Arkaik Ontolojiden Modern Mistisizme
Transkript
Arkaik Ontolojiden Modern Mistisizme
mago Konu maları/2010 Arkaik Ontolojiden Modern Mistisizme Ahmet F. Kip Ba larken Saffet Murat Tura’nın 2009 yılında Bayku dergisinde yayınlanan “Öznesiz Süreç” adlı makalesi, muhtemel sadece bir avuç entelektüelin ilgisini çekti. Bu makalede Tura; evrendeki maddi yapıdan ba ımsız bir özne olmadı ını, fenomenalitenin de öznesiz ve merkezsiz maddi bir süreç oldu unu öne sürüyordu. Fenomenalitenin, beyindeki nöral süreçlerin bir sonucu oldu u; örne in, u kar ımızda gördü ümüz a acın aslında beyindeki görme merkezinde olup biten ve uzamda gerçekten varmı gibi ortaya çıkan bir illüzyondan ba ka bir ey olmadı ı tezi, son yirmi yıla yakındır bilim ve felsefe dünyasını derinden etkiliyor. Tura’nın tezindeki can alıcı nokta ise, bu süreç içinden özne perspektifinin çıkartılmı olması. Yani Tura, maddenin kendinden kendine i ledi i öznesiz bir süreçten söz ediyor. Tura’nın tezi bizleri, yüzyıllardır batı felsefesini me gul eden “özgür irade” kavramıyla yeniden yüzle tiriyor. Günümüzde, liberterian görü ün -do al olarak- özgür irade kavramını savunmasına kar ı, determinist görü ün ılımlı bir kolu da, özgür irade kavramının, en azından belirli epistemik düzeylerde mümkün oldu u fikrine uzak duramıyor. Tabii, bilebildi imiz evren öznesiz (dolayısıyla da merkezsiz) bir süreç ise, katı determinist görü e yakın durmak daha akılcı görünüyor; ama bu duru pratikte bazı sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Özgür irade sahibi varlıklar de ilsek; örne in, suç ve cezayı nasıl tanımlayaca ız? Bu kadarla bitmiyor; dili yeniden yapılandırmamız (özne perspektifinden arınmı bir dil çok yadırgatıcı gelecek muhtemel), tarih yapan insan fikriyle bir kez daha yüzle memiz gerekecek. Avrupa felsefe gelene inin huzurunu kaçıracak daha bir sürü sıkıntıyı sıralamak mümkün burada. Öte yandan, geçmi in mistik dü ünce akımları öznesiz süreç fikrine (en azından “ben” deneyiminin ılgası çerçevesinde) hiç de yabancı de il. De il ama, insanı ve do ayı a kın bir mutlak özne vurgusu da mistik dü üncenin en temel dayana ı. Tura’nın tezinin farkı, bir a kın ya da mutlak varlık öngörmeden ortaya konmu , basbaya ı bilimsel temelli materyalist bir tez olması. Uzunca bir süre, mago’daki felsefe sohbetlerinin vazgeçilmez ve sıkıntılı konusu oldu özgür irade sorunsalı. Sıkıntının asıl nedeni “Öznesiz Süreç” tezinin makul ve mantıklı bulunmasına ra men, yerle ik sa duyuya aykırı bir görü getiriyor olmasından kaynaklanan içselle tirilme sorunuydu. Katı bir determinizm ve bunun uzantısı olarak da tevekkülle kar ı kar ıya kalmanın, günümüzün hakim liberal söylemi içinde ne kadar kabul edilebilir oldu unu sorgulamanın anlamı yok kanımca. Modern insanın özgür irade fikrinden sapması pek olası görünmüyor. Ama belki de yüzyıllardır takılıp kaldı ımız soru yanlı . Belki de tavizsiz ve sa lam bir felsefe sorusunun u ekilde sorulması gerekirdi: Özgürlük varlıksal bir töz olarak mümkün mü? .................... 1 Bu yazı, Mezopotamya’dan ba layarak, Hıristiyan kültünün tarihsel bir statü kazanmasına kadar geçen süre içindeki inançların yapısı üzerine özet bir çalı ma. Anlatacaklarım bilinç ve özgür iradenin olanaklılı ı tartı ması çerçevesinde okuyucuya yeni bir ufuk açar mı, kestiremiyorum. Ancak özgür irade kavramının Hıristiyan görü ünün bir ürünü olup olmadı ı tartı masına ı ık tutar diye umuyorum. mago’daki çe itli toplantılarda yeri geldikçe kıyısından kö esinden biraz söz etmi tim; ama burada daha derli toplu bir halde ve tarihsel bir süreç içinde aktarmaya çalı aca ım. Mitlerin ve dinlerin neden varoldu u bu çalı manın konusu de il. Daha ziyade bir i leyi anlatmaya gayret edece im çalı manın önemli bir bölümünde. Ancak jenerik reçete haline gelen “ölüm korkusu üzerine uydurulan eyler” türünden açıklamaları fazlaca yüzeysel, hatta ba tan savma buldu um için, konuya bu türden görü lere mesafeli bir tutum içinde yakla aca ımı en ba ından belirtmeliyim. nançlar tarihi üzerine önemli eserler vermi , ilginç yorumlar yapmı üç önemli ismin çalı malarından ziyadesiyle faydalandım hazırlanırken. Bunlardan ikisi, mitolojinin ve teolojinin neredeyse duayeni kabul edilen ve çalı malarında birbirlerini sıkça referans gösteren Joseph Campbell ve Mircea Eliade. Üçüncüsü ise, Eliade’nin görü lerinden hayli etkilenmi oldu unu dü ündü üm; ancak tamamen kar ısında duran, bir zamanların anar ist, imdilerin ise koyu liberalizm yanlısı dü ünürü Marcel Gauchet. Ayrıca Donna Rosenberg, Samuel Noah Kramer ve Belkıs Mutlu, bu ilk bölümü hazırlarken ba vurdu um isimler. Tanımlamalar ve içerik üzerine açıklamalar Mitsel ya da dinsel olarak adlandırdı ımız olgular, 18. yüzyıl aydınlanmacılı ından ba layarak günümüze kadar geçen süre içinde birbirinin içinde adeta eritilip ortak olarak tanımlanır hale gelmi tir. Dolayısıyla din; inanç ya da iman diye ifade etti imiz zihinsel etkinlik çerçevesinde açıklanan, akıl ve bilimin aydınlı ıyla eskimi ve geçmi te kalmı bir tür dü ünce yanılsamasını i aret eder olmu tur. leride farklarını açıklamak kaydıyla, mitsel ve dinsel olanın ne oldu u do rultusunda yapılmı tanımlamaları kabaca üç temel görü e indirgeyebiliriz sanıyorum. Bunlardan ilki, Feuerbach’tan ba layarak Marx, Nietzche ve Freud’a uzanan, dini toplumsal afyon ya da takıntı nevrozu gibi açıklamalarla aslında aynı ortak yapıya, bir tür feti izme ba layan görü tür. Tanrı (ya da mitsel figürler), insan zihninin üretti i, daha sonra da kendi üretti ini unutup yüceltti i bir tür imajinasyonel etkinliktir. kinci açıklama (ki liberal demokrat görü ün sekülerle me do rultusunda bu sava yakın durdu unu dü ünüyorum) dinin, tarihin belli bir dönemine ait örgütlenmelere ba lı, siyasal temelli bir olgu oldu u eklindedir. Bu açıklamaya göre geleneksel toplumlardaki siyasi otorite, örgütlenme ve özellikle de yasa, geçmi in mirası, kökleri hatırlanamayacak kadar eski ve en nihai haliyle a kın bir zamanda bulunan eylerdir. Yani otoritenin ve yasanın kayna ı insanların hem dı ında, hem de üzerindedir. Günümüz itibariyle din, tarihin geçmi , a ılmı dönemine aittir. Üçüncü ve benim bu yazı çerçevesinde ilgilendi im açıklama ise dinsel dü üncenin felsefe ve metafizikle olan ilgisi üzerine. Dinin sonluyla sonsuz, göreliyle mutlak arasında ba kurmaya çalı an ve merkezine de ölümü alan bir söylem oldu u eklinde özetlenebilir. Bu görü e göre “varlık” sorunsalı da felsefeye din üzerinden girer. 2 Psikanalitik kuram ya da Marksist tarihselcilik perspektifinden konuya nasıl yakla abilece imizi herkes biliyor zaten. Daha sonraları C. Levi-Strauss, tekno-ekonomik ko ulların mitleri nasıl biçimlendirdi ini çe itli çalı malarında açıkladı. Bu çalı malarda ileri sürüldü ü ekliyle, mitlerin co rafi-iktisadi yapılanmalarla olan nedensellik ili kisini burada tartı mayaca ım. Zaten bu açıklamalar daha ziyade mitsel inanç içeriklerinin nasıl belirlendi i ile ilgili; yani inancın biçimsel yönlerini konu ediniyor. ktisadi altyapının inanç içeriklerini belirleyici bir veçhesi olabilir tabii; ama kanımca hepsi bu. Bu tür altyapı olgularının mutlak nedenmi gibi konumlandırılmasının bugün, en masum deyimiyle naif -hatta biraz ileri gidersek- “sa lam” amaçlar do rultusunda me rula tırılmı bir kurgu oldu unu dü ünüyorum. Bu türden açıklamalar, dinsellikle ba lantılı olarak “iman” fenomeninin kendine özgülü ünü ve insanlık tarihi boyunca hemen her dönemde (bir iki zayıf istisnayı ayrı tutmak kaydıyla) var oldu u gerçe ini perdelememeli. Tanrısal ya da dinsel olanın; insanın, do anın acımasız yüzünden kaçmak yolunda kafasının içinde ya attı ı bir ey olmaktan öte, içinde ya adı ı dünyayı düzenleyen bir olgu oldu u do rultusundaki görü lerimi, ilerleyen bölümlerde aktarmaya çalı aca ım. kinci görü e gelince: Bu yakla ıma göre din, yukarıda da bahsetti im gibi daha ziyade toplumsal/siyasal örgütlenme ve yasaların yapılmasıyla ilgilidir. lkel insan kendini, toplumsal örgütlenmenin, siyasi otoritenin ve yasaların kayna ı olarak görmeyi bir ekilde reddetmi , böylece bu kayna ı bir a kınlı a, kökensel bir ilk-modele devretmi tir. Bu durumu bir anlamda özerkli in reddi ya da özerklik diye bir kavramın topyekûn yoklu u eklinde yorumlayabiliriz. Burada üzerinde durmak istedi im konu, bu toplumlarda toplumsal/siyasi örgütlenmenin ve yasanın dinin içeriklerini olu turması, yani kendileri olarak de il de bizatihi din olarak kabul görmesidir. Dinsellik yasa demektir, siyasi otorite demektir ve hatta gündelik ya antıyı ilgilendiren bir dizi örgütlenme demektir. Bunların hepsi dı saldır; insanın kendi varlı ının dı ından, kadim bir tarihten gelen dayatmadır, yani bir anlamda heteronomdur. Yine bu görü e göre; batı toplumlarının özerkliklerini kazanmasıyla birlikte din, artık insanlık için vazgeçilmez bir metafizik e ilim olmaktan çıkıp tarihin belli bir dönemine ait hale gelmi tir. Açıkçası bu açıklamaların mitsel ya da dinsel olanı, i leyi açısından do ru analiz etti ini, özellikle de arkakik toplumsal örgütlenmenin ve gündelik ya antının mitlerle ili kisini derinden anlayarak ortaya koydu unu dü ünüyorum. Ancak kanımca, dinsel olanın metafizik yönü birçok açıdan siyasal i leyi lerinden farklıdır. Her eyden önce, yasanın dı sallı ı ve a kınlı ı, yasaya tabi olanlar kadar yasa koyucu otorite için de önemlidir. Öte yandan a kın, sadece arkakik dönemlerde de il, tarih boyunca kökenle birlikte anılmı tır; yani ba langıçtaki belirsiz zamana (illud tempus’a) duyulan özlem ve güven sadece geçmi in siyasi me ruiyeti açısından ele alınamaz. Modern felsefenin Heiddeger’e, hatta Gauchet’ye kadar uzanan ça da isimlerinin metafizi e yakla ımlarının arka fonunda, hep a kını kökenle ili kilendirme e ilimi vardır. Buradan da geliyoruz üçüncü görü e; yani dinin metafizik ve felsefeyle ili kilendirildi i, bir tür bitimlilik, daha açık bir deyi le ölüm sorunsalı çerçevesinde ele alındı ı tanımlamaya. Bu görü e göre, modern batı felsefesi, Hıristiyanlıkla ba layan büyük dinsel söylemlerin aklın diline, yani seküler kavramlara tercümesinden ba ka bir ey de ildir (ki pek farklı dü ünmüyorum). Dinin sosyolojik veçhesi yapısal olarak geleneksel toplumlara ba lı olsa da, Tanrı fikri modern toplumlarda bile insan varolu unun me ru metafizik bir boyutu olarak görülmektedir. A kın, ille de kökenle ili kilendirilmi bir dı arıdan dayatma olarak ele alınmak zorunda de ildir. nsanın a kına ve metafizi e do al bir e ilimi vardır ve bu e ilim kendini dinsel nitelikte de açı a vurabilir. Tabii bu e ilimin kayna ının ne oldu u, söz konusu görü ün en büyük sorunsalı gibi görünüyor. Ayrıca bu görü ü savunan (özellikle de Batı 3 Avrupalı) dü ünürlerin bu e ilimi “do al” olarak nitelerken, “do al” sözcü ünü natüralist bir anlamda ele aldıklarından da pek emin de ilim. Öte yandan, mitsel ve dinsel ya antıyla ilgili olgular, aslen beyin olayı olmaları nedeniyle nöral süreçler düzeyinde ele alınıp incelenebilir mi, bilemiyorum tabii. Birço unuzun “ ncelenebilir tabii de, ne gerek var.” diyece ini de tahmin edebiliyorum. 21. yüzyılın entelektüel trendleri içinde mitlere ve dinlere yer olmadı ının, imanın tedavülden kalkmı bir “beyin olayı” oldu unun (daha do rusu, günümüz entelektüelinin böyle dü ündü ünün) farkındayım. Ama ben imanın, çok zarif nüanslara sahip ve insani ya antı (ya da daha seçkin deyimiyle, folk psikoloji) dedi imiz alan üzerinde belirleyici etkisi olan bir beyin olayı oldu unu dü ünüyorum. Bu do rultuda natüralist bir tez olu turabilecek donanıma sahip de ilim ne yazık ki. Benimki daha ziyade, yıllar önce mistik felsefeyle u ra tı ım günlerde edindi im bir tür sezgi. Daha sonraları ngiliz nöro-psikiyatr Sam Harris tarafından da benzeri bir görü ortaya atıldı ında baya ı heyacanlanmı tım. Sam Harris; inancın, içeriklerinden ba ımsız bir süreç oldu unu söylüyor; bir önermenin nihai olarak “do ru” kabul edili ini kontrol eden nöral süreçlerin, beynin ön loblarında yer alan, büyük olasılıkla da tat ve kokuların ho lu una karar veren bölgelerde bulunan ödül-ilintili, daha temel hayati devrelere ba lı oldu unu belirtiyordu. Hatta daha da ileri gidip do rulu una inandı ımız eylere, aslında ho (pleasent) buldu unuz için inanıyor olabilece imizi ima ediyordu. Sam Harris’in birçok görü üne mesafeli durmakla birlikte inancın (sadece folk psikoloji çerçevesinde ele alınabilecek bir olgu de il de) birtakım temel nöral süreçlere ba lı bir beyin olayı olabilece i tezini makul buluyorum. Tabii, inanç ile iman arasında hayli önemli bir fark var. Ama imdilik bu farkı etimolojik anlamda görmezden gelip iman sözcü ünü, gündelik dil düzeyinde, a kın bir varlı a duyulan güçlü inanç ve güven eklinde ele alaca ım. (Aslında iman, bir önermenin do rulu una ikna olunmu halidir ve “emn” kökünden gelmektedir ki, aslen, emin olmak, üphesiz bilmek anlamına gelir. Hatta slam felsefesinde “ nanç imanın perdesidir.” eklinde bir deyi vardır.). Her neyse; benim burada kendime konu edindi im ey, mitlerin (ve uzantısı olarak dinlerin) yapısı ve i leyi leri. Dolayısıyla epistemik düzeydeki bir konuyu, kaçınılmaz olarak zihinselci kavramlara ba vurarak anlatmaya çalı aca ım; zaten ba ka türlüsüne de muktedir de ilim. Buna ra men, inançlar tarihi açısından baktı ımızda bile, bütün bu insani olayların ve anlamların da ilkece olay oldu unu (yani uzay-zamanda do a yasalarına göre gerçekle en enerji dönü ümleri oldu unu)* kabul ederek yazdı ımın bilinmesini isterim. Ancak homosapiensin tüm bu do a olaylarının tali bir uzantısı oldu u do rultusundaki görü e biraz temkinli yakla tı ımı da en ba ından belirtmeliyim. Teorik bir anti-hümanizmanın derinlerde bir yerde mistik-arınmacı bir hümanizmaya ba landı ını dü ünüyorum. Tartı malarımızı Musevi-Hıristiyan kültünün dü ünce paradigmaları çerçevesinde yaptı ımız için, bu çalı ma kapsamında Uzakdo u inançları konusuna girmeyece im; daha ziyade Mezopotamya-Mısır bölgesini esas alaca ım. slami inançların yapısıyla ilgili de pek bir ey yok bu ilk bölümde; tartı tı ımız paradigmalar içinde kanımca gerek de yok. Onu, ba ka bir çalı mada Muhyiddin bn-ül Arabi’den hareketle ele almaya çalı aca ım. Çalı mamın sonunda, çok önemli buldu um bazı ça da tezlerden (genetik evrim kuramı, spekülatif de olsa memler kuramı, öznesiz süreç tezi vb.) geriye dü meden bir görü olu turaca ımı sanıyorum. Tabii mesafeli duramadı ım bir tez daha var; bir beyin olmadan, fenomenaliteden bahsedemeyece imiz. Fenomenalitesiz bir evren nasıl bir ey olurdu acaba? Ya da soruyu öyle mi sormalı: Fenomenalitesiz bir evren “olur” muydu? Bu felsefi kara deli in cazibesine mesafeli kalmam da mümkün olmuyor galiba. 4 Arkaik ve kutsal Gündelik dilde kullanırken anlamı üzerinde pek dü ünmedi imiz, ama neyi kastetti i konusunda ortak bir sezgiye sahip oldu umuzu varsaydı ımız birçok sözcükten biri “kutsal”; ço u zaman da hatalı kullanıyoruz. Geçti imiz yıllarda iki Fransız dü ünürün (Luc Ferry ve Marcel Gauchet) arasında geçen bir tartı maya konu oldu u ve anlamı üzerinde epey laf üretildi i için konuya buradan ba lamayı uygun buluyorum. Zira kutsal (ya da kutsallık) arkaik dü ünce paradigmasını anlatmaya çalı ırken sıkça ba vuraca ım kavramlar olacak. Kutsallık, (M. Gauchet’in tanımıyla) dinlerin kapsamı içinde kalan ve görünen ile görünmeyen, bu dünya ile öteki dünya (bu dünyayı a kın olan anlamında) arasında gözle görülür bir kesi meyi ifade eden temel bir deneyimdir. Bu deneyimin nesnesine de kutsal diyoruz. Gauchet’in saptamasına göre kutsal, en ilkel haliyle de olsa devletin ortaya çıktı ı dönemde do mu tur ve i leyi içinde tanrısal nitelik kazanmı olan geçmi in temeli ile bundan böyle ayrı bir güç sayılacak olan iktidar arasındaki ba ın kurulmasıyla ortaya çıkmı tır. Kutsal bir varlık -mesela kral, tapınak, kanun kitabı ve benzeri nesneler- fiziksel varlı ının içinde ba kalarında bulunmayan görünmez bir ba kalık ve do aüstü güçler ta ıyan bir varlıktır. Kısacası kutsal, öteki dünyanın (a kın olanın), bu dünyadaki varlıklar (yerler, nesneler, ki iler) içinde kendini göstermesi demektir. Bir sonraki bölümde daha ayrıntılı anlatmaya çalı aca ım gibi, arkaik dü ünce paradigmasında kutsal olmayan neredeyse hiçbir ey yoktur. Hatta öyle ki; zaman bile kutsalla tırılmı , bizim bugün ya antıladı ımız haliyle “somut” ya da “gerçeklik olarak deneyimlenen” zaman kavrayı ı topyekûn reddedilmi tir. Arkaik dü ünce paradigmasında kutsal mekân ve kutsal zaman deneyiminin, tüm di er ya am deneyimleri üzerinde belirleyici bir etkisi vardır. Din tarihçisi Mircea Eliade, modern-öncesi toplumlardaki varlık ve gerçeklik anlayı ını (yani bir anlamda arkaik ontolojiyi) incelerken sıklıkla “insanın, zamanın tahribatı kar ısındaki tutumu”na dikkat çeker: Zamana tahammül edilemez; çünkü insan, bedeniyle fenomenal dünyanın bir parçasıdır ve zaman bu dünyayı ya landırmakta yıpratmakta ve yokolu a do ru götürmektedir. Bu yüzden, arkaik insanın temel biyolojik gereksinimlere yönelik her edimi tanrıların, evreni ve insanı yaratı ının bir taklididir ve somut zamanı mitsel zamana dönü türerek yadsıma çabasından ba kaca bir ey de ildir. Zamanın tahribatına kar ı ab origin’e, ilksel olana dönmek, neredeyse tüm arkaik kültürlerde kar ıla tı ımız ortak davranı tır. Ab origin’in bilgisinin de eri zamanlar-üstüdür; çünkü her ey ba langıçta kusursuz ve düzenlidir. Kökeni bilmek, zamanın neden oldu u arazları sa altmak için gereklidir. Gündelik ya amda makro düzeydeki entropiyi gözlemleyemeyiz; ancak ya lanma, eskime, çürüme gibi döngüsel olan bozulmanın farkına varırız. te ilkel insanın do a ile bu sınırlı ama yo un ili kisi yüzünden zaman, sürekli olarak bir yöne akan bir olgu de il, periyodik tekrarlar olarak algılanır; yani zaman, gözlemlenebildi i kadarıyla döngüsel bir olgudur. Illud tempus, ba langıçtaki mutlak zaman; do adaki her mevsim dönümünde, her ölüm ve do umda, her fırtına ve dinginlikte kendini gösterir. Ba langıcın bilgisi, biyolojik olarak deneyimlenen zamanın üstündedir. (Ba langıcın önemi verimlili indendir. Burada, düzenin bozulmasından kastım, verimlili in azalması aslında. Metnin geri kalanında anlatılan i leyi leri bu açıklamanın ı ı ında okumak daha anlamlı olur diye dü ünüyorum.) 5 Büyük felsefe geleneklerinin ürünü olan kavramsal terimlerin, arkaik dillerde kar ılı ını bulamayız; çünkü arkaik insan bu türden bir dilsel imajinasyondan yoksundur. Bu yoksunlu u daha ziyade toplumsal örgütlenmenin fazla karma ıkla mamı olmasına ba lı dilsel temelli bir episteme sorunsalı olarak ele alıyorum; zira kelimesi olmasa da kastetti i eyin kendisi mevcuttur ve simgeler ve mitoslar aracılı ıyla bir ekilde, hem de tutarlı ve de i mez bir ekilde söylenmektedir. Mitsel kahramanlar ve tanrılar belirli de erleri i aret eden kavramların ki ile tirilmi halleridir. Yani bu de erlere kar ılık gelen sözcükler olmasa bile onları simgesel olarak betimleyen mitsel ki iler vardır. te bu ki ilerin yapmı oldu u ya da ya amı oldu u varsayılan her ey, ilkel insanın gündelik hayatını belirleyen örnek modelleri olu turur. Ancak arkaik dönem insanı tanrıları ne kadar insanla tırırsa insanla tırsın, tanrıların yüceliklerini ve kudretlerini belirleyen nitelikler anlamlar alemi’ne ait oldu u için, tanrılar da bizzat anlamlar alemi’ne aittir. Ancak geleneksel kültürün kavrayı ına göre gerçek olan tanrılar evrenidir ve insan tüm edimlerinde ne kadar kendisi olmaktan uzakla ıp tanrıların ya da mitsel kahramanların tavırlarını taklit ve tekrar ederse, o ölçüde gerçek oldu unu, hakikaten kendisi oldu unu dü ünmektedir. Yani insanla ıp yeryüzüne inen tanrılar de il; onları taklit etmek yoluyla tanrıla ıp asıl gerçeklik kabul edilen göksel alana çıkan insanlardır. Kendisi olmaktan çıkıp bir ba kası olabildi i ölçüde gerçek olmak, modern insanın kavrayabilece i bir durum de il üphesiz. (Tarkan’ın “Ba kası olma kendin ol / Böyle çok daha güzelsin.” sözleriyle ba layan ünlü arkısını hatırlayın!). Arkaik insanın gerçeklik algısının, arkaik çocukluk dönemindeki gerçeklik algısına benzedi ini söylemem, sanırım çok yanlı olmayacak. Eliade, arkaik insan davranı larını öyle tanımlıyor: “ lkel insan bilinçli davranı ında daha önce ba ka birisi tarafından, insan olmayan bir varlık tarafından yapılmamı ve ya anmamı herhangi bir eylemi yaptı ını ileri sürmez. Onun yaptı ı her ey daha önce yapılmı tır. Ya amı, ba kalarınca ba latılmı hareketlerin bitmek bilmez tekerrürüdür.” Arkaik dönem insanında tarih bilinci yoktur. Onun tüm edimleri (ere e yönelik davranı ları, eylemleri) tanrısaldı ve kendini yineler nitelikteydi. Tarım, üreme, imar gibi temel biyolojik gereksinimlere yönelik her edim, tanrıların evreni ve insanı yaratı ının bir taklidiydi ve somut zamanın mitsel zamana dönü türülerek yadsınması çabasından ibaretti. Tanrılar ba langıçta ne yaptıysa insan onu yapmalıydı. Tüm edimler ilksel tanrılar ya da kahramanlar tarafından vahyedilmi ti ve insanın yapması gereken, bu ilk-örnek (arketip) olan edimleri sürekli olarak yinelemekten ibaretti. lkel toplumlara göre ya am onarılamaz; ancak kaynaklara yapılacak bir geri dönü le yeniden yaratılabilir. En iyi kaynak da dünyanın yaratılı ı sırasında ortaya çıkmı olan o görkemli ya am ve verimlilik fı kırmasıdır. Neredeyse tüm arkaik kültürlerde ortak olan yaratılı senaryosu, kaosun kozmosa dönü türülmesi senaryosudur. Bu senaryo, tahmin edebilece imiz gibi bu sözcüklerle tanımlanmamı tır. Tanrı X ya yerleri ve gökleri birbirinden ayırmı , ya söyledi i sihirli sözlerle karanlıkları aydınlı a çevirmi ya da göksel ejderle yaptı ı kavgadan galip çıkarak evreni düzene sokmu tur. te de erli ve anlamlı olan bu ilk yaratılı , kaosun kozmosa dönü türülmesiyle ilgili ilksel mittir; çünkü zamanın mutlak ba langıcı (illud tempus) odur. Bu ilksel mite ba lı ritüeller arkaik ya antının temelini olu turur. Ritüeli yöneten büyücünün metni ezberden ve hatasız okuması zorunludur. Çünkü söylenen sözler tanrısaldır ve ancak ezberden, harfi harfine tekrarlandı ı, yani orijinine uygun olarak yeniden üretildi i durumda yeniden yaratılı , tahrifata u ramadan, tanrıların yaptı ı gibi gerçekle ecektir. 6 Arkaik dönem insanının hayatındaki her eyin göksel/tanrısal bir prototipi vardı ve üremek de bu modele tabi bir edimdi. Erkekle kadının birle mesi tanrısal bir birle menin, birçok ilkel kültürün anladı ı haliyle de, gök ve yer arasındaki birle menin yeniden üretilmesiydi. Bu birle menin ritüelik bir ekilde hayata geçirilmesi günümüze kadar evlilik törenleri biçiminde gelmi tir. Burada ilginç olan gök ve yerin birle erek kozmosun kaosa döndürülmesinin, yani sembolik olarak da olsa evrenin yok edilmesinin kabullenilir ve kutlanır olu udur. leride bu konuya daha ayrıntılı de inece im için imdilik unu söylemekle yetineyim: Gökyüzü (yani damat) yeryüzünü (yani gelinini) kucaklar ve topra ı dölleyen ya murunu ya dırır. Bu görkemli verimlilik fı kırmasından do acak çocuk yeniden yaratılan evrenin ta kendisidir. Di er bir deyi le evlilik ayininde aslolan gökyüzü ile yeryüzü arasındaki kutsal e le meyi taklit etmek de il, bu e le menin sonucu olan kozmik yaratılı ı gerçekle tirmektir; yani kutsal birle menin her taklidinde dünya yeniden do ar. (Kısacası evlilik, kutsal bir plan çerçevesinde üremek yoluyla evreni yeniden yaratmak adına katlandı ımız bir felaket demek oluyor.). Arkaik dönemde in a edilen tapınakların ve kentlerin, özellikle de Ortado u ve Mezopotamya’dakilerin görkemi kar ısında, en üpheci olanlarımızın bile göksel/tanrısal bir prototipin varlı ına inanası gelir. Bu yersel tapınak ve kentlerin prototipleri önsel olmakla kalmaz aynı zamanda sonsuzlu un göksel bölgesinde de yer alır; yani Platonik bir deyi le, idea’lar bölgesinde. Tanrı Musa’ya, kendisi için in a etmesini istedi i mihrabın biçimini gösterir; semavi bir Kudüs, kent insan eliyle kurulmadan önce Tanrı tarafından yaratılmı tır; Süleyman Tapına ı’nın planları Davut’a Rab tarafından yazıyla anlatılmı tır. Kısacası insanı çevreleyen ve ona kendi varlı ını ve etkisini hissettiren her eyin, ister tapınak olsun ister kent olsun, yabanıl olmayan, i lenmi her eyin birer dünya dı ı, göksel arketipi vardır. Neredeyse tüm arkaik inançlarda kar ıla abilece imiz “Kutsal Da ”, ki burada yer ve gök birle ir, dünyanın merkezindedir. Göksel prototipi olan kutsallık atfedilmi kent ya da tapınak; gök, yer ve yeraltının birbiriyle kar ıla ma noktasındadır ve axis mundi, yani dünyanın eksenidir ve bir anlamda Kutsal Da ’dır. Babil’in tanrıları yeryüzüne Babilonya’dan, ya da orijinal adıyla “Tanrılar Kapısı” anlamına gelen Bab-ilani’den inmi lerdir. Musa’nın tanrısı Musa ile konu mak için kutsal tapınak çadırı Tabernacle’ı, branice adıyla Mi kan’ı kullanırdı (mesken sözcü ü de ta buralardan geliyor). Kutsal da ın zirvesi dünyanın en yüksek yeridir; ama sadece bununla kalmaz, dünyanın göbe i, yani yaratılı ın ba ladı ı yerdir de. Yaratılı mitine ba lı çe itli geleneklerde kullanılan terimlere bakılırsa, Tanrı dünyayı bir embriyo gibi göbe inden ba layarak yaratmı tır. Mezopotamya gelene ine göre insan, gökle yerin ba ının bulundu u yerde, yani dünyanın göbe inde yaratılmı tır. ( nsanın biyolojik olu umunu esas alan ve tüm yaratılı ı ve dolayısıyla da tüm insan edimlerini bu merkez etrafında kutsalla tıran anlayı ın en tipik örne i, kanımca Süleyman Mabedi’dir ve kendinden önceki örneklerden daha da belirgin olarak sadece imago mundi de il, aynı zamanda imago dei’dir. Bu kutsal yapı biyolojik simgecili in iyi bir örne i olmanın ötesinde, Musevi-Hıristiyan kültürü içindeki birçok dinsel yapı için de bir ilk örnek model olu turur. A a ıda, mabedin Musevi mistikleri tarafından yorumlanı ını gösteren bir çizim var.). 7 O halde merkez, her eyin öncesinde kutsal olanın, mutlak olanın ya da di er bir deyi le zamanın etkilerinden arınmı olanın bölgesidir. te bu yüzden in a ayinleri ilk kozmogonik (evren-yaratılı sal) in a eylemini tekrarlar. Burada önemli bir husus: Can verilmedi i, kendisine bir can bah edilmedi i sürece hiçbir ey, dolayısıyla da hiçbir yapı süreklili ini koruyamaz. lk a ama olarak zeminin kutsalla tırılması, yani kutsal merkez haline dönü türülmesi gerekir. Böylece in aat alanının “gerçekli i” sa lama alınacaktır. Tanrı’nın yaratılı ta yaptı ı can verme, canlandırma eylemi tekrarlanır: Kurban kesme... Birçok yaratılı senaryosuna göre dünya, kaosu simgeleyen bir ilk canavarın ya da kozmik devin kurban edilmesiyle varolu kazanmı tır. Yeri gelmi ken kurban ritüelleriyle ilgili birkaç önemli noktaya de ineyim. Kurban ritüelleri de di er ritüeller gibi bir tür döngüsel verimlilik yatırımıdır. Tanrı’ya sunulan can, verimlilik olarak geri gelecektir. Bershet, yani bolluk tüm de erlerin üstünde, toplulu un devamlılı ını sa layıcı bir unsurdur. Böylece, deneyimlenen zamanın ötesinde, kutsal olandır (Musevi inancındaki temel kutsal kavramlarda biridir bereshet). Dolayısıyla kurban, bireysel bir yatırım-fayda ili kisinin üstünde, genele ait bir uygulamadır ve gerçeklik de ancak genele ait olma durumunda mümkündür. Bu kurban edi ler kozmostaki kutsal gücün dola ımı -yani Tanrı’dan do aya ve insana, oradan da kurban aracılı ıyla yeniden Tanrı’ya gidi - ile ilgili tanrı tezahürleri üzerine kuruluydular ve haklılı ı kendi içinde olan eylemlerdi. Mantıksal ve kendi içinde tutarlı bir sisteme girmekteydiler. (Kurban ritüelinin ki isel imanla ili kilendirilmesi brahim vakasına rastlar. brahim’in, o lu shak’ı kurban etmeye karar 8 vermesi, genele ait olan uygulamanın dı ında kalır; çünkü brahim bu kurbanın neden istendi ini anlamadan, sadece Tanrı böyle istedi diye yerine getirir. brahim’in bu eylemi yeni bir dinsel boyut açar: Tanrı hiçbir genel ve öngörülebilir haklıla tırma olmaksızın davranan, tümüyle ayrık bir varlık olarak kendini gösterecektir artık. Bu konuya ilerde girece im.). lkel ontolojide kan, döl, ya mur ve toprak kolkola yürür; Musa elindeki asayı sert bir ekilde yere vurunca Kızıl Deniz yarılır ve ardındaki binlerce Hibiru ile vadedilmi topraklara do ru yola koyulur. Cennet, vadedilmi toprak, Kenan Diyarı; her biri, her yerinden verimlilik fı kıran ve döllenmeyi bekleyen atalet içindeki bir yumurta gibidir. Vadedilmi verimli topraklara do ru akan kavimlerin mitsel öyküleri, döllenecek yumurtaya do ru akan spermlerin yolculu una benzer. Kan akıtmak bereshet’in ve süreklili in ön ko uludur; çünkü ancak bekaret bozuldu unda bereket mümkün olacaktır.1 Tarım, yeniden do u simgecili inin uygulandı ı birçok düzlemden biridir. Tanrı Hürmüz dünyayı Nevruz gününde yaratmı tır. Ölülerin ruhlarını geri vermi ve gö e emir verip ya mur ya dırmı , böylece insanlar o gün topra ı sulama adeti ba latmı lardır. lkyaz dönümünde ( ran gelene inden etkilenmi birçok uygarlık için 21 Mart yılın ba langıcıdır.) topra a, sembolik de olsa, tohum atma, topra ı sulama, bir kaba yedi çe it tohum atma ritüelleri çok geni bir kültür co rafyasında görülür ve tarımsal törenlerle yakın bir ba lantı içindedir. Buradan tarımsal ritüellerin yeni yıl simgecili inin temeli oldu u gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır; çünkü ay dönümlerine ba lı bir yeni yıl simgecili i geleneksel tarım toplumlarından çok öncelere dayanır. Tarımsal simgecili in biyolojik gereksinimler kökenli ve bu yüzden de günümüze kadar uzanmı bir yaygınlı a sahip olu u, yeni yıl simgecili inin tarımsal süreçlere atfedilmesine sebep olmu tur. Burada bizi ilgilendiren; yaratılı ın, yıllık periyodlara yayılarak da olsa, tekerrürü olgusudur. Do adaki her ölüm (kı ) yeni bir do umu (bahar) müjdelemek için vardır. Özetle; arkaik dünyada “dindı ı” eylem yoktur. Tanrısal bir “örnek modeli” olmayan her ey anlamsız, dolayısıyla da gerçeklikten yoksundur. Arkaik insan ancak kutsal bir dünyada ya ayabilir, çünkü ancak böyle bir dünya varlı a katılmakta, hakikaten varolmaktadır. Mezopotamyalı ilkel, bir anlamda varlı a susamı tır. Tanrılara öykünme yoluyla gerçekle tirdi i her edim, ortaya koydu u her eser, onun yatı maz ontolojik susuzlu unu ifade eder. Böylece kutsalla tırdı ı oc on’un, yani düzene konmu dünyasının ötesinde uzanan bilinmeyen mekân, “evrenle memi ” mekândır, kaostur; yani mutlak varlık-dı ıdır. Bir talihsizlik sonucu bu tekin olmayan bölgede yolunu kaybedecek olsa, kendi ontik özünü de kaybedecek, kaos içinde eriyormu gibi yitip gidecektir. Bu ontolojik susuzluk yüzünden sadece kentleri, tapınakları ya da sarayları de il, en mütevazı konutları, göçebe çadırlarını bile dünyanın merkezine, tanrıların insanı ve dünyayı yarattı ı yere kurar. Tanrısal bir dünyada oturup tanrıların yaptıklarını yapmak, yani ba langıçta yaratıcının elinden çıktı ı gibi saf ve kutsal bir evrende ya amak, ona her ediminde kutsal zaman deneyimini ya atacaktır. (Arkaik ontolojinin Platonik bir yapısı oldu unu sezmek mümkündür. Daha do ru bir deyi le; Platon’un arkaik insan ya antısını ve dü ünme biçimini uslamlandırıp, teorik bir platformda belirli bir diyalekti e oturttu unu söyleyebiliriz.). 1 Arkaik dillerin, özellikle de Sami-Arami dillerinin, mitsel insanın gerçeklik algısıyla ne denli saydam bir ili ki içinde oldu unu gösteren pek çok örnek var. Bu saydamlık belki de a kınla dünyevi olan arasındaki ili kinin, bugün bizim anlayamayaca ımız kadar yakın, hatta neredeyse homojen olmasıyla ilgilidir. Gerçek anlamda hermenötik çalı maların bu diller üzerinden yapılabilece i konusundaki ısrarım bu yüzden. Bu dilller üzerinden yapılan hermenötik çalı maların nihai amacı aslen, dilin ılgasıdır. Di er bir deyi le; geleneksel hermenötik çalı ma, bili sel süreçlerde temsil edilen dünyanın (ki bu da mistik felsefenin bakı açısından “kozmos” demek oluyor) ötesine geçen bir zihinsel deneyimi amaçlar. 9 Tanrısal olana öykünüp bunu tekrar etmek ve bu yolla evreni sürekli yeniden do u ta tutmak, hayatı anlamlı, zamanın etkilerini katlanılır kılar. Arkaik insan, bütün u ra ıları ve eserleriyle adeta zamana “Sen yoksun.” der. Düzenin döngüsel olarak bozulması kar ısında bütünlü ünü, ab origin’i, ilksel olanı sürekli gündeminde tutmakla korur. Böyle deneyimlenen bir ya amda her edim bir ritüel, her ritüel bir yaratılı senaryosudur. Yaratılı ın güncelle tirilmesi, zamanı sadece biyolojik olarak kaydetmek demektir. Böylece zaman, periyodik tekrarlar olarak algılanır. Arkakik insan için tarih, tekerrürden ibarettir. Saffet Murat Tura, eyh ve Arzu’da arkaik dönem toplumlarının güncel prati inde, görünür olanın, verili olanın ötesine duyulan bir merak, bir heyecan, hatta bir hayranlık oldu undan dem vurmu tu. Çok do al; bu insanlar kendilerini ekonomik bir sistemin parçası olarak de il, kozmosun bir parçası olarak görüyorlardı. Ya amları ve kültürleri, ekonomiyle ili kilerini anlamak üzerine de il; evrenle ili kilerini anlamak üzerine kuruluydu. A k, farklı sosyal sınıflardan gelen bir kadınla bir erke in düzmece dramı kadar ucuz bir ey de ildi; az önce yukarıda da örnekledi im gibi, evreni yeniden yaratma gücü olan “a kın” bir kavramdı. Tüm nedensellik ili kileri ontolojik bir temele oturtulmu tu. Kısacası elektronların ya da fotonların bizim zihnimizdeki ontolojik itibarı ile tanrı Osiris’in eski Mısırlı’nın zihnindeki ontolojik itibarı arasında hiçbir fark yoktur. Ancak Osiris, sadece teorik bir uzayda de il, Mısırlı insanın gündelik ya amında da üst düzey bir ampirik öz olarak bulunur. Bu kültürlerin en büyük eserlerini her zaman kozmik-tanrısal bir güdülenmeyle vermelerine a mamalı; çünkü onlar her edimleriyle tanrıları taklit etmek yoluyla ya amlarını anlamlı hale getiriyorlardı. Kozmik olan, arkaik kültürlerin gündelik ya antısının ayrılmaz bir parçasıdır. Kültürel ya am ki ilerin ilgisiyle biçimlenir. Kozmosla ilgilenmek, galiba insanlı ın çocukluk döneminde kaldı. Dinsel dünya ve tarihsel zaman Duyularla kavranamayan, hatta adı bile dile getirilemeyen bir tanrı (YHVH) anlayı ı, tarihteki (en azından Musevi-Hıristiyan kültürü tarafından resmile tirilmi tarihteki) en büyük soyutlamadır dersek yanlı olmaz kanısındayım. Tanrı anlayı ı soyutla ınca zamanın kavranı ı somutla mı tır. Gerçek anlamda tarih, zamanın somutla ması ile ba lar. Bu anlamda diyebiliriz ki, brani kavmi, tarihin sebebi olan bir kavimdir. (Marx da vakti zamanında Yahudili in, tarihe kar ı de il, tarihin yardımıyla tutunabildi ini söylemi ti.). YHVH, tarihi belli bir son (kıyamet) ve kurtarıcı (mesih) vaat ederek brani kavminin elinden somut zamanı “periyodik olarak ılga etme” lüksünü almı tır. Böylece tarih, tekerrür eden bir olgu olmaktan çıkıp tek yönlü ilerleyen bir olgu olmu tur. Tarihin sebebi olan bir kavim olarak, hatta diyebiliriz ki özellikle de bu niteli inden ötürü brani kavmi, somut zamanı ılga etme ve evrenin do u unu güncelle tirme yoluyla kendini periyodik olarak yeniden do urma ihtiyacını derinden hissetmi tir; zira tarihsel bellek, yani tüm tanrısal ilk modellerden arınmı olaylar silsilesinin bilgisi katlanılmaz bir eydir. Tarih bize unu göstermi tir: “Seçilmi Kavim” olmanın bu dünyada bir ayrıcalı ı olmadı ı gibi sıkıntısı da çoktur. braniler de tarih boyunca bu sıkıntıdan nasibini almı tır; ancak tarih boyunca ba larına gelen felaketleri de seçilmi insanların günah orjisine kızan Yahveh’in verdi i ceza olarak görüp ba larına gelenleri haklı çıkarmı lardır. Felaketler gereklidir. braniler tarihin onlara sundu u her fırsatta, ne zaman barı ve ekonomik refah dönemi ya asalar, Yahveh’i terk edip kom ularının tanrılarına (örne in Baal’e) yana ıyorlardı. Onları hakiki tanrıya dönmeye zorlayarak yola getiren yegâne olgu ise 10 felaketlerdi. Musa’dan sonra gelen peygamberler de korkutucu vizyonlarıyla, Yahveh’in imandan sapan halkına uyguladı ı kaçınılmaz cezayı tasdik ettiler, hatta iddetlendirdiler. Bu kehanetler felaketlerce onaylandı ı ölçüde de tarihsel olaylar dinsel anlam kazandı. Sadece anlam kazanmakla kalmayıp, tek bir tanrısal iradenin somut dı avurumları olduklarını göstererek, o ana kadar ayan beyan kavranamamı tutarlılıklarını da açı a çıkardılar. Bu tutarlılı ın açı a çıkmasıyla, tarihsel olayların Tanrı’nın iradesince belirlenmi , anlamlı, kendi ba ına de er sahibi olan olaylar oldu u dü üncesi de giderek artan ölçüde kabul gördü. Yani Tanrı, örnek modellerin yaratıcısı bir güç de il; kendi ere i do rultusunda durmaksızın tarihe müdahale eden ve iradesini olaylarla ortaya koyan bir ki ilikti. Kurtarıcı Mesih dü üncesini ortaya atan Musa sonrası peygamberler sayesinde, srail halkı tarihsel olaylara, seçilmi bir halkın nihai kurtulu u için gerekli oldukları inancıyla katlanabilmi tir. Mesih geldi inde dünya bir kez ve tümüyle, di er bir deyi le, mutlak olarak kurtulacaktır. Bu Mesihçi anlayı ın, sadece seçkin bir dinbilimci kesimin yaratısı oldu u ve tarih boyunca da bu kesim tarafından desteklendi ini göz ardı etmemek gerekir. Ancak srail halkı genelinde açıkça kabul görmese bile, bu seçkin azınlı ın aynı zamanda siyasi iradeyi etkileyecek güçte olması, tarihin belirli bir sona do ru yol alan tek yönlü bir süreç oldu u dü üncesini yava yava da olsa toplumsal bilince entegre edebilmi tir. Kurtarıcı fikrinin geni kitlelerce resmen benimsenmesi ise Hıristiyanlı ın ortaya çıkmasıyla olmu tur. Tanrı’nın belirli bir prosesi tamamlamak üzere iradesini olaylarla açı a çıkaran yüce bir varlık, tarihin de bu süreci olu turan, belirli bir ere e yönelik anlamlı olaylar dizgesi oldu u bilincini olu turanlar branilerdir demek hiç de yanlı olmayacaktır. Yeri gelmi ken, geçmi geleneklerin uzantısı diyebilece imiz bir senaryodan bahsedeyim. Nasıl ki evrenin yaratılı ı tek olmu tur, sonu ve yeniden do u u da tek olacaktır. Bu artlar altında, madem Mesih nihai kurtarıcı ve dolayısıyla da tek yeniden do u tur, o halde yeniden do u tan önce bir tane de mutlak son olmalıdır. nanca göre dünyanın sonu, Mesih’in ikinci geli inden ve son yargıdan öncedir. Bu mutlak sonun senaryosu geçmi kültürlerden alınmı tır ve izleri arkaik ran inançlarına kadar uzanır. Ama en belirgin, en açık tanımını Yunan gelene inde bulur: Ekpyrosis; yani evrensel yanma ya da ate le arınma. Tanrı kırk gün süreyle, kötülük ve günah pisli inden arındırmak için yere ate i gönderecektir. Bu nihai felaket avutucudur; çünkü tarihe son verecek ve insana yeniden ölümsüzlü ü ve güzelli i arma an edecektir. u ana kadar anlatılanlardan tüm insanlık adına genel bir sonuç çıkaracak olursak, rahatlıkla unu söyleyebiliriz: Tarihte meydana gelen felaketlerin rastlantısal oldu unu dü ünmek, insan aklının kabullenebilece i bir durum de ildir. Her felaketin, yeni bir do u un hazırlı ı oldu una inanmak insanın, do anın ve olayların acımasızlı ı kar ısındaki konumunu katlanılır kılar. (Aslına bakarsak, insano lu tarih boyunca kıyametin kıyısında ya amı tır. Ya adı ı her dönemin acımasızlı ını, ahlaki çöküntülerini, kısacası somut zamanla her yüz yüze geli ini, mah erin çok yakında oldu u dü üncesiyle haklı çıkarmaya çalı mı ; ama beklenen mah er -dolayısıyla da kurtulu - bir türlü gerçekle meyince de umutsuzlu a kapılmı tır.). sa (inanca göre) seçilmi ve günahsız birey olarak, tüm insanlı ın kefaretini ödemeye gönüllü olmu tur. Bu tavrıyla, yüce bir amaç u runa tarihe katlanmanın bütün yükünü bireyin omuzlarına yükler; bu amaca inanıp inanmama özgürlü ünü de. Yüce amaç, yasa ve peygamberleri tamamlamaktır ki; bu aynı zamanda tarihi de sona ve yeniden do u a 11 yönlendirerek anlamlı kılmak demektir. Hıristiyan teologların en kabul görmü yorumuna göre, insanlı ın kefaretini ödemek u runa bilerek ve isteyerek ölmü tür. Din felsefesi açısından belirli bir çerçeveye oturtulması çok zor bir kimliktir sa. Çok karma ık ve yoruma dayalı akıl oyunları içinde kaybolmanın gere i yok burada. Ama sa’nın do du u kabul edilen yıllardaki Roma’nın seküler yapısı ve Roma halkının inançla il kisine dair birkaç satır yazmak gerekiyor. Roma mparatorlu u’nun resmi görü ünü tek cümleyle özetlemek gerekirse; “ nsancıl (humane) olan biziz, çünkü biz Romalıyız.” eklinde olacaktır. Toprak sahibi, köle sahibi, idareci, asker ve buyurucu olan onlardı. Kararları onlar verirlerdi. Kentleri in a eden ve güzelle tiren onlardı. Onlar; Roma mparatorlu u’nda ya ayan, yerle ik düzeni benimsemi , siyasi anlamda sınıf bilincine ula mı civilian yurtta lardı. Gündelik hayatlarında, gerekli gördükçe, ba lılık duydukları inanç sistemlerine özgü vecibeleri, mparatorlu un belirledi i ve güvence altında tuttu u usule, religio’ya uygun olarak yerine getirirlerdi. Ortak bir din eriatına de il; kült vecibelerine ba lıydılar. Yurtta ların benimsedi i onlarca tanrı ve tanrıça vardı ve bunlardan herhangi birini yetersiz bulma durumunda, bir di erinin kültüne geçmek yurtta lık hakkıydı. Bir kurtarıcıya gereksinimleri yoktu, çünkü varsayımsal kurtarıcı(lar) olarak kabul gören bizatihi onlardı; egemenlikleri altındaki halklar için yasa-yapıcılık görevini onlar üstlenmi lerdi. Kısacası Roma, siyasal olarak tam anlamıyla sekülerdi; ancak siyasetleri gere i, manevi konularda da son söz hakkı onlarındı. Hiç üphesiz, mparatorluk topraklarında ya ayan kölelerin ve yoksul köylülerin Roma’sı bu de ildi. Do al olarak Roma i gali altındaki Museviler’in de Roma’ya bakı ı bu de ildir. Ancak Museviler, mparatorluk topraklarında kendi cemaat yapılarını ve dinsel törelerini sürdürmek konusunda özgürdürler. Vergilerini ödedikleri sürece ticari kazançları da mparatorlu un umurunda de ildi. sa, hiç ku kusuz, Museviler’in bekledi i kurtarıcı tanımına hiç uymamı tır; daha ziyade toplum dı ına atılmı , karanlık Essene Kümran tarikatının biçimlendirdi i Rabbi imgesine benzer. Yeni Ahit’teki tüm anlatılarda, cemaatine yabancıla mı bir Yahudi kimli inde görünür, kendini radikal reformcu bir tavırda ortaya koyar. Söylemiyle seküler-liberal bir tektanrıcılı ı temsil eder. Spinoza, birçok felsefe tarihçisi tarafından ilk seküler Yahudi kabul edilir. Yazıları, ya adı ı dönemde “dinden dönmü Yahudinin ve eytanın cehennem ate ini canlandırdı ı” araç olarak ilan edilmi ti. Ancak Spinoza’dan önce Yeni Ahit’in sa’sı vardı. Burada bir parantez açıp u ana kadar anlattıklarıma bir açıklık getirmek istiyorum. Peygamberlerin tarihsel birer ki ilik olarak gerçeklikleri aibelidir. Bunun, özellikle de Hıristiyanlık üzerine yorum yaparken altını çizmek gerekti ini dü ünüyorum. Zaten 19. yüzyıla kadar sivil bir tarih yazımı da söz konusu de ildir. Dolayısıyla inançlar tarihi olsun, peygamberlerin hayat hikâyeleri olsun, olsa olsa kavimler-üstü efsaneler eklinde okunup, simgesel düzeyde ele alınabilir. Burada bizi ilgilendiren tarihsel bir ki ilik olarak sa de il, mitsel bir ki ilik olarak sa’dır. Zaten Hıristiyan dünyanın sa’sı, tarihçilerin inceleme nesnesi olan sa de il, imanın nihai gerçekli i olarak Yeni Ahit’in sa’sıdır. ncil’i sa’nın biyografisi gibi okumak ya da Tevrat’ı brani kavminin kadim tarihi gibi ele almak, bizi mitlere ve mucizelere inanmakla inanmamak arasında bir tercih yapmak zorunda bırakır. Modern toplumlarda bile bu tercihin kesin ve kararlı bir ekilde yapılmı oldu unu sanmıyorum. Dinlerin tarihsel süreklili i, ( ayet varsa) din kurucularının tarih-üstü öngörülerinden ya da dehalarından de il; uzla ımsal-simgesel ideolojik yapılar olarak tarihin terörü kar ısında tutarlı bir kurtulu vaadi içermelerinden gelir kanımca. Bu yönleriyle de toplumsal prati e yönelik belirli bir ortak-gerçeklik ilkesinin olu umunda önemli rol oynarlar. Hegel’in dedi i 12 gibi; “Cemaatler Tanrı’yı tasarlarken, kendilerinin Tanrı’yla ili kilerini, giderek de kendilerini tasarlarlar.” (Hepimizin gayet iyi bildi i gibi; eyh uçmaz, cemaat uçurur. Lazarus’un ölüsünü Tanrıo lu sa de il, yoksul ve umutsuz bir cemaat diriltir. Dolayısıyla bu cemaatlerin nezdinde, eyhin uçmasının da, Lazarus’un dirilmesinin de akla uygunlu unu tartı mak anlamsızdır.). Hıristiyanlık, mparatorlu un belirledi i ve kontrol altında tuttu u inanç kültlerine kar ı, efkat ve kurtulu vaat eden bir tanrısal söylem olarak, Roma’nın yoksul halk tabakaları arasında çok kolay kabul görmü ve hızla yayılmı tır. Liberal-reformist sa’nın vaazı, kendi cemaatindense, civilian olarak kabul edilmeyen kitlelere daha uygundur. Birçok tarihçinin de altını çizdi i gibi Hıristiyanlık dü mü insanın dinidir ve paradoksal olarak tarihsel teröre meyillidir. Hıristiyanlıkta, az önce yukarıda da belirtti im gibi, iman etmeye karar vermek de, imandan ku ku duymak da, insana verilen bir haktır. Ele tirel teoloji açısından bu hak ba lamında ele alındı ında, Hıristiyanlık bir din de il, daha ziyade bir inanç kültüdür. Papa’nın, Hakikatin hti amı’nda birliklerine hitap etti i üzere: “Hıristiyan olmak zorunda de ilsiniz, ama e er Hıristiyan iseniz, o halde vahyedilmi bir gerçek oldu unu ve bizzat Tanrı tarafından verilmi bu sevi gerçe in kendi içinde birtakım ahlaki zorunluluklar içerdi ini kabul edeceksiniz.” Sanırım bu noktada Roma’ya has bir “seküler karar hakkı”ndan söz edebiliriz. Hıristiyanlı ı benimsemek isteyen birey, her eyden önce kendisi için bir Tanrı sa yaratmalıdır. Ancak bir kültte birey kendisi için bir inanç ve Tanrı yaratabilir. Musevi ve slam dininde bireye böyle bir otorite verilmemi tir. Roma mparatorlu u’nun iç siyaseti açısından bakarsak, bu sıradan bir seçim de il, bir vatanda lık hakkıdır; “seçim” yerine “karar hakkı” tanımında ısrarım bu yüzden. Zaten ilk Hıristiyan Romalılar da bu hak do rultusunda kendi usullerini, religio’larını, mparatorluk topraklarındaki di er religio’lardan ayrıcalıklı kılmak için “bizim usulümüz” anlamına gelen religion sözcü ünü benimsemi lerdir. Felsefe tarihinin ilk materyalist dü ünürleri kabul edilen Democritus ve Leucippus, insan dahil tüm do a olaylarını, neden-sonuç il kileriyle açıklanan maddi yasalara ba lamı , böylece tanrıların iradesini ılga etmi lerdi; ancak paradoksal olarak da bireyi eylemlerinden sorumlu tutmu lardı. Democritus’un bu tutumu kendi dü ünce sistemati i içinde, niyeti itibariyle pekala anla ılabilir: nsanın yazgısını keyfi davranabilen tanrıların elinden almak. Bireyin, eylemlerinden sorumlu olması, aklımıza “özgür irade” kavramını getirecek üphesiz. Ancak bildi im kadarıyla, Yunan felsefe gelene inde böyle bir terim hiç üretilmedi; “sorumluluk” daha ziyade demokratik bir yönetim çerçevesinde toplumsal prati e ili kin bir kavramdı. Bu “seküler karar hakkı”nın, zaman içinde teologlar ve Skolastik ortaça dü ünürlerince liberum arbitrium, özgür seçim/karar eklinde kavramsalla tırılmı oldu unu dü ünüyorum. Arbitrium, kelimenin tam kar ılı ı olarak seçim/yargı demektir ve belirli bir zihinsel (intellectual) kıyaslama/ayırt etme eylemini ifade eder; “keyfi”, “geli igüzel” gibi ça rı ımları da içerir ve kanımca, kendi dı ında bir amaca yönelmemi tir ve olaylar kar ısında etkili de ildir. Olgular ya da olaylar kar ısında etkili olan seçimin libera voluntas, özgür irade eklinde ifade edildi i ve bir isteklilik halini de içerdi i kanısındayım. (Birçok kaynak, her iki terimin de ngilizce’ye, geleneksel bir kararlılıkla “free will” olarak çevrildi ini belirtir. A a ıda bu kaynaklardan birini aynen aktardım.2 Zaten bu iki terim, ortaya çıktı ı günlerden 2 The Latin term arbitrium means that whereby a thing is chosen, judged or decided. As such it can be rendered as choice, judgment or decision. Though, Neil Lewis in his article on Grosseteste, says: “Like most medieval thinkers Grosseteste typically uses the term ‘free decision’ (Liberum arbitrium) rather than ‘free will’ (libera voluntas). This notion involves a duality, the term ‘free’ pointing to the will and ‘decision’ to some kind of rational judgment,” the proper distinction appears in this, that arbitrium 13 bu yana, ço unlukla da din felsefecileri arasında tartı ma konusu olmu . Ço u okumamızı ngilizce’den yapmamız ve aslen de Anglo-Amerikan temelli bir tartı maya odaklanmamız üzerine bu açıklamaları yapıyorum. Zaten Anglo-Amerikan ekolü, içinden çıktı ı kültürün popülist tutumu nedeniyle olsa gerek, halk a zıyla felsefe yaptı ı ve kullandı ı terimleri, geleneksel anlamda “felsefi” de il de daha ziyade halk arasında kabul görmü anlamlarıyla ele aldı ı için, bir sürü kavramsal sorunu da beraberinde getiriyor. Öte yandan, Denett’i okumak, Kant’ı ya da Hegel’i okumaktan çok daha kolay oluyor; bu da ayrı.). refers to that whereby a thing is chosen, judged or decided, in deed, where as choice, judgment and decision, per se, are acts of the intellect distinguishing in an intellectual act between two or more beings or acts. In addition, in English there is a long tradition of rendering liberum arbitrium as “free will” rather than as “free judgment”, “free decision” or “free choice”. This is seemingly because in Latin libera voluntas signifies properly in the real order (“a free will”) rather than in the genus of qualities of power (“free will”). This tradition runs counter to that of the Scholastics, who as Master Peter Lombard indicates (Sent. II, d. 25, ch. 1) understood liberum arbitrium as the “free judgment of the will” [liberm de voluntate iudicium]. Yes, this tradition in English has its roots seemingly in Medieval Scholasticism, as is evidenced by what St. Bonaventure writes in Sent, Bk. I, d. 11, dubium 4, p. 218 Item quaeritur de hoc quod dicit: Non sine me et sine meo et Patris arbitrio etc. Videtur male dicere, quia qui habet arbitrium super aliquem habet dominium super illum:1 ergo videtur secundum hoc, quod Spiritus sanctus sit inferior Filio. Si tu dicas, quod arbitrium dicat voluntatem; hoc nihil est, quia2 similiter cum una voluntas sit trium, similiter Filius non loquitur sine arbitrio Spiritus sancti, et Pater similiter; quod non dicitur proprie. Is likewise asked of this which he says: not without Me and without My judgment [arbitrio] and (that) of the Father etc.. It seems that he speaks badly, because he who has judgment [arbitrium] over anyone has dominion over him:1 therefore it seems according to this, that the Holy Spirit is inferior to the Son. If you say, that “judgment” (here) means “will”; this is nothing, because2 similarly since the one Will belongs to the Three, similarly the Son does not speak without the judgment of the Holy Spirit, and the Father similarly; because it is not said properly (of any one Person). The Seraphic Doctor also uses the term liberum arbitium in Sent. Bk. I, d. 17, p. II. a. sole, q. 3, in reply to nn 1 and 2, p. 315, as a supposit for a free will (libera voluntas). This is seemingly because, being that the will is an active power, any genus of its acts is the same according to substance with the power itself. Finally, that arbitrium pertains to the will, rather than the intellect, is taught by St. Augustine himself, as the Quaracchi Editors themselves note in Sent. Bk. II, d. 42, a. sole, q. 2, p. 748, footnote 8, where having cited Augustine’s de Libero arbitrio they write: Loquens enim S. August., ibi libr. III. c. 5. n. 16, de animabus peccatricibus ait: cum et tales adhuc meliores sint eis, quae, quoniam nullum habent rationale ac liberum voluntatis arbitrium, peccare non possunt. For speaking of sinful souls, (St.) Augustine says there (Bk. III, ch. 5, n. 16): “since such are still better than those, which, since they have no rational and free judgment of will, they cannot sin.” Indeed, according to St. Bonaventure, liberum arbitrium is properly not of the will alone, but following St. Bernard is the faculty of reason and will (Sent. II, d. 25, q. 4) and a habit of each (ibid., qq. 4 and 5.), though it is principally in the will (ibid., q. 5). Yet, according to the Seraphic Doctor, it ought rather be termed the “free judgment” than the “free will” (q. v., ibid, q. 6, in the body of the Response, at the end). Thus to walk along in the common tradition of Latin and English Scholasticism, liberum arbitrium will be rendered as “free will”; and to distinguish this from libera voluntas, the latter will always be rendered with a definite or indefinite article (“a free will”, “the free wills”, etc.); even though this presents a small obstruction to the authentic understanding of thought of St. Bonaventure, if one does not keep these distinctions in mind. Indeed, each expression, that in Latin and that in English, can be understood as a short hand for the free judgment of the will, in that the Latin liberum arbitrium can be understood as liberum arbitrium (de voluntate) and the English free will can be understood as the free (judgment of the) will. By itself the term arbitrium will be rendered according to context, as either “judgment” or “decision”; “choice” being omitted because of its unduly generic signification in modern English. Thus libertas arbitrii will be rendered “liberty of judgment”. Kaynak: The Rationale for the Translation of Peculiar Latin Terms Used in the English Translation of Master Peter Lombard’s First Books of Sentences and of St. Bonaventure’s Commentaria on the same by Br. Alexis Bugnolo, 2006 14 Tüm bu ayrıntıların ve dilsel spekülasyonların içinde bo ulmanın anlamı yok burada. Sadece kavramsal karga aya belki ı ık tutar diye alıntıladım dipnottaki metni. Yani bir anlamda meraklısına not olarak okunabilir. Tarih ve özgürlük Hıristiyanlık liberum arbitrium çerçevesinde, tarihsel zamanın ele alını ını Musevi anlayı ından farklı olarak insana teslim edecektir. Bedene bürünmü Tanrı, tarihsel olarak ko ullanmı bir insani varolu u üstlenmi , böylece bir anlamda, tarihe müdahaleyi de me ru kılmı tır. Ama yine de Hıristiyanlık, bir tarih felsefesine de il de, bir ilahiyata açılır. Çünkü simgesel olarak sa’da bedene bürünmü Tanrı’nın -bir anlamda da insan-tanrının- tarihe yaptı ı müdahalelerin tarih-ötesi bir anlamı ve amacı vardır: insanın selameti. Ancak Hıristiyan’ın ayinleriyle, in a edimleriyle, sava larıyla katıldı ı dinsel zamanın, geçmi kültürlerin efsanevi illud tempus’undan farkı vardır. ncil’deki illud tempus, Pontius Pilatus’un insan eliyle atanmı bir vali oldu u; Roma mparatorlu u tarafından kayıt altına alınmı ; seküler, “belirlenmi ” zamandır. Toparlamak gerekirse; özgür irade kavramının Roma-Hıristiyan kültü ile hayatımıza girdi ini söylemek mümkün. Tabii o günlerden bu yana da felsefeciler arasında nasıl ele alınıp yorumladı ını, konunun ustalarına bırakıyorum. Zaten çalı mamın konusu da bu de il. Ancak u ana kadar yazdıklarımın uzantısı olarak gördü üm ve özgürlük kavramını tarihsel süreç içinde ele aldıkları için Hegel’e (ve biraz da Marx’a) de inmeden edemeyece im. Hegel, Musevi-Hıristiyan ideolojisini, kendi bütünlü ü ve tutarlılı ı içinde evrensel tarihe uygulamı tır. Hegel’e göre tin (ya da evrensel ruh) sürekli olarak tarihsel olaylarda (ve sadece bu olaylarda) kendini ortaya çıkarmaktadır. Yani tarih, bütünlü ü içinde tinin bir zuhuru olmaktadır. Tinin ere i özgürlüktür. Bu durumda tarihsel etkinlik, kendisi için meydana geldi i ere i (tinin özgürlü ünü) üretme sürecinde, kendi olu u bu ere e tabi oldu u için zorunlu olarak- ere i gerçekle tirmek dı ında bir ey gerçekle tiremez. Erek ise, öncedenvarsayım olarak kendini tarihsel ko ullardan dolaysız belirledi i için, özünde zamana ba lı de ildir; ancak kendini gerçekle tirmek için gereksedi i sürecin ko ulu olarak zamanı etkin kılar. Tarihte Us -e er yanlı yorumlamıyorsam- kısaca bunu söylüyor; yani üzerinde temellendi i mantık bu. Hegel’in bireye tanıdı ı tarihsel statü ise bireyin, tinin ere ine içsel uygunlu u ölçüsünde, kendi ki isel amaçlarından (tikel olandan) evrensel olana (tümele) yönelmektir. Birçok dü ünüre göre aydınlanmacı görü , Musevi-Hıristiyan ideolojisinin uslamlandırılmı halinden ba kaca bir ey de ildir. Ve bu aynı zamanda geçti imiz yüzyılın tarihselci felsefesine de açılan yoldur. Tarihselci görü Hıristiyanlı ın çözülmesinin ürünü olarak vardır; tarihsel olaya belirleyici bir anlam yükler (ki bu aslen Musevi-Hıristiyan kökenli bir görü tür); ancak bir toplumsal selamet öngörüsü yoktur (ki bu sapma da kapitalizmin dinlerüstü söyleminin yansımasıdır kanımca). Dinsel dü ünceden felsefi dü ünceye geçi in büyük bir niteliksel dönü üm oldu unu yadsıyacak de ilim elbette. Ama bu niteliksel dönü ümün Hegel’in deyi iyle “farklı bir belirlenim”den ba ka bir ey olmadı ını, dinden kopu eklinde nitelendirebilece imiz bir paradigma de i mesine yol açmadı ını dü ünüyorum. Böyle dü ünmemin, Hegel’in dü üncesini dayandırdı ı öncüllerle bir ilgisi yok. Benim “dinsel” olarak kabul etti im paradigma, daha ziyade tarihin bir sonu, bu sonun da insanın selameti (Hegel’e ve ardılı birçok dü ünüre göre de “özgürlü ü”) oldu u do rultusundaki görü . 15 deolojik yapıların ne denli güçlü ve etkili oldu unu çok iyi kavramı bir dü ünür olarak Marx’ın, Musevi-Hıristiyan eskatolojisine özgü olan “tarihin bir sonu olaca ı” umudunu benimsemi olması da, bence tartı maya de er bir konu. Marxist kuram tarafından proleteryaya yüklenen peygamberce rolün ve iyi ile kötü arasındaki son çatı madan galip çıkma sorumlulu unun, yapısal olarak mesihçi Musevi-Hıristiyan söylemini ne kadar andırdı ını, dinsel söyleme kar ı ideolojik bir yıkımdam ziyade bir tür içerik de i tirme te ebbüsü gibi okunabilece ini söylemeden edemeyece im. Eme e atfedilen tarih-üstü statünün temelleri de arkaik ça larda, eme in kutsalla tırılması yoluyla atılmı tı zaten; tarımdan in aata, insan eme ine dayalı tüm edimler kutsaldı. Yani kısacası, Marxist kuramı ne kadar makul ve mantıklı bulsak da, sınıfsız toplum kavramındaki eskatolojik vurguyu görmezden gelemeyiz. Ayrıca, sınıfsız toplum ve bunun sonucu olarak da tarihsel gerilimlerin ortadan kalkmasının en belirgin örne i Kronos’un egemenli i dönemindeki Altın Ça mitinde ayan beyan vardır. Bu eskatolojik vurgunun, basbaya ı ateist görünen kurama teist bir gölge dü ürdü ünü dü ünüyorum. (Russell, kapitalizmi de, komünizmi de “dogmatik politik inanç” olarak nitelemi ti. Tabii bu nitelemeyi tamamen her iki sistemin de ampirik yüzü üzerinden yapmı tı.). Öte yandan, Bruno Bauer' in Yahudi sorununa de inen makalesine kar ı bir tür polemik yazısı olarak 1844' te yayınlanan çalı masında Marx’ın sürekli olarak altını çizdi i konu, dinden özgürle mektir. Dinden özgürle me do rultusundaki birçok yazısının arasında bunu özellikle önemsiyorum; çünkü bu makalede baya ı ileri gidip, yahudinin özgürle mesinin, son tahlilde insanlı ın yahudilikten özgürle mesi ile mümkün olabilece ini söyler. Burada "yahudi" sözcü ünü simgesel anlamda kullandı ı barizdir; ancak yahudinin bu-dünyalık dinini bezirgânlık, bu-dünyalık tanrısını da para olarak tanımlarken Sebt yahudisini, dünyevi yahudiden ayrı tutuyor gibi görünmez; hatta kendilerine tanrı yaptıkları paraya tapınmaktan vazgeçip orijinal tanrılarına dönmelerini bile salık verir. Günümüz yahudisinin özünün sadece Tevrat ya da Talmud' da aranamayaca ını, günümüz toplumunda, hem de üst düzeyde bir ampirik öz olarak bulundu unu belirtir. Yani di er bir deyi le unu söyler: Uhrevi yahudiyle, tüm-dünyalı yahudiyi birbirinden ayrı ele almamak gerekir; dinin ampirik yüzü onun nihai gerçekli idir. (Hal böyleyse, Russell’a da hakkını teslim etmek gerekiyor galiba.) Tam bu noktada öyle bir soruyu felsefi açıdan kaçınılmaz buluyorum: Marx’ın dinden özgürle mekten kastı paradigmatik açıdan mı ele alınmalıdır, yoksa inancın içerikleri açısından mı? Bu sorunun cevabını burada tartı maya çalı mayaca ım. Haddim olmadan Marxist görü ü (ya da az önceki yoruma istinaden de Hegel’i) ele tirmek maksadıyla da yazmıyorum bu satırları. Daha önce de açıkladı ım gibi, Musevi-Hıristiyan görü ünün aydınlanmacı dönemdeki uzantılarına dikkat çekip, dinsel paradigmanın Hegel’in ya da Marx’ın felsefesiyle yapısal olarak tarihe gömülmedi ini, sadece uslamlandırma ve sekülerle tirme yoluyla içeri inin de i ti ini ya da en azından böyle yorumlanabilece ini söylüyorum. Ayrıca dinsel olanın, idealizmden materyalizme do ru bir yöneli le çözülmedi ini, tarihe kurtulu a yönelik bir nihai erek, bir son atfedildi i sürece varlı ını alttan alta sürdürece ini söyleyece im. Umudun dinsel bir veçhesi olmu tur her zaman. (Materyalizmi, bugün do a bilimleriyle olan anlamda lı ından ayrı, felsefi bir ekol olarak ele alıyorum. Ayrıca yeri gelmi ken unu da söyleyeyim: Kutsalın ılgası da, ço u zaman sanıldı ı gibi Marxizm yoluyla de il; Fransız burjuva devrimi yoluyla olmu tur, hem de kafası giyotinde uçurulmak suretiyle.). Özetle tarihi biyolojik gereksinimler sonucu yapılan edimlere mal edip kısa devrelere sıkı tırmakla, bin yıllara uzanan tek bir devreye yaymak arasında, kanımca yapısal açıdan bir fark yok. Tarihi artık görmezden gelemeyen ve ataları gibi periyodik olarak yok edemeyen dinsel insan, uzak bir gelecekte de olsa son bulaca ı umuduyla katlanır ona. Tarihe nihai ve kesin bir son verme istemi, özünde hâlâ tarih-kar ıtı bir tavırdır ve arkaik anlayı tan pek de 16 farklı de ildir. Öte yandan, Hıristiyanlı ın tarihsel bir statü kazanmasıyla felsefi anlamda ya amımıza giren “özgür irade” kavramı bize, sadece gelece i üretmek üzere tarihe müdahale etme hakkı vermez; tarihsel terör kar ısında da sorumluluk yükler. Kendisine kar ı samimi olabilen hiçbir bireyin tarihin acımasızlı ına kayıtsız kalabilece ini sanmıyorum. Ama, tarih boyunca büyük devletlerin terörüne maruz kalmı kitlelerin ba ına gelenlerin sorumlulu unu omuzlarımızda ta ımayı da bir tür dinsel kefaret deneyimi gibi görüyorum. Kanımca burada gözden kaçmaması gereken konu, dinamikleri nasıl temellendirilirse temellendirilsin, tarihin öyle ya da böyle, bir proje, bir gelecek tasarımı olarak ele alınmasıdır. Yani her türlü belirlenimci tarih okuyu una göre (önceki paragraflarda Hegel’in diyalekti ini özetlemeye çalı mı tım) tarih, retroaktif bir yönelimle gelece i üretme konusunda kararlıdır. Ve tam da bu nedenle eskatolojiktir. Öte yandan, tarihsel sürecin yüce bir ere e hizmet etmedi ini dü ünmek (burada yüceden kastım illa da dinsel anlamda de il), daha da kötüsü, tarihsel terörün bir avuç azınlık tarafından, ba kaları için pek de bilinir olmayan bir amaçla yönlendirildi i ku kusuna kapılmak (bu ku kuları haklı çıkaracak nedenleri olsa bile) insanı, ya amın anlamsızlı ı dü üncesiyle kar ı kar ıya bırakacaktır. Yenilik pe inde ko mak, modern insanın tarihle barı ma çabasıdır belki de. Günümüz insanı, tarihin amaçsız oldu u dü üncesine katlanabilmek ve zamanı anlamlandırabilmek için, yenilik pe inde ko arak zamanı sürekli yeniden-do u ta tutmaya çabalar; aynı arkaik insanın yaptı ı gibi. Kapitalizm, bu yenilik açlı ını doyurabilecek en iyi sistemdir muhtemel. Ancak kapitalizmin önerdi i tüm-dünyalı çözümler, yani modadan teknolojiye hızla tüketilen nesneler silsilesi, modern insanın hayatındaki ontolojik bo lu u dolduramaz. A kın olana, mutlak olana duydu umuz özlem, belki de kültürel olmaktan ziyade do al bir e ilimdir. Tarih geçmi olaylar silsilesi de ildir, belirli bir ere e do ru yönlendirilmi bir süreçtir. Yani bir erek öngörmüyorsak, tarihten söz etmemiz de çok anlamlı olmayacaktır. Böyle bir ere in olup olmadı ını bilemiyorum. Marxist iktisat üzerinden çatı masız bir toplum hayal etmek, üstelik binlerce yıldır de i meyen “insan” faktörünü göz önünde bulundurdu umda, benim için hiç de kolay de il. Tarihin çatı macı yapısı, belki de insanlık durumunun özüne ili kindir ve e er öyleyse bu durumun de i ece ine dair bir belirti yok; ya da ben göremiyorum. Ama bir ere i var ise (ister kurtarıcı, ister asr-ı saadet, ister sınıfsız toplum olsun; ki hepsi de adil ve özgür bir düzen vaadiyle kendi varolu unu, tarih boyunca a kınla tırılmı de erler nezdinde me ru kılar), belirlenimci bakı bize, tüm tarihsel devinimlere sebep olan yegâne olgunun, tarihin varmak istedi i sonuç oldu unu söyleyecektir. Meseleyi idealizm açısından ele alırsak, tarihi belirleyen a kın bir iradeden söz etmemiz gerekecek. Marxizm ise arka fonunda her zaman insan iradesini koruyacak. Kısacası, epistemik düzeydeki her türlü belirlenimcilik, bir önceden-varsayım olarak ere i, bu ere in gerçekle mesi do rultusunda da kaçınılmaz olarak iradi bir yapıyı içinde barındırmak durumunda kalacak. Hegel, tinin ere inin özgürlük oldu unu söylemekle tepeden inme bir erek belirlemi tir; özgürlük, bir önceden-varsayım olarak erektir. Marx tarihin ere inin (ya da kendi dü ünsel manevrasıyla ifade etti i gibi, gerçek anlamda tarihi ba latacak olan olgunun)3 sınıfsız toplum 3 Kanımca Marx, gelmi geçmi en büyük siyasi mistiktir. Özgürlük fikrini (e er geçmi teki okumalarımda ıskalamadıysam) belki bugün bizim anladı ımız bir ontoloji çerçevesinde ele almaz; ancak sınıfsız toplum tezinde bir tür öznesiz ya ama prati i ve a kın bir özgürlük iması vardır. Bunu, yukarıda “dü ünsel manevra” diye tanımladı ım, neredeyse hüküm gibi ortaya koydu u ifadesinden de çıkarmak mümkün. Kendi deyi iyle, “gerçek anlamda tarihin sınıfsız toplumla ba laması” ya da benim tamamen etimolojik nedenlerle tercih etti im ekliyle, “adına tarih dedi imiz sürecin sonlanması”, kozmik düzeyde bir niteliksel sıçramayı öngörüyor olmalıdır. Kısacası Marx’ın kendisinin, dinsel paradigmayı a mı oldu unu; ancak ideolojik yapıların (ya da hakim dü ünce paradigmasının diyelim) ne büyük bir belirleyici oldu unu bildi i için, içeri ini de i tirmek ve “insanı a kın” bir mutla ı ılga ederek bu içeri i do aya ba lamak yoluyla insanlı a özgürlük yolu açmaya 17 oldu unu söylerken, (ardındaki siyasi vurgunun farkında olarak söylüyorum) özgürlük fikrine dayanmı tır. Ancak her ikisinin dü ünme sistemati inde de özgürlük, neredeyse heteronom bir de er olarak vardır. Yanılmıyorsam Marx’ın felsefesinde olanaklılı ı, bugün anladı ımız düzeyde ontolojik bir a kınlık perspektifinde tartı ılmamı tır; daha ziyade epistemik düzeyde bir gereklilik olarak ele alınmı tır. Hegel’de ise, tinin ere i olarak tarihsel olaylarda mümkün olur özgürlük; yani tinin özgürlü ü, bireyin tarihe maruz kalması demektir. Demek ki birey için özgürlük ihtimali, ancak tinin ere ine içsel uygunluk durumda tartı ılabilir. Post-modern dünyada arkaik insan ve dinsel paradigma Konu mamın ilk bölümünde ortaya attı ım soruya, u ana kadar anlattıklarım çerçevesinde biraz daha olgunla tırarak geri döneyim: Mitleri, dinleri, yani inanç çerçevesinde ele aldı ımız geçmi in metafizi ini (ve kanımca, içeri i ne olursa olsun umuda yönelik her türlü dü ünme edimini) düzenli yapının bozulması (gözlemlenebilir entropi) kar ısında edinilmi bir zihinsel deneyim, yani do al bir beyin olayı olarak ele almak mümkün mü? Bilemiyorum. Belki de homo-sapiensin do asında biyolojik bütünlü ünü ve dengesini koruma süreciyle ko ut, zihinsel deneyim düzeyinde ba ka bir süreç daha vardır. lkel insanın çevresindeki her eyi varlıksalla tırma i tiyakı, belki de zihinsel düzeyde bütünselli i korumaya yönelik birtakım nöral aktivitelerle ili kilidir. Bugün saçma ve anlamsız buldu umuz ilkel metafiziklerin ontolojik i tiyakının -hatta daha genel konu acak olursak (sadece biyolojik de il, bir kültür varlı ı da olması hasebiyle) homo-sapiensin a kına, metafizi e olan e iliminin temelinde belki de evrimsel bir fayda yatmaktadır: Stabiliteyi korumak, böylece de içinde ya adı ı dünyaya katlanmak. Dü ünen, dolayısıyla da anomik kabul edebilece imiz bir tür olmasından kaynaklanır homo-sapiensin katlanma sorunsalı. Entropinin ve sonlulu un kabulü konusundaki olgunluk ise, sadece modern bilimlere dayanarak ula ılmı bir erdem de ildir. Tarih boyunca böyle bir meziyete sahip olmu ba kalarının da varlı ını kabul etmek, hiç de batıl olmaz. Her neyse, insanın a kına olan e ilimini kültürel (ya da folk-psikolojik) bir temele dayandırarak açıklayabilece imizi sanmıyorum. Daha ziyade antropolojik bir töz ya da biraz ileri gidersem, do al bir beyin olayı olmalıdır bu e ilim. Yani, natüralist-ontolojik düzeyde tartı ılabilmesi mümkündür belki. Tabii muhtemelen, felsefi terbiyemiz bize meseleleri birbirine karı tırmamamızı, mitleri ve inançları teolojinin, beyin olaylarını da nöro-bilimin tekeline iade etmemizi telkin edecektir. Öte yandan, insan gibi dü ünen, insan gibi davranan tanrılara dayalı bir metafizi in gerekçelerini pekala sezebiliyorum. Hatta, insan imgesinden türeyen bir metafizi i, dolaysız çalı tı ını dü ünüyorum. Din kar ısındaki tutumu ise bana her zaman –dü ünsel becerisini göz önünde bulundurdu umdakaba saba ve abartılı gelmi tir. Tabii bu militanca kar ı çıkı ın ardındaki siyasi niyeti açıkça görebiliyorum. ktisadi yapıya dayalı sınıfsal çatı ma meselesine gelince; bu olsa olsa tarihsel olaylara, sermayeci yapının ideolojisini belirleyebilmek için, ereksel bir perspektiften bakmak anlamına gelir. Böylece Marx, kapitalist ideolojiyi tanımlayabilmek için, ereksel ve bir’le tirici bir kurgu perspektifinden bakar. Bir ba ka deyi le kapitalizm, bir anlamda, Marxist kuram ile kendini tanımlar. Sadece kendini de il, tarihi de yeniden tanımlar; böylece de me ruiyet kazanır. Sistemin, kendisine belirsiz olan kaotik yapısı içinde savrulan ve sürüklenen insan, Marxizm tarafından tanımlanmı sınıfsal konumuyla ya sınırlarını bilerek boyun e ecek ya da kendi konumuna itiraz edecektir. Ancak bir üçüncü -tarihsel performansına bakarsak da daha güçlü- bir ihtimal olarak da, kapitalizmin kölele tirici gücüne, gelecekte sistemin kendi kendine çözülece i umuduyla katlanacaktır; bugün birço umuzun yaptı ı gibi. Bu katlanmanın, dinsel insanın tarihe katlanmasından pek de bir farkı olmadı ını söyleyece im. “Bir gelecek tasarımı olarak komünist”in de il de, -e er mümkün olsaydı- ampirik (ve de sapına kadar gerçek) anlamda çatı masız-çeli kisiz toplumsal ya antı deneyimi olan bir komünistin, bir anlamda kozmik insanın, kendi varlı ını iktisadi temellere dayandırması, dü ünsel anlamda neredeyse “batıl” olurdu. Ya da bugün birço umuzun mitsel-dinsel dönem insanını tanımladı ı ekliyle, “efsanelere inanan ahmak” durumuna dü erdi. (Bu son cümleyi, latife olsun diye yazıyorum. Yoksa herhangi bir “ça dı ı” dü ünenin, “hakiki” bir komünistin bakı açısında ahmak bir “öteki” olarak yer alması, pek de ciddiye alınacak bir varsayım olmamalıdır. Öznesiz-kozmik toplumsal ya ama deneyimi, epistemik düzeyde belirlenmi bir “öteki” tanımlayamaz.) 18 ve kolay anla ılabilir olması nedeniyle çok da kullanı lı buluyorum. Do aya dair açıklamaların merkezinde her zaman açıklamayı yapan, yani insan olmu tur. nsanın, kendi tabi oldu u zorunluluklardan özgürle me çabasını, kendisi gibi dü ünen ve davranan a kın bir varlıkta somutla tırması, belki naif ama bir o kadar da samimi bir çabadır. Belki de bu yüzden Imago Dei, ne kadar ilkel bulursak bulalım, binlerce yıllık kayıtlı tarihimizde, sanattan felsefeye her alanda canlılı ını sürdürdürmeyi ba armı tır. Bunun yanı sıra, köken bilgisine duyulan ilgi ve güven, tarih boyunca -içerikleri de i se bile- geçerlili ini arkaik bir heyecanla korumu tur. Ve yine bu perspektiften baktı ımda, son iki yüz yıldır batı toplumlarındaki evrene ve insana dair her eyin kökenini ö renmeye yönelik bilimsel ara tırmaların, arkaik insanın kökeni bilme ve ampirik düzeyde canlı tutma deneyimiyle ne denli benze ti ini görmezden gelemiyorum. ster do u kültürlerinin köken mitini sürekli bellekte tutma gelene i olsun4, ister Batı’nın, insanın ve onu çevreleyen her eyin kökenini bilme arzusu olsun, her ikisi de bilinci gerçek zamanın dı ına, ba langıçtaki kusursuz ve mutlak zamana fırlatır. Illud tempus; Higgs parçacı ıyla, DNA molekülüyle ya da kök hücreyle, kadim geçmi te de il, imdi u andadır. Bilim insanın çocukça merakı ve i tiyakı onu, ilkel mitolojilerin ka if tanrılarıyla benzer bir ontolojik statüye yakınla tırır. Baba tanrıların inayetine sı ınmayan ve (ço u zaman ana tanrıçaların yüreklendirmesiyle) insani dünyaya fazlaca yakınla an bu tekin olmayan mitsel kahramanlar, gizemli olanın kendini çözmesinin tek me ru savunucularıdır. Modern insanın her varolu sal bunalımı, aynı anda hem dünyanın gerçekli ini, hem de insanın dünyadaki varlı ını yeniden soru haline getirir. Varolu sal bunalım sonuç olarak, bir yanıyla da dinseldir; çünkü insani ya antının tarih ve kültür dedi imiz derinliklerinde, varlık ile kutsal birbirine karı ır. Günümüzün geli mi toplumlarının (a ırlıklı olarak da batı Avrupa’yı kastediyorum) dindı ı bir ya antı sürdü ünü, dinsel olanın, en azından kamusal alan üzerinde etkili olmadı ını görmezden gelmiyorum. Ama biraz dikkkatli bakarsak dindı ı kabul etti imiz insanın ço u davranı ında, toplumsal jestlerinde ve kendi varlı ını haklı çıkarabildi i hemen her türlü ediminde, farkında olmadan büyüsel-dinsel bir yı ının içine batmı odu unu görebiliriz. ...Andrew Greeley’nin de belirtti i gibi “tam bir rit haline gelmi dinsel bir gösteriyi incelemek için her yıl açılan otomobil sergisine gitmek yeterlidir. Renkler, ı ıklar, müzik, hayranların derin saygısı, tapınaktaki rahibelerin (mankenler) bulunması, atafat ve lüks, paraların saçılıp savrulması, yo un kalabalık; i te bütün bunlar, bir ba ka kültürde dinsel törenlerin usul ve sırasına uygun gerçek bir ayin olu turabilir...(M. Eliade, Mitlerin Özelli i) 4 Do u kültürlerinde tarihselci bir varlık anlayı ı yoktur. Köken mitleri, çe itli ritüeller, törenler ya da kutlamalar yoluyla hep imdiki zaman deneyimi içinde korunur; dolayısıyla da kökene ait bilgi amneziye maruz kalmaz. Ba langıçtaki kadiri mutlak gücün her fırsatta güncelle tirilmesi, belli ki tarihsel bir atalete neden olmu tur. Batı’nın, tarihsel geli imi oldukça belirgin, tekdüze ve tutarlı bir dü ünme diyalekti i sergileyen felsefe gelene i kar ısında Do u felsefesini, tek yönlü ilerleyen bir dü ünsel süreç olarak ele almak mümkün de ildir. Hatta tek bir Do u felsefesinden de il, olsa olsa ço ul haldeki Do u felsefelerinden söz edebiliriz. Batı felsefesi üzerinden dü üncenin (ya da insan aklının diyelim), bir tür geli me ya da evrilme sürecini sezebilmek mümkünken, Do u felsefeleri tarihsel-diyalektik bir süreç olu turmazlar. Sanırım felsefeler arası yegâne çatı ma da akılcılar ve sezgiciler arasındaki çatı madır; Konfüçyus, Lao Dan/ bn-i Rü t, Gazali ve bunlar gibi. Belki biraz a ırı bir te bih olacak ama, kültürel/dü ünsel anlamda do u yarımküre, beynin sa lobunun temsili i leyi i gibi davranır. Tabii böyle a ırı bir te bih içinde, klasik batı felsefesinin de tam olması gerekti i yerde, temsili olarak beyindeki linguistik merkeze kar ılık gelen co rafi bölgede do du unu söylemek mümkün. Böyle bir te bih, do unun sistemci mistikleri tarafından hiç de yadırganmazdı. Birçok do ulu dü ünüre göre tanık oldu umuz dünya (yani be duyuya konu olan fenomenal evren), varlı ın simgesel tezahürleridir. Örne in slam simgecili inde; cennet, ma ara, gül, kadın rahmi, vajina hep aynı ilahi niteli in, farklı ontolojik düzeylerdeki ortaya çıkı larıdır. Mısır kültüründe ise varlı ın çe itli düzeyleri, çe itli hayvanlarda simgele tirilmi ve hayvan kafalı-insan bedenli yaratıklar olarak resmedilmi tir. Bu hayvan kafalı insan motifleri, ilahi varlı ın insanda tezahür eden farklı düzeylerini i aret eder. Çok benzer bir simgecili e Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinde de rastlamak mümkündür. 19 Dindı ı insanın davranı ları geleneksel dinsel anlamlarından arınmı tır elbette. Dolayısıyla dinsel (veya kutsal, tanrısal) gibi kavramları tarihsel anlamlarından farklı kullanmam belki sözcük suistimali gibi görünecek. Ayrıca dinin önko ulu olarak tanrı fikrini devre dı ı bıraktı ımızda, dinden söz etmemizin do ru olmayaca ı da söylenebilir. Ama kanımca a kınlıktan, nihai bir erekten ya da kurtulu umudundan söz etti imiz her durumda, dinsel paradigmanın içinde buluruz kendimizi. Bu çerçevede bugün, bir dava u runa kendini feda edebilecek hiçbir bireyin -ister radikal dinci olsun, ister siyasi ateist- kutsalın ya da tanrısalın sınırlarını a mı oldu unu zannetmiyorum. Belki dünyevi olanın kesi ti i a kın dünya, tarihte oldu u gibi göksel ve uhrevi de ildir. Hatta siyasi olarak belirlenmi içkin bir tasarımdır; dolayısıyla da felsefi anlamda bir a kınlıktan (örne in, ontolojik bir özgürlük fikrinden) ziyade dünyevi bir ba ımsızlık tezine dayalıdır. Ama eskisi kadar güçlü olmasa da gelece e dair bir “son” ve “kurtulu umudu”, yani simgesel anlamda bir “yeniden do u ” fikri içermektedir; ki bunu da yeterince dinsel, hatta mitsel buldu umu söylemi tim zaten. Post-modern dünya, dü üncenin ve edimin ne denli büyük bir entropiye u radı ını gözler önüne serer. Bunu, içinde ya adı ımız zamanı olumsuzlamak anlamında söylemiyorum. Bilim, dü ünce paradigmalarını derinden sarsmı tır. nsani ya antının geçmi teki ontolojik dayanakları darmada ın olmu tur. Geçti imiz yüzyılın ba ından beri sanatsal dil, batılı sanatçı tarfından yıkıma u ratılmı tır zaten. Sanatçı her zaman derin bir sezgi sonucu, rasyonel dü ünceden birkaç adım önden gitmi tir. Hiçbir sanatçı, eserlerinin yozla ıp yok olaca ı inancıyla üretmez; ancak arkaik insanın, düzensizli in yükseli i kar ısındaki tutumunu benimseyebilir: Yeni bir sanat evreni yaratmak için kendi sanatsal dünyasının yıkımına katkıda bulunmak. Kurulu sanat evrenindeki yokolu a do ru gidi , bize post-modern dünya kar ısında nasıl bir tutum sergileyebilece imize dair esin kayna ı olabilir: Felsefi dü üncenin a ırba lı ve temkinli tutumu kar ısında, sanatkârane bir “altın vuru ”. Gerçek yaratıcılar, yıkıntılar üzerine yerle meyi kabul edemezler. Zeminin her türlü pislikten arındırılması ve kutsanması, yeni in a edilecek yapının süreklili i açısından gereklidir. Tanrısız ve öznesiz dünyada tutunabilmek (ya da yıkım ve özgürlük) Bireyselli in ve öznelli in insanın elinden alınması, zaten ba lamı olan dü ünsel yıkıma vurulacak iyi bir “son darbe” olabilir. Maddi bir örgütlenmeden ba kaca bir ey olmadı ımızı beyan etmek, insanın gerek do a, gerekse de tarih kar ısındaki “özne” statüsünü elinden alır. Öznesiz sürecin özgür irade kültünü hükümsüzle tirmesi, insan eliyle ve iradesiyle yapılmı tarih okuyu unu da hükümsüzle tirecektir. Natüralist yasalarla açıklanamayan her eyi ılga etme lüksüne sahibiz artık. Ama o zaman, inancın, tarihin, kültürün, kısacası insani ya antı denen her eyin ontolojik bir yoksunluk içinde seyretmesi kaçınılmaz olacaktır. Natüralist indirgemeci yakla ım genlere ya da nöral aktivitelere, eskiden Tanrı’nın oynadı ı temel kaynaklık rolünü yüklüyor gözükse bile, bu sadece paradigmatik bir sapmadır; özünde Heidegger’in öngördü ü gibi bir onto-teolojiye dönü mez. Çünkü do anın (ya da maddenin diyelim) belirli bir niyet ya da nihai erek do rultusunda devindi ini söylemek, en azından imdilik mümkün de ildir. Öte yandan, tarihsel olu umları a kın bir iradeye dayandırabilme olana ımız da kalmamı tır artık. Tanrı’yla aramıza giren tarihsel mesafe bize, ilk bellekteki kozmogonik tanrıyı unutturmu tur. Bugünün kült tanrısı kar ısında teist bir dünya görü ünü benimsemek, hiç de sa duyulu bir tutum de ildir üphesiz. Yine aynı nedenle, ontolojik itibarını yitirmi bir tanrı kar ısındaki ateist böbürlenmeyi de, felsefi bir cesaretin göstergesi kabul etmemek gerekir kanımca. Bugün entelektüel bir hı ımla hırpaladı ımız, zaten dü mü insanın dü mü tanrısıdır. Bu ba lamda, bilimsel görü ün dinsel dü ünceyle giri ti i tartı mayı ise naif, hatta beceriksizce buluyorum. Felsefi bakı bize unu telkin edecektir: 20 Kar ı oldu umuz dü ünceyi, onu anlamadan a amayız; anladı ımızda ise onu içeririz. Stratejileri naif bile olsa, bilimin dinsel dogmaları yıkma do rultusunda epey yol kat etti ini kabul ediyorum. Ama bu da bir yönüyle, insanın a kınla olan otantik ili kisini perdeleyen tarihsel tortunun ılgası anlamına geliyor. Buradan bilimin, dinin zaman içinde yozla mı yanlarını yok edip özündeki bilgiyi açık etti i gibi bir anlam çıkmasın. Bugün sadece ampirik yönüyle tanıdı ımız ve tarihsel süreç içinde tahrifata u ramı dinselli in kökeninde, metafizik bir ilgi, sezgi düzeyinde de kalsa derin bir tefekkür vardır. Bilim, felsefenin a amadı ı paradigmaları a mak yoluyla bize yeniden, varlık hakkında tefekkürün yolunu açmı tır. Öznesiz süreci ileri sürebilmek, dü ünce paradigmalarındaki bu de i iklikle ve bilimin sundu u olanaklarla mümkün olmu tur. Böylece, varolu sal sorgulamayı gerçek anlamda dindı ı bir ontolojik seviyede yapabilmenin sınırına geliyoruz. te bu çerçevede “maddenin kendinden kendine bir i leyi i olabilece i”ni söylemeyi, airane bir tutumdan ziyade, mistik bir boyun e i olarak kabul ediyorum. Çünkü öznesiz süreç, sadece bilimsel temelli materyalist bir tez de il; felsefi bir tavırdır aynı zamanda. Ve böyle bir felsefi tavır, son tahlilde evrensel boyutta bir trajik varolu u üstlendi i için, kanımca hiç de “kozmik” bir yücelikten yoksun de ildir. Ayrıca unu unutmamak gerek: Geçmi kültürlerin mitsel insan-tanrıları sadece günü kurtarmak için üretilmi de ildirler; bir yanlarıyla da basbaya ı gelece e fırlatılmı lardır. mgelem, gerçeklikten hep birkaç adım önde gider, hep gelecek zamanı belirler; tanrı(lar), kozmogonik de il, eskatolojik bir metafizik mutla ı i aret eder. Fenomenalite gibi indirgenemez bir do a olayına aracı olmak hasebiyle insanın tarihsel statüsü, Mezopotamyalı ilkelin öngörüsünü pekala haklı çıkarabilir. Beyni ortadan kaldırdı ımızda -bırakın do a yasalarını, bir do adan bile bahsetmekte zorlanaca ımızı öne sürebiliyorsak- böyle bir kozmik örgütlenmenin biyolojik uzantısı olarak insan, mekezi bir ontolojik statünün sınırlarında dola ıyor demektir. Materyalist görü bize, fenomenalitenin maddenin indirgenemez formu oldu unu söyler. unu unutmayalım ki, bir eyin indirgenemez formu, onun en temel zorunlulu udur. Maddenin ontolojik serüveni fenomenalitede son bulur. Kısacası, varlık temsil etti imiz tür aracılı ıyla tamamlanır. nsanın merkezi ontolojik bir statüsü oldu u do rultusundaki ısrarım, biraz da bu yüzden. Merkezsiz fenomenoloji paradoksal olarak, bir ontolojik merkez dü ünmemizin kapısını aralar: maddenin kendinden kendine i ledi i bir mahal olarak insan. Çalı mamın en ba ında belirledi im çerçevesi içinde, zorlayıcı ve radikal bir dü ünce sıçraması yaptı ımın farkındayım. Ancak böyle bir varsayımı tartı mayı kendime yasaklayamıyorum. Ne ilginçtir ki, özneyi ılga etmek yoluyla zirvesine ula tı ımız antihümanizma, bizi mistik-arınmacı bir dü ünsel alana atıyor. Çünkü artık beyin, zihinsel aktivitesini kendi kozmik mahiyetine çevirmek yoluyla tali bir do a olayı olmaktan, merkezi kozmik bir örgütlenme olmaya do ru niteliksel bir sıçrama yapıyor. Ama bu sıçrama, özneyi ılga etmek yoluyla da, insanı acziyle yüz yüze bırakıyor. Özne olarak insan hiçbir eydir. Bunu, sadece öznesiz süreç tezine dayanarak de il; tüm tarihsel ve mistik ça rı ımlarına dayanarak da söylüyorum. “Ben”i, hakikati perdeleyen bir yanılgı olarak kabul etme e ilimi çok eski ça lara dayanır. Özne olarak insanın aczi, özellikle de kartezyen dü ünce tarafından- unutturulmu tur. Ama do ayı nesne olarak ele almak sayesinde de bilginin önü açılmı tır. Türümüz, tüm biyolojik zaaflarına ra men süreklili ini devam ettirmeyi ba ardıysa, bu dü ünsel gel-gitlerin hiçbiri gereksiz olmamalıdır. Daha açık konu mak gerekirse; mensubu oldu umuz orta ölçekli5 evrende 5 Görebildi im kadarıyla (Richard Dawkins’den çalarak ve kötüye kullanarak yazıyorum) “mensubu oldu umuz orta ölçekli evren”, maddenin duyusal ve bili sel süreçlerdeki temsilinden ba ka bir ey de ildir. Dawkins’in bu tanımdan kastı be 21 maddenin, tarihin herhangi bir döneminde “zırvaladı ını” hiç sanmıyorum. Bugün vakur bir özgüvenle, öznenin yanılsamadan ba ka bir ey olmadı ını söyleyebiliyoruz. Ancak yanılsamaları çok da hafife almamak gerek. Aslına bakarsak, koskoca bir insanlık kültürünün yanılsamalar üzerine kurulu oldu unu söylemek, hiç de abartılı olmayacaktır. Tanrı (ya da mutlak özne), özne olarak insan (ya da insan-tanrı); bunların hepsi özünde monist olmakla bereber, ampirik açıdan her zaman dualist bir dünya görü üne açılmı lardır. Homo-sapiensin tüm eserleri (bir anlamda tüm kültürü), dualist bakı ın ürünüdür. Bir kültür varlı ı olmanın, türümüzün devamlılı ı açısından gereklili ini ise burada konu etmiyorum; Dawkins yeterince konunun altını çizdi. (Ama asıl tartı maya de er konu u: Acaba kültürün evrimsel süreçteki rolü biyolojiye daha mı baskın?) Yüzyıllardır üzerimizde biriktirdi imiz entelektüel miras, ne yazık ki zihnimize yapı ıp kalan bir kibir personasına dönü tü. Bu persona, yukarıdaki varsayımı tartı mamızı ho görmedi i gibi, aczi kozmik bir tutum olarak da kabul edemiyor. Oysa insan, ancak aczini kabullenmek yoluyla yeniden varolabilmenin ufkunu görebiliyor. Arkaik insanın köken mitlerini taklit etmek yoluyla sürekli gündeminde tuttu u yeniden-do u deneyimine benzer bir deneyimi, epistemik enflasyon yüzünden kaçınılmaz olarak daha yüksek düzeyden, teorik bir antihümanizmanın açtı ı dolambaçlı yoldan giderek de olsa ya antılamak mümkün. Maddenin, do anın ya da varlı ın mahiyeti sorusuyla yüzle en biliminsanlarının ya da dü ünürlerin, mistik dü ünceye yakın durmalarına a mamalı. Bilgi bir adım geri çekilmelidir ki, varlık kendini açık etsin. Bu anlamda, ilkelle menin insanı yüceltici bir veçhesi vardır. Özgürlü ün ontolojik bir töz olarak geçerlili i de, sanırım varlı ın bilinemez ve açıklanamaz mahiyeti kar ısında kendi hiçli imizi kabullenmek yoluyla tartı ılabilir ancak. Bilinebilir evenden, yani maddi yapı olarak açıkladı ımız bir evrenden konu uyorsak, insanın özgürle mesi, bir anlamda maddenin insandan özgürle mesiyle mümkündür. Bu durumda da özgürlük, bir iyelik nesnesi gibi -yani senin özgürlü ün, benim özgürlü üm eklinde- ele alınamayacak a kınlıkta, kozmik düzeyde bir “hiç”lik deneyimi olmalıdır. Gündelik ya am prati i çerçevesinde ele alırsak, insanlı ın özgürle mesi do rultusunda gelece e dair bir beklentim yok. Özgürlü ün tarihsel ve iktisadi ko ullara ba lı olmadı ı, hatta ço ulcu anlamda ele alınabilecek bir kavram dahi olmadı ı, dolayısıyla da cemaatler ya da toplumsal sınıflar çerçevesinde tartı ılamayaca ı do rultusundaki görü lerimi, umarım yeterince açıklayabilmi imdir. Farklı temsili ya da epistemik düzeylerdeki “özgürlük” sorunsalını bu çalı manın konusu yapmıyorum (ve samimi olmak gerekirse, haddimi a tı ı için ilgilenmiyorum da). Benim gibilere, kibirli entelektüel dünyanın yıkımını nihayetlendirmekten ba kaca yapılacak bir ey kalmıyor galiba. Kanımca yıkımcıların tarihsel statüsü de en az kurucularınki kadar erdemlidir... ya da öyle oldu unu umuyorum. Bitirirken... mago’da yaptı ım konu malara vesile olan bu çalı manın son satırlarını yazarken, karımın bilgisayarında Yemen Türküsü çalıyordu; oldum olası hüzünlü bulmu umdur. Babaannem ne duyuya konu olan eyler aslında. Ancak, belirlenimci do a yasaları da, Dawkins’in kast etti i orta ölçekli evrende sürdü ümüz izlerden hareketle ortaya çıkmı tır. Bu yüzden, Dawkins’den farklı olarak, teorik düzeyde konu abildi imiz her eyi, bilebildi imiz evrenle ilgili yaptı ımız tüm açıklamaları ve imgelemi de “orta ölçekli evren” tanımının içinde ele alıyorum. Ne de olsa teleskobun da, mikroskobun da ba ında biz varız; atom bombasını da biz patlattık. Acaba “insan ölçekli evren” desem daha mı iyi olurdu? 22 zaman duysa a lardı. Yemen Harbi’ne giden askerlerin ardından söylenmi bir türkü oldu unu bilirim. Dedem de Yemen Harbi’ne gitmi , babaannem yıllarca kendisinden haber alamadan beklemi durmu . Dedem bir gün dönmü harpten; yaralı olarak. Sanırım türküyü her dinleyi inde, o korkunç belirsizli in ardından dedemin dönü ünü hatırlardı. Benim babaannemle aynı duygusal deneyimi payla mam mümkün de il üphesiz. Ancak bir sevdi imin belirsiz bir yerde ve belirsiz bir süre boyunca, üstelik benim için pek de açık olmayan bir amaçla sava maya gitti ini, her gün ölümle burun buruna geldi ini hayal edebiliyorum. O zaman, belki gözlerim bu ulanmıyor; ama babaannemin Yemen Türküsü’ne neden a ladı ını anlıyorum. te yukarıdaki yazıyı, arkaik ontoloji hakkında, en azından bir sezgi olu turmak, böylece mitsel ve dinsel dünyadaki birçok a ırı davranı ı biraz olsun anla ılır kılmak umuduyla kaleme aldım. Küçümseyip bir kenara atmadan önce imanın, varlık ile ba lantıyı kaybetmemek için, ço u zaman da umutsuzca sürdürülen bir çabadan ba kaca bir ey olmadı ını ve bugün bizim evren içindeki kendi statümüzü anlamak için verdi imiz u ra tan çok da farklı ele alınmaması gerekti ini anlatmaya çalı tım. Günümüzün radikal dinsel insanını bu kategori içinde ele almıyorum tabii ki. O, dinsel dedi imiz olgunun otantik özüyle hiçbir ilgisi kalmamı , daha ziyade kapitalizmin dinler-üstü ideolojisini dinin biçimsel motifleriyle perdeleyerek, siyasal ve ekonomik amaçlar pe inde kendi varlı ını haklı çıkarmaya çalı an bir post-modernist olarak kabul edilmelidir. Dinsel ya antısı, ulusalcı/antiemperyalist tezin yolundan sapmı bir tezahürüdür. Yolunun geçmi te Marxist hareketle kesi mesi bu nedenle olmu tur; tabii biraz da selamet umudu yüzünden. Bugün deneyimledi imiz haliyle kapitalizm, bir üretim biçiminden -hatta bir ideolojiden ziyade, bir insanlık durumunu i aret eder. Kapitalizm içindeki, siyasi maksadı olsun ya da olmasın, tüm dinsel eylemlerin içeri i de, otantik bir dinsellikten uzakla mı tır. Dini bugünkü ampirik veçhesi üzerinden ele tirmek, aslında kapitalizmi ele tirmekten ba ka bir ey de ildir. Otantik dinsel deneyim, a kın olana ilgisini sürdürenlerin zihinsel deneyimlerine daha yakındır. Bunun bir sonu olaca ını da hiç sanmıyorum. Not: Yazarken olgular hakkında de il, olguların içinden konu maya çalı tım ve arkaik dü ünce paradigmasını -ya da ba ka bir deyi le, otantik-dinsel insanın perspektifini- tüm çalı ma boyunca alttan alta korumaya özen gösterdim. Entelektüel katarsislere engel olmayı, yani edepli yazmayı da hiç hedeflemedim. Kısacası, üslubumda bir felsefi savrukluk sezildiyse, bunlardan. Biraz da öyle dü ündü üm için: Dü ünürün eti i, dü üncesiyle kadrajladı ı evrenin dı ında kalanlarla sınırlıdır. Mistik ya antı ise, sınırların bitti i yerde ba lar. Ahmet Füruzan Kip Kasım 2010/ stanbul 23