Sayı 10 - TüvTürk
Transkript
Sayı 10 - TüvTürk
KARİYER Doktorlara tercüman olan mühendİsler 04 05 06 2014 Hayat Krallara yaraşır düğünler Otomobil Schumacher bunu da kazanacak Spor Brezilya hazır… Ya siz? English Summary of Contents Sokağa atılan geçmişin izinde Kurumsal vatandaş olarak sorumluluğumuz büyük TÜVTÜRK ailesinin değerli üyeleri ve saygıdeğer TÜVTÜRK dostları, Son yıllarda artık çok daha sık duyduğumuz “Sürdürülebilirlik” kavramının özünü, üretkenliğin ve kalkınmanın devamlılığını sağlayabilmek için mevcut ve potansiyel kaynakların en etkili şekilde değerlendirilmesi hedefi oluşturur. Sürdürülebilirlik kavramı çerçevesinde gerçekleştirilen uygulama ve faaliyetler, tüm kurumlar gibi, bizlerin de üzerinde hassasiyetle durduğumuz bir mevzu. Bu nedenledir ki, geride bıraktığımız yılın Kasım ayında yayınladığımız “Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetişim” politikamızı son derece önemsiyoruz. Zira politikamızdaki kriterler ekseninde, kurumsal vatandaş algımızı pekiştirdiğimize inanıyoruz. Bu nedenle her türlü iş akışımızı ve planlarımızı, kriterlerimiz doğrultusunda tekrar değerlendirerek kurumumuza, hissedarlarımıza, hatta ülkemize katma değer sağlayabilmek, bizler için önümüzdeki günlerin en önemli konularından biri olacak. Sürdürülebilirlik alanında yürütülen çalışmalara örnek olması açısından, bir süre önce Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın aldığı iki ayrı karar, hem trafikte güvenlik hem de daha temiz bir çevre konularında geleceğe umutla bakmamıza vesile oldu. Karayolları Trafik Yönetmeliğinde yapılan değişiklikle, ikinci el araçların satışında muayene şartı getirildi. Yollarımızda muayenesi tamamlanmış, dolayısıyla tüm kusurları giderilmiş araçların seyretmesinin kazaların, dolayısıyla da can ve mal kayıplarının önüne geçilmesinde önemli bir rol oynayacağı kanaatindeyiz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yeni Egzoz Gazı Emisyon Ölçüm Yönetmeliği’nin ölçüm hizmetlerine yeni standartlar getirmesi, bugünü olduğu kadar, geleceği de etkileyecek bir durum. Çünkü daha temiz bir çevre, bizleri olduğu gibi bizden sonraki nesilleri de etkileyecek bir unsur. Nerede yaşarsak yaşayalım, hangi işi yapıyor olursak olalım, geleceğe bırakacağımız en büyük miras yaşanılabilir bir dünya olacak kuşkusuz. Kızılderililerin tanımlamasıyla “babamızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldığımız bu dünya”, hem kurum hem de birey olarak hepimizin sorumluluğunda. İşte tam da bu nedenle, kurak geçen kış aylarını da göz önünde bulundurarak, su ve elektrik gibi yaşamımızın olmazsa olmazı haline gelen kaynakları en verimli şekilde kullanmak hepimizin görevi… Nerede yaşarsak yaşayalım, hangi işi yapıyor olursak olalım, geleceğe bırakacağımız en büyük miras yaşanılabilir bir dünya olacak kuşkusuZ. Son olarak, bahar aylarının en güzel günlerini geçiriyoruz. Güzel havayı solumak, farklı yerleri keşfetmek amacıyla birçok motosiklet kullanıcısının yola çıkacağı aşikâr. Tüm motosiklet tutkunlarını, yolda olmanın keyfini sekteye uğratmamaları amacıyla gerekli güvenlik önlemlerini almaya davet ediyorum. Her ne kadar kullanıldığı kilometreye, park edildiği ortamın nem ve ışık koşullarına bağlı olarak değişmekle birlikte, lastiklerin genel olarak en az iki yılda bir defa değiştirilmesi gerektiğini ve motosiklet muayenelerinin zamanında yaptırılmasının önemini unutmamalarını, kendilerinden rica ediyorum. Saygılarımla... KEMAL ÖREN TÜVTÜRK Genel Müdürü İSTASYON 3 32 Otomobil 20 Söyleşi 36 Spor İçindekiler NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2014 06 Haberler Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan haberler... 10 Hayat Eski bir kartpostal, film afişi, köprü bileti ya da lambanın peşinden koşanlar, sokağa atılan ya da terk edilen eşyalara yeni bir değer katıyor. 16 KARİYER Biyomedikal mühendisliği, tıp doktorlarıyla mühendislerin işbirliği sonucunda medikal problemlere çözümler üreten bir disiplin. 4 İSTASYON 20 SÖYLEŞİ Tardu Flordun, bir koltuğuna sahneyi, diğerine perdeyi almış, dur durak bilmiyor. Oyunu sahnede, filmi perdedeyken kendisiyle buluştuk, hayatında yarım kalanları ve kalmayanları konuştuk. 24 Tarİhten Sayfalar 40 Gün, 40 Gece… 14. Louis’den padişah kızlarına, Kraliçe Victoria’dan günümüze kraliyet düğünleri her daim ilgi çeken toplumsal bir vaka olarak çıktı karşımıza. İşte sadece gerçekleştiği döneme değil, tarihe de damgasını vuran düğünler... 32 OTOMOBİL Ezeli rakipleri tarafından bile saygı gören ve bir efsane olarak gösterilen Michael Schumacher, hayatının en zorlu yarışında, bu defa Azrail’i mağlup etmek istiyor. İşi zor gibi görünse de mevzu bahis olan onlarca zorluktan galibiyetle çıkan Schumacher. 36 Spor Futbolla yaşayıp, futbolla yatanların ülkesi Brezilya, tarihinde ikinci kez Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak. Organizasyon büyük, takımlar ise heyecan verici. Peki, siz bu karnavala hazır mısınız? 24 Tarihten 42 YEMEK Her ne kadar kış mevsiminde bile tezgâhlarda kendine yer bulsa da baharın ve yazın habercisi çilek, kısacık ömrüne rağmen hayatımızı renklendiren bir meyve. Vücuda sağladığı faydalar da cabası... 46 Sağlık Medical Park Samsun Hastanesi Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Ramis Çolak, son yıllarda gündemimize daha fazla giren hipotiroit hastalığıyla ilgili sorularımızı yanıtladı. Çolak, özellikle hamilelerin çok dikkatli olması gerektiğini belirtiyor. 42 Yemek 48 Uzman Gözüyle Okul ya da işyeri servislerinin muayenesi hakkında her şey... 52 OYUN Konsol ve mobil oyunlarda son trendler... 54 Popüler Kültür Sinema, müzik, televizyon… 58 TÜVTÜRK Şirket haberleri, organizasyonlar, projeler… 62 English Summary İmtiyaz Sahibi TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören Yönetim Yeri Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18 Maslak-Şişli-İSTANBUL Yayın Yönetmeni Sema Uludağ Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan (Sorumlu Müdür) Görsel Yönetmen Erhan Teksöz Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul Tel: 0212 304 00 00 (Santral) Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzüİstanbul Tel: 0212 422 76 00 Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır, parayla satılmaz. [email protected] İSTASYON 5 HABERLER / Hazırlayan Resul Buksur Kıyametİ bunlar koparacak Çikolata yiyemeyecek miyiz? Dünyanın akıbeti, biliminsanlarının da gündeminde. Yapılan araştırmalar sonucunda dokuz unsurun dünyanın sonunu getirebileceği iddia ediliyor. n Londra’da bir araya gelen gıda sektörünün önemli temsilcileri, birçok kişinin tabiri caiz ise karalar bağlamasına neden olacak bir sonuca vardılar. Temsilcilere göre, çok değil altı yıl sonra, 2020 yılında çikolatanın hammaddesi kakaoda kıtlık yaşanacak. Bu da üretimi ciddi şekilde etkileyecek. Bu tezden yola çıkan temsilciler, çikolatada kullanılan kakao miktarını azaltıp fındık, badem ya da meyve oranlarını artırmanın bir önlem olabileceği sonucuna vardılar. Bu bir çözüm elbette, ama çikolatanın damakta bıraktığı tadı ve kokuyu önemseyenlere göre olmadığı da kesin. Gerçek çikolata lezzeti arayanlar ne mi yapacaklar? Marketlerin lüks ürünler satan reyonlarında dolaşacaklar. Zira iyi bir çikolata yemek için cüzdanımızdan çok daha fazla para çıkarmamız gerekecek. n Dünyanın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması, birçok filmde, edebi eserde konu edildi bugüne kadar. Gerçek ya da fantastik karakterlerin dünyayla ilgili kötü emellerine ulaşması, bir ya da birkaç kahraman tarafından engellendi ve çoğu zaman mutlu sona ulaşıldı. Bunları izleyen / okuyan bizler içinse, televizyonun düğmesine bastığımızda veya kitabın kapağını kapattığımızda, her şey normal haline döndü. Oysa dünyanın geleceğiyle ilgili zihin yoran biliminsanları ve araştırmacılar, sorunun bu kadar kolay çözümlenemeyeceğine dikkat çekiyorlar. www.livescience. com sitesinde yayınlanan bir habere göre bu konuyla ilgili çalışma yapanlar, dünyanın sonunu getirecek dokuz temel unsuru belirlediler. Bunlardan ilki küresel ısınma ki, biliminsanlarına göre en korkunç senaryo bu, çünkü küresel ısınma beraberinde kıtlık, kuraklık ve ekosistemin çöküşünü getirecek. İkinci unsur, bilimkurgu filmlerinden aşina olduğumuz göktaşlarının dünyaya çarpması. Üçüncüsü tüm dünyaya yayılacak salgın hastalıklar. Global salgınların yanı sıra laboratuvardan sızan hastalıklardan veya ölümcül olabilecek mantar hastalıklarından da endişe duyuluyor olsa gerek ki, bunlar kıyameti koparacak dördüncü ve beşinci unsur olarak karşımıza çıkıyor. Endişe verici altıncı madde olarak karşımıza çıkansa tabii nükleer savaşlar. Nükleer ve biyolojik silahlar, insanlığın sonunu getirebilecek kadar tehlikeli, ama en az onlar kadar tehlikeli olan bir diğer unsursa robotlar. Yapay zekânın insan zekâsıyla boy ölçüşebilecek duruma gelmesi, dahası bunların kötü amaçlar için kullanılabileceği ihtimalinin olması, gerçekten endişe verici. Dünyayı tehdit eden sekizinci unsur olan nüfus patlamasıyla ilgili görüşlerse muhtelif; zira bazıları yoğun nüfusun dünyanın sonunu getireceğini savunurken, bazıları da bu sorun nedeniyle ortaya çıkacak olumsuz sonuçların olumlu etkilere dönüştürülebileceğini iddia ediyor. Gelelim dokuzuncu ve son unsura. Sıraladığımız sekiz unsurdan bir ya da birkaçının ortaya çıkmasının kartopu etkisi yaratacağını, dolayısıyla birinin ortaya çıkmasının diğerlerini tetikleyebileceğini savunanların sayısı hiç de az değil. Dayan dünya, az kaldı Bununla birlikte evrensel kütle çekimi ve hareketin üç kanununu ortaya koyan, ilk yansıtmalı teleskobu geliştiren ve renk kuramını oluşturan, günümüzde bilim çevresi tarafından tarihin en etkili insanlarından biri kabul edilen Isaac Newton’un yayınlanan son mektubu, kıyametin 2060 yılında kopacağını iddia ediyor. Yani Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kuruluşundan tam 1260 yıl sonra. Standart.co.uk sitesinde yayınlanan habere göre, Newton’un bu öngörüsü, sayısal verilerden ziyade, onun manevi inancına dayanıyor. 1704’ten günümüze ulaşan mektup halen İsrail Ulusal Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor. 6 İSTASYON Sandığımızdan uzun yaşıyorlarmış n Bazı canlılar, insanda son derece net duygular yaratırlar; ya sevilir ya da nefret edilirler. Büyük beyaz köpekbalıkları, bu duruma verilebilecek en iyi örnek. Binlerce ve belki de milyonlarca kişinin adından korku ve nefretle bahsettiği köpekbalıklarıyla ilgili bir gerçek daha ortaya çıkarıldı. Uzmanlar, yeni bir yöntem aracılığıyla doku örneklerine bakarak denizlerin en ürpertici canlısının sanıldığından çok daha uzun yaşadığını ortaya çıkardı. Biliminsanları, bugüne kadar köpekbalıklarının kaç yaşında olduğunu, omurga dokusundaki büyüme halkalarını sayarak belirlemeye çalışıyorlardı. Ancak köpekbalıklarının iskeleti sadece kıkırdaktan oluştuğundan, bu halkaların mikroskop altında dahi ayrımının yapılması kolay değil. ABD’de MIT ile Woods Hole Okyanusbilim Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttüğü projede ise Li Ling Hamady ve ekibi, yaş tespitini yaparken büyüme halkalarındaki belli bir radyoaktif değere baktılar. İnceledikleri izotop, 1950 ve 1960’lı yıllarda atmosferde yapılan nükleer denemeler sonucu oluşan radyoaktif serpintiye dayanıyordu. Serpintinin okyanusta yaşayan deniz canlılarının dokusuna işlediğini vurgulayan uzmanlar, bu verilere bakarak büyüme halkalarını daha iyi ölçebildiklerini ve dolayısıyla köpekbalıklarının yaşını tespit edebildiklerini söylüyorlar. Bu çalışmadan önce erkek büyük beyaz köpekbalıklarının ortalama 20 yıl yaşadığı düşünülüyordu, yeni çalışmaysa çok daha uzun ömürlü olduklarını ortaya çıkardı. Fareler de empati kurar n Bilimle uğraşan birçok kişi, empatinin insana özgü olduğunu düşünse de yapılan kimi araştırmalar, bunun aksini savunuyor. Bugüne kadar, bir şempanze türü olan bonoboların empati kurabildiğine dair bilgiler mevcuttu. Ancak Amerika’daki Chicago Üniversitesi’nde yapılan ve sonuçları sciencemag. org sitesinde yayınlanan bir araştırmaya göre, hayvanlar aleminde empati kurabilen tek tür, bonobolar değil. Peggy Mason’un liderliğinde çalışan araştırmacılar, uzun süreli incelemelerin ardından farelerin de bu duyguyu taşıdıklarına kanaat getirdiler. Bu savı nasıl oluşturduklarına gelince... Mason ve ekibi, uzun bir çalışmanın ardından bir grup laboratuvar faresine, kafes kapağını nasıl açabileceğini öğretti. Kafeslerin kapısını açmayı öğrenen fareler, kafese konan türdeşlerini gördüklerinde onları serbest bırakabileceklerdi. Genelde farelerle yapılan deneylerde ödül ve ceza yöntemiyle farelere bir şeyler öğretilir ve ne kadar öğrenebildikleri ölçülür. Bu deneyse ödül-ceza yöntemini kullanmayan araştırmacılar, kafesteki farelerin özgürlüğüne kavuşup kavuşmamasını, eğitimli olanların inisiyatifine bıraktı. Ve fareler, kafestekilerini her seferinde özgürlüğüne kavuşturdu. Üstelik kendilerine sunulan nefis yemekleri onlarla paylaşmayı göze alarak. Bu deneyden yola çıkarak, “fareler, empati duygusu yüksek, vicdan sahibi hayvanlardır” demek pek mümkün değil elbette. Ama fareler bile hiçbir çıkarı olmaksızın zor durumdaki türdeşlerine yardım ediyorsa, insan bunu neden yapmasın ki… İNSAN attan hızlı koşar n İnsanoğlu, yüzyıllardır doğaya ve doğadaki tüm canlılara üstün gelme mücadelesi verdi. Ancak söz konusu hayvanlar olduğunda, kas gücü kimi zaman işe yaramadı. Fakat İngiltere’nin Galler bölgesinde, 1980’den bu yana düzenlenen Man vs. Horse adlı maraton, bunun tersini iddia ediyor. Her şey 1979’da, Galler’de yaşayan Gordon Green’in savıyla başladı. Green’in, insanların atlardan daha hızlı koşabileceğini söylemesi, iddianın doğmasına yol açtı. Bir yıl sonra düzenlenen maratonda ve ardından gelen 24 yıl boyunca, ipi hep atlar göğüsledi. Ancak 2004’te, Huw Lobb’un birincilik kürsüsüne çıkması, üç yıl sonra da Florian Holzinger’in aynı başarıyı elde etmesi, gözlerin bu yarışa çevrilmesini sağladı. Harvard Üniversitesi’nden Antropolog Daniel Lieberman ve Utah Üniversitesi’nden Biyolog Dennis Bramble’nin çalışmaları, insanın, atlardan daha hızlı koşmasında şaşırılacak bir durumun olmadığını gözler önüne seriyor aslında. İkilinin, 2004’te yayınlanan araştırmasında, insanların bacaklarının yay gibi sıçramayı sağlayan lifler, bağlar ve kirişlerden oluştuğu belirtiliyordu. Dahası da var: Köpekler 10-15 dakika boyunca rahatlıkla koşabilirken, saniyede 3,8 metre hıza ulaşabiliyorlar. Atlar saniyede 5,8 metre, antiloplar ise 5,1 metre hızla yol alabiliyorlar. İnsanlarsa saniyede 6,5 metre hıza ulaşabiliyor ki, bu da sıraladığımız hayvanlardan çok daha hızlı olduklarını ortaya çıkarıyor. Hal böyleyken, Man vs. Horse yarışında neden 24 yıl boyunca atların kazandığına gelince… Bunun bir değil, birkaç nedeni var: Öncelikle, profesyonel koşucular bu yarışmaya itibar etmiyor. Diğer bir neden de nemli bir bölgede gerçekleştiği için ısı-stres sorunu ortaya çıkıyor. Bu sorundan etkilenmeyen atlar, insanları arka sıralarda bırakıyor. Ters etki n Sürekli ölümü düşünerek yaşayabilir mi insan? Bu pek mümkün görünmüyor. “Terror Management Theory / Terör Yönetme Teorisi” adını taşıyan, birçok psikolog tarafından da kabul edilen teze göre, insan zihni ölümle ilgili düşünceleri yok sayıyor. Hem de bilinçli olarak... Ancak ABD’deki Missouri Üniversitesi’nde görev yapan Kenneth Vail, bunun tam da böyle olmadığını, ölüm düşüncesinin insanlarda olumlu davranış biçimleri yarattığını savunuyor. Son yıllarda bu konuyla ilgili birçok çalışma yapıldığını belirten Vail, bir gün ölümü tadacağını düşünen insanların motivasyonlarının çok yüksek olduğu, hayata çok daha sıkı sarıldığı iddiasında bulunuyor. Kennet Vail, ölüm düşüncesinin insanları daha sağlıklı yaşamaya motive ettiğinin ve empati özelliklerini geliştirdiğinin de altını çiziyor. İSTASYON 7 HABERLER Nokia’nın da artık Android’İ var! Asistanınız kulağınızda INTEL JARVIS n İşlemci üreticisi Intel, CES’te (Tüketici Elektronikleri Fuarı) giyilebilir teknolojiler konusundaki yenilikleriyle dikkat çekti. Şirketin Jarvis adını verdiği yeni ürünü, tek bir kulağa takılan ve sesle kontrol edilebilen kişisel bir asistan. Bu sayede kullanıcı, sadece konuşarak mesajlarını kontrol edip takvimini güncelleyebiliyor. Yeni ürün dışında Intel, kablosuz şarj cihazı görevini görecek bir prototip tanıttı. Kâse şeklindeki cihaz, aynı anda birden fazla ürünü şarj edebilecek. Ailenin en güçlüsü n Mozilla’nın uzun süredir gündemde olan yeni işletim sistemi Firefox OS ile çalışan akıllı telefonlar, teknoloji tutkunlarının beğenisine sunuldu. One Touch Fire ailesinde S, E ve C olmak üzere üç model çıkaran Alcatel, Firefox OS’li Fire 7 adındaki tableti duyurdu. Ailenin en güçlüsü Fires S, 540x960 piksel çözünürlüklü 4.5 inçlik LCD erkana sahip ve dört çekirdekli 1.2 GHz işlemci kullanıyor. Ön yüzünde 2 MP, arka yüzünde ise 8 MP kamera bulunan yeni akıllı telefonun ve işletim sisteminin sektöre farklı bir soluk getirmesi bekleniyor. Çift ekran keyfi n Çift ekranlı telefonlar ilginç kullanım alanları yaratabilir. Rus firması Yota Devices’ın geliştirdiği YotaPhone, önde full HD çözünürlük sunan ekranın yanı sıra arkada e-ink (e-mürekkep) teknolojisi bulunan 4.7 inçlik ikinci bir ekrana sahip. Üreticiler bu yeni tasarım sayesinde, kısa mesaj yollama ya da telefon araması gibi basit işlerin, e-ink ekrandan yapılarak telefonunun pil ömrüne önemli bir katkı sağlanacağını söylüyor. Ya da önde oyun oynarken arkada, gözleri yormayan e-ink ekranda, pil kaygısı olmadan saatlerce kitap okuyabilirsiniz. 8 İSTASYON NOKIA X VE ANDROID’LER Kesintisiz üç saat SONY HMZ-T3W Eğrİ ama akıllı LG G FLEX Dünyanın ilk kavisli tasarım telefonu G Flex, LG’nin teknoloji dünyasına sunduğu en son yenilik. n Bir süredir konuşulan dünyanın ilk eğri ekranlı akıllı telefonu LG G Flex, piyasaya çıktı. Geçen yıl G2 modeliyle dikkatleri üzerine çeken LG Electronics, bu yıl da G Flex ile gazdan ayağını çekmiyor. Ekranların dokunmatik olmasından bu yana akıllı telefonlar çok büyük değişimler geçirse de klasik blok yapısı pek değişmiş sayılmaz. Hatta artık ön tarafta sadece ekrandan oluşan telefonlar birbirinin tekrarı tasarımlarla piyasaya çıkıyordu. Bu konuda harekete geçen LG, kullanıcılarla yaptığı anketlerin sonucunda, ikinci ve farklı bir tasarımla daha adından söz ettirecek. LG G Flex adındaki yeni akıllı telefon, Türkiye pazarında 2 bin 599 TL fiyatla satışa çıktı bile. Dünyanın ilk kavisli tasarım telefonu G Flex’in ekranı 1280 x 720 piksel çözünürlüğe sahip ve 6 inç büyüklüğünde. Kavisli tasarımın en önemli artısı, konuşurken telefonun yüzünüze uyum sağlaması ve ergonomik kullanımı... Yatay durumda film izlemek ya da oyun oynamak için iç bükey yüzey farklı bir deneyim sunuyor. Ayrıca uygun açıyla panoramik bir izleme sağlıyor. Telefonda gerçek RGB renkler sağlayan P-OLED ekran kullanılmış. Böylece kullanıcılar film, video ve oyunlarda daha canlı, net ve gerçekçi görüntüye ulaşabiliyor. G Flex sadece 177 gram ağırlığında ve 2.26 GHz’lik dört çekirdekli Qualcomm Snapdragon 800 işlemciyle çalışıyor. Ön yüzünde 2.1 MP kamera, arka kısmındaysa 13 MP’lik bir kamera yer alıyor. Telefonun kendi kendini onaran arka kapağı, günlük kullanımdan kaynaklanan çizilmeleri engellerken daha temiz ve yeni bir görünümü sürekli hale getiriyor. Suya da dayanıklı, toza da CATERPILLAR B100 n Geçtiğimiz yıllarda zorlu koşullara karşı dayanıklılığıyla dikkat çeken Cat B15 modelini çıkaran Caterpillar, B100 adlı yeni ürününü tanıttı. Firmanın kendi geliştirdiği özel işletim sistemiyle çalışan Cat B100, 240x320 piksel çözünürlüklü 2,2 inç ekran kullanıyor. 123 x 56 x 17,5 mm boyutlarındaki yeni telefonun ağırlığı, 136 gram. 3 MP’lik kameraya sahip ürünün 32 GB depolama alanı var. Özellikler zayıf olsa da yeni modelin en kritik tek yanı toza karşı tamamen dayanıklı olması ve su altında üç metreye kadar sorunsuz çalışabilmesi. n Sony, giyilebilir üç boyutlu ekran modeli T serisini yeniledi. HMZ-T3W, 20 metre uzaktan 750 inç ekran izliyormuş hissi sağlıyor. Geliştirilmiş 3D desteğiyle her an, her yerde üç boyutlu oyun ve sinema keyfi almanız mümkün. Kablosuz HDMI desteğiyle hareket kabiliyeti iyice artan ürün 7.1 surround ses desteği sağlıyor. Pili ise 3 saate kadar izleme kapasitesine sahip. Daha büyük ve daha ağır n Galaxy S serisinin beşinci nesli olan Galaxy S5, Mobil Dünya Kongresi etkinliklerinde tanıtıldı. Yeni cihaz 145 gram ve bir önceki modele göre daha büyük ve ağır. Ekran 5 inçten 5.1 inçe yükselmiş ve 1080x1920 piksel çözünürlük destekliyor. Dört çekirdekli 2.5 GHz’lik işlemciyle 2 GB RAM’e sahip Galaxy S5’de, 16 ve 32 GB depolama seçenekleri bulunuyor. IP67 sertifikası sayesinde, bünyesinde toza ve suya dayanıklılık standartlarını barındırıyor. Parmak İzi Tarayıcı özelliği var. Ayrıca sağlıklı yaşam için geliştirilmiş fitness özellikleri, gelişmiş kamera işlevleri, hızlı ağ bağlantısı ve gelişmiş cihaz koruma özellikleri öne çıkıyor. 16 megapiksel kamerası ve 0,3 saniyeye kadar netleme hızıyla bu alanda dünyanın en hızlısı olduğu belirtiliyor. n Ve sonunda Nokia da Android rüzgârına dayanamadı. Nokia, inanılmaz ucuz fiyata satılacak Asha 220 ve Asha 230 tanıtımlarının yanı sıra asıl ilgiyi Nokia X, Nokia X+ ve Nokia XL adındaki yeni Androidli modelleriyle çekti. Şirket her ne kadar Android işletim sistemini kullansa da Windows Phone’a benzer bir arayüz geliştirerek müşteri deneyimlerini korumak istemiş. Windows gibi görünen Android arayüzü gerçekten ilgi çekici. Google Drive, Gmail, Google Maps gibi uygulamalar doğrudan yüklü gelmiyor. Yeni cihazların önemli bir farklılığı da, kullanıcıların Google Play’den değil, Nokia’nın kendi Android mağazasından indirebilecek olmaları. Android serisinin en güçlü üyesi X, 128,7 gram ağırlığa; 480 x 800 piksel çözünürlüklü 4 inçlik IPS ekrana sahip. Çift çekirdekli 1 GHz’lik işlemci yanında 512 MB RAM ve 4 GB dâhili depolama alanı bulunuyor. Çift SIM destekli olan modelde, 3 MP kamera ve 1.500 mAh batarya yer alıyor. Ürünün 125 Dolar’dan piyasaya çıkması bekleniyor. Ses ve görüntüye tam not BANG & OLUFSEN BEOLAB 19 n Müzik sistemleri uzmanı Bang & Olufsen, kablosuz seste yeni dönemin öncüsü kabul edilen BeoLab 17, 18 ve 19’un Türkiye’deki satışlarını başlattı. Bulunduğu ortamda etkileyici bir ses sağlayan BeoLab serisi, WiSA teknolojisiyle donatıldı. Serinin en yeni üyesi BeaLab 19 ise alışılagelmiş subwoofer görünümüne farklı bir soluk getiriyor. Dodecahedron olarak adlandırılan 12 yüzlü tasarıma sahip olan ürün, yuvarlatılmış hatlı alüminyumla, dikkatleri üzerine topluyor. Türkiye satış fiyatları ise sırasıyla 1900, 3 bin 50 ve 3 bin 440 Euro. Bir saatten daha fazlası CASIO STB-1000 n Yeni ürününü CES 2014 etkinliğinde tanıtan önde gelen saat firması Casio, anlaşılan o ki, teknoloji dünyasında bu yılı boş geçirmeyecek. STB-1000 adlı yeni ürün, 100 metre derinliğe kadar su geçirmeme özelliğine sahip. iOS 7 işletim sistemli cihazları destekleyen akıllı saat üzerinden çağrılar görmek ve müzik çaları kontrol etmek mümkün. 55 gram ağırlığındaki saatle mesafe/hız/nabız gibi bilgilerinizi takip edebiliyorsunuz. İSTASYON 9 HAYAT Mezat Sokağa atılan geçmişin izinde Eski bir kartpostal, film afişi, köprü bileti ya da lambanın peşinden koşanlar, terk edilmiş eşyalara yeni bir değer katıyor. 10 İSTASYON Depolarda toplanan eski fotoğraflar, mezatlarda satışa çıkarılmadan önce dikkatle inceleniyor. Masaya yığılan dosyalardan çıkacak fotoğrafların tasnif edilmesi, koleksiyoncuların en keyif aldığı işlerden... İSTASYON 11 HAYAT Yazı: Amed Gökçen Fotoğraflar: Dinçer Dinç O rlando Calumeno, 1985 yılının Mayıs ayında, Beyazıt Meydanı’nda kurulan antika pazarındaki tezgâhların birinden Sultanahmet Meydanı’nı gösteren bir kartpostal satın aldı. Henüz 16 yaşındayken aldığı kartın arkasında yazılanlar Calumeno’nun hayatını hiç planlamadığı bir yola doğru sürükleyecekti. “Kartın önünde ve arkasında aşina olduğum ama anlamadığım bir yazı vardı. Eve gelince ilk iş olarak anneme gösterdim. Annem karttaki yazıyı okur okumaz ağlamaya başlayınca, kartın arkasında yazılanların o kadar da basit olmadığını anladım. Sonraki günlerde o karta benzer binlerce kart aldım ve hepsinde annem vardı.” Şimdilerde 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı Osmanlı dönemine ait, dünya çapında hatırı sayılır bir görsel, belge ve obje arşivine sahip olan Calumeno’nun aldığı kartpostal, İstanbul’da ikâmet eden bir kadın tarafından, Bursa’da yaşayan, yeni anne olmuş kız kardeşine yollanmıştı. “Sen de artık anne oldun, bebeğine süt verirken göğsün çatlamasın diye yazdığım bu tarifi uygula,” diye başlayan kartpostaldaki satırlar Bursa’ya ulaşmış, yıllar sonra bir şekilde İstanbul’da, bir eskici tezgâhında satışa sunulmuş ve onu satın alan koleksiyoncunun annesine kim bilir neleri hatırlatmıştı... Sokağa atılan, terk edilmiş geçmiş üzerine kurulan mezatlar, bitmiş bir aşkın fotoğrafları, hatırlanmak istenmeyen anılar, evde yapılan bir temizlik sırasında gözden çıkarılan bir obje, paslanmış veya bozulmuş metal eşyalar, mektuplar, gazeteler, su veya otel faturaları, kibrit kutuları, kırılmış veya çatlamış tabaklar, haritalar, tarihi geçmiş ama açılmamış gıda maddeleri gibi, sokağa atıldığı andan itibaren başka bir hayatın parçası olan eşyalara yepyeni bir anlam katıyor. 12 İSTASYON Çöpten çıkarılmış, 15–20 yıl önce üretilmiş bir pudra kutusu, siz daha yenisini almadan bir emekli öğretmenin veya öğrencinin koleksiyonundaki yerini alabilir. Böylece zamanın bir yerinde hareketsiz duran eşyalarla birlikte, geçmişin kendisi de yeniden organize edilir. Orlando Calumeno gibi birçok koleksiyoncu görmediği, bilmediği, tanımadığı kişilerin hayat hikâyelerinden etkilendiği veya onların yaşadıklarına kendince yeni bir anlam yüklediği için her hafta birçok mezat ve müzayedeyi izliyor. Koleksiyoncuları bu mezatlara yönelten bir başka etken de, hayatlarının bir dönemiyle bağlantı kurdukları nesnelere ulaşma isteği. Bu nedenle koleksiyoncunun doğduğu veya büyüdüğü şehre ait objeler, kartlar ve mektuplar sıradan bir belge olarak algılanmıyor. Mezat takipçilerinin büyük bir bölümü sıradan bir objeyi değil, kendi geçmişine ait anıları topluyor. Koleksiyoncu İrfan Karaçay, “Tesadüfen rastladığım bir mezatta çocukken bindiğim ilk bisikletin maketinin satıldığını gördüm ve hemen aldım. Sonraki hafta bisiklet kullanan çocuk fotoğraflarını almak için yine mezattaydım,” diyor ve ekliyor: “Bir süre sonra farklı bisiklet maketleri ve objeleri de almaya başlayınca artık toplayıcılığın sadece basit bir çocukluk anısı olmaktan çıktığını anladım. Çok geçmeden tüm duygusallığımdan sıyrılıp bunların bir kısmını satmaya da başladım.” İrfan Karaçay gibi birçok koleksiyoncu, toplayıcılığın esas duygusunu yitirdiklerinde, bu mezatlarda satıcı olarak da yer alıyor. “İlk topladığı ürünle ilgilenmeye devam eden koleksiyoncu bulmak oldukça zor. Her toplayıcı bir süre sonra bu işe ne için başladığını unutur. Çünkü zamanla, bu mezatlarda ne aradığını bulur. Bulduktan sonra da o ana kadar topladıklarını satıp asıl istediklerini almak ister ve Haftanın belirli günleri, İstanbul’un çeşitli semtlerinde kurulan mezatlarda, kısa sürede birbiriyle ilgisi olmayan yüzlerce ürün satışa sunuluyor. Bu nedenle mezatı takip edenlerin, ayrıntıları kaçırmamak için hızlı ve dikkatli olmaları gerek. çoğu zaman estetik kaygılar çocukluk hayallerinin önüne geçer,” diyor, mezat yöneticisi ve koleksiyoncu Haluk Toy. Mezat takipçilerinin tamamı böyle duygusal bir çıkış noktasına sahip değil. Her türlü eski eşya ve teknik malzeme toplayan elektronik tamirciler, baskısı bitmiş dergilerde yayınlanan reklam sayfalarını takip eden grafikerler ve reklamcılar, eski ev eşyalarının en gözde alıcısı olan dizi yapımcıları ve siyah–beyaz fotoğraflardaki kadınların kıyafet ve takılarını inceleyen tasarımcılar da bu mezatların en sıkı takipçileri arasında. Ayrıca mezat takip etmeyen bazı büyük koleksiyonculara ürün satan aracılar da bu mezatların önemli müdavimlerini oluşturuyor. Koleksiyoncuların hikâyeleri hemen hemen aynı: Önce sadece bir mezatı takip ediyor, sonra bir başka mezata da uğramaya başlıyorlar. Çok geçmeden haftanın yedi günü farklı bir mezat ve antika pazarında kendilerini buluveriyorlar. Küçük bir merakla başlayan toplayıcılık, birçok koleksiyoncu için hobi olmaktan çıkıp bağımlılık haline dönüşüyor. Koleksiyoncu Harun Güler, “Bir süre sonra, internetten yapılan satışları da takip etmeye başladınız mı, artık bu zevkin müptelası olmuşsunuzdur. Zamanla şehir dışına tatile gittiğinizde önce nerede kalacağınızı değil, yakınlarda bir antika pazarı ya da mezat kurulup kurulmadığını sorarsınız,” diyor. Mezatlar bu haliyle çoğunlukla öğretmen, emekli, öğrenci, gazeteci, yazar ve araştırmacıların sahaflarda buluşup, sadece, koleksiyonlarına uygun parçalar aradığı yerler değil; tanıdık–tanımadık kişilerle iletişime geçtiği, bildiklerini paylaşıp yeni şeyler öğrendiği ve sosyalleştiği mekânlar aynı zamanda. Birbirinden farklı nedenlerle bu mezatlara gelip koleksiyoncu olmanın zamanla nasıl bir ruh haline yol açtığını, Mehmet Çelik şöyle ifade ediyor: “Bu işin en zevkli yanı mezattan herhangi bir şey alıp eve gittiğinizde ‘bunu niçin aldım?’ diye kendinize sorup o an pişman olmaktır.” Ancak tüm koleksiyonerler pişmanlığın fayda etmediğini bilir. Bu nedenle bir sonraki hafta yine mezata gelir ve büyük bir masanın etrafında yudumlanan çaylar ve tatlı bir muhabbet, biraz da heyecanla birlikte o hata artarak sürer. Neredeyse her gün İstanbul’un farklı bir semtinde yapılan mezatlar, genel olarak hem işleyiş ve takipçi profili hem de satılan malzemelerin içeriği açısından müzayedelerden farklı bir özelliğe sahip. Genelde nadir veya özel ürünlere yer verilen müzayedelerde tüm ürünler, müzayede gününden bir süre önce yayımlanan bir katalogla tanıtılır ve ilgilenenlerin, önce bir form doldurarak müzayedeye katılacağını belirtmesi gerekir. Mezatlardaysa böyle kesin çizgilerle belirlenmiş kurallar yok. Saatinde orada bulunmak mezata katılmak için yeterli. Satılan parçalar müzayedelerle kıyaslanmayacak derecede ucuz ve çoğu zaman 1–10 lira arasında satışa sunuluyor. Fakat yine de çöpe atılmış nadir bir taş plak, birkaç yüz liraya alıcı bulabiliyor. Mezat takipçilerinden Egemen Büke, bu ucuzluğun nedenini şöyle açıklıyor: “Müzayedelerde, zaten değerli olduğu herkesçe bilinen bir eseri satın almaya çalışırsınız; fakat mezatta çoğu zaman tek başına değerli olmayan bir İSTASYON 13 HAYAT Mezatlarda “Bunu da kim alır,” sorusu anlamını yitirir. Bu salonlarda neredeyse her türlü eşyanın ve objenin koleksiyoncusunu bulmak mümkündür (üstte). Koleksiyoncular sadece zamanla değil, birbirleriyle de yarışır. Kısa bir tereddüt anı, sergilenen eşyanın başkası tarafından alınmasına neden olabilir (sağda). nesneyi aynı kulvardaki başka nesnelerle bir araya getirerek, onlara yeni bir değer kazandırırsınız. Örneğin, bir Denizli fotoğrafının veya İstanbul’da üretilmiş olan gazoz şişesinin tek başına ciddi bir değeri yoktur. Onlar ancak yanlarına başka fotoğraflar ve şişeler gelirse farklı bir değere sahip olabilir.” İyi bir mezat takipçisi için emek ve zaman, paradan daha değerli olsa da, satışa sunulan herhangi bir şeyi, “değerinin altında” almak mezat müdavimlerinin en büyük zevkidir. Mezat salonlarında, tıpkı Edip Cansever’in Masa şiirinde olduğu gibi, neredeyse her şey masanın üstünde durur. Çoğu zaman masaya pastalar konur ve çay eşliğinde, az sonra satılacak bir film afişinde adı geçen sanatçının hayatına dair, büyük bölümü spekülatif olan konuşmalar başlar. O sanatçının nerede doğduğundan başlayan tartışma, kiminle niçin evlendiğine ve hatta neden boşandığına kadar uzar. Hemen ardından satışa çıkarılan Osmanlıca ferman da az önceki konuşmadan payını alır ve Osmanlı fermanlarının yazılış stillerine dair yeni bir tartışma açılır. Bu tarz mezatlarda hem Fransız tuğlaları hem de deniz süngerleri hakkında saatlerce konuşacak kişilerle karşılaşabilirsiniz. İstiklal Caddesi’nde her çarşamba günü düzenlenen mezata, bir masa etrafına toplanmış onlarca kişinin ne- 14 İSTASYON Koleksiyoncular ne kadar kaçınmak isteseler de zaman zaman kendilerinde mevcut olan bir obje ya da eşyayı yeniden alabiliyorlar. Bu durum, birbirinden farklı zevklere ve becerilere sahip koleksiyoncuların ortak yanlarından biri. reye baktığını merak eden birçok kişi de dâhil olur. 2000 yılından beri bu işi yapan Mehmet Çelik, ürkek tavırlarıyla yabancı olduklarını hemen belli eden bu kişilere, hep aynı şekilde seslenir: “Efemera bir spordur, siz de katılın.” Efemera, “kısa vadeli, günlük” anlamına gelir ve bu mezatlarda gerçekten de akla hayale gelmeyecek ıvır, zıvır alıcı bulur. Sakızların içinden çıkan karikatürler, patlamış ampul, milli piyango listesi, köprü geçiş bileti ve daha neler neler... Eski toplayıcılar memnun olmasa da, bu mezatlara katılımcı sayısı gün geçtikçe artıyor. Özellikle Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde kurulan antika pazarları ve bazı mezatların internet üzerinden yaptığı duyurular, ilginin artmasını sağlıyor. Ayrıca son yıllarda belirli mezatlarda satışa çıkarılacak ürünleri günler öncesinden internet üzerinden de görmek mümkün. Mezatta nelerin satılacağını çoğu zaman mezat düzenleyicisi dahi bilmiyor. Bu nedenle bu, kuralları belli ama oyuncuları meçhul bir karşılaşmaya benzetilebilir. Çünkü mezatın düzenleyicileri satılacak ürünlerin tamamının sahibi değil. Onlar aynı zamanda kâğıtçılardan, kapıcılardan ve çöp depolarından obje veya efemera toplayan küçük esnafın mallarının satılması için de aracılık ediyor. İnsanlar, herhangi bir düzenleme yapmadan satabileceği her şeyi mezata getiriyor. Dolayısıyla mezatta, nadir bir Osmanlıca belgeden hemen sonra portakal sıkacağının satışa çıkarılması şaşırtıcı değil. Çoğu koleksiyoncu ne topladığını da açık bir şekilde belli etmiyor. Çünkü koleksiyoncunun sadece bir alanda ürün topladığı mezatlarda yayılırsa o ürünün fiyatının artacağı düşünülüyor. Mezatlarda anlamı giderek çoğalan ürünler arasında, 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı basılan fotoğraflar ve kartpostallar öne çıkıyor. Ancak kartpostalın öneminin anlaşılması için ciddi bir tarih ve sosyal hayat bilgisine sahip olmak gerek. Çünkü mezatlarda binlerce ürün, birkaç saat içinde hızlı bir şekilde el değiştiriyor. Kartpostal ve zarftaki mühürler, yazılar, isimler ve imzalar çok sıradan bir kartı dahi özel yapabilir. Örneğin, hastane, cezaevi, okul, gemi, Levanten Postanesi ve hatta kartpostalın yerine ulaşmadığına dair yerel postane tarafından zarfa vurulan mühür; Osmanlı dönemi, Anadolu Hükümeti veya Hatay Devleti’ne ait bir pul, kartpostalın değerini ciddi bir şekilde artırıyor. Zonguldak fotoğrafları toplayan Harun Güler de görsel hafızanın ne derece önemli olduğuna değiniyor: “Herhangi bir Zonguldak fotoğrafının nereden ve hangi açıyla çekildiğini bakar bakmaz anlarım. Ayrıca şehirlerin ve mekânların zaman içinde değiştiğini de unutmayalım; iyi bir şehir kartpostalı toplayıcısı, o şehrin tarihsel değişimini de iyi bilmeli ki, karşısına çıkan şansı değerlendirebilsin.” Ürünlerin kolay veya nadir bulunur olması mezattaki rekabeti de, o ürünün fiyatını da artırıyor. Örneğin, yakın zamana kadar mezatların en önemli kalemleri arasında yer alan para ve pullara şimdilerde neredeyse hiç rağbet edilmiyor. Orlando Calumeno bu değişimin nedenini şöyle açıklıyor: “O zamanın koleksiyoncuları, geleceği iyi şekilde göremedi. Mesela, pulcuların en önemli materyalleri kartpostallardı; fakat onlar kartpostalların üzerindeki pulları söküp, kartları ya çok ucuza sattılar ya da çöpe attılar. Tabii bunu yaparken kartlara zarar verdiler. Şimdi bakıyorum da, zamanında pulları sökülen kartların ederi yüzlerce puldan daha fazla. Çünkü artık her yerde ve herkeste pul var, ama kartpostal yok.” Heves, bağımlılık, yatırım, iş veya hobi; amaç ne olursa olsun, mezatlar geçmişi geleceğe taşımaya devam ediyor. Oyuncaktan ampule, avize taşından tuğlaya, madalyadan gazoz şişesine kadar geniş bir alana ilgi duyan objeciler; eski havasını kaybetmiş pulcular; internet üzerinden farklı ülkelerin paralarına ulaşma kolaylığı nedeniyle şöhretli günlerine yeniden dönmeye çalışan eski para koleksiyoncuları; her türlü yazılı ve görsel evrakı toplayan efemeracılar; haftanın her günü mezat organizasyonlarının merkezi olarak görülen İstanbul’un farklı bir köşesinde toplanıp koleksiyonlarına ekleyecekleri yeni bir ürün aramayı sürdürüyor. Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 15 KARİYER Doktorlara tercüman olan mühendisler Son yıllarda dikkat çekici bir hızla gelişen ve geleceğin meslekleri arasında ilk sırada yer alan biyomedikal mühendisliği, tıp doktorlarıyla mühendislerin ortak çalışmaları sonucunda, medikal problemlere çözümler üreten bir disiplin. Amerika’da son 10 yılda büyük bir ilerleme kaydeden bu yeni iş kolunda çalışan sayısının birkaç yıl içinde iki kat artması bekleniyor. Türkiye de bu alanda benzer bir potansiyele sahip. YAZI: BURCU SEVER B iyomedikal, mühendislikle tıp arasında köprü vazifesi gören disiplinlerarası bir uzmanlık alanı. Bu alanın hedefi, mühendislik prensiplerini tıp ve biyoloji alanlarına uygulayarak medikal problemlere çözüm sağlamak. Bu çok geniş bir tanımlama olduğundan özetle “sağlıkta mühendislik” olarak da adlandırılıyor. Amerika Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre, gelecek seneler içerisinde en çok talep edilecek meslekler listesinde yüzde 62’lik talep artışıyla biyomedikal mühendisliği birinci sırada yer alıyor. Bugün Amerika’da 16 bin olan biyomedikal mühendislerinin sayısının, 2020’de 26 bine çıkması bekleniyor. Biyomedikal mühendisliği terimi, ilk olarak 1960’lı yıllarda telaffuz edilmeye başlandı ve hızla dünyaya yayıldı. Türkiye’de bu alanda eğitimler, 1982 yılında yüksek lisans düzeyinde verildi. Alanın öncülüğünü, halen hizmet veren Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü 16 İSTASYON yaptı. Biyomedikal mühendisliği lisans eğitimi ise 2000’li yıllarda başladı. İlk olarak Başkent Üniversitesi ve akabinde Yeditepe Üniversitesi’nde bölümler açıldı. Geçmiş yıllarda sadece sekiz üniversitede bu alanda lisans eğitimi verilirken bu sayı günümüzde 20’ye yaklaştı ve önümüzdeki senelerde daha da artması bekleniyor. Yeditepe Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, beklentinin nedenini, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağlık alanında çalışacak ve bu alanda kullanılan ileri teknoloji cihazların dilinden anlayan uzmanlara ihtiyaç duyulmasına bağlıyor. Bu uzmanlar da elbette biyomedikal mühendisleri. Türkiye’de biyomedikal mühendisliğine dair eğitiminin müfredatı incelediğinde, genel olarak temel elektronik dersleri görülüyor, ama bunların yanında diğer mühendislik dallarında olmayan insan fizyolojisi, sistemlerin modellemesi hakkında bilgi veren “modelling” dersi veya biyoloİSTASYON İSTASYON1717 KARİYER Biyomedikal mühendislerinin geliştirdiği medikal cihazlar, sadece elektronik devrelerden ibaret değil. Fiziksel olarak kullanıcının ihtiyaçlarına uygun bir görünüme ve oranlara da sahip olmaları gerekiyor. jik-biyofizik gibi dersler de yer alıyor. “Yani mühendislik derslerinin yanı sıra bu bölüme özgü, tıp alanına dâhil olan dersler de var. Bunların başında gelen insan fizyolojisi dersinde, öğrenciler, insan vücudunu detaylı olarak tanıyor. İlerleyen dönemlerde insan vücudundan hangi sinyallerin alındığını gösteren eğitimlere hazırlanıyorlar. Biyofizik derslerinde edindikleri bilgileriyse tıbbi görüntüleme alanında kullanıyorlar” diyor Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş ve kimya derinliği olan biyomalzeme derslerinin de eğitimin önemli bir parçası olduğunun altını çiziyor: “Çok basit bir 18 İSTASYON örnekle anlatmak gerekirse, dişinizin içindeki dolgu bir biyomalzemedir. Bu biyomalzemeler hangi materyallerden nasıl sentezlenir, hangi standart ve koşullara göre üretilir gibi konularda öğrenciler eğitim görür. Önemli alt dallardan biri olan biyomekanik başlığı altında ise kas-iskelet mekaniği öğretilir. Biyomekaniği özellikle fizyoterapistler çok kullanır, çünkü terapi cihazlarının tasarımı mekanik temellere dayanıyor. Eğitimin son yıllarındaysa tıbbi görüntüleme derslerinde hastanelerde kullanılan görüntüleme cihazlarını kullanırken nelere dikkat edilmesi gerektiği, kullanım sırasında güvenlikleri ve kalibrasyonları gibi konularda temel bilgiler verilir.” Mezuniyet sonrası biyomedikal mühendisleri öncelikli olarak devlet hastanelerinde veya özel hastanelerde görev alabilirler ve buralarda çok farklı çalışma alanlarına sahipler: Tıbbi cihazların ya da basit bir ameliyat aletinin satın alınmasının planlanması, satın alınması, bunların ilk testlerinin gerçekleştirilmesi, sonrasında çalıştırılması ve çalışma sürecinde doktorlara gerekli desteğin verilmesi, cihazların kalibrasyonu ya da kalibrasyonu yapacak firmaların iş planının denetlenmesi, ömrü dolan cihazların tespiti ve bunların mümkünse geri dönüşüme gönderilmesi gibi… Biyomedikal mühendislerinin çalıştığı hastanelerin hizmet kalitesinde etkileyici bir artış gözlendiğini belirtiyor Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş: “Çünkü biyomedikal mühendislerinin denetimindeki cihazlar, kolay kolay bozulmaz ya da bozulduğu zaman çok kısa bir sürede eski işlerliğine kavuşturulur. Uzmanlar sayesinde teknoloji çok hızlı takip edildiği için aynı hızda yenilenir. Maliyetlerin bile biyomedikal mühendisleri sayesinde düştüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bu alanda ekonomi ve hukuk eğitimleri de veriliyor.” Biyomedikal mühendisleri hastaneler dışında, Sağlık Bakanlığı’nın açtığı biyomedikal merkezlerinde, rehabilitasyon, fizyoterapi gibi daha küçük ölçekli sağlık merkezlerinde ya da diyaliz merkezlerinde de iş bulabiliyor. TÜBİTAK destekli projeler geliştiren özel tıbbi firmalar da başka bir iş alanı. Ve tabii ki üniversiteler... Üniversitelerde biyomedikal mühendisliği bölümü sayısı arttıkça eğitmenlere duyulan ihtiyaç da fazlalaşıyor. Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, Türkiye’deki mevcut durumu şu sözlerle özetliyor: “Türkiye’de 20 üniversitede bu bölümün olduğu ve her bölümde ortalama 10 doktoralı hocayla yol alındığı düşünülürse, 200 doktoralı öğretim görevlisine ihtiyaç var ve bunları yetiştirmek sanıldığı kadar kolay değil. Doktora eğitimi veren üniversitelerin sayısı oldukça az. Bunların başında Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü geliyor. Fatih Üniversitesi ve ODTÜ gibi üniversitelerin doktora programları da var.” TÜRKİYE’NİN POTANSİYELİ YÜKSEK Biyomedikal sektöründe iki temel alan var. Birincisi, görüntüleme cihazlarının; ikincisi, bu cihazlardan alınan görüntüleri işleyen yazılımların, algoritmaların geliştirilmesi. Cihazların geliştirilmesi açısından bakıldığında, dünyada MR cihazlarının üretilmesi ve geliştirilmesinde lider olan ülkelerin sayısı, bir elin parmağını geçmiyor. Üretimlerini genellikle Çin’de, tasarımlarını ise farklı ülkelerde yapıyorlar. Avustralya’nın Sidney kentindeki biyomedikal çalışmalar yapan şirketler başarılarıyla; İngiltere’de Oxford ve Imperial Collage London gibi üniversitelerse bu alanda kurdukları enstitülerle öne çıkıyor. Kendisi de İngiltere’de meme kanseri görüntüleme teknolojileri üzerine uzun yıllar çalışmalar yürüten Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, cihazlardan alınan görüntülerin işlenmesi ve yorumlanması konusunda dünyada yetişmiş eleman ya da bu görevi üstelenen bir program olmadığını söylüyor: “Bu eksikliği, biyomedikal mühendisleri veya bilgisayar mühendisliği temelli yüksek lisansını ve/veya doktorasını biyomedikal mühendisliğinde yapmış uzmanlar tamamlıyor. Özellikle görüntü işleme alanında her ülkede farklı çabalar var. Çok geniş bir alan olduğu için farklı parametreler barındırıyor. Bir lezyonu tespit etmek ultrasonda, CT’de, MR’da farklılık gösteriyor. MR’da zıtlık maddesi verilirse farklı algoritmalar gerekiyor. Türkiye, tıbbi teknolojiyi yakından takip eden ülkeler arasında. Yeni teknoloji bir MR cihazı Amerika’da piyasaya çıktıktan en geç bir-iki ay sonra Türkiye’ye de geliyor. Yeni teknolojilerin ülkeye girme potansiyeli son yıllarda oldukça yüksek. Hatta diğer ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’de oldukça fazla tıbbi cihaz olduğu rahatlıkla söylenebilir.” Sağlık, Ar-Ge çalışmalarının en fazla desteklendiği sektörlerden biri olarak gösteriliyor. Sağlık alanında bugüne kadar daha çok doktorlar bir şeyler yapma çabasında iken şimdi mühendislerin desteği devreye girdi. Doktorlar belli bir süreçte zorlandığında, ihtiyaçlarını karşılamak adına biyomedikal mühendisler geliştirdikleri projelerle bir bakıma doktorların dertlerine tercüman oluyor. Bu da yeni fikirlerin ve projelerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Genel anlamda Türkiye’de yapılan Ar-Ge Biyomedikal mühendislerinin çalıştığı hastanelerin hizmet kalitesinde, etkileyici bir artış gözleniyor. çalışmalarının büyük bölümünün yakın zamanda sağlık alanına kaydığını gözlemleyen Yrd. Doç. Dr. Gökhan Ertaş, bu gelişmenin biyomedikal mühendislerinin iş bulma potansiyelini oldukça yükselten bir faktör olarak öne çıktığını belirtiyor. Ertaş’ın verdiği bilgiye göre biyomedikal mühendisleri, bir beyne –bunlar, mikro denetleyiciler olarak adlandırılıyor– sahip, taşınabilir cihazların üretimi konusunda da çalışmalar yapıyor. Peki, bu ihtiyaç kimler tarafından belirleniyor ve uygulamaya nasıl geçiliyor? “Doktorlardan gelen talepler ve ihtiyaçlar doğrultusunda prototipler geliştirirler” diyerek bu sorunun yanıtını vermeye başlayan Ertaş, açıklamasının devamında şunları söylüyor. “Örneğin, vücudun belirli bölümlerindeki sıcaklık artışlarının depresif insanlarda farklılık gösterdiğini ve bu farklılıkların depresyon teşhisinde belirlenebilmesi için bir cihaz geliştirilmesini isteyen bir doktorumuzun talebi üzerine, bunu yapabilecek bir cihaz geliştirildi. Bu bir öğrenci projesiydi. Öğrenci projeleri kapsamında geliştirilen bir diğer cihaz ise taşınabilir devreli bir eldiven. MS hastalarının parmak uçlarında his kayıpları olur ve dokunduklarını hissedemezler. Cam bir bardağı tuttuklarında çok sıkarlar ve bardak kırılırsa yaralanmalara neden olur. Üzerindeki kırmızı, yeşil ve sarı ışıklarla elin kavrama seviyesinin doğruluğunu hastaya bildiren bu eldiven, MS hastalarının bu yaralanmalardan korunmasını sağlıyor. Hasta elini çok sıktığında kırmızı ışık yanıyor ve yeşil yanana kadar kas hareketini kendi belirleyebiliyor. Bu bir fizyoterapi hocasının isteği doğrultusunda geliştirilen bir öğrenci projesi.” Biyomedikal mühendislerinin geliştirdiği medikal cihazlar, sadece elektronik devrelerden ibaret değil. Fiziksel olarak kullanıcının ihtiyaçlarına uygun bir görünüme ve oranlara da sahip olmaları gerekiyor. Bu nedenle biyomedikal mühendisleri ürün geliştirme konusunda da çalışmalar yapıyorlar ve hatta bunun için endüstriyel ya da ürün tasarımcılarıyla işbirliği içine giriyorlar. Her ne kadar isimleri mühendis olarak adlandırılsa da bir biyomedikal mühendisinin temel mühendislik eğitiminin yanında tıp ve tasarıma da ilgi duyması, analitik düşünme yetisi ve yaratıcı projeler geliştirmeye açık olması, bu alanda başarılı olabilmesi için büyük bir avantaj. İSTASYON 19 SÖYLEŞİ Zoru seven adam Tardu Flordun, bir koltuğuna sahneyi, diğerine perdeyi almış, dur durak bilmiyor. Oyunu sahnede, filmi perdedeyken kendisiyle buluştuk, hayatında yarım kalanları ve kalmayanları konuştuk. Röportaj: SELİN GÜREL T ardu Flordun’un bitmek tükenmek bilmeyen enerjisine vakıf olmak için, Oyun Atölyesi’nde sahnelenen Kim Korkar Hain Kurttan adlı oyunda, koltuğundaki seyirciyi bile nefes nefese bırakan müthiş performansına tanık olmanız gerekiyor. O olmazsa, tiyatro kulislerinde hâlâ konuşulan, 90’lardaki altı saatlik Hamlet macerasını hatırlatalım. Usta tiyatrocu Macit Flordun’un oğlu, bir tiyatro aşığı, TV’ye mesafeli, sinemayla da uzaktan flört halinde… Oyunla gündemde olduğu günlere, bir de sinema filmi sıkıştırdı. 7 Mart’ta gösterime giren Silsile’de, bir zamanların sevimli serserisine inat, tekinsiz adamı oynuyor. Tardu Flordun ile bir gece vakti, 135 dakikalık oyundan hemen sonra, Oyun Atölyesi’nin kafesinde buluştuk ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar uzayan, lafın lafı açtığı bir sohbete daldık. 1997’de İzmit Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda altı saatlik versiyonuyla sahnelenen Hamlet’te başroldeydiniz. Bu, Türkiye’de tam metinle oynanan ilk Hamlet’ti. Bunu daha sonra başka bir oyuncu denedi mi? Hayır. Tam metinle oynanmadı. Ama Hamlet daha sonra da oynandı. Hatta şu anda bayıldığım bir oyuncu, ağabeyim olarak gördüğüm, Bülent Emin Yarar oynuyor. Yine Işıl Kasapoğlu yönetiyor. Işıl, Shakespeare sever. Işıl ile çalışmak bir oyuncu için bir fırsattır. Hatta bu yıl Tiyatro Festivali’nde Bülent ile birlikte, Işıl’ın yöneteceği, Bernard-Marie Koltès’in, “Dans la solitude des champs de coton” adlı oyununda oynayacaktık. Türkçe’ye “Pamuk Tarlalarının Issızlığında” diye çevirebiliriz. İptal edildi, keşke yapabilseydik. 20 İSTASYON Peki, bugün yine Hamlet’i tam metinle oynamanız teklif edilse, kabul eder miydiniz? Kesinlikle. Shakespeare’e tapıyorum. Ama Shakespeare’e olan sevgim, klişe bir sevgi değil. Biliyorsunuz, tiyatro deyince akla Shakespeare geliyor. Ama genelde reklam olarak kullanılıyor. Benim durumum farklı. Hem bütün oyunlarını hem de oyunları üzerine, özellikle de Hamlet üzerine yazılan çizilen ne varsa her şeyi okudum. Kafa yordum. Adam 500 yıl önce yazmış, ama hâlâ nasıl yorumlarsan yorumla, geçerliliğini koruyan metinler bunlar. Öngörüsü yüksek bir yazar. O yüzden seviyorum. Çetin Tekindor’un oğlu Hira Tekindor’un yönettiği Kim Korkar Hain Kurttan’da, Tekindor’un yıllar önce canlandırdığı George karakterini üstleniyorsunuz. Üstelik sahneyi Zerrin Tekindor ile paylaşıyorsunuz. Bu işbirliğinin hikâyesi nedir? İşbirliği diye bir şey yok aslında. Bir ekip işi yapıyoruz, ama bu durum tamamen tesadüfler üzerine gelişti. Aslında Testosteron’da oynayacaktım. Haluk (Bilginer) ağabey, başta bana o oyunda bir rol teklif etmişti. Ama o zaman sahne için kendimi hazır hissetmiyordum. Sonra bu oyunda karar kıldık. Haluk ağabeyi çok eskiden beri tanıyorum. İzmit Şehir Tiyatroları’nın seçici kurulundaydı. Çetin Tekindor, hocam zaten. Zerrin aile dostumuz, küçüklüğümü bilir. Ben de Hira’nın küçüklüğünü bilirim. Yıllar önce, Gümüşlük’te çektiği kısa filmde Zerrin, ben ve daha birçok oyuncu, hep birlikte oynamıştık. Anlayacağınız, bu ekip çok eskiden beri tanışıyor. “İyi ki Testosteron’da oynamamışım” diyorum şimdi. O da çok iyi oyun elbette. Ama Edward İSTASYON 21 SÖYLEŞİ kazandım. Param bitene kadar dizilerde rol almayı düşünmüyorum. Ancak yiyecek ekmeğim olmadığında, oynarım. Çünkü TV dizilerinde istediğin kadar rolün için yeni bir şeyler yapmaya çalış, en başta yönetmen seni engelliyor. Ekranda yaptıklarını kimse görmüyor diye. İki buçuk saat boyunca insanlar seni gözünü ayırmadan izlemiyor ki. Bizdeki sistemin hatası bu. 60 dakikaya inmeden hayatta oynamam. Bir tepki göstermek lazım. Bu arada Silsile vizyona girdi... Evet. Şahane bir yönetmenle çalıştık; Ozan Açıktan. Öyle birini tanıdığıma çok memnun oldum. Çok zeki, algısı yüksek bir adam. Oyuncu olarak derdini paylaşabileceğin bir yönetmen. İlk taslak geldiğinde, karakterim çok net değildi. Başka bir yönetmen olsa, “Oyuncu sensin, karakterini sen bul” derdi. Ama Ozan, çekimi bile keserek, oturup benimle konuştu ve beni ikna edebildi. İkna olmadan oynayabilenlerden değilim. Bana bir açıklama yapılması lazım. Olması gereken bu. Çünkü bir filmi çekmeden önce, bize vücut yapacak ya da kılıç kullanmayı öğrenecek zaman tanınmıyor. Bir süredir sinemada görünmüyordunuz… Evet, en son Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm’de rol aldım. Ama o filmde beni öyle bir alaşağı ettiler ki! Beni romanıyla ikna etmişlerdi. Romanda, benim karakterim RedKit, döktürüyordu. Çok heyecanlanmıştım. Sonra senaryo geldi, bir de ne göreyim, RedKit’in üç sahnesi kalmış. Bana ihtiyaçları yokmuş ki. Herhangi biri de oynayabilirdi o rolü. Albee’nin 27 yıldır Türkiye’de oynanmamış Kim Korkar Hain Kurttan’ı apayrı. Hira’nın ilk yönetmenliği. Onun heyecanını izlemek çok güzeldi. Provalar sırasında hep onun heyecanını izledim. Dizi çekerken, bazen ayağın sete gitmez. Sözleşme imzaladığın için oynamak zorundasındır. Bu duruma düştüğüm oldu. Ama hem bu oyunda hem de son sinema filmim Silsile’de, bunun tam tersini hissettim. George, hem fiziksel hem de psikolojik açıdan çok zor ve yıpratıcı bir karakter. Oyundan sonra gerçek hayata dönmek nasıl mümkün oluyor? İdmanlıyım. Altı saatlik Hamlet’i sahnelerken, her oyunda neredeyse iki kilo veriyordum. Öylesini seviyorum galiba. Doğaçlamayı da seven bir oyuncusunuz. Şu zamana kadar bu konuda en özgür kaldığınız proje hangisiydi? Doğaçlamadan ne kastettiğine bağlı. Doğaçlama ne kadar serbest bir alanda yapılırsa yapılsın, belli bir metne sadık kalmak zorundasın. Mesela Shakespeare’in kılına dokunamazsın. Hamlet’i ilk çalıştığım dönemde, “Amma da şiirsel” diye düşünüyordum. Güncelleştirmek istedim, izin vermediler. Haklıydılar. Shakespeare’in dilini bozamazsın, ama tek cümlesini bile değiştirmeden, entonasyonlarla (tonlama) role farklı bir hava verebilirsin. Bunu keşfettim. Bu da bir doğaçlamadır. 22 İSTASYON Üzerinize yapışan sevimli serseri tiplemesinden kurtulup, arıza karakterlere geçiş yapmanız bilinçli bir tercih miydi? Tabii ki. Teklifler öyle geldi, ben de öyle olması gerektiğini düşündüm. 2000’de Evdeki Yabancı diye bir dizide oynamıştım. Çok güzel, sıcak, samimi bir işti. Artık o kadar samimi olabilecek yapımcı, yönetmen, oyuncu bulabilmek de mesele haline geldi. O samimiyeti bulamadıktan sonra, neden öyle bir şeye soyunayım ki? Diğer yandan, bir oyuncu komedi de dram da oynayabilmeli. Kaldı ki, hayat sadece komedi ve dramdan ibaret de değil. Yönetmen egosu ile aranız nasıl? Öyle bir şey var, ama Silsile’de Ozan Açıktan bırak yönetmen egosunu, insani olarak bile ego taşımayan ya da en azından taşıdığını bize hissettirmeyen bir yönetmendi. İnsanın yaşı ilerledikçe, başkalarını daha seçerek almaya başlıyor hayatına. Ozan, 40 yaşından sonra hayatıma kattığım adamlardan biridir. Bu anlamda onu tanıdığıma çok seviniyorum. Filmin de onun yönetmenliğinin de benim oyunculuğumun da hiçbir önemi yok. Önemli olan bir dost kazanmış olmam. TV dizilerine ara mı verdiniz? Evet, şu anda keyfim yerinde. Sırf para kazanmak için, kafama uymayan insanlarla çalışmak istemiyorum. Zamanında Röportajlarınızda en büyük arzunuzun tiyatro kurmak olduğunu söylüyorsunuz. Bugün bu amaca ne kadar yakınsınız? Bilmiyorum. Çok eskiden beri böyle bir idealim var. Ama onun için çok ciddi bir para ve güçlü bir inanç gerekli. Mesela Haluk ağabeyin yaptığı çok önemli bir şey var. Birkaç yıl öncesine kadar, bu tiyatronun kapısında, üzerinde “Bu tiyatro devletten tek kuruş almamıştır” yazan bir tabela asılıydı. Artık asılı değil. Ama hâlâ bir şey aldığı yok. Biletlerin pahalı olduğunu düşünen insanlar var. Ama İngiltere’ye gidin, bakalım ne oluyor? Ülkede tiyatro kültürü yok tabii. Setlerde büyüyen biri olarak, oyunculuğa dair nasıl hislerle yetiştiniz? Setlerde filan büyümedim aslında. Ama set görmüş bir çocuktum. Kamera önüne ilk kez 1975’te, 3 yaşındayken çıktım. Babamı bilen bilir. Herkes oyuna bir saat önce geliyorsa, babam dört saat önce gelirdi. Plastik makyajdan anlardı. Yıldırım Bayezid diye bir oyun vardı. Burak Sergen ile birlikte oynuyordu. O oyunda babam, kendi makyajını yaparken, ben de onu izliyordum. Arada aynaya bakıp, kendi kendine konuşuyordu. “Bu adam ne yapıyor?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Oyunculuk, o zamanlar bana biraz saçma gelmişti. Gidip Makine Mühendisliği bölümüne girdim. Bir sene okudum. Sonra konservatuvara gittim. Neden? 17 yaşındayken babamla restleştim. Hâlâ onun suçluluk duygusunu yaşarım. Oyunculuk tercihim de o restleşmenin sonucuydu. Aradan yedi yıl geçti. 24 yaşındaydım. Mezun olduktan sonra, Devlet Tiyatrosu’nun köhne düzenine karşıyız diye, sınıfımdaki herkes gibi, açılan sınava girmedim. Alternatif bir oluşuma kadar, parasızlık yüzünden, Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli çalışmaya başladım. Üç kuruş para alıyorduk. İyi yönetmenlerle de çalıştık, saçma sapan oyunlarda da oynadık. Ne denk gelirse… Ankara’da Yeni Sahne’deydik. Oyundan hemen önce kostümümü giymiş, yukarıdaki kafeye çıkacaktım. Bir anda oyunun yönetmeni içeri daldı. Bir hata işlediğimi düşündüm. “Babanı kaybettik” dedi. Ertesi gün İstanbul’a gidip, cenaze işlemleriyle ilgilenmem gerektiğini söyledi. İlgileneyim de, böyle söylenir mi? Bırak oyun bitsin, sonra söylersin. En çok karşı çıktığım geleneklerden birinin bizzat kurbanı oldum. Devlet Tiyatrosu’ndan biri öldüğü zaman, bütün tiyatrolarda oyundan önce birinin eline bir kâğıt tutuşturulur, ölen kişinin adı okunur, seyirciler bir dakikalık saygı duruşuna davet edilir. Sonra oyun başlar. O gün de babamın ölüm haberi okunacaktı, bana “Sen okumak ister misin?” diye sordular. Ne diyeyim ben şimdi? Babam ölmüş. Haberini yeni almışım. Adamla yedi senedir görüşmüyorum. Okumadım tabii. Sonra bütün oyunu “Ah yavrum, ah canım” sesleriyle oynadım. Bu benim için gerçek bir travmaydı. İSTASYON 23 Hükümdarın kutsal sayıldığı eski çağlarda da, sembol sayıldığı modern zamanlarda da kraliyet düğünü, önemli bir ritüel. 17’nci yüzyılda Pascal, “Eğlencesiz bir kral sefil bir adamdır” demiş. 19’uncu yüzyılda Walter Bagehot ise meşruti monarşinin “mistik gücünün” tahttaki ailenin törenleriyle pekiştiğini söylüyor. Seçtiğimiz örnekler, bu peri masalı havasının her kültürde çok sevildiğini gösteriyor. 14. Louis ve Marie Thérèse 9 Haziran 1660 sa Saint-Jean de Luz, Fran Kraliçe kan ter içinde, yaşasın kral! KRALİÇE YASTA Kocasının yasını tutan Kraliçe Victoria, oğlu (VII.) Edward’ın Danimarka Prensesi Alexandra ile düğününün (1863) gösterişli olmamasını istiyordu ama dinletemedi. Kraliçe töreni matem kıyafetiyle locadan seyretti (sağ üstte.) 24 İSTASYON ransa Kralı XIV. Louis, 1659’da henüz “Güneş Kral” değildi. 21 yaşındaydı. Beş yaşından beri annesi Kraliçe Anne d’Autriche ve bakanı Kardinal de Mazarin’in kurduğu rejimin göstermelik bir parçasıydı. Genç krala karşı ayaklanan aristokratlar yenilmiş, İspanya ile savaş sona yaklaşmıştı. Barış zamanı da gelmişti, kralın evlilik çağı da. Ancak XIV. Louis, henüz aşkın her şeyi yeneceğine inanacak kadar gençti. Mazarin’in yeğenlerinden Marie Mancini’ye âşıktı ve onunla evlenmeyi planlıyordu. Yeğeninin kraliçe olması ihtimali, bir başka türedi bakanı baştan çıkarabilirdi; ama Kardinal, Kralı bu saçma fikrinden vazgeçirdi. Ayrılırken Marie Mancini’nin Louis’ye “Siz kralsınız ve ben gidiyorum, öyle mi!” dediği iddia edilir. Yıllar sonra Racine, Bérénice adlı piyesinde (1670) bu repliği kullanacaktı. Fransa ile İspanya arasındaki barışın bir parçası da Fransa Kralı’nın, İspanya Kralı’nın kızıyla evliliği olacaktı. Fransa sarayı güneye, İspanyol prensesine doğru yolculuğa çıktı. M. d’Artagnan’ın komutasındaki kralın silahşörle- Getty Images 40 gün 40 gece William Powell Frith’in tablosu, Five Gold Rings, Royal Collection Publications TARİHTEN Bir 17’nci yüzyıl gravüründe XIV. Louis’nin düğünü. ri ve saray halkı, her yerde törenlerle karşılanıyor, her şatoda eğleniyordu. Kortej yoldayken İspanya ile Pirene Barışı da sağlandı (2 Şubat 1660). Artık evlilik için her şey tamamdı. 8 Mayıs 1660’ta Fransız saray halkı, güneydeki Saint-Jean de Luz kentine varmıştı. Burada bir ziyafette, sarayın bir oturuşta 286 jambon yediği kayıtlara geçmiş. 4 Haziran 1660’ta kayınpederle damat, aralarındaki eşitliği ortaya koymak için, Bidassoa Nehri’ndeki Sülünler Adası’nda buluştular. Beş gün sonra nikah Bayonne Piskoposu tarafından Saint-Jean Baptiste Kilisesi’nde kıyıldı. Halkın üzerine, “Non leatior alter” (Kimse benim kadar mutlu değil) yazılı altınlar atıldı. Fransa Kralı’nın müzisyeni Lully de oradaydı ve harıl harıl besteler (Xerxes Balesi) yapıyordu. Fransızlar, Marie Therese’in giydiği geniş etekle (guardainfante) dalga geçtiler. Yeni kraliçenin ilk yaptığı iş, Fransız usulü daha dar eteklere bürünmek oldu. Gerdek gecesi bu tantananın en önemli safhasıydı. Bunun, Fransa tarafından başarılması gerekiyordu. Gerdek odasında kardinal ve piskopos tarafından kutsananlar, iki genç insan değil, Fransa ve İspanya’ydı. Vakanüvisler, yeni kraliçenin, nedimelerine “Presto, presto, que el rey me espera” (Çabuk, çabuk, kral beni bekliyor) de- İSTASYON 25 Fatma Sultan ve Silahdar Ali Pasa 13 Mayıs 1709 İstanbul Lale Devri’nin ihtişamı elin III. Ahmed’in ilk çocuğuydu. Hakkında o kadar çok belge vardı ki, 20’nci yüzyılda tarihçi ve romancıların gözde kahramanlarından biri olacaktı. İlk kocası Silahdar Ali Ağa ile evlendiğinde beş yaşındaydı. Evlilik hazırlıkları daha 1709 ocağında başladı. Padişah, 4 Mayıs’ta müstakbel damadına ferman göndererek, hatem (mühür yüzük), murassa küpe, çift bilezik, murassa ayna, taşlı nikap, inci işlemeli ayakkabı, elmas düğmeli istefan, elmaslı sorguç ve şekerlemeden oluşan nişan ağırlığını göndermesini buyurdu. 11 Mayıs, nişan alayı günüydü. İki gümüş nahıl (ağaç maketi) ile değerli takı ve giysiler, 120 tabla şeker ve 2 şeker bahçesinden oluşan nişan takımı saraya getirildi. Çeyiz alayı günü de çarşılar süslendi, toplar atıldı, mehter çaldı. 26 İSTASYON Gelin alayını bütün İstanbullular görsün diye, suri düğünün (gösteri düğününün) Eyüp’teki Validesultan Sahilsarayı’nda yapılması uygun görülmüştü. 13 Mayıs sabahı, damadın sağdıcı ve vekili Kaptanıderya elhac İbrahim Paşa, atına binip alayla Sahilsarayına geldi. O gün Silahdar Ali Ağa’ya vezirlik verildi. Asıl düğün ise 16 Mayıs’taydı. Gelin alayı, İstanbulluların hayran bakışlarının önünden arka arkaya geçti: Asesbaşı, subaşı, Dergah-ı ali çavuşları, gedikli zaimler, Divan-ı hümayun haceganı, Kapıkulu bölükleri, Yeniçeri ağası, çavuşbaşı, tezkireciler, ulema, sağdıç İbrahim Paşa, vezirler, sadrazam, şeyhülislam, harem ağaları, valide sultan ve gelinin kethüdaları, nahılları taşıyan Tersane azepleri, kapıcıbaşılar, teberdarlar, saraçlar, Darüssaade ağası ve maiyeti, en arkada da gümüş arabasındaki Fatma Sultan, mehter takımı ve harem kadınlarının bindiği 31 araba.... Kortej, Topkapı Sarayı’ndan çıkıp Haliç kıyısındaki Validesultan Sahilsarayı’na ulaştı. Padişah ve annesi Emetullah Gülnüş Sultan da saltanat kayıklarıyla denizden geldiler. Akşam Sahilsarayında yenilip içildi. Yatsı namazından sonra şeyhülislamın duasıyla Damat Ali Paşa gerdeğe girdi. Tabii bu sembolik bir jestti. Dadısı 5 yaşındaki gelinin yanındaydı. 15 gün boyuncaVeliefendi Çayırı’nda canbaz gösterileri, saray hareminde çengi oyunları, akşamları Haliç’te sallarda top ve fişek atışları devam etti. Damat 1716’da Petervaradin Savaşı’nda şehit düşünce, karısı 12 yaşında dul kalmış oldu. Yeni koca adayı Nevşehirli İbrahim Paşa’ydı. Bu düğün Edirne’de Şubat 1717’de yapıldı. Karı-koca, Lale Devri’nin debdebesini yaşadılar. Bu mutluluk 1730’da sona erecek, Fatma Sultan’ın babası tahttan indirilecek, kocası öldürülecek, kendisi de mallarına el konularak Eski Saray’a gönderilecekti. Üç yıl sonra ölüp gitmesine kimse şaşmamalı. SEYİRLİK ÇEYİZ Kraliçe Victoria’nın torunu Prens (V.) George ile 1893’te evlenen Mary of Teck’in çeyizinden saten bir bohça. Çeyiz sergilendiğinde saatte 1000 kişi vitrinlerin önünden geçmişti. Bilet geliri Victoria Vakfı’na aktarıldı. Osmanlı padişah kızlarına özgü düğün alayı. Gelin cibinlikle örtülü atın üzerinde. Önünde nahıl ve Kur’an taşınıyor. Genadius & Bremen, 16. Yüzyılda İstanbul, YKY Yayınları diğini kaydettiler. Kraliçenin “kan ter” (toute en eau) içinde olduğu da gözlerinden kaçmadı; yıllar önce aynı sözlerin, kralın babası evlendiğinde annesi için de yazılmış olması umurlarında değildi. XIV. Louis’nin evliliğini, monarşinin sembolleri açısından inceleyen Harvard Üniversitesi’nden Amy Zanger’in dediği gibi: Kraliçe kan ter içinde, yaşasın kral! Five Gold Rings, Royal Collection Publications TARİHTEN 16. Louis ve Marie Antoinette 16 Mayıs 1770 sa Versailles Sarayı, Fran Kraliçenin kafası, düğününde ölenlerin mezarına gömüldü radan 25 yıl geçmeden kafalarının kesileceğini bildiğimizden, bu iki gencin evliliği için harcanan çabalar insana hem acıklı, hem komik geliyor. Ancak 1 Mayıs 1756’da Fransa ile Avusturya arasında imzalanan Versailles Antlaşması’ndan sonra, henüz bebek olan Louis ile Marie Antoinette’in kaderi çizilmişti. Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia’nın kızlarından biri, Fransa Kralı XV. Louis’nin torunuyla evlenecekti. 15’ine yeni basmış Arşidüşes Maria Antonia’nın evliliği için Aralık 1769’da hazırlıklar bitti. Avusturya, bir Brüksel bankası aracılığıyla 400 bin livre harcayarak, Paris’ten çeyiz ısmarladı. Arşidüşesin Fransa’ya yapacağı yolculuğa 132 kişi katılacak, bir o kadar hizmetkar eşlik edecekti. 57 araba ve 376 at yola çıkmadan, tartışma başladı. Evlilik kontratını önce gelinin annesi İmparatoriçeyle ağabeyi İmparator mu, yoksa damadın büyükbabası Kral mı imzalayacaktı? Sonunda iki ayrı kontratla sorun çözüldü. Marie Antoinette, 21 Nisan 1770’te annesinin “Fransız halkına o kadar iyi davran ki, onlara bir melek gönderdiğimi söylesinler” tavsiyesinden sonra yola çıktı. 20 bin atlı muhafızın dizildiği yollarda, her kentte törenlerle karşılandı. Teslim töreni, Ren Nehri’ndeki bir adada yapılacaktı. Ancak önceki bir evlilik için kullanılmış bina yıkık dökük olduğundan Strasbourg kentinin zenginlerinden mobilya ve duvar halıları temin edildi. Bunlardan birinde, çocuklarını öldürüp kafalarını babalarına yollayan Medea’nın görüntülerinin olduğu, o sırada Strasbourg’da hukuk okuyan genç Goethe’nin dikkatini çekmişti. Goethe şöyle yazdı: “Ne! Genç prenses tam müstakbel kocasının ülkesine girerken, gözlerinin önüne hayal edilebilecek en kötü evliliğin resminin konulması mümkün mü!” Bu binaya giren Marie Antoinette, Fransız nedimeleri tarafından soyuldu; Avusturya giysisi, Fransız nedimeleri tarafından yağmalandı. Fransız kıyafetlerine büründü. Öbür kapıdan çıktığında yanında artık tek bir Avusturyalı (köpeği Mops bile) yoktu. 16 Mayıs 1770 sabahı, Paris’te herkes sabah karanlığında uyanmış, Versailles’a doğru yola çıkmıştı. Yeni gelini görmek için zorla bilet bulan 6 bin kişi, saray avlusunu doldurdu. O gün, Versailles’ın şapelinde beyaz brokar elbisesiyle gelin, 12 yaşında bir çocuğa benziyordu. Evlilik kontratına imzasını atarken mürekkebi akıttı. Sonradan bu bir uğursuzluk belirtisi sayıldı. Ama asıl uğursuzluk, o gece Reims Başpiskoposu’nun kutsadığı gerdek yatağında hiçbir hareket olmamasıydı. Buna rağmen, törenler devam etti. Paris’te büyük havai fişek gösterileri yapıldı. Bunları seyretmek için kalabalık itişirken, insanlar, atlar, arabalar XV. Louis Meydanı’nda (bugün Concorde Meydanı) kazılmış çukurlara yuvarlandı, 130 kişi öldü. Sonradan bunun da uğursuzluk belirtisi sayıldığını söylemeye gerek var mı? O şatafatlı düğünle evlenen arşidüşes, 1793’te Yurttaş Antoinette Capet olarak giyotine gitti. Kesilen kafası ve vücudu, Anjou Sokağı’ndaki mezarlığa, düğününde ölenlerin gömüldüğü yere atıldı. Marie Antoinette’in düğünündeki havai fişek gösterisi. İSTASYON 27 TARİHTEN Five Gold Rings, Royal Collection Publications ngiltere Kraliçesi Victoria, 16 Ekim 1839’da St. dayısı Belçika Kralı Leopold’a şunları yazdı: “Kararımı verdim, Albert’e de bu sabah söyledim... Albert, bir kusursuzluk abidesi; beni büyük bir mutluluğun beklediğini sanıyorum.” Bu satırların yazarı, 20 yaşında bir kızdı ama Büyük Britanya hükümdarıydı. Kuzeni Albert ise, beş parasız bir Alman prensiydi. Kraliçe, Albert hakkında İngiltere’de herkesin kendisiyle aynı fikirde olmadığını şaşkınlıkla öğrendi. Prensin “yabancılığı” Winterhalter’in portresi: Kraliçe Victoria, gelinliğiyle. 28 İSTASYON Damadın Nazi ablaları törene çağrılmadı Victoria ve Albert hiç sempatik değildi. Ama asıl sorun, kraliçedeydi. Tah10 Şubat 1840 ta çıktığında James Sarayı şapeli, Londra ülkedeki iki partiden birini, Whig’leri tutması, karşı taraftaki Tory’leri kızdırmıştı. Çok sevdiği Whig Başbakanı Lord Melbourne’u, seçimi kaybetmesine rağmen iktidarda tutmuştu. Tory’ler, kraliçeye parlamentoda cevap verdiler. Ocak 1840’ta İçişleri Bakanı John Russell Avam Kamarası’nda prense 50 bin sterlinlik yıllık gelir verilmesini teklif edince, kıyamet koptu. Sonradan “Aç 40’lar” olarak anılacak 1840’lar başlıyordu. Tory’ler prensin gelirini 30 bin sterline indirdiler. Kraliçe, kocasına protokolde kraliyet ailesindeki diğer erkeklerin önünde yer verilmesini istiyordu. Bu isteği de Lordlar Kamarası’nda Tory’lerin onursal lideri, Waterloo Savaşı galibi, yaşlı Wellington Dükü’nün itirazıyla karşılaştı. Victoria öfkesini günlüğüne kustu: “Zavallı, sevgili Albert; bu sevgili meleğe ne kadar kötü davrandılar! Canavarlar! Siz Tory’ler, cezanızı bulacaksınız. İntikam! İntikam! Wellington!” Kraliçe intikamını Tory ailelerini düğününe çağırmayarak almak istedi. Başbakan Lord Melbourne, Whig’lerin lideri olmasına rağmen itiraz etti: “Majeste, sizin bile Waterloo kahramanını düğününüze davet etmeme hakkınız yok!” Böylece skandal önlendi. Düğün günü, önce Albert, sonra Victoria Buckingham Sarayı’ndan St. James Sarayı’na doğru hareket ettiler. Yol üstünde sayısız insan toplanmıştı. Tory’ler ve züppe aristokratlar prense dudak bükebilirdi, ama Londralılar bu aşk hikâyesinden etkilenmişti. Kraliçe, beyaz saten bir tuvalet giymiş, başına portakal çiçeklerinden bir çelenk iliştirmiş, pırlanta küpe ve kolyesini, Albert’in hediyesi safir broşunu takmıştı. St. James Sarayı kilisesine önden giden Albert ise dizbağı nişanıyla göz kamaştırıyordu. Ertesi gün Victoria günlüğüne “Oh! Hayatımın en mutlu günüydü!” diye yazdı. Elizabeth’in nişan fotoğrafı (üstte). Albert’in Victoria’ya verdiği broş (aşağıda). ngiltere Veliahtı Prenses Elizabeth’in yersiz yurtsuz Yunan prensi Philip’le evleneceği 10 Temmuz 1947’de açıklandığında, ülke 2. Dünya Savaşı’ndan muzaffer fakat yarı ölü çıkmıştı. Birkaç hafta sonra bağımsızlığına kavuşacak Hindistan’da ayaklanmalar vardı; petrol, tütün ve kâğıt ithalatına sınır konulmuş, karneye bağlı gıda maddelerinde yeni kısıtlamalara gidilmişti. Elizabeth’in babası Kral VI. George, şaşkınlık içinde ülkenin savaştan daha kötü bir durumda olduğunu söylüyordu. Düğün, “kraliyetin mistik gücünü” harekete geçirdi. Britanyalılar hazırlıkları iyi habere aç insanların iştahıyla izlediler. Prensesin gelinliğini diken terzi Norman 20 Kasım 1947 dra Hartnell, bilgi vermediği için gazeLon rali ted Ka ter ins Westm tecilerin saldırısına uğruyor, basın sekreteri Richard Colville, kraliçeye gönderdiği mektupta, kadın gazetecilerin, “Prenses hangi kozmetikleri kullanacak? Damat nedimeleri öpecek mi?” gibi “inanılmaz” sorular sorduğunu anlatıyordu. Herkesin gözünden kaçan ayrıntı, damadın ailesiydi. Prens Philip, Sakarya Savaşı’nda Yunan ordusunda savaşmış Prens Andreas’ın en küçük oğluydu. Yunanistan’dan kovulan aile, Avrupa’da sürgünde yaşamıştı. Philip’in Margarita, Theodora, Cecilie ve Sophie adlı dört ablası, 1930’larda birer Alman prensiyle evlendiler. Bu prensler de Nazi partisine üye oldular. Philip’in ablalarından Prenses Elizabeth’in Sophie’nin Göring ve karısıyla ziyafet sofrasındaki fotoğduvağını başına rafı, Philip’i ablası Cecilie’nin cenaze töreninde (1937) tutturduğu “tiara” ünlü Nazilerin arasında yürürken gösteren fotoğraf gibi denilen taç, büyükanbelgeler, yıllar sonra Jonathan Petropoulos’un Royals nesi Kraliçe Mary’ye and the Reich (2006) adlı kitabında yayımlanacaktı. FoVictoria tarafından toğraflar 1947’de yayımlansa, evlilik iptal edilirdi: İngihediye edilen bir kolyenin pırlantalizlerin Nazilere karşı savaşı biteli iki yıl bile olmamıştı. larıyla süslüydü. Ancak Philip’in hayattaki üç ablası Almanya’da kaldılar; böylece 19 Kasım gecesi, ertesi gün gelinin saraydan çıkışını görebilmek için, savaştan kalma sığınak battaniyelerine sarılarak Buckingham Sarayı’nın önünde beklemeye başlayan İngilizlerin keyfi kaçmadı. İnsanlar 2 bin 500 hediyeyi incelemek üzere kuyruğa girdiler. Açlık çeken bir halktan gelen hediyeler arasında şekerli bademler, somon konserveleri, 76 mendil, 30 eşarp, 148 çift çorap vardı. Mahatma Gandhi’nin dokuduğu kaba kumaştan giysinin ne olduğunu ise kimse anlayamadı, ama hâlâ büyük bir hazine olarak korunuyor. 2. Elizabeth ve Philip Fatma Sultan ve Ali Galib Pasa 7-14 Ağustos 1854 İstanbul Illustration’a kapak olan gelin ırım Savaşı başlamıştı. Tam düğün vaktiydi: Halka moral verilecekti. Gelin, Abdülmecid’in 14 yaşındaki kızı Fatma Sultan, damat Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın oğlu Ali Galib Paşa’ydı. Düğün masrafı için, sadrazam Baltalimanı’ndaki yalısını hazineye 250 bin liraya sattı; padişah da yalıyı gelinle damada tahsis etti! Gelin Sultan’ın resmiyle birlikte düğün, Fransız L’Illustration dergisinde (2 Eylül 1854) birinci sayfadaydı. Kayıklarla taşınan çeyiz şunlardı: “Elmas, inci, sırma işlemeli sırt samuru, pırlantalı, incili, klaptan işlemeli tırtıllı al atlas, mavi, pembe, mor, tirşe şalaki entariler, incili sırmalı, tırtıllı klaptanlı ipek işlemeli yatak, yemek, kahve, hamam takımları, zümrüt, lal işlemeli aynalar, gümüş fincan zarfları, taam tepsileri, örtüler, gümüş, porselen, kristal takımlar... Devlet ricalinin hediyeleri 500 bin altın tutarındaydı. Çırağan ile Baltalimanı arasında halk kıyıları doldurmuş bu görkemli alayı seyretmekteydi…” Kardeşi Sultan Reşad’ın “şişe gibi bir kızdı” diye güzelliğini övdüğü Sultan’la, Abdülmecid’in bir gün kızıp “köstebek kılıklı herif” dediği tüy siklet kocası mutlu olmadılar. Damat sarhoşken boğuldu, Sultanın ikinci kocası Nuri Paşa ise Taif’e sürüldü, orada delirdi. L’Illustration, 2.9.1854, Atatürk Kitaplığı Waterloo kahramanına düğün ambargosu İSTASYON 29 TARİHTEN Getty Images ler ve altın kumaşlarla süslenen St. Nicholas Kilisesi’ndeki töreni 30 milyon insan televizyondan naklen seyretti. Katedrale bir Rolls Royce ile gelen çiftin düğününe Onasis, Carry Grant, eski Mısır Kralı Faruk da davetliydi. Hayatının en büyük rolünü oynayan Grace Kelly’nin incilerle bezeli, içi tül dışı ipek taftadan yapılmış gelinliği için 500 metre tül harcanmıştı. Gelinlik, The Swan filminin kostümcüsü Helen Rose’un tasarımıydı. Prenses’in saçlarını MGM film stüdyosunun kuaförü Virginia Darcy yapmıştı. Düğünün dünya çapındaki reklamını da stüdyo üstlenmişti. Bu, MGM’in en başarılı projelerinden biriydi. M. Rıza Sah Süreyya ve Ferah 12 Şubat 1951 ve 21 Aralık 1959, Tahran Şah’ın dillere destan düğünleri uhammed Rıza Pehlevi 1950’de, bir kız doğurmuş ilk karısından boşanarak, yeni bir eş aramaya başladı. Şah’ın gömlekleri Paris’te, takım elbiseleri İtalya’da dikiliyor, İsviçre’de bir dişçiye gidiyordu. Bu yaşama uygun bir gelin gerekiyordu. Sonunda annesi Alman olan Süreyya İsfendiyari bulundu. Süreyya 16 yaşındaydı, ama 18 yaşında olduğu açıklandı. Türedi hanedanların törenlerinin, ne kadar para dökerlerse döksünler, eski hanedanların törenlerine kıyasla yapaylığı, bu düğünde de görüldü. Yanlışlıkla fazla davetiye gönderildiği için sarayda izdiham yaşandı. Gelin tifodan yeni kalktığından bitkindi. Üstelik Christian Dior’un yaptığı, üzerinde 600 elmas olan 15 kilo ağırlığında bir gelinlik giymişti. Sendeleyerek bir koltuğa yığıldı. Saray terzisi gelinliğin eteğinin 30 İSTASYON altından jüponları kesti de, gelinin yükü biraz hafifledi. Şah karısına özel yapım bir Rolls Royce hediye etmiş, sözde misafirlerinden de bir hayır kurumuna bağış yapmalarını rica etmişti. Tabii kimse buna inanacak kadar saf değildi. Stalin bir kürk ve siyah elmaslarla süslü bir çalışma masası, VI. George gümüş mumluklar göndermişti. Ancak, Şah böyle bir tantanayla evlendiği Süreyya’dan yedi yıl sonra boşandı. Üçüncü eşi Farah Diba idi. Paris’te mimarlık okuyan yeni gelin 20 yaşındaydı. Tantanaya bayılan Şah, 100 kere evlense 100 kere düğün yapmaya hazırdı. İngiliz hanedanının hiçbir düğününde İngiliz olmayan bir terzi, kuaför veya mücevherci çalışmazken İran’da tam tersi söz konusuydu. Gelinliği Yves Saint Laurent, tacı Harry Winston tasarladı. Neyse ki gelinlik “Pers motifleri” ile işlenmiş ve gelin de kapıdan çıkarken annesinin tuttuğu Kur’an’ın altından geçmişti. Batılı müttefikler yine pamuk ellerini cebe attılar. Bu evlilik istenen erkek çocukları verdi ama ne fayda? Aile sürgüne gitti, çocuklardan ikisi intihar etti. MGM stüdyosunun en başarılı filmi eri masalı denilecekse, bu düğün için denilmeli: Zaten amaç da buydu. 25 yaşında Oscar ödülü kazanan Hollywood Prensesi Grace Kelly, gerçek bir prensle evlendi. Son filmlerinden The Swan’da (1956), bir prensesi canlandırması anlamlı bir tesadüftü. Her şey 1955’te Grace Kelly Cannes Film Festivali için Fransa’nın güneyine gitmesiyle başladı. O sırada Monte Carlo bir kumarhane cennetiydi, ama Monaco prensliğini elinde bulunduran Grimaldi ailesinin Şah ve Farah Diba (üstte). Şah ve Süreyya (solda). Getty Images 750 milyon TV başındaydı Prens Rainier ve Grace Kelly 19 Nisan 1956 St. Nicholas Kilisesi maddi durumu pek iyi değildi. Festival sırasında, Paris Match dergisinin editörü Pierre Galante, çifti beraber resim çekmek için ikna etti. Bir yıl sonra evlenmeye karar verdiler. Kelly her starın gizli korkusu olan unutulma riskini bu sayede aşacak, Rainier ise ülkesini bütün dünyaya tanıtacaktı. Grace Kelly 4 Nisan 1956’da New York’tan gemiye bindiğinde, Manhattan’ın 84. iskelesinde bir paparazzi yığını tarafından uğurlandı. Gemi Monte Carlo’ya vardığında Prens Rainier yatıyla gelini denizde karşıladı. Sahilde yine bir paparazzi ordusu bekliyordu. Ertesi sabah, beyaz çiçek- Rainier ve Grace, kilisede nikah anında (üstte, solda). Kiliseye giden Diana’yı müthiş bir kalabalık selamlıyor (altta solda). Çift evlendikten sonra (aşağıda). Objektiflere yansıyan bu mutlu anlar, kraliyet ailesine mensup iki kadının ortak tek yönleri değil. Monaco Prensesi Kelly gibi Galler Prensesi Diana da trafik kazası sonucunda yaşamını yitirdi. Kazanın olduğu sırada Grace Kelly 52, Diana ise 36 yaşındaydı. irkaç hafta önce, John Walsh’un Independent gazetesinde bir yazısı yayınlandı: “Temmuz 1981’de yetişkin olan bizler, sadece o günkü gösteriler nedeniyle değil, bir gece önceki şaşırtıcı sahneler nedeniyle de düğünü hiç unutmayacağız. Diğer yarım milyon insan gibi ben de arkadaşlarımla Hyde Park’a havai fişek gösterilerini seyretmeye gittim. Kalabalık eğleniyordu. O güne kadar ne bir rock konserinde, ne bir futbol maçında, ne bir siyasi mitingde insanların yüzünde böyle bir heyecan görmüştüm... Mall’da birden yaşama sevinciyle dansetmeye başladılar. Hyde Park’ın köşesinden çıktık, trafiğin en yoğun olduğu caddeyi öylesine kesiverdik... “ 31 yaşındaki İngiltere Veliahtı Charles 19 yaşındaki Lady Diana Spencer ile evlenirken, toplumun bir dönüşümün eşiğinde olduğunu bu sözler anlatıyor. Thatcher ve Reagan yıllarıydı. Bıktırıcı Soğuk Savaş son nefesini vermek üzereydi. 29 Temmuz 1981’de 750 milyon kişi televizyon başına kilitlenerek bu 29 Temmuz 1981 uyumsuz çiftin evlenişini izledi. St. Paul Katedrali, Lond ra Kraliyet yine sembol olma görevini yapmıştı. Prens Charles ve Diana Spencer İSTASYON 31 OTOMOBİL YAZI: Edmon Bekyan Hayat düzlüğündeki damalı bayrak göründü Ezeli rakipleri tarafından bile saygı gören ve bir efsane olarak gösterilen Michael Schumacher, hayatının en zorlu yarışında, bu defa Azrail’i mağlup etmek istiyor. M ilyonları peşinden sürükleyen spor dalları arasında yer alan Formula 1’i bu kadar popüler yapan unsurların başında, teknoloji harikası otomobillerin ulaştığı hız ve bu hıza hükmedecek kadar özel yeteneklere sahip pilotlar geliyor. Onlara pilot denmesi tesadüf değil; 5-6 G’ye (ani hız değişikliklerinde ve virajlarda pilotun maruz kaldığı kuvvet) ulaşan kuvvet altında, 350 32 İSTASYON km/s’e varan hızda otomobili kontrol etmek, herkesin harcı değil. Bu pilotlardan bazılarının adı, bir sezon duyulup yok olurken, bazıları adeta ölümsüzleşiyor. Michael Schumacher de bunlardan biri. Ünlü pilot, Aralık ayında Fransız Alpleri’nde kayak yaparken düşüp başını kayaya çarpması sonucunda oluşan beyin kanaması nedeniyle suni komada tutuluyor. Schumacher’in duru- mu hakkında bilgi verme yasağı olduğu için kimse tedavinin ne aşamada olduğunu bilmiyor. Sadece Formula 1 tutkunları ve fanları değil, bütün dünya, Alman pilotun bir an önce iyileşip ayağa kalması için dua ediyor. Michael Schumacher’in direksiyon başındaki yeteneklerinin yanı sıra yardımseverliği ve spor adına yaptıkları da onu ayrıcalıklı bir konuma getiriyor. Schumacher’in bu kadar özel olmasına ve milyonlarca kişi tarafından sevilmesine vesile olan niteliklerine birlikte göz atalım. ADAM OLACAK ÇOCUK Adam olacak kişinin, daha küçük bir çocukken çevresine buna dair ipuçları sunduğu bir gerçek. 3 Ocak 1969 doğumlu olan Michael Schumacher’in de motor sporlarındaki yeteneği çok küçük yaşlarda ortaya çıktı. Aslında her şey, babası Rolf Schumacher’in, Michael’ın oyuncak arabasına motosiklet motoru takmasıyla başladı. Pilotluğa ilk adımını attığı bu otomobille caddelerde dolaşan küçük Schumacher’in, sokak lambasının direğine çarpması, babasının durumun ne derece riskli olduğunu fark etmesini sağladı. Oğlunu yollardan ve yoldaki tehlikeden uzak tutmak isteyen Rolf Schumacher, onu go-kart yapması için teşvik etmeye başladı. Altı yaşına geldiğinde şampiyonalarda birincilikler elde etmeye başlayan Schumacher’in başarısını gören babası, RAKAMLAR YALAN SÖYLEMEZ! Rekorlar Schumacher Diğerleri Dünya şampiyonası En hızlı tur zamanı Yarış galibiyeti Pol pozisyonu Podyum Lider gidilen tur 7 77 91 68 155 5,111 5 (Juan Manuel Fangio) 41 (Alain Prost) 51 (Alain Prost) 65 (Ayrton Senna) 106 (Alain Prost) 2,931 (Ayrton Senna) İSTASYON 33 OTOMOBİL oğlunun yeteneğini geliştirebilmesi ve yarışmaya devam edebilmesi için işinden arta kalan zamanlarda go-kart kiralayıp onları tamir ediyordu. Annesi Elizabeth ise yarıştığı pistin kafeteryasında çalışıyordu. Michael altı yaşına geldiğinde kendisi gibi F1 pilotu olan kardeşi Ralf Schumacher doğdu. Ralf, 2007 yılına kadar abisi gibi F1’de yarıştı. Michael Schumacher’in özel hayatındaki ikinci dönüm noktası ise 1995 yılında Corinna Betsch ile evlenmesiyle gerçekleşti. Bu evlilikten Gina (17) adında bir kızı ve Mick (15) adında bir oğlu olan; kayak yapmayı, ata binmeyi ve futbol oynamayı çok seven ünlü pilot, en çok kazanan sporcular arasında yer alıyor. Emekli olmadan, Mercedes’le yarıştığı dönemde yıllık kazancı, reklam ve diğer sponsorluklarla birlikte 36 milyon Euro’yu geçiyordu. “En çok kazanan sporcu” unvanının nasıl elde edildiğine gelince… Babasının desteğiyle go-karta yönelen, pistlerde ne derece başarılı olabileceğinin ilk sinyallerini de orada veren Schumacher, 18 yaşına geldiğinde Almanya ve Avrupa gokart şampiyonluğunu elde etti. 1990 yılında, Almanya F3 şampiyonluğunda birincilik kürsüsüne çıkınca, daha önce kazandığı derecelerin tesadüf olmadığını kanıtladı. Bir yıl sonra, Jordan takımıyla F1’e adım atan Schumacher, 1992’de Benneton takımıyla ilk yarışını (Spa/Belçika) kazandı. Dört Aç gözlerini! sezon daha Benetton’la yarışları kazanmaya devam eden Schumacher’e olan ilgi de katlanarak artıyordu. Bunun sonucunda 1996 yılında, kendisi ve Ferrari’ye büyük başarılar getirecek olan birlikteliğe imza atıldı ve aynı sezon üç birincilik elde etti. 1997 sezonunu beş birincilikle tamamlarken 1998’de, Mika Hakkinen’le unutulmaz düellolara girişti, fakat Pilotlar Şampiyonluğu’nu Hakkinen’e kaptırdı. Bir yıl sonra, Silverstone’da, 230 km/s hızla lastik bariyerlere çarpınca ayağı kırılan Schumacher, bir müddet pistlerden uzaklaşmak zorunda kaldı. Çabucak toparlanan ve 2000 yılında başarılı yarışlar çıkartan pilot, o sene Ferrari’ye dünya şampiyonluğunu getirdi. 2001’de dokuz, sonraki yılsa 11 yarışı birincilikle tamamladı. 2003 yılında, Ferrari sekiz yarışı, Schumacher ise bunların altısını podyumla bitirdi. Aradan çok değil, sadece bir yıl geçtiğindeyse 13 yarışın 12’sini kazanarak rekorlarına bir yenisini ekledi. 2005 yılında, yarışta lastik değiştirme yasağının da gelmesiyle birlikte sadece Amerika GP’sinde damalı bayrağı göğüsledi. 2006’da fanlarını üzecek bir karar vererek sezon 34 İSTASYON Takvimler, 13 Mayıs 2012’yi gösteriyor… MIchael Schumacher ve SebastIan Vettel, İspanya Grand Prix’si için direksiyon başına geçiyor. bu zorlu Yarışı kazanan, Pastor Maldonado oluyor (üstte). sonunda emekliye ayrılacağını açıkladı. Fakat pistlerden uzun süre ayrı kalamayacağını anlayan Schumacher, 2009 yılında Ferrari’yle yarışlara geri döneceğine dair beyanatlarda bulunsa da geçirdiği motosiklet kazasından oluşan sakatlığından dolayı bu kararından vazgeçti. Bu açıklamadan birkaç ay sonra Mercedes takımıyla el sıkıştığı haberleri duyulmaya başlandı. 2010 sezonunda umduğunu bulamayan ve 2011’de Pilotlar Şampiyonası’nı sekizinci sırada tamamlayan Schumacher, 2012 yılında sıralama turlarında hem de en zor pist olan Monaco’da en iyi zamanı elde ederek kendisinde hâlâ iş olduğunu kanıtladı. Buna rağmen, otomobilinin performansının yeterli olmaması nedeniyle galibiyet elde edemedi. Üç sezonun sonunda umduğunu bulamayan Schumacher, ikinci ve sonuncu ayrılığını açıkladı. Fransa’nın kayak merkezi Meribel’de dengesini kaybedip başını kayaya vuran Schumacher’in durumunun kontrol altına alındığı belirtilse de hayatının geri kalanını yatağa bağlı geçirip geçirmeyeceği bilinmiyor. Görgü tanıklarının ifadelerine göre yavaş sayılabilecek bir tempoda kayan Alman pilot, iki pistin ortasında kalan ve bastırılmamış karın bulunduğu bölüme girerek bir kayaya çarpması sonucunda dengesini kaybedip kafasını aynı bölgede bulunan başka bir kayaya çarparak bilincini kaybetmişti. Kazanın olduğu noktada bulunan bir görgü tanığının olayı cep telefonuyla çektiği ve yetkililere teslim ettiği belirtiliyor. Çarpma anında Schumacher’in kırılan kaskındaki GoPro kamera da polisin elinde bulunuyor. Polis ayrıca kaza anında Schumacher’le birlikte bulunan oğlu Mick ve arkadaşının da ifadesine başvurdu. Çapma sonucunda beyinde oluşan kanamanın neden olduğu baskının azaltılması için iki ameliyat geçiren Schumacher, suni koma olarak adlandırılan kontrollü uyku halinde tutularak beynin kendisini daha çabuk iyileştirmesi deneniyor. Beyne daha az oksijen gitmesi ve çalışma fonksiyonlarının yavaşlamasıyla, toparlanma sürecinin hızlandırılması amaçlanıyor. Söz konusu uygulama benzer durumlarda genelde iki hafta uygulansa da ünlü pilotun durumunda bu süre bir hayli aşıldı. Uzmanlar, teknik olarak sürenin uzatılmasının bazı yan etkilere neden olabileceğini, ancak bu aşamada yapılabilecek en iyi şeyin bu olduğu yönünde ortak görüş bildiriyor. Gelen son bilgiler ünlü pilotun yakın zamanda uyandırılmaya başlanacağı yönünde. Ailesi, bilgi alışverişini sınırlı tutmayı tercih ettiği için gelişmeler hakkında maalesef net bilgiler alınamıyor. Şimdi herkes, hayatının mücadelesini verdiği söylenen Michael Schumacher’in yeniden gözlerini açmasını ve bilincine kavuşmasını bekliyor. Robot mu? Duygusal mı? İşini çok ciddiye alması, aşırı disiplini, riske girmekten çekinmemesi, başarıyı her şeyin önünde tutması gibi özelliklerinden dolayı çoğu zaman robot olarak nitelendirilse de onu yakından tanıyanlar aslında duygusal biri olduğu belirtiyor. Bu duruma örnek olarak da, Ayrton Senna’nın elinde bulundurduğu 41 birincilik unvanını 2000 yılında Monza yarışında eşitleyen Schumacher’e basın toplantısında “Senna’yla aynı sayıya ulaştın, bu senin için ne ifade ediyor” diye sorulduğunda gözyaşlarına boğulup toplantıyı tamamlayamaması gösterilebilir. Farklı yardım kuruşlarına verdiği destek ve 2005 yılında Asya’da meydana gelen tsunami felaketi sonrası bağışladığı 10 milyon Dolar da Schumacher’in görünmeyen yüzünün ne kadar hassas olduğunu kanıtlıyor. Belki Senna o ölümcül kaza sonucu hayatla verdiği mücadeleyi kaybetmeseydi, Schumacher ile ilgili yazdıklarımızın büyük bölümü yukarıdaki satırlardaki gibi olmayacaktı. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz, ama kesin olan bir şey varsa o da Schumacher’in F1’de birçok şeyi değiştirdiği ve çok daha geniş kitlelere sevdirdiği. Şimdi hepimiz sağlığıyla ilgili gelecek güzel bir habere odaklandık. Hadi Schumi, bir kez daha, bu sefer sadece kendin için bayrağı göğüsle. İSTASYON 35 SPOR Karnavala hazır mısınız? Dünyanın gözü bu yaz Brezilya’da olacak. Futbolla yaşayıp, futbolla yatanların ülkesi, tarihinde ikinci kez Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak. Futbolda en başarılı milli takımlar, tarihlerine yeni bir başarı eklemek için bu yaz sahaya çıkacak. Peki, siz bu organizasyona hazır mısınız? YAZI: Yakir Mizrahi B rezilya... Birçokları için futbol denince akla gelen belki de ilk ülke... Pele’den Socrates’e, Garrincha’dan Zico’ya, Taffarel’den Romario’ya, Ronaldo’dan Ronaldinho’ya yüzlerce futbol yıldızı yetiştirmiş bir ülke... Yetiştirmekle kalmayıp, dünyanın en çok futbolcu ihraç eden ülkesi... Plajlarından futbolcu fışkıran, futbol topuyla büyüyüp, onunla yaşayan ve ondan hayatını kazananların ülkesi... Ve bu ülke futbol tarihinde ikinci kez bir Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Bu yaz 12 Haziran-13 Temmuz tarihlerinde tüm dünyanın gözlerini çevireceği turnuvada 32 takım, birbirleriyle kozlarını paylaşacak. Eleme maçlarında Dünya Kupası vizesi alamayan A Milli Takım, ne yazık ki Brezilya’da sahne alamayacak. Bu yüzden turnuva boyunca içimizde burukluk olacak. Ama yine de Dünya Kupası’nın coşkusunu yaşamak bizim elimizde... Brezilya’nın ikinci kez Dünya Kupası’na ev sahipliği yaptığını belirtmiştik. Peki, ilk tecrübesinde ne yaşamıştı Brezilya? O tecrübeyi anlatmadan, bu yaz yapılacak Dünya Kupası’nın Brezilyalılar açısından önemini anlatmak pek de mümkün değil... Zira 1950 yılında düzenlenen turnuvada final grubunda yer almıştı Brezilya... Grubun son maçında rakip; dönemin en kuvvetli ekiplerinden Uruguay’dı... Alınacak bir beraberlik ya da galibiyet, Brezilya’yı kendi seyircisi önünde dünya şampiyonu yapmaya yetecekti. Maracana Stadı’nı dolduran 200 bin kişi, Brezilya’nın dünya şampiyonluğunu ilan etmesini bekliyordu. Ancak maçın bitimine 11 dakika kala Alcides Ghiggia’nın kaydettiği gol, konuk takımı 2-1’lik galibiyete taşırken, zaferin adı Urugu- 36 İSTASYON İSTASYON 37 SPOR REKORLAR UNUTMA! Dünya Kupası’nın açılış maçı ev sahibi Brezilya ile Hırvatistan arasında 12 Haziran’da oynanacak. Yerel saatle 17’de başlayacak maç; TSİ 23’te Türk futbolseverlerin karşısında olacak. Açılış maçından bir gün sonra son Dünya Kupası finalistleri İspanya ile Hollanda bu kez grup karşılaşmasında TSİ 23’te birbirlerine rakip olacak. Bu maçların yanı sıra 14 Haziran’daki İngiltere-İtalya ve 16 Haziran’daki Almanya-Portekiz karşılaşmaları da kaçmaz. Bizden uyarması... ay; hüsranın adı ise Brezilya oluyordu... Evinde oynadığı ilk Dünya Kupası’ndan trajik bir sonla ayrılan Brezilya için 2014’ün önemi bir hayli büyük... Bu kez zaferi ıskalamak istemiyorlar. Ancak “sambacılar”ı bu turnuvada zorlayacak birbirinden zorlu ekipler olacak. Son şampiyon İspanya, 24 yıllık kupa hasretine son vermek isteyen Almanya, yıldız oyuncularıyla Fransa, Messi önderliğindeki Arjantin, 1966’dan bu yana şanssızlığını kıramayan İngiltere, tecrübeli oyuncularıyla İtalya ve Hollanda turnuvanın önemli şampiyonluk adayları arasında gösteriliyor. Portekiz, Belçika, Kolombiya, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Uruguay ise hiç kuşku yok ki, bu Dünya Kupası’nın en dikkat çeken takımları olacak. HALK KUPAYI PROTESTO ETTİ İşin teknik kısmını şimdilik bir kenara bırakıp, Brezilya’nın Dünya Kupası’na nasıl hazırlandığına bakalım... Ekim 2007’de turnuvaya ev sahipliği yapma hakkını elde eden Güney Amerika ülkesi, geride kalan yaklaşık 6,5 yılda birçok konuda zorluklar yaşadı. FIFA’nın tüm ev sahibi ülkelere dayattığı ulaşım ve konaklama konusundaki aksaklıkların giderilmesi, altyapı yetersizliklerinin tamamlanması, yeni stat inşaatlarının yapılması ve güvenlik tedbirlerinin mükemmelleştirilmesi gibi etkenler, Brezilya ekonomisini sarstı. Halk, Dünya Kupası için yapılan yaklaşık 14 milyar Dolar’lık harcama nedeniyle hükümet aleyhine protesto gösterileri yaptı. Böylesine devasa bir bütçenin bir futbol organizasyonu yerine ülkenin eğitim ve sağlık alanlarında yapılacak reformlara yatırılması gerektiğini savunanlar, geçtiğimiz yıl Haziran ayında sokaklara döküldü. Binlerce kişi haftalarca hayat pahalılığı, işsizlik ve yolsuzluk ekseninde Dünya Kupası’nı protesto etti. Sao Paulo başta olmak üzere birçok kentte sokakları birbirine katan göstericiler, FIFA’ya büyük tepki gösterirken turnuvanın geleceğine dair endişelerin oluşmasına yol açtı. Yaşanan gerilim dolu sürecin ardından Cumhurbaşkanı Dilma Rousseff, tansiyonu düşüren 38 İSTASYON EN BAŞARILI TAKIM: Brezilya - 5 şampiyonluk EN BAŞARILI FUTBOLCU: Pele - 3 şampiyonluk EN BAŞARILI TEKNİK DİREKTÖR: Vittorio Pozzo - 2 şampiyonluk EN GOLCÜ: Ronaldo - 15 gol EN GENÇ GOLCÜ: Pele - 17 yaş 239 gün (Brezilya-Galler / 1958) EN YAŞLI GOLCÜ: Roger Milla - 42 yaş 39 gün (Kamerun-Rusya / 1994) BİR MAÇTA EN GOLCÜ FUTBOLCU: Oleg Salenko - 5 gol (Kamerun-Rusya / 1994) nacak. İnşaatı esnasında çatının çökmesi sonucu iki işçinin can verdiği 48 bin kişi kapasiteli arena, kupanın daha şimdiden en sorunlu statlarından biri... Bu iki stadın yanı sıra Fortaleza, Porto Alegre, Recife, Salvador, Manaus, Natal, Belo Horizente, Curitiba, Brasilia ve Cuiaba’da bazısı yeni yapılan ve bazısıysa renove edilen arenalar, dünyanın en iyi futbolcularına ev sahipliği yapacak. CÜNEYT ÇAKIR DÜNYA KUPASI’NDA Bir tarafta Messi, diğer tarafta Ronaldo. Biri Arjantin’in, diğeri Brezilya’nın dünya futboluna kazandırdığı isimler. Her ne kadar Ronaldo, sahalardan uzaktaysa da Messi hâlâ onunla kıyaslanıyor. Ve Messi bu organizasyonda iki kat performans göstermek zorunda. Zira birçok kişi, “dünyanın en iyi futbolcusu olabilmesi için, dünya kupasını kazanması gerektiğini” düşünüyor. bazı açıklamalar yapmak zorunda kaldı. Ancak Brezilya’nın Dünya Kupası öncesi yaşadığı sorunlar sadece protesto gösterilerinden ibaret değildi. Tamamlanamayan statlar ve stat inşaatları sırasında hayatlarını kaybeden işçiler Brezilya’nın bu süreçte topladığı tüm eleştirilerin çıkış noktası oldu. Dünya Kupası için vadedilen 12 stadın tamamının çok daha önce FIFA’ya teslim edilmesi gerekirken, Sao Paulo ve Curitiba’daki statların Mayıs ayı ortasına, yani turnuvanın başlamasına ancak bir ay kala tamamlanabileceği ortaya çıktı. Kupa tarihinin belki de en sancılı ev sahipliği sürecini yaşayan ve bunu FIFA’ya yaşatan Brezilya, yine de son teknoloji statlarında dünyanın en büyük futbol organizasyonunu düzenleyecek. Plajları, futbolcuları ve alımlı kadınlarıyla meşhur bu güzel Güney Amerika ülkesinde, 12 stat futbolseverlere hizmet verecek. Yeniden inşa edilen Maracana Stadı, yapılan makyajla 77 bin kişilik kapasiteye düşürüldü. Rio da Janeiro’daki bu tarihi stat, dünya şampiyonunu belirleyecek final karşılaşmasına ev sahipliği yapacak. Turnuvanın açılış maçı ise Sao Paulo’daki Corinthians Stadı’nda oyna- Türkiye olarak 2014 Dünya Kupası’nda yer alamasak da üç hakemimiz Brezilya’da görev alacak. Cüneyt Çakır ve yardımcıları Bahattin Duran ile Tarık Ongun, tam 40 yıl sonra Dünya Kupası’na gitmeye hak kazanan ilk Türk hakemler oldu. Daha önce 1974 yılında Doğan Babacan, Dünya Kupası’nda düdük çalmış ve kupa tarihinin ilk kırmızı kartını gösteren hakem olarak kayıtlara geçmişti. Avrupa kıtasından sekiz elit meslektaşıyla birlikte Dünya Kupası’nda maç yönetecek 25 hakem arasına girmeyi başaran Çakır, turnuva tarihinde ilk kez uygulanacak gol çizgisi teknolojisini de kullanacak. Daha önce 2012 ve 2013 yıllarında Kulüpler Dünya Kupası’nda, yine geçtiğimiz yıl Brezilya’da düzenlenen Konfederasyon Kupası’nda başvurulan gol çizgisi teknolojisi, bir Dünya Kupası’nda ilk kez uygulanacak. Stat içinde konuşlanmış kale çizgilerini gözetleyen kameralar, topun gol çizgisini geçmesi halinde hakemlerin koluna taktığı saatlere bir sinyal gönderecek. Hakemler de bu sayede tartışmalı pozisyonla ilgili tüm inisiyatifi teknolojiye bırakmış olacak. FIFA Başkanı Sepp Blatter’in ilk başlarda karşı çıktığı gol çizgisi teknolojisinin 2014 Dünya Kupası’nda hayata geçmesine sebep olan en önemli olaysa 2010’da İngiltere’nin Almanya’ya attığı golün, değer kazanmaması... Hatırlanacağı üzere, Frank Lampard’ın yaptığı vuruşta meşin yuvarlak gol çizgisinin içine düşmesine karşın maçın hakemleri yakalayamadıkları pozisyonda gol kararı verememişti. Bu pozisyonun ardından futbolda teknolojinin kullanımı üzerine yapılan tartışmalar sürat kazanırken, yapılan geniş katılımlı toplantılar ve futbol dünyasından gelen tepkiler üzerine gol çizgisi teknolojisinin Brezilya’daki Dünya İSTASYON 39 SPOR DÜNYA KUPASI GRUPLARI A GRUBU -Brezilya -Hırvatistan -Meksika -Kamerun E GRUBU -İsviçre -Ekvator -Fransa -Honduras B GRUBU -İspanya -Hollanda -Şili -Avustralya F GRUBU -Arjantin -Bosna Hersek -İran -Nijerya C GRUBU -Kolombiya -Fildişi Sahili -Japonya -Yunanistan G GRUBU -Almanya -Portekiz -Gana -ABD D GRUBU -Uruguay -Kosta Rika -İngiltere -İtalya H GRUBU -Belçika -Cezayir -Rusya -Güney Kore Büyük buluşmada tam 32 takım var. İspanya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda, Arjantin ve tabii ev sahibi Brezilya, turnuvayı kazanması beklenen favori takımlar. Kupası’nda hayata geçirilmesi karara bağlanmıştı. Hakemler, Dünya Kupası’nda yeni bir uygulamayı daha kullanacak. Serbest vuruşlarda barajı oluşturan savunma oyuncularının topa 9 metre 15 santimetre uzakta olma kuralını sıklıkla suiistimal etmesi nedeniyle bunun önüne geçmeyi hedefleyen FIFA, daha önce birçok Güney Amerika ülkesinde kullanılan uçucu spreyi Dünya Kupası gündemine aldı. Buna göre hakem, bir pozisyonda serbest vuruş kararı vermesinin ardından barajın yapılacağı noktaya gidip, beyaz boya çıkaran spreyi sıkacak... Savunma oyuncuları ise oluşacak bu beyaz hattı ihlal edemeyecek. Bu spreyin özelliği ise sıkıldığından yarım dakika sonra yok olması... Dolayısıyla sahanın bilumum bölgesi beyaz spreyler nedeniyle puantiyeli bir görünüme sahip olmayacak. FAVORİ TAKIMLAR HANGİLERİ? İspanya favori takımlar listesinde ilk sırayı alıyor… Son iki Avrupa Şampiyonası’nın kazananı ve dünya kupası- 40 İSTASYON O tüm zamanların en iyi futbolcusu belki de. Takvimler 1959’u gösteriyor ve Pele, Sao Paulo Şampiyonası’nda rakibiyle mücadelede. Kazanan, tabii ki Pele. nın sahibi İspanya, unvanını korumak için Brezilya’da olacak. Seneler içinde birçok başarıyı tatmış, Şampiyonlar Ligi’nden lig ve kupa şampiyonluklarına kadar birçok zafere erişmiş, kupalara doymuş bir kadroyla boy gösterecekler. En önemli dezavantajları yaşlanan ve doyuma ulaşmış bir kadro olacak gibi görünse de İspanya halen dünyanın yenilmesi en zor ekiplerinden biri... Listenin ikinci sırasında yer alan Almanya ise İspanya ile birlikte son 10 yılın en kuvvetli kadrosuna sahip olmasına rağmen, bunu taçlandırmayı başaramadı. 2006 ve 2010’da Dünya Kupası üçüncülüğü, 2008’de Avrupa ikinciliği; Joachim Löw’ün öğrencilerini memnun etmeye yetmedi. Mutlu sona bu kadar yaklaşmalarına karşın bir türlü şampiyonluk kutlaması yapamadılar. Ancak bu kez durum farklı. Hüsranlarından gerekli dersler çıkarmayı bilmiş, nitelikli bir kadroyla Brezilya’da olacaklar. Ve bu kez gerçekten de 24 yıllık Dünya Kupası hasretini noktalamak istiyorlar... Sıra geldi Arjantin’e… Bir Arjantinli için ezeli rakip Brezilya’da dünya kupasını havaya kaldırmak, en büyük rüya... Üstelik birçoklarının Messi için yaptığı “Dünyanın en iyi futbolcusu olmak istiyorsa, dünya kupasını kazanması gerekir” şeklinde koştuğu şart da Arjantinli yıldızın ve futbolseverlerin hafızasına nakşolmuş durumda... Bu durumda Arjantin’in 2014’ün en önemli favorilerinden biri olmadığını söylemek, hataların en büyüğü... Avrupa Kıtası’nın temsilcisi Fransa, 1998’de kendi seyircisi önünde Brezilya’yı yenip dünya şampiyonu olmuştu. Bu kez kupaya ulaşmaları daha zor, zira ev sahibi ülke şampiyonluk yolunda 1998’in rövanşını almak isteyecektir. Ancak kadronuzda Ribery, Benzema ve Pogba gibi yıldızlar varsa; o takım favoriler arasında mutlaka yer alır. Buffon ve Pirlo... Sadece bu iki oyuncunun başarılarla dolu futbol kariyerleri bile İtalya’nın ne kadar korkutucu bir takım olduğunun göstergesi... Üstelik bu mahzende Pirlo ve Buffon gibi iki yıllanmış şarabın yanı sıra Mario Balotelli gibi paha biçilmeyecek bir değer daha var. Şampiyonluk zor belki, ama 2006’da zafer; inananların olmuştu. İngiltere’ninse yıllardan bu yana yetenekli oyuncu ha- vuzunda birçok eksiklikleri var. Bunun yanı sıra takımın temel taşı olan bazı isimlerin yaşları ilerledi. Üstelik menajer Roy Hodgson, İngiliz futbolseverlerin mutlak desteğini arkasına alabilmiş değil. Ancak yine de turnuvanın can yakan takımı olacaklarına dair şüphe yok... Hollanda, Sneijder’den Robben’e, Dirk Kuyt’tan Robin van Persie’ye hücum hattıyla tüm rakiplerinin korkulu rüyası olan bir ekip. Futbolda başarı son yıllarda iyi hücum etmek kadar iyi savunma yapmaktan da geçiyor. Hollanda 2010’da -pek de alışık olmadığımız şekilde- savunma zaferiyle finale yürümüştü. Bakalım Brezilya’da oyunun iki yönünü doğru oynamaları Hollanda’ya ilk dünya kupası şampiyonluğunu getirecek mi?.. Gelelim Brezilya’ya… Ev sahibi olarak her maça 1-0 önde başlayacakları, su götürmez bir gerçek. Neymar, Hulk, Oscar, Dani Alves, Thiago Silva, David Luiz ve Marcelo gibi el üstünde tutulan oyuncuları da mevcut. Buna karşın kadronun önemli defoları yok değil. Kaleci Julio Cesar; Dünya Kupası’na Kanada ekibi Toronto ile hazırlanıyor. Yedeği Jefferson ise bir dönem Trabzonspor ve Konyaspor’da forma giymiş ve deyim yerindeyse bu ülkeden kovalanmıştı... Kadrodaki alternatif oyuncuların nitelikleri tartışılır düzeyde ve bu Brezilya’nın turnuva boyunca başını bir hayli ağrıtabilir. Ev sahipliği yaptıkları bir Dünya Kupası’nı daha kaybetmeme psikolojisi; futbolcuların ruh halini bir hayli etkileyecek gibi görünüyor... İSTASYON 41 YEME-İÇME Kısacık ömrüne çok şey sığdırıyor Her ne kadar kış mevsiminde bile tezgâhlarda kendine yer bulsa da baharın ve yazın habercisi çilek, kısacık ömrüne rağmen hayatımızı renklendiren bir meyve. Vücuda sağladığı faydalarsa saymakla bitmiyor… ların erişebileceği, damakta bıraktığı eşsiz tat. Yemeklere dair yazılarıyla tanına Ahmet Örs, “Renk skalasında ‘çilek pembesi’ olarak geçen, ancak günümüz çileklerinin hiçbirinde bulamayacağımız o romantik, üzeri çilli, biraz eski moda kalmış pembe renkli güzelim Arnavutköy çileğinin küçücük bir tanesi bile, benim için çok şeye bedeldi. Bir zamanlar Arnavutköy çileği bol bulunurken, biraz daha iri, daha az kokulu, ama bugünkü hormonlu hemcinsleriyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli Ereğli çileğine dudak büker, evlerimizde onun reçelini kaynatırdık” diyor bir köşe yazısında. Bir tanesi bile çok şeye bedel bu çileğin, kimler tarafından ve nasıl Arnavutköy’e getirildiğine ilişkin net bir bilgi olmamasına rağmen, Ahmet Örs, yukarıdaki satırlarda alıntı yaptığımız yazısında, Osmanlı çileğinin ilk yetiştiricisi olarak İpsilantis ailesini işaret ediyor. Bu veriden yola çıkarak her şeyin, İstanbul’da dünyaya gelen, Eflak Beyliği’ndeki görevini tamamladıktan sonra bağlarıyla ünlü Arnavutköy’e yerleşen Aleksandros İpsilantis’in, 19’uncu yüzyılın başlarında Osmanlı çileğini yetiştirmeye karar vermesiyle başladığını söylemek mümkün. Bu girişiminden başarılı sonuç alan İpsilantis’ler, civardaki bir- YAZI: SEMA ULUDAĞ R engi göze, kokusu buruna, tadıysa damağa şifa veren kaç meyve var ki şu hayatta. Bir elin parmakları kadar ancak... Havaların yavaş yavaş ısınmasıyla birlikte birçok kişinin aklına düşüveren çilek, işte bu meyvelerden biri ve belki de en önemlisi. Adına methiyeler düzülmesi, festivaller yapılmasıysa boşuna değil. Zira insanın üç duyusuna birden hitap edebilmeyi başaran bu meyvenin vücuda sağladığı faydalar bilimsel araştırmalarla kanıtlanırken, göreni, koklayanı, tadanı mutlu ettiği, dolayısıyla bedene olduğu kadar ruha da iyi geldiği bir gerçek. Birçok kaynak, rengiyle göz alıcı bir görünüme sahip bu meyvenin anavatanı olarak Güney Amerika’yı, Şili’yi işaret ediyor. Şili’den yola çıkıp önce Fransa’ya gelen, zaman içinde dünyanın dört bir yanına yayılan çilek, dış etkenlerden çok çabuk etkilenirmiş gibi görünen hassas yapısına rağmen, neredeyse tüm iklimlerde yetişebilme özelliğine sahip. Öyle ki, -10 °C’’ye kadar, herhangi bir önlem almaya gerek duyulmadan toprakta boy gösterebiliyor. Daha düşük sıcaklıkların hüküm sürdüğü yerlerdeyse, üzerleri saman ya da yapraklarla örtülüp korunabiliyor. Bu özelliği nedeniyle çilek, Doğu Anadolu’daki herhangi bir şehirde olduğu gibi Akdeniz bölgesinde de yetişebilen ender meyvelerden biri… Bu durum, farklı bölgelerde, farklı iklimlerin yaşandığı Türkiye için bir avantaj kuşkusuz. Ancak varlığını birçok bölgede gösterse bile, İstanbul’un Arnavutköy semtinde yetişen ve Osmanlı çileği olarak bilinen türün namı, diğerlerine oranla çok daha fazla. Nedir bu çileği, diğerlerinden farklılaştıran diye düşünürseniz, buna verilecek yanıt basit; nevi şahsına münhasır rengi, buram buram kokusu ve sadece yeme şansına nail olan- 42 İSTASYON rengiyle göze, kokusuyla buruna, tadıyla damağa iyi gelen çilek, kimi zaman da sanatçılara ilham kaynağı oluyor. çok aileye de örnek teşkil etmiş olsa gerek ki, bir süre sonra Arnavutköy’ün dört bir yanından çilek kokuları yükselmeye başlamış. Her yıl, mayıs ve haziran aylarında toplanan çilekler köy meydanındaki iskeleye indirilir ve satışı yapılırmış. Fakat İstanbul’daki hızlı kentleşmeden üzerine düşen payı alan Arnavutköy, sınırları içindeki topraklara inşa edilen her bir binayla birlikte, çileklerin yetiştirildiği bahçelerini de kaybetmeye başlamış. Günümüzdeyse, aynı aileye mensup akrabalarından çok daha farklı özelikler taşıyan bu türün izine rastlamak neredeyse imkânsız. Osmanlı çileği arayışına girenlerin tek sorunu bu olsa, iyi; bulmak ayrı, satın almak ayrı bir dert. Neden mi? Çünkü İstanbul’da ancak birkaç manavda izine rastlayabileceğiniz bu meyvenin tadına varabilmeniz için servet ödemeyi göze almanız gerekiyor. Diyelim ki, ekonomik gücünüz fiyatı dikkati almanızı gerektirecek nitelikte değil. O zaman bile sorunla karşılaşıyorsunuz; zira Osmanlı çileği, ailenin diğer bireylerinin aksine, günlerce saklanabilecek nitelikler taşımıyor. Dalından koparıldıktan üç ya da en fazla dört gün içinde tüketmezseniz, bozuluyor. Osmanlı çileğine ulaşmak ve tabii satın almak bu kadar meşakkatliyse de, kimi kaynaklara göre çilek ailesinin onlarca türünün bulunması ve söz konusu türlerden bir bölümünün bu topraklar üzerinde de yetişebilmesi, bu meyveye tutkunların yüzünü biraz olsun güldürmeye yetiyor. VİTAMİN VE MİNERAL DEPOSU Küçücük yapısına inat, yeryüzündeki hemen herkesin gönlünü çelmekte zorlanmayan çilek, bünyesinde barındırdığı vitamin ve minerallerle tam anlamıyla sağlık kaynağı olarak da değerlendiriliyor. Her ne kadar küçük çocukların ve alerjisi olduğu kanıtlanan yetişkinlerin bu meyveden biraz uzak olması gerekiyorsa da içerdiği vitamin ve minerallerle kolesterolden bağışıklık sistemini güçlendirmeye, antioksidan etkisinden romatizma ve karaciğer hastalıklarına kadar, pek çok soruna çare olduğu biliyor. Sindirim sisteminin düzenli çalışmasına katkı sağlaması, kansere karşı koruyucu özellikler barındırması, böbreklerde kum oluşmasının önüne geçmesi, damar sertliğini önlemesi nedeniyle kalp dostu olması ve kanı temizlemesi de cabası. Tabii çok iyi yıkanması ve çok fazla yenmemesi kaydıyla… İyi yıkanmadığı takdirde böbreklerde kum oluşmasına yol açtığı, hazmı zor olduğu için mide rahatsızlığı bulunanlara zor anlar yaşattığı da bir gerçek. Kısacık bir ömre bunca fayda sağlayan çileğin nimetlerinden her daim yararlanmak isteyen insanoğlu, kâh suyunu çıkararak, kâh reçel ve marmelat yaparak, kâh pasta, turtalara veya çikolatalara katarak bu meyveyi sofralarının başköşesine yerleştirdi yüzyıllardır. Bugün yediğimiz birçok şeyin içinde ya kendisinin ya da aromasının bulunması, bu meyveye verilen değerin ifadesi değil de, ne? Şimdilerde, bahar ve yaz aylarının müjdecisi olarak manavların kasalarında bir kez daha yerini alan çilek, önce görüntüsü, sonra kokusuyla cezbedecek birçoğumuzu. Bu davetkâr renge ve kokuya kayıtsız kalamayanlarımızın evlerinde, bazen en sade haliyle konuk edilecek, bazen de kremşanti ya da pudra şekeriyle ahbaplığı sağlanacak. Ve ömrünü tamamlayıp bir sonraki yıla kadar aramızdan ayrıldığında, geride kendisine hayran milyonlarca kişi bırakacak. İSTASYON 43 SAĞLIK Tok tutar, kilo yapmaz Sıcak metabolizmayı yavaşlatıyor n Türkiye’de yaşayanlar onunla biraz geç tanışmış olsa bile, avokadonun migren, ülser ve Alzheimer gibi hastalıklara iyi geldiği uzun zamandır biliniyordu. Birçok sofrada hâlâ rastlanmayan bu meyvenin, yakın bir tarihte bilinmeyen bir özelliği daha ortaya çıktı. Gıda uzmanları, kilolu fakat sağlıklı 26 kişi üzerinde gerçekleştirdikleri bir deney vasıtasıyla avokadonun insanı tok tuttuğu sonucuna vardı. Özellikle öğle yemeklerinde yenen yarım avokado, kişiyi yüzde 40 oranında tok tuttuğu gibi, abur cubur yeme isteğini de bertaraf ediyor. n Evinin, işyerinin ya da kapalı alanların sıcak olmasını kim istemez ki. Hele bir de dışarıda dondurucu soğuk varsa… Ancak Hollanda’da yapılan bir araştırma, kapalı alanlardaki sıcaklığın kiloya sebep olabileceğini ortaya çıkardı. Sonuçları “The Trends in Endocrinology and Metabolism / Endokrinoloji ve Metabolizmada Eğilimler” adlı tıp dergisinde yayımlanan araştırma, enerji dengesini temel alıyor. Zamanının yüzde 90’ını kapalı alanlarda geçirenler, konforlarını sağlamak için içerideki havayı ısıtıyorlar. Vücut, bu duruma sıcaklığı kontrol altında tutmak için harcayacağı enerjiyi en aza indirerek tepki veriyor. Her ne kadar sıcak iştah kesici bir unsur gibi görünse de metabolizmanın yavaşlaması kilo almaya sebep oluyor. Aksi de mümkün tabii; insanlar üşüdüklerinde, vücut ısılarını normal seviyede tutabilmek için yeme ihtiyacı duyuyorlar. Bu nedenle uzmanlar, özellikle kapalı ortamlarda sıcaklığın 19 derece civarında olması gerektiğini belirtiyorlar. Sorun cİddİ, külfet ağır Araştırmacılar, kanserin sadece sağlığı değil, ülke ekonomilerini de tehdit ettiğini bir kez daha kanıtladı. AB ülkeleri, bu hastalık için yılda neredeyse 126 milyar Euro harcıyor. n Sonuçları, Lancet Oncology dergisindeki bir makaleye konu olan araştırma da gösteriyor ki kanser, vücut hücrelerini yiyip bitirmekle kalmayıp ülke ekonomisine de ciddi zararlar veriyor. Oxford Üniversitesi ve Kings College’de görev yapan bir grup araştırmacının dâhil olduğu, 27 Avrupa Birliği ülkesini kapsayan araştırmada, sadece ilaç ve tedavi masrafları değil, hastalar ve hasta yakınlarının ücret ve maaş kayıpları da mercek altına alındı. Buna göre kanser, AB ülkelerinin bütçelerinden 126 milyon Euro’yu alıp götürüyor. Araştırmaya göre akciğer kanserine, diğer kanser türlerine oranla daha fazla masraf yapılıyor, zira akciğer kanseri çok daha erken yaşlarda meydana gelebiliyor ve bu da üretimde kayıplara yol açıyor. Harcanan toplam miktarın 51 milyar Euro’luk kısmını, doktorlara ödenen ücretle ilaç bedelleri oluştururken, hastalık ve erken ölüm nedeniyle yaşanan üretim kaybının, 52 milyar Euro düzeyinde olduğu tahmin ediliyor. Kişi başına yapılan kanser tedavisi masrafı Almanya ve Lüksemburg gibi zengin ülkelerde yüksekken, Bulgaristan ve Litvanya gibi ülkelerde daha düşük. Bu arada Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, 2008’de dünya üzerinde 12,7 milyon kanser vakası varken, 2012’de bu rakam 14 milyona ulaştı. Aynı yıllarda söz konusu hastalıktan ölenlerin sayısı da 7,6 milyondan 8,2 milyona yükseldi. Bunlarla beyninizi tüketmeyin! n Şeker ve şeker ürünleri: Uzun süreli şeker kullanımı, hafızayı zayıflatıp öğrenmeyi zafiyete uğratıyor. Fast food: Fast food, beynin kimyasını değiştirdiği için depresyon ve anksiyete sorunlarına yol açıyor. Öğrenme bozukluğu, motivasyon eksikliği ve hafıza zayıflığı oluşturuyor. 44 İSTASYON Kızartmalar: Bütün işlenmiş yiyecekler kimyasallar, katkı maddeleri, yapay tatlandırıcılar ve koruyucular içerdiği için beyin sinirlerini zedeliyor. İşlenmiş ya da önceden pişirilmiş yiyecekler: Tıpkı kızartmalar gibi işlenmiş gıdalar da merkezi sinir sistemine zarar veriyor. Bu da dejeneratif beyin bozukluğuna ve Alzheimer’a neden olabiliyor. Tuzlu yiyecekler: Tuzun içindeki yoğun sodyum, beyne zarar verip düşünme yeteneğini zayıflatıyor. Zekâyı geriletiyor. Tahıllar: Tahılların hepsi beynin fonksiyonlarına zararlı. Ancak bunun tek istisnası, yüzde 100 kepekli tahıllar. Yani tam tahıllar. İşlenmiş proteinler: Sosis, salam, sucuk başta olmak üzere işlenmiş proteinlerden uzak durmak şart! Doğal proteinler sinir sistemini yapılandırırken, işlenmiş proteinler aynı sistemi tahrip ediyor. Trans yağlar: Trans yağlar, kalp, kolesterol ve obezite başta olmak üzere birçok hastalığa yol açıyor. Beyinin işlevinin kalitesini düşürüyor, felç riskini artırıyor. Tatlandırıcılar: Yapay tatlandırıcıların daha az kalori içerdiği doğruysa da uzun kullanımlarda beyin hasarına ve zihinsel bozukluklara sebebiyet veriyor. Nikotin: Nikotin, beyne kanın, dolayısıyla da oksijenin gitmesini engellediği için bu organı yavaş yavaş öldürüyor. Kokuya karşı 10 savaşçı n Ağız kokusu kişiyi ve Kanıtlamak zorundalar, yoksa… Antibakteriyel sabunlarla ilgili tartışmalar devam ediyor. Amerika Gıda ve İlaç Kurumu, üreticilerden bu ürünün sağlığa yararlı olduğunu kanıtlamasını bekliyor. n Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu FDA tarafından yapılan ve sonuçları www.blogs.smithsonianmag.com sitesinde yayınlanan bir araştırmaya göre, antibakteriyel sabun üretimi yapan firmalar, ürünlerinin normal sabundan ya da sudan daha güvenli olduğunu kanıtlayamazlarsa, zor duruma düşebilirler. Geleneksel sabunlardan daha etkili olduğu kanıtlanmayan bu tür sabunların, bugüne kadar yararlarından ziyade zararları gündeme geldi. Antibiyotiğe dirençli bakterilerin üremesine neden olabileceği, endoktrin bozucu bir niteliği bulunduğu, başta alerji olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarına yol açabileceği, çevreye zarar verdiği iddia edilen bu tür sabunlar, Türkiye pazarında da önemli bir yere sahip. FDA’nın yaptığı açıklama hayli ilginç; zira Amerika’da üretilen sıvı antibakteriyel sabunların yüzde 75’inde, kalıp sabunlarınsa yüzde 30’unda bakterileri yok ettiğine inanılan triklosan maddesi kullanılıyor. Triklosan ile ilgili uzun süren araştırmaların sonuçlarını içeren rapor, nihayet açıklandı. Rapora göre antibakteriyel ürünler sağlığa yararlı olmaktan çok üreticiye kâr sağlıyor. Bu da antibakteriyel temizlik ürünleri üreten firmaların, bu ürünlerinin bulaşıcı hastalık oranını düşürmede, geleneksel sabundan daha etkili, yararının da zararından fazla olduğunu kanıtlaması gerektiğini ifade ediyor. çevresini rahatsız eden bir unsur. Kimi zaman yiyecekler, kimi zaman da diş ve diş eti hastalıkları nedeniyle ortaya çıkan bu durumun önüne geçilebilir. Ağız ve diş sağlığı uzmanları, ağız kokusuyla savaşmanın 10 temel yöntemi olduğu konusunda hemfikir. Bunlardan ilki, diş fırçası ve diş macunu. İkinci yöntem dil fırçasını kullanmayı alışkanlık haline getirmek. Birçok derdin çözümünde ortak payda olan su, ağız kokusunu gidermede de etkili bir yöntem. Uzmanların hem tükürük salgısını çoğaltmak hem de ağızdaki kokuyu yok etmekte önerdikleri bir diğer yöntem sakız çiğnemek. Ağız içi bakterilerini yok etmede önemli bir görev üstlenen tarçın ve alkolsüz gargara solüsyonları bu savaşta kendilerine yer bulabiliyorlar. Ağızdaki kuruluğu önlemek için kullanılan nemlendiriciler, yiyeceklerin iyice çiğnenmesi, nefesin ağız yoluyla alınmasına neden olan sinüzit ve diğer burun hastalıklarının tedavisinin yapılması da kokuyu önlemeye katkıda bulunuyor. Gelelim, ağız kokusundan kurtulmanın onuncu ve şimdilik sonuncu yoluna: Sigarayı bırakmak. Koş kİ, İştahın azalsın n Spor yapmanın, özellikle de düzenli olarak koşmanın vücuda sağladığı fayda tartışılmaz. İngiltere’deki Aberdeen Üniversitesi’ne bağlı Rowett Beslenme ve Sağlık Enstitüsü’nden Dr. Daniel Crabtree’nin yürüttüğü çalışmanın sonuçlarından anlaşılacağı gibi koşmak, kişiyi birçok zararlı besinden de uzak tutuyor. Egzersizle iştah arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmak isteyen uzmanlar, araştırmaya katılanları bir saat boyunca hızla koşturdular, ardından da beyin taraması yaptılar. Tarama sırasında çeşitli yiyeceklerin fotoğraflarını gösteren araştırmacılar, denekleri bir saat dinlendirip aynı fotoğrafları tekrar gösterdiler. Dr. Crabtree, “Bulgularımız, yapılan egzersizden sonra, pizza, hamburger gibi besinlerin resimlerine bakıldığında beynin insula bölgesindeki faaliyetin azaldığını ortaya koydu. Elma, çilek, havuç ve üzüm gibi daha düşük kalorili besinlerin fotoğraflarına bakıldığındaysa bu bölgedeki faaliyet artıyor” dedi İSTASYON 45 SAĞLIK Tembel tiroit, hipotiroit yapıyor Medical Park Samsun Hastanesi Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Ramis Çolak, son yıllarda gündemimize daha fazla giren hipotiroit konusuyla ilgili soruları yanıtladı. Genetik zemini olan birinde; beslenme hatalarıyla, aşırı iyotlu ya da iyotsuz beslenmeyle açığa çıkar. Aşırı iyot, haşimato hastalığına neden olur. 1996’da Türkiye’de iyotlu tuz kullanılmaya başlandı. Bunun sonucunda guatr hastalarıları azaldı, ama Haşimato hastalığı iki katı yükseldi. Haşimato hastalığının nasıl başladığı tam olarak bilinmiyorsa da genetik eğilim önemlidir. Aynı ailenin üyelerinde sık görülür. Haşimato tiroiti olan hastalarda kuvvetli bir genetik geçiş vardır ve bu hastaların birinci dereceden akrabalarında tiroit antikorları yüksek olarak bulunur ve hastalık ailenin diğer üyelerinde de sıklıkla ortaya çıkar. Bu nedenle Haşimato tiroiti varsa, ailenin diğer üyelerinde de tiroit tetkikleri yapılmalıdır. Bu, cinsiyet ayrımcısı bir hastalık mıdır? Hipotiroidi kadınlarda daha sık görülür. Hipotiroidizm, her bin kadından 3 ila 12’sinde, her bin erkeğin 1 ila 3’ünde görülür. 60 yaşın üzerindekilerde bu oran yükselir. Bağışıklık sistemi hastalıkları, kadınlarda, erkeklere göre biraz daha fazla. Tiroidin işlev bozuklukları da genellikle bağışıklık sistemindeki bozukluklara bağlıdır. Haşimato hastalarının yüzde 95’i kadındır. Kadınlarda, erkeklere göre 15-20 kat daha fazla görülür. Ergenlik çağındaki kızlarda sıklığı, yüzde 0,8-1,6’dır. SÖYLEŞİ: SEMA ULUDAĞ Bir uzman olarak hipotiroit hastalığını nasıl tanımlarsınız? Hipotiroit, tiroit bezinin az çalışmasıdır. Hipotiroitizm, tiroit bezinin vücudun normal çalışmasını sağlamak için yeterli tiroit hormonu yapamaması anlamına gelir. Kanında çok az miktarda tiroit hormonu bulunan insanları, hipotiroitik olarak tanımlarız. Tiroit hormonu yetersizliği sonucu, vücudumuzun tüm metabolik olaylarında yavaşlama başlar ve bu nedenle vücudun dengesi altüst olur. Vücutta- Medical Park Samsun Hastanesi Endokrinoloji Uzmanı Prof. Dr. Ramis Çolak. 46 İSTASYON ki bu bozuklukların yanı sıra ruhsal çöküntü, unutkanlık, hareketlerde yavaşlama ve uykusuzluk görülür. Hipotiroit, hangi belirtilerle kendini gösterir? Tiroit bezi yetmezliğine ait şikâyetler, hastalığın şiddetine göre değişir. Bazen hiçbir şikâyet yokken, bazı hastalarda çok şiddetli belirtiler ortaya çıkar. Hipotiroit sorununun belirtilerini şöyle sıralayabiliriz: “Kolay yorulma, yorgunluk, bitkinlik, enerji azlığı”, “hatırlamada zorluk, unutkanlık, yavaş düşünme, konsantre olamama”, “hareketlerde yavaşlık”, “sabahleyin uyanmada zorluk, daha çok uyku isteği, gün içinde uyuklama”, “üşüme veya kendini soğuk hissetme”, “terlemenin azalması”, “kuru, soğuk, kalın ve kaşınan bir deri”, “sarı veya portakal renginde bir deri”, “kuru, kaba ve kolay kırılan tırnaklar”, “saç dökülmesi, saçlarda azalma, kaşlarda dökülme”, “iştah kaybı”, “kilo alma ve kiloyu verememe”, “horlama başlaması”, “kas krampları ve eklemlerde ağrı oluşması”, “kaslarda iğne batması hissi veya karıncalanma”, “kabızlık”, “göz etrafının ve gözaltının şişmesi”, “el, ayak ve eklemlerde şişlik”, “karpal tünel sendromu denilen el bileğinde sinir sıkışması ve ağrı”, “adet kanamalarının daha fazla miktarda olması, adetlerde kramp olması ve adet öncesi dönemin kötü geçmesi”, “gebe kalamama”, “Libido (cinsel istek) azlığı ve empotans”, “bazı kadınlarda adet sıklığının azalması veya adetlerin kesilmesi”, “depresyon gelişmesi ve hiçbir şeyle ilgilenmeme”, “sesin kalınlaşması ve ses kısıklığı”, “işitmede azalma oluşması”, “guatr oluşması (haşimato hastalarında olur)”, “tiroit bezinin küçülmesi”, “kalp hızının ve nabız sayısının azalması”, “kan kolesterol düzeyinde artma”, “reflekslerin yavaş olması”, “kekemelik”. Hipotiroit genetik bir hastalık mıdır? Tiroit hastalıkları genellikle genetik geçişlidir. Hasta hipotiroide hamilelik döneminde yakalanmışsa, bebeğin gelişiminde riskli durum oluşur mu? Tiroit hormonu bebeğin beyin gelişimi için gerekli. Konjenital hipotiroidizm olan bebeklerde, tanı konmaz ve düzgün tedavi başlanmazsa ciddi kognitif, nörolojik ve gelişim anormallikleri oluşabilir. Annede tedavi edilmeyen hipotiroidizm; bebekte beyin gelişiminde bozukluğa neden olabilir. Hafif tedavi edilmemiş hipotiroidizmi olan annelerin bebeklerinde, hafif derecede beyin gelişme anormalliği görülebilir. Bu olumsuzluklar nedeniyle, hipotiroidisi olan bir kadının gebelik öncesi tedavisinin yapılması gerekir. Gebeliğe karar verildiğinde; tiroit hastalığı açısından yüksek riskli olan kadınlarda, örneğin öncesinde hipertiroidizm nedeniyle tedavi olmuş, ailede tiroit öyküsü bulunan ve guatrı olanlarda, menstruasyonun bitiminden hemen sonra tiroit fonksiyon testleri ölçülmeli, ilaç dozu düzenlenmelidir. Gebelik oluştuktan sonra, gebeliğin 8-12 ve 20’inci haftada TSH ölçülmelidir. Özellikle gebeliğin ikinci yarısında ilaç dozunu artırmak gerekir. İlaç dozunu artırdıktan bir ay sonra ST4 ve TSH ölçümü yapılarak kontrol edilmelidir. Gebelik sırasında ilk kez hipotiroidi saptanırsa hemen tedaviye başlanması, bir ay sonra ST4 ve TSH ölçümü yapılarak doz ayarlaması yapılması gerekir. fazla alınması durumunda da Haşimato tiroidi görülme sıklığında artış görülür. Hipotiroit olduğundan şüphelendiğiniz kişilere, kesin tanıyı koymak için hangi yöntemleri uygularsınız? Hipotiroidi hastalığı, kan testleriyle kolaylıkla teşhis edilir. Test olarak T3, T4, TSH, anti-TPO antikoru ve anti tg antikoru ölçülür. Kanda serbest T4 hormonu düşük ve TSH yüksekse hipotiroidi tanısı konur. Serum T3 düzeyleri değişkendir ve bazen normal sınırda olabilir. Çok nadiren hipofiz bezi yetmezliğine bağlı tiroit bezi yetmezliği olabilir, o zaman TSH hormonu düşük, T4 ve T3 hormonu da düşüktür. Hipotiroit, hastada bedensel arazların yanı sıra psikolojik sendromlar da yaratır mı? Depresyon veya bazen ajitasyon denilen saldırganlık görülebilir. Depresyon, tiroit bezi yetmezliği olan kişilerin yüzde 40’tan fazlasında saptanır. Depresyonun beyindeki mutluluk hormonu adı verilen serotonin yapımındaki azalma nedeniyle ortaya çıktığı ileri sürülür. Bazı bölgelerin iklimsel özellikleri nedeniyle birtakım hastalıkların ortaya çıktığı biliniyor. Hipotiroit de bu sınıfa sokulabilir mi? İyot, bir coğrafi bölgede toprakta ve kaynak sularında yetersizse, o bölgeden elde edilen gıda maddelerinde ve içme sularında da yetersizdir. Bölgede yaşayanlarda, iyot eksikliğinden kaynaklanan guatr meydana gelir. Ülkemizde guatrın çok yaygın rastlandığı coğrafi alanlar var. Bir yerleşim bölgesinde halkın yüzde 10’undan fazlasında guatr varsa, o alan “endemikyaygın ve yerleşik- guatr bölgesi” olarak kabul ediliyor. Bizde Karadeniz dışında Kastamonu çevresi ve Göller Bölgesi de endemik guatrın görüldüğü alanlar. Guatrın bu kadar yaygın olmasının muhtelif nedenleri olabiliyorsa da en önemlisi iyot noksanlığıdır. İyot eksikliğine bağlı hipotiroidi bu nedenle bu gölgelerde sık görülür. Tuzların iyotlandığı ülkelerde iyot yetersizliği daha az görülür. İyotlanan tuzun Hipotiroit tanısı konulmuş bir kişinin tedavi süreci nasıl şekillenir? Hipotiroidi kalıcı olarak tedavi edilemez. Hastalığı yok edecek bir tedavi şekli veya hastalığı tamamen ortadan kaldıracak bir tedavi yolu maalesef yok. Ama hemen hemen her hastada hipotiroidi tamamen kontrol edilebilir. Bu da TSH ve T4’ü normal seviyeye getirmek için kullanılan T4 replasmanı ile mümkündür. Tiroit bezi doğru çalışmasa bile vücudun tiroit hormon düzeyleri ve vücut fonksiyonu T4 replasmanı ile düzeltilebilir. Sentetik tiroksin hapları, tam olarak T4 hormonuna benzeyen hormon içerir. Burada amaç TSH düzeyini 1.5-2.5 IU/L olacak şekilde ayarlamaktır. Yaşlı hastalarda veya koroner kalp hastalığı olanlarda tedaviye çok düşük dozlarda başlanır ve 4-6 haftalık aralıklarla artırılır. Kadınların çoğunda gebelik süresince dozda yüzde 25-50 oranında bir artış gerekir. Şiddetli miksödem olanlar hariç tüm hipotiroidik hastalar ayaktan tedavi edilebilirler. İlaç tedavisine başladıktan iki hafta sonra şikâyetlerde düzelme başlar. Bununla birlikte şiddetli şikâyetleri olanlarda tam düzelme birkaç ayı bulur. İSTASYON 47 UZMAN GÖZÜYLE diğer sürücülerin dikkatine... Servis araçları muayenesi Ülkemizde oldukça yaygınlaşan servis araçlarının muayeneleriyle ilgili genel bir çerçeve çizen TÜVTÜRK Teknik Eğitmeni Rıdvan İlhan, geniş bir kesime hizmet veren bu tür araçlarda muayene edilen unsurlar hakkında da bilgi verdi. Servis araçları hizmet amaçlarına göre şu şekilde birbirlerinden ayrılırlar. A raç muayeneleri, aracın kendine has özelliklerine ve hizmet amaçlarına göre yapılıyor. Bu sebeple servis araçlarının muayeneleri, servis hizmetinin verileceği yerler için hazırlanmış yönetmeliklere uygun şekilde gerçekleştiriliyor. 3 bin 500 KG ALTI M2 3 bin 500 KG ÜSTÜ M2-M3 Aracın arka kısmına yerleştirilen “Okul Taşıtı” yazısı, minibüsler için 832 x 1040 mm, otobüsler için ise 1000 x 1250 mm ebatlarında olmalıdır. Okul servis aracının arkasında, öğrencilerin iniş ve binişleri sırasında yakılmak üzere en az 30 cm çapında kırmızı ışık veren bir lamba bulunmalı ve bu lambanın yakılması halinde üzerinde siyah renkte büyük harflerle “DUR” yazısı okunacak şekilde tesis edilmeli, lambanın yakılıp söndürülmesi tertibatı, fren lambalarıyla ayrı olmalıdır. DUR her koltukta emniyet 4 30 Kasım 2010 itibaren tadil veya imal edilen okul taşıtlarında; a) Azami yüklü ağırlığı 3 bin 500 kilogram ve altında olan M2 sınıfı (10 ve daha üstü koltuk sayısına sahip olup azami yüklü ağırlığı 5 bin kilogramın altı olan araçlar) okul taşıtlarının tüm koltuklarında, mutlaka üç noktadan bağlantılı emniyet kemerleri bulunmalıdır. Bu taşıtlarda sadece arkaya bakan koltuklarda iki noktadan bağlantılı emniyet kemerlerine izin verilebilir. b) Azami yüklü ağırlığı 3 bin 500 kilogramdan daha fazla olan M2 ve M3 sınıfı (10 ve daha üstü koltuk sayısına sahip olup azami yüklü ağırlığı 5 bin kilogramdan fazla olan araçlar) sınıfı okul taşıtlarının tüm koltuklarında iki noktadan bağlantılı emniyet kemerlerine izin verilmektedir. Okul servis araçlarında her bir öğrenci için Araç İmal Tadilat Montaj Yönetmeliği’nde (AİTM) belirtilen özelliklere uygun koltuk bulunmalıdır. Okul servis araçlarında taşınan çocuklar için ağırlık (el bagajı dâhil) 50 kilogramdır. Umum servis araçlarında ise taşınan her yolcu için ağırlık (el bagajı dâhil) 71 kilogramdır. 5 • AİTM Hakkındaki Yönetmelik hükümlerine göre, tescil belgelerinde gösterilen oturacak yer adedi, aracın içerisine görülebilecek bir yerde yazılı olması gerekir. • Okul servis araçlarının kapıları, şoför tarafından açılıp kapatılabilecek şekilde otomatik (havalı, hidrolik vb) veya elle kumanda edilebilecek şekilde (mekanik) de olabilir. Otomatikse, kapıların açık veya kapalı olduğu durumu hakkında şoföre ses / ışıklı sinyallerle bildirecek şekilde olmalıdır. • Okul servis araçlarında, her öğrenci için bir oturma yeri ve bir emniyet kemeri bulunmalıdır. • Okul servis araçlarında AİTM Hakkında Yönetmelik ile Karayolları Trafik Yönetmeliği’nde belirtilen standart, nitelikli ve gerekli sayıda araç gereç ve malzemeler, her an kullanılabilir durumda bulundurulmalıdır. 1 Okul Servisleri 2 3 Personel ve Kamu Servisleri Turizm Servisleri Okul servis aracı olarak kullanılacak taşıtlarda, öğrencilerin kolayca yetişebileceği camlar ve pencereler sabit olmalı, iç düzenlemesinde demir aksam açıkta olmamalı, varsa yaralanmaya sebebiyet vermeyecek yumuşak bir maddeyle kaplanmalıdır. çocukların can güvenliği her şeyden önemli Ücretsiz Otogar Servisleri 6 Ücretsiz Market Servisleri 7 Diyaliz ve Rehabilitasyon Servisleri 48 İSTASYON Okul Servis Aracı: Genel olarak okul öncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim öğrencileriyle sadece rehber personel taşınmalarında kullanılan, ticari tescilli yolcu taşımaya mahsus taşıtdır. Personel Servis Aracı: Herhangi bir kamu kurum ve kuruluşu veya özel ya da tüzel kişilerin personelini bir akit karşılığı taşıyan şahıs veya şirketlere ait minibüs ve otobüs türündeki ticari araçtır. Kamu kurum ve kuruluşlarıyla özel ve tüzel kişilere ait araçların kendi personelini veya yolcusunu taşıma işi, bu tanımın kapsamına girmez. Umum Servis Aracı: Okul taşıtları ile personel servis araçlarının birlikte değerlendirilmesidir. Bununla beraber araç muayenesinde öne çıkan okul taşıtlarını yakından inceleyelim. Okul servis aracı olarak kullanılacak taşıtlar, 12 yaşından büyük olamaz. Taşıtların yaşı fabrikasınca imal edildiği tarihten sonra gelen ilk takvim yılı esas alınarak hesaplanır. Okul servis araçlarında; • Geri vites lambalarıyla birlikte çalışacak sesli ikaz sistemi bulunmalıdır. • Acil çıkışlar, floresan malzemeyle işaretlenmelidir. • Doğrudan görmek yeterli değilse, kapılardan iniş ve binişi, hem içeriden hem de dışarıdan gösterecek aynalar bulunmalıdır. Ayrıca aracın ön tarafında sürücünün bulunduğu seviyenin altında kalan yerlerle yan tarafların görülmesine ve bütün araç boyunca zeminin özellikle tekerleklere yakın yerlerin ve aracın arka tarafının izlenmesine imkân sağlayan aynalar veya başka bir techizat (kamera vb.) bulunmalıdır. (01.10.2012 tarihinden itibaren tadil veya imal edilen okul taşıtlarında zorunludur.) • Tescil edilmiş veya edilmemiş N kategorisi (yük taşımak için imal edilmiş araçları ifade eder) araçların, 21.04.2005 (dâhil) tarihinden itibaren M2 veya M3 kategorisi okul taşıtına tadilatında ABS fren sistemi aranacaktır. • Dörtlü ikaz sistemi bulunmalı ve yolcu iniş binişlerinde okul servis aracı sürücüsü tarafından çalıştırılmalıdır. • Yolcu Sayısı 1 ila 8 arasındaysa iki adet, 9 ila 16 arasındaysa üç adet, 17 ila 30 arasındaysa dört adet ve 31 ila 45 arasındaysa beş adet acil çıkış bulunmalıdır. • Araçlarda kapılar da acil çıkış olarak kabul edilir. • Okul servis taşıtı olarak kullanılan sınıf II (yolcuları oturarak taşımak üzere imal edilmiş ve ayaktaki yolcuların koridorda ve eğer bulunuyorsa, iki çift oturma yeri için ayrılan boşluğu aşmayacak bir alanda taşınmalarına imkân verecek şekilde tasarlanmış araçlar) ve sınıf III (yolcuları tamamen oturarak taşımak üzere imal edilmiş) araçlarda acil çıkışlara ilave olarak tavanda 50 yolcuya kadar bir adet, 50’den fazla yolcudaysa iki adet kurtarma kapağı bulunmalıdır. İSTASYON 49 SOSYAL MEDYA İşlerİnİzİ kolaylaştıracak üç uygulama n Akıllı cihazlardaki uygulamalar, adeta hayatımızı kolaylaştırmak için oluşturuluyor. İşte, günlük iş yoğunluğunuzun temposunu azaltmayı kendine görev edinmiş üç uygulama: Evernote: Metin, görsel ve ses kaydı olarak aldığınız notları, bilgisayarınıza yükleyeceğiniz masaüstü eklentisi sayesinde senkronize bir şekilde kolayca kullanabilirsiniz. Evernote’la birlikte çalışan Penultimate ve Hello gibi uygulamalarla çizim, kartvizit tarayıp kaydetme gibi özellikler sayesinde çalışmanızı kolaylaştırabilirsiniz. Feedly: Google Reader’ın kapanmasının ardından alternatif RSS okuyucu arıyorsanız, Feedly tam size göre. Feedly, ilgi alanınız veya iş dünyanızla ilgili tüm gelişmeleri önünüze seren bir RSS uygulaması. Okuma ve kullanım kolaylığı açısından tek bir uygulamayla tüm haberlere ulaşabilir, yeni web siteleri ve bloglar ekleyebilirsiniz. Böylece takip ettiğiniz kaynaklara kolayca erişebilirsiniz. CamScanner: Her şeyin dijitalleştiği bir dünyada tarayıcı (scanner) bulmak neredeyse imkânsız. CamScanner sayesinde ihtiyacınız olan belgeleri akıllı cihazınızı kullanarak kolayca taratıp saklayabilirsiniz. Facebook News Feed algoritmasında değişiklik yaptı n Facebook yaptığı güncellemelerle gün geçtikçe marka sayfaları için platformu daha da kullanışlı hale getiriyor. Son gerçekleştirdiği güncellemeyse News Feed algoritmasının yenilenmesi oldu. Yenilenen News Feed algoritması sayesinde, bir marka yayınladığı içeriklerde bir başka markanın ismini kullandığında, kendi sayfasını beğenmeyen, fakat bahsettiği (etiketlediği) markanın kullanıcılarını da çekebilecek. Çünkü içerikte geçen markanın takipçileri artık o içeriği görebilecek. Böylelikle markalar arasında da etkileşim artabilir ve ortaya eğlenceli diyaloglar çıkabilir. Sadece markalar için geçerli olmayan yeni News Feed algoritması, kullanıcılar için de etkileşimi artıracak. Sizinle etkileşime geçen arkadaşınızı, sizin arkadaşlarınız da görebilecek. Böylece kullanıcılar arasında da etkileşim artacak. CM CMY K Kamyon şoförleri de Facebook’ta n Sosyal medya -yapısı gereği- sürekli bir değişim içinde. Elbette bu değişim, platformlar kadar içerikleri de etkiliyor. Platformlar değiştikçe içerikler de şekil değiştiriyor, yeni dinamiklere uyum sağlayarak daha kolay tüketilebilir hale geliyor. Son zamanların en yaygın içerik türlerinden biri de şüphesiz ki listeler. Özellikle BuzzFeed’in etkisiyle, listelerin de popülerliği hızla arttı. Türkiye’de de Listelist, Onedio gibi sitelerle listeler internet kullanıcılarının en çok ilgi gösterdiği içerikler arasına girdi. Peki, neden listeleri bu kadar çok seviyoruz? Listeleri seviyoruz, çünkü bize bilgiyi belirli sınırlar dâhilinde, hazmetmesi daha kolay bir şekilde sunuyor. Her maddesi bir görsel ve bir cümleden oluşan listeler, düz yazılardan hem daha çok ilgi çekiyor hem de daha az zaman alıyor. Listeler genellikle “Kedi Olmanın En İyi 7 Yanı”, “Hafızalardan Silinmeyen 12 Film Sahnesi” gibi çok spesifik başlıklar taşıdığından kullanıcılar ilgilerini çeken içeriği daha kolay yakalıyor. Elbette listeler, bir konuda en detaylı bilgiyi sunmuyor, ama özellikle trivia ve eğlence odaklı listeler kullanıcılar tarafından büyük ilgi görüyor. Kerem Başar Sosyal Medya Stratejisti Likeable Istanbul Sosyal medya sayfaları Y CY Listeleri neden çok seviyoruz? İSTASYON M MY Neslican Ciddi, Sosyal Medya Uzmanı Likeable Istanbul 50 C ve n Facebook hayatımızın artık vazgeçilmez bir parçası oldu. Neredeyse 7’den 70’e herkesin bir Facebook hesabı var. Facebook, hem bir sosyal paylaşım alanı hem de markalar için hedef kitleleriyle iletişime geçecekleri bir alan olarak uçsuz bucaksız bir mecra. Hal böyle olunca, her sektörden firma Facebook sayfaları aracılığıyla kullanıcılarına ulaşmaya çalışıyor. Facebook’ta ağır vasıta ve kamyon şoförlerine yönelik birçok sayfa yer alıyor. Kamyon ve motor yağı üreticileri başta olmak üzere firmalar, Facebook’ta ağır vasıta ve kamyon şoförleriyle iletişime geçip çeşitli yarışmalarla marka bilinirliğini artırıp, şoförlerin hafızasında kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar. tarafından hazırlanmıştır. OYUN HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR Lost Saga geliyor PlayStation buluta oynuyor Mobİl oyunda mücadele sürüyor Konsol oyunlarda firmalar rakiplerini geride bırakabilmek için bir yandan mevcut ürünlerine yeni özellikler eklerken bir yandan da yeni oyunlar üzerine çalışıyorlar. Konsolda hal böyleyken mobil oyun üreticileri de boş durmuyor elbette. İşte mobil oyun dünyasındaki son gelişmeler… n Mobil Tavla n Efsanevi online multiplayer dövüş oyunu yeni Lost Saga, Türk oyuncular için geliyor. I.O. Entertainment tarafından geliştirilen ve WeMade Entertainment tarafından lisanslandırılan Lost Saga, Robin Hood’dan ninja savaşçılara kadar fantezi, bilimkurgu ve popüler kültür gibi birçok farklı temaya sahip zengin bir karakter çeşitliliği sunuyor. Üstelik bu karakterlerle aynı anda 16 kişiye kadar online savaş partileri düzenlenebiliyor. Yeni Nesil Tomb RaIder n Tomb Raider’ın yeni nesil konsollar için üretilen versiyonuyla ilgili detaylar ortaya çıkıyor. Lara Croft’un tecrübesiz genç bir kadından, hayatta kalma ustasına dönüştüğü oyun, Xbox One ve PS4 için baştan sona elden geçirildi. Lara bu ilk macerasında hayatta kalmak ve adanın ölümcül sırlarını keşfetmek için savaşacak, silahlarını ve ekipmanlarını yenileyecek ve yine zorlu engelleri aşacak. 52 İSTASYON Zar işi, bilek işi demeyin tavla aslında bilgi ve deneyim oyunu. Mobil Tavla adındaki uygulamayla istediğiniz an, tavla egzersizi yapabiliyor ve topladığınız puanlarla rakiplerinize meydan okuyabiliyorsunuz. Online veya aynı cihazdan karşılıklı olarak oynanabilen Mobil Tavla uygulaması, iPhone veya iPad cihazınızdan gerçek rakiplere karşı tavla oynamanızı sağlıyor. Sony, bulut tabanlı yeni oyun servisi PlayStation Now ile akıllı telefon, tablet ve televizyondan oyunları indirmeden oynama fırsatı sunuyor. n Football KIcks n Sony, bulut tabanlı oyun servisi PlayStation Now’ı Ocak ayında ABD’de düzenlenen Tüketici Elektroniği Fuarı’nda tanıttı. İki yıl önce 380 milyon Dolar’a Gaikai adlı bulut oyun servisini satın alan şirket, uzun bir hazırlık döneminin ardından bulut servisi PlayStation Now’ı hizmete açtığını duyurdu. PlayStation Now servisi, ilk olarak oyunları ekran ve mekândan bağımsız hale getiriyor. Oyuncular oyunu akıllı telefon, tablet ya da televizyonlarında, indirmeden oynayabilecek. Ayrıca bir ekranda oynanmaya başlanan bir oyun yarıda kesilerek başka bir ekranda devam edebilecek. Yapılan ilk açıklamalara göre The Last of Us ve Beyond gibi üst seviye PS3 oyunlarını dahi, Sony Xperia tablet, Bravia TV, PS Vita ve PS4’te oynamanız mümkün. PlayStation Now üyelik fiyatları şimdilik belli değilse bile, önümüzdeki birkaç ay içinde ayrıntıların açıklanması bekleniyor. Samsung’tan mobil konsol n Samsung, kendi akıllı telefonları için Smartphone GamePad adlı aksesuarı duyurdu. Yeni oyun aksesuarı, şirketin 4 inç ve 6,3 inç arasındaki ekran boyutlarına sahip cihazlarında kullanılabilecek. GamePad 195 gram ağırlığında ve Bluetooth destekli. Aksesuarda HID kontrol tuşları, sekiz yönlü D-Pad, iki Analog Sticks, dört aksiyon düğmesi, iki tetikleyici düğme, seç ve başlat düğmeleriyle play düğmesi yer alıyor. Şimdilik Android 4.3 ve üzeri işletim sistemi yüklü cihazlarla kullanılabilen oyun kontrolörü, Asphalt8: Airborne, Need for Speed Most Wanted, Virtua Tennis Challenge ve Modern Combat 4: Zero Hour ve Prince of Persia : The Shadow and the Flame gibi toplamda 35 oyuna destek veriyor. n 300: SeIze Your Glory “300: Bir İmparatorluğun Yükselişi” adlı filmin bu oyunu, hem Android hem de iOS kullanıcıları için üretildi. Persler ile Atinalıların savaşını konu alan oyunda, oyuncular Pers kralı Xerxes ve Atinalı komutan Themistocles önderliğindeki zorlu savaşın ortasında buluyorlar kendilerini. Eğer aksiyon oyunlarından hoşlanıyorsanız, Atinalı komutan Themistocles’i yönettiğiniz oyunda yakaladığınız bu tarihi fırsatı kaçırmayın deriz. Futbol fanatikleri için basit ama eğlenceli bir oyun Football Kicks. Serbest vuruş için topun arkasına geçiyorsunuz. Amaç kalenin içinde farklı yerlere asılı puan tabelalarını topa tutmak. Yani amaç isabetli vuruşlar yapmak. Grafikler biraz zayıf kalsa da basit oynanabilirliğiyle futbolseverlerin seveceği bir oyun. n Dead TrIgger 2 Klasik bir senaryoya sahip olsa da 25 milyona yakın indirme rakamıyla dünyanın en popüler oyunlardan biri olan Dead Trigger’ın yeni sürümü çıktı. Bu bölümde zombilere karşı savaşıyoruz. Bir virüsün yayılmasıyla birlikte bir anda etrafı zombiler kaplıyor. Biz de mermi bitene kadar sıkıyoruz üzerlerine. Fakat bu sefer, ilkinden farklı olarak zombiler, eskisine oranla daha zeki ve dayanıklı. Oyunun ses efektleri ve grafikleri de iyileştirilmiş. İSTASYON 53 SİNEMA-TV AKTİVİTE Bu kez o seçecek Her daİm dİnlenİr Vokali, gitardaki ustalığı ve akustik eserleri yorumlayışındaki farklı tarzıyla müzik dünyasında özel bir yere sahip Neil Young, Türkiye’deki ilk konserini İstanbul’da, 15 Temmuz’da verecek. n Gazete, dergi ve hatta internet sitelerinin klişe başlıklarından biridir: “Ölmeden önce,” diyerek başlarlar söze, devamını ise yaptıkları haberin muhtevasına göre doldururlar. Ya “ölmeden önce” okunması gereken kitaptır mevzu bahis olan, ya izlenmesi gereken film ya da gidilmesi gereken yerler. İnsanda ister istemez merak uyandırır bu sözler; “ölmeden önce ne izlemem, nereye gitmem, ne okumam gerekiyormuş” diyerek göz atılır habere. Biz de genel kabul gören bu yöntemle, ölmeden önce gitmeniz gereken etkinliğin haberini vermek istiyoruz size; Neil Young konseri. Bilen bilir; Neil Young, rock müziğin en önemli ve yaşarken efsaneleşen isimlerinden biri. Rock müziğin pek çok türünde çalışmaları bulunan, en önemli eserlerini ise folkrock’ta veren Young, İKSV Ağaç yaşken eğilir n Newscientist.com sitesinde yayınlanan bir haber, “ağaç yaşken eğilir” sözünün ne derece doğru olduğunu, bir kez daha kanıtladı. Haber, kaynağını Almanya’daki Leipzig’deki Max Planck Enstitüsü’nden Christopher Steele’in yaptığı araştırmaya dayandırıyor. Steele’in araştırması, müziğe yedi yaşından önce başlayanların, ileride üstün yetenekli birer sanatçı olma ihtimallerinin, söz konusu yaştan sonra başlayanlardan çok daha fazla olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmanın ilk adımı, yarısı yedi yaşından önce müziğe başlamış 36 yetenekli müzisyenin beyin taramaları yapılarak 54 İSTASYON ve Vodafone Red sponsorluğunda bu topraklara da ayak basarak Crazy Horse topluluğuyla birlikte 15 Temmuz’da, KüçükÇiftlik Park’ta hayranlarının karşısında arz-ı endam edecek. Bilen bilir dedik, ama bilmeyenler için Young’ın neden bu derece önemli bir sanatçı olduğunu; neden “ölmeden önce gidilmesi gereken konserler” listesinde yer alması gerektiğini anlatmakta fayda var. İlk solo albümünün çıktığı 1968’den bu yana birçok müzisyenin ilham kaynağı olan Neil Young, dinleyenlerin zihninden silinmesi neredeyse imkânsız yüksek perdeli tenor sesi, elektrogitardaki kendine özgü stili; harmonika, piyano gibi çeşitli enstrümanlardaki başarısıyla tanınıyor. 1945 Kanada doğumlu olan sanatçı, müziğe Buffalo Springfield grubuyla başladı, ilk solo albümünü 1968’de yayımladı. İlk albümünde elektrik gitarı tercih eden sanatçı, ikinci albümündeyse (1970) atıldı. Eğitimlerine erken yaşta başlayanların MRI taramaları, beyindeki iki yarım kürenin birleştiği bölgede oluşan corpus callosum adlı beyaz akustik çalışmalara yönelerek kendisine dünya üzerinde binlerce hayran kazandıran “After The Gold Rush”ı çıkardı. İki yıl sonra yayınlanan “Harvest”, tüm zamanların en iyi albümü olarak genel kabul gördü ve albümdeki şarkılar, birçok müzisyen tarafından yorumlandı. 1970’lerden günümüze toplam 50 albüm yayımlayan Young, kariyeri boyunca muhalif, barış yanlısı ve çevreci tutumundan ödün vermedi. Hemen herkesin bildiği “Rockin’ In The Free World” ve “Living With War” şarkılarının sahibi Young, Live Aid ve Live 8 konserlerinde sunduğu etkileyici performanslarla da hafızalara kazındı. Üretken müzisyenin, Crazy Horse ile birlikte kaydettiği, 2013 yılında yayımlanan albümü Psychedelic Pill “En İyi Rock Albümü” dalında Grammy’ye aday oldu. 21 Ocak 2013’te Merit Ödülü’yle onurlandırılan Young, son albümü “A Letter Home”u, bu yılın Mart ayında çıkardı. maddenin çok daha detaylı ve gelişmiş bir iletim ağına sahip olduğunu gösterdi. Christopher Steele’e göre, müzik eğitimine erken yaşlarda başlayanların, müzikal deha olabileceklerinin garantisi bulunmasa bile, diğerlerine oranla büyük bir avantaj sağladığı kesin: “Bu avantaj onların iyi birer müzisyen olmaları için yeterli değil. Müzikal deha doğuştan gelen yeteneklerle, iletişimle, uyumla, coşkuyla, stille ve bu çalışmada ölçemediğimiz daha birçok konuyla ilgi. Bu yüzden erken yaşlarda aldığınız müzik eğitimi sizi dahi yapmaz, ancak içinizdeki dehayı ortaya çıkarmanıza yardımcı olabilir.” Günümüz Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden Derviş Zaim, 33. İstanbul Film Festivali’nde, Altın Lale Ödülü’nü kazanacak filmi belirleyen jüriye başkanlık yapacak. n Sinema alanında Türkiye’nin uzun soluklu projelerinden biri “İstanbul Film Festivali”. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından organize edilen etkinlik, bu yıl 5-20 Nisan tarihlerinde 33’üncü kez kapılarını sinemaseverlere açacak. Organizasyon büyük, katılımcılarsa alanlarının en iyileri… 15 gün boyunca onlarca filmin beyaz perdeye yansıyacağı festivalde, ulusal ve uluslararası yarışmalar, her yıl olduğu gibi bu yıl da heyecanı doruğa taşıyacak gibi görünüyor. Zira yönetmeninden oyuncusuna, sanat yönetmeninden ışıkçısına sinema sektöründeki yüzlerce kişi için bu etkinlikten ödülle dönmek son derece önemli. Festivaldeki yarışma kategorilerinden biri de ulusal filmlerin yarıştığı Altın Lale. Toplam dokuz dalda ödülün verildiği yarışmanın bu yılki Jüri Başkanlığı’nı daha önce kendisi de Altın Lale Ödülü’ne değer bulunan yönetmen Derviş Zaim yapacak. 1997 yılında çektiği ilk filmi “Tabutta Rövaşata” ile 16. İstanbul Film Festivali başta olmak üzere yurtiçi ve yurtdışından birçok ödül kazanan Zaim, kendine has üslubu ve bakış açısıyla sinemamızda özel yer edinen yönetmenlerden. 17 yıllık kariyerine Filler ve Çimen (2000), Çamur (2003), Cenneti Beklerken (2006), Nokta (2008), Gölgeler ve Suretler (2011) ve Devir (2012) filmlerini sığdıran Zaim’in, tek ilgi alanı sinema değil. 1992 yılında yayınlanan Ares Harikalar Diyarında adlı romanıyla ödül kazanan Zaim, halen üniversitelerde sinema dersleri veriyor. Bakalım hangi yönetmen ve tabii hangi filmler Derviş Zaim’in başkanlığını yaptığı jüri tarafından Altın Lale’ye değer bulunacak? Festivali takip edip hep birlikte göreceğiz. Batan Titanic’in milyon Dolar’lık kemanı Onur Ünlü yeni filmiyle geliyor n James Cameron imzalı Titanic’i seyreden birçok kişi için, Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio’nun güvertede, okyanusu kucaklarcasına kollarını açtığı kare, filmin en etkileyici sahnesi olabilir. Ama hikâyenin aslını bilenler için orkestra şefi Wallace Hartley ve grubunun gemi batmaya devam ederken yolcuları sakinleştirmek amacıyla konserlerine devam etmesi, en az o meşhur sahne kadar etkileyici. Ve bir o kadar da dramatik. Çünkü Hartley’in cansız bedeni, olaydan günler sonra suda bulunmuş, kemanının kabının sırtına bağlı olduğu da kayıtlara geçmişti. Titanic’in batışının, Hartley’in hayatını kaybedişinin üzerinden 102 yıl geçti. Ama en büyük gemi kazalarından biri olarak tarihe yazılan bu olay, çeşitli yazılara ve beyazperdeye aktarılarak günümüze kadar geldi. Geçtiğimiz aylarda ise Hartley’in n Gerek televizyon, gerekse sinemada birçok yapıma hem senarist hem de yönetmen olarak imza atsa bile Leyla ile Mecnun dizisinin genel yönetmeni olması hasebiyle geniş kitlelerin radarına giren Onur Ünlü, beyazperdedeki ürünlerine bir yenisini ekliyor. “İtirazım Var” adı verilen filmin yönetmen koltuğuna oturan Ünlü, oyuncu kadrosunda Hazal Kaya, Öner Erkan, Osman Sonant, Serdar Orçin, Umut Kurt ve Büşra Pekin’e yer veriyor. Filmin 18 Nisan’da gösterime girmesi bekleniyor. son olduğunu tahmin ettiği konserini verirken; diğer bir ifadeyle “Nearer, My God, to Thee” şarkısını çalarken kullandığı kemanın satış fiyatıyla bir kez daha gündeme oturdu. Zira bu keman 1,7 milyon Dolar gibi rekor bir fiyata alıcı buldu. Çoğu zaman yapıldığı gibi alıcı ve satıcının isimlerinin gizli tutulduğu açık artırma, Wiltshire’da (İngiltere) düzenlendi. Titanic’in battığı bölgeye yapılan seyahatler sonucunda elde edilen tarihi objelerden yaklaşık 400’ünü elinde bulunduran koleksiyoncu Craig Sopin’in, satışla ilgili açıklamasında kullandığı sözcükler, Wallace Hartley ve orkestrasının üstlendiği sorumluluğu ve dolayısıyla kemanın neden bu derece önemli olduğunu kanıtlıyor aslında: “Titanic, canileri ve kahramanları olan bir gemiydi. Hartley ve dostları da birer kahramandılar. Yaptıkları o şey, gemide büyük bir rahatlama havası sağladı. Aksi takdirde yaşanacak kargaşayı hayal etmek zor değil. Yaptıkları birçok insanın kurtulmasını sağladı.” İSTASYON 55 ÇOCUK DÜNYADA ÇİKOLATA GİBİ KOKAN KIR ÇİÇEKLERİ VARDIR. Mars’ta günbatımı mavi görünür. Garip AMA , Gercek LAKROS SPORUNUN İLK MAÇLARINDA YAKLAŞIK OYUNCU SAHAYA ÇIKIYORDU. 2 Amerikan timsahının AĞ LAR. ÇAT SOĞANIN İÇİNDEKİ SÜLFÜRİK ASİT GÖZLERİNİN YAŞARMASINA NEDEN OLUR. BU BİLGİ BENİ ÇOK ETKİLEDİ! Anakonda dişlerini avını çiğnemek için değil, kaçmasını AY’IN IŞIĞI DÜNYA’YA 1,5 YAKLAŞIK SANİYEDE ULAŞIR. önlemek için kullanır. yılda 60’tan fazla yavru doğurabilir. doğurabİlİr. yiyeceğini pişiren tek canlı insandır. İSTASYON ETRAFINDAKİ KİM TWISTER OYNAMAK İSTER? KLOZET EV TASARLANDI. Dünyanın JU KİNKA ĞACA Adolphe AdolpheSax Sax adında adında en büyük A TIRMANIRKE N Belçİkalı bİr bİrmüzİsyen İcat ettİ. ettİ. ARKA AYAKLARINI güvercinler GERİYE DOĞRU ÇEVİREBİLİR. orduya yaptıkları hizmetlerden dolayı şeref madalyasıyla GÜNEŞ 5FAZLADIR. KAT BİR SaksOfonu Saksafonu HAVANIN SICAKLIĞI YÜZEYİNDEN ŞEKLİNDE ödüllendirilir. 56 dişlerinin içi boştur. ŞİMŞEĞİN GÜNEY KORE’DE Bazı ülkelerde Dünyada Bİr fare Cam şİşe N ARI LIKL ARI A B L ZI A BA MURT RININ YU ALA A AB D B ZIN sınırsız kere gerİ dönüştürülebİlİr. AŞAĞIDAKİ BİLGİLER SENİ ŞAŞIRTACAK Bir tişö üretme rtü için 10 küvk e dolusu t su tüke tilir. kütüphanesi ABD’nin başkenti Washington, D.C.’deki Kongre Kütüphanesi’dir. BAZI ÜLKELERDE BALIK AĞI YAPIMINDA ÖRÜMCEK AĞINDAN YARARLANILIR. Bu konu NatIonal GeographIc KIds Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIds abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 57 TÜVTÜRK Zırhlı araçlar için özel eğitim Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM), İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, Bakım ve Onarım Kademeleri Şube Müdürlüğü’nün talebi, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın izniyle 13-17 Ocak tarihlerinde, Ankara’da “Özel Amaçlı Zırhlı Araçlar Muayene Kursu” düzenlendi. Kursun açılışına Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Feridun Taşçı, İdari ve Mali İşler Daire Başkanı Hasan Adak, İdari ve Mali İşler Daire Başkan Yardımcısı Ahmet İriparmak, Bakım ve Onarım Şube Müdürü Yılmaz Mısırlı ile TÜVTÜRK’ü temsilen Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa ve Kamu İlişkileri Direktörü Ahmet Bulut katıldı. Kursa Ankara, Adana, Diyarbakır, Erzurum, İzmir, İstanbul, Samsun ve Van’da görev yapan, makine mühendisliği ya da otomobil bölümü mezunu 14 polis memuru, 27 meslek lisesi mezunu makine teknikeri ve mühendisi katıldı. Kursiyerlere far ayarları, seyyar far test araçları ve lastik diş derinlik kumpasının kullanımının yanı sıra araç muayene yasal mevzuatı, kusurlar ve zorunlu olarak teste tabi tutulan parçalar listesi, fren verimi, havalı fren testleri, araç üzerinde seyyar fren test uygulaması, araç muayene raporu anlatıldı. İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, Bakım Onarım Şube Müdürlüğü, kursu başarıyla tamamlayanlara “Özel Amaçlı Zırhlı Araçlar Muayene Kursu Katılım Sertifikası” verildi. Başarı ödül kazandırdı Gelecek elektrikli araçların Otomotiv sektöründeki gelişmeler gösteriyor ki, yakın gelecekte elektrikli araçlarla daha sık karşılaşacağız. Bu gerçekten hareket eden TÜVTÜRK, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı yetkililerinin katılımıyla ve TÜV SÜD işbirliği ile Almanya’nın Münih ve Garching kentlerinde Elektrikli Araçlar ve Muayeneleri temalı bilgi paylaşım çalıştayı düzenledi. Yapılan çalıştayda Bakanlık yetkilileri, TÜVTÜRK ve TÜV SÜD elektrikli araçların muayenesi konusunda bilgi alışverişinde bulundu. 58 İSTASYON TÜVTÜRK’ün sürekli gelişim vizyonu çerçevesinde, soru bankasını zenginleştirmek amacıyla hayata geçirdiği soru hazırlama yarışmasıyla, e-sınavda başarı sağlayan personele ödülleri verilmeye başlandı. İlk ödül töreni, soru yarışmasında üçüncülük ve beşincilik, e-sınavdaysa ilk beşin tamamının bulunduğu, Aktur AŞ Genel Müdürlüğü’nde yapıldı. Törene, Operasyondan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Aykut Özgülsün, Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa, Aktur Genel Müdürü Mehmet İlem, Aktur Operasyon Müdürü Mete Demir ve Operasyon Müdür Yardımcısı Mustafa Alver katıldı. Can güvenliği temel haktır Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan trafik kazalarının önlenmesine yönelik yürütülen faaliyetlere katkı sağlamak ve trafik güvenliği konusunda kamuoyunun dikkatini çekmek amacıyla, Jandarma Genel Komutanlığı’nca düzenlenen “Trafik Güvenliği Semineri”, konuyla ilgili yetkilileri bir araya getirdi. 25 Aralık’ta, Kayseri’deki Hilton otelinde düzenlenen seminere, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Servet Yörük’ün yanı sıra Kayseri, Kırşehir, Malatya, Nevşehir, Niğde ve Yozgat il valileri, kamu kurum ve kuruluşların temsilcileri katıldı. Seminerde, Dünya Sağlık Örgütü Güvenli Trafik Projesi Türkiye Koordinatörü Dr. Serap Şener, Erciyes Üniversitesi’nden Doç. Dr. Sevda İsmailoğulları, Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu’ndan Doç. Dr. Yeşim Yasak, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan Dr. Jandarma Yarbay Murat Alkan, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden Komiser Mehmet Yüce ve TÜVTÜRK İletişim ve İş Geliştirme Direktörü Koray Özcan sunum yaptı. Sunumlarda insanın en temel hakkı olan yaşama hakkının trafik kazaları nedeniyle tehlikeye girdiği, dünyada yılda 1 milyon 200 bine yakın kişinin trafikte can verdiği, Türkiye’de bu rakamın 8 bin 500 olduğu vurgulandı. Birlikte çalışıldığı takdirde trafik konusundaki bu acı tabloya son vermenin mümkün olduğunun altının çizildiği toplantının sonunda, Veysel Çelikdemir tarafından trafik güvenliği temalı kum sanatı gösterisi yapıldı. Söz konusu seminer, 4 Mart’ta bu kez Ankara’da tekrarlandı. Jandarma Genel Komutanlığı personeli ve jandarma eğitim öğrencileri olmak üzere iki seans halinde düzenlenen seminere, 3 binden fazla kişi katıldı. TÜVTÜRK Alman Kalite Sempozyumu’nda Büyümeye devam Tekirdağ Çorlu ve Muğla Marmaris, Fethiye ve Milas ilçelerindeki istasyonlarda ek kanal inşaat çalışması başlatan TÜVTÜRK, istasyonlarının kapasitelerini artırmayı sürdürüyor. Almanya’da araç muayene hizmeti veren tüm kuruluş temsilcilerinin yanı sıra Almanya Ulaştırma Bakanlığı’nın bürokratları, karayolu konusunda söz sahibi kişiler, akreditasyon kurumu üyeleri, akademisyenler ve diğer paydaşların katıldığı Kalite Sempozyumu yapıldı. Ana teması çağdaş araç muayene sistemlerinin geliştirilmesi; hesap verilebilirlik, izlenebilirlik kriterlerinin artırılması olan sempozyumda TÜVTÜRK’ü, Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa temsil etti. Sempozyum sonundaki forumlardan birinde konuşmacı olan Büyükkalfa, trafik güvenliğinin sağlanmasında kaliteli muayenenin ve muayene denetiminin rolü hakkında soruları yanıtlayarak söz konusu toplantıda ele alınan konulara dair görüş ve yaklaşımlarını dile getirdi. İSTASYON 59 TÜVTÜRK Muayenesiz araç satılamayacak Kusur tablosu yeniden düzenlendi Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, istasyonlarda yapılan araç muayenelerinde geçerli olan kusurlar tablosunda düzenlemeye gitti ve 3 Mart’tan itibaren geçerli olacak kusur tablosu, ekleme/çıkarma, derece değişimi, metin değişikliği ve araç sınıfı değişimleriyle birlikte Bakanlık tarafından yayımlandı. Yayımlanan yeni kusur tablosuyla birlikte eski tabloda bulunan toplam 158 adet kusurda düzenlemeye gidilerek 27’si ağır, dördü de hafif olmak üzere 31 yeni kusur tabloya eklendi. 21 kusurun derecesi değiştirildi, 10 kusurun metni revize edildi ve altı kusurun da etkilediği araç sınıfı değişti. Ayrıca bazı kusurlar, teknik gerekçelerle listeden çıkarıldı. Son altı yıl içinde gerçekleştirilen muayene ve muayene tekrarı sonuçlarının dikkate alındığı çalışmadan elde edilen verilerin teknik ve istatistiki değerlendirmesi neticesinde, bazı unsurlar yeni düzenlemeyle ağır kusur olarak sınıflandırıldı. 27 yeni ağır kusurun devreye girmesiyle, özellikle; fren sistemi, direksiyon sistemi, işaret levhaları ve aydınlatma, lastikler, çeki sistemi, aynalar, camlar, süspansiyon sistemi, traktörlerin emniyet çerçeveleri gibi araçların trafik ve yol güvenliğini doğrudan etkileyen sistemlerin veya ekipmanların güvenlik derecelerinin yükseltilmesi hedeflendi. Ayrıca, yapılan metin değişiklikleriyle, kusurların daha net, daha anlaşılır ve daha kullanışlı bir hale getirildiği tablodan, kullanılmayan ya da mevcut teknik gelişmelere göre eski kalan kusurlar da çıkarılarak, tablonun sade ve net olması sağlandı. Emniyet Genel Müdürlüğü, Şubat ayında trafik güvenliği için önemli bir karara imza attı. Buna göre geçerli bir muayenesi olmayan araçlar tescil ettirilemeyecek ve noterden satışı yapılamayacak. Geçen yılsonu itibarıyla 6 milyon 145 bin 982 otomobilin muayenesi yapılsa bile, trafikte halen 1 milyon 107 bin 62 muayenesiz otomobil bulunuyor. Bu da ikinci el araç alacak kişilerin, dolandırıcılara karşı temkinli olmaları, aracın ruhsatında muayeneyle ilgili kısımlara özellikle dikkat etmeleri anlamına geliyor. Sorun sadece otomobillerle ilgili değil elbette. 2013 yılsonu verilerine göz atıldığında, durumun ne derece ciddi olduğu da anlaşılıyor. Zira şu anda yollarda 738 bin 361 kamyonet, 1 milyon 784 bin 233 motosiklet, 1 milyon 31 bin 273 traktör, 274 bin 967 kamyon, 126 bin 642 minibüs, 48 bin 789 otobüs, 23 bin 96 özel amaçlı taşıt olmak üzere toplam 5 milyon 134 bin 423 muayenesiz araç bulunuyor. Kalite yönetimi önemli! TÜVTÜRK, araç muayene istasyonlarındaki kalite yönetim sistemiyle ilgili 1 Mart 2013’de revizyonu yapılan ISO/IEC 17020:2012 standardının tüm birimlerinde uygulanabilmesi amacıyla, 30 Ocak’ta bir eğitim düzenledi. TÜRKAK Ürün-Hizmet Akreditasyon Daire Başkan Vekili Orbay Evrensevdi’nin verdiği eğitime, TÜVTÜRK Genel Müdürlük’ten 15 kişi ve 14 iş ortağı temsilcisi katıldı. Rota Karadeniz’e çevrildi Emniyet mensuplarını bilgilendirmek amacıyla TÜVTÜRK tarafından bir süredir organize edilen toplantılarda istikamet bu kez Samsun ve Rize’ydi. 23 Aralık’ta Samsun, 25 Aralık’ta ise Rize’de gerçekleştirilen toplantılara katılan Serdar Torman ve Raşit Bayraktar, TÜVTÜRK projesinin doğuşunu, yasal boyutlarını, şirketin ülke için önemini, muayene ve kaçak araç oranlarını, kaza istatistiklerini, Egzoz Gazı Emisyon Ölçümleri ile ilgili bilgileri katılımcılarla paylaştı. TÜVTÜRK Eskişehir, Azeri konuklarını ağırladı TÜVTÜRK Eskişehir İstasyonu, geçtiğiniz aylarda Azeri konuklarını ağırladı. Azerbaycan’da trafikten sorumlu birimlerin yönetim kadrosunda yer alan 10 kişilik heyetle Eskişehir Polis Okulu’nda görev yapan, aralarında şube müdürleri ve emniyet amirlerinin de bulunduğu 10 kişilik grup, TÜVTÜRK’ün çalışmalarıyla ilgili bilgi aldı. 60 İSTASYON İSTASYON 61 ENGLISH SUMMARY Chasing the past O rlando Calumeno bought a postcard of Sultanahmet Square from one of the stands in the antique market that was set up in Beyazıt Square. What was written at the back of the postcard that he bought when he was 16 was going to drag Calumeno’s life to a place which he had never planned. “There was a script on the front and back of the postcard that I was familiar to but could not understand. The first thing I did when I got home was to show it to my mother. When my mother started crying as soon as she read the script, I understood that what was written there was not that simple after all. In the following days, I bought thousands of postcards like that card and there was my mother in all of them.” The postcard that was bought by Calumeno, who owns a remarkable archive of images, documents and objects of the late 19th and early 20th century Ottoman period, was sent by a woman residing in Istanbul to her sister living in Bursa who had just become 62 İSTASYON connect to a certain period of their life. The collectioner İrfan Karaçay says “In an auction I accidentaly came across, I saw that a model of the first bicycle that I rode when I was a child was on sale and I bought it right away. Next week, I was in the auction again to buy photos of children riding bicycles.” Many collectioners like Karaçay become a seller at these auctions when they lose the real sense of collectioning. Not all of auction-followers have an emotional Chasing after an old postcard, movie poster, motive like this. Mechanbridge ticket or a lamp, collectioners give a new ics that collect every kind of junk and technical mameaning to abodonded objects. terials, graphic designers and advertisers that follow the ad pages Many collectioners like Calumeno follow from the out-of-print magazines, TV show many auctions and sales every week since producers who are the most popular buyers they are impressed by the life stories of peoof old furniture, and stylists that examine the ple they have never seen or known, and they clothes and jewelry of the women in blackattribute a new meaning to those stories. Anand-white photos are among the close folother factor that directs collectioners to these lowers of auctions. auctions is the wish to reach the objects they a mother. The lines starting with “Now that you are a mother, use this recipe to heal your cracked nipples from breastfeeding” reached Bursa, was put up for sale years later in Istanbul on a junk stand, and who knows what it reminded the collectioner’s mother of… Set up on a past thrown away and dumped, auctions give a brand new meaning to the objects that become a part of another life from the moment they are thrown away. The stories of the collectioners are almost the same: They follow only one auction first; then they start following other auctions. Before long, they find themselves in a different auction and antique market every day of the week. The collectioning that starts off with a small curiousity turns into an addiction from a hobby for many collectioners. Auctions held almost every day in a different neighbourhood of Istanbul are different than official sale. In offical sale, all objects are advertised in a catalog published a certain time before the auction; and people who are interested in them need to fill a form to state they will bid. In auctions, there are no such strict rules. Being there on time is enough to bid. The pieces on sale are incomparably cheaper than the ones sold in autions; mostly around 1-10 Turkish liras. However, a rare gromophone record can find a buyer for a few hundred liras. Even though old collectioners are not happy with it, the number of attendees in auctions increases day by day. Especially the antique markets set up in different parts of the world and Turkey, and advertisements some auctions make through internet raise the attention, even the auction planner mostly does not know what will be on sale in the auction. Therefore, we can draw a parallel between this and a game whose rules are stated but players not known. This is because the auction planners are not the owners of all the objects to be sold. People bring everything they can sell to the auction. Most collectioners don’t give away what they collect because it is thought that if the word is out that a collectioner collects objects only in one field, that object’s price will increase. Postcards and photos printed in the late 19th and early 20th centuries stand out among the objects whose popularity increases day by day in auctions. However, to understand the importance of postcards, one needs to have serious knowledge of history and social life. Harun Güler, who collects Zonguldak photos, talks about how important visual memory is: “As soon as I take a look at a Zonguldak photo, I understand where and from which angle it was taken. In addition, we should not forget cities and scene change in time. A good collectioner of city postcards should know the historical change of that city to make use of an opportunity.” Coins and stamps, which were among the most important pieces of auctions until recently, are almost in no demand now. Calumeno explains the reason for this change saying “The most important material that the collectioners of that time had was postcards; however, they removed the stamps from cards and either sold the cards or dumped them. Now what I see is those cards, from which the stamps were removed, are worth more than hundreds of stamps.” Collectors interested in a wide range of objects from toys to lamps, from chandelier rock crystals to bricks, from medals to soda bottles… Stamp collectors who lost their old popularity… Old money collectors getting ready to go back to their old popular days now that it’s easy to obtain different countries’ money through internet… Ephemeras that collect every kind of written and visual documents… They all keep coming together every day in a different corner of Istanbul which is seen as the centre of auctions and looking for a new object to add to their collections. İSTASYON 63 ENGLISH SUMMARY Mixing engineering with medicine Ranking first among the occupations of the future, biomedical engineering is a discipline that finds solutions to medical problems with collaborative works of engineers and doctors. Written by: Burcu Sever B iomedicine is an interdisciplinary branch of medicine acting as a bridge between engineering and medicine. Applying the principles of engineering to medicine and biology, it aims to find solutions to medical problems. According to the data of US Department of Labor, biomedical engineering ranks first among the occupations that will be in highest demand in the following years with an increase of 62 per cent. The number of biomedical engineers in the US, which is 16 thousand today, is expected to increase to 26 thousand in 2020. The term “biomedical engineering” was first pronounced in 1960s. The education in Turkey started to be provided as postgraduate degree in 1982. The pioneer of the field was Boğaziçi University Biomedical Engineering Institute. The undergraduate education started in 2000s. While only 8 universities used to provide undergraduate degree in the past years, this number is almost 20 at present and it is expected to increase. Yeditepe University Biomedical Engineering Head of Department Assistant Professor Gökhan Ertaş thinks that this expectation is about the need for experts that will work in the health sector and can operate on high-tech devices used in this field. When we analyze the curriculum of the education in Turkey, we first see basic electronic courses; however, aside from those, there are also human physiology courses, modelling courses (which gives insight to systems modelling), or courses like biologybiophysics. Ertaş emphasizes that biomaterial courses with chemical content are also an important part of the education: “If I have to explain it with a very simple example, the filling in your tooth is a biomaterial. The course covers subjects such as from which materials these biomaterials are synthesized from, or according to what standards and conditions they are produced. Biomechanics course covers musculoskeletal mechanics. In the last years of the education, medical imaging courses teach students what aspects you have to be careful of when using imaging device in the hospitals. These courses also cover basic information about the devices’ safety during usage, and their calibration.” The primary working area of biomedical engineers is hospitals. They have duties such as planning the purchase of medical devices or surgery instruments, testing and then running them, providing necessary support to doctors during usage, calibrating the devices or supervising the work plan of the firms that will calibrate them, identifying the devices that has completed their lifecycle, and getting them to be recycled if possible. There are two basic areas in biomedical sector. The first is to develop the imaging devices, and the second is to develop software and algorithms that process the images taken from those devices. However, the medical devices that biomedical engineers develop are not all about electronic circuits. They also need to have a physically-appropriate look and proportions that will meet the users’ need. Therefore, biomedical engineers also work on product developing and even cooperate with industrial designers and product designers for that. Even though they are called ‘engineers’, the more a biomedical engineer is interested in fields such as medicine and design, has analytical thinking and is open to develop creative project; the more likely he will be successful in this field. İSTASYON 65 ENGLISH SUMMARY TÜVTÜRK news VehIcles not Inspected can’t be sold n Turkish National Police made an important decision in TÜVTÜRK at german QualIty SymposIum n German Ministry of Transport bureaucrats, motorway ex- February for traffic safety. According to that decision, vehicles without inspection can not be registered and sold from public notary. As of the last year-end, 6 million 145 thousand and 982 vehicles were inspected; however, there are still 1 million 107 thousand and 62 vehicles in traffic that hasn’t got inspected. This means that people who want to buy second-hand vehicles need to be careful against fraud and pay attention to the inspection part of the vehicle licenses. The problem is not all about automobiles, of course. When we take a look at 2013 year-end data, we understand how serious the situation is. There are 5 million 134 thousand and 423 vehicles in total that haven’t got inspected on the road – 738 thousand and 361 pickup trucks, 1million 784 thousand and 233 motorcycles, 274 thousand and 967 trucks, 126 thousand and 642 minibuses, 48 thousand and 789 buses, 23 thousand and 96 special-purpose vehicles. perts, accrediting agency members, academicians and other stakeholders as well as the company representatives that provide vehicle inspection service in Germany attended the Quality Symposium. Corporate Development Director Emre Büyükkalfa represented TÜVTÜRK in the symposium, whose main themes were developing modern vehicle inspection systems, accountability and increasing traceability criteria. Having delivered a speech in one of the forums at the end of the symposium, Büyükkalfa answered the questions regarding the role of high-quality inspection and inspection audits in traffic safety and stated his opinions and approaches regarding the issues discussed in the meeting in question. TÜVTÜRK Keeps GrowIng n Having started additional channel construction at the stations in Çorlu in Tekirdağ, and Marmaris, Fethiye and Milas in Muğla; TÜVTÜRK keeps increasing the capacity of its stations. Y CM MY CY K The future Is electrIc vehIcles’ we will come across electric vehicles more of the in the near future. Starting off from this reality, TÜVTÜRK organized a workshop of information-sharing in Munich and Garching cities of Germany with the theme “Electric Vehicles and Their Inspection” in cooperation with TÜV SÜD and participation of Ministry of Transportation, Maritime Affairs and Communications officials. In the workshop, Ministry officials, TÜVTÜRK and TÜV SÜD shared information about electric vehicles inspection. İSTASYON M CMY n What the developments in automotive sector show us is that 66 C