hikaye sempozyum_yeni_dipnot.indd

Transkript

hikaye sempozyum_yeni_dipnot.indd
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK
Karaelmas Üniversitesi / Zonguldak
KURMACANIN
ÜSTKURMACAYA
DÖNÜŞTÜRÜLMESİNDE
MURAT GÜLSOY
HİKÂYELERİ
Stories Of Murat Gulsoy
in the Transformation
of Fiction to
Meta-Fiction
Özet: “Anlatılacak bir şeyin kalmadığı” bir dünyada, edebiyatı anlatmaya başlamak, kurmaca
metinlere yeni açılımlar kazandırır. Gerçeğin ne
olduğu konusunda belirsizliğin egemen olması,
bazı edebiyat çevrelerinde hem biçim, hem de
içerik olarak “salt sanatsal” yaratıcılığı, asıl hedef
hâline getirir. Kısaca, edebî metin somut yaşamı
kurgulamak yerine, kendi kurgusunu anlatmaya
başlar. Bu bağlamda Murat Gülsoy, birçok hikâyesinde yazma sürecini okurla paylaşarak, onu ikinci
bir düzlemde yeniden kurgular. Hikâyelerinde pek
çok edebî meseleyi irdeler; okuma ve algılama
sorunlarını gündeme getirir. Öykülerinde, okuyucunun elindeki metni nasıl kurguladığını anlatır.
Böylece, kurmacayı üstkurmaca düzlemine taşır.
Bu bildiride Murat Gülsoy’un Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul(1999), Bu Kitabı Çalın(2000), Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(2002), Binbir Gece
Mektupları(2003) ve Bu Ân’ı Daha Önce Yaşamıştım(2004) adlı hikâye kitaplarında konuyla ilgili
örnekler irdelenecektir.
Abstract: To start to talk about literature in
“a world in which there is nothing to talk about”
causes the fictional texts to gain new insights.
The fact that there is an uncertainty about what
the reality is makes the “solely artistic” creativity the main target in some literary contexts in
terms of both structure and content. In brief, the
literary text starts to tell its own fictional events
instead of fictionalizing the real life. Within this
context, Murat GÜLSOY fictionalizes his readers
again in a second level by sharing the writing process with them. He handles a lot of literary issues
in his stories, brings up the problems in reading
and perceiving. In his narrations, he explains how
he designs the texts in the hands of his readers.
Thus, he forms the fictionalization process again
as meta-fictionalization process. In this paper, the
examples concerning this issue in the story books
of Murat GÜLSOY named Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul(1999), Bu Kitabı Çalın(2000), Âlemlerin
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(2002), Binbir Gece
Mektupları(2003) and Bu Ân’ı Daha Önce Yaşamıştım(2004) will be handled.
Anahtar Kelimeler: Murat Gülsoy, Hikâye, Üstkurmaca, Süreklilik, Sahicilik
Key Words: Murat Gülsoy, Story, Meta-fictionalization, Permanence, Authenticity
338
anlamaya çalışır. Böylece kurmaca metin sadece
kendi oluşumuyla ilgili tartışmalar hazırlamakla
kalmaz, aynı zamanda kurmaca metinlerin dışındaki dünyanın olabilir kurmacalığına da göndermeler yapar.1
“Anlatılacak bir şeyin kalmadığı” bir dünyada,
edebiyatı anlatmaya başlamak, kurmaca metinlere yeni açılımlar kazandırır. Çağa tanıklık eden
zihinlerde gerçeğin ne olduğu konusunda belirsizliğin karşılık bulması, yazarı; dış dünyayı yeniden
üretmek yerine, farklı bir estetik anlayışa sürükler. Bundan böyle edebî eserin odağındaki felsefe,
nasıl yaşamalıdan çok, nasıl yazmalıya dönüşür.
Böylece hem biçim, hem de içerik olarak “salt
sanatsal yaratıcılık”, yazarın zihninde asıl hedef
hâline gelir. Kısaca, edebî metin somut yaşamı
kurgulamak yerine, kendi kurgusunu anlatmaya
başlar. Bu bağlamda Murat Gülsoy, birçok hikâyesinde metni nasıl kurguladığının ipuçlarını vererek, onu ikinci bir düzlemde yeniden kurgular.
Öykülerinde birçok edebî meseleyi irdeler; yazma
süreci, okuma ve algılama sorunlarını da okurla
paylaşarak, yazma deneyimini okuyucuyla paylaşır. Böylece, kurmacayı üstkurmaca düzlemine
taşır. Bu bildiride Murat Gülsoy’un Oysa Herkes
Kendisiyle Meşgul(1999), Bu Kitabı Çalın(2000),
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(2002), Binbir Gece Mektupları(2003) ve Bu An’ı Daha Önce
Yaşamıştım(2004) adlı hikâye kitaplarında konuyla ilgili örnekler ele alınacaktır.
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Kasiyer adlı öyküyle başlar. Hikâyeye, “İkinci kitabım
yayınlandıktan sonra birçok mektup aldım. Çoğunluğu beni mutlu eden, okurların hikâyelerimden büyük keyif aldıklarını belirten övgü dolu
mektuplardı.”(s. 13) cümlesiyle giriş yapılır. Yazar,
bu girişin ardından okuyucularla eleştirmenleri
karşılaştırır ve eleştirmenleri tenkit eder. Eleştirmenlerin kimi zaman yazarlardan intikam aldığına inandığını belirtir. Sonra da “Eleştirmenleri
eleştirmek, hem de bir hikâyenin içinde bunu yapmak, yakışık alır bir tutum değil, bunu bir kalemde
geçmek istiyorum.” diyerek(s. 13), kendisine gönderilen mektuplara tekrar döner. Bu mektuplarda,
katıldığı imza günü ve söyleşilerde sıkça sorulan,
“Anlatılan hikâyelerin gerçekte yaşanmış olup olmadıklarından tutun da, hikâye kişilerinin şu anda
ne yaptıklarına dek uzanan, kurmaca ile gerçeklik arasındaki bulanıklıktan doğan bir dizi soru”(s.
14) vardır. Yazar, bu tür suallere cevap vermekten
büyük zevk alır. Ancak, Gülsoy’a göre cevaplanması çok daha zor bir soru vardır ve pek çok okur,
farklı cümlelerle bu soruyu ona yöneltmektedir:
“Bir hikâye nasıl yazılır?”(s. 14). Okur, yazma sü-
“Bir Hikâye Nasıl Yazılır?”
Bilindiği gibi üstkurmaca kavramı yeni olmasına karşın uygulaması ilk romanlara kadar eskiye
dayanmaktadır. Üstkurmaca, en bilinen tanımıyla
roman teorisini roman yazma pratiği içerisinde
gösterme işidir. Farklı bir söyleyişle yazma sürecinin kurmaca metin içinde kurgulanmasıdır. Diğer
bir deyişle de yazarın kurmacayı oluşturma sırrına, okuru ortak etmekdir. Bu terim, bütün romanların esasında bulunan bir fonksiyon; ya da eğilime
işaret etmektedir. Bu noktadan bakıldığında üstkurmacanın tarihi, roman tarihinin ve tüm kurmacaların sunuş yapılarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla üstkurmacayı irdelemek, esere kimliğini
kazandıran hususların farkına varmaktır. Bundaki
temel amaç ise, kurmaca ve gerçeklik arasındaki
ilişkiye dair soru üretmek ve cevap aramaktır. Yazılan eser, sistematik olarak okurun dikkatini bu
noktaya çeker. Okuyucu, oluşturulan kurmacanın
içerisinden geçerek, kurgulanmış metindeki yapıyı
1 Yavuz DEMİR, Zaman Zaman İçinde/Roman Roman İçinde:
Müşâhedât, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2002, s. 16-17
2 Murat GÜLSOY, Bu Kitabı Çalın, Can Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2002
3 Murat Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Can
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2002
339
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
Murat Gülsoy, üstkurmacanın yazara araladığı
kapıdan özellikle ikinci hikâye kitabı olan Bu Kitabı
Çalın’la2 girer. Yazar, öykülerin içerisinde hikâyelerini nasıl kurguladığı, niçin yazdığı, edebî eserde
gerçeklik vs. konularını ele alır. Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de3 de aynı eğilimi devam
ettirir. Hikâyenin yazım süreci, kurgu ve gerçeklik,
gerçek hayatın edebiyata taşınıp taşınmaması,
öyküde sahicilik ve samimiyet, okuru metne dâhil etme vb. gibi birçok edebî mesele, edebî metin
içinde yeniden kurgulanır. Ele alınan bu sorunlar
ve bunlara verilen cevaplar, Gülsoy hikâyelerinin
karakteristik özelliğini ortaya koyar.
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
recinde nelerin olup bittiğini merak etmektedir.
Bu konu yazar için de gizemli bir meseledir ve
bazı yazarlara aynı soruyu kendisi de sormuştur.
Aldığı cevaplar, ilk bakışta benzer gözükse de ayrıntıya inildiğinde birbirinden çok farklıdır. Gülsoy,
“Her yiğidin bir yoğurt yeme tarzı vardır” diyerek,
yazarların hikâye yazma tarzına saygı duymak
gerektiğini vurgularsa da “okuyucunun yakından
tanıdığı çok başarılı bir yazarın başından geçen
bir olayı” anlatarak, bazen yazarın yazma şekline
saygı duymanın mümkün olmadığını açıklar. Bu
örnekten kastı, “dedikodu yapmak değil” “bir örnek üzerinde” okurla tartışmaktır(s. 14).
Genç kızın başından geçen olayları, öykü olarak
naklettikten sonra gerçek hayatın edebiyat ortamına taşınmaması gerektiği üzerinde durur. “Tıpta
olduğu gibi edebiyatta da bir etik değerlendirme
olması gerektiğini düşünüyorum. İnsan üzerinde
deneyler yapmanın bedeli çok ağır olmalı. Ve bence, hiçbir sanat yapıtı bir insanı mutsuz etmeğe
değmez”(s. 41) diyerek, özel hayatın mahremiyetini savunur. Böylece edebiyatta otobiyografiye de
mesafeli durduğunu belirtir. Bu bağlamda kasiyer
kız ve yazarın başından geçen olayları, kendi yazdığı öyküyle -Couller’e aykırı bir tavırla- birtakım
değişiklikler yaparak edebiyat ortamına taşır. Özel
hayatın mahremiyetini ayaklar altına almadan
kurmaca metni oluşturur. Böylece aynı konunun
gerçek hayata gölge düşürmeden de yazılabileceğini gösterir. Ayrıca, “Nasıl yazılır?” sualini, öykünün nasıl yazılmaması gerektiği üzerinde durarak
da cevaplamış olur.
Kasiyer’de hikâyenin başkahramanlarından
Betty, seçkin bir üniversitede drama okuyabilmek
için kasiyerlik yapmaktadır. NYU, İspanyol Dili ve
Edebiyatı’nda kayıtlıdır. Birgün Paul Couller ile tanışır. Couller, postmodern aşk hikâyeleri yazan ve
“yıldızı parlamakta olan” bir yazardır. Couller, art
niyetli bir yaklaşımla, kıza ilgi gösterir. Betty, aleyhinde yapılan plandan habersiz bir şeklide, kendisiyle ilgilenen bu yazara yakınlık duyar. Yazar kısa
zaman sonra genç kızı kendine âşık eder ve onunla ilişkiye girer. Daha sonra da bu ilişkiyi, Betty’nin
günlüğü ve video kayıtlarından faydalanarak, romana dönüştürür. Kısaca, genç kızın özel hayatını
yazarlık kariyerine alet eder. Kızın özel hayatı ve
Couller’e duyduğu aşk, çok geçmeden bir roman
olarak piyasaya sürülür. Couller, bu davranışı sebebiyle bazı eleştiriler alır. Ancak, yazar yaptığının
doğruluğuna inanmaktadır. Ona göre genç kız, bu
roman vasıtasıyla herkesçe tanınmış ve sıradan
biri olmaktan kurtulmuştur(s. 40).
Kasiyer hikâyesi, okuru, üstkurmaca metinlerin
belli başlı neticelerinden biri olan metin mi, metin
hakkında mı ikilemine götüren ve bu bağlamda
anlamın yapısını ortaya çıkaran deneysel bir metin olarak okuyucu karşısına çıkar.
“Neden Yazıyorsun?”
Bu Kitabı Çalın’da eserin ismiyle aynı adı taşıyan
ilk hikâyede, roman kahramanı Cem, yazara “Neden yazıyorsun?” sorusunu yöneltir. Yazar, bu suale önce, “büyük yazarlardan” okuduğu cümlelerle
üst perdeden cevap verir: “İnsanlara bir şeyler
aktarmak”, “bir şeyler ifade etmeye çalışmak”(s.
15). Cem, bu cevaptan tatmin olmaz ve ikinci bir
hamle yapar: “Bizden söz ediyor musun hikâyelerinde, buradan, arkadaşlardan?”(s. 16). Cem, yazarın hikâyelerinde gerçek hayatın yerini merak
etmektedir. “Yok canım. Hayalimden yazıyorum.
Yaşadıklarımı yazacak olsam günlük tutardım”,
cevabını alması, onu çileden çıkartmaya yeter.
“Yani uyduruyorsun! Yalan söylüyorsun. Yalan, olmamış, olmayacak şeyler yazıyorsun. Bunu yapma! Dünyada yeterince yalan var zaten! Yalanları
çoğaltmak için uğraşma.”(s. 16), sözleriyle yazarı,
gerçekçi olmaya davet eder. Cem bu davetle üstkurmaca metinlerde, kahramanın edebî eserin
şekillenmesinde yazar; ya da diğer kahramanlarla
Gülsoy, alt metin olarak Betty ile Couller’in aşk
macerasını işlerken, üst metin olarak hikâyenin
oluşumu, yazarın sorumluluğu, gerçek hayatın
edebiyata taşınıp taşınmaması, hikâyede gerçeklik sorunu, eleştirmenlerin yazar ve şairlere yaklaşımı, anlatıcı çeşitleri vs. konularını ele alır.
Yazar, hikâyede ismini değiştirerek okura sunduğu Couller’ın Amerika’da değil de Türkiye’de
yaşayan meşhur bir roman yazarı olduğunu belirtir. Betty’nin çalıştığı kitabevi de aynı şekilde
Türkiye’deki meşhur bir kitabevidir. Yazar, gerçeklerin herkes tarafından bilinmemesi için Couller’in
tersine, isimler ve mekânı değiştirdiğini açıklar.
340
sorusuna, kitabın başında olduğu gibi Yazarın
Belleği’nin ilerleyen bölümlerinde de hem kendi;
hem de okuyucu adına cevap arar. “Yazarın belleğinin dolambaçlı koridorlarında, gerçeklerin ve hayallerin girdaplı denizinde yazarla eşzamanlı olarak dolaşan” kahraman; edebî metinde şahısları
vücuda getiren yazarın Tanrı’nın insanı yaratması
gibi, mükemmelliği arayıp bulma peşinde olabileceğini söyler. Ya da kendi benliğindeki eksikliği
veya boşluğu doldurma gayretidir yazarın yaptığı.
Veyahut da, eserde canlandırdığı karakterde kendini görme, kendini bilme kastıyla yazmaktadır:
“Varolan biri neden başkalarını var etmeye çalışır
ki? Örneğin yazarımın beni yaratması(Tanrı’nın
insanı yaratması gibi), bir mükemmeliyetin sonucu mu yoksa bir eksikliği giderme, bir boşluğu
doldurma ihtiyacının bir ürünü mü? Yani bende
kendi yansımasını görmek, kendisini bilmek için
mi yazıyor beni?”(s. 105).
Bu Kitabı Çalın’da “Neden yazıyorsun?” sorusuna, kalıplaşmış ifadelerle cevap veren yazar, Yazarın Belleği’nde farklı bir yaklaşımda bulunur. Hiç
tanınmayan insanların yazarı bilmesi, okuması,
macerasına tanık olması ve bunlardan hoşlanması için: “Belki de, yazarın aklının içinde kurgulanan gelecekteki okurun ya da okurların hayali, bir
yerinden kırıyor bu yalnızlığı. Öyküler mektuplar
gibi değildir, bunu biliyorum. Yani belli bir kişiye
yazılmıyor. Evet, mutlaka tanıdığı kişiler, eşi, dostu, okuyacaktır yazdıklarını. Ama asıl olarak, hiç
tanımadığı ve bilmediği birileri için yazıyor. Kim
olduğu belli olmayan bu kişiler maceramı okusun
ve hoşlansın diye yazıyor.”(s. 104).
Yazar, kendi zihninde ‘neden yazıyorum?’ sorusunu sürekli tekrar eder. Muhtemel sebepler peş
peşe sıralanır. Bunlardan biri de gerçek hayatta sıradan bir insan olmak ve öldükten sonra unutulup
gitmektense, bir öykü kahramanı olarak sonsuza
uzanmaktır. Yazar, belki de bu kaygıdan hareketle
hikâye yazmakta ve öykülerinde kahramanlarını
bu konu üzerine düşündürmektedir: “Gerçi yazarımın belleğinden süzülüp gelen bilgiler aklımı
karıştırmaya çalışıyor. Örneğin Sherlock Holmes
gibi biri olabilmek: Şöhreti yazarınınkini gölgede
bırakan, birçokları için yazarından daha gerçek bir
kişi olan Holmes. Hatta, yazarının onu öldürmeye çalışması ve başarısız oluşu… Bunlar etkileyici
tabii. Ama benim kastettiğim, şöhret değil. Ete
kemiğe, yani bir bedene sahip olmak. Tüm sıradanlığına karşın, razıyım. Biliyorum, istediğim gibi
gerçek bir kişi olsaydım, bunun değerini bilmeyecektim. Belki bunalacaktım. Sıradan bir insan
olacağıma bir öykü kahramanı olmak daha iyidir,
diye düşünecektim. Belki de bu yüzden yazmaya
başlayacaktım. İşten eve evden işe gidip gelirken
aklımı kaçırmamak için öyküler yazacak, hatta bu
kaygılarımı gizlemek istediğim için bu konu üzerine düşünen kahramanlar yaratacaktım.”(s. 106).
Alıntıları takip eden satırlarda, yukarıda anılan ihtimal, “sıradan ve vasat” bir düşünce olarak zikredilir. Dolayısıyla sorulan suale, hâlâ doyurucu bir
Aynı öykünün ilerleyen satırlarında Gülsoy, öykülerini okunup tanınmak için yazdığını açıklar. En
azından yazma gerekçelerinden biri budur. Hiç görülmemiş, tanınmayan, nelerden hoşlanıp nelerden sıkılacağı bilinmeyen okur için hikâye yazmak
oldukça zordur. Okuyucunun zevkini, seviyesini,
sabrını vs. kestirmek olası değildir. Sırf bu bilinmezlik bile yazarı, öykü yazmaya teşvik etmekte,
yaptığı işten zevk almasını sağlamaktadır. İçinde
yaşanan zaman dilimi ve gelecekteki okur kitlesi
hakkında genel geçer bilgiye sahip olmayan yazar,
okuru dikkate almadan; ya da öyleymiş gibi yaparak, içinden geldiği gibi yazar, öykülerini: “Oysa
yazarın işi daha zor. Çünkü belki de henüz doğmamış, gelecekte bir yerlerde doğup büyüyecek ve
kitabı eline alıp okumaya başlayacak olan kişinin
neye benzediğini, nelerden hoşlanıp nelerden sıkılacağını kestirmesi pek de olası değil. Belki sırf bu
bilinmezlik hoşuna gidiyor. Ve yine belirsizlik çok
büyük olduğu için okuru hesaba katmıyor. İçinden
geldiği gibi yazıyor. Ya da öyleymiş gibi yapıyor.”(s.
104-105).
Gülsoy, ‘yazar, edebî metni neden yazar?’
341
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
tartışmasına örnek teşkil eder. Yazar, bu cümleleri
“o zaman için komik” bulur. Metinde, hayalin önemine inanır. Okurun edebî eserin “sahte-yapma”
olduğuna odaklanmasını sağlamaya çalışır. Ama
sonrasında “gerçek, yalan ve edebiyat” üçlüsünü
düşünmeğe başlar. Edebiyat dünyasında gerçekle
kurmaca arasında bir yol çizer kendine. Cem ise,
“gerçeği; ele geçirme, elle tutulur bir şey hâline
getirme”ye çalışır.
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
cevap bulunamamıştır. Ne var ki, ilerleyen sayfalarda yukarıdaki gerekçe tekrar gündeme getirilir.
Yazar, Don Kişot’un son bölümlerini tekrar okurken yazının gücüne yeniden şahit olur. Herhangi
bir hikâye veya romanda ölümsüz bir kahraman
olmayı ister(s. 113).
anlattığım. Kim olduğunu bilmediğim birine yazdığım mektuplar…”(s. 174). Bu satırların devamında yazar, Yazarın Belleği’nde açıkladığı bir sebebi
daha anar. Eserleri ve kahramanları vasıtasıyla
ölümsüz olma isteği: “Her gece ölüm korkusunu
hafifletmek için yazdığım mektuplar… Tüm hikâye
anlatıcılarının Şehrazat’ın torunları olduğunu söylemişti bir dostum. Haklı galiba. Ertesi günün ilk
ışıklarını görme umudunu taşıyan öyküler yazıyorum. Bunları sana bir mektup biçiminde gönderiyorum. Binbir Gece Mektupları…”(s. 174).
Yasadışı Öyküler’de Gülsoy, kendi hikâyeleri
üzerine yorumlar yapar. Bu değerlendirmeler
vasıtasıyla esere farklı ve aşırı anlam yükleme
ve okurun algılama sorunlarına değinir. Hikâye
kahramanı Oktay Bey’in soruşturması, bazı edebî
meselelerin yeniden ele alınması sonucunu verir. Burada yazarın neden yazdığı sorusuna yeni
bir cevap verilir. Sorunlardan kurtulmak: “Zaten
sorunlardan kurtulmanın en kolay yolunun kurgular yapmak olduğunu çoktandır biliyor ve bilerek uyguluyordum.”(s. 180). Gülsoy, alıntı yapılan
satırlardan bir paragraf sonra yazma sebebini
tekrar gündeme getirir. Okura ulaşmak, bir tane
de olsa mükemmel okuyucuyu bulmak ve anlaşılmak: “Yazılıp basılmış bir öykü bir noktadan sonra
başkalarının oluyor. Başkalarının eline geçiyor. Ne
tuhaf, zaten bunun için yazıyorsunuz. Belki de mükemmel bir tek okur için yazıyorsunuz ve adresi
bilmediğiniz için herkese göndermeye çalışıyorsunuz, ‘o’ budur umuduyla…”(s. 181).
Binbir Gece Mektupları, yazar için geleceğe, istikbaldeki okura gönderilmiş bir mektuptur. Kitap;
dokuz öykü ve dokuz parçadan oluşan bir mektuptan oluşur. Birbirinden bağımsız gibi görünen dokuz hikâyeyi okuyup, dokuz küçük mektubu okumaya başlayınca okuyucu, her bir öyküye yeniden
dönme ve bazılarını yeniden okuma isteğine kapılır. Yazar bu mektupları, bulur umuduyla bir tane
de olsa mükemmel okur için yazmıştır. Yazmayı
yaşamaya eşitleyen Gülsoy, yazmadığı zamanlarda kendini ölü gibi hisseder. Yazar yaşayabilmek
için her bir mektupla birlikte bir öykü yazıp zarfa
koyar ve okuyuculara postalar. Yazmak, onun için
hayatı ve toplumu inşa etmektir. İyilerin de var olduğu, doğruyla yanlışın ayırt edildiği bir toplum:
“Yazmadığım her an ölüyüm. Böyle hissediyorum.
Yazmanın bir alışkanlık olduğunu sanıyordum
başlangıçta. Her yanım defter, kâğıt, cümle, sözcük, harf oldu zaman içinde. Yazılmayan hiçbir
şeye inancım kalmadı. Yaşarken doğru ile yanlışı
ayırt edemediğini söyleyen arkadaşlarımla yolları
ayırdığımdan beri… sürekli yazıyorum. Yanlışların
doğruları yok etmediği bir dünya kuruyorum. Başrollere çıkıyorum.”(s. 179).
Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de
Hüthüt Kuşu adlı öyküde, on bir yazardan alınmış alıntı cümlelerin sahibini bulmaya çalışır. Bu
cümleler hakkında yorumlar yapar. İlk cümle Sait
Faik’e aittir: “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra
tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Haritada Bir Nokta’dan alınan bu cümleye yazar da
katılmakta ve sanki delirmemek için yazmaktadır.
Ancak, kimi zaman tersini de düşünür: “Evet, ben
de böyle hissederim zaman zaman. Fakat bazen
de tersini düşünürüm. Yazmanın insanı yavaş yavaş delirttiğini.”(s. 51).
Binbir Gece Mektupları’nın sekizinci parçasında
yazar, öykünün bir işlevinden söz eder. Korkuları
dışa vurmak. Gülsoy’un yazma sebeplerinden biri
de budur: “Korku yaşananları bozuyor. Her şey olduğundan farklı görünüyor o zaman. Olduğundan
daha büyük ve ayrıntılı. Öykülerde olduğu gibi.
Belki de korkularımı dışa vurmaktan başka bir işe
yaramıyor yazdıklarım(s. 186).
Yasadışı Öyküler’de bir tane de olsa mükemmel
okuru bulmak ve anlaşılmak derdiyle yazdığını
açıklayan yazar, benzer cümle kalıplarını Binbir
Gece Mektupları’nda4 da kullanır: “Hiçbir şeyden
emin olamadığım bir yerde anlatıyorum hikâyelerimi. Belki de emin olduğum tek şey bunları sana
4 Murat GÜLSOY, Binbir Gece Mektupları, Can Yayınları, İstanbul, 2003
342
zarın hikâyelerinden olmadık manalar çıkarmış,
bunlarla sahibini suçlamıştır. Gülsoy’un çıkardığı
dergiler, oralarda neşrettiği yazı ve hikâyelerden
örnekler vererek, yazarı köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadır. Öykünün sonunda ise, durum değişir.
Yazar; Devlet ve Korku Filmleri’nde olduğu gibi bu
hikâyede anlatılanların da bir kurgu ve “oyun”dan
ibaret olduğunu açıklar. Yani iki eser de hayal
mahsulüdür. Böylece eserde anlatılanların gerçek
olduğunu okura kabul ettirmeye uğraşarak “okuru
aldatmak” yerine, eserin nasıl kurgulandığını okuyucuyla paylaşarak, “samimiyet” ve “sahicilik”i selamlar. Okur, sanatsever ve eleştirmenleri, yanlış
okuma ve aşırı yorumlamalardan kaçınmaları için
uyarır ve böyle yapılan metinlere “yeniden okuma” davetinde bulunur: “Mehmet’in odaya kahvelerle girmesi, gözlerini yalan söyleyen insanlar
gibi kırpıştırması, geçmişte uzun uzun değişik
okuma biçimleri ve yanlış okumalar, aşırı yorumlamalar üzerine yaptığımız sohbetler, Mehmet’in
tuhaflıklara meraklı eniştesi, hepsi bir araya gelip
bilmecenin çözümünü ortaya çıkardı. Evet hepsi
bir şakaydı. Tam benim tarzımda bir senaryoydu
bu: Devlet ve Korku Filmleri’ndeki acayip teşkilata
benzer bir şey…”(s. 188).
Yazarına 2001 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandıran Bu Kitabı Çalın, Gülsoy’un “sahicilik” ve
“samimiyet”i aradığı bir eser olarak okur karşısına çıkar. Kitapta on iki hikâye yer alır. Bu öyküler, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’deki5 hikâyeler
gibi geçmişte münferiden neşredilip sonradan bir
araya getirilmemiştir. Yazar, Bu Kitabı Çalın’daki
hikâyeleri bu eser için kurgusal bütünlüğü sağlayacak şekilde kaleme almıştır. Eserdeki ilk hikâye,
kitaba ismini veren öyküdür. Yazar burada eserin tamamından belli bir biçimde söz eder. Son
hikâye olan Yasadışı Öyküler’de ise, kitabın geneli
hakkında yorum yapar. Öyküler hakkındaki bu değerlendirmeler, üstkurmaca metinlerin en bariz
özelliklerinden biri olan kurmaca ve eleştiri arasında bir yerde duran “sınır söylem”e işaret eder.
Hikâyeler bu yönüyle eleştiri ile kurmaca arasında
gidip gelir. Farklı bir bakış açısıyla Gülsoy hikâyeleri, eleştiri ile kurmacanın “birbirine benzemeğe
çalıştığı kesişme noktası”nda6 ortaya çıkar. Hikâye içerisinde öyküler hakkındaki yorumlar; Gülsoy
için samimiyet ve sahiciliğin göstergesidir. Okuru
hikâyede anlatılanlara inandırmaya çalışmadan,
eserdeki olayların kurgudan ibaret olduğunu ortaya koyar. İlk hikâye ve son öykü, okuyucuya iki
farklı okuma önerisi sunar. Gülsoy, son öyküsündeki yorumlar vasıtasıyla, yazara göre, “edebiyatı
edebiyat yapan temel özelliklerden biri olan sahiciliği” arkasına alır ve hikâyelerinde kurgu ile sahicilik arasında bağ kurmaya çabalar. Böylece “salt
akıl ve zekâya hitap eden” ve “edebiyata zarar veren kurgu”yu, sahiciliğin kıyısına çekmeye çalışır.7
Bütün bu süreci de bazı hikâyelerinde okuyucuyla
aşama aşama paylaşır.
Binbir Gece Mektupları, son cümlesiyle yazarın
hikâye anlayışını ortaya koyar. Hikâyelerde anlatılan bütün olaylar, yazarın şuuraltının yansımasıdır.
Yazar; hayal ürünü kahraman ve olayları, gerçek
diye okura sunmamış, onu aldatmaya çalışmamıştır. Hikâyelerini anlatırken, yazma sürecine
okuru da dâhil etmiş, neyi nasıl ve niçin yazdığını açıklayarak, okuyucuya dürüst davranmıştır.
Bu ise, eserlerine “sahicilik” katmıştır: “Bu son
mektubum. Sana karşı hep dürüst oldum. Aklımın
ve varsa ruhumun tüm kapılarını sonuna kadar
açtım”(s. 188).
Gülsoy, Yasadışı Öyküler aracılığıyla değişik
okuma biçimleri, yanlış okumalar ve aşırı yorumlamalar konusunda âdeta bir örnek metin ortaya
koyar. Hikâyenin başlangıcından sonuna kadar,
eserin gerçek olaylarla örüldüğü, birçok ayrıntının
işlenmesiyle okuyucuya hissettirilir. Hikâye kahramanı, Basın ve Yayın İzleme ve Değerlendirme
Dairesi’nde şef olarak çalışan Oktay Bey’dir. Ya-
Okuru Hikâyeye Dâhil Etme
ve Yazma Deneyimini Okurla
Paylaşma
Üstkurmaca, postmodern edebiyatın ana kurgu
öğesidir. Bu eğilim genel anlamda yazma sürecinin kurmaca metnin içinde kurgulanması demektir. Söz konusu durum, yazarın metnini nasıl
5 Murat GÜLSOY, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, Can Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2001
6 DEMİR, A.g.e., s. 17
7 Murat GÜLSOY, “Edebiyat Yapıtlarının, Günümüzde de Eşsiz
Olabilme Şansları Var”, Cumuhuriyet Kitap Eki, 2002
343
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
Hikâyede Sahicilik
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
yazdığını o metin içinde anlatması, yazma sorunlarını metnin ana izleği durumuna getirmesi
ve kimi zaman okuru metnin içine sokarak eseri
nasıl oluşturduğunu onunla paylaşması anlamına
gelmektedir.8 Ecevit’in vurguladığı okurun edebî
metne ve metnin kurgulanma macerasına ortak
edilmesi, Murat Gülsoy’un “sahicilik” ve “samimiyet” adına önem verdiği önemli bir izlektir. Bu
Kitabı Çalın, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Binbir Gece Mektupları ve Bu An’ı Daha Önce
Yaşamıştım’da9 söz konusu ana izlek, üst metin
olarak kimi öykülerde yer alır.
reçlerini konu alan edebî metinler vücuda getirirler.11 Aral’ın bu teşhisi, aşağıda görüleceği üzere
Gülsoy’un hikâyelerinde kendini açıkça gösterir.
Murat Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler adlı öykü kitabını, eserin isminin tersine, “Diğer Hikâyeler” ve “Âlemlerin Sürekliliği” şeklinde
iki bölüm hâlinde kurgular. Kitabın adı, Âlemlerin
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’dir; ancak eser “Diğer
Hikâyeler”le başlar. Böylece okuyucu, daha ilk başta, bir “oyun”la karşılaşır. Okuyucu, “Ama kitabın
asıl başlığı bu değildi” şeklinde düşünerek, Binbir
Gece Mektupları’nda olduğu gibi, kitaba sondan
başlama; ya da ilk hikâyeden sona doğru gitme
ikilemi arasında kalır. Yazara göre, bu ikilemin
neticesinde okuyucunun vereceği karar, okurun
algılayış biçimini tamamen etkileyecektir. Yani ilk
önce ikinci bölümü okuyup, sonra birinci bölüme
dönmüş bir okurun algılaması ile kitabı birinci bölümden okumaya başlayan okurun algılaması aynı
olmayacaktır.12
Ömer Lekesiz, Gülsoy hikâyelerinde okuru
metne dâhil etme tercihinin sebepleri üzerinde
dururken dünya üzerindeki büyük siyasî gelişmelere dikkat çeker. Bu çerçevede Gülsoy’un 1990
sonrasında meydana gelen Rusya’nın yıkılması,
küreselleşme vb. önemli olaylar neticesinde ideolojiler devrinin kapandığına hükmettiğini ve Toplumcu Gerçekliği de dışlayarak, tahkiyeyi bir tür
kurgusal iç yaratım süreci olarak alıp, öykülerinde
dilsel ve kurgusal işçiliği öne çıkardığını belirtir.10
Yazar bu bağlamda, öykülerinde ana izleklerden
birini eserlerinin yazılma süreci olarak belirler.
Kurmaca metne okuru dâhil eder. Neyi, niçin ve
nasıl yaptığını açıklayarak, yazma deneyimini
okurla paylaşır.
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, barındırdığı hikâyelerin takdiminde isminin ters çevrilmesiyle okuyucuya farklı bir yapı sunar. Yazar
bunu bilinçli olarak kurguladığını, ilk bölümde “Bir
hikâye nasıl yazılır?” sorusu ve bu suale aradığı
cevapla okura hikâyelerinin oluşumu konusunda
farklı bir pencere açtığını, ikinci bölümde de yine
okuyucuyu birinci bölümle ilgili düşüncelerinde
şüpheye düşürecek ipuçları verdiğini belirtir.13
İnci Aral da bu konuda Lekesiz’le aynı paralelde
görüş bildirir. 1990 sonrası Türk hikâyesini değerlendirirken, Murat Gülsoy’u da anarak, Türkiye’de
ve dünyada meydana gelen önemli olaylar sonucunda bazı genç yazarların hem birey hem de toplumsal aidiyet bakımından kendilerini yeniden tanımlama gereği duyduğunu açıklar. Bu grupta yer
alan yazarlar; tutarsızlık, görecelik, gerçek ve hayal gibi kavramlar üzerinde kafa yorar. Daha çok
‘kendi özüne dönük üst kurmaca’ metin üretmeyi
tercih ederler. Yazma deneyimini okurla paylaşır,
edebî eserde metnin oluşum sürecine okuyucuyu
da katarlar. Kendini aşamayan kent insanının yalnızlığı ve iç dünyasındaki karmaşayı kesit alarak,
duygu ve düşüncelerdeki kırılma ve çözülme sü-
Bu çerçevede hikâye yazarken hikâyenin doğuşu, gelişimi, yazar ve okurun gerçeği algılayış
biçimi, gerçekle kurgu arasındaki ilişki, okuma ve
yazma süreci vb. hakkında okuyucuya bilgi vererek, okuru öyküye ve yazarlık serüvenine dâhil
eder. Böylece edebiyat eseri, “somut ya da soyut
yaşamı anlatmaktan çok, kendini” yansıtmaya
başlar ve “objektifi kendi üstüne” çevirir. Dolayısıyla Gülsoy’un bu kitabında postmodern hikâye
ve romanları konu alan çalışmalar; ya da teorik
kitaplarda tekrar edilen şu bilgilere uygulamalı
olarak kapı aralanmış olur: “Anlatı metinlerinde
çoğu kez bir yazar anlatıcı, söz konusu metnin
8 Yıldız ECEVİT, Orhan Pamuk’u Okumak, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2004, s. 142
9 Murat GÜLSOY, Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım, Can Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2004
10 Ömer LEKESİZ, Kuramdan Yoruma, Selis Kitaplar, İstanbul,
2006, s. 98
11 İnci ARAL, “Son Dönem Türk Öykücülüğünde Arayışlar, Yönelişler”, Cumhuriyet Kitap Eki, 06/12/2001
12 Murat GÜLSOY, “Kahraman Olmayan Yazarla Bir Röportaj”, http://www.canyayinlari.com/soylesi.asp?id=10
13 GÜLSOY, “Edebiyat Yapıtlarının, Günümüzde de Eşsiz Olabilme Şansları Var”, Cumuhuriyet Kitap Eki, 2002
344
de gözlenebilmektedir: “Gerçi görünüşe bakılırsa
burada yalnızız. Yazar ve benden başka hiç kimse
bu sürece tanık olmuyor. Beni de adamdan sayarsak tabii. Belki de, yazarın aklının içinde kurgulanan gelecekteki okurun ya da okurların hayali, bir
yerinden kırıyor bu yalnızlığı. Öyküler mektuplar
gibi değildir, bunu biliyorum. Zaman zaman yazar
ne biliyorsa ben de biliyorum gibi geliyor. Sanırım
bilgi konusunda cimri davranmıyor. Yani belli bir
kişiye yazılmıyor”(s. 104).
Gülsoy, Ecevit’in ifade ettiği anlayış doğrultusunda eserde yer alan ilk hikâyeden itibaren üstkurmacanın yazara verdiği imkânları kullanarak,
kahraman, olay, mekân ve zaman unsurlarıyla
oynamağa başlar. Ecevit, postmodernizmin yazara sağladığı bu imkânı şöyle ifade eder: “Edebiyatın konusu, ne gerçekçilerin dış dünyası, ne
de romantikler ve modernistlerin iç dünyalarıdır
artık. Belki de, Beckett’in dediği gibi “anlatılacak
bir şeyin kalmadığı” bir dünyada edebiyat kendini
anlatmak zorunda kalmıştır. Gerçeğin belirsizleştiği, klişe kalıplarla üretilip tüketime sunulduğu
bir çağın sanatçısı, kendisine sürekli yabancılaşan
bir dünyayı yeniden üretmek yerine, rotayı farklı
bir estetik doğrultuya kaydırmıştır; salt sanatsal
yaratıcılığı, hem biçim hem de içerik/motif düzleminde odağa almış, onunla oynamaktadır.”15
Kasiyer’in başkahramanı Betty, Paul’ün hediye
ettiği deftere iç dünyasında kopan fırtınalar ve
kendi çevresiyle ilgili duygu ve düşüncelerini kaydetmeğe başladığında ev arkadaşı Sarah’nın birgün bu defteri okuma ihtimali olduğunu düşünür.
Bu ihtimal, Betty’nin deftere geçirdiği duygu ve
düşüncelerini “birazcık çarpıtır”; ancak genç kız
bunun farkında değildir. Gülsoy, Betty’nin günlüğe yazdıklarından hareketle yazarların söz konusu durumu sürekli olarak yaşadığından bahseder.
Kimi yazarlar, bu süreci, okuyucuyla bir deneyimi
paylaşma fırsatı olarak görür. Kimileri ise, bu süreçte okurun duygularını sömürme ve onu aldatma peşinde koşar. Gülsoy bu bağlamda konuyla
ilgili kendi bakış açısını şöyle açıklar: “Oysa yazarlar bu durumu hep yaşarlar. Yazdıklarının birgün
okunacağını bilerek yazmak edebiyatı zorlayan,
çekiştiren ve belki de edebiyatı edebiyat yapan
en ilginç mekanizmalardan biridir. Böylesine yalnız icra edilen başka bir gösteri sanatı yoktur. En
gencinden en yaşlısına, en ustasından en acemisine tüm yazarlar okurun nefesini zaman zaman
enselerinde hissederler. Bazıları bu durumla kolay başa çıkarlar, bazılarıysa (Paul gibiler) bunu
sömürürler. Okuru, bir deneyimi paylaşan eşiti
gibi değil de kandırılacak bir cahil olarak gören bu
yazarlardan her zaman uzak kalmaya çalıştım.”(s.
34).
Bu Kitabı Çalın’da Yazarın Belleği ismini taşıyan
öykü, bir hikâye kahramanının var olma sürecini
konu alır. Şekillenmekte olan hikâye kahramanı,
yazarın belleğinde dolaşarak, orada canlanan
düşünce, duygu ve hayalleri, açığa vurur. Bu durum, hem roman kahramanı; hem de okuyucuya
“yazarın belleğinin koridorlarında onunla birlikte,
eşzamanlı olarak gezinebilme ve bir dedektif gibi
ayrıntıları eşeleyebilme özgürlüğü”(s. 99) verir.
Bu sayede okur, yazarla birlikte öykünün şekillenmesini adım adım takip eder.
Yukarıdaki satırların devamında, metinde şekillenmeye başlayan kahraman, yazarın zihninden
geçen duygu ve düşünceleri okuyucuya yansıtmaya devam eder. Yazarın zihinde canlandırmaya çalıştığı kahraman, orada neler olup bittiğinin
sadece yazar, kendisi ve bir de okur tarafından
bilinebileceğini açıklar. Yazar, belleğini kahraman
vasıtasıyla okura açmıştır ve böylece hikâyenin
nasıl şekillendiği okuyucu tarafından net bir şekil-
Üstkurmacanın el belirgin özelliklerinden biri,
“roman yapma” konusu ile dolaysız ilgisidir. Üstkurmaca metinler, “Yeni roman” yazarları gibi,
dolaylı biçimde eski biçimleri eleştirmeden, kurmaca, gerçeklik ve sanatçı arasında hiçbir dolaylı
söyleyişe gerek duymadan “roman yapma” konusunu ele alır. Bu anlayış doğrultusunda okur,
her vesileyle metin içinde yer alır. Hatta zaman
zaman okuyucu, sanki yazılmakta olan romanın
14 Yıldız ECEVİT, Türk Romanında Postmodern Açılımlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 98
15 A.g.e., s. 99
345
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
nasıl kurgulandığını anlatır okuruna, onunla kurgu sorunlarını tartışır. Metnin kişileri ise farklı bir
ontolojinin insanlarıdır; onların etten kemikten
çok, dilden oluşmuşlukları vurgulanır; yaşadığımız dünyada değil, kitap sayfalarında var olurlar.
Postmodern edebiyatın öncüsü Beckett, onlara,
sözcükten adam anlamında, homo logos der”14
başarı kaydetmiştir.17
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
şekillenmesini kurmaca kahramanlarla tartışır.
Bütün bunlar ise, okuru yazılı olanı “sahte/yapma”
bir sanat olarak algılamaya zorlar; eserin gerçekçi etkilerini azaltarak, bütün dikkati kendi üzerine
çeker.16
Hikâyede Gerçeklik
Âlemlerin Sürekliliği ve Gerçek Hikâyeler’de,
edebî eserde gerçeklik ve kurmaca, ana izleklerden birini oluşturur. Yine edebiyatta ve hayatta
süreklilik diğer bir izlek olarak okur karşısına çıkar. Burada yazar tarafından vurgulanan asıl gerçeklik, edebiyatta ve hayatta cari olan sürekliliktir.
Kitabın tamamı, bu sürekliliği vermek üzere kurgulanmıştır. Daha kitabın başında yer alan Kasiyer
adlı öyküde bunun ipuçları verilir. Kasiyer’de “Bir
hikâye nasıl yazılır?” sorusuna cevap aranırken,
öykü kahramanlarından biri yazar olarak seçilir.
Hikâyedeki bu yazar da kendi öyküsü içerisinde
başka bir yazar kahraman vücuda getirir. Gülsoy,
bu süreci, iç içe giren bir ayna olarak düşünür.
Kendisi bir yazar kahraman yaratmış, o kahraman
da başka bir kahraman yazarı ortaya koymuştur.
Bundan maksat sürekliliği sağlamaktır.18
Verilen bu bilgilere paralel olarak Yazarın
Belleği’nde hikâyenin kahramanı “sevgili okur”u
muhatap kabul eder ve hikâyenin oluşum ve gelişimini onunla tartışır(s. 98-119). Binbir Gece
Mektupları’nda Gerçekliğe Bir Adım Kala adlı öyküde de hikâyedeki yazar ile hikâye kahramanları
arasında, öykünün oluşumu tartışılır. Hikâye kahramanı Enis ve Hikmet, hikâyedeki yazar kahramandan bir öykü anlatmasını isterler. Hikâyedeki
kahraman da o sırada bir öykü uydurur. Hikâyenin
devamı ve bir olayın sebebi kurmaca kişilerle yazar arasında tartışılır. Yazar, neyi nasıl yazacağı
konusunda kararsız kalır(s. 66). Hikâyeyi tamamlayamaz. Hayalî kahramanların kurmacayla gerçeğe dönüştüğünü düşünür: “Dış dünya arabanın
camlarını yalayıp geçerken Tayfun Abi’nin hayalimde canlanmış yüzü gözümün önünden gitmiyordu. Benim laf olsun diye uydurmaya çalıştığım
hikâyenin kahramanı ile hiçbir ilgisi yoktu. Şu
anda, şu saniyede bir yerlerde yaşamını sürdüren
talihsiz bir adamdı o. Hikâyesini bildiğim için gerçekti artık”(s. 67).
Gülsoy, hikâyedeki yazar kahramanı vasıtasıyla
soyut ve bütünüyle somut bilgiler içeren edebî
metinden yana olmadığını belirtir. Yazar, bu öyküde kötü niyetli insanlardan çekinerek, öyküde
bahsedeceği gerçek kahramanların, mekân ve
ülkenin ismini değiştirir. Hikâye, bir kitabevinde
başlar. Okuyucu tabii olarak, hikâyenin geçtiği
mekânı, merak edecektir. Kitabevi nerededir, ismi
nedir, nasıl bir binanın içindedir? Gülsoy, sözü buraya getirdiğinde, geçmişte kendisinin de tercih
ettiği hikâyede belirsizlik üzerine ne düşündüğünü açıklar: “Hani bazı hikâyeler vardır, başından
sonuna kadar ne kahramanların ne de mekânların
adı söylenir, her şey üçüncü tekil şahısların bulutsu belirsizliğine bırakılır, işte o tür metinlerden hiç
zevk almıyorum artık. Zamanında ben de benzer
bir çekingenlikle, tüm kahramanlarının soyut birer
“O” zamiri ile yaşamak zorunda kaldığı hikâyeler
yazdım. Şimdi çoğunu anımsamıyorum bile.”(s.
15). Yazar, örnek vereceği olayda, yazar ve kitabevinin çok tanındığını bu sebeple bunların ismini
değiştireceğini açıklar. Kişi adlarını değiştirmek
büyük bir meseledir. Yer adları ise, daha da büyük
Binbir Gece Mektupları, Gülsoy hikâyelerinin
gerçekle hayal arasında şuuraltından yansıyan
eserler olduğu açıklamasıyla sona erer. Yazar,
hikâyelerinde anlattıklarına okuru inandırmaya
çalışmamış, onu aldatmaya kalkmadan yazdıklarının gerçekle hayal arasında olduğunu belirtmiştir.
Bu durum, yazar için önemli bir dürüstlük göstergesidir. Gülsoy, öykünün son paragrafında, -yine
hayalle gerçek arasında- hikâyelerini yazarken
zihninden neler geçtiğini ve hayallerini de okurla paylaştığını ifade etmiştir: “Bu son mektubum.
Sana karşı hep dürüst oldum. Aklımın ve varsa
ruhumun tüm kapılarını sonuna kadar açtım. Bu
yüzden çıkan rüzgâr birçok tuhaf nesne ve görüntüyü canlandırdı.”(s. 188). Gülsoy’un hikâyelerinde buraya kadar anlatılan tercihi, yani hikâyeyi
ve onun öyküsünü okurdan esirgememesi, Füsun
Akatlı’ya göre, yazarın öykülerinden “katmerli
zevk” alınmasını sağlar. Yazar, bu yolla büyük bir
17 Füsun AKATLI, “Kurmacanın Gerçeğe Çelmesi”, Radikal
Kitap Eki, 31/05/2002
18 GÜLSOY, “Kahraman Olmayan Yazarla Bir Röportaj”,
http://www.canyayinlari.com/soylesi.asp?id=10
16 DEMİR, A.g.e., s. 20
346
anlatılanların gerçek hayatta yaşandığını tekrar
vurgular: “Bu noktada bir parantez açmama izin
verin. Biliyorum bu tarz bir anlatım, yani anlatıcının hikâyeyi bölüp araya girerek birtakım düşüncelerini öne sürmesi hem eski ve gözden düşmüş
bir üslûba işaret eder hem de modern okurun canını sıkar. Araya girip ne söylerseniz söyleyin, okur
‘bırak da bunları hikâye kendisi anlatsın, tercümana ne gerek var’ diye yüzünü buruşturur. Ben samimi bir edebiyattan yanayım; fakat bunun istismar edilmesini de hoş karşılamam. Burada araya
girmemin nedeni birtakım veciz düşünceler öne
sürerek okurun dikkatini dağıtmak değil. Başta da
söylediğim gibi bu hikâyede anlattıklarımın hepsi
burada bizim şehrimizde yaşandı ve yaşayan kişileri ve mekânları başka bir ülkeye taşımaktaki
amacım, kötü niyetli kişilerin hedefi olmaktan
kurtulmaktı. Ve ne yalan söyleyeyim, başlangıçta
bundan biraz da korkmuştum. Ne de olsa kültürel
ve sosyolojik farklılıklar olduğunu düşünüyor ve
bunlar hikâyenin özünü bozabilir endişesi taşıyordum. Fakat şu âna kadar gerçekten bir milim bile
sapmadık. O öğlen Betty ile Paul gerçekten de pizza yediler. Yani birçok ayrıntıyı hiç değiştirmeme
gerek kalmadı. Merak edenler için söyleyeyim, tek
yaptığım değişiklik kitabevini biraz büyütmüş olmak. Gerçek Betty’nin çalıştığı kitabevi tek kattan
oluşuyor ve birkaç masadan ibaret bir kafeteryası
var. Fakat bu hikâyeyi bir on yıl önce anlatmaya
kalksaydım oldukça fazla ayrıntıyı değiştirmek
zorunda kalacaktım. Gerçi, on yıl önce böyle bir
yazar tipi ülkemizde barınamazdı diyebilirsiniz.
Doğrudur, ancak henüz bunu söyleyebilecek kadar
tanımadınız Paul Couller”i.”(s. 22).
Yazarın Amerika’da kasiyer olarak çalıştığını
söylediği Betty, babasının ölümü üzerine arkadaşı Sarah ile kalmaya başlar. Gülsoy’a göre, Sarah,
“bambaşka bir hikâyenin konusu”dur ve “Betty’nin
hikâyesinde küçük bir rolü olacaktır”(s. 16-17).
Betty ile Sarah, kısa zamanda dost olamaz. Yazara göre bunun en önemli sebebi, çağdaş dünya’dır:
“Ne de olsa insanlar birbirlerinin yaşamına çok da
fazla giremiyorlar. Çağdaş dünya, insanlarla aramızda neredeyse tek bir kapının açık kalmasına
izin veriyor: sevgililik kapısı. Onun dışındaki kapılar sıkı sıkıya tuğla ile örülmüş…”(s. 17). Yazar;
Betty ile Sarah’dan bahsettiği bu kısımda hikâyenin “giriş” bölümünü hazırlar. Betty, gerçek yazar
değil de hikâyenin kahraman yazarı ile tanışır.
Böylece o da, hikâyenin kahramanı olur: “Ve bir
gün, Betty’nin bu hikâyenin kahramanı olmasını
sağlayan olay oldu. Paul ile tanıştı.”(s. 17). Gülsoy, buraya kadar hikâyede anlatılanların gerçek
hayatta yaşandığını bildirir. Ancak, diğer taraftan
da anlatılanların bir hikâye olduğunu ve hikâyenin
nasıl yazıldığına dair “bir örnek üzerinde tartışılmaya” başlandığını ifade eder. Betty, Couller’i ilk
gördüğünde Couller, yeni kitabının malzemesini
oluşturmak kastıyla genç kızı çoktan gözüne kestirmiştir. Betty’ye daha önce tanışmadıkları hâlde
onu etkileme ve onunla ilgilendiğini hissettirmek
için ismiyle hitap eder. Farklı zamanlarda onu ziyaret eder ve genç kızı kendine bağlamağa çalışır.
Paul, Betty’nin çalışma ve izin saatlerini öğrenerek, genç kızla ilgilenir. Sonunda onu kendine
bağlar. Betty, Couller’ın sahip olduğu şöhret ve
gücün etrafında hayaller kurmaya başlar. Hikâyenin kahraman yazarına ait ‘Yitik Cennet’ adlı hikâye kitabını satın alır. Betty, eserin ilk üç hikâyesini
okur. Bunlardan hareketle Paul’ün zeki ve duyarlı
bir insan olduğu sonucuna ulaşır. Yazar, Betty’nin
hayaller kurarak Yitik Cennet’e sarılıp uyumasını
fırsat bilerek, olayın akışını tekrar keser ve araya girerek, Paul hakkında yorumlar yapar: “Şimdi bırakalım Betty ‘Yitik Cennet’e sarılıp uyusun.
Zor bir gün geçirdi ve gelecek günler onun için
Gülsoy, iki kahramanın tanışması ve ilk intibaları
okuyucuya aktardıktan sonra hikâyenin yazarı olarak olayın akışını kasıtlı olarak durdurur ve eserde
347
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
bir sorundur. Burada örnekler vererek, hikâyede
gerçeklik sorununa değinir: “Şimdi Vehbi Kitabevi
desem birçok okuyucu bunun Remzi Kitabevi olduğunu düşünecektir. Çünkü bazı yazarlar böyle
yaparlar: Benzer seste adlar vererek bir biçimde
yazdıkları hikâyenin gerçekliği hakkında ipuçları
verirler. Tabii tersini yapan yazarlar da yok değil:
Tamamen kurmaca olan bir hikâyeyi inandırıcı kılabilmek için gerçek mekânlardan sonuna kadar
yararlanmaya çalışanlar… Ben biraz önce saydığım nedenlerden dolayı ikisini de yapamayacağım. O yüzden kahramanlarımızı başka bir ülkeye,
bambaşka kimliklerle taşıyacağım. Sakıncası yoksa, olaylarımız New York’ta geçiyor.”(s. 15-16).
rakterleri üzerine değerlendirmelerde bulunur.
Okuyucuyu karşısına alarak söz konusu kahramanlar üzerine onunla sohbet eder. Bunun en
güzel örneği, Diğer Hikâyeler’de görülür. Bu bölümün ilk öyküsü Kasiyer’de Betty ile Sarah, zamanla iyi bir dost olur. Sarah iyi niyetli, samimi
ve dost canlısı biridir. Hikâyedeki yazar, olayın
akışına parantez açar ve bu kahraman hakkında
üstkurmaca metinlere has bir üslûpla onun hakkında kısaca bilgi verir: “Biliyorum, şu âna kadar
Sarah’yı çok ihmal ettim. Aslında Sarah bu hikâye
içinde Betty’nin başına gelmiş en güzel şey. Zordur sağlam dostluklar kurmak. Sarah gerçek bir
dost. Gerçi, titiz bir okur, Sarah’ın dost olabilmesi
için karşısındaki insana acıma duygusu beslemesi
gerektiği gözlemini yapıp sert bir yargıya varabilir. Ama ben öyle düşünmüyorum. Sarah güvenilir
biri. Asla Betty’yi kazıklamayacak, sonuna kadar
ona destek olacak bir dost. Fakat Betty’nin hikâyesini bırakıp Sarah’dan söz edersem ikisine de
haksızlık olacak. Birincisi, bu Betty’nin hikâyesi,
asıl olarak onu anlatmalıyım, dikkati başka hikâyeler üzerine çekmemeliyim. İkincisi Sarah iyi ve
önemli bir insan. Hikâyesi Betty’nin hikâyesi içinde harcanmamalı.”(s. 30).
Devaynasındaki Yazar
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
sürprizlerle dolu olacak. Hikâyenin bu noktasına
kadar Paul ile ilgili fazla bir şey söylememeye
çalıştığımı fark eden okurlar bu gözlemlerinde
haklılar. Bunun iki nedeni var. Birincisi tüm olan
biteni Betty’nin tarafından görmeye ve göstermeye çalışıyorum. İkincisi Paul ve yazdıkları hakkında
bir şeyler söylemek bu hikâyede mümkün değil.
Çünkü başta dediğim gibi tanınmış bir yazar. İstemeden vereceğim birtakım ipuçları sizi doğrudan
onun gerçek kimliğine götürebilir.”(s. 25).
Birçok edebî meselenin alt metin üzerinde
tartışıldığı Bu Kitabı Çalın’da diğer bazı hususlar
yanında, olduğundan farklı görünmeye çalışan
yazarlara da gönderme yapılır. Bu grupta yer
alan kişiler; “yaptıkları kurgularla kendilerinin ne
kadar zeki olduğunu sergilemek” ve “anlattıkları
öykülerle ne kadar duyarlı olduklarını gösterebilmek” için edebî eserleri kendi emellerine alet
etmektedir. Edebiyat yerine, kendi “ben”lerini öne
çıkarmaktadırlar(s. 100-101).
Gülsoy, Kasiyer’deki hikâye yazarını niçin sevmediğini şöyle açıklar: “Şu kadarını söylememde
bir sakınca yok ama: “Yetmiş yıl önce yapılmış
numaraları kendisi bulmuş gibi sunan, beylik aşk
hikâyelerini muhteşem duygusal fırtınalar gibi
yazan biri Paul. Bir de en kötü tarafı, tüm kahramanlarını sıra dışı bir duyarlılık ve zekâya sahipmiş gibi anlatması. Sanki sıradan insanların hikâyeleri anlatılmaya değmezmiş gibi. Oysa, sıra dışı
insanlar edebiyatın kötü malzemeleridir. İlginçlikleri hikâyenin, edebiyatın önüne geçer. ‘Peki daha
önce zeki demiştiniz Paul için’ diyen okurlara da
şunu söylemek isterim: Evet zeki bir adam Paul.
Ve kahramanlarını benim sevimsiz bulduğum
şekilde donatırken aslında tüm o kahramanların
kendisi olduğunu ima ediyor. Çünkü amacı, yapıtlarının üzerine basarak bir yerlere tırmanmak.
Bence edebiyata yapılan en büyük ihanet budur.
Dolayısıyla basit bir kendini yüceltmenin ötesine
gidemiyor yazdıkları.”(s. 26).
Yazının Bağlayıcılığı
Diğer Hikâyeler’de Paul, kısa bir kur döneminin
ardından Betty’yi kendine âşık eder. Daha sonra
genç kıza bir hediye alır. Bu bir günlük defteridir.
Genç kız bu deftere duygu ve düşüncelerini yazacaktır. Paul, ihtirasları uğruna genç kızı önce kendine âşık etmiş, daha sonra da onun duygularını
kayda geçirmek için ona bir defter almıştır. Kahraman yazar, bu defteri bir vesika gibi kullanarak bir
aşk romanı yazacaktır. Betty ise, bütün bunlardan
habersizdir. Betty, duygu ve düşüncelerini deftere kaydetmeğe karar verdiğinde yazar, yazma
sürecinin yazarı tehlikeli bir noktaya taşıdığından
söz eder: “Düşüncelerin ve duyguların kayıt altına
alınması çok tehlikeli olabilir. Hayır, başkalarının
eline geçmesi anlamında söylemiyorum. Bu ikincil
bir sorundur. Daha yaşamsal olan, düşüncelerin
yazıya geçirildikten sonra katılaşıp bu dünyaya ait
cisimlere dönüşmesi tehlikesidir. Çünkü düşünceler ve duygular zihnin içinde kaldığı sürece akışkandır, değişkendir, uçucudur. Bu, insana müthiş
bir hareket alanı verir. Tutarsızlığa düşmekten
Kahraman Hakkında Yorumlar
Gülsoy, üstkurmaca metinlerde sıkça görülen
bir tasarrufla birçok öyküde bazı kahramanları
hakkında yorum yapar. Onların iç dünyası ve ka348
luk zaten yeterince var. Sanatçının görevi mutsuzluğu çoğaltmak değildir. Belki de gerçeklerle
baş edemediğim için, gerçek duygular ve gerçek
durumlarla karşılaşmaktan hep kaçtığım için kurmacanın dünyasında yaşamayı yeğliyorum. Gerçek acılar ve aşklarla yaşamayı becerebilseydim…
belki de şair olurdum. Kim bilir? Bu soruyu ben
cevaplayamam.”(s. 41-42).
Gerçek Hayatın Edebiyata
Taşın(ma)ması
Gülsoy, kitabın başında sorulan “Bir hikâye nasıl
yazılır?” sualine, Kasiyer’le cevap verir. Bu hikâyeye göre, yazarın yaşadığı bir olay veya gerçek
hayatta şahit olunan bir hadise, hikâyeye dönüştürülebilir. Bu cevap, ilk bakışta yeterli gibi gözükür. Ancak okur, kitabın sonunda farklı bir cevapla daha karşılaşır: Hayatta yaşanan herhangi bir
olay, konuyla ilgisi olmasa da herhangi bir hikâyenin doğuşuna zemin hazırlayabilir. Yazar, Kasiyer
adlı hikâyenin başında eserde anlatılan olayların
gerçek hayatta yaşandığını, hikâyede geçen şahıs ve mekânların ismini gerçeğin anlaşılmaması
için değiştirdiğini açıklar. Ancak, kitabın sonunda
Âlemlerin Sürekliliği’nde Odamda Yolculuk adlı kısmı okurken durumun hiç de öyle olmadığı ortaya
çıkar. Odamda Yolculuk’ta yazar, daha önce kutsal
emanetler hakkında bilgi toplarken kütüphanede
karşılaştığı genç kızı düşünür. Kütüphaneci kıza
ilgi duyar; ama genç kız oralı olmaz. Kızın büyük
ihtimalle bir sevgilisi vardır. Onunla ilgili birçok
hayal kurarsa da kütüphanecinin umursamazlığı
karşısında zihninde büyük bir yenilgi yaşar. Yazar,
bu başarısızlığın hikâye olup olamayacağını düşünürken, kafasında yeni bir öykü şekillenmeğe
başlar. Sonrasını, şu cümlelerle verir: “Kafamın
içinde, ruj süren kütüphaneci kız, katalogların
önünde onu gözetleyen biri olarak ben, kitaplar,
Vedat Enişte dönüp duruyordu. Uykum kaçmıştı.
Bilgisayarı açıp adını sonradan Kasiyer koyacağım
hikâyeyi yazmaya başladım.”(s. 159-160).
Kasiyer’de Betty, Paul’e âşık olur. Hatta onunla
yasak ilişkiye girer. Betty, bu safhaları duygu, düşünce ve hayallerle süsleyerek, bütün ayrıntısıyla
günlüğüne kaydetmiştir. Ayrıca, Paul’e çeşitli vesilelerle ailesi ve kendisi hakkında ayrıntılı bilgi vermiş, bazı sırlarını ona açmıştır. Hikâyenin sonuna
gelindiğinde hikâyedeki yazar, olayların sonuna
gelindiğini “Ve geldik hikâyenin sonuna. Mutlu
biten bir aşk hikâyesi okuduğuna inanan okurlar
için kötü bir haberim var, ne yazık ki hikâye böyle
bitmiyor” cümlesiyle haber verir(s. 39).
Paul, genç kızın günlüğünü ve çocukluk günlerini gösteren video görüntülerini ondan alarak bunların kopyasını çıkarttırır. Daha sonra da
günlükte kayıt altına alınan aşk duygusunu bir
romana dönüştürür. Roman büyük bir aşkın kayıt
altına alınmasıyla doğmuştur. Kısaca, Paul, genç
kızın duygularıyla oynamış, bir eser yazabilmek
için onu kullanmıştır. Öyküdeki yazar, bunu normal bir davranış olarak görür. Hatta genç kızın
bu roman vasıtasıyla tarihe geçtiğini ve sıradan
biri olarak yaşayıp unutulmaktan kurtulduğunu
söyler. Üstelik kendine teşekkür borçlu olduğunu
bile söyler. Öykünün yazarı, öyküdeki yazarın bu
davranışını eleştirerek, hikâye ve romanda otobiyografinin kullanılması ve gerçek hayatın edebiyata taşınmasına dair etik değerlendirmelerde
bulunur. Neticede bir yazar olarak, gerçekler karşısında kendisinin benimsediği yaklaşıma işaret
eder: “Hikâyenin başında söylediklerime dönecek
olursak, evet her yazarın bir yoğurt yiyişi vardır.
Ve her yazar kendine göre bir yöntem kullanır
hikâye anlatmak için. Fakat biz bunların hepsine
saygı duyabilir miyiz? Tıpta olduğu gibi edebiyatta da bir etik değerlendirme olması gerektiğini
düşünüyorum. İnsan üzerinde deneyler yapmanın bedeli çok ağır olmalı. Ve bence, hiçbir sanat
yapıtı bir insanı mutsuz etmeye değmez. Mutsuz-
Binbir Gece Mektupları’nda yazar, gerçek hayatın edebiyata taşınmasına karşı çıkar. Bu sebeple
hikâyelerinde kendi hayatına yer vermez. Ancak,
öykülerini okuyanlar, hikâyelerde anlatılan olayların Gülsoy’un başından geçtiğini zannedeceklerdir: “Kendi geçmişimi hiçbir zaman yazmadım.
Okuyanların hep öyle sanmalarına özen gösterdim ama… Neden böyle davrandığımı bilmiyorum.
Üzerine de düşünmedim. Belki hep içimde kalmış
349
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
korkmaksızın, zihnin duruma göre kayıtlarını yeniden düzenler. Oysa yazı bir özleşme gibi tarafları
bağlar. Söz konusu olan bir günlük olunca taraflardan biri özgürlüğünü yitirmek istemeyen canlı
zihindir, diğeri ise cisimleşmiş düşüncelerdir. Söze
dönüşmüş duygulardır. Söz bağlar.”(s. 32).
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
olan bir oyuncu olma isteğinin dışavurumudur.
Tüm sanatların farklı biçimlerde de olsa bir gösteri olduğunu sanıyorum.” Gülsoy, bu kesin ifadeleri kullanmakla birlikte, söylediklerinden yine de
emin değildir. Bazı hikâyelerinde tekrar ettiği gibi,
anlattıkları belki de mazide yaşadığı ve şuuraltında bulunan olayların yansımasıdır: “Hiçbir şeyden
emin olamadığım bir yerde anlatıyorum hikâyelerimi. Belki de emin olduğum tek şey bunları sana
anlattığım. Kim olduğunu bilmediğim birine yazdığım mektuplar…”(s. 174).
öykülerin konuları, içine döküldükleri kurgusal yapılar hep çok çeşitli kaynaklardan beslenir. Bazen
birisinin anlattığı bir olay zihnimde uzun zamandır
uyuyan bir konuyu dürter, bazen de ben zihnimi
açacak konuların ardına koşarım. Zaman zaman
garip bir önseziyle bir konunun peşinden gider,
araştırmalar yapar, bir tür kütüphane yazarlığına
özenir, sonra da hiçbir yere varmadığımı şaşkınlıkla fark ederim. Daha doğrusu bir yere varırım
da vardığım yer, başlangıçta hedeflediğim yer hiç
değildir.”(s. 17-18).
Hikâyenin Doğuşu, Gerçek ve
Kurgu
Yazarın Belleği’ni açığa çıkaran kahraman, hikâyelerdeki cümlelerin yazılışı, anlam katmanları
ve cümlelerin tashihi konusunda okura bilgi verir.
Öyküler, türlü duygu ve düşünceyle harf harf kalıba dökülmekte ve yorucu bir emek sonucu okuyucu karşısına çıkmaktadır: “Sözcük sözcük, harf
harf oluşmak nasıl bir duygu onu anlatacaktım.
Birincisi, her sözcük başka bir hisle, başka bir hızla
dökülüveriyor. Bazen büyük bir sevinç ve coşkuyla beliriveriyorlar. Bazen de sıkıntıyla ve kasvetle
çıkıyorlar. Cümleler de çok tuhaf. Her birinde bir
şey başlıyor ve bitiyor benim için. Yazarımın belleğinde izlediğim düşünce akışı gibi birbirine dolanmış bir sarmal değil. Daha tek boyutlu, ama daha
kararlı. İkincisi, yazılmış olanın silinip yerine başka
bir şey yazılması lüksü var ki, benim sevgili yazarım buna –çok şükür bu öykü- pek yüz vermiyor.
Oysa bu, bizim gibi hayal dünyasında yaşayanların
en büyük silahı. Bizi oluşturan cümlelerin düzeltile
düzeltile mükemmele vardığını, dolayısıyla okur
denilen sevgilinin ilgisine layık bir hale geldiğimizi
hissetmek çok güzel bir duygu. Bu, bize gösterilen önemin ve saygının da bir başka ifadesi. Yarım
yamalak, kırık dökük, düşük cümlelerde yaşamak
istemezdim. İsterdim ki, beni yazan kişi yazı işçiliğinde büyük bir usta olsun.”(s. 108-109).
Hikâye yazma, öyküde gerçeklik, konu, kurgulama ve hikâyenin doğuşuyla ilgili bahislerin üst
metin olarak mevzu edildiği Bu Kitabı Çalın adlı
hikâyede, öykü ile bellek arasında paralellik kurulur. Bellek; kendi gücü ve sınırları elverdiği nispette dış dünyayı algılayabilmekte, zihindeki değişim
ve dönüşüm buna göre şekillenmektedir. Hikâyeler de böyledir. Geçmişte yaşanan olaylar, içinde
yaşanan mekânlar veyahut da gerçek hayatta
karşılaşılan insanlar, zamanla unutulmakta ve
bütün bunlar yazarın kurguladığını zannettiği unsurlar olarak hikâyelerde yer alabilmektedir. Tabii
olarak, tersi durum da söz konusu olmaktadır. Bu
çerçevede, hikâyeler, “büyük bir anımsama”nın
mahsulüdür: “Bellek denilen şey esrarlarla dolu
bir garip lunapark işte. Bazı olaylar bize olduklarından daha büyük ya da daha küçük ya da daha
renkli görünüyorlar. Hatta bazen hiç olmamış
olayları, hatta insanları anımsadığımızı sanıyoruz. Belki de uydurduğumu ya da kurguladığımı
sandığım öykülerin birçoğu gerçekte yaşayıp da
unutmuş olduğum şeyler. Ya da tam tersi… Belki
de her şey büyük bir anımsama ânından başka bir
şey değil. Bunu kim bilebilir ki?”(s. 26).
Gülsoy; Diğer Hikâyeler’de Kasiyer adlı öyküde
anlatılanların gerçek olaylara dayandığını bildirirse de Âlemlerin Sürekliliği’nde hikâyede anlatılanların kurguya dayandığını ifade eder. Sonra
da kurgulamakta olduğu bir hikâyeyi düşünürken
Vedat Enişte’yle tanışmaları ve bu vesileyle ortaya çıkan Kasiyer’i örnek göstererek, hikâyelerinin
doğuşuyla, dolayısıyla da eserlerini yazma süreciyle ilgili bir açıklama yapar: “Vedat Enişte’yle
görüşme, bir biçimde aklımı tetiklemiş, eski bir
Bu Kitabı Çalın’da öykülerinin çoğunun hayal
ürünü olduğunu açıklayan Gülsoy, hikâyelerindeki
konu ve kurgusal yapının çok farklı kaynaklardan
beslendiğini belirtir. Başkasından işitilen olayların
zihinde uyandırdığı çağrışımlar, peşine düşülen
farklı konular, kütüphanelerde yapılan araştırmalar vb. yazarın öykülerinde pay sahibi olur: “Yıllar
içerisinde birçok öykü yazdım. Birçok şey anlattım. Bunların çoğu olmamış olaylardı. Yazdığım
350
hikâyeye geri döneyim derken yeni bir hikâyenin
doğmasına neden olmuştu. Hikâyelerin aklıma
geliş şekilleri üzerine hep düşünürüm. Hangi bilinçdışı gözlemlerden süzülen anların bir araya
geldiklerinin izini sürmeye çalışırım. Akla gelme
ve yazılma süreçlerini inceden inceye gözden geçiririm. Açıkçası, henüz bir ilinti, bir düzen bulmuş
değilim. Fakat kimi insanların, kimi olayların ve
nesnelerin bir hikâyenin akla gelişinde önemli rol
oynadıklarını biliyordum. Vedat Enişte de böyle
bir rol oynamıştı. O yüzden, özel bir teşekkürü hak
ediyordu.”(s. 162-163).
korkuların, gördüğü rüyaların, söylemek isteyip
de bir türlü dile getiremediği türlü duygu ve düşüncelerin vb. deposu gibidir. Yazar bu depoyu, bir
kuyuya benzetir. Binbir Gece Mektupları’nda anlatılan öyküler, işte bu kuyudan çıkmıştır: “İçimdeki
kuyudan çıkan imgeler yine geldikleri yere dönecekler. Bunu biliyorsun. Okuyup bitirdiğinde kuyu
kapanmış olacak. Şimdi son kez o kuyuya birlikte
eğilip bakalım.”(s. 188).
Gülsoy, hikâyelerinde kurgu ile gerçek arasında
bir yerde, kendi ifadesiyle “araf”ta kalmayı tercih
eder. Binbir Gece Mektupları’nda yer alan Gerçekliğe Bir Adım’da yazar, Hikmet’in anlattığı olayları
ve bunun kurgulanmasını düşünürken yaptığı tercihi bir kez daha onaylar. Ona göre gerçek, hikâye
için açık bir tehdit unsurudur: “Gerçek dünyanın,
hikâyenin –ya da benim hikâyemin- düşmanı olduğunu bir kez daha fark etmiştim.”(s. 66). Yazar,
gerçeğin hikâyede yer almasına karşı çıkarken,
öyküde hayalin zamanla gerçeğe dönüşebileceğini savunur. Bu cihetten yazıya geçirilmeden evvel
öykünün hayal edilmesi, olayların planlanması
ve kahramanların ortaya konması; hayalin gerçeğe dönüşmesinde hayalle gerçek arasında bir
tür eşiktir: “Varlığın farkında olmadığımız şeyler
gerçekte var mıdırlar? Kuşkusuz bizler için yokturlar. O insanların hikâyesini dinleriz ve onlara
birer suret hayal ederiz. Peki, acaba tersi bir durum söz konusu olabilir mi? Yani önce bir hikâye
hayal etsek, o hikâye kendi gerçeğini yaratabilir
mi? Belki de yaratabilir…Masanın başına oturup
kalemi elime aldığımda, yaratılmak üzere, kollarında bir kadının cesediyle bekleyen kahramanımı düşünüyordum. Ne garip, ne ürpertici bir yer
orası: doğum öncesi bir tür araf, birtür gerçeklik
eşiği…”(s. 67).
Dilin doğru kullanımı hususunda hassas davranmaya çalışan Gülsoy, Bu Kitabı Çalın’da bu hikâyeyi nasıl yazdığını anlatır. Öykünün yazılmasına
neden olan olayı okura aktarmadan evvel, zoraki
kurulan, bir şeyleri ispatlamaya çalışan ve sanki
gizli anlamlar ihtiva ediyormuş gibi bir eda taşıyan cümleler ve tabii ki, bunların sahibi olan yazarları ironiyle karışık tenkit eder. Yazarlar, kapalı
ve dolambaçlı ifadelerden, daha doğrusu olduklarından farklı görünmeye çalışmaktan kaçınmalıdır: “Bu başlık(Bu Kitabı Çalın) kitap korsanlığının
hep gündemde olduğu bir yerde başka bir ironi
de barındırmıyor değil. Her neyse, kitap yayınlandı. Hiçbir şey olmadı. Yani bu öykünün yazılmasına neden olan olay oluncaya kadar, bu öykünün
yazılmasına neden olabilecek hiçbir şey olmadı.
Komik değil mi? Bazen kılçıklı, okurken insanın
boğazından geçmeyen cümleleri çok seviyorum.
Kolay lokma olma endişesinin üstesinden gelmek
için insanın daha fazla zamana gereksinimi var
galiba.”(s. 19).
Hüthüt Kuşu, on bir Türk yazarından seçilmiş
alıntı cümlelerle kurgulanır. Yazar, hikâyede ilk
başta ismi verilmeyen on bir alıntının sahibini
arar, onları açarak ve o konuda kendi fikrini dile
getirerek sanki alıntılar içinde zihnen dolaşır ve
bütün bu sürecin öyküsünü paralel kurguyla okuyucuya aktarır.
Binbir Gece Mektupları, hâl ve istikbaldeki okura
yazılıp, gönderilmiştir. Yazar, bu hikâyeyi oluşturan
dokuz parçada şuuraltından yansıyan parçalı olay,
görüntü, söz, duygu ve düşünceyi bir araya getirir.
Şuuraltı, insanoğlunun hayatı boyunca karşılaştığı
tüm olayların, yaşadığını zannettiği; ama gerçekte
var olmayan maceraların, kurduğu bütün hayallerin, peşinden koştuğu arzu ve isteklerin, kapıldığı
Yazar, Ali’nin kapının altından bıraktığı zarf vesilesiyle dilin kullanımıyla ilgili küçük bir değerlendirmede bulunur. Hikâye yazarı, dili doğru yerde
ve doğru biçimde kullanmalıdır. Aksi hâlde garip
anlamlar ortaya çıkacaktır. Hikâyedeki yazar, kapının altından atılmış zarfı –ki bu zarf etrafında
351
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
Dilin Kullanımı ve “Kılçıklı
Cümle”
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
hikâyenin iskeletini kurulacaktır- almış ve masanın üzerine bırakmıştır. Zarfın üstünde herhangi
bir bilgi yoktur. Yazar, zarfla ilgili tahminlerde bulunur, hayaller kurar. Bu sırada gözlerini zarftan
âdeta kaçırır. Masaya dönüp tekrar zarfa baktığında “zarfla burun buruna” gelir. Sonra da bu
deyimin yerinde bir kullanım olmadığını belirtir:
“Ne tuhaf deyimler bunlar? Zarfla burun buruna
gelinir mi? ‘Göz göze geldik’? Olmaz. Zarfın ne
gözü ne de burnu vardır. Ama bu zarfın yine de
tuhaf bir hali vardı. Üzerinde adres ya da en azından bir isim yazması gereken yerde bir şey olmadığından mıdır nedir boş bir surat gibi bana bakıyordu. Bakıyordu? Emin misin?”(s. 45). Gülsoy,
bu açıklamalarla aynı zamanda hikâyenin oluşum
sürecini okuyucuyla paylaşır. Hikâyenin yazarı, öyküde üstkurmaca metinlerde görülen bir eğilimle
okurla ve kendi kendine konuşur.
bir öğeye dönüşmesi gibi bir durum. Dolarla da
hikâye yazılmaz ki. Ben de hikâyelerimde ticaret
hayatından hep uzak kalmayı yeğlemişimdir. Ne
tuhaf bir cümle! Ciddi bir söyleşide ya da panelde
bunu dile getirdiğimi hayal edip kendime güldüm:
“Sevgili okurlar, hiperenflasyon nedeniyle hikâyeciliğimiz ticaret hayatını anlatmakta hep zorlanmıştır. Hikâyelerde hiçbir şeyin fiyatı söylenmez.
Kahramanın cebindeki para, ev sahibine ödeyeceği kira ve buna benzer yaşamsal öğeler hep bulanık kalır. Bu durum da ister istemez bir buğulu
gerçeklik yaratır.” Buğulu gerçeklik mi? Ne güzel
bir kavram. Var mıdır acaba böyle bir akım? Kim
bilir?”(s. 50-51).
Mistik Aydınlanma
Diğer Hikâyeler’de yer alan Vazgeç isimli hikâye,
Kafka’dan alınan bir alıntıyla şekillenir. Yazar, alıntı metni, birtakım değişikliklerle yeniden üretir ve
bunları bir sevgiliden ayrılışın öyküsüyle paralel
kurgular. İkinci tekil şahsın ağzından anlatılan
olaylar, farklı duygularla sekiz defa başkalaştırılır.
Metnin sonunda ikinci tekil kişi, birinci tekil şahsa
dönüşür. Yani “sen”, “ben” olur. Hikâyenin yazarı
ile Kafka, metin boyunca işlenen duygular çerçevesinde aynı noktada birleşir. O an, geçmişteki
tüm yazarların sanki aynı kişi olduğu, yanılsaması
yaşanır. Yazarlar, tüm insanlığın ortak duygularını
dile getirmektedir. Gülsoy, bir taraftan geçmişte
tüm sözlerin söylendiğini ima ederken, diğer taraftan da duygu ve düşüncelerin evrenselliğine
dikkat çeker: “Kafka’nın o kısacık hikâyesini tekrar
okudum. Bu metinde kendi paniğimi hissediyorum. Kendim yazmışım gibi geliyor. Bir an garip
bir yanılsamaya kapılıyorum. Gelmiş geçmiş tüm
yazarların aynı kişi olduğu gibi bir yanılsama. Belki de mistik bir aydınlanma.”(s. 105).
Hikâyede Bilginin Güncelliği
Hüthüt Kuşu, on bir yazara ait alıntı cümleler
etrafında şekillenir. Yazar bu hikâyede öykülerindeki ana izlekler yanında, edebî metinlerde verilen
bazı bilgilerde güncelliğin korunması konusunda
da bir değerlendirme yapar. Hikâyedeki yazar,
komşuları Ali vasıtasıyla kendisine ulaşan alıntıların kime ait olduğu ve hangi eserde geçtiğini
araştırmaktadır. Söz konusu alıntıları okurken bir
cümleyi hemen tanır: “İntihar etmeyeceksek içelim bari…” Bir Düğün Gecesi’nden alınan bu söz,
yazar tarafından yıllar evvelinde değiştirilmiştir:
“İntihal etmeyeceksek yazalım hadi!”(s. 49) Gülsoy, Adalet Ağaoğlu’na ait bu cümleyi teyit etmek
amacıyla kütüphanesinden Bir Düğün Gecesi’ni
alır ve alıntı cümleyi oradan bulur. Kitabın yazardaki nüshası, 1980 Temmuz’undaki dördüncü
baskıdır. Arkasında yazılı o zamanki fiyatı 175 liradır. Gülsoy, bu rakamı komik bulur ve hikâyelerinde parayla ilgili bilgileri, sırf bu sebeple açıkça
ifade etmediğini belirtir. Hikâyelerde verilen bilgiler, enflasyon sebebiyle eser ve yazarını güncellikten düşürmekte ve her ikisinin de inanılırlığını
baltalamaktadır: “Ne komik bir meblağ. Bu para
meselesi hikâye yazarken hep sorun olur zaten.
Yani anlattığınız hikâyenin içinde herhangi bir nedenle fiyat verirseniz kısa bir süre sonra komik
duruma düşüyorsunuz. Eski filmlerdeki ameliyat
için bulunması gereken elli bin liranın trajikomik
Edebiyatta ve Hayatın İçinde
Süreklilik
İnsan hayatının tekrardan ibaret olduğunu düşünen Gülsoy, edebî eserlerin de hayatla ortak kaderi paylaştığını düşünür. İnsan, kendinden önce
yaşanmış hayatları sanki yeniden yaşamaktadır.
Doğar, büyür, sever, acı çeker, yalnız kalır vs. Bu
bağlamda duygu ve düşünceler, insanlar vasıtasıyla nesilden nesile aktarılmakta, süreklilik ka352
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de Hüthüt Kuşu adlı öyküde, hikâyedeki yazarın eline on
bir yazara ait alıntı cümlelerin listesi verilir. Yazar bu cümlelerin sahibini bulacaktır. Bu cümleleri okur, onlar içinde âdeta seyahat eder, oradaki
duygu ve düşünceler hakkında yorumlar yapar. Bu
cümlelerin kendini anlattığına şahit olur. İlk cümle Sait Faik’e aittir: “Kalemi yonttum. Yonttuktan
sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Haritada Bir Nokta’dan alınan bu cümleye yazar da katılmakta ve sanki delirmemek için yazmaktadır. Ancak, kimi zaman tersini de düşünür:
“Evet, ben de böyle hissederim zaman zaman.
Fakat bazen de tersini düşünürüm. Yazmanın
insanı yavaş yavaş delirttiğini.”(s. 51). Alıntı yapılan diğer eserler ve yazarları ise, şöyledir: Bir
Yaz Gecesi(A. Hamdi Tanpınar), Gene Ağlatmışlar
Kara Gözünden(Tahsin Yücel), Anlat Bana(Tomris
Uyar), İlk Cinayet(Ömer Seyfettin), Unutulan(Oğuz
Atay), Karanlıkta(Ferit Edgü), Gece(Bilge Karasu),
Cellat Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı?(Sevgi
Soysal), Bir Düğün Gecesi(Adalet Ağaoğlu) ve Kara
Kitap(Orhan Pamuk).
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, yukarıda sıralanan gerekçelerle hayatta ve edebiyatta sürekliliği devam ettirmeye çalışır. Açık Çek’te Blowing
in the Wind(s. 80), Who by Fire(s. 83) ve Funeral
Music(s. 83) gibi yabancı müzik parçalarına yer
verilir. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları’ndan alıntı
yapılır(s. 137). Charlie Chaplin(s. 115)’e ve Orhan
Pamuk’un Kara Kitap ve Sessiz Ev(s. 117)’ine göndermeler yapılır.
Yazarın ana izleklerinden biri olan edebiyatta ve
hayatta süreklilik bahsi, Diğer Hikâyeler’de Kafka
metniyle okuyucu karşısına çıkar. Kafka’dan yapılan alıntı, küçük değişikliklerle yeniden üretilir.
Metindeki duygu ve düşünceler, yazarın zihninde
yankılanır ve karşılık bulur. Yazar, iç ürperişlerini bu küçük hikâyede hisseder. Bir yanılsamayla
bu metnin kendine ait olduğunu ve gelmiş geçmiş tüm yazarların aynı kişi olduğunu zanneder:
“Kafamdaki sesten kurtulmak için gece boyunca
uğraştığım Kafka’nın o kısacık hikâyesini tekrar
okudum. Bu metinde kendi paniğimi hissediyorum. Kendim yazmışım gibi geliyor. Bir an garip
bir yanılsamaya kapılıyorum. Gelmiş geçmiş tüm
yazarların aynı kişi olduğu gibi bir yanılsama.”(s.
105).
Bu Kitabı Çalın, hayatın ve onun içindekilerin
sürekliliğine vurgu yaparak, bütün bunların hikâyede devam ettiğini ortaya koyar. Edebiyat da
hayatın içinde devam eden unsurlardan biridir.
Gülsoy’a göre edebiyatta söylenmemiş söz yoktur.
Her şey anlatılmıştır. Benzer duygu ve düşünceler, edebiyatın içinde yeniden ifade edilmektedir.
Yazar, bu düşünceyle kitabın başından başlayarak,
öykülerinde başka yazarlara ait düşüncelere ve
alıntılara yer verir. Böylece kendi duygu ve düşüncelerinin daha evvel başka yazarlarca dile getirildiğini vurgular. Kitapta; Onikiye Bir Var(Haldun Taner), Delikanlı(Dostoyevski)(s. 9), Saçma Sapan Bir
Öykü(Giovanni Papini), Don Quijote(Cervantes)(s.
98), Borges ve Ben(J.L. Borges) ve Önceki Günün
Adası(Umberto Eco)(s. 148)’dan alıntılar yapılır.
Yine Abbie Hoffman’ın Steal This Book adlı eseri(s.
18), Sherlock Holmes(s. 106), Pinokyo(s. 116), İbn
ül-Arabi, Diyarbakır Efsaneleri, 1001 Gece Masalları, Borges, Poe, Kafka, Lovecraft ve Stephen
King(s. 134)’e gönderme yapılır.
Âlemlerin Sürekliliği’nde, -kitabın içindekiler
kısmında gösterilmeyen- birbirine bağlı on kısa
hikâye yer alır. Murat Gülsoy, Diğer Hikâyeler’in
sonunda okura, Âlemlerin Sürekliliği’ni sunar.
Başta olduğu gibi burada da kurmaca metinler
üzerinden gerçek hayata göndermeler yapar.
Kurmacanın edebiyattaki, hatta gerçek hayattaki
yeri ve önemini, hayatta yaşanan olaylarla birlikte
353
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
zanmaktadır. Edebî eserler de daha evvel yaşanmış ve ifade edilmiş duygu ve düşünceleri tekrar
ederek okuyucuya sunmaktadır. Yazar bu sebeple
öykülerinde kimi konuları bilinçli olarak tekrar
eder. Hikâye kahramanlarını başka öyküleri içinde
yeniden canlandırır. Hikâyelerinde daha önce neşrettiği öykülere göndermeler yapar. Yine öykülerinde başka yazarlara ait duygu ve düşünceleri
işler, onlardan alıntı yaparak metni genişletir, yabancı veya yerli bir yazarın meşhur bir kahramanına kendi hikâyesi içinde yer verir, başkasına ait
bir öyküyü alarak, eserdeki olayları kendi hikâyesi
içinde devam ettirir. Kurgu olarak da -yine aynı
düşünceyle- özellikle son üç hikâye kitabında benzer bir şablon kullanır. Bu bağlamda edebiyatta ve
hayatta süreklilik, yazarın ana izleklerinden birini
oluşturur.
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
ele alır. Yazar, Âlemlerin Sürekliliği’nde Diğer Hikâyeler, daha önce yayınladığı bazı hikâye kitapları
ve onlardaki kahramanlara atıfta bulunur, bütün
bunlar hakkında yeni yorumlar yapar, okuyucuyu
önceki hikâyelerle Âlemlerin Sürekliliği arasında
götürüp getirir. Daha önce konu edindiği olay ve
kahramanları, bu bölümde tekrar ele alır. Evvelce
neşrettiği kitaplarında yer verdiği kahramanların
son durumları hakkında, gerçekte yaşıyorlarmış
gibi, açıklamalar yapar. Bu bağlamda Âlemlerin Sürekliliği, önceki birçok hikâyenin bu eserde
devam ettiği, bu hikâyelerin yazarın zihninde dönüşerek yeniden şekilleneceği ve gelecek hikâyelerde yaşamağa devam edeceği intibaını verir. Bu
devamlılık, yazar yanında okurun zihnindeki değişimle birlikte sürekli dönüşüme uğrayan, yazarı
yenileyen ve onun hakkında bir şeyler fısıldayan
bir devamlılıktır. Bu değerlendirmeler doğrultusunda gerek Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler; gerekse evvelki öyküler, okurun zihninde önceki okumalardan farklı anlamlar çağrıştırır.
hayatın “büyük hikâyesini” yeniden anlatmaya
devam edecektir: “Yazar değil yazıcı olunmalı. Ancak her şeyi olduğu gibi yazarsam, bir yazıcı gibi
davranırsam hayatımı ve bir türlü yakalayamadığım anlamı kavrayabileceğimi hissediyordum.
Edebiyat benim uydurduğum bir şey değildi. Orada bir yerde vardı ve birbirinden farklı görünen
ama özünde aynı olan bir hikâyeyi anlatan kitaplarda kendini sürdürüp duruyordu. Bedenim, nasıl
ki hücrelerimdeki genlerin geleceğe taşınmasında
aracılık ediyorsa, kalemim de büyük bir hikâyenin
sürekliliğine hizmet ediyordu. Hem bu anda, hem
de bu ânın dışında var olan o büyük hikâye…”(s.
200).
Yukarıda anılan sebeplerle Binbir Gece
Mektupları’nda Şehrazat, dolayısıyla Binbir Gece
Masalları zikredilir. Şehrazat, masal anlatma görevini yazara devretmiş, yazar da bir “kader” olarak hikâye anlatmayı kabul etmiştir. Gülsoy, bundan böyle geçmiş çağlarda hissedilip yaşanan ve
yazılıp anlatılan duygu ve düşünceleri, öykülerinde yeniden kaleme alacaktır(s. 185). Yazar, başka roman; ya da öykülerdeki kahramanları kendi
eserlerinde yeniden canlandırırken, postmodernizmden ziyade hayatın ve edebiyatın sürekliliğini
esas alır.
Gülsoy, Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı öyküsüne, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aynı adı taşıyan
hikâyesinden alıntı yaparak başlar. Daha sonra
Tanpınar’ın hikâyesindeki kahramanları kendi öyküsüne misafir ederek, onların kurmaca macerasını devam ettirir. Tanpınar’ın hikâyesinde kaybolan esrarengiz kahramanların izini bulmuş; genç
kızla kapı ardından konuşmuş; ancak onları tekrar
kaybetmiştir. Yazar, onları yeniden bulma ümidiyle yaşar. Öyküsünü, hayatta ve edebiyatta sürekliliğin varlığına işaret eden “Bir kez olan, bir daha
olabilir. Bir kez yaşanan, tekrar yaşanabilir. Bu
umut olmasaydı, yaşamanın ne anlamı kalırdı?”(s.
139) cümleleriyle bitirir.
Madam Anna’nın Yeniden Ortaya Çıkışı adlı hikâyede de Gülsoy, yukarıdaki gerekçelere riayet
eder. Öyküde, Jack Lemmon’un “Bazıları Sıcak Sever” adlı eserindeki bir ifadeyi tekrar eder(s. 15).
Adalet Cimcoz(s. 18) ve Hulusi Kentmen(s. 20)’in
film sahnelerindeki repliklerine gönderme yapar.
Kahramanlarına isim verirken Sacid ve Raci isimlerini bilinçli olarak kullanır(s. 27). Trajikomiks adlı
öyküde de benzer uygulamalar görülür. Burada
Asteriks çizgi roman serisi hikâyenin kurgusunda
rol oynar(s. 39). Öykünün sonu, bir Ret Kit sahnesiyle sona erer(s. 49). Tele-Dedektif’te hikâyenin
giriş kısmında Barth’ın Cuma Kitabı anılır(s. 87).
Günlerden cumadır. Yazar, çok mutludur. Hayattan büyük bir lezzet almakta ve geleceğe ümitle
bakmaktadır. Bu duygularla hikâyede gerilim ve
hüznün önemine işaret eder. Öyküde mutluluğun resmedilmesinin oldukça zor olduğunu dile
getirir(s. 87). Ardından da hikâyesini kurmaya
başlar. Kitabın ilerleyen sayfalarında Çarkıfelek’te
ünlü fizikçi Erwin Schöridengir’in yaptığı deneye,
Yazar ve okurun zihninde sürekli bir değişim
ve dönüşümle devam eden söz konusu süreklilik,
ebediyete kadar yaşayacak okuyucuyla sonsuzluğu selamlar. Yazar bunun bilinciyle ölümsüzlüğü
tadar ve okura seslenir: “Doğal olan, hikâyelerin
yazarlarının ölmesidir ve tabii, okurların yaşamaya devam etmesi… Yazarlar, sonsuza kadar yaşayacak bir okura seslenirler. Kendilerinin ölümlü
olduğunu bilerek yazarlar.”(s. 192). Gerçek hayatta olduğu gibi edebiyatta da devam eden bu süreklilik, geçmişin tekrarı gibi birbirinin içine girerek, yazar ve eserlerini gelecek çağlara taşıyacak,
354
dolayısıyla Alev Alatlı’nın Shrödinger’in Kedisi’ne
gönderme yapılır(s. 132). Asansör’de Prelli lastiklerinin televizyon reklâmlarında kullandığı bir
ibare, -Kontrol edilmeyen güç, güç değildir- yer
alır. Kadın kahraman, bu sözün lastik reklâmında
geçtiğini söyler ve karşısındakinden başkalarına
ait sözlerle konuşmamasını ister(s. 148). Şato
adlı hikâyede ise, yazar; Kafka’nın aynı adı taşıyan
eserindeki ana izleği takip eder(s. 157-169). Burada önemli bir nokta, Kafka’nın Şato’suna gönderme yapılırken, benzer duygu ve düşüncelerin
yazarın benliğinde derinden hissedilmesidir. Geçmiş yazarların hissedip kaleme aldığı duygular,
bugün de Gülsoy tarafından yazılmaktadır. Yazar,
öykünün sonunda Kafka’nın Şato’sunu eline alır.
Kendi hikâyesinde anlattığı bütün olayların bu
kitapta var olduğunu görür. Okuduklarına hayret
eder. Bir anlık yanılsamayla teknolojinin ilerlediğini, “okunurken yazılan, yazılırken okunan” kitapların çıktığını zanneder: “Dalgın dalgın kitabın adını
mırıldanıyorum: Şato. Karmaşık hislere kapılıyorum. Elimde tuttuğum kitaba dönüyorum. Tüm
anlattıklarımı kitabın sayfalarında basılı olarak
görüyorum. Kitabın adını hiç hatırlamıyorum, bu
çok tuhaf. Daha önce görmediğim, muhtemelen
zihnimin tasarımı bir kitap. Son paragrafı okurken
o kısa aydınlanma anlarından birini yaşıyorum:
‘Tabii ya, teknoloji o kadar ilerledi ki edebiyat da
değişti; okunurken yazılan, yazılırken okunan kitaplar yapılabiliyor’ diyorum kendi kendime. Son
cümlesi şu an okumakta olduğum cümle olan kitabı okumayı bitiriyorum(s. 169).
Gece Masalları’nı hatırlatan öykü içerisinde öykü
anlatma tekniği uygulanırken; diğer taraftan da
yazarın özellikle vurgulamaya çalıştığı edebiyatta
ve zamanda süreklilik izleği işaretlenir.
Gülsoy’un hikâye kitaplarında ana izleği oluşturan hayal ve gerçek, bunların bir arada yaşayıp dışa yansıdığı şuuraltı ve süreklilik; yazarın
ilk eserinden başlayarak son kitabı Bu An’ı Daha
Önce Yaşamıştım’a kadar işlenir. Yazarın son kitabında önceki öykülerde sıkça karşılaşılan rüyalar, imgeler, yanılsamalar, tekrarlanan anlar, göz
ve zihin aldanmaları, yaşanan olaylar, tekrar yaşanan veya yaşandığı sanılan anlar yeniden boy
gösterir. Ayrıca Gazeteci Cem örneğinde olduğu
gibi, yazar; kimi kahramanlarını buraya kadar anlatılmaya çalışılan gerekçeler ve postmodernizmin yazara verdiği yetkiye dayanarak, diğer hikâye ve kitaplarında yaşatmağa devam eder. Cem,
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’de ortaya çıkar ve
edebî eserlerdeki hayatı Bu Kitabı Çalın, Âlemlerin
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler ve Bu An’ı Daha Önce
Yaşamıştım’da maceralarını sürdürür. Hikâye kitaplarının tamamında yer alan yazar kahraman
da Cem’e benzer bir özellik taşır. Hikâye kahramanı Serap için de benzer cümleler kullanılabilir.
Binbir Gece Mektupları’nın sonuna gelindiğinde kitaba ismini veren hikâye yer alır. Yazar, bu
hikâyede Bu Kitabı Çalın ve Âlemlerin Sürekliliği
ve Diğer Hikâyeler’de yaptığı gibi parçalı bir bütün oluşturur. Eserin son öyküsü olan Binbir Gece
Mektupları, birbiriyle ilintili dokuz parçadan oluşur. Dokuz hikâye hem birbirini tamamlar; hem
de Asansör, Gerçekliğe Bir Adım, Sigarayı Bırakmanın En iyi Yolu, Elden Ele, Çarkıfelek, Şato vb.
gibi kitabın içindeki diğer öykülere göndermeler
içerir. Burada yazar, kitaptaki diğer hikâyeleri dokuz parçadan oluşan Binbir Gece Mektupları adlı
öykünün içinde yeniden ele alır. Önceki hikâyeler,
son öykü içerisinde dönüşüme uğrar, bu hikâyenin bir parçası olur. Bu şekilde, bir taraftan Binbir
SONUÇ
1980 sonrasında hikâyeler yayımlamaya başlayan Murat Gülsoy, sırasıyla Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, Bu Kitabı Çalın, Âlemlerin Sürekliliği ve
Diğer Hikâyeler, Binbir Gece Mektupları ve Bu Ân’ı
Daha Önce Yaşamıştım adlı beş hikâye kitabı kaleme alır. Bu eserlerde yer alan kimi öykülerinde
edebî metnin oluşum sürecini ikinci bir düzlemde
ele alarak, kurmacayı üstkurmacaya dönüştürür.
Edebî meselelerin üstkurmaca metne dönüştürülerek tartışılması, Gülsoy’un hikâyelerinde ana izleklerden birini oluşturur. Bu bağlamda öykülerde
gündeme getirilen ve üzerine kafa yorulan edebî
355
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
Gülsoy, Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da Van
Gogh’un Ekici adlı yağlıboya tablosunu da “süreklilik” izleğinde kullanır. Ekici adlı hikâyede ünlü
ressamın aynı adı taşıyan resmini hikâyenin sayfalarına taşır ve burada neyin nasıl anlatıldığı konusunda farklı parçalar yazar(s. 25-32).
19-20 Ekim 2007
HİKÂYENİN BUGÜNÜ 80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ
BUGÜNÜN HİKAYESİ SEMPOZYUMU
sorunlar, yazarın kaleme aldığı öyküleri şekillendirerek, onları benzerlerinden ayıran önemli bir
göstergeye sahip olur.
belirtir. Bu yolla üstkurmaca metinlerin kurmaca ve eleştiri arasındaki konumuna dikkat çeker.
Yazar, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de
“Bir hikâye nasıl yazılır?” sorusu etrafında, öyküde gerçeklik ve kurmacanın sınırları, özel hayatın
edebiyata taşınma(ma)sı, hikâyede sahicilik ve
samimiyet, yazma sebebi, okuyucuya karşı dürüst
olma gibi konuları irdeler. Bu başlıklardan hikâyede “sahicilik” ve “samimiyet”, yazarın önemli izlekleri arasında yer alır. Gülsoy, edebî metnin oluşum
sürecinde, yazma deneyimini okurla paylaşmayı,
okuyucuya karşı dürüstlüğün önemli bir göstergesi olarak kabul eder. Yine Âlemlerin Sürekliliği’nde
yazının bağlayıcılığı, yazıya geçirme eyleminin
duygu ve düşüncelere tesiri, dilin doğru kullanımı,
öyküde verilen bilgilerin güncelliğinin korunması,
hikâyenin doğuşu, şekillenmesi ve yazarın kendini
büyük gösterme çabaları, diğer üstkurmaca metinleri hazırlar.
Yazarın üzerinde en çok durduğu “süreklilik”
konusu, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’de üstkurmaca metin olarak yer alır. Hayatta ve edebiyatta
süreklilik, bu eserde yazarın en önemli izleklerindendir. İnsanlar, duygu ve düşünce olarak daha
evvel yaşanmış hayatları yeniden yaşamaktadır.
Yine edebiyatta da edebî metinlerde ifade edilmeye çalışılan duygu ve düşünceler, daha önce birçok
yazar tarafından defalarca ifade edilmiştir. Dolayısıyla hayat ve edebiyat, öznelliğin peşinde koşulmazsa, tekrardan ibarettir. Burada önemli olan
nokta, evvelce dile getirilen duygu ve düşüncelerin öznel bir bakış açısıyla yeniden ifade edilmesi
ve özgün bir şekilde üretilmesidir. Yazarın ana izleklerinin başında yer alan bu düşünce; Gülsoy’un
hikâyelerinde kimi konuların bilinçli olarak tekrarı, herhangi bir öyküdeki bir kahramanın başka bir
hikâye içinde yeniden ortaya çıkarılması, bir hikâyede daha önce neşredilmiş başka bir öyküden söz
edilmesi, bir öykünün diğer bir öykü içinde devam
ettirilmesi, başka yazarlara ait metinlerden alıntı
yapılması, başka yazarların öykülerinin alınarak
onun devamının yazılması veya aynı metnin yeniden üretilmesi, başka bir yazara ait kahramanın
öykü içinde kullanımı, aynı kurguyla peş peşe kitap yayınlama vb. şeklinde kendini gösterir. Öykülerde dikkat çeken alıntılar, meşhur hikâye kahramanlarının yeni eserlerde tekrar boy göstermesi,
bir öykünün başka bir öykü içinde yer alması veya
devam ettirilmesi; postmodern edebiyatın genel
geçer özellikleri arasında yer alır. Yazar, bu türden
kullanımları, hayatta ve edebiyatta sürekliliği vurgulamak için özellikle kullanır.
Binbir Gece Mektupları’nda öykünün yazar için
işlevi, şuuraltının hikâyedeki önemi, gerçek ve
hayal, özel hayatın edebiyattaki yeri, hikâyenin
doğuşu, gelişimi ve yazma nedeni üzerinde durulur. Burada tekrar edilen bir izlek de okuru öyküye
dâhil etme ve ona karşı dürüst olmadır. Gülsoy,
bu çerçevede hikâyelerinin ortaya çıkışı hakkında
bilgi verir ve bütün eserlerinin hayalle gerçek arasında gidip gelen şuuraltından doğduğunu açıklar.
Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da okuru hikâyeye
dâhil etmenin önemi, okuyucuyu yazma macerasına ortak etme, yazma sürecinde karşılaşılan
sorunlar, hikâyede sahicilik ve samimiyet, hayat
ve edebiyatta süreklilik, hikâyede şuuraltının yeri
gibi madde başlıkları, tekrar işlenir. Okuyucunun
kafasında bunlarla ilgili soru işaretleri oluşturulur
ve bu suallere cevap aranır.
Bu Kitabı Çalın’da hikâyelerin kurgulanma macerası, yazarın öykü yazma nedeni, yazma şekli,
yazarın öyküde farklı görünme ve kendini büyük
gösterme çabaları, edebî eserde gerçeklik ve kurgu problemleri, metni okuma ve algılama sorunları, dilin kullanımı ve okuru aldatma veya okura
karşı dürüst olma tavrı vb. gibi konular, soru ve
cevaplarıyla okura sunulur.
Son söz olarak, Murat Gülsoy, yazma süreci ve
bu süreç içinde karşılaşılan sorunları; kurmaca
metin içinde yeniden kurgulayarak, birçok edebî
meseleyi üstkurmaca metnin ana izleği şekline
dönüştürmüş ve metin içinde sorduğu soru ve
bunlara aradığı cevaplarla edebî eserin gelişimine
katkı sağlamayı amaçlamıştır.
Gülsoy, hikâyeler ve kahramanları hakkında yorumlar yapar ve öykülerinin kurmaca olduğunu
356