ALÇAKGÖNÜLLÜ DRAM / GUY DE MAUPPASANT Karşılaşmalar

Transkript

ALÇAKGÖNÜLLÜ DRAM / GUY DE MAUPPASANT Karşılaşmalar
ALÇAKGÖNÜLLÜ DRAM / GUY DE MAUPPASANT
Karşılaşmalar, yolculukları büyülü kılar. Bir Parisliyi, bir okul arkadaşını, bir komşuyu
yurdundan yüzlerce fersah ötede yeniden bulmanın verdiği bu ani sevinci kim bilmez? Daha
buharın bilinmediği bölgelerde çalışan şu tıngırtılı küçük yolcu arabalarında, beyaz bir evin
kapısının önünde duran bir kupa arabaya binerken lambanın ışığında ancak şöyle bir görülen
meçhul bir kadının yanı başında, kim gözleri açık bir gece geçirmemiştir?
Ve sabah olup da, insan kafasını toplayınca, kulakları kapı çıngıraklarının tıngırtısı, camlardan
gelen kesiksiz şangırtıyla dolunca; güzel komşunun sabah mahmurluğuyla gözlerini açtığını,
çevresine bakındığını, zarif parmaklarının ucuyla bozulmuş saç tuvaletini yaptığım, korsesinin
dönüp dönmemiş, üstünün düzgün, eteğinin kırışık olup olmadığını güvenli bir elle yokladığını
görmek insana ne kadar coşkun bir sevinç verir!
Bu her kimse, size birdenbire soğuk ve meraklı bir bakış atar. Sonra bir köşeye ilişir ve yalnızca
sağı soluyla ilgileniyormuş gibi yapar.
İnsan istemeye istemeye onu durmadan gözler, onu hep düşünür. Kimdir bu kadın? Nereden
gelmiştir. Nereye gidiyordur? Farkında olmadan kafada küçük bir roman oluşturulur. Güzeldir,
hoştur! Onun yanında olmak... Onun yanında yaşam belki çok imrenilesi olur? Kim bilir? Belki
de kalbimizin, düşlerimizin, mizacımızın istediği kadındır o.
Ve sonra onu bir kır evinin önünde inerken görmenin verdiği gücenmişlik ne kadar hoştur.
Orada bir adam vardır; iki çocuğu ve iki hizmetçisiyle bekler onu. Kadını kollarına alıp
kucaklar, yere bırakır. Kadın eğilir, elini tutan küçükleri alır, onları sevecenlikle okşar ve
hizmetçiler getirilen paketleri toplarlarken hepsi ağaçlı bir yolda yürüyerek uzaklaşırlar.
Elveda! Bitmiştir. Artık görmeyecektir kadını, hiçbir zaman görmeyecektir. Geceyi yanı
başınızda geçiren kadına elveda! İnsan artık tanımaz onu, onunla hiç konuşmamıştır, yine de
gidişinden biraz hüzün duyulur. Elveda!
Çok var böyle yolculuk anılarım; neşelisi, hüzünlüsü!
Auvergne’deydim. Ne çok yüksek, ne çok yalçın olan bu dost, bildik, tatlı Fransız dağlarında
dolaşıyordum. Sancy’ye tırmanmıştım; Notre-Dame-de-Vassiviere denilen hacıların geldiği
kilisenin yanındaki küçük hana tam giriyordum ki, dipteki masaların birinde, tek başına yemek
yiyen, garip, gülünç görünüşlü yaşlı bir kadın gördüm.
En azından yetmiş yaşındaydı; uzun boylu. Kuru, kemikli, şakakları eski moda beyaz saç
bukleleriyle örtülü bir kadındı. Beceriksiz ve tuhaf bir biçimde, tıpkı gezgin bir İngiliz gibi
giyinmişti. Üstünü başını önemsemez bir hali vardı, omlet yiyor, su içiyordu.
Garip bir görünüşü vardı; kaygılı gözler, varoluşun haksızlık ettiği bir yüz ifadesi. Ona
istemeyerek bakıyor ve kendime şöyle diyordum:
"Kim bu kadın? Ne yapıyor? Bu dağlarda yalnız başına ne diye dolaşıyor?”
Hesabını ödedi, sonra iki ucu kollarının üzerine sarkan küçük şalını omuzlan üzerinde
düzelterek, gitmek üzere ayağa kalktı. Bir köşeden, ucundaki kırmızı demir parçasına çeşitli
adlar yapıştırılmış olan bir bastonu alıp sonra, dimdik, göğsü ilerde yola koyulan iri, postacı
adımlarıyla dışarı çıktı.
Kapının önünde onu bir rehber bekliyordu. Birlikte uzaklaştılar. Onların, yüksek bir koru
işaretinin gösterdiği yol boyunca, vadiyi inişlerini seyrediyordum. Yol arkadaşından daha uzun
boyluydu ve ondan daha hızlı yürüyor gibiydi.
İki saat sonra, bölgedeki derin çukurun kıyılarına tırmanıyordum. Bu olağanüstü ve büyük
yeşillik çukuru, içine, bir yığın ağacı, çalıyı, kayayı ve Pavin Gölü'nü alıyordu. Bu göl sanki
bir pergelle çizilmişçesine yuvarlaktı; o kadar berrak ve maviydi ki, insanın gökten alınmış bir
azür dalgası diyesi geliyordu, öte yandan, o kadar da sevimliydi ki, suyun sessiz ve soğuk
uyuduğu bir kratere bakan koru eğimi üzerindeki bir kulübede yaşamak için nelerini vermezdi
insan.
Kadın oradaydı; ayakta, kımıltısız, ölü volkanın dibindeki saydam tabakayı seyrediyordu.
Meçhul derinliğin altını, tüm öteki balıkları yiyip yutan canavar gibi alabalıkların olduğu
söylenen derinliğin altını görmek istermişçesine eğilip bakıyordu. Onun yanından geçerken,
bana öyle geldi ki, sanki gözünden iki damla yaş aktı. Ama hemen, göle giden yokuşun
dibindeki bir kulübede kendisini bekleyen rehbere yetişmek için büyük adımlarla yola çıktı.
Onu o gün bir daha hiç görmedim.
Ertesi gün; gece olunca, Murol Şatosu’na vardım. Eski kale, üç küçük koyağın kesiştiği geniş
bir vadinin ortasındaydı. Ayakta bulunan dev kule, geniş yuvarlak kaidesinden çatısının
uçlarına kadar, çatlamış, kağşamış boz rengi gövdesiyle göğe doğru yükseliyordu.
Bu şato, yalın büyüklüğü, ululuğu, güçlü ve ağırbaşlı antik havasıyla insanı hiçbir harabenin
şaşırtamayacağı kadar şaşırtır. Tek başına, bir dağ kadar yüksektir, ölü bir kraliçe gibi oradadır,
ama altında vadiler uzanan bir kraliçe. Şatoya çamların dikili olduğu bir eğimden çıkılır, içeriye
dar bir kapıyla girilir, tüm görünüme egemen olan ilk hisarda, duvarların dibinde durulur.
İçerde, alçak tavanlı salonlar, uzayıpgiden merdivenler, meçhul oyuklar, yeraltı mahzenleri,
dehlizler, ortadan yıkılmış duvarlar, nasıl ayakta durduğu bilinmeyen kubbeler, otların
yeşerdiği, sürüngenlerin kaynaştığı taşlar, çatlaklar labirenti bulunur.
Yalnızdım; bu harabenin çevresinde dolaşıyordum.
Birdenbire, bir duvarın ardında, birini fark ettim; bu, antik, yıkık kalıntının ruhu gibi bir çeşit
hayaletti sanki.
Nerdeyse korkmuşçasına, şaşkınlıkla yerimden sıçradım. Sonra, iki kez karşılaşmış olduğum
yaşlı kadını tanıdım.
Ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, mendilini elinde tutuyordu.
Uzaklaşmak için tam dönüyordum ki, kadın görülmüş olmaktan utanmışçasına konuşmaya
başladı:
“Evet, bayım, ağlıyorum... Sık sık olmaz bu.”
Şaşkın, ne diyeceğimi bilemeden birkaç sözcük kekeledim:
“Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, hanımefendi. Herhalde bir sıkıntınız vardı."
Kadın mırıldandı:
“Evet! Hayır! Kaybolmuş bir köpek gibi görüyorum kendimi."
Mendilini gözlerine koyarak, yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Bu bulaşıcı gözyaşlarıyla heyecanlanıp, onu yatıştırmak için ellerini tuttum. Birdenbire, sanki
acısına artık dayanamıyormuş gibi bana öyküsünü anlatmaya başladı:
“Ah!.. Ah!.. Bayım... Bilseniz... Ne sıkıntılar içinde yaşıyorum, ne sıkıntılar...”
“Mutluydum... Şurada bir evim var. Artık oraya, dönmek istemiyorum, artık oraya dönmeyeceğim, çok zor.”
“Bir oğlum var... O! O! Çocuklar bilmez...”
İnsanın yaşayacak o kadar az zamanı var ki! Onu şimdi görsem, belki tanımam bile! Nasıl da
seviyordum onu! Doğmadan önce bile onun içimde kımıldadığını duyardım. Ve sonra... Onu
nasıl kucakladım, okşadım, tutkuyla sevdim! Bilseniz, onun uyuyuşunu seyrederek, onu
düşünerek kim bilir kaç gece geçirdim. Çıldırıyordum onun için. Babası onu pansiyona
verdiğinde sekiz yaşındaydı. Her şey bitmişti. Artık benim olmadı. Ah! Tanrım! Pazar günleri
geliyordu, hepsi bu.
“Sonra, Paris’te, koleje gitti. Yılda ancak dört kez geliyordu ve her defasında kişiliğindeki
değişmelere, onun büyüdüğünü görmeden onu büyümüş görmeye şaşıp kalıyordum.
Çocukluğunu, güvenini, benden ayrılmayacak olan sevecenliğini çaldılar benden; onun
büyüdüğünü görmek, küçük bir adam olduğunu seyretmek sevincim kayboldu.”
“Onu yılda dört kez görüyordum! Düşünün bir! Her gelişinde, gövdesi, bakışı, davranışları,
sesi, gülüşü artık aynı değildi, artık benim değildi. Bir çocuk o kadar çabuk değişiyor ki ve
insan onun değiştiğini görmeyince, o kadar üzülüyor ki! Artık geri gelmiyor o!”
“Bir yıl, yanaklarının üzerinde ayva tüylerine benzer tüylerle çıktı geldi! O! Benim oğlum!
Şaşırdım kaldım... Ve üzüldüm, inanır mısınız? Onu kucaklamaya cesaret edemiyordum. O
muydu acaba? Benim küçüğüm, kıvırcık saçlı, mini mini sarışınım, kundak bezlerinde,
dizlerimde tuttuğum, küçük obur dudaklarıyla sütümü içine çeken sevgili çocuğum, artık beni
okşamayı bilmeyen, beni ödev gereği sever gözüken, âdet yerini bulsun diye bana ‘anne’ diyen,
ben onu kollarımın arasına almak isterken o beni ahumdan öpen bu uzun boylu, kumral çocuk
gerçekte o muydu acaba?”
“Kocam öldü. Sonra sıra anneme ve babama geldi, sonra iki kız kardeşimi yitirdim, ölüm bir
eve bir kez girdi mi, bir daha sık sık uğramasın diye elden geldiğince çok iş çıkarmaya bakıyor.
Geriye, ötekilere ağlamak için ancak birkaç kişi bırakıyor.”
“Yalnız kaldım. Büyük oğlum o zamanlar hukuk öğrenimini yapıyordu. Onun yanında yaşayıp,
ölmeyi umuyordum.”
“Birlikte kalmak üzere onun yanına gittim. Çoğu delikanlıların edindiği alışkanlıkları
edinmişti. Bana kendisini sıktığımı duyurdu. Ayrıldım, haksızlık etmiştim. Ama kendimi
hakarete uğramış hissetmekten çok. acı çekiyordum. Yeniden evime döndüm.”
“Onu bir daha hemen hemen hiç görmedim.”
“Evlendi. Ne kadar seviyordum onu! Sonunda hepten birleşecektik. Torunlarım olacaktı! Bana
kin bağlayan bir İngiliz kızla evlenmişti. Niçin! Belki de kız onu çok sevdiğimi hissetmişti?”
“Daha da uzaklaşmaya zorlandım. Kendimi yeniden yalnız buldum, evet, bayım.”
“O sonra İngiltere’ye gitti. Onlarda, karısının ailesiyle birlikte yaşayacaktı. Anlıyor musunuz?
Onu, oğlumu aldılar elimden. Bana her ay yazdı. İlk zamanlar geliyordu beni görmeye. Şimdi,
artık gelmiyor.”
“Onu dört yıldır görmüyorum! Yüzü kırışmış, saçları ağarmıştı. Olanaklı mıydı bu? Bu adam,
benim oğlum nerdeyse yaşlanmıştı. Benim gül yanaklı oğulcağızım! Herhalde onu artık
görmeyeceğim.”
“Bütün yıl boyu yolculuk yapıyorum. Gördüğünüz gibi, yanımda biç kimse olmadan, sağa sola
gidip duruyorum.”
“Kaybolmuş bir köpek gibiyim. Elveda, bayım! Yanımda kalmayın, size tüm bunları anlatmak
acı veriyor bana.”
Tepeyi yeniden inerken, arkamı döndüğümden, yaşlı kadını, çatlak bir duvarın üzerinde,
dağları, uzayıp giden vadiyi, uzaklardaki Charnbon Gölü’nü seyrederken buldum.
Rüzgâr, giysisinin eteklerini ve omuzlarına attığı o garip görünüşlü küçük şalı bir bayrak gibi
havaya uçuruyordu.