizikman da çökmüş durumda,
çıktı bir yandan da Mevhibe Hanım rahmetli sütünü filan içirmeye çalışıyor, üşütmesin filan
spor salonu buz gibi oluyor, üstünü filan örtüyor böyle bir manzara. Oylamaya geçilmeden
evvel Paşa çıktı. “Anlıyorum ki” dedi “hala belleğimde, ben ne dersem tersini yapma
istidadındasınız” dedi. “Bir gün benim haklı olduğumu anlayacaksınız ama o zaman
İsmet Paşa olmayacak” dedi. “Aranızda olmayacak” dedi İsmet Paşa. “Bu hareket
maceracı bir harekettir” dedi. “Başarıya ulaşması ondaki macera unsurunu ortadan
kaldırmaz” dedi. “Bu adama parti teslim edilmez, memleket emanet edilmez. Ona
komünist diyorlar, satırlar diyor ya, inanmıyorum bundan hiçbir şey olmaz” dedi. Müthiş
bir suçlamaya Ecevit’e. Ama bu da kar etmedi. Oylamaya geçildi, arkadaşlar enteresandır,
1416 delege var 5’nci olağanüstü kurultayda, pardon, pardon, başka bir şey 1221 katılım
oluyor, oylamaya, şimdi ayağa kalkıyor, Bursa delegeleri ayağa kalkıyor, ismi okunan “evet”
veya “hayır” diyor. Böyle gizli saklı da yok. Şimdi isterseniz sırası geldi ben çıkarttım Bursa
delegeleri ne oy kullanmışlar, bakalım isterseniz.
Bursa delegeleri oylama, Şemim KARAMOLLAOĞLU “hayır” demiş, Ganiş HEKİM “hayır”
demiş, Sevim GÜVENÇ “evet” demiş, Melahat ARTUNK kullanmamış oy. Yok. İnan TAMER
“evet”, Sadık YILMAZ “hayır”, Orhan BÜKSÜ “evet”, Sami IŞIK “hayır”, Erdoğan SAVAŞ “evet”,
Osman ARIKAN “evet”, Ahmet PAPURLU “hayır”, Sadi ÇEVİK “evet”, Lütfü ÖZŞEN “evet”,
Reşat ULU “hayır”, Necati YILMAZ “evet”, Necati AYKAÇ yok, Mustafa ÖZDEMİR “evet”,
Nurettin AŞAN “evet”, Şükrü Kazanç “evet”, Necati AKGÜN “evet”, Nejdet BULUK “evet”,
Bayram TURAN “evet”, Gültekin UZ “evet”, Mehmet AKKUŞ “evet” bilmiyorum kaç kişisi sağ
kaç kişi yaşıyor. Hayatta olmayanlara rahmet diliyorum. Böyle bir oylama oldu arkadaşlar, bu
arada 11’de sokağa çıkma yasağı var, 11’e 10 kala bitti oylama. Herkes çil yavrusu gibi dağıldı
çünkü sıkıyönetim alıp götürecek. Evine, oteline taksi bulunmuyor önünde. Evet 709, hayır
507, bir çekimser, 4 kişi oy kullanmamış, 1221 katılım. Müthiş yani Cumhuriyet Halk Partisini
tarihinde görülmedik gerilimde bir kurultay ve bu ne biliyor musunuz? Anlamı muhtıraya karşı
Cumhuriyet Halk Partisi tavır aldı. Onun genel başkanı İsmet Paşa’yı bile kurucusunu ulusal
kahraman İsmet Paşa’yı bile dinlemedi. Yani bugün Cumhuriyet Halk Partisi’ne darbeci filan
dendi mi yüreğim sızlıyor çok sinirleniyorum. Hiç hak etmediği bir şey Cumhuriyet Halk Partisi
ne zaman darbeci oldu ki. 12 Mart’ta Cumhuriyet Halk Partisi kavga verdi. 12 Eylül’de bizim
partimizi kapattılar arkadaşlar. Yani bu bölümü mahsus seçtim Cumhuriyet Halk Partisi’nin
kendi içindeki mücadele de dâhil muhtıracılara, darbecilere karşı nasıl mücadele ettiğini en
iyi ortaya koyan bir dönem.
Sonra aradan zaman geçti 30 Haziran 1972’de 21. Olağan Kurultayı toplandı. Ecevit Genel
Başkan gene başka zaman göremeyeceğimiz bir manzarayla karşılaştık. Ecevit Genel Başkan
salona girdi, İsmet Paşa öbür tarafta oturuyor, önünü ilikledi yürüyerek kurultayın ortasına
kadar geldi, önünde eğilerek elini sıktı, yani Genel Başkan Ecevit’i o kadar kızdığı, kurulda
bir sene evvelki kurultayda suçladığı, Genel Başkan olarak meşruiyetini ortaya koymak için
107
böyle bir jest yaptı. Yani bu da Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihinde yer alan, hepimize örnek
olması gereken İlçe Kongrelerimizde, İl Kongrelerimizde kazananlarla kaybedenlerin birbirine
nasıl muamele etmesi gerektiğini gösteren çok önemli bir örnektir. İsmet Paşa’nın o davranışı.
Ne kadar oldu başkanım?
Gürhan AKDOĞAN- Birbuçuk saati geçti.
Kemal ANADOL- O zaman bitirelim. Hepinize çok teşekkür ederim arkadaşlar ayrıca soru
sormak isteyen varsa, bu dönemle ilgili anlattıklarımla ilgili yanıt vermeye de hazırım. Buyurun.
108
BURSAİLBAŞKANLIĞI
PARTİOKULU
23 Ağustos 2008 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00_____________“Yerel Seçimler ve Şehircilik”
Mustafa BOZBEY
Nilüfer Belediye Başkanı
15:00______________“Türkiye’nin Seçmen Profili ve Eğilimleri”
Prof.Dr.Tahir BAŞTAYMAZ
U.Ü.Öğretim Üyesi
109
MUSTAFA BOZBEY
23 Ağustos 2008-BURSA
‘‘Yerel Seçimler ve Şehircilik’’
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Sayın Gürhan Akdoğan’ı kürsüye davet
ediyorum. Buyrun Sayın Başkanım.
Gürhan AKDOĞAN- Çok değerli Milletvekillerim, çok değerli İlçe Başkanlarım ve İlçe
Yöneticilerim yine çok değerli Belediye Başkanlarım, eski İl Başkanlarım yine çok değerli
Gençlik Kollarımız ve Kadın Kollarımız çok değerli üyelerimiz bu günkü oturuma hepiniz hoş
geldiniz.
Şimdi bu 5. oturumda klasik şeyleri söylememden alışkanlık doğmuş olabilir ama bir kez
daha aynı şeyleri yinelemek durumundayım. Çünkü bundan önceki toplantılarda partimizin
en üst düzey yöneticileri Türkiye Cumhuriyetinin en önemli devlet adamlarını bu salonlarda
ağırladık. Partimizin üyeleri, partimiz dışındaki konuklarımız, misafirlerimiz büyük bir keyifle
bir aya yakındır burada önemli konular üzerinde bilgiler edindiler, deneyim kazandılar. Bugün
ise belki partimizin duayenliği noktasında olmayabilir ama Türkiye’de Belediyecilik konusunda
en önemli isimlerden bir tanesini sizlerle buluşturuyoruz. Nilüfer Belediyesi olarak Cumhuriyet
Halk Partisi olarak gerçekten gurur duyduğumuz bir kent yöneticisini ağırlıyoruz. Sayın
BOZBEY hoş geldiniz. Evet, dostlar niye bunu söylüyorum sadece kendi kendimizi motive
etme anlamında söylemiyorum, bir gerçeği ortaya koyuyorum. Çünkü Nilüfer Belediyesi
3.200 belediye arasında Türkiye’de çok önemli etkinliklere imza atmış yaklaşık dokuz yıllık
süre ile belki de Bursa’da bir ilki yaşatmış iki kez üst üste kazanılmış Sosyal Demokrat
Belediyecilik anlayışının bütün öğelerinin kullanıldığı aynı zamanda belki biraz sonra sevgili
başkan değinecek bir yerel yönetimin hangi kriterlerle hangi modern yönetim teknikleriyle
yönetildiğini ortaya koyan tek belediyedir. Bunu çok net ifade edebiliyoruz, çünkü basından
da izleyebilmişsinizdir Nilüfer Belediyemiz bugün uluslararası platformda EFQM Mükemmellik
Modeli Yönetim Anlayışı dediğimiz anlayışla yönetilen ve bağımsız uluslar arası denetçiler
tarafından denetlenen bir yaklaşımla bugün belki de çok yakın bir süreçte çok büyük bir gurur
kaynağı elde edeceğimiz bir ödüle başvurdu ve Türkiye’de tek belediyedir. Bunu söylerken
Nilüfer ile ilgili çok önemli bir konsepti hayata geçirdiler. Kültür-Sanat ve Spor Kenti Nilüfer’i
yarattılar. Ben bu düşünceler ile başta sevgili Başkanım BOZBEY ve ekip arkadaşlarına
Nilüfer Belediyesi’ni yaratanlara çok teşekkürlerimi sunuyorum. Daha fazla sözü uzatmadan
onun çok önemli deneyimlerinden arkadaşlarımın yararlanmasını arzu ediyorum. Onun için
Sayın BOZBEY’e hoş geldiniz demeden buraya davet etmeden önce öz geçmişini okumak
üzere İl Eğitim Sekreterime sözü bırakıyorum, saygılar sunuyorum.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - İlk konuşmacımız olan Nilüfer Belediye
Başkanı sayın Mustafa BOZBEY’in özgeçmişini arz ediyorum.
Mustafa BOZBEY 1962 Bursa Nilüfer İlçesi Özlüce Mahallesi doğumludur. Yüksek öğrenimini
Anadolu Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi İnşaat Mühendisliği bölümünde yaparak
1984 yılında bölümünü başarı ile bitirdi. 1986 yılında projecilik ile başladığı meslek hayatına
daha sonra mesleği ile ilgili taahhüt işleri yaparak devam etti. 18 Nisan 1999 seçimlerinde
DSP’nin Nilüfer Belediye Başkan adayı olarak girdiği seçimden zaferle çıkarak Nilüfer’in
110
3.Belediye Başkanı oldu. Yeni yapılanan Nilüfer’e çağdaş bir kentleşme vizyonu kazandıran
BOZBEY beş yıllık başarılı bir çalışma döneminin ardından 28 Mart 2004 seçimlerinde bir
kez daha Nilüfer Belediye Başkanlığı’na aday oldu. Seçim yarışına bu kez CHP den giren
ve başarılı çalışmalarıyla halkın takdirini kazanan BOZBEY, bu takdirin sandığa yansıması
sonucu bir ilke imza atarak Bursa’nın siyaset tarihinde merkez ilçelerinde iki dönem üst üste
seçim kazanan ilk ve tek belediye başkanı oldu. Mustafa BOZBEY evli ve 1 çocuk babasıdır
arz ettim efendim.
Gürhan AKDOĞAN- Evet sayın başkanım buyurun. Kürsüde mi? Burada mı? Nerede arzu
ederseniz ?
Mustafa BOZBEY- Burada daha rahat olacak herhalde. Sevgili Milletvekillerim, sevgili İl
Başkanım, sevgili Belediye Başkanlarım, sevgili İlçe Başkanlarım, Meclis Üyelerimiz, İl Genel
Meclis Üyelerimiz, partimizin her kademesindeki yöneticilerimiz, kadınlarımız, sevgili sosyal
demokratlar öncelikle sizi sevgiyle saygıyla selamlıyorum.
Evet, bugün burada sadece dokuz yıllık deneyim değil aslında sosyal demokrat bir
belediyeciliğin insana nasıl baktığını çevreye nasıl baktığını ve yaşamın her kademesine nasıl
baktığını birlikte paylaşacağız. Sevgili İl Başkanım biraz önce duayenlerden bahsetti tabii biz
daha duayen değiliz aslında bizim duayenlerimiz var. Gerçekten Cumhuriyet tarihinden itibaren
özellikle ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aslında hepimizin duayeni olduğunu biliyoruz.
Bu ülkenin kurulmasında, bu ülkenin gelişmesinde insanın mutluluğu ve refahı için neleri
yaptığını biliyoruz. Ama biz okullarımızda Atatürk’ün sadece asker kimliğini ortaya çıkarmışız,
onu öğretmişiz, sadece o yönde biliyoruz. Gerçekte Atatürk’ün sanatla, arkeolojiyle, tarımla
da ne kadar ilgili olduğunu yani yaşamın her alanında düşünceleri olduğunu ve her konuda
insanın mutluluğu, gelişimi ve refahını sağlamaya yönelik söylemleri olduğunu biliyoruz.
Onun için gerçekten bizim ilk duayenimiz O’dur. Ama O’nun haricinde yıllarca Cumhuriyet
Halk Partisi’nde ve sonrasında SHP dönemlerinde çok iyi belediye başkanlarımız vardı bizim,
onları unutmamak gerekiyor, onların yaptıklarını da unutmamak gerekiyor. Her ne kadar
sonra o kaybedilen kareleri bir daha geri alamadıysak da hala o insanların yapmış olduğu
hizmetlerle o kentlerin bu günlere geldiğini görüyoruz. Evet sevgili katılımcılar öncelikle
katıldığınız için teşekkür ediyorum. Yerel Yönetim ve şehircilik konusunda birçok deneyimimiz
oldu 9 yıldır ama 99’dan bugüne Nilüfer Belediye Başkanlığını yürüten Mustafa Bozbey
olarak ben “Belediye Başkanı” ifadesini biraz eksik buluyorum, bizim yaptığımız iş aslında
sürelidir yani 5 yıllık görevli olarak orada bulunuyoruz ve bir kent yöneticisiyiz biz. Şimdi
zaman zaman duyarsınız Belediye Başkanlığı artık meslek haline gelmiş gibi “meslektaşım”
demeye başladılar, belediye başkanlığı meslek değildir. Ben onun için birçok yerde kent
yöneticisi sıfatını daha uygun buluyorum. Bunu da ifade etmeye çalışıyorum yani biz de birer
kent yöneticisiyiz, kimin adına? Kentli adına onların oylarıyla seçilen, onlar adına o kentin
geleceğine katkı sağlayan bireyler olarak bunu söylüyorum.
Evet, bugün sizlerle Nilüfer özelinde belediyecilik deneyimlerimizi özet olarak paylaşacağız
ama ondan önce kentle ilgili, kentlilikle ilgili bir giriş yapma ihtiyacı hissediyorum. Evet, kentler
insanların bir arada yaşama ihtiyacından doğmuştur. Güvenlik ve işbölümü gibi ihtiyaçlar
ile bir araya gelerek şehirler oluşturulmaya başlanmış ve toplu yaşamın getirmiş olduğu
sorunları aşmak için de bir takım mekanizmalar oluşturmuştur. Ortak yaşam alanının ve
111
toplumsal yaşamın ortak ihtiyaçlara göre organize edilmesi işlevini bugünkü adıyla Yerel
Yönetimler yani Belediyeler yerine getirmektedir. Yerel Yönetimler hemen onu parantez içinde
söylüyorum. Yerel Yönetim deyince bugün Valilikte bir Yerel Yönetimdir arkadaşlar. Yani
Yerel Yönetim deyince hemen Belediye akla gelmemeli. Bugün İl Özel İdaresi de bir Yerel
Yönetimdir. Belediyeler de bir Yerel Yönetimdir bunu söylemek istiyorum. Yerel Yönetimler
günümüzde demokratik yaşamın vazgeçilmez unsurlarından biridir. Yerel halkın seçimi ile
belirlenerek hem kentsel gelişimi yönetmek, hem de kentlinin çevresel, fiziksel, sosyal, kültürel
ihtiyaçlarını karşılamak durumunda olan Yerel Yönetimler aslında çok büyük bir sorumluluğu
da üstlenmişlerdir. Onun içindir ki kentlerin kaderini belirleyen Yerel Yönetimler olmuştur.
Evet, sevgili katılımcılar, bilindiği gibi arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan eski yerleşimleri
inceleyen bilim insanları o yerleşim alanının planlanış şekline ve yaşam alanlarına bakarak
orada yaşayan insanlar hakkında çok önemli bulgulara ulaşıyorlar. Nasıl ki bir antropolog insan
iskeletini incelerken sadece o iskeletteki dişlere bakarak o insanın beslenme biçimine ilişkin
bir sonuca ulaşabiliyorsa kentler de aynıdır. Antik bir kent kalıntısını incelerken o yerleşimin
nasıl planlandığına oradaki yaşam izlerine bakarak o toplumun alışkanlıkları, yaşam biçimi,
gelenekleri ve kültürel özellikleri hakkında fikir edinmek mümkündür. Çünkü kentlerin tıpkı
insanlar gibi bir kimliği vardır ve kentlerin kimliği ile o kentte yaşayan insanların kimliği birbirine
benzemektedir. Buradan yola çıkarak bir kenti planlamanın o kentin kaderini çizmek ile kimliğini
belirlemek ile eşdeğer olduğunu söyleyebiliriz. Bir kenti planlamak geleceğe dair bir öngörü
gerektirir. Yerel Yöneticiler insan odaklı bir yaklaşımla konuya bakarak, o kentin 50 yıl-100 yıl
sonra yüz yüze kalacağı koşulları, o koşulların dayatacağı ihtiyaçları ve kaynakları düşünerek,
ona göre bir hedef belirlemek ve kentin geleceğini de ona göre planlamak zorundadırlar. Peki,
bu çerçevede biz Nilüfer’de nasıl bir Belediyecilik örneği ortaya çıkardık? Bizler Nilüfer’de
sosyal demokrasi anlayışına yaraşır biçimde, “önce insan” anlayışıyla, insan odaklı hizmet
üreten, katılımcılığın önünü açan ve kent planlamasında da hizmetin eşit dağılımını sağlama
ilkesi ile toplumun mutluluğunu hedef alan bir belediyecilik anlayışı sergiledik. Önce insan
dedik ve kentsel düzenlemelerden sosyal kültürel çalışmalara kadar her alanda insan odaklı
çalışmalar yaptık. Bunlara örnek vermek gerekirse giderek doğadan kopan ve beton yığınları
arasında yaşamaya mahkûm olan günümüz insanı için, yeşil ve doğa ile barışık bir kent
yaratmaya çalıştık. Yeni yapılan planlarda özellikle 99’dan sonra ki yapılan planlarda daha
önceleri 1,5 – 2 metrekare olan kişi başına düşen yeşil alan miktarlarını planlama bölgelerine
göre 43 metrekareye kadar çıkardık. İnsanlara soluk alabilecekleri kentsel düzenlemeleri
sunabilmek için 9 yılda 99 park yaptık, yapmaya da devam ediyoruz.Yine aynı yaklaşımla
tarımsal amaçlı hobi bahçelerini oluşturduk. Kentin akciğeri olan ve kent merkezinde bulunan
150 hektarlık alanı düzenleyip Atatürk Kent Ormanı’nı hizmete sunduk. Rutin bir hizmet olan
altyapı ve yol çalışmalarımızda bile alışılagelmiş araç özellikli düzenlemeleri rafa kaldırdık ve
yaya öncelikli düzenlemeler yaptık. Türkiye’deki trafik sistemi araç önceliklidir. Bunu her yerde
görebilirsiniz. Araçların 30 kilometre hızla gitmesi gereken bir yerde bile insan olarak adımınızı
atın bakalım caddeye araç duracak mı? Korna sesi duyarsınız değil mi? Ama işte tam tersine
çağdaş ülkelerde insan öncelikli trafik sistemi uygulandığı için oralarda insan adımını attığı
zaman araç durur. Kornaya basmaz tam tersine araç durur insan geçer. Bunu sağlamaya
çalışıyoruz ve özellikle yeni yaptığımız yollarda araçların hızını azaltıp yayalara öncelik
sağlayan bir sistemi yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Bisiklet yolları yapıyoruz ki biliyorsunuz
ulaşımda bisiklet dünya da çevreyi kirletmeyen tek ulaşım aracıdır, hem çevre, hem insan
sağlığı açısından desteklenmesi yaygınlaştırılması gereken bir ulaşım aracıdır, bu nedenle
biz de bisiklet yollarını artırmaya ve bisiklet kullanımını da yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.
112
Yeni yaptığımız yol düzenlemeleri; bisiklet yolları, geniş tretuarları, çapraz otopark cepleri,
güvenli yaya geçişleri ve özel aydınlatma düzenlemelerini içermektedir ve yollarımız engelli
vatandaşlarımızın da rahatça gezebileceği şekilde düzenlenmektedir.
Sağlık alanında Uludağ Üniversitesi işbirliğiyle “hastalık öncesi önlem esasına” dayanan
benzersiz bir sistemi hayata geçirdik. Halk Sağlığı Projesi aslında Türkiye’de devrim niteliğini
taşıyan bir projedir özellikle belirtmek istiyorum.Sağlık hizmetini sadece sağlık kuruluşlarımıza
başvuranlarla sınırlamayıp bölge halkını evlerinde ziyaret ederek sağlıkla ilgili riskleri saptayan
bu çalışma kapsamında yaklaşık 10 bin konutta 35 bini aşkın kişinin sağlık durumu kontrol
altında tutuluyor. Bebekler, çocuklar, gebeler ve yaşlılar periyodik aralıklarla hekimlerimiz
tarafından evlerinde ziyaret edilerek muayene ediliyor. Bu çalışma kapsamında gelişme
geriliği saptanan çocuklarımıza her hafta süt dağıttık. Ayrıca çocuklarımızın gelişimine katkı
sağlamak için Nilüfer’deki ilköğretim birinci sınıf öğrencilerine her gün süt dağıttık. Yaklaşık
olarak 3 binin üzerinde çocuğumuza her gün süt veriyoruz.
Çevre sağlığına yönelik de çokyönlü çalışmalar yaptık. Kentin hava ve su kalitesi düzenli
olarak izlenirken, kentin gürültü ve Elektromanyetik alan haritalarını da çıkardık. Elektro
manyetik alan deyip geçmeyin insan yaşamını negatif etkileyen çok önemli bir unsurdur.
Bunu sizinle paylaşmak istiyorum ve yüksek gerilim hatlarında yaşayanlar bunların belki
farkında değiller ama bu kentte birçok yerde yüksek gerilim hattı geçiyor. Bu konuda toplumun
bilinçlendirilerek mücadeleye hazır hale getirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Atık yağların
ekonomiye kazandırılması ve geri kazanım alanında düzenlenen kampanyalarla kentte çevre
duyarlılığı yaratmaya çalıştık. Geri kazamın alanında Türkiye’nin üçüncü belediyesiyiz. Özel
kampanyalar düzenliyoruz ve çevre duyarlılığını da arttırıyoruz, eğitimler yapıyoruz, okullarda
eğitimler sitelerde eğitimler, apartmanlarda eğitimler yaparak çevre duyarlılığını devam
ettiriyoruz.
Sosyal, kültürel ve sportif tesislerimizi planlarken, kenti belirli bölgelere ayırarak ve bu tesisleri
her bölgeye eşit düzeyde dağıtarak, hizmette eşitlik sağlamaya çalıştık. Bugün Nilüfer’in
5 bölgesinde vatandaşlarımız yürüme mesafesinde sportif, sosyal ve kültürel hizmetlere
ulaşabilir durumdadır.
Az önce bir kentin kimliğini belirlemenin öneminden söz etmiştim. Biz Nilüfer’in kent vizyonunu
“eğitim-bilim, kültür-sanat ve spor kenti” olarak belirledik. Özellikle kültür-sanat ve spor
alanında gelecek nesillere yönelik yatırımlara öncelik verdik. Yatırımlarımıza yön verirken
istedik ki; bu kentte yaşayan herkes sanatın ve sporun bir dalıyla ilgilensin. Çocuklarımız,
geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz için sanat ve spor yaşamlarının bir parçası
olsun istedik. Çünkü biz sanatla ve sporla uğraşan insanların karanlığa kapılmayacağına,
aydınlığa yöneleceğine inandık. Şiddetin kol gezdiği günümüzde, kültür-sanatla ve sporla
uğraşan insanların şiddete uzak ve daha hoşgörülü olduğu gerçeğinden yola çıkarak
yurttaşlarımızı bu alanlara teşvik eden çalışmalar yaptık. Geçmişteki halkevleri modelini
kültür-sanat alanında uyguladık. Bugün Konak Kültürevi, Uğur Mumcu Sahnesi ve Altınşehir
Gençlik Merkezi’nde çeşitli sanatsal faaliyetler yürütülüyor, çocuklarımıza müzik, bale, tiyatro,
resim, halk dansları eğitimleri veriliyor. Her yaştan insan için sanatsal faaliyetler yürütülüyor.
Bugün Nilüferli yurttaşlar korolarda ve çeşitli dans çalışmalarında bir araya gelerek, resim,
heykel, fotoğraf atölyelerinde eğitim alarak sanatın güzelliğinde buluşuyor. Nilüfer’de bugün
113
12 ay boyunca kültür ve sanat hareketliliği vardır. Sadece 1 aya bağlamıyoruz biz bunu. Yine
12 ay boyunca spor hareketliliği vardır. Bunları Nilüfer’de yaşanlarımız biliyorlardır, basında
da zaman zaman anlatmaya çalışıyoruz.
Öte yandan spor alanında da kente her yaştan insanın bedelsiz yararlanabileceği açık spor
alanları kazandırdık. 24 koşu yolu yaptık ve bu koşu yollarıyla birlikte bazı parklarımızı da açık
alan spor aletleriyle donatarak halkın kullanımına sunduk. Kondüsyon salonları yaptık, her
mahalleye bir futbol sahası yapıyoruz ve gençlerimizin kullanımına sunuyoruz. Çocuklarımıza
sporu sevdirmek için 7 yıldır her yaz, 6 bini aşkın çocuğu bir ay boyunca sportif müsabakalarda
buluşturan spor şenlikleri ve yaz okulları düzenliyoruz. Ayrıca spor alanında profesyonel
düzeyde de çalışmalar yapıyor ve Bursa’ya örnek tesisler kazandırıyoruz. Belediye Spor Tesisi
bugün 3 büyük kulübün dışındaki kulüplerde az rastlanan bir tesistir ve bu tesisi ilerde daha
da detaylandırmayı planlıyoruz. Bu tesis sadece Bursa’da ki spora değil Türk sporuna hizmet
etmektedir. Birçok kurum kuruluş ve milli takımlarımız da bu tesislerimizden faydalanmaktadır.
Biz bütün bunları yaparken zaman zaman eleştirilere de maruz kaldık. Dediler ki “Nilüfer
Belediyesi kültür-sanattan, spordan başka bir şey yapmıyor” Ancak biz yolumuzdan
dönmedik…Çünkü biz yerel yöneticiler sadece gelecek seçimleri değil, gelecek nesilleri de
düşünmek zorundayız. Aydınlık bir dünya yaratmak istiyorsak bunun altyapısını hazırlamak
ve her şeyden önce insana yatırım yapmak zorundayız. Çağdaş kentsel düzenlemeler
yapmak gereklidir ama yeterli değildir. O çağdaş kentsel yapı içinde çağdaş bir insan gibi
yaşam sürecek kitleleri yaratmak için, çocuklarımızın bedensel, ruhsal, kültürel ve beyinsel
gelişimlerini de düşünmek zorundayız.
Nilüfer’deki belediyecilik deneyimimizde bizim en çok önem verdiğimiz konulardan biri de
katılımcılık, ya da moda deyimiyle yönetişim. Yönetişim; alınacak kararlardan etkilenecekler
ile uygulayacak olanların bir araya gelerek birlikte çözüm üretmelerini ifade ediyor. Bizler
elektronik belediyecilik uygulamalarını hayata geçirerek yurttaşlarımızın pek çok kanaldan
istek ve önerileriyle yönetime katılmalarını sağladık. Nilüfer’de kentlilik bilincini uyandıracak
bir yapı oluşturmak için Nilüfer Yerel Gündem 21, Kent Konseyi ve Nilüfer Kadın Meclisi
oluşumlarını hayata geçirdik. Bugün Nilüfer Yerel Gündem 21 vatandaşın yoğun katılımıyla
oluşan çalışma gruplarıyla oldukça etkin çalışmalar yürütüyor.
Öte yandan sosyal belediyecilik uygulamalarına da önem veriyoruz. Halkla ilişkiler alanında,
insan yaşamındaki 3 önemli dönüm noktasına yönelik özel bir yaklaşım gösteriyoruz. İnsan
yaşamının en önemli dönüm noktaları bilindiği gibi doğumlar, düğünler ve cenazelerdir. Bizler
işte bu 3 dönüm noktasında yurttaşlarımızın yanında olmaya çalışıyoruz. Kentimizde yeni
doğan her çocuk için ailesine bir kutlama kartı gönderiyor, düğünlerinde yanlarında olmaya
çalışıyor, evlilik yıldönümlerinde onlara kutlama kartları gönderiyor yine cenazelerde de
yanlarında olmaya çalışıyor ve taziye kartları gönderiyoruz. Acı gününde vatandaşı bizzat
ben arıyor ve acısını paylaşıyorum. Aynı şekilde kente yeni yerleşen yurttaşlarımıza da
hoş geldiniz kartları gönderiyoruz. Önemsiz bir ayrıntı gibi görünen bu uygulamalar da kent
insanında bir aidiyet duygusu yaratıyor. Son olarak belediyecilik hizmetlerimizin her alanında
toplam kalite yönetimi sistemini uygulayarak, hizmet kalitesinde bir standart yerleştirmeye
ve sürekli iyileştirmeye yönelik bir yapı oluşturmaya çabalıyoruz. Bilindiği gibi bu çabaların
sonunda Nilüfer Belediyesi, Bursa’da kalite belgesi alan “ilk belediye” olmuştur. Ardından
114
Avrupa Kalite Yönetim Vakfı’nın Mükemmellikte Yetkinlik Ödülü’nü ve yine EFQM’in Yerel ve
Bölgesel Kamu Ödülü sürecinde Jüri Özel Ödülünü almıştır. Kalder’in Ulusal Kalite Ödülü
sürecinde 2006 başarı ödülünü de alan Nilüfer Belediyesi, bu yıl da Avrupa Kalite Ödülü
sürecinde finalisttir. 28 Ekim’de Paris’te açıklanacak olan ödüllerden birini almayı umuyoruz.
Bütün bu çabalar insanın mutluluğu içindir. Bu çabalar insanların yaşamaktan keyif alacakları
çağdaş bir kent yaratırken, aynı zamanda kentine sahip çıkan, yönetime katılan, sorgulayan,
yaşadığı çevreye duyarlılık geliştiren çağdaş bir kentli kitlesi yaratmak içindir. Sadece
sağlıklı bir kentleşme değil aynı zamanda kentlileşmeyi sağlamak içindir. Batı düşüncesinin
en önemli filozoflarından biri olan Aristoteles yurttaş kavramını ikiye ayırır. Etkin yurttaş ve
edilgin yurttaş… Yurttaşın edilgin olmaktan çıkıp etkin bir birey haline gelmesini sağlayan
şey onun “kentlileşmesi”dir. Sağlıklı bir kentleşme ve kentlileşmeyle birlikte insanların
siyasal davranışları ve dünya görüşleri de ona göre şekillenecek, daha çağdaş bir seviyeye
ulaşacaktır. O nedenle hep söylediğim gibi belediyecilik rutin altyapı hizmetlerinden ibaret bir
şey değildir. Onun çok çok ötesinde bir gelecek vizyonu gerektirmektedir. O kentte yaşayanları
her yönüyle, sosyal yönüyle, kültürel yönüyle, sportif yönüyle dönüştürmek, değiştirmektir.
Yani kent yönetimi, “değişimin öncüsü” olmak zorundadır. Bizim yapmış olduğumuz da
değişimi yönetmektir. Tabii bunu yaparken tüm ekip arkadaşlarımız ile birlikte yapıyoruz. Ben
hepsine huzurlarınızda teşekkür ediyorum bu güne kadar bizlerle birlikte çalışan, meclis üyesi
olan, muhtarlık görevini yapan tüm arkadaşlarımıza yürekten teşekkür ediyorum. Ve hepinize
sevgiler saygılar sunuyorum.
İl Eğitim Sekreteri- Değerli konuşmacımıza verdiği bilgilerden dolayı çok teşekkür
ediyoruz. Plaket takdimi için İl Başkanımız Sayın Gürhan Akdoğan’ı davet ediyorum.
Mustafa BOZBEY- Bu arada bir şey daha paylaşmak istiyorum. 24 Ağustos yani yarın Misi
Şenliğimiz var. Saat 14.00’te başlıyor hepinizi davet ediyorum. Aynı zamanda da Atatürk Kent
Ormanında da yine bu akşam başlayacak bisiklet yarışları var hepinizi bekliyoruz.
Gürhan AKDOĞAN- Plaketini vermek üzere yine gelenekselleştirdik sayın vekilim Kemal
Demirel’i kürsüye davet ediyorum. Buyurun sayın vekilim.
Gürhan AKDOĞAN- Şimdi aslında şöyle yapalım mı başkanım, biraz zamanımız var
bizim yöntemimiz daha doğrusu bu eğitimin kurucusu genellikle konuşmacıların biraz daha
ifade ettiğiniz ana fikir üzerinde ders vermelerine burası bir Parti Okulu ders vermelerinin
üzerine yönelikti. Genellikle soru alıyoruz ama sorularda da direk konuya ilişkin olsun yorum
yapmadan sorular olsun istiyoruz. Biraz zamanımız var saat üçte diğer hocamız gelecek. En
az 15–20 dakika soru cevap şeklinde yürütebiliriz ama ve çok sizi dinlemeyi arzu ediyoruz.
Örneğin Bursa’da kent planlamasına ilişkin belki arkadaşlarımızın da öğrenmesi gereken
şeyler olabilir. Ulaşım kriterlerine ilişkin, ulaşım yanlışlarına ilişkin gerek Büyükşehir gerekse
bizim yaptığımız buna örneklere ilişkin bilgiler almak isteyebilirler. Dolayısıyla bu anlamda bir
iki şey gelirse onları sizden dinlemeyi arzu ederiz, biraz daha kazanmış oluruz.
Mustafa BOZBEY- Tabii İl Başkanımız aslında ulaşım ile ilgili söyledi. Bakın bu kentin birinci
önceliği ulaşım. Ama bu ulaşımın sakın ola “bat-çık”larla çözüleceğine inanmayın. Hiçbir
çağdaş kentte öyle bat-çık ile çözülmüş ulaşım sistemi yoktur arkadaşlar. Sizde kabullenmeyin
yer yer mutlaka birbirlerine bağlayan köprüler olabilir. Ama tam anlamıyla bilimsel anlamda
bat-çıklar değildir. Bat-çıkların yapıldığı tarihten itibaren ölümlü kaza oranı artmıştır. Ankara’da
115
başladı bu sistem şu anda Büyükşehirlerin tamamına yayıldı. Nerede yok biliyor musunuz?
Hangi Büyükşehir’de yok,
İzleyici-İzmir,
İzleyici-Eskişehir
Mustafa BOZBEY- Eskişehir’de yok. Kim oranın belediye başkanı,
İzleyici -Yılmaz Büyükerşen,
İzleyici-Aziz Kocaoğlu
Mustafa BOZBEY- Başka,
İzleyici- İzmir’de yok.
Mustafa BOZBEY- İzmir’de yok. Kim oranın belediye başkanı,
İzleyici -Aziz KOCAOĞLU,
Mustafa BOZBEY- Aziz Kocaoğlu yani Cumhuriyet Halk Partisi Belediye Başkanı. Batçıklar çağdaş bir çözüm değil. Çözüm nedir? Toplu ulaşım araçlarıdır. Çözüm nedir raylı
sistemlerdir. Bursa’daki raylı sistem de kenti ikiye bölmüştür Nilüfer’i ikiye bölmüştür. Gönül
isterdi ki belki şimdi hafif raylı sistem diyeceksiniz nedir? Belki sorguluyor olabilirsiniz. Şimdi
metro ile yani tamamı yer altından giden sistem ile tramvayın yani tamamı yer üsten giden
sistemin arasında ki sistem hafif raylı sistem adını öyle koymuşlar. Bunun, kentin içinden
geçen noktalarının vatandaşların yoğun olduğu yerlerden geçme zorunluluğu vardır bu
sistemlerin. Ama böyle olmamıştır ve şimdi batı bölgesi için söylüyorum, yeni başlayacak
olan ihalesi yapılan yer ile ilgili söylüyorum C Etabında Küçük Sanayi Sitesi’nden başlayan
ki daha önce bir ara İzmir Yolundan devam ettirelim dediler, hemen gittik konuştuk aman
yanlış yapıyorsunuz dedik. Böyle bir şey yok, dünyada da yok insanın geçmediği olmadığı
yerde hafif raylı sistem geçecek, neymiş oraya taşıma ile getireceksiniz. Hayır, insanlar 500
metre oraya yürüsünler hafif raylı sisteme binsinler bir yere ulaşsınlar, dünyadaki çözümü
budur. Onun için tam olmamakla birlikte yine de raylı sistemden yararlanmak gerekliliği
vardır. Yan ünitelerinde çok gecikmeler olmuştur. Bat-çıklara harcanan paralar eğer onların
yan ünitelerine harcanırsa… Örneğin Acemlerden bir hatla devam edecek Çekirge’ye ve
Çekirge’den Devlet Hastanesine ve Heykel’e oradan da Yeşil Türbesine vs. gidecek bir
hat. İkincisi Merinos’tan başlayan Altıparmak Caddesi üzerinden devam eden tramvaydır
yalnız bunlar tramvaydan bahsediyorum, tramvayla İnönü Caddesinden aşağıya inecek.
Ama Heykel civarında Ulu Camii civarında kesişecek hatlar ile çok önemli miktarda aracın
kentin içine girmesi engellenecektir ve insanlarda gidecekleri yere ulaşacaklardır. Yine bunu
Ankara Yolunun altı için de düşünebiliriz. İzmir Yolunun altı için de düşünebiliriz. Şu anda
insanlar gerçekten bir yerden bir yere ulaşmakta son derece güçlük çekiyorlar. Çözüm tekrar
söylüyorum toplu ulaşımdır, raylı sistemlerdir, bunun dışında çözüm yoktur. İşte yapılan
yanlışlıklardan bir tanesi de Acemler Kavşağı’dır. Akşam ve sabah gelin bir bakın orada ki
116
duruma. Bilim adamları dediler ki buraya kavşağı bu şekilde yaparsanız trafik buradan da
kilitlenecek. Akşam saat sekiz civarında ben Merinos’tan Buski’nin oraya kadar yirmi beş
dakikada geldim, düşünün. Karşı yolda aynı şekilde devam ediyor, bunun çözümünü bilim
adamları önermişlerdi. Yine oraya bir kavşak olacaktı ama tek trompetli bir kavşak olacaktı,
hem o kadar alan heba edilmeyecekti hem de Buski’nin oradan ön tarafından gelen, İzmir
Yolundan gelen araçlar alttan geçecekti devam edecekti ve böylece İzmir yolundan gelenler
direk geçmek istiyorlarsa Çevre Yoluna alttan geçecekti devam edecekti, sirküle olacaktı yani
hızlı bir trafik işleyecekti. Diğer taraftan da gelenler tek trompetle bağlanacaktı. Ama yok
dediler biz tam kavşak yapacağız netice ortada. Yani biz yaptık oldu mantığı çok yanlıştır.
Bilim adamları yıllardır bu işin içindeler ve yine ulaşım ile ilgili bir şey söylemek istiyorum.
Dünyanın hiçbir yerinde şehir içi ulaşımlarında trafik hızı arttırılmaz ya da trafik hızını arttırıcı
uygulamalar yapılmaz. Tam tersine yer yer trafik hızını azaltıcı mekanizmalar yapıldığı
gibi yer yerde o trafiğin durması sağlanır. Belli periyotlarda. Yani ben 96 yılında Milano’da
yaşadığım bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum kentlilik adına bakın. Biz gittiğimizde çok
güzel bir yonca kavşak gördük aynen Acemler Kavşağı gibi. Ne kadar güzel falan dedik böyle
deyince tercüman arkadaşımız dedi ki “ben şehir meclisindeyim şehir meclisi bu kavşağın
kaldırılmasına karar verdi” dedi. Şaşırdım niye kaldırılıyor diye sorgulayınca üç tane neden
söyledi. Birincisi dedi estetik değil, kent estetiğine uymuyor bu yapılar. İkincisi trafik hızını
arttırdığı için kazalara sebep oluyor. Üçüncüsü de buradan hızlı geçtikleri için geçen şoför
veya araç içindekiler şehri algılayamıyormuş. Sonra duydum ki hakikatten kaldırmışlar Yonca
Kavşağı normal sinyalize kavşak yapmışlar. Birçok yerde kavşakları sinyalize olmaktan da
çıkarabilirsiniz. Nilüfer’de bunların örneklerini yapıyoruz biz. Amsterdam’da arkadaşlarımızla
beraber gittik, onlarca kavşak gördüm inanın bana bir tanesinde sinyalizasyon yok ve hiçte
kaza yok. Sistemi kurmuşlar tek yön. Tek sistem var sağdan gelene yol ver. Şimdi bizim trafik
sistemini inceliyorsunuz efendim dar yoldan mı çıktın geniş yoldan mı çıktın suçunuz ona
göre belirleniyor dikkat edin. Eğer sen dar yoldan çıkıp da geniş yoldan çıkana değdiysen
sen suçlusun ama oradaki sistem öyle değil sağdan gelene yol vereceksin bitti. O kadar
düz bir mantık ki o kadar kolay ki sağdan kim geliyorsa ona yol vereceksin bitti. Trafiği böyle
çözmüşler. Birde duble kavşaklar yapmışlar bir sürü araba geliyor insanlar nereden nereye
gideceğini bildikleri için kavşağın içini bölmüşler, eğer sen tam sola geçeceksen bir bölüme
giriyorsun oraya götürüyor seni, işte yakın yerden gireceksen o bölüme giriyorsun oraya
götürüyor seni çok ilginç adına duble kavşak adını vermişler ve dünyada o kavşağı ilk yapan
mimara da mimarlık ödülü vermişler. Yani yurt dışına çokça gidiyor bizim kent yöneticilerimiz
ama birileri de bunları görmemekte ısrar ediyor.
İzleyici—Önce verdiğiniz teknikler için çok teşekkür ederim. Şimdi Nilüfer Belediyesi olarak
insan odaklı projeleri hazırladığınızı ve uyguladığınızı söylediniz.
Mustafa BOZBEY- Evet,
İzleyici—Şimdi Türkiye’mizde sosyal ve siyasal yapısında, insan odaklı projeleri halka
anlatmak ekonomik odaklı projeleri anlatmaktan çok daha zordur ve uzun vadelidir. Bunun
hepimiz bilincindeyiz. Siz seçim öncesinde halka giderken insan odaklı projelerinizi anlatırken
hangi yöntemleri kullandığınızı sorabilir miyim? Teşekkür ederim.
Mustafa BOZBEY- Şimdi seçim sürecinde de ve daha sonrasında da o projenin insana ne
117
fayda sağlayacağını anlatıyoruz insanlara. Örneğin bir yol yapıyoruz yolu daraltıyorsunuz
diye bize şikayette bulunuyorlar yoğun bir şikayet geliyor ve gidip orada toplantı yapıyoruz.
Neden bu uygulamayı hayata geçirdiğimizi anlatıyoruz. Yine de eleştiriyorlarsa diyoruz ki
bitirelim, uygulayın, kullanın eğer beğenmezseniz değiştirelim diyoruz. Ama gördük ki özellikle
otomobil fabrikalarında çalışanlar çok itiraz ettiler bu yol düzenlemelerine ama şu anda en
çok onlar teşekkür ediyorlar. Öte yandan bakın ilk defa sağlık etki değerlendirilmesi yapılan
bir projeye yakında başlayacağız. Bu projede Fethiye Spor Tesisleri’dir. Fethiye Mahallesinde
projenin sağlık etki değerlendirilmesini yaptık. Türkiye’de yapan yok bunu. Aslında tüm
projelerin sağlık etki değerlendirmelerinin yapılması lazım. Önemsediğimiz bir şey ve Sağlık
Etki Değerlendirme Kurulu bu projede değişiklikler istedi ve o projede onların istedikleri
değişiklikler yapılarak o proje onaya sunuldu.
İzleyici- Adım Erkan ATEŞ Gürsu’dan katılıyorum. Değerli başkanım 1999 yılında başlayan
belediyecilik çalışmanıza 2004 seçimlerinde ikinci kez seçilerek devam ettiniz. Fakat 1999
seçimlerinden 2004 seçimlerindeki meclis üyesi çoğunluk sayısı biraz daha olumsuz ya da
eksik olarak devam edildi. Fakat biz dışarıdan gördüğümüz kadarıyla 2004 seçimlerinden
sonra belediyecilik anlayışında siz kendi adınıza bir marka isim olarak devam ettiniz süre
içerisinde, dışarıdan bir vatandaş olarak gördüğümüz eksiklikleri çok hissetmedik. Fakat siz
bu eksiklikleri bizimle daha doğrusu 99 ve 2004 seçimleri sonrası meclisteki bu aritmetik
tablonun Nilüfer’e kazandıramadıkları ya da kaybettirdikleri diye bir değerlendirme yapmanızı
isteyeceğim. Birde 2009 olası bir 2009 Yerel Seçimlerinde diğer belediyelerde de Nilüfer
Belediyesi gibi aktif daha doğrusu çağdaş bir belediyeciliğin özlemi içerisinde olduğumuz
için Nilüfer Belediyesi dışında ikinci bir büyük hedef var mı? Diye biraz erken bir soruyu size
sormak isteyeceğim. Teşekkür ediyorum.
Mustafa BOZBEY- Ben teşekkür ediyorum. Şimdi tabii 99’da başladık 2004’e geldiğimizde
maalesef meclis üyesi sayısında AKP’nin meclis üyesi sayısı fazla olduğu için sıkıntıya
düşmedik diyemeyeceğim. Ama en az gönlümüzden geçen beş tane proje onların
engellemeleri yüzünden maalesef hayata geçirilememiştir ve bunların bir kısmı da belediye
bütçesinden hiçbir kaynak ayırmaksızın yapılabilecek projelerdir. Örneğin Kent Meydanı,
örneğin Beşevler Meydanı, bakın basit bir şey Çalı Yolunda yapmış olduğumuz spor tesisini
Beşevler’e yapacaktık. Engelledikleri için Çalı Yolu üzerine kaydırdık, Şu anda orada diyelim
ki 500 kişi kullanıyorsa o tesisleri, Beşevler’de olmuş olsaydı 5000 kişi kullanacaktı. Zaten
bunları bildikleri için engelliyorlar ama bunu Nilüferliler çok iyi biliyorlar. Evet, geleceğe
yönelik bir şey söylemek mümkün değil, burada Milletvekillerimiz var, İl Başkanımız var,
yöneticilerimizin olduğu yerde bizim bunları söyleme lüksümüz hiç yok onların kararları bizim
için önemli evet buyurun.
İzleyici—Teşekkür ederim. Bende Nilüfer’de yaşayabilme şansına sahip olsaydım onu
gözümüzden sakınırdım. Şöyle bir fikirde bulunacağım küresel ısınma ile ilgili şey elektronik
atıkların yani evimizde bir köşede duran atıkların bunların geri dönüşümleri ile ilgili bir çalışma
olacak mı?
Mustafa BOZBEY- Var zaten,
İzleyici —Var mı?
118
Mustafa BOZBEY- Şu anda var ben özet geçtim çalışmalarımızın birçoğunu bu süreye
sığdıramadım tabi ama ama Belediyemiz ile iletişim kurarsanız bu konuda sizi yönlendirirler,
elektronik atıkları topluyoruz çünkü.
İzleyici —Dışarıdan da alabiliyorlar mı?
Mustafa BOZBEY- Tabii Yıldırım bölgesinde ne yapabiliriz…ancak bir araçla aldırabiliriz
diye düşünüyorum bilemiyorum, genelde Nilüfer’de çalışıyoruz. Kentin kirlenmesini ortadan
kaldıracak başka bir şey daha yapıyoruz yılbaşından beri, tadilat atıklarını bedelsiz topluyoruz
Nilüfer’de. Yine camilerin temizliğini yıllardır üç ayda bir sürekli Nilüfer Belediyesi yapıyor,
okulların temizliğini yapıyoruz. Okulların bahçelerinin veya tadilat onarım işlerini biz yapıyoruz
işimiz olmamasına rağmen yapıyoruz.
İzleyici —Arkadaşlara bir tavsiye göndereceğim ben, ben Beşevler’de kirada oturan biriyim,
arkadaşlarım tavsiye ettiler Nilüfer’e taşındım, Şimdi bende kirada oturan arkadaşlarımıza
diyorum ki arkadaşlar Nilüfer’e lütfen taşının,
Mustafa BOZBEY- Bir Nilüfer’li söylüyor bunu.
İzleyici — Arıyoruz …. arıyoruz Nilüfer’de ev arıyoruz.
İzleyici — O zaman tamam bekliyoruz.
İzleyici —Hayır, Nilüfer’de evler çok pahalı.
İzleyici —Size uygun da buluruz.
İzleyici — Tamam, bulursan taşınırız.
Mustafa BOZBEY- Pardon arkadaşlar, pardon evet.
İzleyici —Yıldırım’dan katılıyorum. Eğer Nilüfer Belediye Başkanı olmasaydınız da Yıldırım’ın
Belediye Başkanı olsaydınız belediyecilikte bu başarıyı yakalayabilir miydiniz?
Mustafa BOZBEY- Şimdi bakın her kentin kendi koşulları vardır, diyorum ya biz değişimi
yönetiyoruz diye. İşe oradan başlamak lazım nasıl yöneteceksiniz bir hedef koymanız lazım.
Siz eğer kente bir hedef koyamazsanız o hedefe ulaşamazsınız zaten. Hedefi olan insan o
hedefe odaklanır ve başarır. Yıldırım’da da gelecek olan kent yöneticisi önce hedef koyacak.
Kenti iyi tanıyacak, kente dair hedeflerini koyacak bu tabii ki 5 yılda hemen değişecek diye
bir şey diye düşünmeyin. Bakın biz şu anda Nilüfer’in 2023 projesini hazırlıyoruz. Havadan
helikopter ile gezecek üzerinde, yani nerede ne düşünülüyor ne yapılıyor şimdiden daha
belirliyoruz biz, yani 50 yılını belirliyoruz. 100 yılını belirliyoruz şu anda. Neresi yeşillenecek,
ağaçlandırılacak, nereye gençlik merkezi yapılacak, nereye spor merkezi yapılacak, nereye
kültür evi yapılacak, nereye tenis kortları yapılacak vs. bunların hedefini koymanız lazım.
Onun için bence Yıldırım’da en büyük eksiklik hedefsizliktir.
119
İzleyici — Teşekkür ediyorum.
Mustafa BOZBEY- Yoksa ha Nilüfer kadar olmayabilir, yeşil alanı yoktur vs. ama başka
şeyler de üretebilirsiniz. O kentin farklı değerlerini ortaya çıkarırsınız, niçin yapılmasın evet.
Teşekkür ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Sevgili başkanı dinledik. Tabii Nilüfer’i Nilüfer yapan biraz evvelde
söylediğim gibi sevgili başkan ve muhteşem ekibi ancak tabii oranın kazanılmasında da çok
büyük emek sarf eden bu başarıda büyük payı olan benim Nilüfer İlçe Başkanım ve İlçe
Örgütümdür onlara da bir koca alkış. Burada hedefi bizde koyuyoruz bütün ilçeleri istiyoruz.
Bursa’da hedef bütün ilçeler ve Büyükşehir Belediyesi.
120
TAHİR BAŞTAYMAZ
23 Ağustos 2008-BURSA
‘‘Türkiye’nin Seçmen Profili ve Eğitimleri’’
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) – Bugünkü oturumumuzun 2.bölüm
konuşmacısı Prof.Dr.Tahir BAŞTAYMAZ’ın özgeçmişini sizlere arz ediyorum.
Tahir BAŞTAYMAZ, İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesini 1981 yılında bitirdi. Aynı yıl
asistanlığa başlayarak 1986 yılında doktor, 1989 yılında doçent unvanını aldı.1995 yılında
Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümünde profesörlüğe yükseltilerek atandı. 1995–
2000 yılları arasında Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğünde bulundu. Sosyal politikalar
ve çalışma ekonomisi alanların da ulusal ve uluslararası pek çok projede araştırıcılık ve
yöneticilik yaptı. İLO ve Türk-İş ile birlikte çocuk işçiliği üzerine projeler yürüttü. 1992–1998
yılları arasında UNICEF AISEC Çocuk İşçiliğinin sona erdirilmesi projesinde danışman
olarak çalıştı. 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Rektör Yardımcılığına getirilen Prof.Dr.Tahir
BAŞTAYMAZ evli ve 2 çocuk babasıdır.
(Arz ettim efendim.) Buyrun Başkanım…
Gürhan AKDOĞAN- Milletvekilim, Belediye Başkanım, Çok değerli dostlarım. Evet bu
oturumda da yine Bursa’mızın yetiştirdiği çok önemli bir bilim insanını ağırlıyoruz kendi
uzmanlık alanında burada gördüğünüz üzere Türkiye’nin seçmen profili ve eğilimleri konusunda
bizi bilgilendirecekler. Ancak Tahir hocamı kısaca şöyle takdim etmek istiyorum size, hepiniz
yakından tanıyorsunuz. Ama Tahir hocam Uludağ Üniversitesinin 30 yıllık kuruluşundan
bugüne tarihinde çok önemli katkıları olan rektörlerin ve yardımcıların dışında son dönem 8
yıllık rektör YURTKURAN döneminin önemli mimarlarından, önemli yaklaşımlar sergileyen
bilim insanlarından bir tanesidir ve o dönemin çok yakın tanığıyım. Rektör Yardımcısı
olarak düne kadar yaptığı görevde Uludağ Üniversitesinde yaptığı değişim yönetim planının
hazırlayıcılarından ve uygulayıcılarındandır. Onun ötesinde de bugün Bursa’da Atatürk
Düşünce Derneğinin Başkanı olarak görev yapmakta. Tahir hocam hem sosyal demokrasi
kavramının yıllarca savunuculuğunu yapmış çok önemli bir bilim insanı, hem de bizim çok
yakın bir dostumuzdur. Kendisine buraya katıldığı için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
Buyrun hocam.
Tahir BAŞTAYMAZ- Sayın İl Başkanımıza teşekkür ediyorum. Bilim adamı olmak çok zor
bir şey ben sadece kendimi akademisyen olarak görüyorum. Ben Uludağ Üniversitesinin
kurulduğu günden itibaren, Uludağ Üniversitesi içinde öğrenci, asistan, hoca, profesör, yönetici
olarak çalıştım. Sağda solda itilmiş, kenarda kalmış, toplama kampı benzeri kampüslerden
bugün modern Avrupa çapında bir kampüse, onun da ötesinde bir üniversite olarak Avrupa
Üniversitelerine örnek gösterilen bir yapıya ulaştık. Tabii bu benimde içinde bulunduğum bir
ekibin başarısıydı, bu gelişimde etkim herhalde çorbada tuz kadardır diye düşünüyorum .
Efendim ben bugün sizlere Türkiye’nin seçmen profilini kısaca anlatacağım ve hep
beraber değerlendirmeye çalışacağız. Çok partili dönemlerden itibaren seçimler
nasıl bir dağılım gösterdi ve neden böyle gelişti, bundan sonra da nasıl bir gelişim
gösterme istidadında bunların üzerinde duracağız.
121
Evet, 1954 genel seçimlerinden başlayalım. Yapılan seçimlerde Demokrat Parti % 54.49,
Cumhuriyet Halk Partisi % 35.29 oy oranına ulaşmıştı. Gördüğünüz gibi burada Demokrat
Parti ezici bir üstünlüğe sahip yani bugün % 47’lerden bahsediyoruz. Oysa 1954’ler de tek
parti % 54 – 57 civarındaydı.
57.49 %
DP
CHP
Diğer
7.22 %
35.29 %
Sonraki seçime bakalım. 57 yani benim doğduğum sene yapılan bir seçim. Burada Demokrat
Parti bir gerileme, Cumhuriyet Halk Partisinde küçük bir ilerleme gösteriyor.
DP
47.90 %
CHP
Diğer
10.98 %
41.12 %
1960’da bir askeri müdahale ve 1961 de yapılan seçimlerde durum ise tersine dönüyor. 36’lık
bir dilim Cumhuriyet Halk Partisinde, Demokrat Partinin yerine onun devamı olduğunu her
dönemde iddia eden Adalet Partisi % 34 ve diğerleri. Diğerlerine baktığımız zaman burada
dikkati çeken Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Yeni Türkiye Partisi. Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi biliyorsunuz daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi haline dönüşecek. Yeni Türkiye
Partisi de Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan sayın Ekrem Alican’ın liderliğinde bir muhalefet
hareketi daha sonra da siyasi hayattan çekilen bir parti. Burada baktığımız zaman aslında 60
darbesinin arkasından gelen dönemde sadece ve sadece Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve
Yeni Türkiye Partisi gibi iki yeni siyasi aktör, siyasi pastayı bir anlamda bölüyor.
36.73 %
CHP
AP
0.78 %
CKMP
34.79 %
13.73 %
YTP
Diğer
122
13.97 %
1965 genel seçimlerinde, siyasi yelpaze tekrar tersine bir gelişme gösteriyor. Adalet Partisi
% 52.86, Cumhuriyet Halk Partisi de % 28.75 bir dilimin içinde % 18’lik de diğer partiler var.
Diğerlerini saymaya gerek yok. Oy oranları çok küçük partiler ama o dönemin önemli bir
özelliği, seçim barajı bu günkü gibi % 10 değil. Bu nedenle de diğerleri de meclise girebiliyorlar.
52.86 %
AP
CHP
18.39 %
Diğer
28.75 %
1969’daki seçime geldiğimiz zaman, çok fazla bir şey değişmiyor. Yine Adalet Partisi % 46,
CHP %27 ve diğerleri % 26, yalnız dikkat edilirse siyasi pastamız sürekli bu şekilde oluşuyor.
Amerika’daki gibi cumhuriyetçiler ve demokratlar gibi 2 partili bir rejimi biz o zamanlardan
bugüne kadar sürdürmüşüz.
Çok büyük bir değişiklik yok.
45.55 %
AP
CHP
Diğer
27.37 %
26.08 %
1973’e seçimleri enerji maliyetlerinin yükseldiği bir döneme rastlıyor, biliyorsunuz 73 çok
önemli bir yıl. Dünyada petrol problemi ortaya çıkıyor. OPEC petrol fiyatlarını bir anda arttırıyor.
Bunun üzerine sanayileşmiş ülkeler yani petrole bağımlı olan ülkeler bir anda harekete
geçerek hemen artışları maliyetlerine yansıtarak bir anlamda üzerlerinden yükü gelişmekte
olan ülkelere yansıtıyorlar. Biz aynı dönemde uluslararası alanda Kıbrıs’taki haklı davamızda
harekete geçiyoruz ve Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştiriyoruz. Bunun üzerine yapılan 73
genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi büyük bir çoğunluğa ulaşıyor % 33, Adalet Partisi
%50’lerden %29’lara geriliyor ve bu dönemde ilk defa bir parti oy oranını % 11’e getirerek
seçmenin önüne çıkıyor. Siyasi arenada kendine yer arıyor. Dini motifleri söylemlerinde
Demokrat Partiden daha fazla kullanan milliyetçi mukaddesatçı bir görüş. 70’li yıllar dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik krizlerin başladığı yıllar. Ama Cumhuriyet Halk Partisi ilk
defa normal dönemde yapılan bir seçimde iktidara geliyor.
123
CHP
33.29 %
AP
DP
29.82 %
13.19 %
MSP
11.90 %
11.81 %
Diğer
1983’e yılındaki seçimler 24 Ocak ekonomik kararları ve 12 Eylül askeri darbesinin etkisinde
gerçekleştiriliyor. 70’li yıllar ekonomik kriz ve siyasi çalkantılar sonucunda 80’de askeri
yönetim bütün yerleşik partileri ortadan kaldırıyor ve 81 Anayasası ile beraber yeni partiler
ortaya çıkıyor. Dört eğilimi de birleştirdiğini iddia eden Anavatan Partisi ilk yapılan seçimler
de % 45’lik bir oy alıyor. Cumhuriyet Halk Partisi yok ama onun yerine Sayın Necdet Calp’in
kurduğu Halkçı Parti var. O da kendisinden beklenmeyecek bir şekilde önemli bir oy oranına
ulaşıyor. Darbeyi yapan askerlerin açıkça desteklediği Milliyetçi Demokrasi Partisi de %
23’lük bir oyla azınlıkta kalıyor.
45.14 %
ANAP
HP
MDP
1.14 %
30.46 %
23.27 %
Diğer
87’de Anavatan Partisi yine oldukça önemli bir oy oranında bu dönemde sol seçmenlerin
oyunu SHP topluyor. O da % 24’lük oy oranı içinde yeni bir parti Demirel’in yeni partisi diye
lanse edilen Doğru Yol Partisi de % 19’lar da oy alıyor.
36.31 %
ANAP
SHP
DYP
24.74 %
19.81 %
Diğer
19.14 %
91’e geldiğimiz zaman daha renkli bir siyasal katılımımız var ama Anavatan Partisi 90’lı
yıllar boyunca ki üstünlüğünü kaybediyor. Kadroları Yıpranıyor. Özal ve ailesinin tepkilere
olan yaşantıları oy oranlarındaki düşüşte etken. Askeri darbenin oluşturduğu siyasi partiler
içindeki siyasi karakterler asıllarına dönmeye başlıyor. Doğru Yol Partisi yükseliyor. Anavatan
124
Partisi ile aralarında siyasi felsefe açısından da çok büyük fark olduğu da söylenemez. Bu
dönemde SHP, Refah Partisi, DSP gibi partiler de mecliste yer alıyor. Refah Partisinin oyunun
yükselmekte olduğunu görüyoruz.
DYP
ANAP
27.03 %
24.01 %
SHP
0.59 %
RP
DSP
10.75 %
20.75 %
16.88 %
Diğer
95 seçimlerinde Refah Partisi bir anda önemli bir atak yapıyor. %21, Anavatan erimeye
devam ediyor % 19, Doğru Yol Partisi % 19, DSP % 14 ve CHP %10 ‘la 95 seçimlerindeki
siyasi yelpazede yerlerini alıyorlar.
RP
19.65 %
ANAP
DYP
DSP
CHP
Diğer
21.37 %
19.18 %
14.44 %
14.64 %
10.71 %
1999 seçimlerinde siyasi yelpaze bir miktar değişiyor. DSP bir anda öne fırlıyor. O döneme
kadar kendi içine kapalı suskun ama parti içi demokrasi açısından aktif bir politika izleyen
Milliyetçi Hareket Partisi de beklenmeyen bir atak gerçekleştiriyor. Milliyetçi sol ile milliyetçi
sağ oylarda artış olduğu söyleniyor. Bu dönemde terör örgütünün liderinin yakalanarak
Türkiye’ye getirilmesinin milliyetçi söylemleri olan partilerin oylarda artışa neden olduğu
söyleniyor. Refah Partisinin kapatılmasına karşılık yerine geçen Fazilet Partisi de aldığı bütün
darbeler rağmen % 15 oy oranını koruyor. Anavatan Partisi erime eğilimini sürdürüyor. Doğru
Yol Partisi de % 19.19 oy alarak erimeye katılıyor.
DSP
17.98 %
22.19 %
MHP
FP
ANAP
DYP
Diğer
15.41 %
13.22 %
19.19 %
12.01 %
125
2002 seçimleri iki partili bir parlamentoyu ortaya çıkarıyor. Anavatan partisi ve Doğru Yol
Partileri iktidarlarındaki yolsuzluklardan oldukça etkilenmiş ve yıpranmış gözüküyorlar.
Birbirlerini suçlayıp daha sonra birbirlerini aklamaları kamu oyunun vicdanını rahatsız ettiği
görülüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi, dini ağırlıkta söylemleri olan partilerden farklı olduğunu
ve yenilendiğini söyleyen yeni bir oluşum içinde. Fazilet, Refah ve Saadet partisi içinden
çıkan AKP % 34 oy oranına ulaşarak iktidara geliyor. Cumhuriyet Halk Partisinin oyu %
19 olarak gerçekleşiyor. Diğer partiler seçim barajlarına takılarak meclis dışında kalıyorlar.
Meclis dışı kalan partilerin oy oranı % 47 ye ulaşıyor. Bu şu anlamada gelmektedir; oy veren
iki kişiden biri mecliste temsil edilmemektedir. Muhalefetin ağırlıklı bir kesimi meclis dışıdır bu
durum demokrasi açısından düşündürücüdür.
34.43 %
AKP
CHP
19.41 %
Diğer
46.16 %
2007 seçimlerini de yakın bir tarihte gerçekleştiği için hepimiz daha rahat hatırlıyoruz
AKP % 46’lık bir oy oranına ulaşarak tek başına iktidarını sürdürüyor.
46.57 %
AKP
CHP
MHP
Diğer
126
20.88 %
18.27 %
14.28 %
1954’ten beri yapılan bütün seçimler de bir dalgalanma var ama genel de bir eğilim var.
Bu genel eğilim nedir diye sorarsak özel dönemler hariç Türk seçmeninin bir özelliği ortaya
çıkıyor. İşte o da bu çok partili seçim sisteminde Türk seçmeni belirli dönemler haricinde
muhafazakâr eğilimler göstermektedir. Muhafazakâr söylemler milli değerler ve dini değerler
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Tek kutuplu dünya düzenine geçildikten sonra da giderek dini
söylemeler siyesi alanda yükselmiştir. Toplam sağ oylar % 70- % 60 bandında hareket
ederken toplam sol oyların oranları % 40- % 30 bandında toplanmıştır. 1990lı yıllardan
sonra ise bölgesel siyasal oluşumlarda giderek yüzdelerini yükseltmişlerdir. Peki, soruyorum
acaba Türk seçmeni genelde muhafazakâr mıdır? tekrar soruyorum muhafazakârlık nedir?
Nasıl ortaya çıkmıştır? Muhafazakâr söylemlerde bulunan siyasi partiler muhafazakâr olarak
kendini değerlendiren bireylere nasıl şirin gözükmektedir? Ya da gerçekten muhafazakârlık
nedir? Şimdi bu noktaya gelindiğinde kafalar çok karışmaktadır.
Nedir muhafazakârlık? Nasıl tanımlarız? Kaç türlü muhafazakârlık vardır? Bunu biliyor
muyuz? Bu nedenle bir siyasi parti ben muhafazakârım dediği zaman onun karşısındakiler ne
oluyor. Aslında bakarsanız Cumhuriyet Halk Partisi de muhafazakâr bir partidir. Milli değerleri
Atatürk’ün cumhuriyeti kurduğu değerleri muhafaza eden bir partidir. Eğer öyle ise belirli bir
şekilde muhafazakârdır. Ama bizim karşı olduğumuz ya da bizim kötülediğimiz muhafazakârlık
farklıdır. Bunu da bilmek zorundayız.
Muhafazakarlık, kimilerine göre olumlu, ulvi anlamları olan bir kavram, kimilerine göre
olumsuz hatta olumsuzluktan daha da ötede anlamları olan bir davranış ve kişilik özelliğidir. Bir
açıdan bakarsak, muhafazakarlık esasen, bir biçimde her birimizin günlük olarak sergilediği
davranış kalıplarını da tanımlamaktadır. Hepimizin her zaman kaybedecek bir şeyi vardır ve
onu muhafaza etmeye özen gösteririz. Alıştığımız düzenin değişmesinden hep kaygı duyarız.
Genellikle alıştığımız yerlerden alışveriş yapar, alıştığımız berbere, alıştığımız lokantaya
gideriz. Hayatımızda çok sık değişiklikler yapmaktan kaçınır, alışkanlıklarımızı sürdürmeyi
daha uygun buluruz. Bu anlamda muhafazakarlık, kötülenen yada yüceltilen bir davranış
olmayıp zaman zaman herkesin göstereceği bir duruşu, bir tavrı ifade edebilmektedir. Hatta
bu davranışların muhafazakarlık olarak nitelendirilip nitelendirilmemesinin de çok önemi
olmayacaktır.
Günlük kullanımdaki anlamıyla muhafazakarlık dindarlığı veya geleneklere bağlılığı ifade
etmekle birlikte bu iki konuyla sınırlandırılabilecek kadar basit ve yüzeysel değildir.
Muhafazakarlı akla duyulan sınırsız ve aşırı güvene direnç,
Geleneğin akılla ikame edilmesine tepki olarak doğduğu genel kabul görmektedir.
Muhafazakarlık siyasi felsefe, teori ve pratik olarak 18.yy’ da ortaya çıkmıştır. Geleneklerin
egemen olduğu dönemlerden aklın egemen olduğu dönemlere geçiş aşamasında oluşmuştur.
Muhafazakarlık dünyada kıta Avrupa’sı ve Anglo-Amerikan tarzı olarak iki temelde gelişmiştir.
Avrupa muhafazakarlığı, Fransız devriminin rasyonalist ve devrimci niteliğini eleştiren ve
totaliter sonuçlarına dikkat çeken dengeli ve parlamenter hükümetten yana bir tercih olarak
127
karşımıza çıkar. Anglo-Amerikan tarzı muhafazakarlık ise iki yüzyılın siyasetine damgasını
vuran bir siyasal pratik olarak varlığını sürdürmüştür. Yeni sağ ya da yeni muhafazakarlık
adları altında günümüzde yeni bir hız kazanmıştır.
Muhafazakarlara göre akıldan önce “bilgeliğin kaynağı” gelenektir. Gelenek bireye belli bir
aidiyet hissi veren, yoksunluk duygusunun boşluğuna düşmekten koruyan ve kendi kimliğinin
bilincine varmasını sağlayan bir toplumsal duruştur.
Batı dillerinde muhafazakarlığın karşılığı olarak dört sözcük (Conserve – Preserve – Maintain
– Keep) kullanılmaktadır.
Conserve – Korumak, muhafaza etmek, himaye etmek, saklamak, sürdürmek, yitirmemek,
çürümekten korumak, elinde tutmak, sağlam kalmak, kendine bakmak, kendine saklamak
gibi anlamlar taşır. Bu kavram, sadece dışarıdan içeriye zararlı her türlü şeyin geçişini
engelleyerek içeride bulunanları, dışarıdaki zararlılardan, kötülüklerden koruma, muhafaza
etme, himaye etme anlamına gelmektedir.
Preserve – Korumak, esirgemek, sağlam tutmak, dayandırmak, birini bir şeye karşı
korumak, bir şeyden korunmak, saklamak, muhafaza etmek anlamlarına gelmektedir. Bu
kavram conservation kavramının aksine içeriden dışarıya sızıntıların önlenerek korumanın
gerçekleştirilmesini tanımlamaktadır. Daha doğrusu aile sırrı, devlet sırrı, ticari sır teknolojik
sırların korunması v.b.
Maintain – Sürdürmek, korumak, muhafaza etmek, beslemek, bakmak, teyid etmek, tutmak,
yerinde tutmak, durdurmak, olduğu düzeyde tutup- korumak anlamlarında kullanılmaktadır.
Bu tarz muhafazakarlık ise gündelik hayatta daha çok zihinsel düzlemde yaşadığımız
muhafazakarlığı ifade etmektedir.
Keep - Tutmak, saklamak, elde tutmak, muhafaza etmek, beslemek, sürdürmek, himaye
etmek, mevkiini muhafaza etmek, gözetmek, bekçilik etmek anlamlarında kullanılmaktadır.
Batı dillerindeki muhafazakarlık anlamında kullanılan terimlere göre muhafazakarlık da dört
ana başlıkta incelenebilir.
1- Gelenekçi Muhafazakarlık
2- Korumacı Muhafazakarlık
3- Vaziyet Edici Muhafazakarlık
4- Tutucu Muhafazakarlık
Gelenekçi Muhafazakarlık, dışarıdan gelmesi muhtemel zararlı ve sakıncalı etkilere
karşı içerdekileri korumak anlamına gelen bir muhafazakarlık anlayışıdır. Dışarıdaki
ahlaksızlıklardan bireysel ahlakı, zararlı ve sakıncalı başka kültürlerin olumsuz etkilerinden
toplumsal gelenekleri ve kültürü, şeytanın baştan çıkarıcı etkilerinden dini inançları korumak
hedefini güder.
Korumacı Muhafazakarlık, içerden dışarıya sırların, varlıkların, zenginliklerin çıkarılmasından
kaygı duymak, bu tür hareketlere karşı durmak, önlemek anlamında kullanılmaktadır. Ülke
128
içindeki bilgilerin, kaynakların, zenginliklerin ülke için kullanılmasından yana olma anlamına
gelmektedir. Aile veya devlet varlığı ile sırrını korumaktan, mahremiyetin muhafazasına,
toplumsal çözülmenin – bozulmanın yaygınlaşmasına, kurulu düzenin ani değişiminden
korumaya kadar geniş bir alandaki muhafazakarlığı tanımlamak için kullanılan bir kavramdır.
Son yıllarda bu tarz muhafazakarlık en fazla bazı kamu kurumlarının, işletmelerinin, malın
veya varlıkların, toprakların yabancılara satışında görülmektedir.
Vaziyet Edici Muhafazakarlık, muhafazakarlık bağlamında anlamlandırıldığında keep
kavramı, vatanı koruma, milli duygulara sahip olma, yaşamı kolaylaştırıcı maharetler edinme,
gibi toplumsal davranış örnekleri ile betimlenen bir davranıştır.
Tutucu Muhafazakarlık Zihinsel muhafazakarlığa karşılık gelmektedir. Dogma ve ön yargıları
korumak, tutum, kanaat ve inançlara uygun davranışlar ortaya koymayı zihinsel denge
açısından gerekli görmek, aykırı davranışlardan sakınmak, toplumsal düzeni tesis ve takviye
eden kurallara uymaya özen göstermek, toplumun genelde kabul ettiği fikirlerin yandaşı
olmak tutucu muhafazakarlığa dair davranışlardır.
Günümüzde izlenen muhafazakarlık örneklerinde tutucu özelliklerinin ön plana çıktığı
görülmektedir. Aydınlanmacı aklı sorgulamaktan ötede, aydınlanmacı düşünürlerin gericilik,
yobazlık, tutuculuk olarak adlandırdığı ve aşağıladığı davranışların ötesinde geniş temele
sahip olduğu söylenebilir. Zaman içinde yaratıcı aklın ortaya çıkardığı yeniliklere mevcut
yapıyı bozacağı kötümser düşüncesi ile direnme, yenilik getiren kişi ve yönetimlere karşı
durma, hatta onları düşman belleme, yeniliklere ve yenilikçilere şiddetli muhalefet şeklinde
ortaya çıkmaktadır. Dünyada gelişen olayları, toplumlarda yaşanan dönüşümleri kültürel
yetersizlikler nedeniyle kavrayamayan geniş kesimlerin kendine güvensizlik duygusunun
bir yansımasıdır. Yeniye ve yeniliğe karşı duruş, eskiye bağlılık bazen çok ileri boyutlara
ulaştığında aşırı tutuculuk, gericilik (yobazlık) haline dönüşür. Bu aşamada akıl tamamen
devre dışı bırakıldığı için insanlar ve toplumsal guruplar arasındaki ilişkiler şiddet ve vahşet
sınırlarını zorlar. Bu duruma akıl tutulması da denilmektedir. Yobaz, aklı o derece devre dışına
çıkarmıştır ki çoğunlukla geleneklerin dahi ortaya çıkış nedenini anlayamamakta gelenek
olarak kabul ettiği kuralları değiştirmeye yozlaştırmaya geleneklerin ortaya çıktığı şartların
ötesinde maksadı aşan değişimler yaratmaya alışmıştır. Bu aşamada geleneğin gerekçesini
dahi anlamak, öğrenmek istemeyeceği gibi bu girişimi şeytani bir plan içinde değerlendirip
bu düzeltme işlemini lanetleyecek çevresindeki kendisi gibi hareket eden kişiler ile büyük bir
baskı ve karşı duruş oluşturacaktır. Bu karşı duruşu büyük bir mücadele olarak tanımlama
hatta cihat’a kadar götürme ve kutsallaştırma olasılığı da bulunmaktadır. Böyle bir düşüncenin
hakim olduğu toplumda akla dayalı bir eğitimin uygulanması olasılığı bulunmamaktadır. Zaten
akla dayalı eğitim olmadığı için bu tutum yandaşları çoğalmaktadır.
Muhafazakar bir toplumsal düzenin yıkılmadan evrim yoluyla kendiliğinden değişmesinin
Avrupa’da örneği yoktur. Olaya bu açıdan bakıldığında aydınlanma devriminin izlediği yol son
derece güçlüklerle, büyük dirençlerle, büyük fedakarlıklarla doludur. Avrupa dört yüzyıl süren
kanlı bir mücadelenin sonunda aydınlanmacı filozofların büyük çabaları ile, ulus devletlerin
ortaya çıkışı ve egemenliğin kaynağının kutsaldan dünyasala aktarılmasıyla ve laik bir eğitim
sonucu ulaşıldı. Bu oluşumda burjuva devriminin, Fransız devriminin ve sanayi devriminin
payları vardır. Ancak en büyük pay laik eğitimindir. Eğitim kafaların işlenip kurulduğu yerdir.
129
Geleneksel kültür yerine akıl kültürünün araçlarının topluma sunulması, din savaşlarının
dağıtıp parçaladığı toplumun yurtseverlik ve yurttaşlık anlayışı üzerinde yeniden inşa
edilmesidir. Batıda yüzyıllar süren mücadele sonunda büyük toplumsal kabul ile kökleşmiş
yapının bizde Cumhuriyeti kuran kadronun devrim ile tepeden gerçekleştirmesinden başka
çaresi yoktu. Bu oluşumun yadırganacak ve kınanacak yönü de yoktur.
Sonuç:
Muhafazakar bireyin karakteri, muhafazakar toplumun özelliği, muhafazakar fikrin içeriği,
muhafazakar rejimin hedefleri nedir sorusu etrafında işlemek yaşanan muhafazakarlık tiplerini
daha fazla anlama imkanı verecektir.
Toplumsal olarak gelenekselleşmiş ve kurumsallaşmış haliyle sahip olunanları israf etmemek
ve özellikle değişime karşı itidalli bir mizaca sahip olmak şeklinde özetlenebilecek ortak payda
dışında çok çeşitli muhafazakarlık örnekleri görülebilir
Karşı durulması gereken muhafazakarlık aklı devreden çıkaran, boş inanç ve hurafelerin
muhafaza edilmesini öneren, gelenekleri dinleştirmiş veya dini gelenekleştirmiş bir tutumdur.
Bu tutum kendisi gibi düşünmeyen ve hareket etmeyenleri ötekileştirmekte hatta düşmanca
duygular beslemektedir.
Tutucu muhafazakarlık geleneksel eğitim (ezbere dayalı) yoluyla ve önyargılardan beslenir.
Cemaat hayatının yaygın olduğu toplumlarda, ben’in biz içinde kaybolduğu, ezbere ve taklide
dayalı aktarımlar ile kanaat önderleri (şeyhler, şıhlar, hacılar, hocalar) aracılığı ile toplumda
yankı bulan bir akımdır. Bu tür muhafazakarlığın siyasallaştığı ortamda dünya işleri, dünyevi
olmayan kurallara ve müesseselere bağlanmaktadır. Yaratıcı aklın sorgusu bulunmadığı için
bu toplumlarda yolsuzluğun her çeşidine, usulsüzlüğün her biçimine rastlanır. Tarikat, ticaret,
siyaset üçgeni Bermuda Şeytan Üçgeninden daha gizemli hale gelir. Tutucu muhafazakarlığın
aklın kullanılmadığı eğitim sisteminden yararlanmasından dolayı eğitim sisteminin düşük
olduğu yörelerde bu sistemin örneklerine fazlası ile rastlanır. Dünyada Doğu Toplumları
(Doğu Medeniyetleri) olarak adlandırılan yerlerde dikkat çeken bir diğer sonuç, doğal
felaketlerin çok sık görülmesi ve çok yıkıcı yaşanmasıdır. Başlarına gelen felaketleri akıl
kullanarak anlayamadıkları için toplum bunları kader olarak kabullenmektedir. Felaketlerin
tekrar sıklığı, doğanın acımasız öğretmenliğinin bile işe yaramamasının göstergesidir. Halk
bütün olan biteni kader olarak kabullenmekte ve unutmaktadır. Bu nedenle bu tür toplumlarda
toplumsal bellek de çok sığdır. Balık hafızalı toplumlar olarak da adlandırılan bu toplumlar
felaketlerin çabuk unutulduğu ve günlük hayata çabuk dönüldüğü toplumlardır. Toplumsal
travmalar çabuk atlatıldığı için felaket ders verici olmaktan çıkar ki, işte gerçek toplumsal
felaket de o zaman oluşur. Tutucu Muhafazakarlığın yaygın olduğu toplumlar genellikle
totaliter karakterlidir. Demokrasinin böyle bir toplumda hayat bulabilmesi olasılığı düşüktür.
Muhafazakar partiler toplumdaki geleneklere bağlılığı, ve akıl yürütmedeki zaafı iyi kullandıkları
için siyaseti toplumun hassas olduğu alanlara taşıyarak kolaycılığa ve halk dalkavukluğuna
yönelirler. Türkiye’de çok partili rejime geçildikten sonra demokrasi içinde demokrat olduğunu
iddia edenler tarafından muhafazakarlar üzerinde benzer uygulamalara sıklıkla rastlanmıştır.
Halkın muhafazakar istekleri kullanılarak siyasal politikalara dönüştürülmesinin doruk
noktası 1950-1960 arasında Demokrat parti iktidarı olmuştur. “Siz isterseniz şeriatı bile geri
130
getirirsiniz” sözü bu iktidarın en ileri söylemi olmuştur. Cumhuriyetin temel niteliklerini ortadan
kaldırabilecek, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasına neden olan pek çok uygulama zaman
içinde tutucu muhafazakarlık anlamında Türkiye Cumhuriyeti’nin hayatına sokulmuştur.
Sonunda Cumhuriyetçi yurttaş modeli yerine tutucu müritler, mensuplar, şeyhler dervişler,
cemaatler, tarikatlar toplumda boy göstermeye başlamıştır.
Muhafazakarlığı dünyada yeniden biçimlenmeye başladığı 1980 sonrasında Türkiye’de
de İslamcı Milliyetçi içerikli sentezler ve daha sonra da ılımlı İslam modeli altında egemen
güçlerin desteğinde muhafazakarlık örnekleri geliştirilmiştir. Tek kutuplu dünya düzeninin tek
hegemon gücü olan ABD Orta Doğu Bölgesindeki çıkarları açısından Ilımlı İslam Modelini
geliştirip uygulamaya sunmaktadır. Büyük Orta Doğu Projesinin temel noktalarından birisi de
tutucu muhafazakarlığın desteklenmesidir.
131
BURSAİLBAŞKANLIĞI
PARTİOKULU
6 Eylül 2008 –Cumartesi
As Kültür Merkezi
13:00______________ “ CHP ve Eğitim Politikaları”
Prof.Dr.Nur SERTER
CHP İstanbul Milletvekili
15:00_____________“Liderlik ve İletişim Teknikleri”
Gürhan AKDOĞAN
CHP Bursa İl Başkanı
132
NUR SERTER
06 Eylül 2008-BURSA
‘‘CHP ve Eğitim Politikaları’’
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Partimizin çok değerli üyeleri, kıymetli
basın mensupları, sevgili katılımcılar, Parti Okulu’muzun 1.döneminin son toplantısında
yeniden birlikte olmanın mutluluğu ile sizleri saygı ile selamlıyorum. Hepiniz hoş geldiniz.
Şimdi sizleri aziz şehitlerimiz ve büyük atamızın manevi huzurunda bir dakikalık saygı
duruşuna ve ardından İstiklal Marşı’mızı hep birlikte söylemeye davet ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Çok değerli MYK üyem, çok değerli Parti Meclis Üyem, çok sevgili
Milletvekillerim, eski Milletvekilim, Belediye Başkanlarım, İlçe Başkanlarım, İl Yönetim Kurulu
Üyelerim, çok sevdiğim çok değer verdiğimiz partimizin omurgasını teşkil eden Gençlik
Kollarımız, Kadın Kollarımız, Necati amca gibi, Beyhan teyze gibi duayenlerimizin aramızda
olması gerçekten çok güzel bir tablo…Hepinize hoş geldiniz diyorum. Sevgili dostlarım;
bugün biraz evvel İl Eğitim Sekreterimizin de ifade ettiği gibi bu dönem Parti Okulu’muzun
en son oturumuna gelmiş bulunuyoruz. Bugün, partimizin üst düzey yöneticilerinden biri
olan, biraz sonra CV’si okunurken de göreceğiniz gibi, Türkiye’nin çok önemli bir ismi, ADD
içinde Cumhuriyet Mitinglerinin yaratıcısı, çok ateşli konuşmacısı, birikimli insan Sayın Nur
SERTER Hanımefendi aramızda, onu alkışlıyoruz. Ben daha fazla uzatmadan Sayın Nur
SERTER’e sözü bırakırken, bugün Cumhuriyet Halk Partisi ve Eğitim Politikaları ile ilgili
dersini dinleyeceğimizi belirtmek isterim. İnanıyorum ve biliyorum ki, bu iki saat sonunda,
çok önemli bilgilerle donatılmış olarak bu salondan ayrılacağız. Bu arada şunu da belirtmek
isterim; Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel politikaları anlamında hepinizin basından izlediği
gibi ciddi bir çalışma başlatıldı. Belki bir tüzük kurultayı belki politikalara ilişkin önemli
çalışmalar yapılacak. Ben biraz evvel bilgilendim. Bu politikalar içinde, eğitim politikalarının
oluşturulmasına ilişkin Sayın Altan HACALOĞLU ile beraber Sayın Nur SERTER ciddi bir
çalışma içindeler. Onları hazırlıyorlar ancak henüz hazırlık aşamasında. Onlar gündeme
gelmese de geçmiş eğitim politikalarımız Türkiye’nin genel eğitim sistemi ile ilgili yaklaşımlar
ve bizim yerel seçimler öncesi bu salonda bulunan arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın birlikte
mücadele etmesi gereken noktalarda edineceği bilgiler ile bizi donatacaklar. Hoş geldiniz
diyorum ve tekrar sözü İl Eğitim Sekreteri’me bırakıyorum. Buyrun.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - İlk konuşmacımız olan Prof. Dr.Nur
SERTER’in özgeçmişini arz ediyorum.
Prof. Dr. Nur Serter 10 Kasım 1948 İstanbul doğumludur. Yüksek öğrenimini İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesinde yaptı. Doktorasını aynı Fakültede tamamladı. London
School of Ekonomics’de Doçentlik tezi çalışmaları yaptı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Çalışma Ekonomisi Ana Bilim Dalında Öğretim Üyesi olarak ders verdi. 1982 de Doçent, 1988
de Profesör unvanını aldı. İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve Çalışma Ekonomisi
Ana Bilim Dalı Başkanlığı yaptı. Yurt dışında pek çok ülke üniversitelerinde üst düzey toplantı
ve konferanslara katıldı. Farklı alanlarda altı kitabı yayınlandı. Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim
Kurulu Üyeliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüttü.
23. Dönemde Milli Eğitim Gençlik Kültür ve Spor Komisyonu ve Parlamentolararası Birlik Türk
133
Grubu Üyesi oldu. Çok iyi düzeyde İngilizce bilen Serter evli ve bir çocuk annesidir.
(Arz ettim efendim.) Buyrun…
Prof. Dr. Nur SERTER- Efendim ben öncelikle Bursa İl Başkanlığına çok teşekkür ediyorum.
Beni davet etmiş olmaları nedeniyle, gerçekten burada bu kadar seçkin bir toplulukla birlikte
benim çok emek verdiğim ve çok önemsediğim bir konuyu bugün sizlerle paylaşacağım
için ayrıca çok mutluyum. Önce burada bulunan bütün değerli Milletvekili arkadaşlarımı, İl
Yönetimini saygı ile selamlıyorum. Kadın Kollarına ve gençlerimize sevgilerimi sunuyorum.
Eğitim, hepimizin yaşamı boyunca en rahatlıkla fikir yürüttüğümüz alanların başında geliyor.
Hem kendimiz eğitim süreci içerisinde yaşamımızın bir kısmını geçiriyoruz. Hem ailemiz
içerisindeki diğer bireylerin ve özellikle çocuklarımızın eğitimi nedeniyle eğitim ile son derece
yakından ilgileniyoruz. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi’nin eğitim politikası ile ilgili ana noktalara
değinmeden önce bazı soruları kendimize sormamıza ihtiyaç var. Bu soruları sorduğumuzda
nasıl bir eğitim sisteminin Türkiye için gerekli olduğu konusunda bir fikre sahip olabiliyoruz.
Öncelikle eğitim neden önemlidir ? Bilmiyorum bu soruyu kendimize sorar mıyız arada
sırada? Yani neden hepimiz çocuklarımız daha iyi okullarda okusun diye emek harcarız?
Neden onlar için kimi zaman dershanelerden kimi zaman özel öğretmenlerden destek ararız?
Bir üniversite sınavı neden hayatımızın odağına yerleşir oturur?
Eğitim iki ana kulvar açısından çok önem taşıyor:
1- Bireysel açıdan: İnsanın kendi yaşamı açısından çok önemli
2- Toplumsal açıdan: çok önemli.
Bireysel açıdan eğitim çok önemli, çünkü eğitim insanı şekillendiriyor, değer yargılarını
oluşturuyor. Belki diyebilirsiniz ki artık eğitimin yanı sıra değer yargılarının oluşumuna katkı
yapan başka araçlarda var. İşte medya gibi, çevresel faktörler gibi, ama o küçük yaşta hele bir de
okul öncesinde, okul sistemi içinde başlayan eğitimin bireyin dünyaya bakışını şekillendirmek
ve değer yargıları oluşturmak bakımından önemi hiçbir biçimde tartışılamayacak kadar büyük.
Çünkü doğduğu zaman ailesinden eğitim alan birey 3,5- 4 yaşına geldiğinde bir okul sistemi
içerisinde yavaş yavaş eğitim sürecine katılıyor ve artık onun için temel bir takım yargılar
oluşmaya başlıyor. Siz 4 - 5 yaşında bir çocuğu kuran kursuna gönderirseniz onun değer
yargıları farklı olur. Çağdaş bir anaokuluna gönderirseniz okul öncesi eğitimden geçirirseniz
onun değer yargıları farklı olur. Bu sizin aile olarak yapacağınız tercih ile çok yakından ilgilidir.
Ama siz bu tercihi yaparken bir insanın bütün geleceğini şekillendirmekte olduğunuzu her
zaman bu kadar net olarak fark edemeyebilirsiniz.
Eğitim bireysel açıdan çok önemlidir. Çünkü insanın yaratıcı yönünü fark etmesi, keşfetmesi
eğitim süreci içerisinde gerçekleşir. Çok ünlü bir eğitimci bir kitabında diyor ki; “Biz okullara
çocuklarımızı soru işareti olarak gönderiyoruz, ama ne yazık ki çok kısa bir süre sonra onlar
o okuldan nokta olarak mezun oluyorlar.” Burada şunu ifade etmek istiyor. Çocuk her zaman
soran bir varlık değil mi? Küçücükken, bebekken bu ne? Neden? Niçin? sorularına hep
muhatap oluruz. Çocuklarımızın sorularının içinde aslında yaratıcılık gizlidir. Ama bütün
soruları tek tip biçimde cevaplamak veya ona o düşünme ve sorgulama olanağını tanımamak
bir süre sonra çocuklarımızı soru sormaz hale getirmektedir. Zaten bir dikkat edin bakın
anaokulunda iken soru soran çocuklar ilkokul 2, 3. sınıftan sonra pek az soru sorar hale
134
geliyor. Artık onun önünde bir takım ezberci kalıplar var. Üretilmiş o kalıpları ezberliyor ve soru
sorma ihtiyacını duymuyorlar. Bir anaokulunda şöyle bir deney yapılmış. Öğretmen tahtaya
bir nokta koyarak sınıfa bunun ne olduğunu sormuş. Çocuklardan bir tanesi bunu bir kuşun
gözüne, diğeri dağın en tepesindeki sivri noktaya, bir diğeri gökyüzündeki bir yıldıza ve daha
pek çok şeye benzetirken, yıl sonunda öğretmen noktayı tahtaya koyduğunda bütün çocuklar
onu nokta olarak nitelendiriyorlar, ve onu artık sadece cümlenin sonuna konulan işaret
olarak tanımlıyorlar. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi eğitimin yaratıcılığı ortadan kaldırmayıp
güçlendirmesi eğitim metodu belirlenirken büyük önem taşıyor. Yaratıcılığı beslediğimiz
zaman özlem duyduğumuz soran, düşünen, araştıran, yaratıcı, yenilikçi bir gençlik yetiştirmek
için en önemli adım atılmış olacaktır. Böyle bir gençlik gerçek anlamda yetiştirildiğinde ise bu
çağın insanı yetiştirilmiş olacaktır.. Çünkü biliyoruz ki bilgi çağında yaşıyoruz. Bu süreç içinde
her yeni bilgi toplumlara ilmek atıyor, hız kazandırıyor. O yeni bilgi yeni ve yaratıcı bilgilere
altyapı hazırlıyor.Bilgi üretecek insanlar yetiştirdiğiniz zaman ülkeler de sıçrama yapıyor. Bu
nedenle özgürce düşünen yaratıcı gençler yetiştirmek toplumsal gelişme bakımından büyük
önem taşıyor.
Eğitim aynı zamanda bireye kendisini tanıma imkânı yaratıyor. Doğru bir eğitim sistemi
bireysel yeteneklerin keşfedilmesine olanak sağlıyor. Oysa bizim eğitim sitemimizde ne yazık
ki pek azımız yeteneklerimizi fark ediyoruz. Biz ilgi duyduğumuz mesleklere kendimiz karar
veriyoruz ve yöneliyoruz. O meslekte yeteneğimiz var olup, olmadığını bilmeden meslek
seçiyoruz. Çünkü eğitim sistemi bunu ortaya çıkarmıyor.
Eğitimin bir diğer önemi ise bireye çok büyük bir özgüven kazandırmasıdır. Eğitimli bir insanın
duruşu, çevreye bakışı, kendine olan güveni, kendine duyduğu saygı eğitimsiz olan bir insana
göre çok büyük farklılık arz ediyor. Özgüven ise insan yaşamı için çok önemli başarıya giden
yolda itici gücü oluşturuyor.
Özetle eğitim bireysel olarak bize yaşamımızı devam ettirebileceğimiz bir meslek ve gelir
kazandırıyor, saygınlık ve özgüven yaratıyor ve mutluluk getiriyor.
Toplumsal açıdan değerlendirdiğimizde ise; eğitimin çok önemli sonuçları olduğunu görüyoruz.
Çünkü eğitimin toplumda ekonominin kalkınmasına hız katan verimlilik artışı sağlayan çok
önemli bir girdi olduğu artık tüm dünyada kabul edilmektedir. Dünya artık eğitimi bir üretim
faktörü olarak görmektedir. Bu gün artık klasik üretim faktörlerinin yanına bilgi de eklenmiştir.
Çünkü artık bilgi de doğrudan üretime katkı yapmaktadır. Bilgiyi nasıl elde ediyoruz? Bilgiye
eğitimle ulaşıyoruz ve bizi yönetecek kadroları eğitimle yetiştiriyoruz. Ancak o insanların
hangi biçimde eğitilmiş oldukları bizim hangi biçimde yönetileceğimizi de, ne yazık ki, içinde
bulunduğumuz koşullar itibari ile bu “ne yazık ki” yi söylüyorum belirliyor. Bugün Türkiye’yi
yönetenlerin başında bulunan başbakanın almış olduğu eğitim, işte çok küçük yaşlardan
itibaren almış olduğu eğitim, hiç kuşkusuz onu şekillendirmiş. Başbakan, işte o şekillenmiş
haliyle o zihinsel yapısıyla ve düşünce yapısıyla da Türkiye’yi yönetiyor. Bu nedenle bizi
yönetecek kadroları yetiştiren eğitim sisteminin niteliği son derece büyük önem taşıyor.
Eğitim aslında bizim ulusal duyarlılıklarımızı da şekillendiren bir süreç. Ülkemize nasıl
baktığımızı, kendimizi nasıl bir yere koyduğumuzu, dünyaya nasıl baktığımızı ve algıladığımızı
da eğitim sistemleri şekillendiriyor. Şimdi bu yapı içerisinde görüyoruz ki bizim hayatımızın
135
en önemli yönlendiricilerinin başında eğitim geliyor. O zaman bir soru ile karşılaşıyoruz.
Türkiye’de çok tartışılan bir soru, eğitimde ideoloji olur mu? Olur mu? Değerli arkadaşlar.
Olmalı mı?
Olmalı,
Prof. Dr. Nur SERTER- Evet olmalı, zannediyorum bu salonda olan herkes olmalı diyor. Ama
bu salonun dışına çıktığınız zaman gazete sayfalarını biraz karıştırdığınız zaman eğitimde
ideoloji olmamalı diyen çığlıklarla karşılaşıyorsunuz. Eğitimin ideolojisinin olması halinde tek
tip insan yetiştirdiği iddia ve eleştirileri ile karşılaşıyorsunuz. Evet, bütün dünyada ki ülkelerde
her eğitim sisteminin bir ideolojisi ve bir hedefi vardır. Bir ülkedeki insanları yetiştiren eğitim
sisteminin bir hedefinin olmaması mümkün olabilir mi? Türkiye’de ki eğitim sistemi biliyorsunuz
millidir. Millilik esasına dayalı 2 Bakanlıktan biridir Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitimin nasıl bir
insan yetiştireceği de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş prensipleri doğrultusunda
kararlaştırılmıştır. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti Laik, Demokratik bir Cumhuriyettir. Ulus
Devlet özelliğini taşımaktadır. Üniter yapıya sahiptir. Dolayısıyla Türkiye’deki eğitim sisteminin
de bu özelliklere sahip çıkacak bireyler yetiştirmesi doğrudur, olmalıdır hatta zorunludur. Ama
bugün bunu eleştiren ve bu özelliklere sahip birey yetiştiren Milli Eğitim sisteminin tek tip
insan yetiştirdiği eleştirisini sıkça seslendiren çevreler vardır. Ben aslında Türkiye’de Milli
Eğitimin başarısız olduğuna inanıyorum. Çünkü Türkiye’de Milli Eğitim ne yazık ki Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin bütün değerlerine sahip çıkacak ve birilerinin o tek tip diye suçladığı
insanı yetiştirememiştir. Yetiştirmiş olsaydı şu anda Türkiye’yi parçalamaya, bölmeye çalışan,
anti laik oluşumlara güç veren çevreler olabilir miydi? Demek ki tek tip insan yetiştirmemiştir ve
cumhuriyet ideolojisine sahip çıkacak kuşaklar yetiştirmekte de başarılı olamamıştır. Çünkü
Türkiye’de eğitim sistemi ne yazık ki 1950’li yıllardan sonra farklı bir yapıya oturtturulmaya
başlanılmış, o temel dayanakları kırılmış ve o cumhuriyet döneminde yetişen cumhuriyet
kuşakları ve cumhuriyet öğretmenleri sayesinde eğitim sistemi kendisini bir miktar ayakta
tutmuş ama amaçlandığı gibi de istenilen nitelikte insanlar hem kalite açısından hem dünya
görüşü açısından ne yazık ki yetiştirilememiştir.
Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi’nin eğitim politikasına bakalım; Cumhuriyet Halk Partisi’nin eğitim
politikasında “nasıl bir insan” sorusuna verilen yanıt az önce saymış olduğumuz özelliklerle
paralellik göstermektedir. Cumhuriyet Halk Partisi insan odaklı bir eğitim anlayışını temel
almakta ve Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, cumhuriyetin kazanımlarına, ulus devlete, üniter
yapıya sahip çıkan aydın ve çağdaş insanlar yetiştiren bir eğitim sistemi amaçlamaktadır. Yani
bizler cumhuriyetin kuruluş felsefesine bağlı o nitelikte insanlar yetiştiren bir eğitim sistemini
hedef alan bir partiyiz. İnsan merkezli eğitime Cumhuriyet Halk Partisi uzun yıllardır hem
programlarında yer vermiş hem de buna sahip çıkmaya çalışmıştır. Çünkü insan merkezli
eğitim demek insanın niteliklerini yücelterek o yücelmiş olan niteliklerle ulusal değerlere sahip
çıkacak insanı yetiştirmeyi hedefleyen bir sistem demektir..
Cumhuriyet Halk Partisi gerek bugün dünyada etkin olan neo-liberal görüşlerden gerekse
bugünün Türkiye’sinde uygulanmakta olan eğitim politikasından farklı olarak “herkese eşit ve
parasız eğitim” anlayışından hareketle eğitimde fırsat eşitliğini esas almış bir siyasi partidir..
Yani Türkiye’de herkes hiçbir ayırıma tabii olmaksızın eğitimde fırsat eşitliğine sahip olmalıdır.
Herkes eğitim görmelidir. Dolayısıyla eğitim devlet tarafından ve devlet kurumlarında parasız
verilmelidir. Türkiye’nin her köşesinde gençler nitelikli eğitim alabilmeli, en iyi okullarda, en iyi
öğretmenlerle eğitim görebilmelidir.
136
Şimdi değerli arkadaşlar bir şeyi hatırlatmak istiyorum size, bundan zannediyorum 1–1,5 sene
kadar önceydi. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik özel okullar ile ilgili bir takım açıklamalarda
bulundu, bilmiyorum hatırlayanınız var mı? Türkiye’de özel okulculuğu teşvik etmek amacıyla
bir takım açıklamalar yaptı. Özel okulların su, elektrik ve yakıt paralarının devlet okullarındaki
gibi indirimli olacağını ifade etti ve bu uygulamayı başlattı ve hatta ailelere çocuklarınıza
daha kaliteli eğitim verdirmek istiyorsanız özel okullara gönderin, biz de onlara 1000 YTL
burs vereceğiz diye bir takım açıklamalarda bulundu. Daha sonra çok veciz bir cümlesi
vardır Milli Eğitim Bakanımızın. Kendisi çocuklarınızın kaliteli eğitim görmesinin ancak özel
okullarda mümkün olduğunu söyledikten sonra bunun nedeni olarak oradaki öğretmenlerin
daha kaliteli olduğunu açıklamış, buna gerekçe olarak da “Devlet Memurundan aydın
olamayacağını” söylemiştir. Düşünebiliyor musunuz? Devlet Memurundan aydın olmazmış,
“ yani devlet okullarındaki öğretmenlerden de aydın olmaz, siz çocuklarınıza iyi eğitim
verdirmek istiyorsanız onları özel okullara gönderin, onlar devlet memuru olmayan
özel öğretmenler tarafından, aydın bireyler olarak yetiştirilsin” diyen bir kişi, bu ülkede
Milli Eğitim Bakanlığı yapmaktadır. Bu anlayış, Türkiye’nin hangi noktalara geldiğini de ifade
eden bir anlayıştır. Çünkü Devlet Memuru olmadığı zaman o öğretmenlerin o öğrencileri farklı
görüşler doğrultusunda şekillendirmeleri, başka şeylerin propagandalarını yapmaları çok
kolay olacaktır. O çocuklara hurafeleri anlatmalarının da önü açılacaktır, o çocuklara gerçek
demokrasinin bölünmüş ve parçalanmış, üniter yapıdan vazgeçmiş bir Türkiye olduğunu
anlatmaları da mümkün olacaktır.. İşte bu nedenle tekrar vurguluyorum eğitimde fırsat eşitliği
ve parasız eğitim son derece önemlidir. Özel eğitim kurumları içinde çok kaliteli eğitim veren,
ulusal duyarlılıkları eğitime taşıyan eğitim kurumlarımız kuşkusuz vardır, onlara hiçbir şey
söylemiyorum ama özel eğitimin önü açılıp, devletçe teşvik gördüğünde, hangi noktalara kadar
gidileceği ve ne kadar kontrol edilebileceği de endişe vericidir. Tabii ki AKP iktidarı için bunu
söylüyorum. Başka bir iktidarda böyle bir risk büyük ölçüde engellenecektir. Türkiye’de eğitim
birliği yasasına bütün gücümüzle sahip çıkmak zorundayız. Cumhuriyet Halk Partisi bunu
vurgulamaktadır. Bugün eğitim birliği yasası sizce uygulanıyor mu? Uygulanmıyor, delindi, nasıl
delindi? İmam Hatip Lisesi din eğitimi veren alternatif orta öğretim kurumu diye tanımlanırsa,
o noktada eğitim birliği yasasını delinmiş olur. Bu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve
mevzuatımıza aykırıdır. Böyle bir seçenek yoktur. Din eğitimi veren ve vermeyen orta öğretim
kurumları gibi bir ayırım Türkiye’de, anayasada ve diğer mevzuatımızda yoktur. Siz meslek
lisesi diye kurulmuş olan İmam Hatip Liselerini, meslek lisesi olmaktan çıkarıp bunlar orta
öğretim kurumudur, dinini öğrenmek isteyen aileler çocuklarını bu okullara yollasın dediğiniz
anda eğitim birliği yasası delinmiştir ve bugün Türkiye’de bu süreç yaşanmaktadır. Hukuken,
mevzuat dikkate alındığında İmam Hatip Lisesi Meslek Lisesi statüsündedir. Ancak İmam
Hatip Liselerini bu statüsünden çıkarmak için yoğun bir çaba harcanmaktadır. İşte o çabanın
harcanmasının sebebi, eğitim birliği yasasını katlayıp çöpe atmaktır. Dolayısıyla eğitim birliği
yasasına Cumhuriyet Halk Partililerin özenle sahip çıkmaları gerekir. Özenle, titizlikle ve her
platformda sahip çıkmayı sürdürmeleri gerekir. Karma eğitim de Cumhuriyet Halk Partisinin
temel ilkelerindendir. Karma eğitime sahip çıkmamak demek, okullarımızı yeniden kız
erkek okulları diye ayrıştırmak ve yeniden o Atatürk’ün çok arzu ettiği özlediği karma okul
sisteminin dışına çıkmanın adımlarını atmaktır. Bu konuda da bir takım girişimler başlatılmış
bulunmaktadır.
Bunun dışında biz zorunlu, kesintisiz temel eğitime çok önem veriyoruz. Bakınız değerli
137
arkadaşlar bu kavramları mutlaka bir arada kullanacağız. Zorunlu, kesintisiz ve temel eğitim;
sadece zorunlu değil, zorunlu ve kesintisiz. Cumhuriyet Halk Partisinin parti programında
zorunlu ve kesintisiz temel eğitimin 10 yıla çıkarılması hedeflenmektedir. Zorunlu kesintisiz ve
temel eğitimin şu anda uygulanan 8 yıla çıkarılması da zaten Cumhuriyet Halk Partisi’nin büyük
bir çabası ile gerçekleşmiştir. 8 yıllık kesintisiz zorunlu ve temel eğitim CHP’nin geçmişten beri
programında yer alan eğitim hedeflerinden birini oluşturmuştur. Ama 10 yıla çıkması birçok
açıdan Türkiye’deki eğitim eşiğini yükselten ve çocuklarımızın kendi gelecekleri ile ilgili eğitim
kurumlarını seçme özgürlüğünü arttıran bir uygulamadır. Bugün çocuğu ailesi kolundan tutuyor
gidiyor bir okula veriyor. Ailenin kararı çocuğun ilgi ve yeteneğini belirleyemediği dönemde
yanlış tercihlere neden olabilmektedir. 8 yıllık eğitim öncesi dönemde ilkokul sonrası yapılan
tercihler çok sakıncalı sonuçlar doğurabilmekte idi. Örneğin İmam Hatip Ortaokullarının
bulunduğu dönemde ailenin iradesi ile çocuklar bu okullara veriliyordu. Eğitim 8 yıla çıktığında
meslek lisesi tercihleri liseye kaydırıldı. Kuşkusuz bu durum daha sağlıklı bir tercihin önünü
açtı. Kesintisiz 10 yıllık temel eğitim ise hem toplumun eğitim düzeyini yükseltecek hem de
gençlerin meslek tercihlerini daha sağlıklı yapmalarına olanak sağlayacak bir uygulama
olacaktır. CHP’nin bu konudaki yaklaşımı, gençlerin geleceğe dönük bireysel tercihlerini daha
sağlıklı yapmalarına yöneliktir. Örneğin bir genç dilerse İmam Hatip Lisesini seçsin, ancak bu,
kendi seçimi olsun, kendi geleceğini belirli bir yaşta kendisi tayin etsin zorla istemeden ailesinin
baskısıyla bir yerlere yönlendirmesi bu tercihi kendi yapsın istiyoruz. O nedenle hem eğitim
kalitesini yükseltmek, hem kız çocuklarının eğitimden daha fazla yararlanmasını sağlamak
ve geleceklerini tayin etme hakkını gençlerimize vermek açısından 10 yıllık kesintisiz temel
eğitim Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında eğitim konusunda hızla gerçekleştirilecek olan
uygulamalardan biri olacaktır.
Cumhuriyet Halk Partisinin parti programında yer alan diğer bir önemli konu ise eğitimde nitelik
artışını sağlamaktır. Nitelik nasıl artar ? Niteliğin yeterli olmaması konusunda zannediyorum
hepimiz hemfikiriz. Bizim okullarımızda yeterli kalitede eğitim verilmiyor. Niye verilmiyor ?
Değerli arkadaşlar, niye yeterli niteliği sağlayamıyoruz ? . Şöyle sesinizi yükseltin bir duyayım.
Somuta yönelik olmadığı için, soyut bir eğitim var. Somuta, yani eğitime yönelik olmadığı için.
Ama niteliğin önündeki engel nedir? Ülkeyi bölüştürmek isteyenler.
Kalite diyorum bakın, ideolojiyi koyalım bir tarafa kalite evet.
Ben bir öğretmen olarak konuşmak istiyorum.
Sadece bir cümle, bir kelime ne olur devam edeceğim çünkü kalite niye yok.
Eğitim öğretim, biraz önce siz de bahsettiniz 50’li yılların öğretmenleri, yıl 1970’e geldi
Öğretmen Okulları kapatıldı ondan sonra Türkiye’de eğitim dibe vurmuş durumda.
Bütçe yok, Bütçe yetersiz, Devletin eğitime bakışı işte bu.
Hayır yani şimdi çocuğunuz okulda okuyor, diyeceksiniz bana. Yani, şöyle olduğu için bak
çocuk kalitesiz eğitim alıyor, sınıfların kalabalık olması en büyük etken. Peki başka? paranın
çok öne çıkması.
O zaman biz ÖSS yi kaldırmayalım. Hakikatten kaldırmayalım, kimsenin ÖSS den bir şikâyeti
yokmuş. Değerli arkadaşlar böyle bir sınav sistemi içinde eğitimin kaliteli olması mümkün mü?
138
Çocuğunuz devamlı a,b,c,d,e şıkları arasında bir tercih için uğraşırken eğitimde kalite artışı
sağlanması mümkün mü? Bizim öğrenci olduğumuz dönemlerde öğrenci derse kalkardı,
bülbül gibi güzel bir Türkçe ile ders anlatırdı, kompozisyon yazardı, kendini ifade ederdi. Bir
dikkat edin çocuklar şimdi ya a,b,c,d şıkları arasında sıkıştırıldılar yahut ta internette oturuyorlar
sesli harfleri dışlayan bir msn yazışma üslubu içerisinde bir şeyler yazıyorlar birbirlerine,
saçma sapan. Okullarda eğitim a,b,c,d test soruları arasına sıkıştırılmış. Ders kitapları da bu
sürece uygun hazırlanıyor. Eskiden kalın, kapsamlı tarih kitapları vardı, kızım liseye giderken
kitapları inceledim, baktım kitaplar incelip, neredeyse broşüre dönüşmüş. Konuların başına
kırmızı tükenmez ile 4’er satır bir şey yazılmış. Bunlar ne dedim? Öğretmen yazdırmış koca
tarih dersinde bir koca konu mesela ne bileyim Osmanlı’nın yükseliş devri, dört satıra inmiş,
a,b,c,d şıkları ile. Hiç bir şey bilmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz bilmiyorum farkında mısınız?
Hiç bir şey bilmiyor çocuklar, kültürleri son derece zayıf, yani Türkiye haritasında şehirlerin
yerlerini bilmiyorlar. Yani Marmara’ya Van’ı koyuyor çocuk. Yani hiçbir şey bilmiyor. Bunun
en önemli sebebi işte ezbere dayalı bu test sistemidir. Bu test sistemini hayatımıza sokan
da arz ve talep arasında ki dengesizlik. Yani çok fazla sayıdaki gencin üniversiteye gitmek
istemesi buna karşılık kontenjanların ve üniversitelerin sayısal yetersizliği. Şimdi böyle bir
yapı içerisinde önce kolej sınavları ile ilköğretimde, üniversite giriş sınavları ile de lisede
çocuklarımız sadece ezberleyen bireyler haline dönüştürüldü. Düşünmüyorlar, okumuyorlar,
okumaktan sıkılıyorlar. Her şeyin o kadar kısasına alıştırıldılar ki hep her şey üç satır beş
satır içinde özetleniyor. Anadolu Lisesi ve Kolej sınavlarının beşinci sınıf sonunda yapıldığı
dönemde eğitimin dengesizliğini daha iyi saptamama neden olan bir olay yaşadım. Kızım
Anadolu Liseleri ve Kolej sınavlarına girdikten sonra, üniversite giriş sınavları oldu. Ben merak
ettim, öyle garip sorular çözüyorlar ki ilkokul çocukları beşinci sınıfta, acaba üniversite giriş
sınavının birinci basamağındaki sorulardan kaç tanesini çözebilir? Soruları önüne koydum ve
“bak bakalım şunlardan kaç tanesini yapıyorsun?”dedim. Bakın hiç abartmıyorum matematik
ve Türkçe ağırlıklı sorulardan toplam kırka yakın soruyu doğru çözdü. Yani o birinci basamağı
aşacak kadar çözdü. Normal bir çocuk benim çocuğum öyle üstün zekâlı filan değil. İlkokulda
ve üniversitedeki şu seviye farksızlığına bakın yani ilkokulda çocuk üniversite sınavındaki
soruları çözebiliyor. Sonra tatilde geldi bana “ anne” dedi, “Ben çok rahatsızım unutuyorum
öğrendiklerimi” dedi. O kadar emek sarf etmiş ki onları ezberlemek için. Ezbere dayalı eğitim
sisteminin sonucu hem unutmak hem de bunun çocuk üzerinde yarattığı psikolojik baskı ve
rahatsızlıkla sonuçlanıyor. Çünkü çocuk, bilgiyi kendine mal edemiyor. Böyle bir sistem olur
mu? Değerli arkadaşlar böyle bir anormal sistem olur mu? Bu sistem çocuğun yeteneğini
mi ölçüyor, becerisini mi ölçüyor, bilgisini mi ölçüyor, hayır hiçbir şeyini ölçmüyor ona ait
geride onda kalan ne vardır diye bakmak lazım. Eğitim sistemleri böyle değerlendirilir. Eğitim
biter, okul kapanır, aradan birkaç ay geçer döner bakarsınız çocuğunuzda kalan ne olmuş.
Ben lisedeyken bana geometriyi annem çalıştırırdı. Ben İngilizce okurdum ona Türkçelerini
tercüme ederdim annem lise mezunuydu. Ama lise de okuduğu geometriyi bana öğretecek
kadar iyi özümsemişti, biliyordu, hatırlıyordu. Annelerimiz babalarımız böyle yetiştiler, biz bir
kademe daha az iyi yetiştik, bizim çocuklarımız ise temel bir genel kültür bile edinmeden
okullardan mezun oluyorlar. Meslek sahibi oluyorlar, iyi üniversitelere gidiyorlar dar alanlarda
ihtisaslaşıyorlar ona. Ancak genel kültür olarak ne kalmış onlara, eğer çocuğun özel ilgisi yoksa
çok meraklı değilse, kitap okumuyorsa bir şeyleri kendisi araştırmıyorsa eğitim sistemimizden
ona geride neyin kaldığını televizyon yarışmalarında çok net görüyoruz. Dünyadan haberi
olmayan gençler yetiştirmişiz. Niye? Çocuklarımızı a,b,c,d,e şıkları arasına sıkıştırdığımız
için ve ezberci yetiştirdiğimiz için. Eğitimdeki nitelik yoksunluğunun birinci sebebi bence çok
139
önemli bir sebebi budur.
Bunun yanı sıra ikinci bir önemli neden ise yine aynı sistem içinde yetişen öğretmenlerimizdir.
Çok nitelikli ve kaliteli öğretmenlerimiz kuşkusuz var, ama genelde baktığımızda bu sistemin
ürünü öğretmenler, öğretmenlik yapıyor. Öğretmen de sadece kendi alanını biliyor, kendi
dersini biliyor, onun dışına çıkamıyor, ufkunu genişletemiyor, çocuğun soru sormasını
istemiyor. Niye istemiyor çünkü o soruya cevap verecek bilgi birikimi yok. Eğer bir öğretmen
veya bir öğretim üyesi, burada öğretim üyesi arkadaşım var, ikimiz de Rektör Yardımcılığı
yaptık, Samimi olmak zorundayız, bir öğretim üyesi sınıfta öğrencisine soru sordurmuyorsa o
dar çerçeveyi aşamamış olmasından dolayıdır. Bir öğretmen öğrencisine soru sordurmuyorsa
yetersiz olmasından dolayıdır. Şimdi bu yetersiz yetiştirilmiş sistemin ürünü öğretmenlerle ve
sınava odaklı eğitim sistemi ile eğitimde nitelikli olmamız mümkün değildir. Başarı mucize
olur.
İşte bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi çok iddialı bir açıklama yaptı. Dedi ki biz ÖSS yi
kaldıracağız. ÖSS nasıl kalkar? Çok dehşet iddialı bir açıklama bu, çok zor. Tabii ki çok
zor çünkü ÖSS yi kaldırabilmek için ortaöğretim sistemini dönüştürmeye ihtiyaç var. CHP,
orta öğretimi de kapsayan bir reform önermekte ve eğitimde kalite artışı için bunu zorunlu
saymaktadır. Cumhuriyet Halk Partisi ortaöğretim sisteminde öğrencileri mesleğe ve
akademik eğitime yönlendirecek iki yol açmaktadır. Öğrencilerin bir kısmı yetenekleri dikkat ile
incelenerek ve bir takım ara sınavlar da değerlendirilerek Meslek Lisesine gidecekler o meslek
lisesini bitirenler hiçbir sınava girmeden meslek yüksekokullarına geçecekler ve meslek lisesi
ile meslek yüksek okulları mesleki eğitim veren bir eğitim birimi olarak yapılandırılacaktır. Yani
çocuğun okuduğu dersler bile birbirinin devamı olarak birbirini takip eder düzenlenecektir.
Sorunuz varsa sorarsınız, ben bitireyim cümlemi size soru sorduracağım.
Ondan sonra kalan kısmı ise yine ara sınavlarda yetenekleri ve ilgi alanları doğrultusunda
fakültelere yerleştirilecek. Tabii bundan herkes her istediği yere gidecektir anlamı çıkmasın.
Yani herkes doktor olmak isterse tabii ki olamayacak. Bunun için iki ayrı sınav tipi var. O iki ayrı
sınav tipinden, geçenlerin yapılacak değerlendirmelerle farklı bilim alanlarına yerleştirilmesi
sağlanacaktır. Bu teknik ayrıntıya çok fazla girmek istemiyorum. Buyurun siz niye hayır
dediniz.
- Şimdi İmam Hatipleri Meslek Lisesi grubuna koyarak bir hata yapıldı.
- Hiç anlamadım bundaki itirazın sebebini,
- Ben bireyin önünün kapatılmasını istemiyorum,
- Neyin,
- Bireyin önünün kapatılmasını istemiyorum
- Bireyin önü kapatılmıyor ki
- Yani teknik okullara giden, bir mesleki ve teknik okullara giden insanların kendi branşlarında
ulaşabilecekleri bir yere gelemiyor.
-Ulaşıyor, önde bir mani yok. Meslek Lisesine giden öğrenci Meslek Yüksek Okulu’nu da
bitirdikten sonra başarılı bir öğrenci ise dikey geçiş ile dört yıllık fakültelere geçebilir. Bunun
önü her zaman açıktır. Şimdiki sistemde de açık, yanlış biliyorsunuz veya eksik biliyorsunuz.
Bakın dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki insanlara her şey her koşulda açık olsun. Yok böyle
bir şey, bugün Avrupa ülkelerinin eğitim sistemine özeniyoruz. Avrupa ülkelerinde gençlerin
hangi okula gideceğini eğitimdeki başarısı saptıyor ve bizim gibi filan da değil. Asla da geri
140
dönüşü yok. Mesela onu meslek okuluna gönderiyor o meslek okulundan bir daha dikey
geçişle başka bir fakülteye geçemiyor. Bizde öyle bir sistem yok. Bakınız değerli arkadaşlar
şu anki sistem de eleştiriliyor. Halen yürürlükteki uygulamada bireyin önünü kapıyormuşuz,
bireyin önü falan kapanmıyor. Birey kendi emeği ile kendi yeteneği ile kendisine en uygun
olan alana yerleştiriliyor. Yani sizin, benim de önüm kapalı, ben de üniversiteye gittiğim
zaman her şeyi seçme hakkına sahip değildim. Bir sınava girdim sınavın sonucuna göre
puanım nereyi tutuyorsa orayı seçtim benim de önümü sınav sistemi kapattı. Böyle bir şey var
mı? Şu anda da öyle, birey kendi yetenekleri doğrultusunda sistemin içerisinde bir takım ara
sınavlardan geçirilerek uygun olana yerleştiriliyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin önerisi budur.
Tabii ki budur. Ama bu, Meslek Lisesine yerleştirildiğinde bir gence haksızlık yapılmış olduğu
yaklaşımıdır, yanlış olan. Çünkü mesleki eğitim en az örgün eğitim kadar saygın bir eğitimdir.
Meslek Liselerini ikinci sınıf diye değerlendirmek yanlıştır, yok böyle bir şey. Büyük buluşlar
ve teknolojideki önemli aşamalar Meslek Liselerinde ve Mesleki Teknik Yüksek Okullarında
gerçekleşmiştir. Dünyada da bu böyledir, meslek lisesi mezunları uygulamanın içinden gelen
insanlardır. Biz kategorize etmişiz insanları. Bu başarısız olduğu için Meslek Lisesine gidiyor
yaklaşımı yanlıştır, yok böyle bir şey. Son derece başarılı ve yeteneği olan insanlar da Meslek
Lisesi ve Meslek Yüksek Okullarından geçirilerek Türk ekonomisine büyük katkılar sağlar.
Türkiye’nin en önemli açığı ara insangücü yetersizliğidir. Yüksek ücretlerle kısa sürede
istihdam edilebilme imkânına sahip olur bu insanlar, biz bunu yanlış kategorize ettiğimiz için
şu anda sanki o insanların bir takım hakları ellerinden alınıyormuş zannediyoruz, alınmıyor,
veriliyor aslında. Çok önemli bir sektördür mesleki - teknik eğitim. Onun için bu kalıpları yerli
yerine oturtmamız gerekiyor. O nedenle bakın Cumhuriyet Halk Partisi ÖSS yi kaldıracak bir
sistem önerirken bu yeteri kadar iyi anlatılamadı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin ütopik bir
yaklaşımda bulunduğu, oy almak için halkın ağzına bir parmak bal çaldığı zannedildi. Olabilir
mi bu ? Bir büyük siyasi parti dayanaksız bir öneride bulunabilir mi? CHP bir eğitim reformu
önermektedir. Ortaöğretimden başlayan bir yeniden yapılanma ile ve kademe, kademe
gencin birikimi, becerisi, ailesinin rızası, dersindeki başarısı uzman görüşleri dikkate alınarak
yapılandırılacak yeni bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır. Bu sistem hayata geçirildiğinde
herkes yüksek öğrenim yapma hakkından yararlanacaktır. Ancak elbette bundan herkesin
istediği üniversitenin istediği fakültesine girebileceği gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır. Örneğin
Boğaziçi Üniversitesinde İşletme okumak isteyen herkes okuyacaktır demek mümkün değil
elbette. Türkiye’de diyelim ki bir milyon genç Boğaziçi İşletme okumak istiyor böyle bir şey
olması mümkün olamayacağı zaten aklıselim sahibi insanlar tarafından anlaşılır. Yeteneği
işletme alanındaysa tabii ki bir İşletme Fakültesine gidecektir. Ama bu yapılacak olan ara
sınavlarda belirlenecek not ortalaması doğrultusunda saptanacaktır.
Evet, şimdi eğitim ile ilgili diğer bir önemli bir iddiamız ve isteğimiz, yapmayı planladığımız
şey şudur. Şu anda çocuğu lisede okuyan var mı? Kaç tür lise var biliyor musunuz? Yani
Meslek Liseleri dışında,
- Anadolu Liseleri var,
-Fen Liseleri,
- Yedi tür lise var, artı Meslek Liseleri var. Meslek Liselerinin dışında, birde Genel Lise tabir
edilen bir lise türü var. Sınavsız gidilen, sınavsız girilen Genel Lisede çocuğu okuyan var
mı? Evet şimdi sınavsız gidilen Genel Liselerde okuyan öğrenci oranı Türkiye’de %79.2 .
Orta öğretim öğrencilerinin %79 u Genel Liselere gidiyor. Bu liselerin, üniversite sınavlarında
başarı oranı %4. Şimdi değerli arkadaşlar böyle bir haksızlık olur mu? Siz bir takım öğrencileri
sınavla Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Anadolu Fen Lisesi, Sağlık Lisesi, Öğretmen Lisesi’ne
141
yerleştireceksiniz. Sonra öğrencinin %80’ini hiçbir sınava tabi olmayan Genel Liseye
atacaksınız. Atacaksınız diyorum çünkü onlara yapılan muamele budur ve bu öğrencilerin
üniversite sınavında başarısı %4 diyorum. Bu %4 zannetmeyin ki o yıl mezun olanlar.
Birikmişlerin %4’ü 2 sene önce mezun olmuş 3 sene önce mezun olmuş. Son mezuniyet yılı
itibari ile ancak % 2’si üniversiteyi kazanıyor. Bunları görmezden geleceksiniz, yok sayacaksınız
ve bunun adına da eğitim diyeceksiniz. Utanır insan bunun adına eğitim demeye. Böyle eğitim
mi olur?. Biz liselerdeki bu farklı uygulamaları ortadan kaldıracağız. Böyle bir adaletsizliği
ve haksızlığı ortadan kaldıracağız. Bütün liseler Çok Programlı Lise haline dönüştürülecek.
Yani önce başarılı çocukları sınavlarla seçip sonra da onların üniversiteye girişindeki başarı
yüzdesini okulunun eğitiminin başarı yüzdesi diye ilan eden yanıltıcı değerlendirme ile eğitimi
başarılı gösterip halkı aldatma süreci son bulacaktır.. Bu çocuklardan zaten başarılı olanları
toplamışsın, hangi başarıyı arıyorsun burada, bu Robert Kolejden mezun olanların üniversite
girişteki başarı yüzdesi gibi bir şey oluyor. Sen zaten Türkiye’nin en seçkin çocuklarını çekmiş,
almışsın, dershane dopingi ile sınava girmişler sonra onların üniversiteyi kazanmasını milli
eğitimin başarısı olarak alkışlıyorsun. Bu adaletsizliktir. İşte bu, fırsat eşitliğine aykırıdır. Onun
için Çok Programlı Liselerin yaygınlaştırılması ile bazı liselerin gözden çıkarılmış, bir kenara
atılmış olan öğrencilerini devlet kucaklayacaktır. Eğitim kalitesi bütün okullarda standartlar
yükseltilerek eşitlenecektir. Bu mümkün olan bir şeydir. Yani bu hayali bir tasarı değildir, bu
mümkündür ve yapılacaktır Eskiden liselerde sınav mı vardı? Siz hepiniz sınava girerek mi
lisede okudunuz. Bizim annelerimizin babalarımızın okuduğu dönemlerde sınavla mı liselere
giriliyordu. Ben size söylüyorum benim annem ben lisedeyken bana geometri çalıştırırdı.
Sınavla falanda girmemişti. Demek ki Türkiye’de öğretmenin kalitesini yükselttiğiniz zaman
öğretmene gerekli ekonomik desteği vererek öğretmenlik mesleğini tekrar eski saygın
konumuna getirip, özendirdiğiniz zaman iyi öğretmen yetiştirdiğiniz zaman, doğru bir
müfredatla kaliteli eğitimi de verirsiniz. Bütün bunları yapamadığınız zaman ise, eleğin üstünde
kalanları seçerek onlarla kendi eğitim programlarınızın veya Milli Eğitim Bakanlığı’nızın
reklâmını yaparsınız. Geride kalan %80 öğrenciyi de göz ardı edersiniz. İşte biz buna izin
vermeyeceğiz. Biz eğitimin niteliğin, herkesin yararlanacağı şekilde fırsat eşitliğine uygun bir
biçimde yükselteceğiz. Bu mümkündür, bu mümkündür derken yıllardır eğitim konusuna emek
vermiş biri olarak bunun mümkün olduğunu size söylüyorum. Ben şimdi buraya Cumhuriyet
Halk Partisi Milletvekili olarak çıkıp da eğitim konusunda konuşmuyorum. Doktora tezim
eğitim üzerine, yazdığım kitaplar eğitim üzerine, eğitim konusuna vermiş olduğum emekle ve
inançla bunu söylüyorum. Türkiye eğitiminin kalitesini yükseltebilir. Yeter ki bu konuda iyi bir
proje ve doğru bir programla ortaya çıksın ve eğitime az önce burada bir değerli arkadaşımızın
söylediği gibi ayıracağı kaynağı arttırmayı bilsin. O kaynağı doğru yere, doğru yatırım olarak
koysun. Eğitimde kaliteyi çok kısa bir süre içerisinde arttırabiliriz.
Değerli arkadaşlar eğitimde kalite artışı denildiği zaman insanlar ve özellikle AKP döneminde
bu çok popüler oldu, teknolojiden yararlanma koşullarını tek gösterge olarak kabul etmeye
başladılar. Efendim şu kadar okula şu kadar bilgisayar gönderdik diye bir açıklama yapıyorlar.
Ne oluyor o bilgisayarlar gidiyor da, belki sizlerinde hepinizin evinde çocuklarınızın bilgisayarı
var. Yani çocuğun başı göğe mi eriyor, bilgisayarın başına oturdu mu ya chat yapıyor ya da
abuk sabuk şeylerle uğraşıyor. Müzik indiriyor. Ne oluyor yani, eğitimin kalitesinde sıçrama mı
oluyor bilgisayar gelince, bilgisayar ne zamandan beri eğitimin kalitesinin bir göstergesi oldu. Ne
zamandan beri o bilgisayarla çocuklarımız araştırma yapıyorlar? Gerçekçi olmak zorundayız.
Bu aldatıcıdır, bu kolaya kaçmaktır, bu bilgisayar ile gözü boyayıp başka gerçeklerin üstünü
142
örtmektir. Onun için öyle bilgisayarla göz boyamadan önce, nitelikli öğretmen ile, doğru
müfredat ile, dersliklerdeki öğrenci sayısını azaltarak ve düşünen, araştıran, sorgulayan
gençleri yetiştirecek altyapıyı oluşturarak nitelikli eğitim sağlamaya öncelik vermeliyiz. O
altyapı laboratuardır, o altyapı öğretmenin iyi yetişmiş öğretmenin öğrenci ile paylaşacağı
derslikte oluşturacağı gruplardır. Tartışma gruplarıdır. Onun için bu mümkündür ve bu
Cumhuriyet Halk Partisi için öncelikli konulardan birisidir. Ben saati görmüyorum vaktimiz var
mı?
- Sayın vekilim bir şey sorabilir miyim?
- Buyurun,
- Meslek Lisesi yok.
- Var, hayır o bittikten sonra Meslek Lisesi başlayacak evet. Şimdi değerli arkadaşlar o konularda
daha çok kesinleşmediği için çok açıklama yapmak istemiyorum. Yalnız bir şeyin altını çizmek
istiyorum. Şimdi dünyada şöyle bir trend var gelişme var. Yüksek öğretim Avrupa’da özellikle
üç yıla indiriliyor, Avrupa ülkelerinde birçok alanda Sosyal Bilimler de başta olmak üzere 3 yıla
indiriliyor. Yani öyle eskisi gibi dört yıllık beş yıllık üniversite eğitimi yok. Buna karşılık lisansüstü
eğitime ağırlık veriliyor. Dünyada eğitim sürelerinde de çok değişiklikler oluyor. Avrupa
ülkeleri ile Türkiye arasında Avrupa eğitim sistemine uyum sağlamak açısından imzalanmış
bir takım anlaşmalar ve protokoller var. Örneğin Avrupa ülkelerinde lise eğitimi daha uzundur
ama şimdi yeni uygulamalar ile üniversite eğitim sürelerinin kısaltılma dönemi başlatılmıştır.
Onun için bu konularda net bir açıklama yapmak istemiyorum çünkü daha bunlar tartışılıp
kabul edilmedi ama çeşitli seçenekler vardır. Kesintisiz 10 yıllık eğitimden sonra Meslek
Lisesi mesela Mesleki Teknik Lise iki yıl artı iki yıl yüksekokul olabilir. Yani bu benim görüşüm
yalnız partinin kararlaştırdığı bir şey değil ama son derece mümkündür, gayet rahatlıkla
gerçekleştirilebilir. İki yıl artı iki yıl yani dört yıl ikisi lise Teknik Lise Teknik Lisenin devamı da
Meslek Yüksekokulu son derecede uygundur ve o dört yıl sonra elinde altın bileziği mesleği ile
tabi ki diploması işe yarayan gençler mezun etmektir bizim hedefimiz. Bakınız diploması işe
yarar dedim. Niye dedim çükü şu andaki diplomalar bir işe yarıyor mu? Ne oluyor yani eline
diplomayı alınca ? Gençler sınavlara giriyorlar, perişan oluyorlar üniversiteyi kazanıyorlar
giriyorlar, ne oluyor? İş bulabiliyorlar mı? Genç işsizliğinin giderek arttığı bir ülkede diploma
bir anlam ifade ediyor mu? Biraz önce konuştuk Sayın Milletvekilimizin çocuğu Su Ürünleri
Fakültesini kazanmış harika bir alan büyük bir umut, belki sizinkinin şansı daha fazla. Benim
kızım iki fakülte mezunu ve şu anda işsiz. Önce İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İngilizce
İktisat Bölümünü bitirdi sonra Milano’da İç Mimarlık okudu. İki dil biliyor. Şu anda iki diploması
var. Şimdi beklentisi yüksek, beklentisini düşürse tabi ki iş bulur ama eğitimine uygun iş yok.
Bu nedenle gençlerin doğru mesleklere yönlendirilmelerine ve istihdam koşullarına uygun
nitelikte eğitim almalarına büyük gereksinim bulunmaktadır.
Dolayısıyla işe yarar diplomayı verdirecek bir eğitim sistemini sağlamak son derece önemlidir.
İşe yarar diploma içinde özellikle meslek eğitiminde mutlaka aracı kurumlara ihtiyaç vardır.
Sadece eğitim kurumlarının meslek eğitiminin ders programlarını düzenlemesi yeterli değildir,
yeterli olmamaktadır. Piyasanın ihtiyaçlarını eğitim kurumları tam olarak saptayamamaktadır.
Dolayısıyla mesela Sanayi Odasının veya işte Ticaret Odasının belli konularda mutlaka aracı
olması diploma tasdik konusunda, eğitimin meslek standartlarına uygunluğu konusunda
eğitim kurumlarına yardımcı olmasına ihtiyaç vardır. Önemli olan doğru eğitimi verecek
sistemi yerleştirmektir. Örneğin hukuk mezunlarının avukatlık yapması için şimdi Baro’nun
143
yetkisi yok mu? Var. Tıpkı onun gibi, Tabip Odası’nın yetkisi yok mu? Meslek eğitiminde
alınan diplomaların gereğinin eğitim sisteminde verilip verilmediğinin saptanması ve o
diplomasını alan gencin de çalışma yaşamına katılımında diplomasını bir garanti belgesi gibi
kullanarak rahatlıkla istihdam edilebilir konuma gelmesi için yeni düzenlemelere gereksinim
bulunmaktadır. Alınan diplomanın gerçek bir belge haline dönüşümü, eğitimin niteliğinin
ihtiyaçlarla paralellik göstermesi ile mümkün olacaktır.
21. Yüzyılın Türkiye’si daha farklı ufuklara yelken açmayı gerekli kılan bir Türkiye’dir. Bu
sistem içerisinde hiç kuşkusuz YÖK sistemi ile ilgili önemli düzenlemeler de gereklidir.
YÖK sistemi tabi bugün tekrar tartışma gündeminde yer almıştır. Niye gündemde? Çünkü
Rektör atamaları yapıldı. Rektör atamalarıyla bu defa sistemin acıtan tarafı bize batmaya
başladı arkadaşlar, bunu kabul edelim. Yani eskiden Rektörleri atayan Cumhurbaşkanı
bizim görüşlerimize yakınken biz bunu memnuniyetle karşılıyorduk. Şimdi farklı biri oldu bize
batmaya başladı. Bu konuda mutlaka düzenlemelere ihtiyaç vardır. YÖK’ün içerisinde ikili
bir yapı var. Bir Üniversitelerarası Kurul var. Birde YÖK Genel Kurulu var. Bu ikili yapıya
ben benim kişisel görüşüm, ihtiyaç olmadığı düşüncesindeyim. Hem Üniversitelerarası Kurul
hem YÖK Genel Kurulu ikisi birbirinin içinde, yetkiler paylaşılmış. Burada yapılması gereken
atananların oluşturduğu YÖK Genel Kurulu’nu kaldırarak Üniversitelerarası Kurulun yetkilerini
yeniden düzenlemektir. Üniversitelerarası Kurul rektörlerden ve üniversite senatolarınca
seçilen birer profesörden oluşuyor. İçinden bir yürütme kurulu seçilerek üniversitelerarası
koordinasyon görevi bu kurulca yürütülebilir. Böylece daha demokratik bir yapı oluşturulur.
Bu benim görüşüm, yanlış anlamayın yani daha bu konuda kesinleşmiş bir karar yok.
Ben üniversitelerin Rektörlerini kendilerinin seçmelerini, Fakültelerin Dekanlarını kendilerinin
seçmeleri gerektiğine inanıyorum. Yönetim kadroları için yanlış seçim yapılmış ise bunun
sorumluluğunu daha seçimi yapanlar üstlenmek zorundadır. Yani YÖK sisteminde belki
adının YÖK olması olmaması çok önemli değil ama Türkiye’de Yüksek Öğrenimi Koordine
edecek bir kuruma mutlaka ihtiyaç vardır. Mutlaka ihtiyaç var, özellikle Üniversite sayısının
hızla arttırıldığı bir süreçte mutlak gereklidir. Üniversite sayısı 127 oldu. Yurdumuzun her
köşesinde hızla açılan tabela Üniversitelerinin mutlaka koordinasyona gereksinimi olduğu
açıktır. Değerli arkadaşlar AKP iktidarı sürekli üniversite kuruyor. Ama kurmuş olduğu
üniversitelerinin çoğunun sadece tabelası var. Rektörünü bile bir sene bir buçuk sene sonra
atadığı üniversiteler var. Öğretim kadrosu yok. Öğretim kadrosu yok nasıl kuruyor? Eskiden
kurulmuş üniversitelerin çevre il ve ilçelere dağılmış Yüksekokulları var. Meslek Yüksekokulları
var. Binalar orada duruyor, o binayı oradan alıyor, o binanın üstüne Üniversite tabelasını
yazıyor, asıyor sonra eski üniversitenin Rektörünü de vekâleten yeni üniversiteye atıyor,
al sana yeni bir üniversite, ben yeni bir Üniversite kurdum diyor. Böyle bir rezalet olmaz.
Böyle Üniversite kurulmaz. Böyle lise bile olmaz. Böyle ortaokul olmaz, böyle eğitim kurumu
olmaz. Böylece son kurulan 43 Üniversite ile 43 yeni Rektör ile YÖK’ün tüm dengeleri
değiştirilmektedir. Şu anda YÖK’ün yapısı Abdullah Gül’ün atadığı Rektörler ile birlikte
değiştirilmiştir. Yani özetle bu kadar Üniversite kurulması ve bu kadar yeni Rektör atanmasının
sonucunda Üniversitelerimize hâkim olan zihniyet değişmiştir. Artık Üniversitelerimize AKP
iktidarı zihniyetine sahip olan insanlar yönetici kadrolara getirilmiştir ve Üniversitelerin toplumu
aydınlatma, halkı uyandırma görevi ne yazık ki yerine getirilemeyecek bir durum yaratılmıştır.
Yani kurumsal olarak AKP’ye muhalefet eden kurumlar içerisinde çok önemli bir rol üstlenmiş
olan Üniversitelerimiz susturulmuştur. En son olarak biliyorsunuz Üniversitelerarası Kurul
144
Başkanı Mustafa Akaydın Antalya Üniversitesi Rektörlüğü için en yüksek sırada oy almış
olmasına rağmen üstü çizilmiştir? Neden? Çünkü AKP’ ye muhalefet etti, türban olaylarına
karşı üniversitelerin tavrını net olarak ortaya koydu ve susturulmak istendi. İşte sizin ilinizde
ki Uludağ Üniversitesi’nin durumunu size anlatmama gerek yok. En yüksek oy alan Rektörün
adı YÖK tarafından Cumhurbaşkanına dahi gönderilmedi. YÖK tarafından çizildi. Böylece
üniversiteler kuşatma altına alındı. Bu koşullarda her üniversitenin öğretim üyelerinin oyları
ile kendi yöneticilerini seçmesi en sağlıklı yoldur. Ben böyle bir anlayışın ağırlıklı olarak
Cumhuriyet Halk Partisinde de var olduğu inancını taşıyorum ve böyle karar çıkacağını
umuyorum. Ama benim bireysel olarak görüşüm budur. Şu anda partinin bu konuda net
somut belirlenmiş bir görüşü yoktur. Ama eski bildirilere baktığınız zaman eğilimin ağırlıklı
olarak bu demokratik yapılanma doğrultusunda olduğu görülmektedir. Yani demokrasi bilinci
okullarımız içinde çok önemlidir. Okullarımız demokrasiyi gerçek demokrasiyi, uygulamalı
olarak kendi içlerinde yaşayarak bunun pratiğini yaparak hayata demokrasi çerçevesinde
demokrasi bakışı açısı ile bakacak bireyler yetiştirmek ile de yükümlüdür.
Cumhuriyet Halk Partisi laik, cumhuriyetçi ve gerçek demokrasiyi, takiyyeci demokrasiyi
değil, gerçek demokrasiyi özümsemiş, ulusal değerlere sahip çıkacak ulusal duyarlılığa sahip
Atatürk i lke ve devrimlerini her koşulda benimseyip savunacak gençler yetiştirecek, ama
kaliteli ve çağın ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yetiştirecek bir eğitim politikasını önermektedir.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum ve varsa sorularınızı cevaplamak istiyorum.
Sorun, evet bunu siz bana yolladınız zaten dosya olarak. Öğretmen üniversiteleri diye bir şey
olmaz, kusura bakmayın Kemal Bey. Yani o zaman öğretmen üniversitesi deyince, her meslek
için üniversite açılır böyle bir şey olmaz. Dünyada da bir örneği de yok, kaliteli öğretmeni zaten
öğretmen üniversitelerimiz değil ama Eğitim Fakültelerimiz yetiştirecektir . Eğitim Fakültelerimiz
var branş öğretmenleri için ayrı programlarla yapılandırılmış Eğitim Fakültelerimiz var. Ama
o Eğitim Fakültelerine biz kaliteli eğitim veremiyoruz. Ayrı bir öğretmen üniversitesi dediğiniz
zaman bu doğru olmaz. Öğretmenlik mesleği, başka meslekler ile de bağlantılı. Bakın, biyoloji,
fen bilimleri öğretmeni yetiştireceksiniz nasıl yetiştireceksiniz Fen Bilimleri öğretmenini sizin
Fen Fakülteniz yoksa Fen Fakültesinden öğretim üyeleri gelip de o bölümdeki öğretmenlere
ders vermiyorsa nasıl yetiştireceksiniz. Yetiştiremezsiniz. Tarih öğretmeni yetiştireceksiniz,
nasıl yetiştireceksiniz. Tarih bölümünüz yoksa yetiştiremezsiniz. Dolayısıyla öğretmenlik
birçok mesleğin bilgisini gerektiren bir alan. Onun için Eğitim Fakülteleri diğer fakültelerden
aldıkları destek ile o öğretmenleri yetiştiriyorlar üstüne öğretmenlik mesleğinin inceliklerini,
güzelliklerini, pedagojik formasyonunu vs. inşa ediyorlar. Yani kusura bakmayın ben daha
politikacı olamadığım için böyle küt diye söylüyorum ama öğretmen üniversitesi olmaz.
Gerçekçi olalım.
- Bu benim düşündüğüm proje,
Prof. Dr. Nur SERTER- Ben okudum sizin projenizi, okudum inanın, hatta yanımda
getirmedim ama okudum.
-Tamam
Prof. Dr. Nur SERTER- Onun için isminizi de hatırlıyorum. İki tane yolladınız üstelik bana.
Biri Genel Merkez’e ,biri meclise değil mi?
145
Evet,
Prof. Dr. Nur SERTER- Tamam okudum yani gerçekten okudum. İlahiyat Fakülteleri gibi
din görevlisi yetiştiren yerler varken , İmam Hatip Lisesi’nin evet. Şimdi efendim İmam Hatip
Liselerinin sayısal olarak çok fazla olduğunu ihtiyacın üstünde olduğu bir gerçektir. Çünkü
İmam Hatip Liseleri, tekrar altını çizelim Meslek Lisesidir. İmam Hatip Lisesinin Meslek Lisesi
statüsünde kalması çok önemlidir. Din görevlisi yetiştirmek üzere açılmıştır. Cumhuriyet Halk
Partisinin eğitim ile ilgili yapacağı ilk şey Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde yeni bir insan
gücü planlaması yaparak işe başlamaktır. Türkiye’de kaç tane imama ihtiyaç var, kaç tane
öğretmene hangi branş öğretmenine, kaç tane hekime, bunları bilmediğiniz zaman eğitim
sisteminde çok büyük bir israf oluyor, öte yandan da ihtiyacı karşılayamıyorsunuz. Dolayısıyla
planlama çok önemlidir.Planlama doğrultusunda siz eğitim sistemini yönlendirdiğiniz zaman
bazı branşlarda belki hiç eğitim yapmanıza artık ihtiyaç olmayabilir veya çok azaltabilirsiniz.
Bazı gündemden düşmüş meslekler var artık ihtiyaç yok. O okulları başka meslek liselerine
dönüştürbilirsiniz. O nedenle bu çerçevede İmam Hatip Lisesini de ihtiyaç kadarıyla kısıtlarsınız
geri kalan daha nitelikli din görevlilerimizi de yükseköğretim alarak yetiştirmenin önünü
açarsınız. Türkiye bundan çok daha fazla yararlanır. Ama biliyor musunuz her yıl yetişen
İmam Hatip Lisesi mezunlarından kaç tanesi acaba Diyanet İşlerinde imam kadrosunda
görev alıyor, hemen hemen hiç, sıfır. Yani bu okullar aslında meslek okulu olma özelliğini
kaybettiler ama çok kritik bir sorun bu. Bu konu Türkiye’de ayrı bir gündem. Bunu sabaha
kadar tartışırız, benim de çok dolu olduğum bir konu çünkü. Evet buyurun.
- Cumhuriyet Halk Parti üyesi, sayıN vekilim konuşmalarınızdan çok etkilendim,
Prof. Dr. Nur SERTER- Sağ olun
- Yalnız bir şey atlandı gibi geliyor bana. Kadınlardan hiç bahsetmedik. Okuduğum bir yazıda
ve katılıyorum yazıdaki oranlara kadınlarımızın %25’i bunu söylemek biraz şey oluyor %25’i
okuma yazma bilmiyor ve cahil ve 75 milyon bir Türkiye’de genel ortalama eğitim seviyemiz
ilkokul 4 terk,
Prof. Dr. Nur SERTER- Evet.
- Şimdi 80 yılı aşkın Cumhuriyet tarihinde gelinen bu nokta beni üzüyor, yalnız beni değil
hepimizi üzüyor. Bu konuda yorumunuzu ve önerilerinizi bekliyorum.
Prof. Dr. Nur SERTER- Evet teşekkür ederim. Kadınlardan ayrıca bahsetmedim çünkü
eğitimde fırsat eşitliğinin altını kalın kalın çizdim ve kız çocukları açısından da önemli
olduğunu vurguladım benim böyle bir ayırımı zaten yapmam söz konusu değil. Türkiye’de
kız çocuklarının eğitim konusunda geri planda olduklarını biliyoruz. Ama işte bu sistem
içerisinde kız çocuklarının eğitimden kopuşları da aslında bir anlamda önleniyor. İstatistiksel
olarak baktığımızda şöyle bir tablo var. Türkiye’de Diyanetin açtığı kuran kurslarında okuyan
öğrencilere bakıyorsunuz, bunların yaklaşık %70’ini ilköğretimden sonra eğitimine ara veren
kızlar oluşturuyor. İşte o nedenle siz kesintisiz 8 yıllık eğitime geçilmeden önce 5. sınıfı
bitiren kız çocuklarının %72 gibi bir oranla kuran kurslarında okudukları istatistiksel olarak
saptanmıştır, 8 yıla çıkınca bu biraz daha düşecek, 10 yıla çıkınca biraz daha azalacak.
Bir diğer istatistiksel bulguya göre ise, eğer aile kızını ortaokula gönderiyorsa liseye de
gönderiyor. Ya ilköğretimden sonra eğitimden koparıyordu 5’inci sınıftan sonra okutmuyordu ya
da ortaokula gönderenlerin yaklaşık %70’e yakını liseye de gönderiyordu. O nedenle
eğitim süresinin zorunlu ve kesintisiz eğitim olarak uzaması kız çocuklarının eğitime
katılımını çok ciddi ölçüde arttırdı. Dünyanın birçok ülkelerinde uygulanan modeller
146
var ama onlar çok geri kalmış ülkeler. Çok, çok geri kalmış ülkeler mesela Afrika ülkelerinde
bazı çok geri Afrika ülkelerinde çocuğunu okula gönderen aileye zeytinyağ veriyorlar. Erzak
veriyorlar ve çocuğunu okula göndermeyi sürdürüyor. Bizde de biliyorsunuz bir para ödüyorlar
şimdi, evet çok düşük bir para, bunun karşılığında bir para ödemek hoş bir şey değil ama
bir insanın hayatı söz konusu olduğunda son derece önemli olduğunu görüyoruz. Yani bizim
için bir kız çocuğunun eğitimini tabi ki ihmal edilemeyecek kadar önemli bir konumuz. Evet,
buyurun, buyurun
- Hocam hep eğitimde eşitlikten bahsediyoruz ama eğitimde eşitliğin olmadığını ben de
görüyorum, buradaki bütün vatandaşlar da görüyor. Eğitimde eşitlik yok, niçin yok? Ben fakirim
çocuğumu dershaneye gönderme imkânım yok gönderemiyorum, öbürü zengin dershaneye
gönderiyor artı özel öğretmen tutuyor.
- Haklısınız doğru,
- Ben şahsen partimizden şunu bekliyorum. Sayın bakan nasıl özel dershaneler, özel okullar
diyorsa ben tam zıttını söylüyorum. Türkiye’de dershaneler kalkmalı,
- Amaç o zaten, anlamadınız mı? Bakın anlattıklarımdan çıkan o değil mi? Şimdi siz ÖSS yi
kaldırırsanız ÖSS sınavını ortadan kaldırırsanız, Dershane ihtiyacını da ortadan kaldırmış
olursunuz.
- Dershaneyi kaldıracağız.
-Ayrıca dershaneyi kaldıracağız demenize gerek yok. Sınavı kaldırırsanız dershaneye ihtiyaç
kalmıyor zaten değil mi?
- Dershane yine devam eder.
-Yok şimdi teşekkür ederim ben anladım sizin dediğinizi, dediğiniz çok doğru Türkiye’de
eğitimde tabi ki eşitlik yok şöyle bir istatistiksel çalışma yapmıştım, birkaç sene önce; gelir ile
başarı arasında çok doğrudan bir orantı çıkmıştı. Gelir düzeyi yüksek olanların çocuklarının
başarı düzeyi de yüksek ve en iyi okullarda okutuluyorlar, öğretmen desteği alıyor, dershane
desteği alıyor, daha iyi besleniyor, ayrı bir odası var vs. vs. dolayısıyla bu kesinlikle doğru.
İşte burada o sınav sisteminin elemeci tarafını görüyoruz. Çocuğuna daha çok yatırım yapan
ailenin çocuğu iyi bir üniversiteyi kazanıyor, oradan mezun olduğu zaman daha fazla gelir
getirici bir işe sahip oluyor ve kast sistemi devam ediyor. Hâlbuki siz bu elemeci sistemi
kaldırdığınızda, fırsat eşitliğini dengelemiş oluyorsunuz. Yani o artı gelir desteğinin etkisini en
azından azaltmış oluyorsunuz. Hiçbir zaman sıfırlayamazsınız ama bir miktar azaltabilirsiniz.
Dolayısıyla söylediğiniz son derece önemli ve ama sınavlar kalkınca dershaneler eskisi
kadar etkili olmayacaktır. Ama bizim dershaneci arkadaşlar eminim yeni bir yöntem bulurlar
kendilerine. Evet, pardon bir beyefendi pardon sonra siz buyurun.
- Yurt sorununa hiç değinmediniz.
- Eğitimi anlattım.Yurt sorununu biliyorsunuz.
- Efendim. Yurt sorunu Türkiye’nin çok ciddi sorunlarından birini oluşturuyor. Bugün devletin
yeteri kadar bu konuda yatırım yapmamasını sadece kaynak yetersizliğine bağlamak doğru
olmaz. Özellikle AKP döneminde bu alan malum cemaatler ve vakıfların eline terk edilmiştir.
Cemaat yurtlarında gençlerin beyni yıkanmaktadır. Türkiye’de hayır yapmak isteyen aydın
insanların yapması gereken en önemli şey çağdaş yurtlar açmaktır. Ancak devletin bu
konudaki görevini yapmıyor konumuna getirilmiş olmasının da planlı ve maksatlı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü siz o alanı geri boş bırakırsanız birileri getirir doldurur. Ama arkadaşlar
bunu söylerken hani bir de çuvaldızı kendimize batırmamız lazım. Şimdi bakın biz şikâyet
ediyoruz, cemaatler diyoruz, vakıflar diyoruz, geliyorlar diyoruz, dün televizyonda izledim, içim
147
acıdı. İstanbul Üniversitesi’nin önünde vakıflar, cemaatler stand açmışlar, 250 TL’ye yeme
içme içinde, barınma sağlıyorlar. Nasıl sağlıyorlar?. Bir amaçları var, inandıkları hedef için
fedakârlık yapıyorlar. Onlar amaçları doğrultusunda yürüyorlar. Kendi cemaatime şu kadar
insanı Allah için yetiştireceğim diye inanmış adam, bunun için fedakârlık yapıyor. Gerekirse
cebinden çıkarıyor veriyor, para topluyor, çalışıyor, biz ne yapıyoruz arkadaşlar. Biz birbirimizle
uğraşmaktan başka ne yapıyoruz? Biz birbirimizi eleştiriyoruz, biz bir partinin üyeleri olarak
içimizde gruplar oluşturuyoruz, biri yukarı çıkarken onun ayağından tutup aşağıya çekmeye
çalışıyoruz. Sonra da dönüp onlara kızıyoruz, vay onlar şunu yapıyor bunu yapıyor çalışıyor
da biz bir şey yapmıyoruz diye. Çuvaldızı kendimize batıralım, işe kendimizden başlayalım.
Biz önce bütün olumsuz koşullara rağmen varız, varlığımızın gücünü fark edelim, bir olalım,
birlik içerisinde hareket edelim. Özveriyle davranalım, birbirimize destek olalım. Bırakalım
başkalarını, önce birbirimize destek olalım, birbirimizle dayanışma içinde olalım, parçalanıp
bölünerek, eleştirip burun kıvırarak, sürekli olarak karanlık odalara kapanıp birbirimiz hakkında
dedikodu yaparak bir yere varamayız. Varamadığımızı tarihsel süreç bize göstermiştir. Gün
birlik olma günüdür, başkalarını eleştirmeden önce kendimizi eleştirelim. Birlik bütünlük içinde
yapamayacağımız şey yok. Her türlü zorluğun üstesinden gelebiliriz, inançla el ele tutunarak,
birbirimize güvenerek, Cumhuriyet Halk Partisi çatısı altında birleşerek... Cumhuriyetimiz için,
laiklik için, Atatürk ilkeleri için, gerçekten Türkiye’yi kurtarmak için her türlü kişisel çıkarımızı göz
ardı ederek bir olabiliyor muyuz? Oluyorsak her şey oluruz. İnanın her noktaya da yükseliriz.
Onun için vakıflar şunu yapmış, burs verdiler evet, burs verdiler, verdiler. Biz verebiliyor muyuz
arkadaşlar, vermedik, veremedik değil mi? İşte bütün mesele budur. Şikâyet etmeden önce
kendi gücümüzle neleri başarabileceğimizin farkına varmamızın son derece önemli olduğuna
inanıyorum ve zannediyorum sürem bitti. Bir başka konferans var. Çok teşekkür ediyorum.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Değerli konuşmacımıza verdiği bilgilerden
dolayı çok teşekkür ediyoruz. Plaket takdimi için İl Başkanım Sayın Gürhan Akdoğan’ı davet
ediyorum.
Gürhan AKDOĞAN- Evet biz o geleneği yine devam ettirelim. Şimdi aramızda Bursa’mızı
temsilen Parti Meclis Üyemiz Ali Nihat IRKÖRÜCÜ burada, kendisini plaket vermek üzere
davet etmek istiyorum, buyrun…
Ali Nihat İLKÖRÜCÜ- (Plaket verildi)
Gürhan AKDOĞAN- 9 Eylül 2008 Salı günü saat 11:00’de Partimizin kuruluş yıldönümü
nedeni ile Heykel’de gerçekleştireceğimiz Çelenk Sunum Töreni’ne hepinizi bekliyoruz…
148
GÜRHAN AKDOĞAN
06 Eylül 2008-BURSA
‘‘Liderlik ve İletişim Teknikleri’’
Gürhan AKDOĞAN- Sayın Milletvekilim, çok değerli partili dostlarım… Bugün biraz önce
de ifade ettiğim gibi, on günlük Parti Okulu’muzun son konuşmasını yapmak üzere kürsüye gelmiş bulunuyorum. Gerçekten çok zor,bir o kadar da keyifli ve önemli bu organizasyonda, on ders içinde partimizin en etkin isimlerini burada bu salonlarda ağırladık. Öncelikle
Sn.Genel Başkanımızın açış konuşmasından sonra verdiği ilk derste, bizlere aktardığı genel
siyaset tarihine ilişkin birikim ve deneyimleri ile unutulmayacak engin bilgiler edindik. Sayın
Kemal ANADOL’dan 1971 döneminin Cumhuriyet Halk Partisi’ni dinledik, biraz evvel Sayın
Nur SERTER’den mükemmel bir konuşmayla Cumhuriyet Halk Partisi ve Eğitim Politikalarını algıladık. Yine Sayın Onur ÖYMEN Avrupa Birliği ve Dış Politika konularını, Sayın KILIÇDAROĞLU Sosyal Politikalar konusundaki görüşlerini bizlerle paylaştı.Sn.Cevdet SELVİ’den
işci sınıfının sorunlarını, Sn.Esfender KORKMAZ’dan Ekonomi konularını dinledik.Şimdi
düşünün ki bu denli yoğun, bu denli birikimi olan parti büyüklerimizin çok önemli konulardaki bilgilendirmelerinden sonra, biraz da yorgun bir yapıyla, sizlere liderlik ve iletişim teknikleri konusunda belki de tüm bu konuların dışında bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Şimdi biraz evvel söylediğim konular gerçekten partimizin ideolojisini ve dışarıda parti
politikalarımızı anlatma konusunda bilgi edinmemizi sağlayan önemli konulardır gerçekten
çok önemli konular. Bu konu ile biraz daha partimizin belki dışında kavramsal olarak yönetim
teknikleri konusunda daha doğrusu çağdaş yönetim teknikleri konusunda çok önemli bir faktör
olan liderlik ve iletişim tekniklerini sizlerle paylaşmak istiyoruz. Bunu niye arzu ettik böyle bir
konuyu neden seçtik, şimdi diyeceksiniz ki, liderlik deyince işte ilk aklımıza gelen Mustafa
Kemal Atatürk ondan sonra bir de olumsuz liderler işte Hitlerler Mussoliniler vs. aklımıza
geliyor. Ancak liderlik bu kadar basit algılanması gereken bir şey mi? Acaba biz yönetim
teknikleri açısından parti propagandasını yaparken kullanmamız gereken bazı konular var
mı? Ya da lider dediğimiz şey sadece en tepedeki insan mı? Acaba içimizde bulunduğumuz
ortamlarda çeşitli faktörleri üstlenmiş bazı insanların da liderlik özellikleri olduğunu biliyor
muyuz? Ve onların gerçekten liderlik yaptığını görebiliyor muyuz? Veya onların eksiklikleri
varsa liderlik etmede eksiklikleri varsa o küçücük gruplara liderlik etmede eksiklikleri varsa
bu eksiklikleri giderebiliyor muyuz? Bir küçücük gruba etki eden örneğin Kadın Kolları
Başkanlığına önderlik eden Kadın Kolu Başkanı liderlik ediyor, Gençlik Kolu Başkanı hatta
bir komisyon oluşturdunuz. Komisyonda 10 kişilik bir komisyonda hemen başkan, başkan
yardımcısı, sekreter, sayman seçiverdiniz oradaki insan liderlik etmiyor mu sizce. Ediyor. Bir
basın toplantısı düzenleyeceksiniz o basın toplantısını düzenlemek üzere yönetim kurulundaki
bir arkadaşa görev verdiniz o konuyu organize etmesi için acaba o konuya liderlik etmiyor mu
sizce. Evet, sadece liderlik kavramını bir tek kişinin yönetimi olarak algılamamamız lazım.
Dolayısıyla bundan sonraki süreçte özellikle propaganda süreçlerinde kullanacağımız en
önemli tekniklerden bir tanesi liderlik formasyonuna hepimizin sahip olması. Çünkü bir küçük
veya daha büyük grupları yönetmek, onları bir yere kanalize etmek, onları ikna etmek, onları
yönlendirmek, hatta peşinizden sürüklemek durumundasınız. Bu konu ile ilgili özellikle genç
arkadaşlarımın bu konuya ilgisinin daha fazla olmasını arzu ederdim . Çünkü onlar bundan
sonraki süreçte muhakkak bulundukları alanlarda bazı yerlerde liderlik edecekler. Belki bir
149
gün gelecek Gençlik Kolları Başkanı olacak, bir gün gelecek Bursa İl Başkanı olacak, belki
bir gün gelecek partimizin Genel Başkanı olacak. Dolayısıyla bu eğitimi onlarında almasını
gerçekten arzu ediyordum. Ancak bu sunumu hazırlarken bana çok katkı veren, beni asiste
eden önemli bir kardeşim arkadaşım var. Güleser SU, Kalder’de de beraber çalıştık ona
emeğinden ötürü sizlerin huzurunda teşekkür ediyorum. Tabii ki Aykan KURKUR’a da buradan
teşekkürlerimi sunuyorum.
Şimdi konumuz Liderlik ve İletişim Teknikleri;
Liderlik, diğer insanların fikirlerini gerçeğe dönüştürme yeteneğidir. Bu işleme insanı katarak
biraz evvel anlattığım gibi bir iş yapıyorsunuz, Liderlik, bir işi yaparken diğer insanları da
işin içine katarak fikirlerinizi gerçeğe dönüştürme yeteneği ve sanatıdır. En basit tanımı
ile bu. Ancak lider olduğunu düşünen fakat hiç kimsenin kendini izlemediği bir kişinin lider
olduğundan söz etmek mümkün değildir. O sadece kendi kendine bir yürüyüş yapıyor demektir.
Yani kendisini izlemeyen kendisinin yanında olmayan bir kitle yok ise onun liderliğinden söz
etmek mümkün değildir. Çok basit bir tanım.
İnsanlar kendi hatalarını düzeltmektense başkalarını suçlamayı, bakın eleştirmek demiyorum
başkalarını suçlamayı yeğlemeyi amaç ediniyorlar. Çünkü çok basit bir yoldur. Yani kendinizi
görmezsiniz aynada hissetmezsiniz seyretmezsiniz ve bir başkasını suçlarsınız eleştiri
demiyorum. Ama bir değişim yaratılacaksa bu değişimi yaratmak için insanın önce kendisinin
değişmesi gerekiyor. O değişime ayak uydurabilmesi ve başkalarını o değişime inandırabilmesi
için kendisinin de değişimin bir parçası olması gereklidir. Ne demiştik, lider başkalarını da işin
içine katarak onu izlemesini sağlayan kişidir. Dolayısıyla liderlikte bir kavram daha karşımıza
çıkıyor, Lider, bir konuyu değiştiren ama değiştirirken önce kendisi o değişimin içinde
olan kişidir. Zaman zaman yöneticilik ve liderlik kavramı tartışılır. Bazen birbirinin içine bile
girer fakat bu kavram bence çok birbirinden farklı kavramlardır. Bakın Peter Duruker önemli bir
yönetim düşünürü diyor ki: “ Yöneticilik, işleri doğru yapmaktır. Liderlik ise, doğru işleri
yapmaktır.” Yani yöneticilik işleri doğru yapmaktır. Tanımlanmış bir iş var bu işi doğru yapan
insanlar yönetici olabiliyor. Ama liderlikte doğru işleri yapmak yani bir işin nasıl yapılacağını
tanımlamak liderliğin içine geçiyor niye? Yine Jon Mayorka “Yöneticiler inşaatçı, liderler
mimardır” diyor. Basit bir tanım, yani bir şeyi imal etmek,bir şeyi tasarımlamak liderliğin
önemli kriterlerinden bir tanesi, ama yöneticiler o mevcut tanımlanmış tasarımlanmış bir
konuyu inşa edebilirler onu yapabilirler. Yaptıkları sürece de zaten yönetici oluyorlar. Eğer
yapamıyorlarsa onlar yöneticilik vasfına da haiz değildir. Yine bir başka yönetim düşünürü “
Yöneticiler işlerin nasıl yapıldığı ile değil insanlara işlerin ne ifade ettiğini söylerler ve bunlarla
ilgilenirler.” diyor.
Liderliğin Özellikleri;
Bakın bir yönetim anlayışını hep ifade etmeye çalışıyorum. Şimdi bu nereden çıktı bunun
bizimle ne ilgisi var diyebilirsiniz ama muhakkak çalışma gruplarına biraz evvel de söylediğim
gibi yöneteceğiniz alanlarda liderlik yapma durumunda kalabilirsiniz. Kalma durumunuzda da
bir liderin özelliklerinin neler olması gerektiğini sizler ile paylaşmak istiyorum. Neler bunlar.
Bir kere sorgulama bizim zaten kültürümüzde olması gereken bir şey sosyal demokrasinin
özünde sol kültürün özünde sorgulayıcılık hiçbir zaman vazgeçilmeyecek ana temel
kriterlerden bir tanesi. Sorgulayıcı olacağız, hem kendimizi hemde başka alanları,mutlaka
150
sorgulayacağız. Daima önde değil yeri geldiğinde arka planda yeri geldiğinde yan yana
durabilmek bir liderlik özelliğidir. Değişimin yaratıcısı bahsetmiştim, o değişimin yaratıcısı
olacaksınız yani önderlik edeceksiniz herkes bir normal yönetim biçiminde olurken siz
başka bir şeyi eğer alternatif olarak koyabiliyorsanız işte sizin liderliğinizden söz ediliyor
demektir. Prensiplerinizden vazgeçmeyeceksiniz insanlar ilkeleri ile yaşar, ilkeleri ile ölür. Bu
prensipler değişmeyen prensipler olmalıdır. Ana prensipler. Zorluklara karşı mücadele azmi
olmalı liderin hemen vazgeçmemesi gerekiyor. Hemen bir zorluk karşısında tamam ben bu
alandan çekiliyorum. Lanet olsun uğraşılmaz, bu topluma da anlatılmaz nereye kadar, uğraş,
uğraş bitmiyor, olmuyor , bu insanlarla olmuyor. Bu liderlerle olmuyor, bu toplumla olmuyor.
Böyle şikâyet etme hakkı liderin olmaz. Sürekli mücadele etme azmi olan insanlara lider
diyebiliyoruz. Tabii ki çok önemli olan toplumsal menfaatleri bireysel menfaatlerinin önünde
tutmalı, bireysel çıkarları hiçbir zaman önde olmamalı. Zaten aksi durumdan lider diye söz
etmek mümkün değil. Kararları takımı ile beraber, dostları ile beraber, çalıştığı insanlar ile
beraber alan ve başarıyı onlarla beraber paylaşan bir iş yaptınız işte o zaman yeni başarılara
doğru yürürsünüz . Başarı benim, onlara söyledim yaptılar. Başarıyı üstlendiniz yanınızdaki
insanları dışladınız ertesi gün yanınızda kimseyi bulamazsınız. Herhangi bir başarısızlık
olduğunda onlar yaptı bu adamlardan adam olmaz, bir şirkettesiniz bu işçilerden adam olmaz
, bu yöneticilerle olmuyor kardeşim hemen suçu başkasına atan o başarısızlığı üstlenmeyen
insanların liderliğinden söz etmek mümkün değildir.
Liderin yaratması gereken iklimden söz etmek istiyoruz. Bunu biraz belki bir şirket ortamında
düşünebilirsiniz ama bir çalışma ortamı olarak değerlendirin burada doğallık olması gerekiyor.
Yani insan ve özgürlük iki tane kavramı bu doğallık içinde organize eden kişi liderlik vasıflarına
uygundur. Yine çalışma ortamları fiziki mekânları keyifli ortam olarak hazırlayan insanlar
başarılı işler çıkartabilirler. Ben diyorum ki mutlu insanlar her zaman başarıya ulaşacak
insanlardır. Çünkü mutluluğu etrafına yayan insanlar yani mutsuzluğu görmezden gelen
insanlar onu tanımazlıktan gelen insanlar çevresine de hem mutluluk yaratır hem de başarıyı
sağlama ortamını yaratırlar. Yani kısacası mutlu olan insanlar her zaman başarıya yakın
insanlardır.
İsterseniz şimdi Liderlik türlerinden biraz olsun bahsedelim . Liderlik Türleri:
• Anlaşmacı lider,
• İkna edici lider,
• Baskıcı lider ,
• Örnek olan lider,
• Güçlendirici lider olarak tanımlayabiliyoruz.
Baskıcı Lider: Şimdi bunlardan en olumsuz olanı tabii ki Ama çok anlaşmacı lider de doğru
değil, dolayısı ile bütün bu liderlik türlerini kullanan bu konsepti oluşturan insanlara biz
gerçekten örnek lider diyebiliyoruz. Ama bir baskıcı liderin başarılı olması söz konusu değil.
Baskıcı lider dikkatini işleri halletme üzerine toplar ve emirler vererek gerçekleştirir. Tanım
isimden de tanımlı yani zaten baskı kurar, genelde sindirir. Körü körüne itaat bekler hadi
bakalım yürüyün der. Bir şey söylemeye kalkarsınız “bir dakika, sen sorma sen anlamazsın
karışma işime dediğimi yap” der. İletişim tek yönlüdür. İletişime açık değildir. Denetleyici ve
olumsuz olma eğiliminde hep sorgular bir hata arar. Hatayı bulduğu zaman ezer, dışarı atar,
yenisini yakalar. Hedeflerine varıldığı sürüce takipçilerinin tepki ve duyguları ile ilgilenmez.
Çünkü başarmıştır baskıyı kurmuştur, başarı onundur, başarısızlık varsa hemen suçlar ve
151
öteler. Şimdi böyle insanlar çevremizde yok mu? Var hayatımızın her aşamasında bunları
görebilirsiniz işte biz buna baskıcı lider diyoruz. Ama bu liderlerle yol almak bunları görmezden
gelip onların peşine takılmak bizi de başarısızlığa sürükler. İyi yönü yapılması istediği şeyleri
hemen yaptırır. İyi yönüdür yani liderlik vasfını kullanır ve yapılır da söyledikleri. Kırgınlıklar
gelişir, gruba katılmalarla ayrılmalar yüksektir biraz evvel ifade ettim çünkü hemen dışlanır.
Dolayısı ile çok kabul edilen bir liderlik anlayışı değildir. Biz buna hükümran diyoruz, buyurgan
diyoruz
Anlaşmacı Lider: Bazı liderler, anlaşmaya varma hususunda rahatsızdırlar. Fakat anlaşmacı
liderin tarzı, diğerlerini de kazanmasına yardımcı olan bir tarzdır. Uzlaşma arar uzlaşmada
birlikte hareket eder ve bir başarı varsa bu başarının galibi de o ekiptir, öyle düşünür.Ama
uzlaşma birinci öncelikli yaklaşımıdır. Bu anlaşmacı liderin 9 değişik müzakere prensibi vardır.
Örneğin bazılarını söyleyelim, müzakereleri büyük beklentilerle başlar. Karar vermeden
değişik alternatifler üretir. Sürekli sorgular. Yapılan fedakârlıkları bire bir karşılık getirmez
yani sen bana bunu verdin bende senden bunu alırım yaklaşımında değildir. Zaten o zaman
müzakereden söz etmek mümkün değildir. Müzakereden hangi şartlarla çekileceğini önceden
belirlemiştir. Yani bir kırmızı çizgisi vardır. Bu kırmızıçizginin üstüne hiçbir zaman geçmez.
İyi yönü, böyle bir liderin özellikle başarılı, esnek ve kendini organizasyonun başarısına
adamış kişiler ile çalışıyorsa bu kişiler üzerinde gayet iyi sonuçlar alır. Yani ekibi başarılı,
esnek ve kendi gibi ise bu organizasyonda başarılı olur. Çünkü herkes aynı fikirdedir, ciddi
bir paylaşım ortamı vardır. Ciddi bir müzakere ortamı vardır. Gayet iyi sonuçlar alır. Ama bir
taraf çalışmıyorsa diğeri kaybeder değildir.Bir tarafın çalışmaması en kötü problemdir. Yani
bir taraf anlaşmacı değil bir taraf anlaşmacı ise zaten orada bir birliktelik olma şansı yoktur.
Örnek Olan Lider: Örnek olma, insanlar üzerinde muazzam etkilidir. Olumlu hareketler
olumlu örnekler doğurur diyoruz. İyi yönü, sadakat ve bağlılıkla adanmış kişilerin sayısı artar.
Yani burada örnek oluyorsunuz sizi takip eden insanlar her zaman artacak demektir. Kötü
yönü ise lider düştüğünde takipçiler de daha büyük zarar görür. Yani o gittiğinde o yapı birden
bire çöker çünkü örnek gitmiştir birine odaklanmışsınız o andan itibaren o yok olduğunda artık
arayışınız ya da alternatifiniz kalmamıştır.
Güçlendirici Lider:Liderliğin en yüksek ve en güç verici olanıdır. İşte ben bunu gerçekten
önemsiyorum. Bunun üzerinde biraz durmak istiyoruz. İnsanlar ile iyi ilişkiler kurar. Yani çünkü
liderin birlikte çalışacağı ekibe ihtiyacı vardır. İnsanlara ihtiyacı vardır. Onlarla iyi ilişkiler kurar,
olumlu fikirlerini onlara iletir. Onlarla paylaşır, başarmaları için eğitim ve donanım olanakları
sağlar. Onların potansiyellerinin dışa çıkmasını, onların verimliliklerinin ortaya çıkmasını
sağlar. Çünkü inanır ki onlar başarılı olursa kendisi de başarılı olacaktır. Ulaşabileceğine
inanarak onları motive eder. Bakın, hep ekibe odaklı bir liderlik var burada. İnsanları güç ve
sorumluluk taşıyabilecek şekilde eğitir ve onları oraya hazırlar, işleri delege eder.Yani delege
eden her şeyi ben yapacağım her şey benden sorulur, bir dakika bana sormadan o işi yapma,
bir dakika getir ben imza atarım sen ne oluyorsun daha dur bakalım, sen yenisin demez.
Sonuçta onların potansiyelleri kullanmasına yardımcı olur ve bir delegasyon vardır bu tür
liderlikte.
Etkili Liderler; Liderlik türlerinin tümünü bazı zamanlarda kullanırlar. Beş değişik liderlik
türünü de kullanan liderler gerçekten en olumlu liderlerdir. Ancak büyük liderler son
başarılarının insana dayandığını bildikleri içindir ki, o insanları daha etkili hale getirmeye yani
152
güçlü güçlendirici liderlik yapmaya çalışırlar. Ben şöyle söylüyorum: İnsanlara yatırım için
kullandığım dakika en iyi dakikadır. Yani herhangi bir organizasyonda siz işler ile ilgilenmek
yerine insanlar ile ilgileniyorsanız, onları geliştirmeye çalışıyorsanız, onların içindeki
potansiyeli dışa çıkartmaya çalışıyorsanız işte bu kullandığınız en iyi dakikadır. Çünkü
dünyayı tek başınıza değiştirme şansınız yok. Örneğin Partimizi en etkili noktaya getirmeye
benim tek başıma şansım yok. Bunu kimle yapacağım? İlçe örgütleri ile yapacağım, belediye
başkanları ile yapacağım, belediye meclis üyeleri, gençlik kollarıyla, kadın kollarıyla. Peki,
kadın kolları bunu neyle yapacak. Tek başına Fatma Hanım mı? Yapacak Hayır . O da
etrafındaki insanlar ile yapacak. Dolayısıyla bizim yapmamız gereken, liderlik ettiğimiz
ortamlarda yapmamız gereken en önemli şey, birlikte olduğumuz insanlara daha fazla zaman
ayırmamız, onları daha fazla güçlendirmemizdir. Bakın burada önemli güzel bir şey var, Mark
Twain’nin bir sözü var: “ Tekneler hız ve rüzgâr açısından eşit olduğunda mürettebatı
iyi olan yarışı kazanır.” Yani donanımı eşit, para eşit, kaynaklar eşit, her şey eşit dalgalar
aynı, denizde aynı dalgalar var ama mürettebat iyiyse o yarış kazanılıyor. Yani mürettebat çok
önemli, onu önemseyeceksiniz, önemsemek zorundasınız. Çünkü sizi o noktaya getiren de, o
liderlik noktasına getiren de işte o insanlar. Geldikten sonra onları unutur, onlarla paylaşmaz,
“başarılar benim, başkasının değil” noktasında olursanız işte o tekne boş kalır bir gün. Boş
kalmaz daha farklı insanlar bulursunuz ama o insanları yeniden eğitmek, size inanmasını
sağlamak, onlara donanım kaynak aktarmak gibi bir zorluk içinde olursunuz. Bu da kaynak
israfıdır ve zaman israfıdır.
Lider dediğimiz kişi hisseder. Bir vizyonu vardır. Vizyon dediğimiz şey olmamız gereken yerdir.
3 sene sonra, 5 sene sonra, 10 sene sonra için bir vizyonu bulunur ve bu vizyonu da oluşturur.
Neyle oluşturur yine ekiple beraber oluşturur. Etkiler, “hadi arkadaşlar yürüyoruz” dediğinde
arkasına takılanlar olur, sürekli değiştirir. Dünyada değişmeyen tek şey değişimdir. Hayır, yani
değişim o kadar olumlu da olmayabilir. Yani sırf değiştirmek içinde değişim yapamazsınız.
İletişimde Liderlerin Rolü:
İletişimde liderlerin rolüne geçmeden isterseniz şu V biçiminde uçan ördekleri bir paylaşalım.
Biliyorsunuz ördekler V biçimde uçarlar hiç düşündünüz mü acaba neden V biçiminde
uçarlar? Şimdi size bu kuşların yolculuktaki liderliğini paylaşmak istiyorum. Çok önemli bir
örnektir. Çünkü doğa hiçbir zaman yalan söylemez ve kendi içinden bazı çözümleri yaratır.
Bakın ördekler V biçiminde yol alırlar neden böyle yol alırlar. Çünkü sürüdeki bu göçmen
kuşlar kanadın çırpması sonucunda bir vakum oluşturur orada arkasından gelen kuşu daha
yukarıya doğru yükseltir. Yani ona çırpındığı için daha fazla hava akımı yaratır ve kendi
başına uçmalarından %71 daha fazla uçuş alanı yaratırlar. Yani daha az çaba sarf ederek
daha fazla sürede uçuş sağlarlar. Hiç tek tek uçanını görmedim ben, V biçiminde uçarlar.
Burada birinci ders, ortak bir yönü ve topluluk ruhunu paylaşan insanlar gitmek istedikleri yöne
daha çabuk ve kolay giderler. Çünkü bir güven ortamı vardır, tek başına değildir. Hedeflerinin
net ve uzlaşılmış olması gerekiyor. Yani biri Hanya’ya biri Konya’ya da gitmeyecek, yani hep
beraber uçacaklar, o zaman başarı geliyor. Yine bir ikinci gerçek var oluşumdaki yerinden
ayrılan kuş, havanın ve rüzgârın ters yönündeki itiş gücünü hisseder ve önündeki kuşu yukarı
kaldırma gücünden faydalanarak tekrar oluşuma geri döner. Burada bir önemli ders daha var;
bakın diyoruz ki, en az kuşlar kadar akıllıysanız, gitmek istediğiniz yöne doğru yol alanlar ile
başarılı olursunuz. Yani, Türk toplumu eğer başarıya ulaşmak istiyorsa, daha gelişmiş çağdaş
bir toplumun içinde olmak istiyorsa, Cumhuriyet Halk Partisi ile yol almak zorundadırlar
153
arkadaşlar. Biz buna inanıyorsak onlarla beraber olacağız, sizle beraber olacağız. Evet,
burada yine trenin vagonlarının aynı yönde gittiği bir örnektir. Yani bir vagon bir tarafa öbür
vagon bir tarafa gitse o tren hareket etmez. Dolayısıyla aynı yöne doğru odaklanacağız. Bilinçli
ve net bir çalışmanın ürünüdür, yani paylaşacaksınız liderliği. Onun dışında, liderliğin dışında
vizyonu paylaşacaksınız, stratejiyi paylaşacaksınız, nereye gideceğinizi paylaşacaksınız,
sizin kafanızda olan her şey birlikte hareket ettiğiniz insanlarla beraber paylaşacaksınız. Onlar
sizi bilecekler; kafanızın önünde başka bir şey, kafanızın arkasında başka bir şey var diye
düşünmeyecekler. Acaba bu adam böyle dedi ama yarın ne yapar demeyecekler. Bilecekler
ki, hedef Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olmasını sağlamak için Cumhuriyet Halk
Partisini iktidar yapmak.
Yine oluşumun arkasındaki kuş, öterek öndekilerin hızlarını aynı düzeyde tutabilmeleri için
onlara destek olur. Bu da motivasyonun ön planda olduğu bir kültür oluşturulmasına örnektir.
Yani sadece seyretmez, birileri de ona hep arkasındaki birileri de hep destek verir. Yol gösterir,
yani lider de yönünü onlardan aldığı bilgilerle değerlendirir. Onları bir tarafa koyup bırakmaz.
Bakın hani “kuş beyinli” dediğimiz, “kuş kadar beynin yok” dediğimiz kuşlar, bizden çok daha
önemli bir araçla kendilerini yönetiyorlar. Avrupa’dan çıkıyorlar Afrika’ya yol alabiliyorlar. Hem
de telef olmadan.
Son olarak; bir kuş yaralandığı zaman veya vurulduğu zaman orada bazen böyle olumsuz
şeylerle de karşılaşabilir, hemen öbür kuşlar iki üç tanesi sürüden ayrılıp ona destek oluyor ve
ölene kadar onunla beraber oluyorlar. Yani bu işe yaramaz, bitti o benim de hızımı yavaşlatıyor,
bırakayım orada düşsün gitsin demiyor. Ama biz insanlar gerçekten çok acımasızız. Biz
kullanırız, kullanırız ondan sonra da bir kenara bir köşeye işe yaramıyor diye atarız. Bu da
çok tehlikelidir. Çok ciddi kaynak israfıdır, bir de her şeyden öte insanlığa sığmayacak bir
davranıştır. Tekrar konumuza dönelim.
İletişim ile ilgili olarak sizlerle bazı bilgileri paylaşacağım. Burası liderlikten belki de çok daha
önemli çünkü yarın öbür gün kullanacağınız en önemli parametrelerden bir tanesi. Şimdi
en önemli 12 tane ilke var. Bu ilkelerden bir tanesi, söz hakkı vermek. Hani özellikle biz
şunu yaparız. Kimin derdi var ise ondan kaçarız zaman, zaman. Aman deriz şimdi bu dertle
uğraşmak mı aman, aman boş ver deriz. Bazen kim suçlanıyor ise ondan uzaklaşırız. Çünkü
zordur. Bazen birileri içini dökmek ister dökmek zorundadır onları dinlemeyiz çünkü başka
işimiz vardır. Ama biz diyoruz ki içini döken kişi kendini hafiflemiş hisseder, onunla iletişim
kurun, onu dinleyin dertlerini dinleyin, başınızdan savmayın. Teselli etmeyin yani o zaten
ne duruma düştüğünü biliyor. Yarım kulak dinlemeyin yani böyle bir yoğunlukta kişinin elini
sıkıyorsunuz yüzüne bile bakmıyorsunuz. Gözünün içine bakmıyorsunuz korkunç yanlış,
korkunç yanlış, hiç yapmayın hiç sıkmayın elini, orada bekliyor çünkü birisi daha tam biri ile
tokalaşırken öbür taraftan da telefonla konuşuyorsunuz. O sizi önemsiyor elini uzatıyor siz
onu tanımadan elini sıkıyorsunuz, sadece dokunmak bir temas, bir ten hissi o kadar.Sıcaklık
yok.Yüzeysel ve olumsuz bir iletişim
İkinci ilke iletişimde doğru tonlamayı seçmek. Hani bazen yaparız. Buraya gelir misin?
Yani gelir misin bir rica var. Yüksek bir ton ve sesle Buraya gelir misin? İkisi apayrı şey değil
mi? Doğru tonlamayı seçmemiz lazım. Sürekli bağıramazsınız bazen işler o kadar yoğundur
ki avazınız çıktığı kadar bağırsınız, şikâyet edersiniz. Yüksek ton her kulağı köreltir. Rahatsız
eder bir zaman sonra sizi yorar, karşınızdaki yorar yani yüksek tonda konuşmayı yapmamak
154
durumundayız.
Evet, üçüncü ilke, üçüncü ilkeye geçmeden bağırmakla ilgili bir konuya değinmek istiyorum.
Sürekli bağırmak ne kadar yanlışsa sürekli mırıldanmak ta o kadar yanlış. Neden yanlış çünkü
insanlar sizin ne dediğiniz anlamayacaktır. Mır mır mır mır konuşuyorsunuz. Sürekli spontone
fikir beyanında bulunmak. Bu da o kadar yanlış, sürekli bir dakika bırakın başkaları da var
yani bu toplumda konuşacak başka insanlar da var.
Dördüncü ilke eleştiri; işe hizmet etmeli burası çok önemli biraz evvel söylemiştik. Eleştirmek
ile suçlamak arasında büyük fark var. Eleştiri muhakkak bizi doğru yöne yöneltecek şekilde
olmalı eleştirilen kişi de bunu böyle algılamalı.Biz buna iyileştirme diyoruz yani sürekli
iyileştirme ancak böyle olabilir. Eleştirilere muhakkak önem vermek zorundayız. Hatta ve hatta
o eleştiriyi sağlamaları için olanak yaratmalıyız. Zaman, zaman şunu yapmalıyız geçen gün
bir konuşma yaptım nasıl gördün neresi eksikti sen bir değerlendirsene demek kadar güzel bir
şey olamaz. Karşınızdakine önem veriyorsanız. Onun sizi eleştirmesine olanak tanıyın. Böyle
bir yaklaşıma kişi de çok kötü bir konuşma yaptın mı diyecek size, yumuşatacak eleştiriyi
yani şurayı da biraz daha iyi yapsaydın diyecek dolayısı ile buna olanak tanımanız lazım.
Ama eleştiren kişinin de muhakkak eleştiriyi böyle spot konuya odaklı yapması gerekiyor.
Eleştiriyi bir başka zamana saklamak da yanlış, söylemediniz o an beş gün on gün geçti,
öyle bir yere geldi ki, orada ifade ettiniz, işe yaramıyor, hiç affetmedi bak diye düşünüyorlar
ve sizi bir intikamcı olarak görüyorlar. Yani kızdınız birisine çünkü öfkeli anda objektiflikten
uzak oluyorsunuz. Duygularınızın en böyle patlamaya hazır olduğu noktada da 24 saat
bekleyin derler. Olumsuz bir yazı yazacaksınız ben genelde öyle yaparım olumsuz bir şey
yazacağımda 24 saat beklerim. 24 saat sonra kesinlikle o yazı değişir. Üslubu değişir, başlığı
değişir, bir şeyleri değişir. Çünkü o gün çok kızmışızdır, bunu anında yapmayın. Eleştirinin bir
yardım olarak mı yoksa bir eziyet mi olarak algılanacağı size bağlıdır. Bu kadar basit. Yani bir
hizmet mi edecek yoksa bir eziyet mi ? O size bağlı.
Beşinci kriter; eleştiren takdir etmeyi de bilmelidir.Bazı işletme yöneticileri diyor ki, benim
için ücret yeterli bir takdirdir. “Değerini o kadar veririm..” Hayır doğru değil. Kişi kariyer
yapmak istiyor, kariyer ücretten çok daha önemli, siz ne kadar ücret verirseniz verin o yeterli
bulmayacaktır takdiri. Alkış, takdir, tanıma daha büyük gayretler için teşvik eder. Biz buna
motivasyon diyoruz yönetimde. Herkesin motivasyona ihtiyacı var. Güzel ve iyi gördüğünüz
şeyleri söylemekten vazgeçmeyin. İnsanların her olumlu girişimini her önerisini her değişmeyen
iyi ve her olağanüstü verimli işi takdir edin arkadaşlar. Hiçbir şey kaybetmez siniz hiç bir şey.
Teşekkür etmekten, tebrik etmekten, yapılan bir işi takdir etmekten hiçbir şey kaybetmezsiniz.
Onu yaptığınız zaman o insanlar size daha bağlılık duyacaklardır. Beni önemsiyor, yaptığım
işi gördü, bunu değerlendirdi, fark ediliyorum, önemseniyorum diyecektir. Aslında bunlar
yaşamımızın her kesitinde yaşadığımız şeyler. Benim yeni bulduğum şeyler değil. Her takdirde
her tanımayı hemen bir ihtarla bağlamayın, Takdirin abartılması da yanlıştır. O insanın kendini
çok daha farklı bir yerde görmesine neden olursunuz. Takdiri abartmayacaksınız da, hepsini
optimum seviyede yapacaksınız. Sert bir eleştiriden sonra mümkün olan en kısa zamanda iyi
bir verimin ve örnek davranışın tanınmasını sağlayacaksınız. Takdir etmek insanlarla iletişim
için en nazik araçdır. Evet, biraz evvel söylemiştim işte insanların potansiyellerinin tamamını
kullanmalarına yardımcı olur. Onları doğru bir şey yaparken yakalayın. İnsanları doğru bir şey
yaparken yakalayın, biz bunu yapamıyoruz arkadaşlar yani hep olumsuzlukları yakalamaya
155
çalışıyoruz. Olumluyu yakalamak çok zordur. Ama olumsuzu yakalamak çok kolaydır çünkü
herkes görür olumsuzu. Bir uçurum var, uçurumun kenarında birisi düşecek bunu herkes görür
ama uçuruma gitmeden evvel onu önleyici bir faaliyet olarak o noktaya gelmesini önlemek
hayata geçirmek çok zordur. Çünkü düşünce gerektirir. Bir sonrasını düşünmeniz lazım.
Acaba oraya nasıl gider, nereden gider, ne olur, ne biter bir faaliyet gerektiriyor. Dolayısı ile
insanları doğru bir şey yaparken yakalayın o zaman çok pozitif bir yaklaşım sağlarsınız. Bu
pozitif yaklaşım sizin ve etrafınızdaki insanların mutlu olmasını sağlar. Mutlu olan insanlar da
başarıya yakın insanlardır demiştik.
Uyuyan yetenekleri fark edin ve ilerletin. Yani her insanda bir potansiyel vardır.
O potansiyelin dışa çıkmasını sağlayın. Yani bazı insanlar vardır çok agresiftir ama o
agresifliğinden faydalanabilirsiniz, o potansiyelini kullanın bir şekilde, sadece bu işe yaramaz
çok agresif onunla oturup uzlaşılmaz bile demeyin. O potansiyeli ortaya çıkarın. Onun için
insanları keşfetmeniz lazım. İnsanları keşfetmeniz için mutlak ve mutlak onlarla iletişim
kurmanız lazım, onlarla dost olmanız lazım, arkadaş olmanız lazım ki keşfedin. Özellikleri
nedir? Biz zaman, zaman yapıyoruz yönetimde de.
Biraz evvel sizlerle paylaştım herkes de başarılı olma potansiyeli vardır. Bazıları başarısız
gibi görünürler ama sakın ola onların bu görünümüne aldanmayın. Her insanda bir başarılı
olma potansiyeli vardır. Ama işiniz onu ortaya çıkartmak olacak. Bunu bir seçim komisyonu
olarak değerlendirelim bir yerde atandı diyelim, bir yerde bir seçim komisyonu başkanı,
etrafında da seçim komisyonunun üyeleri var. Şimdi tanımıyor hiç kimseyi hangi özellikleri
var. Seçim faaliyetlerine katılacak, yerel seçimlere yönelik çalışma yapacak, kimin bilgisayarı
iyi kimin PowerPoint sunumu iyi, kimin hitabet yeteneği iyi, kimin mücadele azmi iyi, kiminin
gece yarılarına kadar çalışma olanağı var. Kimin ehliyeti var, kim iyi araba sürer Biraz evvel
ifade ettim, öfkenizin tırmanmasına izin vermeyin. İnsanlar liderlerinin kaprislerini çekmek
zorunda olmamalılar. Bir yerde çalışıyorsunuz, işte büyük bir stresiniz var, akşamda geldiniz
partide çalışıyorsunuz, bir konuya liderlik ediyorsunuz, sağa sola emirler dağıtıyorsunuz, onu
kırıyorsunuz, döküyorsunuz, orada sizin kaprisinizi çekmeye hiç kimsenin tahammülü de yok,
gereği de yok. Oraya gelmiş onlar gönüllü insanlar yani senin canın sıkılıyorsa yapmayacaksın
bu toplantıyı. Yani kendini engelleyemiyorsan o zaman hemen başka bir güne o toplantıyı
erteleyeceksin ki o motivasyonu kırmayasın. Yani lider takımın kalecisidir diyoruz. Takımını
sert atışlardan korumalı tabii ki kendi kalesine de gol atmamalı biraz evvel verdiğim örnek ile
ilgili olarak. Bahsettik görüyorsunuz özel problemlerin de iş yerinde işi yoktur.
Verim teşvik edilmek ister. Sporda olduğu gibi yine insanların sorumluluk isteğini güçlendirin.
Yani sorumluluk ve iş paylaştıran başarıları da delege eder, bahsettim, yani delegasyon çok
önemli. Tek başınıza bir şey yapma şansınız yok. Başkalarına da bir şeyler verip yapmasını
sağlayın. Yanlış yapabilir birincisinde, ikincisinde doğrultursunuz. İkide de yanlış, üçüncüde
doğrultursunuz. Baktınız üçte yapmıyor o zaman dersiniz ki bunun bu yeteneği yok, yani
“ben bunu görememişim” der onu bir kenara koyarsınız, yeni birisini oraya atarsınız ama
muhakkak delege edin onların sorumluluk duymasını sağlayın.
Sinerji yaratma; bunu tek kelimi ile geçiyorum sinerji sin ve erk kelimelerinden oluşmuş
bir yabancı terim. Erk enerji demek, sin birlikte, yani birlikte enerjiyi oluşturarak bir sinerji
yaratabiliyorsunuz. Yani Arşimet’in prensibi gibi: “Verin bana bir sopa ve taş, dünyayı
156
yerinden oynatayım.” Yani bir kaldıraç kullanmanız lazım. Bu kaldıraç her zaman hem
enerjiyi hem birlikteliği sağlayarak olabilir. Tek başınıza enerji çok fazla işinize yaramaz. Ona
biz, hiperaktivite diyoruz. O hiperaktivite, ancak sizin enerjiniz ile sınırlı. Hiper aktifsinizdir her
yere koşarsınız ama o kadardır. Ama birlikte el ele tutuşun birlikte o enerjiyi genişletin bakın
neler yapıyorsunuz. Onu kesinlikle kullanmak zorundayız.
İyi fikirlerin yöneticisi olun: Her fikir pasta veya havyar değildir Sadece sandviç fikirleri
de faydalı olabilir. Yani en iyi fikirleri al onları yönet. Ara fikirleri de kullanmayı onlardan
verim yaratmayı bilmek zorundayız. Bakın şurası önemli; bir örnek vereceğim size. Amaçlar
davranışları başlatır sonuçların bilinmesi ise davranışların devamını sağlar. Ne diyoruz burada
ölçülemeyen hiç bir şey geliştirilemez. Öyle mi? Ölçmediğiniz hiçbir şeyi iyileştiremezsiniz. Peki,
sonuçların bilinmesi nedir? Bir ölçümdür. Sonuçları bilerek amaçlarınızı değiştirebilirsiniz. O
sonuçlardan çıkartacağınız veriler sizin bundan sonraki işlerde nasıl davranacağınızı ortaya
koyar. Örneğin üç arkadaş Bowling müsabakasına gidiyoruz. Şükrü başkan, Zeynel başkan
ve ben şimdi labutların önüne bir örtü örtüyoruz, ondan sonra labutları devirmek için topları
atıyoruz. Üçümüz de attık, arkadan bir sesler geldi. Kim kazandı? Ne duygu içinde olabilirsin
Zeynel başkan, sen mi kazandın? Ben mi? Acaba Şükrü mü? Hiçbir şey bilmiyoruz, bir ses
geldi yalnız o sese göre “acaba Gürhan mı kazandı?” diye düşünürüz. Onun için sonuçların
bilinmesini açık ve seçik ortaya koymanız lazım. O perdeyi kaldıracaksınız labutları devirmek
için bowling topunu atacağız, ben 7 devirdim, sen 8, o 12 devirdi. Oradan bir değerlendirme
yapacağız. Bir daha o topu nasıl atmalıyım da 12 ye ulaşmalıyım. İşte burası çok önemli. Yerel
seçimlere gidiyoruz, geçen seçimlerin sonuçlarını sandık sandık ölçmezsek o sandıklarda kaç
oy aldığımızı bilmezsek, o sandıkta neden o kadar oy aldığımızı değerlendirmezsek, bir dahaki
seçim sonucunda o sandıktan iyi veya kötü, iyi de çıkabilir kötü de çıkabilir ama tesadüftür. İşte
o sandıktan iyi çıkmasını sağlamak için oturacağız o sandıklara tek tek bakacağız, ölçeceğiz,
ne yapmamız gerektiğini bir daha konuşacağız. Oraya yönlendireceğiz ekiplerimizi, diyeceğiz
ki “buraya yönelin, burası çok kötü.” Ve ondan sonra elde ettiğiniz sonuç artık tesadüfü
değildir. Eğer başarılı iseniz doğru bir strateji çizdiniz, başarılısınız. Başarısızsanız ölçtünüz
ama yanlış bir strateji oluşturdunuz. O zaman döneceksiniz o stratejiyi bir sonraki dönem
yeniden değerlendireceksiniz. Ama 4 yıl veya 5 yıl. Dolayısıyla sadece sonuçların bilinmesi
yetmez o sonuçların değiştirilmesi için de doğru stratejileri oluşturmak zorundasınız. Nasıl?
Örgütün aklıyla, herkesle beraber ortak aklı yakalayarak. “Bırak onu kenara koy onu boş
ver o anlamaz.” derseniz o strateji sizin kafanızdadır. O stratejiyi de yaygınlaştırmadığınız
sürece insanlar nereye koşacaklarını bilmez. Biz bunları yaşadık arkadaşlar hep yaşadık. En
tepeden en aşağıya doğru yani ili konuşursak. İl başkanlığı, ilçe başkanlığı, ilçe başkanlığı
altında mahalle örgütlenmeleri, onun altında sandık görevlileri böyle bir iletişim ve tepede
örgütle beraber milletvekilleri, parti meclis üyesi, il başkanlığı, ilçe başkanlığı birlikte oturmuş
bir stratejik karar vermiş bu herkes tarafından biliniyor. Kim? Yani sade ilçe olarak mı? Hayır,
bütün örgüt tarafından bu stratejiler biliniyor, herkesin görevleri belli, bir şey söylemenize gerek
yok. Herkes nokta atışı yapar gider, o zaman bir kurmay heyetine bir gruba, bir komisyona
alt komisyona, hiç gerek yok. Bunu yapmak zorundayız. İşte onun için sonuçların bilinmesi
davranışların devamını sağlar. Bu çok önemli bir döngüdür. Ölçeceksiniz, iyileştireceksiniz, bir
daha ölçeceksiniz bir daha iyileştireceksiniz nerede hata yaptığınızı ancak öyle bulabilirsiniz,
bulabiliriz. Bizim sorumluluğumuz 5000 küsur sandıkta şimdi sandık görevlilerini koymak. Hadi
onunla ilgili ilçe başkanlarımıza görevler verdik, bak gene konuşacağız şimdi önümüzdeki
hafta toplantı yapacağız Önder Bey Genel Sekreterimiz sandık görevlileri ile ilgili çok önemli
157
mesajlar verdi. Bunu yapacağız bu bir görev. Biz bunu ne zamandır konuşuyoruz 4–5 aydır
konuşuyoruz. Yetmez koyduğunuz kişi ne yapacağını bilmiyor, ben biliyorum, kumanyaları
dağıtırken bile kimin nereye ne kumanya getireceği belli değil. Yarısı orada, yarısı burada kim
nereye koydu kimse bilmiyor, yani herkes bir şey yapıyor, hiç emeğe saygısızlık etmeyelim
yani şu salonda oturanlar en azından yapması gerekenin üstünde şey yapıyor ama ne kadar
doğru yapıyor, ne kadar yönlendiriliyor, o meçhul. O bizim sorumluluğumuz, Ulaşılabilir
olun lehinize olur. Size danışılabilmeli, dilek ve şikâyetler için ulaşılabilir durumda mısınız?
şimdi burada ifade edeyim, bir ara beni bir iki arkadaş daha doğrusu endirekt eleştirdi ya
başkana ulaşamıyoruz, telefonlarına ulaşamıyoruz. Gerçekten üzüldüm bu dedim benim bir
eksikliğim şimdi ben onu düzeltmeye çalışıyorum. Çünkü mazereti yok bunun ya günde 50
tane telefon geliyor işten geliyor, yurtdışından geliyor, bilmem partiden geliyor, üyelerden
geliyor. Belki günde 100–150 telefon geliyor ama bana ulaşılamadığına yönelik ben eleştiri
aldım.Milletvekilimiz Abdullah bey bana aman Gürhan böyle şeyler geliyor biraz dikkat et
dedi. Çok önemli bir eleştiri, Hemen kendimi düzeltmeye çalışıyorum
Şu üç kelime çok önemli, dinleme, anlama ve anlaşılma. Yani dinlemeden anlaşılmanız
mümkün değil. Anlamadan yine anlaşılmanız mümkün değil yani esas iş dinlemek . İşte
saygınlık için çaba sarf edin bu çok bilinen şeyler, sırt sıvazlamak, nazik olmak, görmezlikten
gelmek, mükâfatlar vaat etmek, her şey güzel her şey iyi ama saygınlık için yeterli değil. Tam
tersi saygınlık başka şeyleri şart koşuyor. Şiddet, ses yüksekliği, sertlik, inat saygınlık için
hiç uygun değil. Görev alanına hâkim olan, kimseye yanaşmayan, zor durumlarda sağduyu
gösteren ve sakinliğini koruyan, kendi hatalarını kabul eden, tartışmayı kolay ve sakin yolla
çözen bir kişi lider olarak tanımlanabilir.
Liderliğin en basit kurulumu, eğer bir durumu değiştirmek istiyorsak, ilk önce kendimizi
değiştirmeliyiz başında söylemiştim. Stefan Covey çok önemli bir düşünür bu yönetim
düşünürü. “Kendimizi etkin bir biçimde değiştirebilmek içinse, ilk önce algılamamızı
değiştirmeliyiz.” diyor. Nedir bu algılama? İşte önce anlayacaksınız, dinleyeceksiniz ve
algılanmanızı sağlayacaksınız.
Önder, bağlayıcıdır, etkileyicidir, yaratıcıdır, ileri görüşlüdür ve vizyon oluşturmuştur.
Toplumu ortak çıkarları doğrultusunda harekete geçirerek değişimi başlatmış, yönetmiş
ve sürekli kılmıştır. Kim? Mustafa Kemal Atatürk. Evet, bakın toplumu ortak çıkarları
doğrultusunda harekete geçirmiş, değişimi başlatmış, yönetmiş ve devrimleri ile sürekli
kılmıştır. Sadece harekete geçirmek yetmiyor, değişimi başlatmakta yetmiyor, yönetmek de
yetmiyor ama sürekli kılmak hepsiyle beraber seksen küsur yıldır bu değişimin sonuçları
hala yaşayabiliyorsa, dünyanın ciddi bir emperyalist tehlike altında olduğu, küreselleştiği,
globalleştiği, neo liberalizmin çok ciddi saldırılar içinde olduğu ülkemizde hala biz varlığımız
koruyorsak işte onun liderliğinden öngörülerinden uygulamalarından Türkiye için oluşturup
yarattığı çağdaşlaşma projesinden
kaynaklanmaktadır.“Hiçbir toplum yoktur ki
ekonomik bağımsızlığını elde etmemiş başka ülkelerin ekonomisine bağımlı kalmış
bir toplum ulusal bağımsızlığını devam ettiremez.” diyor. 80 yıl önce IMF’yi tarif etmiş.
80 yıl önce emperyalizmi püskürtmüş, emperyalizme karşı çok ciddi mücadele vermiş ve
demiş ki “Burada bitmedi, bu emperyalistler sizi, taşla sopayla kanla aldığınız şeyleri
parayla geri alabilirler.” demiş. Bugün alınmaya başlanıyor. Yani ileri görüşlülüğü vizyonu
oluşturmuş. Geçen Merinos’a gittim anlattım bazılarına hala haberleri yok. 1930’lu yıllarda
158
Merinos Fabrikası gibi bir fabrikayı bırakın diğerlerini bilmiyorum, fabrikayı yapabilmek onu
yaratabilmek 80 yıl önceki üretim projeksiyonunu sağlayabilmek Mustafa Kemal Atatürk’ ün
vizyonu ile ilgili bir şey. Bir sanayileşme devrimini Türkiye’ye oluşturmuş. İşte vizyon ile ilgili
bir şey bu gelecek öngörüsü, öyle üç yıl beş yıl değil. Bana sorarsanız ben şirketimde 10
yıllık gelecek öngörüsü yapamıyorum arkadaşlar. Beş yıl yapıyoruz her yılda revize ediyoruz
stratejileri her yıl. Aman diyoruz kur arttı şu oldu bu oldu ben yapamıyorum yani 80 yıl öncesi
sanayileşme devrimi, yine 80 yıl önce iktisat devrimi, iktisat kongresini İzmir İktisat Kongresini
yapmış. Bugün hala öyle bir iktisat kongresi yapılıyor değil. 5.5 yıllık planlar sadece kâğıt
üstünde. Dolayısıyla vizyon oluşturmuş. Bütün o bahsettiğimiz özellikler burada var.
Evet, son olarak bunu izleyelim arkadaşlar bir ufak sürpriz.
(Atatürk ile ilgili slâyt gösterisi sunuldu.)
Çok değerli milletvekillerim, çok değerli partili dostlarım, benim sunumum bu kadar, ben İl
Eğitim Sekreteri’ne mikrofonu bırakıyor hepinize teşekkür ediyorum.
Sunucu: Şenay DEMİRAY (İl Eğitim Sekreteri) - Sevgili başkanım verdiğiniz değerli bilgiler
için çok teşekkür ediyoruz .
Gürhan AKDOĞAN- Bu toplantının parti okulunun ilk aşaması bugün sonlandı. Bu sonlanmada
bizi başından beri yalnız bırakmayan çok değerli dostlara yani sizlere büyük bir teşekkür
sunuyorum. Neden çünkü yaptığımız şeyin bir yere ulaşması ancak sizlerle mümkün. Bunu
başardınız bu salonlarda yaklaşık ortalama 150- 200 civarında dostumuz bir takım bilgiler
edindiler, yine milletvekillerimiz başından sonuna izlediler onlara teşekkür ediyoruz. 4 saat
burada oturup dinlemek yerine başka şeyi tercih edebilirlerdi. İlçe Başkanlarımız yoğunlukla
mümkün olduğunca katıldılar, tabii ki bu işi organize etmede biraz evvel söylediğim gibi bu
işin arka tarafında yani mutfağında çalışan arkadaşlarımız vardı. Özellikle Kadın Kollarımız
tabii ki İl Eğitim Sekreterimizin başından beri ne kadar heyecanla bunu istediklerini biliyorum.
Kadın Kollarımız, Gençlik Kollarımız, bu konuda çok ciddi bir emek sarf ettiler. Tabii ki İl
yönetimi arkadaşlarımızdan ismini sayamadığım birçok dostumuz çok önemli emek verdiler.
Ve bunun oluşmasında bizi zorlayan, bizi bu projeye motive eden, özellikle bunu bir görev
olarak atayan Değerli milletvekilimiz Sayın Onur ÖYMEN e Genel Başkan Yardımcımıza
gerçekten çok teşekkür ediyorum. Bu iş burada bitmedi.
Kadın Kolları Başkanı- Çok değerli Sayın Milletvekillerim, İlçe Başkanlarımız çok değerli
misafirlerimiz, Parti Okulu çok değerli isimleri ağırladı. Hepsi çok çok önemli konulara değindi
hepsinden sonsuz bilgilendik, aydınlandık, ama ben bizim İl Başkanımızın vermiş olduğu bu
derse çok çok önem veriyordum ve derse girmeden önce de herkese de diyordum bu ders çok
çok önemli parti içi eğitim gibi önemli. Ben şahsım adıma çok faydalandım bu benim üçüncü
başkanımı dinleyişim. Bir üç daha dinlesem alınacak çok ders var. Her kelimesinde bir ders
almamız gerekiyor. Sadece liderlik anlamında değil, takım ruhu, takım arkadaşları, görev
anlayışı ve particilik adına öğrenmemiz adına bu dersin her sözü bir ders diyorum, kendisini
yürekten kutluyorum ve kendisine vereceğimiz çok küçük minik plaketi sunmak üzere Sayın
Milletvekilimiz Abdullah Özer’i sahneye davet ediyorum.
Abdullah ÖZER- (Plaket verildi.)
159
Gençlik Kolları Başkanı- Bizlerde Gençlik Kolları olarak hediyemizi vermek üzere Bursa
Milletvekilimiz Kemal Demirel’i sahneye davet ediyoruz.
Kemal DEMİREL- (Hediye verildi.)
İl Eğitim Sekreteri- Kapanış konuşmasını yapmak üzere son sözü İl Başkanıma bırakıyorum
Gürhan AKDOĞAN- Sevgili dostlar, bu toplantı İl Eğitim Sekreterimizin de dediği gibi son
söz değil aslında sözün başlangıcı. Bundan sonra örgütümüzün çok daha diri, çok daha
dinamik, çok daha mücadele edecek yapıya ve güce ihtiyacı var. Bakın önümüzdeki dönem
biz Bursa’da çok büyük başarıları hedefliyoruz. Vizyonumuz bu, gelecek projeksiyonumuz
buna yönelik stratejilerimiz var mı? Evet, buna yönelik stratejiler yavaş yavaş hazırlanıyor.
Dolayısıyla bu birlikteliği, bu dayanışmayı ve daha çoğalmayı organize edecek çalışmaları
yapmak zorundayız. Bu anlamda genel merkezimizden gelecek yaklaşımlar ve stratejiler ile
biz il örgütü olarak, başta milletvekillerim, parti meclis üyelerim ve ilçe başkanlarımla bize
çok büyük iş düşüyor. Mart sonunda bu kürsüden biz evet Bursa’da bunu başardık demeliyiz.
Son üç dört gündür gazetelerde yer alan şeyler özellikle Gemlik, Mudanya, Kestel gibi
İlçelerdeki yaklaşımlar, örgütümüze yönelik anket değerlendirmeleri diğer alanlar hepimizi
umutlandırıyor. Bunlar tesadüf değil, hepsi bir projeksiyonun sonucu bizim hedeflerimizde,
daha ileride de hedeflerimiz olmalı. Ama eğitim sonsuz bir şey. Onun için sadece buralarda
bir arkadaşım genç bir arkadaşım söyledi. Dedi ki anlatılanlardan %20’si aklımda kaldı. Evet,
öyledir, öyledir. Eğitimin sürekli olması lazım, sürekli okumamız lazım, sürekli dayanışma ve
işbirliği içinde olmamız lazım. Ben örgüte bundan sonra bu günden itibaren çok daha fazla
yorulmayı vaat ediyorum. Çok daha fazla koşmayı vaat ediyorum. Çok daha fazla koşacağız,
çok daha fazla yorulacağız, Yani Bursa İl Örgütü bugün herkesin dikkatini çekecek projeleri
ve başarıları ile ilgili örnek bir konumda olacaktır. Partimizin bileşenleri açısından da ciddi
bir sorun gözükmüyor herkes çalışıyor. Dolayısıyla bir tek şeye ihtiyacımız var daha fazla
çoğalıp daha fazla dikkatli ve en azından stratejik bir planlama ile çalışmaya ihtiyacımız var.
Yani kim neresinden tutarsa değil, bunu yapmak üzere herkesi çalışmaya davet ediyorum.
İlk faaliyetimiz 9 Eylül’de kuruluş yıldönümümüzde hani dosta düşmana gösterelim. Heykel
önünde nasıl etkin olduğumuzu çoğaldığımızı birlikte olabilmenin çabasını sarf etmeliyiz. Hiç
kimseyi bir tarafa itmemeliyiz çünkü Türkiye’nin biraz evvel Sn Nur Serter’in de söylediği gibi
Cumhuriyet Halk Partisine ihtiyacı var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin de kazanması için herkese
ihtiyacı var. Herkesi bu mücadeleye davet ediyorum ve başta Kadın Kollarına ve Gençlik
Kollarına ve İl Eğitim Sekreterine, buradaki çabalarından ötürü teşekkür ederek kapatıyorum.
160

Benzer belgeler