OCAK 2006.indd

Transkript

OCAK 2006.indd
©H@vuz
*Yazın & Sanat Dergisi
www.dergi.havuz.de
Yıl 2 - Ocak 2006
Sahibi
Öz Yapım oHG & H@vuz Yayınları
Adına Sibel Öz
Yazışma adresi
Darmstädter Str. 33
64409 Messel - Germany
[email protected]
[email protected]
Tel.: +(0) 6159 717950
Fax: +(0) 6159 715195
Mobil: +(0) 0172 6940633
Genel Yayın Yönetmeni
Nida Öz
[email protected]
Editör - Yazı İşleri Danışman ve Sorumlusu
Ulaş Başar Gezgin
[email protected]
Yayın Kurulu
Ulaş Başar Gezgin - [email protected]
Handan Gökçek - [email protected]
Nurettin Kurtuluş - [email protected]
Ali Rıza Arıcan - [email protected]
Hülya Soyşekerci - [email protected]
Zeynel Çok - [email protected]
Yapıt Gönderme/ Yazışma Adresi
[email protected]
Ağ Teknik Sorumlusu - Web Tasarımı
Serdar Tekin
[email protected]
Kapak Tasarımı
Serdar Tekin
Dergi tasarımı (PDF) - Grafik Uygulama Fotoğraf
Nida Öz
*İnternet ortamında yayımlanır; ücretsizdir.
* H@vuz, her ay sizlere tüm dergiyi PDF dosyası
olarak sunmaktadır. Kolay okunabilirliği açısından,
bu dosyayı bilgisayarınıza yükleyebilir, başka bir
zaman dilimde okuyabilirsiniz.
4-
Editorial
2006 ve
ap
Çöp Kit
Ayın konuğu İsmail Çoban’la Görsel Sanatlar Üzerine Söyleşi
5- prosa
Ayrıntılar
8- söyleşi
Mehmet Canbolat
İsmail Çoban
14- makale
Anlaşılmak İçin Anlamak Gerek
Taşkın Eslek
16- roman kesiti (Yatır)
Zor Mekân
Sadık Yemni
21- şiir
Çığlık
Alper Akdeniz
22- inceleme (Anar Rızayev)
Azerbaycan’dan Bir Öykücü: Anar
Ulaş Başar Gezgin
24- öykü
Kadın ve Adamı
Zeynel Çok
26- şiir
Dram
Nida Öz
27- prosa
Yaşam ve Aşk
Nesrin Özyaycı
28- mizah
Müller’in Evi
Mehmet Bedri Kanok
30- aforizmalar
Karanlığın Anlattıklarından
İlker Görenler
32- tanıtım/ duyuru
Uluslararası Nazım Portreleri
Don Quichotte Dergisi
33- karikatür
Kitap
Hasan Efe
34- öykü
Satılan Anılar
Vicdan Efe
35- görsel sanat (resim)
Kugeln (Küreler)
Magdalena Flammiger
36- şiir
Yitik Bir Geçmiş Zaman Düşü...
Bülent Özcan
37- şiir
Şeytan
Çiğdem Altınöz
38- inceleme (Cesare Pavese)
Ölüm En Son Kimin Gözleri ile Baktı?
Handan Gökçek
40- öykü
Kolye
Ali Rıza Arıcan
45- görsel sanat (fotoğraf)
Baylar
A. Anfora
46- şiir
Severim Bozuk Havaları
Aydan Alim
47- şiir
Sesleniş
Serdar Tekin
48- şiir
Kışın mı Gidecektin?
Yeşim Ağaoğlu
Dergimizde yayımlanan tüm yapıtların -her türlü- sorumluluğu sahibine aittir. Dergi için gelen yapıtlar geri gönderilmez.
2006 ÇöpKitap
ve
İsa takvimine göre 2006, Göç takvimine göre 1426, Buda takvimine göre 2548 ve Mısır tak-vimine göre 5000
küsur yılından herkese merhaba!
Geçtiğimiz yıl, dünyada, büyük bir kitap patlaması yaşandı. “Kitap patlaması yaşandığına göre,
dünyada düşünsel olarak bir gelişmeden söz edebiliriz herhalde” diyorsanız yanıldınız. Hangi kitapların
okunduğu son derece belirleyici oluyor bu gelişmede.
Neden? Nedeni oldukça yalın: En çok okunan kitaplar, Madonna’nın ve diğer tırnak içi sanatçılarının kitapları
oldu. İtalyalı bir yazarın başkaldırısına katılmamak olanaksız: “Herkes kitap yazıyor! Ben bir yazar olarak,
bunlarla aynı kefeye konmaktan utanıyorum. Yazmıyorum artık!”
Kitaplar, eski çağların tersine, biricik bilgi kaynağı olmaktan çıktılar.
Bir gün kitapçıları dolaşın, en çok satanların başında, spikerlerin, mankenlerin vb. anılarını
göreceksiniz; okuru 10 yaşında çocuk yerine koyan düşlem kitaplarını göreceksiniz... Nitelikli kitaplar
bastığı için batan yayınevleri yanında, batmamak için ‘çöp-kitaplar’ basan yayınevlerini göreceksiniz...
Kitapçılık terimleriyle konuşursak, o kitapların ‘raf ömürleri’nin uzun olduğunu göreceksiniz. Yoksa, siz
de, insanlığın bu düşüş tablosuna dayanamadığınız için artık kitapçılara gitmeyenlerden misiniz?
Biraz çöplükleri karıştırın. Gerçekten karıştırın, kağıt toplayıcılardan önce davranın; bel-ki siz de çöpte,
bir sahaf dostumuzun bulduğu gibi, büyük klasikleri bulacaksınız: Hugo’ları, Tolstoy’ları, Dostoyevski’leri
çöpten toplayabileceksiniz. “Bir toplumun gelişkinliği, kadınlarına nasıl davrandığından anlaşılır” demiş
Fourier, biz de ekleyelim: “Bir uygarlığın gelişkinliği, neleri çöpe attığından anlaşılır.”
Sahaf, bu açıdan bir araf. Kitapçıyla çöp arasındaki ara bölge. Sahaflar doldukça çöpe giden kitaplar
oluyor. Çöpler doldukça, yeni kağıtlar toplanıyor; kimbilir yakılanlar da oluyordur -bir kaymakam, 21.
yüzyılda bu emri verebildiğine göre-…
Geriye kalanlar, Madonna’nın kitabı için kağıt oluyor. İşte işin en acı tarafı: Bir Madonna kitabı alıyorsunuz
ama kitabın kağıdı, sözgelimi Hugo’nun ‘Sefiller’inden olabiliyor. Haberiniz bile olmuyor. Bizse tersi olsun
isterdik: Madonna’nın ve diğerlerinin kitap diye israf ettikleri -tam da- o kağıtları dönüşümden geçirip; ‘Savaş
ve Barış’ın yeni baskılarını yaptırmak; daha çok okunmasını, daha çok okunmasını, daha çok okunmasını
sağlamak isterdik…
Siyasetçilere geldiğimizde, işin bir başka boyutuyla karşılaşıyoruz: Kitapları çoğunlukla kendileri
yazmıyor, danışmanlarına yaptırıyorlar bu işi. Üstüne de yazarın adını değil kendi adlarını koyuyorlar. Siz
bilmem kimin, ne kadar gelişkin düşüncelere sahip olduğunu düşünürken, kitabı başkalarının yazdığından
haberiniz bile olmuyor. “Bu, düşünce hırsızlığı” mı dediniz? Niye olsun ki? Düşünen insanları açlığa mahkum
edeceksiniz, o insanlar da, kendi adlarıyla yazdıkları bu kitapları parası olanlara satacak; evine ekmek
götürecek. Alan hoşnut, veren hoşnut.
Bu koşullarda ne anlama geliyor Havuz’u çıkarmak? O anlam, gökten inmiyor tabi ki. Okur-larla
yazarların etkileşmesinden; iyi yapıtları tanıtmak, yaygınlaştırmak çabasına destek olmaktan geçiyor...
Gelecek, günümüz uygarlığının dışkısı sayılanların; sahafların ve çöpten kitap toplayanların olacaktır!
O günlere dek, çöplerde kitap aramaya; kitapçılardaki çöp-kitapları görmezlikten gelmeye devam!
H@vuz
Ayrıntı
lar
Gecenin on ikisine sadece birkaç adım kalmış.
Gökyüzündeki karanlığı, bir ay ışığı süslüyor
Bir de aydedenin gölgesine sığıntı sessizliğin uykusunu,
Pervasızca bölen
Gürültü kabadayısı korsan ışıklar
Ortalıkta kol geziyor.
Bir yılı daha uğurlamaya hazırlanıyor insanlık.
Yeni bir yılı daha karşılamaya...
Şöyle bir dalıp gidiyorum sinsice, usul, usul,
Geçmişle gelecek arasına.
Geçmişle gelecek
Dünle bugün...
Bugünle yarın.
Yarınlarda sen,
Seninle ben...
Bulutların sürükleyip getirdiği bir edayı sesle,
Sende odaklayıp, bütünleştiren.
Bütünlük bir yana demeyin sakın.
Bakıyorum da,
İnsanlık çığlık çığlığa bugün Berlin Özgürlük Meydanı’nda.
Yatak odalarımıza kadar egemen ‘beyazcamlar’ bugün rengarenk.
Düşünüyorum da;
Berlin gibi, İstanbul gibi yeni yıla birkaç adım kala
Keşmir kırsalının da yazgısı aynı ayazdan yana
Pakistan dağları, günlerdir donuyor soğuktan.
Buz tutmuş yamaçlara güç bela tünemiş canlar...
Üç gün için bile bir dilim kuru ekmeğe razı insanlar...
Düşünün siz de... Düşleyin şöyle bir,
Çamura belenmiş delik deşik bir çadırı sığıntı sanan,
H@vuz 5
lar
Ayrın tı
Memeleri kurumuş ve çokta(aa)n sütten kesik bir ana
Ve günde 5 öğün emzirdiğini düşleyen çocuğu.
Çok acelesi varmış gibi,
Havada kanat çırpan bir körpe can ile bin kıskanç, bir anaç kuş.
Yolların karla ulaşılmaz kıldığı boz bir vadide
Sönmeye yüz tutmuş bir köz etrafında
Dizi dizi insanlar, oluk oluk.
Almanya semaları ışıl ışıl...
Hemen herkes;
Herkesin gözü, yeni yıla odaklı buralarda
Herkesin gözbebeklerinde korsan ışık kuşatması.
Zamanın adımlarında garip durgunluk.
Yaklaşan bir yeniliğin heyecanında
Tanımsız bir yoğunluk.
Her şey, göz alabildiğince... Sanki erişilmez bir sonsuz...
Her şey toz pembe, gözlerde biteviye bir mutluluk.
Semada küme yıldızlar, bugün çok huzursuz.
Bembeyaz yapraklar gibi karla örülü ortalık.
İzin verin;
Şöyle bir aralayayım geçmişin tozlu perdesini,
Kimbilir, ne sıkıntılarda boğuldu o masum dünyanız.
Hiç yüksünmeden ne çıkmaz sokaklar ağırladı sizi.
Kimbilir hangi zoraki tutsaklıkta yara aldı duygularınız...
Belki, hatalarınız da oldu, geride iz bırakan.
Kimi, ağır mı ağır! çok ağır...
Yine de koşup gittiniz usul usul,
Kuzu gibi peşinden o ağırlığın
Ya farkındaydınız, ya da farkında olmadan.
Sadece et ve kemikten değil,
Bir o kadar da, duygu yüklü her insan gibi,
Hislerin pençesinde habire savruldunuz belki de.
Usunuza, vicdanınıza ihanet mi? değil mi? bilemem ama,
Kaç bellek ve yürek yoran yanlışlardan ders çıkartmak,
En doğrusuydu galiba...
Belki de en uygun bir zamanı beklerken
Hep bunun için, belki bu yüzden sustunuz.
Kimbilir; gereksiz ve kendine bile faydası olmayan
Kör bir gururdu içinizde hep tuttuğunuz.
Elbet bir anlamı olmalı bunun da;
Ama ya o?
Ya o, hani bazen kendinizi bile çileden çıkartan
Suskunluğunuz?
H@vuz 6
Yersiz bir söz, anlamsız bir inattı belki yolunuzu kesen.
Onlar değil mi?
Onmayan, onca hayal kırıklığına sürükleyen sizi...
Kimbilir kaç insanın düşlerini acımasızca kırdı yarı yolda,
Onlar, şimdi o çocuksu ve
Umarsız heyecanların sadece geride kalan tozlu izi.
Şimdi geriye dönüp baktığınızda akıp giden,
Ve ayırdına ancak şimdi varabildiğiniz,
Ama yaşamın ayrıntıları içinde maalesef kaybettiğiniz
Ve ardından belki ezgilere döktüğünüz sevginizi.
Önemli olan,
Bir şeyler öğrenebilmektir onca yaşanmış şeyden.
Ders çıkartabilmektir.
Yaşanmış hataların yolunu yatağında kesip,
Yanlış adımları yinelememektir.
Öğrenmek kadar öğretebilmektir.
Güvenebilmektir kendine,
Zaman,
Zamanı mı? değil mi? diye fazla düşünmeden,
Özgürce gülümsemektir.
Çünkü
Ağıt zamanı değil şimdi,
Gözyaşına sığınıp öykünmek; hiç değil.
Zaman artık,
Onca inat ve gurura rağmen,
“Çocuksu heyecanları yeniden yoğurabilmektir.”
Yaşamın önüne koyduğu tertemiz bir yolda,
Çocuksu heyecanla koşabilmek,
Olgun adımlarda,
Hep başı dik yürüyebilmektir.
Düşünsenize bir kez...
Nasıl bir duygu şu;
Çocuksu hayallerin
Sadece dibini aydınlatan bir mum ışığında,
Kendini keşfedebilmek birdenbire...
Düşünsenize adam gibi bir kez...
Durup dururken,
Mum ışığında kaybolup
Yeniden sarıp sarmalanmak
Hasret oymağında üşüyen
Biçare düşlere...
Mehmet Canbolat – Langen / Almanya
31 Aralık 2005
H@vuz 7
İsmail Çoban’la Görsel Sanatlar Üzerine Söyleşi
Hazırlayan: Nida Öz
İlk sorum söyle: Bir sanatçı sadece kendi sanatıyla ilgili konularla ve kendiyle mi uğraşmalı? Geldiği yer, diğer
sanatçılardan çok daha ilerdeyse, diğer sanatçılara destek olması gerekir mi? Yani kendi kurduğu/oluşturduğu evrende
mi yoksa ayaklarını bastığı yerde mi yaşamalı sanatçı?
Toplumun sanatçıdan çok özveri beklediğini biliyoruz. Sanatçının belli bir tavrı, duruşu olmalıdır. Bu da
öğrenmek ve öğretmektir. Toplum, onun toplumudur ve onun gereksinimlerini sezinlemesi, buna ayak uydurması
gerekir. Sanatçının alçak gönüllü, çalışkan olması ön koşulardandır. Toplumdan kopmuş bir kişinin sanatı yoktur. Sanat,
kültürün gereksinimiyse, kültür ihtiyacı olan topluma gereksinimini vermeye çalışmasından doğar. Günümüzde bu
duyguları taşıyan sanatçılara az rastlamaktayız.
Bazen zor sanat şartları anlaşmazlıklar yaratır. Örneğin; Pir Sutan Abdal bir toplum sanatçısıdır. Toplum için mücadele
etmiş, dayanışma örnekleri vermiştir. Bunun karşılığında da ekmek yemiştir. Bugün sanatçıdan tek taraflı olarak çok
şey beklenmektedir. Birçok sanatçının icra ettiği sanatla karnını doyuramadığı bilinmelidir. Yani “yaşamak ve
yaşatmak” anlayışından yola çıkarak, sanatçımızın üretkenliğini sağlayabilmek için toplumun da onu desteklemesi
gerekir.
Çevresini tanımayan sanatçı çoğu konularda yalnız kalır. Diğer sanatçı ve sanat çevresiyle olan kontaklar bir sanatçı için
çok önemlidir, aksi taktirde sanatçı sınırlanır ve gerekli görevini yapamaz. Sanatçı da bir insandır. Bazen sadece kendini
düşünür. Toplumla olan ilişkilerini kısıtlarsa, hoş görmekle beraber; uyarılmasında da fayda vardır.
Bana genellikle sorulan klasik soru; “Sanat, sanat için mi, yoksa sanat toplum için mi?”dir. Bu soruya aslında herkes
ilk önce kendi yanıt vermelidir/ bulmalıdır... Ben, ikincisine inanmakla beraber kalite ve bir sanatçıdan beklenen şeyleri
yerine getirmekte zorluk çekmekteyim. Örneğin; Toplumun kültür, ve eğitim sorunu sanatçıya yüklenmek istenmektedir.
Bu doğrudur ama eğitimde geç/ geri kalınmışsa sanatçının yapabileceği çok az şey kalmış demektir. Eğitimsiz bir
toplum, sanatsal değerleri bilmez! Müzik, edebiyat, görsel sanatlar; ekmek gibi, yaşamın gereksinimleridir.
650 metre karelik bir evde oturuyorsunuz. Görsel sanatlarla uğraşan bir kişi için tüm altyapı oluşturulmuş.
Oldukça büyük bir atölye ve çalışmalarınla ilgili tüm gereksinmeler burada mevcut. Almanya’daki birçok akademide
bulunmayan bir atölyeye sahipsiniz. Buma rağmen, son yıllarda kurduğunuz vakfı büyütmek, evrensel boyutlara
getirebilmek için büyük çabalar sarf ediyorsunuz. Bu uğraşınızın nedenleri?
650 metrekarelik güzel bir atölyem var, evim de buna dahil. Bu serbestliği eşim ve üç çocuğumla paylaşıyorum.
Burası benim ikinci dünyam. Almanya´da birçok akademinin sahip olmadığı imkanlarla donatılmış bir atölyeyi, sadece
kendim için değil, başkalarıyla da paylaşabilmek için gerçekleştirdim. Fakat iş vakıf kurulma aşamasına gelince,
farkına vardım ki sahip olduğum bu bina oldukça küçük; topluma açık, kültürel çalışmalar için yetersiz.
Bu ülkedeki nüfusumuz, yaklaşık üç milyona yaklaşıyor. Buna rağmen bir şeyi anlamakta hala zorluk çekiyoruz: Bu
evrenden göçerken, içine konulduğumuz birkaç metre bezden başka bir şey gerekmiyor. Geride sadece yüzlerce eser
bırakmak tabi ki güzel, ama bizden sonra geleceklere sadece eserlerimizi değil, bizler gibi eder verecek kişilerin, bu
sanat bayrağını geleceğe taşıyabilmeleri için atölyeler gerekli.
Bana, sahip olduğum bu ev ve iyi şartlarda yaşamam yetmiyor. Sadece benim çocuklarımın en iyi yaşaması da. Aynı
şeylere diğer sanatçı dostlarımız da, umut vadeden gençlerimiz de kavuşması gerekiyor. Bu çabayı sırf onun için
veriyorum.
Geçtiğimiz aylarda, genç sanatçıları desteklemek ve kurduğunuz vakfa katkı sağlamak amacıyla, Piyanist
Betin Güneş ve orkestrasının konuk olduğu, her şey en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş, harika bir ‘benfiskonzert’
organize ettiniz. Wuppertal Şehri’nin belediyesi tarafından yeniden restore edilen, tarihi Stadthalle’de (şehir kapalı
salonu) düzenlenen bu geceye, Belediye Başkanı, Sayın Peter Jung, Wuppertal Şehri’nin ileri gelenleri, çok sayıda
sanat eleştirmeni, gazeteciler ve Almanya’nın en saygın televizyonları katıldı.
Yapılan konuşmalarda gerek belediye başkanı, gerek sanat eleştirmenleri sizin bir Türk ya da Alman sanatçısı
olduğuz üzerinde değil, ‘neler yaptınız, daha neler yapmak istiyorsunuz’ konuları üzerinde konuşmalar yaptı. Türkiye
Cumhuriyeti Büyükelçisi, Sayın Mehmet Ali İrtemçelik, yaklaşık aynı konulara değinirken, sanatın evrenselliğini sık sık
vurgulayarak; sizin Türkiye kökenli bir sanatçı olduğunuzu, siz ve sizin durumunuzdaki kişilere T.C’nin mutlaka sahip
çıkması gerektiğini vurguladı. Sanatçıların, hür ve sınırsız bir dünyada yaşamaları gerektiğine işaret etti.
Siz 40 yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorsunuz. Her ne kadar, Türkiye’de bulunduğunuz dönemde de ufaktefek sanatsal çalışmalarınız olmuşsa da bu geldiğiniz yere, kendi özverili çalışmalarınızla, eyalet veya belediyelerin
yardımıyla geldiniz. Uzun yıllar önce Türkiye’den kaçmak zorunda olan, vatandaşlıktan çıkartılan, buna rağmen hiçbir
zaman köklerini geldiği topraklardan koparmayan İsmail Çoban’a karşı yapılan bu -geç- sahiplenmeyi bana açıklar
mısınız? Bu haksız bir sahiplenme ya da sahiplenmeye çalışmak değil midir?
Vakıfımızın kuruluş tanıtımı için düzenlenen bu geceye, Alman ve Türk basını olağanüstü bir ilgi gösterdi.
TRT-INT, Kanal D, TD Fernsehen, WDR v.s. bu akşam üzerine güzel bir yayınlar yaptılar. Türk basınının yankıları;
Azerbaycan, Kırgızistan, İngiltere, İsviçre, ABD’ye kadar uzanmış olmalı ki o ülkelerden tebrik telefonları, yazıları
geldi.
Yapılan konuşmalarda en dikkat çekici nokta; Alman konuşmacıların daha çok yapılması gerekli işlerden
konu açmasıydı. Bu da 37 yıllık bir zaman diliminde onlarda bıraktığım imajla ilgili. Bu zaman içinde onlarla sanat
çalışması ve tartışması yaptığımda; sanatın sınırsızları olmadığını -her yeri geldiğinde- vurguladım. Alman basınının
da geçmişimi bir köşeye sıkıştırıp bazı olayları belli çekmecelere koyması, itici gelmedi değil. Ama gerçekçi
anlatımlarla bu sorunların önüne geçtik, tabi bu da kolay olmadı.
Sayın Büyükelçi’mizin Türkiye çıkışlı bir sanatçıyı kucaklamak istemesini çok tabi görüyorum. Daha önce de
diplomatlarımızla dostluklarımız olmasına rağmen, sosyal sorunlarımız, sanatsal ve kültür çalışmalarımızda çeşitli
politik nedenlerle gündeme gelmedi/ getiremedik; yalnız bırakıldık. Sayın İrtemçelik, Wuppertal ziyaretinde iki
konuşmasında da sanatın evrenselliğini vurgularken kişi olarak Türkiye çıkışlı olduğumun üzerinde önemle durdu ve ilk
defa sanatçısına sahip çıkan diplomat olarak bizleri mutlu etti.
Gönül isterdi ki Sayın Büyük Elçimiz’in bu günkü yaklaşımları bundan senelerce önce gerçekleşseydi. Böylelikle,
bugün toplumumuz içinde bulunduğu kültür deflasyonu yaşanmayabilirdi.
Bu gereksinimleri bundan otuz yıl önce dile getirdiğimde, sadece politik çevrelerden değil, sol kanatları temsil eden
gruplardan da dışlandığımı söylersem inanmazsınız. Çünkü o zamanlar herkes kendilerine ait olan bayrağını taşımamı
istiyordu. Basın da bu yanlışlığın bilinçsiz bir şekilde destekçiliğini yaptı. İşte bu tutum vatandaşlıktan çıkarılmama
neden oldu. Şimdi sorsanız o dönemdeki kültürel ve politik istemlerimi yineler miyim diye; cevabım hiç düşünmeden
‘evet!’ olur. Bunun da altını gururla çizebilirim.
Vatandaşlık olayı: Bir uyruk taşımak bence bir formalite olayından başka bir şey değildir. Bir sanatçı, kökenini, insanları/
insanlarını sevmelidir ki evrenselliğe talip olabilsin.
Burada geçmişime bir açıklık daha getirmek istiyorum. 38 yıllık sanat hayatımda ne Türkiye’den, ne de Alman
makamlarından hiçbir maddi destek almadım. Hatta, uluslararası, zor duruma
düşmüş sanatçılar için kurulan kültür daireleri beni arayarak maddi, manevi yardım
istedi. Ben de elimden geldiği kadar yardım etmeye çalıştım.Yani sözü edilen, Türk/
Alman makamlarının bana yardım ettiği iddiaları bir gerçek değil...
Kısa bir biyografi?
1945’te Çorum/ Alaca’nın bir dağ köyünde doğdum. Fakir bir ailenin
on ikinci çocuğuyum. Okuma yazma öğrenen ikinci, yüksek tahsil yapan ilk
çocuğuyum.Yani, okuma yazma bilmeyen babamın sanatçı oğluyum...
Görsel sanatların birçok dalında eserler veriyorsunuz. Çalışmalarınızı
hangi anlayışla yapıyorsunuz? Eserlerinizde daha çok neleri soyutluyorsunuz?
Yüzü insana dönük çalışmalarınız çoğunlukta. Bu konularda bizi biraz aydınlatır
mısınız?
Plastik sanatlar dalında resim, heykel, grafik dalları başta olmak üzere bütün dallarda çalışıyorum. Çalışmalarım,
realist, yani anlatıcı realist (lirik realist) düzeyde. Konu olarak da insan, insanın sosyal yaşamı, acısı, sevgisi... Yani ben
manzara ressamı değilim... Güzeli insanlıkta aramaktan çıktım yola.
Türk plastik sanatlarının dünyadaki yeri?
Türk plastik sanatları genç olmakla beraber, dünya sanat çevresinde örnek boyutlardadır fakat, evrenselliği
tartışılır. Nuri İyem, Bedri Rahmi, Hikmet Onat, daha adlarını burada saymadığım bir sürü sanatçımız evrensel boyutlarda
olmasına rağmen, ne yazık ki eserleri koleksiyoncuların bodrumlarında saklanmakta. Eğer düzgün bir kültür politikası
yapılır da sanatçılarımızı sınırların ötesine taşımak için çaba harcarsak, Türk plastik sanatının evrensel boyutlara
ulaşabileceğini söyleyebiliriz.
Ne yazık ki aynı sorunları genç sanatçılarımız da yaşıyor. İşte vakfımızın görevlerinden biri de onları dışarıya taşımak
olacaktır. Amacımız büyük Türk sanatçısından ziyade evrensel ve Türkiye çıkışlı bir sanatın ispatına yardım etmek.
Batı’da yaşadığı ve çok da iyi olduğu halde evrensel başarıya ulaşamamış sanatçılarımız da aynı hatayı yapmaktadır.
Bu da sanat pazarının kurallarını bilmemekten doğmaktadır. Bu sorunu çözmekse sadece bireylerin kişisel uğraşlarıyla
gerçekleşemez. Burada devlete de büyük iş düşer. Sorunlara ancak el ele verilirse çare bulunabilir.
Uluslararası birçok karma sergiye yapıtlarınızla katıldığınız gibi, yüzlerce de kişisel sergi açtınız. Bunlar
hakkında kısa bir bilgi edinelim. Görüştüğüm tüm görsel sanat emekçisi arkadaşlarımız bu sergilere gelen
Türkiyelilerin yok denecek kadar az ilgi gösterdiklerinden yakınıyorlar. Siz de böyle kaygılar taşıyor musunuz?
Plastik sanatlara karşı ilginin bu kadar az olması size ne anlatıyor?
Şu ana kadar 450’nin üzerinde uluslararası düzeyde sergim oldu. Buradaki sanatçı arkadaşlarımızın yaşadıklarını
bende yaşıyorum. Toplumumuz sergi, okuma, tiyatro gibi kültür olaylarına katılmıyor. Tabi bunun çeşitli sebepleri var.
Bu kişilerin, Türkiye’nin kırsal kesimlerinden geldiğini ve çoğunun okuma yazma bilmediği gibi, herhangi bir
eğitim de almadıklarını unutmayalım. İkinci jenerasyon da birincisinden farklı değildi. Ama üçüncü nesilde bir takım
kıpırtılar başladı. İleride birçok şeyin değişeceğine inandığım için, eskisine oranla daha da fazla çaba harcıyorum. Fakat
tüm çabalarımıza rağmen sürenin uzun olacağını da söylemeden edemeyeceğim.
Göçten bu yana özellikle Almanya’da birçok kişinin önderliğinde dernek ve benzeri kurum ya da kuruluşlar
oluşturuldu. Bunların kısa süre içinde ya amaçlarından/ tüzüklerinden saptığını ya da bir süre sonra kapandığını
biliyoruz. Son olarak Baden - Baden Eyaleti’nde ve Kalsruhe Başkonsolosumuz Sayın Erdoğan Kök’ün büyük bir
özveri ve tüm iyi niyetiyle desteklediği, Sayın Nevzat Şahin’in hazırladığı projede buluşmuştuk. Bu tasarlanan projeye
önce katkıda bulunmak istediniz; sonrasında geri çekildiniz. Sizin bu tür kuruluşlara ya da projelere her zaman destek
verdiğinizi biliyoruz. Bize bu geri çekilişin nedenlerini söyleyebilir misiniz?
Aslında bu kültür çalışmalarına sevinir, canla başla sarılır ve elimden geldiği kadar da yardım ederim. Ben,
dernek çalışmalarının başlangıç döneminde yapılmaması gereken hataları açıkça konuşur ve ön çözümler ararım. Bu
çözüm arama çabalarıma yaklaşılmadığı gibi, neredeyse suçlu duruma getirilmeye çalışıldım. O yönden kendimi geri
çekmek zorunluluğunda kaldım.
İkinci neden: O dönemde vakfımız kurulmuş ve açılış tanıtımı çalışmalarının sonuna gelinmişti. Dernek işinde öncülük
yapan sanatçı arkadaşımızın, tarihi belli bu olaya dört gün öncesi, “Sen gel, o vakıf işini biraz geriye at; bize katıl”
H@vuz 10
demesi de arkadaşımızın yapılan işi kavrayamadığı kanısına yol açtı bende.
Beni rahatsız eden üçüncü bir olay ise, lobi kurmayı yazılı olarak ortaya koyarak,
bu iş için bir dernek gerçekleştirmeye gerek görmekti. Böylesi amatör bir fikre/
yaklaşıma harcanacak paraların ve emeklerin sorumluluğunu üzerime almak
istemememden dolayıdır. Lobi kağıt üzerinde, protokollerle kurulmaz! Lobi sevgiyle
oluşturulur, dayanışmayla yayılır... Eğer toplumumuzda bu dayanışma gerçeğini
daha sağlayamadıysak, yapılan işin kendi kendimizi kandırmaktan başka bir işe
yaramayacağını açıkça söylemek isterim. Bu sözlerimi bir suçlama olarak görenler
çıkacaktır. Umarım tüm düşündüklerimde yanılmış olurum.
Ben içinde olmasam da böyle bir girişimin/ organizasyonun, şekil ve yapısı hakkında
iyi düşünülmesini, kuruluşun yapılaşacağı ülkenin kanunlarının iyi irdelenmesini,
kurulmuş ve dağılmış derneklerin deneyimlerinden yararlanılmasını salık vermek
isterim.
Bu güne kadar dernek kurmak isteyen kişilere önerdiklerimi ve bu kurulan derneklerin
hala hayatta olduklarını, kendilerinden biteviye teşekkür aldığımı göz önünde
bulundurarak bu önerileri yaptım.
Fakat gördüm ki Baden-Baden’da yapılan toplantıda, benim orada olmam başka bir işe yaramıyor. İşte bu nedenlerden
dolayı geri çekilmek zorunda kaldım.
Biraz da başka konulara değinelim: Şu anda çalışma masanızın üstü kitaplar, dosyalarla, not düştüğünüz
kağıtlarla dolu. Bana bir kitap yazmaya başladığınızı söylemiştiniz. Nedir bu kitap? İsmail Çoban’ın görsel sanatlarla
uğraşan biri olduğunu herkes biliyor. Bu kadar işin-gücün arasında yoksa yazarlığa da mı başladınız?Bu uğraş için
vaktiniz var mı?
Bu soruyu bana böyle direk sorduğun için, benim de bazı detayları ekleyerek yanıtlamam gerekir. Senelerdir
yazıyorum ama kararımı görsel sanatçı olmakta verdim. Yazdığım kitap edebi bir kitap değil. Sanatçıların sanat pazarında
dikkat etmesi gereken kurallar hakkında. Yani, yapılacak ya da yapılmış hataların analizi bu kitap; bir kılavuz niteliğinde.
Yabanda yaşayan biz sanatçılar, başarı ve başarısızlığı, devamlı, yaşadığımız ülkedeki kurum ve kuruluşlara
yükleriz. Galeriler bizi dışladıklarında, sanat çevresine girmekte ne tür hatalar yapıyoruz diye düşünmeyiz.
İşte yıllar yılı yaşadığım, gözlediğim, araştırdığım konuları bu kitaba alıyorum. Başarının sırlarını kendilerinde
aramaları önerisinde bulunacağım.
Haklısın, aslında yazmaya hiç zamanım yok. Bunun da bir hizmet olduğunu düşünüyor, olmayan zamanımdan
parçacıkları yan yana getirerek bu kitabı oluşturmaya çalışıyorum..
Konu açılmışken biraz da bir yazarla, bir ressam arasındaki benzerlik ya da zıtlıklardan söz edelim. Bir yazar,
yazdıklarıyla önce kendisi hesaplaşır. Siz de yapıtlarınızla hesaplaşıyor musunuz?Yani ben ne yapıyorum, ne
yapmalıyım, mesajımı kime-nereye göndermeliyim v.d. sorularınız oluyor mu kendinize?
Sanatçının genelde kendisiyle, yapıtlarıyla hesaplaşması gerekir; hangi sanat dalında olursa olsun. Halkla ilişkiler ise
hepimiz için kaçınılmaz bir işlev. Bu, direk öğrenim yollarından biridir.
Öğrenimini durdurmuş bir sanatçı ölü sanatçıdır. O duruma düşmemek için öğrenimi kendime ilke olarak aldım. Her
gün yeni şeyler öğreniyorum.
Yazarın bir dili var. Ne yazmak, hangi mesajı vermek istediğini -şiir hariç- kesinlikle okuyucusuna ulaştırabiliyor.
Ressamın? Ressamın fırçası? Galerilerinizi gezen kişilerin sizi anladığına emim misiniz? ‘’Evet, ben de böyle resim
yapmak istiyorum” diyen kişiler çıkıyor mu? Resim, yazın türleri içinde en çok şiire mi benziyor yoksa?
Resmin de bir dili var. Hem de, bu dili bilmeyenlerin bile anlayacağı bir dil. Bir gün, ömrünü yazınla geçirmiş
ve 50’nin üzerinde kitap yazmış, uluslararası üne kavuşmuş bir yazarımız: “Okumayı öğrendik ama resimlere bakmasını
kimse bize öğretmedi” dediğinde hiç şaşırmadım. Bu türde eser veren sanatçıların dilinin, yazın dilinden daha etkin
olduğunu vurgulamak istiyor bu sözler. O halde? Demek ki resim, bu sanattan anlamayan birine, onun dili ile hitap
edebiliyor.
Yetiştirdiğiniz biri ya da birileri var mı?
Çeşitli akademileri bitirmiş ya da devam eden genç öğrencilerim olduğu gibi, bu okullarda öğretim üyeliği
yapan öğrencim olmuş sanatçı dostlarım da var. Bayramda seyranda, bir sorunları olduğunda beni ararlar. Bana önderlik
H@vuz 11
yapan sanatçı arkadaşlarım da var. Onları da ben arıyor ve hal-hatır soruyum. Karşılıklı
fikir alışverişinde bulunuyoruz. Bir dönence yani.
Galerilerde, takım erki (oligarşi) sürmekte. Bu basılı yayın için de aynı. Birçok
yetenekli genç bu barajı aşamıyor ve sanata/ yazına küsüyor. Bu konuda genç sanatçılara
önerileriniz?
Böyle büyük bir problem görsel sanatlarda da yaşanmakta. Ama bu sorun sade
gençlerin değil yaşlı sanatçıların da sorunu. Yukarıda söylediğim kitapçığımda zaten bu
konuya değindim çoğunlukla. Bu sorun birkaç cümleyle anlatılacak boyutlarda değil.
Konunun üstüne bilinçli bir şekilde gidilmesinde yarar var.
Yazınla uğraşan kişilerde sık sık şuna rastlıyoruz. Şiirden örnek verecek olursak; ‘şu gibi’, ‘bu gibi’ yazıyoruz
diye övünenler çoğunlukta. Hala, Karaç’oglan gibi, Yunus Emre gibi yazmaya çalışanlar var. Resim sanatında Van
Gogh, Picasso taklit etmeye, onlar gibi eser vermeye çalışan binlerce örnekle karşılaşıyoruz. Bu kişiler neden kendileri
gibi yazmak, resim yapmak yerine onlar gibi olmaya çalışıyorlar?
Uluslararası sanat pazarı bunu hemen anladığından bu kişilerin maalesef hiç şansı yok. Geçmişte yapılanların
benzerini yapmak bir sanatçının kendi kendini harcamasından vaktini boşa geçirmesinden başka bir şey olmadığından,
sanatçının kendini, kendi sanatını aramasını önereceğim.
Sizde de edebiyatta olduğu gibi Türkiye - Avrupa/ Almanya çekişmesi var mı? Türkiyeli sanatçılar sizleri nasıl tanımlıyor,
siz onları nasıl tanımlıyorsunuz? Aranızda bir köprü oluşturabildiniz mi?
Bir önceki verdiğim yanıttan dolayı var. Bu gerçeği, ülkemizden yeni gelmiş bir sanatçımızla tartışırsanız ve o
kişi size ‘ bunları kıskançlık yüzünden söylüyorsunuz’ derse şaşırmamalısınız. Tabi problemleri anlayıp hemen sorunlara
çare arayan sanatçılarımız da var. Onlarla hiç problem yaşanmadığı gibi aramızda köprü dediğimiz iyi dostlularımız da
var.
“İnsanoğlu yalnızca ekmekle yaşamaz. Sanat ve kültür, bir toplumun iletişimini, uyumunu ve bütünlüğünü
destekleyen değerlerdir. Sanatsız toplum, tuzsuz yemeğe benzer.” Bu sizin sözünüz. Peki tuzsuz ekmeği de bulamayan
milyonlarca insan yaşamakta dünyamızda. Siz bir sanatçı olarak bu insanlar için ne yapıyorsunuz? Daha geçtiğimiz
günlerde milyarlarca raketin -laf olsun diye- havaya fırlatıldığı, köpüklü şarapların, şampanyaların su gibi içildiği
dünyamızda insanların neyi kutladığını saptayabildiniz mi?
Sayın Çoban, sorulacak, konuşulacak o kadar çok şey var ki. Benim aklıma gelenler bunlar. Sizin eklemek
istediklerinizi ben kaleme alıyorum; buyurun.
Aslında bu tuzsuz ekmeği bulamayan toplumu yaratan bizleriz. İnsanoğlunun egoist bir yapıya sahip olduğunu, bu
dünyadan giderken bir kaç metre bezden başka bir şey götüremeyeceğini önceki sözlerimde vurguladım. Bu problemleri
de görerek kurduğumuz, İsmail Çoban Vakfı, bu kişilere de yardım amacı gütmekte. Bu toplumlar aslında dünyanın en
eski kültürleri. Yüzyıllarca emekleri sömürülmüş, bilinçli bir şekilde fakir bırakılmışlardır. Bu gün bile üretimlerini
durdurmak, bedavadan veya kendi ürettiklerinden çok daha az bir ederle onlardan almak, böylece de ucuz ve ferah bir
yaşam sağlamak için önlerine geçilmek istenmektedir.
Bir atasözü vardır; ”Bir kişiye, balık yemeyi değil balık tutmasını öğret”. Bu niyetle son yirmi beş - otuz senemi onlarla
paylaştım. İyi arkadaşlıklar kurdum. O ülkelerde de öğretim dalında emek veren, benim/ bizim gibi düşünen insanlar
var. Eğer bir kişiyi daha bu bilinçle yaşayanlar ordusuna katmayı başarırsam mutluluğum kat.kat artacaktır. Tabi ki bu
gerçeği bireysel olarak değiştirebileceğime inanan biri değilim. Fakat bu girişimler, belki tuzlu ekmek değil ama tuzsuz
da olsa, birkaç ekmeği o ülkelere ulaştırabilir. Herkes görevini yaparsa, kamyonlar dolusu tuzlu ekmek taşımak da olası.
Bu nedenle bize girişimlerimizde katkıda bulunacak herkese şimdiden teşekkür ediyoruz. “Bana ne”cilik hiçbir topluma
fayda getirmez!
Bu güzel sohbet ve bana ayırdığınız değerli zamanınız için teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim Sevgili Nida.
H@vuz 12
Biz
Profesyoneliz
Sizin Gibi!
Aynı
Bizler, firmanızın hitap ettigi sektöre yönelik en iyi WEB tasarımlarını hazırlayarak, firmanızın tanıtımı konusunda yardımcı oluyoruz. Unutmayın ki yaptığımız her WEB sayfası sizin olduğu kadar bizim de prestijimizdir.
İnternet kullanan herkesle bilgi alışverişinde bulunarak, sipariş alacak, pek çok ticari ve resmi işleminizi WEB sayfanız üzerinden gerçekleştireceksiniz. Tüm bunların ederi ise, herhangi bir gazeteye,
ayda bir ilan vermenizden ya da renkli bir broşür hazırlatmanızdan/ bastırmanızdan çok daha hesaplı
olacaktır.
WEB sayfanız, şirketiniz için, satış, reklam ve halkla ilişkiler alanlarında olağanüstü bir güç kaynağıdır. İşinizin özel gereksinimlerine uygun olarak, temaDesign tarafından profesyonelce hazırlanmış bir
WEB sayfası, bugüne kadar yaptığınız en iyi yatırımlardan biri olacaktır.
- En gelişmiş teknolojiyi kullanarak, dünya pazarlarına açılmak.
- İmajınızı, uluslararası boyutta arttırmak.
- Rakiplerinize göre daha avantajlı olmanızı sağlamak.
- Yeni iş sahaları ve hiç beklemediğiniz yeni müşteriler kazanmak.
PHP
Bu programlama dili sayesinde dinamik WEB-Siteleri oluşturuyoruz.
VERİBANKASI/ Mysql
E-Shop sistemleri Mysql olmadan çalışmıyor, bu bankaları da sizin için uyarlıyoruz.
CGI
Bu programlama dili sayesinde sayfalarınıza sayaç, yazışma form(ları), sipariş ve müşteri
defteri gibi bölümler açabiliyoruz.
FLASH
Bu programla ve yine sizlerin
istemleri doğrultusunda animasyonlar gerçekleştiriyoruz.
Kurumsal kimlik oluşturmanın en önemli öğesi olan “logo„ tasarımında olduğu gibi, basılı dökümanda ve WEB ortamında da aynı kalite ve etkinin sağlanmasını daima göz önünde bulunduruyoruz.
WEB tasarımı
Logo tasarımı
Dergi, kitap tasarımı; basımı
Matbaa tasarımı
Grafik
http://www.tema.solutions.de
Tel.: 0231 167 1823 /
06151 717950
Anla
Gerek
İçin
Anlamak
mak
şıl
1980’li yılların başlarında Aziz Nesin’in, Yalçın Küçük ile ortak olarak başlayıp daha sonra tek başına devam
ettirdiği bir firma, Türkiye’de ilk kez paralı bir panel dizisi düzenlemişti. Beş gün sürecek bu panel dizisinin bütün
biletlerini aldık. İlk gün içeri girmek için, Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nun daracık koridorunda saatlerce bekleyerek
içeri girdik. Bildirilen başlama saatinden nice sonra başlayan bu ilk panel dizisinde ilk konuşmacı olan Aziz Nesin
ortalıkta görünmüyordu. Aziz Nesin ancak 3. konuşmacıya yetişti. Hakkımız olmadığı halde, geciktiği için özür borcu
olduğunu düşündüğümüz Aziz Nesin, salonda bulunanlara hafif yan dönerek yaptığı konuşmasında, Coca Cola içerken
nasıl para ödüyorsak, aydınları dinlemek için de para ödememiz gerektiğini kasılarak anlatırken, biraz şaşkınlığa
uğramıştık. Salonda bulunanlar, bilet alarak içeriye girdiğine göre, bu sözlerin muhatabının bizler olmaması gerektiğini
düşünerek ‘ya sabırla’ paneli izlemeye devam ettik.
Seri panellerin ikinci gününde yine aynı eziyeti çekerek saatlerce dar koridorlarda beklerken, kalabalığı yararak
aramızdan geçen Aziz Nesin’in “dünyayı ben yarattım” edası ile bizleri kenara iterek içeri girişini homurdanarak
izlediğimiz halde, seri biletlerimizi önceden aldığımız için üçüncüsüne gitmek gafletinde de bulunduk. 12 Eylül rejiminin
olağan dışı koşullarında gerçekleştirilen bu tür etkinliklere destek vermeyi, nedense kendimize görev edinmiştik.
H@vuz 14
Beş gün sürecek panel dizisinin üçüncüsü yine saatlerce gecikmenin ardından, bu kez başlayamadan
bitti. Yapılan kısa bir açıklama ile valilikten izin alınamadığı için söyleşi dizisinin sona erdiğini söyleyerek bizleri
uğurladılar. Valilikten izin alınamamasının sorumlusu sanki bizlermişiz gibi, bilet paralarını geri ödemeyi teklif etmek
şöyle dursun, bir kuru özür dilemeyi bile gereksiz gören, bu seçkinci tutuma karşı olan tepkimi ilk günkü gibi özenle
koruyorum.
Dinlediklerimden değil ama yaşadıklarımdan önemli dersler çıkarmıştım. Aydınların gözündeki değerimizi
anlamak için bulunmaz bir fırsattı. Bu seçkinci kişilerin, halkı sadece yolunacak kaz olarak gördüklerine tanıklık
etmek üzücü olduğu kadar öğretici bir ders oldu. Halk, onların gözünde sadece romanlarının, şiirlerinin, hikayelerinin,
makalelerinin, şarkılarının, özetle sermayelerinin basit bir konusu olmak dışında bir değer taşımıyordu. Aradan geçen
bunca yıla karşın, bu yargımızı değiştirecek olumlu bir örnek yaşamış değiliz.
Osmanlı’nın son dönem kurtuluş reçetelerinden birisini hazırlayan Prens Sabahattin’in dört maddelik hareket
planının ilk maddesi, İmparatorluk halkları arasında toplum bilimlerine ilgi uyandırmaktır. Okuma yazma oranının
binde, on binde olarak ifade edildiği Osmanlı toplumunda, toplum bilimlerinin nasıl yaygınlaştırılacağı sorunu,
Cumhuriyet dönemi aydınının kafasını kurcalamaya devam etmektedir.
Kedinin uzanamadığı ciğere murdar demesi gibi, aydınımızın gözünde, halk, kaba ve cahil bir yığındır. Bu
nedenle, aydınları anlamadığı gibi, önemsememektedir. Ancak sıkı bir eğitimle, kendilerini anlayabilecek olgunluğa
erişebilir.
Anlaşılmamanın meze yapıldığı aydın söyleşilerinde koparılan feryat figan, bunu dert edindiklerinden değil,
başarısızlıklarını kılıflama çabasındandır. Çünkü anlaşılmamak üzere özel çaba harcarlar. Yazdıkları ve söyledikleri
ne kadar anlaşılmazsa, ‘hiç’likleri de, o kadar anlaşılmaz olur.
Yazdıklarından ve konuştuklarından, süslü ve anlaşılmaz sözler çıkarıldığında, geriye anlamsız cümle yığınları
kalır sadece. Çoğu kez yazdıkları ile konuştukları arasında tonla çelişki vardır. Çünkü bütünsel düşünce üretecek
metodolojiye sahip değillerdir. Metodolojik bilgileri, yazdıkları kitapta, sağdan, soldan alttan ve üstten kaç satır boşluk
bırakacakları ile sınırlıdır. Çelişkilerinin bir diğer nedeni, düşüncelerinin üretilmiş değil, abartılmış olmasıdır. Sağdan
soldan toparlanmış bilgilerle bile, lezzetli bir yemek yapmayı beceremezler.
Kendilerini en gururlu hissettikleri an, etkisi bir koltuk altı deodorantı kadar bile sürmeyen ortak bildiri
sundukları zamandır. Bildiri yayınlarken, dünyayı kurtarmış oldukları sanısı ile çocuksu bir coşku yaşarlar. Bildirileri
yayınlandığında, kendilerini dünyanın haksızlıklarına meydan okuyan Don Kişot’lar olarak gördüklerinden
havalarından yanlarına yaklaşılmaz. Başları sıkıştığında, bildirilerinin altındaki imzaları için olmadık bahaneler
üretmekte de mahir olduklarını söylemeliyiz. Ben imzaladıktan sonra metin değiştirilmiş, ya da falancanın ricası
üzerine okumadan imzaladım demekten zerrece utanç duymazlar.
Neyse daha fazla kırıp dökmeden, özetleyelim; Aydın olmanın koşulu halka anlatmak değil, halkı anlamaktır.
Halkını anlayamayan aydın, halka ne anlatabilir ki…
Taşkın Eslek - İstanbul, 09. 01. 2006
Karikatür: Hasan Efe
H@vuz 15
Everest Yayınları 2005
Yatır
Zor Mekân
Romanın giriş bölümlerinden biri
7 ŞUBAT 1926 - PAZAR - 00.07
ALSANCAK - İZMİR
“...
Süleyman Kılaronopules altın kaplamalı köstekli saatinin
yüzeyine dalmış gitmişti. Yavaşça geri çekilen ürkü
denizinin yeniden serbest bıraktığı kumsaldaki rengarenk
umut taşlarını görmekten şaşkındı. Yedi kocaman dakika
geçmişti ve olağanüstü bir şey olduğu falan yoktu. Henüz
fark etmiyor olabilir miydi?
Çocukluğundan beri gizemli merak ve kâbus kumbarasını
tıka basa dolduran koyu pembe gül desenli taşlara baktı.
Karşılıklı yüzlerdeki iki pervazda duran gaz lambaları
sayesinde ışık kalıbına çift gölge yaptırmaktaydı. Dört ayak
emekler durumunda yüzü sokak yönüne çevrili solundaki
ve sağındaki gölgelerden güçlükle sıyırdı bakışlarını.
Desenleri ve yıllara meydan okuyan pürüzsüz yüzeyi
yakından görmek, içine girmek ve anlamak istiyordu. Bu
taşların yüzeyi esas portreyi gizleyen bir tavır içindeydi
sanki.
H@vuz 16
İçini çekerek doğruldu ve saati yeleğinin köstek cebine yerleştirdi. Bomboş bodrumun
her köşesine baktı. Acele etmeden ve ayrıntıları ıskalamadan. Altı metre tabanlı, üç
buçuk metre yüksekliği olan bir kare prizmanın iç yüzeyini taramak eşyasızlığına
rağmen zaman alan ve baş döndüren bir işti. İnsanın bütün vücuduna yayılmış gözlere
sahip olmamasında bir hikmet değil, bin atalet olduğunu düşünmekteydi. Süleyman
bir algı derinliği manyağıydı.
Oğlum büyüyünce ne olacaksın söyle bakalım?
Ressam olucam ve dünyanın zehir zemberek zahiri bir resmini yapıcam dedecim.
Neymiş o zehir zemberek zahiri dediğin şey?
Ayağının altında, belinde, sırtında, başının arkasında ve parmak uçlarında sayısız
gözler bulunan biriymişim gibi resimler yapmak istiyorum.
Bak sen aklı arşı bir karış aşmış torunuma benim.
Küresel görebilmek ve nesnelerin içine nüfuz edebilme çok ciddi bir tutkusuydu.
Paris’te, Pierre Loeb galerisinin geçen yıl 14 kasım açılışında bu düşüncesini Jean
Miro’ya bizzat açabilme şansına erişmişti.
Demek eşyayı eşzamanlı görme tutkunuz var. İki boyut bunu sırtına yükletmez kolay
kolay mösyö. İnanın içten söylüyorum. Bana kalırsa...
Jean Jean, dün gece nerelere sıvıştın birden?
Buram buram baygın parfüm kokan kadın konuşmalarını en can alıcı yerde budamıştı.
O akşam ve ertesi gün Miro’yla konuşma fırsatı bulamamıştı. Daha sonraki gün ticari
işleri nedeniyle güneye inmesi gerekmekteydi. Trende bol bol düşünmüş hayatın
aslında ne olduğunu anlamak için sayısız yollar bulunduğunu ve bu yolu mutlaka
yürümek zorunda olduklarını bir kere daha keşfetmişti.
Gazetede İngiliz bilim adamı John L. Baird’in televizyon adlı bir icadından söz
edilmekteydi. Altı ay içinde ilk gösterisini yapacaktı. Havaya salınan dalgalarla herkes
evinde film izleyecekti. Radyo aşılmıştı bile.
Bilime meraklıydı. Newton’dan, Einstein’a geçişi çok heyecanlı bulmaktaydı.
Maddenin aslında bir enerji yumağından ibaret olması fikrinin sarsıcılığına kolayca
uyum sağlamıştı. Eşyanın gözlerine kendilerinden kaynaklanan bir kasıtla böyle göründüğü fikri parlamıştı beyninde.
Bu zaten vardı da kendi yeni uyanmıştı. Varlığın dış zarfı arkasında durduğumuz pencere camının niteliği derecesine
uygun maskeler takınmaktaydı. Aslında neydi? İnsan bunu kavrayabilir miydi? Kavrayamadığı için mi sürrealizm diye
bir tarz mevcuttu? Televizyonu, elektriği, izafiyeti bulan kafalar bu sır cevizinin kabuğunu da kırar mıydı bir gün?
Süleyman Kılaronopules ani bir kararla bodrumun basamaklarını tırmanarak evin giriş katına vardı. Sokak kapısı on
metre ötedeydi. O tarafa hiç bakmadan oturma odası ve merdiven lambalarını yakan düğmeyi çevirdi. Evlerinde bir
yıldır elektrik vardı. Işığın nesnelerde titremeyen gölgeler meydana getirmesine hâlâ tam olarak alışamamıştı. Evin
iç yüzeyinde bu yeni ışıklandırma kaynağına karşı belli belirsiz bir karşı koyma sezinliyordu. Aynı etkiyi Paris ya da
İzmir’de elektrikle aydınlanan diğer evlerde pek az hissedebilmekteydi. Şimdi artık bunun nedenine vakıftı. Kehanet
faktörü.
Zaman zaman elektrik lambalarının vat veya mum cinsinden toplamına eşit güçte bir dizi gaz lambasına dönüşmüşçesine
renk değişimleri ve kıpırtılar meydana gelmekteydi. Dedesi dahil ev halkından hiç kimse bu kıpırtılarla ilgili tek bir
kelime etmemişti şimdiye dek. Neden deli sanılacaklarından, tekinsizliği azdıracaklarından korkmak değilse, görememek,
hissedememek de olabilirdi pekala.
Acelesiz adımlarla çatı katına çıktı. Elektriğin hükümranlığı burada sona ermekteydi. Pantolon cebinden çıkardığı
kibritle yerde giriş kapısına yakın duran gaz lambasının fitilini tutuşturdu. Renkler ışığın akıl almaz hızına biraz
aldırışsızca bir ataletle karanlıktan sıyrıldılar. Işığın nesnelerin yüzeyini deniz dalgaları gibi okşaması içinde her zaman
deli gibi çalışma arzusu yakardı.
Tavanda kapıya en yakın duran kirişe baktı. Son üç aydır bunu yapmadan içeri girdiğini hatırlamıyordu. Koyu kahverengi
yüzey karanlık olduğundan fazladan bir derinliğe sahipmiş duygusu vermekteydi. Burayı atölye olarak kullanmaya
devam edebilmesi dedesinin ustaca taktikleri ve kararlı tekinsizlik kovuculuğu sayesinde gerçekleşebilmişti. Diğerlerine
kalsa uğursuz buldukları bu alana kilit vurup kullanımdan çekerlerdi.Yaşlı asker zekice manevralarla evdeki yaşamı
normale çevirmiş ve hiçbir işe yaramayacak ağlama dövünme, yılgınlık seanslarını engellemişti.
Ressam burada bir çözüm önerisi, belanın siyamlı ikiz kardeşinin fısıltılarının ekolandığını düşünmekteydi. Şu anda
tek başına evde durabilmesinin tek kaynağı bu inancıydı. Cansız bedeni şurada sarkan taklit ustası komedyen ruhlu
babanın hayalini korkutucu, panik verici ve hata üstüne hata yaptırıcı eylemlere dönüştürtmeyen bir güç işbaşındaydı.
Meşum belayla birlikte karşıtı da işbaşındaydı. İşbaşındalık iki Süleyman’ın, dedesinin ve kendi iradesinin çabalarının
sonucunda mevcudiyet kazanmıştı. Salt bir düşünce, bir inanç büklümü falan değildi. Gıdım gıdım imal edilmiş ve zorlukla
H@vuz 17
harekete geçirilmiş bir mekanizmaydı daha çok. Belanın boşluklarını dolduran, ona
karşı bir uzay parçası şişiren, kaplayan ve kapsayan bir oluştu. İliklerine kadar böyle
hissetmekteydi.
Bir eşek, boş bir tuval ve boyalarını kaparak aşağı gideceği sırada durakladı. Bir şey
dikkatini çekmişti. Bitmiş resimlerin durduğu bölmede bir başkalık mı vardı? Daha
dün öğle üzeri etrafı iyice derleyip toplamıştı. Yaklaşan hesaplaşma anı nedeniyle
sinirleri gergin olduğundan çalışamayınca ortalığı düzenlemekle oyalanmıştı.
Elindekileri yere bıraktı. Kibritle tahta sütuna takılı gaz lambasını yaktı. Her zaman
en önde duran kelebek tablosu, en yeni resimlerinden peştamallı çocuk tablosunun
arkasında duruyordu. Bu değişiklik onun işi değildi. Tabloları sırasıyla gözden
geçirmeye başladı. Otuz sekiz tablonun içinde iki küçük sırcık yatmaktaydı.
Uzun bacaklı zenci kadının üzerinde yüzükleri, bilezikleri ve topuklu ayakkabıları
hariç hiçbir şey yoktu. Geçen ekimde Champ Elysees tiyatrosunda Josephine Baker’ı
seyredince kadının bir nü resmini yapmaya karar vermişti. Küçücük sutyeni ve
neredeyse beli hizasındaki kısacık fırfırlı eteğiyle şimdi olduğundan daha seksiydi.
Çıplanınca utangaç bir genç kadın çıkmıştı ortaya. Josephine’nin ardında bir başka nü
durmaktaydı. Marie. Aylarca önce başlayıp yarım bıraktığı iki tabloyu son haftanın
gerilimli bekleyiş atmosferinde bitirmişti. Kendini sanatına vermek iyi gelmiş ve her
dakika bu günü düşünerek endişelenen yanını iyice susturmuştu.
Bu arada tavan arasına hemen hemen hiç ayak basmayan karısı nüleri dün keşfetmiş
ve bunu belli eden bir işaret bırakmıştı. Son kez Paris’te Josephine’i seyrettiğini
biliyordu. 150 franga aldığı imzalı fotoğrafı da göstermişti. Gençlik aşkı Marie’yle
bir kafede rastlantıyla karşılaştıklarını da anlatmıştı. Karısından bir şey gizlemezdi.
Kerime’yi her şeyden çok sevmekteydi hâlâ.
Yaşamında o zenci kadın gibi dans eden birini görmemişti. Teninin her santimetre
karesi buram buram kadınlık, sonsuzluk rahiyası kokmaktaydı. Marie bir zamanlar
deli gibi aşık olduğu bir kadındı. Yıllar sonra gözüne alelade biri gibi görünmesinden
hayal kırıklığına uğramış ve istemeden kadına biraz belli etmişti. Seksi dansçıyla,
heyecan gazı tamamen kaçmış ilk aşkını giysilerinden sıyırarak soyutlamıştı. Biri
masum bir kadıncığa, diğeri femme fatale’e dönüşmüştü.
Kerime eylemindeki eğilimi hemencecik sezmiş olmalıydı. Kocasının huyunu
suyunu bir saat cebi gibi iyi tanırdı. Marie’nin silik hatlı yüzünün altında kendi
vücudunun yer aldığını fark etmesi için saniyeler yeterliydi.
Sayısız defalar aklından geçmesine rağmen karısından bir kez bile çıplak poz vermesini isteyememişti. Her şeyi rahatça
konuşan nadir çiftlerdendiler, ama bu konunun kapısı hep örtülü kalmıştı. Çeşitli nedenleri vardı. Kıskanma örneğin.
Yapacağı tabloyu bir başkasının görmesi söz konusu değildi. Birine satacak ya da bir galeride sergileyecek falan değildi.
Yapar ve saklardı. Birlikte imha da edebilirlerdi harlı bir sevişmenin ardından.
Karısı İstanbul’da Amerikan kolejini bitirmiş modern bir kadındı. Zevkle poz vereceğini tahmin etmekteydi. Gene de
soramamıştı bir türlü. Reddederse aralarına soğukluk girer diye korkmuştu. Akademide çıplak modellerle çalışırken fark
ettiği bir şey yüzünden de belki.
Çıplaklık kafanın içinde doğallık düşüncesiyle besleniyorsa onun sanatına esin kaynağı olabiliyordu ancak. Bazı
modelleri daha başarılı çizebilmesi bunla da ilgiliydi herhalde. Kerime’nin beyninde bu doğallık yoktu henüz.
Ahrette yaptığınız resimlere nasıl can vereceğinizi de öğrendin mi bari?
Boyacılara da diploma veriyorlar demek artık.
Kızı serbest bırakırsan ya zurnacıya gider, ya da boyacıya.
Üstelik sürrealizmciymiş azizim.
Neci, neci?
Hukuk öğrenimi için gittiği Paris’ten boyacı diplomalı bir ressam olarak geri geldiğinde sırrını bilen dedesi sayesinde
babasının ve diğer aile büyüklerinin tepkisi hafif olmuştu.
Mali durumlarının yerin deliği nedeniyle Kerime’nin varlıklı ailesi araya takoz koyamamıştı. İmalar, alaylar gırlaydı
yalnız. O kadar çatlak su kaçırmazdı haliyle.
15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesiyle başlayan üç yıllık eziyet, kahır ve ölümcül
gelişmelerden hep dedesinin maharetli taktikleri sayesinde kurtulduklarını düşündü. O olmasa kehanete falan sıra
kalmadan Kılaronopulesler hayat oyunundan silinir giderlerdi. İşgal sırasında sayısız tehlikeler atlatmışlardı.
Şimdi verdikleri bir başka kurtuluş mücadelesiydi. Ergun’u ve Sümer’i makûs geleceklerinden sıyırmak için bir yol
bulması gerekmekteydi.
H@vuz 18
Kerime iki gün önce olan bitenleri duyunca çocukları ve yarı yatalak anneanneyi
bakıcılarla yazlıkta bırakıp yanında kalmak istemişti. Kadını bundan vazgeçirebilmek için
kader adlı bir tablodaki annesiz babasız çocuk suratlarından bahsetmesi gerekmişti.
Bu geceyi atlatır atlatmaz, yatakta nefeslerinin düzelmesini beklerken, karısına kehanet
cinini nasıl ustalıkla bir şişeye tıkıp mantarını sıkıca kapattığını anlatan adam resminin
renkleri iyice solgundu.
Hiçbir şey bilmeden geçirdiği 20 yıl için dedesine ne kadar teşekkür etse azdı. Kerime’yle
Milli Kütüphane sinemasında oynatılan Operadaki Hayalet filmini seyretmişlerdi.
Kordon’dan yürüyerek eve dönerken bir resim fikri patlamıştı aklında. Hâlâ birbirlerine
aşık karı koca filmden bahsederek yürüyorlar. Mekân Kordon’du haliyle. Arkalarından
bahsettikleri filmden fışkırmış kara pelerinli bir adam yürümekteydi. Sevgililerin
başlarının üstünde uçuşan bir aşk meleği küçük trompetiyle bu hayaleti ürkütüp
kaçırtmakla meşguldü.
Dedesinden kehaneti duyunca bu fikir sıvışıp gitmişti aklından. Yıllardır hissetme
sınırının biraz altında bir titreşimle çalışan dev bir makinenin göbeğinde yaşadığı
gerçeğine toslamıştı. Ruh sarsıntısı müthişti.
Çatı katındaki iki lambayı da söndürüp merdivenlerden inmeye başladı. Çalışma
odasının kapısı aralık durmaktaydı. Dedesi yedi hafta önce ölünce odanın möblesinde
ve donatımında hiçbir şey değiştirmeden kendi bürosu yapmıştı. Odadaki pipo dumanı
kokusu yeniden keskinleşmişti. Büronun sahibi ölünce sigarayı bırakıp pipo içmeye
başlamıştı çünkü.
Elindekileri bırakıp odaya girdi. Karısı için hazırladığı mektupta tek bir cümle yazılıydı.
Mutlaka döneceğim sana. Masanın üzerinde duruyordu. Nü’leri gördükten sonra
bunu belli ederek bıraktığı Ne yap, et, bir yol çiz ve bana geri gel hayatım. mesajının
karşılığıydı bu.
İçinden söz söz diye haykırarak holdeki malzemeleri yüklendi ve merdivenleri inmeye
başladı.
Hayrola evlat?
Korku ve huzurun kol kola bir resmini yapmaya gidiyorum.
Yakışır sana.
Sağ ol dedecim.
Sen de sağ ol evlat.
Daha iki gece önce canciğer dostları Refik ve İzak’la oturup gecenin geç saatlerine kadar sohbet etmişlerdi.
Bence İsviçre’den medeni kanun iktibas edileceğine Mecelle bir alimler kurulu tarafından yeni zamana uydurulsa daha
iyi olurdu.
Bunu yapabilmek için en az yirmi yıl lazım resimbazcım.
Yok canım o kadar da değil. On yıl. Hatta daha az zaman bile yeter. Bilmem anlatabildim mi?
Cihan kaynıyor. Acelemiz var. Gazi Paşa haklı.
Kaynasın dursun bırak. Bardağın dibine bak.
İyice kafayı buldun Refik. Sana rakı yok artık.
Rakı yoksa ben de yokum. Bilmem açık sarih iyice izah edebildim mi?
Sanki aradan haftalar hatta aylar geçmişti. Taze cumhuriyetin inşasında oynayacağı rol iptal edilmişti. Gelecek
hayallerine isle karartılmış şişe dibinden gözlükler takan el tarafından. Bu öğle üzeri çocuklarıyla kör ebe oynarlarken
bir daha onları asla göremeyeceğim fiyonklu korkuyu soluyup durmuştu. Gece karısının kadife teninden yayılan belki
bu en sonuncu sevgilim marka parfümün kalp acıtan keskinliğini hâlâ hissedebilmekteydi. An yaklaştıkça kuşatılan
normal yaşam atmosferi incelmeye ve uzaklaşmaya başlamıştı.
Hisleri sevgi yaprağıyla sarmalanmış özenti içli dolma gibiydi. Arkadaşlarının şu anda huzur içinde uyuduklarını
düşündü. Evleri ne kadar yakındı cehennemin en derin kuyusuna açılan kapağa.
İlk kez kehanetin son durağını düşündü. Bu basamağa varıldığında ne olacaktı? Cihan çapında bir felaket mi? Savaşların
yıkımını aratmayacak bir bela mı arzı endam edecekti. 1800 yılından beri ölenler sayılırsa kendisi yedinci adaydı. 7 son
aşama olabilir miydi?
Bodrumun basamaklarını hayalde gibi indi. Lambaların hâlâ yanıyor olmasını hayra yoran yanı kıpır kıpırdı. Sehpasını
yerleştirdi. Şimdi ne olacaksa olacaktı. Bela geldiğinde onu kehanetin resmini yaparken bulmalıydı. Resim hayatındaki
en büyük tutkuydu. Bu nedenle karınca duasından ya da tabancadan daha etkin bir korku soğurucu silahtı.
Ateşli bir çalışmayla her şeyi unutuverdi. Resim şekillenmeye başlayınca tuvalin üzerinde beliren üsluba şaşırarak
baktı. Çok ustaca renklendirilmiş büyük bir fotoğrafı andırmaktaydı biraz. Diz çökmüş durumda bir adam yerdeki
H@vuz 19
parlak bir nesneye bakıyordu. Gözleri hayranlıkla parlayan şahsın sağ eli parlak yüzeye dokunmaktaydı.
Pembe gül desenli taşlara kazandırdığı canlılık gözlerini kamaştırmıştı. Daha önce de modeline tıpa tıp benzeyen bir
sürü resim yapmıştı. Yalnız bu hepsinden farklıydı. Sanatının eriştiği beklenmedik doruk nedeniyle sevinçten delirmesini
engelleyen bir başkalıktı bu. Adamın hem sırtını, hem yüzünü, bodrum zeminini ve yan duvarları ve hatta... Tavanı, ama
bu... Bu nasıl mümkün olabilirdi?
Zemindeki eşsiz parlaklıktaki soru-cevap taşına dokunan resimbazın tablosu.
“Soru-cevap taşı mı?”
Yolda.
“Kim?”
Raylar titriyor. Kallavi cevap şimendiferi istasyona varmak üzere.
“Bir dakika, ama... soru neydi ki?”
İşte geldi. Vay canına müthiş bir şey. Yalnız dostum seni uyarıyorum.
“Ne için?”
Nasıl alışmamış götte don durmazsa, varlık da suret takınamaz. Mis gibi yapar. Kendin bak da gör.
“Hani nerede?”
Maskesi şimdi düşer yüzünden.
“Niye bu... Bu olamaz. Akıl havsala almaz. Bu...”
Seni kutlarım dostum. Ayak kestin sonunda.
Süleman Kılaranopules böyle bir sonun hayal edilemezliğinin korkusunu iyice uyuşturduğunun şöyle böyle
farkındaydı. Huşu hışırdıyordu her azası. Parlak taşa elleyen genç adama baktı. Yüzü mutluluk ışıyordu şimdi. İstese
ona dokunabileceğini biliyordu artık. Bunu yapmaya henüz cesareti yoktu. İnsanın güdük algılarıyla daralttıkları bakış
çemberini aşmıştı. Bu durumdan bir çıkış ihtimali yoktu. Seziyordu. Başını hiç kımıldatmadan bodrumun her noktasını
eşzamanlı izlerken bodrum merdiveninde beş yaşlarında bir kız çocuğu belirdi.
Sitare’ydi. Kız ona doğru koşarken iradesi çocuğun parlak taşa dokunmasını engellemek için harekete geçti. Sandığından
çok, ama çok yavaştı. Çocuk babasının en yeni halini görünce duraklamıştı zaten. Korku ve hayretle açılmış iri gözlerine
ne yapacağını bilmez bir şekilde bakarken merdivenlerde donmuş duran Kerime’yi fark etti. Kızının işaret ettiği yere
bakan genç kadının yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmişti.
“Babam. Babam resmin içinde.
...”
Sadık Yemni
Sadık Yemni, 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü Sokak’ta doğdu. İkibuçuk yaşında ailesi
İzmir’e taşındı. Böylece 1954’te kaldırılan tramvaylara son demlerinde binme şansını elde etti. İlkokulu Sadık Bey
troleybüs durağındaki Hakimiyeti Milliye İlkokulu’nda okudu. İlk öğretmeni Muzaffer Öniz Bey beş yıllık süreyi “Sadık
yıldızlar gibi bir parlıyor, bir sönüyor, ama varlığı her an hissedilir durumda” cümlesiyle özetledi.
Üç şeyde marifetli olduğu hemen anlaşılmıştı ayrıca. Yaramazlık, matematik ve edebiyat.
Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulu’nu bitirdi. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı
olacağı tutmaz mı? Neyse, 1500 kişi arasından 28’inci olarak Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Atilla İlhan’ın da
okulu olan Atatürk Lisesi’ne girmeyi başardı. Altı yıl sürecek olan lise yılları hem kendi, hem arkadaşları ve de okurları
için unutulmaz olacaktı. Yakında yayımlanması beklenen Durum 429 kitabında her şeyi açıkça ortaya sermiştir.
Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeslerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa
zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra, kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda
yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü.
Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik
dersi vermek ve alengirli düş kurmak.
1969 yılında 18 yaşındayken Kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç
öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti.
1972-1975 yılları arasında Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki dairesinde namı şehrin sınırlarını zorlayan
olaylar yaşandı. Evin arka odalarından biri olan ‘Kara Oda’ lakaplı mekân semtin en çok konuşulan yerlerinden biri
oldu. Bütün bunlar da inşallah Emanet Apartmanı adlı romanda aynen faş edilecektir.
1975 yılında Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliği’nde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için
Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş, hâlâ orada.
H@vuz 20
çığlık
kayıp bir kentin içine doğru yüzüyorum
ardım sıra kalanlar, eskitiyor yüzümü
evcilik oynayacak yaşı çoktan geçtim
sesim ses oluyor rengine, duymuyorsun...
çiçeklerin bağdaş kurup oturduğu kırlar ne kadar uzak şimdi
renklerin griye çaldığı yüzyılda yaşıyorum...görmüyorsun
yağmur değil ardınsıra dökülen, kentler ağlaşıyor... uyuyorsun.
bu kadar uzak mıdır ki akreple yelkovan, hiç kesişmedikleri
günler dolanıyor tenime.
yaprakların kahverengiye çaldığı akşamlarda
saklanıp bahçelere susmak
geliyor içimden.
bir çiğ damlası düşerken toprağa nasıl can verirse
öyle can veriyorum ellerinde!
yosun kokusunun karıştığı günlerde... denizi görmeden
çığlıklar atıyorum.
bir çığlığım, senden kalan, çığlıklar atıyorum... duymuyorsun.
Alper Akdeniz
H@vuz 21
Azerbaycan’dan
Anar
Bir
Öykücü:
Azerbaycanlı tanınmış öykücü Anar’ın seçme öyküleri geçtiğimiz aylarda ‘Anar’dan Seçme Öyküler’ adıyla
Kül Yayınevi’nden çıktı. 1938 doğumlu olan Anar, öykülerinde, halk deyişlerine yaslanan kıvrak diliyle bir meddah
akıcılığında, Sovyet dönemi Azerbaycan’ından kesitler sunuyor.
Kitap, 11 öyküden oluşuyor. Birinci öykünün başlığı, ‘Dante’nin Jübilesi’. Bu uzun öykü, belki de bu seçkideki
en zayıf öykü. Altmış yıl sahne tozu yutmuş ‘başarısız’ bir oyuncuyu betimleyen öyküde, kimsenin değer vermediği,
yazarın kendi sözüyle “ölse, kimseye kayıp vermemiş olacak” bir oyuncu, Feyzullah Kebirlinski çevresinde, insanın
değeri/ değersizliği türü düşünceler işleniyor. Kebirlinski, imam olmasını isteyen imam babasının sözünü dinlemeyip
gönlünü tiyatroya kaptırmıştır. Altmış yıl sahne tozu yutmuştur ama şimdi bir tiyatro bileti bile verilmemektedir
kendisine…
‘Ben, Sen, O ve Telefon’ adlı ikinci öykü, gerçekte, bir tür benlik yarılmasını işler: Tüm arkadaşları evlenmiş
bir genç adam, kendisine bir eş bulmak için, rasgele bir numara çevirir ve böylece bir kadınla tanışır. Bir süre sonra,
genç adam, kadının çalıştığı işyerinde müdür olur; ancak, kadın, bu durumu bilmemektedir. Adam bunu fark eder ve bu
benlik yarılması, öykünün bitişinde, telefondaki benlikle gerçek benlik arasında bütünleşme sağlanmasıyla son bulur.
Otuz yılı aşkın bir süre önce yazılmış olan öykü, günümüzdeki sanal aşkların bir ön habercisi olarak da okunabilir. Son
derece kıvrak ilerleyen karşılıklı konuşmalara karşın, ne yazık ki Anar, bu öyküdeki yansıyapısal (psikolojik) boyutu
ıskalamış görünüyor. Durumu benlik yarılması olarak saptayıp kurguyu ona göre çatsaydı, betimlemelerinde içebakışsal
bir derinlikle karşılaşacaktık. Yine de, bu eksikliğin ötesinde, kaleminin kıvraklığına övgüler düzmemek olmaz. Bir fikir
vermesi açısından, işte öykünün girişi:
“Dün senin telefonun öldü. Yalnız insanlar ölmez ki… Telefon numaraları da ölür. Ömrün
boyunca pek çok rakamı unutacaksın: Pasaportunun numarasını, en son çalıştığın işten aldığın maaşı,
dostunun arabasının plaka numarasını, ay ile dünya arasındaki mesafeyi, yaşadığın şehrin nüfusunu.
Başka rakamları da. Hepsini, hepsini unutacaksın. Sadece bu rakamdan başka. Bu beş rakam, üstelik
bu meşakkatli hayatta senin için en aziz hediyeydi. Beş rakam, onun sesi ve telefon ahizesinden gelen
menekşe kokusu.
Bazen ben siyah telefonun ahizesini öyle kaldırıyorum ki, sanki piyanonun kapağını açar gibi.
Bazen bu siyah telefonu öyle kapatıyorum ki, sanki tabutun kapağını kapatır gibi.” (s. 79)
‘Taksi ve Vakit’ başlığını taşıyan üçüncü öykü, orta yaşlı baş kişiliğin gözüyle, gençliğe özlem ve istendiği/
beklendiği gibi yaşanmamış gençlik aşklarından duyulan pişmanlıkla yoğruluyor.
Dördüncü öykü ‘İyi Padişahın Masalı’nda ise, siyasal taşlama bakışı egemen. Padişahın yasakları ve dedesinin
yasakladığı ayna ve vezirlerin yükseltilmek için ettikleri yarı-kurnaz sözler, bu öyküye bir başyapıt niteliği kazandırıyor.
H@vuz 22
Padişah neleri mi yasaklıyor: Bir ara, düş görmeyi; bir ara, uyumayı, ölmeyi; şiirsiz, uyaksız konuşmayı ve diğer
birçok temel insan etkinliğini. Hepsinde çeşitli gerekçeleri var ama tümünün bağlandığı ana neden, halkını daha mutlu
edebilmek… İyi niyetle gelen kötülük katarı… Sonunda, vezirin karısının, padişahın dedesinin harabe sarayında bulduğu
ayna parçası, ömürlerinde hiç ayna görmemiş padişahı ve vezirini halden hale sokuyor. Anar’ın öyküsü, özeleştiri nedir
bilmeyen toplumlara ya da kendi sözlerini özeleştiri olarak değerlendirme bilincine erişmemiş toplumlara yöneltilmiş
bir kara mizah olarak da elbette okunabilir.
‘Sevgililer Gününe Özlem’ adlı kısa öykü, oldukça yalın ve zayıf: Sık sık kullanılan “O davranışın anlamı o
değilmiş, ben yanlış yorumlamışım” izliği işleniyor. Kişi, bu tümceyi kurana dek, iş işten çoktan geçmiş olur hep…
Altıncı öykü ‘Geçen Yılın Son Gecesi’ geleneksel bir yılbaşı öyküsü. Ancak, Hamide Hanım’ın düşünceleri ve
beyazcamdaki yılbaşı sunucusuyla kendince söyleşmesi, bırakalım öykücülüğü, yaşam adına ilginç buluşlar ve öneriler
içeriyor.
‘Sayıların Macerası’ adlı öykü, sayıların birleşmesi ve ayrışmasıyla ilgili, bir matematik öğretmeninin dört
işlemi ilköğretim öğrencilerine sevdirmek için yazabileceği türden bir öykü. Bir çocuk öyküsü izlenimi veriyor. Öte
yandan, Samet Behrengi’nin öyküleri gibi, toplumsal bir iletisi de bulunmakta.
Sekizinci öykü ‘Bozbaş Ziyafeti’, Azerbaycanlılar’ın sevdiği geleneksel bir et yemeği olan bozbaş yemeği
çevresinde, sanat eleştirmenlerine yönelik bir taşlama. İki yazar, bozbaş yerken ve birinci yazarın ‘El Eli, El de Yüzü
Yıkar’ adlı romanı üstüne söyleşirken, yemeği yapmış olan yazar eşi, sürekli odaya gelip konuşmaları bölüyor, “yemek
nasıl olmuş”, “tuzlu mu olmuş?” türü sorularla yazar söyleşmesini bombardımana tutuyor. Bir süre sonra, bir toplantıda
romana ilişkin olarak konuşma yapması beklenen ikinci yazar, bir anda, kitabı okumadığını fark ediyor. Ama iş işten
geçmiştir: Konuşmasını, romanın hiç içeriğine girmeden, yazarın eşine verdiği yanıtlarla toparlıyor. Gerçekte, burada
yaptığı, gündelik konuşmalarımızın altındaki geleneksel ötegönderimlerin (metafor) bilinçli bir biçimde kullanılışı. Bu
konuda çığır açmış çalışmalarıyla tanınan bilişsel bilimci George Lakoff’a yakışır bir biçimde, ikinci yazar, konuşmasında,
‘bir yemek (bozbaş) olarak roman’ ötegönderimine dayanıyor:
“İyi pişmiş bir eserdir. Evet, evet, çiğ değil, iyi pişmiştir. (…) Burada biz tatsız tutsuz şeylere
rastlamıyoruz. Eser çok enfestir, lezizdir, evet, evet tuzsuz değil, tatlıdır. (…) Başka arkadaşların bazı
eserlerinde olduğu gibi burada su fazla değil, hayır, hayır, aksine suyu azdır. (…) Genel olarak eser, taze,
hoş kokulu, tatlı, lezzetlidir ve iyi hazmediliyor. (…)” (s. 178)
Dokuzuncu öykü ‘Bir Bardak Su’da, Aziz Nesin’in Zübükü’ne benzer bir Sucu Cafer tiplemesi çiziliyor. Sucu
Cafer’de Anar, boş konuşan siyasetçileri taş yağmuruna tutuyor.
‘Güzellerim’ adlı onuncu öyküde, öyküsünü yayınlatamamış bir adamın başından geçenler üzerinden, yine sanat
eleştirmenlerini yerin dibine batırıyor. Düzeltmenleri yerden yere vuruyor: Birinin düzelttiğini öteki siliyor; ötekinin
sildirdiğini bir diğeri geri istiyor. Derginin baş düzeltmeninin “Ya Yeni Zelanda ne olacak?” diye bir eleştirisi (!) var ki,
insanın kendini koyvermemesi olanaksız. Burada her şeyi aktarmayıp meraklı okuru kitaba yönlendirelim.
Son öykü, ‘Vestiyerde Çalışan Kadının Anlattıkları’, vestiyerde çalışan bir kadının ağzıyla, buğulu duyarlılığın
ardından gidiyor.
Öykücülüğe meraklıysanız, bu kitabın mutlaka kütüphanenizde bulunması gerekir. Öykücülüğe ilgi duymuyorsanız;
işte o gün geldi; Anar’ın öyküleri, sinema çağında görsel etkilere kurban ettiğimiz sözel anlatım olanaklarını sevdirmek
için birebir. O zaman, bu noktada aradan çekiliyoruz.
Ulaş Başar Gezgin
İlgilisine Kaynak:
Lakoff, G. ve Johnson, M. (1980). Metaphors we live by. Şikago ve Londra: The University of Chicago Press.
H@vuz 23
Kadın Adamı
ve
- Ben bu taştan katı, bu yürek benim değil...
Kadın tüm yaşamını bu erkekle geçireceği için kendine acıyordu. Dış dünyadaki güzelliklerin yeterince farkına
varamamış, yitirdiklerini ise biliyordu. Sevmek ve sevilmek yetmiyor, ölçüt zamanla değişiyordu. İnsan nasıl aynı
kalamıyorsa, sevmek ve sevilmek de öyleydi. Geldiği noktada değişmeyen, evlendiğine pişman olmayan insan var mı
diye düşünüyordu. Düşünceleri kafasında sık değiştikçe, düşünmek ona giyilen ve çıkarılan bir giynek gibi geliyordu.
- Evlilik, başkalarından vazgeçmek!
Dilinden, dininden, ırkından, düşüncelerinden, kitaplarından, okuduklarından, yazdıklarından vazgeçmek olarak
görüyordu. Yitirmek, kaybetmek, yok saymak...
Elinde kalanlarla yetinmek. Elinde az şey kalmak. Yetmemek...
- Kendinden vazgeçmek... diyordu.
Severek evlendiği adamdan örselenmişti, yatağa hapsolmuş ilişkinin dışında adamından hiçbir şey alamıyordu. Seksten
sonra sırtını dönen kocasının bencilliğinden sarsılıyor, durmadan sarsılıyordu. Her geçen gün çatırdayan evlilikleri
ruhunda yıkılıyordu.
- Dün mutlu olan bendim, bugün mutsuz olan da...
Gece içinden daha karanlık ve yalnızdı. Kendini küçümsediği yatak karşısında duruyor, oraya tekrar dönmek istemiyordu.
O yataktaki adama sarılırken zorlanıyor, seviştiği anlarda bile sevişmediğini biliyordu. Adamın sonu gelmez arzuları
tenine şaklayan kırbaçtan farklı olarak ruhunu yaralıyordu.
- Aşk sevmek ise, sevmek inanmaktır.
Duygularını söyleyemiyor, incitmekten korkuyordu. Kendisinden emin değil ya da bir mucize olmasını bekliyordu.
Evet, evet o mucizenin bir gün gerçekleşeceğine inanıyor, sabırlı olması gerektiğini telkin ediyordu.
-Acaba inançlarımız ne kadar beklediklerimizdir? Eğlenceli bir öyküde payımıza düşen roller midir yaşam? Yatak
gölgesinde kalabilen aşk oyunları mıdır? Paylaşılamayan aşk nasıl bir oyundur?
Verdiği değerin karşılığını alamıyordu. Sevilmediğini hissediyor, görmezlikten gelemiyordu. Hayat acılarla doluydu.
Değer verilmemek acıların en büyüğüydü. Yüceltilmesini beklediği halde gittikçe bencilleşen aykırı bir kişilikle çatışmak
zorunda kalıyordu. Adamıyla her yatışından sonra yatağı çamura bulanmış gibi yıkanmak istiyordu. O’nu kaybetmekten
de korkuyordu. Anlağı ikiye ayrılmış, farklı düşünüyordu.
- Tüm kaybettiklerim gibi bir gün o da albüm sayfalarında eski bir resim olarak mı kalacak? Kötü hayaller kurmaktan
vazgeçmeliyim, ey kendimi yalnızlaştıran düşler üstenizden geleceğim...
Kim olduğunu bilmiyordu. Kim olduğunu arayan biriydi. Karşısına çıkan yıllarının erkeği inandığı Tanrıdan daha sevecen
ve anlayışlıydı. Kim olduğunu biliyordu. Kim olduğunu aramıyordu. Kendisini hayran bırakacak değin deneyimli, bir
yaz sıcağı değin yakıcıydı. Onu seviyordu. Ondan giderek vazgeçiyordu. Vaz mı geçiyordu?
-Bildiğim bir değeri bırakarak bilmediğim bir değerlinin peşine düşmekle acaba ne kadar doğru yapacağım? O’nun
içindeki ben nasılım? Yayı fazla germeden sormalı mıyım?
Kafasında erkeğini suçladığı bir ihanetle yaşıyordu. Gördüğü, duyduğu, bildiği bir şey yoktu! Varlığını hissettiği bir
ikinci ruh daha vardı içinde ve bu ruh sürekli ihanete uğradığını söylüyordu. Sırla kaplı bakış ve duruşlardan ihanet
kokusu alıyordu. Aldatılmak, aldatılmak, aldatılmak...
Utanılan acılar olarak yüreğine çöküyordu. İşte bu duygulardan kendini erkeğine veremiyordu. Kapısı ve yatağı açık
başka bir kadın. Onunla düzüşmelerini görmüş gibi inciniyordu. Bunu aşağılanmışlık olarak algılıyor, dayanamıyordu.
Sabahları mutluluktan uçar gibi fırladığı yataktan artık kaleleri yıkılmış olarak kalkıyordu. Allah’ın günü bu rüya ile
uğraşıyordu. Yoksa kendinden gerçekten utanıyor, kendini mi suçluyordu.
H@vuz 24
- Belki elimdeki bir hazinedir de kıymetini bilmiyorum. Düşüncelerim kuşkular ve kuruntulardan ibarettir. Dün
hatırlanmaya değecek değin güzel, yarın aranmaya değmez mi olacak? Yarını dünü unutarak mı arayacağım?
Olmadığı zaman eksikliğini duyuyorum, olduğu zaman varlığı rahatsız ediyor.
Rahatsız mı ediyor? Bilmiyorum!
Adamı evde yoktu. Bir kadeh içki doldurdu. Buz attı. Sonra ayna karşısına geçti. Zevk alırcasına çırılçıplak soyundu.
Günahkâr bir soyunmanın günahsız bir rahibeye nasıl haz vereceğini duyumsamaya çalıştı. Rahibenin çırılçıplak
vücudunu gören bir erkeği düşündü. O erkeğin yerine bir papazı koydu. O’nu bir ressama gizli model olarak çalışmaktan
haz alan kadın olarak düşledi. Tanrının yazdığı günahları güncesine ekledi. Kendine dokunmak içinden geldi. Güzel
memelerini avuçlarının içine aldı. Sıktı. Yaptığı şeylerden hoşlandığını hissetti. Çırılçıplak yatağa uzandı. Yatak soğuktu.
Ürperdi. İşte bu yatak paylaşılan koca bir dünyaydı. O koca dünya heykel gibi parçalanmayı bekliyordu. Parçalamak
hem kolay hem de zordu. Seçeceği yolu bulamıyordu. Doğru yolu bulmak istiyordu.
- Gerçekleri gördüğümü sanıyorum. Ya onun gerçekleri benimkilere baskın çıkarsa... Ayrıntılar üzerinde düşünmüyorum.
Ya onun ayrıntıları benimkilerden daha zenginse... Beklentilerim büyüyor. Ya onun beklentilerine yanıt veremiyorsam...
İçimde sessiz durmayan, benimle tatlı tatlı konuşan ve kışkırtan duygularla başa çıkamıyorum. Kendi sessizliğime
dönmek istiyorum.
Karar vermek zordu. Ne karar vereceğini bilememek daha zor. İçinde kim ve ne vardı. Dışında kimi ve neyi arıyordu.
Kendine ağlamak istiyordu. Kendine gülüyordu. Adamı iki günlüğüne başka bir kente gitmişti. Geldiğinde hoş geldin
ödülü olarak vücudunu ona yine verecek miydi? Yok demesini henüz öğrenmemişti. Bir büyücü etkilenmesiyle gözlerine
bakan adama yok diyecek cesareti kendinde hiç bulamamıştı. İstemeden yattıklarında ölü yüzünü görebiliyordu. O
yüzde iki kişilik dünyanın payına düşmüş suçluluklar vardı. Mutluluktan uzak yüzü çok çabuk kızarıyordu.
- İnsan sevdiğine yok demeyi bilemiyor... Sevmek her zaman kendini erkeğe vermek için yetmiyor! Aşkla başlayan
sevgi, sevgisizliğin de kol gezdiği bir nefrete mi dönüşüyor? O benim aşkımdı, o benim nefretim mi olacak?
O’nu mutlu edememenin mutsuzluğunu taşıyordu. Yıllardır tapındığı adamına mutluluk veremediğini düşünüyordu.
Kendine mutluluğun ne olduğunu soruyor, nasıl mutlu olunur sorusuna değişik yanıtlar arıyordu. Yanıtını bulamadığı
anlarda adamından kopmak için bahaneler arıyor, bunu yapamayınca da her zamanki gibi suçlamaları kendine yöneltiyor,
kendini cezalandırıyordu. Adama ulaşamıyordu. Çünkü adam da ona ulaşamıyordu. İki ulaşamama çatışınca da ortaya
sevgisizlik çıkıyordu. Bilinçaltında gerçekleşmeyi bekleyen rüyalara sahipleri ilgisiz kalıyorlardı. Ne kaçabilmek, ne
yakalayabilmek, duygular ve düşleri geriye dönerek kendilerine çarpıyordu.
- İnsan kendini öldüremediği zaman sevdiğiyle birlikte ölmek istiyor. Çoğalamıyorsan yok ol! diye içimdeki sesler
buyruk veriyor...
Ölmek duygusu artıyordu. Mutlu değilsen ölmelisin!
Ölmeyi bir oyun gibi düşünüyordu. Kendini öldürüyordu ama ölmüyordu. Konuşuyor, gülüyor, ağlıyor, acı çekiyordu.
İşte o zaman mutlu olduğunu fark ediyordu. İçindeki şiddetten sarsıldıkça ruhsal dünyasında yaşadığı karmaşalardan
zevk alıyordu. Bir anlamda kaybettiklerini kazanıyor, verdiklerini geri elde ediyordu. Adamını yıktıkça kendi benliğini
buluyor, ona ulaşmasını engelleyen nedenleri tek tek ortadan kaldırıyordu. Yaşadığı alt üst oluşu mutlu bir oyunun
birbirini tamamlayan öğeleri olarak görüyor, uzun zamandır aldırmazlık ettiği yaşama intikam alırcasına saldırdıkça
saldırıyor, kendisinden başka hiçbir şeye tutunamayacağını düşünüyordu. Artık sadece kendine tutunuyor, kendiyle
gurur duymayı biliyordu.
-Bende açamayan çiçekleri onda mı arıyorum? Bende olmayan bir ruhu başkasına dönüşmüş bir ruhta mı bulmak
istiyorum? Bu yolda yürüyemeyen ben, onun yolumdan yürümesini mi bekliyorum?
Haksızlık mı ediyorum?
Doğru yanıt nedir bilemiyorum...
Adamı geldi. Bulanık bir rüya gibi gördükleri ve düşündüklerini ona anlatmaya karar verdi. Sesinin sakin ve etkileyici
olmasına özen göstererek söze girdi:
-Ben bu taştan katı, bu yürek benim değil...
Zeynel Çok - 18 / 19 Kasım 2004
H@vuz 25
Dram
Senin adın verilmiş o sokağa, geç fark ettim
Buğulu camdan görülmüyor bir şey
Parmağımı sürsem sararıyor gökyüzü
Sonbahar gibi şarkı söylüyor köşedeki kadın
Ayrılığa su içirirken gökyüzü
Üstü açık uyuyor sokaktaki kaldırım
Onun adına yazılmış bu kitap, geç fark ettim
Sayfalarında bir sis, bir dram
Kendini yakmış diyorlar, inanmıyorum
Yanık kokuyor kütüphaneler
Babıâli’de, kendimden aşağı düşüyorum
Benim adıma kurulmuş bu şehir, geç fark ettim
Dolaşıyor ayaklarım birbirine, dolaştıkça
Kirlenmiş diyorlar arka sokaklar, inanma
Bu şehirden kaç balık geçti kimbilir
Kaç gemi uyukladı sahte limanlarda
Bizim için kurulmamış bu dünya, geç fark ettim
Bilseydim çoktan çekerdim fişini güneşin
Nida Öz - Messel, 2005
H@vuz 26
yaşam
“Harabeler arasında bir arkeologun bulduğu en değerli gelecektir
dün. Sanatçıların hünerli elleri yaratır insanlığı. Yontulmuş, şekil
verilmiş hâliyle bir müzede, cam bir fanusta, herkesin uzaktan
baktığı, geçmişini göremediği, taşlardaki çizgileri anlayamayacağı,
yazılmamış, tarif edilmemiş bir yolun bilinmeyen dönemeci;
dünün karanlığından aydınlığa koşmak isteyen, sonra yorulup yine
karanlığa özlem duyan buruk bir öyküdür yaşam.”
aşk
ve
“Yalnız gecelerde, parmağımı emerek büyüttüğüm, kirpik aralarımdan,
gözlerime, görünmeden yanaklarımdan üşüyerek içime akan
son damladır o. Anlamsız gecelere anlam katan, esrarlı karanlıklar
arasından kutup yıldızı gibi yüzünü gösteren, bütün gizemiyle sabahı
karşılayan bir sevinç...
Çiçeğe, güneşe, yağmura ‘seni seviyorum!’ diyen bir duygu seli, zor
gecelerde, acımasız günlerde, sıcakla soğuk arası bir anıdır aşk.”
Nesrin Özyaycı
H@vuz 27
Müller’in
Evi
Bu zamanda Allah kimseye kiralık ev arattırmasın. Ben büyük kriz geçirdim. Yok, kendimiz için değil,
bir hemşehrimiz için...
İki hafta önce telefon açtı,
“Firma bizim evin yerine dökümhane yapacakmış. Üç ay içerisinde boşaltın diyor. Aman bize bir ev!”
dedi.
Bu vatandaş var ya sizden iyi olmasın çok arkadaş canlısıdır. Bizim buraya taşındığımızda evi beraber
badana yapmıştık. Eşyaları getirirken de büyük yardımı dokundu. Zaten on senedir ailece birbirimize gider geliriz.
Ben kendisinden kiralık ev lafını duyar duymaz içimden ‘eyvah!’ dedim ama peşinden de sokağa düştüm.
Tanıdık bildik kim varsa, hepsine tembihledim, haber verdim. Eve gelir gelmez de her gün kutulara reklam gazeteleri
atıyorlar, bazılarının içinde ev ilanları da oluyor ya, onları bulup çıkarttım... Lüks daireler var, bahçeli evler var,
dükkanlar, depolar var. Ama ne gezer, kiralık değil, hepsi de satılık! Kimisi dairesine 400.000 Mark istiyor, kimisi
bahçeli evine 500.000. Yok canım, bu zamanda kiralık ev nerede?
Birden yüreğim küt etti; iç sayfalardan birisinin en altına üç odalı bir evi yazmışlar! Bir küçük bahçesi de
var. Bina eski, 75 senelik ama kirası ucuz: 600 Mark!
Gazeteleri kucağımdan atıp yerimden fırladım, telefona koştum.
Karşıma Müller adında birisi çıktı.
“Evi bize ver!” dedim.
“Vereyim ama evin tavanı aktarılacak.” dedi.
“Hiç önemi yok!” dedim,” Biz onu iki günde hallederiz.”
“İyi olur ya, siz yabancısınız. Demin, bir Alman da telefon ettiydi. Düşünmem lazım.” dedi. Ben atıldım,
“Sen onu sav, gitsin!” dedim,” Biz ayda 50 Mark daha fazla verelim!”
“Öyleyse saat 14’de bir daha telefon et. Çünkü benden cevap bekliyor.” dedi.
Ben müjdeyi vereyim diye hemşehrimin telefonunu çevirdim. Evde yok! Yenge,” Ne zaman gelir,
bilemiyorum.” dedi.
“Aman ihmal etmesin, gelir gelmez beni arasın!” dedim.
Saat 14’e kadar olan zaman kolay geçmedi... Kendime kahve pişirip içtim. Fincanı yıkayıp kuruladım.
Yerine koyarken bir bardağı düşürüp kırdım.Oturdum, kalktım, ofladım, pufladım. Derken o saat geldi, çattı.
Zil daha bir kerecik çalar çalmaz Müller çıktı. Ben henüz ağzımı açmadan,
H@vuz 28
“Kusura bakma,” dedi, “Evi öbürüne vereceğiz. Niye dersen, o da 650 Mark’a razı olduğu gibi, kiremitleri
aktarmanın yanında su oluklarını da tamir edecek.”
Ben atıldım,
“700!” dedim.” 700 Mark kira veririz! Damı aktarmanın yanında, biz yağmur oluklarını da tamir edip
üstelik evin tüm camlarını da boyarız!”
Müller şaştı,
“700 mü?” dedi.
“700!” dedim. O zaman
“Öyleyse saat 15.30’da sen beni bir daha ara.” dedi.
Bir buçuk saat işkenceyle geçti. Bu arada hemşehrimi tekrar yokladım, daha gelmemiş. Yengeye,
“Size ev buldum. Zekeriya gelir gelmez bana telefon açsın. İhmale gelmez.” diye yeniden tembihledim.
Saat 15.30’da Müller’le yeniden buluştuk.
“Evi size verecektim ama kusura bakma, öbür Alman kirayı 750’ye çıkarttığı gibi, evin temeline de
beton dökecek.” dedi.
Bunu duyunca benim sol gözüm seğirmeğe başladı,
“Beton dökmek kaç paralık şey ki!” diye bağırdım, “Biz hem onu yaparız, hem de tüm bahçeyi çiçeklendirip
ağaçları budarız!”
“Kirayı da 50 Mark arttırır mısınız? Hani, öbürü belki 800 verir de, onun için soruyorum.” dedi.
“750’yi veren, 800’ü de verir. Ona da peki!” dedim.
“Bir saat sonra telefon et.” deyip kapattı.
Bizimle böyle açık arttırmaya giren Alman’ı bir bulsam, boğazını sıkacağım. Ama tüm kabahat bizimkinde.
Buradayım dese, hemen o lanetten önce gidip evi kapatırdık. Ama ne zıkkıma gittiyse, bir türlü ortaya çıkmıyor...
Saat 16.30 oldu. Telefonu çevirdim,
‘Tamam mı, Herr Müller?” dedim,” Kontratı imzalıyor muyuz?”
“Dur hele, dur!” diye mırıldandı,” Öbürü hem kaloriferi tamir edeceğim, hem de 900 Mark kira ödeyeceğim
diyor.” dedi.
Ben hırsımdan kulaklığı bir elimden öbürüne aktardım,
“O 900 ödeyecekse, biz 950 ödeyeceğiz!” diye haykırdım, “Kaloriferi yenilemek de boynumuzun borcu
olsun!”
Karşı taraftan bir müddet ses seda çıkmadı. Sonra ise,
“Sen bana telefon numaranla adını ver.” dedi, “Ben seni bir saat sonra arayacağım.”
O anda listede bir şey bulamayan Milli Piyango bileti sahibi gibi oldum, içime bir boşluk gelip çöktü.
“Adım Ahmet Mert.” dedim. Telefonum da şu...”
Odanın içerisinde dolaş babam, dolaş... Eğer bir saat, 60 dakikaysa, ben de en az 60 kere dönmüşümdür.
Sonunda telefon çaldı. Müller,
“Kusura bakma!” dedi, “Biz demin öbürüyle kontrat imzaladık. Haber vereyim, dedim.”
Duydu mu, duymadı mı, bilmiyorum ama,
“Evini başına çal!” deyip kapadım.
Dedim ya, bu zamanda kiralık ev neredeee? Sen gözünü açmazsan, olanı da eloğlu işte böyle arttıra arttıra
elinden alır. Hemşehrim, sen daha uyu, bekle ki münasip ev kendi kendine gelir, seni bulur!
Hırsımdan kalkıp kendisine yeniden telefon açtım. Gene yenge çıktı,
“Geldi ama seninle konuşmayacakmış.” dedi. Şaşırdım,
“Ne diye benimle konuşmayacakmış?” dedim.
“Valla biraz önce çok sinirli geldi.” dedi, “Alman usta başı, bizim için çok uğraşmış, dil dökmüş, bir ev
sahibini razı etmiş. Sonunda beraberce gidip kontrat imzalamışlar. Ama bir sürü şartı varmış; tavan aktarılacakmış, su
boruları yenilenecekmiş, camlar boyanacakmış, temele beton dökülecekmiş... Ne bileyim, daha neler de neler!”
Benim o anda başımdan aşağı bir kova kaynar su döküldü. Dilim tutulduğu için, sesim soluğum çıkmadı.
Yengenin söyledikleri şu son sözleri de ancak zar zor duyabildim:
“Bir de, ev sahibi demiş ki... Sizin şansınız yardım etti, yoksa evi az daha Ahmet Mert isimli bir Türk
var, ona veriyordum demiş.”
Biz o günden beri Zekeriya’yla bir daha yüz yüze gelmedik. Ne var ki sağda solda konuştukları, kulağıma
kadar ulaşıyor.
“Onun gibi hemşehri olmaz olsun! Benimle açık arttırmaya girip 600 Mark’lık evi bana 1000 Mark’a
tutturdu.” diyormuş...
Şimdi düşünüp duruyorum; acaba Ramazan Bayramında yanına varsam, benimle barışır mı diye...
Bedri Kanok
H@vuz 29
karan
lığın anlattıklarından
1. yaşamın yalınkat bir donla sokağa çıkmasının ardındaki gerçek herkesi ilgilendiriyordu aslında.
2. isyanın soluk almadığı ortamlarda aşk keskin bir nişancı oluyordu.
3. suçluların aklanmadığı bir mevsimde insanlar yağmuru kırmızı eldivenlerle bekliyordu.
4. herhangi bir insan değildi yaşam silviya saçlarını tararken.
5. suçlanmak ile aklanmak arasında ölen insanların hikayesiydi fenomen.
6. adını anma katilliğin. çünkü sen bakır kaplı çanaklardan su içerken yaşam sırıtıyordu geleceğe.
7. aslında kimin hikayesi kime anlatılırsa anlatılsın hep aynı yüz aynadan dışarı çıkacaktır çıplak.
8. insanlığın geçmişi incelendiğinde soytarılar aşktan yana en önce gelen gülmelerdir.
9. paranın ve aşkın yüzyılını anlayan insanların dergahında konuştum durdum mutlulukla.
10. hikayelerini az bir paraya satan insanların savaşıydı serçelerin kanatlarının kırıldığı.
11. adamın acınan bir yalnızlığı vardı.
12. sonra sen yaşamın insanı kalbinden bıçakladığı zamanlarda aşkı küstürüyorsan, dünyadan yana bir şeyleri
ıskalamadan sevmelisin yıllarca.
13. rol yapmak mutluluktur bir soytarının elinden geldiğinde.
14. adamın yalnızlığının dünyayı ağlattığı bir mevsimdeydi yağmurların aniden çekip gidişi.
15. kentin lanetlenen kesimlerinde çocuklar gökyüzüne kurşun sıkmayı bir bilgeden öğrenmişlerdir.
16. şimdiye dek hiçbir aşkın lanetlenmediğini söylüyor parklar.
17. adamın cebi delik yalnızlığında bir başka adam kendini suçlar yaşama.
özgürlüğün çığlığın kadardır
uçurumun kenarından bir kırlangıç düşer kentin fahişeliğine.
yalanların ortasında bir adam yalnızlığını satmaz eskicilere.
eskicilerdir kentin çirkefliğinden hüznü alıp uzaklara götüren.
ve sessizliktir geceyi isyana çağıran.
aslında hep bir masaldır mutluluk bilgelerin dilinde.
ve yaşamdır atlarını bozkırlara süren.
eğer annen de seni kandırmışsa hayattan yana ıslığını çalma mutluluğa.
H@vuz 30
sözler
1. yaşamın uzunluğunda iki yaşlı adamın konuşmasıdır mutluluk.
2. sessizliğin odaları büyüttüğü evlerde çocuklar hüznü oyuncak diye oynarlar.
3. volvidonun saçlarından korkan aynaların söyledikleridir gizem.
4. eğer martinene bir hayatı ikiye bölen aşkların acısını yaşasaydı bir bilge olarak ölecekti mutluluğa.
5. yaşamın anatomisinde kalbini parçalanmış gören insanların evlerinde konakladım uzun yıllar.
6. aynanın güzellikten yana susmadığı ortamlarda sevdim dünyayı.
7. masalların gizeminde bir çocuk gecenin sessizliğini anlamıyorsa oradan geçen bir adam uçurtma uçuracaktır
gökyüzüne.
8. ıslığını kaybetmiş bir adamın sessizliğiydi hüzün.
9. ve yalanın yılan olduğu bir zamandı yüzyıl.
10. mutluluktan yana hangi kahkahayı sınarsan sına yine ağlayacaksın hayata.
11. suçlular çoğalıyorlar yağmura.
12. ve yağmurdur kuşlardan sadece serçelerin ıslanmadığı.
13. üzülme diyorum kendi kendime ve uzakların suskunluğunda yolunu kaybetmiş bir adam olma.
14. yağmurdan sonraydı adamın kırlangıçları alıp çocukluğuna götürdüğü.
15. ve çocukluğa götürülen her şeydi bilgelik.
gökyüzün anlattıklarından
ün
1. yanıldığın hayatlarda bir kuş gelip hep seni
uçursun istedin o yüksek apartmanlara.
2. o gün ıslığını kaybetmiş o adama niye
acımadığımı anneme sorup durdum mezarının
başında.
3.bir yağmur yağar. bir adam uzun uzadıya yürür
yolu kırlangıçların arkasından.
4.sustuğum her gecede, sessizliğin kenti bir fahişeye
sattığına şahit olmuşumdur.
5.bir fahişenin ahıydı o gün orda susulan.
6. yalan değildi şarkıların hüznü eskicilere sattığı.
7. yaşamın evin duvarlara değen kısmında birisi
flütünü çalar uzak ülkelerin.
8. sessizliğin kıyısında bir adam bir kadını uzaklara
götürür kırlangıçsız.
9. susmak yada ölmek arasında bir yerlerde
konuşan şeytanın kandırdığı insanlardan olmadım.
10. yalan söyleyen bir kadının şarkısıydı hayat cesur erkeklerin yanında.
11. serçelerin siyah beyazlığında yaşamı yorumlayan insanların arasında buldum umudu.
12. bir şarkının insanı akdeniz yaptığı zamanlarda sevdim balıkçıları.
13. yılların seni alıp götürdüğü o eski anılarda hep bir şarap tadı vardır konuşulmamış.
14. bütün yaşlılar ölmeden evvel mutlaka eskicilerle helalleşirler.
15. yaşamın sessizliğinde hüznü sarıya boyayan bir adamın düşüydü mutluluk.
16. düşlerin kırlangıçları üzdüğü mevsimlerde kuşlar gelinlik giyerler mutluluğa.
17. serçelerin sadeliğinde bir hikaye anlatılır kırmızı katillere.
İlker Gören - 2005 mersin
H@vuz 31
Dünya
Çizerlerinden
Nazım
Portreleri
22 ülkeden, 50 çalışmanın izlenebileceği, “Dünya
Çizerlerinden Nazım Portreleri” adlı uluslararası sergi,
15 ocak pazar günü, İstanbul, Nazım Hikmet Kültür
Merkezi’nde açılacak. Sergi, daha sonra Stuttgart ve
Esslingen başta olmak üzere Almanya’nın birçok şehrinde
yinelenecek. Serginin, mart ayında, Brüksel’deki Avrupa
Parlamentosu´nda sergilenmesi de gündemde.
Sergileri izleyemeyecek olan mizahseverleri de
düşünen Don Quichotte Dergisi, İnternet imkanlarından
yararlanarak, site girişine (www.donquichotte.at) özel
sayfalar açarak, hem sergi hakkında bilgiler verecek,
hem de sergilenen yapıtları, belirli zaman dilimlerinde
siteye ekleyecek.
Bu sergi için uzun süredir ekip arkadaşları, M. Ali
Taşkoparan, D. Neşe Binark, Hicabi Demirci, M. Korkut
Börteçene ve Mehmet Karaman’la birlikte özverili bir
şekilde çalışan, Almanya’nın tek Türkçe-Almanca mizah
dergisi Don Quichotte’nin Genel Yayın Yönetmeni,
karikatürist Erdoğan Karayel, bu etkinliğin büyük ilgi
göreceğinden emin.
Nazım Hikmet Ran’ın özellikle doğum günü olan 15
Ocak* tarihinde planlanan serginin amacı, dünya şairi
Nazım Hikmet´i, uluslararası sanat arenasında karikatür aracılığıyla da tanıtmak.
22 ülkeden, 50 çalışmanın yer alacağı bu sergi,
Nazım Hikmet’i karikatüristlerimizin gözüyle de görmek isteyenler için kaçırılmayacak bir fırsat.
H@vuz
*Nazım Hikmet 20 Kasım 1901’de Selanik’te doğdu. Aile
çevresince, “40 gün için bir yaş büyük görünmesin” diyerekten bu
tarih, 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir.
Ölüm tarihi: 3 Haziran 1963 Moskova’dır.
a
h san
efe
H@vuz 33
Satılan
Anılar
Kadın ellerini ovuşturuyordu. Yılın ilk karı az önce düşmeye başlamıştı. Rüzgâr, önündeki sergiyi bozdukça o,
yılmadan düzeltiyordu.
Sabahtan beri üzerine oturduğu açılır kapanır, küçük tabureden hemen hiç kalkmamıştı. Soğuktan morarmış yüzü,
ürkekliğini ve mahzunluğunu bir ölçüde kapatmıştı.
Geçen yaz Almanya’ya gelin gelmişti Elif.
Yıllardır bir yuva kurmanın hayaliyle yaşamıştı köyünde. Ailenin en küçük kızıydı. Anası, babası öldüğünde üç
yaşındaydı, ikisi birden ayrılmışlardı hayattan, bir kaza sonucu. Hatırlamazdı Elif. Çehrelerini bile unutmuştu. Köylük
yerinde öyle pek fotoğraf da yaygın değildi.
Otuzundan sonra açıktan açığa “kart kız” olarak çağrılmaya başlanmıştı. Bu lakap hayallerini yıkar gibi olmuş,
fakat tutunacak başka dalı olmadığından yine dalmıştı hayal dünyasına.
O günden sonra kimseye göstermeden işlemişti çeyizini. Karyola örtüsü bittiğinde, yastık kılıfları işlediğinde,
bir erkeğin sıcak, güçlü kollarında bulmuştu kendini, düşlerinde.
Buzdolabı sahibi olması olanaksızken örtüsünü işlemiş, televizyonu ancak komşuda görürken, televizyon dolabı
için küçük örtüler yapmıştı.
Becerisi nam salmıştı köyde. Birkaç yıldan beri gelin olacak kızların hemen bütün çeyizi Elifin elinden çıkıyordu.
Düşüncelere öyle bir dalmıştı ki Elif, “Bu örtü ne kadar?” diyen bir sesle irkildi. Soran Türk’tü. Elif ’in Türk
olduğunu anlamıştı.
„Beş Mark”
Müşteri, örtüyü pazarlıksız aldı. O da, bu örtüyle genç kızlığını yaşayacaktı.
„Daha fazla isteseydim,“ diye düşündü. Sehpa örtüsü bugün sattığı ilk eşya idi. O örtüyü bitirdiği gün karton
kutu üzerine örterek, televizyonda gördüğü zengin evlerin hayalini kurmuştu. Birkaç elişi sanatının bir arada
bulunduğu Elifin yaratışıydı. Herkes kendisine imrenecekti. Onu çekemeyen komşu kadınlar geldiğinde özellikle
serecekti.
Müşteri, parayı verip uzaklaştığında yüreğinden bir parça koptu.
Cafer‘in Almanya‘da olduğunu söylemişlerdi. Yalnız dulluğu ve altmış beşinde olduğu ağızdan ağıza duyulmuştu.
Elife, “kart kız” olarak talipti. Elif hemen kabul etmişti. Üstelik Almanya...
Komşuları takıldılar Elife:
„Bunca çeyiz boşa, Almanya’da kim bilir ne lüks içinde yaşayacaksın! Asortik olursun artık.”
Bu sözlerle içten içe coşuyordu Elif ya, sevincini pek belli etmiyordu.
ISBN 975-6498.32.3
Cafer, Elifin ablasının oturduğu köydendi. Son yıllarda köye pek fazla da gelmemişti.
Geçen yıl akrabalarına tekrar evleneceğini, uygun birisini aradığını haber salmış, onlar
da, “gariptir, kurtulsun,” diyerekten Elifi salık vermişlerdi.Aile arasında ufak bir toplantıda
yenilmiş, içilmiş, kasabada da resmi nikah yapılmıştı. Kocasının yanına gidinceye kadar
geçen bir yıl sürede, nakışlarına “Almanya” işledi Elif.
E l i f i n çeyizleri ne olacaktı? Ablasına sordurttu, “Alsın nesi varsa” dedi kocası.
Tüm düşlerini ve anılarını doldurdu Elif kutulara. Olmayan eşyaların örtüleri arkadaşıydı
onun. Uçağa da birlikte bindiler: Çeyizleri, Elif ve erkeği.
Geldiklerinin haftasında birlikte çıktılar Cafer’le bit pazarına, ilk hafta doğrusu bir
şey demedi kocası. Cafer’in önceden alıp sattığı eşyaları yüklediler. Sattıklarını sattılar,
satamadıkları ufak tefek şeyleri oracıkta bırakıp geri döndüler. Elifin gözü kaldı, ses
etmedi.
Altı aydır kendi çeyiziydi önündeki sergide sattığı.
Birkaç yemeni dışında, tüm anıları satılmıştı.
H@vuz 34
Kugeln (küreler)
Tuval üzerine yağlı boya, 100 cm x 80 cm
Ma
gdalena Flammiger
H@vuz 35
Yitik Bir Geçmiş
Zaman Düşü...
Soyut iklimlerine çekiyor beni gece,
Uzaklarda bir kuş kanıyor soluğumu...
Köhnemiş bir zamana uçuyorum gizlice,
Yitiriyorum tekrar yeniden bulduğumu...
Salıyorum sonsuza kanayan düşlerimi,
Yüreğimin ucunda bir karanfil açıyor...
Çalıyorum maviye yasak gülüşlerimi,
Ötelerde bir yerde biri korkmuş kaçıyor...
Çıkarıyorum derken, ben içinden ‘ben’imi,
Ben içinde bir ‘ben’im bende beni arıyor...
Yanıtını buluyor binlerce soru imi,
Gidiyorum sessizce... Ve masal sonlanıyor...
Bülent Özcan
H@vuz 36
Şeytan
dokunma yüreğime
değmesin ellerin
yangın,
ordadır.
dokunma ellerime
ürpermesin tenim
volkan,
ordadır.
çalmasın müziğin
ruhumun tellerinde.
esmesin rüzgarın
sahillerimde.
sevdam,
ordadır.
Çiğdem Altınöz
H@vuz 37
Ölüm En Son Kimin
Gözleri
ile
Baktı
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacakSabahtan akşama dek, uykusuz,
Sağır, eski bir pişmanlık
Ya da anlamsız bir ayıp gibi…
Cesare Pavese
Hep hüzünlüydü, yalnız kalmaktan çok yalnız hissetmek acı veriyordu.
Cesare Pavese, 9 Eylül 1908’de Torino yakınlarındaki Santo Stefano Belbo köyünde doğdu. İlk gençlik yılları
bu köyde geçti. Kır ve çiftlik hayatı şiirlerine, romanlarına ve öykülerine de yansıdı. Olgunluk döneminin en başarılı
romanını da ‘Ay ve Şenlik Ateşleri’bu çevrenin anıları ile beslenerek yazdı.
Altı yaşındayken babasının beyin kanseri yüzünden ölmesi, aile içinde zor günlerin başlamasına sebep oldu.
Cesare ve ablası Maria hep bir yas havası içinde büyüdü. Acı ve hüzün o günlerde yerleşti içine. Annesi, geçim sıkıntısı
yüzünden çiftliği satınca o çok sevdiği kırlara, tepelere, köydeki arkadaşlarına veda etmek zorunda kaldı. Torino’da
ilk okulu, Liceo d ‘Azaglio’da orta okulu bitirdi. O yıllarda da içe dönük, yalnızlıktan hoşlanan bir çocuktu. Lise
yıllarındayken çok sevdiği arkadaşı Boraldi bir aşk serüveninden sonra intihar etti. Hemen hemen aynı günlerde yine
okuldan bir arkadaşı kendini öldürünce intihar onda bir saplantı haline geldi. “İntiharın güçlüğü şurada: İnsanın ancak
tutkuyu aşarak gerçekleştirebileceği tutkulu bir davranıştır intihar.”
Torino Üniversitesi’nde edebiyat okuduktan sonra düşünce özgürlüğünün sözcüleri olarak gördüğü İngiliz ve
Amerikan yazarlarına büyük ilgi duymaya başladı. Melville, Stein, Faulkner gibi yazarlardan çeviriler yaptı. 1935’te
faşistlere karşı çalışmaları, özgürlük ve demokrasi çevirileri ve yazıları yüzünden bir yıl hapse mahkum oldu, fakat
kapalı kaldığı o bir yılı da “Hapis” adlı romanında malzeme olarak değerlendirdi. Serbest bırakıldıktan sonra Einaudi
Yayınevindeki işinin başına geçti; şiir, hikaye, roman yazmaya devam etti.
“Toprağa sulara vuran pırıl pırıl güneşi ile Roma’yı hatırlatan ılık bir sabah. Şimdiye kadar hiç böyle yeni
yıl başlangıcı görmedim. Önümüzde korkunç bir yıl mı var acaba?” Gördüğü güzellikleri, yaşadığı aşkları da yaşama
uğraşısını kazanması için yetmedi ona. Umutsuzluğu ve karamsarlığı yalnız yapıtlarına değil yaşamının her yerine
sinmişti. İlk aşkını üniversitenin son yıllarında, adına “Kısık sesli kız” dediği genç bir kız ile yaşadı. Bu aşk onu kısa bir
süre için içedönüklükten ve aşağılık duygusundan kurtarmış bambaşka biri olmuştu. Beş yıl süren bu ilişkiden sonra “
Kısık sesli kız” ın ; “Pavese iyi şiir yazabilir ama bir kadınla birlikte olduğu zaman hiç de başarılı değil.” demesi onu
eski içedönük haline geri döndürdü. “Kısık sesli kız” dan sonra yaşadığı iki aşk da ayrılıkla bitti. Son aşkı Amerikalı
aktris Constance Dawling’in onu terk etmesi ile kadınlardan nefret etti. Sonu gelmeyen aşk ilişkileri onun hayata olan
bağını kopardı. Yaşadığı aşağılık duygusu onu iyice kontrolü altına aldı. Constance Dawling’in Amerika’ya gittiğini
duyduktan sonra intiharı gittikçe artan bir yoğunlukla yeniden düşünmeye başladı. Tam bu sırada büyük hayranlık
duyduğu Amerikalı yazar ve eleştirmen T.O. Mathissen 1950 Nisan’ında intihar etti. Tek düşüncesi intihardı artık.
“İntihar düşüncesi hayata bir karşı çıkıştı. Ölmekle bu ölüm özleminden kurtulmuş olacaktın.”
H@vuz 38
“Yalnız Kadınlar Arasında” adlı kitabında dostlukları, başlamadan biten aşkları,
umutsuzluğa dönüşen umutları ve büyük yalnızlıkları bir kadın ağzıyla, bakışıyla
anlattı. Kadınların dünyasına girip insanı saran hüzün ve yalnızlığı yazdı. Bu romanı
ile İtalya’nın en önemli edebiyat ödüllerinden biri olan Strega ödülünü aldı. Başarıları
onu mutlu etmeye yetmedi. İçindeki derin acı ve hüzün hep yanındaydı. “Acının
düzenli vuruşları başladı. Her akşam hava kararırken, yüreğim gece oluncaya kadar
sıkılıyor.” , “Acı çekmek düşünceleri belli bölgelerden uzak tutmak, böylece orada
egemen olan acılardan kurtulmak için zihinde tel örgü yaratmak gibidir. Bu bakımdan,
manevi yetenekleri sınırlar acı çekmek.”
Strega Ödülünü bir uyur gezer gibi almaya gitti. Torino’ya döndü. Yazdığı günlüğün dışındaki bütün özel
kâğıtlarını yok etti. 1950- 26 Ağustos günü küçük bir otel odasında uyku hapı içerek özlediği gerçeğe kavuştu.
“Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.” Ölümünden sonra günlükleri 1952 yılında “Yaşama Uğraşı” adıyla
yayımlandı. O yıllarda bu kitap büyük bir edebiyat olayı sayıldı. Edebiyat ile ilgili görüşleri de tıpkı yaşam ve ölüm
gibi bütün içtenliği ile yansır günlüğünün sayfalarında. Özellikle şiire ve şiirin yaşamdaki yerine ait bir iç sorgulama
yapar, bu öyle bir sorgulamadır ki; içindeki yaşama tutunma isteği gibi gün gelir yaşamdan yana olur, gün gelir
tükendiği ve düştüğü tekdüzeliği anlatır.” Daha derin şiir gerçekleri arama çabasını gereksinmiyordum. Şiirin şiir
üstüne konuşarak değil de, uğruna emek tüketerek ortaya çıktığını bile bile.” Pavese kendinde en çok şairliğini
sevmişti ama diğerleri nesirleriyle daha çok ilgilenmişti. Onu üzen konulardan biri de buydu.
Pavese, çocuk sayılacak yaşta tanık olduğu intihar olaylarından sonra, Piomonte sırtlarında ölümü kavramaya
çalışır. Yaşadığı travmatik olaylar yalnızca çocuklukta değil hayatı boyunca sürer. Aşkın çoğalttığı yenilgileri, bir iç
kanamasına dönüşen suskunlukları, kalemin öteki yüzüne gizlenen tutkulu intihar saplantısı ve hiçliğin o düşmanca
felsefesini adım adım hissettirir tuttuğu günlüklerde. “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında
oturdum.” Yalnızlığını paylaşabileceği tek kişi yine kendisidir hep. Pavese, ölümü insanın dışında bir bakış eylemi
olarak nitelerken bir yandan da intihar düşüncesini, ölüm özlemini giderme olarak algılar. Kendi ölüm anını belirleme
yani bir tür ötenazi fırsatı olan intiharı – ölüm özlemini giderme eylemini- bir otel odasında gerçekleştirdiğinde artık
yazmıyordu. Susan Sontag Pavese için şöyle bir yorum yapar : “Kadınlar ve ölüm Pavese’yi hep aynı huzursuzluk
ve kötümserlik havasıyla büyülemiştir. Çünkü her iki durumda da Pavese’nin başlıca sorunu bunlara yeterli olup
olamayacağı düşüncesidir.” Pavese örnek bir çilekeştir ve en çok çileyi de kadınlardan çekmiştir. “Kadınları
düşünmemek mümkün müdür; tıpkı ölümü düşünmemek gibi.” Trajik olanla yaşamayı öğütlerken okuruna, herkesten
çok kendisi başaramıyor bunu. Pavese’nin bir şanssızlığı da kendini çok iyi tanımasıydı belki de, zayıflığının aldatıcı
nedenlerini görebiliyordu. Ne var ki görmek yaşamımızı tam anlamıyla değiştirecek gücü vermiyor bize. Pavese aşk
denen durumu ifade edebilecek ve yazgısına boyun eğecek kadar da onun dışına çıkabilecek incelikteydi. Herkes gibi
o da yaşamın kucağına doğmuştu ama intihar sonucu ölümler ve aşk ayrılıkları peşini hiç bırakmadı, yoruldu, eksildi.
Aşkları ve acılarıyla bir gel-gitler dünyasıydı hayatı, sular çekildiğinde intihar fikri kabardı içinde ve bir gün sular
hiç kabarmadı… Eski bir şiirinde düşlediği ölümü bulmuştu artık; “ Yataktan kalkmak gerekmeyecek / yalnız şafak
girecek bomboş odaya.”
Her yazar kitapları aracılığı ile bizimle dost olur, dertleşir. Okurken sözcüklerinin seslerini duyarız. Cesare
Pavese, Italo Svevo, Jack London, Sylvia Plath, Tezer Özlü, Beşir Fuat gibi yazarların yaşamlarına intihar ile son
vermesi yine bazı yazarların bir düşüncesini akla getiriyor. “Yazmak eylemi yazarın kendini tüketmesidir.” Dahası
yazmayı bir intihar eylemi olarak görürler. Bu yaklaşım yazarın kendi varoluşuna ilişkin göndermeler içerse de “
Yazmak çoğalmaktır” cümlesini göz ardı etmemizi engellemez. Üstelik bu çoğalım hem yazma sürecindeki, hem de
yazarın okurla buluştuğu andaki bir çoğalmadır. Öyle ise neden intihar?
Handan Gökçek
H@vuz 39
K
lye
Feribottan inerken egzoz borusu, feribotun bir tarafı iskeleye diğer tarafı feribota uzanan kapağının tümsekliğine
sürttüğü için, arabanın altından gürültülü bir ses yükselmişti. Bu can sıkıcı sese rağmen genç adam durup, arabanın
altında bir sorun olup olmadığına bakmamış, bir an önce kalacak bir yer bulmak için acele etmeleri gerektiğini yanında
oturan sevgilisine inandırmak için uzun bir laf üretme yarışına girişmişti. Zaten kullandığı araba en az sekiz yaşında, eski
model bir Honda idi. Egzoz borusu tamamen kopsa bile yenisini taktırmak pahalı olmazdı. Sabah yola geç çıktıkları için
sahilden kalkan son feribotu ancak yakalayabilmişlerdi. Ayrıca üç günlük bir tatil oluşmuştu;’ hafta sonuna bir gün de
milli bayram eklendiği için. Bu, otellerin erkenden dolduğu anlamına geliyordu. Yeni başlayan yağmurun kayganlaştırdığı
yola, aydınlatılmamış yolların caydırıcı yüksekliklerine, sağdan soldan hızla geçen motosikletlere aldırmadan aceleyle
sürdü arabayı genç adam. Bir otel bulup, güzel bir uyku çekmek istiyordu bir an önce. Yarının güzel bir başlangıç
olmasını, denize, kuma ve güneşe doyana kadar bu adada kalmayı arzuluyordu tüm benliğiyle. Aylardır böylesine bir
tatilin hayalini kurmuştu. Her şeyin bir köpek yüzünden, -aslında sevgilisinin anlamsız kaprislerini geç kalmalarının
biricik nedeni olarak görüyordu ama ortamı germemek için köpeği günah keçisi olarak kullanıyordu- mahvolmasına izin
veremezdi. Hepsinden öte, beraber olmaya başladıklarından beri baş başa çıktıkları ilk geziydi bu. Önceki zamanlarda
olduğu gibi ayrı odalarda kalmaları gerekmiyordu. Sevgilisiyle aynı odayı paylaşacaklar, belki birlikte banyo yapıp,
gece yarısı birlikte plaja inip, dalgaların hafif hafif yaladığı kumlarda sessizce sevişeceklerdi. Aklına bunlar geldikçe
içini ayıp bir heves kapladı. Sanki kimse görmeden akvaryumdaki balığı yürütüyormuş ya da çiğnemekten bıktığı
sakızı arkadaşının sandalyesine bırakıyormuş gibi çocukça bir suçluluk duygusuna kapıldı. Oysa, birlikte oldukları ilk
zamanlarda bile hiç heyecanlanmamıştı. Şimdi duyumsadığı bu heyecanına ciddi bir anlam veremiyordu. Arabayı bu
anlamsızlık kargaşasında daha hızlı sürmeye başladı. Ta ki yanında oturan sevgilisi onu uyarana dek.
Yol kenarlarında belirmeye başlayan otelleri görüp yavaşladı. İlk gördüğü ışıklı kapıdan içeri girdi. Pahalı
ve lüks bir otele benziyordu. Fiyattan önce, boş oda olup olmadığını sordu. Resepsiyondaki kız gülümseyerek boş
odanın kalmadığını söyledi. Civardaki otellerin hepsi doluydu. Genç adam vakit kaybetmeden arabaya geri döndü.
Bir yandan küfrediyor bir yandan da “Acaba oda vardı deselerdi böylesine lüks bir otelde kalmayı göze alabilecek
miyim?” diye kendi kendisini sorguluyordu. Yol boyunca nereye sordularsa hep aynı yanıtı aldılar. Büyük oteller bir
haftalığına doluydu. Küçük konaklar ise yarın bir oda ayarlayabileceklerini söylüyorlardı. Kimi zaman kız, arabadan
inip resepsiyona gidiyor, kimi zaman da genç adam hışımlı adımlarla resepsiyona varıp, daha da hışımlı adımlarla
geri dönüyordu. Umut iyice azalmaya başlamıştı. Genç adam, sevgilisi yanındayken, bir yandan evden geç çıkmasına
neden olan köpeğe sövüyor, bir yandan da adanın bu derece dolu olmasının olanaksız olduğunu söylüyordu. Ne de
olsa köpeğin dili yoktu. Bu durum, sövmeyi kolaylaştırıyordu. Adanın doluluğu ise kaçınılmazdı. Bir kere onlarla
beraber bir yığın araba gelmişti feribotta. “Nereye gitti onca araba? Hepsi önceden otelleri ayarlamış olamazlar ya!”
Bu sonuncu cümleyi sesli söylediği için sevgilisi çıkıştı: “Nereden biliyorsun?”. Genç adam “Bilmiyorum, tahmin
ediyorum ya da umut ediyorum” dedi alçalan bir ses tonuyla. Sanki sonuncu cümlenin kimse tarafından duyulmasını
istemiyordu. İşlerini şansa bırakan, plansız işler yapan bir erkek arkadaş olmak istemiyordu. Adaya vardıkları iskeleden
oldukça uzaklaşmışlardı. Maalesef yol, adanın etrafını tamamıyla dolaşmıyordu. Yolun sonuna geldiklerinde, karanlık
bir ormandan başka bir şey göremediler.
Zor da olsa arabayı geri çevirip, gelirken sormadıkları otellere ve konaklara uğramayı planladılar. Daha arabayı
yeni çevirmişlerdi ki yolun sağ tarafında, ağaçların arasında, hafif hafif parıldayan bir ok işareti gördü kız. “Bir de buraya
soralım istersen” dedi isteksizce. “Gelirken görmedik burayı!” Genç adam, ağaçların yapraklarının ustaca üzerlerine
kapandığı lambaların ışıklandırdığı, taşlı patikaya girdiğinde, gittikleri yerin adadaki diğer konukevlerinden farklı
olabileceğini düşünüyordu. Lambalı levhada ‘Moo’s Place’ yazıyordu. Girdikleri patika, ışık saçan lambalara rağmen
yine de karanlıktı. Köpeklerin havlamalarından başka da bir ses duyulmuyordu etrafta. Araba, irili ufaklı taşları öğüterek
yol aldı patikanın sonuna kadar. Yolun bittiği yerde bir su birikintisi, üzerinde ‘Information’ yazan bir kulübe, bir kaç
iri gövdeli ağaç, ilerde ışıkları yanan, ufak evler biçiminde inşa edilmiş konuk odaları vardı. Genç kız, karanlıktan ve
köpeklerden ürkmüş, gözleriyle erkek arkadaşına “Ben arabadan dışarı adımımı atmam! Çok istiyorsan sen in ve sor!”
demişti. Genç adam, arabanın motorunu susturmadan arabadan indi ve kulübeye doğru yürüdü. Bu sırada, havlayan
H@vuz 40
köpeklerin sesi yükselmişti. Bunun arabadan inmesinin bir sonucu olup olmadığını düşünüyordu, kulübeye doğru ilk
adımını attığında. “Belki de arabanın camları kapalı olduğu için, köpeklerin sesleri oldukları gibi gelmiyordu” diye
geçirdi içinden. Kulübenin kapalı camının arkasında, kırmızı elbiseli, yaşlı bir kadın vardı. Genç adam, bir gecelik
boş bir odalarının olup olmadığını sorduğunda, yaşlı kadın, sanki aynı soruyla defalarca karşılaşmış ve her seferinde
olumsuz yanıt vermiş gibi yüzünü buruşturdu. Ardından da genç adama beklemesini söyleyerek kulübeden ayrıldı. Genç
adam umutlanmıştı.
Kadın geri geldiğinde yüzünde hiçbir ifade okunmuyordu. Kulübeye girdi ve ormanın içine doğru bakan, en uçtaki
odanın boş olduğunu, mecbur kalmadıkça o odayı müşterilere vermediklerini, çok isterlerse genç çiftin bir geceliğine
kalabileceğini söyledi. Genç adam, önce “sevinmeli miyim” diye düşündü. Mecbur kalınmadıkça kimseye verilmeyen
bir oda kendilerine verilirse o odada rahat uyuyabilecekler miydi? Yaşlı kadına dönüp, odanın sırrını öğrenmek istedi.
- Neden mecbur kalmadıkça kimseye vermiyorsunuz odayı? Bir sorun mu var odada?
- Bir sorun falan yok. Kapının kilidi bozuldu geçen hafta. Kapıyı ne içerden ne de dışardan kilitleyebiliyoruz.
Kilidin dili tutmuyor kasayı. Dün bir çilingir getirttik tamir etsin diye. Adam bir sürü de para aldı. Güya tamir
etti. O giderken kapı iyi görünüyordu. Sabah odayı temizleyen kız, kilidin yine bozuk olduğunu söyledi.
- Hepsi bu mu? Tek sorun kilit mi? Bende uzun zamandır bu odayı kimseye vermemişsiniz gibi bir izlenim
bıraktı ilk cümleleriniz.
- Kilidin dışında olması, bir de bu odanın kapısı ve pencereleri, diğer konukevlerinde olduğu gibi merkeze değil
de ormana bakıyor. Yani, bekçi açısından denetimi zor.
- Bekçi nerede? Etrafta bekçi kılıklı birisini göremedim!
- Bekçi de bugün sabah memleketine döndü. Kızının düğünü varmış. İki gün sonra dönecek. O gelene kadar
başka bir bekçi çağırmadık. Zaten bu odada hırsızlık olmaz. Ben uzun zamandır öyle bir şey duymadım.
- İyi ama gene de emin olamazsınız! Bekçi olmaksızın müşterilerinizin içi rahat ediyor mu?
- Müşteriler bekçinin burada olmadığını bilmiyorlar. Siz bekçiyi soran ilk kişisiniz. Buraya insanlar eğlenmeye,
yüzmeye ve rahatlamaya geliyorlar. Güvenlik, en son akıllarında olan şey.
- Peki oda nasıl? Temiz mi? Büyük mü?
- Oda buradaki odaların içinde en büyüğü. Banyosu, içinde. Bir ufak elbise dolabı, tavandan asılı bir vantilatör
ve geniş bir yatak var. Bir gece kalacağınıza göre ihtiyacınızı görür. Yarın 12’ye doğru, sahildeki konakların
bazı müşterileri odalarını boşaltırlar. Hızlı davranırsanız güzel bir oda bulursunuz.
- Burası denize ne kadar uzak?
- Burası dağın başı. Karanlık olduğu için fark etmemiş olabilirsiniz. Deniz en az 150 metre aşağıda, keskin bir
yamacın ucundayız biz. Aşağıda kayalar ve yosunlar var. Ancak, dalmayı seven bir kısım turist grupları gelir
buraya. Yamacın alt kısımlarından aşağı atlayıp, suya dalarlar. Bazıları da inci arar ama bildiğim kadarıyla bu
adanın sahillerinde inci de kalmadı artık.
Genç adam, daha fazla konuşmanın bir fayda getirmeyeceğini sezdiğinden, sevgilisine durumu danışmak için
kadından izin istedi. Arabanın kapısını açtığında, o ana kadar hiç düşünmediği bir şey yapmak geldi aklına. Odanın bunca
kusurunu kız arkadaşına söylerse asla kalamazlardı orada. Tekrar yola koyulup, tüm adayı gezmeyi göze alamıyordu.
En iyisi, bir gecelik süre içersinde kendisi keşfetmeliydi konukevinin kusurlarını. “Böylece, keşfettikçe ikna ederim.
Şimdi hepsini birden söylersem asla yanaşmaz.” diye düşündü. Yüzünde hain bir gülümseme belirdi. Kendisinden
memnundu.
-Tamam oda işi
- İnanmıyorum! Sonunda bulabildik. Güvenli bir yer mi burası?
- Ne kadar güvende olduğumuzu odaya yerleşince anlayabiliriz. Herhalde bir gecede
ölmeyiz. Zaten saat geç oldu. Bir şeyler yer, banyo yapar, ardından da uyuruz.
- Nerede oda? Anahtarı aldın mı?
- Anahtara gerek yok. Kapı açık.
- Gidelim o zaman! Yorgunum, kirliyim ve açım… Bir an önce uyumak istiyorum.
Umarım kalacağımız oda eksiksiz ve temizdir.
Genç adam, sürücü koltuğuna oturup, radyonun altındaki cüzdandan biraz para aldı ve tekrar, danışmaya doğru
yürüdü. Çok kısa bir süre sonra, arabayı, kalacakları konukevinin önüne -arkasına- park etmişti. Ellerini arabanın
ön penceresine doğru uzatarak, “İşte burası geceyi geçireceğimiz yer!” dedi. Kız, konukevinin diğerlerinden uzak
olmasına şaşmıştı. İnanması bile zordu bu konukevinin diğerleriyle bir ilişkisi olduğuna. Dışardan görünüşü tam olarak
diğerleriyle aynıydı. Yalnız, kapısının önüne değil de arkasına park etmişlerdi arabayı. Çünkü evin önü yola değil de
ormana bakıyordu. Ürkütücü görüntüsüne rağmen, sorun çıkaran bir kız olmamak için, sesini çıkarmadı. Arabadan
H@vuz 41
inerken çantasının ön cebinin fermuarını açtı ve annesinin verdiği, üzerinde kutsal yazılar olan kolyenin orda olup
olmadığını kontrol etti. Kolye oradaydı. Gece boyunca kolyeyi takabilirdi. Yavaş yavaş çantaları indirip, konukevinin
etrafında dolanarak eşyaları odaya koydular. Oda, geniş ve temizdi. Duvarların birinde Van Gogh’un ‘Ayçiçekleri’
tablosunun basılı resmi vardı. Bir diğer duvarda ise, üzerinde İsviçre Alplerinden manzara resimleri olan bir takvim, asılı
duruyordu. Genç kız, duvarlardaki resimler ile adayı bir türlü bağdaştıramadı. Ne Hollanda’nın sarısını ne de Alplerin
beyazını bu adada bulmak olanaklı idi. Olsa olsa denizin mavisi vardı adada. “Neden adadaki bir konukevine Alplerin
resimlerini koyarlar?” diye düşündü. Bu resimleri koyan kişinin şakacı birisi olabileceğini geçirdi aklından. Sonra
etrafı incelemeye devam etti. Yatak, pencereye, dik bir biçimde yerleştirilmişti. Pencerede sineklik ve demirler vardı.
Yatağın kenarında bir tuvalet kağıdı, iki küçük sabun, bir kül tabağı ve bir de gece kitap okumak için hazırlanmış gece
lambası duruyordu. Konukevinin içersi, dışlarsından çok daha ferahlatıcı, insana güven vericiydi. Genç kız, kapının
kilitlenmesinin olanaksız olduğunu öğrenene kadar, her şey yolunda gidiyordu.
- İyi ama bu kapı kilitlenmiyor.
- Ciddi misin? Dur bir de ben bakayım.
- Kapanmıyor işte. Anahtar dönüyor ama dil dışarı çıkmıyor. Kapıyı tutan başka bir dil de yok. Bu halde
kalamayız bu odada! Karşısı karanlık bir orman! Ne geleceğini nerden bileceğiz?
- Abartma canım! Birbirimize sarılır yatarız. Kapının arkasına da senin büyük çantanı koyarız. Hiçbir şey
olmaz!
- Ne yani! Sen şimdi bana, bu odada kapıyı kilitlemeden bir gece geçireceğimizi mi söylüyorsun? Ölürüm de
kalmam! Buradan imdat diye bağırsan resepsiyondan duyulmaz bile. Hem duyulsa bile onlar gelene kadar
bizler kurda kuşa yem oluruz. Kimbilir ne vahşi hayvanlar vardır bu ormanda!
- Yok yahu! Ne vahşi hayvanı! Abart biraz daha! Aslanlar, kaplanlar, timsahlar barınıyor burada… Gece de aç
kaldıkları için bizi yemeye gelecekler.
- Peki ya hırsızlar? Ya bir sapık ya da bir cani gelirse! Kapıyı bile kilitleyemiyoruz ki kendimizi güvende
hissedelim. Lütfen bu odada kalmayalım.
- Lütfen abartma hayatım! Altı üstü bir gece. İstersen ben sabaha kadar nöbet tutarım. Uyumam, etrafı
gözetlerim.
- Hadi oradan! Öyle dersin, ben gözlerimi kapatır kapatmaz sen de uykuya çekilirsin. Annemi arıyorum ben.
Söyleyeceğim ona nasıl bir odada kaldığımızı.
- Kadını da merakta bırakacaksın durup dururken. Dur, rahatsız etme kadıncağızı!
- Ne zamandan beri benim annem kadıncağız oldu. Onun hakkında bir ‘cadı’ demediğin kalmıştı. Şimdi
‘kadıncağız’ oldu, artık yarın ‘valide sultan’ falan dersin. Telefon da edemiyorum işte! Telefon çekmiyor. Dağın
başında, her şeyden ve herkesten uzak bir yerde, baş başa kaldık. Gördün mü başıma gelenleri?
Kız ağlamaya başlamıştı. Erkek arkadaşının annesinden daha az anlayışlı davrandığı zamanlarda ağlardı. Genç
adam, durumun kontrolden çıktığını fark ettiği için genç kıza sarılıp, onu yatağın kenarına oturtturdu. Bilmiyormuş
numarasını iyi yaptığı için kendisini tebrik etti. Bir yandan kızın gözyaşlarını siliyordu bir yandan da onu her türlü
beladan koruyacağına dair kahramanca sözler sarf ediyordu. Kız, bir süre sonra, ağlamayı bıraktı. Yüzünü kaldırdı,
gözlerini erkek arkadaşının gözlerine dikti. “Tamam” dedi. “Bu gece bu odada kalacağız. Ama bana söz vereceksin. Ben
uyumadan uyumayacaksın. Ayrıca ben uyandığımda seni uyandırmama kızmayacaksın. Bir de sabah uyanır uyanmaz,
ilk iş, sahile yakın bir yerde oda bakacağız.” Genç adam, söylenenlere şaşırmamış gibi davrandı. Kıza bir defa daha
derinden sarılıp, “Söz veriyorum!”, “hadi şimdi banyo yapalım, ardından da bir şeyler yeriz. Sonra da yatarız.” dedi.
Yüzüne, memnun olduğunu gösteren bir gülümseme yayılmıştı.
Banyodaki su soğuk olduğu için, genç kız, erkek arkadaşının birlikte banyo yapma teklifini nazikçe reddetti.
“Kapının etrafında kal ve benimle konuşmaya devam et” dedi; emreden bir ifade ile. Banyoya girip, elbiselerini çıkardıktan
sonra da banyonun kapısını kapatmamıştı. Hafif aralıklı bıraktığı kapıdan erkek arkadaşının sesini duyabiliyordu.
Korkusunu yenmesinin tek yolu bu idi. Sessizlik, öldürücüydü. Bir şeyler konuşmalı; sevgilisini konuşturmalı; sesin,
zamanı kısaltan, mekanı küçülten özelliğinden faydalanmalıydı. Bu sırada, genç adam, kapının arkasına çantaları
yerleştirmeye çalıştı. Konukevinin kapısının açık kalmasına bu derece karşı çıkan kız arkadaşı, banyonun kapısını
kilitlemeden içerde işini görebiliyordu. Bu çelişkinin aşk ile olan ilişkisini düşünüp kendine ufak bir keyif payı çıkardı.
Büyük çantayı eline aldı ve kapının önüne koydu. Bir büyük çanta işi görüyordu. Ayrıca, biraz sonra, konukevlerinin
bahçesindeki lokantaya, yemeğe gideceklerdi. Kapının önüne tüm çantaları yığmanın bir anlamı yoktu. Bahçeyi henüz
görmemişti ama danışmadaki kadınla konuşurken, taze kızartılmış patatesin kokusu, burnuna kadar ulaşmıştı. Kız
arkadaşının banyodan çıktığını gördükten sonra, genç adam, acele ederek banyoya daldı. Bu arada konuşmaya devam
ediyorlardı. Genç adamın tüm ısrarlarına rağmen kız, erkek arkadaşının banyonun kapısını kapatma teklifini reddetti.
Kapı, açık kalacaktı ve konuşmaya ara vermeyeceklerdi. Her ikisi de adanın iklimine yakışır hafiflikte, hafif elbiseler
giyip dışarı çıktılar. Kapıyı içerden kapatmak, çantaları kullanarak kolaydı. Dışardan kapatmak ise olanaksızdı. İçersinde
H@vuz 42
telefonların ve ziynet eşyalarının olduğu çantayı yanlarına alıp, ışığı da açık bırakarak yemeğe gittiler.
Döndüklerinde her şey, olduğu yerdeydi. Kapının arkasına tüm çantaları özenle dizdiler. Kız, arabadan inerken,
yanında getirdiğinden emin olmak için çantanın ön cebini kontrol ettiği kolyeye bir daha el attı. Kolyenin bir tarafında
kutsal harflerle bir şeyler yazılı idi. Öteki tarafında ise kalp mi, elma mı olduğu anlaşılmayan bir şekil vardı. Kız kolyeyi
boynuna taktığında rahatlayacağına inanmıyordu ama başka çaresi yokmuş gibi davranıyordu. Erkek arkadaşına dönüp,
kolyeyi boynuna takmasını rica etti. Genç adam, itiraz etmeden taktı kolyeyi. Ardından da kendini tutamayarak sordu:
- Bu tip şeylere inandığını bilmiyordum.
- Ne tip şeylere?
- Yatarken üzerinde kutsal sözcükler olan bir kolye takıp, kolyenin seni koruyacağına inanmıyorsun değil mi?
- Bu kolyeyi bana annem verdi ve “gittiğin her yere götür” dedi. “Başın belaya girince, kolyeyi tak ve beni
anımsa” dedi. Annem, dindar bir kadın. Onu kırmamak için, bir de rahat uyumak için takıyorum işte.
- Yoksa, işin kutsallığına falan pek inandığım yok. Daha doğrusu, işin kutsallığını pek düşündüğüm yok!
- Madem kutsallığına inanmıyorsun, çıkar kolyeyi. İnanan birisine ver.
- Nasıl yani? Annemin verdiği kolyeyi bir başkasına mı vereyim? Delirdin mi sen?
- Delirmedim. Tam tersine, senin gibi duygularımı değil, aklımı kullanarak konuşuyorum. Madem kolyenin
sana getireceği bir faydaya inanmıyorsun, kolyeyi takma daha iyi. Boynuna batacak, zinciri.
- Sen karışma! Takacağım kolyeyi. Batarsa benim boynuma batar. Kolyenin gücüne inanmıyor olmam, kolyeyi
onun gücüne inanan birisine vermemi gerektirmez. Bildiğim tek şey, kolyeyi takınca daha az korktuğum. Sanki,
kolye boynumdayken hayaletler, cinler bana ilişmeyecekler. Hem bu kolye altın. Ucuz değil! Bana bir defa bile
altın bir hediye almadığın için nereden bileceksin altının değerini?
-Tamam, tamam! Sen bilirsin. Hadi yatalım. Kolyeni taktın, kötü ruhları, hayaletleri kovdun; hırsızları da
kolyenin mükemmel parıltısı sayesinde caydırdın. Artık rahat uyuyabiliriz.
Genç kız, somurtarak yatağa girdi ve sırtını sevgilisine döndü. Sonra birden aklına gelmiş gibi yaparak, hızla
döndü ve “Unutma, ben uyumadan uyumayacaksın” dedi. Genç adam, çantalardan birinden çıkardığı kitabı bir eline aldı,
öteki eliyle de odanın ışığını kapatıp, gece lambasını yaktı. Dışarıda yağmur başlamıştı. Yatağın öteki ucuna uzanırken,
“Meraklanma” dedi, “Senin horladığını duymadan gözümü kırpmayacağım.”
Daha yarım saat geçmemişti ki genç kız, erkek arkadaşının horuldama sesiyle yattığı yerde doğruldu. Bir insanın
bu derece sesli bir biçimde hem horlayıp hem de uyuyabilmesine şaşırdı önce. Sonra da yüzünü ona doğru dönüp,
aralarına düşen kitabı aldı ve kapağına bile bakmadan yatağın yanındaki sehpanın üzerine koydu. Adamın gözündeki
gözlüğü de ona hissettirmeden çıkartıp, kitabın üzerine özenle yerleştirdi. İşte şimdi bütünüyle yalnızdı. Sabaha kadar
gözüne uyku girmezdi artık. Tekrar sırtını sevgilisine dönüp, gözlerini arkasına çantalar konmuş kapıya dikti. “Bu kapı
açık olduğu sürece, ne kadar yorgun ve bitkin olursam olayım, ben uyuyamam” diyordu içinden. Bir yandan da, kilidi
çalışmayan bir odanın diğer odalardan ucuz olması gerektiğini düşünüyordu. Sabaha kadar pek çok şeyi düşünmek için
uzun bir zamanı vardı. Sahili, beyaz kumları, denizi, dalgaları, balıkları, dalgıçları, denize düşen yağmur damlalarını,
odanın çatısına düşüp de ses çıkaran yağmur damlalarını, duvardaki Van Gogh tablosunu, tablonun yanındaki çanta
yığınını ve en sonunda yine kilidi bozuk olan kapıyı düşündü. Kapının arkası karanlık bir ormandı. Bilinmeyen, derin
bir kuyu gibi esrarengizdi. Başka şeyler düşünmek için tekrar denedi. Önce ağaçları, sonra gökyüzünü, sonra da kuşları
düşündü. Kuşların göç yollarını, insanların göç yollarını, ailesinin bundan otuz sene önce göze aldığı göç yolunu hayal
etti. Okul yıllarını, sınıf arkadaşlarını, hayalet kılığına girip öğretmenlerini korkutmalarını, evde yalnız kaldığı bir akşam
elektrikler kesilince nasıl korktuğunu anımsadı birer birer. Elektriklerin kesildiği gece kapıya vurulduğunda, korkudan
kapıyı açamadığını; kapının arkasındaki sesi tanımasına rağmen yerinden kıpırdayamamasını aklına getirdi. Sonra kısık
gözlerini tekrar kilidi bozuk kapıya dikti. Gözleri kapıda, sabaha kadar bu biçimde seyahat edecekti anlaşılan.
Birden, kapının sert biçimde vurulduğunu işittiğinde, önce bunun takıntılı zihninin bir oyunu olduğunu düşündü.
Oysa, kapının arkasında birisi, aralıksız olarak hafifçe yumrukluyordu kapıyı. Genç kız, kendine hakim olamayarak,
önce elini boynundaki kolyesine attı; ardından da uzun ve derin bir çığlık kopardı. Çığlığın ne kendisine ne de yanında
horuldayarak uyuyan sevgilisine bir etkisi olmuştu. Kapının arkasındaki, yumruklarıyla kapıyı dövmeye devam
ediyordu. Kız önce yataktan doğruldu ve sevgilisini uyandırmak için dürtüklemeye başladı. Genç adam, umarsız bir
tavırla sevgilisine sırtını döndü ve uyumaya devam etti. Yumrukların şiddetinden olsa gerek, kapının arkasındaki yığılı
çantalar geriye doğru hareket etmişlerdi. Kapı, bir insan elinin kolaylıkla girebileceği kadar açılmıştı. Genç kız, yanında
yatmakta olan sevgilisinden bir fayda gelmeyeceğini anlayıp ayağa kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Bir eli kolyesindeyken;
diğer eli ile etrafta sert bir cisim aradı. Odanın içinde sadece sehpadaki gece lambasının loş ışığı vardı. El yordamıyla,
sehpanın üzerindeki kül tablasını buldu. Ne yapacağını bilmeden kapıya doğru yöneldi. Kapıyı yumruklamayı bırakıp,
iteklemeye başlayan kişi, içeri ha girdi ha girecekti. Genç kız, karanlıkta bir şey görmeden ileriye atılıp kapıyı itekledi.
H@vuz 43
BA
Kapı, çabucak kapanmıştı. Yalnız, kapının arkasındaki kişi, kapıya vurmaya devam ediyordu. Bu defa daha şiddetli ve
daha sık dövüyordu kapıyı. Genç kız, bir süre, kapının arkasında, tüm bedenini kapıya dayayarak bekledi. Umduğu
gibi de, yumruklar, önce seyreldi; sonra da tamamıyla kayboldu. Kapının arkasındaki kişi, halen oradaydı. Genç kız,
bir ayağını kapının ardına koyup, diğer ayağıyla uzun bir adım atarak, perdenin aralığından kapının dış tarafına baktı.
Hiçbir şey görünmüyordu. Kapının arkasındaki her neyse, vazgeçmiş olmalıydı. Yavaşça kapıyı aralayıp, etrafa bakmak
isteği içinde ilk doğduğunda, kendisini aptal gibi hissetti. Hem korkuyordu hem de korktuğu şeyden kaçmak yerine,
korktuğu şeyin üzerine gidiyordu. Belki de, korkusunu yenmenin tek yolu idi bu. Kapıyı yavaşça açtı. Sessizce kafasını
dışarı uzattı. Gördüğü karşısında ilkinden çok daha şiddetli ve uzun bir çığlık atması gerektiğini düşündüğü halde
yapmadı. Sessizce kapının kenarına oturmuş, kendisine bakan ufak yaşlı adama baktı.
“Bana ver o kolyeyi” dedi duvarın dibine oturmuş yaşlı adam. Boyu bir buçuk metre ya vardı ya yoktu. Saçları
uzun, sakalı kirliydi. Kız, adamın ne dediğini anlamamış gibi davranarak “efendim?” dedi. Adam, kafasını kaldırıp
tekrar, “Bana ver o kolyeyi” dedi. Kız, bu defa, anladığının doğru olduğundan emindi. Soru mu sormalıydı yoksa
kolyeyi vermeyeceğini mi söylemeliydi? Adamdan hem ürküyor hem de korkusunu yenmek için adamla konuşmaya
devam etmesi gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı adam, kızın aklından geçenleri okuyormuş gibi, kızın gözlerinin içine dikti
gözlerini. Sonra da konuşmaya başladı:
- Haklısın! Korkularını yenmenin en kolay yolu onlarla yüzleşmektir. Bu yüzden kolyeyi istiyorum senden.
- İyi ama neden vereyim kolyemi? Bu kolyeyi bana annem verdi. Gittiğim her yere götürmemi, korktuğum her
anda boynuma takmamı tembih etti.
- Anlamıyorsun küçük hanım! Sen de çok iyi biliyorsun ki kolyeden nefret ediyorsun. Öyle olmasaydı, sadece
korktuğun zamanlar değil, her zaman takardın. Yani, kolye sadece, seni korkularından korumak için var. Kolye,
korkularından seni korumak yerine, korkularının varlık nedeni oluyor.
- Öyle olsa bile, yine de, bu durum, kolyeyi sana vermemi gerektirmez!
- Gerektirir! Kolyeyi bana verdiğin anda, korkularından arınacaksın! Kolyenin seni koruduğunu düşündüğün ne
kadar tehlike varsa, artık tehlike olmaktan çıkacaklar senin için. Önce buna inanman gerek.
- İyi ama ben korkularımdan hoşnudum. Korkularım değil mi beni ben yapan yüzlerce şeyden biri?
- Kolye, sadece akıl dışı korkular için var. Kolyeyi bana verdiğinde de, sadece onlardan kurtulacaksın. Yükseklik
korkun, ölüm korkun, vahşi hayvan korkun, eskisi gibi devam edecek. Unutma ki, insanlar, kimi zaman sırf
toplumu düzene sokmak için yapay korkular üretirler. Öyle olur ki, bu yapay korkular, zamanla gerçek halini
alırlar. Kimileri, bunların varlıklarını kanıtlar; kimileri de, bu korkulardan çıkar elde etme ile meşguldür.
- Anlıyorum ama yine de kolyemi vermek istemiyorum.
- Uzatma artık! Ver kolyeyi de ben yoluma gideyim.
- Ne yolu?
- Yolum uzun… Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi sorma.
Genç kız, yaşlı adamın kendisine doğru yaklaştığını gördüğünde, konukevine geri girmek istedi. Oysa, bedenini
oynatamıyordu. Sanki olduğu yere yapışmıştı. Yaşlı adam, kısacık boyuna pek de uyum sağlamayan uzun kollarıyla,
kolyeyi kızın boynundan çıkardı. Tatlı bir gülümsemeyle birlikte, kolyeyi, avucunun içine koydu; kıza arkasını döndü
ve ağır ağır yürüyerek ormanın karanlığına karıştı.
Genç kız, o anda, nasıl olduysa, erkek arkadaşından yardım istemeyi aklına getirdi. Önce bir çığlık attı, ardından
da halen içerdeki yatakta uyumakta olan erkek arkadaşının adını haykırdı. Bunu yaparken, bir eliyle de çıplak boynunu
tutuyor, kolyesinin yokluğunu bir de eliyle hissediyordu. Genç adam, yataktan fırladığında, yanında adını sayıklayarak
uyuyan sevgilisini gördü. Kız, bir ‘kolyem’ diyor bir de adamın adını söylüyordu. Genç adam, kızı omuzlarından tutup,
elini boynundan uzaklaştırdıktan sonra, sarsarak uyandırdı. Kız, uyandığında, karşısında sevgilisini yatağa uzanmış bir
halde görünce, ufak bir çığlık daha attı. Kendisinin de yatakta olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Başından geçen her
şeyin bir kabus olduğuna inanmak için, önce kapıyı kontrol etti. Çantalar, yerli yerindeydi. Gecenin karanlığı, yerini,
sabahın alacakaranlığına bırakmıştı. Gökyüzü ha delindi ha delinecekti. Adam, kızı kucaklamaya çalışıyor; her şeyin bir
kabus olduğunu ve kabusun bittiğini, kendisinin yanında olduğunu, şefkate özenen bir ses tonuyla mırıldanıyordu.
Genç kız, sakinleşmiş; kendisine sarılan sevgilisinin kalp atışlarının ritmine nefesini uydurarak sabahı düşünmeye
başlamıştı. Denizi, balıkları, plajın kumlarını ve annesini düşündü. Elini, korkarak boynuna götürdü…
Eli boynuna varır varmaz attığı çığlık, sadece kendi odalarını değil tüm adayı doldurdu…
Ali Rıza Arıcan -
21 Aralık 2005
H@vuz 44
A. Anfora
Baylar
H@vuz 45
Severim
Bozuk
Havaları
Yağmura basarlardı beni çocukken
Severim bu yüzden bozuk havaları
Severim mutedil dalgalı denizleri
İs tutmuş petrol lambalarını
Ellere yapışan, kaygan, o incecik yosunları
Ağlara takılan orkinosları
Severim
Karadenizliyim ben
Dilimin pusulası doğuştan bozuk
Mermi çekirdeği toplatırdı dedem
Bu yüzden severim sabıka kayıtlarını
Sırtını döndüğünde vurmayacak adamları
Severim
En olmadık yerde
En olmadık küfürleri basan kadınları
Parklarda çimenleri yolan çocukları
Sokaklarda panzer taşlayanları
Bedenlerini ölümüne
Oruca yatıranları severim
Bir de severim yaban güllerimi
Gündüz karanlığında su verip
Aşka uçurduğum
Geceleri
Aydan Alim
Karakalem çalışma: Aydan Alim
H@vuz 46
sesleniş
I
ne insanlar gördüm
bir gecede on beşinin yediğini
bitirmeden
kalkmayan masalardan
nedir farkı
soğuk bir odada
ayakları çıplak
ölüme göz kırpanlardan
II
yardım et/ çek beni
yaslandığım
bu yalnızlık duvarından
söyle ne olur
bir şeyler anlat
III
bu savaşın ortasına
tek başıma
çıkamayacağım belli
öp artık
tekrar
prens yap beni
Serdar Tekin - 9 Ocak 2006
ş
ye
im
ağaoğlu
kışın mı gidecektin
böyle tipi ayazda
gelirken bana ne getireceksin
şişe dolusu ezan
ayakkabı dolusu çamur
susam demli çay
kahve köpüğü
kaytan bıyıklar
yok sen iyisi mi
bana kapı tokmağı getir
balık kılçığı
avuç dolusu deniz
bir tutam kum
biraz anason
kışın mı
gidecektin
kışın mı gidecektin
tipide ayazda
böyle yalnız bırakıp hayırsız
H@vuz 48
[email protected]