Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296

Transkript

Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296
Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
İlknur EMEKLİ 1
HALÎM BEREKÂT VE TÂ’İRU’L-HÛM ROMANININ TEKNİK VE
TEMATİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Özet
Çağdaş Suriye romancılığının önemli isimlerinden Halîm Berekât, sosyal
konularda eserler veren yazarlar akımının temsilcilerinden biri olarak kabul edilir.
Bereḳât’ın romanlarından otobiyografik türde yazılmış olan, realizm unsurunu tüm
detaylarıyla işleyen ve Arap Yazarlar Birliği (AWU) tarafından en iyi yüz Arap
romanı kategorisinde yer alan Tâ’iru’l-Hûm” (Humâ Kuşu) romanı çalışmamızın
temelini oluşturmaktadır.
“Tâ’iru’l-Hûm” romanında anlatıcı-kahramanın henüz küçük bir çocukken
kaybettiği babasını yaralı bir Humâ kuşuna benzetmesi ve onun bir gün mutlaka
uçup gittiği yerlerden birinden döneceğini umutla beklemesi, romanın sebep-sonuç
ilişkisi çerçevesinde, bir bütünlük içerisinde incelenmesini sağlamıştır.
Anahtar kelimeler: Halîm Berekât, Tâ’iru’l-Hûm, İnceleme
HALIM BARAKAT AND THE TECHNICAL AND THEMATIC
ANALYSIS OF HIS NOVEL TAIR AL-HOWM
Abstract
Halim Barakat one of the most famous names of the Modern Syrian
novelists, is considered to be one of the representatives who writes books about
social issues. Tair al-Howm (The Huma Bird), one of the novels of Barakat which
was written in the form of autobiography, consisting of all the details of realism,
considered to be among the best one hundred Arabian novels by AWU, forms the
base of our study.
In the novel “ Tair al-Howm ”, the teller ensures us entirely in accordance with
reason and result relationship that the hero’s father who dies when the hero is a
1
Yrd. Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi, Arap Dili ve Edebiyatı ABD., [email protected]
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
small child is resembled to a wounded Huma bird and his hopeful waiting of the
bird’s certain flying back from where it goes one day.
Keywords: Halim Barakat, Tair al-Howm, Analysis
GİRİŞ
Asıl adı Halîm İsber Berekât’tır (el-Faysal 1995: 305). Halîm Berekât, 1933 yılında
Suriye’nin Kafrûn kasabasında doğdu. Berekât, henüz on yaşında iken babası oldukça genç bir
yaşta, geride ailesine ve çocuklarına hiçbir mal varlığı bırakmadan fakir ve sefil bir hayat
içerisinde vefat etti. Bunun üzerine annesi, ailenin geçimini sağlamak ve çocuklarını okutup
onlara iyi bir gelecek hazırlamak üzere, yazarın büyüdüğü yer olan Beyrut’a göç etmek zorunda
kaldı. Kendisi için uygun bir iş ve yaşayacakları ucuz bir ev bulabilmek için iki aydan daha
fazla bir süreliğine Halîm Berekât’ı ve diğer çocuklarını kocasının ailesinin yanına bırakmak
zorunda kaldı. Berekât’ın Nedâ ve Kemâl isminde iki kardeşi vardır. Berekât, ailenin en büyük
çocuğudur.
Yazar, ilköğrenimine Beyrut’ta Hamra Caddesinde bulunan “Kebûşeyyi’l-Katûlikiyye”
okulunda başlar. Kısa bir süre sonra Re’se’l-Meten köyünde, yetimhanede kaldığı yıllarda, “elKuyekrez” tarafından kurulmuş olan “Ferendes” okuluna devam etmek zorunda kalır. Berekât,
birkaç yıl sonra almaya hak kazandığı bir burs sayesinde Beyrut’ta erkek çocuklar için açılmış
olan uluslararası bir kolejde hazırlık eğitimine başlar. Burası Daniel ve Emili Olefer Koleji
olarak isimlendirilmektedir ( Sakkût 2000: 70, Süleymân 1978: 103).
Halîm Berekât, daha sonra Beyrut’taki Amerikan Üniversitesinde, sosyoloji alanındaki
lisans eğitimine başlar ve oradan da Amerikan Üniversitesine geçer. Sosyoloji alanındaki lisans
ve yüksek lisans derecelerini Beyrut’ta bulunan Amerikan Üniversitesi’nden, doktora derecesini
ise yine aynı alanda, 1966 yılında Amerika’da Ann Arbor eyaletinde bulunan Michigan
Üniversitesinden alır. Aynı zamanda bu üniversite, o yıllarda bir dil okulu olarak da hizmet
vermektedir (Dekkâk 1965: 70).
Berekât, Michigan Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra yapmış olduğu öğretmenlik
yıllarından, yazmış olduğu siyasi içerikli yazılardan, şiirlerden ve kısa hikâyelerden sonra asıl
kariyerine yavaş yavaş ulaşmaya başlar. Öyle ki Berekât, zaman içerisinde yerel ve bölgesel
politikada söz sahibi olup, siyasette aktif bir rol oynamaya başlar.
Halîm Berekât, Beyrut’ta bulunan Amerikan Üniversitesinden mezun olup, Yüksek
Berman Ziraat Okulunda bir süre görev yaptıktan sonra, hoca olarak önce Beyrut’ta bulunan
Amerika Üniversitesinde ve daha sonra da başkent Washington’da bulunan George Town
Üniversitesinde çalışmaya başlar. Yazar, Beyrut Yazarlar Birliğine, Suriye’deki Arap Yazarlar
Birliğine ve son olarak da Amerika Birleşik Devletlerindeki Sosyal Bilimler Derneğine üye
olmuştur. Daha sonraları birçok gazetede, edebiyat yazılarının yayımlandığı bölümden sorumlu
kişi olarak çalışmalarını sürdürmüştür.
Berekât, George Town Üniversitesinde sosyoloji alanında profesör olarak yirmi altı yıl
çalışmıştır (Vattâr 1985:145). George Town Üniversitesinin yanı sıra Amerikan ve Lübnan
Üniversitelerinde de hem ders veriyor, hem de araştırmacı olarak çalışıyordu. Daha sonra
yaşamış olduğu birtakım sıkıntılardan dolayı Harward Üniversitesinde görev yapmaya
başlamıştır. 1975-1978 yılları arasında İngiltere’de bulunan Aston Üniversitesi ve Amerika’da
bulunan Teksas Üniversitesinde de çalışmıştır. Ancak bütün bu üniversitelerde çok kısa
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
297
İlknur Emekli
süreliğine çalıştıktan sonra, son olarak tekrar George Town Üniversitesine dönmüş ve burada
emekli oluncaya dek, profesör olarak çalışmış ve aynı zamanda George Town Üniversitesinde
Çağdaş Arap Araştırmaları Merkezinde sosyoloji bölüm başkanlığı görevini de büyük bir
başarıyla sürdürmüştür (Süleymân 1982: 147).
Yazar, dünya üniversiteleri seviyesinde bir sosyolog oluşuyla ve bu alandaki
uzmanlaşmış bilimsel görev ve faaliyetleriyle, diğer isimlerden kolayca ayırt edilir. Bütün bu
özelliklerinin yanı sıra ondan fazla roman kaleme almış Suriyeli bir roman yazarıdır. Yazar,
yayımlamış olduğu bu romanlarında daha renkli, daha ahenkli ve toplumsal meselelere sıkı
sıkıya bağlı konularda bir şeyler yazmak ve bu şekilde anlatımını daha da zenginleştirmek için
çoğu zaman sosyoloji alanındaki bilgilerinden de faydalanmaya çalışır.
Halîm Berekât’ın sosyoloji alanındaki bilgilerinden faydalanarak, bir sosyolog ve bir
araştırmacı kimliğiyle yayımlamış olduğu “Mucteme‘u’l-‘Arabiyyi’l-Muâ’sır” (Çağdaş Arap
Toplumu) adlı önemli çalışması, Arap üniversitelerinin birçoğunda ders kitabı olarak hâlâ
okutulmaktadır. Sosyoloji alanında yayımladığı çalışmaların böylesi yoğun bir ilgi görmesi, hiç
şüphesiz yazarın edebiyat ve roman yazarlığı alanındaki engin bilgilerine ve tecrübelerine
birçok şey katmakta ve bu hususta en büyük paya sahip olmaktadır (el-Kiyâlî 1968: 143).
Halîm Bereḳât’ın 1988 yılında yayımlamış olduğu “Tâ’iru’l-Hûm” (Humâ Kuşu)2 adlı
romanı, “ En İyi 100 Arap Romanı” arasında yer almaktadır. Kafrûn’daki çocukluk yıllarını
işlediği bu roman sayesinde yazar, bu mükemmel eserini okuyucularına ve edebiyat dünyasına
daha iyi bir şekilde tanıtmak ve bu yöndeki konferanslara katılmak için çeşitli üniversitelerde,
dünya ülkelerinde, özellikle Avrupa, Orta Doğu ve Mağrib’de düzenlenen ve çok sayıda kişinin
katıldığı toplantılara gitme fırsatı bulabilmiştir. Yazarın bu eseri İngilizce, Almanca, Fransızca
ve Japoncaya çevrilmiştir.
Bunun yanı sıra yazarın, İngilizce ve Arapça olarak kaleme almış olduğu ve çoğunluğu
Arap toplumunun sosyal konumunu ilgilendiren çok sayıda araştırması bulunmaktadır. Bu
çalışmalardan bazıları şunlardır:
1. Lebanon in Strife, (Lübnan Bir Mücadele İçerisinde), 1967.
2. Nahve Lübnan Kâdir alâ’l-Hayât, (Hayata Hükmeden Lübnan’a Doğru), 1988.
3. el-Mucteme‘u’l-‘Arabiyyi’l-Mu‘âsır, (Çağdaş Arap Toplumu), 1984.
4. Harbu’l-Halîc, (Körfez Savaşı), 1992.
5. el-İğtirâb fi’s-Sekâfeti’l-‘Arabiyye: Metâhâtu’l-İnsân beyne’l-Hulm ve’l-Vakı‘, (Arap
Kültürü’nde Yabancılaşma: Hayal ile Gerçek Arasında İnsanların Şaşkınlıkları), 2006.
6. el-Mucteme‘u’l-‘Arabî fi’l-Karni’l-‘Işrîn, (Yirminci Yüzyılda Arap Toplumu), 1992.
2
Simurg gibi efsanevi bir kuş olan Humâ Kuşu, Fars Edebiyatında varlığına kesinlikle inanılan
yaratıklardandır ve mutluluğun, devletin, hükümdarlığın simgesidir. Eskiler Humâ kuşunun gölgesi
altına girenlerin kutlu ve talihli insanlar olduklarına inanırlardı. Humâ kuşunun ferri ve kanatları
kimi gölgelerse onun hükümdar olacağına inanılır, onun başına devlet kuşu konmuş sayılırdı.
Humâ kuşunun öldürülmesi eski İran dinsel kaynaklarında günah sayılıp yasaklanmıştır; ayrıca
bkz., Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006, s.388-390.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
298
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
7. The Arab World: Society, Culture and State, (Arap Dünyası: Toplum, Kültür ve
Devlet), 1993.
8. River Without Bridges, (Köprüsüz Nehir), 1968.
9. Visions of Social Reality in the Contemporary Arab Novel, ( Çağdaş Arap Romanında
Sosyal Gerçeklik Vizyonları), 1977.
10. Contemporary North Africa: Issues of Development and Integration, (Çağdaş Kuzey
Afrika: Gelişme ve Entegrasyon Sorunları), 1985.
11. en-Nâzihûne: en-Nefy ve İktilâ‘, (Göç Edenler: Sürgün ve Köklerden Koparma), 1968.
12. el-Mucteme‘u’l-Medenî fi’l-Karni’l-‘Işrîn, (Yirminci Yüzyılda Medeni Toplum),
2000.
13. el-Huviyye: Ezmetu’l-Hadâse ve’l-Va‘yu’t-Taklîdî, (Kimlik: Yenilik Krizi ve
Geleneksel Bilinç), 2004.
14. el-İğtirâb fi’s-Sekâfeti’l-‘Arabiyye, (Arap Kültüründe Yabancılaşma), 2004.
Tâ’iru'l-Hûm (Humâ Kuşu)
İlk baskısı Mağrib’de ve ikinci baskısı 1988 yılında Beyrut’ta el-Ehâlî Yayınevi
tarafından yapılan “Tâ’iru’l-Hûm” 3 romanı edebiyat eleştirmenleri tarafından biyografik bir
eser olarak kabul edilir. Daha da önemlisi bu roman Arap Yazarlar Birliği (AWU) tarafından en
iyi yüz Arap romanı kategorisinde yer almaktadır.
Roman anlatım olarak her biri diğerinin devamı niteliğinde olan on dokuz bölümden
oluşur. Bu bölümler “ Mevtu Tâ’iri’l-Hûm” (Humâ Kuşunun Ölümü), “ eş-Şeyhu’l-Kebîr”
(Yaşlı Şeyh), “ Tahavvul ilâ Ciz‘ı Şecere” (Ağaç Köküne Dönüşmek), “Sefer alâ Bisâti’r-Rîh
fevka Ğâbe Kesîfe mine’l-Elvân” (Yoğun Renk Ormanı Üzerinde Rüzgâr Halısının Üstünde Bir
Yolculuk), “ Dehâlîzu’n-Nizâm” ( Nizam Dehlizleri), “el-Medînetu’l-Mulevvene” (Renkli
Şehir), “ el-İhtirâk” ( Yanıp Kül Olmak), “Menâhâtu’l-Huzn” (Hüzün Meskenleri), “el-Mesîh
Yedbuku fî Dav’i’l-Kamer ve Yesbehu ‘Âriyen” (Mesih Ay Işığında Halay Çekiyor ve Çıplak
Yüzüyor), “ Efrâhu’l-Hamâme ve Ehzânuha Eydan” (Güvercinin Sevinçleri ve Hüzünleri), “
İhbit Eyyuhâ’l-Mevt” (Ölüm Gel Artık), “ Hanînu’l-Kasab” (Kasaba Özlemi), “ el-Mevt fi’lMenf” (Sürgünde Ölüm), “ Kırâ’atu’l-Ğuyûm” (Bulutları Okumak), “ Mehûl ve Eskis” (Mehul
ve Eskis), “ İğtiyâlu’l-Ezhâri’l-Berriyye” (Kara Çiçeklerinin Yok Edilmesi), “ Cîlun Âhar
mine’l-Ğâbât” (Ormandan Başka bir Kuşak), “ Ekâsî’l-Huzn ve’l-Ferah” (Hüznün ve Sevincin
En Uç Noktaları) ve “ el-Hurûc mine’s-Sadef” (Sedeften Çıkmak) şeklinde adlandırılmaktadır.
159 sayfadan oluşan romanın en hacimli bölümü “Efrâhu’l-Hamâme ve Ehzânuha Eydan”
(Güvercinin Sevinçleri ve Hüzünleri) olarak isimlendirilen on birinci bölümdür.
Halîm Berekât bu romanda okuyucularıyla şairane ve büyüleyici bir üslupla kendi özel
hayatıyla ilgili birçok bilgiyi paylaşır. Bunları anlatırken oldukça açık ve samimidir. Hacim
olarak küçük, fakat içerik bakımından yazarın tüm duygularının yoğun olarak hissedildiği
3
Berekât, Tâ’iru’l-Hûm, (2. Baskı), el-Ehâlî, Beyrut 1988, 159 s. (Çalışmamızda eserin bu baskısı esas
alınmıştır ve çalışmamızda romana yapılan göndermeler metinde parantez içi sayfa numaralarıyla
gösterilecektir.)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
299
İlknur Emekli
romanda, Berekât bütün geçmişini tüm ayrıntılarıyla hatırlar ve bundan daha fazlasını yaparak
köklerinden nasıl sökülüp çıkartıldığını, vatanına duyduğu büyük özlemini, yabancılaşma
temasını ve sonsuz bir sürgüne çıktığı hayatındaki o uzun yolculukla ilgili gerçek belge ve
kanıtları sunmaya çalışır. Diğer bir ifadeyle yazar bu romanıyla geçmişi, hem şu ana hem de
geleceğe aynı anda taşıyıp yansıtabilmektedir.
Roman anlatıcı kahramanın yani Nâdir’in çocukluk günleriyle ilgili hatırladığı bir dizi
olayla başlamaktadır. Nâdir yaşadığı kasaba olan Kafrûn semalarında her yıl belirli mevsimlerde
geçen ve büyük bir gürültüyle havada taklalar atan Humâ kuşu sürülerini izlemek üzere yalın
ayak meydana doğru koşar. Humâ kuşlarını büyük bir ilgiyle izlemeye başlar. Fakat bir anda
yükselen silah sesleriyle kuşlar uzun bir barış döneminden sonra savaş ilan edilmişçesine
çığlıklar atarak farklı farklı yönlere dağılır.
Kuşlar arasında yayılan kargaşayla eski mavi gökyüzü bir anda silahların atıldığı gri ve
siyah bulutların oluşturduğu bir gökyüzü haline gelir. O anda Nâdir’in dikkatini içerisine acının,
öfkenin, itirazın ve korkunun karıştığı bir şekilde şiddetli ve sıkıntılı bir çığlık atarak yeryüzüne
çarpan bir Humâ kuşu çeker. Onu hemen yerden almak ister, fakat korktuğu için bunu yapamaz.
Bir süre bekler ve sonra yavaşça ona doğru yaklaşır. Şefkatli bir şekilde elini ona doğru uzatır.
Bunun üzerine Humâ kuşu biraz daha rahatlamış görünür. Nâdir kuşun sağ kanadının kırıldığını
fark eder. Onu nasıl tedavi edebileceğini düşünürken kasabanın delisi ona doğru yaklaşır ve aç
bir kaplan gibi kuşu onun elinden kapar. Sonra da insan kalabalığı içerisinde büyük bir hızla
koşmaya başlar. Nâdir bu durum karşısında şaşkına döner, fakat elinden bir şey gelmez. Birkaç
gün sonra köyün delisi Reîf, kuşu kızartıp yediğini, fakat Humâ kuşunun etinin sert ve tadının
acı olduğunu söyler. Bu olay Nâdir’in zihninden bir an olsun silinmez. Öyle ki, bu olayın
üzerinden kırk yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, özellikle sıkıntılı olduğu dönemlerde
kendisini bir anda o Humâ kuşuyla konuşur halde bulur. Çünkü onu kendi yalnızlığında,
yalnızlığını paylaşacak bir dost olarak görmektedir.
Nâdir babasının ani ölümünden sonra yaşadığı ikinci bir şokla şaşkına döner. Evlendiği
günden beri onlarla birlikte yaşayan annesi bir gece onlar uyurken ışığı yakmadan
merdivenlerden inmeye çalışır. Fakat dengesini kaybettiğinde çok sayıda merdivenin üzerinden
alt kattaki odaya doğru yuvarlanır ve şiddetli bir gürültüyle yere kapanır. Annesinin
merdivenlere çarpma seslerini duyan Nâdir ve eşi hemen oraya giderler. Fakat gittiklerinde onu
yerde güçlükle nefes alır bir halde bulurlar. Eşi hemen bir ambulans çağırır ve hastaneye
giderler. Uzun bir süre bekledikten sonra doktor, annesinin dirseğinin ve kol bileğinin kırıldığını
ve belki de çarpmaların kafasında önemli ve büyük etkiler bırakabileceğini söylemek üzere
onların yanına gelir. Annesi gece boyunca oldukça şiddetli acılar çeker. Öyle ki, dayanılmaz
ızdırabı karşısında hemşire sürekli sakinleştirici iğneler yapmaktadır. Hastaneye getirildiği ilk
andan itibaren annesinin şuuru kapalıdır. Hiçbir şey hatırlamamaktadır.
Günler bu şekilde geçer. Nâdir annesinin durumuyla ilgili belirsizlik arttıkça; çevresini
daha karamsar duyguların çevrelediğini hisseder. Onu bir an olsun yalnız bırakmamaya çalışır.
Fakat onun Washington’da Beyaz Saray’da düzenlenen bir toplantıya katılması gerektiği için
hemen New York’tan ayrılması gerekmektedir. Ancak pilotun olumsuz hava şartlarından dolayı
daha fazla ilerleyemeyeceklerini anons etmesiyle Nâdir’in sıkıntısı ve korkusu giderek daha da
artmaya başlar. Bunun üzerine Nâdir kitap okuyup müzik dinleyerek bu sıkıntısından bir nebze
kurtulmaya çalışır. Fakat bunda da başarılı olamaz. Bir süre sonra şiddetli rüzgârın ve yağmurun
sona ermesiyle gökyüzü eski güneşli haline döner.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
300
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
Nâdir erkek kardeşiyle birlikte Washington’un tam ortasından geçen Potomac Nehri
kıyısında yürürken, evliliklerinin üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra eşini ve kendisini
Beyrut’tan Birleşmiş Milletlere götürmek üzere havalanan uçağı hatırlar. Hiçbir plan ve hazırlık
yapmadan Nâdir, hem bekârlığa hem de vatanına veda ettiğini düşünür. Nâdir’in bu sıkıntılı ve
acı çeken halinin aksine, eşi Amerika’da yaşayan ailesini göreceği için oldukça mutlu ve
heyecanlıdır.
Nâdir’in annesinin acı düşüşünün üzerinden aylar geçer. Fakat bu süre zarfında umutlar
ve hayaller yavaş yavaş yok olur. Artık onların yerini kâbuslar doldurmaya başlar. Doktoru hâlâ
aynı şeyleri, yani onun her an ölebileceğini veya belki de bu halde haftalar, aylar ve hatta yıllar
boyunca yaşayabileceğini söylemektedir. Annesinin bu kötü ve umutsuz hali karşısında ne
yapacağını bilmeyen Nâdir annesi, kız kardeşi ve erkek kardeşiyle birlikte Suriye’nin Kafrûn
kasabasından Beyrut’a göç ettikleri günleri ve orada annesinin yaşadığı sıkıntıları hatırlar.
Nâdir bütün bunları Washington’da eşiyle birlikte katıldığı ve açılışını bizzat George
Washington’un yaptığı bir anıtın açılış töreni esnasında düşünmektedir. Bütün bu düşüncelere
dalmış bir haldeyken eşi onun kafasının oldukça meşgul olduğunu hemen anlar ve neler
olduğunu sorar. Nâdir’in umursamadan yaptığı açıklamalar eşini bir hayli kızdırır.
Açılış töreninden sonra Nâdir ve eşi Washington caddelerinde ve bahçelerinde yürümek
üzere oradan ayrılırlar. Potomac Nehri kıyısında son bir kez yürürler ve Mule’nin farklı farklı
köşelerini görebilmek üzere şehrin daha iç bölgelerine ilerlerler. Daha sonra Nâdir, eşine
Şenenduh Dağı’na gitmeyi ve geceyi orada geçirmeyi teklif eder. Şelalelerin bulunduğu yolda
ilerlerken, Nâdir ağaçları, nehirleri, meyve dallarını ve daha birçok şeyi Kafrûn’la mukayese
etmeye başlar. Sonra bir kayanın üzerine oturur. Yorgunluklarından ve sıkıntılarından
kurtulmak üzere çocukluk günlerini hatırlamaya başlar. O anda Kafrûn’un kayalarına,
ağaçlarına, tepelerine ve dağlarına tırmandığını, sonra meyve ağaçlarından olgunlaşmış
meyveleri gizlice kopardığını düşünür. Kafrûn’dan tanıdığı ve çocukluk günlerinde pek çok
ortak anıyı paylaştığı isimleri tek tek hatırlar. Üstat Cemil, Üstat Abdullah, Michael Amca, Fuâd
ve Ebû Safâ bunlardan sadece birkaçıdır.
Nâdir çocukluk günleriyle ilgili hatıralarından bir anda eşinin şöyle diyen sesiyle kurtulur
ve kendisine gelir:
“ Neler oluyor? Sen nerelerdeydin? Çünkü burada benimle birlikte değildin.” (s. 94)
Sonra eşi Nâdir’e annesinin durumunun nasıl düzeltebileceklerini ve bunun için ne
yapmaları gerektiğini sorar. Nâdir eşinin söyledikleri karşısında öfkelenir ve böylesi büyüleyici
bir ortamda neden böylesi bir soru sorarak ona annesini hatırlattığını söyler.
Nehir kıyısında bir süre yürüdükten sonra Nâdir nehre atlamak üzere bir genç kız ile bir
delikanlının hazırlıklara başladıklarını ve onları izlemek üzere etraflarını büyük bir kalabalığın
çevrelediğini görür. O anda Nâdir Kafrûn’daki nehirlerde yüzdüğü günleri hatırlar ve bir
maceraya atılmasının zamanının artık geldiğini hisseder. Bunun üzerine hemen yüksek bir
kayanın yanına gider ve atlamak üzere kendisine uygun bir yer aramaya başlar. Eşi dönüp
gelmesi ve böylesi bir çılgınlığa girişmemesi için var gücüyle bağırmaktadır. Fakat bunları
dinlemez ve bir anda tıpkı çocukluk günlerinde yaptığı gibi hiçbir hazırlık yapmadan kendisini
sulara bırakır. Mesafenin dörtte üçünü yüzdükten sonra birkaç kez durur ve çıkmaya çalışır.
Fakat azgın sular buna müsaade etmemektedir. Sonra bir ağaç dalına tutunur ve bir süre o
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
301
İlknur Emekli
şekilde bekler. Nehrin daha eğimli ve daha zikzaklı bir hal almaya başladığını fark edince orada
bulunan düz bir kayaya doğru birkaç metre atlaması gerektiğini düşünür. Sonra tıpkı bir top gibi
fırlar ve kayanın üzerine atlar. Orada yüzüne çarpan köpüklü dalgaları izlemek ve suların
çağlamasına kulak vermek üzere kayanın üzerinde bir süre oturur. Sonra yıllara meydan okuyan
büyük bir ağaç kökünün, onun bulunduğu yerden karşıdaki kayaya doğru doğal bir köprü
oluşturduğunu fark eder. Ağaca yaklaşır ve onun sabit bir şekilde durup durmadığından emin
olmaya çalışır. Sonra hiç tereddüt etmeden bu köprüden karşıya, yani nehrin kıyısına doğru
ilerlemeye başlar. O anda kendisine büyük bir öfkeyle bağıran eşini görmemek için yukarıya
doğru kesinlikle bakmaz. Nehir kıyısına çıktığında bir süre nefesini toplamak üzere durur ve
eşinin yanına gitmek üzere kayalara tırmanır. Eşi çıldırmışçasına hiç durmadan şöyle diyerek
bağırmaktadır.
“ Sana neler olduğunu hiç ama hiç anlamıyorum. Neyi ispatlamak istiyorsun?” (s. 103)
Sonra arabalarına binip Şenenduh Dağlarına gitmek üzere oradan ayrılırlar. Eşi hâlâ çok
kızgındır ve onun yanındayken bir daha böylesi saçma maceralara girişmemesi için ona sürekli
bağırır. Şenenduh Dağlarına geldiklerinde dar, sık ve rengârenk ormanlar arasında
büyülenmişçesine dolaşmaya başlarlar. Ceylanları, kuşları ve daha çok birçok hayvanı yakından
görmek üzere arabayı sık sık durdururlar. Dar geçitlerden geçip bütün vadiyi tek bir çizgi gibi
gören bir tepeye geldiklerinde Nâdir eşinin ısrarı üzerine ona çocukluğuyla ilgili hiç anlatmadığı
komik hikâyeleri anlatmaya başlar. Anlattıkları karşısında kahkahalarla gülen eşi artık oradan
ayrılmaları gerektiğini söyler. Yürüyüşlerine devam ederlerken büyük bir ağacın üzerinde asılı
olan bir levha dikkatlerini çeker ve hemen onu okumaya başlarlar. Bu levhanın üzerinde ölümle
yaşam arasındaki ilişkiyi anlatan bir şeyler yazılıdır. Okudukları karşısında Nâdir’in yüzüne
eşinin de fark ettiği bir acı bulutu hâkim olur. Çünkü bir anda aklına babasının öldüğü o kara
gün gelmiştir.
Nâdir eşine babasının ani ölümü karşısında neler hissettiğini ve ailesinin onun
ölümünden sonra ne büyük acılara katlandığını anlattığında, eşi daha fazla gözyaşlarına hâkim
olamaz. Onun anlattıkları karşısında eşi kendi yaşadığı acıları hatırlamış gibi görünmektedir.
Çünkü eşi, annesi ve yeğeni dışında ailesinin diğer tüm bireylerini üzücü bir trafik kazasında
kaybetmiştir.
Eşinin hıçkırıklarla ağlayıp üzüntüden neredeyse bayılacak bir hale geldiğini fark
edince; Nâdir hemen konuyu değiştirir ve görmeleri gereken daha birçok yerin ve güzelliğin
olduğunu söyleyerek oradan ayrılmayı teklif eder. Üzerini şeffaf bir sis tabakasının kapladığı
başka bir vadiye doğru ilerlerler.
Nâdir ve eşi yolculukları sona erdiğinde Washington’a dönüp hayatlarına kaldıkları
yerden devam ederler. Kalabalık caddelerde hızlıca yürürler ve insan kalabalığının onları
bulundukları yerden alıp başka yerlere doğru sürüklemesine karşı koyamazlar.
Nâdir delikanlılık yıllarının başlarında arkadaşı Fâris onu hafta sonunu geçirmesi ve
Beyrut sıcağından kurtulması için ‘Ayşâ el-Fahhâr’a davet ettiği zaman, bu teklifi hiç
düşünmeden kabul eder. Dağlarda, yeşil tepelerde ve pınarlarda dolaşırken Nâdir’in dikkatini
daha sonraları eşi olacak genç kız çeker ve ondan adeta büyülenir. Arkadaşı Fâris’e o genç kızın
kim olduğunu sorar. Bunun üzerine Fâris genç kızın erkek kardeşlerinin kendisinin çok yakın
arkadaşları olduğunu söyler. O gece genç kızın evlerinin çatısında delikanlılardan ve kızlardan
oluşan bir grup sabaha kadar şarkı söyleyip eğlenir. Nâdir orada eşini daha yakından tanıma
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
302
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
fırsatı bulur. Daha sonra Beyrut’a döndüklerinde de birçok kez görüşme fırsatları olur. Ancak
genç kızın ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesiyle Nâdir’in tüm hayalleri
yıkılır. Artık onu asla göremeyeceğini düşünür. Fakat yıllar sonra genç kız geri döner ve tekrar
görüşmeye başlarlar. Bir süre sonra da evlenirler.
Nâdir ve eşi Amerika’ya göç ederler ve Ann Arbor’da yaşamaya başlarlar. Nâdir orada
Michigan Üniversitesindeki eğitimine devam eder. Sonra eşiyle birlikte zencilere medeni
haklarının verilmesi yönündeki hareketlere ve çalışmalara katılırlar.
“ Tâ’iru’l-Hûm” (Humâ Kuşu) otobiyografik türde bir romandır. Eser, daha çok
kahraman anlatıcı Nâdir’in çocukluk hatıralarından oluşmaktadır. Nâdir yaşadıklarını,
gözlemlediklerini, hüzünlerini ve acılarını okuyucularına hatıra şeklinde aktarır. Anlatıcı
kahramanın anlatımında iki özellik öne çıkmaktadır. Birincisi, kahramanın çocukluk yıllarında
yaşadığı olaylar, unutamadığı yüzler ve onlarla ilgili hatıralar, ikincisi de yıllar sonra aynı
olayların anlatım zamanında tekrar meydana gelmiş olmasıdır.
Romanda asıl kahraman ve anlatıcı olarak okuyucunun karşısına çıkan Nâdir, eserin
daha ilk satırlarında küçük bir çocukken, yaşadığı köy olan Kafrûn’da Humâ kuşlarına olan aşırı
sevgisinden ve ilgisinden bahsetmeye başlar. Daha sonra avcıların peş peşe ateş açmasıyla
vurulan ve kanlar içinde yere düşen bir Humâ kuşunu gerektiği kadar koruyup ona sahip
olamadığı için sürekli kendisine kızar ve elli yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ o korkutucu
olayı zihninden çıkaramaz. Nâdir o günden sonra gördüğü her kuşta aynı duygulara kapılır ve
yaralı Humâ kuşunu alıp yiyen Reîf’e engel olamadığı için içinde büyük bir vicdan azabı duyar.
Öyle ki, anlatıcı romanın birçok noktasında karşısında Humâ kuşu varmışçasına, ona ölüm ve
hayatla ilgili sorular yöneltmektedir. Çocukluk yıllarından başlayan ve bütün hayatını etkileyen
Humâ kuşu, yazarın hemen hemen tüm yaşam evrelerinde etkili olmuştur. Anlatıcı romanın
birçok bölümünde, hayalinden bir türlü silinmeyen Humâ kuşuyla, farklı farklı diyaloglara
girmektedir:
“ Humâ kuşu, ben de tıpkı senin gibi göç ediyorum. Acaba her ölümden sonra yeniden
bir hayat var mıdır? ” (s. 140)
“ Humâ kuşu, tıpkı senin gibi ben de büyük kara parçalarından geçtim, tepelerin üzerinde
süzülerek uçtum, denizlerle ve nehirlerle arkadaş oldum. Ölmemek için mücadele ettim, her
ölümden sonra tekrar doğdum, berrak gökyüzüne dokundum, yağmurlarla gölgelendim,
rüzgârlara karşı koydum, ufukları keşfettim, dört tarafa seyahat ettim, toprağa kök saldım ve
hüzün ile sevinç hikâyelerimi anlattım herkese.” (s. 155)
Otobiyografik yöntemle yazılmış bu romanda iki ayrı kişilik ve iki ayrı bakış açısı dikkat
çekmektedir. Anlatma zamanının vaka zamanından çok sonraya ait olduğunu anlatıcının şu
ifadeleri açıkça göstermektedir:
“ Nâdir yaklaşık kırk seneyi aşkın bir süre sonra, gizli saklı ve derin bir dünyadan bu
hatıraların tam ortasına düşüyormuşçasına iniyorsun aşağıya. Neden? Neden bunun bizzat
şimdi olduğunu bir türlü anlayamıyorum.” (s. 29)
Romanda romanın konusu ile anlatıcısı aynı kişi olduğundan, Bereḳât anlatımını daha
canlı ve daha cazip kılabilmek için anlatıcı kahramanın hem olayları yaşadığı dönemdeki
kişiliğini, hem de anlattığı zamanlardaki kişiliğiyle ilgili özellikleri belirginleştirmekten
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
303
İlknur Emekli
kaçınmamaktadır. Ancak anlatıcı geçmişe döndüğünde yaşadıklarının kendisini değiştirdiğini
fark eder:
“Bir anda kendimi Kafrûn’daki arkadaşıma mektup yazıp, ondan küçüklüğümüzde
oynadığımız topaçtan bir tane isterken buluyordum. Bunun üzerine arkadaşım bana bu oyunun
hâlâ olduğunu, fakat yeni neslin bu oyunla ilgili hiçbir şey bilmediğini ve onunla oynamadığını
haber veren bir mektup yazmıştı. Hayatımdaki bu gelişmelerden sonra eşim şöyle bir yorumda
bulundu: Sen önceki alışkanlıklarına geri dönüyorsun. Okey oynuyor, tesbih taşıyor ve bir topaç
istiyorsun. Gelecekte ne olacağın belli. Yarın nargile içecek ve uzun donlar giyeceksin.” (s. 31)
Romanda ben anlatıcının var oluşu, bakış açısı olarak gözlemi ön plana çıkarır. Nâdir
etrafında olup bitenleri dikkatli bir bakış açısıyla, gözlemleri ve birikimi doğrultusunda
değerlendirir. Özellikle çocukluk dönemlerinde tanıdığı kişiler ve onların hikâyeleri roman
boyunca anlatıcıya eşlik eder. Anlatıcı bazen de olayların içerisinde yer alan kahramanları
konuşturma tekniğine başvurur. Özellikle anlatıcı babasının ani ölümünü, annesinin göstermiş
olduğu hayat mücadelesini, sonra onun merdivenlerden düşmesi sonucunda hafızasını
yitirmesini, eşini, Kafrûn’da yaşadığı dönemlerdeki arkadaşlarını ve komşularını anlatır ve kimi
zaman da onları konuşturmaya çalışır.
Romanda anlatıcı kahramanı derinden sarsan en üzücü olay, hiç şüphesiz ölmek üzere
olan babasının yatağının önünde büyük bir korku ve endişe ile durmasıdır. Nâdir, diğer bir
deyişle Bereḳât o günlerde henüz küçük bir çocuktur. Anlatıcının, babasının kişiliğini anlatması
ki bu kişilik romanda oldukça ağır basmaktadır, roman içerisinde olayların tam merkezinde
hızlıca akıp geçmektedir. Sonra bu kişilik zaman içerisinde okuyucunun hafızasına adeta işlenir
ve oradan bir daha kesinlikle çıkmaz.
“ Tâ’iru’l-Hûm” romanı daha çok geçmişe dönük olarak kurgulanmıştır ve hatıraların
anlatımı en belirgin özelliktir. An ile geçmiş adeta iç içe geçmiş gibidir. Anlatıcı Nâdir,
ömrünün elli yaşını doldurmuş bir adam olarak, çocukluğundan başlayarak kendisini anlatmaya
koyulur.
Daha öncede belirttiğimiz gibi zamanın akışına paralel olarak işleyen iki saat vardır.
Bunlardan birincisi, yaşanan olaylara; diğeri ise söz konusu olayların anlatımına yani anlatıcıya
bağlıdır.
Romanın hangi tarih ve zaman dilimi içerisinde yazıldığı hakkında kesin bir bilgi
bulunmamaktadır. Ancak romanın ilk satırlarından itibaren anlatıcı, vaka zamanı hakkında
sadece küçük bir ipucu vermekle yetinir ve şöyle der:
“ Sıcak bir yaz mevsiminden sonra sonbaharın başları yani üzüm, incir ve nar mevsiminin
sonları.” (s. 25)
Roman boyunca yaşanan olayların akışına bakıldığı zaman, bunun Nâdir’in kendisini ve
çevresindeki olayları gözlemleyip aktarabildiği on yaşından başlayıp, evlendiği ve eşiyle birlikte
Washington’a yerleştiği ellili yaşlara kadar hiç durmadan işlediği kolaylıkla fark edilir. Daha
açık bir ifadeyle roman, kırk yılı aşan bir vaka zamanına sahiptir. Fakat olay örgüsünün daha
çok hatırlamalara dayalı olmasından ötürü anlatıcı çoğunlukla özetleme tekniğine başvurmak
zorunda kalır:
“ O günlerde ben on, kız kardeşim sekiz ve erkek kardeşim beş veya altı
yaşlarımızdaydık.” (s. 50)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
304
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
“ Fakat elli yaşı geride bıraktığımı ve hayatımda bir kez olsun seçimlerde oy
kullanmadığımı da bilmeni istiyorum.” (s. 137)
Anlatıcı, eşiyle evliliklerinin üzerinden yirmi altı sene geçtiğini ve birkaç ay sonra
evlilik yıl dönümlerini kutlayacaklarını belirterek, uzun yıllar boyunca evli kaldığının altını
çizmiş olur. Ancak yirmi altı yıllık bu süre zarfında çocuk sahibi olup olmadıkları hakkında net
bir bilgi vermez.
Romanda anlatım, daha çok çocukluk hatıraları biçiminde şekillendiğinden ve anlatıcı
bunları yıllar sonra kaleme aldığından, anlatılanların hepsine hâkim birinin dikkati ve yaklaşımı
içindedir. Anlatıcı Kafrûn’dan Beyrut’a kardeşleriyle birlikte göç ettiği tarihi hakkında şu
bilgiyi verir.
“ Beyrut’a 1942 senesinin sonbahar mevsimi başlarında, akşam geç bir saatte
varmıştık.” (s. 52)
Halîm Berekât kendisinin de doğup büyüdüğü yer olan Kafrûn’u sadece olayların geçtiği
bir mekân olarak değil, aksine güzellikleri, nehirleri, gezilip görülen vadileri ve insanları ile
yeniden keşfettiği bir yer olarak görmektedir. Romanda geçen olayların büyük bir kısmı bu
kasabada geçer. Yazar, Kafrûn’la ilgili şunları söyler.
“ Kasabanın içerisinde bulunduğu şartlar, böylesi durumlarda oldukça garip bir hal
alıyordu. Kasaba halkı sıkıntılarla ve zorluklarla her zaman alay edip eğleniyor ve hiçbir şey
olmamış gibi bu sıkıntıların içerisinden dinç ve canlı bir şekilde çıkmayı başarabiliyordu.” (s.
142)
Romanda Kafrûn okuyucularının karşısına birbirinden farklı iki yer olarak çıkar. Birincisi
acının, sıkıntının, ölümün ve zorlukların mekânı Kafrûn, diğeri ise tabiat güzelliklerinin, coşkun
akan suların, Humâ kuşlarının ve aşkın me
kânı olan Kafrûn. Bu değişiklikler olay
örgüsüyle alakalıdır ve zamanı geldikçe değişir. Nâdir babasını oldukça genç bir yaşta, aniden
gelen bir ölümle bu kasabada kaybeder. Annesi çocuklarının geçimini sağlayabileceği parayı bu
kasabada bulamaz ve oradan ayrılır. Nâdir kardeşleriyle birlikte iki ayı aşkın bir süre kasabada
kalır ve annesine karşı büyük bir özlem duyar. Ancak bütün bu olumsuzlukların yanında Nâdir’i
adeta büyüleyen, onu bu dünyadan alıp başka dünyalara götüren, arkadaşlarıyla ve komşularıyla
unutulmaz anlar yaşamasına neden olan ve şimdi yirmi altı yıllık evli olduğu eşini tanımasına
olanak sağlayan yer de bizzat Kafrûn’dur. Anlatıcı Kafrûn’la ilgili düşüncelerini şu şekilde
anlatır:
“ Kasabamızda yaşayan ailelerin büyük bir çoğunluğu, az miktardaki ekmeklerini
alınlarından çokça akan terle kazanırlardı. Malları, paraları ve bilgileri yoktu. Bunun için de
ellerine en ufak bir fırsat geçmiyordu. Burada siyasiler, din adamları ve büyük tüccarlarla
aralarında samimi ilişkiler kuran, sadece iki veya üç tanınmış aile bulunmaktaydı. Siyasetçiler
seçim kampanyalarında veya bayramlarda kasabayı ziyaret ettikleri zaman köyde yaşayan
küçük, fakat tanınmış insanlar birbirleriyle rekabet ediyorlar, hatta kimi zaman da o büyük
insanları misafir edip ağırlamak için birbirleriyle kavga ediyorlardı. Böylece değerleri, köydeki
sıradan insanların gözünde giderek daha da artıyordu. Öyle ki, misafir etme hususunda
gerçekten büyük bir mücadele içerisine giriyorlar, sopalarla ve taşlarla birbirlerine
vuruyorlardı.” (s. 135)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
305
İlknur Emekli
“ Ölüm tepelerin üzerinde bulunan Kafrûn’a ve yeşil vadilerin üzerine gelmişti. Öyle ki;
ölüm, hiç meyve vermeyen üzüm bağlarının içinde uzunca bir süre çabalayıp çalışan babamın
yorgun ve bitkin düşmüş ruhunu arıyordu. Daha sonra ölüm bir kartal gibi aşağıya doğru indi,
babamı zorla aldı ve onunla birlikte uzaklara doğru süzülerek uçtu. ” (s. 147)
Bir diğer mekân, Nâdir’in annesinin eşinin ani ölümünden sonra çalışmak üzere gittiği,
iki ay sonra bir iş ve kalacak bir yer bulduktan sonra çocuklarını yanına alabildiği Beyrut’tur.
Nâdir Beyrut’a gittiği zaman on yaşındadır. Nâdir Kafrûn’dan Beyrut’a amcası Cemîl,
kardeşleri ve annesinin yakın arkadaşı Ummu Yusûf ile yaptığı zorlu yolculukta tehlikelerle
dolu çukur yollardan geçtiklerini ve tepelerde eski mezarların üzerinde bulunan ağaçların
gölgesi altında dinlendiklerini anlatır. Ayrıca Sofiyato Kalesinin gölgesinde uyuduklarını ve
ertesi gün sabah Trablus’a giden araca bindiklerini de sözlerine eklemektedir.
Trablus’a vardıklarında Tebani Kapısında inerler. Arabalardan, insanlardan, atlardan,
eşeklerden, köpeklerden, ticari eşyalardan, tatlıcılardan, sebze ve meyvecilerden, çöplerden ve
tozdan dumandan oluşmuş olan o garip kalabalığı görünce, Nâdir çok şaşırır. Hakkında birçok
şey duyduğu şehir burası mıdır? Sürekli bunu düşünür. Bir at arabasına binerek Trablus’ta bir
tepeye yönelirler. Bu kentte caddelerin geniş, mahallelerin büyük ve ağaçların saf
oluşturmuşçasına yan yana dizildiğini görür. Tepeye vardıklarında Trablus’tan Beyrut’a giden
daha yeni, daha temiz ve daha büyük bir araca binerler. Nâdir’in o yolculukla ilgili hatırladığı
en önemli şey, denizden yükselen tepeler, kayaların üzerine çarpan dalgalar ve tünellerdir.
Beyrut’a geldiklerinde Nâdir’in bu mekânla ilgili zihninden silinmeyen en önemli olay
kendisinin ve kardeşlerinin Burc Meydanı’nda otobüsten inip, annesinin kiraladığı evin
bulunduğu Re’su’l-Beyrut semtine doğru tramvayla gitmeleridir. Anlatıcı burayla ilgili sık sık
tasvirlere başvurur:
“ Beyrut’a 1942 senesinin sonbahar mevsimi başlarında akşam geç bir saatte varmıştık.
Bizleri Burc Meydanı’nda otobüsten indirdiler yani daha doğrusu kollara ayrılmış sokakların
birinde bıraktılar. Fakat hemen Re’su’l-Beyrut’ta bulunan Ḥamra Caddesine gitmemiz
gerekiyordu. Ummu Yusûf’un peşinden Teram Durağı olarak isimlendirilen yöne doğru
yürüdük. Kız kardeşim o asfalt döşemeli sessiz ve karanlık caddelerde, rahatsız edici sesler
çıkaran tahtadan takunyalar giyinmişti. Bunun üzerine kız kardeşime şakayla şehrin endişeye
kapılmaması için takunyalarını çıkarmasını, yoksa muhafızların gelip bizleri hapishaneye
götüreceğini söylemiştim. Hemen hızlıca takunyalarını çıkardı ve onları başının üzerinde
taşıdığı küçük bir bohçanın içerisine koydu. ” (s. 52-53)
Mekân noktasında değinilmesi gereken bir yer de Nâdir’in evlendikten sonra eşiyle
birlikte yerleşip yaşamaya başladığı Washington’dur. Oraya yerleşmelerindeki en önemli etken
eşinin ailesinin çok uzun yıllar önce Amerika’ya göç etmiş olmasıdır. Eşinin ailesi Detroit’te
yaşamaktadır. Nâdir Washington’daki hayatlarıyla ilgili şunları söyler.
“ Washington’da hayatlarımızı tamamen oranın adetlerine ve geleneklerine göre
yaşıyorduk: Sabahları uyanıyor, gazete okurken kahvelerimizi içiyor, kahvaltımızı yapıyor, işe
gitmek üzere veya şehrin caddelerinde herhangi bir amacımız olmaksızın dolaşmak üzere
dışarıya çıkıyorduk.” (s. 70)
“ Güzel bir sonbahar gününde Washington kenti sıcak bir yaz mevsiminden sonra
muhteşem, göz alıcı, dalgalı ve karışık renklerden oluşmuş sık bir ormana dönüşmüştü.” (s. 37)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
306
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
Nâdir Kafrûn’da doğup büyüyen, fakat daha sonra on yaşlarında iken Beyrut’a göç eden
anlatıcı kahramandır. Göç etmiş olmasına rağmen köklerinden hiçbir zaman kopmaz ve
Kafrûn’a karşı içinde daima büyük bir özlem duyar. Gördüğü her ağaç, her nehir, her dağ ve her
tepe ona çocukluğunu geçirdiği Kafrûn topraklarını hatırlatmaktadır. Beyrut’a gidişinden yıllar
sonra siyasi düşüncelerinden ötürü Amerika’ya sürgün edilir.
Nâdir’in Unve ve Cemil isminde bir kız ve bir erkek kardeşi vardır. Babası katırıyla
Kafrûn, Meşta ve Marmarita arasında yük taşıyan fakir bir adamdır. Ailesinin geçimini bu
şekilde sağlamaktadır. Nâdir’in babası gibi amcaları Cemil ile Yusûf da yük ve eşya
taşımaktadırlar. Yakın köy ve kasabaların yanı sıra babası bazen Humus, Hama, Trablus ve
Tartus’a da mal götürmektedir.
Nâdir çocuk yaşlarda iken hasta yatağının başında durduğu babasının ani ölümüne
şahitlik eder. Yaşadığı bu acı olay onun bütün dünyasını karartır. Babası gençliğinin baharında
henüz otuz yaşında iken yakalandığı kanser hastalığından dolayı hayatını kaybeder. Nâdir
babasının ölümüyle ilgili şunları anlatır:
“ Babam günlük yorgunluklarından kurtulmak için her zamanki gibi banyosunu yapmış
ve uyumak üzere defne ağacından yapılmış olan çadırına girmişti. Ancak tam da o anda Necîb
ve Mikail gelmiş ve o gün sulama sırasıyla ilgili meydana gelen bir tartışmayı uzun uzun
babamla konuşmaya başlamışlardı. Onlar konuşmayı sürdürürken ben uyumuştum. Ertesi gün
sabah uyandığım zaman babamı evde bulamamıştım. Anneme babamın nerede olduğunu
sorduğumda, babamın malzemeleri götürmek üzere diş doktoruyla birlikte Marmarita’ya
gittiğini ve ayrıca babamın orada bir veya iki gün kalacağını da söylemişti.
Babam iki gün sonra vücudunda başlayan şiddetli ağrılardan dolayı hastalanmış bir
şekilde geri dönmüştü. O gece durumu giderek daha da ağırlaşmıştı. Öyle ki, ağrıdan dolayı
uyuyamamıştı. Bunun üzerine annem hemen dedem Selim’i ve amcalarım Cemil ile Yusuf’u
çağırmıştı. Komşularımız da olanları duymuş ve babamı yalnız bırakmayıp onun yanında
olabilmek için nöbetleşe gelmeye başlamışlardı. Sabah olmadan amcam Cemil’i Meşta’dan
doktoru alıp getirmesi için göndermişlerdi. Uyku ile uyanıklık arasında tam olarak
hatırlamasam da; annem amcamın bir saat önce döndüğünü ve doktorun ona ön ödeme olarak
üç lira vermedikçe buraya kesinlikle gelmeyeceğini söylediğini anlatmıştı. Bunun üzerine
annem amcama hemen bu parayı vermiş ve amcam bir kez daha Meşta’ya gitmek üzere yola
koyulmuştu.
Sonra babam kendisinde aniden bir iyileşme ve rahatlama hissetmiş, ayağa kalkmış,
yüzünü yıkamış, dedemle ve amcamla uzun uzun sohbet etmeye başlamıştı. Daha sonra
amcamın getirdiği doktor gelip onu ayrıntılı bir şekilde muayene etmişti. Babam muayene
esnasında doktorla şakalaşmayı sürdürmüştü. Doktor muayene sonucunda babamın hastalığının
kanser olduğu sonucuna varmıştı. Sonra doktor anneme birtakım tavsiyelerde bulunarak
komşumuz Vecihi’yi ziyaret etmek üzere onların evine gitmişti. Annem doktorun talimatlarına
uygun bir şekilde babam için yakı hazırlamaya gittiği zaman babamla yalnız kalmıştım.
Hatırladığım tek şey de buydu. Babam onun yanına oturmamı istemişti. Bunun üzerine ben de
tıpkı yaralı bir Humâ kuşuna yaklaşıyormuşum gibi, ürkek ve korkmuş bir şekilde ona
yaklaşmıştım. Babamın bal renginde olan kızarmış yüzünün çok hızlı bir şekilde giderek daha
da sarardığını fark etmiştim. Annem babama hazırlayacağı yakı için dışarıda ateş yakmakla
uğraşırken, ben tek başıma babamın yanına oturmuştum. Babam benimle konuşmuyor ve ben de
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
307
İlknur Emekli
ona söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum. Babamın kırılmış olan kanatlarını nasıl saracağımı
bilmiyordum. Sonra babamın eli, benim elime uzanıyor ve elimi sıkıca tutuyordu. Dışarıda
etrafa ve bizlere eziyet veren bir sıcak vardı. Babam gülmeye çalışıyordu, fakat gülümsemesi
alışılmışın dışında oldukça soğuk, donuk ve zayıftı.
Korkuyor, fakat söyleyecek bir şey bulamıyordum. Bu yüzden derin bir sessizliğe dalıp
gidiyordum. Koyu renkli bulutların gölgeleri duvarların üzerine uzanıyor ve neredeyse
duvarların köşelerini görünmez bir hale getiriyordu. O dakikalarda evin içerisi karanlık bir hal
almaya başlıyordu.
Daha sonra babamın eli uzanıyor ve benim elimi sıkıca tutuyordu. Elimi dudaklarına
doğru götürüp öpüyordu. Sonra beni kendisine doğru çekip yüzümü kendi yüzüne yaslıyordu.
Bunun üzerine yüzümü büyük bir maharetle ondan uzaklaştırmaya çalıştığımı hissedince;
hemen gülmeye başlıyor ve şöyle diyordu: “ Sakallarım mı battı? Bugün tıraş olmadım.” Sonra
elleri bir anda yukarı doğru kalkıyor ve daha sonra yavaşça düşüyordu. Dişlerini
kamaştırıyordu. Bütün bunlar olurken korkmuş bir şekilde babama bakıyordum. Çünkü
babamın gözlerinde büyük bir değişiklik görüyordum. Ölümle yüz yüze gelmiş gibiydi. Olduğum
yerden kıpırdayamıyordum. Bunun üzerine hemen annemi çağırmaya çalışıyordum, fakat sesim
çıkmıyordu. Babam hâlâ dişlerini kamaştırıyordu.” (s. 145)
Babasının ani ve acı ölümünden sonra annesi Meryem, bir yıldan daha uzun bir süre
Kafrûn’da çocukları için mücadele etmeye çalışır. Eşi kiraya verdiği bir katırdan ve çok fazla
odası bulunmayan, taştan yapılmış, fakat çatısı toprak olan bir ev dışında onlara hiçbir şey
bırakmamıştır. Bu nedenle ipek böcekçiliği mevsimi geldiği zaman annesi bütün gücünü küçük
dut yapraklarıyla uğraşarak harcıyor ve sadece yarım kutu ipek çıkarıyordu. Babasının
ölümünden sonra aldığı borç parayı ipek mevsiminde ödemesi gerekiyordu. Fakat bunu
yapamayınca dikiş makinesini satmak zorunda kalmıştı. Ancak bütün bu zorluklara rağmen
yılmıyor ve çocukları için mücadele etmeyi sürdürüyordu. Sahip oldukları çok az tarlayı ekip
biçiyor ve bazen kasabada fırıncılık yapıyordu. Fakat hem kendi hem de çocuklarının onurunu
kurtarmak için Beyrut’a göç etmeye karar verir. Üç çocuğunu eşinin ailesinin yanına bırakır ve
iş bulmak için Beyrut’a gider. İki ay boyunca orada kendisine uygun bir iş ve kalabilecekleri
ucuz bir ev aramaya başlar. Bütün bunları halledince, Nâdir ve kardeşleri onun yanına giderler.
Nâdir babası öldüğü günden beri annesinin ruhunda giderek daha da derinleşen bir acı
ile özlemin kaldığını çok iyi bilmektedir. Öyle ki, ona göre bu acı ve özlem annesinin uzun
yaşamının son anına kadar ona eşlik edip onunla birlikte var olmayı sürdürecektir.
Annesi Meryem Beyrut’ta hizmetçilik yapar, bulaşık yıkar, ev süpürür, çamaşır yıkar,
ütü yapar ve çocuklarını en iyi okullara gönderebilmek için aşçılık dahi yapar. Kısacası
kendisini çocuklarına adar. Öyle ki, yaptığı işleri hiç kimseden saklamaz. Aksine bundan gurur
duyar. Aynı şekilde Nâdir de annesinin mücadeleci tavrı karşısında onunla gurur duymaktadır.
Fakat özellikle okula başladıktan sonra annesinin o şekilde çalışması Nâdir’i rahatsız etmeye
başlar. Çünkü o, zengin çocukların kendisiyle ve annesiyle alay etmelerine artık tahammül
edememektedir. Annesinin bu konuyla ilgili yaşadığı bir olayı Nâdir şöyle anlatır.
“ İşte annemin evine temizlik için gittiği bayanlardan birinin, anneme beni okuldan
almasını ve çalışıp aileme yardımcı olmamı tavsiye etmesinin sebebinin de bu olduğunu
düşünüyorum. Tabii ki annem o zengin kadının söylediklerini dinlemedi ve onun nasihatlerini
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
308
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
önemsemedi. Hatta neredeyse o bayana şu soruyu soracak bir hale geldiğini söylüyordu: “
Oğlum okulu bıraktığı zaman sizin çocuklarınıza kim terbiye verecek?” (s. 143)
Ayrıca Nâdir çocukluğundaki birtakım alışkanlıklarından, yaşı oldukça ilerlemiş olmasına
rağmen kolayca vazgeçecek gibi görünmemektedir. Çocukluk günlerinden kalma bir alışkanlığı
eşine şöyle anlatır.
“ Hiç şüphesiz ben içerisinde yaşadığımız bu dünyadan oldukça farklıyım. Arabadan
indiğim zamanlarda, arabanın arka kısmını elimle okşayıp sıvazladığımı mutlaka fark
etmişsindir. Eminim bunu neden yaptığımı da çok iyi biliyorsundur. Çocukluğumda katıra
binerdim ve ondan indiğim zaman katırın sırtını sıvazlayarak onu okşar ve ona teşekkür
ederdim. İşte bu çok eskilerden kalma bir alışkanlık. Öyle ki, arabayı da canlı bir varlıkmış gibi
düşünüyor ve ona teşekkür etmek için arka kısmını okşuyorum. Günler öncesinde annem bana
erkek kardeşimin, katırı tımar ettiğini söyledi. Onun bu söylediğinden kardeşimin arabayı
yıkadığını hemen anlamıştım. Amerika’nın en iyi üniversitelerinden birinde nasıl hoca
olabildiğime şaşırdığını çok iyi anlayabiliyorum.” (s. 137)
Babası ölmeden kısa bir süre önce annesi ciddi bir hastalığa yakalanır ve Trablus’taki
bir hastanede tedavi gördükten sonra Kafrûn’a döner. Zaten eşi de o hastaneden döndükten
sadece birkaç gün sonra hayatını kaybeder. Öyle ki, annesi yakalandığı hastalıktan ötürü eşinin
değil de, kendisinin daha önce öleceğini düşünür. Fakat eşinin ani ölümü karşısında sürekli şu
sözleri tekrarlar.
“ Baban sizler yetim kalmayın diye benim yerime öldü. Çünkü babadan yetim kalan
çocuk yetim değildir. Bu söz şu anlama gelir: Anne eşinin ölümünden sonra evlenmeyip
kendisini tümüyle çocuklarına ve sonra da çocuklarının çocuklarına adar.” (s. 49)
Nâdir’in eşine gelince; o Beyrut’un Ayşa el-Fahhar köyünden, Beyrut’un diğer tarafına
göç eden bir ailenin kızıdır. Aile orada Senin Dağı’ndaki bir tepenin üst kısmında bulunan
küçük bir eve yerleşir. Eşinin arkadaşlarının ve akrabalarının sayısı oldukça fazladır. Bütün bu
ilişkiler ve mücadeleler arasında anne Kadîre Hanım, çocukları için parlak bir gelecek
arzulamaktadır. Özellikle eşinin, kafasında sürekli hasar bırakacak bir trafik kazası geçirmiş
olmasından sonra onun taksi şoförlüğüne devam etmesini şiddetle reddeder. Bu nedenle Kadîre
Hanım, eşini Amerika’ya göç etmesi için sürekli cesaretlendirir. Bunun üzerine eşi, Toledo ve
Ohayo’ya gider ve orada vatandaşlık alıp ailesini yanına çağırmadan önce yalnız başına yedi
sene geçirir. Ülkesinde kendisini, kendisinin sultanı gibi hisseder. Fakat Amerika’da durum
böyle değildir. Amerika’da kendisini büyük bir buğday tanesinin içerisinde sürünen bir karınca
gibi hisseder ve büyük ayakların onu ezmesinden korkar. Aile bir süre sonra Detroit’e yerleşir.
Eşinin tüccar dayıları da orada yaşamaktadırlar.
Eşi ve ailesi çok fakir olmalarından ötürü Detroit’te büyük bir hayat mücadelesi verirler.
Eşi eğitimini tamamlayamadan okuldan ayrılır, önce bayan kıyafetleri satan bir depoda ve daha
sonra da sağlık sigortası hizmeti veren bir şirkette muhasebeci olarak çalışmaya başlar. Büyük
kardeşi eğitimini tamamlar ve mühendis olarak mezun olur. Küçük kardeşi Mansûr kızlara olan
ilgisine rağmen yine de çalışmaktan zevk almaktadır. Nâdir eşiyle, eşi ülkesine yani Beyrut’a
döndükten sonra evlenir. Aynı şekilde büyük kardeşi de ülkesine döner ve orada güzel bir kızla
evlenir. Mansûr ailesinin kararları karşısında aciz kalır. Çünkü Amerikalı Katolik bir kıza âşık
olur ve kızın ailesi ona dinini değiştirip, kızlarıyla kilisede evlenmesi hususunda ısrar
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
309
İlknur Emekli
etmektedir. Mansûr kızın ailesinin bu talebini reddedince; aile kızlarını da yanlarına alıp onu bir
daha sonsuza kadar göremeyeceği bir yere Kuzeye, çok uzaklara göç eder.
Eşinin ailesi fakirlik dolu günlerden ve sıkıntılardan sonra evlere, arabalara, çok sayıda
mala mülke ve zenginliğe sahip bir aile haline gelir. Ancak bu mutlulukları uzun sürmez. Çünkü
bir gün büyük kardeş babasını, halasını, eşini ve küçük kızını alıp Boston’a bir seyahate götürür,
fakat Boston’a varamazlar. Çünkü New York-Seru yolu boyunca giderlerken arabalarının lastiği
patlar, bunun üzerine araba hızlıca yoldan çıkar ve bir köprünün bariyerlerine çarparak durur.
Erkek kardeşi, onun karısı ve halaları hemen orada hayatlarını kaybederler. Babaları ise
hastaneye götürülürken yolda ölür. Küçük kız ise izleri bir ömür boyu sürecek bir şekilde
yaralanıp zarar görür. Babaannesi yıllar boyunca ona bakıp, ilgilendikten sonra o, hâlâ bir
hastanede makinelere bağlı bir şekilde yaşamını sürdürür. Doktor onlara kaza meydana
geldiğinde küçük kızın beyninin, tıpkı bir yumurta gibi kırılarak, yumurta sarısının beyazıyla
karıştığını söyler. Polisler Detroit’teki eve geldikleri zaman eşinin annesi, o esnada evde, henüz
on beşinci ayına girmeden anne ve babasını kaybederek yetim kalan torunuyla birliktedir.
Polisler hiçbir ön hazırlık yapmadan anneye durumu özetleyerek haber verirler ve hızlıca oradan
ayrılırlar.
O üzücü kazadan kısa bir süre önce ailesinin tüm itirazlarına rağmen Amerikalı başka
bir kızla evlenen Mansûr, evinin içerisinde koyu renkli bir bulutun içerisinde yaşıyor gibidir. Bir
anda bütün herkesle olan ilişkisini keser ve üstüne yığılan sorumlulukları yalnız başına nasıl
taşıyacağını düşünür. Eşi ise Mansûr’un bu duruma nasıl alışacağını bilmeden zavallı bir şekilde
onun kendisini toplamasını beklemektedir.
Bütün o acı dolu günlerden sonra Nâdir ve eşi evliliklerinin yirmi altıncı yıl dönümünü
kutlamak üzere, alışıldık partilerin dışında bir şey yapmaya karar verirler ve birlikte bir
seyahate çıkarlar. Washington’da Senenduh Dağları’nda kısa süreli bir yolculuğa çıkarlar. Hem
eşi hem de Nâdir gördükleri muhteşem manzara karşısında şaşkına dönerler. Eşi özellikle
karşılaştıkları yaban hayvanlara büyük bir ilgi gösterir ve sürekli fotoğraflar çeker.
Ḥalîm Bereḳât’ın hacim olarak küçük, fakat olay örgüsü ve şahıs kadrosu bakımından
oldukça zengin olan “Tâ’iru’l-Hûm” romanının, yazarın Nâdir adındaki kahramanı esas aldığı
otobiyografik bir roman özelliğine sahip olduğunu ifade etmek mümkündür. Otobiyografik bir
roman olmasından ötürü anlatıcının sürekli hatıralara başvurması ve özetleme tekniğini
kullanması oldukça normal bir durumdur. Kişilerin geçmişle olan bağı, hayat karşısındaki
zorlukları, yaşadıkları acılar, sürgün, göç, Kafrûn kasabasına duyulan özlem, nehirler, yoksulluk
ve çocukluk hatıraları romanda öne çıkan konulardan bazılarıdır.
Romanın dikkat çeken yönlerinden biri, kurgusudur. Yazar eserinde birçok şahsın
hikâyesini ayrı ayrı ele almaktansa, kendi hayat hikâyesi içerisinde onlara değinmek suretiyle
romanını şekillendirmiştir. Tabii bunu yaparken ayrıntıya çok fazla girmemiş ve özetleme
tekniğine başvurmuştur.
Anlatımda hatıralar kadar nehirler, şelaleler ve dereler de yazar için büyük bir öneme
sahiptir. İçerisine geçmişin, şu anın ve geleceğin karışmış olduğu su, yazarın ruhundaki gizli
saklı kalmış şeylerin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Nehirler, diğer bir ifadeyle çaylar ve
dereler, Kafrûn’daki çocukların çıplak vücutlarını ve genç kızların üzerini örtmektedir. Anlatıcı
kahramanın hatıralarında Amerika’daki Potomac Nehri Şelaleleri ile Kafrûn’da bulunan
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
310
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
Mehade Şelaleleri adeta birbirine karışır. Çünkü o, geçmişten fışkırıp çıkan şelalelerin bir
hayranıdır.
Romanın diğer bir özelliği yazarın anlatımda duygu dolu bir anlatım biçimini seçmiş
olmasıdır. Nâdir’in özellikle hasta yatağındaki babasıyla olan samimi, fakat endişe dolu
diyalogu ve annesinin gece geç bir saatte ışığı yakmadan merdivenlerden yuvarlanıp düşmesi
karşısında Nâdir’in saatler boyunca onun başucundan bir an olsun ayrılmaması bunun açıkça
ispatıdır. Yazar bu şekilde baba ile oğul ve anne ile oğul arasındaki ilişkiye önem vermiştir.
Yoksulluk ve zenginlik romanın özellikle çocukluk hatıraları bölümünde yazarın en çok
değindiği konulardan biridir. Nâdir’in çiftçi bir ailede doğup büyümesi, babasının katırıyla yük
taşıyarak çok az bir para kazanması, babasının ölümünden sonra annesinin parasızlıktan ötürü
Beyrut’a göç edip orada zenginlerin evlerinde hizmetçilik yapması ve borcunu ödeyebilmek için
eşinin hediyesi olan dikiş makinesini satması anlatıcı kahramanın zorluklarla dolu bir çocukluk
dönemi yaşadığını açıkça göstermektedir. Yazar Beyrut’taki üniversite yıllarıyla ilgili şunları
söyler.
“ Okulumun zengin bir muhitte olmasından ötürü, oraya daha çok zengin ailelerin
çocukları geliyordu. Sürekli annemin yaptığı işi sorguluyorlardı. Zengin insanlarla olan
ilişkilerimde bir gün olsun mutlu olamıyordum. Onlarla olan ilişkilerimin aslında aşağılama ve
küçük düşürülme temelleri üzerine inşa edildiğini sürekli hissedebiliyordum. Özellikle de bu
durum acıma ve şefkat kelimeleriyle tamamlandığı zamanlarda, bunu daha çok hissetmeye
başlıyordum. Bu nedenle o kelimelerden şimdi bile hiç ama hiç hoşlanmıyorum. Zengin
çocuklarla olan ilişkilerim, özellikle okulda başarılı olup onlardan yüksek bir not aldığım
zamanlarda daha çok geriliyordu. Arkamdan sürekli olarak şöyle sesleniyorlardı: Fakir
tembelliğinden ötürü fakirdir!” (s. 143)
Yazar için doğup büyüdüğü kasaba olan Kafrûn’da yaşanan olaylar oldukça önemlidir.
Bu olaylardan biri de romanın ilk satırlarından itibaren okuyucunun dikkatini çeken Humâ
kuşlarının gelişidir. Yazar bu gelişi büyük bir ustalıkla ve tasvir tekniğine sıkça başvurarak
aktarmaya çalışır:
“ Siyah büyük kanatlarını ve beyaz göğüslerini kontrol ederek kanatlarını açabildikleri
en son noktaya kadar açıp çırpıyorlardı. Bulut gibi havada kayıp gidiyorlar, yıldırım gibi her
şeyi yerle bir ediyorlar, ilah gibi yükseliyorlar, güneş gibi tüm güçleriyle bulundukları yerde
kalıyorlar, yükseliyorlar, iniyorlar ve sonra tekrar yükseliyorlardı. Öyle ki, bu kuşlar bulutlardan
arındırdıkları muazzam ve sonsuz bir gökyüzüne böylece sahip oluyorlar ve beyaz küçük
bulutlardan bir tutam alarak şeffaf kemerlerle süsleniyorlardı. Sonsuz gökyüzünde suyun
oluşturduğu aynada göğsüne bakan bir genç kız gibi gökyüzünün şeffaflığından ve
doğallığından büyülenmiş bir şekilde dolaşıyorlardı.
Sonra her şey değişiyor ve bir anda kuşların üzerini büyük bir kargaşa hali kaplıyordu.
Aralarında korkunç bir patlama meydana gelmiş gibi bir anda etrafa daireler oluşturarak
dağılıyorlardı. Kanatları tıpkı bir kalp gibi büyük bir ızdırapla ve sıkıntıyla çarpıyordu. Kuşlar
gibi gökyüzü de bir anda değişiyordu. Gökyüzünün mavi, saf ve sessiz sınırları silahların
ateşlendiği yerde, gri renkli küçük bulutlardan bir tutam alarak lekeleniyor gibiydi. Humâ
kuşları ürküyor ve farklı farklı yönlere dağılıyorlardı. Sonra aralarında şiddetli bir çığlık
yükseliyor ve kuşların bir kısmı derin vadilerdeki zorunlu ölümlerine doğru hızlıca
düşüyorlardı. Önce havada tüyleri uçuşuyor ve sonra kendileri yavaşça düşüyorlardı.” (s. 26)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313
311
İlknur Emekli
Anlatımda dikkati çeken bir özellik de yazarın ülkeler ve milletler arasında önemli
kıyaslamalar yaparak, onu kahramanı Nâdir’in ruh haliyle bütünleştirmesidir. Nâdir Kafrûn
kasabasından Beyrut’a geldiği zaman Burc Meydanı’nda onu şaşırtan en önemli şey kadınların
hiç utanıp çekinmeden oldukça açık kıyafetler giyinmeleri olmuştur. Nâdir’in bu şaşkınlığı
eşiyle birlikte Washington’a gittiği zaman daha da artmıştır. İlk olarak dikkatini elinde asasıyla
dolaşan saçı sakalı oldukça uzun Hıristiyan bir genç çeker. Dudaklarını boyamış, küpe ve kolye
takmış, ayrıca bayan ayakkabısı giymiş başka bir delikanlı gördüğü zaman şaşkınlığı daha da
artar. Caddede büyük bir kalabalığın ortasında müzik eşliğinde kendi etrafında dönüp dans eden
küçük bir köpek gördüğünde artık ne söyleyeceğini bilemez.
Yazarın küçük bir çocukken yere düşmesine şahit olduğu yaralı Humâ kuşu, kötülükle
ve her türlü baskıyla etrafı kuşatılan Arap düşünürü Bereḳât için zaman içerisinde bir simge
haline gelmeye başlar. Ki bu simge dünya üzerinde hem kendisi, hem de milleti için bir
özgürlük, hürriyet ve kurtuluş yolu arayarak sevinçte ve hüzünde, fakirlikte ve zenginlikte,
sevgide ve nefrette, doğuda ve batıda, yaşamda ve ölümde, kısacası insanın yaratılışındaki
çelişkilerle ilgili çözüm yolları aramaktadır.
Öyle ki, Nâdir de tıpkı o yaralı Humâ kuşu gibi hem kendisini, hem de içerisinde
yaşadığı toplumu isyan etmeye, bağımsızlığa, hayatın tüm aşamalarında bir şeylere karşı
direnmeye ve eşitliğe adamış bir haldedir. Hatta annesini ve babasını da yavaş yavaş ölümü
bekleyen o yaralı Humâ kuşuna benzetmektedir.
Berekât, Humâ Kuşu adını verdiği bu romanında gökyüzünde süzülerek uçan, taklalar
atan, fakat avcıların ateş etmeleriyle bir anda darmadağın olan kuşları, işgal edilen Arap
topraklarında yaşayan halkına benzettiğini şu sözleriyle açıklamaktadır:
“ Humâ kuşları, açlıklarını ve susuzluklarını unutmuş bir şekilde evlerinden çatılara ve
tepelere doğru paslı silahlarını alarak çıkmış olan avcıları görmezlikten gelerek oyun oynamayı
sürdürüyorlardı. Tedirginlik ağları gibi uzun bir süreden sonra kulağıma bir kez atılan silah
sesleri geldi. Sonra bu silah sesleri sıkıntı içerisindeki kalp atışları gibi peş peşe gelmeye
başladı. Bunun üzerine kuş sürüleri, bıktırıcı ve uzun bir barış döneminden sonra savaş ilan
edilmiş gibi çığlıklar atarak her yönden farklı taraflara doğru yayılmaya devam etti.” (s. 26)
SONUÇ
Halîm Berekât’ın toplumsal içerikli bu çalışması, Arap toplumunda zaman içerisinde
şartların ve toplumsal ilişkilerin nasıl değişip daha da kötüye gittiği hakkında bilgi veren bir
araştırma, ayrıca hemen hemen her Arap ülkesinde yaşanan sosyal ve siyasi etkileşimleri ve
başa çıkılamayacak kadar güç meseleleri ele alıp işleyen bir seçki niteliğindedir. Yazar, bu
şekilde Arap halkının yalnızlık, göç etme, çağdaşlaşma ve taklit etme gibi önemli şahsi
meselelerini, Doğu-Batı, geçmiş-gelecek, toplumsal-kişisel ve bir topluluğa veya bir millete
dâhil olmak gibi hususlardaki şahsi yetinme duygularını ele almaya çalışır. Diğer bir ifadeyle bu
çalışma, yazarın otuz altı yıllık araştırmalarının, sosyal ve kültürel çalışmalarının bir sonucudur.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313
312
Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan
İncelenmesi
KAYNAKLAR
BEREKÂT, Tâ’iru’l-Hûm, el-Ehâlî, (2. Baskı), Beyrut 1988.
EL-FAYSÂL, en-Nakdu’l-Edebiyyu’l-Hadîs fî Sûriye, Dımaşk 1992.
EL-FAYSÂL, Mu‘cemu’r Rivâ’iyyî’l-‘Arabî, Trablus 1995.
EL-KİYÂLÎ, el-Edebu’l-‘Arabiyyu’l-Mu‘âsır fî Sûriye (1850-1950), Dâru’l-Ma‘ârif, Kahire
1968.
DEKKÂK, Târîhu’l-Edebi’l-Hadîs fî Sûriye, Dımaşk 1965.
SAKKÛT, The Arabic Novel: Bibliography and Critical Introduction 1865-1995, AMERİCAN
Univ. Press, Mısır 2000.
SÜLEYMÂN, el-Edeb ve’l-Îdyûlûciyye fî Sûriye, Beyrut 1978.
SÜLEYMÂN, er-Rivâyetu’s-Sûriyye (1967-1977), Dımaşk 1982.
VATTÂR, Şahsiyyetu’l-Musekkaf fî’r-Rivâyeti’l-‘Arabiyyeti’s-Sûriyye, Dımaşk 1985.
YILDIRIM, Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006
313
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313

Benzer belgeler