Sayı 10 - TüvTürk

Transkript

Sayı 10 - TüvTürk
KARİYER Doktorlara tercüman olan mühendİsler
04
05
06
2014
Hayat
Krallara yaraşır
düğünler
Otomobil
Schumacher
bunu da kazanacak
Spor
Brezilya hazır…
Ya siz?
English Summary
of Contents
Sokağa atılan
geçmişin izinde
Kurumsal vatandaş olarak
sorumluluğumuz büyük
TÜVTÜRK ailesinin değerli üyeleri ve saygıdeğer TÜVTÜRK dostları,
Son yıllarda artık çok daha sık duyduğumuz “Sürdürülebilirlik” kavramının özünü,
üretkenliğin ve kalkınmanın devamlılığını sağlayabilmek için mevcut ve potansiyel
kaynakların en etkili şekilde değerlendirilmesi hedefi oluşturur. Sürdürülebilirlik kavramı
çerçevesinde gerçekleştirilen uygulama ve faaliyetler, tüm kurumlar gibi, bizlerin de
üzerinde hassasiyetle durduğumuz bir mevzu. Bu nedenledir ki, geride bıraktığımız yılın
Kasım ayında yayınladığımız “Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetişim” politikamızı son
derece önemsiyoruz. Zira politikamızdaki kriterler ekseninde, kurumsal vatandaş algımızı
pekiştirdiğimize inanıyoruz. Bu nedenle her türlü iş akışımızı ve planlarımızı, kriterlerimiz
doğrultusunda tekrar değerlendirerek kurumumuza, hissedarlarımıza, hatta ülkemize katma
değer sağlayabilmek, bizler için önümüzdeki günlerin en önemli konularından biri olacak.
Sürdürülebilirlik alanında yürütülen çalışmalara örnek olması açısından, bir süre önce
Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın aldığı iki ayrı karar,
hem trafikte güvenlik hem de daha temiz bir çevre konularında geleceğe umutla bakmamıza
vesile oldu.
Karayolları Trafik Yönetmeliğinde yapılan değişiklikle, ikinci el araçların satışında
muayene şartı getirildi. Yollarımızda muayenesi tamamlanmış, dolayısıyla tüm kusurları
giderilmiş araçların seyretmesinin kazaların, dolayısıyla da can ve mal kayıplarının önüne
geçilmesinde önemli bir rol oynayacağı kanaatindeyiz.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yeni Egzoz Gazı Emisyon Ölçüm Yönetmeliği’nin ölçüm
hizmetlerine yeni standartlar getirmesi, bugünü olduğu kadar, geleceği de etkileyecek bir
durum. Çünkü daha temiz bir çevre, bizleri olduğu gibi bizden sonraki nesilleri de etkileyecek
bir unsur. Nerede yaşarsak yaşayalım, hangi işi yapıyor olursak olalım, geleceğe bırakacağımız
en büyük miras yaşanılabilir bir dünya olacak kuşkusuz. Kızılderililerin tanımlamasıyla
“babamızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldığımız bu dünya”, hem kurum hem
de birey olarak hepimizin sorumluluğunda. İşte tam da bu nedenle, kurak geçen kış aylarını
da göz önünde bulundurarak, su ve elektrik gibi yaşamımızın olmazsa olmazı haline gelen
kaynakları en verimli şekilde kullanmak hepimizin görevi…
Nerede yaşarsak
yaşayalım, hangi
işi yapıyor olursak
olalım, geleceğe
bırakacağımız en büyük
miras yaşanılabilir
bir dünya olacak
kuşkusuZ.
Son olarak, bahar aylarının en güzel günlerini geçiriyoruz. Güzel havayı solumak, farklı
yerleri keşfetmek amacıyla birçok motosiklet kullanıcısının yola çıkacağı aşikâr. Tüm
motosiklet tutkunlarını, yolda olmanın keyfini sekteye uğratmamaları amacıyla gerekli
güvenlik önlemlerini almaya davet ediyorum. Her ne kadar kullanıldığı kilometreye, park
edildiği ortamın nem ve ışık koşullarına bağlı olarak değişmekle birlikte, lastiklerin genel
olarak en az iki yılda bir defa değiştirilmesi gerektiğini ve motosiklet muayenelerinin
zamanında yaptırılmasının önemini unutmamalarını, kendilerinden rica ediyorum.
Saygılarımla...
KEMAL ÖREN
TÜVTÜRK Genel Müdürü
İSTASYON
3
32 Otomobil
20
Söyleşi
36
Spor
İçindekiler
NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2014
06 Haberler
Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan
haberler...
10 Hayat
Eski bir kartpostal, film afişi, köprü
bileti ya da lambanın peşinden
koşanlar, sokağa atılan ya da terk
edilen eşyalara yeni bir değer
katıyor.
16 KARİYER
Biyomedikal mühendisliği, tıp
doktorlarıyla mühendislerin işbirliği
sonucunda medikal problemlere
çözümler üreten bir disiplin.
4
İSTASYON
20 SÖYLEŞİ
Tardu Flordun, bir koltuğuna
sahneyi, diğerine perdeyi almış, dur
durak bilmiyor. Oyunu sahnede,
filmi perdedeyken kendisiyle
buluştuk, hayatında yarım kalanları
ve kalmayanları konuştuk.
24 Tarİhten Sayfalar
40 Gün, 40 Gece… 14. Louis’den
padişah kızlarına, Kraliçe Victoria’dan
günümüze kraliyet düğünleri her
daim ilgi çeken toplumsal bir vaka
olarak çıktı karşımıza. İşte sadece
gerçekleştiği döneme değil, tarihe de
damgasını vuran düğünler...
32 OTOMOBİL
Ezeli rakipleri tarafından bile saygı
gören ve bir efsane olarak gösterilen
Michael Schumacher, hayatının en
zorlu yarışında, bu defa Azrail’i mağlup
etmek istiyor. İşi zor gibi görünse de
mevzu bahis olan onlarca zorluktan
galibiyetle çıkan Schumacher.
36 Spor
Futbolla yaşayıp, futbolla yatanların
ülkesi Brezilya, tarihinde ikinci
kez Dünya Kupası’na ev sahipliği
yapacak. Organizasyon büyük,
takımlar ise heyecan verici. Peki, siz
bu karnavala hazır mısınız?
24
Tarihten
42 YEMEK
Her ne kadar kış mevsiminde bile
tezgâhlarda kendine yer bulsa da
baharın ve yazın habercisi çilek,
kısacık ömrüne rağmen hayatımızı
renklendiren bir meyve. Vücuda
sağladığı faydalar da cabası...
46 Sağlık
Medical Park Samsun Hastanesi
Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Ramis
Çolak, son yıllarda gündemimize daha
fazla giren hipotiroit hastalığıyla ilgili
sorularımızı yanıtladı. Çolak, özellikle
hamilelerin çok dikkatli olması
gerektiğini belirtiyor.
42
Yemek
48 Uzman Gözüyle
Okul ya da işyeri servislerinin
muayenesi hakkında her şey...
52 OYUN
Konsol ve mobil oyunlarda son
trendler...
54 Popüler Kültür
Sinema, müzik, televizyon…
58 TÜVTÜRK
Şirket haberleri, organizasyonlar,
projeler…
62 English Summary
İmtiyaz Sahibi
TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım
ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören
Yönetim Yeri
Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18
Maslak-Şişli-İSTANBUL
Yayın Yönetmeni Sema Uludağ
Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan
(Sorumlu Müdür)
Görsel Yönetmen Erhan Teksöz
Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve
Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris
Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul
Tel: 0212 304 00 00 (Santral)
Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi
Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzüİstanbul Tel: 0212 422 76 00
Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK
Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır,
parayla satılmaz. [email protected]
İSTASYON
5
HABERLER / Hazırlayan Resul Buksur
Kıyametİ bunlar
koparacak
Çikolata
yiyemeyecek
miyiz?
Dünyanın akıbeti, biliminsanlarının da gündeminde. Yapılan araştırmalar
sonucunda dokuz unsurun dünyanın sonunu getirebileceği iddia ediliyor.
n Londra’da bir araya gelen gıda
sektörünün önemli temsilcileri,
birçok kişinin tabiri caiz ise karalar
bağlamasına neden olacak bir
sonuca vardılar. Temsilcilere
göre, çok değil altı yıl sonra, 2020
yılında çikolatanın hammaddesi
kakaoda kıtlık yaşanacak. Bu da
üretimi ciddi şekilde etkileyecek.
Bu tezden yola çıkan temsilciler,
çikolatada kullanılan kakao
miktarını azaltıp fındık, badem ya
da meyve oranlarını artırmanın
bir önlem olabileceği sonucuna
vardılar. Bu bir çözüm elbette, ama
çikolatanın damakta bıraktığı tadı
ve kokuyu önemseyenlere göre
olmadığı da kesin. Gerçek çikolata
lezzeti arayanlar ne mi yapacaklar?
Marketlerin lüks ürünler satan
reyonlarında dolaşacaklar.
Zira iyi bir çikolata yemek için
cüzdanımızdan çok daha fazla para
çıkarmamız gerekecek.
n Dünyanın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması, birçok filmde, edebi eserde konu edildi
bugüne kadar. Gerçek ya da fantastik karakterlerin dünyayla ilgili kötü emellerine ulaşması, bir
ya da birkaç kahraman tarafından engellendi ve çoğu zaman mutlu sona ulaşıldı. Bunları izleyen /
okuyan bizler içinse, televizyonun düğmesine bastığımızda veya kitabın kapağını kapattığımızda,
her şey normal haline döndü. Oysa dünyanın geleceğiyle ilgili zihin yoran biliminsanları ve
araştırmacılar, sorunun bu kadar kolay çözümlenemeyeceğine dikkat çekiyorlar. www.livescience.
com sitesinde yayınlanan bir habere göre bu konuyla ilgili çalışma yapanlar, dünyanın sonunu
getirecek dokuz temel unsuru belirlediler. Bunlardan ilki küresel ısınma ki, biliminsanlarına
göre en korkunç senaryo bu, çünkü küresel ısınma beraberinde kıtlık, kuraklık ve ekosistemin
çöküşünü getirecek. İkinci unsur, bilimkurgu filmlerinden aşina olduğumuz göktaşlarının dünyaya
çarpması. Üçüncüsü tüm dünyaya yayılacak salgın hastalıklar. Global salgınların yanı sıra
laboratuvardan sızan hastalıklardan veya ölümcül olabilecek mantar hastalıklarından da endişe
duyuluyor olsa gerek ki, bunlar kıyameti koparacak dördüncü ve beşinci unsur olarak karşımıza
çıkıyor. Endişe verici altıncı madde olarak karşımıza çıkansa tabii nükleer savaşlar. Nükleer ve
biyolojik silahlar, insanlığın
sonunu getirebilecek kadar
tehlikeli, ama en az onlar
kadar tehlikeli olan bir diğer
unsursa robotlar. Yapay
zekânın insan zekâsıyla
boy ölçüşebilecek duruma
gelmesi, dahası bunların kötü
amaçlar için kullanılabileceği
ihtimalinin olması, gerçekten
endişe verici. Dünyayı tehdit
eden sekizinci unsur olan
nüfus patlamasıyla ilgili
görüşlerse muhtelif; zira
bazıları yoğun nüfusun
dünyanın sonunu getireceğini
savunurken, bazıları da bu
sorun nedeniyle ortaya çıkacak
olumsuz sonuçların olumlu
etkilere dönüştürülebileceğini
iddia ediyor. Gelelim
dokuzuncu ve son unsura.
Sıraladığımız sekiz unsurdan
bir ya da birkaçının ortaya çıkmasının kartopu etkisi yaratacağını, dolayısıyla birinin ortaya
çıkmasının diğerlerini tetikleyebileceğini savunanların sayısı hiç de az değil.
Dayan dünya, az kaldı
Bununla birlikte evrensel kütle çekimi ve hareketin üç kanununu ortaya koyan, ilk yansıtmalı
teleskobu geliştiren ve renk kuramını oluşturan, günümüzde bilim çevresi tarafından tarihin en
etkili insanlarından biri kabul edilen Isaac Newton’un yayınlanan son mektubu, kıyametin 2060
yılında kopacağını iddia ediyor. Yani Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kuruluşundan tam 1260
yıl sonra. Standart.co.uk sitesinde yayınlanan habere göre, Newton’un bu öngörüsü, sayısal
verilerden ziyade, onun manevi inancına dayanıyor. 1704’ten günümüze ulaşan mektup halen
İsrail Ulusal Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor.
6
İSTASYON
Sandığımızdan uzun
yaşıyorlarmış
n Bazı canlılar, insanda son derece net duygular
yaratırlar; ya sevilir ya da nefret edilirler. Büyük beyaz
köpekbalıkları, bu duruma verilebilecek en iyi örnek.
Binlerce ve belki de milyonlarca kişinin adından korku ve
nefretle bahsettiği köpekbalıklarıyla ilgili bir gerçek daha
ortaya çıkarıldı. Uzmanlar, yeni bir yöntem aracılığıyla
doku örneklerine bakarak denizlerin en ürpertici
canlısının sanıldığından çok daha uzun yaşadığını ortaya
çıkardı. Biliminsanları, bugüne kadar köpekbalıklarının
kaç yaşında olduğunu, omurga dokusundaki büyüme
halkalarını sayarak belirlemeye çalışıyorlardı.
Ancak köpekbalıklarının iskeleti sadece kıkırdaktan
oluştuğundan, bu halkaların mikroskop altında dahi
ayrımının yapılması kolay değil. ABD’de MIT ile Woods
Hole Okyanusbilim Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttüğü
projede ise Li Ling Hamady ve ekibi, yaş tespitini
yaparken büyüme halkalarındaki belli bir radyoaktif
değere baktılar. İnceledikleri izotop, 1950 ve 1960’lı
yıllarda atmosferde yapılan nükleer denemeler sonucu
oluşan radyoaktif serpintiye dayanıyordu. Serpintinin
okyanusta yaşayan deniz canlılarının dokusuna işlediğini
vurgulayan uzmanlar, bu verilere bakarak büyüme
halkalarını daha iyi ölçebildiklerini ve dolayısıyla
köpekbalıklarının yaşını tespit edebildiklerini söylüyorlar.
Bu çalışmadan önce erkek büyük beyaz köpekbalıklarının
ortalama 20 yıl yaşadığı düşünülüyordu, yeni çalışmaysa
çok daha uzun ömürlü olduklarını ortaya çıkardı.
Fareler de
empati kurar
n Bilimle uğraşan birçok kişi,
empatinin insana özgü olduğunu
düşünse de yapılan kimi araştırmalar,
bunun aksini savunuyor. Bugüne
kadar, bir şempanze türü olan
bonoboların empati kurabildiğine
dair bilgiler mevcuttu. Ancak
Amerika’daki Chicago Üniversitesi’nde
yapılan ve sonuçları sciencemag.
org sitesinde yayınlanan bir
araştırmaya göre, hayvanlar
aleminde empati kurabilen tek tür,
bonobolar değil. Peggy Mason’un
liderliğinde çalışan araştırmacılar,
uzun süreli incelemelerin ardından
farelerin de bu duyguyu taşıdıklarına
kanaat getirdiler. Bu savı nasıl
oluşturduklarına gelince... Mason ve
ekibi, uzun bir çalışmanın ardından
bir grup laboratuvar faresine, kafes
kapağını nasıl açabileceğini öğretti.
Kafeslerin kapısını açmayı öğrenen
fareler, kafese konan türdeşlerini
gördüklerinde onları serbest
bırakabileceklerdi. Genelde farelerle
yapılan deneylerde ödül ve ceza
yöntemiyle farelere bir şeyler öğretilir
ve ne kadar öğrenebildikleri ölçülür.
Bu deneyse ödül-ceza yöntemini
kullanmayan araştırmacılar,
kafesteki farelerin özgürlüğüne
kavuşup kavuşmamasını, eğitimli
olanların inisiyatifine bıraktı. Ve
fareler, kafestekilerini her seferinde
özgürlüğüne kavuşturdu. Üstelik
kendilerine sunulan nefis yemekleri
onlarla paylaşmayı göze alarak. Bu
deneyden yola çıkarak, “fareler,
empati duygusu yüksek, vicdan sahibi
hayvanlardır” demek pek mümkün
değil elbette. Ama fareler bile hiçbir
çıkarı olmaksızın zor durumdaki
türdeşlerine yardım ediyorsa, insan
bunu neden yapmasın ki…
İNSAN
attan hızlı koşar
n İnsanoğlu, yüzyıllardır doğaya ve doğadaki tüm canlılara üstün gelme
mücadelesi verdi. Ancak söz konusu hayvanlar olduğunda, kas gücü kimi zaman
işe yaramadı. Fakat İngiltere’nin Galler bölgesinde, 1980’den bu yana düzenlenen
Man vs. Horse adlı maraton, bunun tersini iddia ediyor. Her şey 1979’da, Galler’de
yaşayan Gordon Green’in savıyla başladı. Green’in, insanların atlardan daha hızlı
koşabileceğini söylemesi, iddianın doğmasına yol açtı. Bir yıl sonra düzenlenen
maratonda ve ardından gelen 24 yıl boyunca, ipi hep atlar göğüsledi. Ancak
2004’te, Huw Lobb’un birincilik kürsüsüne çıkması, üç yıl sonra da Florian
Holzinger’in aynı başarıyı elde etmesi, gözlerin bu yarışa çevrilmesini sağladı.
Harvard Üniversitesi’nden Antropolog Daniel Lieberman ve Utah Üniversitesi’nden
Biyolog Dennis Bramble’nin çalışmaları, insanın, atlardan daha hızlı koşmasında
şaşırılacak bir durumun olmadığını gözler önüne seriyor aslında. İkilinin, 2004’te
yayınlanan araştırmasında, insanların bacaklarının yay gibi sıçramayı sağlayan
lifler, bağlar ve kirişlerden oluştuğu belirtiliyordu. Dahası da var: Köpekler 10-15
dakika boyunca rahatlıkla koşabilirken, saniyede 3,8 metre hıza ulaşabiliyorlar.
Atlar saniyede 5,8 metre, antiloplar ise 5,1 metre hızla yol alabiliyorlar. İnsanlarsa
saniyede 6,5 metre hıza ulaşabiliyor ki, bu da sıraladığımız hayvanlardan çok daha
hızlı olduklarını ortaya çıkarıyor. Hal böyleyken, Man vs. Horse yarışında neden
24 yıl boyunca atların kazandığına gelince… Bunun bir değil, birkaç nedeni var:
Öncelikle, profesyonel koşucular bu yarışmaya itibar etmiyor. Diğer bir neden de
nemli bir bölgede gerçekleştiği için ısı-stres sorunu ortaya çıkıyor. Bu sorundan
etkilenmeyen atlar, insanları arka sıralarda bırakıyor.
Ters etki
n Sürekli ölümü düşünerek yaşayabilir mi insan? Bu pek mümkün
görünmüyor. “Terror Management Theory / Terör Yönetme Teorisi” adını
taşıyan, birçok psikolog tarafından da kabul edilen teze göre, insan zihni
ölümle ilgili düşünceleri yok sayıyor. Hem de bilinçli olarak... Ancak ABD’deki
Missouri Üniversitesi’nde görev yapan Kenneth Vail, bunun tam da böyle
olmadığını, ölüm düşüncesinin insanlarda olumlu davranış biçimleri yarattığını savunuyor. Son yıllarda bu konuyla
ilgili birçok çalışma yapıldığını belirten Vail, bir gün ölümü tadacağını düşünen insanların motivasyonlarının çok
yüksek olduğu, hayata çok daha sıkı sarıldığı iddiasında bulunuyor. Kennet Vail, ölüm düşüncesinin insanları daha
sağlıklı yaşamaya motive ettiğinin ve empati özelliklerini geliştirdiğinin de altını çiziyor.
İSTASYON
7
HABERLER
Nokia’nın
da artık
Android’İ var!
Asistanınız kulağınızda
INTEL JARVIS
n İşlemci üreticisi
Intel, CES’te (Tüketici
Elektronikleri Fuarı)
giyilebilir teknolojiler
konusundaki yenilikleriyle
dikkat çekti. Şirketin Jarvis
adını verdiği yeni ürünü,
tek bir kulağa takılan
ve sesle kontrol edilebilen kişisel bir asistan. Bu sayede
kullanıcı, sadece konuşarak mesajlarını kontrol edip takvimini
güncelleyebiliyor. Yeni ürün dışında Intel, kablosuz şarj cihazı
görevini görecek bir prototip tanıttı. Kâse şeklindeki cihaz,
aynı anda birden fazla ürünü şarj edebilecek.
Ailenin en güçlüsü
n Mozilla’nın uzun süredir gündemde olan yeni işletim
sistemi Firefox OS ile çalışan akıllı telefonlar, teknoloji
tutkunlarının beğenisine sunuldu. One Touch Fire ailesinde
S, E ve C olmak üzere üç model çıkaran Alcatel, Firefox
OS’li Fire 7 adındaki tableti duyurdu. Ailenin en güçlüsü
Fires S, 540x960 piksel çözünürlüklü 4.5 inçlik LCD erkana
sahip ve dört çekirdekli 1.2 GHz işlemci kullanıyor. Ön
yüzünde 2 MP,
arka yüzünde
ise 8 MP kamera
bulunan yeni
akıllı telefonun
ve işletim
sisteminin
sektöre farklı bir
soluk getirmesi
bekleniyor.
Çift ekran keyfi
n Çift ekranlı telefonlar ilginç kullanım alanları
yaratabilir. Rus firması Yota Devices’ın geliştirdiği
YotaPhone, önde full HD çözünürlük sunan ekranın yanı
sıra arkada e-ink (e-mürekkep) teknolojisi bulunan 4.7
inçlik ikinci bir ekrana sahip. Üreticiler bu yeni tasarım
sayesinde, kısa mesaj yollama ya da
telefon araması gibi basit işlerin, e-ink
ekrandan yapılarak telefonunun
pil ömrüne önemli bir
katkı sağlanacağını
söylüyor. Ya da önde
oyun oynarken arkada,
gözleri yormayan e-ink
ekranda, pil kaygısı olmadan
saatlerce kitap okuyabilirsiniz.
8
İSTASYON
NOKIA X VE ANDROID’LER
Kesintisiz üç saat
SONY HMZ-T3W
Eğrİ ama akıllı LG G FLEX
Dünyanın ilk kavisli tasarım telefonu G Flex, LG’nin teknoloji
dünyasına sunduğu en son yenilik.
n Bir süredir konuşulan dünyanın ilk eğri ekranlı akıllı telefonu LG G Flex, piyasaya çıktı. Geçen yıl
G2 modeliyle dikkatleri üzerine çeken LG Electronics, bu yıl da G Flex ile gazdan ayağını çekmiyor.
Ekranların dokunmatik olmasından bu yana akıllı telefonlar çok büyük değişimler geçirse de
klasik blok yapısı pek değişmiş sayılmaz. Hatta artık ön tarafta sadece ekrandan oluşan telefonlar
birbirinin tekrarı tasarımlarla piyasaya çıkıyordu. Bu konuda harekete geçen LG, kullanıcılarla
yaptığı anketlerin sonucunda, ikinci ve farklı bir tasarımla daha adından söz ettirecek. LG G Flex
adındaki yeni akıllı telefon, Türkiye pazarında 2 bin 599 TL fiyatla satışa çıktı bile. Dünyanın ilk
kavisli tasarım telefonu G Flex’in ekranı 1280 x 720 piksel çözünürlüğe sahip ve 6 inç büyüklüğünde.
Kavisli tasarımın en önemli artısı, konuşurken telefonun yüzünüze uyum sağlaması ve ergonomik
kullanımı... Yatay durumda film izlemek ya da oyun oynamak için iç bükey yüzey farklı bir deneyim
sunuyor. Ayrıca uygun açıyla panoramik bir izleme sağlıyor. Telefonda gerçek RGB renkler sağlayan
P-OLED ekran kullanılmış. Böylece kullanıcılar film, video ve oyunlarda daha canlı, net ve gerçekçi
görüntüye ulaşabiliyor. G Flex sadece 177 gram ağırlığında ve 2.26 GHz’lik dört çekirdekli Qualcomm
Snapdragon 800 işlemciyle çalışıyor. Ön yüzünde 2.1 MP kamera, arka kısmındaysa 13 MP’lik bir
kamera yer alıyor. Telefonun kendi kendini onaran arka kapağı, günlük kullanımdan kaynaklanan
çizilmeleri engellerken daha temiz ve yeni bir görünümü sürekli hale getiriyor.
Suya da dayanıklı, toza da
CATERPILLAR B100
n Geçtiğimiz yıllarda zorlu koşullara karşı dayanıklılığıyla dikkat
çeken Cat B15 modelini çıkaran Caterpillar, B100 adlı yeni ürününü
tanıttı. Firmanın kendi geliştirdiği özel işletim sistemiyle çalışan Cat
B100, 240x320 piksel çözünürlüklü 2,2 inç ekran kullanıyor. 123 x 56
x 17,5 mm boyutlarındaki yeni telefonun ağırlığı, 136 gram. 3 MP’lik
kameraya sahip ürünün 32 GB depolama alanı var. Özellikler zayıf
olsa da yeni modelin en kritik tek yanı toza karşı tamamen dayanıklı
olması ve su altında üç metreye kadar sorunsuz çalışabilmesi.
n Sony, giyilebilir üç boyutlu ekran
modeli T serisini yeniledi. HMZ-T3W,
20 metre uzaktan 750 inç ekran
izliyormuş hissi sağlıyor. Geliştirilmiş
3D desteğiyle her an, her yerde üç
boyutlu oyun ve sinema keyfi almanız
mümkün. Kablosuz HDMI desteğiyle
hareket kabiliyeti iyice artan ürün 7.1
surround ses desteği sağlıyor. Pili ise 3
saate kadar izleme kapasitesine sahip.
Daha büyük
ve daha ağır
n Galaxy S serisinin beşinci nesli olan
Galaxy S5, Mobil Dünya Kongresi
etkinliklerinde tanıtıldı. Yeni cihaz
145 gram ve bir önceki modele göre
daha büyük ve ağır. Ekran 5 inçten
5.1 inçe yükselmiş ve 1080x1920
piksel çözünürlük destekliyor. Dört
çekirdekli 2.5 GHz’lik işlemciyle 2 GB
RAM’e sahip Galaxy S5’de, 16 ve 32
GB depolama seçenekleri bulunuyor.
IP67 sertifikası sayesinde, bünyesinde
toza ve suya dayanıklılık standartlarını
barındırıyor. Parmak
İzi Tarayıcı özelliği var.
Ayrıca sağlıklı yaşam
için geliştirilmiş fitness
özellikleri, gelişmiş
kamera işlevleri,
hızlı ağ bağlantısı ve
gelişmiş cihaz koruma
özellikleri öne çıkıyor.
16 megapiksel kamerası
ve 0,3 saniyeye kadar
netleme hızıyla bu
alanda dünyanın
en hızlısı olduğu
belirtiliyor.
n Ve sonunda Nokia da Android rüzgârına dayanamadı.
Nokia, inanılmaz ucuz fiyata satılacak Asha 220 ve Asha 230
tanıtımlarının yanı sıra asıl ilgiyi Nokia X, Nokia X+ ve Nokia
XL adındaki yeni Androidli modelleriyle çekti. Şirket her ne
kadar Android işletim sistemini kullansa da Windows Phone’a
benzer bir arayüz geliştirerek müşteri deneyimlerini korumak
istemiş. Windows gibi görünen Android arayüzü gerçekten
ilgi çekici. Google Drive, Gmail, Google Maps gibi uygulamalar
doğrudan yüklü gelmiyor. Yeni cihazların önemli bir farklılığı
da, kullanıcıların Google Play’den değil, Nokia’nın kendi Android
mağazasından indirebilecek olmaları. Android serisinin en güçlü
üyesi X, 128,7 gram ağırlığa; 480 x 800 piksel çözünürlüklü 4
inçlik IPS ekrana sahip. Çift çekirdekli 1 GHz’lik işlemci yanında
512 MB RAM ve 4 GB dâhili depolama alanı bulunuyor. Çift SIM
destekli olan modelde, 3 MP kamera ve 1.500 mAh batarya yer
alıyor. Ürünün 125 Dolar’dan piyasaya çıkması bekleniyor.
Ses ve görüntüye tam not
BANG & OLUFSEN BEOLAB 19
n Müzik sistemleri uzmanı Bang & Olufsen, kablosuz seste yeni
dönemin öncüsü kabul edilen BeoLab 17, 18 ve 19’un Türkiye’deki
satışlarını başlattı. Bulunduğu ortamda etkileyici bir ses sağlayan
BeoLab serisi, WiSA teknolojisiyle donatıldı. Serinin en yeni üyesi
BeaLab 19 ise alışılagelmiş subwoofer görünümüne farklı bir soluk
getiriyor. Dodecahedron olarak adlandırılan 12 yüzlü tasarıma sahip
olan ürün, yuvarlatılmış hatlı alüminyumla, dikkatleri üzerine topluyor.
Türkiye satış fiyatları ise sırasıyla 1900, 3 bin 50 ve 3 bin 440 Euro.
Bir saatten
daha fazlası
CASIO STB-1000
n Yeni ürününü CES 2014 etkinliğinde
tanıtan önde gelen saat firması Casio,
anlaşılan o ki, teknoloji dünyasında bu
yılı boş geçirmeyecek. STB-1000 adlı
yeni ürün, 100 metre derinliğe kadar su
geçirmeme özelliğine sahip. iOS 7 işletim
sistemli cihazları destekleyen akıllı saat
üzerinden çağrılar görmek ve müzik
çaları kontrol etmek mümkün. 55 gram
ağırlığındaki saatle mesafe/hız/nabız
gibi bilgilerinizi takip edebiliyorsunuz.
İSTASYON
9
HAYAT
Mezat
Sokağa
atılan
geçmişin
izinde
Eski bir kartpostal,
film afişi, köprü
bileti ya da lambanın
peşinden koşanlar,
terk edilmiş eşyalara
yeni bir
değer katıyor.
10
İSTASYON
Depolarda toplanan eski fotoğraflar, mezatlarda satışa çıkarılmadan önce dikkatle inceleniyor.
Masaya yığılan dosyalardan çıkacak fotoğrafların tasnif edilmesi, koleksiyoncuların en keyif aldığı işlerden...
İSTASYON
11
HAYAT
Yazı: Amed Gökçen Fotoğraflar: Dinçer Dinç
O
rlando Calumeno, 1985 yılının Mayıs ayında, Beyazıt Meydanı’nda kurulan antika pazarındaki
tezgâhların birinden Sultanahmet Meydanı’nı
gösteren bir kartpostal satın aldı. Henüz 16 yaşındayken aldığı kartın arkasında yazılanlar Calumeno’nun
hayatını hiç planlamadığı bir yola doğru sürükleyecekti.
“Kartın önünde ve arkasında aşina olduğum ama anlamadığım bir yazı vardı. Eve gelince ilk iş olarak anneme
gösterdim. Annem karttaki yazıyı okur okumaz ağlamaya
başlayınca, kartın arkasında yazılanların o kadar da basit
olmadığını anladım. Sonraki günlerde o karta benzer binlerce kart aldım ve hepsinde annem vardı.”
Şimdilerde 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı Osmanlı dönemine ait, dünya çapında hatırı sayılır bir görsel, belge ve obje arşivine sahip olan Calumeno’nun aldığı
kartpostal, İstanbul’da ikâmet eden bir kadın tarafından,
Bursa’da yaşayan, yeni anne olmuş kız kardeşine yollanmıştı. “Sen de artık anne oldun, bebeğine süt verirken
göğsün çatlamasın diye yazdığım bu tarifi uygula,” diye
başlayan kartpostaldaki satırlar Bursa’ya ulaşmış, yıllar
sonra bir şekilde İstanbul’da, bir eskici tezgâhında satışa
sunulmuş ve onu satın alan koleksiyoncunun annesine kim
bilir neleri hatırlatmıştı...
Sokağa atılan, terk edilmiş geçmiş üzerine kurulan
mezatlar, bitmiş bir aşkın fotoğrafları, hatırlanmak istenmeyen anılar, evde yapılan bir temizlik sırasında gözden
çıkarılan bir obje, paslanmış veya bozulmuş metal eşyalar,
mektuplar, gazeteler, su veya otel faturaları, kibrit kutuları, kırılmış veya çatlamış tabaklar, haritalar, tarihi geçmiş
ama açılmamış gıda maddeleri gibi, sokağa atıldığı andan
itibaren başka bir hayatın parçası olan eşyalara yepyeni
bir anlam katıyor.
12
İSTASYON
Çöpten çıkarılmış, 15–20 yıl önce üretilmiş bir pudra
kutusu, siz daha yenisini almadan bir emekli öğretmenin
veya öğrencinin koleksiyonundaki yerini alabilir. Böylece
zamanın bir yerinde hareketsiz duran eşyalarla birlikte,
geçmişin kendisi de yeniden organize edilir.
Orlando Calumeno gibi birçok koleksiyoncu görmediği,
bilmediği, tanımadığı kişilerin hayat hikâyelerinden etkilendiği veya onların yaşadıklarına kendince yeni bir anlam
yüklediği için her hafta birçok mezat ve müzayedeyi izliyor.
Koleksiyoncuları bu mezatlara yönelten bir başka etken
de, hayatlarının bir dönemiyle bağlantı kurdukları nesnelere ulaşma isteği. Bu nedenle koleksiyoncunun doğduğu
veya büyüdüğü şehre ait objeler, kartlar ve mektuplar sıradan bir belge olarak algılanmıyor. Mezat takipçilerinin
büyük bir bölümü sıradan bir objeyi değil, kendi geçmişine
ait anıları topluyor.
Koleksiyoncu İrfan Karaçay, “Tesadüfen rastladığım
bir mezatta çocukken bindiğim ilk bisikletin maketinin
satıldığını gördüm ve hemen aldım. Sonraki hafta bisiklet
kullanan çocuk fotoğraflarını almak için yine mezattaydım,” diyor ve ekliyor: “Bir süre sonra farklı bisiklet maketleri ve objeleri de almaya başlayınca artık toplayıcılığın
sadece basit bir çocukluk anısı olmaktan çıktığını anladım.
Çok geçmeden tüm duygusallığımdan sıyrılıp bunların bir
kısmını satmaya da başladım.”
İrfan Karaçay gibi birçok koleksiyoncu, toplayıcılığın
esas duygusunu yitirdiklerinde, bu mezatlarda satıcı olarak
da yer alıyor. “İlk topladığı ürünle ilgilenmeye devam eden
koleksiyoncu bulmak oldukça zor. Her toplayıcı bir süre
sonra bu işe ne için başladığını unutur. Çünkü zamanla, bu
mezatlarda ne aradığını bulur. Bulduktan sonra da o ana
kadar topladıklarını satıp asıl istediklerini almak ister ve
Haftanın belirli günleri, İstanbul’un çeşitli semtlerinde kurulan mezatlarda, kısa sürede birbiriyle ilgisi olmayan yüzlerce ürün
satışa sunuluyor. Bu nedenle mezatı takip edenlerin, ayrıntıları kaçırmamak için hızlı ve dikkatli olmaları gerek.
çoğu zaman estetik kaygılar çocukluk hayallerinin önüne
geçer,” diyor, mezat yöneticisi ve koleksiyoncu Haluk Toy.
Mezat takipçilerinin tamamı böyle duygusal bir çıkış
noktasına sahip değil. Her türlü eski eşya ve teknik malzeme toplayan elektronik tamirciler, baskısı bitmiş dergilerde yayınlanan reklam sayfalarını takip eden grafikerler
ve reklamcılar, eski ev eşyalarının en gözde alıcısı olan dizi
yapımcıları ve siyah–beyaz fotoğraflardaki kadınların kıyafet ve takılarını inceleyen tasarımcılar da bu mezatların en
sıkı takipçileri arasında. Ayrıca mezat takip etmeyen bazı
büyük koleksiyonculara ürün satan aracılar da bu mezatların önemli müdavimlerini oluşturuyor.
Koleksiyoncuların hikâyeleri hemen hemen aynı: Önce
sadece bir mezatı takip ediyor, sonra bir başka mezata da
uğramaya başlıyorlar. Çok geçmeden haftanın yedi günü
farklı bir mezat ve antika pazarında kendilerini buluveriyorlar. Küçük bir merakla başlayan toplayıcılık, birçok
koleksiyoncu için hobi olmaktan çıkıp bağımlılık haline
dönüşüyor. Koleksiyoncu Harun Güler, “Bir süre sonra,
internetten yapılan satışları da takip etmeye başladınız mı,
artık bu zevkin müptelası olmuşsunuzdur. Zamanla şehir
dışına tatile gittiğinizde önce nerede kalacağınızı değil,
yakınlarda bir antika pazarı ya da mezat kurulup kurulmadığını sorarsınız,” diyor.
Mezatlar bu haliyle çoğunlukla öğretmen, emekli, öğrenci, gazeteci, yazar ve araştırmacıların sahaflarda buluşup, sadece, koleksiyonlarına uygun parçalar aradığı
yerler değil; tanıdık–tanımadık kişilerle iletişime geçtiği,
bildiklerini paylaşıp yeni şeyler öğrendiği ve sosyalleştiği
mekânlar aynı zamanda.
Birbirinden farklı nedenlerle bu mezatlara gelip koleksiyoncu olmanın zamanla nasıl bir ruh haline yol açtığını,
Mehmet Çelik şöyle ifade ediyor: “Bu işin en zevkli yanı
mezattan herhangi bir şey alıp eve gittiğinizde ‘bunu niçin
aldım?’ diye kendinize sorup o an pişman olmaktır.”
Ancak tüm koleksiyonerler pişmanlığın fayda etmediğini bilir. Bu nedenle bir sonraki hafta yine mezata gelir ve
büyük bir masanın etrafında yudumlanan çaylar ve tatlı bir
muhabbet, biraz da heyecanla birlikte o hata artarak sürer.
Neredeyse her gün İstanbul’un farklı bir semtinde yapılan mezatlar, genel olarak hem işleyiş ve takipçi profili
hem de satılan malzemelerin içeriği açısından müzayedelerden farklı bir özelliğe sahip. Genelde nadir veya özel
ürünlere yer verilen müzayedelerde tüm ürünler, müzayede gününden bir süre önce yayımlanan bir katalogla tanıtılır ve ilgilenenlerin, önce bir form doldurarak müzayedeye
katılacağını belirtmesi gerekir. Mezatlardaysa böyle kesin
çizgilerle belirlenmiş kurallar yok. Saatinde orada bulunmak mezata katılmak için yeterli. Satılan parçalar müzayedelerle kıyaslanmayacak derecede ucuz ve çoğu zaman
1–10 lira arasında satışa sunuluyor. Fakat yine de çöpe
atılmış nadir bir taş plak, birkaç yüz liraya alıcı bulabiliyor.
Mezat takipçilerinden Egemen Büke, bu ucuzluğun
nedenini şöyle açıklıyor: “Müzayedelerde, zaten değerli
olduğu herkesçe bilinen bir eseri satın almaya çalışırsınız;
fakat mezatta çoğu zaman tek başına değerli olmayan bir
İSTASYON
13
HAYAT
Mezatlarda “Bunu da kim alır,” sorusu anlamını
yitirir. Bu salonlarda neredeyse her türlü eşyanın ve objenin
koleksiyoncusunu bulmak mümkündür (üstte).
Koleksiyoncular sadece zamanla
değil, birbirleriyle de yarışır. Kısa bir tereddüt
anı, sergilenen eşyanın başkası tarafından
alınmasına neden olabilir (sağda).
nesneyi aynı kulvardaki başka nesnelerle bir araya getirerek, onlara yeni bir değer kazandırırsınız. Örneğin, bir
Denizli fotoğrafının veya İstanbul’da üretilmiş olan gazoz
şişesinin tek başına ciddi bir değeri yoktur. Onlar ancak
yanlarına başka fotoğraflar ve şişeler gelirse farklı bir değere sahip olabilir.”
İyi bir mezat takipçisi için emek ve zaman, paradan daha
değerli olsa da, satışa sunulan herhangi bir şeyi, “değerinin
altında” almak mezat müdavimlerinin en büyük zevkidir.
Mezat salonlarında, tıpkı Edip Cansever’in Masa şiirinde olduğu gibi, neredeyse her şey masanın üstünde durur. Çoğu zaman masaya pastalar konur ve çay eşliğinde,
az sonra satılacak bir film afişinde adı geçen sanatçının
hayatına dair, büyük bölümü spekülatif olan konuşmalar
başlar. O sanatçının nerede doğduğundan başlayan tartışma, kiminle niçin evlendiğine ve hatta neden boşandığına
kadar uzar. Hemen ardından satışa çıkarılan Osmanlıca
ferman da az önceki konuşmadan payını alır ve Osmanlı fermanlarının yazılış stillerine dair yeni bir tartışma
açılır. Bu tarz mezatlarda hem Fransız tuğlaları hem de
deniz süngerleri hakkında saatlerce konuşacak kişilerle
karşılaşabilirsiniz.
İstiklal Caddesi’nde her çarşamba günü düzenlenen
mezata, bir masa etrafına toplanmış onlarca kişinin ne-
14
İSTASYON
Koleksiyoncular ne kadar kaçınmak isteseler de zaman zaman kendilerinde mevcut olan bir obje ya da eşyayı yeniden
alabiliyorlar. Bu durum, birbirinden farklı zevklere ve becerilere sahip koleksiyoncuların ortak yanlarından biri.
reye baktığını merak eden birçok kişi de dâhil olur. 2000
yılından beri bu işi yapan Mehmet Çelik, ürkek tavırlarıyla
yabancı olduklarını hemen belli eden bu kişilere, hep aynı
şekilde seslenir: “Efemera bir spordur, siz de katılın.”
Efemera, “kısa vadeli, günlük” anlamına gelir ve bu
mezatlarda gerçekten de akla hayale gelmeyecek ıvır, zıvır
alıcı bulur. Sakızların içinden çıkan karikatürler, patlamış
ampul, milli piyango listesi, köprü geçiş bileti ve daha neler
neler...
Eski toplayıcılar memnun olmasa da, bu mezatlara katılımcı sayısı gün geçtikçe artıyor. Özellikle Türkiye’nin ve
dünyanın farklı yerlerinde kurulan antika pazarları ve bazı
mezatların internet üzerinden yaptığı duyurular, ilginin
artmasını sağlıyor. Ayrıca son yıllarda belirli mezatlarda
satışa çıkarılacak ürünleri günler öncesinden internet üzerinden de görmek mümkün.
Mezatta nelerin satılacağını çoğu zaman mezat düzenleyicisi dahi bilmiyor. Bu nedenle bu, kuralları belli ama
oyuncuları meçhul bir karşılaşmaya benzetilebilir. Çünkü
mezatın düzenleyicileri satılacak ürünlerin tamamının sahibi değil. Onlar aynı zamanda kâğıtçılardan, kapıcılardan
ve çöp depolarından obje veya efemera toplayan küçük esnafın mallarının satılması için de aracılık ediyor. İnsanlar,
herhangi bir düzenleme yapmadan satabileceği her şeyi
mezata getiriyor. Dolayısıyla mezatta, nadir bir Osmanlıca belgeden hemen sonra portakal sıkacağının satışa çıkarılması şaşırtıcı değil. Çoğu koleksiyoncu ne topladığını
da açık bir şekilde belli etmiyor. Çünkü koleksiyoncunun
sadece bir alanda ürün topladığı mezatlarda yayılırsa o
ürünün fiyatının artacağı düşünülüyor.
Mezatlarda anlamı giderek çoğalan ürünler arasında,
19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı basılan fotoğraflar
ve kartpostallar öne çıkıyor. Ancak kartpostalın öneminin
anlaşılması için ciddi bir tarih ve sosyal hayat bilgisine sahip olmak gerek. Çünkü mezatlarda binlerce ürün, birkaç
saat içinde hızlı bir şekilde el değiştiriyor.
Kartpostal ve zarftaki mühürler, yazılar, isimler ve imzalar çok sıradan bir kartı dahi özel yapabilir. Örneğin,
hastane, cezaevi, okul, gemi, Levanten Postanesi ve hatta
kartpostalın yerine ulaşmadığına dair yerel postane tarafından zarfa vurulan mühür; Osmanlı dönemi, Anadolu
Hükümeti veya Hatay Devleti’ne ait bir pul, kartpostalın
değerini ciddi bir şekilde artırıyor.
Zonguldak fotoğrafları toplayan Harun Güler de görsel hafızanın ne derece önemli olduğuna değiniyor: “Herhangi bir Zonguldak fotoğrafının nereden ve hangi açıyla
çekildiğini bakar bakmaz anlarım. Ayrıca şehirlerin ve
mekânların zaman içinde değiştiğini de unutmayalım; iyi
bir şehir kartpostalı toplayıcısı, o şehrin tarihsel değişimini
de iyi bilmeli ki, karşısına çıkan şansı değerlendirebilsin.”
Ürünlerin kolay veya nadir bulunur olması mezattaki
rekabeti de, o ürünün fiyatını da artırıyor. Örneğin, yakın
zamana kadar mezatların en önemli kalemleri arasında
yer alan para ve pullara şimdilerde neredeyse hiç rağbet
edilmiyor.
Orlando Calumeno bu değişimin nedenini şöyle açıklıyor: “O zamanın koleksiyoncuları, geleceği iyi şekilde göremedi. Mesela, pulcuların en önemli materyalleri kartpostallardı; fakat onlar kartpostalların üzerindeki pulları söküp, kartları ya çok ucuza sattılar ya da çöpe attılar. Tabii
bunu yaparken kartlara zarar verdiler. Şimdi bakıyorum
da, zamanında pulları sökülen kartların ederi yüzlerce puldan daha fazla. Çünkü artık her yerde ve herkeste pul var,
ama kartpostal yok.”
Heves, bağımlılık, yatırım, iş veya hobi; amaç ne olursa
olsun, mezatlar geçmişi geleceğe taşımaya devam ediyor.
Oyuncaktan ampule, avize taşından tuğlaya, madalyadan
gazoz şişesine kadar geniş bir alana ilgi duyan objeciler;
eski havasını kaybetmiş pulcular; internet üzerinden farklı ülkelerin paralarına ulaşma kolaylığı nedeniyle şöhretli
günlerine yeniden dönmeye çalışan eski para koleksiyoncuları; her türlü yazılı ve görsel evrakı toplayan efemeracılar; haftanın her günü mezat organizasyonlarının merkezi
olarak görülen İstanbul’un farklı bir köşesinde toplanıp
koleksiyonlarına ekleyecekleri yeni bir ürün aramayı
sürdürüyor.
Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
15
KARİYER
Doktorlara
tercüman olan
mühendisler
Son yıllarda dikkat çekici bir hızla gelişen ve geleceğin
meslekleri arasında ilk sırada yer alan biyomedikal
mühendisliği, tıp doktorlarıyla mühendislerin ortak
çalışmaları sonucunda, medikal problemlere çözümler üreten
bir disiplin. Amerika’da son 10 yılda büyük bir ilerleme
kaydeden bu yeni iş kolunda çalışan sayısının birkaç yıl içinde
iki kat artması bekleniyor. Türkiye de bu alanda benzer bir
potansiyele sahip.
YAZI: BURCU SEVER
B
iyomedikal, mühendislikle tıp arasında
köprü vazifesi gören disiplinlerarası bir
uzmanlık alanı. Bu alanın hedefi, mühendislik prensiplerini tıp ve biyoloji alanlarına uygulayarak medikal problemlere çözüm sağlamak. Bu çok geniş bir tanımlama olduğundan
özetle “sağlıkta mühendislik” olarak da adlandırılıyor. Amerika Çalışma Bakanlığı’nın verilerine
göre, gelecek seneler içerisinde en çok talep edilecek meslekler listesinde yüzde 62’lik talep artışıyla biyomedikal mühendisliği birinci sırada yer alıyor. Bugün Amerika’da 16 bin olan biyomedikal
mühendislerinin sayısının, 2020’de 26 bine çıkması bekleniyor.
Biyomedikal mühendisliği terimi, ilk olarak
1960’lı yıllarda telaffuz edilmeye başlandı ve hızla dünyaya yayıldı. Türkiye’de bu alanda eğitimler, 1982 yılında yüksek lisans düzeyinde verildi.
Alanın öncülüğünü, halen hizmet veren Boğaziçi
Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü
16
İSTASYON
yaptı. Biyomedikal mühendisliği lisans eğitimi ise
2000’li yıllarda başladı. İlk olarak Başkent Üniversitesi ve akabinde Yeditepe Üniversitesi’nde
bölümler açıldı. Geçmiş yıllarda sadece sekiz üniversitede bu alanda lisans eğitimi verilirken bu
sayı günümüzde 20’ye yaklaştı ve önümüzdeki
senelerde daha da artması bekleniyor. Yeditepe
Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Bölüm
Başkanı Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, beklentinin
nedenini, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağlık alanında çalışacak ve bu alanda kullanılan ileri
teknoloji cihazların dilinden anlayan uzmanlara
ihtiyaç duyulmasına bağlıyor. Bu uzmanlar da elbette biyomedikal mühendisleri.
Türkiye’de biyomedikal mühendisliğine dair
eğitiminin müfredatı incelediğinde, genel olarak
temel elektronik dersleri görülüyor, ama bunların
yanında diğer mühendislik dallarında olmayan
insan fizyolojisi, sistemlerin modellemesi hakkında bilgi veren “modelling” dersi veya biyoloİSTASYON
İSTASYON1717
KARİYER
Biyomedikal mühendislerinin geliştirdiği medikal
cihazlar, sadece elektronik devrelerden ibaret değil.
Fiziksel olarak kullanıcının ihtiyaçlarına uygun bir
görünüme ve oranlara da sahip olmaları gerekiyor.
jik-biyofizik gibi dersler de yer alıyor. “Yani mühendislik derslerinin yanı sıra bu bölüme özgü,
tıp alanına dâhil olan dersler de var. Bunların başında gelen insan fizyolojisi dersinde, öğrenciler,
insan vücudunu detaylı olarak tanıyor. İlerleyen
dönemlerde insan vücudundan hangi sinyallerin
alındığını gösteren eğitimlere hazırlanıyorlar. Biyofizik derslerinde edindikleri bilgileriyse tıbbi
görüntüleme alanında kullanıyorlar” diyor Yrd.
Doç. Dr. Gökhan Ertaş ve kimya derinliği olan
biyomalzeme derslerinin de eğitimin önemli bir
parçası olduğunun altını çiziyor: “Çok basit bir
18
İSTASYON
örnekle anlatmak gerekirse, dişinizin
içindeki dolgu bir biyomalzemedir. Bu
biyomalzemeler hangi materyallerden
nasıl sentezlenir, hangi standart ve koşullara göre üretilir gibi konularda öğrenciler eğitim görür. Önemli alt dallardan
biri olan biyomekanik başlığı altında ise
kas-iskelet mekaniği öğretilir. Biyomekaniği özellikle fizyoterapistler çok kullanır,
çünkü terapi cihazlarının tasarımı mekanik temellere dayanıyor. Eğitimin son yıllarındaysa tıbbi görüntüleme derslerinde
hastanelerde kullanılan görüntüleme cihazlarını kullanırken nelere dikkat edilmesi gerektiği, kullanım sırasında güvenlikleri ve kalibrasyonları gibi konularda
temel bilgiler verilir.”
Mezuniyet sonrası biyomedikal mühendisleri öncelikli olarak devlet hastanelerinde veya özel hastanelerde görev
alabilirler ve buralarda çok farklı çalışma
alanlarına sahipler: Tıbbi cihazların ya da
basit bir ameliyat aletinin satın alınmasının planlanması, satın alınması, bunların
ilk testlerinin gerçekleştirilmesi, sonrasında çalıştırılması ve çalışma sürecinde
doktorlara gerekli desteğin verilmesi,
cihazların kalibrasyonu ya da kalibrasyonu yapacak firmaların iş planının denetlenmesi, ömrü dolan cihazların tespiti
ve bunların mümkünse geri dönüşüme
gönderilmesi gibi… Biyomedikal mühendislerinin çalıştığı hastanelerin hizmet
kalitesinde etkileyici bir artış gözlendiğini belirtiyor Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş:
“Çünkü biyomedikal mühendislerinin
denetimindeki cihazlar, kolay kolay bozulmaz ya da bozulduğu zaman çok kısa bir sürede
eski işlerliğine kavuşturulur. Uzmanlar sayesinde
teknoloji çok hızlı takip edildiği için aynı hızda yenilenir. Maliyetlerin bile biyomedikal mühendisleri sayesinde düştüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bu
alanda ekonomi ve hukuk eğitimleri de veriliyor.”
Biyomedikal mühendisleri hastaneler dışında,
Sağlık Bakanlığı’nın açtığı biyomedikal merkezlerinde, rehabilitasyon, fizyoterapi gibi daha küçük
ölçekli sağlık merkezlerinde ya da diyaliz merkezlerinde de iş bulabiliyor. TÜBİTAK destekli projeler geliştiren özel tıbbi firmalar da başka bir iş
alanı. Ve tabii ki üniversiteler... Üniversitelerde
biyomedikal mühendisliği bölümü sayısı arttıkça eğitmenlere duyulan ihtiyaç da fazlalaşıyor.
Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, Türkiye’deki mevcut durumu şu sözlerle özetliyor: “Türkiye’de 20
üniversitede bu bölümün olduğu ve her bölümde
ortalama 10 doktoralı hocayla yol alındığı düşünülürse, 200 doktoralı öğretim görevlisine ihtiyaç
var ve bunları yetiştirmek sanıldığı kadar kolay
değil. Doktora eğitimi veren üniversitelerin sayısı
oldukça az. Bunların başında Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü geliyor.
Fatih Üniversitesi ve ODTÜ gibi üniversitelerin
doktora programları da var.”
TÜRKİYE’NİN POTANSİYELİ YÜKSEK
Biyomedikal sektöründe iki temel alan var. Birincisi, görüntüleme cihazlarının; ikincisi, bu
cihazlardan alınan görüntüleri işleyen yazılımların, algoritmaların geliştirilmesi. Cihazların geliştirilmesi açısından bakıldığında, dünyada MR
cihazlarının üretilmesi ve geliştirilmesinde lider
olan ülkelerin sayısı, bir elin parmağını geçmiyor.
Üretimlerini genellikle Çin’de, tasarımlarını ise
farklı ülkelerde yapıyorlar. Avustralya’nın Sidney
kentindeki biyomedikal çalışmalar yapan şirketler başarılarıyla; İngiltere’de Oxford ve Imperial
Collage London gibi üniversitelerse bu alanda
kurdukları enstitülerle öne çıkıyor.
Kendisi de İngiltere’de meme kanseri görüntüleme
teknolojileri üzerine uzun yıllar çalışmalar yürüten
Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, cihazlardan alınan
görüntülerin işlenmesi ve yorumlanması konusunda dünyada yetişmiş eleman ya da bu görevi
üstelenen bir program olmadığını söylüyor: “Bu
eksikliği, biyomedikal mühendisleri veya bilgisayar mühendisliği temelli yüksek lisansını ve/veya
doktorasını biyomedikal mühendisliğinde yapmış
uzmanlar tamamlıyor. Özellikle görüntü işleme
alanında her ülkede farklı çabalar var. Çok geniş
bir alan olduğu için farklı parametreler barındırıyor. Bir lezyonu tespit etmek ultrasonda, CT’de,
MR’da farklılık gösteriyor. MR’da zıtlık maddesi
verilirse farklı algoritmalar gerekiyor. Türkiye,
tıbbi teknolojiyi yakından takip eden ülkeler arasında. Yeni teknoloji bir MR cihazı Amerika’da piyasaya çıktıktan en geç bir-iki ay sonra Türkiye’ye
de geliyor. Yeni teknolojilerin ülkeye girme potansiyeli son yıllarda oldukça yüksek. Hatta
diğer ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’de
oldukça fazla tıbbi cihaz olduğu rahatlıkla
söylenebilir.”
Sağlık, Ar-Ge çalışmalarının en fazla desteklendiği sektörlerden
biri olarak gösteriliyor.
Sağlık alanında bugüne
kadar daha çok doktorlar
bir şeyler yapma çabasında iken şimdi mühendislerin
desteği devreye girdi. Doktorlar
belli bir süreçte zorlandığında, ihtiyaçlarını karşılamak adına biyomedikal mühendisler geliştirdikleri projelerle bir bakıma
doktorların dertlerine tercüman oluyor. Bu da
yeni fikirlerin ve projelerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Genel anlamda Türkiye’de yapılan Ar-Ge
Biyomedikal
mühendislerinin
çalıştığı
hastanelerin
hizmet
kalitesinde,
etkileyici
bir artış
gözleniyor.
çalışmalarının büyük bölümünün yakın zamanda
sağlık alanına kaydığını gözlemleyen Yrd. Doç.
Dr. Gökhan Ertaş, bu gelişmenin biyomedikal
mühendislerinin iş bulma potansiyelini oldukça
yükselten bir faktör olarak öne çıktığını belirtiyor.
Ertaş’ın verdiği bilgiye göre biyomedikal mühendisleri, bir beyne –bunlar, mikro denetleyiciler
olarak adlandırılıyor– sahip, taşınabilir cihazların üretimi konusunda da çalışmalar yapıyor.
Peki, bu ihtiyaç kimler tarafından belirleniyor ve
uygulamaya nasıl geçiliyor? “Doktorlardan gelen
talepler ve ihtiyaçlar doğrultusunda prototipler
geliştirirler” diyerek bu sorunun yanıtını vermeye
başlayan Ertaş, açıklamasının devamında şunları
söylüyor. “Örneğin, vücudun belirli bölümlerindeki sıcaklık artışlarının depresif insanlarda farklılık gösterdiğini ve bu farklılıkların depresyon
teşhisinde belirlenebilmesi için bir cihaz geliştirilmesini isteyen bir doktorumuzun talebi üzerine, bunu yapabilecek bir cihaz geliştirildi. Bu bir
öğrenci projesiydi. Öğrenci projeleri kapsamında
geliştirilen bir diğer cihaz ise taşınabilir devreli
bir eldiven. MS hastalarının parmak uçlarında
his kayıpları olur ve dokunduklarını hissedemezler. Cam bir bardağı tuttuklarında çok sıkarlar ve
bardak kırılırsa yaralanmalara neden olur. Üzerindeki kırmızı, yeşil ve sarı ışıklarla elin
kavrama seviyesinin doğruluğunu hastaya bildiren bu eldiven, MS hastalarının bu yaralanmalardan korunmasını
sağlıyor. Hasta elini çok sıktığında
kırmızı ışık yanıyor ve yeşil yanana
kadar kas hareketini kendi belirleyebiliyor. Bu bir fizyoterapi hocasının
isteği doğrultusunda geliştirilen bir
öğrenci projesi.”
Biyomedikal mühendislerinin geliştirdiği medikal cihazlar, sadece elektronik devrelerden ibaret
değil. Fiziksel olarak kullanıcının ihtiyaçlarına uygun bir görünüme ve oranlara da sahip
olmaları gerekiyor. Bu nedenle
biyomedikal mühendisleri ürün
geliştirme konusunda da çalışmalar yapıyorlar ve hatta
bunun için endüstriyel ya da
ürün tasarımcılarıyla işbirliği
içine giriyorlar. Her ne kadar
isimleri mühendis olarak
adlandırılsa da bir biyomedikal mühendisinin temel
mühendislik
eğitiminin
yanında tıp ve tasarıma da
ilgi duyması, analitik düşünme yetisi ve yaratıcı projeler geliştirmeye açık olması, bu alanda başarılı
olabilmesi için büyük bir avantaj.
İSTASYON
19
SÖYLEŞİ
Zoru seven
adam
Tardu Flordun, bir koltuğuna sahneyi, diğerine perdeyi almış, dur
durak bilmiyor. Oyunu sahnede, filmi perdedeyken kendisiyle buluştuk,
hayatında yarım kalanları ve kalmayanları konuştuk.
Röportaj: SELİN GÜREL
T
ardu Flordun’un bitmek tükenmek bilmeyen enerjisine vakıf olmak için, Oyun
Atölyesi’nde sahnelenen Kim Korkar Hain
Kurttan adlı oyunda, koltuğundaki seyirciyi bile nefes nefese bırakan müthiş performansına tanık olmanız gerekiyor. O olmazsa, tiyatro kulislerinde hâlâ konuşulan, 90’lardaki altı saatlik
Hamlet macerasını hatırlatalım. Usta tiyatrocu Macit Flordun’un oğlu, bir tiyatro aşığı, TV’ye mesafeli, sinemayla da uzaktan flört halinde… Oyunla gündemde
olduğu günlere, bir de sinema filmi sıkıştırdı. 7 Mart’ta
gösterime giren Silsile’de, bir zamanların sevimli serserisine inat, tekinsiz adamı oynuyor. Tardu Flordun
ile bir gece vakti, 135 dakikalık oyundan hemen sonra,
Oyun Atölyesi’nin kafesinde buluştuk ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar uzayan, lafın lafı açtığı bir sohbete daldık.
1997’de İzmit Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda altı saatlik versiyonuyla sahnelenen Hamlet’te başroldeydiniz. Bu, Türkiye’de tam metinle oynanan ilk Hamlet’ti.
Bunu daha sonra başka bir oyuncu denedi mi?
Hayır. Tam metinle oynanmadı. Ama Hamlet daha
sonra da oynandı. Hatta şu anda bayıldığım bir oyuncu, ağabeyim olarak gördüğüm, Bülent Emin Yarar
oynuyor. Yine Işıl Kasapoğlu yönetiyor. Işıl, Shakespeare sever. Işıl ile çalışmak bir oyuncu için bir fırsattır.
Hatta bu yıl Tiyatro Festivali’nde Bülent ile birlikte,
Işıl’ın yöneteceği, Bernard-Marie Koltès’in, “Dans la
solitude des champs de coton” adlı oyununda oynayacaktık. Türkçe’ye “Pamuk Tarlalarının Issızlığında”
diye çevirebiliriz. İptal edildi, keşke yapabilseydik.
20
İSTASYON
Peki, bugün yine Hamlet’i tam metinle oynamanız
teklif edilse, kabul eder miydiniz?
Kesinlikle.
Shakespeare’e
tapıyorum.
Ama
Shakespeare’e olan sevgim, klişe bir sevgi değil. Biliyorsunuz, tiyatro deyince akla Shakespeare geliyor.
Ama genelde reklam olarak kullanılıyor. Benim durumum farklı. Hem bütün oyunlarını hem de oyunları
üzerine, özellikle de Hamlet üzerine yazılan çizilen ne
varsa her şeyi okudum. Kafa yordum. Adam 500 yıl
önce yazmış, ama hâlâ nasıl yorumlarsan yorumla, geçerliliğini koruyan metinler bunlar. Öngörüsü yüksek
bir yazar. O yüzden seviyorum.
Çetin Tekindor’un oğlu Hira Tekindor’un yönettiği
Kim Korkar Hain Kurttan’da, Tekindor’un yıllar önce
canlandırdığı George karakterini üstleniyorsunuz.
Üstelik sahneyi Zerrin Tekindor ile paylaşıyorsunuz.
Bu işbirliğinin hikâyesi nedir?
İşbirliği diye bir şey yok aslında. Bir ekip işi yapıyoruz,
ama bu durum tamamen tesadüfler üzerine gelişti. Aslında Testosteron’da oynayacaktım. Haluk (Bilginer)
ağabey, başta bana o oyunda bir rol teklif etmişti. Ama
o zaman sahne için kendimi hazır hissetmiyordum.
Sonra bu oyunda karar kıldık. Haluk ağabeyi çok eskiden beri tanıyorum. İzmit Şehir Tiyatroları’nın seçici
kurulundaydı. Çetin Tekindor, hocam zaten. Zerrin
aile dostumuz, küçüklüğümü bilir. Ben de Hira’nın
küçüklüğünü bilirim. Yıllar önce, Gümüşlük’te çektiği
kısa filmde Zerrin, ben ve daha birçok oyuncu, hep birlikte oynamıştık. Anlayacağınız, bu ekip çok eskiden
beri tanışıyor. “İyi ki Testosteron’da oynamamışım” diyorum şimdi. O da çok iyi oyun elbette. Ama Edward
İSTASYON
21
SÖYLEŞİ
kazandım. Param bitene kadar dizilerde rol almayı düşünmüyorum. Ancak yiyecek ekmeğim olmadığında, oynarım.
Çünkü TV dizilerinde istediğin kadar rolün için yeni bir şeyler
yapmaya çalış, en başta yönetmen seni engelliyor. Ekranda
yaptıklarını kimse görmüyor diye. İki buçuk saat boyunca insanlar seni gözünü ayırmadan izlemiyor ki. Bizdeki sistemin
hatası bu. 60 dakikaya inmeden hayatta oynamam. Bir tepki
göstermek lazım.
Bu arada Silsile vizyona girdi...
Evet. Şahane bir yönetmenle çalıştık; Ozan Açıktan. Öyle birini tanıdığıma çok memnun oldum. Çok zeki, algısı yüksek bir
adam. Oyuncu olarak derdini paylaşabileceğin bir yönetmen.
İlk taslak geldiğinde, karakterim çok net değildi. Başka bir yönetmen olsa, “Oyuncu sensin, karakterini sen bul” derdi. Ama
Ozan, çekimi bile keserek, oturup benimle konuştu ve beni
ikna edebildi. İkna olmadan oynayabilenlerden değilim. Bana
bir açıklama yapılması lazım. Olması gereken bu. Çünkü bir
filmi çekmeden önce, bize vücut yapacak ya da kılıç kullanmayı öğrenecek zaman tanınmıyor.
Bir süredir sinemada görünmüyordunuz…
Evet, en son Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm’de rol aldım.
Ama o filmde beni öyle bir alaşağı ettiler ki! Beni romanıyla
ikna etmişlerdi. Romanda, benim karakterim RedKit, döktürüyordu. Çok heyecanlanmıştım. Sonra senaryo geldi, bir
de ne göreyim, RedKit’in üç sahnesi kalmış. Bana ihtiyaçları
yokmuş ki. Herhangi biri de oynayabilirdi o rolü.
Albee’nin 27 yıldır Türkiye’de oynanmamış Kim Korkar Hain
Kurttan’ı apayrı. Hira’nın ilk yönetmenliği. Onun heyecanını
izlemek çok güzeldi. Provalar sırasında hep onun heyecanını
izledim. Dizi çekerken, bazen ayağın sete gitmez. Sözleşme
imzaladığın için oynamak zorundasındır. Bu duruma düştüğüm oldu. Ama hem bu oyunda hem de son sinema filmim
Silsile’de, bunun tam tersini hissettim.
George, hem fiziksel hem de psikolojik açıdan çok zor ve yıpratıcı bir karakter. Oyundan sonra gerçek hayata dönmek
nasıl mümkün oluyor?
İdmanlıyım. Altı saatlik Hamlet’i sahnelerken, her oyunda
neredeyse iki kilo veriyordum. Öylesini seviyorum galiba.
Doğaçlamayı da seven bir oyuncusunuz. Şu zamana kadar bu
konuda en özgür kaldığınız proje hangisiydi?
Doğaçlamadan ne kastettiğine bağlı. Doğaçlama ne kadar
serbest bir alanda yapılırsa yapılsın, belli bir metne sadık
kalmak zorundasın. Mesela Shakespeare’in kılına dokunamazsın. Hamlet’i ilk çalıştığım dönemde, “Amma da şiirsel”
diye düşünüyordum. Güncelleştirmek istedim, izin vermediler. Haklıydılar. Shakespeare’in dilini bozamazsın, ama
tek cümlesini bile değiştirmeden, entonasyonlarla (tonlama) role farklı bir hava verebilirsin. Bunu keşfettim. Bu da
bir doğaçlamadır.
22
İSTASYON
Üzerinize yapışan sevimli serseri tiplemesinden kurtulup,
arıza karakterlere geçiş yapmanız bilinçli bir tercih miydi?
Tabii ki. Teklifler öyle geldi, ben de öyle olması gerektiğini
düşündüm. 2000’de Evdeki Yabancı diye bir dizide oynamıştım. Çok güzel, sıcak, samimi bir işti. Artık o kadar samimi
olabilecek yapımcı, yönetmen, oyuncu bulabilmek de mesele
haline geldi. O samimiyeti bulamadıktan sonra, neden öyle
bir şeye soyunayım ki? Diğer yandan, bir oyuncu komedi
de dram da oynayabilmeli. Kaldı ki, hayat sadece komedi ve
dramdan ibaret de değil.
Yönetmen egosu ile aranız nasıl?
Öyle bir şey var, ama Silsile’de Ozan Açıktan bırak yönetmen
egosunu, insani olarak bile ego taşımayan ya da en azından
taşıdığını bize hissettirmeyen bir yönetmendi. İnsanın yaşı
ilerledikçe, başkalarını daha seçerek almaya başlıyor hayatına. Ozan, 40 yaşından sonra hayatıma kattığım adamlardan
biridir. Bu anlamda onu tanıdığıma çok seviniyorum. Filmin
de onun yönetmenliğinin de benim oyunculuğumun da hiçbir önemi yok. Önemli olan bir dost kazanmış olmam.
TV dizilerine ara mı verdiniz?
Evet, şu anda keyfim yerinde. Sırf para kazanmak için, kafama uymayan insanlarla çalışmak istemiyorum. Zamanında
Röportajlarınızda en büyük arzunuzun tiyatro kurmak olduğunu söylüyorsunuz. Bugün bu amaca ne kadar yakınsınız?
Bilmiyorum. Çok eskiden beri böyle bir idealim var. Ama
onun için çok ciddi bir para ve güçlü bir inanç gerekli. Mesela Haluk ağabeyin yaptığı çok önemli bir şey var. Birkaç yıl
öncesine kadar, bu tiyatronun kapısında, üzerinde “Bu tiyatro
devletten tek kuruş almamıştır” yazan bir tabela asılıydı. Artık
asılı değil. Ama hâlâ bir şey aldığı yok. Biletlerin pahalı olduğunu düşünen insanlar var. Ama İngiltere’ye gidin, bakalım
ne oluyor? Ülkede tiyatro kültürü yok tabii.
Setlerde büyüyen biri olarak, oyunculuğa dair nasıl hislerle
yetiştiniz?
Setlerde filan büyümedim aslında. Ama set görmüş bir çocuktum. Kamera önüne ilk kez 1975’te, 3 yaşındayken çıktım.
Babamı bilen bilir. Herkes oyuna bir saat önce geliyorsa, babam dört saat önce gelirdi. Plastik makyajdan anlardı. Yıldırım Bayezid diye bir oyun vardı. Burak Sergen ile birlikte
oynuyordu. O oyunda babam, kendi makyajını yaparken,
ben de onu izliyordum. Arada aynaya bakıp, kendi kendine
konuşuyordu. “Bu adam ne yapıyor?” diye düşündüğümü
hatırlıyorum. Oyunculuk, o zamanlar bana biraz saçma gelmişti. Gidip Makine Mühendisliği bölümüne girdim. Bir sene
okudum. Sonra konservatuvara gittim.
Neden?
17 yaşındayken babamla restleştim. Hâlâ onun suçluluk duygusunu yaşarım. Oyunculuk tercihim de o restleşmenin sonucuydu. Aradan yedi yıl geçti. 24 yaşındaydım. Mezun olduktan sonra, Devlet Tiyatrosu’nun köhne düzenine karşıyız diye,
sınıfımdaki herkes gibi, açılan sınava girmedim. Alternatif
bir oluşuma kadar, parasızlık yüzünden, Devlet
Tiyatrosu’nda sözleşmeli
çalışmaya başladım. Üç
kuruş para alıyorduk. İyi
yönetmenlerle de çalıştık,
saçma sapan oyunlarda
da oynadık. Ne denk gelirse… Ankara’da Yeni
Sahne’deydik. Oyundan
hemen önce kostümümü
giymiş, yukarıdaki kafeye çıkacaktım. Bir anda
oyunun yönetmeni içeri
daldı. Bir hata işlediğimi düşündüm. “Babanı
kaybettik” dedi. Ertesi
gün İstanbul’a gidip, cenaze işlemleriyle ilgilenmem gerektiğini söyledi. İlgileneyim de, böyle söylenir mi? Bırak oyun
bitsin, sonra söylersin. En çok karşı çıktığım geleneklerden
birinin bizzat kurbanı oldum. Devlet Tiyatrosu’ndan biri öldüğü zaman, bütün tiyatrolarda oyundan önce birinin eline bir kâğıt tutuşturulur, ölen kişinin adı okunur, seyirciler
bir dakikalık saygı duruşuna davet edilir. Sonra oyun başlar. O gün de babamın ölüm haberi okunacaktı, bana “Sen
okumak ister misin?” diye sordular. Ne diyeyim ben şimdi?
Babam ölmüş. Haberini yeni almışım. Adamla yedi senedir
görüşmüyorum. Okumadım tabii. Sonra bütün oyunu “Ah
yavrum, ah canım” sesleriyle oynadım. Bu benim için gerçek
bir travmaydı.
İSTASYON
23
Hükümdarın kutsal
sayıldığı eski çağlarda da,
sembol sayıldığı modern
zamanlarda da kraliyet
düğünü, önemli bir ritüel.
17’nci yüzyılda Pascal,
“Eğlencesiz bir kral sefil bir
adamdır” demiş. 19’uncu
yüzyılda Walter Bagehot
ise meşruti monarşinin
“mistik gücünün” tahttaki
ailenin törenleriyle
pekiştiğini söylüyor.
Seçtiğimiz örnekler, bu
peri masalı havasının her
kültürde çok sevildiğini
gösteriyor.
14. Louis ve Marie Thérèse
9 Haziran 1660
sa
Saint-Jean de Luz, Fran
Kraliçe kan ter içinde,
yaşasın kral!
KRALİÇE YASTA Kocasının yasını tutan Kraliçe Victoria, oğlu (VII.)
Edward’ın Danimarka Prensesi Alexandra ile düğününün (1863)
gösterişli olmamasını istiyordu ama dinletemedi. Kraliçe töreni matem
kıyafetiyle locadan seyretti (sağ üstte.)
24
İSTASYON
ransa Kralı XIV. Louis, 1659’da
henüz “Güneş Kral” değildi. 21
yaşındaydı. Beş yaşından beri annesi
Kraliçe Anne d’Autriche ve bakanı Kardinal de Mazarin’in kurduğu rejimin göstermelik bir parçasıydı. Genç krala karşı ayaklanan aristokratlar yenilmiş, İspanya ile savaş
sona yaklaşmıştı. Barış zamanı da gelmişti,
kralın evlilik çağı da. Ancak XIV. Louis, henüz
aşkın her şeyi yeneceğine inanacak kadar gençti. Mazarin’in yeğenlerinden Marie Mancini’ye
âşıktı ve onunla evlenmeyi planlıyordu. Yeğeninin kraliçe olması ihtimali, bir başka türedi bakanı baştan çıkarabilirdi; ama Kardinal, Kralı
bu saçma fikrinden vazgeçirdi. Ayrılırken Marie Mancini’nin Louis’ye “Siz kralsınız ve ben
gidiyorum, öyle mi!” dediği iddia edilir. Yıllar
sonra Racine, Bérénice adlı piyesinde (1670) bu
repliği kullanacaktı.
Fransa ile İspanya arasındaki barışın bir
parçası da Fransa Kralı’nın, İspanya Kralı’nın
kızıyla evliliği olacaktı. Fransa sarayı güneye,
İspanyol prensesine doğru yolculuğa çıktı. M.
d’Artagnan’ın komutasındaki kralın silahşörle-
Getty Images
40 gün 40 gece
William Powell Frith’in tablosu, Five Gold Rings, Royal Collection Publications
TARİHTEN
Bir 17’nci yüzyıl
gravüründe
XIV. Louis’nin
düğünü.
ri ve saray halkı, her yerde törenlerle karşılanıyor, her şatoda eğleniyordu. Kortej yoldayken
İspanya ile Pirene Barışı da sağlandı (2 Şubat
1660). Artık evlilik için her şey tamamdı. 8
Mayıs 1660’ta Fransız saray halkı, güneydeki
Saint-Jean de Luz kentine varmıştı. Burada
bir ziyafette, sarayın bir oturuşta 286 jambon
yediği kayıtlara geçmiş. 4 Haziran 1660’ta kayınpederle damat, aralarındaki eşitliği ortaya
koymak için, Bidassoa Nehri’ndeki Sülünler
Adası’nda buluştular. Beş gün sonra nikah Bayonne Piskoposu tarafından Saint-Jean Baptiste Kilisesi’nde kıyıldı. Halkın üzerine, “Non
leatior alter” (Kimse benim kadar mutlu değil)
yazılı altınlar atıldı. Fransa Kralı’nın müzisyeni
Lully de oradaydı ve harıl harıl besteler (Xerxes
Balesi) yapıyordu.
Fransızlar, Marie Therese’in giydiği geniş etekle (guardainfante) dalga geçtiler. Yeni
kraliçenin ilk yaptığı iş, Fransız usulü daha
dar eteklere bürünmek oldu. Gerdek gecesi
bu tantananın en önemli safhasıydı. Bunun,
Fransa tarafından başarılması gerekiyordu.
Gerdek odasında kardinal ve piskopos tarafından kutsananlar, iki genç insan değil, Fransa
ve İspanya’ydı. Vakanüvisler, yeni kraliçenin,
nedimelerine “Presto, presto, que el rey me
espera” (Çabuk, çabuk, kral beni bekliyor) de-
İSTASYON
25
Fatma Sultan ve
Silahdar Ali Pasa
13 Mayıs 1709
İstanbul
Lale Devri’nin ihtişamı
elin III. Ahmed’in ilk çocuğuydu. Hakkında o kadar çok belge vardı ki, 20’nci yüzyılda tarihçi ve romancıların gözde kahramanlarından biri olacaktı. İlk
kocası Silahdar Ali Ağa ile evlendiğinde beş
yaşındaydı. Evlilik hazırlıkları daha 1709 ocağında başladı. Padişah, 4 Mayıs’ta müstakbel damadına ferman göndererek, hatem (mühür yüzük), murassa
küpe, çift bilezik, murassa ayna, taşlı nikap, inci işlemeli
ayakkabı, elmas düğmeli istefan, elmaslı sorguç ve şekerlemeden oluşan nişan ağırlığını göndermesini buyurdu.
11 Mayıs, nişan alayı günüydü. İki gümüş nahıl (ağaç maketi) ile değerli takı ve giysiler, 120 tabla şeker ve 2 şeker
bahçesinden oluşan nişan takımı saraya getirildi. Çeyiz
alayı günü de çarşılar süslendi, toplar atıldı, mehter çaldı.
26
İSTASYON
Gelin alayını bütün İstanbullular görsün diye, suri düğünün
(gösteri düğününün) Eyüp’teki
Validesultan Sahilsarayı’nda yapılması uygun görülmüştü. 13
Mayıs sabahı, damadın sağdıcı ve vekili Kaptanıderya elhac
İbrahim Paşa, atına binip alayla Sahilsarayına geldi. O gün
Silahdar Ali Ağa’ya vezirlik
verildi. Asıl düğün ise 16
Mayıs’taydı. Gelin alayı, İstanbulluların hayran bakışlarının
önünden arka arkaya geçti: Asesbaşı, subaşı,
Dergah-ı ali çavuşları, gedikli zaimler, Divan-ı hümayun
haceganı, Kapıkulu bölükleri, Yeniçeri ağası, çavuşbaşı,
tezkireciler, ulema, sağdıç İbrahim Paşa, vezirler, sadrazam, şeyhülislam, harem ağaları, valide sultan ve gelinin
kethüdaları, nahılları taşıyan Tersane azepleri, kapıcıbaşılar, teberdarlar, saraçlar, Darüssaade ağası ve maiyeti,
en arkada da gümüş arabasındaki Fatma Sultan, mehter
takımı ve harem kadınlarının bindiği 31 araba.... Kortej,
Topkapı Sarayı’ndan çıkıp Haliç kıyısındaki Validesultan
Sahilsarayı’na ulaştı. Padişah ve annesi Emetullah Gülnüş
Sultan da saltanat kayıklarıyla denizden geldiler. Akşam
Sahilsarayında yenilip içildi. Yatsı namazından sonra şeyhülislamın duasıyla Damat Ali Paşa gerdeğe girdi. Tabii
bu sembolik bir jestti. Dadısı 5 yaşındaki gelinin yanındaydı. 15 gün boyuncaVeliefendi Çayırı’nda canbaz gösterileri, saray hareminde çengi oyunları, akşamları Haliç’te
sallarda top ve fişek atışları devam etti.
Damat 1716’da Petervaradin Savaşı’nda şehit düşünce,
karısı 12 yaşında dul kalmış oldu. Yeni koca adayı Nevşehirli İbrahim Paşa’ydı. Bu düğün Edirne’de Şubat 1717’de
yapıldı. Karı-koca, Lale Devri’nin debdebesini yaşadılar.
Bu mutluluk 1730’da sona erecek, Fatma Sultan’ın babası
tahttan indirilecek, kocası öldürülecek, kendisi de mallarına el konularak Eski Saray’a gönderilecekti. Üç yıl sonra
ölüp gitmesine kimse şaşmamalı.
SEYİRLİK ÇEYİZ
Kraliçe Victoria’nın torunu Prens (V.) George
ile 1893’te evlenen
Mary of Teck’in çeyizinden saten bir bohça.
Çeyiz sergilendiğinde
saatte 1000 kişi vitrinlerin önünden geçmişti.
Bilet geliri Victoria
Vakfı’na aktarıldı.
Osmanlı padişah
kızlarına özgü düğün
alayı. Gelin cibinlikle
örtülü atın üzerinde.
Önünde nahıl ve Kur’an
taşınıyor.
Genadius & Bremen, 16. Yüzyılda İstanbul, YKY Yayınları
diğini kaydettiler. Kraliçenin “kan ter” (toute en eau)
içinde olduğu da gözlerinden kaçmadı; yıllar önce aynı
sözlerin, kralın babası evlendiğinde annesi için de yazılmış olması umurlarında değildi. XIV. Louis’nin evliliğini, monarşinin sembolleri açısından inceleyen Harvard
Üniversitesi’nden Amy Zanger’in dediği gibi: Kraliçe kan
ter içinde, yaşasın kral!
Five Gold Rings, Royal Collection Publications
TARİHTEN
16. Louis ve
Marie Antoinette
16 Mayıs 1770
sa
Versailles Sarayı, Fran
Kraliçenin kafası,
düğününde ölenlerin
mezarına gömüldü
radan 25 yıl geçmeden kafalarının kesileceğini bildiğimizden, bu iki gencin evliliği için
harcanan çabalar insana hem acıklı, hem komik geliyor. Ancak 1 Mayıs 1756’da Fransa
ile Avusturya arasında imzalanan Versailles
Antlaşması’ndan sonra, henüz bebek olan Louis ile Marie Antoinette’in kaderi çizilmişti. Avusturya
İmparatoriçesi Maria Theresia’nın kızlarından biri, Fransa Kralı XV. Louis’nin torunuyla evlenecekti. 15’ine yeni
basmış Arşidüşes Maria Antonia’nın evliliği için Aralık
1769’da hazırlıklar bitti. Avusturya, bir Brüksel bankası
aracılığıyla 400 bin livre harcayarak, Paris’ten çeyiz ısmarladı. Arşidüşesin Fransa’ya yapacağı yolculuğa 132
kişi katılacak, bir o kadar hizmetkar eşlik edecekti. 57 araba ve 376 at yola çıkmadan, tartışma
başladı. Evlilik kontratını önce gelinin annesi
İmparatoriçeyle ağabeyi İmparator mu, yoksa
damadın büyükbabası Kral mı imzalayacaktı?
Sonunda iki ayrı kontratla sorun çözüldü. Marie
Antoinette, 21 Nisan 1770’te annesinin “Fransız
halkına o kadar iyi davran ki, onlara bir melek
gönderdiğimi söylesinler” tavsiyesinden sonra
yola çıktı. 20 bin atlı muhafızın dizildiği yollarda, her kentte törenlerle karşılandı. Teslim
töreni, Ren Nehri’ndeki bir adada yapılacaktı.
Ancak önceki bir evlilik için kullanılmış bina
yıkık dökük olduğundan Strasbourg kentinin
zenginlerinden mobilya ve duvar halıları temin
edildi. Bunlardan birinde, çocuklarını öldürüp kafalarını
babalarına yollayan Medea’nın görüntülerinin olduğu, o
sırada Strasbourg’da hukuk okuyan genç Goethe’nin dikkatini çekmişti. Goethe şöyle yazdı: “Ne! Genç prenses tam müstakbel kocasının ülkesine girerken, gözlerinin önüne hayal edilebilecek
en kötü evliliğin resminin konulması
mümkün mü!” Bu binaya giren Marie Antoinette, Fransız nedimeleri
tarafından soyuldu; Avusturya giysisi, Fransız nedimeleri tarafından
yağmalandı. Fransız kıyafetlerine
büründü. Öbür kapıdan çıktığında yanında artık tek bir Avusturyalı (köpeği Mops bile) yoktu. 16
Mayıs 1770 sabahı, Paris’te herkes sabah karanlığında uyanmış,
Versailles’a doğru yola çıkmıştı.
Yeni gelini görmek için zorla bilet
bulan 6 bin kişi, saray avlusunu doldurdu. O gün, Versailles’ın şapelinde
beyaz brokar elbisesiyle gelin, 12 yaşında
bir çocuğa benziyordu. Evlilik kontratına
imzasını atarken mürekkebi akıttı. Sonradan bu
bir uğursuzluk belirtisi sayıldı. Ama asıl uğursuzluk, o
gece Reims Başpiskoposu’nun kutsadığı gerdek yatağında hiçbir hareket olmamasıydı. Buna rağmen, törenler
devam etti. Paris’te büyük havai fişek gösterileri yapıldı.
Bunları seyretmek için kalabalık itişirken, insanlar, atlar, arabalar XV. Louis Meydanı’nda (bugün Concorde
Meydanı) kazılmış çukurlara yuvarlandı, 130 kişi öldü.
Sonradan bunun da uğursuzluk belirtisi sayıldığını söylemeye gerek var mı? O şatafatlı düğünle evlenen arşidüşes, 1793’te Yurttaş Antoinette Capet olarak giyotine gitti.
Kesilen kafası ve vücudu, Anjou Sokağı’ndaki mezarlığa,
düğününde ölenlerin gömüldüğü yere atıldı.
Marie Antoinette’in düğünündeki havai fişek gösterisi.
İSTASYON
27
TARİHTEN
Five Gold Rings, Royal Collection Publications
ngiltere Kraliçesi Victoria, 16 Ekim 1839’da
St.
dayısı Belçika Kralı Leopold’a şunları yazdı:
“Kararımı verdim, Albert’e de bu sabah söyledim... Albert, bir kusursuzluk abidesi; beni büyük
bir mutluluğun beklediğini sanıyorum.” Bu satırların yazarı, 20 yaşında bir kızdı ama Büyük Britanya
hükümdarıydı. Kuzeni Albert ise, beş parasız bir Alman
prensiydi. Kraliçe, Albert hakkında İngiltere’de
herkesin kendisiyle aynı fikirde
olmadığını
şaşkınlıkla öğrendi. Prensin “yabancılığı”
Winterhalter’in portresi: Kraliçe Victoria,
gelinliğiyle.
28
İSTASYON
Damadın Nazi ablaları
törene çağrılmadı
Victoria ve Albert
hiç sempatik
değildi. Ama
asıl sorun, kraliçedeydi. Tah10 Şubat 1840
ta çıktığında
James Sarayı şapeli, Londra
ülkedeki iki
partiden birini, Whig’leri
tutması, karşı
taraftaki Tory’leri kızdırmıştı. Çok sevdiği Whig Başbakanı Lord Melbourne’u, seçimi kaybetmesine rağmen iktidarda tutmuştu. Tory’ler, kraliçeye parlamentoda cevap
verdiler. Ocak 1840’ta İçişleri Bakanı John Russell Avam
Kamarası’nda prense 50 bin sterlinlik yıllık gelir verilmesini teklif edince, kıyamet koptu. Sonradan “Aç
40’lar” olarak anılacak 1840’lar başlıyordu. Tory’ler
prensin gelirini 30 bin sterline indirdiler. Kraliçe, kocasına protokolde kraliyet ailesindeki diğer erkeklerin
önünde yer verilmesini istiyordu. Bu isteği de Lordlar
Kamarası’nda Tory’lerin onursal lideri, Waterloo Savaşı galibi, yaşlı Wellington Dükü’nün itirazıyla karşılaştı. Victoria öfkesini günlüğüne kustu: “Zavallı,
sevgili Albert; bu sevgili meleğe ne kadar kötü davrandılar! Canavarlar! Siz Tory’ler, cezanızı bulacaksınız.
İntikam! İntikam! Wellington!” Kraliçe intikamını
Tory ailelerini düğününe çağırmayarak almak istedi.
Başbakan Lord Melbourne, Whig’lerin lideri olmasına rağmen itiraz etti: “Majeste, sizin bile Waterloo
kahramanını düğününüze davet etmeme hakkınız yok!”
Böylece skandal önlendi. Düğün günü, önce Albert,
sonra Victoria Buckingham Sarayı’ndan St.
James Sarayı’na doğru hareket ettiler.
Yol üstünde sayısız insan toplanmıştı.
Tory’ler ve züppe aristokratlar prense dudak bükebilirdi, ama Londralılar bu aşk hikâyesinden
etkilenmişti. Kraliçe, beyaz
saten bir tuvalet giymiş,
başına portakal çiçeklerinden bir çelenk iliştirmiş, pırlanta küpe ve
kolyesini, Albert’in hediyesi safir broşunu takmıştı. St.
James Sarayı kilisesine önden
giden Albert ise dizbağı nişanıyla göz kamaştırıyordu.
Ertesi gün Victoria günlüğüne “Oh! Hayatımın en mutlu
günüydü!”
diye yazdı.
Elizabeth’in nişan fotoğrafı (üstte). Albert’in
Victoria’ya verdiği broş
(aşağıda).
ngiltere Veliahtı Prenses Elizabeth’in yersiz yurtsuz Yunan prensi Philip’le evleneceği 10
Temmuz 1947’de açıklandığında, ülke 2. Dünya
Savaşı’ndan muzaffer fakat yarı ölü çıkmıştı. Birkaç
hafta sonra bağımsızlığına kavuşacak Hindistan’da
ayaklanmalar vardı; petrol, tütün ve
kâğıt ithalatına sınır konulmuş, karneye bağlı gıda maddelerinde yeni
kısıtlamalara gidilmişti. Elizabeth’in
babası Kral VI. George, şaşkınlık
içinde ülkenin savaştan daha kötü
bir durumda olduğunu söylüyordu. Düğün, “kraliyetin mistik
gücünü” harekete geçirdi. Britanyalılar hazırlıkları iyi habere aç
insanların iştahıyla izlediler. Prensesin gelinliğini diken terzi Norman
20 Kasım 1947
dra
Hartnell, bilgi vermediği için gazeLon
rali
ted
Ka
ter
ins
Westm
tecilerin saldırısına uğruyor, basın
sekreteri Richard Colville, kraliçeye gönderdiği mektupta, kadın gazetecilerin, “Prenses
hangi kozmetikleri kullanacak? Damat nedimeleri öpecek mi?” gibi “inanılmaz” sorular sorduğunu anlatıyordu.
Herkesin gözünden kaçan ayrıntı, damadın ailesiydi.
Prens Philip, Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusunda savaşmış Prens Andreas’ın en küçük oğluydu. Yunanistan’dan
kovulan aile, Avrupa’da sürgünde yaşamıştı. Philip’in
Margarita, Theodora, Cecilie ve Sophie adlı dört ablası,
1930’larda birer Alman prensiyle evlendiler. Bu prensler de Nazi partisine üye oldular. Philip’in ablalarından
Prenses Elizabeth’in
Sophie’nin Göring ve karısıyla ziyafet sofrasındaki fotoğduvağını başına
rafı, Philip’i ablası Cecilie’nin cenaze töreninde (1937)
tutturduğu “tiara”
ünlü Nazilerin arasında yürürken gösteren fotoğraf gibi
denilen taç, büyükanbelgeler, yıllar sonra Jonathan Petropoulos’un Royals
nesi Kraliçe Mary’ye
and the Reich (2006) adlı kitabında yayımlanacaktı. FoVictoria tarafından
toğraflar 1947’de yayımlansa, evlilik iptal edilirdi: İngihediye edilen bir
kolyenin pırlantalizlerin Nazilere karşı savaşı biteli iki yıl bile olmamıştı.
larıyla süslüydü.
Ancak Philip’in hayattaki üç ablası Almanya’da kaldılar; böylece 19 Kasım gecesi, ertesi gün gelinin saraydan
çıkışını görebilmek için, savaştan kalma sığınak battaniyelerine sarılarak Buckingham Sarayı’nın önünde beklemeye başlayan İngilizlerin keyfi kaçmadı. İnsanlar 2
bin 500 hediyeyi incelemek üzere kuyruğa girdiler.
Açlık çeken bir halktan gelen hediyeler arasında şekerli bademler, somon konserveleri, 76
mendil, 30 eşarp, 148 çift çorap vardı. Mahatma Gandhi’nin dokuduğu kaba kumaştan giysinin ne olduğunu ise kimse
anlayamadı, ama hâlâ büyük bir hazine
olarak korunuyor.
2. Elizabeth
ve Philip
Fatma Sultan ve
Ali Galib Pasa
7-14 Ağustos 1854
İstanbul
Illustration’a
kapak olan gelin
ırım Savaşı başlamıştı. Tam düğün
vaktiydi: Halka moral verilecekti. Gelin, Abdülmecid’in 14 yaşındaki kızı Fatma
Sultan, damat Sadrazam Mustafa Reşit
Paşa’nın oğlu Ali Galib Paşa’ydı. Düğün
masrafı için, sadrazam Baltalimanı’ndaki
yalısını hazineye 250 bin liraya sattı; padişah da yalıyı gelinle damada tahsis etti! Gelin Sultan’ın resmiyle birlikte
düğün, Fransız L’Illustration dergisinde (2 Eylül 1854)
birinci sayfadaydı. Kayıklarla taşınan çeyiz şunlardı: “Elmas, inci, sırma işlemeli sırt samuru, pırlantalı, incili,
klaptan işlemeli tırtıllı al atlas, mavi, pembe, mor, tirşe
şalaki entariler, incili sırmalı, tırtıllı klaptanlı ipek işlemeli yatak, yemek, kahve, hamam takımları, zümrüt, lal
işlemeli aynalar, gümüş fincan zarfları, taam tepsileri, örtüler, gümüş, porselen, kristal takımlar... Devlet ricalinin
hediyeleri 500 bin altın tutarındaydı. Çırağan ile Baltalimanı arasında halk kıyıları doldurmuş bu görkemli alayı
seyretmekteydi…” Kardeşi Sultan Reşad’ın “şişe gibi bir
kızdı” diye güzelliğini övdüğü Sultan’la, Abdülmecid’in
bir gün kızıp “köstebek kılıklı herif” dediği tüy siklet kocası mutlu olmadılar. Damat sarhoşken boğuldu, Sultanın
ikinci kocası Nuri Paşa ise Taif’e sürüldü, orada delirdi.
L’Illustration, 2.9.1854, Atatürk Kitaplığı
Waterloo kahramanına
düğün ambargosu
İSTASYON
29
TARİHTEN
Getty Images
ler ve altın kumaşlarla süslenen St. Nicholas Kilisesi’ndeki
töreni 30 milyon insan televizyondan naklen seyretti. Katedrale bir Rolls Royce ile gelen çiftin düğününe Onasis,
Carry Grant, eski Mısır Kralı Faruk da davetliydi. Hayatının en büyük rolünü oynayan Grace Kelly’nin incilerle
bezeli, içi tül dışı ipek taftadan yapılmış gelinliği için 500
metre tül harcanmıştı. Gelinlik, The Swan filminin kostümcüsü Helen Rose’un tasarımıydı. Prenses’in saçlarını
MGM film stüdyosunun kuaförü Virginia Darcy yapmıştı.
Düğünün dünya çapındaki reklamını da stüdyo üstlenmişti. Bu, MGM’in en başarılı projelerinden biriydi.
M. Rıza Sah
Süreyya ve Ferah
12 Şubat 1951 ve
21 Aralık 1959, Tahran
Şah’ın dillere destan
düğünleri
uhammed Rıza Pehlevi 1950’de, bir kız doğurmuş ilk karısından boşanarak, yeni bir eş
aramaya başladı. Şah’ın gömlekleri Paris’te, takım
elbiseleri İtalya’da dikiliyor, İsviçre’de bir dişçiye
gidiyordu. Bu yaşama uygun bir gelin gerekiyordu. Sonunda annesi Alman olan Süreyya İsfendiyari
bulundu. Süreyya 16 yaşındaydı, ama 18 yaşında
olduğu açıklandı. Türedi hanedanların törenlerinin, ne kadar para dökerlerse döksünler, eski hanedanların törenlerine kıyasla yapaylığı, bu düğünde de görüldü. Yanlışlıkla fazla davetiye gönderildiği için
sarayda izdiham yaşandı. Gelin tifodan yeni kalktığından
bitkindi. Üstelik Christian Dior’un yaptığı, üzerinde 600
elmas olan 15 kilo ağırlığında bir gelinlik giymişti. Sendeleyerek bir koltuğa yığıldı. Saray terzisi gelinliğin eteğinin
30
İSTASYON
altından jüponları kesti de, gelinin yükü biraz hafifledi. Şah karısına özel yapım bir Rolls Royce hediye
etmiş, sözde misafirlerinden de bir hayır kurumuna
bağış yapmalarını rica etmişti. Tabii kimse buna
inanacak kadar saf değildi. Stalin bir kürk ve siyah
elmaslarla süslü bir çalışma masası, VI. George gümüş mumluklar göndermişti.
Ancak, Şah böyle bir tantanayla evlendiği
Süreyya’dan yedi yıl sonra boşandı. Üçüncü eşi Farah Diba idi. Paris’te mimarlık okuyan yeni gelin
20 yaşındaydı. Tantanaya bayılan Şah, 100 kere evlense
100 kere düğün yapmaya hazırdı. İngiliz hanedanının
hiçbir düğününde İngiliz olmayan bir terzi, kuaför veya
mücevherci çalışmazken İran’da tam tersi söz konusuydu. Gelinliği Yves Saint Laurent, tacı Harry Winston tasarladı. Neyse ki gelinlik “Pers motifleri” ile işlenmiş ve
gelin de kapıdan çıkarken annesinin tuttuğu Kur’an’ın
altından geçmişti. Batılı müttefikler yine pamuk ellerini
cebe attılar. Bu evlilik istenen erkek çocukları verdi ama
ne fayda? Aile sürgüne gitti, çocuklardan ikisi intihar etti.
MGM stüdyosunun
en başarılı filmi
eri masalı denilecekse, bu düğün için denilmeli: Zaten amaç da buydu. 25 yaşında
Oscar ödülü kazanan Hollywood Prensesi Grace Kelly, gerçek bir prensle evlendi. Son filmlerinden
The Swan’da (1956), bir prensesi canlandırması anlamlı
bir tesadüftü. Her şey 1955’te Grace Kelly Cannes Film
Festivali için Fransa’nın güneyine gitmesiyle başladı. O
sırada Monte Carlo bir kumarhane cennetiydi, ama Monaco prensliğini elinde bulunduran Grimaldi ailesinin
Şah ve Farah Diba
(üstte). Şah ve
Süreyya (solda).
Getty Images
750 milyon TV başındaydı
Prens Rainier
ve Grace Kelly
19 Nisan 1956
St. Nicholas Kilisesi
maddi durumu pek iyi değildi. Festival sırasında, Paris
Match dergisinin editörü Pierre Galante, çifti beraber resim çekmek için ikna etti. Bir yıl sonra evlenmeye karar
verdiler. Kelly her starın gizli korkusu olan unutulma riskini bu sayede aşacak, Rainier ise ülkesini bütün dünyaya
tanıtacaktı.
Grace Kelly 4 Nisan 1956’da New York’tan gemiye bindiğinde, Manhattan’ın 84. iskelesinde bir paparazzi yığını
tarafından uğurlandı. Gemi Monte Carlo’ya vardığında
Prens Rainier yatıyla gelini denizde karşıladı. Sahilde yine
bir paparazzi ordusu bekliyordu. Ertesi sabah, beyaz çiçek-
Rainier ve Grace,
kilisede nikah anında
(üstte, solda). Kiliseye
giden Diana’yı müthiş
bir kalabalık selamlıyor
(altta solda). Çift evlendikten sonra (aşağıda).
Objektiflere yansıyan
bu mutlu anlar, kraliyet
ailesine mensup iki
kadının ortak tek yönleri
değil. Monaco Prensesi
Kelly gibi Galler Prensesi
Diana da trafik kazası
sonucunda yaşamını
yitirdi. Kazanın olduğu
sırada Grace Kelly 52,
Diana ise 36 yaşındaydı.
irkaç hafta önce, John Walsh’un Independent gazetesinde bir yazısı yayınlandı:
“Temmuz 1981’de yetişkin olan bizler, sadece o günkü gösteriler nedeniyle değil, bir gece
önceki şaşırtıcı sahneler nedeniyle de düğünü
hiç
unutmayacağız.
Diğer yarım milyon insan
gibi ben de arkadaşlarımla Hyde Park’a havai fişek
gösterilerini seyretmeye
gittim. Kalabalık eğleniyordu. O güne kadar ne
bir rock konserinde, ne
bir futbol maçında, ne bir
siyasi mitingde insanların
yüzünde böyle bir heyecan görmüştüm... Mall’da
birden yaşama sevinciyle
dansetmeye
başladılar.
Hyde Park’ın köşesinden
çıktık, trafiğin en yoğun
olduğu caddeyi öylesine
kesiverdik... “ 31 yaşındaki
İngiltere Veliahtı Charles
19 yaşındaki Lady Diana
Spencer ile evlenirken,
toplumun bir dönüşümün
eşiğinde olduğunu bu sözler anlatıyor. Thatcher ve
Reagan yıllarıydı. Bıktırıcı
Soğuk Savaş son nefesini
vermek üzereydi. 29 Temmuz
1981’de 750 milyon kişi televizyon başına kilitlenerek bu
29 Temmuz 1981
uyumsuz çiftin evlenişini izledi.
St. Paul Katedrali, Lond
ra
Kraliyet yine sembol olma görevini yapmıştı.
Prens Charles ve
Diana Spencer
İSTASYON
31
OTOMOBİL
YAZI: Edmon Bekyan
Hayat düzlüğündeki
damalı bayrak göründü
Ezeli rakipleri tarafından bile saygı gören ve bir efsane
olarak gösterilen Michael Schumacher, hayatının en
zorlu yarışında, bu defa Azrail’i mağlup etmek istiyor.
M
ilyonları peşinden sürükleyen spor
dalları arasında yer alan Formula 1’i
bu kadar popüler yapan unsurların
başında, teknoloji harikası otomobillerin ulaştığı hız ve bu hıza hükmedecek kadar özel yeteneklere sahip pilotlar geliyor. Onlara pilot denmesi tesadüf değil; 5-6 G’ye (ani
hız değişikliklerinde ve virajlarda pilotun maruz kaldığı kuvvet) ulaşan kuvvet altında, 350
32
İSTASYON
km/s’e varan hızda otomobili kontrol etmek,
herkesin harcı değil. Bu pilotlardan bazılarının adı, bir sezon duyulup yok olurken, bazıları
adeta ölümsüzleşiyor. Michael Schumacher de
bunlardan biri.
Ünlü pilot, Aralık ayında Fransız Alpleri’nde
kayak yaparken düşüp başını kayaya çarpması
sonucunda oluşan beyin kanaması nedeniyle
suni komada tutuluyor. Schumacher’in duru-
mu hakkında bilgi verme yasağı olduğu için
kimse tedavinin ne aşamada olduğunu bilmiyor. Sadece Formula 1 tutkunları ve fanları
değil, bütün dünya, Alman pilotun bir an önce
iyileşip ayağa kalması için dua ediyor. Michael
Schumacher’in direksiyon başındaki yeteneklerinin yanı sıra yardımseverliği ve spor adına
yaptıkları da onu ayrıcalıklı bir konuma getiriyor. Schumacher’in bu kadar özel olmasına ve
milyonlarca kişi tarafından sevilmesine vesile
olan niteliklerine birlikte göz atalım.
ADAM OLACAK ÇOCUK
Adam olacak kişinin, daha küçük bir çocukken çevresine buna dair ipuçları sunduğu
bir gerçek. 3 Ocak 1969 doğumlu olan Michael Schumacher’in de motor sporlarındaki yeteneği çok küçük yaşlarda ortaya çıktı.
Aslında her şey, babası Rolf Schumacher’in,
Michael’ın oyuncak arabasına motosiklet motoru takmasıyla başladı. Pilotluğa ilk adımını
attığı bu otomobille caddelerde dolaşan küçük
Schumacher’in, sokak lambasının direğine
çarpması, babasının durumun ne derece riskli
olduğunu fark etmesini sağladı. Oğlunu yollardan ve yoldaki tehlikeden uzak tutmak isteyen
Rolf Schumacher, onu go-kart yapması için
teşvik etmeye başladı. Altı yaşına geldiğinde
şampiyonalarda birincilikler elde etmeye başlayan Schumacher’in başarısını gören babası,
RAKAMLAR YALAN SÖYLEMEZ!
Rekorlar Schumacher
Diğerleri
Dünya şampiyonası
En hızlı tur zamanı
Yarış galibiyeti
Pol pozisyonu
Podyum
Lider gidilen tur
7
77
91
68
155
5,111
5 (Juan Manuel Fangio)
41 (Alain Prost)
51 (Alain Prost)
65 (Ayrton Senna)
106 (Alain Prost)
2,931 (Ayrton Senna)
İSTASYON
33
OTOMOBİL
oğlunun yeteneğini geliştirebilmesi ve yarışmaya devam edebilmesi için işinden arta kalan zamanlarda go-kart kiralayıp
onları tamir ediyordu. Annesi Elizabeth ise yarıştığı pistin kafeteryasında çalışıyordu. Michael altı yaşına geldiğinde kendisi gibi F1 pilotu olan kardeşi Ralf Schumacher doğdu. Ralf,
2007 yılına kadar abisi gibi F1’de yarıştı.
Michael Schumacher’in özel hayatındaki ikinci dönüm
noktası ise 1995 yılında Corinna Betsch ile evlenmesiyle gerçekleşti. Bu evlilikten Gina (17) adında bir kızı ve Mick (15)
adında bir oğlu olan; kayak yapmayı, ata binmeyi ve futbol
oynamayı çok seven ünlü pilot, en çok kazanan sporcular
arasında yer alıyor. Emekli olmadan, Mercedes’le yarıştığı dönemde yıllık kazancı, reklam ve diğer sponsorluklarla birlikte
36 milyon Euro’yu geçiyordu.
“En çok kazanan sporcu” unvanının nasıl elde edildiğine
gelince… Babasının desteğiyle go-karta yönelen, pistlerde ne
derece başarılı olabileceğinin ilk sinyallerini de orada veren
Schumacher, 18 yaşına geldiğinde Almanya ve Avrupa gokart şampiyonluğunu elde etti. 1990 yılında, Almanya F3
şampiyonluğunda birincilik kürsüsüne çıkınca, daha önce
kazandığı derecelerin tesadüf olmadığını kanıtladı. Bir yıl
sonra, Jordan takımıyla F1’e adım atan Schumacher, 1992’de
Benneton takımıyla ilk yarışını (Spa/Belçika) kazandı. Dört
Aç gözlerini!
sezon daha Benetton’la yarışları kazanmaya devam eden
Schumacher’e olan ilgi de katlanarak artıyordu. Bunun sonucunda 1996 yılında, kendisi ve Ferrari’ye büyük başarılar
getirecek olan birlikteliğe imza atıldı ve aynı sezon üç birincilik elde etti. 1997 sezonunu beş birincilikle tamamlarken
1998’de, Mika Hakkinen’le unutulmaz düellolara girişti, fakat
Pilotlar Şampiyonluğu’nu Hakkinen’e kaptırdı. Bir yıl sonra,
Silverstone’da, 230 km/s hızla lastik bariyerlere çarpınca ayağı kırılan Schumacher, bir müddet pistlerden uzaklaşmak
zorunda kaldı. Çabucak toparlanan ve 2000 yılında başarılı
yarışlar çıkartan pilot, o sene Ferrari’ye dünya şampiyonluğunu getirdi. 2001’de dokuz, sonraki yılsa 11 yarışı birincilikle
tamamladı. 2003 yılında, Ferrari sekiz yarışı, Schumacher ise
bunların altısını podyumla bitirdi. Aradan çok değil, sadece
bir yıl geçtiğindeyse 13 yarışın 12’sini kazanarak rekorlarına
bir yenisini ekledi.
2005 yılında, yarışta lastik değiştirme yasağının da gelmesiyle birlikte sadece Amerika GP’sinde damalı bayrağı
göğüsledi. 2006’da fanlarını üzecek bir karar vererek sezon
34
İSTASYON
Takvimler, 13 Mayıs 2012’yi gösteriyor…
MIchael Schumacher ve SebastIan Vettel,
İspanya Grand Prix’si için direksiyon başına
geçiyor. bu zorlu Yarışı kazanan, Pastor
Maldonado oluyor (üstte).
sonunda emekliye ayrılacağını açıkladı. Fakat pistlerden
uzun süre ayrı kalamayacağını anlayan Schumacher, 2009
yılında Ferrari’yle yarışlara geri döneceğine dair beyanatlarda
bulunsa da geçirdiği motosiklet kazasından oluşan sakatlığından dolayı bu kararından vazgeçti. Bu açıklamadan birkaç
ay sonra Mercedes takımıyla el sıkıştığı haberleri duyulmaya
başlandı. 2010 sezonunda umduğunu bulamayan ve 2011’de
Pilotlar Şampiyonası’nı sekizinci sırada tamamlayan Schumacher, 2012 yılında sıralama turlarında hem de en zor pist
olan Monaco’da en iyi zamanı elde ederek kendisinde hâlâ iş
olduğunu kanıtladı. Buna rağmen, otomobilinin performansının yeterli olmaması nedeniyle galibiyet elde edemedi. Üç
sezonun sonunda umduğunu bulamayan Schumacher, ikinci
ve sonuncu ayrılığını açıkladı.
Fransa’nın kayak merkezi Meribel’de dengesini kaybedip
başını kayaya vuran Schumacher’in durumunun kontrol
altına alındığı belirtilse de hayatının geri kalanını yatağa
bağlı geçirip geçirmeyeceği bilinmiyor. Görgü tanıklarının
ifadelerine göre yavaş sayılabilecek bir tempoda kayan
Alman pilot, iki pistin ortasında kalan ve bastırılmamış karın
bulunduğu bölüme girerek bir kayaya çarpması sonucunda
dengesini kaybedip kafasını aynı bölgede bulunan başka
bir kayaya çarparak bilincini kaybetmişti. Kazanın olduğu
noktada bulunan bir görgü tanığının olayı cep telefonuyla
çektiği ve yetkililere teslim ettiği belirtiliyor. Çarpma anında
Schumacher’in kırılan kaskındaki GoPro kamera da polisin
elinde bulunuyor. Polis ayrıca kaza anında Schumacher’le
birlikte bulunan oğlu Mick ve arkadaşının da ifadesine
başvurdu.
Çapma sonucunda beyinde oluşan kanamanın neden olduğu
baskının azaltılması için iki ameliyat geçiren Schumacher,
suni koma olarak adlandırılan kontrollü uyku halinde
tutularak beynin kendisini daha çabuk iyileştirmesi deneniyor.
Beyne daha az oksijen gitmesi ve çalışma fonksiyonlarının
yavaşlamasıyla, toparlanma sürecinin hızlandırılması
amaçlanıyor. Söz konusu uygulama benzer durumlarda
genelde iki hafta uygulansa da ünlü pilotun durumunda
bu süre bir hayli aşıldı. Uzmanlar, teknik olarak sürenin
uzatılmasının bazı yan etkilere neden olabileceğini, ancak
bu aşamada yapılabilecek en iyi şeyin bu olduğu yönünde
ortak görüş bildiriyor. Gelen son bilgiler ünlü pilotun yakın
zamanda uyandırılmaya başlanacağı yönünde. Ailesi, bilgi
alışverişini sınırlı tutmayı tercih ettiği için gelişmeler hakkında
maalesef net bilgiler alınamıyor. Şimdi herkes, hayatının
mücadelesini verdiği söylenen Michael Schumacher’in
yeniden gözlerini açmasını ve bilincine kavuşmasını bekliyor.
Robot mu? Duygusal mı?
İşini çok ciddiye alması, aşırı disiplini, riske girmekten çekinmemesi, başarıyı her şeyin önünde tutması gibi özelliklerinden dolayı çoğu zaman robot olarak nitelendirilse de onu
yakından tanıyanlar aslında duygusal biri olduğu belirtiyor.
Bu duruma örnek olarak da, Ayrton Senna’nın elinde bulundurduğu 41 birincilik unvanını 2000 yılında Monza yarışında eşitleyen Schumacher’e basın toplantısında “Senna’yla
aynı sayıya ulaştın, bu senin için ne ifade ediyor” diye sorulduğunda gözyaşlarına boğulup toplantıyı tamamlayamaması gösterilebilir. Farklı yardım kuruşlarına verdiği destek ve
2005 yılında Asya’da meydana gelen tsunami felaketi sonrası
bağışladığı 10 milyon Dolar da Schumacher’in görünmeyen
yüzünün ne kadar hassas olduğunu kanıtlıyor.
Belki Senna o ölümcül kaza sonucu hayatla verdiği mücadeleyi kaybetmeseydi, Schumacher ile ilgili yazdıklarımızın
büyük bölümü yukarıdaki satırlardaki gibi olmayacaktı. Bunu
hiçbir zaman bilemeyeceğiz, ama kesin olan bir şey varsa o da
Schumacher’in F1’de birçok şeyi değiştirdiği ve çok daha geniş
kitlelere sevdirdiği. Şimdi hepimiz sağlığıyla ilgili gelecek güzel bir habere odaklandık. Hadi Schumi, bir kez daha, bu sefer
sadece kendin için bayrağı göğüsle.
İSTASYON
35
SPOR
Karnavala
hazır mısınız?
Dünyanın gözü bu yaz Brezilya’da olacak. Futbolla yaşayıp,
futbolla yatanların ülkesi, tarihinde ikinci kez Dünya Kupası’na ev
sahipliği yapacak. Futbolda en başarılı milli takımlar, tarihlerine
yeni bir başarı eklemek için bu yaz sahaya çıkacak. Peki, siz bu
organizasyona hazır mısınız?
YAZI: Yakir Mizrahi
B
rezilya... Birçokları için futbol denince akla gelen belki de ilk ülke... Pele’den Socrates’e,
Garrincha’dan Zico’ya, Taffarel’den Romario’ya,
Ronaldo’dan Ronaldinho’ya yüzlerce futbol yıldızı yetiştirmiş bir ülke... Yetiştirmekle kalmayıp,
dünyanın en çok futbolcu ihraç eden ülkesi... Plajlarından
futbolcu fışkıran, futbol topuyla büyüyüp, onunla yaşayan
ve ondan hayatını kazananların ülkesi... Ve bu ülke futbol
tarihinde ikinci kez bir Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Bu yaz 12 Haziran-13 Temmuz tarihlerinde tüm dünyanın gözlerini çevireceği turnuvada 32 takım, birbirleriyle kozlarını paylaşacak. Eleme maçlarında
Dünya Kupası vizesi alamayan A Milli Takım, ne yazık ki
Brezilya’da sahne alamayacak. Bu yüzden turnuva boyunca
içimizde burukluk olacak. Ama yine de Dünya Kupası’nın
coşkusunu yaşamak bizim elimizde...
Brezilya’nın ikinci kez Dünya Kupası’na ev sahipliği
yaptığını belirtmiştik. Peki, ilk tecrübesinde ne yaşamıştı
Brezilya? O tecrübeyi anlatmadan, bu yaz yapılacak Dünya
Kupası’nın Brezilyalılar açısından önemini anlatmak pek
de mümkün değil... Zira 1950 yılında düzenlenen turnuvada final grubunda yer almıştı Brezilya... Grubun son maçında rakip; dönemin en kuvvetli ekiplerinden Uruguay’dı...
Alınacak bir beraberlik ya da galibiyet, Brezilya’yı kendi seyircisi önünde dünya şampiyonu yapmaya yetecekti. Maracana Stadı’nı dolduran 200 bin kişi, Brezilya’nın dünya
şampiyonluğunu ilan etmesini bekliyordu. Ancak maçın
bitimine 11 dakika kala Alcides Ghiggia’nın kaydettiği gol,
konuk takımı 2-1’lik galibiyete taşırken, zaferin adı Urugu-
36
İSTASYON
İSTASYON
37
SPOR
REKORLAR
UNUTMA!
Dünya Kupası’nın açılış maçı ev sahibi Brezilya ile Hırvatistan arasında 12
Haziran’da oynanacak. Yerel saatle
17’de başlayacak maç; TSİ 23’te Türk
futbolseverlerin karşısında olacak.
Açılış maçından bir gün sonra son
Dünya Kupası finalistleri İspanya ile
Hollanda bu kez grup karşılaşmasında TSİ 23’te birbirlerine rakip olacak.
Bu maçların yanı sıra 14 Haziran’daki
İngiltere-İtalya ve 16 Haziran’daki
Almanya-Portekiz karşılaşmaları da
kaçmaz. Bizden uyarması...
ay; hüsranın adı ise Brezilya oluyordu...
Evinde oynadığı ilk Dünya Kupası’ndan trajik bir sonla ayrılan Brezilya için 2014’ün önemi bir hayli büyük...
Bu kez zaferi ıskalamak istemiyorlar. Ancak “sambacılar”ı
bu turnuvada zorlayacak birbirinden zorlu ekipler olacak.
Son şampiyon İspanya, 24 yıllık kupa hasretine son vermek isteyen Almanya, yıldız oyuncularıyla Fransa, Messi
önderliğindeki Arjantin, 1966’dan bu yana şanssızlığını kıramayan İngiltere, tecrübeli oyuncularıyla İtalya ve Hollanda turnuvanın önemli şampiyonluk adayları arasında gösteriliyor. Portekiz, Belçika, Kolombiya, Hırvatistan,
Bosna Hersek ve Uruguay ise hiç kuşku yok ki, bu Dünya
Kupası’nın en dikkat çeken takımları olacak.
HALK KUPAYI PROTESTO ETTİ
İşin teknik kısmını şimdilik bir kenara bırakıp,
Brezilya’nın Dünya Kupası’na nasıl hazırlandığına bakalım... Ekim 2007’de turnuvaya ev sahipliği yapma hakkını elde eden Güney Amerika ülkesi, geride kalan yaklaşık
6,5 yılda birçok konuda zorluklar yaşadı. FIFA’nın tüm ev
sahibi ülkelere dayattığı ulaşım ve konaklama konusundaki aksaklıkların giderilmesi, altyapı yetersizliklerinin
tamamlanması, yeni stat inşaatlarının yapılması ve güvenlik tedbirlerinin mükemmelleştirilmesi gibi etkenler,
Brezilya ekonomisini sarstı. Halk, Dünya Kupası için yapılan yaklaşık 14 milyar Dolar’lık harcama nedeniyle hükümet aleyhine protesto gösterileri yaptı. Böylesine devasa bir bütçenin bir futbol organizasyonu yerine ülkenin
eğitim ve sağlık alanlarında yapılacak reformlara yatırılması gerektiğini savunanlar, geçtiğimiz yıl Haziran ayında sokaklara döküldü. Binlerce kişi haftalarca hayat pahalılığı, işsizlik ve yolsuzluk ekseninde Dünya Kupası’nı
protesto etti. Sao Paulo başta olmak üzere birçok kentte sokakları birbirine katan göstericiler, FIFA’ya büyük
tepki gösterirken turnuvanın geleceğine dair endişelerin
oluşmasına yol açtı. Yaşanan gerilim dolu sürecin ardından Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, tansiyonu düşüren
38
İSTASYON
EN BAŞARILI TAKIM: Brezilya - 5 şampiyonluk
EN BAŞARILI FUTBOLCU: Pele - 3 şampiyonluk
EN BAŞARILI TEKNİK DİREKTÖR: Vittorio Pozzo - 2 şampiyonluk
EN GOLCÜ: Ronaldo - 15 gol
EN GENÇ GOLCÜ: Pele - 17 yaş 239 gün (Brezilya-Galler / 1958)
EN YAŞLI GOLCÜ: Roger Milla - 42 yaş 39 gün (Kamerun-Rusya
/ 1994)
BİR MAÇTA EN GOLCÜ FUTBOLCU: Oleg Salenko - 5 gol
(Kamerun-Rusya / 1994)
nacak. İnşaatı esnasında çatının çökmesi sonucu iki işçinin
can verdiği 48 bin kişi kapasiteli arena, kupanın daha şimdiden en sorunlu statlarından biri... Bu iki stadın yanı sıra
Fortaleza, Porto Alegre, Recife, Salvador, Manaus, Natal,
Belo Horizente, Curitiba, Brasilia ve Cuiaba’da bazısı yeni
yapılan ve bazısıysa renove edilen arenalar, dünyanın en iyi futbolcularına ev sahipliği yapacak.
CÜNEYT ÇAKIR DÜNYA KUPASI’NDA
Bir tarafta Messi, diğer tarafta Ronaldo. Biri Arjantin’in, diğeri
Brezilya’nın dünya futboluna kazandırdığı isimler. Her ne kadar
Ronaldo, sahalardan uzaktaysa da Messi hâlâ onunla kıyaslanıyor.
Ve Messi bu organizasyonda iki kat performans göstermek zorunda.
Zira birçok kişi, “dünyanın en iyi futbolcusu olabilmesi için, dünya
kupasını kazanması gerektiğini” düşünüyor.
bazı açıklamalar yapmak zorunda kaldı.
Ancak Brezilya’nın Dünya Kupası öncesi yaşadığı sorunlar sadece protesto gösterilerinden ibaret değildi. Tamamlanamayan statlar ve stat inşaatları sırasında hayatlarını kaybeden işçiler Brezilya’nın bu süreçte topladığı
tüm eleştirilerin çıkış noktası oldu. Dünya Kupası için vadedilen 12 stadın tamamının çok daha önce FIFA’ya teslim edilmesi gerekirken, Sao Paulo ve Curitiba’daki statların Mayıs ayı ortasına, yani turnuvanın başlamasına ancak
bir ay kala tamamlanabileceği ortaya çıktı. Kupa tarihinin belki de en sancılı ev sahipliği sürecini yaşayan ve bunu
FIFA’ya yaşatan Brezilya, yine de son teknoloji statlarında
dünyanın en büyük futbol organizasyonunu düzenleyecek.
Plajları, futbolcuları ve alımlı kadınlarıyla meşhur bu
güzel Güney Amerika ülkesinde, 12 stat futbolseverlere
hizmet verecek. Yeniden inşa edilen Maracana Stadı, yapılan makyajla 77 bin kişilik kapasiteye düşürüldü. Rio da
Janeiro’daki bu tarihi stat, dünya şampiyonunu belirleyecek final karşılaşmasına ev sahipliği yapacak. Turnuvanın
açılış maçı ise Sao Paulo’daki Corinthians Stadı’nda oyna-
Türkiye olarak 2014 Dünya Kupası’nda yer
alamasak da üç hakemimiz Brezilya’da
görev alacak. Cüneyt Çakır ve yardımcıları Bahattin Duran ile Tarık Ongun,
tam 40 yıl sonra Dünya Kupası’na gitmeye hak kazanan ilk Türk hakemler
oldu. Daha önce 1974 yılında Doğan
Babacan, Dünya Kupası’nda düdük çalmış ve kupa tarihinin ilk kırmızı kartını
gösteren hakem olarak kayıtlara geçmişti. Avrupa kıtasından sekiz elit meslektaşıyla birlikte Dünya Kupası’nda maç yönetecek 25 hakem arasına girmeyi başaran
Çakır, turnuva tarihinde ilk kez uygulanacak
gol çizgisi teknolojisini de kullanacak. Daha önce
2012 ve 2013 yıllarında Kulüpler Dünya Kupası’nda,
yine geçtiğimiz yıl Brezilya’da düzenlenen Konfederasyon
Kupası’nda başvurulan gol çizgisi teknolojisi, bir Dünya
Kupası’nda ilk kez uygulanacak. Stat içinde konuşlanmış
kale çizgilerini gözetleyen kameralar, topun gol çizgisini geçmesi halinde hakemlerin koluna taktığı saatlere bir
sinyal gönderecek. Hakemler de bu sayede tartışmalı pozisyonla ilgili tüm inisiyatifi teknolojiye bırakmış olacak.
FIFA Başkanı Sepp Blatter’in ilk başlarda karşı çıktığı gol
çizgisi teknolojisinin 2014 Dünya Kupası’nda hayata geçmesine sebep olan en önemli olaysa 2010’da İngiltere’nin
Almanya’ya attığı golün, değer kazanmaması... Hatırlanacağı üzere, Frank Lampard’ın yaptığı vuruşta meşin yuvarlak gol çizgisinin içine düşmesine karşın maçın hakemleri yakalayamadıkları pozisyonda gol kararı verememişti.
Bu pozisyonun ardından futbolda teknolojinin kullanımı
üzerine yapılan tartışmalar sürat kazanırken, yapılan geniş katılımlı toplantılar ve futbol dünyasından gelen tepkiler üzerine gol çizgisi teknolojisinin Brezilya’daki Dünya
İSTASYON
39
SPOR
DÜNYA KUPASI GRUPLARI
A GRUBU
-Brezilya
-Hırvatistan
-Meksika
-Kamerun
E GRUBU
-İsviçre
-Ekvator
-Fransa
-Honduras
B GRUBU
-İspanya
-Hollanda
-Şili
-Avustralya
F GRUBU
-Arjantin
-Bosna Hersek
-İran
-Nijerya
C GRUBU
-Kolombiya
-Fildişi Sahili
-Japonya
-Yunanistan
G GRUBU
-Almanya
-Portekiz
-Gana
-ABD
D GRUBU
-Uruguay
-Kosta Rika
-İngiltere
-İtalya
H GRUBU
-Belçika
-Cezayir
-Rusya
-Güney Kore
Büyük buluşmada tam 32 takım var. İspanya,
Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda,
Arjantin ve tabii ev sahibi Brezilya, turnuvayı
kazanması beklenen favori takımlar.
Kupası’nda hayata geçirilmesi karara bağlanmıştı.
Hakemler, Dünya Kupası’nda yeni bir uygulamayı daha
kullanacak. Serbest vuruşlarda barajı oluşturan savunma
oyuncularının topa 9 metre 15 santimetre uzakta olma kuralını sıklıkla suiistimal etmesi nedeniyle bunun önüne
geçmeyi hedefleyen FIFA, daha önce birçok Güney Amerika ülkesinde kullanılan uçucu spreyi Dünya Kupası gündemine aldı. Buna göre hakem, bir pozisyonda serbest vuruş kararı vermesinin ardından barajın yapılacağı noktaya
gidip, beyaz boya çıkaran spreyi sıkacak... Savunma oyuncuları ise oluşacak bu beyaz hattı ihlal edemeyecek. Bu
spreyin özelliği ise sıkıldığından yarım dakika sonra yok olması... Dolayısıyla sahanın bilumum bölgesi beyaz spreyler
nedeniyle puantiyeli bir görünüme sahip olmayacak.
FAVORİ TAKIMLAR HANGİLERİ?
İspanya favori takımlar listesinde ilk sırayı alıyor… Son
iki Avrupa Şampiyonası’nın kazananı ve dünya kupası-
40
İSTASYON
O tüm zamanların
en iyi futbolcusu
belki de. Takvimler
1959’u gösteriyor
ve Pele, Sao Paulo
Şampiyonası’nda
rakibiyle mücadelede.
Kazanan, tabii ki
Pele.
nın sahibi İspanya, unvanını korumak için Brezilya’da
olacak. Seneler içinde birçok başarıyı tatmış, Şampiyonlar Ligi’nden lig ve kupa şampiyonluklarına kadar birçok
zafere erişmiş, kupalara doymuş bir kadroyla boy gösterecekler. En önemli dezavantajları yaşlanan ve doyuma
ulaşmış bir kadro olacak gibi görünse de İspanya halen
dünyanın yenilmesi en zor ekiplerinden biri...
Listenin ikinci sırasında yer alan Almanya ise İspanya ile birlikte son 10 yılın en kuvvetli kadrosuna sahip olmasına rağmen, bunu taçlandırmayı başaramadı. 2006
ve 2010’da Dünya Kupası üçüncülüğü, 2008’de Avrupa
ikinciliği; Joachim Löw’ün öğrencilerini memnun etmeye
yetmedi. Mutlu sona bu kadar yaklaşmalarına karşın bir
türlü şampiyonluk kutlaması yapamadılar. Ancak bu kez
durum farklı. Hüsranlarından gerekli dersler çıkarmayı
bilmiş, nitelikli bir kadroyla Brezilya’da olacaklar. Ve bu
kez gerçekten de 24 yıllık Dünya Kupası hasretini noktalamak istiyorlar...
Sıra geldi Arjantin’e… Bir Arjantinli için ezeli rakip
Brezilya’da dünya kupasını havaya kaldırmak, en büyük
rüya... Üstelik birçoklarının Messi için yaptığı “Dünyanın
en iyi futbolcusu olmak istiyorsa, dünya kupasını kazanması gerekir” şeklinde koştuğu şart da Arjantinli yıldızın
ve futbolseverlerin hafızasına nakşolmuş durumda... Bu
durumda Arjantin’in 2014’ün en önemli favorilerinden
biri olmadığını söylemek, hataların en büyüğü...
Avrupa Kıtası’nın temsilcisi Fransa, 1998’de kendi seyircisi önünde Brezilya’yı yenip dünya şampiyonu olmuştu. Bu kez kupaya ulaşmaları daha zor, zira ev sahibi ülke
şampiyonluk yolunda 1998’in rövanşını almak isteyecektir. Ancak kadronuzda Ribery, Benzema ve Pogba gibi yıldızlar varsa; o takım favoriler arasında mutlaka yer alır.
Buffon ve Pirlo... Sadece bu iki oyuncunun başarılarla dolu futbol kariyerleri bile İtalya’nın ne kadar korkutucu bir takım olduğunun göstergesi... Üstelik bu mahzende Pirlo ve Buffon gibi iki yıllanmış şarabın yanı sıra
Mario Balotelli gibi paha biçilmeyecek bir değer daha var.
Şampiyonluk zor belki, ama 2006’da zafer; inananların
olmuştu.
İngiltere’ninse yıllardan bu yana yetenekli oyuncu ha-
vuzunda birçok eksiklikleri var. Bunun yanı sıra takımın
temel taşı olan bazı isimlerin yaşları ilerledi. Üstelik menajer Roy Hodgson, İngiliz futbolseverlerin mutlak desteğini arkasına alabilmiş değil. Ancak yine de turnuvanın
can yakan takımı olacaklarına dair şüphe yok...
Hollanda, Sneijder’den Robben’e, Dirk Kuyt’tan Robin van Persie’ye hücum hattıyla tüm rakiplerinin korkulu rüyası olan bir ekip. Futbolda başarı son yıllarda iyi
hücum etmek kadar iyi savunma yapmaktan da geçiyor.
Hollanda 2010’da -pek de alışık olmadığımız şekilde- savunma zaferiyle finale yürümüştü. Bakalım Brezilya’da
oyunun iki yönünü doğru oynamaları Hollanda’ya ilk
dünya kupası şampiyonluğunu getirecek mi?..
Gelelim Brezilya’ya… Ev sahibi olarak her maça 1-0
önde başlayacakları, su götürmez bir gerçek. Neymar,
Hulk, Oscar, Dani Alves, Thiago Silva, David Luiz ve Marcelo gibi el üstünde tutulan oyuncuları da mevcut. Buna
karşın kadronun önemli defoları yok değil. Kaleci Julio
Cesar; Dünya Kupası’na Kanada ekibi Toronto ile hazırlanıyor. Yedeği Jefferson ise bir dönem Trabzonspor ve
Konyaspor’da forma giymiş ve deyim yerindeyse bu ülkeden kovalanmıştı... Kadrodaki alternatif oyuncuların nitelikleri tartışılır düzeyde ve bu Brezilya’nın turnuva boyunca başını bir hayli ağrıtabilir. Ev sahipliği yaptıkları bir
Dünya Kupası’nı daha kaybetmeme psikolojisi; futbolcuların ruh halini bir hayli etkileyecek gibi görünüyor...
İSTASYON
41
YEME-İÇME
Kısacık
ömrüne
çok şey
sığdırıyor
Her ne kadar kış mevsiminde bile tezgâhlarda
kendine yer bulsa da baharın ve yazın
habercisi çilek, kısacık ömrüne rağmen
hayatımızı renklendiren bir meyve. Vücuda
sağladığı faydalarsa saymakla bitmiyor…
ların erişebileceği, damakta bıraktığı eşsiz tat. Yemeklere dair
yazılarıyla tanına Ahmet Örs, “Renk skalasında ‘çilek pembesi’
olarak geçen, ancak günümüz çileklerinin hiçbirinde bulamayacağımız o romantik, üzeri çilli, biraz eski moda kalmış pembe renkli güzelim Arnavutköy çileğinin küçücük bir tanesi bile,
benim için çok şeye bedeldi. Bir zamanlar Arnavutköy çileği bol
bulunurken, biraz daha iri, daha az kokulu, ama bugünkü hormonlu hemcinsleriyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli Ereğli çileğine dudak büker, evlerimizde onun reçelini kaynatırdık”
diyor bir köşe yazısında.
Bir tanesi bile çok şeye bedel bu çileğin, kimler tarafından
ve nasıl Arnavutköy’e getirildiğine ilişkin net bir bilgi olmamasına rağmen, Ahmet Örs, yukarıdaki satırlarda alıntı yaptığımız yazısında, Osmanlı çileğinin ilk yetiştiricisi olarak İpsilantis ailesini işaret ediyor. Bu veriden yola çıkarak her şeyin,
İstanbul’da dünyaya gelen, Eflak Beyliği’ndeki görevini tamamladıktan sonra bağlarıyla ünlü Arnavutköy’e yerleşen Aleksandros İpsilantis’in, 19’uncu yüzyılın başlarında Osmanlı çileğini
yetiştirmeye karar vermesiyle başladığını söylemek mümkün.
Bu girişiminden başarılı sonuç alan İpsilantis’ler, civardaki bir-
YAZI: SEMA ULUDAĞ
R
engi göze, kokusu buruna, tadıysa damağa şifa veren kaç
meyve var ki şu hayatta. Bir elin parmakları kadar ancak... Havaların yavaş yavaş ısınmasıyla birlikte birçok
kişinin aklına düşüveren çilek, işte bu meyvelerden biri
ve belki de en önemlisi. Adına methiyeler düzülmesi, festivaller
yapılmasıysa boşuna değil. Zira insanın üç duyusuna birden hitap edebilmeyi başaran bu meyvenin vücuda sağladığı faydalar
bilimsel araştırmalarla kanıtlanırken, göreni, koklayanı, tadanı
mutlu ettiği, dolayısıyla bedene olduğu kadar ruha da iyi geldiği bir gerçek.
Birçok kaynak, rengiyle göz alıcı bir görünüme sahip bu
meyvenin anavatanı olarak Güney Amerika’yı, Şili’yi işaret ediyor. Şili’den yola çıkıp önce Fransa’ya gelen, zaman içinde dünyanın dört bir yanına yayılan çilek, dış etkenlerden çok çabuk
etkilenirmiş gibi görünen hassas yapısına rağmen, neredeyse
tüm iklimlerde yetişebilme özelliğine sahip. Öyle ki, -10 °C’’ye
kadar, herhangi bir önlem almaya gerek duyulmadan toprakta boy gösterebiliyor. Daha düşük sıcaklıkların hüküm sürdüğü
yerlerdeyse, üzerleri saman ya da yapraklarla örtülüp korunabiliyor. Bu özelliği nedeniyle çilek, Doğu Anadolu’daki herhangi bir şehirde olduğu gibi Akdeniz bölgesinde de yetişebilen ender meyvelerden biri…
Bu durum, farklı bölgelerde, farklı iklimlerin yaşandığı Türkiye için bir avantaj kuşkusuz. Ancak varlığını birçok bölgede
gösterse bile, İstanbul’un Arnavutköy semtinde yetişen ve Osmanlı çileği olarak bilinen türün namı, diğerlerine oranla çok
daha fazla. Nedir bu çileği, diğerlerinden farklılaştıran diye düşünürseniz, buna verilecek yanıt basit; nevi şahsına münhasır
rengi, buram buram kokusu ve sadece yeme şansına nail olan-
42
İSTASYON
rengiyle göze, kokusuyla
buruna, tadıyla damağa iyi gelen
çilek, kimi zaman da sanatçılara
ilham kaynağı oluyor.
çok aileye de örnek teşkil etmiş olsa gerek ki, bir süre sonra
Arnavutköy’ün dört bir yanından çilek kokuları yükselmeye
başlamış. Her yıl, mayıs ve haziran aylarında toplanan çilekler köy meydanındaki iskeleye indirilir ve satışı yapılırmış. Fakat İstanbul’daki hızlı kentleşmeden üzerine düşen payı alan
Arnavutköy, sınırları içindeki topraklara inşa edilen her bir binayla birlikte, çileklerin yetiştirildiği bahçelerini de kaybetmeye başlamış.
Günümüzdeyse, aynı aileye mensup akrabalarından çok
daha farklı özelikler taşıyan bu türün izine rastlamak neredeyse imkânsız. Osmanlı çileği arayışına girenlerin tek sorunu bu
olsa, iyi; bulmak ayrı, satın almak ayrı bir dert. Neden mi? Çünkü İstanbul’da ancak birkaç manavda izine rastlayabileceğiniz
bu meyvenin tadına varabilmeniz için servet ödemeyi göze almanız gerekiyor. Diyelim ki, ekonomik gücünüz fiyatı dikkati almanızı gerektirecek nitelikte değil. O zaman bile sorunla
karşılaşıyorsunuz; zira Osmanlı çileği, ailenin diğer bireylerinin aksine, günlerce saklanabilecek nitelikler taşımıyor. Dalından koparıldıktan üç ya da en fazla dört gün içinde tüketmezseniz, bozuluyor. Osmanlı çileğine ulaşmak ve tabii satın almak
bu kadar meşakkatliyse de, kimi kaynaklara göre çilek ailesinin
onlarca türünün bulunması ve söz konusu türlerden bir bölümünün bu topraklar üzerinde de yetişebilmesi, bu meyveye tutkunların yüzünü biraz olsun güldürmeye yetiyor.
VİTAMİN VE MİNERAL DEPOSU
Küçücük yapısına inat, yeryüzündeki hemen herkesin gönlünü
çelmekte zorlanmayan çilek, bünyesinde barındırdığı vitamin
ve minerallerle tam anlamıyla sağlık kaynağı olarak da değerlendiriliyor. Her ne kadar küçük çocukların ve alerjisi olduğu kanıtlanan
yetişkinlerin bu meyveden biraz uzak
olması gerekiyorsa da içerdiği vitamin ve minerallerle kolesterolden bağışıklık sistemini güçlendirmeye, antioksidan etkisinden romatizma ve
karaciğer hastalıklarına kadar, pek
çok soruna çare olduğu biliyor. Sindirim sisteminin düzenli çalışmasına
katkı sağlaması, kansere karşı koruyucu özellikler barındırması, böbreklerde kum oluşmasının önüne geçmesi, damar sertliğini önlemesi nedeniyle
kalp dostu olması ve kanı temizlemesi de cabası. Tabii çok iyi yıkanması ve
çok fazla yenmemesi kaydıyla… İyi yıkanmadığı takdirde böbreklerde kum
oluşmasına yol açtığı, hazmı zor olduğu için mide rahatsızlığı bulunanlara
zor anlar yaşattığı da bir gerçek.
Kısacık bir ömre bunca fayda
sağlayan çileğin nimetlerinden her
daim yararlanmak isteyen insanoğlu, kâh suyunu çıkararak, kâh reçel ve
marmelat yaparak, kâh pasta, turtalara veya çikolatalara katarak bu meyveyi
sofralarının başköşesine yerleştirdi yüzyıllardır. Bugün yediğimiz birçok şeyin içinde ya
kendisinin ya da aromasının bulunması, bu meyveye verilen değerin ifadesi değil de, ne? Şimdilerde, bahar ve
yaz aylarının müjdecisi olarak manavların kasalarında bir kez
daha yerini alan çilek, önce görüntüsü, sonra kokusuyla cezbedecek birçoğumuzu. Bu davetkâr renge ve kokuya kayıtsız kalamayanlarımızın evlerinde, bazen en sade haliyle konuk edilecek,
bazen de kremşanti ya da pudra şekeriyle ahbaplığı sağlanacak.
Ve ömrünü tamamlayıp bir sonraki yıla kadar aramızdan ayrıldığında, geride kendisine hayran milyonlarca kişi bırakacak.
İSTASYON
43
SAĞLIK
Tok tutar,
kilo yapmaz
Sıcak
metabolizmayı
yavaşlatıyor
n Türkiye’de yaşayanlar onunla biraz
geç tanışmış olsa bile, avokadonun
migren, ülser ve Alzheimer gibi
hastalıklara iyi geldiği uzun zamandır
biliniyordu. Birçok sofrada hâlâ
rastlanmayan bu meyvenin, yakın
bir tarihte bilinmeyen bir özelliği
daha ortaya çıktı. Gıda uzmanları,
kilolu fakat sağlıklı 26 kişi üzerinde
gerçekleştirdikleri bir deney
vasıtasıyla avokadonun insanı tok
tuttuğu sonucuna vardı. Özellikle öğle
yemeklerinde yenen yarım avokado,
kişiyi yüzde 40 oranında tok tuttuğu
gibi, abur cubur yeme isteğini de
bertaraf ediyor.
n Evinin, işyerinin ya
da kapalı alanların sıcak
olmasını kim istemez
ki. Hele bir de dışarıda
dondurucu soğuk varsa…
Ancak Hollanda’da yapılan
bir araştırma, kapalı
alanlardaki sıcaklığın
kiloya sebep olabileceğini
ortaya çıkardı.
Sonuçları “The Trends
in Endocrinology and
Metabolism / Endokrinoloji
ve Metabolizmada
Eğilimler” adlı tıp
dergisinde yayımlanan
araştırma, enerji dengesini
temel alıyor. Zamanının
yüzde 90’ını kapalı
alanlarda geçirenler,
konforlarını sağlamak için
içerideki havayı ısıtıyorlar.
Vücut, bu duruma
sıcaklığı kontrol altında
tutmak için harcayacağı
enerjiyi en aza indirerek
tepki veriyor. Her ne
kadar sıcak iştah kesici
bir unsur gibi görünse
de metabolizmanın
yavaşlaması kilo almaya
sebep oluyor. Aksi de
mümkün tabii; insanlar
üşüdüklerinde, vücut
ısılarını normal seviyede
tutabilmek için yeme
ihtiyacı duyuyorlar.
Bu nedenle uzmanlar,
özellikle kapalı ortamlarda
sıcaklığın 19 derece
civarında olması
gerektiğini belirtiyorlar.
Sorun cİddİ, külfet ağır
Araştırmacılar, kanserin sadece sağlığı değil, ülke ekonomilerini de tehdit ettiğini bir kez
daha kanıtladı. AB ülkeleri, bu hastalık için yılda neredeyse 126 milyar Euro harcıyor.
n Sonuçları, Lancet Oncology dergisindeki bir makaleye konu
olan araştırma da gösteriyor ki kanser, vücut hücrelerini
yiyip bitirmekle kalmayıp ülke ekonomisine de ciddi zararlar
veriyor. Oxford Üniversitesi ve Kings College’de görev
yapan bir grup araştırmacının dâhil olduğu, 27 Avrupa
Birliği ülkesini kapsayan araştırmada, sadece ilaç ve tedavi
masrafları değil, hastalar ve hasta yakınlarının ücret ve
maaş kayıpları da mercek altına alındı. Buna göre kanser, AB
ülkelerinin bütçelerinden 126 milyon Euro’yu alıp götürüyor.
Araştırmaya göre akciğer kanserine, diğer kanser türlerine
oranla daha fazla masraf yapılıyor, zira akciğer kanseri çok
daha erken yaşlarda meydana gelebiliyor ve bu da üretimde
kayıplara yol açıyor. Harcanan toplam miktarın 51 milyar
Euro’luk kısmını, doktorlara ödenen ücretle ilaç bedelleri
oluştururken, hastalık ve erken ölüm nedeniyle yaşanan
üretim kaybının, 52 milyar Euro düzeyinde olduğu tahmin
ediliyor. Kişi başına yapılan kanser tedavisi masrafı Almanya
ve Lüksemburg gibi zengin ülkelerde yüksekken, Bulgaristan
ve Litvanya gibi ülkelerde daha düşük.
Bu arada Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre,
2008’de dünya üzerinde 12,7 milyon kanser vakası varken,
2012’de bu rakam 14 milyona ulaştı. Aynı yıllarda söz konusu
hastalıktan ölenlerin sayısı da 7,6 milyondan 8,2 milyona
yükseldi.
Bunlarla beyninizi tüketmeyin!
n Şeker ve şeker ürünleri: Uzun süreli şeker
kullanımı, hafızayı zayıflatıp öğrenmeyi zafiyete
uğratıyor.
Fast food: Fast food, beynin kimyasını değiştirdiği
için depresyon ve anksiyete sorunlarına yol açıyor.
Öğrenme bozukluğu, motivasyon eksikliği ve hafıza
zayıflığı oluşturuyor.
44
İSTASYON
Kızartmalar: Bütün işlenmiş yiyecekler kimyasallar,
katkı maddeleri, yapay tatlandırıcılar ve koruyucular
içerdiği için beyin sinirlerini zedeliyor.
İşlenmiş ya da önceden pişirilmiş yiyecekler:
Tıpkı kızartmalar gibi işlenmiş gıdalar da merkezi
sinir sistemine zarar veriyor. Bu da dejeneratif beyin
bozukluğuna ve Alzheimer’a neden olabiliyor.
Tuzlu yiyecekler: Tuzun içindeki yoğun sodyum,
beyne zarar verip düşünme yeteneğini zayıflatıyor.
Zekâyı geriletiyor.
Tahıllar: Tahılların hepsi beynin fonksiyonlarına
zararlı. Ancak bunun tek istisnası, yüzde 100 kepekli
tahıllar. Yani tam tahıllar.
İşlenmiş proteinler: Sosis, salam, sucuk başta
olmak üzere işlenmiş proteinlerden uzak durmak
şart! Doğal proteinler sinir sistemini yapılandırırken,
işlenmiş proteinler aynı sistemi tahrip ediyor.
Trans yağlar: Trans yağlar, kalp, kolesterol ve
obezite başta olmak üzere birçok hastalığa yol
açıyor. Beyinin işlevinin kalitesini düşürüyor, felç
riskini artırıyor.
Tatlandırıcılar: Yapay tatlandırıcıların daha az
kalori içerdiği doğruysa da uzun kullanımlarda beyin
hasarına ve zihinsel bozukluklara sebebiyet veriyor.
Nikotin: Nikotin, beyne kanın, dolayısıyla da
oksijenin gitmesini engellediği için bu organı yavaş
yavaş öldürüyor.
Kokuya karşı
10 savaşçı
n Ağız kokusu kişiyi ve
Kanıtlamak
zorundalar, yoksa…
Antibakteriyel sabunlarla ilgili tartışmalar
devam ediyor. Amerika Gıda ve İlaç Kurumu,
üreticilerden bu ürünün sağlığa yararlı
olduğunu kanıtlamasını bekliyor.
n Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu FDA tarafından yapılan ve
sonuçları www.blogs.smithsonianmag.com sitesinde yayınlanan
bir araştırmaya göre, antibakteriyel sabun üretimi yapan
firmalar, ürünlerinin normal sabundan ya da sudan daha güvenli
olduğunu kanıtlayamazlarsa, zor duruma düşebilirler. Geleneksel
sabunlardan daha etkili olduğu kanıtlanmayan bu tür sabunların,
bugüne kadar yararlarından ziyade zararları gündeme geldi.
Antibiyotiğe dirençli bakterilerin üremesine neden olabileceği,
endoktrin bozucu bir niteliği bulunduğu, başta alerji olmak üzere
çeşitli sağlık sorunlarına yol açabileceği, çevreye zarar verdiği
iddia edilen bu tür sabunlar, Türkiye pazarında da önemli bir yere
sahip. FDA’nın yaptığı açıklama hayli ilginç; zira Amerika’da üretilen
sıvı antibakteriyel sabunların yüzde 75’inde, kalıp sabunlarınsa
yüzde 30’unda bakterileri yok ettiğine inanılan triklosan maddesi
kullanılıyor. Triklosan ile ilgili uzun süren araştırmaların sonuçlarını
içeren rapor, nihayet açıklandı. Rapora göre antibakteriyel
ürünler sağlığa yararlı olmaktan çok üreticiye kâr sağlıyor. Bu da
antibakteriyel temizlik ürünleri üreten firmaların, bu ürünlerinin
bulaşıcı hastalık oranını düşürmede, geleneksel sabundan
daha etkili, yararının da zararından fazla olduğunu kanıtlaması
gerektiğini ifade ediyor.
çevresini rahatsız eden
bir unsur. Kimi zaman
yiyecekler, kimi zaman da
diş ve diş eti hastalıkları
nedeniyle ortaya çıkan
bu durumun önüne
geçilebilir. Ağız ve diş
sağlığı uzmanları, ağız
kokusuyla savaşmanın
10 temel yöntemi olduğu
konusunda hemfikir.
Bunlardan ilki, diş fırçası
ve diş macunu. İkinci
yöntem dil fırçasını
kullanmayı alışkanlık
haline getirmek. Birçok
derdin çözümünde ortak
payda olan su, ağız
kokusunu gidermede
de etkili bir yöntem.
Uzmanların hem tükürük
salgısını çoğaltmak hem
de ağızdaki kokuyu yok
etmekte önerdikleri
bir diğer yöntem sakız
çiğnemek. Ağız içi
bakterilerini yok etmede
önemli bir görev üstlenen
tarçın ve alkolsüz
gargara solüsyonları bu
savaşta kendilerine yer
bulabiliyorlar. Ağızdaki
kuruluğu önlemek için
kullanılan nemlendiriciler,
yiyeceklerin iyice
çiğnenmesi, nefesin ağız
yoluyla alınmasına neden
olan sinüzit ve diğer
burun hastalıklarının
tedavisinin yapılması da
kokuyu önlemeye katkıda
bulunuyor. Gelelim, ağız
kokusundan kurtulmanın
onuncu ve şimdilik
sonuncu yoluna: Sigarayı
bırakmak.
Koş kİ, İştahın azalsın
n Spor yapmanın, özellikle de düzenli olarak koşmanın
vücuda sağladığı fayda tartışılmaz. İngiltere’deki
Aberdeen Üniversitesi’ne bağlı Rowett Beslenme ve
Sağlık Enstitüsü’nden Dr. Daniel Crabtree’nin yürüttüğü
çalışmanın sonuçlarından anlaşılacağı gibi koşmak, kişiyi
birçok zararlı besinden de uzak tutuyor. Egzersizle iştah
arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmak isteyen uzmanlar,
araştırmaya katılanları bir saat boyunca hızla koşturdular,
ardından da beyin taraması yaptılar. Tarama sırasında
çeşitli yiyeceklerin fotoğraflarını gösteren araştırmacılar,
denekleri bir saat dinlendirip aynı fotoğrafları tekrar
gösterdiler. Dr. Crabtree, “Bulgularımız, yapılan
egzersizden sonra, pizza, hamburger gibi besinlerin
resimlerine bakıldığında beynin insula bölgesindeki
faaliyetin azaldığını ortaya koydu. Elma, çilek, havuç ve
üzüm gibi daha düşük kalorili besinlerin fotoğraflarına
bakıldığındaysa bu bölgedeki faaliyet artıyor” dedi
İSTASYON
45
SAĞLIK
Tembel tiroit, hipotiroit yapıyor
Medical Park Samsun Hastanesi Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Ramis Çolak, son yıllarda
gündemimize daha fazla giren hipotiroit konusuyla ilgili soruları yanıtladı.
Genetik zemini olan birinde; beslenme hatalarıyla, aşırı iyotlu ya da iyotsuz beslenmeyle
açığa çıkar. Aşırı iyot, haşimato hastalığına
neden olur. 1996’da Türkiye’de iyotlu tuz kullanılmaya başlandı. Bunun sonucunda guatr
hastalarıları azaldı, ama Haşimato hastalığı
iki katı yükseldi. Haşimato hastalığının nasıl
başladığı tam olarak bilinmiyorsa da genetik
eğilim önemlidir. Aynı ailenin üyelerinde sık
görülür. Haşimato tiroiti olan hastalarda kuvvetli bir genetik geçiş vardır ve bu hastaların
birinci dereceden akrabalarında tiroit antikorları yüksek olarak bulunur ve hastalık ailenin
diğer üyelerinde de sıklıkla ortaya çıkar. Bu
nedenle Haşimato tiroiti varsa, ailenin diğer
üyelerinde de tiroit tetkikleri yapılmalıdır.
Bu, cinsiyet ayrımcısı bir hastalık mıdır?
Hipotiroidi kadınlarda daha sık görülür. Hipotiroidizm, her bin kadından 3 ila 12’sinde,
her bin erkeğin 1 ila 3’ünde görülür. 60 yaşın
üzerindekilerde bu oran yükselir. Bağışıklık
sistemi hastalıkları, kadınlarda, erkeklere göre
biraz daha fazla. Tiroidin işlev bozuklukları da
genellikle bağışıklık sistemindeki bozukluklara bağlıdır. Haşimato hastalarının yüzde 95’i
kadındır. Kadınlarda, erkeklere göre 15-20 kat
daha fazla görülür. Ergenlik çağındaki kızlarda sıklığı, yüzde 0,8-1,6’dır.
SÖYLEŞİ: SEMA ULUDAĞ
Bir uzman olarak hipotiroit hastalığını nasıl
tanımlarsınız?
Hipotiroit, tiroit bezinin az çalışmasıdır. Hipotiroitizm, tiroit bezinin vücudun normal çalışmasını sağlamak için yeterli tiroit hormonu
yapamaması anlamına gelir. Kanında çok az
miktarda tiroit hormonu bulunan insanları,
hipotiroitik olarak tanımlarız. Tiroit hormonu yetersizliği sonucu, vücudumuzun tüm
metabolik olaylarında yavaşlama başlar ve bu
nedenle vücudun dengesi altüst olur. Vücutta-
Medical Park
Samsun Hastanesi
Endokrinoloji
Uzmanı Prof. Dr.
Ramis Çolak.
46
İSTASYON
ki bu bozuklukların yanı sıra ruhsal çöküntü,
unutkanlık, hareketlerde yavaşlama ve uykusuzluk görülür.
Hipotiroit, hangi belirtilerle kendini gösterir?
Tiroit bezi yetmezliğine ait şikâyetler, hastalığın şiddetine göre değişir. Bazen hiçbir şikâyet
yokken, bazı hastalarda çok şiddetli belirtiler
ortaya çıkar. Hipotiroit sorununun belirtilerini şöyle sıralayabiliriz: “Kolay yorulma, yorgunluk, bitkinlik, enerji azlığı”, “hatırlamada
zorluk, unutkanlık, yavaş düşünme, konsantre
olamama”, “hareketlerde yavaşlık”, “sabahleyin uyanmada zorluk, daha çok uyku isteği,
gün içinde uyuklama”, “üşüme veya kendini soğuk hissetme”, “terlemenin azalması”,
“kuru, soğuk, kalın ve kaşınan bir deri”, “sarı
veya portakal renginde bir deri”, “kuru, kaba
ve kolay kırılan tırnaklar”, “saç dökülmesi, saçlarda azalma, kaşlarda dökülme”, “iştah kaybı”, “kilo alma ve kiloyu verememe”, “horlama
başlaması”, “kas krampları ve eklemlerde ağrı
oluşması”, “kaslarda iğne batması hissi veya
karıncalanma”, “kabızlık”, “göz etrafının ve gözaltının şişmesi”, “el, ayak ve eklemlerde şişlik”,
“karpal tünel sendromu denilen el bileğinde
sinir sıkışması ve ağrı”, “adet kanamalarının
daha fazla miktarda olması, adetlerde kramp
olması ve adet öncesi dönemin kötü geçmesi”,
“gebe kalamama”, “Libido (cinsel istek) azlığı
ve empotans”, “bazı kadınlarda adet sıklığının
azalması veya adetlerin kesilmesi”, “depresyon
gelişmesi ve hiçbir şeyle ilgilenmeme”, “sesin
kalınlaşması ve ses kısıklığı”, “işitmede azalma
oluşması”, “guatr oluşması (haşimato hastalarında olur)”, “tiroit bezinin küçülmesi”, “kalp
hızının ve nabız sayısının azalması”, “kan kolesterol düzeyinde artma”, “reflekslerin yavaş
olması”, “kekemelik”.
Hipotiroit genetik bir hastalık mıdır?
Tiroit hastalıkları genellikle genetik geçişlidir.
Hasta hipotiroide hamilelik döneminde yakalanmışsa, bebeğin gelişiminde riskli durum
oluşur mu?
Tiroit hormonu bebeğin beyin gelişimi için
gerekli. Konjenital hipotiroidizm olan bebeklerde, tanı konmaz ve düzgün tedavi başlanmazsa ciddi kognitif, nörolojik ve gelişim
anormallikleri oluşabilir. Annede tedavi edilmeyen hipotiroidizm; bebekte beyin gelişiminde bozukluğa neden olabilir. Hafif tedavi edilmemiş hipotiroidizmi olan annelerin
bebeklerinde, hafif derecede beyin gelişme
anormalliği görülebilir. Bu olumsuzluklar nedeniyle, hipotiroidisi olan bir kadının gebelik
öncesi tedavisinin yapılması gerekir. Gebeliğe
karar verildiğinde; tiroit hastalığı açısından
yüksek riskli olan kadınlarda, örneğin öncesinde hipertiroidizm nedeniyle tedavi olmuş,
ailede tiroit öyküsü bulunan ve guatrı olanlarda, menstruasyonun bitiminden hemen sonra
tiroit fonksiyon testleri ölçülmeli, ilaç dozu
düzenlenmelidir. Gebelik oluştuktan sonra,
gebeliğin 8-12 ve 20’inci haftada TSH ölçülmelidir. Özellikle gebeliğin ikinci yarısında
ilaç dozunu artırmak gerekir. İlaç dozunu artırdıktan bir ay sonra ST4 ve TSH ölçümü yapılarak kontrol edilmelidir. Gebelik sırasında
ilk kez hipotiroidi saptanırsa hemen tedaviye
başlanması, bir ay sonra ST4 ve TSH ölçümü
yapılarak doz ayarlaması yapılması gerekir.
fazla alınması durumunda da Haşimato tiroidi görülme sıklığında artış görülür.
Hipotiroit olduğundan şüphelendiğiniz kişilere, kesin tanıyı koymak için hangi yöntemleri
uygularsınız?
Hipotiroidi hastalığı, kan testleriyle kolaylıkla teşhis edilir. Test olarak T3, T4, TSH,
anti-TPO antikoru ve anti tg antikoru ölçülür.
Kanda serbest T4 hormonu düşük ve TSH
yüksekse hipotiroidi tanısı konur. Serum T3
düzeyleri değişkendir ve bazen normal sınırda
olabilir. Çok nadiren hipofiz bezi yetmezliğine
bağlı tiroit bezi yetmezliği olabilir, o zaman
TSH hormonu düşük, T4 ve T3 hormonu da
düşüktür.
Hipotiroit, hastada bedensel arazların yanı
sıra psikolojik sendromlar da yaratır mı?
Depresyon veya bazen ajitasyon denilen saldırganlık görülebilir. Depresyon, tiroit bezi
yetmezliği olan kişilerin yüzde 40’tan fazlasında saptanır. Depresyonun beyindeki mutluluk
hormonu adı verilen serotonin yapımındaki
azalma nedeniyle ortaya çıktığı ileri sürülür.
Bazı bölgelerin iklimsel özellikleri nedeniyle
birtakım hastalıkların ortaya çıktığı biliniyor.
Hipotiroit de bu sınıfa sokulabilir mi?
İyot, bir coğrafi bölgede toprakta ve kaynak sularında yetersizse, o bölgeden elde edilen gıda
maddelerinde ve içme sularında da yetersizdir.
Bölgede yaşayanlarda, iyot eksikliğinden kaynaklanan guatr meydana gelir. Ülkemizde guatrın çok yaygın rastlandığı coğrafi alanlar var.
Bir yerleşim bölgesinde halkın yüzde 10’undan fazlasında guatr varsa, o alan “endemikyaygın ve yerleşik- guatr bölgesi” olarak kabul
ediliyor. Bizde Karadeniz dışında Kastamonu
çevresi ve Göller Bölgesi de endemik guatrın
görüldüğü alanlar. Guatrın bu kadar yaygın
olmasının muhtelif nedenleri olabiliyorsa da
en önemlisi iyot noksanlığıdır. İyot eksikliğine bağlı hipotiroidi bu nedenle bu gölgelerde
sık görülür. Tuzların iyotlandığı ülkelerde iyot
yetersizliği daha az görülür. İyotlanan tuzun
Hipotiroit tanısı konulmuş bir kişinin tedavi
süreci nasıl şekillenir?
Hipotiroidi kalıcı olarak tedavi edilemez. Hastalığı yok edecek bir tedavi şekli veya hastalığı
tamamen ortadan kaldıracak bir tedavi yolu
maalesef yok. Ama hemen hemen her hastada hipotiroidi tamamen kontrol edilebilir. Bu
da TSH ve T4’ü normal seviyeye getirmek için
kullanılan T4 replasmanı ile mümkündür.
Tiroit bezi doğru çalışmasa bile vücudun tiroit hormon düzeyleri ve vücut fonksiyonu T4
replasmanı ile düzeltilebilir. Sentetik tiroksin
hapları, tam olarak T4 hormonuna benzeyen
hormon içerir. Burada amaç TSH düzeyini
1.5-2.5 IU/L olacak şekilde ayarlamaktır. Yaşlı
hastalarda veya koroner kalp hastalığı olanlarda tedaviye çok düşük dozlarda başlanır
ve 4-6 haftalık aralıklarla artırılır. Kadınların
çoğunda gebelik süresince dozda yüzde 25-50
oranında bir artış gerekir. Şiddetli miksödem
olanlar hariç tüm hipotiroidik hastalar ayaktan tedavi edilebilirler. İlaç tedavisine başladıktan iki hafta sonra şikâyetlerde düzelme
başlar. Bununla birlikte şiddetli şikâyetleri
olanlarda tam düzelme birkaç ayı bulur.
İSTASYON
47
UZMAN GÖZÜYLE
diğer sürücülerin dikkatine...
Servis araçları muayenesi
Ülkemizde oldukça yaygınlaşan servis araçlarının muayeneleriyle ilgili genel bir çerçeve çizen TÜVTÜRK Teknik Eğitmeni Rıdvan İlhan, geniş bir kesime hizmet veren bu tür araçlarda muayene
edilen unsurlar hakkında da bilgi verdi.
Servis araçları hizmet amaçlarına
göre şu şekilde birbirlerinden
ayrılırlar.
A
raç muayeneleri, aracın kendine has özelliklerine ve hizmet amaçlarına göre yapılıyor. Bu
sebeple servis araçlarının muayeneleri, servis hizmetinin verileceği yerler için hazırlanmış
yönetmeliklere uygun şekilde gerçekleştiriliyor.
3 bin 500 KG
ALTI
M2
3 bin 500 KG
ÜSTÜ
M2-M3
Aracın arka kısmına yerleştirilen “Okul Taşıtı” yazısı, minibüsler için
832 x 1040 mm, otobüsler için ise 1000 x 1250 mm ebatlarında
olmalıdır.
Okul servis aracının arkasında, öğrencilerin iniş ve binişleri sırasında
yakılmak üzere en az 30 cm çapında kırmızı ışık veren bir lamba
bulunmalı ve bu lambanın yakılması halinde üzerinde siyah renkte
büyük harflerle “DUR” yazısı okunacak şekilde tesis edilmeli, lambanın
yakılıp söndürülmesi tertibatı, fren lambalarıyla ayrı olmalıdır.
DUR
her koltukta emniyet
4
30 Kasım 2010 itibaren tadil veya imal edilen okul taşıtlarında;
a) Azami yüklü ağırlığı 3 bin 500 kilogram ve altında olan M2 sınıfı (10 ve
daha üstü koltuk sayısına sahip olup azami yüklü ağırlığı 5 bin kilogramın
altı olan araçlar) okul taşıtlarının tüm koltuklarında, mutlaka üç
noktadan bağlantılı emniyet kemerleri bulunmalıdır. Bu taşıtlarda sadece
arkaya bakan koltuklarda iki noktadan bağlantılı emniyet kemerlerine
izin verilebilir.
b) Azami yüklü ağırlığı 3 bin 500 kilogramdan daha fazla olan M2
ve M3 sınıfı (10 ve daha üstü koltuk sayısına sahip olup azami yüklü
ağırlığı 5 bin kilogramdan fazla olan araçlar) sınıfı okul taşıtlarının
tüm koltuklarında iki noktadan bağlantılı emniyet kemerlerine izin
verilmektedir.
Okul servis araçlarında her bir öğrenci için Araç İmal Tadilat Montaj
Yönetmeliği’nde (AİTM) belirtilen özelliklere uygun koltuk bulunmalıdır.
Okul servis araçlarında taşınan çocuklar için ağırlık (el bagajı dâhil) 50
kilogramdır. Umum servis araçlarında ise taşınan her yolcu için ağırlık (el
bagajı dâhil) 71 kilogramdır.
5
• AİTM Hakkındaki Yönetmelik hükümlerine göre, tescil belgelerinde gösterilen oturacak yer adedi, aracın içerisine görülebilecek bir yerde yazılı olması
gerekir. • Okul servis araçlarının kapıları, şoför tarafından açılıp kapatılabilecek şekilde otomatik (havalı, hidrolik vb) veya elle kumanda edilebilecek şekilde
(mekanik) de olabilir. Otomatikse, kapıların açık veya kapalı olduğu durumu hakkında şoföre ses / ışıklı sinyallerle bildirecek şekilde olmalıdır.
• Okul servis araçlarında, her öğrenci için bir oturma yeri ve bir emniyet kemeri bulunmalıdır. • Okul servis araçlarında AİTM Hakkında Yönetmelik ile
Karayolları Trafik Yönetmeliği’nde belirtilen standart, nitelikli ve gerekli sayıda araç gereç ve malzemeler, her an kullanılabilir durumda bulundurulmalıdır.
1
Okul Servisleri
2
3
Personel ve Kamu Servisleri
Turizm Servisleri
Okul servis aracı olarak
kullanılacak taşıtlarda,
öğrencilerin kolayca
yetişebileceği camlar ve
pencereler sabit olmalı,
iç düzenlemesinde demir
aksam açıkta olmamalı,
varsa yaralanmaya
sebebiyet vermeyecek
yumuşak bir maddeyle
kaplanmalıdır.
çocukların can güvenliği her şeyden önemli
Ücretsiz Otogar Servisleri
6
Ücretsiz Market Servisleri
7
Diyaliz ve Rehabilitasyon Servisleri
48
İSTASYON
Okul Servis Aracı: Genel olarak okul öncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim
öğrencileriyle sadece rehber personel taşınmalarında kullanılan, ticari tescilli yolcu taşımaya
mahsus taşıtdır.
Personel Servis Aracı: Herhangi bir kamu kurum ve kuruluşu veya özel ya da tüzel kişilerin
personelini bir akit karşılığı taşıyan şahıs veya şirketlere ait minibüs ve otobüs türündeki ticari
araçtır. Kamu kurum ve kuruluşlarıyla özel ve tüzel kişilere ait araçların kendi personelini veya
yolcusunu taşıma işi, bu tanımın kapsamına girmez.
Umum Servis Aracı: Okul taşıtları ile personel servis araçlarının birlikte değerlendirilmesidir.
Bununla beraber araç muayenesinde öne çıkan okul taşıtlarını yakından inceleyelim.
Okul servis aracı olarak kullanılacak taşıtlar, 12 yaşından büyük olamaz. Taşıtların yaşı
fabrikasınca imal edildiği tarihten sonra gelen ilk takvim yılı esas alınarak hesaplanır.
Okul servis araçlarında;
• Geri vites lambalarıyla birlikte çalışacak sesli ikaz sistemi
bulunmalıdır.
• Acil çıkışlar, floresan malzemeyle işaretlenmelidir.
• Doğrudan görmek yeterli değilse, kapılardan iniş ve binişi, hem
içeriden hem de dışarıdan gösterecek aynalar bulunmalıdır. Ayrıca
aracın ön tarafında sürücünün bulunduğu seviyenin altında kalan yerlerle yan
tarafların görülmesine ve bütün araç boyunca zeminin özellikle tekerleklere
yakın yerlerin ve aracın arka tarafının izlenmesine imkân sağlayan aynalar
veya başka bir techizat (kamera vb.) bulunmalıdır. (01.10.2012 tarihinden
itibaren tadil veya imal edilen okul taşıtlarında zorunludur.)
• Tescil edilmiş veya edilmemiş N kategorisi (yük taşımak için imal edilmiş
araçları ifade eder) araçların, 21.04.2005 (dâhil) tarihinden itibaren M2 veya
M3 kategorisi okul taşıtına tadilatında ABS fren sistemi aranacaktır.
• Dörtlü ikaz sistemi bulunmalı ve yolcu iniş binişlerinde okul servis aracı
sürücüsü tarafından çalıştırılmalıdır.
• Yolcu Sayısı 1 ila 8 arasındaysa iki adet, 9 ila 16 arasındaysa üç adet, 17
ila 30 arasındaysa dört adet ve 31 ila 45 arasındaysa beş adet acil çıkış
bulunmalıdır.
• Araçlarda kapılar da acil çıkış olarak kabul edilir.
• Okul servis taşıtı olarak kullanılan sınıf II (yolcuları oturarak taşımak üzere
imal edilmiş ve ayaktaki yolcuların koridorda ve eğer bulunuyorsa, iki çift
oturma yeri için ayrılan boşluğu aşmayacak bir alanda taşınmalarına imkân
verecek şekilde tasarlanmış araçlar) ve sınıf III (yolcuları tamamen oturarak
taşımak üzere imal edilmiş) araçlarda acil çıkışlara ilave olarak tavanda 50
yolcuya kadar bir adet, 50’den fazla yolcudaysa iki adet kurtarma kapağı
bulunmalıdır.
İSTASYON
49
SOSYAL MEDYA
İşlerİnİzİ kolaylaştıracak
üç uygulama
n Akıllı cihazlardaki uygulamalar, adeta
hayatımızı kolaylaştırmak için oluşturuluyor.
İşte, günlük iş yoğunluğunuzun temposunu
azaltmayı kendine görev edinmiş üç uygulama:
Evernote: Metin, görsel ve ses kaydı
olarak aldığınız notları, bilgisayarınıza
yükleyeceğiniz masaüstü eklentisi sayesinde
senkronize bir şekilde kolayca kullanabilirsiniz.
Evernote’la birlikte çalışan Penultimate ve
Hello gibi uygulamalarla çizim, kartvizit tarayıp
kaydetme gibi özellikler sayesinde çalışmanızı
kolaylaştırabilirsiniz.
Feedly: Google Reader’ın kapanmasının
ardından alternatif RSS okuyucu arıyorsanız,
Feedly tam size göre. Feedly, ilgi alanınız veya
iş dünyanızla ilgili tüm gelişmeleri önünüze
seren bir RSS uygulaması. Okuma ve kullanım
kolaylığı açısından tek bir uygulamayla tüm
haberlere ulaşabilir, yeni web siteleri ve
bloglar ekleyebilirsiniz. Böylece takip ettiğiniz
kaynaklara kolayca erişebilirsiniz.
CamScanner: Her şeyin dijitalleştiği bir
dünyada tarayıcı (scanner) bulmak neredeyse
imkânsız. CamScanner sayesinde ihtiyacınız
olan belgeleri akıllı cihazınızı kullanarak
kolayca taratıp saklayabilirsiniz.
Facebook News
Feed algoritmasında
değişiklik yaptı
n Facebook yaptığı
güncellemelerle
gün geçtikçe marka
sayfaları için platformu
daha da kullanışlı hale
getiriyor. Son gerçekleştirdiği güncellemeyse
News Feed algoritmasının yenilenmesi oldu.
Yenilenen News Feed algoritması sayesinde,
bir marka yayınladığı içeriklerde bir başka
markanın ismini kullandığında, kendi sayfasını
beğenmeyen, fakat bahsettiği (etiketlediği)
markanın kullanıcılarını da çekebilecek.
Çünkü içerikte geçen markanın takipçileri
artık o içeriği görebilecek. Böylelikle
markalar arasında da etkileşim artabilir ve
ortaya eğlenceli diyaloglar çıkabilir. Sadece
markalar için geçerli olmayan yeni News Feed
algoritması, kullanıcılar için de etkileşimi
artıracak. Sizinle etkileşime geçen arkadaşınızı,
sizin arkadaşlarınız da görebilecek. Böylece
kullanıcılar arasında da etkileşim artacak.
CM
CMY
K
Kamyon şoförleri de
Facebook’ta
n Sosyal medya -yapısı gereği- sürekli bir değişim içinde. Elbette
bu değişim, platformlar kadar içerikleri de etkiliyor. Platformlar
değiştikçe içerikler de şekil değiştiriyor, yeni dinamiklere uyum
sağlayarak daha kolay tüketilebilir hale geliyor.
Son zamanların en yaygın içerik türlerinden biri de şüphesiz
ki listeler. Özellikle BuzzFeed’in etkisiyle, listelerin de popülerliği
hızla arttı. Türkiye’de de Listelist, Onedio gibi sitelerle listeler
internet kullanıcılarının en çok ilgi gösterdiği içerikler arasına girdi.
Peki, neden listeleri bu kadar çok seviyoruz? Listeleri seviyoruz,
çünkü bize bilgiyi belirli sınırlar dâhilinde, hazmetmesi daha kolay
bir şekilde sunuyor. Her maddesi bir görsel ve bir cümleden oluşan listeler, düz yazılardan hem daha çok
ilgi çekiyor hem de daha az zaman alıyor. Listeler genellikle “Kedi Olmanın En İyi 7 Yanı”, “Hafızalardan
Silinmeyen 12 Film Sahnesi” gibi çok spesifik başlıklar taşıdığından kullanıcılar ilgilerini çeken içeriği daha
kolay yakalıyor. Elbette listeler, bir konuda en detaylı bilgiyi sunmuyor, ama özellikle trivia ve eğlence
odaklı listeler kullanıcılar tarafından büyük ilgi görüyor.
Kerem Başar
Sosyal Medya Stratejisti Likeable Istanbul
Sosyal medya sayfaları
Y
CY
Listeleri neden çok seviyoruz?
İSTASYON
M
MY
Neslican Ciddi, Sosyal Medya Uzmanı
Likeable Istanbul
50
C
ve
n Facebook hayatımızın artık vazgeçilmez bir
parçası oldu. Neredeyse 7’den 70’e herkesin bir
Facebook hesabı var. Facebook, hem bir sosyal
paylaşım alanı hem de markalar için hedef
kitleleriyle iletişime geçecekleri bir alan olarak
uçsuz bucaksız bir mecra. Hal böyle olunca, her
sektörden firma Facebook sayfaları aracılığıyla
kullanıcılarına ulaşmaya çalışıyor.
Facebook’ta ağır vasıta ve kamyon
şoförlerine yönelik birçok sayfa yer alıyor.
Kamyon ve motor yağı üreticileri başta
olmak üzere firmalar, Facebook’ta ağır
vasıta ve kamyon şoförleriyle iletişime geçip
çeşitli yarışmalarla marka bilinirliğini artırıp,
şoförlerin hafızasında kendilerine yer bulmaya
çalışıyorlar.
tarafından hazırlanmıştır.
OYUN
HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR
Lost Saga geliyor
PlayStation buluta oynuyor
Mobİl oyunda mücadele sürüyor
Konsol oyunlarda firmalar rakiplerini geride bırakabilmek için bir yandan mevcut ürünlerine yeni özellikler
eklerken bir yandan da yeni oyunlar üzerine çalışıyorlar. Konsolda hal böyleyken mobil oyun
üreticileri de boş durmuyor elbette. İşte mobil oyun dünyasındaki son gelişmeler…
n Mobil Tavla
n Efsanevi online multiplayer
dövüş oyunu yeni Lost Saga,
Türk oyuncular için geliyor. I.O.
Entertainment tarafından geliştirilen
ve WeMade Entertainment
tarafından lisanslandırılan Lost
Saga, Robin Hood’dan ninja
savaşçılara kadar fantezi, bilimkurgu ve popüler kültür gibi birçok
farklı temaya sahip zengin bir
karakter çeşitliliği sunuyor. Üstelik
bu karakterlerle aynı anda 16
kişiye kadar online savaş partileri
düzenlenebiliyor.
Yeni Nesil Tomb RaIder
n Tomb Raider’ın yeni nesil
konsollar için üretilen versiyonuyla
ilgili detaylar ortaya çıkıyor.
Lara Croft’un tecrübesiz genç bir
kadından, hayatta kalma ustasına
dönüştüğü oyun, Xbox One ve PS4
için baştan sona elden geçirildi.
Lara bu ilk macerasında hayatta
kalmak ve adanın ölümcül sırlarını
keşfetmek için savaşacak, silahlarını
ve ekipmanlarını yenileyecek ve
yine zorlu engelleri aşacak.
52
İSTASYON
Zar işi, bilek işi demeyin tavla
aslında bilgi ve deneyim
oyunu. Mobil
Tavla adındaki
uygulamayla
istediğiniz
an, tavla egzersizi
yapabiliyor ve topladığınız
puanlarla rakiplerinize meydan
okuyabiliyorsunuz. Online veya aynı
cihazdan karşılıklı olarak oynanabilen Mobil
Tavla uygulaması, iPhone veya iPad cihazınızdan
gerçek rakiplere karşı tavla oynamanızı sağlıyor.
Sony, bulut tabanlı yeni oyun servisi PlayStation Now ile akıllı telefon, tablet ve
televizyondan oyunları indirmeden oynama fırsatı sunuyor.
n Football KIcks
n Sony, bulut tabanlı oyun servisi PlayStation Now’ı
Ocak ayında ABD’de düzenlenen Tüketici Elektroniği
Fuarı’nda tanıttı. İki yıl önce 380 milyon Dolar’a Gaikai
adlı bulut oyun servisini satın alan şirket, uzun bir
hazırlık döneminin ardından bulut servisi PlayStation
Now’ı hizmete açtığını duyurdu.
PlayStation Now servisi, ilk olarak oyunları ekran ve
mekândan bağımsız hale getiriyor. Oyuncular oyunu
akıllı telefon, tablet ya da televizyonlarında, indirmeden
oynayabilecek. Ayrıca bir ekranda oynanmaya başlanan
bir oyun yarıda kesilerek başka bir ekranda devam
edebilecek. Yapılan ilk açıklamalara göre The Last of
Us ve Beyond gibi üst seviye PS3 oyunlarını dahi, Sony
Xperia tablet, Bravia TV, PS Vita ve PS4’te oynamanız
mümkün. PlayStation Now üyelik fiyatları şimdilik belli
değilse bile, önümüzdeki birkaç ay içinde ayrıntıların
açıklanması bekleniyor.
Samsung’tan mobil konsol
n Samsung, kendi akıllı telefonları için Smartphone GamePad adlı
aksesuarı duyurdu. Yeni oyun aksesuarı, şirketin 4 inç ve 6,3 inç arasındaki
ekran boyutlarına sahip cihazlarında kullanılabilecek. GamePad 195 gram
ağırlığında ve Bluetooth destekli. Aksesuarda HID kontrol tuşları, sekiz
yönlü D-Pad, iki Analog Sticks, dört aksiyon düğmesi, iki tetikleyici düğme,
seç ve başlat düğmeleriyle play düğmesi yer alıyor. Şimdilik Android 4.3
ve üzeri işletim sistemi yüklü cihazlarla kullanılabilen oyun kontrolörü,
Asphalt8: Airborne, Need for Speed Most Wanted, Virtua Tennis Challenge
ve Modern Combat 4: Zero Hour ve Prince of Persia : The Shadow and the
Flame gibi toplamda 35 oyuna destek veriyor.
n 300: SeIze Your Glory
“300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” adlı filmin bu oyunu,
hem Android hem de iOS kullanıcıları için üretildi. Persler
ile Atinalıların savaşını konu alan oyunda, oyuncular
Pers kralı Xerxes ve Atinalı komutan Themistocles
önderliğindeki zorlu savaşın ortasında buluyorlar
kendilerini. Eğer aksiyon oyunlarından
hoşlanıyorsanız, Atinalı komutan
Themistocles’i yönettiğiniz oyunda
yakaladığınız bu tarihi fırsatı kaçırmayın
deriz.
Futbol fanatikleri için basit
ama eğlenceli bir oyun
Football Kicks. Serbest
vuruş için topun arkasına
geçiyorsunuz. Amaç
kalenin içinde farklı yerlere
asılı puan tabelalarını
topa tutmak. Yani amaç
isabetli vuruşlar yapmak.
Grafikler biraz zayıf kalsa
da basit oynanabilirliğiyle
futbolseverlerin seveceği
bir oyun.
n Dead TrIgger 2
Klasik bir senaryoya sahip olsa da
25 milyona yakın indirme rakamıyla
dünyanın en popüler oyunlardan biri
olan Dead Trigger’ın yeni sürümü
çıktı. Bu bölümde zombilere karşı
savaşıyoruz. Bir virüsün yayılmasıyla
birlikte bir anda etrafı zombiler
kaplıyor. Biz de mermi bitene kadar sıkıyoruz üzerlerine.
Fakat bu sefer, ilkinden farklı olarak zombiler, eskisine
oranla daha zeki ve dayanıklı. Oyunun ses efektleri ve
grafikleri de iyileştirilmiş.
İSTASYON
53
SİNEMA-TV
AKTİVİTE
Bu kez o seçecek
Her daİm dİnlenİr
Vokali, gitardaki ustalığı ve akustik eserleri yorumlayışındaki farklı tarzıyla müzik dünyasında özel bir yere sahip Neil
Young, Türkiye’deki ilk konserini İstanbul’da, 15 Temmuz’da verecek.
n Gazete, dergi ve hatta internet sitelerinin klişe
başlıklarından biridir: “Ölmeden önce,” diyerek
başlarlar söze, devamını ise yaptıkları haberin
muhtevasına göre doldururlar. Ya “ölmeden önce”
okunması gereken kitaptır mevzu bahis olan, ya
izlenmesi gereken film ya da gidilmesi gereken
yerler. İnsanda ister istemez merak uyandırır bu
sözler; “ölmeden önce ne izlemem, nereye gitmem,
ne okumam gerekiyormuş” diyerek göz atılır habere.
Biz de genel kabul gören bu yöntemle, ölmeden önce
gitmeniz gereken etkinliğin haberini vermek istiyoruz
size; Neil Young konseri. Bilen bilir; Neil Young,
rock müziğin en önemli ve yaşarken efsaneleşen
isimlerinden biri. Rock müziğin pek
çok türünde çalışmaları bulunan,
en önemli eserlerini ise folkrock’ta veren Young, İKSV
Ağaç yaşken eğilir
n Newscientist.com sitesinde yayınlanan bir
haber, “ağaç yaşken eğilir” sözünün ne derece
doğru olduğunu, bir kez daha kanıtladı. Haber,
kaynağını Almanya’daki Leipzig’deki Max Planck
Enstitüsü’nden Christopher Steele’in yaptığı
araştırmaya dayandırıyor. Steele’in araştırması,
müziğe yedi yaşından önce başlayanların, ileride
üstün yetenekli birer sanatçı olma ihtimallerinin,
söz konusu yaştan sonra başlayanlardan çok daha
fazla olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmanın ilk
adımı, yarısı yedi yaşından önce müziğe başlamış
36 yetenekli müzisyenin beyin taramaları yapılarak
54
İSTASYON
ve Vodafone Red sponsorluğunda bu topraklara
da ayak basarak Crazy Horse topluluğuyla birlikte
15 Temmuz’da, KüçükÇiftlik Park’ta hayranlarının
karşısında arz-ı endam edecek. Bilen bilir dedik,
ama bilmeyenler için Young’ın neden bu derece
önemli bir sanatçı olduğunu; neden “ölmeden önce
gidilmesi gereken konserler” listesinde yer alması
gerektiğini anlatmakta fayda var. İlk solo albümünün
çıktığı 1968’den bu yana birçok müzisyenin ilham
kaynağı olan Neil Young, dinleyenlerin zihninden
silinmesi neredeyse imkânsız yüksek perdeli tenor
sesi, elektrogitardaki kendine özgü stili; harmonika,
piyano gibi çeşitli enstrümanlardaki başarısıyla
tanınıyor. 1945 Kanada doğumlu olan sanatçı,
müziğe Buffalo Springfield grubuyla başladı, ilk solo
albümünü 1968’de yayımladı. İlk albümünde elektrik
gitarı tercih eden sanatçı, ikinci albümündeyse (1970)
atıldı. Eğitimlerine erken yaşta başlayanların MRI
taramaları, beyindeki iki yarım kürenin birleştiği
bölgede oluşan corpus callosum adlı beyaz
akustik çalışmalara yönelerek kendisine dünya
üzerinde binlerce hayran kazandıran “After The Gold
Rush”ı çıkardı. İki yıl sonra yayınlanan “Harvest”, tüm
zamanların en iyi albümü olarak genel kabul gördü
ve albümdeki şarkılar, birçok müzisyen tarafından
yorumlandı. 1970’lerden günümüze toplam 50 albüm
yayımlayan Young, kariyeri boyunca muhalif, barış
yanlısı ve çevreci tutumundan ödün vermedi. Hemen
herkesin bildiği “Rockin’ In The Free World” ve “Living
With War” şarkılarının sahibi Young, Live Aid ve Live
8 konserlerinde sunduğu etkileyici performanslarla
da hafızalara kazındı. Üretken müzisyenin, Crazy
Horse ile birlikte kaydettiği, 2013 yılında yayımlanan
albümü Psychedelic Pill “En İyi Rock Albümü”
dalında Grammy’ye aday oldu. 21 Ocak 2013’te Merit
Ödülü’yle onurlandırılan Young, son albümü “A Letter
Home”u, bu yılın Mart ayında çıkardı.
maddenin çok daha detaylı ve gelişmiş bir iletim
ağına sahip olduğunu gösterdi. Christopher Steele’e
göre, müzik eğitimine erken yaşlarda başlayanların,
müzikal deha olabileceklerinin garantisi
bulunmasa bile, diğerlerine oranla
büyük bir avantaj sağladığı kesin: “Bu
avantaj onların iyi birer müzisyen
olmaları için yeterli değil. Müzikal deha
doğuştan gelen yeteneklerle, iletişimle,
uyumla, coşkuyla, stille ve bu çalışmada
ölçemediğimiz daha birçok konuyla ilgi.
Bu yüzden erken yaşlarda aldığınız müzik
eğitimi sizi dahi yapmaz, ancak içinizdeki
dehayı ortaya çıkarmanıza yardımcı
olabilir.”
Günümüz Türk sinemasının en önemli
yönetmenlerinden Derviş Zaim, 33. İstanbul Film
Festivali’nde, Altın Lale Ödülü’nü kazanacak filmi
belirleyen jüriye başkanlık yapacak.
n Sinema alanında Türkiye’nin uzun soluklu projelerinden
biri “İstanbul Film Festivali”. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı
(İKSV) tarafından organize edilen etkinlik, bu yıl 5-20 Nisan
tarihlerinde 33’üncü kez kapılarını sinemaseverlere açacak.
Organizasyon büyük, katılımcılarsa alanlarının en iyileri… 15 gün
boyunca onlarca filmin beyaz perdeye yansıyacağı festivalde,
ulusal ve uluslararası yarışmalar, her yıl olduğu gibi bu yıl da
heyecanı doruğa taşıyacak gibi görünüyor. Zira yönetmeninden
oyuncusuna, sanat yönetmeninden ışıkçısına sinema sektöründeki
yüzlerce kişi için bu etkinlikten ödülle dönmek son derece
önemli. Festivaldeki yarışma kategorilerinden biri de ulusal
filmlerin yarıştığı Altın Lale. Toplam dokuz dalda ödülün verildiği
yarışmanın bu yılki Jüri Başkanlığı’nı daha önce kendisi de Altın Lale
Ödülü’ne değer bulunan yönetmen Derviş Zaim yapacak. 1997 yılında
çektiği ilk filmi “Tabutta Rövaşata” ile 16. İstanbul Film Festivali başta olmak
üzere yurtiçi ve yurtdışından birçok ödül kazanan Zaim, kendine has üslubu
ve bakış açısıyla sinemamızda özel yer edinen yönetmenlerden. 17 yıllık
kariyerine Filler ve Çimen (2000), Çamur (2003), Cenneti Beklerken (2006),
Nokta (2008), Gölgeler ve Suretler (2011) ve Devir (2012) filmlerini sığdıran
Zaim’in, tek ilgi alanı sinema değil. 1992 yılında yayınlanan Ares Harikalar
Diyarında adlı romanıyla ödül kazanan Zaim, halen üniversitelerde sinema
dersleri veriyor. Bakalım hangi yönetmen ve tabii hangi filmler Derviş
Zaim’in başkanlığını yaptığı jüri tarafından Altın Lale’ye değer bulunacak?
Festivali takip edip hep birlikte göreceğiz.
Batan Titanic’in milyon Dolar’lık kemanı
Onur Ünlü
yeni filmiyle geliyor
n James Cameron imzalı Titanic’i seyreden birçok kişi
için, Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio’nun güvertede,
okyanusu kucaklarcasına kollarını açtığı kare, filmin
en etkileyici sahnesi olabilir. Ama hikâyenin aslını
bilenler için orkestra şefi Wallace Hartley ve grubunun
gemi batmaya devam ederken yolcuları sakinleştirmek
amacıyla konserlerine devam etmesi, en az o meşhur
sahne kadar etkileyici. Ve bir o kadar da
dramatik. Çünkü Hartley’in cansız
bedeni, olaydan günler sonra suda
bulunmuş, kemanının kabının sırtına
bağlı olduğu da kayıtlara geçmişti.
Titanic’in batışının, Hartley’in
hayatını kaybedişinin üzerinden
102 yıl geçti. Ama en büyük gemi
kazalarından biri olarak
tarihe yazılan bu olay,
çeşitli yazılara ve
beyazperdeye
aktarılarak
günümüze kadar
geldi. Geçtiğimiz
aylarda ise
Hartley’in
n Gerek televizyon, gerekse
sinemada birçok yapıma hem
senarist hem de yönetmen olarak
imza atsa bile Leyla ile Mecnun
dizisinin genel yönetmeni olması
hasebiyle geniş kitlelerin radarına
giren Onur Ünlü, beyazperdedeki
ürünlerine bir yenisini ekliyor.
“İtirazım Var” adı verilen filmin
yönetmen koltuğuna oturan Ünlü,
oyuncu kadrosunda Hazal Kaya,
Öner Erkan, Osman Sonant, Serdar
Orçin, Umut Kurt ve Büşra Pekin’e
yer veriyor. Filmin 18 Nisan’da
gösterime girmesi bekleniyor.
son olduğunu tahmin ettiği
konserini verirken; diğer
bir ifadeyle “Nearer, My
God, to Thee” şarkısını
çalarken kullandığı kemanın
satış fiyatıyla bir kez daha gündeme
oturdu. Zira bu keman 1,7 milyon Dolar
gibi rekor bir fiyata alıcı buldu. Çoğu zaman
yapıldığı gibi alıcı ve satıcının isimlerinin gizli
tutulduğu açık artırma, Wiltshire’da (İngiltere)
düzenlendi. Titanic’in battığı bölgeye
yapılan seyahatler sonucunda elde edilen
tarihi objelerden yaklaşık 400’ünü elinde
bulunduran koleksiyoncu Craig Sopin’in,
satışla ilgili açıklamasında kullandığı
sözcükler, Wallace Hartley ve orkestrasının
üstlendiği sorumluluğu ve dolayısıyla kemanın
neden bu derece önemli olduğunu kanıtlıyor
aslında: “Titanic, canileri ve kahramanları olan
bir gemiydi. Hartley ve dostları da birer kahramandılar.
Yaptıkları o şey, gemide büyük bir rahatlama havası
sağladı. Aksi takdirde yaşanacak kargaşayı hayal
etmek zor değil. Yaptıkları birçok insanın kurtulmasını
sağladı.”
İSTASYON
55
ÇOCUK
DÜNYADA
ÇİKOLATA GİBİ
KOKAN
KIR ÇİÇEKLERİ
VARDIR.
Mars’ta
günbatımı
mavi görünür.
Garip
AMA
,
Gercek
LAKROS SPORUNUN İLK
MAÇLARINDA YAKLAŞIK
OYUNCU SAHAYA
ÇIKIYORDU.
2
Amerikan timsahının
AĞ LAR.
ÇAT
SOĞANIN
İÇİNDEKİ
SÜLFÜRİK ASİT
GÖZLERİNİN
YAŞARMASINA
NEDEN OLUR.
BU BİLGİ
BENİ ÇOK
ETKİLEDİ!
Anakonda
dişlerini avını çiğnemek
için değil,
kaçmasını
AY’IN IŞIĞI
DÜNYA’YA
1,5
YAKLAŞIK
SANİYEDE
ULAŞIR.
önlemek için
kullanır.
yılda 60’tan
fazla yavru
doğurabilir.
doğurabİlİr.
yiyeceğini
pişiren
tek canlı
insandır.
İSTASYON
ETRAFINDAKİ
KİM
TWISTER
OYNAMAK
İSTER?
KLOZET
EV
TASARLANDI.
Dünyanın
JU
KİNKA
ĞACA
Adolphe
AdolpheSax
Sax
adında
adında
en büyük
A
TIRMANIRKE
N
Belçİkalı
bİr
bİrmüzİsyen
İcat ettİ.
ettİ.
ARKA AYAKLARINI
güvercinler
GERİYE DOĞRU
ÇEVİREBİLİR.
orduya
yaptıkları
hizmetlerden
dolayı
şeref
madalyasıyla
GÜNEŞ
5FAZLADIR.
KAT
BİR
SaksOfonu
Saksafonu
HAVANIN
SICAKLIĞI
YÜZEYİNDEN
ŞEKLİNDE
ödüllendirilir.
56
dişlerinin içi boştur. ŞİMŞEĞİN
GÜNEY
KORE’DE
Bazı ülkelerde
Dünyada
Bİr fare
Cam şİşe
N
ARI
LIKL ARI
A
B
L
ZI
A
BA MURT RININ
YU ALA A
AB
D
B
ZIN
sınırsız kere gerİ
dönüştürülebİlİr.
AŞAĞIDAKİ BİLGİLER
SENİ ŞAŞIRTACAK
Bir tişö
üretme rtü
için
10 küvk e
dolusu t
su tüke
tilir.
kütüphanesi
ABD’nin
başkenti
Washington,
D.C.’deki
Kongre
Kütüphanesi’dir.
BAZI ÜLKELERDE
BALIK AĞI
YAPIMINDA
ÖRÜMCEK AĞINDAN
YARARLANILIR.
Bu konu NatIonal GeographIc KIds Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIds abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
İSTASYON
57
TÜVTÜRK
Zırhlı araçlar için özel eğitim
Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM), İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, Bakım ve Onarım Kademeleri
Şube Müdürlüğü’nün talebi, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın izniyle 13-17 Ocak tarihlerinde,
Ankara’da “Özel Amaçlı Zırhlı Araçlar
Muayene Kursu” düzenlendi. Kursun
açılışına Emniyet Genel Müdür Yardımcısı
Feridun Taşçı, İdari ve Mali İşler Daire
Başkanı Hasan Adak, İdari ve Mali İşler
Daire Başkan Yardımcısı Ahmet İriparmak,
Bakım ve Onarım Şube Müdürü Yılmaz
Mısırlı ile TÜVTÜRK’ü temsilen Kurumsal
Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa ve
Kamu İlişkileri Direktörü Ahmet Bulut
katıldı. Kursa Ankara, Adana, Diyarbakır,
Erzurum, İzmir, İstanbul, Samsun ve
Van’da görev yapan, makine mühendisliği
ya da otomobil bölümü mezunu 14
polis memuru, 27 meslek lisesi mezunu
makine teknikeri ve mühendisi katıldı.
Kursiyerlere far ayarları, seyyar
far test araçları ve lastik diş derinlik kumpasının kullanımının yanı sıra araç muayene yasal mevzuatı,
kusurlar ve zorunlu olarak teste tabi tutulan parçalar listesi, fren verimi, havalı fren testleri,
araç üzerinde seyyar fren test uygulaması, araç muayene raporu anlatıldı. İdari ve
Mali İşler Dairesi Başkanlığı, Bakım Onarım Şube Müdürlüğü, kursu başarıyla
tamamlayanlara “Özel Amaçlı Zırhlı Araçlar Muayene Kursu Katılım
Sertifikası” verildi.
Başarı ödül
kazandırdı
Gelecek elektrikli
araçların
Otomotiv sektöründeki gelişmeler gösteriyor ki, yakın
gelecekte elektrikli araçlarla daha sık karşılaşacağız. Bu
gerçekten hareket eden TÜVTÜRK, Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı yetkililerinin katılımıyla ve TÜV SÜD
işbirliği ile Almanya’nın Münih ve Garching kentlerinde
Elektrikli Araçlar ve Muayeneleri temalı bilgi paylaşım
çalıştayı düzenledi. Yapılan çalıştayda Bakanlık
yetkilileri, TÜVTÜRK ve TÜV SÜD elektrikli
araçların muayenesi konusunda bilgi
alışverişinde bulundu.
58
İSTASYON
TÜVTÜRK’ün sürekli gelişim vizyonu çerçevesinde, soru bankasını
zenginleştirmek amacıyla hayata geçirdiği soru hazırlama yarışmasıyla,
e-sınavda başarı sağlayan personele ödülleri verilmeye başlandı. İlk ödül töreni, soru
yarışmasında üçüncülük ve beşincilik, e-sınavdaysa ilk beşin tamamının bulunduğu, Aktur AŞ
Genel Müdürlüğü’nde yapıldı. Törene, Operasyondan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Aykut
Özgülsün, Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa, Aktur Genel Müdürü Mehmet İlem,
Aktur Operasyon Müdürü Mete Demir ve Operasyon Müdür Yardımcısı Mustafa Alver katıldı.
Can güvenliği temel haktır
Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan trafik kazalarının önlenmesine yönelik yürütülen faaliyetlere katkı sağlamak ve trafik
güvenliği konusunda kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla, Jandarma Genel Komutanlığı’nca düzenlenen “Trafik Güvenliği
Semineri”, konuyla ilgili yetkilileri bir araya getirdi. 25 Aralık’ta, Kayseri’deki Hilton otelinde düzenlenen seminere, Jandarma
Genel Komutanı Orgeneral Servet Yörük’ün yanı sıra Kayseri, Kırşehir, Malatya, Nevşehir, Niğde ve Yozgat il valileri, kamu kurum
ve kuruluşların temsilcileri katıldı. Seminerde, Dünya Sağlık Örgütü Güvenli Trafik Projesi Türkiye Koordinatörü Dr. Serap Şener,
Erciyes Üniversitesi’nden Doç. Dr. Sevda İsmailoğulları, Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’ndan Doç. Dr. Yeşim Yasak,
Jandarma Genel Komutanlığı’ndan Dr. Jandarma Yarbay Murat Alkan, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden Komiser Mehmet
Yüce ve TÜVTÜRK İletişim ve İş Geliştirme Direktörü Koray Özcan sunum yaptı. Sunumlarda insanın en temel hakkı
olan yaşama hakkının trafik kazaları nedeniyle tehlikeye girdiği, dünyada yılda 1 milyon 200 bine yakın
kişinin trafikte can verdiği, Türkiye’de bu rakamın 8 bin 500 olduğu vurgulandı. Birlikte çalışıldığı
takdirde trafik konusundaki bu acı tabloya son vermenin mümkün olduğunun altının çizildiği
toplantının sonunda, Veysel Çelikdemir tarafından trafik güvenliği temalı kum sanatı
gösterisi yapıldı. Söz konusu seminer, 4 Mart’ta bu kez Ankara’da tekrarlandı.
Jandarma Genel Komutanlığı personeli ve jandarma eğitim öğrencileri
olmak üzere iki seans halinde düzenlenen seminere, 3 binden
fazla kişi katıldı.
TÜVTÜRK
Alman Kalite
Sempozyumu’nda
Büyümeye
devam
Tekirdağ Çorlu ve Muğla Marmaris, Fethiye ve
Milas ilçelerindeki istasyonlarda ek kanal inşaat çalışması
başlatan TÜVTÜRK, istasyonlarının kapasitelerini artırmayı
sürdürüyor.
Almanya’da araç muayene hizmeti veren tüm kuruluş temsilcilerinin yanı sıra Almanya
Ulaştırma Bakanlığı’nın bürokratları, karayolu konusunda söz sahibi kişiler, akreditasyon
kurumu üyeleri, akademisyenler ve diğer paydaşların katıldığı Kalite Sempozyumu yapıldı.
Ana teması çağdaş araç muayene sistemlerinin geliştirilmesi; hesap verilebilirlik, izlenebilirlik
kriterlerinin artırılması olan sempozyumda TÜVTÜRK’ü, Kurumsal Gelişim Direktörü Emre
Büyükkalfa temsil etti. Sempozyum sonundaki forumlardan birinde konuşmacı olan Büyükkalfa,
trafik güvenliğinin sağlanmasında kaliteli muayenenin ve muayene denetiminin rolü hakkında
soruları yanıtlayarak söz konusu toplantıda ele alınan
konulara dair görüş ve yaklaşımlarını dile getirdi.
İSTASYON
59
TÜVTÜRK
Muayenesiz araç
satılamayacak
Kusur tablosu yeniden düzenlendi
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, istasyonlarda yapılan araç muayenelerinde geçerli olan kusurlar tablosunda
düzenlemeye gitti ve 3 Mart’tan itibaren geçerli olacak kusur tablosu, ekleme/çıkarma, derece değişimi, metin değişikliği ve
araç sınıfı değişimleriyle birlikte Bakanlık tarafından yayımlandı. Yayımlanan yeni kusur tablosuyla birlikte eski tabloda bulunan
toplam 158 adet kusurda düzenlemeye gidilerek 27’si ağır, dördü de hafif olmak üzere 31 yeni kusur tabloya eklendi. 21 kusurun
derecesi değiştirildi, 10 kusurun metni revize edildi ve altı kusurun da etkilediği araç sınıfı değişti. Ayrıca bazı kusurlar, teknik
gerekçelerle listeden çıkarıldı. Son altı yıl içinde gerçekleştirilen muayene ve muayene tekrarı sonuçlarının dikkate alındığı
çalışmadan elde edilen verilerin teknik ve istatistiki değerlendirmesi neticesinde, bazı unsurlar yeni düzenlemeyle
ağır kusur olarak sınıflandırıldı. 27 yeni ağır kusurun devreye girmesiyle, özellikle; fren sistemi, direksiyon
sistemi, işaret levhaları ve aydınlatma, lastikler, çeki sistemi, aynalar, camlar, süspansiyon sistemi,
traktörlerin emniyet çerçeveleri gibi araçların trafik ve yol güvenliğini doğrudan etkileyen
sistemlerin veya ekipmanların güvenlik derecelerinin yükseltilmesi hedeflendi. Ayrıca,
yapılan metin değişiklikleriyle, kusurların daha net, daha anlaşılır ve daha
kullanışlı bir hale getirildiği tablodan, kullanılmayan ya da mevcut
teknik gelişmelere göre eski kalan kusurlar da çıkarılarak,
tablonun sade ve net olması sağlandı.
Emniyet Genel Müdürlüğü, Şubat
ayında trafik güvenliği için önemli bir
karara imza attı. Buna göre geçerli
bir muayenesi olmayan araçlar tescil
ettirilemeyecek ve noterden satışı
yapılamayacak. Geçen yılsonu itibarıyla
6 milyon 145 bin 982 otomobilin
muayenesi yapılsa bile, trafikte halen 1
milyon 107 bin 62 muayenesiz otomobil
bulunuyor. Bu da ikinci el araç alacak
kişilerin, dolandırıcılara karşı temkinli
olmaları, aracın ruhsatında
muayeneyle ilgili
kısımlara özellikle
dikkat etmeleri anlamına geliyor. Sorun sadece otomobillerle ilgili değil elbette.
2013 yılsonu verilerine göz atıldığında, durumun ne derece ciddi olduğu
da anlaşılıyor. Zira şu anda yollarda 738 bin 361 kamyonet, 1 milyon
784 bin 233 motosiklet, 1 milyon 31 bin 273 traktör, 274 bin 967
kamyon, 126 bin 642 minibüs, 48 bin 789 otobüs, 23 bin 96
özel amaçlı taşıt olmak üzere toplam 5 milyon 134 bin 423
muayenesiz araç bulunuyor.
Kalite
yönetimi önemli!
TÜVTÜRK, araç muayene istasyonlarındaki kalite
yönetim sistemiyle ilgili 1 Mart 2013’de revizyonu yapılan
ISO/IEC 17020:2012 standardının tüm birimlerinde
uygulanabilmesi amacıyla, 30 Ocak’ta bir eğitim düzenledi.
TÜRKAK Ürün-Hizmet Akreditasyon Daire Başkan Vekili
Orbay Evrensevdi’nin verdiği eğitime, TÜVTÜRK Genel
Müdürlük’ten 15 kişi ve 14 iş ortağı temsilcisi katıldı.
Rota
Karadeniz’e
çevrildi
Emniyet mensuplarını bilgilendirmek amacıyla TÜVTÜRK tarafından bir süredir organize
edilen toplantılarda istikamet bu kez Samsun ve Rize’ydi. 23 Aralık’ta Samsun, 25 Aralık’ta
ise Rize’de gerçekleştirilen toplantılara katılan Serdar Torman ve Raşit Bayraktar, TÜVTÜRK
projesinin doğuşunu, yasal boyutlarını, şirketin ülke için önemini, muayene ve kaçak araç
oranlarını, kaza istatistiklerini, Egzoz Gazı Emisyon Ölçümleri ile ilgili bilgileri katılımcılarla paylaştı.
TÜVTÜRK Eskişehir, Azeri
konuklarını ağırladı
TÜVTÜRK Eskişehir İstasyonu, geçtiğiniz aylarda Azeri konuklarını
ağırladı. Azerbaycan’da trafikten sorumlu birimlerin yönetim
kadrosunda yer alan 10 kişilik heyetle Eskişehir Polis
Okulu’nda görev yapan, aralarında şube müdürleri ve
emniyet amirlerinin de bulunduğu 10 kişilik grup,
TÜVTÜRK’ün çalışmalarıyla ilgili bilgi aldı.
60
İSTASYON
İSTASYON
61
ENGLISH SUMMARY
Chasing the past
O
rlando Calumeno bought a postcard of Sultanahmet Square from
one of the stands in the antique
market that was set up in Beyazıt
Square. What was written at the back of the
postcard that he bought when he was 16 was
going to drag Calumeno’s life to a place which
he had never planned. “There was a script on
the front and back of the postcard that I was
familiar to but could not understand. The
first thing I did when I got home was to show
it to my mother. When my mother started
crying as soon as she read the script, I understood that what was written there was not
that simple after all. In the following days, I
bought thousands of postcards like that card
and there was my mother in all of them.”
The postcard that was bought by Calumeno, who owns a remarkable archive of images, documents and objects of the late 19th
and early 20th century Ottoman period, was
sent by a woman residing in Istanbul to her
sister living in Bursa who had just become
62
İSTASYON
connect to a certain period of their life. The
collectioner İrfan Karaçay says “In an auction I accidentaly came across, I saw that a
model of the first bicycle that I rode when I
was a child was on sale and I bought it right
away. Next week, I was in the auction again
to buy photos of children riding bicycles.”
Many collectioners like Karaçay become a
seller at these auctions when they lose the
real sense of collectioning.
Not all of auction-followers have an emotional
Chasing after an old postcard, movie poster,
motive like this. Mechanbridge ticket or a lamp, collectioners give a new ics that collect every kind
of junk and technical mameaning to abodonded objects.
terials, graphic designers
and advertisers that follow the ad pages
Many collectioners like Calumeno follow
from the out-of-print magazines, TV show
many auctions and sales every week since
producers who are the most popular buyers
they are impressed by the life stories of peoof old furniture, and stylists that examine the
ple they have never seen or known, and they
clothes and jewelry of the women in blackattribute a new meaning to those stories. Anand-white photos are among the close folother factor that directs collectioners to these
lowers of auctions.
auctions is the wish to reach the objects they
a mother. The lines starting with “Now that
you are a mother, use this recipe to heal your
cracked nipples from breastfeeding” reached
Bursa, was put up for sale years later in Istanbul on a junk stand, and who knows what
it reminded the collectioner’s mother of…
Set up on a past thrown away and
dumped, auctions give a brand new meaning
to the objects that become a part of another
life from the moment they are thrown away.
The stories of the collectioners are almost
the same: They follow only one auction first;
then they start following other auctions. Before long, they find themselves in a different
auction and antique market every day of the
week. The collectioning that starts off with a
small curiousity turns into an addiction from
a hobby for many collectioners.
Auctions held almost every day in a different neighbourhood of Istanbul are different than official sale. In offical sale, all
objects are advertised in a catalog published
a certain time before the auction; and people who are interested in them need to fill
a form to state they will bid. In auctions,
there are no such strict rules. Being there on
time is enough to bid. The pieces on sale are
incomparably cheaper than the ones sold in
autions; mostly around 1-10 Turkish liras.
However, a rare gromophone record can find
a buyer for a few hundred liras.
Even though old collectioners are not
happy with it, the number of attendees in
auctions increases day by day. Especially the
antique markets set up in different parts of
the world and Turkey, and advertisements
some auctions make through internet raise
the attention, even the auction planner
mostly does not know what will be on sale
in the auction. Therefore, we can draw a
parallel between this and a game whose
rules are stated but
players not known.
This is because the
auction planners
are not the owners
of all the objects
to be sold. People
bring everything they
can sell to the auction.
Most collectioners don’t
give away what they collect
because it is thought that if the word
is out that a collectioner collects objects only
in one field, that object’s price will increase.
Postcards and photos printed in the late
19th and early 20th centuries stand out
among the objects whose popularity increases day by day in auctions. However,
to understand the importance of postcards,
one needs to have serious knowledge of
history and social life. Harun Güler, who
collects Zonguldak photos, talks about how
important visual memory is: “As soon as I
take a look at a Zonguldak photo, I understand where and from which angle it was
taken. In addition, we should not forget
cities and scene change in time. A good collectioner of city postcards should know the
historical change of that city to make use of
an opportunity.” Coins and stamps, which
were among the most important pieces of
auctions until
recently, are
almost in no
demand now.
Calumeno
explains the
reason for this
change saying
“The most important material that the
collectioners of that time
had was postcards; however,
they removed the stamps from cards and
either sold the cards or dumped them. Now
what I see is those cards, from which the
stamps were removed, are worth more than
hundreds of stamps.”
Collectors interested in a wide range of
objects from toys to lamps, from chandelier
rock crystals to bricks, from medals to soda
bottles… Stamp collectors who lost their old
popularity… Old money collectors getting
ready to go back to their old popular days
now that it’s easy to obtain different countries’ money through internet… Ephemeras
that collect every kind of written and visual
documents… They all keep coming together every day in a different corner of Istanbul which is seen as the centre of auctions
and looking for a new object to add to their
collections.
İSTASYON
63
ENGLISH SUMMARY
Mixing engineering with medicine
Ranking first among the occupations of the future, biomedical engineering is a discipline that finds
solutions to medical problems with collaborative works of engineers and doctors. Written by: Burcu Sever
B
iomedicine is an interdisciplinary branch of medicine acting as a bridge between engineering and
medicine. Applying the principles of engineering
to medicine and biology, it aims to find solutions to medical problems. According to the data of US Department of
Labor, biomedical engineering ranks first among the occupations that will be in highest demand in the following
years with an increase of 62 per
cent. The number of biomedical engineers in the US, which
is 16 thousand today, is expected to increase to 26 thousand in
2020. The term “biomedical engineering” was first pronounced
in 1960s. The education in Turkey started to be provided as
postgraduate degree in 1982.
The pioneer of the field was
Boğaziçi University Biomedical
Engineering Institute. The undergraduate education started
in 2000s. While only 8 universities used to provide undergraduate degree in the past years, this
number is almost 20 at present
and it is expected to increase.
Yeditepe University Biomedical Engineering Head of Department Assistant Professor
Gökhan Ertaş thinks that this
expectation is about the need
for experts that will work in the
health sector and can operate on
high-tech devices used in this
field. When we analyze the curriculum of the education in Turkey, we first see basic electronic courses; however, aside from
those, there are also human physiology courses, modelling courses (which gives insight to systems
modelling), or courses like biologybiophysics.
Ertaş emphasizes that biomaterial courses with chemical content are
also an important part of the education: “If
I have to explain it with a very simple example, the filling in your tooth is a biomaterial. The
course covers subjects such as from which materials
these biomaterials are synthesized from, or according to
what standards and conditions they are produced. Biomechanics course covers musculoskeletal mechanics. In
the last years of the education, medical imaging courses teach students what aspects you have to be careful of
when using imaging device in the hospitals. These courses also cover basic information about the devices’ safety
during usage, and their calibration.”
The primary working area
of biomedical engineers is hospitals. They have duties such as
planning the purchase of medical devices or surgery instruments, testing and then running them, providing necessary
support to doctors during usage,
calibrating the devices or supervising the work plan of the firms
that will calibrate them, identifying the devices that has completed their lifecycle, and getting
them to be recycled if possible.
There are two basic areas in
biomedical sector. The first is to
develop the imaging devices, and
the second is to develop software
and algorithms that process the
images taken from those devices. However, the medical devices that biomedical engineers develop are not all about electronic
circuits. They also need to have
a physically-appropriate look
and proportions that will meet the
users’ need. Therefore, biomedical engineers also work on product developing and even cooperate with industrial designers and
product designers for that. Even
though they are called ‘engineers’, the more a biomedical
engineer is interested in fields
such as medicine and design,
has analytical thinking and is
open to develop creative project; the more likely he will be
successful in this field.
İSTASYON
65
ENGLISH SUMMARY
TÜVTÜRK news
VehIcles not Inspected
can’t be sold
n Turkish National Police made an important decision in
TÜVTÜRK at german
QualIty SymposIum
n German Ministry of Transport bureaucrats, motorway ex-
February for traffic safety. According to that decision, vehicles
without inspection can not be registered and sold from public notary. As of the last year-end, 6 million 145 thousand and
982 vehicles were inspected; however, there are still 1 million
107 thousand and 62 vehicles in traffic that hasn’t got inspected. This means that people who want to buy second-hand vehicles need to be careful against fraud and pay attention to the
inspection part of the vehicle licenses. The problem is not all
about automobiles, of course. When we take a look at 2013
year-end data, we understand how serious the situation is.
There are 5 million 134 thousand and 423 vehicles in total
that haven’t got inspected on the road – 738 thousand and 361
pickup trucks, 1million 784 thousand and 233 motorcycles,
274 thousand and 967 trucks, 126 thousand and 642 minibuses, 48 thousand and 789 buses, 23 thousand and 96 special-purpose vehicles.
perts, accrediting agency members, academicians and other stakeholders as well as the company representatives that
provide vehicle inspection service in Germany attended the
Quality Symposium. Corporate Development Director Emre
Büyükkalfa represented TÜVTÜRK in the symposium,
whose main themes were developing modern vehicle inspection systems, accountability and increasing traceability criteria. Having delivered a speech in one of the forums at the
end of the symposium, Büyükkalfa answered the questions
regarding the role of high-quality inspection and inspection
audits in traffic safety and stated his opinions and approaches regarding the issues discussed in the meeting in question.
TÜVTÜRK Keeps GrowIng
n Having started additional channel construction at the
stations in Çorlu in Tekirdağ, and Marmaris, Fethiye and
Milas in Muğla; TÜVTÜRK keeps increasing the capacity of its stations.
Y
CM
MY
CY
K
The future
Is electrIc vehIcles’
we will come across electric vehicles more of the in the near
future. Starting off from this reality, TÜVTÜRK organized
a workshop of information-sharing in Munich and Garching cities of Germany with the theme “Electric Vehicles and
Their Inspection” in cooperation with TÜV SÜD and participation of Ministry of Transportation, Maritime Affairs and
Communications officials. In the workshop, Ministry officials, TÜVTÜRK and TÜV SÜD shared information about
electric vehicles inspection.
İSTASYON
M
CMY
n What the developments in automotive sector show us is that
66
C