Çalı Çiçeği
Transkript
Çalı Çiçeği
Çalı Çiçeği Yattığımız odanın ağır tahta kapısını güçlükle açtım. Karanlık bir avlu çıktı karşıma. Evden dışarı çıkmak için bu karanlık avluyu geçmeliydim. Önümü göremiyordum ki... Gözlerimin karanlığa alışması için bir zaman dikilip durdum kapının önünde. Bir gün önce, güneş batarken girmiştik kaldığımız bu köy evine. O uzun yoldan, onca yorgunluktan sonra da yatıp uyuyuvermiştik. Önümdeki avlunun tek penceresi, toprak örtmenin ortasında, tam tepedeydi. Bir avuçtan biraz büyüktü, kirli bir camla kapatılmıştı. Küçük cam, toprak parçalarıyla, sinek pislikleriyle kaplıydı, hemen arkasında da evin toprak örtmesinde boy vermiş ot ve çiçekler salınıyordu. Güneş ışıkları, kirli camlı pencereden aşağı doğru akmakta zorlanıyor, içinde minicik tozların uçuştuğu kırılgan, zayıf bir ebemkuşağı olup düşüyordu avlunun bir köşesine... Avlunun alacakaranlık nemli toprağını, iki yandaki taş duvarlara elimi uzatarak, zaman zaman yalpalayarak 7 güçlükle adımladım, dış kapıyı biraz da el yordamıyla buldum. Bu kapı odanın kapısından da ağırdı. İki elimle ve tüm gücümle asıldım içeri doğru... Kapı aralandı; birden, yüzüme vuran ışıkla boğulup kaldım! Beni görmüş de sevinçten çıldırmış gibi, inanılmaz bir aydınlıkla sarıp sarmalamıştı beni güneş. Öylesine aydınlıktı ki dünya, kamaşan gözlerimi kapamak zorunda kaldım. Kuş sesleri doldu kulağıma. Serçeler, sığırcıklar, tarla kuşları, adlarını bilmediğim belki de onlarca kuş, şen şarkılar söylüyorlardı. Kendilerini ısıtan, yaşamlarını aydınlatan güneşe teşekkür ediyorlardı sanırım. Belki de köylerini gezmeye geldiğim için bana da hoş geldin diyorlardı. Gözümü açtım. Köy ışıldayan, renk renk yanan bir fotoğraf gibi karşımda duruyordu. Köy evinin önündeki örtmedeydim. Üstümdeki örtmenin ağaç dalları ve aralara konmuş incecik, enli taşlarla kapatılmış tavanında kuş yuvaları vardı. Onlarca yavru kuş, ağaçların arasından, taşların yanından, aşağıya, daha çok da bana doğru bakıyorlar, sanki beni tanımadıklarını, annelerini istediklerini bildiren kocaman çığlıklar atıyorlardı. Anneleri, ağızlarındaki yiyeceklerle çıkıveriyordu birden, köşelerin birinden. Bana bakıyorlardı önce. Kendilerine zarar verip vermeyeceğimi öğrenmek ister gibi... Konuşabilseydim onlarla, onları çok sevdiğimi, avucuma alıp minicik bedenlerini, pamuksu tüylerini öpmek istediğimi söylerdim. Anlıyorlardı belki de içimden geçenleri. İki yana çevirdikleri başları, minicik, kara noktalar gibi parlayan gözleriyle beni incelemeyi bırakıp yavrularının 8 yanına koşuyorlardı. Annelerini görünce daha da çoğalıyordu, çağlayarak akan bir dereye benziyordu sesleri. Müthiş bir sevinç, bir telaş fırtınası oluyordu yavrular. Köydeki ilk sabahımdı. Bir yakınımızın evinde kalıyorduk. Ankara’dan buraya, yirmi saate yakın sürmüştü yol. Çok yorulmuştuk. Kandil ışığında yenilen akşam yemeğinden sonra, iki yandaki tahta sekilere serilen yataklara yatıp erkenden uyumuştuk. 9 Bu, elektrik aydınlığından, televizyondan, alıştığımız uygarlıktan yoksun, sessiz, ilkel yerlere gelmiş olduğumuzdan ötürü canımız da epeyce sıkkındı akşam... Babamın doğduğu yerdi bu köy. Sonradan taşınmış babamlar köyden. Evlerini, tarlalarını, bostanlarını, hayvanlarını, her şeylerini satıp savmış, batıya göç etmişler çok yıllar önce. O zaman ne ben, ne abim, ne de ablam varmışız dünyada. Köyden kente taşındıklarında, daha annemle bile tanışmamışmış babam. Nereden aklına düştü babamın, bilmiyorum. Bu yaz dinlencesinde baba memleketine gelmeye karar vermiş. Mektuplar, telefonlar derken hâlâ burada oturan akrabalarla konuşmuş, anlaşmış. Seve seve ağırlayacaklarını bildirmişler bizi. Biz üç kardeş, kararı duyunca birbirimize bakınmış, suratlarımızı asmış, onun doğduğu köyü, o yöreleri çok da merak etmediğimizi söylemiştik babamıza. Bize kalsa her yıl yaptığımız gibi, bir deniz kenarı dinlencesini yeğlerdik. Akdeniz - Ege kıyılarındaki o küçük kasabalardan ya da turistik kentlerden birinde, şirin bir pansiyona konuk olup erkenden denize koşmak, yüzmek, güneşlenmek; sandal kiralayıp denize açılmak, balık tutmak; akşamları kasabanın merkezindeki eğlence yerlerinde, deniz kıyısındaki parke döşeli yolda gezinmek, diskolardan, barlardan taşan renk renk ışıkları izlemek, günün gözde şarkılarını dinlemek; dondurma, mısır, çekirdek yemek daha çekiciydi bizim için. “Kusura bakmayın, hep sizin istediğinizi yaptım bu güne kadar. Bu kez de benim istediğim olacak,” demişti 10 babam. “Sizleri doğduğum yere, köyüme götüreceğim. Dünyamızda da, şu içinde yaşadığımız ülkemizde de ayrı coğrafyalar, görmediğiniz, bilmediğiniz insanlar, yaşam biçimleri var. Deniz kıyıları sizin için daha eğlenceli olsa bile, hep aynı şeyler içinde tıkılıp kalmanız bence doğru değil. Yeni insanlar, yeni yöreler tanımalısınız. Hem yeni yerler görecek, yeni şeyler öğrenecek hem de değişik eğlenceler bulacaksınız belki. Umarım ki dünyayı daha derinliğine kavrama olanağınız olacak, sizin için yaşamın anlamı değişecek... Ufkunuz genişleyecek. Peşin yargılı olmayın lütfen...” Anneme bakmıştık bize yandaş olması için; ama o da çok istekli olmasa bile, babamın önerisini kabul etmiş görünüyordu. Babamı kırmamak için boyun eğmiş olmalıydı. Sonunda istemeye istemeye gelmiştik köye. Güneşin o her şeye ayrı bir güzellik katan ışıltısı, kuşların şarkısı, içimdeki sıkıntıyı epeyce hafifletmişti. Madem ki olan olmuş, gelmiştik buraya, eğlenceli bir şeyler bulmalıydım. Akşamın yorgunluğuyla pek bir şey görememiştim. Evin başka bir bölümünde kalan yaşlı ev sahiplerimiz, yataklarımız serildikten sonra çekip gitmişlerdi. Uyumadan önceki o müthiş sessizlik ve dinginliği anımsıyorum yalnızca. Tek tük köpek havlamaları, kurbağa ve çekirge ötüşleri, uzaklardan akan bir derenin şırıltısı dışında hiç ses yoktu. Tepedeki küçük pencerelerden, uzaklardan bana göz kırpan irili ufaklı yıldız demetleri, samanyolları görünüyordu. Sabah ilk ben kalkmıştım yataktan. Yattığımız odanın tahta tavanındaki küçük pencerelerinden girebilen ışıkta 11 görebildiğim kadarıyla aynı yatağı paylaştığım kardeşlerim, karşı sekide yatan annemle babam henüz uyuyorlardı. Kalkar kalkmaz yanımdaki ağaç direkteki çivilere akşam astığım elbiselerimi giymiş, dışarı çıkmıştım. Evde en erken hep ben kalkarım zaten. Köy, sabah güneşinin boyadığı bir resim gibi duruyordu karşımda. Evin önünden aşağı, köyün ortasına doğru inen taşlı patika yolda papatyalar, küçük mine çiçekleri, gelincikler, adını bilmediğim başka çiçekler ve yemyeşil çimenler parlıyordu. Çiy damlacıkları vardı otların ve çiçeklerin üstünde. Köy evlerinin üstü toprakla örtülmüştü. Evlerin üstündeki toprakta da yoldakine benzeyen çiçekler, otlar, en çok da uçları sarı sarı çiçek açmış çalılar vardı. Evlerin taş duvarları alçacıktı, duvarların büyük bir kısmı toprağın içinde kalmıştı. Her evin önünde koca bir tezek yığını yükseliyordu. Kış boyu tezek yakıp ısınırmış köylüler... Tüm bunları gelmeden önce uzun uzun anlatmıştı babam. Yabancılık çekmemizi istememişti. Bu yöredeki evlerin çok uzun süren kıştan korunmak için yamaçlara, toprağın içine yerleştirildiğini, böylece hem ev yapımının kolaylaştığını, hem soğuğun iç içe avluları ve toprağı geçerek derindeki odalara işleyemediğini, hem de yazın havalar sıcak gitse bile içerdeki kısımların serin kaldığını; elektriksiz ve buzdolapsız köydeki sütün, peynirin, yağın uzun süre bozulmadan kalabildiğini anlatmıştı babam. Şimdilerde duvarlarının tamamı dışarıda, beyaz badanalı, 12 saç çatılı birkaç ev yapılmış olsa bile köyün diğer evleri babamın anlattığı gibiydiler. Geçmiş yıllarda, gördüğüm alçak taş duvarlı evleri yapmak için, önce yamacın toprağını derince eşerlermiş köylüler. Açılan geniş oyuğun üstüne, yakınlardaki ormanlardan getirdikleri ağaçları çatarlarmış. Ağaçların arasına da kayalıklardan çıkardıkları yassı, ince taşları dizeleyip evin üstünü kapatırlarmış. En üste de toprak atarlarmış. Toprağın üstüne de ocaktan çıkardıkları külü... Kül, yağmurun, yağışın, eriyen karların, tavan örtmesine sızmaması, içeri damlamaması için bilinen en iyi yalıtım malzemesiymiş. Köy evlerindeki en içerdeki bölmede yaz kış, neredeyse gece gündüz yanan, kent evlerindeki şöminelere benzeyen bir ocak olurmuş. Hem ısınmayı sağlarmış bu ocağın ateşi, hem üstünde süt ısıtılır, peynir, yemek, bazlama ekmek pişirilir, közünde çay demlenirmiş. Ocak neredeyse sürekli yandığından, yakıt olarak da genellikle tezek kullanıldığından bolca kül çıkarmış. Köydeki kadınların en önemli görevlerinden biri de bu ateşi gün boyu canlı tutmak ve sabah kalkar kalkmaz da ocağın külünü temizlemek olurmuş. Evin birçok bölümünün taş duvarlarını üstü örtüldükten sonra içerden örerlermiş köylüler. Önceden çok fazla hesaplanmadan, bir sonraki aşamada oyulup ev haline getirilecek yerler düşünülmeden, her yeni gereksinimde yeni bir bölüm eklendiğinden, evlerin içi, iç içe avlularla, art arda tahta kapılarla dolu olurmuş. Benim az önce içinden geçerek dışarı çıktığım, o daracık, inişli çıkışlı, toprak tabanlı alacakaranlık avlu gibi... 13 Ahırda besledikleri ineklerin, öküzlerin, koyunların gübrelerini kış boyu evin yanındaki harmanlara taşıyıp güneşte kuruması için yayarlarmış köylüler. Her evde on on beş büyükbaş hayvan, bir o kadar da koyun kuzu besleniyor olduğundan gübre çokmuş köyde. İlkyaza kadar harman yerinde epeyce bir gübre birikmiş olurmuş. İlkyazda, gübrenin üzerinden önce ağır bir silindir gezdirir iyice bastırırlar, sonra da keskin bir belle, dört köşe, kare şeklinde keserlermiş gübreyi. İşte tezek denilen yakıt türü böyle yapılırmış. Sonra da o tezek parçalarını birbiri üzerine aralıklarla dizerler, güneşin altında çevire çevire kuruturlarmış. Kuruyan tezekleri de yukarı çıktıkça daralan, tepesi sivri bir biçimde biten bir yığın şekline getirir, üzerini taze gübreyle sıvayıp kapatırlarmış. Böylece, tezek yığınlarının güzle başlayacak şiddetli yağmurlardan ve kışın metrelerce yağan kardan korunmalarını, kuru kalmalarını sağlarlarmış. Kalak dedikleri bu tezek yığınının içinde de ufalanmış kuru tezekler ve kurutulmuş koyun gübresi olurmuş. Örtmenin önünde durmuş köyü izliyor, babamın anlattıklarıyla gördüklerimi karşılaştırıyordum. Köyün alt başından geçen incecik bir derecik ilişti gözüme... Bu dere, babamın “çerme” dediği, köyün hemen üst başındaki kaynaklardan çıkan suların birleşmeleriyle oluşan, köyü baştan başa geçip uzaklarda, kuzeydeki çayırlık alanda Kura Nehri’ne karışan dere olmalıydı. Çermeden akan sular Kura Nehri’ne katılıp coğrafya dersinden adını bildiğim Hazar Denizi’ne kadar akıyordu demek ki... 14