Patal - Suzan Albek Anısına

Transkript

Patal - Suzan Albek Anısına
PATAL
Hacı Hüseyin Efendi Kurşunlu Camiine bakan köşe
penceresinde kahvesini içip indi aşağı. Yavaşça sokak
kapısını kapadı, ağır ağır yürüdü Odunpazarı’na. Çırak
dükkânı açmış, raflardan kavanozları indiriyordu. Renk renk
şekerlerle dolu kavanozlar, akide şekeri, kırmızı baklava
biçimi loğusa şekeri, ortası ipli kişniş şekeri, narçiçeği horoz
şekeri, düdüklü şeker… Bozöyük’ten gelme beyaz, pembe,
mavi, iri leblebi şekerleri, kırmızı yollu halka peynir
şekerleri bez torbalarda, yerde çuvallar içinde de kelle
şekerleri.
Hacı Hüseyin Efendi komşusu kırtasiyeci Veli ile kahve
içerken postacı, biri yabancı pullu, biri İstanbul’dan iki
mektup getirdi. Yabancı pulluyu açtı, okudu Hüseyin Efendi:
― Bizim Karabit’ten. Mallar varmış Viyana’ya, dedi.
Hüseyin Efendi dükkâna indikten az sonra Havaba bahçe
kapısının ipini çekti, girdi içeri. Bahçe duvarı boyundaki
mermer çeşmenin musluğunu açtı, elini yüzünü yıkadı. Yan
bahçedeki fırına yöneldi. Ümmühan Hanım geldi arkasından.
― Bizim dünürler gelmiş İstanbul’dan. Hem yarın Kandil.
Çörek çekelim, dedi.
Havaba fırının kapağını açtı, çalı doldurdu içine. Çocuklar
koşuştular bahçeye. Dut ağacına kurulu beşik salıncağına
bindiler. Gelin indi üst kattan. Hamur teknesini çekti orta
yere, hamuru kardı. Ümmühan Hanım’la karşılıklı
yoğurdular iyice.
Kitabını eline aldı, oturdu. Az sonra Araphocanım geldi.
Karşılıklı sallana sallana başladılar okumaya.
Öğle üzeri çırak, dükkândan İstanbul pullu mektubu getirdi.
Okudu Ümmühan Hanım. Ahmet, yaz tatilinde bir arkadaşını
konuk getirecekmiş. Ümmühan Hanım’ın canı sıkıldı, kalktı
yerinden. Elinde bir tahta çubukla, bahçenin iki yanındaki
kına çiçeklerinin diplerini eşmeye başladı. “Ya ağzını aça aça
gülen biriyse? Ya kadınların kızların arasında dolaşan,
lüzumlu lüzumsuz konuşan biriyse? Hacı Efendi kızarsa? Çok
yüz verdin küçük oğlana derse?”
Öğleden sonra çok gelen giden oldu. Yeniden seccadeler
serdiler Malta taşlarının üstüne. Ümmühan Hanım, alnı
Antep işi, beyaz namaz örtmesini örttü omuzlarına kadar.
Eline kara kaplı bir kitap aldı, geçti başköşeye. Gelen
kadınlar okuma bilmezlerdi. Halkalıların Ümmühan’ı
okutmuştu babası. “Herkesin arkasından akşama kadar kov
geçmektense1, okurum azıcık. Hem gençlerin kulağına lâf
girmiş olur.” derdi. Emvali Aşıkiyyun’u okurdu. “İbrahim
peygamber tam oğlunu kurban edecekken Allah
gökyüzünden nasıl bir koyun indirmiş”, “Hazreti Musa
sopasıyla vurunca deniz nasıl yarılıp yol vermiş”, “İsa
peygamberimizin bir tepe üzerinde iki rekât namaz kıldıktan
sonra vaaz verişi”, “Peygamber efendimizin sevgili kızı
Fatma anamızın mübarek eliyle gazilerin yarasını sarması”.
Bunları dinlerken tülbentleriyle gözlerini silerdi kadınlar.
Çocuklar annelerinin dizlerinin dibine siner, hiç
konuşmazlardı.
Evin kızı Zeyneti göründü. Çeşmenin önündeki taş sete
büyük Sivrihisar kilimini serdi, üstüne iki seccade koydu.
1
Patal
1/15
Suzan Albek
Arkasından kov geçmek: Arkasından çekiştirmek, dedikodu etmek.
Patal
2/15
Suzan Albek
O gün ikindiye dek çörek çekti, gözleme kızarttı Havaba.
Gelin, gözlemeleri sini içinde, büyük bir tencere ayranla
beraber sundu. İkindiden sonra Havaba da geldi oturdu
konukların yanına. Hep beraber Yoğnis’den2 ilahiler
söylediler ezbere.
Birkaç gün sonra Ankara postası ile geldiler Ahmet’le
arkadaşı. İstasyondan paytona bindiler. Önce Odunpazarı’na
uğradılar, Hacı babanın elini öptüler, sonra eve çıktılar.
Başlarında hasır şapka, ellerinde cilâlı kahverengi bastonla
indiler arabadan. Perdelerin uçları kalktı yavaşça komşu
pencerelerde. Arabacı ağır, körüklü bir bavul koydu selâmlık
kapısının önüne. Sessizce girdiler gelenler. Yukarıdaki,
Kurşunlu Camiine bakan odaya yerleştiler. Körüklü bavuldan
kitaplarını çıkarıp oymalı gömme dolabın raflarına
yerleştirdiler: Sefiller, Halûkun defteri, Uşakizade Halit Ziya,
Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim…
İstanbullu konuk ağzını aça aça gülmüyor, kadınların
kızların arasında dolaşmıyordu. Yemekleri sini içinde
kapaklı sahanlarla çıkıyordu odalarına. Meraklıydı oysa.
Kalamış’ta otururlardı. Taşra yaşam düzenini hiç
görmemişti. Arada sofaya çıkar camdan bahçeye bakardı.
Havaba hep fırının, ocağın başındaydı. İstanbullu konuk bir
gün sormuştu Ahmet’e:
― Valideniz bu hanıma bir aylık ya da gündelik verir mi?
Ahmet şaşırmıştı:
― Niye versin? Şu bitişikteki bizim eski kerpiç evde oturur.
Bizimle yer içer. Parayı ne yapsın?
― Ya üst başı?
2
Yoğnis: Yunus Emre
Patal
3/15
Suzan Albek
― Annem ramazanda kumaş dağıtır muhtaç olanlara.
Her ramazanda çarşıdaki Çıkılların toptancı mağazasından,
Hacı Hüseyinlere toplarla kumaş gelirdi. Ümmühan Hanım
yukarıdaki sofanın ortasına oturur, önce makasın ucuyla
azıcık keserdi kumaşı. Sonra cart diye iki yana çekiverirdi.
Yanına kat kat şalvarlıklar, esvaplıklar, gömleklikler yığılırdı.
Bu Güldalın Emine’nin, bu Tatar Menzade’nin, bu macır
Hatçe’nin, bu Havva’nın.
Bir önceki ramazan dört top, başka çeşit basma çıkmıştı
öbürlerinin arasından. Yeşil zemin üstüne kara traktörler,
buğday tarlaları, orak biçen kızlar, çekiçler, vidalar,
testereler. “Rus Basması” demişti Hacı Hüseyin Efendi: “Gazi
Paşa’mız Ruslarla iyi geçinelim diyormuş. Ticaretimizi
geliştiriyormuş. Oradan gelmiş bunlar. Gazi Paşa bizde de
basma fabrikası kurdurtacakmış. Artık Avrupa’dan kumaş
gelmeyecekmiş.”
Ümmühan Hanım’ın Rus basmasını dağıttıklarından yüzü
tutanlar, geri göndermişlerdi. Tobraka ya da pazen olsun
diye. Yüzü tutmayanlar evlerine sedir örtüsü, minder yüzü
yapmışlardı. Yukarı mahallenin evleri Rus basması ile
donanmıştı. Kalan dört şalvarlığı Havaba’ya vermişlerdi.
Dördünü de dikinmişti Havaba. Bezi pek efil efildi ya o
günden sonra rahat çörek çekemez olmuştu fırının başında.
Çocuklar gelip yapışıyorlardı şalvarına: Bu makine, bu çekiç,
bu çark, başı bağlı sarı kız nerede? diye. Havaba küreğin
sapıyla çocukları itelerken söylenirdi: “Kemal Paşa’nın açtığı
pavlikalar da makinalı basma çıkarmasa bari”.
Ahmet’in arkadaşı üsteliyordu:
― Parasız nasıl yaşar insan? Ya hasta olursa?
Patal
4/15
Suzan Albek
― Hasta olursa bakar annem. Sırtına şişe çeker, böğrüne
yakı yapıştırır, karnına tehnel3 yağı sürer. Hamama götürür,
bi şeyi kalmaz.
― Ya kocası Havva ablanın?
Duldu Havaba. İstiklâl Harbi’nde ölmüştü kocası. Yukarı
mahalleden pek savaşa katılan olmamıştı aslında. Hali vakti
yerinde olanlar 1921 yazında Eskişehir’e Yunan girmeden
arabalara binip kaçmışlardı Ankara’ya, Yozgat’a doğru.
Yollarda bitlenmiş, hastalanmışlardı. Sersefil dönmüşlerdi
1922 Eylülünden sonra. Hacı Hüseyin Efendi ailesini
toparlayıp İstanbul’a dünürü Halil İbrahim’in konağına
yerleşmişti. Havaba’nın kocası Beypazarı’na kadar gitmişti.
Ora doğumluydu. Bir gün yoldan geçerken çağırıvermişlerdi
askerlik şubesinden.
Ahmet’le
İstanbullu
arkadaşı,
öğleden
sonra
Odunpazarı’ndaki
dükkâna
inerler,
akşamüzeri
Köprübaşı’nda Talamanın adada piyasaya çıkarlardı. Hacı
Hüseyin Efendi beğenmişti onu. Terbiyeli çocuktu. Bir gün
dükkânın arkasındaki depoyu gösterdi ona. Sandıklarda, sıra
sıra kelle kadarından, yumruk, ceviz kadarına kadar sarımsı
beyaz taşlar diziliydi: “Patal” dedi Hacı Efendi. “Denizköpüğü
ya da lületaşı diyorlar dışarıda. Eskiden bunları almaya
ayağımıza kadar Rusya’dan, Almanya’dan, Avusturya’dan
tacirler gelirdi. Şimdi seyreldi. Ancak Viyana’da Karabit
Efendi’ye gönderiyoruz.” Sonra bir kutu açtı. İçinden lületaşı
bir pipo çıkardı. İncecik işlenmiş yapraklar arasında, başını
çevirmiş bir aslan yatıyordu piponun üstünde. “Viyana işi”
dedi. “Karabit bir kez geldiğinde getirmişti. Çok ince usta
varmış Viyana’da”. Ahmet Viyana sözünü duyunca kulak
3
kabarttı. “Ah Viyana! Valsler diyarı. Mavi akarmış Tuna.
Beyaz sarayların set set bahçelerinde fıskiyelerin suları
duvar gibi yükselirmiş.”
Ertesi gün Ahmet, Siyahilerin oğlundan borulu gramofonla
vals plaklarını ödünç aldı. (Alafranga yaşardı Siyahiler.
Evlerine aşağı mahalleden memur aileleri plak dinlemeye
gelir, Sıdıka Hanımefendi, Vali beyin hanımının gününe
giderdi.)
Hacı baba evde olmadığı zaman gramofonu salona
kuruyorlardı. Önce Mavi Tuna. Ahmet arkadaşından vals
öğreniyordu. Bir iki üç… Naran naran naran nan nan, na na
na na nan nan nan nan… Evin kadınları merdiven başında
gülüşüyor, çocuklar tahtaların üstüne uzanıp çeneleri
ellerine dayalı seyrediyorlardı
Ah Viyana! Kadın ve şarap! Omuzları açık uzun elbiseli
kadınlar, cam gibi parkelerin üzerinde, ellerinde kristal
şarap kadehleriyle şarkı söylüyorlardı. Liseyi bitirince
babası gönderecekti onu Viyana’ya. Karabit amcasının
yanına.
*
Karnik oğlu Karabet, pipo ustası Metzner’in atölyesine
gitmek için bir arabaya bindi Burggasse’den. Upuzun parke
döşeli yol, tek katlı karanlık yüzlü evlerin arasından geçerdi.
Viyana’nın göğü kurşuni idi. Bulutlar insanın başına değecek
gibi alçaktaydı. “Ah Eskişehir!” dedi Karabet. “Göğü
Tehnel: Defne
Patal
5/15
Suzan Albek
Patal
6/15
Suzan Albek
masmavidir şimdi oraların. Akarbaşındaki savaklardan4
billur gibi akar, sular! Ne oynardık söğütlerin altında!”
Karabet Eskişehir doğumluydu. Babası Karnik Efendi de
onun babası da lületaşı komisyonculuğu yaparlardı. Yıllar
boyu su sızmamıştı Ermenilerle yerliler arasında. Zengin
evlerinin oymalı kapılarını, tavanlarını, duvarlardaki
resimleri hep Ermeni ustalar yapmışlardı. Evsahibiyle
konuşup şakalaşarak. Kadınları o sırmalı sarkaları5
işlerlerdi. Sonra hürriyet olmuştu. Karnik Efendi ileriyi
gören adamdı. “Osmanlıya particilik girdi. Birbirlerine
girerler, arada biz eziliriz” demiş, çocuklarını birer birer
Viyana’ya yollamıştı. Cihan Savaşı’ndan önce.
Yol, taş duvarlar arasında akan Tuna’nın yanından
geçiyordu. “Mavi Tuna’ymış!” dedi Karabet. “Çamur akıyor
çamur!”
Pipo ustası Metzner, atölyenin kenarında, camlı bir bölmede
otururdu. Karabet’le kahve içtiler, konuştular uzun uzun.
“Artık mal getirme” dedi Metzner. “Gitmiyor pipolar.
Amerika’da bu taşın yalancısı çıkmış, düzinelerle pipo
çıkarıyorlarmış tornadan. Ah Herr Karabet, geçti o günler…
Babamın 1873 Dünya Sergi’sinde madalya alan pipo
modelini bilir misin? Sapın ucunda bir dünya. Üstü kartallı
armalarla süslü. Dünyanın üstünde yaprakların arasında bir
aslan yatıyor. Şimdi Franz onun küçük modelini işliyor.
Dünyayı kaldırdık, sade aslan kaldı.”
4
Savak: Değirmen suyunu veya bir barajın fazla suyunu akıtmak için
yapılan düzen
5 Sarka: Üstü sırma işlemeli, kadife ya da çuhadan yapılan kollu, kolsuz
kadın ceketi
Patal
7/15
Suzan Albek
Franz camlı bölmenin hemen yanında çalışıyordu. Şu aslanın
burnunu bir çıkarsa! Ustadan izin isteyecekti bir günlük.
Erika ile bağlara taze şarap içmeye gideceklerdi.
“Nerede o günler Herr Karabet! Babam derdi ki, şu taşın
geldiği memlekette evlerin kapıları altınla kaplı olmalı. Öyle
değerlidir bu taş.”
Ustası altın kapılardan söz ederken Franz başını uzattı. Aslan
başını çıkarmıştı. İzin istiyordu ertesi gün için.
Karebet her geldiğinde aynı şeyleri dinlerdi Metzner’den.
İmparator Franz Joseph komşu krallara her Noelde
denizköpüğü pipo hediye edermiş. Denizköpüğü nikotini
süzermiş çünkü. Metzner gözüyle görmüş birgün. İmparator
altı atlı arabasıyla Hofburg’a girerken elinde babasının
yaptığı pipoyu tutuyormuş. “Babamın zamanında bin lületaşı
işçisi varmış Viyana’da. Ben şimdi üç işçiyle çalışıyorum.
Onları da çıkarsam iyi olacak ama işsiz kalacaklar, işsizlik
var Viyana’da” dedi Metzner.
Karabet düşünceliydi. “Elimde biraz mal var. Tozlu.
Fabrikalara veririm. Bir işte kullanıyorlarmış” dedi. Çıktı.
Önünde, Franz bacağını sürükleyerek yürüyordu. Cihan
Savaşı’nda yaralanmıştı. O felaketten sağ çıkmıştı ya gene
neyse. Orada savaş, burada savaş derken, koca AvusturyaMacaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu çöküp
gitmişti. Franz’ın bir bacağı sakatlanmış ne olacak?
Yolun sonundaki pastacının önünde durdu Franz. “Altın
kapılar… O ülkenin kapıları altınsa kiliselerinin kubbeleri de
Patal
8/15
Suzan Albek
altınla kaplıdır, pırıl pırıl. Kadınları nasıl olur acaba? Karabet
gibi mi? daha güzeldirler… Kara gözlü, tombul…”
Pastacı dükkânında Erika önlüğünü çıkardı, sarı saçlarını
taradı, işaret etti Franz’a geliyorum diye.
*
Ahmet’in arkadaşı merak sarmıştı patala. Hacı Hüseyin
Efendi’den izin istedi Sepetçi’deki kuyuları görmek için. Bir
sabah golf pantolonlarını, arkası kemerli kumlu ceketlerini
giydiler. Bastonlarını, hasır şapkalarını aldılar, araba tutup
gittiler köye.
Kıraç tarlaların arasında ocak alanı oyuk oyuktu. Kuyuların
kimi göçmüş, taşla dolmuş. Yıkık duvarlar, eğri damlı
barakalar, paslı tenekeler, suyu incecik akan bir çeşme,
çamur.
Ustabaşı loş bir barakada oturuyordu. Konukları ayağa
kalkarak karşıladı. Kuyuları gezdirdi. Ya iç duvarlarına
oyulmuş basamaklardan ya da tahta iskelelerden iniyor
derine işçiler. Aşağıdan bir su sesi ve kazma vuruşları
duyuluyor. Patalı suyun içinden parça parça çıkarıyor işçiler.
Tenekelere dolduruyorlar. Tahta bir çıkrık çekiyor yukarı.
Taş ıslakken yumuşak. Ufalanıyor elde. Havaya çıkınca
sertleşiyor. Magnezyum silikat. Yarı yıkık bir barakada
çamuru temizleniyor, düzeltiliyor, sandıklara konuluyor.
Ahmet bakmadı kuyulara. Daha önce görmüştü. Akşamüzeri
bir tepenin üstüne çıktı, Haşim’den şiirler okudu batan
güneşe karşı.
Patal
9/15
Suzan Albek
Gece orada kaldılar. Akşam yemeğinden sonra işçiler geldi
barakaya. Konukları selâmlamaya, sert yüzlü Çerkez
delikanlıları, mavi gözlü göçmenler, Arnavutlar, ablak yüzlü
Tatarlar... Elleri, ayakları yara bere içinde, saçları tutam
tutam birbirine yapışmış. Dişleri dökük. Gene de nereden
geldiği bilinmeyen bir terbiyeleri var.
Kapı dibinden ustabaşına kadar dizildiler yaş sırasınca.
Yaşlıcaları çömeldiler, gençler ayakta durdular. Konuklar
kahve içti. Ustabaşı tütün tabakasını gezdirdi herkese, sonra
patalın öyküsünü anlattı. Kentten gelen her konuğa anlatırdı
aynı şeyi.
“Bir köstebek oymuş toprağı. Patal çıkmış yeryüzüne.
Oradan geçen bir çoban patalı çakısıyla düzeltmiş. Bir peri
kızı yapmış. Kız dile gelmiş, yaktın beni çoban! demiş, girmiş
deliğe kaybolmuş. Pîri insan değil de köstebek olduğu için
patalcılık hayretmezmiş sahibine.” “ Rivayet ya” diye ekledi
ustabaşı. İşçilerle İstanbullu konuk merakla dinlediler,
Ahmet kulak vermedi. Çok dinlemişti bu öyküyü. Çömelmiş
işçilerden biri sordu: “Bu taş nereye gider ki?”
Ahmet ilk kez ağzını açtı: “Viyana’ya.”
“O memleketin padişahı bu taştan yaptırırmış piposunu.
Zehirini emermiş bu taş tütünün” diye ekledi ustabaşı.
Ertesi gün yola çıkarlarken ustabaşı Ahmet’i çekti kenara:
“Hacı Efendi’ye selâm söyle, bir kez gelsin buraya” dedi.
“Kuyuların kerestesi eskidi, yenilemek gerek. Yarın
yanındaki kuyularda, su çağıltısı arttı göçük olur, çaresine
bakalım” dedi.
Patal
10/15
Suzan Albek
Ahmet sordu: “Ortağımız meşgul olmuyor mu?”
“Ortakla olmaz bu iş. Zaten Sarısu’da. Hiç görünmüyor
ortalıkta” diye yanıtladı Ustabaşı. “Unutma Hacı Efendi’ye
söylemeyi” diye tembih etti. Sonra İstanbullu konuğun
kucağına temizlenmiş koca bir patal parçası koydu.
Dönüşte Hacı babasına bir şey söylemedi Ahmet.
Üzülmesindi. Nasıl olsa yakında dönüyordu İstanbul’a. Elbet
bir haber getiren olurdu Sepetçi’den.
Sırma perdeli serin odada o akşam İstanbullu arkadaşı
Ahmede sordu:
― İçtimai6 meselelerle meşgul olur mu pederiniz?
― İçtimai meseleler mi?
Uzun uzun düşündü Ahmet.
― Gördüğümüz işçileri mi kastediyorsunuz? Onlar at
hırsızları, ipten kazıktan kurtulmuş adamlardır. Pek
yakınlaşmaya gelmez.
Sonra ekledi:
― Hacı babam dindar adamdır. Kitabımızın emrettiği gibi
fitresini, zekâtını verir.
Gerçekten dindar adamdı Hacı Hüseyin Efendi. Mevlevi’ydi.
Dört çocuğunun adını Mevlevihane şeyhi Hasan Efendi
koymuştu. Salıncaktaki bebeği kucağına alıp sabah ezanını
kulağına okuyarak.
Eskiden ayinlere katılırdı Hacı Hüseyin Efendi. Bir gün
Ankara’dan haber geldi. Tekkelerde ayin yapılmayacak diye.
6
Hacı Hüseyin Efendi “Madem Gazi Paşa’mız emretti, bir
düşündüğü vardır” dedi. Bir daha uğramadı tekkeye.
Kurşunlu Camiinin arkasındaki Mevlevihane’den ney sesleri
gelmez oldu geceleri.
Ahmet’le arkadaşı üç gün sonra körüklü bavula kitaplarını
doldurup döndüler İstanbul’a.
Güz geldi. Pembe, mor üstüne beyaz benekli kına çiçekleri
soldular. Toparlak, tüylü tohum kapçıklarını sıktılar çocuklar
vıjjjt diye. Tohumlar yüzlerine sıçradı.
Ümmühan Hanım’ın yazı Eskişehir’de geçiren dünürü Şerif
Hanım bir kere geldi oturmaya. Semaver kuruldu bahçeye,
Acem çayları pişirildi. Havaba akşama dek çörek, hamursuz
çekti. Şerif Hanım siyah sıkma başını açmadan oturdu. Durdu
durdu sigara sardı tabakasından. Ümmühan Hanım Emvali
Aşıkiyyun’dan bir şey okumadı. İlahi söylemediler
Yoğnis’den. Şerif Hanım İstanbullu olmuştu. Sevmiyordu
böyle şeyleri. Zaten hiçbir şeyi sevmezdi. Ümmühan Hanım
İstanbul’daki torunlarından haber sordu. “Pek çirkin küçük
kız” dedi Şerif Hanım. “Huyu da pek kötü. Taşlığa kendini
atıp atıp ağlıyor”.
Sonra ekledi:
― Zeyneti’ye benzer. Hiç kaşı kirpiği yok.
Zeyneti dolaşıyordu ortada. Gelinlik çağındaydı. Uzun boylu,
ince burunlu, renksizdi. Haççakırlar oğullarına ister gibi
olmuşlar, Hacı Efendi de verimkârdı ya, ses çıkmamıştı.
Haççakırların oğlu sonradan Bursalı ay gibi yüzlü, kara kaş
kara göz bir kız aldı. Gitmeden önce Şerif Hanım gelini çekti
bir köşeye:
İçtimai: Sosyal, toplumsal
Patal
11/15
Suzan Albek
Patal
12/15
Suzan Albek
― Hacı Efendi’nin vaziyetini pek iyi demiyorlar. Çok borcu
varmış. Ümmühan Hanım da paranın nereden geldiğini
bilmez.
Gelin yanıtladı usulca:
― Para Viyana’dan gelir hanım teyze.
― Öyle demedim. Pek eli açık, müsriftir Ümmühan.
İstanbul’a bir mide ameliyatına geldi, yirmişer lira dağıttı
hastabakıcılara. Ay ay ay… Yirmi lira… Bir memur maaşı.
Gelin sesini çıkarmadı.
― Pek de nazlanır Hacı Efendi’ye Ümmühan Hanım.
İstanbul’dan ipek çorap, ipek manto istetir durur. Hacı
Efendi de çıkamaz sözünden, yazar oğluna.
― Hanımannem şalvarla, örtmeyle çıkmaz dışarı da ondan,
dedi gelin.
Şerif Hanım tabakasını koydu çantasına, çıktı gitti.
O gün Hacı Hüseyin’in dünürü Halil İbrahim dükkâna
gelmişti. Hacı Hüseyin’in başında ateş yanıyordu.
Karabet’ten çoktandır haber çıkmıyordu. Yolladığı mallar
Haydarpaşa’daki depoda yığılıp kalmıştı. Sandıkların
üstünde “Hadji Hussein Efendi-Eskîchehir” yazısıyla.
Halil İbrahim açtı sözü:
― Bu patal işinden vazgeçsen iyi olacak. Pataldan kime
hayır gelmiş ki sana gelecek?
― İbrahim Efendi bilmez misin bizim Karabet söylerdi. Bu
taşın geldiği memlekette evlerin kapıları altın kaplı olmalı
derlermiş Viyana’da. Öyle kıymetli taş.
― Geçti o günler. Şimdi makineli işe bakacaksın. Ben
buradaki değirmeni yenileyeceğim. Önümüzdeki ay
Almanya’ya gidiyorum. Wiag’da otomatik elek çıkarmışlar.
Bir işçi dikiyormuşsun başına, yetiyormuş. Senin Ali Osman’ı
bırakacağım İstanbul’daki değirmenin başına. Doğrusu ya
çalışkan çocuk yetiştirmişsin.
Azıcık ferahladı Hacı Hüseyin:
― Büyük oğlana da çarşıda tiftik deposu açtık.
― Kolalı yakayla tiftik, yapak işi olmaz. Hem depoyu hiç
açık görmüyorum, dedi Halil İbrahim Efendi sertçe. Yanına
alsaydın. Babadan görme şekercilik işi iyiydi size.
Sonra kalktı gitti iki değirmen sahibi Halil İbrahim Efendi.
Ertesi gün Hacı Hüseyin Efendi altın kapısını kapadı usulca,
ağır ağır indi yokuşu. Odunpazarı’nda durmadı, doğru
oğlunun tiftik, yapak deposuna gitti. Depo kapalıydı. “Her
gün böyle” dedi, komşu tahılcı. “Okkalık rakı alıp Karabayır’a
bağa gidiyorlar. Köylüler sırtlarında yapağı çuvalıyla gelip
gelip dönüyorlar kapıdan.”
O akşam haber geldi Sepetçi köyünden. Yarın kenarındaki
dört ocağı su basmış, iki işçi kalmış içeride. Öteki kuyular da
göçtü göçecekmiş. İşçiler ne zamandır giremiyorlarmış
korkudan. Zaten ödenmemiş yevmiyeleri de epey birikmişti.
Hacı Hüseyin Efendi’nin nefes darlığı tuttu o günlerde.
Gençliğinde çok aygancı tütünü7 içmişti. Gidemedi
Sepetçi’deki ocaklara bakmaya. İki kez mektup yazdı Ali
Osman’a. Para istedi. Oğlu yolladı parayı. İşçilerin
yevmiyeleri ödenip kapandı ocaklar. Hacı Hüseyin içtimai
meselelerle uğraşmazdı ama hak yemezdi.
7
Patal
13/15
Suzan Albek
Aygancı Tütünü: Fransız rejimi zamanında kaçak köylü tütünü
Patal
14/15
Suzan Albek
Çok geçmedi, mektup geldi Karabit’ten. Artık denizköpüğü
istemiyorlardı. Metzner’in pipo atölyesi kapanmış.
*
On beş gündür sakat bacağını sürükleyerek sokaklarda
dolaşıyordu Franz. İş arıyordu. Erika’nın çalıştığı pastacı da
kapanmış, sahibi köye dönmüştü. Ne olacaktı pastacı
dükkânı? Savaş öncesi yıllarının beyaz Macaristan unu yoktu
ki artık. Hem kenar mahallelerin işsizleri ekmeği zor
alıyorlardı. Ne yapacaklardı pastayı. Viyana’da işsizlik vardı.
Franz her akşam elinde şapkasıyla dikiliyordu operanın
karşısına. Operanın kristal avizelerinin ışıkları dökülüyordu
sokağa. Savaş sonrasından beri “Şen dul” oynanıyordu.
Patal
15/15
Suzan Albek

Benzer belgeler