Dedemi Ninemden Sordum

Transkript

Dedemi Ninemden Sordum
1
2
İÇİNDEKİLER:
Editörden/ Remzi Zengin
Bozlak/ Oğuz Karakaya- Hamit Önal
Veda /Neşat Ertaş
Âşık Kemalî Bülbül’ün Ardından/ M. Halistin Kukul
Asım Kispet’in Ardından/ Abdulkadir Güler
Anlatamadık Gül Yüzlüm/ Asım Kispet
Dedemi Ninemden Sordum/ Âşık Kemalî Bülbül
Postacı Bekir Emmi/ Bekir Altındal
Ömür Treni/ Remzi Zengin
Zelimhan Yakub’un Yaratıcılığında Karabağ Konusu/ Prof. Dr. İfrat Aliyeva
Ahıska Türklerinin Tarihi ve Kırgızistan’da Yaşayan Ahıskalılar/ Dr. Tayfun Atmaca
Azerbaycan Bizim Yüreğimiz/ Hasan Akar
Cennete Kaçan Ozan/ Mahmut Hasgül
Şiir Gülistanına Yolculuk/ Doç. Dr.Tamilla Abbashanlı
Sahayı Tefekkür/ İbrahim Sağır
Âşık Kaptanî’nin Sivas Konulu Şiirleri/ Dr. Doğan Kaya
Ağlama Can/ Mevlüt Uluğtekin Yılmaz
Tokat’tan Derlenmiş Bilmeceler/ Dr. Lütfü Sezen
Bu Şehir/ Ertuğrul Yaman
Milli Mücadele Yolunda 28 Yiğit ve Selahattin Tenekeci/ Sadun Köprülü
Bir Selama Değmedi/ Bahtiyar Vahapzade
Mülteciliğin Anatomisi/Abdulkadir Türk
Gün’âyan/ LeylaArsal
Güzel Türkçemiz/Cihat Taşkın
Abdullah Satoğlu’ndan Hoş Sadalar/ R. Mithat Yılmaz
Yerel Basının Dünü, Bugünü ve Yarını/ Nihat malkoç
Haberin Yok/Fahreddin Ziya
Niksar’da Sosyal Ve Kültürel hayatın İçinden Bazı Gelenekler/ Kutluhan saygılı
Bar Başlarken/ Yahya Akengin
Ağlayanlar/ Saffet Çakar
Birlik Ruhu/ Ebubekir Tahiroğlu
Ailenin Toplum Ve Dini Açıdan Değerlendirilmesi Üzerine/Neslihan Büyükhan
Gazel/ Fuzuli
Kapatmayın Gözlerimi/Nusret Kesemenli
Kadın daAğaçKimidir/Narıgül
Bir Nazar Et/Nihat Aymak
Aydınlattın Yüzümü/ Duran Turhan
Kafkas Ellerine/ Ahmet Divriklioğlu
İ’lay-ı Kelimetullah/Serkan Aktaş
Zindan/İlhan Kurt
Sorgusuz Sualsiz Sevdim/Gülten Ertürk
Bekledim/Ayşe Paslanmaz
Kelimelerin Dili-4/Edebiyatımızda Hayvan Motifleri/Muhsin Demirci
Niksarca/ M. Necati Güneş
Şiir Rüzgârı Yarışmasında dereceye Giren Şiirler
Kıyamet Tahlilleri/İlhan Önal
Bende Akşam Oluyor/Aysel Özpınar
Oğul/ Celaleddin Çınar
Yeni Çıkan Kitaplar
Etkinliklerimiz
3
4
5
13
14
16
18
19
20
23
24
27
36
45
46
47
48
52
53
57
58
62
63
65
66
67
69
72
73
77
78
78
79
81
82
82
82
83
83
84
87
87
87
88
92
93
95
98
98
99
100
EDİTÖRDEN:
Sizlerin desteği ile her geçen gün Türk Edebiyatı sahasında kendini kabul ettirerek 26.
sayısına ulaşan Kümbet Dergisi, Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin İLESAM koordinesinde
20-28 Eylül 2012 tarihleri arasında katıldığı kültür gezisi vesilesiyle Azerbaycan’daki etkinliklere
damgasını vurdu. Dede Korkut ve Azerbaycan ağırlıklı yayınlanan dergi her zamanki gibi
Azerbaycan Yazıcılar Birliği ve Ziyalılar Ocağında beklenen ilgiyi görerek konuşmalara da konu
oldu.
Bu sayımızda yine yurt dışından ve içinden değerli kalemler makale, yazı ve şiirleriyle
sizlerle buluştular. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ertuğrul Yaman, Osman
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tamilla Abbashanlı, Atatürk Üniversitesi Öğretim
Üyesi Yard. Doç. Dr. Lütfi Sezen, Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Doğan
Kaya, Ankara’dan TÜRKSAV Başkanı Yahya Akengin, Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, Dr. Tayfun
Atmaca, Bekir Altındal, Gülten Ertürk, Samsun’dan Halistin Kukul, Kerkük’ten Sadun Köprülü,
Trabzon’dan Nihat Malkoç, Elazığ’dan R. Mithat Yılmaz, Nevşehir’den Ayşegül Paslanmaz,
Kütahya’dan Asım Kısbet, Niğde’den Aysel Özpınar, Tokat’tan Remzi Zengin, Muhsin Demirci,
Mahmut Hasgül, Abdulkadir Türk, Serkan Aktaş, İlhan Önal, Kutluhan Saygılı, Hasan Akar, M.
Necati Güneş, Cihat Taşkın, Mehmet Güzel, Saffet Çakar, Leyla Arsal, İlhan Kurt, Ebubekir
Tahiroğlu, Ahmet Divriklioğlu, Mustafa Yazar yer alırken;
Azerbaycan’dan Bahtiyar Vahapzade, Fahrettin Ziya, Naringül, Nusret Kesemenli sizlere
1918’de Nuri Paşa kumandasında Bakü muharebeleri sırasında şehit olanların anısına dikilen Türk
Şehitliği’nden, Şehitler Hıyabanı’ndan seslenerek kardeş selamı gönderdiler.
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği yönetim kurulu üyesi ve dergimizin Genel Yayın
Yönetmeni, İLESAM Tokat İl Temsilcisi Hasan Akar ve İLESAM Denetleme Komisyonu Üyesi
Mahmut Hasgül merkezi Ankara’da bulunan Mehmet Akif ERSOY Düşünce Derneği’nin
kurucuları arasında yer alarak şehrimizde çalışmalara başladılar.
Dergimizde yazılan yazılara facebook sayfalarında KÜMBET ismiyle görsel bir şölen
tadıyla hayat veren, faal üyemiz Havva Arsal’a başarılı ve özverili çalışmalarından dolayı teşekkür
ediyoruz.
Azerbaycan
izlenimleri
ve
Azerbaycan’ın
bağımsızlığın
kazanmasındaki
başkahramanlardan 2.Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’in şahsiyeti ve mücadelesi Tokat Türk
Ocağında ve Tokat Güneş TV.’de Kültür Sofrası programında Remzi Zengin, Hasan Akar ve
Mahmut Hasgül’ün katılımlarıyla değerlendirildi.
Üyelerimizden Semra-Yusuf Meral çifti, Şems-i Sivasî adlı çalışmalarıyla Türk kültürüne
yeni bir eser kazandırdılar. Kendilerini tebrik ediyor, yeni çalışmalarını bekliyoruz.
Tokat’ta düzenlenen pek çok şiir etkinliğinde beraber olduğumuz derneğimiz üyesi Âşık
Ömer Altınsoy (1934-2012), Samsunlu Âşık Kemali Bülbül (1928-2012), Simav’dan değerli bir
dostumuz Asım Kısbet (1955-2012), Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş muzdarip oldukları hastalıktan
kurtulamayarak aramızdan ayrıldılar. Kendilerine Yüce Yaradan’dan rahmet, kederli ailelerine ve
edebiyat dünyamıza sabırlar diliyoruz.
Yeni tasarım, farklı imaj ve zengin kadrosuyla çıkmayı hedeflediğimiz 2013’ün ilk
sayısında buluşmak dileğiyle.
Remzi ZENGİN
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı
4
Oğuz KARAKAYA-Hamit ÖNAL
TÜRK HALK MÜZİĞİNDE BİR UZUN HAVA TÜRÜ OLARAK
BOZLAK
Orta Anadolu bölgesi ve Güney Anadolu Toroslarında yaşayan Yörük, Türkmen ve Avşar
oymaklarının daha çok kullandığı serbest ritimli (uzun hava) ezgiler gurubunda yer alan bozlaklar,
halkın bir anlatım ve ifade biçimi olmuştur. Orta Asya’dan başlamak üzere yaylak – kışlak hayatı
yaşayan bu göçebe halkın doğayla iç içe olmaları, acılarını, kederlerini ve isyanlarını yine doğaya
haykırmaları ‘bozlak’ kültürünü oluşturmuştur. Yapı itibarıyla melodi, ritim, ağız ve konu
bakımından son derece zengin ve sanatlı olan bu müzik türü Türk halk müziğinin en eski
türlerinden birisidir.
Bugün, Türk müziği devlet konservatuarlarında, üniversitelerin müzik bölümlerinde, THM
alanında dersler verilmektedir. Gerek teorik gerekse uygulamalı olarak yapılan bu derslerde
bozlak konusu ve bu türe ait örneklerin icrası da (ses ve sazla) yer alır.
Türk halk müziği nazariyatı içinde bozlak maddesi hakkında tanım, dizi, içerik ve
seslendirme biçimi konusunda ortak bir noktaya ulaşılamaması ya da mevcut tanımların bozlak
maddesi ve bozlak örnekleri (ezgisel açıdan) ile bütünüyle örtüşmemesi nedeniyle araştırmanın
problem cümlesi şu şekilde oluşturulmuştur:
“Türk halk müziğinde bir uzun hava türü olan bozlak, kelime anlamı, melodik yapı ve
konu bakımından bütünüyle tanıtılmakta mıdır?” Bu bağlamda, çeşitli kaynaklarda incelenen
bozlak tanımlamasından hareketle ortak bir tanıma göre çalışma çerçevelendirilmiştir. Bu konuda
Kültür Bakanlığı ve TRT Kurumu THM (ses – saz) sanatçılarının da görüşlerine başvurulmuş,
günümüze ulaşan bozlak ezgilerinin yer aldığı sesli kayıt örnekleri incelenmiş bozlakların kapsamı
ve içeriği belirlenmeye çalışılmıştır.
Bu araştırma ile Türk halk müziğinde ‘bozlak’ kavramının kelime anlamı, melodik –
ezgisel yapısı ve işlediği konulardan yola çıkarak karakteristik özelliğinin çıkarılması
amaçlanmıştır. Bu açıdan araştırma, bozlak kavramını bütün yönleriyle ayrıntılı biçimde ortaya
koyması, yapılacak yeni çalışmalara katkı ve destek sağlaması ile önem taşımaktadır.
1.1. Terim olarak bozlak
Bozlak kelimesi, Divan-ı Lügat-it Türk’de: “Bozladı, titir bozladı, dişi deve bozladı,
bağırdı, bozlamak” (Atalay, 1985, s.291) anlamında kullanılmıştır.
Aynı kelimeyi Özbek (1998), “Bozlamak, ses vermek, yüksek sesle feryat etmek, acı acı
ağıtlar söylemek”(Özbek, 1998, s.32) olarak açıklamaktadır. Dede Korkut, bozlak kelimesini
“Mere kız ne ağlarsın ne buzlarsın ağa diyü” şeklinde kullanmıştır (Özbek, 1998, s.34). Bu
tanımlamalar, bozlak kelimesinin Orta Asya kökenli olduğunu işaret etmektedir.
Bozlaklar daha ziyade, dağ ve oymak aşiretleri olan Yörük / Türkmen ve Avşarlarda
görülmektedir. Bununla birlikte, Türkmenlerin ve Abdalların iç içe yaşadıklarını, Türkmen
oymağının davul - zurna çalan abdallarının olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Bu sebeple,
Avşar ve Türkmen oymaklarına ait Abdallar, bozlak geleneğinin günümüze ulaşmasında önemli
bir rol üstlenmişlerdir. Köprülü, Abdallar hakkında şu bilgileri vermektedir:
Bugün Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendilerine Abdal adını veren ve hemen
umumiyetle göçebe halinde yaşayan zümreler vardır. Halk ve hatta Alevi halk arasında bu
göçebeler Çingene sayılırlar. Düğünlerde davul – zurna çalmakla geçinirler. İçlerinde âşıklıkla
yani saz şairliği ile şöhret kazanmış olanları vardır. Dilleri Türkçedir; Çingenece bilmezler ve
kendilerine Çingenelik isnadını şiddetle reddederler. Avşarlar ve Türkmenlerle başlayan bozlak
5
kültürü, sonraki dönemlerde bu boylarla etkileşimde bulunan Abdallar tarafından da benimsenmiş
ve günümüze kadar ulaşmıştır. Abdallar, âşıklık ve ozanlık geleneğini de çabuk benimsemiş ve
aralarından önemli halk ozanları ve âşıklar yetişmiştir. Alevi zümrelerine daha yakın olan
Abdallar, çeşitli meslek dallarıyla uğraşsalar da genellikle düğünlerde davul – zurna çalarak
müzisyenlik geleneğini günümüze kadar ulaştırmışlardır.
2. Materyal ve Metot
Bu çalışmada, Türk halk müziğinde uzun havalar içinde yer alan bozlağın kelime
anlamından başlamak üzere yerli ve yabancı araştırmacıların konuya yönelik tanımlamaları,
kaynak tarama ile elde edilmiş; sanatçı ve icracıların konuya yönelik görüşleri ise, nitel araştırma
yöntemlerinden ‘görüşme’ yöntemi uygulanarak alınmıştır. Bu görüş ve tanımlamalar üzerinde
içerik analizi yapılmış, elde edilen veriler, günümüze ulaşan bozlak örnekleri ile karşılaştırılmıştır.
Böylece bozlağın konusu, ezgisel yapısı, türleri ve icra – üslup tarzı gibi alt başlıklar araştırılarak
sonuçlara ilişkin önerilerde bulunulmuştur.
3. Bulgular ve Yorum
3.1. Yerli - yabancı araştırmacıların ve icracıların bozlak hakkındaki görüşleri ve
değerlendirilmesi
Adnan Saygun’un bozlak hakkındaki görüşleri şu şekildedir:“Uzun havalar konularına göre
isimler alırlar ve bunların her biri yalnız bir konuya ait olur. Bilfarz kahramanlık motifine mahsus
bir uzun hava mevcuttur. Bu motife ait manzumeler –tabir caizse- bu “kalıp” ile eda olunur. Bu
itibarla uzun hava melodilerinin her birini “kalıp” telakki etmek kabildir. Bilfarz kahramanlık
motifleri bozlak; rustai motifler Türkmenî, Divan edebiyatı tarzındaki yazılar “divani” (…)
Mezkûr kalıplar mıntıkalara göre değişir. Mesela, Niğde bozlağı ile Adana veya Erzurum bozlağı
arasında sadece isim ve karakter benzerliği vardır” (Saygun, 1963, s.60). Bu açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere Saygun, bozlağı bir kahramanlık motifi olarak düşünmektedir. Yiğitleme,
koçaklama ve isyan da diyebileceğimiz kahramanlık konulu bozlakları bu şekilde
adlandırmaktadır. Aygun’un; ‘Bozlak1’ adlı eserinin seyir ve konusu dikkate alındığında
bestecinin görüş ve düşünceleri daha iyi anlaşılmaktadır.
Bozlak
Padişahlar katlime ferman eylese,
Gene geçmem ala gözlü yar senden vay beni, beni
Cellatlar karşımda satır bilese,
Gene geçmem ala gözlü yar senden oy, oy, oy
Ol yedi yerimden vursalar yâre,
Cerrahlar derdime kılmasa çare vay beni, beni
Kemend-ü Bend-ile çekseler dâre,
Gene geçmem ala gözlü yar senden vay beni, beni
Saygun’un bu eserindeki sözün, isyan içerikli olmasından dolayı bir feryat ve haykırmaktan
söz edilebilir. Ayrıca, eserin melodik yapısı da bozlak karakterinde olup, inici bir yapıda
oluşturulmuştur. Kültür Bakanlığı Ankara T.H.M. Topluluğu sanatçılarından B. Bilge Tokel,
“Neşet Ertaş Kitabı” adlı eserinde bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Feryad etmek, haykırmak, ağlamak, sızlamak anlamlarına gelen bozlak kelimesi hem
Dede Korkut’ta, hem Divan-ı Lügât-it Türk’te, boz(u)lamak (ses vermek), boz(u)latmak
(böğürtmek) ve ağlamak, feryat etmek anlamlarında kullanılmakta. Bir Kırgız halk türküsünde
“botasın ölgen tüyüdey / bozlay bozlay kaldım men” (yavrusunu yitirmiş bir deve gibi bozlaya
bozlaya feryad figan içinde kaldım ben) denilmektedir. Eski bir Kazak halk türküsünde de kopuza
hitaben, ‘botası ölgen narday bozla kopuz’ (yavrusu ölen deve gibi bozula) söyleyişi ile
karşılaşmaktayız”. Tokel, bu görüşüyle bozlağın, acı, keder ve ağıt içerikli feryat etmek –
haykırmak anlamında kullanıldığını ifade etmekte, bu durum kelime anlamı ile de örtüşmektedir.
6
Bela Bartok, 1936 yılında Türk halk müziği üzerine araştırmalarda bulunmak üzere
Türkiye’ye gelmiştir. THM derleme çalışmaları için davet edilen Bartok, Türkiye’de üç hafta
kalmış ve on gün süre ile derleme gezilerine katılmıştır. Dolayısıyla, derleme gezisi birkaç yöre
(Çukurova) ile sınırlı kalmış, gezi sırasında karşılaştığı bozlak kelimesi hakkında da şu ifadeleri
kullanmıştır: “Sık sık karşılaşılan bu kelimenin (bozlak) anlamı belirlenemedi. İcracı, ezgiyi
(herhalde sadece güfteyi) kendisine yüz yaşında bir adamın, onu hatırlasın diye öğrettiğini, bu
parçayı kendisinden başka hiç kimsenin bilmediğini söyledi.
Seyhan’da bu ezgi Türkmenî adıyla biliniyor” (Bartok, 1991, s.176) Bela Bartok bu
görüşüyle bozlak hakkında pek bir fikir sahibi olamadığını belirtmektedir. Başka bir kültürden
gelmesi ve bozlağı açıklayamaması doğaldır. Hâlbuki bozlak başlığıyla notaya aldığı eser, seyir ve
yapı bakımından tam bir bozlak türüdür.
Ferruh Arsunar, bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Dağ ve oymak havalarının karakteristik bir örneği olan bozlaklar, tarz ve üslup itibarıyla
da muhteliftir. Herhangi bir konu ifadesi olarak söylenen serbest deyişin esas taraflarından birini
belirten bozlak tarzı, yiğitleme bozlak, güzelleme, harbi, yanık, ağıtlama, kerem bozlağı gibi
mevzularına söylenir ve her mevzuun ismini alırlar” Arsunar (1947), bozlağı kısaca tarif ettikten
sonra, sınıflamaya giderek ‘Avşar bozlağı’ ve ‘Türkmen bozlağı’ hakkında açıklamalar yapmıştır.
Arsunar, Avşar bozlağını şu şekilde tanımlamaktadır:
“Dağlı ve aşiret musikisindeki ağızın bir örneği olan bozlağın muhtelif tarzı olduğuna göre
buradaki tarz ise, yüksek Avşar ağıt bozlağıdır. Ağıt kelimesi de ilave edilince bir feryadın toplu
olarak ifadesini canlandırmaktadır”(Arsunar, 1947).
“Şehirlerin musiki terennüm hususiyetlerini belirten ‘maya’,’hoyrat’, ‘divan’ vs. gibi
tarzların karşılığı olarak bozlağı, terennüm tarzında, birçok kısımlara ayırmak mümkündür. Daha
ziyade dağlı ve aşiret ağzının bir örneği olan, buradaki verdiğimiz ‘Türkmen bozlağı’ ayrılığın
verdiği tahassürü önceden duyarak, bu duygusunu sevgiliye ifade etmektedir. Bu mevzuya göre
ayrılığın ağıtlamasını yapmaktadır ki ‘yanık güzelleme bozlağı’ olan bu tarz, bir topluluğun
terennüm hususiyetini belirten karakteristik bir duygu ifadesidir. Dağda, vadide geçit gibi tabiatın
arızalı ve yüksek iklimi olan yerlerindeki yaşayanlara mahsus olan bu tarz ve üslup, aynı zamanda
sert vahşi güzelliklerin yumuşak ve munis bir ifadesidir. Bu iklimlerde yaşayan insan, tabiattan
aldığı ilhamla coşarak duygusunu doğrudan doğruya yine tabiata gür ve sıhhatli sesiyle haykırır.
Çünkü onun yegâne yoldaşı tabiattır. Bu duygusuna karşı ondan, tabiatın vereceği cevaba karşı
olan kuvvetli inancıyla teselli bulur. Bu bakımdan bozlaklar ekseriyetle sazsız olarak söylenen
Türk tarzları ise de, cura, bağlama gibi küçük olan çalgı aletleriyle çalınıp söylenmesini esasa
daha uygun sayarlar. Bozlak tarz ve üslubuna engin yerlerde, ovalarda, sahillerde tesadüf etmek
mümkün değildir” (Arsunar, 1947).
Arsunar, bu görüşüyle bozlağı dağ ve oymak aşiretlerine mensup saymakta ve tabiatla iç
içe yaşayan bu aşiretlerin; acılarını, feryatlarını ve isyanlarını tabiata haykırmaları olarak
düşünmektedir. Bu tarz bir müzik türü ile göçebe halkın (Yörük Türkmen ve Avşarlar) dışındaki
yerlerde karşılaşılamayacağını belirtmektedir. Konu olarak; temelinde isyan, ağıt, yanık,
yiğitleme, acı, yanık güzelleme gibi konuları işlediğini belirtmektedir. Ayrıca bozlakları, Avşar
bozlağı ve Türkmen bozlağı olarak iki grupta ele alması, iki ayrı makam (ayak) dizisi üzerine
kurulmuş olan bozlakların sınıflandırılmasında yol gösterici olmaktadır. Bu konuya, ‘Bozlaklarda
ezgisel yapı’ bölümünde ayrıntılı olarak değinilecektir.
Yabancı müzikologlardan Kurt Reinhard ve Ursula Reinhard, 1955, 1956 ve 1963
yıllarında Türkiye’de araştırma gezilerine katılmış, bu gezilerle Güney Türkiye’nin halk müziği ile
ilgili incelemeler yapmışlardır. Böylelikle Kurt Reinhard, Bela Bartok’un çalışmalarını ve
görüşlerini değerlendirme imkânı bulmuştur. Kurt Reinhard; Bela Bartok’un, bozlak hakkındaki
görüşlerini şu şekilde ifade etmektedir:
“Oysa Bartok’un anlamını belirleyemediği bozlak; hiç şüphesiz, uzun havaya bağlı bir
türdür. Doğrusu, bozlak belirsiz bir kavramdır. Genel olarak denebilir ki, çoğunun güftesinde on
7
bir heceli dizeler bulunur, kesin bir yapısal biçimi vardır, konu bakımından da sevda türkülerini
andırır”
Reinhard, bozlağı bir uzun hava türü olarak sınıflandırmış, form ve söz olarak kesin bir
yapısal biçimi olduğunu belirlemiştir. Ancak, bozlağı sevda türkülerine benzetmiş olmasından, bu
konudaki gözlemlerinin eksik kaldığı söylenebilir. Palacı ve Şimşek (2001), bozlak hakkında şu
bilgileri vermektedir:
“Bozlaklar ve ağıtların Ankara divanında yeri vardır. Ama belli bir sıralaması yoktur. Saz
çalanın o anki ruh durumuna göre muhabbet havalarının aralarında ve oyun molalarında
söylenirdi. Konu olarak ölüm, hüzün, keder, acı olan bozlak ve ağıtlar sesi güzel olan insanlar
tarafından söylenir, insanların gönül telleri titretilirdi”
Emnalar (1998), bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir:“Birçok bölgede görülmekle
birlikle, özellikle İç Anadolu ve Güney Anadolu’da Toroslarda yaygın olan Avşar ve Türkmen
oymaklarına ait olan bir uzun hava türüdür”
“Türk Halk Müziği’nde bir uzun hava çeşididir. Daha çok Orta Anadolu’da söylenmekle
beraber, yurdumuzun diğer yörelerinde de rastlanır. Kelimenin aslı yakarış - haykırış anlamında
olan bozulamaktan gelir. Bozlaklar kavim ve boy adlarına göre; Avşar bozlağı, Türkmen bozlağı;
hayvan adlarına göre, kırat bozlağı, kent adlarına göre, Yozgat bozlağı, Kırşehir bozlağı gibi adlar
alırlar” (Say,1985, s.213), bozlağın kelime anlamını verdikten sonra bozlakları sınıflandırmıştır.
Burada, boy adlarına göre ‘Avşar bozlağı’ ve ‘Türkmen bozlağı’ olarak Arsunar’la aynı çizgide
görüş belirtmiştir. Bu görüş, bozlakların ezgisel yapısı dikkate alındığında kabul edilebilirken;
hayvan ya da şehir adlarına göre yapılacak bir sınıflandırmanın yanlış olacağı söylenebilir. Örnek
olarak; kırat bozlağı adıyla bilinen eser, ‘Aman Kıratım da Kalk Gidelim Haraphaneden’ adlı
bozlağa verilen isimdir. Dolayısıyla, kırat bozlağının bir sınıflama ismi olamayacağı söylenebilir.
Ses ve saz sanatçısı Musa Eroğlu, bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Bozlak, kelime anlamı olarak; bozulamak, sızılamak, (ama yakınmak değil), içinde isyan
olan bir türdür. Halkın sosyolojik yapısını anlatan bir müzik türüdür. İç Anadolu’daki düzene ve
olumsuzluklara bir başkaldırıdır. Doğu Anadolu’daki tam karşılığı olarak Hoyratlar var. Hoyratça
bağırmak, isyan etmek. Sonra her bölgenin coğrafik olarak bozlakları vardır. Bulundukları
coğrafyadaki sosyolojik değişime göre de müzikal yapı oluşmuştur. Kırşehir, Keskin, Çukurova
bozlakları gibi. Gâvurdağı havaları vardır, onlar da bozlak sınıfındadır.
Oradaki halkın sosyolojik ihtiyaç ve koşullarından kaynaklanan melodik yapısı bozlağı
oluşturur. Eğer bozlak, bozulamak ise, orada sosyal bir problem ve bir başkaldırı var demektir.
Doğudaki hoyrat ne ise, Çukurova’daki Avşar’da da bozlak aynıdır. Her ikisinde de başkaldırı ve
isyan vardır. Bozlaklarda, temelde bir başkaldırı olması kaydıyla sosyal konular da işlenmiştir.
Örneğin, Çukurova’nın sıcağını anlatan bozlaklar vardır. “Sarı Yaylam Seni Yaylayamadım Ala
Bahar Kar İken”. Burada, Çukurova’nın aşırı sıcağından ve sineklerin sebep olduğu sıtma
hastalığından dolayı duyulan bir isyan anlatılmaktadır.
Uzun havalar genellikle ‘yakınmayı’ işler. Bu tür uzun havaların bazıları melodik yapı
olarak bozlaklara yakın olduğundan bozlak olarak adlandırılıyor.
Ancak, melodik yapıları bozlak olsa da sözlerinde bir isyan (feryat - haykırma) yoksa
melodi ve söz bütünleşmediğinden dolayı bozlak olamaz. Mesela, Çekiç Ali’nin okuduğu ‘Everek
Dağı’ bu türdedir. Fakat Köroğlu’nun söylediği şeyler bize bir örnek olabilir. Köroğlu bozlak
söylememiş ama bozlağa koşut koşma söylemiştir. İçinde bir başkaldırı vardır. Kırşehir ile Keskin
arası çok yakın ama Keskin’de Avşar bozlakları var. Hacı Taşan Avşarlar için önemli bir
kaynaktır.
Muharrem Ertaş’da önemli bir ifade tarzı vardır. Hacı, “Avşar bozlağını” ilk öğreten
kişidir. Tam bir Avşar’dır. Teber değildir. Bozlak adı son elli altmış yıldır biliniyor ve
kullanılıyor. Daha önce yok muydu? Vardı. Avşarlar söylüyordu, onlardan da çalgıcılar öğrendi.
Herkes bulunduğu coğrafyada kaldığı süre içinde bu ağzı öğrendi. Çekiç Ali ve Hacı Taşan bunu
bize aktardılar” (Eroğlu, 2001).
8
Bir icracı olarak Eroğlu’nun, bozlakların konusu, melodik yapısı ve icra – üslup tarzı
hakkındaki görüşleri önem taşımaktadır. Sanatçı, bozlakların melodi ve söz unsurunun
bütünleşmesi gerektiğini, aksi halde melodik yapıda benzerlik olsa da her konunun bozlak
sınıfında değerlendirilemeyeceğini belirtmektedir. Bunun ayrıca bozlağın kelime anlamı ile de ters
düşeceği söylenebilir. Sanatçısı Gürbüz Sapmaz, bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Bozlak kelime anlamı olarak bozulamak, bozlamak’tan gelir. Bir uzun hava türüdür.
Bozulayarak söylemekten gelir. Ölüm, keder, askere gitmek gibi konuları anlatmak için ağıtlı bir
tarzda söylenir. Kırşehir yöresi ve çevresindeki bozlaklar ağızlarına göre tasnif edilmelidir. Avşar
ağzı, Türkmen ağzı ve Âşık Said ağzı. Ayrıca, Abdal ağzı yoktur. Bu ağız aslında Âşık Said
ağzıdır. Âşık Said, kırk kırk beş yaşına kadar beste de yapmış ki besteleri kendi köyünde
(Toklumen) hâlâ söyleniyor. Abdallar buradan öğrendiklerini çalıp söylüyorlar. Abdallar
Türkiye’nin her yerinde var. Bozlak çalabilir misiniz? Dediğimde, zeybek veya başka bir şey
çaldılar. Abdal ağzı diye bir tavır ve ağız olsaydı her bölgede bozlak dinleyebilirdik. Sadece
Şarkışla Abdalları bozlak biliyor ve söylüyor. Bu da, Kırşehir’den ve çevresinden öğrendikleri
içindir” (Sapmaz, 2001). Bir icracı olarak Sapmaz’ın bozlak icra biçimleri (üslupları) hakkındaki
görüşü dikkate değer bulunmuştur. Abdalların eskiden beri Avşar ve Türkmen oymaklarında
yardımcı olarak bulundukları, ozanlık ve âşıklık geleneğini çabuk benimsedikleri bilinmektedir.
Dolayısıyla, Sapmaz’ın, “Abdal ağzı diye bir tavır ve ağız olsaydı her bölgede bozlak
dinleyebilirdik” şeklindeki tezinin doğruluğu kabul edilebilir. Orta Anadolu bozlaklarının, yaşayan
en büyük icracısı olan Neşet Ertaş, Öner Özcan’la yaptığı görüşmede ‘bozlak nedir?’ Sorusuna şu
açıklamayı getirmiştir:
“Bozlak, feryattır, ağlamaktır, haykırmaktır. Hani birinin oğlu ya da kızı ölür, onu
tutmanın imkânı var mı? O insan bağıracak, yüreğindeki acıyı dışarı atacak, ağıtla aktaracak
yüreğinin acısını. Zaten bozlağın çıkış noktası bu tür acı hadiselerdir” (Özcan, 2001, s.117).
Ertaş’ın, babasının (Muharrem Ertaş) ölümü üzerine söylediği “Neyledin Dünya” adlı bozlak,
sanatçının görüşlerini yansıtmakla birlikte, bozlağın kelime anlamı, içeriği ve melodik yapısı
bakımından tam bir bozlak niteliğindedir.
3.2. Türk halk müziğinin ezgisel yapısı
Bozlakların Türk halk müziğindeki yerini belirlemek açısından, halk müziğinin ezgisel
yapısına göz atmamız gerekmektedir. T.H.M. ezgisel açıdan üç ana başlık halinde incelenir.
Ritimli (usullü) ezgiler (kırık havalar)
Serbest ritimli ezgiler ( uzun havalar)
Karışık (karma) ritimli ezgiler
3.2.1. Ritimli (usullü) ezgiler: Ölçüsü ve ritmi belli olan ezgilere denir.
Zeybekler, teke zotlatmaları, bengiler, güvendeler, halaylar, barlar, horonlar, kaşık
havaları, karşılamalar bu grupta yer alır. Ayrıca, kırık hava olarak da adlandırılabilir.
3.2.2. Serbest ritimli ezgiler: Ölçü ve ritim bakımından serbest olduğu halde, dizisi bilinen ve
içindeki seyri belli kalıplara bağlı bulunan ezgilere denir. Bozlak, maya, garip, kerem, hoyrat,
divan, kesik, yanık, müstezat, aydos, eğin, Türkmenî, kayabaşı, yüksek hava, gurbet havası,
arguvan, boğaz havası bu grupta yer alır. Ayrıca, serbest ritimli ezgiler ‘uzun hava’ olarak da
adlandırılabilir.
3.2.3. Karışık (karma) ritimli ezgiler: Hem ritimli (usullü) hem de serbest ritimli ezgileri
bünyesinde barındıran türkülerdir. Üç grupta incelenirler.
a- Ostinato ezgiler
b. Ayaklı serbest ritimli ezgiler
c. Kısa süreli (değişken) ezgiler (Emnalar, 1998)
Bozlakların, yapı itibarıyla serbest ritimli ezgiler grubunda yer aldığı görülmektedir.
Ancak, her uzun havanın bozlak sınıfında ele alınamayacağı söylenebilir. Bu sebeple, kelime
anlamından yola çıkarak, bozlaklarda konu, ezgisel yapı ve icra biçiminin ortaya konulması
yanında, bu türün diğer uzun havalar içindeki yerinin belirlenmesi gerekmektedir.
9
3.3. Bozlakların konu, keyir, geçki ve yapı bakımından değerlendirilmesi
3.3.1. Bozlaklarda konu ve söz
Bozlak, mana bakımından bozulamak, bozlamak, feryat etmek, haykırmak, bağırmak
anlamlarında kullanılmıştır. Doğayla iç içe yaşayan insanların (Avşarlar’ın ve Türkmenler’in)
acılarını, kederlerini ve isyanlarını yine tabiata haykırmaları bozlak kültürünü oluşturmuştur.
Bozlağın gerek kelime anlamı gerekse bu çerçevedeki ilk örnekleri, (bozlakların) konusu ve
melodik yapılarının nasıl olması gerektiği hakkında bizlere büyük ölçüde fikir vermektedir. Bu
noktadan hareketle bozlakların; ölüm, acı, keder, ayrılık, koçaklama ve temelde bir isyan olması
kaydıyla diğer sosyolojik konuları da içine alabileceği söylenebilir.
Bunun dışındaki konuların işlendiği uzun havaların, melodik yapı itibarıyla uygunluk
gösterse bile bozlak olarak değerlendirilemeyeceği, Eroğlu (2001) ve Ertaş’ın görüşleri
doğrultusunda söylenebilir.
3.4. Bozlaklarda ezgisel yapı
Günümüzde çeşitli kaynaklarda bozlaklar, klasik Türk müziğinde kürdi makamı ve dizisine
karşılık olarak gösterilmektedir. Buna karşılık, bozlakların melodik yapıları incelendiğinde ortaya
iki ayrı dizi çıkmaktadır. Bu dizilerden ilki ‘Avşar bozlağı’ dizisi olarak adlandırabileceğimiz
hüseyni - muhayyer çeşnisiyle karara giden bir dizi; ikincisi ise ‘Türkmen bozlağı’ dizisi de
diyebileceğimiz kürdi çeşnisiyle (kürdi dörtlüsü) karara giden bir dizidir. Bozlakların, kürdi
dizisine eşdeğer olarak gösterilmesinde, Türkmen bozlaklarının kürdi çeşnisiyle karara gitmesinin
etkili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iki farklı diziyi içeren bozlakların, sadece kürdi dizisi ile
tanımlanması bu konuda bir problem durumunu ortaya çıkarmaktadır. Bu ihtiyacı gidermek
bakımından, mevcut bozlak örneklerinden yola çıkarak iki farklı dizinin (Avşar, Türkmen bozlağı)
varlığından söz edilebilir.
3.4.1. Kürdi makamı
Kürdi makamının yapısı, oluşumu ve seyri hakkında Özkan (1994) ve Kutluğ (2000) şu
bilgileri vermektedir:
a- Durağı: Dügâh perdesidir. b- Seyri: Çıkıcı; bazen de çıkıcı - incidir. c-Dizisi: Yerinde kürdi
dörtlüsüne Neva’da buselik beşlisinin eklenmesi ile meydana gelmiştir. (kürdi dörtlüsü + 4.
derecede buselik beşlisi).d- Güçlüsü: Dörtlü ile beşlinin ek yerindeki Neva perdesidir; üzerinde
Buselik çeşnisi bulunur. e- Asma karar perdeleri: Kürdi dörtlüsünün bir tanini altında buselik
beşlisi vardır. kürdi seyri sırasında bazen Rast perdesine düşülür ki, bu buseliğin rast perdesindeki
şeddi olan nihavent makamına küçük bir geçkidir. Hatta bu arada nihavent dizisinin 6. derecesi
olan (küçük mücennep bemollü mü) ‘Nim Hisar’ perdesi de gösterilir. f. Donanımı: Si için küçük
mücenneb bemolü donanıma yazılır. g- Yeden’i: 2. çizgideki sol (Rast) perdesidir. Bazen Nim
Zirgüle de kullanılır. h- Seyir: Durak veya güçlü civarından seyre başlanır. Dizide karışık gezinip
güçlü Neva perdesinde buselikli yarım karar yapılır. Daha sonra yine bütün dizi ve istenirse
genişlemiş kısımda da dolaşılıp Dügâh perdesinde kürdi çeşnisiyle tam karar yapılır.
“III. Sultan Murad zamanında yazılmış olan Kitab-ı Musiki ve Edvar-ı Makamat’ta kürdi
adına rastlanmıyor. Şu halde makamın kürdi adını daha sonra almış olması icap eder. Buna
mukabil bu iki kitapta ve Zeynü’l –Elhan’da bu makamı ebi-selik veya ebu-selik makamı olarak
görmekteyiz. Lâdikli Mehmet Çelebi döneminde ebu-selik adı kürdi olarak değiştirilmiştir. O
zamanlar dahi az kullanılmış olan bu makam bugün adeta terk edilmiş, kullanılmaz durumdadır.
Çevresi dar olan kürdi makamı çıkıcıdır. Dügâh üzerindeki kürdi dörtlüsüne tiz tarafta bir buselik
beşlisinin eklenmesiyle hâsıl olmuştur. Bugün elimizde kürdi makamından çok az eser vardır.
Tanburi Refik Fersan, makamı canlandırmak için bir peşrev yapmışsa da musikiciler bu makamı
nedense pek kullanmamışlardır. Hâlbuki kürdiyi ecdadımızın Orta Asya’da çok severek
kullandıklarını tarihi kayıtlardan anlıyoruz. Makam genellikle Dügâh’tan başlar. Bir bayati seyri
gibi Neva perdesi etrafında dolaşır. Tiz tarafındaki Buselik beşlisinin üçüncü sesi olan Acem
perdesinde durmaz, bu perdeyi göstermez. Eğer Acem üzerinde fazla duruşlar yapılmış olursa
acem kürdi makamına geçki yapılmış ve asıl makamdan uzaklaşılmış olur. Kararın yeden perdesi
olan Rast perdesi kullanılarak sona ermesi seyri icabıdır. Yine karara doğru inerken Hisar perdesi
10
açılarak Kürdi perdesinin kullanılmasının kolaylaştırılması her zaman düşünülebilir. Makamın
belli bir genişlemesi yoktur. Dar bir çerçeve içinde seyirler gösterir. Kürdi makamı, donanımda
kürdi perdesi konularak gösterilir” (Kutluğ, 2000, s.159-160).
Yukarıda yapılan bu tanım ve açıklamalardan sonra, kürdi makamı hakkında şu özellikleri
sıralayabiliriz:
a- Seyri çıkıcıdır, karar (Dügâh) veya güçlü (Neva) perdesi civarından seyre başlar.
b- Acem perdesini pek fazla göstermez, genellikle Neva perdesi civarında seyre devam eder. Aksi
halde acem kürdi olur.
c- Yeden perdesi olan Rast (sol) perdesi ile karara gitmesi seyri icabıdır.
Bozlakların ezgi yapısındaki seyir, geçki ve karara gidiş biçimi incelendiğinde şu özelliklerle
karşılaşılır:
ı- Bozlaklar genellikle inici bir yapıya sahiptir.
ıı- Geniş bir ses alanı ve dizisi vardır
ııı- Seyre genellikle 8. ve 11. dereceler civarından başlar.
ıv- Bozlaklar inici bir yapıya sahip olduğundan, birinci derece güçlüsü tiz durak La (8. derece)
sesidir.
v- Bozlaklar iki ayrı ana dizi şeklinde oluşmakla birlikte, her iki dizinin kullanımında da çok sık
ve zengin geçkiler yapılır.
v.i. Avşar bozlağı
Bu grupta yer alan bozlaklarda kullanılan ses (perde) dizisi, muhayyer makamı dizisine
yakın olup, eserin seyri sırasında karcığar geçkisi başta olmak üzere çeşitli geçkiler
yapılabilmektedir. Ayrıca, bu gruptaki bozlakların, kürdi dörtlüsü ile karara gittiğini gösteren
örnekleri de bulunmaktadır. Avşar bozlağına örnek olarak; Muharrem Ertaş’ın seslendirdiği
‘Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri’ adlı eser gösterilebilir.
v.ii. Türkmen bozlağı
Bu grupta yer alan bozlaklar, seyre 8. ve 11. dereceler (la – re) civarından başlayıp, bu
bölgede hicaz ve uşşak dörtlülerini kullanabilmektedir. Bu türün en karakteristik özelliği olarak; 4.
derece (re) üzerinde hicaz dörtlüsü kullanıp karara yedensiz kürdi dörtlüsü ile gitmesi
gösterilebilir.
vı- Bozlaklar inici bir yapıya sahip olduğundan birinci derece güçlü la (8. derece) sesinden sonra
asma karar perdeleri sırasıyla 6. derece fa#, 4. derece ve 2. derece ‘si b’ sesleridir. Ayrıca bu
özellik sadece Avşar bozlakları için geçerlidir.
vıı. Türkmen bozlaklarının birinci derece güçlüsü yine 8. derece la sesidir. Diğer asma karar
perdeleri ise sırasıyla 6. derece fa, 3. derece do ve 2. derece ‘si b’ sesleridir. Bu belirtilen asma
karar perdeleri seyir esnasında, bozlağa karakteristik özelliğindeki kimlik perdeleridir.
vııı. Yedenli (sol) karar hiçbir Bozlakta kullanılmaz. Karara 2. derece ‘si b’ sesinden yapılan
trillerle gidilir.
Kürdi makamı ve bozlakların yapısı hakkında yapılan bu açıklamalardan sonra Kürdi
makamı ve dizisinin, bozlaklara neden eş değer ya da karşılık olarak gösterilemeyeceğini şu
şekilde açıklayabiliriz:
1. Herhangi bir makamı anlatmak ya da tarif edebilmek için dizi tek başına yeterli değildir. Başka
bir ifadeyle, makamı oluşturan aslında dizi değil, seyir ve geçkileridir. Buna örnek olarak hüseyni
makamı ve muhayyer makamını gösterebiliriz.
Her iki makamın dizisi ve arızaları aynıdır. Hüseyni makamı inici - çıkıcı iken, muhayyer
makamı tamamen inici bir makamdır. Bu sebeple sadece dizi esas alınarak bir makam karşılığı
şeklinde gösterilemez.
2. Kürdi makamının özellikleri incelendiğinde, makamın en başta ‘çıkıcı’ bir yapıya sahip olduğu
görülür. Oysaki bozlakların seyir yapılarına bakıldığında tamamen ‘inici’ bir yapı göze çarpar.
Sadece bu farklılık bile tek başına bozlak ve kürdi makamı arasında önemli bir fark olduğunu
gösterir.
11
3. Kürdi makamı, durak (dügâh) veya güçlü (neva) seslerinden başlarken; bozlaklar, sekizinci ve
on birinci dereceler civarından seyre başlar.
4. Bozlakların melodik yapılarının oluşturulmasında iki ayrı dizi kullanıldığından sadece ‘si b’
arızası alan bir kürdi dizisi ile ifade edilmemelidir. Ayrıca, bozlakların seyir esnasında yaptığı sık
ve değişik makamlardaki geçkiler kürdi makamında yoktur.
4.1. Sonuç
Türk Halk müziğinde bir uzun hava türü olarak bozlak kavramının, kelime anlamı, melodik
– ezgisel yapısı ve işlediği konu bakımından karakteristik özelliklerini ortaya koymak için yapılan
bu araştırma ile aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır:
1- Bozlakların konu bakımından ölüm, ayrılık, acı, ağıt ve temelinde isyan olan toplumsal
sorunları işlediği,
2- Melodik yapı itibarıyla, feryadı temsil edeceği için ‘inici’ bir seyir karakteri taşıdığı,
3- Bozlakların seslendirilmesinde ‘Avşar ağzı’ ve ‘Türkmen ağzı’ olarak iki farklı ağız
kullanıldığı,
4- Avşar ağzının kullanıldığı bozlaklarda, ‘Hüseyni’ ve ‘Muhayyer’ makamı dizisinin
kullanıldığı,
5- Türkmen ağzının kullanıldığı bozlaklarda, ‘Muhayyer Kürdi’ ve ‘Acem Kürdi’ makamı
dizisinin kullanıldığı,
6- Bozlakların, Orta Anadolu ve Çukurova Bölgesi başta olmak üzere yurdun çeşitli
yerlerinde görüldüğü,
7- Bozlağın kelime anlamından ve ezgi karakterinden yola çıkarak, bozlak yöresindeki
(Orta Anadolu ve Çukurova bölgesi) her uzun havanın bozlak olarak adlandırılamayacağı,
8- T.H.M. nazariyatıyla ilgili kaynaklarda bozlak kavramının, kelime anlamı, melodik yapı
ve konu bakımından ayrıntılı biçimde tanıtılamadığı, Sonuçlarına ulaşılmıştır.
KAYNAKLAR
Atalay, Besim (1985); Divan-ı Lügat-it Türk III, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Arsunar, Ferruh (1947); Anadolu Halk Türkülerinden Örnekler I, Ankara.
Bartok, Bela (1991); Küçük Asya’dan Türk Halk Musikisi, İstanbul: Pan Yayıncılık.
Emnalar, Atınç (1998); Türk Halk Müziği ve Nazariyatı, İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi.
Karakaya, Oğuz (2002); Türk Halk Müziğinde Bozlak Kavramı Üzerine Bir Araştırma,
Konya: S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Köprülü, Fuat (1989); Türk Halk Edebiyatı Araştırmaları I, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Köprülü, Fuat (1989); Türk Halk Edebiyatı Araştırmaları II, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Kutluğ, Yakup Fikret (2000); Türk Musikisinde Makamlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Özbek, Mehmet (1998); T.H.M. El Kitabı Terimler Sözlüğü, Ankara: A.K.M.Baş. Yay.
Özcan, Öner (2001); Neşet Ertaş Yaşamı ve Bütün Şiirleri, İstanbul: Simurg Yayınları.
Özkan, İsmail Hakkı (1994), Türk Musikisi Nazariyatı ve Usulleri Kudüm Velveleleri, İstanbul:
Ötüken Yayınları.
Palacı, Necmettin, Şimşek, Hüseyin G (2001); Ankara Türküleri ve Oyun Havaları, Ankara:
Vekam Yayınları.
Say, Ahmet (1985); Müzik Ansiklopedisi, Ankara: Başkent Yayınevi.
Saygun, Ahmet Adnan (1963); Rize, Artvin ve Kars Havalisi Türkü Saz ve Oyunları Hakkında
Bazı Malümatlar, Ankara.
Tokel, Bayram Bilge (1999); Neşet Ertaş Kitabı, Ankara: Akçağ Yayınları.
KAYNAK KİŞİLER
Eroğlu Musa, (2001); Kültür Bakanlığı Ankara T.H.M.Topluluğu, Ses ve Saz Sanatçısı.
Sapmaz Gürbüz, (2001);TRT Ankara Radyosu saz sanatçı
12
NEŞET
ERTAŞ
VEDA
Tükendi ömrümün çoğu gidiyor
Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi
Sevdiğim uzaktan seyir ediyor
Beni görüp bakınıyor el gibi
Geçti günler, yıllar, ömürse doldu
Giden gitti bilmem geri ne kaldı
Ömrümün baharı sarardı soldu
Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi
Veren, geri almak için gözlüyo
Her an her saniye beni izliyo
Garip bağrım için için sızlıyo
Sazımda inleyen sırma tel gibi
Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum
Ne kimseye küskün ne de dargınım
Bir ahu gözlüye candan vurgunum
Garip gönlüm kapısında kul gibi
13
ÂŞIK KEMALÎ BÜLBÜL’ÜN ARDINDAN
M. Hâlistin Kukul
O’nu, vefât ettiği gün -23 Eylül 2012’de- Büyük Câmi’de kıldığımız öğle namazını
müteakip, Samsun Kıranköy Mezarlığı’nda ebedî yolculuğuna uğurladık. Otuz yıla varan
dostluğumuz, sayısız hâtıralarla doludur.
Hemen hemen her
gün beraberdik ve beraber
olamadığımız günlerde de
mutlaka
telefonlaşırdık.
Yazmadığı
zamanlarında
bile, dâima düşünür, bir
şeyler
ortaya
koymaya
çalışırdı. İstişâreyi severdi.
Türk milleti ve Türkiye
sevdasıyla dolup taşardı.
Tamamını hece vezniyle
yazdığı şiirlerinde, Allah,
Peygamber, insan, vatan ve
bayrak sevgisi en hâkim
unsurlardı.
On beş sene oluyor,
bir
gün;
İlkadım
Belediyesi’nin
güney
cephesinden Bulvar’a çıkan
merdivenlerin
dibinde,
kolumdan
tutarak
beni
durdurdu. Bastonuyla işaret
ederek:
-Hoca bak, dedi, bir
gün emr-i Hakk vâki olduğu
zaman, şu yokuşun solundaki sarı ev var ya, duvarında Tepecik Sokak yazıyor, oraya gelirsiniz
dostlarla!
Ben, o sokağa çok çıktım. Ammâ, son çıkışım, ilk çıkışımdan birkaç gün önceydi (17 Eylül
2012) ki, O’nu ziyâret için İlkadım Belediye Başkanı Necattin Demirtaş, Yazarlar Derneği
Başkanı Ahmet Seven ve Şair-Yazar Ali Kayıkçı ile beraberdik.
Sahneleri ayağa kaldıran, bir ân olsun yerinde duramayan o heyecanlı insan, artık çok zor
konuşabiliyordu.
Altmış yıllık fedakâr eşi ve emekli öğretmen olan kızı yanı başında, her zamanki gibi
hizmetindeydiler. Ertesi gün (18 Eylül) kendisini telefonla aradım. Telefona kızı çıktı; iyi
olduğunu, gazetelerde yayınlanan resimlerinden memnuniyet duyduğunu ifade etti.
“Babam çok sevindi, dedi. Onlar benim adamlarımdır. Beni yalnız bırakmadılar/
bırakmazlar.” Diye konuştuğunu söyledi.
19 Eylül Perşembe günü öğlene doğru, yine telefonla, durumunu sormak istedim. Konuşup
konuşamayacağını sordum. Kızı, telefonu kendisine verdi:
-Nasılsın Kemalî Ağabey? dedim. Çok zor ve derinden çıkardığı cümleleri şöyleydi:
-Biraz… Biraz iyiyim! Aradığın için çok teşekkür ederim! Hepiniz sağolun kardeşim!
Unkapanı Mahallesi Tepecik Sokak’tan, Âşık Kemalî Ağabey’den duyduğum son
kelimeler bunlardı. Vefât ettiği gün, tâziye için gittiğimde, eşi: “Ölmeden önce, seni çok
sayıkladı!” dedi.
14
Sâdece Samsun’un değil, Türkiye’nin hattâ Türk Dünyâsı’nın da güzel âşıklarından biriydi.
Çileli ve çetin bir hayat sürdü ammâ mücadelesini hiçbir zaman bırakmadı. Kendisi hakkında,
Türk basınında en çok yazanlardan biri olarak söylüyorum; O’nun yerinde her kim olursa olsun,
yaşamakta zorlanır, her şeyden elini çekerdi. Bakınız, bu durumu, San’atının 50. Yılı
münâsebetiyle 06 Mayıs 1997 tarihinde yaptığım konuşmada -ki, bu konuşmam, Çağrı Dergisi’nin
451. Sayısında yayınlanmıştır- nasıl anlatmışım:
“Âşık Kemalî Bülbül, 1928 yılında Samsun’un Kavak İlçe’sinin Kozansıkı Köyü’nde
doğar. 1939 depreminde babasını ve birçok yakınını kaybeder. Annesi, bir başkasıyla evlenir. Bu
sırada Kemalî Bülbül on bir yaşındadır. İlkokulu bitirir ve Samsun’a gelir. Tahsiline devam
imkânı yoktur. Samsun’da “ Ali Baba Gazetesi”nde muhabirlik yapmaya çalışır.
Muhterem misafirler; işte bu noktada durup bir tespit yapmamız gerekiyor. Nedir bu
tespit? O zamanki Samsun ne bugünkü Samsun’dur; o zamanki Türkiye ne bugünkü Türkiye’dir.
Samsun 1924 yılında il olmuş takriben yirmi yıllık bir vilâyettir. Nüfusu 30-35 bin ya var veya
yoktur. Yâni bir kasaba görünümündedir. Dolayısıyla, tıpkı Kemalî Bülbül gibi, yaşamaya
başladığı şehrin de hiç imkânı yoktur. Kavak İlçesi’nin Kozansıkı Köyü’nden gelen ilkokul
mezunu çocuk denecek yaştaki birisi muhabirliğe başlamaktadır.
Sâdece bu kadar mı? Hayır! Âşık Kemalî Bülbül şiir de yazmaktadır. O kadar ki, henüz on
sekiz yaşında iken, bu şiirlerini (1946) yılında “ Kırık Sesler” adı altında kitap hâline getirecektir.
Evet; tahsili ilkokul, yaşı on sekiz ve imkânları sıfır denecek durumda bulunan bu genç insanın
maksadı neydi? Bunu çok iyi düşünmek ve ders almak lâzımdır.”
Geçen yıl -2011- benim de bir cephesinden el verdiğim ve Doç. Dr. Şahin Köktürk
tarafından hazırlanan “Samsunlu Âşık Kemalî Bülbül Hayatı Sanatı Şiirleri” adlı 417 sayfalık
kitap, bir vefa numûnesi olarak İlkadım Belediye Başkanı Necattin Demirtaş tarafından
bastırılarak fikir ve edebiyat dünyâmıza kazandırılmıştır. Bunun, sâdece Samsun için değil,
umûmî Türk Edebiyatı için de büyük bir hizmet olduğunu ifade etmeliyim.
O; hiç durmadan yazdı. Durmadan düşündü. Yılmadan çalıştı.“ Bizimdir” başlıklı şiirinde
şöyle diyor:
“ Mü’minler içinse, dünya ahret;
Türk’üz-Müslüman’ız, bu hak bizimdir…
Kur’ân övüdüdür, ilim-basiret;
Dünyada emsâlsiz, ahlâk bizimdir.
(.) Kemalî, haddin ne, bol bol istersin;
Ümidi Allah’a, bağlayan sersin.
Bülbül mü kesildin, halka ötersin,
Gökte ay-yıldızlı bayrak bizimdir!”
Âşık Kemalî Bülbül; ölmeden önce, ölümü yaşayanlardandır. “ Ağlayım” başlıklı şiirinde
bu hislerini şöyle ifade eder:
“ Ölürsem ağlayan olur mu bilmem;
Fırsat elimdeyken kendim ağlayım.
Belki de kabrime uğrayan olmaz;
Tutarken el ayak kendim ağlayım.
(.) Bülbül’üm anlatsam, duyan irkilir;
Yılların yükünü taşıyan bilir.
Eşim çocuklarım gelmezse bir bir,
Toprakta sinemi kendim dağlayım!”
Allah ü teâlânın rahmeti seninle olsun sevgili Bülbül’üm! Mekânın cennet olsun!
Duâlarımız seninledir!
15
Simav’lı Şair
AsIm KIspet’İn ArdIndan
Abdulkadir Güler
"Ben seninle tanıdım sevda denen duyguyu
Hayatımın anlamı oldun hala öylesin
Bülbül boşa çekmiyor hazan denen korkuyu
Döktüğü gözyaşını güllere sor söylesin "
Bu dizelerin sahibi Simavlı şair Asım Kısbet idi. Ne yazık ki o 'da şimdi yok aramızda.
Asım Bey, bu yalan dünyayı beğenmedi ve ayrıldı aramızdan. Hepimizin gideceği öbür
âleme bizden daha önce gitti ve "elveda" dedi... Alacağın olsun Asım Bey!!... Bize haber
vermeden nerelere uçup gittin? Bu nasıl bir şaka Asım Bey !!!!!
Simavlı şair Asım Kısbet’i Anadolu kentlerinde düzenlenen şairler şölenlerinde gördüm
ve tanıştım O'nunla tanışmamız şiir yolunda oldu... Ne yazık ki bu uçsuz, bucaksız şiir
yollarında nice arkadaşımızı kaybettik. Hani Halil Soyuer, nerde Ahmet Tufan Şentürk? Ya
Sadık Necati Ok? Ahmet Nadir Carer, Ahmet Kaya, Cem Karaca ve Barış Manço nerdeler? Daha
yakında Kırklareli'nden bizlere selam gönderen Yaşar Faruk İnal'ın ölüm haberini duyan, bilen
var mı? Ya Kerpiç Saray'ın şairi A. Rahim Balcıoğlu? O'nu da sessiz, sedasız öbür âleme
gönderdik. Ya Kahramanmaraşlı şairlerin şairi "HASANA MEKTUPLARIN" sahibi A. Rahim
Karakoç? " Mektup yazdım Hasan'a, Ha Hasan’a, Ha sana "diyordu imalı dizelerinde...
Geçenlerde gitti de hala dönmedi... Bu satırları Simavlı şair Asım Kısbet için yazacağımı hiç
tahmin etmemiştim, hatta hiç düşünmemiştim... Heyhat!!!...
Yanılmıyorsam ilk olarak onu Simav’da 1998 Mayıs'ında görmüştüm. Anneler günü
münasebetiyle birlikte şiirler okumuştuk. Şairler Şölenini Osman Karaaslan düzenlemişti. O
günlerde Ali Abdülkerimoğlu’da vardı aramızda. Daha sonraki yıllarda Kütahya’da, Isparta'da,
Bursa'da, Balıkesir’de, Aydın / Nazilli, Muğla / Bodrum'da, Didim’de, Kuşadası ve bizim Söke'de
bir araya gelmiştik. Yanılmıyorsam en son olarak geçen yıl 16 -20 Kasım 2011 tarihlerinde
Kırşehir'de hazırlanan 2. Uluslararası Âşık Paşa Şairler buluşmasında yine karşıma çıkmıştı.
Güleç yüzüyle beni kucaklamıştı, boynuma sarılmıştı. O sıcak anları asla unutmayacağım. Nedenli
sevecen, cana yakın bir insandı...
Doğrusunu söylemek lazımsa Asım Kısbet öyle ahım, şahım ünlü bir şair değildi. Amma
adam gibi adamdı. Üç şiir kitabını Türk edebiyatına kazandırmıştı. Yine kendisine "Ben şair
değilim, bana şair filan demeyiniz, ben sadece sizleri sevdiğim için buralara geliyorum." diyordu.
Yayımladığı bu şiirler kitabından dolayı böbürlenmiyordu. Sıcakkanlı idi, vefalı idi, arkadaş
dostu idi. paylaşmayı severdi. Tüm etkinliliklerde sanki bir ev sahibi gibi bizlere hizmet ederdi...
İnsanlara olan saygısıyla ünlenmişti...
Tek kelimeyle halkın adamı ve babacandı. Bütün şölenlerde hep ev sahibi gibi görev
yapıyordu. Hiç unutmuyorum, bir gün Kütahya / Domaniç'te yine beraberdik. Yatak yerimiz
biraz yeterli değildi. O daha önce odasını ve yatağını bulduğu halde sonradan, arkadaşların
bazıları açıkta kalınca
“Arkadaşlar ben şurada, salonda şuradaki divanda kalabilirim,
yatabilirim. Benim odama, yatağıma kim gelirse gelsin yerimi ona verebilirim "diyordu. Öylece
paylaşması seviyordu.
Onun vefat haberini bana Aydın'dan Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı şiir ve şairler
dostu sevgili Şükrü Öksüz boğuk bir sesiyle haber vermişti. O'nu daha yeni kaybettik. (11 Eylül
2012) günü aramızdan ayrıldı. Yanılmıyorsam bugün (12 Eylül 2012) öyle namazından sonra
Simav'da dualarla, sevenleriyle sade bir törenle sevdiklerinin ve hemşerilerinin omuzları
16
üzerinde toprağa verildiğini şair arkadaşı yine Simavlı şair Osman Karaarslan'dan öğrendik...
Sevgili Osman Karaarslan'ı hemen aradım ve başsağlığı dileğinde bulundum... Başka ne
yapabilirim can dostlar...
Simavlı şair Asım Kısbet'in şiirlerini çeşitli sanat ve kültür dergilerinde zaman zaman
okuyor ve izliyorduk. Ama daha önce de dediğim gibi, o şairden öte değerli, vefalı bir insandı.
Kadirşinastı, paylaşmayı sevendi.... Daha Türkçesi insan olarak adam gibi adamdı... Kibirli,
tepeden bakan değildi. Dergilerde, seçkilerde "yere bakan, yürek yakan " cinsinden değildi. Ben
şahsen böyle insanları asla sevmiyorum. Onlar için asla zarar diye bir şey düşünmüyorum, lakin
bahçelerinden bir çiçek bile koparmak asla istemem. Selam verir, lakin fazla da onlarla samimi
olmam... Ama sevgili Asım Kısbet bu gibi adamlardan değildi... O gerçek bir Anadolu insanı
idi... İşte bu satırları bunun için yazıyorum...
Yayımlanan şiir kitapları "Hüzün Yağmurları ", Simavlım, " Güllere Sor Söylesin" şiir
kitaplarıyla sanat ve kültür
edebiyatımızda
yer
aldı.
Yaklaşık çeyrek asır Simav
Belediyesinde
görev yaptı.
Daha çok, aşk, sevgi, dostluk ve
doğa üzerine şiirler yazıyordu.
Sevgi dolu bir insandı...
Şiirlerinin bir kısmı
ayrıca
bestelenmişti.
Şair
dostumuz
Asım
Kısbet'e
Allah'tan rahmet diler, dost ve
yakınlarına
baş
sağlığı
diliyorum. Onu her zaman
geride
kalan
şiirleriyle anacağız. Mekânı
cennet olsun. Sözlerimi onun
zaman
zaman
heyecanla okuduğu " Güllere
Sor Söylesin" şiirinden iki
dörtlükle bağlamak istiyorum.
Mekânı cennet olsun diyorum..
Tomurcuğumdun
benim
kıyamadım açmana
Açılıp ta etrafa mis kokunu
saçmana
Gözümden sakınırken uzaklara
kaçmana
Nasıl kahrolduğumu güllere sor söylesin
***
Hep dikenimi gördü o taptığım gözlerin
Hiçe saydın sevgimi zehir oldu sözlerin
Nevbahar olmadı mı hiç benimle güzlerin
Dört mevsim kokladığım güllere sor söylesin
Simavlı Şair Asım KISBET
17
...Gül yüzlüm..
Yürekleri çekilen çilenin
Harıyla yanan cana canlara........
ANLATAMADIK GÜL YÜZLÜM
Gül yüzlüm
Esir eder'dik
Gözyaşlarımıza
Tüm yalnızlığıyla geceleri
Aldırmazdık
Yaralı gönüllerimize
Batan pıtrak dikenlerine
Ama yine çözemedik
Düşlerimize vurulan prangaları
Ardımıza takar gelirdik
Umutlarımızı yitirmemek için
Yağmur bulutlarını
Nadasına bırakılan tarlada
Boy atan ayrık otları arasında
Unutulan vuslatın
Bir gün düş değil
Gerçek olacağını
Anlatamadık gül yüzlüm
Anlatamadık.............
Asım KİSBET
Gülyüzlüm
Sendeki sevgi
Bendeki sabır
Düşlerimize vurulan
Prangaları çözmeye
Yetmedi gülyüzlüm
Tozpembeydi
rüyalarımız
Yaşamın tutsak
edildiği
Zaman boşluğunda
Nice hicranlı günlere
Göğüs gerdiğimizde
Bedenlerimiz titrerdi
Umutlarımız pamuk
tarlasında
Amansız esen rüzgârın
önünde
Çilesini doldururdu
18
Dedemi
Ninemden
Sordum
Dedemi düşündüm şöyle kafamca
Kafkas cephesinde öldü dediler
Evlenmiş miydi ya büyük amca
O da Balkanlarda kaldı dediler...
Ninemi okşadım anlat be nine
Kaç sene yaşadın sen dedem ile
Doymadım torunum gençlik demine
Bu, şehit karısı oldu dediler...
Aklında kaldıysa tarif et dedim
Gözleri yaşardı durdu bekledim
Burma bıyıklıydı ceylan Mehmedim
Bayıldı, sarası geldi dediler...
Mehmet,Mehmet diyerek sayıklıyordu
Gelecek sanarak yol bekliyordu
Annem yanağına su serpiyordu
Dokunma, uyusun daldı dediler...
Zaten ulaşmıştı yaş ta yetmişe
Elli yıllık dulmuş bakın şu işe
Dedeme sadakat ahdi vermişe
Gülü gonca iken soldu dediler...
Kemali Bülbül’üm hilafım yoktur
Memleketimde böyle nineler çoktur
Vatan için ölmek bir emri haktır
Şehitler semaya doldu dediler...
Âşık Kemalî Bülbül
19
Bekir Altındal
POSTACI
ÖMER EMMİ
Her
gün
şehit
haberleriyle
kahrolduğumuz günlerden dünün
gecesinde Nurhan Buhan Girgeç
kardeşimizin Face’deki yazısından
öğrendik Sevgili Postacı Ömer
(Altınsoy) Emmi’mizin vefatını…
Bundan on yıl kadar önce:
Şeyhahmet Çamlığı’ndaki salın_
cakla ilgili yazdığı:
Elli iki yaşında salıncak
Bu kadar olur ancak
Yaş oldu elli iki
Çocuk olduk belli ki
Bir ömür böyle geçti
Sayarken bir iki
Dünyada bir oyuncak
Hayatta bir salıncak
Yüz yıl yaşanır ancak
İnsan öyle fani ki
Ömer’im oyun aklıma geldi
Ölüm aklıma gelmez
Bir gün mezar taşıma
Yazılır Hüvelbaki
Mısralarıyla tanıdım kendisini.
…
Çocukluğumuzun en güzel şarkı_
larından biridir:
Bak Postacı Geliyor
Selam veriyor
Herkes ona bakıyor
Merak ediyor
Diye başlayan,
“Yarın yine Gelirim”
20
sevinçli haberlere
muhatabıyla sevinir.
yine
İşte Zile’nin vefakâr
ve cefakâr postacılardan
birisiydi Emekli Postacı
Ömer Emmi. Yani bizden
biriydi…
…
Diye devam eden şarkıdaki
gibi, genç yaşında başladığı
postacılıkta, önce yıllarca
atlı postacı olarak köy
yollarında,
sonra
da
Zile’nin
eski
Arnavut
kaldırımlı
sokaklarında
yazın
sıcağında,
kışın
yağmur, çamur, kar ve
tipisinde, hep aynı saatlerde
görevinin başında bizler
için
çalıştı.
Çocukluğumuzda, bizlere
mektup
gelmeyeceğini
bilsek de yine de bizi
heyecanlandıran
fedakâr
postacılarımız, ailemizden,
çıkmaz
aralığımızdan,
sokağımızdan,
mahallemizden
biriydi
sanki.
Gerek
köylerde
gerekse şehirde okuma
yazma oranının çok düşük
olduğu 1950’li, 1960’lı
yıllar. Postacılar, getirdiği
telgraf,
mektup,
para
kâğıdını evlere, analara,
dedelere, babalara teslim
eder. Ancak pek çoğunun
okuma yazması yoktur.
Telgrafı da mektubu da,
asker mektubunu da, para
kâğıdını da, göndereni de
yine rica üzerine onlar okur
erinmeden,
üşenmeden,
gocunmadan.
Mektupta
telgrafta
yazan
acı
haberlere
muhatabıyla
birlikte üzülür, iyi ve
Zile ile ilgili kitap çalışma
ve araştırmalarımıza devam
ettiğimiz 2000’li yılların
başlarında
bazı
dostlarımızın tanışmamızı
istemesinin ardından birkaç
kere
bir
yerlerde
sohbetimiz
oldu.
Bu
sohbetler
sırasında
yukarıdaki
şiirinin
hikâyesini, Torun Ömer’i
Şeyhahmet’teki salıncağı,
bu salıncak bağlamında
hayatın hem önemini hem
de faniliğini bir arada
anlattı bizlere.
Evine gittim bir yaz
tatilinde, düğün, nişan,
sünnet
davetiyelerinden
koleksiyonunu,
şiirlerini
kaydettiği
defterini,
anılarını, hatıralarını açtı o
gün nur yüzü ile.
Daha sonraları her
yaz tatilinde Postacı Ömer
Emmi’yi arar olduk. Yine
bir yaz birlikte Asri
Mezarlık’ta,
Turhal
yolundaki
Erenler
Mezarlığı’nda eski yazılı,
tarihi değeri ve özelliği
21
olan mezar taşlarını ortaya
çıkarmaya, fotoğraflamaya
çalıştık. Seyyid Derviş’in
Yatırlar Destanı’ndan üç
yüz sene sonra yazdığı Zile
Evliyaları
şiirindeki
evliyaların
mezarlarını
dolaştık.
Emeğini
esirgemedi Zile için.
Daha sonra da aynı
işlemi
mezar
taşlarını
otların arasında su ile
temizleyerek
Sevgili
Hocam Bekir Aksoy ile
tamamladık.
Tokat Alperenleri
kitabının yazarı sevgili
arkadaşım Mehmet Emin
Ulu’nun
Zile
ve
köylerindeki çalışmalarında
yanında hep Postacı Ömer
Emmi oldu.
Zaman içinde bize
verdiği “Yaş Elli İki, Zile
Evliyaları, Zile, Zile’nin,
Eski
Panayır
isimli
şiirlerini
Cumhuriyet
Dönemi
Zile
isimli
kitabımızı çıkaramadığımız
için
yayınlayamadık.
Ancak Sevgili Mehmet
Yardımcı
Hocamızın
çıkardığı
Zile
Şiirleri
kitabına
göndererek
yayınlanmasına
vesile
olduk.
büyüklerimizi
ziyarette
hatırlarını sormada gevşek
davranıyoruz. Sonra da iş
işten geçiyor…
2009 yılı Kasım ayında
TRT Avaz Kanalı’nın
“Anadolu’nun
Sıcak
Yüzleri” programı için
Sevgili
Necmettin
Eryılmaz’ın haber vermesi
üzerine Zile’ye çekimler
için gittiğimizde, program
akışı içinde Postacı Ömer
Emmi’yi de en başta
düşündük.
Emeğini
esirgemedi. O programda
bize Recai Ataolur’un
“Semaver Destanı’nı def
eşliğinde nefis bir şekilde
seslendirdi.
Bize zaman içinde
anlattığı bazı menkıbeleri,
önemli
anekdotları
ajandamızda
halen
durmakta. Yeri geldiğinde
yayınlayacağız.
Hiçbir
zaman emeğini esirgemedi.
İlerlemiş yaşına rağmen
samimi inanç sahibi, enerji
dolu idi.
Geçen yazın Zile’ye
gitmemde
Sevgili
Necmettin’e sorduğumda
hasta ve İzmit’te olduğunu
söylemişti. Görmek istedi
isek de nasip olmadı. İhmal
mi? Hayatın baş döndürücü
koşuşturmacası mı? Ne
derseniz deyin dostlarımızı,
Etti rıhlet eyleyip azm-i
bekâ
Menzîlin Firdevs ede Bâri
Hüdâ
(Bulunduğu yerden göç
etmeye karar verdi.
En güzel şekilde yaradan
Allah konak yerini cennet
etsin)
Külli
Şey’in
hâlikün
hükmü erip
İrci’i emrine etti iktidâ
Dün gençliğinde, postacılık
görevinde,
çocukluğumuzda,
delikanlılığımızda
beklediğimiz
acı
tatlı
haberleri,
telgrafları,
mektupları “Bak postacı
geliyor”
isimli
çocuk
şarkısıyla
hafızamıza
kazınmış bir şekilde getiren
Emekli
Postacı
Ömer
Emmi’nin
78
yaşında
ebediyete intikal ettiği
haberini bize, günümüzün
postacısı internet denen
çağın teknolojisi dün gece
saniyede bütün dostlarına
sevenlerine duyurdu.
Samimi bir Zile
sevdalısı, şair bir şahsiyet
olarak
hafızalarımızda
yaşatacağız
ömrümüz
oldukça.
Yozgatlı Hüzni’nin, Zileli
Bayramoğlu Hacı Halil’in
vefatında yazdığı şiirinin:
22
(Hüküm O’nundur ve
nihayet
O’na
döndürüleceksiniz”
kararına erip
Geri dönme emrine uydu)
İki mısrasını burada Postacı
Ömer Emmi için de vererek
Yüce Mevlâ’dan, mekânını
cennet
eylesin
temennimizle noktalıyoruz
yazımızı…
ÖMÜR TRENİ
Uzun, kara bir katar
Altmış vagonlu kadar
Büyük bir hızla akar
Geçti ömür treni
Yüce dağları aştı
Nice tünelden geçti
Sonunda düze erdi
Geçti ömür treni
Çok hızlı gidiyordu
Makinistini yordu
Şimdiyse artık durdu
Geçti ömür treni
Artık gelmez islimi
Düşünüyor teslimi
As duvara resmini
Geçti ömür treni
Nice yolcular bindi
Nice yolcular indi
Düşün, son inen kimdi
Geçti ömür treni
Rengi sarardı soldu
Şimdi miadı doldu
Artık müzelik oldu
Göçtü ömür treni
23
Prof.Dr. İfrat Aliyeva
Bakı Devlet Üniversitesi,
Çağdaş
Azerbaycan
Bölümü,Öğretim Üyesi,
Bakı, Azerbaycan
Edebiyatı
AZERBAYCAN’IN ÜNLÜ ŞAİRİ
ZELİMHAN YAGUB’UN YARATICILIĞINDA
KARABAĞ KONUSU
1980. yıllarda Azerbaycan adlı güzel bir
diyarın başı üzerinde kara bulutlar dolanmaya
başlar. Senelerce susturulmuş Azerbaycan gerçeği
bütün açıklığı ile yüze çıkıyor. Nankör komşumuz
Ermeniler eski düşmanlıklarını yeniden ortaya koyar.
Onlar
Azerbaycan’ın
yeraltı, yerüstü
servetini elinden
çıkarmak
istemeyen
Ruslarla
birleşerek
Karabağ’ı
hıyanet yoluyla
işkâl
ederler.
Azerbaycan
nüfusunun her
yedi insanından
birinin talihine
göçkünlük
düşer.
Şiirlerinde Azerbaycan’ın sevincini, güzel
günlerini dile getiren ünlü şair Zelimhan Yagub’un
şiirleri yerini dert, kedere bırakır. Şiirler tümüyle
mateme bürünür. Şair şiirlerinde Azerbaycan’ın
bugünkü tarihi faciasının köklerini bulmaya çalışıyor,
o bu facianın nedenlerini cevap veriyor, öğrenmeye
çalışıyor. Z. Yagub bu işte olanlara sorular soruyor.
Ama suçlular şairin bu önemli soruları karşısında
dilsizleşiyorlar, ne deyeceklerini, kendilerini nasıl
savunacaklarını bilmiyorlar. Şair sorulara kendisi
cevap veriyor. Diyor ki, “bu uğursuzluğun nedeni
güçte, kuvvette, kılıçta değil, hilekârlıktadır” (1) Bu
gerçeği anlayan şair “demirden çarık giyiyor, demir
asa alarak tarihe seyahate çıkıyor. Mevlana’nın
24
dediği gibi, “Hangi makama çıktımsa karşımda
Türkmen hocası Yunus Emre’yi buldum”.(2). Z.
Yagub, Yunus’un yolundan gidiyor. Zamanın ve
tarihin zorlu sorularına cevapları da Y.Emre
helâlığında, Y.Emre felsefesinde arıyor, buluyor.
Diyor
ki,
“Milli
değerlerin ebediliğini,
onların baba, ecdat,
Yesevî,
Yunus
kökenini, başlangıcını
“Yunus
Emre
destanı”nda Z.Yagub
yeniden
hatırlatır,
ananelerin
diriliği,
ideasını övüyor” (3).
Azerbaycan
halkının
20.yüzyılın
sonlarında
başına
gelen felaket, Karabağ
Savaşı
ile
ortaya
çıkıyor.
Yurttaşlarımızın bin bir
belaya düçar olmaları
şair
Z.
Yagub’un
yaratıcılığında kaleme
alınıyor. 80. yılların sonu ile 90. yıllarda
Azerbaycan’ın hayatında öyle önemli içtimai,
siyasi, milli, manevi ve psikolojik olaylar yoktur
ki, Z.Yagub’un eserlerinde ifade edilmesin.
Özellikle, 1990. yılarının 20 Ocağında olayı
Z.Yagub kalemiyle okuyuculara takdim etmiştir.
Şair, üç renkli Azerbaycan bayrağını alarak
Şehitler Hıyabanı’na gidiyor:
Bu gün kara giyinmişim, kara günümdür benim,
Dünyayı yerinden oynatır ahım, ünüm benim.
Şehitler Hıyabanı kıblem, yönümdür benim,
Kendi derdimi çekmesem, özgeler derde kalmaz.
(4)
Şairin gazabı yeri, göğü inletir, o suçluları
itham ediyor:
Hain belli, tarih şahit, amaç aydın, fikir kati,
Zaman özü hâkim olar, bağışlamaz hıyaneti.
Yüz perdele, yüz sıva, örtmek olmaz cinayeti,
Hakk haksızlığın ağasıdır, şehitler yatan yerde
Z.Yagub 90. yıllarda şiirlerinde sevgi, doğa,
vatan konusu, yerini siyasi konulara bırakır. Şairin
90. yıllarda basılmış “Ziyaretin Kabul Olunsun”
(1991), “Şair Hayatı” (1995), “Bir Eli Toprakta, Bir Eli
Hakta” (1997) kitaplarındaki şiirlerde içtimai, siyasi
mazmun daha güçlüdür. Z.Yagub, kendi manevi
dünyasına, hisler ve duygular âlemine kapılır.
Duygusal problemlerini, dertlerini, ağrı ve acılarını
şiirleriyle dile getirir.
O, bu derdi yana yana yaşıyor, lakin bu
dertler şairin iyimser ruhunu kıramıyor. Z.Yagub
derdin gözüne dik bakıyor:
Vatan, bir de başın üste kara bayrak takılmasın,
Dedem Korkut bayrak olsun, kara dağın yıkılmasın.
Şehitleri veren halkım, koy yüreğim sıkılmasın,
Şehidi olmayan toprak kalır ayaklar altında (5)
Bu dert, gam içerisinde Z.Yagub hakikatin
zaferle sonuçlanacağına inanıyor:
Ordusunda alay-alay kurşun olsa da,
Her kuruşunun bir alıcı kuşun olsa da,
Şerrin sesi karışamaz hakkın sesine,
İnanırım hakikatin tantanasına. (6 )
Bu sayısız, hesapsız dertlerin içinde kavrulan
şairin yarına, geleceğe umudu yok olmuyor, doğma
halka, ana diline olan sevgisi daha da derinleştiriyor:
“Enelhak bayraklı, “hayret” im
Mısırı kılıcım tek keserli dilim.
Naralı, lehçeli sesli, sedalı,
Şiirli, şarkılı, eserli, dilim.
Z.Yagub, yıllar geçtikçe kalemine daha fazla
ilhamla sarılır, yaranmış durumda yaratıcılığını
savaşa, masasını sengere, kalemini silaha çevirir,
kendisini er sayıyor:
Kalem silah, masa senger, ben er,
İnanmışım, inanıyorum kaleme.
Dosta mektup, yara yazı talihim,
Ağ kâğıda kara yazı talihim.
Bu yolların kar ayazı talihim,
İnanmışım, inanıyorum kaleme (7)
Z.Yagub’un
şiirlerinde
olduğu
gibi,
mesnevilerinde de keder vardır. “Göyçe Derdi”,
“İnsan” v.s… Mesnevilerinde kayıp edilen yerlerin
talihine, halkımızın kederli tarihi talihine kalben
25
yanıp-yakılan şairin yürek acıları şöyle ifade
edilmiştir:
Bana neler vermedi asrın en son yılları,
Gözüme yaşı, saçıma karı verdi.
Her köye, her şehre bir şehit mezarlığı,
Her eve, her ocağa şehit mezarı verdi.
Tarih bana ne verdi; -Ağrı, işkence, kazap.
Kanın sellere döndü, elden Hocalı gitti,
Şuşa elden gidende uzun dilim kısa
Sözümün, sohbetimin şerbeti, tadı gitti (8)
“Şair Harayı” mesnevisinde şairin de
yarasına tuz basılmış, göğsüne köz basılmış, ulu
bir memleketin zorlu ağrıları, kara bulutlar
oynaşan, toprağı düşman tapdağında kalan,
çölleri şehit kanından renk alan, deniz gibi
kabarıp çekilen, yayık gibi çalkanan, hala da yağ
üste çıkıp, ayranı ayran olmayan, ölüm kalım
arasında
çırpınan,
dâhilden
parçalanan,
kenardan sökülen Azerbaycan’ın talihi hakkında
duygu yüklü, dumanlı-gümanlı düşünceler,
itiraflar, ağrı, azap bu eserde dikkatimizi
çekmektedir. (9)
Bu gece rüyama girmişti Şuşa,*
Cabbar* ağlıyordu, Han* ağlıyordu.
Dönmüştü kanadı kırılmış kuşa,
Karabağ baştanbaşa kan ağlıyordu.
Tarihi hıyanetliklerin sarsıntılarını şair
kendi varlığı, kalbi ile yaşıyor, eli dünyadan
yüzülen şair kendini suçluyor:
Bu ne tür kalemdi Laçın* elden gidende,
Yıldırıma çevrilip, alışmadı, sönmedi,
Kırılanda Hocalı, verilende
Yağıların başında şimşeklere dönmedi. (10)
Bu ümitsizlik geçicidir. Birbirini takip
eden tarihi olaylara, yaralara bakmayarak şairin
lirik kahramanı kendinde kuvvet buluyor, onun
büyük ve sarsılmaz zafer azmi i her zamanki gibi
yücedir.
Şairin fikrince, halkın bu zorlu gününde
onun evlatları silaha sarılmalı, mısraları, sözleri
silaha, mermiye dönüp savaşa gitmeli, şairler
halkı ruhlandırmalı, seferber etmelidir:
Hakkın var baş olup başta durmağa,
Kaldır memleketi ayağa şiirim.
Mısralar meydanda mermiye dönsün,
Kelimeler kurşuna, tarağa şiirim.
Şimdiden iyice hesabını çek,
Yerimiz, yurdumuz bilinmeyecek,
Lekemiz tarihten silinmeyecek.(11)
Hakk’a doğru giden yolda
insanın dâhilindeki manevi çağırış şairi
öyle bir doruğa götürür ki, bu noktada
insanın “Bir eli toprakta, bir eli hakta”
kalıyor. Şair daima yollardadır. Bir
ayağı İstanbul’da, bir ayağında Tebriz,
Tahran, Mekke, Medine, Pekin,
Şangay’dadır. Z. Yagub, gittiği
ülkelerde Azerbaycan’ı hakk sesini
dünyaya duyurmaya çalışıyor. Onun
şiirlerinden doğduğu vatan toprağı
güzel Borçalı boylanır, bu şiirlerde Batı
Azerbaycan’ın en füsunkâr bölgesi
Göyce’nin hüznü, kederi görünür. Bu
şiirlerde düşman elinde olan Şuşa
kanlı gözyaşı döküyor, Laçın, Kelbecer
haray
koparır,
Hocalı’nın
ahnalesinden gökteki kuşlar kanat
salıyor. Z. Yagub, Karabağ adlı vatan
derdini yüreğinin kanıyla mısralara
döküyor. Karabağ azat olmayınca şaire
rahatlık yoktur. Deha sanatkâr
Mehmet Aras’ın dediği gibi, bir gün
uyumuş volkan püskürecek, Karabağ
düşman zulmünden azat olacak. O gün
çok yakındadır.
*Şuşa: Karabağ’ın Başkenti,
*Cabbar, Han: Karabağ’ın dünyaca
ünlü sanatçıları
*Laçın: Karabağ’ın en eski, güzel
kentlerinden biridir, Ermenistan’la
Karabag’ın sınırında yerleşmiştir.
Kaynakça:
1. Zelimhan, Yagub (1995), Şair
Harayı, Bakı, s.476
A.G.E. s.476
A.G.E. s.477
Zelimhan, Yagub (1995), Ziyaretin
Kabul Olunsun, Bakı, s.6
Zelimhan, Yagub (1995), Ziyaretin
Kabul Olunsun, Bakı, s.16
A.G.E. s.23
A.G.E. s.58
A.G.E. s.15
Zelimhan, Yagub (1995), Şair Harayı,
Bakı, s.3
A.G.E. s.75
A.G.E. s.55
26
Dr. Tayfun ATMACA
AHISKA TÜRKLERİ’NİN TARİHİ VE
KIRGIZİSTAN’DA YAŞAYAN
AHISKALILARIN
PROBLEMLERİ
Atabeyler Ailesinden olan sonuncu Ahıska Paşalarından Server Bey.
(Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.)
27
Bugün dünyada Türk
kültürü ile ilgili bir araştırma
yapmak istesek, pek çok
değişken içinde belirli bir
eleme yaparak bu durumu
değerlendirmemiz gerekir.
Çünkü
modern
araştırmacılar
bile
Türk
kültürü ile ilgili araştırmaların
başlangıcı konusunda farklı
düşünceler
ileri
sürmektedirler.
Bu
araştırmacıların
bazıları; Türk kültür tarihini
ağırlıklı
olarak
yerleşik
yaşama
geçmiş
imparatorluklarla başlatırlar.
Göktürkler her ne kadar
başlangıç noktası olarak kabul
görse de, asıl kayda değer ve
araştırmacıların ilgisini çeken
kültür
sahası
Uygur
Türklerinin
o
dönemde
oluşturdukları
büyük
medeniyettir. Yerleşik hayata
geçişle beraber medeniyet
alanında
meydana
gelen
gelişmeler kültürel gelişimi
hızlandırmıştır.
Akademisyenlerin
bu
yaklaşımında haklılık payı da
yok değildir, çünkü yerleşik
yaşamın
getirdiği
kolaylıklarla birlikte mimari
gibi maddi değerlerin yanı
sıra manevi açıdan da büyük
bir zenginlik elde edilmiştir.
Ortaçağ boyunca bu
zenginliğin artarak devam
ettiğini söyleyebiliriz. Ticaret
ve şehircilik bu gelişmenin
uzun
asırlar
boyunca
gelişmesini
sağlamış
ve
çevresindeki kültürleri de
etkileyerek, o medeniyetler
üzerinde de kalıcı izler
bırakmıştır.
Ancak
bazı
akademisyenler ise, Türk
kültür tarihini çok daha
öncelere götürürler. Eğer bir
topluma has yaşam şeklinin
oluşabilmesi için binlerce yıl
gerektiğini göz önüne alırsak
bunda haksız da sayılmazlar.
Bu
yüzden
bazı
akademisyenler geçmişimizi
ilk imparatorluk olan Hunlarla
Ahıska-Adıgül Folklor Grubu (1920).
(Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve
Soykırımlar kitabından alınmıştır.)
28
başlatırlarken (Diyarbekirli,
1970), bazıları bunu kuzey
Asya’da
ilk
kültür
oluşumlarından
olan
Andronovo’ya
kadar
götürmektedirler.
(Ögel,
1991, 7)
Gerçekten de bozkır
tarihinin önemli bir bölümünü
Türk soylu halkların yarattığı
siyasi
oluşumlarla
değerlendirilebiliriz.
Moğolistan’dan, Macaristan
içlerine kadar uzanan Avrasya
bozkır kuşağında, adı bilinen
ilk
Türk
topluluğu
Kimmerlerdir. (Tahran, 1970,
24)
M. Ö. 1200’lerin
başında güney Sibirya’dan
başlattıkları bir göç, tarihin
Avrasya için kayıt ettiği ilk
büyük göç dalgasıdır ve
bugün
Kafkaslar
olarak
bilinen dağ silsilesine kadar
ulaşmıştır.
İşte o günden beri
Orta Asya ile Anadolu
arasındaki ilişkiler sadece
ticari değil, demografik olarak
da sürekli bir şekilde devam
etmiştir. Bugün pek çok
akademisyen, Türklerin Doğu
Anadolu
ile
ilişkilerinin
bilinenden çok daha önceye
ait olduğu yönünde arkeolojik
bulgular ileriye sürmek_
tedirler.
Anadolu ve Orta Asya
ile olan ilişkiler binlerce yıllık
bir süre içinde şekillenmiştir.
Göçler
bazen
Asya’dan
Anadolu’ya olmuş, bazen de
Anadolu’dan Asya’ya doğru
yaşanmıştır. Bu göçlerin
temelinde farklı nedenler
yatmaktadır.
Çoğunlukla
siyasi
kararların neden olduğunu
söyleyebiliriz. Bu çalışma,
Anadolu’dan
Asya’ya
yaşanan bir göç sonucu
oluşmuş ve kısmen izole
kalmış bir toplumun sosyal
değerleri
üzerine
yoğunlaşmıştır. 1944 yılında
anavatanlarından politik bir
karar
sonucu
sökülerek
Kırgızistan’ın
başkenti
Bişkek’e
yerleştirilen
Ahıskalıların sosyal durumları
ve
içinde
bulundukları
problemler
incelenmiştir.
Maddi ve manevi olarak
anavatanlarından koparılmış
bu
topluluğun
gittikleri
yerlerde sürdürdükleri yaşam
mücadelesi, sosyal açıdan
Ahıskalılara her ne kadar bir
takım zorluklar yaşatsa da
Ahıskalılar
benliklerini
yitirmeme konusunda oldukça
sağlam bir duruş sergileyerek
Sosyal ve kültürel değerlerini
gerek
Sovyetler
gerekse
Kırgızistan’ın
bağımsızlığı
döneminde korumaya ve
Ahıskalı Gelin.(19.yy)
(Dr. Tayfun Atmaca'nın
Sürgünler ve Soykırımlar
kitabından alınmıştır.)
sürdürmeye
devam
etmişlerdir.
Dolayısıyla
araştırmanın
ilerleyen
bölümlerinde
Ahıskalıların
Sovyet coğrafyasının dört bir
yanına
serpiştirildikleri
düşünüldüğünde 20. yüzyılda
yaşanan bu toplu sürgünün
ortaya çıkardığı problemleri
görmemizi kolaylaştıracaktır.
Başlangıcından I. Dünya
Savaşı Sonuna Kadar
Bugün
Ahıska
Türkleri neredeyse Dünya’nın
hemen her tarafına dağılmış
durumdadır.
Ancak
Ahıskalıların ana vatanları,
Gürcistan ve Türkiye sınırları
29
arasına
kalan
bölgedir.
Ardahan’a bağlı Posof’a
oldukça yakın bir bölgede,
Türkgözü sınır kapısından 15
km. doğuda kalır. Bu sınır
tam olarak Kura ve Aras
ırmakları ile Hazar ve
Karadeniz arasında kalan
bölgedir,
Çıldır-Ahıska
bölgesi olarak da bilinir.
Bölgenin
Türklerle
meskûn olması yukarıda
belirtildiği gibi oldukça eski
dönemlere kadar gider. Ancak
Oğuzların
bu
bölgelere
gelmeleri Büyük Selçuklu
imparatorluğu
zamanına
rastlar.
Bölge
Anadolu
Selçukluları
döneminde
görece huzurlu bir dönem
geçirir. Artuklular zamanında
geniş
bayındırlık
faaliyetlerinden
yararlanmıştır.
Bölgenin jeo-politik
yapısı nedeniyle, tarihin en
erken devirlerinden itibaren
büyük
imparatorlukların
dikkatini
çekmiştir.
Van
şehrini merkez edinmiş Urartu
kralları, daha M. Ö. 9. yy. da
ülkenin kuzeyden gelebilecek
akınlara açık olduğunu fark
ettikleri için Kafkaslarda
devamlı
asker
konuşlandırmışlar,
belirli
aralıklarda
inşa
ettikleri
kalelerle güvenliği ön planda
tutmuşlardır. Keza Pers kralı
Darius,
İskit
ve
Grek
dünyasına yaptığı seferlere
çıkmadan önce Kafkasları
kontrol
altına
almayı
planlamıştı.
Ancak, bölgenin jeopolitik yapısı aynı zamanda
doğu
ve
batıda
(hatta
kuzeyde)
kurulan
büyük
imparatorlukların uzun süreli
anlaşmazlıklarının da acısını
yaşamıştır.
Osmanlıların bölgeyi
fethetmesi,
Safevilerle
giriştikleri
uzun
süreli
mücadeleler
sonucunda
olmuştur. Daha 1508 yılında
Yavuz Selim, Trabzon’da
Şehzadelik yaparken, Ahıska
bölgesi üzerine yürümüş ve
bölgeyi Safevilerden almıştır.
Ancak, ölümünden kısa bir
süre sonra Safeviler bölgede
yine söz sahibi olmayı
başarmışlardır.
(Ababay,
1987, 70-75)
Sultan
Süleyman,
döneminde de Ahıska bölgesi
bazen Safeviler tarafında,
bazen de Osmanlılar tarafında
yer almıştır. 16. yy. ın
ortalarından sonlarına kadar
devam eden bu süreç, ince
politikaların üretildiği, politik
başarı ve başarısızlıkların
gözlemlendiği, bölgede söz
sahibi olan yerli beylerin
devamlı taraf değiştirdiği bir
döneme işaret eder.
Bölge nihayet 1578
yılında Osmanlıların idaresine
girer ve Eyalet haline getirilir,
Ahıska’ya da bir sancak
verilir. (Kırzıoğlu, 1976, 294–
295). Ancak, bu dönemden
sonra bölgede bir barış
dönemi
yaşanacağı
beklenirken,
Rusların
Kafkaslarla
ilgilenmeye
başlamaları
dengelerin
yenibaştan
belirlenmesini
gerektirecektir.
(Bayraktar,
2001, 32-33). Bölge 17. ve
18. yy. lar boyunca ağırlıklı
olarak
Osmanlı-Rus
çekişmesine sahne olacaktır.
Bu dönemde Osmanlılar İran
üzerinde kesin bir hâkimiyet
kurmuşlardı.
Osmanlılar,
döneminde her ne kadar
Dünya’nın en güçlü askeri
gücü
Ömer Faik Nemanzade ve ailesi.(Yazar, Nasraddin Hoca Dergisinin Baş Yazarı)
(1926) (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.)
30
olsa ve kendilerine denk
olarak değil Rusya başka
hiçbir ülke olmasa da, güney
topraklarındaki bu gelişmeler
Rus
Çarlığını
rahatsız
ediyordu ve Rusları gizli
ittifak arayışlarına itiyordu.
Rusların bu yolda yaptıkları
yatırımlar 19. yy. başlarında
kendilerine geri dönmeye
başlar ve 1806-1810 yılları
arasında
Kafkas
sıra
dağlarının güneyine kadar
inmeyi başarırlar. (Gökçe,
1979, 200- 203) (Danişment,
1971, 64-101).
19. yy. boyunca her
iki ülke arasında karşılıklı
galibiyetler ve mağlubiyetler
olsa da Dünyanın batı
tarafında yaşanan olaylar,
Osmanlı
devletini
her
bakımdan sıkıntıya sokacak
şekilde
gelişiyordu.
Bu
yüzden
Osmanlılar,
Kafkaslara gerektiği önemi
verememiştir, bu da buradaki
kazanımların ağırlıklı olarak
Rus hanesine yazılmasına
neden olmuştur.
20. yy. ın başında
yaşanan I.Dünya savaşından
Osmanlıların yenik çıkması
da, Kafkaslar üzerinde söz
sahibi olmasını engellemiştir.
Ancak
modern
Türkiye
Cumhuriyetinin kurulması ile
iki yüzyıl boyunca kaybedilen
toprak ve itibarın tekrar geri
alınması mümkün olmuştur.
Atatürk, Anadolu’nun
hinterlandı
durumundaki
Kafkasların önemini çok iyi
bildiğinden
Nahçıvan
konusunda, o günün Dünya
devlerinden
biri
olan
Sovyetler Birliği ile kapalı
kapılar arkasında bir pazarlık
yapmıştır ve “garantörlük”
hakkı kazanmıştır. Bugün bu
pazarlığın ne kadar önemli
olduğunu değişen Dünya
şartları
bir
kere
daha
kanıtlamıştır.
Eğer
Atatürk’ten
sonra
dış
politikada
biraz
ileriyi
görebilseydik, ihtimalle aynı
kanı taşıdığımız, Ahıskalı
kardeşlerimizin
başına
insanlık dramı gelmeyebilirdi.
Bölge şu anda bile Rusya,
Avrupa Birliği ve Amerika
gibi
dünya
ülkelerinin
ilgilendiği bir coğrafyadır ve
dünyanın enerji yollarının
kalbinde
bulunmaktadır.
Bölgede söz sahibi olan
ülkeler enerjiyi kontrol altına
alacaklar, dolayısıyla da gücü
ellerinde tutacaklardır.
II. Dünya Savaşına Kadar
Ahıska ve Ahıskalılar
I.
Dünya
Savaşı
boyunca
Osmanlıların
Kafkaslarda
belirli
bir
başarıya imza atamamaları ve
hatta bu savaştan yenik
çıkmaları
buradaki
gelişmelerin
Rusların
inisiyatifinde şekillenmesine
neden
olmuştur.
Ancak,
Kafkasya da bulunan ve çoğu
Türk / Müslüman olan halklar
kendi çabaları ile bir birlik
oluşturma yoluna gitmişlerdir.
1905
yılında
Ahıska’da,
Posoflu Yusuf Zülali Efendi
Cemiyeti kurulmuş, 1913 de
Kars’ta
Hilali
Ahmer
Cemiyeti
kurulmuştur.
(Bayraktar, 2001, 59-60).
Tabii bölgede yaşanan
bu gelişmeler ve I. Dünya
Savaşının kapıya dayanması,
Rus
Çarlığının
burada
31
yaşanan hareketleri şiddetle
bastırması
anlamına
geliyordu. Nihayet 1917
yılına
gelindiğinde,
Komünistler Rusya’da idareyi
eline geçireceklerdi ancak bu
yeni
durum
Rusların
Kafkaslar
üzerindeki
düşüncelerini
değiştirmedi,
ancak Osmanlıların bölgede
biraz
daha
söz
sahibi
olmalarını sağladı.
Örneğin Ahıskalıların
bu yeni düzende açıkça
Osmanlıların yanında yer
almak
istediklerini
belirtmeleri, bir Ahıska-Gürcü
çatışmasını tetiklemiş, bu
durumda Enver Paşa’nın emri
ile birkaç Osmanlı birliği
Ahıska-Ahılkelek
halkına
katılmış, Müslüman halka da
silah dağıtılmıştır. Üstelik
Gürcistan’a,
Ahıska’dan
derhal çekilmesi gerektiği
yönünde
bir
de
Nota
verilmiştir. (Arslan, 1999, 99–
101).
Yeni
kurulmuş
Sovyetler
Birliği’nin
bu
duruma doğrudan müdahale
edememesi, Gürcistan’ın da
Osmanlılarla savaşacak güçte
olmaması nedeniyle, Ahıska
Osmanlı devleti sınırlarına
dâhil edildi, üstelik İstanbul
tarafından Batum, Kars ve
Ardahan ile birlikte yeniden
yapılandırılmaya başlandı.
Tüm bu gelişmeler
yaşanırken I. Dünya savaşının
devam
etmesi,
üstelik
Osmanlının
aleyhine
sonuçlanması, Türk asker ve
memurlarının bu bölgelerden
çekilmesini zorunlu kılmıştır.
Osmanlı
askerlerinin
bölgeden
çekilmeleri
ile
Gürcüler bu toprakları tekrar
işgal etmişlerdir. Bölge halkı,
Osmanlılardan aldıkları kısıtlı
yardımlarla her ne kadar
kendilerince bu işgale karşı
koymaya çalışsalar ve bir
miktar başarıya ulaşsalar da,
İngilizlerin direnişi örgütleyen
Cenub-i
Garbi
Kafkas
Hükümetini lağvetmesi sebebi
ile Ahıska bir süre sonra
Gürcistan’a
bağlanmaktan
kurtulamadı. (Arslan, 1999,
109-110).
I. Dünya savaşının
sona
ermesiyle
kurulan
Modern Türkiye Cumhuriyeti
de Ahıska’nın Gürcistan’a
bağlanmasını 16 Mart 1921
yılında Moskova anlaşması ile
kabul etmesi, 1828 yılından
beri Türk-Rus çekişmesine
sahne olan bölgede yaşanan
gelişmelerin
Türklerin
aleyhine sonuçlanmasıyla son
bulmuştur.
II.
Dünya
Savaşından
Günümüze Kadar Ahıska ve
Ahıskalılar
1930’ların
sonuna
gelindiğinde, dünya yeniden
şekillenmeye
başlamıştı.
Hitler idaresindeki Almanya,
kıtanın
içindeki
sıkışık
durumundan kurtulmak ve
kendine dünyada bir yer
açmak çabası içine girdi.
Bunu gerçekleştirmek için de
önünde iki büyük engel
görüyordu. Bu engellerden
ilki, dünyada büyük bir
sömürge
imparatorluğu
kurarak zenginleşen İngiltere
ve yer altı zenginlikleri
açısından oldukça zengin
durumdaki Sovyetler Birliği.
Her iki imparatorluğun da pek
çok etnik yapıdan meydana
gelmesi, Almanların bu konu
üzerine
yoğunlaşmalarına
neden oldu.
Almanlar, Sovyetler
Birliği sınırları içinde kalan
Kafkaslarla
özellikle
iki
sebepten
ötürü
ilgileniyorlardı. İlki, mistik
bir yön olan Kafkasların
Almanların
asıl
yurtları
olduğu düşüncesiydi. İkinci
ve daha önemli olan nokta ise
bölgenin sınırsız toprak altı
zenginliğinin, özellikle de
petrol
rezervlerinin
çokluğuydu.
Ancak I. Dünya savaşından
itibaren Sovyetler Birliği de,
bölgenin siyasi yapılanması
ile ilgilenmiş, bazı bayındırlık
işleri ile uğraşmış, halka
Komünist
bakış
açısı
kazandırabilmek için türlü
propaganda
hareketlerine
girişmiştir. (Zeyrek, 2001, 4447).
Ancak
Sovyetler
Birliği
döneminde
de
Ahıskalılara olan bakış açısı
değişmemiş, tüm toplum
potansiyel
bir
problem
kaynağı olarak görülmüştür.
Örneğin II. Dünya savaşına
kadar askere alınmamışlar,
1944 Ekiminde de düşmanla
(ve Türkiye ile) işbirliği
yaptıkları gerekçesi ile Stalin
tarafından
Orta
Asya
(Kazakistan,
Kırgızistan,
Özbekistan) ve Sibirya’ya
kadar sürülmüşlerdir. (Zeyrek,
2001, 53–58).
Bütün bir yerleşim
birimlerinin
bir
günde
boşaltıldığı
bugün
hala
anlatılmaktadır. O günkü
Sovyet
yasalarına
göre
32
Ahıskalıların hiçbiri 1956
yılına
kadar
sürgünde
yerleştirildikleri
köylerden
dışarı çıkamamışlardır, bir
toplama kampı mantığında
yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Aynı yıl 1944 yılında beraber
sürgün edildikleri Karaçay,
Balkar, Çeçen, İnguş ve
Kalmuk gibi diğer Kafkas
halkları
memleketlerine
dönme
izni
almalarına
rağmen, Ahıskalılar ve Kırım
Türklerine bu izin verilmemiş,
üstelik vatanlarını ziyaret
etmeleri dahi yasaklanmıştır.
1956 da alınan bu
karar Ahıska Türklerinin
“sürgün” hayatının bitmediği
anlamına geliyordu. Yüzyıllar
belki de binlerce yıldır
oturdukları
topraklardan
sökülen bu insanlar için
zorluklarla dolu, sonu ve bir
hedefi olmayan bir hayat
devam ediyordu.
1950’li yıllar boyunca
Moskova’ya
gidip-gelen
Ahıska ileri gelenleri, sadece
“Azerbaycan’da oturabilme”
izin alma başarısı gösterdiler.
1960’lar boyunca yapılan
gösteriler ve girişimler de bir
sonuç getirmedi. 1970 yılına
gelindiğinde Ahıskalılar artık
tek
başlarına
olduklarını
biliyorlardı. Dünya, her şeyi
bilmesine
rağmen
hiçbir
şekilde olan bitenlere tepki
vermiyordu. Ancak, Brejnev
dönemindeki
kısmi
iyileştirmenin
Ahıskalılar
üzerindeki baskıları azalttığını
ifade edebiliriz.
Sovyetler Birliği’nin
dışa kapalı siyaseti, uzun
yıllar Ahıskalılara uygulanan
politikaların dünya tarafından
öğrenilmesini ya da protesto
edilmesini engellemiştir. 1989
yılında
Glasnost
ve
Perestroyka
hareketlerinin
yarattığı kısmi özgürlük,
dönemin Başbakanı Nikolai
Rişkov’un,
Ahıskalıların
vatana
dönüş
müjdesi
vermesine neden oldu. Ancak
şartları konuşmak ve geriye
yaşanacak
göçün
nasıl
gerçekleştirileceğini
belirlemek için kurulan heyet,
bu hayali tamamlayamadan
dağılmıştır. O ana kadar
Ahıskalıların gerçekleştirdiği
144 resmi teşebbüs bir kere
daha hayal kırıklığı ile son
buluyordu. (Zeyrek, 2001,
75).
1989
yılında
Özbekistan'ın
çeşitli
bölgelerinde, özellikle de
Fergana'da saldırılara maruz
kalan Ahıska Türklerinin
büyük çoğunluğu Özbekistan'ı
terk etmek zorunda kalmış ve
ikinci
bir
sürgün
yaşamışlardır.
Özbekistan'ı
terk etmek zorunda bırakılan
Ahıska Türklerinin bir kısmı,
Sovyet Hükümeti tarafından
Rusya Federasyonu'nun çeşitli
bölgelerine yerleştirilmiştir.
Kendi
olanaklarıyla
Özbekistan'ı terk eden Ahıska
Türkleri
ağırlıklı
olarak
Azerbaycan'a göç etmişlerdir.
(A. Aydıngün, Ocak 2001, ss.
63-68.)
Bu olaylardan sonra
Ahıskalılar Özbekistan’ı da
terk
etmek
zorunda
kalmışlardır. Kendi ifadeleri
ile bu terk etme, “ikinci
sürgündür”.
Bu
olaydan
hemen sonra Ahıskalılar bu
sefer
dönemin
Türkiye
Cumhurbaşkanı Turgut Özal
ve
Başbakan
Yıldırım
Akbulut’a
yazdıkları
mektupta, Türkiye’ye kabul
edilmelerini istirham eden bir
mektup yazmışlardır. Nihayet
1995 yılında bir miktar
Ahıska Türkü, Türkiye’ye
getirilerek
Iğdır’a
yerleştirilmiştir.
1989 sonrası Rusya
Federasyonuna
yerleşmek
zorunda
kalan
Ahıska
Türkleri, özellikle Krasnodar
bölgesinde
önemli
insan
hakları
ihlalleriyle
karşı
karşıya
kalmaktadırlar.
Ahıska
Türklerinin
bir
kısmının
ikamet
izni
(propiska) bulunmamaktadır.
Önemli ayrımcılıklara maruz
kalan Ahıska Türklerinin bir
kısmı, göçmen yerleştirme
programı kapsamında ABD'ye
göç
etmek
zorunda
kalmışlardır. Bu göç, önemli
sayıda ailenin parçalanmasına
sebep olurken, zaten çok
dağınık
yaşayan
Ahıska
Türklerinin durumunu daha
da kötüleştirmiştir. Birçok
Ahıska Türkü ABD'ye göçü
üçüncü bir sürgün olarak
tanımlamaktadır.
(A.
Aydıngün, Ocak 2001, ss. 6368.)
Sovyetler Birliği'nin
dağılmasının ardından Ahıska
Türklerinin
bir
kısmı
Türkiye'ye
göç
etmeye
başlamıştır. Hâlen yaklaşık 80
bin civarında Ahıska Türkü
Türkiye'de yaşamaktadır. Her
ne kadar, Türkiye, Ahıska
Türklerinin sorunlarının bir
kısmını çözmüşse de, hâlâ
çözüm
bekleyen
ciddi
sorunlar
vardır.
Bunlar
arasında vatandaşlık, oturma
33
ve çalışma izinleri, diploma
denklikleri ve çocukların
eğitimi
gibi
sorunlar
sıralanabilir.(Vatandaşlık ile
ilgili sorun, Şubat 2009
tarihinde çıkan yasa ile
çözüme kavuşturulmuştur.)
Aynı
yıllarda
Ahıskalıların
anavatanının
sınırları
içinde
kaldığı
Gürcistan,
Abhazyalı
vatanseverlerle
uğraşmak
zorunda kalmıştır. 1990’da
başlayan Abhazya-Gürcistan
gerginliği 1993 yılında Gürcü
askeri
güçlerinin
Abhazya’dan
çekilmek
zorunda
kalması
ile
sonuçlanmıştır.
Bölgenin daha önce
bahsedildiği gibi jeo-politik
yapısının çok önemli olması
burada kurulacak dengelerin
de bir o kadar önemli
olduğunu
göstermektedir.
1944
yılında
boşaltılan
Ahıska-Ahılkelek bölgelerinin
Ermenilerce meskûn edilmesi,
bugün anavatanlarına dönecek
Ahıskalıların
yine
kendi
topraklarında
yaşayamayacaklarını
düşündürtmektedir.
Oysa
Ermenistan’ın
Türkiye’nin
toprak bütünlüğü hakkındaki
düşünceleri
gayet
iyi
bilinmektedir.
Son 5 yıldır TürkiyeGürcistan-Azerbaycan
ilişkileri, ekonomik temelli
olarak her geçen gün biraz
daha
ileriye
doğru
gitmektedir.
Azerbaycan
petrol
ve
doğal
gazı,
Gürcistan
üzerinden
Türkiye’ye ulaşmakta ve
Adana
üzerinden
dünya
pazarlarına açılmaktadır. Yine
son olarak üç ülke arasında
Ahıska Bölgesi-Azgur Köyünden Azemet Ağalıkızı ve Hacer
Hanım.(1927) (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve
Soykırımlar kitabından alınmıştır.)
Erzurum-Tiflis-Bakü
güzergâhlı bir demiryolu
inşası projesi imzalanmıştır.
Bu projenin geliştirilerek
modern
İpek
Yolu’na
dönüştürülmesi ve Çin’e
kadar
uzatılması
da
düşünülmektedir.
Öte
yandan,
Gürcistan'ın hazırladığı geri
dönüş yasa taslağı, Gürcistan
Hükümeti
yetkilileri
ve
Avrupa Konseyi uzmanlarının
ortak çalışmalarıyla son şeklini almıştır. Bu sürecin
ardından
Gürcistan
Parlamentosu'nun
onayına
sunulan yasa 11 Temmuz
2007'de kabul edilmiştir.
Yasa,
Gürcistan'ın
1944
yılından bu yana attığı en
önemli ve somut adım
olmakla
birlikte
önemli
eksiklikler
içermektedir.
Birçok uzman ve Ahıska Türk
derneklerinin önemli
bir
çoğunluğu yasayı ciddi bir
şekilde eleştirmektedir. Bazı
uzmanlar yasayı, geri dönüşü
gerçekleştirmemek
üzere
düzenlenmiş bir yasa olarak
değerlendirmektedir
(A.
Aydıngün, Ocak 2001, ss. 6368.)
Yapılan araştırmalar,
farklı
ülkelerde
yaşayan
Ahıska
Türklerinin
geri
dönüşe ilişkin farklı görüşleri
olduğunu ortaya koymuştur.
Bu
bağlamda,
özellikle
Azerbaycan
ve
Rusya
Federasyonu'nda yaşamakta
olan
Ahıska
Türklerinin
Gürcistan'a
geri
dönüşü
istedikleri, diğer ülkelerde
yaşayan Ahıska Türklerinin
ise çoğunlukla yaşadıkları
yerlerde kalmaya devam
etmek veya Türkiye'ye göç
etmek
istedikleri
tespit
edilmiştir.
Kırgızistan ve Bişkek’te
Yaşayan Ahıskalılar ve
Problemleri
Kırgızistan’da
yaşayan Ahıskalıların toplam
nüfusu 47.000 civarındadır;
34
bu nüfusun bölgelere göre
dağılımı ise şu şekildedir:
Oş Bölgesi - 22000 kişi
Calalabat ve Batken Bölgesi 5000 kişi
Çuy Bölgesi ve Bişkek Şehri 20000 kişi
Görüldüğü gibi en
yoğun nüfus Oş bölgesinde
toplanmıştır. Bunun daha
önce bahsettiğimiz ÖzbekAhıska
gerilimi
sonucu
Ahıskalıların bir bölümünün
buraya
gelmeleri
ile
açıklayabiliriz.
Sovyetler
Birliği’nin
dağılmasının
ardından
şehirlerarası
yolculuklarının rahatlaması ve
Rus nüfusun geri göçü sonucu
oluşan insan gücü açığını
kapatmak üzere, başkent
Bişkek’in de diğer bölgelere
nazaran yine yoğun bir
Ahıska nüfusu barındırdığını
söyleyebiliriz.
Çuy
bölgesindeki
şehir
ve
köy
bazında
Ahıskalıların dağılımı ise
şöyledir:
Bişkek Şehri, Popenovka
köyü,
Tokmok
Şehri,
Nijnyaya
–Alarça
köyü,
Mayevka
köyü, Stepnoy
köyü, Prigorodniy köyü,
Vinogradniy
köyü,
Vasilyevka
köyü, Grozd
köyü, Mramornoye köyü,
Vorontsovka köyü, Keneş
köyü, Lüksemburg köyü,
Budenovka
köyü,
Dmitriyevka köyü, KrasnayaReçka köyü, Yüryevka köyü,
Orok köyü, Krasnaya Zarya
köyü, Novopavlovka köyü,
Voyenno-Antonovka
köyü,
Manas köyü, Razdolnoye
köyü, Canı-Cer köyü, CanıPahta köyü, S.Frunze köyü,
Novo-Nikolayevka
köyü,
Sretenka köyü, Kız-Mola
köyü, Çaldovar köyü (N.
Sakimov)
Öte
yandan,
Kırgızistan’da
yaşayan
Ahıska Türkleri’nin Ahıska
bölgesine
göç
etmeleri
kapsamında içinden çıkılması
zor görünen problemleri yer
almaktadır. Bunlar şu şekilde
özetlenebilir:
*Geri dönüş yasasının tam
olarak anlatılamaması ve
bu
nedenle
bölgede
bulunan Ahıska Türklerinin
konuyla
ilgili
olarak
kararsız kalması.
*Başta Türkiye olmak
üzere, uluslararası kuruluşların
geri dönüş sürecine maddi
destek vermelerinin sağlanması.
*Kırgızistan’da bulunan Ahıska
Türklerinin Gürcistan'a geri
dönüşü sürecinde Türkiye ve
Gürcistan'ın sürekli ve sağlıklı
bir iletişim içinde olmasının
sağlanması.
Bu
iletişimin
sağlanmaması durumunda ileride
birçok
problemlerle
karşılaşılacağının ön görülmesi.
* Kırgızistan’da ki Ahıska
Türklerinin iskân sürecindeki
ihtiyaçları ve beklentilerinin
tespit edilmesi.
* Gürcistan'a geri dönecek
Kırgızistan’da ki Ahıska Türklerinin can güvenliği ve her türlü
yasal haklarının teminat altına
alınabilmesi
için
gerekli
güvencenin diplomatik usullerle
Gürcü Hükümeti'nden alınması.
Sonuç olarak, başta
Kırgızistan olmak üzere, tüm
bölgelerde yaşam mücadelesi
veren Ahıska Türkleri’ne
gerçek manada sahip çıkması
gereken
ülke
kuşkusuz
Türkiye
Cumhuriyeti’dir.
Tarihi
süreç
içerisinde
kendisinden bir parça iken
koparılan ve dünyanın dört
bir
yanına
savrulan
Ahıskalılar’ın
seslerini
duyurabilmelerinde
uluslararası arenada öncülük
edecek tek ülkede Türkiye’dir.
Bu nedenle Türkiye’nin bu
konuda hızla tüm kurumları
ile organize olup, üzerine
düşen görev ve gayreti süratle
yerine getirmesi tarihi bir
sorumluluk olarak karşımızda
durmaktadır.(K. Abdurrahman)
KAYNAKÇALAR:
1. ABABAY, Feridun. (1987).
Çıldır Tarihi. Ankara.
2. ARSLAN, Ali. (1999). I.
Dünya Savaşı ve Milli Mücadele
döneminde Ahıska-Ahılkelek
(1914–1921). Kafkas
Araştırmaları Dergisi, No: 3,
İstanbul.
3. BAYRAKTAR, Rasim.
(2000). Ahıska-Çıldır
Beylerbeyliği. İstanbul.
35
4. DANİŞMENT, İsmail H.
(1971). İzahlı Osmanlı Tarihi
Kronolojisi, İstanbul.
5. DİYARBEKİRLİ, Nejat.
(1970). Hun Sanatı. İstanbul
6. ERGUN, Sadeddin N. Türk
Şairleri. İstanbul.
7. GÖKÇE, Cemal. (1979).
Kafkasya ve Osmanlı
İmparatorluğunun Kafkasya
Siyaseti.
İstanbul.
8. KALAFAT, Yaşar. Türk
Halk İnançları. Ankara.
9. KIRZIOĞLU, M.F. (1976).
Osmanlıların Kafkas Ellerini
Fethi. Ankara.
10. ÖGEL, Bahaeddin. (1991).
Türk Kültür Tarihi. Ankara.
11. PALADOĞLU, Aydın,
Asif, H. (1998). Ahıska Türk
Folkloru. Bakü.
12. TAHRAN, Taner. (1970).
Bozkır medeniyetlerinin kısa
kronolojisi. Tarih Dergisi.
İstanbul.
13. ZEYREK, Yunus. (2004).
Ahıska Âşıkları. Bizim Ahıska
Dergisi, yıl 1, Sayı 1, Aralık.
Ankara.
14. ZEYREK, Yunus. (1998).
Bu Yolda. İstanbul.
15. ZEYREK, Yunus. (2001).
Ahıska Bölgesi ve Ahıska
Türkler. Ankara.
18. SAKİMOV, Müreffeddin.
Kırgız Cumhuriyeti Ahıska
Türkleri Derneği Genel
Başkanı.
19. Ayşegül Aydıngün, "Ahıska
Türklerinin Gürcistan'a Dönüş
Sürecinde Son Durum",
Stratejik Analiz, Cilt 7, No. 77,
Eylül 2006. Daha detaylı bilgi
için bakınız Ayşegül Aydıngün,
"Rethinking Ethnic Identity
Formation: The Case of the
Ahıska (Mesk-hetian) Turks in
Turkey and Kazakhstan",
yayınlanmamış doktora tezi,
Orta Doğu Teknik Üniversitesi,
Ocak 2001, ss. 63-68.
20.Köksal Abdurrahman,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Bişkek 2007.
AZERBAYCAN BİZİM YÜREĞİMİZ
“Tek Takım Elbiseli Cumhurbaşkanı Ebulfez ELÇİBEY’in Aziz Hatırasına”
Hasan AKAR
“Sen Azerbaycan, yüreğimde ateş, şiirimde bahar,
Türkiye’mle sevmişim seni, hasretinle yanmışım Hazar.
Yağmur yağmasa, gün doğmasa, hep yağsa Karabağ’a kar,
Öpmeğe geldim toprağın, dudaklarıma değsin o nazlı yâr.”
Azerbaycan yaklaşık bir asırdır bizim
hasretimiz. Bu yurt, M. Emin Resulzade’nin;
yükselip de inmeyen bayrağı. Atatürk’ün;
“Azerbaycan’ın sevinci bizim sevincimiz,
kederi bizim kederimiz” dediği kardeş ülke,
Üstat Yavuz Bülent Bakiler’ in; yüreğinde
şah damar. Fuzuli’nin, Nizami Genceli’nin,
Samet Vurgun’un, Bahtiyar Vahapzade’nin
şiirlerinde dillenen toprak. Türkiye ve
Azerbaycan iki devlet ve sonsuza kadar
yaşayacak bir millet.
Çocukluğumdan beri yaşadığım bu
hasreti dindirmek için 20-28 Eylül 2012
tarihleri arasında İLESAM (Türkiye İlim ve
Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
Koordinesinde Tokat Şairler ve Yazarlar
Derneği’nden dört arkadaş Azerbaycan
yollarındayız. Zamanın sabırla biriktirdiği
katmerleşmiş Azerbaycan aşkını sekiz güne
sığdırabilmenin “Yaman ayrılığın” bir anda
vuslata dönüşünün imkânı var mı hiç?
Merzifon’dan dâhil olduğumuz gezi
grubunda Ankara’dan; Dr. Ahmet Cebeci,
Tayfun ve Fatmacan Atmaca, Doç. Dr. Salih
Yılmaz, Yard. Doç. Dr. Cengiz Karataş,
Gülten Ertürk, Kemal Arslan, Dr. Nurettin
Elbir, Ülkü Taşlıova, Atalay Yağmur, Nezih
Demirkent,
Nevin
Balta,
Ahmet
Yükselentürk,
Kırklareli’nden
Alaattin
İkican,
Tekirdağ’dan
Kenan
Oflaz,
Adana’dan Münevver Düver, Adıyaman’dan
Şemsettin Ağar var.
Ahmet
Cevat’ın,(1892-1937);
“Çırpınırdı Karadeniz /Bakıp Türk’ün
Bayrağına” dizelerinde doğan ama bugün
sanatçıların repertuarlarında fazla yer
almayan bu şarkının esintisiyle Karadeniz’i
bir gece boyunca geçerek Sarp sınır
kapısından
Gürcistan
topraklarına
giriyoruz.1981-1982 yılları arasında görev
yaptığım
Arhavi’den
görüp
de
uzanamadığımız
–yaşlılardan
ayrılık
hikâyelerini çokça dinlediğim– yıllarca Türk
şehri kalan Batum’dayız. Gürcistan Devlet
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Öğretim üyeleri Türkolog rehberler Prof. Dr.
Lile Tandilava ve Anna –Tsiala Lagvilava
bizi imkânları ölçüsünde gezdiriyorlar. Rus
36
egemenliğinin etkisinden henüz kurtulan
şehir yeni yeni kendine geliyor. Gelişmesi,
batıya açılması eski ağaları tarafından fazla
istenmeyen Gürcistan’ın devlet yolları
düzensiz, dar ve bakımsız. Mimari özelliği
zengin
modern
binaların
arkasında
Sovyetlerden kalan tren kompartımanını
andıran binalar, rejimin soğuk yüzünü bir
kez daha hatırlatıyorlar.
Akşam yemeği için deniz kıyısında
oldukça güzel hazırlanmış, bağımsız iki
büyük salondan ibaret bir lokanta ayarlanmış.
Diğer
tarafta
Gürcistanlı
üniversite
hocalarının bizim kulaklarımıza da hoş gelen
müzikli bir programları var. Bu yanda da
kültürel konuşmalar ve bunları zenginleştiren
şiirler, şarkılar türküler var. Tokat grubu
oldukça
hazırlıklı.
Diğer
arkadaşlar
takılıyorlar. “Sizin sanatçınız da var” diye.
Evet Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği
üyemiz Mahir Topuz söylediği şarkılarla
katılımcıları
mest
ediyor.
“Kalenin
burcumuyam, ben bilmem ayrıyam/ Dil
bilmez Gürcümüyem elleri kınalı ”
şarkısını duyan Gürcistanlı Türkologlar
gülüyorlar ve zaman zaman sololar koroya
dönüşüyor…
Ertesi gün erkenden Tiflis’e doğru yol
alıyoruz. İkindi vakti bizi Türkolog
rehberimiz Prof. Dr. Nana Kaçarova Hanım
karşılıyor. Türkiye’de okumuş ve ülkemizi
çok seviyor. Şehir gezisinden sonra akşam
şiir ve sanat dolu bir ortamda Gürcistan
mantısı ikram ediliyor.
Üçüncü gün programda Azerbaycan
var. Vize işlemleri sırasında sınır kapısında
dalgalanan bayrak hepimizde derin bir coşku
uyandırıyor. Grupta bulunanlardan pek çoğu
bizim gibi ilk defa Azerbaycan’a ayak
basıyor. Bu coşkumuza gökyüzü de kayıtsız
kalmıyor. Gümrükte şakır şakır yağan
yağmur yerini on dakika sonra güneşe
bırakıyor.
İkindi vakti Azerbaycan’ın Bakü’den
sonra ikinci büyük şehri; büyük şair Nizami
Gencevi’nin
(1142-1209)
doğduğu
Gence’deyiz. Türkiye’nin 1. Sınıf Gence
Başkonsolosu Haluk Ağca Bey bizleri tatlı
dili güler yüzü ile karşılıyor. Keşke
devletimiz her yere böyle bizi layıkıyla
temsil eden tecrübeli görevliler gönderebilse.
Başkonsolos
Gence’deki
çalışmalarını
aktardıktan sonra biz de Tokat Şairler ve
Yazarlar Derneği’nin hazırladığı plaketle
Tokat İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ve
Niksar Belediyesi’nin gönderdiği hediyeleri
sunuyoruz. Konsolosluk mensuplarınca
oldukça güzel hazırlanmış bir kokteylden
sonra görevliler bize şehrin önemli kültür
sanat merkezlerini gezdiriyorlar.
Akşama doğru hafif yağmurlu bir
havada otobüsümüz Bakü’ye doğru yol
alıyor. 24 sularında sellerle boğuşan
Bakü’deyiz. Salı sabahı Ziyalılar Ocağı
bizim için Divan-ı Hikmet (Medeni Meclis)
adlı bir salonda “Türk ve Azerbaycan Şairleri
Türk Dili Gününde Bir Araya Geliyor”
programını hazırlamış. Ziyalılar Ocağı
Başkanı
İlahe
Bayandur,
Yardımcısı
Fahrettin Ziya, Bakü Kültür ve Turizm
Müşavirimiz Seyit Ahmet Arslan ile çok
sayıda şair ve yazar bizi içtenlikle karşılıyor.
Katılanlar arasında 2005 yılında Tokat’ta
Yeşilırmak Şiir Şöleni’nde beraber şiir
okuduğumuz ve irtibatımızın kopmadığı
dostlarımızdan Vatandaş Dayanışma Partisi
Genel
Başkanı,
Milletvekili
Sabir
Rüstemhanlı, Prof. Dr. Elçin İskenderzade de
var. Daha sonra bir sürpriz yapan Sona
Çerkez Hanım’ı karşımızda buluyoruz.
Program Azerbaycan ve Türk Milli
Marşlarının çalınıp söylenmesiyle başlıyor.
Ziyalılar Ocağı Başkanı İlahe Bayandur,
İLESAM adına Cemal Tuzcuoğulları, Ankara
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Salih Yılmaz’dan ve Kültür Turizm
Müşaviri Seyit Ahmet Arslan’dan sonra
37
Azerbaycan’ın bağımsızlığında büyük rolü
olan 2. Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Şair
Bahtiyar Vahapzade (1925-2009) ve Samet
Vurgun’la (1906-1956)
pek çok şairin,
devlet büyüğünün anıt mezarlarına koşuyor
dualar ediyoruz.
Buradan, Anadolu’dan giderek 1918
yılında Nuri Paşa komutasında Ruslara ve
Ermenilere karşı savaşırken şehit olan 1130
askerimizin yattığı Türk Şehitliğine ve 20
Ocak 1990’da Bakü’nün işgali ve Karabağ
Savaşında şehit düşen civanların gömüldüğü
Şehitler Hıyabanı’na geçiyoruz. Tokat
şehitliğinden alınan toprak üyemiz Ahmet
Divriklioğlu tarafından dualarla Türk
Şehitliğine dökülüyor. Diğer şehitlerimizle
birlikte –plaketle künyeleri yazılmış- Tokatlı
14 vatan evladı burada koyun koyuna
mikrofona davet edilen Milletvekili Sabir
Rüstemhanlı konuşmasında Ermenilerin
Karabağ’ı işgalini, Türkiye’deki olumsuz
gelişmeleri, Suriye konusundaki tutumları
endişe ile takip ettiklerini belirtiyor. Prof. Dr.
Ferahim Sadıkov, Kemalettin Kadim, Ağasef
Früzan, Mahbube İslamova Memmed, Halide
Rüstemova, Tazegül Hüseyinova, Nurguyeva
Nida, Süleymanova Solmaz, Hiyeva Sevda,
Solmaz Kazımova, Bala Hasanova, Prof. Dr.
Münve Karayılan, Doç. Dr. İmran Abbaslı,
Dr. Eldeniz Abbaslı, Kenan Aydınoğlu,
Gülamayıl Hayeva Navruzali, Şükür Elli
katılımcılardan hatırladıklarım.
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği
Başkanı Remzin Zengin, Ziyalılar Ocağı
Başkanı İlahe Bayandur ve Kültür ve Turizm
Ataşesi Seyit Ahmet Arslan’a plaket ve
hediyeleri takdimle birlikte “Türkiye
Azerbaycan Dostluğu ve Kümbet
Dergisi’nin bu alandaki çalışmaları”
üzerine kısa bir konuşma yapıyor.
Etkinlikte Türkiye’den ve
Azerbaycan’dan katılan dostlar şiirler
okuyor, şarkılar söylüyorlar. Ahmet
Cevat’ın 1914’de yazıp Üzeyir
Hacıbey’in (1885-1948) bestelediği
”Çırpınırdı Karadeniz Bakıp Türk’ün
Bayrağına” şarkısı büyük bir coşkuyla
salonda yankılanırken Türkiye ve
Azerbaycan
bayrakları
ellerde
dolaşıyor. Akşam onurumuza büyük
bir yemek ziyafeti var. Sıra
Azerbaycan ve Türkiye folklorundan
örneklere geliyor. Herkes neşeli ve
mutlu bir şekilde, ayrılığı istemese de
geç vakit dinlenmeye çekiliyor.
Çarşamba günü programda
Büyükelçiliğimiz ve Ziyalılar Birliği
koordinesinde
Devlet
Mezarlığı
ziyareti
var.
Azerbaycan’ın
3.Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in
mezarına karanfil bırakıp dua
ediliyor. Biz bir grup arkadaşla
38
yatıyorlar. Alanın bir diğer tarafına hürriyet
için canlarını feda edenlerin hatırasına, içinde
biteviye ateş yanan Hazar’a bakan görkemli
bir anıt dikilmiş. Karşısında da Türk Diyanet
Vakfı’nca yaptırılmış ama Bursa’da oynanan
Türkiye –Ermenistan maçında açtırılmayan
Azerbaycan bayrağı sebebiyle dargınlığın
yansıdığı Şehitlik Cami var. Programda Türk
Büyükelçiliğinden Ferhat Azeyeva ve Aliye
Ahundova rehberliğinde Azatlık Meydanı ve
Şirvanşahlar Sarayı Müzesi var.
Öğleden sonra Azerbaycan Yazıcılar Birliği
ziyareti var. Anar Rızayev İLESAM ve Tokat
Şairler ve Yazarlar Derneği adına altı kişilik
heyeti makamında kabul ediyor. Tokat
Şairler ve Yazarlar Derneği’nin ve Niksar
Belediyesi’nin plaket ve hediyelerini takdim
ediyoruz. Görüşmeden sonra üst kattaki
toplantı salonuna geçiliyor.
Yazıcılar Birliği Genel Sekreteri Raşit
Macit’in sunumundan sonra ilk konuşmayı
Anar Rızayev Azerbaycan Alfabesi üzerinde
yaparak Türk alfabesinden farklı olan
seslerin alfabelerinden atılmasının ya da
değiştirilmesinin
sıkıntılara
sebebiyet
vereceğinden bahsediyor. İLESAM adına
Doç. Dr. Salih Yılmaz ve Yrd. Doç. Dr.
Cengiz Karataş kültürel açıdan Türk
Azerbaycan ilişkileri üzerinde durarak,
Azerbaycan’ın
Türkiye’ye
hâlâ
vize
uygulamasına devam etmesine anlam
veremediklerini ve bunu Türkiye’deki
üniversite öğrencilerine anlatmakta güçlük
çektiklerini
vurguluyorlar.
Ayrıca
;
“Mademki biz her yerde bir millet
olduğumuzu söylüyoruz öyleyse neden iki
adımız var? ”serzenişinde bulunuyorlar.
Milletvekili Sabir Rüstemhanlı, Prof.
Dr. Elçin İskenderzade, Eski İstanbul
Başkonsolosu Abbas Abdullah Hacaloğlu,
Edile Mecidova, Cevad Heyet, Gülemayıl
Hayeva Navruzali, Naringül Şaire, Adil,
Azer Hasret, Kerimbeyli Şaduman ve
Türkiye’den
katılan
şairler
şiirlerini
okuyorlar. TOŞAYAD Başkanı Remzi
Zengin ve Şair Münevver Düver gezi
boyunca olduğu gibi burada da her anı video
ve fotoğraf makinesiyle karelendiriyorlar
Etkinliği TRT ve AZ TV, takip
ederek kayıt altına alıyor. Az TV yapımcıları
program sırasında Tokat Şairler ve Yazarlar
Derneği adına diğer salonda şahsımla ve
Kültür Turizm Müşaviri Seyit Ahmet
Arslan’la haberlerde yayınlanmak üzere
röportaj yapıyor.
Akşam nezih bir lokantada Halide
Halid Hanım’ın özel daveti var ama Tokat
Şairler ve Yazarlar Derneği olarak Türkiye
aşığı, değerli kardeşimiz Sona Çerkez
Hanım’ın misafiriyiz. Bütün aile bir tören
havası içinde bizi karşılıyorlar. Aman
Allah’ım bu ne ziyafet, ikram, bu ne
misafirperverlik. Bu durum karşısında
mahcubiyet duyuyoruz. Tokat ve Niksar’ın
da yer aldığı kültür sohbetimiz, buna renk
katan şiirlerimiz gece geç saatlere kadar
sürüyor.
Ve bu büyük aşkımıza, hasretimize
doyamadan 27 Eylül Perşembe sabahı Samet
Vurgun’un; “El bilir ki sen menimsen/
Yurdum, yuvam meskenimsen/ Anam,
doğma vatanımsan/ Ayrılır mı Gönül
senden
Azerbaycan,
Azerbaycan”
mahnısını söyleyerek Dede Korkutlar diyarı
Azerbaycan’dan ayrılıp Türkiye’ye doğru
kanat açıyoruz.
TEK TAKIM ELBİSELİ TÜRK
DÜNYASI LİDERLERİNDEN
AZERBAYCAN’IN 2. CUMHUR
BAŞKANI EBÜLFEZ ELÇİBEY
“Sevgim millete/ Vurgunluğum,
azatlığım adalete/ İtaatim hocalarıma/
Borcum, dostlarıma ve meslektaşlarıma/
Nefretim, yalancılara ve ikiyüzlülere”
veciz sözleriyle birlikte; “Ben Atatürk’ün
askeriyim” diyen, Azerbaycan’ın 1918’den
sonra 1991 yılında ikinci kez bağımsızlığını
39
kazanmasında tartışılmaz payı olan, Türk
dünyasının liderlerinden Ebulfez Elçibey,
1938 yılında Kadirkulu Bey (?-1943) ve
Mehrinisa (1889-1987) Hanımın evladı
olarak Nahcivan’ın Keleki Köyü’nde doğdu.
Babasının amcası Mir Yahya Dede
ona Hz. Ali’nin oğlu olan Ebülfez Abbas’ın
şerefine Ebülfez adını koydu. Asıl soyadı
Aliyev’dir. Baba soyu İran’ın Güney
Azerbaycan yöresinden, annesi Anadolu’dan
zamanla Nahcivan’a yerleşmiş bir ailedendir.
Elçibey, İbrahim, Murat, Al Murat’tan sonra
ailenin en küçüğüdür. Babası 2. Dünya
Savaşına gidip bir daha dönemeyince 1943
yılında henüz beş yaşında iken yetim
kalmıştır. İlkokulu, kendi köyünde ilkokul
olmadığı için Unus Köyü İlkokulu’nda
okumuş,
1955-1957
yıllarında
lise
düzeyindeki Nahçıvan Ordubad Orta
Mektebi’ne devam etmiştir.
1957 yılında Azerbaycan Devlet
Üniversitesi Doğu Bilimleri Arap Filolojisine
kayıt olmuş, 1962’de mezun olmuştur.
Burada siyasi ve tarihi olaylara ilgi
duymuştur. Halkının köle, vatanının,
sömürge
olduğunu
hazmedemeyerek
arkadaşları Âlim Hasayev, Rüstem Eminov,
Malik Mahmudov, Abbas Musayev, Zakir
Mehmedov,
Mehdi
Ağalarov,
Refik
İsmailov’la birlikte bağımsızlık uğrunda
mücadele etmeye söz vermişlerdir. Kendi
aralarında
yaptıkları
bir
toplantıda;
“Sovyetler bizim devletimiz değil, biz
Türk’üz,
vatanımızı
işgal
ettiler,
sömürüyorlar”
şeklinde
propaganda
yapmakta karar kılmışlardır.
Ekipten, Malik Mahmutov ve Malik
Karayev Arapça pratiği kuvvetlendirmek ve
propaganda için bir yıllığına Irak’a, Elçibey
de altı arkadaşıyla iki yıllığına (1963-1964)
Mısır’a giderek hem tercümanlık yapmış,
ilmini geliştirmiş hem de geçimini temin
etmiştir. Yaşadığı şehirde günlük gazete
satan beş çocuğu toplayıp para vererek;
-Her bir gazete satışınızda “ Azerbaycan”
diye bağıracaksınız. Size “O da ne
?”diyenlere:
-Azerbaycan bir Türk yurdudur ve Rus
işgalindedir. Şeklinde cevap vereceksiniz,
der.
Mısır’dan döndükten sonra Bakü
Devlet Üniversitesi’nde Asya ve Afrika
ülkeleri Tarih Kürsüsüne öğretim üyesi
olarak atanır. Aklı hep bağımsızlık
mücadelesindedir. Burada kısa zamanda 4’lü
bir grup oluştururlar. Her üye 3 kişiyi yanına
çekecek onlar da beş kişi bulacaktır. Ama bu
planda muvaffak olamadılar. Zira KGB
onları takip etmektedir. Bundan sonra ferdi
çalışırlar. Bir ara yeniden bir araya gelerek
sadece beş kişinin bildiği Meramname
(Program) adıyla tüzük hazırlayıp 3’lü, 7’li,
9’lu gruplar kurdular.
Öğrencilere derslerde Rusya aleyhine
propagandaya
başlarlar.
Yaptıkları
çalışmaları değerlendirmek üzere dava
arkadaşları Hanım Halilova’nın evinde şiir
toplantıları adıyla buluşurlar. Hayatlarından
endişe ettikleri için her gün evlerinden
ayrılırken belki bir daha geri dönemeyiz diye
çocuklarını öpmeyi de ihmal etmezler.
1971 yılında bütün dünyada olduğu
gibi Azerbaycan’daki üniversitelerde de
öğrenci hareketleri başlar. 1975 Ocak ayında
Bakü’de tutuklamalar başlayınca Elçibey de
üniversiteden alınıp tutuklanarak cezaevine
konur. Verilen 1,5 yıllık cezasını taş
ocaklarında çekecektir. Tutuklandıktan sonra
akrabaları ve arkadaşları Bakü’deki KGB
başkanına müracaat ederek Elçibey’in
pişmanlığını belirteceğini söylerler. Bunun
üzerine KGB Başkanı Elçibey’i makamına
çağırtarak Rusça pişman olup olmadığını
sorar. Ancak Elçibey’in beklenmedik soru ve
cevapları karşısında şaşırır. Elçibey;
-Siz
hangi
milletin
ferdisiniz
ben
anlayamadım.
-Ben Rus’um ve burada KGB Başkanıyım.
40
-Biz şimdi hangi ülkedeyiz.
-Azerbaycan’dayız.
-Öyleyse Azerbaycan’da Rus’un ve KGB
Başkanının ne işi var? Sözlerinden sonra
başkan adeta çıldırır ve bağırır:
-Atın şu adamı derhal akıllansın.
Bunun üzerine bilerek azılı suçluların
yanına koyarlar ki Elçibey’i öldürsünler diye.
Lakin o orada öyle bir politika izler ki
vatandan, bayraktan, milletten bahseder.
Suçlular kendi elleriyle taşocağında bir oda
yaparak onu korurlar.
Hapishaneden çıkınca işsiz kalırsa da
1977’de Azerbaycan Milli İlimler Akademisi
El Yazmaları Enstitüsü’nde ilim uzmanı
olarak göreve başlar. İşe başladıktan sonra
ağabeysinin; “Artık evlenmelisin, halk sana
daha bağlı olur.” nasihatine uyarak
akrabalarından Halime Hanım’la 29 Eylül
1979’da evlenir. Ondan Kızı Çilenay ve oğlu
Erturgut doğar.
İstihbarat
baskısına
rağmen
arkadaşlarıyla görüşerek 1980 yılında
Çamlıbel (Çenlibel) Birliği ardından Yurt
Birliği teşkilatı kurulur. 1988 yılında da
Varlık Cemiyeti faaliyete geçer. Bu
teşkilatlar
ilerde
Azerbaycan’ın
bağımsızlığını hazırlayacak olan Halk
Cephesi’nin temelini atacaktır. Sovyetlerin
çözülme
öncesi
egemenliği
altında
bulundurduğu Baltık ülkelerinden Litvanya,
Letonya, Estonya’da 1988 yılında nümayiş
ve mitinglerle beraber halk cephelerinin
kurulması onlara cesaret verir. Bu
bağımsızlık
rüzgârları
kısa
sürede
Azerbaycan’a ulaşır. Hazar 1918’den sonra
bir kez daha dalgalanır.
1989 Şubatında Azerbaycan Halk
cephesi
koordinasyon
Kurulu
Halk
Cephesi’nin resmen kurulmasına karar verir.
Bildiriler dağıtılır, her yere afişle yapıştırılır.
Aynı yıl bağımsızlık hareketi Sovyetler
Birliğinin dağılmasıyla birlikte başlar. 28
Mayıs 1989 da üç renkli Azerbaycan Bayrağı
kendisinin de görev yaptığı Azerbaycan El
Yazmaları Enstitüsü’ne Elçibey tarafından
sevinç ve gözyaşlarıyla asılır.
16 Temmuz 1989’da Azerbaycan
Halk Cephesi ilk kurultayını toplayarak
Elçibey’i ilk genel başkan seçer. Burada 29
Temmuz 1989 günü Bakü Azatlık
Meydanı’nda büyük bir miting yapılması
kararlaştırılır.
Ayrıca
üç
maddenin
gerçekleştirilmesi programa alınır.
1.Azerbaycan
Cumhuriyeti
Anayasası
yeniden düzenlenmelidir.
2.Azerbaycan Halk Cephesi tanınmalıdır.
3.Azerbaycan’ın üç renkli yeni bayrağı ve
milli marşı belirlenmelidir.
Halk Cephesi zamanla İstiklalini
arayan, Rus işgalinden Azerbaycan’ı
kurtarmak isteyenlerin yoğunlaştığı partiler
üstü bir kuruluş oldu. İstihbarata rağmen
hızla büyüdü. I989 da Rusya Azerbaycan
Halk Cephesini resmen tanıdı. 31 Aralık
1989’da Güney Azerbaycan sınırındaki
dikenli tellerin kaldırılarak bütünleşme
hedeflendi ise de Halk Cephesi buna tam
olarak karar veremedi. Elçibey bu görevi
kendi üstlendi ve cepheye yürüyüş için
talimat verdi. Binlerce Türk “Yaşasın TebrizBakü” nidalarıyla dikenli tellerle donatılmış
sınıra yürüdüler.
Rus ve İran askerleri, bu milli hareket
karşısında hiçbir şey yapamadı, ateş bile
açamadı ve dünya tarihinde tarihi bir gün
oldu. Siyasi otoritelerce Berlin duvarının
yıkılışını hatırlatan bir hareket gibi algılandı.
Ancak 1990’da çökmeye başlayan Rusya’nın
Devlet Başkanı Mihael Gorbaçov bütün
dünyaya barış ve kardeşlik mesajı verirken
Azerbaycan
için
farklı
düşündü.
Sessizliklerini 19 Ocak’ı 20’sine bağlayan
1990 gecesi tankları Bakü’ye göndererek
bozdular. Zira Sovyetlerin bütünüyle
dağılmasından korktuklarından gözdağı
vermek istiyordu. Tankların önüne çıkan
yüzlerce Azerbaycan Türkünü katlettiler.
41
Ama iş tersine döndü. Bu olay
Azerbaycanlıları
kenetledi,
daha
da
güçlenerek mitingler ve yürüyüşler yaptılar.
Her gün Azatlık Meydanına milyonlar
toplandı. KGB ajanları mitinglerde Elçibey’e
ve arkadaşlarına çok eziyetler verdiler. O
bütün bunlara rağmen yılmadı mücadeleye
devam etti. Bu tehlikeli gelişmeler üzerine
Rusya, Vezirof’u görevden alarak kendi
yanlısı
Ayaz
Muttalibov’u
atadı.
Tutuklamalar, gözaltılar başlayınca Elçibey
de yer altına çekilmek zorunda kaldı. Ancak
baharla gün yüzüne çıktı. Ve ilk fırsatta
düzenlenen mitingle 28 Mayıs 1990’da El
Yazmaları Enstitü’süne bayrağı yeniden
çekti.
Halk Cephesi Lideri Elçibey, 23
Ağustos 1991’de Bakü’de düzenlenen bir
mitingde Komünist Partisinin lağvedilmesini
istedi. Miting sonrası KGB ajanları onu çok
feci dövdüler. Komünist Partisi’nde de bu
arada 14 Eylül 1991’de lağvedilmeyi
tartışmaya başladı. Nihayetinde beklenen
sona yaklaşılarak Elçibey’in talimatıyla
100.000 kişi meclisi kuşattı. 18 Ekim
1991’de bağımsızlık ilan edildi. 29 Aralık
1991’de yapılan referandumda halkın yüzde
doksan sekiz evet oyuyla onaylandı.
Bu olaylardan sonra Azerbaycan
Yüksek Sovyet Meclisi seçim kararı aldı.
1991 yılında yapılan seçimlerde bütün
hilelere rağmen Halk cephesinden 30 kadar
milletvekili parlamentoya girdi. Diğer Türk
Cumhuriyetleri de Azerbaycan’daki bu
gelişmeler
üzerine
birer
birer
bağımsızlıklarını
ilan
ettiler.
İlk
Cumhurbaşkanı Rusya’nın kuklası Ayaz
Mutalibov oldu. Lakin Ermenilerin Karabağ
ve Hocalı katliamını önleyemediği sebebiyle
Muttalibov istifa etti. Yakup Mehmetov
yerine vekâleten görevlendirildi.
Bağımsızlık hareketlerinin başladığı
bunalımlı bu dönemde Türkiye’de olayları
titiz
bir
şekilde
takip
ederek
değerlendiriyordu. Daha önceden yapılan
davet üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’le birlikte MHP Genel Başkanı
Alparslan Türkeş de ilk defa 2 Mayıs 1992
de Azerbaycan’a gitti. Elçibey, Hanım
Halilova’yı Türkeş’i karşılamak ve 3 Mayıs
Türkçülük Bayramında Azatlık Meydanında
konuşma yapmak üzere görevlendirdi.
Alparslan
Türkeş,
protokolde
olmadığı gerekçesiyle Bakü Havaalanında ve
sonrasında çıkarılan tüm engellemelere
rağmen 300 araçlık Türkiye ve Azerbaycan
bayraklarıyla donatılmış bir konvoyla halkın
sevinç gösterileriyle şehre getirildi. Azatlık
Meydanına mitinge bir milyon kişi geldi.
Katılanlar Türkeş’e konuşması sırasında
“Başbuğ
Türkeş”
nidalarıyla
büyük
tezahüratta bulunarak bozkurt işareti
yapıyordu. Türkeş, Elçibey’in elini tutarak;
“Türk dünyasının başbuğu Elçibey’dir.
Onu size emanet ediyorum” diyerek büyük
bir
onur
sergiledi.
Azerbaycan’da
Göktürklerden geldiğini öğrendiği bu işareti
daha sonra Türkiye’ye taşıdı. Ertesi gün 4
Mayıs’ta
Demirel’le
birlikte
Türk
Büyükelçiliğinin açılışına katıldılar ve
konuşmalar yaptıktan sonra Halk Cephesini
ziyaret ettiler.
Rusya bu gelişten tedirgin oldu. 13
Mayıs’ta Ayaz Muttalibov’u Bakü’ye getirdi.
14 Mayısta Parlamentoda darbe yapıldı.
Bunun üzerine Halk Cephesi 15 Mayısta
yürüyüş ve miting kararı alındı. Miting Halk
Cephesinin karşısında yapıldı. Zira Ruslar
Azatlık Meydanını abluka altına almışlardı.
Bu mitingde 1987 yılında Politbüro’dan
uzaklaştırılınca 1990 yılında Nahcivan’a
dönen ve Sovyetlerin Karabağ’daki ikiyüzlü
siyaseti nedeniyle Komünist Partisi’nden
ayrılan Haydar Aliyev, Halk cephesinin
yöneticilerini arayarak Ayaz Muttalibov’a
karşı olduğunu bildirip cepheye bağımsızlık
savaşında destek verdi.
42
Bu arada Şusa ve Laçin de
Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs’ta 1992’de
Halk Cephesi dışlanarak meclis toplanıp
Muttalibov’un Hocalı katliamında suçunun
olmadığı kararına vardı. Ruslar bu karara
istinaden Muttalibov’u tekrar getirmek
isteyince halk bu kez 200 000 kişi ile meclisi
kuşattı. Halkın tepkisi üzerine Muttalibov
askeri bir helikopterle Moskova’ya kaçırıldı.
Televizyon, Milli İstihbarat birimleri ele
geçirildi. Üç gün boyunca miting yapıldı.
Kısa süren bu sıkıntılı dönemden
sonra görevi 7 Haziran 1992’de yüzde
altmışlık bir oyla Ebulfez Elçibey devraldı.
Bir yılda çok büyük proje ve
anlaşmalara imza atıldı. Bunlar arasında; 80
000
Rus
askeri
Azerbaycan
Parlamentosu’nda 26 Mayıs 1993’te alınan
bir kararla ülkeden çıkarıldı. Rusya ile
12.10.1992’de Emektaşlık ve Tehlikesizlik
anlaşması yapıldı. Kasım 1992’de BaküCeyhan Petrol Boru Hattı’nın temeli Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la
birlikte atıldı. Azerbaycan Anayasası’na
Devlet dili olarak Türk Dili ifadesi
konuldu.(1995’de Haydar Aliyev bu ifadeyi
Azerbaycan dili olarak değiştirdi.) Ruble
yerine Azerbaycan milli parası Manat para
birimi olarak kabul edildi. Azerbaycan
Silahlı Kuvvetleri kuruldu. Türkiye ve diğer
Türk Cumhuriyetleri arasında ticari, sosyal,
kültürel ve siyasi yakın ilişkiler kuruldu.
Ama su uyudu düşman uyumadı. Her
alanda Türk birliğinin kurulmasından,
petrolün ellerinden çıkmasından korkan
ülkeler başta Rusya ve İran olmak üzere
Elçibey’i bir an önce devirmenin yollarını
planladılar. Haziran 1993’te Süret Hüseyinov
Rusların
Azerbaycan’dan
çekilirken
kendisine bıraktığı silahlarla Gence’de
ayaklanma başlatarak Bakü’ye doğru hareket
etti. Kardeşkanının dökülmesinden endişe
eden, Türkiye’den ve kendi ordusundan
gerekli desteği bulamayan Elçibey, Nahcivan
Yüksek Sovyeti Başkanı olan Haydar
Aliyev’i Bakü’ye çağırarak uzun bir görüşme
yaptı ve ülkeyi ona emanet etmek zorunda
kaldı.
Elçibey, yüksek ideallerinin yanında
fazla temiz ve saf bir şahsiyetti. Devlet
yöneticiliğinde fazla tecrübe sahibi değildi.
Politikaya fazla ısınamamıştı. Ülkesinde
Rusya ve İran ajanlarının cirit attığının, darbe
hazırlığı içinde olduklarının belki farkında
değildi. Nitekim kendisi uzun yıllar sonra
bizim ülkemizdeki çizgisinden madde
bakımından sapanları da örneklendirircesine
şu acı itirafta bulunacaktır. “Bir zamanlar
Sovyet tanklarının önünde beraber omuz
omuza
durduğumuz
arkadaşlarla
yollarımızı para ayırdı.” Zira Sovyetler ve
işbirliği yaptığı ülkeler bu şahsiyetleri
maalesef para, rütbe, makam karşılığı Süret
Hüseyinov gibi satın almıştı. Ama Elçibey’in
tercihi de, aşkı da milletten yana olmuştu.
Kendisi de darbe sonrası 17
Haziran’da Nahcivan’da ata ocağı Keleki’ye
yerleşti. Şartların uygun hâle gelişi üzerine
dört yıl sonra 31 Ekim 1997 de tekrar
Bakü’ye
dönerek
Azerbaycan
Halk
Cephesi’nin başında aktif siyasete devam
etti. 1998 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı
seçimlerine adil ve demokratik olmadığı
gerekçesiyle katılmadı. 5 Kasım 2000’de
yapılacak 2. dönem genel seçimlere iştirak
etme kararı aldı.
Ama Elçibey son yıllarda kamuoyuna
duyurmasa da rahatsızdı. Türkiye’den
dostlarınca uzman bir doktor gönderildi
Bakü’ye. Muayenede karar Türkiye’ye
gelmesi yönünde oldu. 7 Temmuz 2000’de
MHP Sivas Milletvekili Mehmet Ceylan’ın
özel uçağıyla tedavi amacıyla Türkiye’ye
getirildi. Ankara Hastanesi’nde tedavisi
Sağlık
Bakanı
Osman
Durmuş’un
koordinesiyle başlatılan Elçibey, durumunun
ağırlaşması üzerine 9 Ağustos’ta GATA’ya
nakledildi. Bu büyük bağımsızlık kahramanı
43
22 Ağustos 2000’de aramızdan ayrıldı.
Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan devlet
töreni ile Azerbaycan’a uğurlandı.
Elçibey’in
Azerbaycan’daki
cenazesine
1
milyon
kişi
katıldı.
Parlamentoda halkın acıdan galeyana gelerek
“En büyük Elçibey başka büyük yok” sloganı
üzerine Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev
başına bir şey gelmesinden korkarak orayı
terk etti.
Bahtiyar Vahapzade O’na ölümünden
sekiz yıl sonra şu mısraları döktü;
Şair Memet Aslan, şiirinde bir kez daha
“Ağla Karanfil Ağla” diye ağladı;
“Kalbi Azerbaycan, gözü Türkiye/ Yaşadı
“Türk” diye, öldü” Türk” diye.
Bağladı Turana o, imanını,/ Bu iman onun
üçün hayattan baha.
Meğer tesadüf mü? O öz canını/ Gidip,
Türkiye’de verdi Allah’a.”
“Ölüm sevinmeyesin goy…
Ömrünü vermir bada…
El gadrini candan daha aziz
bilenler…
Şirin bir hatıra kalacak dünyada
Severek yaşayanlar…/ Sevilerek
ölenler.”
“Garanfil şehid ganı/ Ağla garanfil ağla!/
Ağla, inlet dünyanı/ Ağla garanfil ağla!
Cavanlara
gıydılar/
Tanklar
altda
goydular/ Ganın içip doydular/ Ağla
karanfil ağla”
Yazımızı Samet Vurgun’un ölüm
üzerine yazdığı şu mısralarla bitirerek
“Ruhun şad olsun Elçibey” diyelim.
44
CENNETE
KAÇAN
OZAN
Sesim çıkmıyor artık…
Hançeremden yaralandım a dostlar!
Binlerce yıl emek verdim, büyüttüm.
Yüreğimi türkü ettim, hasretimi tel eyledim; vicdanımı, imanımı
Her nem varsa cümlesini bozkırda bir tezenede öz eyledim.
Can aradım, can bulmaya…
Kırşehir’de bir gariban Abdal oğlu Neşet oldum, can buldum.
Neşet toprak, Neşet yaprak, Neşet Çiçek Dağı kadar sade, Neşet ıssız
bir çeşme suyu kadar berraktı.
Yanık sesli, kavruk yüzlü, fakir bir Abdal uşağı idi Neşet…
Bilmezdi bir milletin binlerce yıllık sesi olduğunu.
Yüreği kendinden büyüktü Neşet’in Yüreği ülkesinden büyük
Sesimi yitirdim dostlar’
Hançerem yaralandı…
Nerden bilirdim bu kadar yarım kalacağımı.
Eksildim dostlar!
Kendi sesimin yankısı sanıyordum “ Aydooosst” diyen çığlığı.
Sesime ses veren yamaçlara ne oldu?
Yalnızca insanlar ölür sanıyordum oysaki
Teller öldü, diller öldü; nefes öldü, ses öldü!
Sanma ki sırf Neşet öldü
…….
Cennette bozlaklar çalınır gayri.
Dünyada türküler yetim kaldı.
Kötü adamların türküsü yoktur, dedi. İyiler bir bir dünyayı terk ediverdi.
Bize bozuk düzen, bozuk insanların yaptığı bozuk nameler kaldı.
Katar katar şehitler geliyor artık.
Ülkenin her köşesi yanıyor artık.
Cehenneme dönerken ülke, cennete kaçtı ozanlar.
Ülke Türk’ün olmazsa ülkede türkü olmaz.
Sen yalnız ölmedin Neşet…
Türküler de ölüyor.
Türküler değil yalnız, Türkler de ölüyor!
Hangi birine ağıt yakalım şimdi: ozanlara mı şehitlere mi,
Türkülere mi, Türklere mi?
Mahmut HASGÜL
45
ŞİİR GÜLİSTANI’NA YOLCULUK…
Doç. Dr. Tamilla Abbashanlı
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi,
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü,
Öğretim Üyesi,/ Azerbaycan
Elimizde bir kitap var: Eskişehir Şairlerinin
Antolojisi. 2011 yılının son günlerinde
Eskişehirli şairlere en güzel hediyedir bu kitap.
50-ye yakın şairin şiirleri toplanıp bu kitapta.
Belki de Eskişehirli şairlerin sanat sınavıdır bu
kitap. Onlar için sanat sınavı, okuyucular için
şiir gülistanıdır bu eser. Her bir şiir bir çiçektir,
çiçeklerin hepsi güzel, kokuları da farklı. Bu
şiirlerin de konuları farklı, konuları işleme usulü
farklı… Ama her birinin ayrıca güzelliği, özelliği
var. Şiirlerin konuları incelikle seçilip, dili,
üslubu da yerinde. Şiirlerde felsefe var, mecazlar
teşbihler, istiareler, dilciliğin kuralları da yerinde.
Kimi serbest yazmış, kimi hece ile… Şaire göre
değişir bunlar. Kimin şiirinde iyimserlik ruhu,
kiminde keder, kiminde ölmeyen aşk, kiminde
kara sevda, manevi duygular var. Her bir şair
seçtiği konuyu kuyumcu gibi işlemiş. Ne
deyelim… Hayırlı-uğurlu olsun.
Şiir gülistanı olan bu kitap bir daha bizi
ilhama getirdi, şairler ve şiir hakkında güzel
şeyler söylemek istedik.
Yusuf Balasagunlu “Kutadku Biliğ” eserinde
şairler hakkında ne güzel demiş:
Kılıçtan itidir şairin dili,
Tüyden çok incedir kalbinin yolu.
Derin, ince sözler dinlemek istesen,
Sözü onlardan işit, anlarsan.
Şairler deryadan inci çıkarana benzerler;
Onlar kimi övseler tarifi ülkeye yayılar; Kimi
kötüleseler onun adı ebediyen kötü olar; Onlarla
iyi geçin; şairlerin diline düşme; Onları sevindir
vs.
Bu mısraları da Azerbaycan’ın dünyaca ünlü
şairi Abbas Sehhet demiş:
Şair odur ki, gerçeklere dildade ola,
Şairin fikri, düşü gerek azade ola.
Bunu da Güney Azerbaycan’ın hakk sesi ölmez
M. Şehriyar söylemiş:
Şair halkın sesi, asrın sesidir,
Vatanın ak saclı sergerdesidir.
Hükmüyle ordular kalkar ayağa,
Şiirin nehrinde taşlar da akar.
“En kederli sevinç şair olmaktır”; Şairler
cennetin anahtarını nereyese koyup unutan
çocuklardır; Şairler sevdaların en güzelini
yaşayan insanlardır.
Şairlere selam verin,
şairlerin selamını alın. Şairler yüreklerini bülbül
yuvasına emanet koyarak şiir yazıyorlar.
Şairler kalemlerini yüreklerinin kanına batırarak
şiir yazıyorlar.
Şairler iki ilahi çiçek – olum ve ölüm
arasında açan tenhalık çiçeğidir.
Şiir hakkında ne söylerler?
Şiir Türkün sesidir. Şiir ilk defa çiçek açan
nar ağacının içindeki ağacın sevinci, gülüşüdür:
Şiir parlak zere benzer,
Saf ve temiz olmalı zer.
Şair olan unutma ki,
Güzelliği budur şiirin,
Söz az olsun, mana derin…
Antoloji Eskişehir’e sevgi çiçekleri
gönderen Ahmet Urfalının şiiri ile açılır. A.
Urfalının Eskişehir sevgisi sadece bu şiirle değil,
o kalemini silaha çeviren askere benziyor. Gece
gündüz Eskişehir ve Afyon ilimizin tarihini,
kültürünü araştırmakla uğraşır.
Eskişehir Yunus Emre, Yunus Emre
Eskişehir
demektir-desek
yanılmayız.
Eskişehir’de yaşıyorum-derken Yunus Emre’nin
Eskişehir’i mi deye sorarlar. Evet, bura sevgisi
bütün
dünyayı
kucaklayan
Yunus’un
Eskişehir’idir. Kitapta ikinci şair Ahmet
Yaşar’dır ve onun “Bizim Yunus” şiiri
yüreğimize pınar suyu gibi döküldü. Ardınca
Eskişehir’in ismini Türk dünyasında ünlü eden
kadın aşığımız Âşık Nurşah’ın “Pir’im Yunus”
şiiri geliyor.
Âşık Pervani bu gün başı karlı Erciyes’e,
Uludağ’a, Toros’lara benzeyen şairimizdir.
Üstatlar üstadı, yaşayan efsanedir. Ömrü daha
uzun olsun. Onun şiiri de antolojide yer almıştır.
Aydın Çetinkaya orta neslin şairi, kültürlü, ağır
başlı, şiirlerinde önemli konuları ele alan
şairimiz.
Dörtlükleri
dikkatimizi
çekti.
“İçindeki”, “Fikir”lerden konuşur, “Dua” ediyor,
“Ümit Uğruna”, “Zamana Doğru” koşuyor,
“Nasihat” veriyor…
Aylin G. Türkel elinde tuttuğu kalem titriyor,
çünkü şiirin alfabesini öğrenmeğe başlıyor,
“Hayallerindeki “Sen”den konuşur; “Her an
seninledir” ve sözleri “İnci” gibi toplar:
Küçücük bir inciyem ben,
Özünden kopmayan,
46
bitip tükenmeyen vatan sevgisi “Türkiye’m”
şiirinde dikkati çekiyor:
Çökmesin üstüne ne hüzün, ne gam,
Senden uzak olsun her türlü âlem.
Canımız fedadır uğruna her dem,
Sahip çıktık sana güzel Türkiye’m.
Eskişehir Şairler Derneğinin Başkanı
tanınmış şair İbrahim Sağır ve Halil Gürkan’ın da
güzel şiirleri kitabın içinde yer almaktadır. Bu
antoloji, aslında, onların büyük zahmetleri ile ışık
yüzü görmüştür. Kitaba “Ön Söz” yazan şair
İ.Sağır burada Eskişehir Şairler Derneğinin
sadece Türkiye’de değil, Türk Dünyasında
tanınmasından, orada kültür dernekleri ile
ilişkilerinden
söz
açıyor.
Diyor
ki,
Azerbaycan’da faaliyet gösteren “Vektör”
Uluslararası İlim Merkezi şairlerimizin şiirlerini
antoloji olarak basmıştır, yine de Bakı’daki
“Ulduz Âşıklar Birliği” daima derneğimizle
kültür münasebetleri yaratmıştır. Kitapta İ.
Sağır’ın “Şairim”, “Feleğe Sitem”, “Bu Bahar”,
“ne Gerek”, “Yabancı” şiirleri, H. Gürkan’ın ise
“Gül Alev Alev”, “Geçmişin Ahı”, “Vakitsiz
Solan Ömür”, “Yaşlı Gözler”, “Aşk Neferi”
şiirleri yer almıştır.
Kitabın Ferhat’larına gelince. Nasıl teşekkür
edeceğimi bilmiyorum. Diyorlar ya, “kendi
yağında kavrulmak”. Bu “yağsız kavrulmaktır”.
Şairler derneğimizin Başkanı İbrahim Sağır, Halil
Gürkan, Muharrem Kubat, Gazi Durusu’nun
yardımlarıyla, zahmetleriyle bu güzel antoloji
ışık yüzü gördü. Ellerine, yüreklerin sağlık.
Vatan, Millet için çarpan yürekleri hiç
yorulmasın. Eskişehir Şairler Derneği bu
insanların omuzları üzerindedir. Dişle-tırnakla bu
derneği yaşatmağa çalışırlar. Asıl kahramanlık
budur. Sanata, şiire emek verenler dünya
durdukça yaşayacak, ömürleri şiir gibi ebedi
olacaktır.
Israrla onu seven.
Sabırla bekleyen,
Küçük,
Yalnız bir inciyim.
Bürhanettin Çil “Gözü Güzel Yar”dan
konuşur, sonra “Kara Toprak”tan… O da Âşık
Veysel gibi toprağa “vefalı dostsan” der.
Bu kitapta şiiri basılan şairlerden M.
Kubat, İ. Sağır, H. Gürkan, F. Akın, H. Şanlı, E.
Şakar, L. Kılıc, N. Uçar, R. Barış, R. Köroğlu
hakkında yazılar yazmışım, onların şiirleri
hakkında geniş inceleme yapmışım. Ama üstat
şair M. Kubat’tan konuşmadan olmaz. 2011 yılı
şairimiz için uğurlu oldu. Sanat dostları,
Eskişehir ve Afyon ilimizin sanatsever insanları
şairin sanat yılının 60’ı senesi büyük tantana ile
Yunus Emre Kültür Sarayında düzenlediler.
Salonda oturmağa yer yok idi, insanların çoğu
sona kadar ayak üste kültür gecesini izlediler. Bu
sevgi hem Muharrem Hocamıza, hem de
Eskişehir ve Afyon kültürüne sevgi idi, çünkü bu
iki güzel, kahraman ilimizin adını şiirleriyle
Anadolu’ya, Türk Dünyasına, Avrupa ve
Balkanlara yayan M. Kubat Hocamızdır.
Antolojide Muharrem Hocanın “Anama”,
“Türkiye’me Sesleniş” ve “Sılaya” şiirleri yer
almıştır.
Bu kitapta şiiri yayımlanana her bir şair
hakkında geniş yazmak olar, inşallah gelecekte
bunu da yaparız. Yine de birkaç şairin ismini
söylemeden geçemiyorum: Levent Topludal’ın
“Suskun Sevda” şiirini çok beğeniyorum,
defalarca kendi dilinden dinledimse yine
dinlemek isterim. Mehmet Saffet Devrim’in
mezarı nurla dolsun, “Gurbet” şiiri güzeldir.
Şerife Gündoğdu’nun “Türkiye”m şiiri vatanıma
yazılmış en güzel senfonidir. Antolojide Şerife
Hanımın “Türkiye’m”, “Zor Günler”, “Annem”,
”Unutma”, “Mutluluk” şiirleri yer almıştır. Şairin
47
ÂŞIK KARŞILAŞMALARINDA SİVAS
ÖZLEDİM
ÂŞIK KAptANÎ’NİN
Kaptanî:
Yine hatırladım şirin Sivas’ı,
“Gardaş” diyen dillerini özledim.
Şimdi köylerinden duyulur sesim,
O çamurlu yollarını özledim.
SİVAS
Erdem Can:
Ulaş’tan geçiyor Tecer ırmağı,
Balık dolu göllerini özledim.
Çevresinde çoktur bahçesi bağı,
Çiçeğini güllerini özledim.
Kaptanî:
Kışın kar üstünde kayardık kızak,
Şirin köyüm şimdi bana çok uzak,
Bazen küsmük yanar, bazen da tezek,
Tandırdaki küllerini özledim.
Erdem Can:
İlimin beşiği kültür kervanı,
Çermikler hastaya verir dermanı,
Ozanların yurdu, yiğit harmanı,
Bizim Sivas ellerini özledim.
Kaptanî:
Benim memlekette olmaz ki tasam,
Hoşunuza gider bir şey söylesem,
Koyun kaymağına sürüp de yesem,
Kara kovan ballarını özledim.
Erdem Can:
Sivas’ın meşhurdur Kepenek suyu,
On altı kazası bellidir sayı,
Birbirinden güzel binlerce köyü,
Duman çökmüş bellerini özledim.
Kaptanî:
Kapkara bulutlar dağları aşar,
Yağmurlar yağdıkça dereler coşar,
Bentlerine sığmaz her yana taşar,
Boz bulanık sellerini özledim.
Erdem Can:
Tarlalarda az mı firik kavurduk?
Bir o yana bir bu yana çevirdik,
Gürgen yaba ile tığlar savurduk,
Serin esen yellerini özledim.
Kaptanî:
Ağustos ayında harman koşardık,
Düvenin üstünde yanar pişerdik,
Fırsat bulsak bahçelere koşardık,
Vişnelerin dallarını özledim.
Erdem Can:
Bir lokmamız, kırk kişiye bölünür,
Misafirler bizde Hızır bilinir,
Türküler söylenir sazlar çalınır,
Ozanların tellerini özledim.
Kaptanî:
Düğünlerde bizi uyku tutmazdı,
Sabahaca oyun-halay bitmezdi,
KAPTANÎ’yim pilav, turşu yetmezdi,
Gençliğimin yıllarını özledim.
KONULU
ŞİİRLERİ
Dr. Doğan KAYA
48
Erdem Can:
ERDEM CAN’ım hasret ile yanarım,
Bir gün olur ben Sivas’a dönerim,
Âşık severlere saygı sunarım,
Mevlâ’nın has kullarını özledim.
Tarih boyu pek çok
kavime ve medeniyete ev
sahipliği yapmış olan Sivas,
bugün, eskisi kadar olmasa
da hâlâ diğer iller içinde,
birkaç bakımdan dikkat
çeken bir il olma özelliğini
taşımaktadır. Bunlardan ilk
aklımıza gelenleri, Selçuklu
ve Osmanlı’ya ait tarihi
eserleri,
havasının
soğukluğu, halkının insani
değerlerinin üst derecede
olması, işsizlik ve buna bağlı
olarak geçim zorlukları,
bağrından çıkardığı bilim
adamları, güreşçileri, âşık ve
şairleridir.
Yüzölçümü
itibariyle
Türkiye’nin ikinci büyük ili
olan ve 1285 köyü ile
ülkemizde en fazla köye il
olan Sivas, bu niteliklerine
rağmen, başka beldelere
gurbetçi gönderen illerin
başında gelmektedir. Tarihte
çok önemli bir kültür
merkezi olmasına rağmen
günden güne nüfusunun
azalması Sivas’ın kendi
içinde pek çok probleminin
olduğunun başlıca işaretidir.
İklim şartları, insanının
başka
yöre
insanlarına
nazaran işgüzar olamaması
ve teşebbüs kabiliyetinin
zayıflığı,
bu
sonucu
hazırlayan
sebeplerin
başında gelmektedir.
Biraz önce sözünü
ettiğimiz
gibi
Sivas,
ülkemizde
âşıklık
geleneğinin hâlâ canlı olarak
yaşatıldığı il olma özelliğini
de taşımaktadır. Bugünkü
tespitlerime göre Sivas’ta
yetişmiş âşık sayısı 470’ten
fazladır.
Bu
âşıklar
şiirlerinde, geleneğe uyarak
pek
çok
konuyu
işlemişlerdir.
İşlenen
konulardan
birisi
de,
“Sivas”tır.
“Âşıkların
Diliyle
Sivas”
adıyla
çıkarmayı
düşündüğüm
kitap için uzun süredir
derlemeler yapmaktayım.
Şu anda elimdeki şiir sayısı
74’tür. Âşıklar içinde en
fazla Sivas’a şiir söyleyen
ise Kaptanî’dir. Burada,
şiirlerin muhtevaları ve
teknik özellikleri üzerinde
durmadan
Kaptanî’nin
sekiz şiirini ve Erdem Can
ile aynı konuda yaptığı
karşılaşmayı
vermek
istiyorum. Şiirler Sivas’ı ve
Sivaslı’yı anlatan orijinal
söyleyişleri
ihtiva
etmektedir.
Asıl konuya geçmeden
önce, Kaptanî hakkında
bilgi vermek istiyorum.
Asıl adı Mehmet Köşe olan
Kaptanî,
1952
yılında
Sivas’ın
Çayboyu
mahallesinde doğmuştur.
Çoğumuzun bildiği gibi
Çayboyu, daha önceleri,
Sivas’a bağlı merkez köy
idi ve adı Pirkinik’ti.
Mehmet, Çayboyun’da
Gülşeoğlu ( Gürşoğlu) diye
bilinen ailede İsmet ve
Zülbiye’nin
oğludur.
Dedesi Dursun Köşe, 1950
yılında
Doğanşar’dan
Çayboyu’na
göçmüştür.
Dört kardeşin en büyüğü
olan Mehmet, ilkokulu,
Çayboyu İlkokulunda, Orta
tahsilini de Sivas Atatürk
Ortaokulunda ve Sivas
Endüstri Meslek Lisesi
Metal İşleri bölümünde
yapmıştır.
On
sekiz
yaşındayken beşik kertmesi
olan amcası kızı Emine ile
evlenmiştir. Üçü kız, ikisi
49
oğlan beş çocuk sahibidir.
1995 yılında S.S.K.’dan
emekli olan Mehmet, halen
Sivas’ta Alibaba Minibüs
durağına kayıtlı olarak
kendi
özel
arabasıyla
geçimini sürdürmektedir.
Küçük
yaştayken
türküye, saza merakı olan
Mehmet’in bu hevesi aile
fertlerinin karşı çıkması
üzerine
uzun
yıllar
körelmiştir. Ne var ki,
gençlik çağında ve sonraki
seneler içindeki aşk tekrar
alevlenmiş, saz çalmaya,
türkü söylemeye tekrar ilgi
duymuştur.
Âşıklığa
yönelmesinde iki sebep
önemli
ölçüde
rol
oynamıştır. Bunlardan ilki;
bir ara arabasıyla SivasErzurum arasında gazete
dağıtıcılığı
yaparken,
Erzurum’a her gidişinde
âşıklar kahvesine uğrayıp
orada sanatlarını icra eden
âşıkları
dinleyip
etkilenmesi,
diğeri
de
hemşehrisi Âşık Erdem
Can’la tanışıp ondan şiir
söylemenin
inceliklerini
öğrenmesidir.
Mehmet’e, mesleğinden
dolayı Kaptanî mahlasını
da Erdem Can vermiştir.
İrticalî olan ve bugüne
kadar pek çok televizyon
programına
ve
âşık
programlarına
katılan
Kaptanî’nin yüz civarında
şiiri vardır. Hakkında Gazi
Osman
Paşa
Üniversitesinde bir de bitirme tezi
hazırlanmıştır
(Nuray BÜTÜN, Âşık
Kaptanî, Tokat, 1997).
GELİN GÖRÜN SİVAS’TA
Sivaslı’yı kaba saba görenler,
Bol hürmeti, gelin görün Sivas’ta.
Sivas için yanlış karar verenler,
Öz şefkati, gelin görün Sivas’ta.
Tepemizde baykuş gibi ötenler,
Çıkar için benliğini satanlar,
Uzaktan Sivas’a atıp tutanlar,
Merhameti, gelin görün Sivas’ta.
Askere polise kurşun sıkanlar,
Kiralanıp burda otel yakanlar,
Bizim aramıza nifak sokanlar,
Muhabbeti, gelin görün Sivas’ta.
Kin ve iftiranız daha bitmedi,
Terse döndü hesabınız tutmadı,
Sivas halkı ülkesini satmadı,
Asaleti, gelin görün Sivas’ta.
Yabancı kültüre olurlar şahbaz,
Örf ve âdetine diyor ki yobaz,
Yobaz olan insanlıktan anlamaz,
Nezaketi, gelin görün Sivas’ta.
Yıllarca düşmanın yetmedi gücü,
Bir gaflete düşmek acı mı acı,
Misafirdir Sivaslı’nın baş tacı,
Hakikati gelin görün Sivas’ta
Cumhuriyet kurdu canların canı,
KAPTANÎ diyor ki atanı tanı,
Dört Eylül’dür kutlamanın zamanı,
Sadakati, gelin görün Sivas’ta.
SİVAS’IM
Türkiye’nin orta yerde kalesi,
Her tarafa açık yönü Sivas’ın.
Olmamıştır, asla düşman kölesi,
Tarihe yazılı, ünü Sivas’ın.
Gelmiş geçmiş âşıkları söz eri,
Bulunur mu Ruhsatî’nin benzeri?
Adım adım dolu şehit mezarı,
Bu yurda fedadır, kanı Sivas’ın.
Minareden yükselen o sedaya,
Yalvarırım, dinler iken Hüdâ’ya,
Hiç korkmadan vatan için fedaya,
Yine hazır yüz bin canı Sivas’ın.
Gel
KAPTANÎ
geçmişini
sayıkla,
Şemsi Sivasî’yle nice büyükle,
Hamza
Yerlikaya,
Ahmet
Ayık’la,
Her yana ulaştı, şanı Sivas’ın.
SİVAS’IM
Evlatların bu vatanı kurtardı
Hepsi yiğit hepsi beğdi Sivas’ım!
Çelik düşman perdesini yırtardı,
Hepsi
birbirinden
yeğdi
Sivas’ım!
Güzel yurdun dört bir yanı
sarıldı,
Kollarına prangalar vuruldu,
Dört Eylülde Kongireler kuruldu,
Atatürk’üm seni öğdü Sivas’ım!
Millî birliğimi elde tutansın,
Bizim için sen en güzel vatansın,
Sana katil diyen densiz utansın,
Cumhuriyet
sende
doğdu
Sivas’ım!
Var mı senin gibi asil bir şehir?
İftira etmekte hepisi mahir,
Bunca çile bunca yoksulluk
kahır,
Yağmur
gibi
sana
yağdı
Sivas’ım!
Bizler bir bütündük bugüne
değin,
Fitnecinin iftirası çok yeğin,
Senin asaletli Kangal köpeğin,
Uyuz çakalları boğdu Sivas’ım!
Ayrımcı değiliz yurdu bölmedik,
Şerefsizin oyununa gelmedik,
Sivaslı’yız, ayaktayız ölmedik,
Düşmanların
boyun
eğdi
Sivas’ım!
Zorlukla atlattık biz bu çağı da,
Umutluyuz gerek yok ki ağıda,
KAPTANÎ’nin
kaleminden
kâğıda,
Bu şiir yazmağa değdi Sivas’ım,
50
SİVAS’IMA
Kasım ayı geldi, soğuklar
düştü,
Başladı, kardeşim kışı Sivas’ın.
Odun yok, kömür yok vatandaş
şaştı,
Dondu gözlerinde yaşı Sivas’ın.
Altı ay kışı var, herkese zarar,
Fakir gençler işsiz, her gün iş
arar,
İşsiz kalan her gün kahveye
dolar,
Kahvede başlıyor, işi Sivas’ın.
Saçaklardan uzun buzlar asılır,
El ayaklar ayazımda kesilir,
Tezek sobasıyla evler ısınır,
Türkiye’de yoktur, eşi Sivas’ın.
Bitmez Sivaslının gönlünde
yası,
Ne kadar bağırsa duyulmaz
sesi,
Çökmüş üzerine dumanı, sisi,
Kara bulutludur, başı Sivas’ın.
Bir buğday ekmekle geçim olur
mu?
Meclisteki, bu zorluğu bilir mi?
Göç etmiş Sivaslı geri gelir mi?
Bir gün kalacaktır, boşu
Sivas’ın.
Masraflar başladı, elde yok gelir,
Vallahi eksiğin borç ile alır,
Bu mevsimde kurdu kuşu aç
kalır,
Güneye göç eder, kuşu Sivas’ın.
Unutma kardeşim, bu böyle
gitmez,
Çaresiz kalınca artık güç
yetmez,
Seçim sandığına daha oy atmaz,
Artık çatılıyor, kaşı Sivas’ın.
KAPTANÎ’m de söylemekten
bıkmıyor,
İktidarlar Sivas’ıma bakmıyor,
Kessen
damarımı
kanım
akmıyor,
Temelden
çöküyor,
taşı
Sivas’ın.
SİVAS’TIR
Güzel Anadolu’nun
Orta yeri Sivas’tır.
Havası soğuk ama,
İnsanları çok hastır.
Oy Sivas’ım Sivas’ım!
Senden geçmez hevesim.
Yiğidin harman yeri,
Sözünden dönmez geri,
Ta Selçuklu’dan beri,
Bizdeki aynı histir.
Oy Sivas’ım Sivas’ım!
Seni anlatır sesim.
İlkbahar yaz çağları,
Sümbül açar bağları,
Geçit vermez dağları,
Her taraf duman sistir.
Oy Sivas’ım Sivas’ım!
Oldun gönlümde süsüm.
KAPTANÎ sensiz n’eyler?
Şirindir bizim köyler,
Ozanı dertli söyler,
Türkiye’de tek sestir.
Nice kurdun canlarına kıyarlar,
Kangal
köpeğinin
döşü
meşhurdur.
Kızlar su almaya çeşmeye gelir,
Kovalar dolarken sohbeti bilir,
Gençlerin aklını başındın alır,
Güzellerin hilâl kaşı meşhurdur.
Rengârenk çiçekler dumanlı
dağlar,
Karlar erir, derelerden su çağlar,
Düğünlerde ana ağlar, kız ağlar,
Gözlerinden
akan
yaşı
meşhurdur.
Genç ihtiyar, halay çeker yorulur,
Açlık başlar, biraz mola verilir,
Yemek için yere sofra kurulur,
Düğünlerde
keşkek
aşı
meşhurdur.
KAPTANÎ
yemyeşil
ovaya
bakar,
Rençperler tarlaya tohumlar eker,
Rakipler her zaman korkusun
çeker,
Pehlivanlarının tuşu meşhurdur.
GARDAŞ
Oy Sivas’ım Sivas’ım!
Sensin benim nefesim
MEŞHURDUR
Anlatayım size bizim Sivas’ı,
Fırtınası, karı, kışı meşhurdur.
Sobanın başında sohbet havası,
Beklenilen yazın düşü meşhurdur.
Çobanları dağda sürü yayarlar,
Kasım ayı gelir koçu boyarlar,
Sivas soğuk ama, insanı sıcak,
“Hani Sivaslıyız” dedik ya
gardaş.
Yoksula garibe açarız kucak,
“Hani Sivaslıyız” dedik ya
gardaş.
Ruhsatî, Pir Sultan, Veysel’den
sonra,
Yürüttük kervanı vermedik ara,
Devraldık görevi bizdedir sıra,
51
“Hani Sivaslıyız” dedik ya
gardaş.
KAPTANÎ’yim bu sanatta
inciyiz,
Ne kötü niyetli ne de kinciyiz,
Vakıfta
dernekte
bizler
öncüyüz,
“Hani Sivaslıyız” dedik ya
gardaş.
SİVAS
Güzel Anadolu’mda,
Bir şehir var bilinmez.
Düşmana eğmez boyun,
Kaleleri alınmaz.
Dağlarında kar yatar,
Kınalı keklik öter,
Madımak yemlik biter,
Başka yerde bilinmez.
Çifte Minareleri,
Gökmedrese ile seri,
Selçuklu’nun eseri,
Bu şehirden silinmez.
Alevî-Sünnî özde,
Pişeriz aynı közde,
Ayrı-gayrı yok bizde,
Bizim şehir bölünmez.
Ruhsatî sözden anlar,
Veysel’in sazı inler,
Bu şehir türkü dinler,
Pop müziği çalınmaz.
Bu şehir nere derken,
KAPTANÎ doğdun erken,
Sivas gibi yer varken,
Başka yerde kalınmaz.
AĞLAMA CAN
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Azerbaycan’da Elmas Yıldırım adlı bir er ortaya çıktı. Ozandı.
Türklüğe destan yazandı. Israrla ‘Türk’ dediği için yönetimce öldürülmek istendi. O da 1933
yılında Türkiye’ye sığındı. Ama yüreği Azerbaycan’da kaldı. Anadolu’da Azerbaycan’ı yaşadı.
Özlem ateşi her dem gönlünü dağladı. 1952 yılında ölene dek şiirlerinde Azerbaycan için ağladı.
Anadolu Türkü bir ozanın, Elmas Yıldırım’a seslenişidir:
Hoş gelmişsen
Safalar getirmişsen
Ağlama can ağlama!
Diyeceklerim var; beri gel
Hele bir soluklan.
Bolu dağının, Köroğlu’nun destanı!
Görkemli sevdalarımız okunur
Aynı kilimde, aynı halıda
Bir düşün
Belek Gâzi ile Ayşe Hatun’un nikâhını
Kıymadı mı Dede Korkut’umuz
Şu gezdiğin Palu’da?
Ağlama can ağlama!
Zaman serhoş
Zorlu tuzaklara gebe ufuklar
Geçmez oldu akçesi yiğitliğin, mertliğin
Zaferler minyatürlerin koynunda
Eshab-ı Kehf uykusunda
Ve çoktan unuttu bozkırlar
Sıyra-kılıç ılgarları
Bilek hakkı o destanları…
Ağlama can ağlama!
Firavun tahtındaki zamana inat
Gül, neşelen; bu yurt senin.
Anadolu’da karındaşlar bağrındasın
Ak alınlı yiğitler koyağı
Ak topraklı Ağın’dasın!
Hiç kuşkun olmasın
O yurt ta bizim, bu yurt ta
Ulu Hazar Bakü’deyse
Balası Harput’ta!
And olsun Yaratan’a
Ayıramaz bizi zamanın fitnesi
Hankendi Karabağ’daysa
Elazığ’da ikizi!
Ağlama can ağlama!
Gözyaşlarında ulu Hazar’ın tuzu var
Ağıtında dayanılmaz sızı var:
“Ben uca dağlar aştım
Güneş ile yarıştım
Terkimde taşıdım dünyayı
Toy-düğün Türk’ün hakkı” diyorsun,
Biliyorum.
Bildiğim için kahroluyorum.
Ağlama can ağlama!
Hasret ayazını dağıtır gönlünden
Sımsıcak karındaşlığımız
Fırtınalar dinsin yüreğinde
Gamlanma,
Buraları el sanma
İkimizi anlatır bu toprağın her yanı
Kafkaslarda yankılanır
Zorlu tuzaklara gebe olsa da devir-devran
Dün vardık
Bugün varız
Var olacağız her zaman
Ağlama can ağlama!
Mevlüt Uluğtekin YILMAZ
52
tOKAt’tAN DeRLeNmİŞ BİLMECELER
Dr. Lütfi Sezen*
Bilmece, bir şeyin adını söylemeden, bazı niteliklerini üstü kapalı şekilde anlatarak onun ne
olduğunu bilmeyi, dinleyene veya okuyana bırakan oyuna denir. Özelliklerini üstü kapalı söyleyerek o
şeyin ne olduğunu bulmayı, karşısındakine bırakan eğlenceli sözlerdir.
İnsan fikir ve düşüncesinin oluşumunda bilmeceler önemli rol oynarlar. “Tabiat karşısında birçok
çözümlenmemiş sırla iç içe olan insanoğlu bu yönde her zaman kendi kendisine sorular sormuş, bu
soruların cevabını bulmaya çalışmıştır. Bulunan cevaplar ise çoğu kez akla ve mantığa uygun olmuştur.”1
Bilmecelerin sorulmasının bir usulü vardır. Bilmeceyi soran karşısındakine bir düşünme zamanı bırakır.
Bilmece sorulan kişi, bilmece sorandan bazı açıklamalar ister. Bunun için “canlı mı, cansız mı, yenir mi
yenmez mi ?” gibi sorular sorar. O da – biraz da nazlanarak- evet, hayır şeklinde kısa cevaplar verir.
Bilmece sorulan buna rağmen bilmeceyi çözemezse pazarlık başlar. Bilmeceyi soran ondan bir şehir veya
memleket ister. O da değerli bulduğu bir şehri, bahçeyi, bağı, tarlayı - örneğin Tokat’ı - verdim der. Bunun
üzerine bilmeceyi soran cevabı açıklar.
Zihinsel bir oyun ve eğlence aracı olan “bilmecelerin çözülmesi maharet, alışkanlık, bilgi ve
kabiliyet işidir. Bu vasıflara sahip olanlar benzerlik ve tezatlardan hareket ederek bilmeceyi daha çabuk
çözerler. Bu işte zekâ ve muhakeme gücünün kuvvetli olması yanında; genel bilgi, zevk ve merakın da payı
büyüktür.”2
Anonim olan manzum ve mensur bilmeceler yanında; belli şair ve yazarlar tarafından söylenip
yazılı edebiyata geçen bilmeceler de vardır. “Günümüz saz şairlerinin (âşıkların) hece ölçüsü ile
söyledikleri bilmeceler, divan edebiyatı döneminde ‘muamma’ veya ‘lügaz’ adıyla dile getiriliyordu.
Arapça ‘gizli ve güç anlaşılır söz’ anlamına gelen muammanın çözülmesi oldukça zordur. Verilecek
cevapların makul ve mantıklı olması gerekir. XVII. yüzyıl divan şairi Nâbî’nin aşağıdaki beytinden
anlaşılacağı gibi her ikisi de yok anlamına gelen ‘nâ’ ve ‘bî’ edatları verilmiştir. Bunlar birleşince ‘Nâbî’
ismi ortaya çıkıyor.
Bende yok sabr ü sükûn sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr idelim bir kerre
Nâbî
Lügaz, Arapça bilmece demektir. Bir çeşit muammadır. Bir şeyi gizlemek için düzenlenen
hünerdir. Çoğu zaman soru yoluyla sorulur. Muammadan farkı çözüme yarayacak açıklamayı kendi içinde
bulundurmasıdır. Örnek:
Ol nedir ki hercâî simin beden
Mahv olur ellerde ülfet etmeden
(Sabun)
Halk bilmecelerinin sözlü ve yazılı iki kaynağı vardı. Birincisi halk ruhuna yerleşerek tarihin
zenginliklerinden günümüze kadar sözlü gelenekle gelmiştir. İkincisi ise; lûgatlar, divanlar, cönkler,
mecmualar, bilmece kitapları, tarihler ve seyahatnâmeler gibi vb. yazılı kaynaklarda yer almaktadır.
Türk dilinde bilmeceler üzerine ilk bilgileri XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügat-it Türk isimli
eserinde görüyoruz. XIV. yüzyılda yazıya geçirilen Kıpçak Türklerinin dil ve halk edebiyatı ürünlerini
içine alan Codex Cumanicus (Kıpçak Toplamaları) kitabında yer alan bilmeceler de ilk örneklerdendir.”3
Tarihî kaynaklarda, toplumların ilkel devirlerinden beri bilmecelere başvurdukları belirtilmektedir. Türk
çevrelerinde uzun bir geçmişi olan bilmecelerin farklı isimlerle yaşadığı görülüyor. “Altay Türkleri
*
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi.
. Gülafet Davudova, 555 Tapmaca, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayını, (Yayına
Hazırlayan: Dr. Cengiz Alyılmaz), No: 4, s.II, Erzurum 1996
2
. Prof. Dr. Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Kültür Bakanlığı Yayını, No: 365,Emel Matbaacılık, Ankara 1981,
ss. 662-673.
3
. Elçen, bkz. age. ss.676-679
1
53
tapışkak, Azerbaycanlılar tapmaca, Başkurtlar yomak, tabışmak, Karaçaylar yumak, Kazaklar jumbak,
Kırgızlar tabışmak, Özbekler tapişmak, Tatarlar tabışmak, başvatgıç, Tuvalar tıvızık, Türkmenler matal,
tapmaca, Uygurlar tepişmak, Yakutlar taabırın karşılıklarını kullanmaktadırlar. Anadolu’da en yaygın
söyleniş biçimi bilmecedir. Ayrıca atlı hekât, atlı mesel, bilmeli matal, bulmaca, dele, fıcık, gazelleme,
hikâye, masal, matal, mesel, metel, söz, tanımaca, tanıtmaca, tapmaca ve tapaca adları da kullanılır.” 4
Tokat ve çevresi halk edebiyatı ürünleri bakımından zengin bir potansiyele sahiptir. 1971-1978
yılları arasında bu şirin ilimizin tarihî bir kimliğe sahip olan Gazi Osman Paşa Lisesi’nde edebiyat
öğretmenliği görevinde bulunmuş, öğrencilerimin destek ve ilgisi ile bir kısım folklor ve halk edebiyatı
ürünleri derlemiştim. Bunlardan bir bölümü Türk Folkloru Araştırma Dergisi’nin Mayıs1982 (Sayı: 34),
Haziran 1982 (Sayı: 35), Ağustos 1982 (Sayı: 37)’de yayınlanmıştı. Derlemelerden manilerle ilgili olanlar
Manilerle Tokat adıyla 2005 yılında Tokat Valiliği İl Kültür ve Sanat Vakfı tarafından kitap olarak
bastırılmıştı.
Eski notlarımı karıştırdığımda Tokat’tan derlediğimiz bilmeceler gözüme ilişti. Yaklaşık 40 yıl
önce öğrencilerimizin ilgisi ve desteği ile derlenmiş olan bu bilmeceleri yayınlamanın Tokat halk kültürüne
önemli katkısı olacağına inanıyorum.
Az gider uz gider
Altı ay bir güz gider
Gide gele bir balta
Sapı yol kat eder
(kapı)
Altı tahta üstü tahta
İçinde var kanlı kahpe
(hançer)
Allah yapar yapısını
Bıçak açar kapısını
(karpuz)
Üstü tahta, altı taş
Sekiz ayak iki baş
(döven ve öküzler)
Beyazla başladım, yeşille işledim
Kırmızı ile bitirdim
(kiraz)
Bir küçücük fil dişi
Dolanır dağı taşı
(göz)
Bir ufacık odacık
İçi dolu yongacık
(ağız)
Ben giderim o kalır
(ayak izi)
Biz biz idik, otuz iki kız idik
Eğildik büküldük, iki sıra dizeldik
(dişler)
Bir ağacı oymuşlar
İçine dünyayı koymuşlar
(radyo)
Bir hırsız eve girince
Neyi çalmaz
(zil)
Ben giderim o gider
Yanımda tin tin eder
(baston)
4
Altı mermer üstü mermer
İçinde bir gelin oynar
(ağız ve dil)
Ağayı attan indirir
(idrar)
Anam döndürür babam sokar
(çorap)
Alçacık boylu
Kadife donlu
(patlıcan)
Altı manda üstü keçi
Bir hoca minareye çıktı
(pabuç)
Bir kalbur boncuğum var
Gece sererim gündüz toplarım
(yıldızlar)
Benim bir kuyum var
İki çeşit suyu var
(yumurta)
Bir küçücük fil dişi
Taşıyamaz bir kişi
(ateş)
Bize gel altına koyayım
(minder)
Bir çarşafım var her yeri örter
Denizi örtmez
(kar)
Bir acayip nesne gördüm
Vardır onun neşteri
Cümle âlem lezzetine müşteri
(arı)
Çarşıda gördüm al Fatma’yı
Beline bağlamış çatmayı
Ey suratsız nerden öğrendin
Böyle kapının ardında yatmayı
(süpürge)
. Hüseyin Tuncer ve Diğerleri, Çocuk Edebiyatı, MEB Devlet Kitapları, Ankara 2000, s. 73.
54
Çalı dibinde bir yumak hamur
(tavşan)
Çözerim durur
Bağlarım yürür
(ayakkabı)
Dağdan gelir sekerek
Kuru üzüm dökerek
(keçi)
Dağdan gelir dağ gibi
Kolları budak gibi
Eğilir su içmeye
Böğürür oğlak gibi
(kağnı)
Dağdan gelir nani kız
Elleri kınalı kız
Keten gömlek giymiş
İyi bellenmez kız
Arapça söyler
Dili bilinmez kız
(leylek)
Dağa gider bağırır
Eve gelir paslanır
(balta)
Dışı sivri içi eğri
(minare)
Dağlar tepeler
Çıngıl küpeler
Geriden baktım al
Ağzıma aldım bal
Çarşıdan aldım bir tane
Eve geldim bin tane
(nar)
Çarşıdan alınmaz
Mendile konulmaz
Tadına doyulmaz
(uyku)
Dağdan gelir taştan gelir
Götü püsküllü enişten gelir
(keçi)
Dedem deve, girmez eve
Vur boynuna girsin eve
(çadır)
Dağdan attım hindi gibi
Dağ dibine sindi gibi
Ağlar ağalar gibi
Güler beyler gibi
(mektup)
Dışı kar gibi içi nar gibi
(yumurta)
Dam üstünde darı saçtım
Sayamadım eve kaçtım
(yıldızlar)
Eşik altından baktım
Seninle odalar yaktım
(tüfek)
(kiraz)
Ev içinde ev
(ayna)
Etten kantar, altın tartar
(kulak küpesi)
Hep şurada, hep burada
Bir de baktım kapı ardında
(süpürge)
İki kaşık duvara yapışık
(kulak)
Kara öküz gider gelmez
Sarı öküz yatar kalkmaz
(duman alev)
Kuyruklu kumbara
Yemek taşır ambara
(kaplumbağa)
Küçük kuşlar camiyi taşlar
Kendileri çalışır ellere bağışlar
(arı)
Kat kat döşek
Evin içinde deniz
Denizin içinde balık
Balığın kuyruğu yanık
(lamba)
Hacca gider hacıdır
Gitmeyen duacıdır
Dal verir budak verir
Bu neyin ağacıdır
(geyik)
İki başlı Kertüklü içi bereketli
Ananın önüne gelip giden ne idi
(yayık)
İki ayaklı fil ortasında dil
(terazi)
Kara deveyi dağladım
Göze karşı bağladım
(soba)
Kanadın kefren değil
Sarıdır safran değil
Kanatlıdır kuş değil
Boynuzludur koç değil
(çekirge)
Karşıdan baktım çalı çeper
Elimi uzattım elimi kapar
Ağzıma attım bal ile şeker
(kuşburnu)
Karşıdan baktım bir taş
55
Bunu bilmeyen eşek
(lahana)
Kat kattır ama katmer değildir
Kırmızıdır ama elma değildir
(soğan)
Kâğıda sardım samanı
Kâğıttan çıktı dumanı
(sigara)
Mavi atlas, iğne batmaz
Makas kesmez, terzi biçmez
(gökyüzü)
Ocak başında kara öküz
(kömür)
Oturdum önüne soktum deliğine
(sandık)
Sarıdır sarkar düşerim korkar
(ayva)
Suya düşse uslanmaz
Yere düşse paslanmaz
(altın)
Yılan gibi hışılar
Irmak gibi fışılar
(tırpan)
Sarıdır safran gibi
Yazısı Kur’an gibi
Elden ele hükmeder
Mısır’a sultan gibi
(altın)
Üstü çayır biçilir
Altı çeşme içilir
(koyun)
Yukarıda kara kara
Yere düşer para para
Elime aldım kan gibi
Ağzıma attım bal gibi
(karadut)
Yol üstünde kilitli sandık
(mezar)
Yol üstünde saç koydum
Gelen geçeni aç koydum (Ramazan
Yanına vardım dört ayak bir baş
(kaplumbağa)
Kabuğu var içi yok
Dayağı yer suçu yok
(davul)
Kanadı var kuş değil
Boynuzu var koç değil
(kelebek)
Kat kat kadayıf kendi zarif
İçinde özü var kıyısında gözü var
(mum)
Pişirirsen aş olur
Pişirmezsen kuş olur
(yumurta)
Sabahtan kalktım çatala bindim
(pantolon)
Şıngır şabanı, deve tabanı
Bilmez olayı, gezer yabanı
(el terazisi)
Sarığını sara sara
Çıktım Karahisar’a
(sarmaşık)
Uzun uzun zurnaya benzer
Sıra sıra turnaya benzer
Tel tel kadayıfa benzer
Kat kat yufkaya bezer
(mısır)
Şekere benzer tadı yok
Gökte uçar kanadı yok
(kar)
Yokuştur ayak ayak
Çık yüzü katabak
Gençlere kolay gelir
Ninen istemez çıkmak
(merdiven)
Yol üstünde yağlı kayış
(yılan)
Yer altında gezer
Yedi gelinden güzel
(saban demiri)
Yirik fesim o dalda kaldı
(ceviz)
KAYNAKÇA :
1.
2.
3.
4.
5.
DAVUDOVA, Gülafet: 555 Tapmaca (Yayına Hazırlayan: Dr. Cengiz Alyılmaz), Atatürk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayını, No: 4, Erzurum1996
ELÇİN, Şükrü: Halk Edebiyatına Giriş, Kültür Bakanlığı Yayını, No: 365, Emel Matbaacılık, Ankara 1981.
SEZEN, Lütfi: Halk Bilimi ve Derleme Metotları (5.Baskı), Kurmay Yayınevi, Ankara 2005.
--------: Manilerle Tokat, Tokat Valiliği Kültür ve Sanat Vakfı Yayını, No: 2, Tokat 2005
--------: Halk Edebiyatı Ders Notları, Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Erzurum 2011.
56
BU ŞEHİR
(Gurbette bİr Şehİr)
Her tarafında tuzak, her yanında ağ,
Yaşayanları ölmüşler, ölmüşleri sağ,
Her bir köşesinde aşılmaz yalçın dağ,
Soğuğu çok da sıcağı yok bu şehrin.
Cıvıltısı yok, ne dağların ne düzün,
Anlamı yok duyulan hiçbir sözün,
Aşinası değilsin sanki bunca yüzün,
Bulutu çok da güneşi yok bu şehrin.
Hangi hain eller kurşunlamış evleri,
Salmışlar şehir üstüne bir bir devleri,
Yakıp yıkmakmış bütün görevleri,
Düşmanı çok da dostu yok bu şehrin.
Herkes kendi âleminde, kendi derdinde,
Bağlanmış herkes kendi kemendinde,
Hep gurbet zordur, çekilmez derdin de,
Derdi çok da dertdaşı yok bu şehrin.
Anla bir tanem, sen yoksun bu şehirde,
Dermanım senmişsin meğer her derde,
Sabret, gün olur, bir gün vakit gelir de,
Gelimi çok da kalımı yok bu şehrin.
57
Dertlenme ey gönül, bu şehrin suçu yok,
Derdin, sitemin, sözün de sonu, ucu yok,
Nice söylesen de, kimsenin umuru yok,
Tarihi var da kısmeti yok bu şehrin.
Ertuğrul Yaman
MİLLİ MÜCADELE YOLUNDA (28)YİĞİT
VE SELAHATTİN TENEKECİ
Sadun KÖPRÜLÜ
Onlar, Milli Türkmen davasını savunmak,
millet adını yükseltmek için mücadele ederek, kan
vererek bu uğurda şehit oldular!
Bu
yiğit,
kahramanlardan
çocuk
yaşlarında, yetenekli çalışkan, her alanda millet
için ön sırada korkmadan, kendisini milli davaya
adayan şehit Selahattin Tenekeci’yi tanıtacağız.
Öteki şehitlerimiz de yüce şanıyla, BAAS Saddam
rejimi tarafından hapishanelerde acı işkence
görmüşlerdir. Uzun yıllar boyunca bu acı
baskıyı yüzlerce Irak Türkü yaşamıştır.
Irak Türklerinin tanınmış ailelerinden
milli yolda şirin canını, temiz kanını veren Şehit
Selahattin Abdullah Tenekeci’nin babası Abdullah
Mehmet Tenekeci 1915 tarihinde Kerkük Kale
Meydan Mahallesi’nde gözlerini açmıştır
Mehmet Turşucu’nun küçük oğullarından
olan Abdullah Tenekeci 75’li yıllardan beri
Kerkük’ün Büyük Pazarının esnaflarından
sayılmaktaydı. Abdullah Tenekeci Türkmen yerel
kıyafetiyle, aşırı Türkçü olarak milletine iç doğru
sevgi
besleyerek
her
türlü
yardımda
bulunmaktaydı. 6 erkek, 2 kız çocuğunu millet
sevgisiyle yaşatarak 14 Temmuz 1959 Kerkük
katliamından çocuklarıyla birlikte kurtulmakla
beraber her türlü baskıya maruz kalmıştır.
Ama ne yazık ki bu acı katliamda çok
sayıda Türkmen komşuları şehit olmuştur. Ömer
Hıdır Çayhaneci ile çok sayıda Türk’ün şehit
haberi herkesi çok üzmüştür. 1962 tarihinde bu
milliyetçi Tenekeci ailesi Kerkük kalesinden
başka bir semtine taşınmışlardır.
Selahattin Tenekeci 1957 Kerkük
kalesinde ailenin beşinci çocuğu olarak babasının
milli sevgisiyle göz açmıştır. İlköğrenimini
Kerkük kale EL IRAKIYA İlköğretim okulunda
tamamlamıştır. Baba sanatını öğrenmek için
yıllarca büyük pazarın esnafı olarak çalışmıştır.
Ortaokulu El Garbiye okulunda, liseyi ise
Musalla Akşam Okulunda sürdürerek gündüzleri
Kerkük Çay Mahallesinde babasının ikinci
dükkânında ustalık öğrenmeye başlamıştır. Halk
Ses Sanatçısı Reşit küle Rıza ile görüşerek yakın
soydaşları ile milliyetçilik duyguları ile
büyüyerek, her zaman milli dava yoluna
katılmıştır.
Çocuk yaşlarından beri tüm aileleri ile
birlikte Perşembe günleri 14 Temmuz Şehitler
Mezarlığını ziyaret ederek, duyguya kapanarak
gençlik yıllarını milli yola adayarak, Türk
Edebiyatını okuyarak, eski Osmanlıca ve yeni
Türkçe kitaplara önem vermekteydi. Arkadaşları
tarafından Türkiye'den gönderilen kitaplardan
sürekli bilgi almakla kendini yetiştirmekteydi.
Selahattin Tenekeci, bizimle birlikte 1970
yıllarında Kerkük’te açılan Türk Kültür
Merkezinde Türkçeyi öğrenmek için Baas
rejiminin
baskılarına
rağmen
kendisini
geliştirmekteydi. Aynı dönemde 1971 tarihinde
Kerkük silkinme öğrenci hareketine katılmış
işkence görerek birkaç gün Şehit Mehmet
Korkmaz, Celil Terzi oğlu, birçok dava
arkadaşımızla birlikte tutuklanmıştık
O, Türkiye, Türkçülük sevgisi büyüyerek
kitaplardan elde etmiş olduğu bilgileri hafta
sonları gitmiş olduğumuz Kerkük’e bağlı Sarı
Tepe, Kara İncir köy gezilerinde anlatarak,
milliyetçi, Türkçü soydaşlarını seçmek üzere her
hafta bu toplantımız sürmekteydi. Türkmen
bölgelerinden bu geziye katılanlar olmaktaydı.
Selahattin Tenekeci her zaman bizinle gecenin son
saatlerine kadar toplanarak, ne yapacağımızı dava
katılıp çalışmalarımızı konuşmaktaydık.
O dönemde soydaşlarımızla, şehit kan
kardeşlerimizle Türkiye'den Kerkük Türk şehrini
ziyaret eden Sayın Süleyman Demirel ve Fahri
Korutürk’ün karşılama törenine katılarak oradaki
kalabalığın
arasında
”Yaşasın
Türkiye”,
“Bozkurt” sloganları atarak tutuklanmış, işkence
görmüştük. Olayda Irak istihbarat ve emniyet
birimleri bütün katılımcıların fotoğraflarını
çekerek Türk kültür Merkezinde öğrenci
olduğumuzdan dolayı tutuklanmamıza ve
işkencelere rağmen bu davaya daha fazla
sarılmaya başlamıştık.
1977 tarihinde Selahattin Tenekeci lise
eğitimine ara vererek askere girmiştir Hedefi,
askerliğini bitirdikten sonra Anavatan Türkiye’yi
görmek, hasret gidermek, eğitimini orada
tamamlamaktı. Irak ikinci kolordusunda özel
komanda birliğinde yiğit bir er olarak yetişerek
üzerine düşen vatani görevini sağlamcasına
başarmıştır.
Ve sürekli olarak milli konuları
soydaşlarıyla tartışmaktaydı Milliyetçi bir tutumu
ile Irak Türklerinin haklarının gasp edilmesini
önlemek için acıya, baskıya, işkence idama rejime
karşı direnerek hiçbir zaman susmamıştır.
Kerkük’te gizli kurulan Türkmen Gençlik Birliği
çatısı altında çalışmalar sürdürüyorduk. Dava
58
arkadaşlarıyla
sessiz
kalmadan
haklarını
savunmak üzere milletine yardım etmek amacıyla
büyüklerimizle Kerkük ve dışında bir araya
gelmeye bir güce sahip olmayı birlikte
onarıyorduk
Sürekli
bu
alanlarda
görüşmeler,
konuşmalar, çalışmalar önemli olarak gizli
gezilerde gerçekleşerek Anavatandan her zaman
destek beklemek için çalışmalar tüm hızıyla
sürmekteydi. Arap Baas Rejimi ise bu dönemde
1970’de Irak Türklerine karşı tutuklamalar artarak
büyüklerimiz, genç yaşta insanlarımız işkence ile
tutuklanarak idam olmaktaydılar
Ayni dönemde 1972 tarihinde Fatih
Saatçioğlu’nun oğlu Mehmet Remzi, 12 Arap
Emniyeti tarafından Kalaya yakın çarşıda kurşuna
dizilerek şehit olmuştur. Şehit olmadan bir kaçını
yaralamıştır. Arap Baas rejiminin yıldırma, yok
etme, sindirme, asimilasyon politikası artarak Irak
Türklerini ortadan kaldırmak, yok etmek tarihten
silmeye ve kendi topraklarından uzaklaştırma her
türlü yolları denemek üzere özel bir plan
uygulamaktaydılar.
1979 Ekim ayında 24 genç yaşta
soydaşımız milli davadan dolayı Arap Baas Partisi
tarafından her türlü işkencelerle tutuklanmış ve 8
kardeşimiz idam edilmiştir. İçlerinde Selahattin
Tenekeci bulunmaktaydı. Hiçbir kanıt, belge elde
etmeden 9 ay sürekli işkenceden sonra Selahattin
Tenekeci idama mahkûm olmuştur. İşkence
sırasında evleri aranarak gece yarısı baskılar
düzenlenmiştir Evin kütüphanesinde Atatürk’ün,
Başbuğ Türkeş’in, Nihal Atsız’ın kitapları kanıt
olarak alınmıştır
Öte yandan Türkçe kitaplar ve dava
arkadaşlarının fotoğrafları saklanmış olmasaydı
tutuklamalar, idamlar daha fazla artacaktı. Onlar
konuşmadan her türlü işkenceye katlanmışlardır.
Ayrıca evlerini aramada Bozkurt rozetleri ve
amblemler Türk bayrağı ve birçok el yazısı
yazılan notlar ele geçmiştir. Selahattin Tenekeci
önceden ele geçmeyerek yerine kardeşi Orhan
Tenekeci tutuklanmış, her türlü işkenceden sonra
özgür bırakılmıştır.
Evde bu tutuklamaya herkes, aile perişan
ve çok üzgün yaşayarak, bir an önce Selahattin
Tenekeci bu durumdan kurtarmak, kaçırmak için
babası çok uğraştı. Ama yiğit Selahattin
soydaşlarının tutuklamalarından dolayı onları
yalnız bırakıp kaçamadı.
Aileyle birlikte sabaha kadar emniyet
istihbaratının gelmesini bekleyerek, ertesi gün
sabah günün çıkışıyla askeri kıyafeti ile birliğine
doğru yola düşmesiyle artık gediş o gidiş olarak
gözler arkasınca kalarak son bakışta ilk defa sanki
bir acı durum olacak diye ailesi, kardeşleri ve
karşına gelen arkadaşlarıyla kucaklaşarak yoluna
devam etmiştir.
Bu üzücü, çileli bakışlar ana, baba
kardeşler hasretle yoluna bakarak, dua ederek Onu
uğurladılar. Sokak çok sessizlik içinde olmakla
anlaşıldı ki gecenin karanlığından sokağın bir
tarafında çok sayıda emniyet, istihbarat türlü
silahlarla araçlarla onu beklemekteydiler. Onu
milletinin tedirgin haline rağmen, askeri birliğine
götüreceğiz diye götürmüşler bir daha ondan
hiçbir haber alınamamıştır. Onu götürdükten sonra
izi kaybolarak emniyet, istihbarat hiçbir açıklama
yapmadan
haberleri
olmadığın
defalarca
söylemişlerdir. Artık her türlü işkence, baskı,
şiddet yapılarak onu zorla konuşmaya yalan suçlar
isnat etmeye başladılar. Arkanızda kim var! Kim
yönetiyor sizi! Kim başkanınız? Kim bu bildiriler
yazarak dağıtmıştır? Hangi parti Türkiye’de
yardım ediyor? İşkenceye dayanıp konuşmadı,
kimsenin adını vermedi.
Soruşturmada; Sizler Türkiye ajanısınız,
vatan hainisiniz dediler. Dokuz ay her türlü bu acı
işkencelerden sonra, (SEVRE) Devrim yargı
evinde savcılar tarafından her türlü suçlarla ceza
kararı okunmuştur. Yüce yargı evi başkanı,
heyetler ve Arap Baas partisi üyeleri bu sanıkların
yapılan soruşturmalara göre şu suçları sabit
görünmüştür. Vatana hıyanet, ihanet ve Arap Baas
partisine karşı gelerek birçok faaliyetlerde
bulunup,
örgütlenmek,
teşkilat
kurmak,
Türkiye’ye bağlanmayı istemek.
Irak topraklarını bölmeye çalışan ve
huzuru bozmaya uğraşan bu gençlere en ağır
şekilde yüce mahkemeniz ve Arap Baas Partisi
heyeti tarafından cezalandırmanızı talep ederim,
Çünkü Türkmen ataları Osmanlı gibi her zaman
bu topraklarımızı alarak uzun yıllar hüküm
sürmüşlerdir. Artık bu gün onları bu topraklarda
bırakmamalıyız.”
Bu kurulan düzmece işkence, acı dolu
tezgâhın savcı, avukat ve iddia makamın sözleri
aynı adaletsiz kıyıcı Arap Baas yönetimi
tarafından yürütülen kan kokusunu yansıtan
saçma
sapan
sözlerle
insanları
idamla
yargılayarak, yaşam boyu hüküm vermektedirler.
24 Türkmen gencinin idam ve yaşam
boyu hüküm kararı okunduktan sonra sahte
suçlarla yüksek seslerler kınama protestolar
Saddam rejimine karşı başlayarak korkusuzca bu
adaletsizliğe karşı isyanla milli marşlar birlikte
okunarak güle, güle gençler canımız feda olsun
Türkmen milletine diye haykırılarak milli
mücadele uğrunda ölmeye, can vermeye
mutluydular.
59
Selahattin Tenekeci idam kararından
sonra soydaşlarına sarılarak Türkmen davası için
canımız kurban olsun diye ayağından ayakkabısını
yargı evine fırlatmıştır. Daha sonra götürülerek,
idam günlerinin yaklaşmasıyla ailesine bir vasiyet
yazı yazarak söyle söylemiştir.
Selahattin Tenekeci, yazmış olduğu vasiyeti:
“Benim için üzülerek kimse siyah giymesin
ağlamasın herkes beyaz giyinsin Kerkük’te
herkese karşı mutlu olun, yüzünüz gülsün
darılmayın, üzülmeyin. Annem tüm ailem üzülüp
ağlamasın. Sürekli 1959 14 Temmuz Şehitler,
Mezarlığına giderek bana dua ederek beni orda
gömmenizi istiyorum.”
Kıyıcı Arap Baas Saddam dikta rejimi
tarafından atılgan, kahraman, yiğit şehitlerimiz:
doğumlu
Selahattin Tenekeci’nin cenazesi, 9
Temmuz 1980 tarihinde Bağdat’tan alındıktan
sonra 10 Temmuz 1980 günü ailesi tarafından
Kerkük’e
götürülmüştür.
Türkmen
TAZEHURMATU ilçesinde şehidin cenaze
arabasına çok sayıda emniyet ve sivil istihbarat
polis araçlarının her türlü korku baskıyla Kerkük
şehrine kadar peşlerine düşerek Şehit Selahattin
Tenekecini evine götürmeden sessiz olarak
mezarlıkta toprağa emniyet, gizli servisin
baskısıyla verilmiştir.
Ayrıca bir araya toplanmak, kalabalıkla
evlerde camilerde cenaze töreni şehitler için
düzenlememek yasaklanarak, Saddam yönetimine
ve Arap Baas partisine karşı konuşma eylemlere
kalkanlar idamla tehdit edilmiştir
Artık şehit Selahattin Tenekeci Kerkük
şehitler mezarlığında 14 Temmuz 1959 şehitlerine
yakın bir yerde mezara sesiz olarak defnedilerek
ağlamak, yaş dökmek her bir hareket davranışları
gözeten sivil emniyet, muhaberat etrafı sarararak
son yolculuğuna doğru şehidi kendi ailesi dostları
kucaklayarak mezara toprağa gizli gözyaşlarıyla
vermişlerdir.
Ey ölmeyen yüce şehidim; yerin cennet,
1-Selahattin Tenekeci Kerkük doğumlu
2-Rüştü Reşat Muhtar oğlu, Kerkük doğumlu
3-İzzettin Celil Terzi oğlu Kerkük doğumlu
4-Salah Necim Hafaf Kerkük doğumlu
5-Mehmet Kokmaz Kifri ilçesi doğumlu
6-Muhsin Molla Ali Kerkük Doğumlu
7-Mustafa TELAFERLİ Türkmen Telafer ilçesi
doğumlu
8-Hamit Rahman Kümbetli Kümbetler köyü
60
melekler yakının olsun, hoşça kal, sen yiğit
kahramansın, bu milli dava yolunda kanını, canını
verdin. Seni hiçbir zaman unutmayacağız. Şehitler
ölmez ve kanlarınız yerde kalmayacak yakında bir
gün gelecek bu hakkınız alınacak. Şad uyuyun,
rahat uyuyun şehidim. Bizler de yolunuzda,
izinizde yürüyeceğiz. Herkes korku içinde
yaşayarak mezarlığa gelmeden gizli olarak
gözyaşı dökerek, yürekleri yanarak acı günler
yaşıyordular.
Şehidimiz Selahattin Tenekeci 14
Temmuz şehitleri Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah,
Osman Hıdır, Kasım Neftçi, Emel Muhtar,
Mehmet Avcı gibi şehitlerimize komşu olarak
onurla, gözleri yolda kalmadan millet için şehit
olduğundan dolayı mutluydular. Şehidimizle
birlikte o gün Kerkük 8 şehit cenazesini acı, çile,
baskıyla karşılanarak her yeri korku sararak
Saddam ajanları emniyet istihbarat almıştır.
Herkese baskı işkence uyguluyordular. Çarşı
esnafının çoğu dükkânlarını kapatarak çile hüzün
içinde şehidin evine koşmaktaydı.
Daha
sonra
şehidimiz
Selahattin
Tenekecinin kardeşi Ahmet tutuklanarak hiçbir
haber ondan alınmayarak, ertesi gün şehidin
babası Abdullah’ı çarşıdan iş yerinden
dükkânından Ramazanın birinci günü alarak çok
işkence yapmışlardır. Oruç olmasına rağmen 28
gün kimsenin göremediği bir yere saklamışlardır.
Tek neden mezar taşına şehit diye yazılmasından
dolayı sorgulanmıştır. Öte yandan ev halkını vatan
haini diye adlandırmışlardır.
Öteki kardeşleri ve 1955 doğumlu sabah
Abdullah Tenekeci Irak’ın güneyi Basra
yakınlarında şehit edilmiştir. İran, Irak savaşının
ön sırasına atılarak arkadan vurularak şehit
edilmiştir. Böylece bu büyük aile yok olmuştur.
Türkmen milli davası yolunda şehit olan çok acı,
işkence gören şehit edilen Selahattin üzüntüsü
derin yaralar açarak, hiç bir an bile unutulmadı.
Gönlümüzde, içimizde yaşadılar ve yaşamaktadır.
Allah'tan bütün şehitlerimize Rahmet
dilerken, büyük Türkmen milletimizin başı sağ
olsun. Saddamcılar bu günde olduğu gibi tüm
düşmanlarla sonsuza kadar yok olsunlar
9.7.1980
tarihinde
Türkmen
milleti uğrunda milli dava yolunda şehit olan 8
dava soydaşlarımızı sonsuza dek unutmayarak her
zaman onların yolunda yürüyecektir. İnşallah
kanları yerde kalmadan bir gün alınarak yolumuzu
kanlarıyla, şirin canlarıyla aydın ederek onlar
bizim için hiç sönmeyen bir ışık olarak
yanacaklar, bir güneş olarak her an doğarak
bizimle yaşayarak var olacaklar.
Ne mutlu öyle bir millete ki, öyle yiğit bir
kahraman anneden bir yiğit doğdurdu. Sizlere ne
mutlu böyle bir oğlunuz var. O babaya binlerce
selam olsun millet için sizleri şehit yetirdi, millet
için şehit olmaya canlar adadı. Artık sizler
ölmediniz bizimle aynı davayı paylaşarak,
yaşıyorsunuz, ne mutlu ki sizler varsınız.
61
BİR SELAMA DEĞMEDİ
Bu gün men seni gördüm,
Salam vermek istedim,
Üzünü yana tutdun.
Söyle, illardan beri
Qelbimizin bir duyub
bir vurduğu illari,
Axı, ne tez unutdun?
Beş ilda gözümüzden axan o qanlı seller,
Bir salama deymedi?
Heç üzüme baxmadan yanımdan nece keçdin?
Sen eşqin salamını qorxuyamı deyişdin?
Yoxsa sen öz ahdine, ilqarına ağ oldun?
O qeder yaxın iken, bu qeder uzaq oldun.
Şirin gülüşlerimiz, acı feğanlarımız
Bir salama deymedi?
Qayğılı anlarımız, qayğısız anlarımız
Bir salama deymedi?
Sen neyledin, bir düşün!
Yalnız indi anladım; ah, sen daha menimçün
elçatmaz bir çiçeksen,
Yaşanmış günlerim tek geri
dönmeyeceksen!…
Qop ey tufan, es ey yel! Xezal olum, tökülüm
Düz beş il üreyimde
Beslediyim mehebbet, bir salama deymedi.
Bir günlük hesretimi döze bilmeyen gülüm,
Bes ne oldu? Bu hesret bir salama deymedi?
Getdin, dalınca baxdım, can ayrıldı canımdan,
Sen nece etinasız öte bildin yanımdan?
Ah çekdim, başım üste yarpaqlar esdi, gülüm,
Senin qelbin esmedi.
Arxana da baxmadın!
Niye senin yolunu mehebbetin kesmedi?…
Qazancımız de, bumu?
Deyilmemiş o salam elvidamız oldumu?
Sen mene zülm eyledin, mene zülm yaraşır.
Bir salama deymeyen eşqe ölüm yaraşır!
Bu gün ben seni gördüm
Selam vermek istedim
Yüzünü yana çevirdin
Söyle, yıllardan beri
Kalbimiz beraber duydu
Beraber vurduğu yılları
Peki, ne çabuk unuttun
Beş yıl gözümden akan o kanlı yaşları
Bir selama değmedi mi?
Hiç yüzüme bakmadan yanımdan nasıl geçtin
Sen aşkın selamını korkuya mı değiştin
Yoksa sen kendi yeminine sözüne sadık
kalmadın mı?
O kadar yakın iken bu kadar uzak oldun
Tatlı gülüşlerimiz, acı feryatlarımız
Bir selama değmedi mi?
Kaygılı-kaygısız anlarımız
Bir selama değmedi mi?
Yalnız şimdi anladım ah sen daha benim için
Ulaşılmaz bir çiçeksin
Yaşanmış günlerim tekrar geri
dönmeyeceksin
Kop ey tufan, es ey yel, Hazan oldum
döküldüm
Tam beş yıl kalbimde
Beslediğim sevgi, bir selama değmedi
Bir günlük hasretime dayanamayan gülüm
Peki ne oldu bu hasret bir selama değmedi
mi?
Gittin, arkandan baktım can ayrıldı canımdan
Sen nasıl sorumsuzca geçtin yanımdan
Ah çektim, üstümdeki yapraklar titredi gülüm
Senin kalbin titremedi
Arkanada bakmadın
Neden senin yolunu sevgi kesmedi?
Kazancımız söyle bu mu?
Söylenmemiş o selam elvedamız mı oldu?
Sen bana zulm ettin bana zulum yakışır
Bir selama değmeyen aşka ölüm yakışır
&
Bahtiyar Vahapzade
62
MÜLTECİLİĞİN ANATOMİSİ…
Abdulkadir TÜRK
Bülbülü altın kafese koymuşlar yine de;
Mülteci insan korkuların tutsağında sevdasını,
hayallerini, umutlarını, yarınlarını yollara, yıllara
feda edendir.
Sormaz mı kendi kendine, suçumuz neydi,
sonumuz ne olacak bu yaban ellerde?
Can bu, en tatlı şey. Ölmek mukadder
elbet. Ama her an öldürülmek korkusu var ya?
Zulme, katliama kurban gitmek endişesi, insana
yerini yurdunu terk ettirebiliyor.
“Mal canın yongası” olsa da, “cana gelen
mala gelsin” duygusu insanın yaşama iradesinin
bir tecellisi olsa gerek.
Yaşam arzusu, hayatta kalma içgüdüsü,
insanı arkasına baktırmadan kaçırtıyor bir yerlere.
Bir ömür çadırlarda nereye kadar götürür
insanı? Sığınma kampları ilanihaye yaşanacak bir
yurt olur mu insanoğluna? Mevsimler, hele
mevsimler mülteci, mağdur ayırımı yapar mı
hükmünü icra ederken? Şüphesiz Allah
rahmandır.
Madalyanın bir de diğer yüzü var.
Gelenler, yani mülteciler için zorluklar var
tamam, kabul edenler için de her şey güllük
gülistanlık değil ki.
Mülteciler, kendi yaşam formlarını doğal
olarak devam ettirme isteğinde olacaklardır.
Ancak, bu yaklaşım yine doğal olarak yöre
insanının yaşam formlarına uymayabilecektir. Bu
hâl taraflarda yeni sorunların ve sendromların
” Aah..! vatanım, vaah..! vatanım” demiş. Altın
kafesi beğenmediğine göre, vatanı neresi acaba
diye salıvermişler garibi. Arkasından da takip
etmişler uzun uzun. Ne görseler iyi. Bülbül, şırıl
şırıl suları çağlayan bir derenin kenarında konmuş
bir çalıya, başlamış yanık yanık ötmeye. Meğer
vatanı o derenin kenarıymış.
Değil bir insan, bir bitki, bir hayvan bile
doğduğu, büyüdüğü, kendini ve kendince
kişiliğini bulduğu bir yurttan, topraktan
koparıldığında neler hisseder?
Bağından,
dağından,
bostanından,
komşusundan, evinin saksısından, ahırdaki
hayvanından, düğünlerinin neşesinden, sokağının
köşesinden kopmak kolay mı?
Yabancısı olduğu yeni dünyasında,
hatıralar hatırlandıkça içi burkulmaz mı, ruhu
daralmaz mı insanın?
Geceler zindana, rüyalar kâbusa dönmez
mi? Ateş düştüğü yerden gayrı bir yere, acı verir
mi?
Belki de eski yaşamı daha zor ve
çekilmezdi. Öyle bile olsa, sıla hasreti, öz
vatanına dönme umudu, hep kavruk yüreğinde bir
ukde olarak kalacaktır mültecinin.
Yavrusuna baktıkça bir anne, torunun
ağlayışını gördükçe bir dede, talihine darılmaz mı
için için?
63
ortaya çıkmasının nedeni olacaktır. Yani
mültecilerin yaşam formları, yöre halkının
yerleşik yaşam formlarıyla çatışacaktır. Nitekim,
Hatay valisinin açıklamalarına göre, sadece kendi
bölgelerinde, 157 mülteci olayları olmuş ve 380
Suriyeli hakkında yasal işlem yapılmıştır. Kısa
sayılacak bir sürede azımsanmayacak bir rakam
bu.
Ayrıca, adeta yumuşak karnımız haline
gelen terör eksenli bir bölgenin hassas bir
periyodunu yaşıyoruz. Maruz kaldığımız Suriye
kaynaklı mülteci akını, aynı zamanda gerek bölge
insanı, gerekse toplum genelinde potansiyel bir
güvensizlik kaynağı olarak da algılanacaktır. Bu
anlayış bize özgü de değildir. Mülteci akınına
maruz kalan her ülke bu endişeyi yaşar. Bundan
ötürü, esasen mültecilik yaşandığı ülkelerde
büyük bir sempatiyle de karşılanmaz.
Bugün itibariyle Türkiye, sayıları 80 bini
geçen Suriyeli sığınmacının maddî ve manevî
ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üzerine
almıştır. Komşuluk hukukumuz, kültürel ve tarihi
yakınlıklarımız ve daha önemlisi insanî
duruşumuz, böyle bir ev sahipliğini gerektiriyordu
bize.
Ancak
her
mültecilik
olgusunda
yaşanabileceği gibi, bu insanî dramın kötü niyetli
devlet ya da odaklarca, aleyhimize istismar
edilebileceği riskine karşıda tedbirli olmak
durumundayız.
Yeteri kadar terör sorunu ile bunalmışken,
Suriyeli mülteciler zemininde yeni bir cephe
açılmasına müsaade etmemek gerekir. Zira birlik
ve dirliğimize kastetmiş, dâhilî ve haricî kötü
niyetliler için uygun bir zemin ve zaman
oluşmuştur. Yani, hem mültecileri ihtiyaçlarının
yeteri kadar karşılanmadığı gerekçesiyle, hem de
yerli toplumu sığınmacılara karşı bir takım
olumsuz duygu ve düşüncelere kanalize edecek
kışkırtma ve tahrikler yapılacaktır.
Öyle görünüyor ki, Esat rejimi zulmünü
sonuna kadar devam ettireceğe benziyor, ama bu
sonun tarihini de kimse kestiremiyor. Bu da
ülkemize mülteci akışının devam edeceği
anlamına geliyor. Ancak, gittikçe büyüyen bu
yükün, maddî ve manevî ağırlığının altından
kalkmanın ciddî bir bedeli olacaktır. Türkiye
buna, en azından psikolojik ve sosyolojik olarak
ne kadar hazırdır? Bu durumda, BM nezdinde
Suriye topraklarında, uçuşa yasak bölge ve
tampon bölge uygulamasını işlemek zorunluluk
halini almıştır.
Diğer yandan mültecilik, ekonomik,
sosyal ve siyasî boyutları da olmakla birlikte
insanî bir sorundur. Devletlerarası, ya da iç
savaşlar var olduğu sürece mültecilik sorunu da
olacaktır. Savaşların en karanlık ve sonuçları
kestirilemeyen bir yüzüdür mültecilik. Demek ki,
hazır ve hazırlıklı olmak adına, devletlerin ve
yönetimlerin
ajandalarında
bu
not
hep
bulunmalıdır.
Belki, mülteciliğin sebepleri ve süreçleri
ayrı bir inceleme ve yazı konusu olmalı.
Bizimkisi, mültecilik olgusunun sonuçlarının kısa
ve anatomik bir analizi oldu.
Allah, kimseyi yerinden, yurdundan
ayrılmak zorunda bırakmasın. Her şey yerinde
gerek. Ne denmiş; “Ev ev üstüne, köy köy üstüne
olmuyor”
64
GÜN’ÂYAN_____
Bugün mutluluğun resmini çizeceğim...
Hem öyle bir şâhikaya,
Ve öyle bir âyân-ı mâkama ki!
Hem ezelden hem de ebedden seyrine doyum olmayacak!
Seyriyle herc ü merc olan vücudat,
Dem-i Hakikâtte; hallaç pamuğu misâli,
Kimbilir hangi boyuta, nasıl bir ihtişâm ile saçılacak!
Cıvıldaşan yakamoz çengileri eşliğinde,
Bağrını sere-serpe açan “huzur” denen mehveş’le,
Okyanusa nazır bir mehtabın küpeştesinde,
Âmâ ateş böcekleri, yanıp yanıp sön”mey”en semender,
Ve dilsiz iki yusufçuk kuşu ile beraber,
Ser vereceğiz; billur sunaklardan süzülen geleceğimize…
Yine de ölmeyeceğiz;
Kayyum toprağın her mevsim dirilten Aşk cemresiyle…
Ve Sen Âziz Sevgili!
Sîne’me hayâ ile doldurduğun kesret şarabını,
Yine öyle damla damla, koklamaya kıyamayarak iç!
Tir tir titrediğin ser'âb-ının, hevâ kuytularından mihnetle geç!
Sen saklambaç oyna, gül-izâr’ın saçaklarında,
Bense, masiva fürûzanıyla çelik-çomak!
Sen bâğban ol, hâr gönül-gâhımıza,
Ben kurban olayım vaâd-i vuslatımıza…
GÜN yüzünün AYdınlığı ve dimâğımda el’ân aDINla;
Yâlnız beni sobele!
Dilinde her dem GÜNAYDINlarla…
Gün âyandır artık!
Uyandırma!
Gün/Eşim Ruhum'da!!!
/Leyla Arsal/
13.10.2012-TOKAT
65
GÜZEL TÜRKÇEMİZ!
Cihat Taşkın
“Türk milletinin dili, Türkçe'dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun
için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bizde Türk dili, Türk milleti mukaddes bir hazinedir.
Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz hadiseler içinde ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, velhasıl
bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir,
zihnidir."
Mustafa Kemal ATATÜRK
Ulu Önder'imiz ne güzel ve derin ifade
etmiş
bir
dilin
ulusların
toplumsal
yaşamlarına yön veren özelliğini. Ulusal
birlik ve bütünlüğün yapı taşlarından birinin
dil olduğu bundan daha anlamlı anlatılamaz
zaten. “Türk dili, Türk milletinin kalbidir,
zihnidir.” sözü dilimiz Türkçe'nin ulusumuz
için asla değiştirilemez ve vazgeçilemez
niteliğine ışık tutmaktadır. Günümüzde çok
sık rastladığımız sözcükleri eğip bükerek
söyleme alışkanlığının aslında saçma sapan
bir yabancı öykünmesinden başka bir şey
olmadığı besbelli.
Her sözcüğü bir mücevher değerinde
ve her anlamında bir cevherin saklı olduğu
güzel Türkçe'miz doğru ve anlamlı
kullanıldığında akıcılığı ve derin anlam
dağarcığıyla Türkçe'yi kullananlar kadar
dinleyenleri ve okuyanları da büyülemektedir.
Destanlarımız,
dizelerimiz,
ağıtlarımız, deyişlerimiz, şarkılarımız ve
türkülerimiz hep Türkçemiz kullanılarak
söylenegelmiş ve yazılmıştır. Tüm bunları
bilen Ulu Önder'imiz Mustafa Kemal
ATATÜRK “Türk demek Türkçe demektir,
ne mutlu Türk'üm diyene !..” sözüyle ulusun
dil ile olan tartışılmaz ilişkisini gözler önüne
sermektedir.
Yaşamının son on yılını var gücüyle
dil çalışmalarına ayıran Atatürk son nefesinde
bile "Arkadaşlara selâm, dil çalışmalarını
sakın gevşetmeyin." sözleri bugün “Tamam”
yerine “Okey”, “Allahaısmarladık” yerine
“Bye”, “Teşekkür ederim” yerine “Mersi”
diyen, kendini tanımayan ve kendi ülkesinin
gerçeğine gözlerini ve kulaklarını kapatmış
insanlar için hiç bir şey ifade etmediğini
biliyorum. Ne yazık ki; acı ama gerçek bu!..
Ulusal birlik ve bütünlüğümüzün
temelinde ulusal kültür ve yine onunla iç içe
olan ulusal bir dil, Türkçe'miz vardır. Yerel ve
yöresel değerlerle zenginleşmiş, çağlar boyu
süregelen yolculuğunda çoğalarak bugüne
ulaşmış ulusal dilimizdir Türkçemiz. Dil,
toplumu oluşturan bireylerin o topluma, o
ulusa olan aidiyet duygusunun yaratılmasında
da
önemli
rol
oynamaktadır.
Ulu Önderimiz, bir ulusa ait olma
duygusunun temelinde ulusal bir dilin
olduğunu işaret etmektedir.
"Milli his ile dil arasındaki bağ çok
kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli
hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili
dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil
şuurla işlensin."
Türkçe'miz,
ulusumuz
ve
cumhuriyetimiz kadar bağımsız ve özgürdür.
Derme çatma son ve ön eklerle sözcüklerimizi
bozmayalım. Firma isimlerinde özellikle
ulusal dilimiz Türkçe'mizden sözcükler
seçelim. Gerekmedikçe yazışmalarımızda,
elektronik posta ve mektuplarımızda Türkçe
sözcüklerin arasına yabancı sözcükler
yerleştirmeyelim.
Çocuklarımıza, küçük
kardeşlerimize, torunlarımıza Türkçe'nin çok
önemli bir değer olduğunu belletelim.
Çocuklarımız konuşurken hecelerin ve
vurgularının doğru kullanıldığından emin
olalım, hatalı kullanımlarda uyaralım.
Kısacası; dilimiz Türkçe'mize sahip
çıkalım ve hangi ortamda olursa olsun kötü
kullanımına izin vermeyelim. Yazımı Ulu
Önder'in arı Türkçe kullanımına dikkat çeken
sözüyle sonlandırıyorum;
"Ülkesinin
yüksek
istiklalini
korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı
dillerin
boyunduruğundan
kurtarmalıdır."
66
ABDULLAH SATOĞLU’NDAN HOŞ SEDÂLAR
R. Mithat YILMAZ
Abdullah
Satoğlu,
Kayseri’nin
yetiştirdiği nadide şahsiyetlerden biri.
Kendisini Hazar Şiir Akşamları vesilesiyle
Elazığ’a gelişlerinde tanıdım. İlimiz dışındaki
bazı faaliyetlerde de karşılaştığımız oldu.
Saygıdeğer, mütevazı, gönül ehli bir insan.
üç cildine de baktım, o güzel insan, itina ile
imzalayarak bana göndermiş. Ben de mukabil
bir itina ile âdetim olduğu üzere altını çize
çize, notlar düşe düşe; hatta gözüme takılan
ufak tefek tashih hatalarını düzelte düzelte
okumuşum. Ama ihmalkârlık edip bugüne
kadar bu sevimli kitaplar üzerine iki satır
yazmamışım. Gecikmeli de olsa üçüncü
ciltten sonraya nasip oldu bu.
Abdullah Satoğlu, yazı ve şiirlerinde
kimi müstear isimler kullanmışsa da lâleye
olan düşkünlüğü sebebiyle sanat âleminde
“Lâle Şairi” diye ün yapmıştır. Onun şiir
kitapları dahi hep lâleli isimler taşımaktadır;
Bir Demet Lâle, Lâle Üstüne, Lâle
Bahçelerinde, Gönlümde Açan Lâleler, Lâle
Devri Masal Gibi. Bir de Türk Şiirinde Lâle
diye bir antoloji.
III. Cilt Edebiyatımızdan Hoş Sedâlar
165 sayfadan ibaret ve içerisinde 30
edebiyatçıya dair hatırası var Satoğlu’nun.
İsim isim gözden geçirince gördüm ki
bunların on ikisini, çoğu Hazar Şiir
Akşamları’nda olmak üzere ben de şöyle veya
böyle tanımışım. Benim için iki kez “hoş
sedâ” olan bir hususu da kaydetmeliyim;
Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar’ın her
cildinde bir Elazığlıyla karşılaştım. I. Ciltte
Ahmet Kabaklı, II. Ciltte Göktürk Mehmet
Uytun, III. Ciltte ise Niyazı Yıldırım
Gençosmanoğlu. Bu hemşehrilerimizden
büyük sitayişle bahsediyor Satoğlu; her biri
hakkında,
onların
ruhlarını,
bizlerin
gönüllerimizi hoşnut edecek şeyler söylüyor.
Satoğlu, son yıllarda, tanıdığı şair ve
yazarlarla ilgili hatıralarını kaleme aldı.
Değişik dergilerde, gazetelerde yayınlanan bu
hatıralar kaybolup gitmesin diye ayrıca onları
bir araya getirip kitaplaştırdı. Akçağ Yayınları
arasında “Edebiyat Dünyamızdan Hoş
Sedâlar” adıyla en son III. Cildi 2011 yılında
çıktı. Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar’ın
I. Cildi 2004’te, II. Cildi ise 2008’de çıkmıştı.
Diyor ki Satoğlu giriş yazısında;
II. Cildin girizgâhında Abdullah
Satoğlu bir nakilde bulunmuş. Süleyman
Nazif’in vefatından sonra, onun için bir türbe
yaptırılacağı haberi üzerine Ferit Kam’ın
terennüm ettiği bir dörtlüğü kaydetmiş. Biz
dahi oracığa, “halk dilinde bir söz vardır, tam
yeri” diyerek; Elazığ’da pek yaygın olan bir
darbımeseli derkenar etmişiz; “Öl ki üstüne
türbe yaptırayım.” Sitem, serzeniş, kinaye!
“I. Ciltte adı geçen ve doğum
tarihlerine göre, II. ve III. Ciltlerde ise
soyadına göre alfabetik sıraya konan
şahsiyetlere dair bilgi, yorum ve anekdotlar,
yayınlandıkları tarihteki şekliyle aynen
aktarılmıştır.”
Bir tespitini daha alalım yazarın; “Üç
ciltte kaleme aldığımız 100 edip ve
şairimizden 62’si ne yazık ki vefat etmiş
bulunmaktadır.”
Hatıra yazmak ölümün elinden bir
şeyler kurtarmaktı ve Abdullah Satoğlu’nun
yaptığı da budur. Bir de Bâkî’nin dediği
misal, “kubbede bir hoş sedâ” bırakmak.
13. sayfada, Yahya Akengin’le ilgili
sayfada ise bir düzeltme notumuz var. Şeyh
Galib’in gazelinden bir alıntıda gözden kaçan
bir hata bu. “Dayanır mı şişedir bu rehn-i
sengsâre düştü” mısraında, “rehn-i sengsâre”
den bir ok çekip “reh-i sengsâre” demişiz.
Mehmet Ateşoğlu’nun Koçaklama’sının son
dörtlüğü, sanırım okuyan herkese Niyazi
Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar’ın
67
Dilaver Cebeci bahsinde, en son onu
2008’de Simav’daki şiir şöleninde gördüğünü
söylüyor Satoğlu. Hatırlıyorum, biz de oradaydık
ve bizim de son görüşümüz olmuştu rahmetli
Cebeci’yi. Sevenlerini üzecek derecede hastalığı
ilerlemişti.
Yıldırım’ın “Ünlü Meydanlar Üstüne”
şiirini hatırlatacaktır;
Ateşoğlu der meydanda
Belli olur er meydanda
Dövüşürüz her meydanda
Türklük için ölürüz hey!..
Ahmet Sevgi sayfasında nakledilen hadisi şerifte gözden kaçan bir fazlalık var zannederim;
“ne mübarek hayvan” ibaresi bizce çıkarılmalı.
Bir köpek için bu kadarı fazla.
İsmet Bora Binatlı’nın, II. Cilt, 37.
sayfada Abdullah Satoğlu’na ithaf ettiği Lâle
Şairi’ne başlıklı şiiri. Bitiş dörtlüğünü bir
koklayalım isterseniz;
Tahsin Şentürk’ün “Dava Adamı” şiiri
mükemmel hiciv. Okuyan herkese Abdurrahim
Karakoç’un “Hâkim Bey” şiirini hatırlatacaktır
sanırız.
Sermayesi sevgi, azmi kaledir
Şiiri, “Gönlünde Açan Lâle”dir.
Sanki zemzem dolu bir piyâledir
Gönülden gönüle aktığı zaman.
II. kitabın son şairi Mehmet Turan Yarar.
Yarar’ın Daracık Düşler kitabı 1999’da
Elazığ’da Yeni Çağ Tesislerinde basılmıştı.
Hatırlıyorum, biz de çok beğendiğimiz Yarar şiiri
üzerine muhtelif tarihlerde dört yazı kaleme
almıştık. O yıllarda haftada bir yayınlanan Yeni
Çağ gazetesinde çıkan bu yazıları kendisine de
göndermiş ve memnuniyetini ifade eden
mektuplar almıştık.
III. cildin 55. sayfasında da Vedat
Fidanboy’un bir dörtlüğü var yazara; son iki
mısraı Fidanboy şiiri çarpıcılığında;
Abdullah Satoğlu’nun lâle aşkı yüzünden
Dünyadaki çiçekler kıskandılar lâleyi.
Bu ifadeler bizi, I. Ciltte Faruk Nafiz’in
Kayseri Vasfında şiirine ve o şiirin bir mısraına
götürdü. Diyor ki Faruk Nafiz; “Olsa şehrin ismi
lâyık lâlezar-ı Kayseri.” Sanırız böyle bir “olsa”ya
en çok sevinen de Abdullah Satoğlu olacaktır.
Şimdi de yazımızı Mehmet Turan
Yarar’ın seveceğinizi umduğumuz iki dörtlüğü ile
bitirmek niyetindeyiz;
Felek neler neler etti
Bana her şeyi söyletti
Felekten çektiğim yetti
Zulüme hâcet kalmadı.
Onun bu lâle düşkünlüğü bir tarihte bize
dahi bir yazı kaleme aldırtmıştı; “Şiirinde Lâleler
Açtıran Şair Abdullah Satoğlu” başlıklı.
III. ciltte Harran’ın güleryüzlü çocuğu Abdülkadir
Güler’i okurken, onun geçen ay bir kalp ameliyatı
geçirdiğini hatırladık ve kendisine şifa
dileklerimizi uçurduk.
Küldüm yeniden yaktılar
Yandım gülerek baktılar
Beni sensiz bıraktılar
Ölüme hâcet kalmadı.
68
YEREL BASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI…
M. NİHAT MALKOÇ
Dünyada ve Türkiye’de basın, iktidarlar
devirebilen, yeni iktidarlar kuran, insanı ipe
götürebilen ve insanı ipten çekip alabilen, yönetim
biçimlerini değiştirme kudreti olan çok önemli bir
güçtür. Yasama, yürütme ve yargıdan sonra
‘dördüncü kuvvet’ olarak tabir edilen basın,
ilkeleri olan bir meslektir. Gazetecilerin basın
etiğine uygun hareket etmesi çok önemlidir. Eğer
bu meslek, etik gözetilmeden üstünkörü yapılırsa
Demokles’in kılıcına döner.
Gazetecilik bir fedakârlık ve sevda
mesleğidir. Rahatça ve kısa yoldan zengin
olmak isteyenler bu alanda barınamazlar.
Çünkü yerel gazetecilik yaparak zengin olan
insan göstermek müşküldür. Ülkemizde
habercilik hizmeti vermek için değil de, sırf
ilan, resmi ilan ve reklam geliri elde etmek için
kurulmuş bazı gazeteler de mevcuttur. Fakat
bunların sayısı ciddi miktarda olmadığı için
bahsedilmeye değmez. Bu kişiler gazeteciliği
bir sevda mesleği olarak görmedikleri için ilan
gelirleri düşünce kısa zamanda pes edip işlerini
bırakmaktadırlar.
İster yerel, isterse ulusal olsun bütün
gazetelerin birinci görevi hadiseler karşısında
halkı doğru bilgilendirmektir. Gazeteler halkın
sözcüsüdürler. Yerel gazeteler buna ilave olarak
kent kültürüne sahip çıkarak kentlilik bilincini ve
aidiyet duygusunu beslerler.
Yerel basın yazarları, yaşadıkları
yörenin meselelerini en iyi bilen ve hakkıyla
aksettiren insanlardır. Çünkü onlar o yörenin bir
parçasıdır. Sıkıntıları bizzat yaşayan kişilerdir.
Yaygın basından bir yazarın sizin ilçenizin, belde
veya köyünüzün dertlerini hakkıyla bilmesi ve
yansıtması zordur. Bu yüzden yerel gazetelere ve
gazetecilere her zaman ihtiyaç vardır. Ulusal
basının varlığı yerel basının varlığına engel teşkil
etmez, zira farklı kulvardadırlar. Bu iki alanın
elemanlarının birbiriyle yardımlaşma içinde
çalışmaları gerekir.
Yerel basın, ulusal basının can
damarıdır. Ulusal basın bu mümbit kaynaktan
beslenmektedir;
onun
varlığıyla
güç
kazanmaktadır. Şayet yerel basın olmasaydı
İstanbul merkezli büyük gazeteler Anadolu’daki
haber kaynaklarından yoksun kalırlardı. Bu
durumda onlar da İstanbul’a sıkışıp yerel
kalırlardı. Güç şartlarda ayakta kalma savaşı veren
Anadolu’daki basın, ulusal basının bir anlamda
mektebidir. Burada usta çırak ilişkisiyle
yetişenler, bir kısım gerekçelerle bir zaman sonra
ulusal basında boy göstermektedir.
Yerel basın deyip de geçmeyin.
Unutulmamalıdır ki yerel basın çoksesliliğin ve
demokrasinin teminatı ve sigortasıdır. Yerel
basının küçülmesi, bir anlamda demokrasinin de
kan kaybetmesi demektir. Zira yerel basın yöneten
ve yönetilen arasında bir köprü vazifesi
görmektedir. Kamu hizmetleri yerel yayın
organları aracılığıyla ilgililere duyurulmakta,
bazen de bu hususta tartışma ve uzlaşma
ortamının oluşmasında aracı vazifesi görmektedir.
Medyamızın omurgasını teşkil eden
yerel basını asla küçümsememek lazımdır. Zira
yerel basın, bu ülkenin yakın tarihine damgasını
vurmuştur.
İstanbul’un
yaygın
basını,
Türkiye’deki ekonomiyi İstanbul’dan, siyaseti de
Ankara’dan ibaret görme yanılgısı içerisindedir.
Onların gör(e)mediği Anadolu’yu yerel basın
organları gün ışığına çıkarmaktadır. Yerel basın,
hakikatleri ortaya koyarak demokrasiye hizmet
etmektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk
yerel basın için “Fazilet Adaları” tabirini boşuna
kullanmamıştır.
Cumhuriyetin
yerleşip
kökleşmesinde yerel basının katkısı çoktur. Yine
Milli Mücadelenin zaferle neticelenmesinde yerel
gazetelerin çok önemli rolleri olmuştur. Yerel
gazeteler aidiyet duygusunun ve kentlilik
bilincinin
kazanılmasına
da
katkıda
bulunmaktadır.
Anadolu’daki
gazetecilerin
çoğu
meslekî eğitimden geçmemişlerdir. Çoğu eski
tabirle usta çırak ilişkisiyle yetişmiştir; yani
alaylıdır. Mesai kavramını bilmeyen bu kişiler
amatör ruhla çalışmaktadır. Fakat bu kişiler
siyasetten spora, ekonomiden magazine kadar her
konuda bilgili olmak zorundadırlar. Ama bu iş,
ailelerinin karınlarını doyurmaya kâfi değildir.
Yerel basın günümüzde kalifiye elaman sıkıntısı
çekmektedir. Çünkü meslekî yeterlilik ve
olgunluk açısından belli bir noktaya gelen usta
gazeteciler ulusal basın tarafından istihdam
edilmektedir. Yerel basın yeterli ücret veremediği
için ulusal basınla bu konuda rekabet
edememektedir. Bu da onca meselenin yanında
eleman sıkıntısını beraberinde getirmektedir.
Anadolu’da yayınlanan yerel gazetelere
baktığımızda bunların çoğunun kurulu bir
matbaanın yan ürünü gibi düşünüldüklerini
görürüz. Yani matbaacılar bazen meraktan, bazen
de güçlü görünme ihtiyacından olsa gerek, bu
69
sektöre el atmışlardır. Fakat onların asıl işi
gazetecilik değil, matbaacılıktır. Bu yüzden
gazeteciliğe
yeterli
zaman
ve
para
ayıramamaktadırlar. Bu gibi gazetelerin yeterli
muhabir kadrosu ve dağıtım ağı olmadığı için
yaptıkları iş amatör bir hevesten öteye
gidememektedirler. Bu heves ortadan kalktıktan
sonra, kişi gerçeklerle yüzleşince, zorluklar baş
gösterince söz konusu gazetenin kapanması işten
bile değildir. Bu durum Anadolu’muzda çokça
gazetenin açılıp kapanmasına yol açmıştır.
Yerel gazeteler yayın periyotları
bakımından günlük, haftalık, on beş günlük, aylık,
iki aylık, üç aylık, altı aylık ve yıllık olmak üzere
kendilerine göre değişiklikler arz etmektedir.
Bugün Anadolu’da yerel gazete sayısı çok olsa da
bu gazetelerin tirajı ne yazık ki komik düzeydedir.
Yani yerel gazete sayısı çok olmasına rağmen bu
gazetelerin tirajları son derece azdır. Fakat bazı
şehirlerin yerel basını üst düzeydedir. İstanbul,
Ankara, İzmir, Adana, Gaziantep, Bursa,
Adapazarı, Eskişehir, Konya gibi sanayi
şehirlerinde yayınlanan gazeteler nerdeyse ulusal
gazetelerle boy ölçüşebilmektedir. Bu mamur
şehirlerde yayımlanan yerel gazetelerin mevcut
tirajı, diğer Anadolu şehirlerindeki gazetelerin
tirajından daha fazladır.
Yerel basın, yaygın basına göre daha
dar bir çevreye hitap etmekte ve dağıtımı da daha
dar bir çevrede gerçekleştirilmektedir. Böyle olsa
da yerel basın, yayın yaptığı bölgenin gözü,
kulağı, dili ve gür sesidir. Yerel gazeteler,
yayınlandıkları yerin hayata açılan kapısıdır. Zira
toplumsal, ekonomik, kültürel ve sosyal
gelişmeler yerel basın sayesinde bölge halkına
aktarılmaktadır. Yerel haberler çok ilgi çekici
olmadıkça genel basında kendilerine yer
bulamamaktadır. Bölgesel sorunlar, hadiseler ve
ekonomik gelişmeler yaygın basında yer
bulamayınca ilgililere ulaşamamaktadır.
Bu
noktada yerel basın devreye girmektedir. Yerel
yayın organları yerel meselelerin ülke çapında
ilgililere duyurulmasını ve çözümlenmesini
sağlamaktadır. Yerel basın, yerel yönetimlerin
aynasıdır. Yerel yönetimlerin çalışmaları yerel
basında önemli bir yer tutmakta, çalışmalar
konusunda yöre halkı bilgilendirilmektedir.
Ülkemizde yerel basın organlarının
sayısı çok olmasına rağmen tirajları azdır.
Türkiye’de ihtiyacın üzerinde yerel gazete var.
Bazı şehirlerde 10’un üzerinde yerel gazetenin
bulunması buna örnektir. Oysa sayı olarak
çok, içerik ve tiraj olarak zayıf olan bu
gazeteler birlik olup güçlü bir veya birkaç
gazeteye dönüşse daha etkili ve faydalı olur.
Keşke yerel basın organlarının sayısı az olsaydı
da, altyapıları güçlü ve tirajları çok olsaydı….
Böylece çağdaş normlarda belli bir düzey
tutturulurdu. Bu da kaliteyi artırırdı. Aslında yerel
gazete sahiplerinin bir araya gelerek daha güçlü
oluşumlarla gazete sayısını azaltmaları, muhtevayı
zenginleştirmeleri gerekir. Zira yerel basındaki
bölünmüşlük güç kaybına neden olmaktadır.
Anadolu’nun
özellikle
küçük
şehirlerinde yayıncılık yapmakta olan yerel
basının, teknolojinin çok gerisinde kaldığını
söylemek mümkündür. Ofset matbaalar kurma
imkânı olmayan bu kişiler, çoktan müzelik olan
tipo tekniğiyle gazete yayımlamanın zorlu uğraşı
içerisindedirler. Bu geri teknolojiyle iyi eser
ortaya koymak ve rekabet etmek mümkün
değildir. Fakat bu işi bir sevda mesleği olarak
görenler bu zorluklara rağmen gazetecilik
mesleğinden bir türlü vazgeçememektedirler; her
şeye rağmen işlerini sürdürmektedirler.
Gazetecilikte gerekli olan ses kayıt
cihazı, fotoğraf makinesi, bilgisayar gibi gereçler
yerel gazetelerin çoğunda ya hiç yoktur ya da
yetersizdir. Teknolojiden nasiplenemeyenler,
gazetesini renkli çıkaramayanlar okur kitlelerini
de kendilerine çekememektedir. Bu durum resmi
ilan almalarında engel teşkil etmektedir.
Teknolojik yetersizlikler yüzünden erken baskıya
girmek zorunda kalmak, bir kısım haberlerin
ıskalanması sonucunu doğurmaktadır.
Günümüzde
başarı
güçlü
kurumsallaşmayı gerektirir. Türkiye’deki mevcut
yerel basında kurumsallaşma sorunu kendini
göstermektedir. Gazeteler daha çok aile
bireylerinin ortak malıdır. Belli ilkeleri ve
kurumsal kültürleri mevcut değildir. Gazete
sahipleri, yayın hayatına başlamadan evvel yeterli
altyapı hazırlığı yapmıyorlar. ‘Kervan yolda
düzelir’ mantığıyla hareket ediyorlar. Bu
müesseselerde gazetecilik babadan görme
usullerle yapılıyor. Bu işle uğraşanların çoğu,
gazeteciliğin kanun ve yönetmeliklerinden bile
haberdar değildir.
Anadolu’da yerel basın çalışanı olmak
ateşten gömlek giymekten farksızdır. Zira
çoğunun işe gelme ve işten çıkma saati sabit
değildir. İşten çıkma saati, genellikle işin bitiş
saati olmaktadır. Bu durum o kişilerin aile
yaşantılarını da olumsuz etkilemektedir. Mesai
kavramı olmayan bu emekçi insanlar genelde
asgari ücretle çalıştırılmaktadır. Üstelik maaşları
da düzenli olarak veril(e)memektedir. Yine
Anadolu‘da
bazı
gazete
çalışanlarının
sigortalarının
yapılmadığı,
vergilerinin
ödenmediği, kaçak çalıştırıldığı söylenmektedir.
70
Bunların sebeplerinden bir kısmı suiistimal olsa
da, asıl neden maddî imkânsızlıklardır. Zira yerel
basında en büyük sorun ekonomiktir. Diğer
sorunlar ekonomik sorunların uzantılarıdır.
Anadolu basını sermaye kıtlığı çekmektedir. Yerel
medya sahiplerine ucuz maliyetli, uzun vadeli
krediler verilmesi gerekir. Gazete sahipleri
aldıkları bu krediyle matbaalarını modernize
ederek çağdaş bir teknolojiye kavuşturmalıdır.
İşçilerin ücretlerini iyileştirmelidir.
Yerel basın uzun yıllardan beri zor
şartlarda ayakta kalma mücadelesi vermektedir.
Bu onurlu bir direniştir. Yerel basın, Basın İlan
Kurumu’ndan alına ilanlarla ayakta durmaya
çalışmaktadır.
Yerel
gazetelerin,
gazete
satışlarından elde ettikleri gelirlerle ayakta
durması pek mümkün değildir. Zira bu yayın
organlarının satışı sanıldığı kadar çok değildir.
Gazete satışları genelde 250 ila 10 bin arasında
değişmektedir. Gazeteleri ayakta tutan satış dışı
gelirlerdir. Bunları da reklâm ve ilan gelirleri
olarak iki ana maddede toplayabiliriz. Fakat özel
ilan ve reklâm gelirleri gelişmiş il ve ilçelerde üst
düzeyde olsa da geri kalmış yörelerde pek bir
anlam ve önem ifade etmemektedir. 195 sayılı
Kanun kapsamında yayımı zorunlu kılınan
resmi ilânlar olmasa ülkemizdeki pek çok
gazetenin kapısına kilit vurulurdu.
Bilindiği gibi 4734 sayılı Kamu İhale
Kanunu’nda
değişiklik
yapılmasına
dair
hazırlanan Kanun Tasarısında, 4734 sayılı
Kanun’un
ilgili
maddelerinde
yapılması
düşünülen değişiklikler ve bu Kanun’un yine ilgili
maddelerine eklenen fıkralar, yeni ek ve geçici
maddeler ile anılan Kanun uyarınca yapılacak
ihalelere ilişkin yerel gazetelerde yayımlanmakta
olan ihale ilânlarının yayım zorunluluğu kaldırılıp,
aynı ilânların elektronik ortamda, başka bir
deyişle
internet
ortamında
duyurulması
planlanmaktadır. Bu, yerel basını bekleyen çok
büyük ve ciddi bir tehlikedir. Bu uygulama,
Anadolu’da gazeteciliği bitirmek demektir. Bunu
bilmeyerek yapmak gaflet, bile bile yapmak
dalalettir, hatta hıyanettir.
İlanların elektronik ortamda (internette)
duyurulması sadece yerel gazete sahiplerini değil,
o iş koluyla ilgili yüz binlerce insanı doğrudan
veya dolaylı olarak etkileyecektir. Yerel
gazetelerle sesini duyurmaya çalışan küçük
yerleşim yerleri kaderlerine terk edilecektir. Orada
yaşayan insanların haber alma hakkı bir şekilde
engellenmiş olacaktır. İlgililere iletilemeyen
sorunlar dağ gibi çoğalacak, içinden çıkılmaz bir
hâl alacaktır. Basın sektöründen ekmek kazanan
15 bin kişinin aileleriyle birlikte miktarı 60 bini
bulmaktadır. Bu kişilerin ticarî ilişki içerisinde
olduğu insan sayısını varın siz düşünün… Onlar
da bu olumsuzluktan etkilenecektir. Bu insanlar
bu zor ekonomik şartlarda kaynını neyle
doyuracaktır? Bugün ilanlarla yaşama mücadelesi
veren yüzlerce gazetenin hayat çeşmeleri
kurutulacaktır. Yerel basın, oksijensiz bırakılarak
kangren olmasına sebep olunulacaktır.
Ülkemizin birçok sektöründe olduğu gibi
basında da ciddi bir bölünmüşlük vardır.
Türkiye‘de basın yayın, iletişim sektörü içinde
180‘e yakın basın meslek kuruluşu mevcuttur.
Daha güçlü temsil edilebilmek için bu
bölünmüşlüğün mutlaka ortadan kaldırılması
gerekir.
Çok sesliliği ve demokrasiyi yaşatmak
istiyorsak yaşadığımız yerin yerel gazetelerine
sahip çıkmalıyız. Ulusal gazetelerin yanında, her
gün mutlaka bir veya birkaç yerel gazete de
almalıyız. Ödediğimiz her kuruş sesimizin
yansıması olarak geri dönecektir.
KAYNAKÇA:
1.
Yerel
Basın
Yöneticilerinin Bakış Açılarıyla Eskişehir Yerel
Basını, Haluk Birsen, Gümüşhane Üniversitesi
İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, Mart 2011
2. http://www.tgc.org.tr
71
XEBERİN
YOK
Fexreddin ZİYA
72
NİKSAR’DA SOSYAL VE KÜLTÜREL HAYATIN
İÇİNDEN BAZI GELENEKLER
(Kutluhan Saygılı)
Asker Uğurlama:
Askerlik çağı gelen gençlerde büyük
bir sevinç ve heyecan, coşkulu bir duygu
vardır. Gençler, askerliği kutsal bir vazife
sayar, aileler asker oğulları ile gurur duyarlar.
Askere gidecek gençler akrabaları tarafından
yemekli ziyafetlere alınır. Onlar için mevlit
törenleri düzenlenir. Gencin arkadaşları
tarafından da eğlenceler tertiplenir. Araçlarla
konvoylar yapılarak Türk bayrakları açılır,
caddeler ve sokaklar “en büyük asker bizim
asker” sesleriyle yankılanır. Ayrılık vakti
geldiğinde gencin bütün yakınları ve
arkadaşları onu yolcu etmek üzere bir arada
bulunur. Asker adayı olan genç, ailesi ve
orada bulunanlar ile helâlleştikten sonra asker
ocağına gitmek üzere yola çıkar. Böylece
asker uğurlama töreni de sona ermiş olur.
Yemekten sonra mevlid-i şerif okuyacak
kişilerin önüne masa ya da rahle getirilir.
Hocalar tarafından mevlid-i şerif okunur.
Aralarda kaside ve ilahilerde okunur. Mevlit
bitmeden önce şerbet, tuz ve çörek otu
getirilerek hocalara ikram edilir. Sonunda
mevlit duası yapılır. Duadan sonra misafirlere
şerbet, lokum ve çikolata gibi tatlılar sunulur.
Mevlit toplantılarının sona ermesiyle geri
dönen misafirler “Allah (c.c.) kabul etsin”
diye hayır duasında bulunurlar.
Yağmur Duası:
Yağmur duasına çıkıldığı zamanlar
olmakla beraber günümüzde pek fazla
rastlanılmamaktadır. Niksar’ da yağmur duası
yapılacağı
zamanlar
Melikgazi
Kabristanlığı’nda bulunan Talih Tepesi’ne
çıkılır. Hoca önde olur, kadınlar ile erkekler
arkada ve ayrı yerlerde bulunur. Duaları kabul
olunacağı düşüncesiyle çocuklarda götürülür.
Burada namaz kılınıp, kurban kesilir ve
yağmur yağması için dua edilir. Dua
edildikten sonra yağmur yağacağına inanılır.
Yağmur duasının sadece çocuklar tarafından
yapıldığı da olur. Genellikle 10 – 15 çocuk bir
araya gelerek evler arasında toplu halde
gezerler. Bu arada;
Yağ yağ yağmur, teknede hamur
Ver Allah’ım ver, bol bol yağmur
diye bağırırlar. Çocukların duasını duyan ev
sahipleri onlara yağ, tuz, şeker, yumurta v.s.
gibi yiyecek maddeleri verir. Bazıları yağmur
yağsın diye çocukların başından aşağıya su
serper. Yağmur duası bittikten sonra çocuklar
kendi aralarından seçtikleri bir arkadaşlarının
evine
konuk
olurlar.
Topladıkları
malzemelerden pastalar, börekler (v.s.)
yaptırarak hep beraber yer, içer ve eğlenirler.
Mart Dokuzu:
Mart dokuzunda yüksek yerlere çıkılır.
Yüksek tepelere çıkan halk buralarda
yükseleceğine inanır. Salıncaklar kurulur, ip
atlanır ve çeşitli eğlenceler yapılır. Gençler
arasında martaval oynanır. Bunun için yedi
Hasta Ziyaretleri:
Hasta ziyaretleri Niksar halkında var
olan yardımlaşma ve dayanışma duygusunun
en güzel örneklerinden bir olarak karşımıza
çıkmaktadır. İyi günlerinde olduğu kadar kötü
günlerinde de hep yan yana olan Niksarlılar
için hasta ziyaretleri de ayrı bir önem
taşımaktadır. Hastayı yormamak ve ona
sıkıntı vermemek için kısa tutulan bu
ziyaretlerde çeşitli hediyeler götürülür ve
geçmiş
olsun
dileklerinde
bulunulur.
Hastalara büyük ölçüde moral veren bu
ziyaretlerin yanı sıra komşular ve yakın
akrabalarda her an hasta evinde bulunarak
misafirlerin ağırlanmasında ev sahibine
yardımcı olurlar.
Mevlit Toplantıları:
Mevlit toplantıları genellikle perşembe
günü akşamları ve kandil gecelerinde yapılır.
Ölüm durumlarında yapılan mevlit toplantıları
cenazenin defnedildiği günün akşamında olur
ve “Kara gecesi” olarak adlandırılır. Ayrıca
ölümden sonraki ilk Cuma, cenazenin 40.
gecesi, 52. gecesi ve senesinde de mevlit
okutulur. Mevlit okutulacağı gün davetliler
toplanır. Davetlilere genellikle yemek verilir.
73
yâsin okunur, bir tas suyun içine yedi çeşit
çiçek ve ot toplanır. Oyuna katılacak olanlar
yüzüklerini bu suyun içine bırakır. Su
akşamdan bir gülün dibine bırakılıp sabah
geri alınır. Suyun içindeki yüzükler sırasıyla
çıkarılır. Kimin yüzüğü çıkarsa o kişi, türkü
söyler ve oyun bu şekilde devam eder. Mart
dokuzunda leylek giliğide pişirilir. Böylece
bolluk olacağına inanılır.
toprağa oturur. Tepesinde bir ilistir
tutularak su, başından aşağıya
dökülür.
Kurşun Dökülmesi:
Bir kimseye nazar değdiğine inanılır
ise nazarı çözmek için kurşun dökülür. Bunun
için öncelikle kurşun tavada eritilir. Nazarlı
kimse yere oturtularak üzerine örtü kapatılır.
Bu, kurşunun nazarlı kimseye sıçramaması
için bir tedbirdir. Örtünün üzerinde bir ilistir
tutularak içerisine ekmek, iğne makas ve bir
tas su konulur. Duası yapıldıktan sonra kurşun
suya dökülür. Kurşun dökme işi bittikten
sonra ilistirin içinde ki ekmek kurda kuşa
verilir.
Muska Yazma:
Muska,
eskiden
olduğu
gibi
günümüzde de varlığını devam ettirmektedir.
Ancak muska yazmayı gerektirecek bazı
durumlar vardır. Mesela, cinlerin sofrasına
basmış kimsenin hasta olacağına inanılır ve
muska yazdırılır. Yine büyü çözme, nazar,
korku v.s. gibi durumlarda da muska
yazdırılır. Muska yazdırılacak kişi hocaya
götürülür. Hoca tarafından yazılan muska
naylona dolanarak iple bağlanır ve hastanın
boynuna takılır. Hoca muskadan başka
üzerinde ayetlerin bulunduğu bir kâğıdı yedi
parçaya bölerek hastaya verir. Bu kâğıtlarda
her biri yedi gün boyunca köz üzerinde
ateşlenerek tüttürülür. Bu iş yapılırken muska
yazılan kişinin üzerine bir örtü kapatılır ve
dumanın dağılmadan hastaya bulaşması
sağlanır. Hocanın yazdığı başka bir muska ise
suya konur ve yedi gün boyunca o sudan
içilir.
Sıçancık Günü:
Sıçancık günü ev işi yapılmaz, sandık
açılmaz, dolaplar karıştırılmaz. Sandıklar
açılır, dolaplar karıştırılır ise bunların içine
fare gireceğine ve en sevilen kıyafetleri
keseceğine inanılır. Bundan korunmak için ev
sahibinin sıçancık gününe kalbiyle inanması
ve gömleklerinden bir tanesini keserek evin
çeşitli yerlerine bırakması gerekir.
Eğrice Günü:
Eğrice günü ev işi yapılmamasına
dikkat edilir. Bu günde iğne tutulmaz, dikiş
dikilmez ve ekmek kesilmez. Bulaşık
yıkanırsa süngerin sıkılmayıp açık bırakılması
gerekir. Aksi halde evde hamile kadın varsa
çocuğun, kolu ve bacaklarının eğri olarak
doğacağına inanılır. Aynı günün ikindi
vaktinden sonra bir bahçeye yedi çift, bir tek
çiğit dikilir. Her birinde “eğrim sana, doğrum
bana” denilir. Burada ise işlerin yolunda
gideceği, hamile kadın varsa doğacak
çocuğun kolunun ve bacağının doğru olacağı
inancı hâkimdir.
Nazar Değmesi:
İyi ve güzel olan her şeye nazar
değdiğine, en çokta yeşil gözlülerin nazarının
değdiğine inanılır. Nazar değmiş kimseye ölü
basmışta denir. Nazar değmesini önlemek ve
nazarı çözmek için çeşitli yollar takip edilir:
- Nazar duası okunur
- Nazar için “üzerlik otu” denilen ot
yakılarak evin dört köşesine tüttürülür.
- Üzerlik otu, tavuk pisliği ve yedi çift,
yedi tek arpa tanesi muska yapılarak
yakanın içine takılır.
- Kurşun dökülür.
- Nazardan kurtulmak için bir mezardan
toprak ve kıbleye bakan yedi
çeşmeden su alınır. Nazarlı kimse
Adak Adama:
Halkımız arasında sıkça görülen
inanışlardan biridir. Bir hastalıktan, dertten
kurtulmak, bir işin yolunda gitmesini, hayırlı
olmasını istemek v.s. gibi her türlü konuda
adak adanmaktadır. Burada dikkat edilecek
nokta adağın yerine getirilmesi, yerine
getirilmesi
mümkün
olmayanların
adanmamasıdır. Aksi halde işlerin yolunda
gitmeyeceğine inanılır. Hâli vakti yerinde
olanlar daha çok kurban adarlar. Fakir –
fukara ise kendi durumlarına göre adakta
bulunurlar. Kurban adanmışsa kesilir, eşe –
74
dosta ve fakirlere tamamı dağıtılır. Adakta
bulunan kimse bundan yemez. Mevlit
okutmayı adayanlar olursa mevlit töreni
yapılır.
çok öğleden sonraları yapılır. Türbeyi ziyaret
esnasında iki rekât namaz kılınır, dualar
okunur, ermiş kimselerin ve orada yatan diğer
müminlerin ruhlarına bağışlanır. İlçede,
Melikgazi Kabristanlığı başta olmak üzere
birçok türbe ziyaretçilere açık vaziyettedir.
Türbe ziyaretlerinde de çeşitli inanışlar
mevcuttur. Halkımızın türbeye gidiş amacına
göre türbelerde değişmektedir:
- Nasibi açılması istenen kız ya da
erkek “Melikgazi Türbesi” ne
götürülür. İki rekât namaz kılınır ve
dua edilir. Nasibin açılması, kilit
açılması sözü ile ifade edilir. Nasibi
açılması
istenen
kişi
türbenin
penceresi önüne gelir ve pencere
kilidinin altında durur. Kilit yedi defa
açılıp
kapatılır.
Aynı
şekilde
pencerede yedi defa açılıp kapatılır.
Bu işlem tamamlandıktan sonra kilitle
birlikte o şahsın nasibinin de
açıldığına inanılır.
- Melikgazi
Türbesi’nin
yanında
“İşleyen Nene” ya da “İşlek Nene”
mezarı vardır. Burayı ziyarete gidenler
ellerine aldıkları taşları mezar üzerine
bırakarak “işlekliğin bana, tembelliğin
sana” derler. Daha sonra eller havaya
doğru açılır, mezarın etrafında
dönerek dualar okunur.
- Çocuğu olmayan çiftler Melikgazi
Kabristanlığı’nı
ziyaret
ederler.
Namaz kılıp, dua ettikten sonra orada
bulunan beşik taşlarını sallarlar. Bunu
yaparken Allah’tan hayırlı evlatlar
dileyip, çocukları olursa tekrar buraya
gelerek kurban keserler.
- Melikgazi Kabristanlığı’nda görülen
diğer bir inanış ise ağaçlara çaput
bağlanmasıdır. Dilekte bulunan herkes
ağaçlara çaput bağladığı gibi daha çok
hastalığı olan kişiler tarafından
yapılmaktadır.
Hasta
kişiler
elbiselerinden bir parça yırtarak
burada ki ağaçlara bağlar, elbise ile
birlikte hastalığının da o ağaca
bağlandığına inanır ve iyileşeceğini
umar.
- Aynı kabristanlıkta “Bel Ağrısı Taşı”
adı verilen bir taş bulunmaktadır. Bel
ağrısı
hastalığının
geçmesini
Cenaze Törenleri:
Bir şahsın öldüğünü bildirmek,
yakınlarının haber almasını sağlamak için ve
genellikle cenazeye iştirak etmesi gereken
kimselerin duyabileceği uygun bir zamanda
selâ verilir. Cenaze yıkanıp, cenaze namazı
kılındıktan sonra mezarlığa gidilir. Cenaze
defnedildikten sonra Kur’an-ı Kerim, Yasin-i
Şerif ve çeşitli sureler okunup, cenaze
hakkında dua yapılır. Mezarlıkta bulunan
fakir - fukaraya para dağıtılır. Kefaret parası
denilen bu paranın dağıtımıyla beraber ölen
şahsın günahlarının da dağıtıldığına inanılır.
Daha sonra cenaze sahipleri taziyeleri kabul
eder. Aynı günün akşamı cenazenin karası
yapılır. Mevlit okunur ve helva yapılarak
gelenlere ikram edilir. Cenaze sahipleri bir
kaba un doldurarak fakir bir kimseye verir.
Bazı zamanlar un yerine ekmekte verilir.
Cenazenin defnedildiği gece evin ışıkları
karartılmaz ve kabristanlığında ışık olacağına
inanılır. Ölen şahsın ceketi, ayakkabısı v.s.
eşyaları abdestini almış, namazını kılmış bir
kimseye verilir.
Cenaze evinde, üzüntünün ve acının
bir sonucu olarak yas tutulur. Televizyon,
radyo açılmaz; eğlenceler yapılmaz. Daha
önceleri genç yaşta ölenler için geride
kalanlar elbiselerini ters giyer, parlak ve süslü
elbiseler yerine koyu renkli olanları tercih
ederlerken günümüzde bu tür hadiselere
rastlanılmamaktadır. Yas sebebiyle cenaze
evinde ekmek yapılması, yemek pişirilmesi
gibi durumlar da söz konusu değildir. Fakat
bu husus uzun süre devam edemeyeceği için
yedinci gün cenaze evinde ateşler yanar,
kazanlar kaynar. Dünya için çalışmaya
dönülen bu gün mevlit okunarak ve hayır
duaları ile açılır.
Türbe Ziyaretleri:
Türbe ziyaretlerine daha çok perşembe
ve cumartesi günleri gidilir. Cuma günleri
türbenin boş olduğuna ve orada yatan
evliyanın Cuma namazına gittiğine inanılır.
Ziyaretler sabahtan yapılabildiği gibi daha
75
-
-
-
-
-
-
-
isteyenlerin bu taş üzerine üç defa
yatıp kalkması gerekir.
Melikgazi Türbesi’nin karşısında
“Talih Tepesi” vardır. Orada yüksek
bir taş bulunur. Talihinin açılmasını
isteyenler o taşın yanında durup, dua
ederler. Duadan sonra yerden aldıkları
taşları ileriye doğru atarlar.
Talih tepesi yakınlarında “Dilek Taşı”
vardır. Dilek taşının üzerine çıkılır
dualar okunup, dilek dilenir. Dileği
kabul olan kimsenin dilek taşı
üzerinde kendisini dönüyormuş gibi
hissettiği söylenir.
İşinin çabuk olmasını isteyenler “Hacı
Çubuk (Çabuk) Türbesi’ni ziyaret
ederler.
Kulağı ağrıyanlar “Kulak Tekkesi”ne
gider. Yanlarında da bir çive ile soğan
götürürler. Dualar okunup, şifalar
dilendikten sonra çivi yere çakılır,
soğan toprağa gömülür ve geri
dönülür.
Sınava girecek bir çocuk yedi
perşembe “Garip Evliya Türbesi”ne
gider
ve
Garip
Evliya’nın
ruhuna hayır
duaları okur
ise
sınavı
kazanacağı
söylenir.
Çocuğu
sınava
girecekler
yedi
perşembe
Melikgazi
Türbesi’ni
ziyarete
gider.
Kalede “Elli
baş Tekkesi”
vardır. Orada
elli derde elli
şifa
bulunduğuna
inanılır.
Tekkeye
gidenler yedi pınardan su toplar, birde
yumurta alırlar. Tekkeye gitmeden
evvel
su
kaynatılır.
Tekkeye
-
-
gelindiğinde
yumurta
tekkenin
duvarına vurularak kırılır. Daha sonra
içeri girilir ve su baştan aşağıya
dökülür.
Altına kaçıran çocuklar “Hacı Çıkrık
Türbesi”ne
götürülür.
Türbeye
gidenler yanlarına bir de süpürge
alırlar. Dua edilip, dilek tutulur ve
süpürge bırakılarak geri dönülür.
Cer Köyü’nün üzerinde köyün al (ağıl)
yerinde
“Basık
Taşı”
vardır.
Çocuğunun basık olduğuna inanan
aileler Cer Köyü’ne giderek bir eve
misafir olurlar. Bu evden bir kişi
çocuğu alarak basık taşına götürür.
Çocuğun atleti çıkarılarak yıkanır ve
Basık Taşı’nın üzerine bırakılır.
Çocuk atletin üzerine oturtularak
yıkanır. Çocuk yıkanırken ağlarsa iyi
sayılır ve çocuğun iyileşeceğine
inanılır. Çocuğun ağlamaması ise
kötüye işarettir. Çünkü çocuk ya
iyileşecek ya ölecektir. Çocuk
yıkandıktan sonra atleti kaldırılır ve
Basık Taşı’nın üzerine demir parçası
bırakılır. Çocuk Basık Taşı’ndan
dönerken bütün köylü ayağa kalkar.
Çocuğun ailesi köyden dönerken
misafir oldukları eve bahşiş verir.
76
BAR BAŞLARKEN
“Bayburtlu hemşehrilerime”
Yahya AKENGİN
Seyrine gelenlere selama dur
Millet için deli gönül bizde bulunur
Savaşı düğün eden davul bizde bulunur
Vur kardeşim, o davula bir daha vur!
Boz bulanık akan seller durulur
Yürek coşar, dil şakrak olur
Mendiller elde bayrak olur
Biz oynarken kara toprak ak olur
Bu davulu yeryüzünde ben dinlettim
Bar tuttum dağlarda omuz omuza
Kara bahtı güldürmeye yemin ettim
Tarihe destan, şan yaza yaza!
Bizden öğrendi fırtınayı Koplar, Ziganalar
Çoruh gibi kükrer bizde damarlar
Türk’ün göz bebeklerinde en güzel bahar
Bu oyunda boydan boya vatan var!
Seyrine gelenlere selama dur
Millet için deli gönül bizde bulunur
Savaşı düğün eden davul bizde bulunur
Vur kardeşim, o davula bir daha vur
77
AĞLAYANLAR
Pek hasta bir dosta uğradım akşam,
‘N’olur canıma can! ‘ deyip ağladı.
Kıvranıyor; eriyip akmış adam,
‘ Ya toprak, ya derman!’ deyip ağladı.
Sabah telaşla geldi bir arkadaş,
Dedi:’Emekliye ayrıldım kardaş!’
Dövünüp duruyor, gözlerinde yaş,
‘Âh vefasız zaman!’ deyip ağladı.
Sonra halsiz biri girdi içeri,
Benzi kararmış, çekilmiş gözleri...
Çaresiz bir dertten ölümmüş kaderi,
‘Âh dünya, âh mîzan!’ deyip ağladı.
Bir başkası çıktı şöyle dayandı,
Vurgunları sayıp sayıp sızlandı,
Sonra şehitleri anıp kıvrandı,
‘Millet’ dedi, ’vatan!’ dedi ağladı.
BİRLİK RUHU
Çıktım da yürüdüm şöyle yukarı,
Baktım sırtlamışlar bir ihtiyarı,
Dövüp atmış çocukları dışarı,
‘Nerde insaf, nerde vicdan?’ deyip ağladı.
Birlik ruhu vazgeçilmez olmalı
Vatan, bayrak ve ezanımız birdir.
Bir olanlar ezilmez, bükülmez.
Vatan, bayrak ve ezanımız birdir.
Kime yanam, kime ağlayam ki ben?
İnsansın, ağlayıp yanma istersen;
Mevla’dır dertlere çareler veren,
Sadıklar ‘el aman!’ deyip ağladı.
Kökümüz, soyumuz, sözümüz bir,
Aynı vatanda yüzyıllardır beraberiz.
Türk, Çerkez, Kürt, Laz, özümüz bir
Aynı vatanda yüzyıllardır beraberiz.
Saffet ÇAKAR
Kız Teknik ve Meslek Li.
Edebiyat öğretmeni/TOKAT
Bizi bölmek isteyenler düşman,
Kurtarmadık mı vatanı beraber.
Bize bizden başkası olmaz dost
Kurtarmadık mı vatanı beraber.
Anadolu’nun bağrından doğmuşuz.
Bizler kan kardeşi, can kardeşiyiz.
Düşmanları çatlatırız birlik ruhuyla
Bizler kan kardeşi, can kardeşiyiz.
Bizler Anadolu’nun özüyüz, sözüyüz.
Ebubekir Tahiroğlu
78
AİLENİN TOPLUM VE DİNİ AÇIDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE
Neslihan Büyükhan
Hollanda Türk Federasyonu
Yönetim Kurulu Üyesi
Kadın Kolları Başkanı
“Aileyi korumak, milleti korumaktır.”
“Şiddet, yok oluş, kadın varoluştur.”
“Kadın gelecektir.”
“değersizleşmenin” de mimarlığına istemeden de
olsa soyunmuş oluyor.
Aile içi şiddet konusu sadece Türkiye’de
değil, dünya genelinde büyük bir sorun haline
gelmiştir. Kültürler arası farklılıklar şiddetin
şeklinde bir değişiklik yapmamaktadır. Kadınlar
her türlü toplum modelinde ve düzeyinde bir
şekilde şiddete maruz kalmaktadırlar.
Toplumu oluşturan en küçük birim ailedir.
Ailenin korunması demek toplumun korunması
demektir. Aile düzeni bozuk olan toplumlarda
çocukların gelişimi de doğru olmayacağı için bu
çocuklardan da bir gelecek beklenmesi doğru
olmayacaktır. Geleceğin doğru şekilde inşası ve
toplum düzeninde de sağlıklı insanların yer
alabilmesi için aileyi kuran ve koruyan kadının
yaşamın
her
alanında
desteklenmesi
gerekmektedir.
Gün geçtikçe toplum içindeki farklı
alanlarda kendisine yer edinen ve daha güçlü,
daha donanımlı hale gelen kadın, bütün gelişmiş
özelliklerine rağmen şiddetten kaçamamaktadır.
Kimi zaman kıskançlık, kimi zaman kötü
alışkanlıklar kimi zaman da sadece “hiçbir şey”
kadının şiddet görmesine neden olarak
gösterilmektedir. Ancak hiçbir gerekçe bu şiddeti
haklı gösterecek nitelikte değildir.
Kadın günümüz toplumlarında bu kadar
çok özelliği kendinde barındırmasına rağmen gün
geçtikçe en önemli özelliği olan “kadın” olma
özelliğini kaybetmektedir. Kadın olmak tabirini
burada biraz daha açarsak kastettiğimiz özellik,
cinsi anlamda kendini gösteren bir özellik
değildir. Kadının sahip olduğu annelik, hassasiyet,
sahiplenme ve koruma, sorumluluk, sevgisini
gösterme, güçlülük ve maalesef günümüzde çok
yıpranmış olan bağlılık, kadını “kadın” yapan
özelliklerdir. Bu taşlarını gün geçtikçe
kaybetmeye başlayan kadın, toplum içindeki
Çalışmanın Amacı
Kadını günümüz toplumunda sözde daha
güçlü hale getirebilmek adına şekilden şekle
sokan anlayışlara karşı, bu çalışmamız, kadının
özüne, yaradılış modeline geri dönebilmesi ve
toplum içindeki saygınlığını belirtmiş olduğumuz
“kadın” özellikleriyle koruyabilmesi amacını
taşımaktadır. Ayrıca aile şiddetin hem kadınlar
hem de buna maruz kalan çocuklar üzerindeki
etkisinin derinliğinden yola çıkılarak erkeklerde
de bu bilincin yerleşmesi adına da çalışma
yapmak hedef olarak belirlenmiştir.
Dini Açıdan Kadının Değerlendirilmesi
İslam Dini, kadın hakları üzerinde
titizlikle durmuş ve kadını, hiçbir nizam ve
sistemin veremediği müstesna bir makama sahip
kılmıştır. Nitekim Cenab-ı Allah Kur’an-ı
Kerim’inde: “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları
olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde
hakları
vardır.”
buyurmuştur.
Peygamber
Efendimiz de erkekleri, kadınların hak ve
hukukunu gözetmeye devam etmekte ve bu
konuda: “Allah’tan korkunuz! Zira siz onları
Allah’ın
bir
emaneti
olarak
aldınız.”
buyurmaktadır.
Başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Sizin en
hayırlınız, ehline en hayırlı olanınızdır. Ve ben de
ehline karşı en hayırlı olanınızım.” buyurur.
Peygamber Efendimiz, erkeklere, kadınlara daima
iyi davranmalarını tavsiye ederek: “Mü’minlerin
iman bakımından en olgunu ve en hayırlısı
79
hanımına
karşı
en
hayırlı
olanıdır.”
buyurmaktadır.
Veda Haccı’ndaki meşhur hitabesinde Peygamber
Efendimiz: “Ey insanlar! Kadınlar hakkında
Allah’tan korkunuz, Sizin kadınlar
üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde
hakkı vardır.” buyurarak daha yedinci yüzyılda
yüz yirmi dört bin Müslüman hacı namzedine
karşı
kadınların
haklarını
ilk
olarak
açıklamışlardır.
Bazı hadisler: Hanımlarınızı üzmeyin.
Onlar Allahü Teâlâ’nın size emanetidir. Onlara
yumuşak olun, iyilik edin! (Müslim)
Hanımın kötü huylarına katlanan erkek
belalara sabreden Hz. Eyyüp gibi mükâfatlara
kavuşur. Kocasının kötü huyuna sabreden kadın
da Hz. Asiye gibi sevaba kavuşur. (İ.Gazali)
Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanı Allahü
Teâla sever, rızklarını artırır. (İ. Lâl)
En üstün mümin hanımına en iyi, en
lütufkâr davranan güzel ahlaklı kimsedir.
(Tirmizi)
Hanımına güler yüzle bakan erkeğin defterine bir
köle azat etmiş sevabı yazılır. (R. Nasıhin)
Hanımını döven Allah’a ve Resulüne asi
olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum. (R.
Nasıhin)
Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer
verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor
görür. (i. Asakir)
Kızlarınızı altın ve gümüş ile süsleyin.
Elbiseleri güzel olsun. İtibar kazanmaları için en
güzel hediyelerle ihsanda bulunun. (Hakim)
Kim kız çocuğunu
güzelce terbiye edip, Allahü
Teâlâ’nın verdiği nimetlerle
bolluk
içinde
yedirir
giydirirse, o kız çocuğu
onun için bir bereket olur.
Cehennemden
kurtulup
kolayca Cennete girmesine
vesile olur.(Taberani)
İki kız evladına
güzel
muamele
eden,
mutlaka Cennete girer. (İbni
Mace)
İki kızı veya kız
kardeşi olup ta maişetlerini
güzelce sağlayanla Cennette
beraber oluruz. (Tirmizi)
Çarşıdan aldığı şeyleri,
erkek çocuklardan önce kız çocuklarına verene,
Allahü Teâlâ rahmetle nazar eder. Allahü Teâlâ
rahmetle nazar ettiğine de azap etmez.(Harâiti)
Çarşıdan turfanda meyve alıp evine
getiren sadaka sevabı alır. Getirdiğiniz meyveyi
erkek çocuklarından önce kız çocuklarına verin.
Kadınları, kızları sevindiren, Allah korkusundan
ağlayan gibi çok sevap kazanır. Allah
korkusundan ağlayana Cehennem haramdır. (İbni
Adiy)
Üç kızına ihtiyaçtan kurtulana kadar iyi
bakan, yedirip giydiren, elbette Cenneti kazanır.
(Ebu Davud)
Başka bir hadis-i şeriflerinde “Onlara
yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin,
onları dövmeyin, onlara çirkin demeyin, fena söz
söylemeyin” buyurmuşlardır.
Kadınlarla iyi geçinmek Kur’an-ı
Kerim’in emridir. ”Kadınlarınızla iyi geçinin; eğer
onlardan hoşlanmadı iseniz bile. Olabilir ki bir şey
sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır
takdir etmiş bulunur.”
Hz. Peygamberimiz bu konuda: “Kadınlar
hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz”
buyurmaktadır.
“Cennet annelerin ayağı altındadır” diyen
dinimiz kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir.
İslamiyet’in ilk şehidi bir kadındır. İlk Müslüman
bir kadındır. Peygamberimizin soyu kızından
devam eder.
Üç kız veya kız kardeşinin geçim veya
başka sıkıntılarına katlananı, Allahü Teâla
Cennete koyar. Eshab-ı kiramdan biri, “İki tane
olursa da aynı mıdır?” diye sual edince,
Peygamberimiz: “Evet iki tane olursa da aynıdır”
buyurdu. Başka birisi: “Ya bir tane olursa” diye
sual etti. Cevabında buyurdu ki: “Bir tane de olsa
gene aynıdır” (Hakim, Haraiti)
80
FUZULÎ
Gazel
Can verme sakın aşka aşk afet-i candır
Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimse kim âşıktır işi ah-ü figandır
Yad etme güzel gözlülerin merdümi çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Ger derse Fuzulî kim güzellerde vefa var
Aldanma kim şair sözü elbette yalandır.
81
KAPATMAYIN GÖZLERİMİ
Nusret KESEMENLİ
QADIN DA AĞAC KİMİDİR
Narıngül
Vakitli vakitsiz bir ölümdür gelecek,
Boğup beni kah kah çekip gülecek.
Açık kalan gözlerimde görecek
Kapamayın gözlerimi amandır!
Üzümdeki işıq çat verecek
Kölge düşecek şehere,
Küçeye, sehere.
Ve şeher can verecek,
Ve küçe can verecek.
Bakacağım yurdumun tan yüzüne,
Tarihinde kuruyan kan izine,
Gözüm döner bir tufan denizine,
Kapamayın gözlerimi amandır!
Çıxıb gedeceyem
Üreyimde sevgi izdihamı.
Çıxıb gecedeyem üzü
Qurumağa.
Sen heç
Ayaq üste quruyan ağac
Görmüsen mi?
Qadında ağac kimidir:
İçinden quruyur.
Çıxıb gedeceyem üzü tenhalığa,
Pencere arxasında
Böyüyen tenhalığa.
Seherler güneşle beraber
Ümidler doğacaq üzüme.
Amma men, qaranlıq düşmemiş
Soyunub atacağım bütün
Hislerimi…
Sen nece?
Bir çift çiçek gözlerimdir, bakacak,
Zirvelere izlerimdir çıkacak,
Bir pınara koşularak akacak,
Kapamayın gözlerimi amandır!
Yıldızlara koşularak her gece,
Dönecektir gökyüzünde nergise,
Ana yurdum güzelliğe sergise,
Kapamayın gözlerimi amandır!
Güle güle kavuşanda yıl yıla,
Göreceğim Aras akar gül ile,
İmkân olursa, kılıç koyun kabrime,
Kapamayın gözlerimi Amandır!
Dereden geçtim de kaldım deryada
Bir ben miyim acep hep gönlü darda
Bülbül gibi başlatmadan feryada
Ceylan gözlüm bir nazar et sevinem.
Sen gülünce gül açılır sinemde
Tek tek iken bir olduk bir bedende
Ben ben idim, bir de sen oldun bende
Ay cemallim bu sevdayı ben nidem?
Çevirdin gönlümü kendinden yana
Can içinde can dururmuş yan yana
Beden ayrılsa da gönül yan yana
Gül yüzünle bir gülümse sevinem
Salkım söğüt gibi ipek saçların
Düşmeden saçına tel tel akların
Gözünden gönlüme gelen okların
Delmeden sinemi dön gel sevinem.
Nihat AYMAK
82
AYDINLATTIN YÜZÜMÜ
Çığlık attın çığ koparmak için
Zulmet nura dönsün.
Rahmet düşsün tepelerden
Can versin çağlara dedin.
Karanlıklar ışığa doğru
Kışlar yaza doğru,
Aydınlattın zulmeti, anlattın hikmeti,
Fırtınalar rahmete dönsün istedin.
Hayal meyal hatırlıyorum
Kapına geldiğim günü.
Yıllar geçtikten sonra
Zamanın kahrını yüklenebilmişim
Artık anlayabiliyorum,
Dünü, bu günü.
Söyleyebiliyorum sözümü…
KAFKAS ELLERİNE
Dostu düşmanı sen öğrettin,
Sulhü savaşmayı sen öğrettin
Gönül çölümüzü yeşerttin
Açtın gözümü öğretmenim.
Çırpınırdı benim gönlüm
Bakıp Kafkas ellerine
Bir onunla ırkım, dilim
Azdır karındaşlık bile
Senin olmadığın yemyeşil yerler bana çöldür.
Senin olmadığın dünya paramparça.
Senin öğütlerini tuttum.
Karıştıramazlar. Baharımı güzümü.
Canım içre canımdır o
Damarımda kanımdır o
Bilir bütün dünya bunu
Türkü yaptık döküp tele
Helal bir lira, haram bin liradan çoktur
Ana dedin, baba dedin,
Bayrak dedin... Vatan dedin…
Çöğür, saz, tarla ünledik
Şamil dedik, semah döndük
Nevruz ateşiyle yandık
Döndük al kırmızı güle
Dostluk, kardeşlik varken
Savaşmak niye?
Sevgi, saygı varken,
Cennet varken
Yanmak niçin dedin.
Aydınlattın yüzümü öğretmenim.
Can asena yol gösterdi
Dedem Korkut öğüt verdi
Oğuz ata bir gürledi
Dar geldi bize yerküre
Duran TURHAN
Eğitimci Yazar
Türkler diye anıldık biz
Boylar türlü Azer, Kırgız
Ama ki Türküz hepimiz
"Ne Mutlu Türküm Diyene"
Ne hoş baht Türküm diyene.
Ahmet Divriklioğlu
83
(Bismillahirrahmanirrahim... Kalem ile anlattıklarımda
ve dil ile söylediklerimde hataya düşüp hoşnut
olmayacağın şeyleri işlemekten Sana sığınırım.)
İ’LÂY-I KELİMETULLAH
Serkan Aktaş
Sözlük anlamı olarak küfür, şirk ve
bunu suya düşen bir damlacığın yakın
karşı Allah’ın varlığını, birliğini,
çevresiyle başlayıp halka halka dışarı doğru
İslâm’ın yüceliğini ve Kur’an-ı Kerim’in
açılması gibi düşünebiliriz bir zaman sonra
üstünlüğünü savunmak anlamına gelir. Bence
toplumu kuşatacaktır. Diğeri ise Allah’ın
burada temel olarak ahir zamanı kuşatan,
(c.c.) bir toplumu ya da bireyi değiştirmesi ile
Allah
vukuu
5
ilhada
Rasûlü,(s.a.v)
“Şimdi,
küçük
bulacaktır,
buradaki
sıkıntı
dönüyoruz”
Rabb’imizin kalbe iman verip bireyi, belki o
hadislerinde buyurdukları, kişinin kendi ile
bireyin vesilesi ile etrafında bireyleri ve son
olan cihadı yani cihadı ekber başlamaktadır.
olarak da bu nüve bireylerin etrafında
Zaten Resul-i Ekrem efendimiz büyük cihadın
yuvalanan bireylerle oluşan toplumu hidayete
ne olduğunu soran sahâbeye de, “Nefisle
erdirmesiyle neticeleneceği gibi tam tersi bir
mücâdele” cevabını vermişlerdir.
durumda
cihaddan
büyük
cihada
yani
azgınlar
ve
sapkınlardan
teşekkül eden bir toplulukta sadece böyle bir
İ’lây-ı Kelimetullah, aynı zamanda
beklenti güdülür ve birinci şekildeki gibi şahsi
Kelamullahı (Kur’an-ı Kerim ve O’nun
ve
cihatlarını yapan kardeşlerimizin olmadığını
Allah’ın emrettiği şekilde yaşamak demektir.
farz edersek Allah korusun bu dinamik
Bu da kişinin kendisinin ve mesul olduğu
toplumun helakiyle neticelenecektir.
hükümlerini)
yüceltmek,
savunmak
ailesinden başlamak üzere yakın çevresinin
yaşantılarında
kökten
Çok önemli bir diğer mevzuda ‘La
değişimleri
ilahe illallah Muhammeden resülullah’ temel
gerektirmektedir. Her ne kadar karmaşık
ilkesine inanmak ve bu sancağı gücünün
görünse de bu işlem temelde basittir; Allah’ın
yettiği, dilinin döndüğü, elinin yazabildiği
emir ve yasaklarına uyup ölçülü olmakla bu
ölçüde her yere taşımaktır. Bu konu ilk etapta
yola girilebilir, kişi kendi nefsi için istemediği
basit görünmektedir; Elhamdülillah idrak
hiç bir şeyi bir kardeşi içinde asla istemeyerek
ediyoruz
bu yolda kademe alabilir. Cevdet Sait
Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür…
eserlerinde değişimin iki şekilde olacağını
Modernite gelin görün ki üzerimize lanetiyle
belirtmiştir. Birincisi benimde dem vurduğum
çökmüş ve bize mabutlar dayatmıştır. Samimi
kişinin kendine çeki düzen verip değişimiyle;
bir
Müslüman
kendilerine
5
Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr etmek, hakikatten
sapmak, inançsızlık ve dinsizlik
Allah’tan
başka
bile
ilahlar
ilah
farkına
yoktur,
olmadan
edinebilmektedir,
bu
Ma’bud’lar kişiye göre değişiklik arz etse bile
84
ayırt edici olarak bakmamız gereken nokta
gibi geze geze bitap düşer; ilerleme dedikleri
gün
safsatanın
içersinde
en
fazla
neyin
adını
zikrettiğimizdir,
biz
gün
içersinde
bizi
olduğundan içlerine düştükleri kısır döngüde
Yaratandan başka etraflıca ne ile meşgul isek,
gelişe gelişe çıktıkları en üst noktada aslında
neyi Allah’tan (c.c.) fazla anmaktaysak o artık
felsefelerinin en dibindedirler.
bizim Rabbimiz olmaktadır. Biz bu sahte
rotası
dairesel
biçiminde
İ’lây-ı Kelimetullah davasının özü
tanrılardan arınmalı, onlara karşı uyanık
Kur’an’ı
olmalı ve çevremizdekileri de bu konuda
Kerimde
Fatiha
suresinde
toplanmıştır;
bilinçlendirmeliyiz.
Rahman ve Rahim Allah Adıyla. Her
İ’lây-ı Kelimetullah, Kelime-i Tevhidi
türlü övgü yalnızca Allah’a mahsustur, bütün
‘La
Muhammeden
âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Hesap
resülullah’ nurunu bütün gönüllere ve kafalara
Günü’nün Hâkimi. Yalnız Sana kulluk ederiz;
nakşederek, bütün sahte tanrıları, modern
ve
çağın Cağutlarını, Nemrutlarını, Firavunlarını
dosdoğru yola ilet, nimet bahşettiklerinin
hülasayı kelam bütün putlarını zihnen yıkmak
yoluna;
demektir. İ’lây-ı Kelimetullah, her türlü ‘izm’
sapkınlarınkine değil!
yani
ilahe
illallah
e karşı uyanık olmaktır; sosyalizm, kominizm,
da bahsettiğim şekildedir yani Allah için
tarafı
yaptıklarımızdan, kaçındıklarımızdan daha
yükseltir gibi yaparken diğer tarafı yerin
fazlasını bir kurum, kuruluş, şahıs adına ve
dibine sokan bu ‘izm’ lerdir, felsefeleriyle
yine Rabbimiz için yaptığımızdan daha itinalı
eşitlik der ahlakı hiçe sayar, dini bırakır,
bir biçimde yapıyorsak iflastayız demektir.
insanca yaşamak sloganıyla eşrefi mahlûkatı
Burada sözlerim yanlış anlaşılmasın tabii ki
esfeli safiline çeker, hayvan sürüleri gibi
yiyip,
içen,
cinsi
isyan bayrağı açmaktan ve kaostan yana
münasebetlerini
olmaktan bahsetmiyorum değinmek istediğim
bulduklarıyla gören bir güruhu şekillendirip
nokta ölçülü olmaktır. Kulluğun sadece
bunu modernlik olarak atfederler. Bu ‘izm’
Allah’a edilmesi ve kullara kulluk edilmemesi
lerin ve bir takım ‘ist’ lerin medenilik
konusunda
anlayışının zirve noktası yine bu adamların
sadece
etnik
kökenleri
dönemi
Arap’larıdır.
değerli
eserleri
işlenmiştir hassas ve derin bir süreçtir, burada
Esma’ül Hüsna konusuna dikkatle eğilir
eleştirdikleri modern çağ Araplarının atası
cahiliye
âlimlerin
mevcuttur ve bu konu külliyatlar dolusu
yüzünden
beğenmedikleri, yafta üzerine yafta vurup
olan
ve
bizi felakete sürükleyecektir, ölçüt yukarıda
bu mütefekkirlerin Allah’tan uzaklaşmasının
Bir
uğrayanların
benzerini dahi her hangi bir şeye göstermek
beyinlerin imandan yoksun fikir sancısının ve
çocuklarıdır…
gazab[ın]a
ederiz, ona yönelttiğimiz saygı ve itaatin
düşünce sistemleri ve ’izm’ ler düşünen
doğmuş
yardım dileriz. Bizi
Biz inananlar; sadece Allah’a kulluk
faşizm, kapitalizm, liberalizm… Tüm bu ’ist’
sakat
yalnız Senden
Rabbimizin isimlerini öğrenir, bu isimleri
Bu
sıfatlaştırıp
görüşlerin içinde olanlar ancak dolap beygiri
kendi
tanrılaştırdıklarımızdan
85
kendimize
kurtulabilirsek
bu
dönemeçte aşılacaktır İnşallah. Doğru yola
Rabbim, Senin için olan amel hangisidir?"
iletilmek ve sapkınlarınkinden uzak durmakta
Allah (C.C) buyurdu ki: "Sevdiğim kulumu
Allah dostlarına
yani Veliyullaha
sımsıkı
sarılıp
onların
tavsiyelerine
uyup,
kaçındıklarından
kaçınmakla,
cehaletimizi
karanlık gecede
bir kandil gibi
ışıldayarak
boğan
bu
zatların
gösterdiği
yoldan ilerleyip
Allah
düşmanlarıyla mücadele etmekle, hiç olmazsa
benim için sevdin mi? Düşmanımı da düşman
buğzettiklerine
bildin mi?" Hz. Musa da Allah’ın sevdiği
buğzetmekle
mümkün
olabilecektir. Hz Musa’nın kıssası da bunu
amelin
O’nun
dostlarını
sevmek
destekler niteliktedir.
düşmanlarını sevmemek olduğunu anladı.
ve
Peygamberin erdiği bu sırra ermek
Yüce Allah (C.C) Hz. Musa’ya sordu:
dileği ile.
"Ya Musa, benim için ne amel yaptın?"
"Yarabbim! Senin için namaz kıldım, oruç
KAYNAKÇA
tuttum, zekât verdim, ismini çok zikrettim.."
Özön, Mustafa Nihat, Osmanlıca Türkçe
Sözlük
Said, Cevdet, Bireysel Ve Toplumsal
Değişmenin Yasaları
Esed, Muhammed, Türkçe Kuran-ı Kerim
ve Tefsiri
Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili
Allah (C.C) tekrar sordu: "Namaz kılmak
senin için burhandır6, oruç seni cehennemden
koruyan kalkandır, zekât mahşer günü herkes
sıcaktan yanarken sana gölge yapacaktır,
zikirde o gün karanlıkta sana nur olacaktır.
www.islamiyet.gen.tr
www.mumsema.com
Benim için ne yaptın?" Hazret-i Musa: "Ya
6
Burhan sözlükte, kesin delil, kanıt hüccet anlamlarına
gelir Kur’an’da isim şeklinde 8 ayette geçmiş ve hak
ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran bütün şüpheleri
gideren kesin delil anlamında kullanılmıştır.
86
87
KELİMELERİN DİLİ (4)
“EDEBİYATIMIZDA HAYVAN MOTİFLERİ”
Muhsin DEMİRCİ
Araştırmacı Yazar
— “Maya dağdan kalkan kazlar
Al topuklu beyaz kızlar”
—MAZLUM EŞEĞE HERKES BİNER
—MART DOKUZU, EŞİNDEN AYIRIR
ÖKÜZÜ
—MAYMUN TAKLİDİ YAPMAK
—MENZİLCİ BEYGİRİ GİBİ KONUŞMAK
—MAYMUNUN GÖZÜ AÇILDI TİPLEMESİ
—MAHALLENİN ÇAKALI OLMAK
—MUTLULUKTAN KUŞLAR GİBİ UÇMAK
— “Mezar taşlarını koyun mu sandın
Adam öldürmeyi oyun mu sandın.”
—MÜCADELEYE ASLANLAR GİBİ
YAPMAK
— “Makarada ipliğim
Kafeste kekliğim
Hangi yoldan gelir
Yollarını beklediğim.”
—MAYMUN GİBİ GÖZÜNÜ AÇMAK.
-L— LEYLEĞİ HAVADA GÖRMEK
—LEYLEĞİ KUŞTAN MI SAYARSIN! YAZIN
GELİR, KIŞIN GİDER.
—LEYLEK GİBİ BOYNUNU UZATMAK
—LEYLEK BACAKLI OLMAK
— “Leylek leylek
Lekirdek
Hani bana çekirdek
—LAMA GİBİ TÜKÜRMEK
-M—MAYMUN ORMANDA VERGİ
MEMURLARINDAN KAÇIYORMUŞ;
SONRA AKLI BAŞINA GELMİŞ.
“Hanım çıplak ben çıplak, ne vergisi olacak.”
DEMİŞ.
—MAYMUN İŞTAHLI OLMAK
—MAYMUN GİBİ İŞTAHI KABARMAK
—“MAL GİBİ İNSAN” YAKIŞTIRMASI
— “Manda yuva yapmış söğüt dalına
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?
— “Mor koyun meler gelir
Dağları deler gelir.”
—MUHABBET KUŞU GİBİ OLMAK
—MERMİLER SİNEK GİBİ HAVADA
UÇUŞTU
—MEVLANA YAKINLARI İLE
DOLAŞIRKEN; BİR KÖPEĞİN YAVRUSU İLE
—
OYNAŞTIĞINI GÖRÜNCE; “Ne güzel
manzara” DEMİŞLER. MEVLANA’DA “Bir
kemik at da tabloyu görün.” DEMİŞ.
— “MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ
KALMIŞ CANAVAR.”
— “Mühür gözlüm seni elden
Sakınırım kıskanırım.”
—MÜSLÜMAN MAHALLESİNE
SALYANGOZ SATMAK veya SATIRMAK
— “Manur dağı ıldır ıldır ışıldar.
Ceylanlar suya düşmüş mışıldar.”
—MAYMUN GİBİ DALDAN DALA
ATLAMAK
—MAYMUN TAKLİDİ YAPMAK
—MART İÇERİ, PİRE DIŞARI
-N—NE FOL, NE YUMURTA
—NALBANTIN EŞEĞİ, NALSIZ GEZER
—NAZAR İNSANI MEZARA, HAYVANI
KAZANA SOKAR.
—NE DEVE YÜRÜSÜN NE ÇOBAN ÜRÜSÜN
(SESLENSİN)
—NE VAR BU VALİZLERİN İÇİNDE! SANKİ
EŞEK ÖLÜSÜ.
— “Nenem karabaş koyun
Karlı dağları aş koyun”
— “ Ne feryat edersin divane bülbül
Senin bu fermanın gülşene kaldı.”
— NE ATIM, NE ARABAM!
— “Ne civarda bir köy var, ne de bir evin hayali
Sonun ademdir diyor insana yolun hali”
— “Nerde gösterdiği vahşete bu bir Avrupalı
Dedirir yırtıcı, bir yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahut kafesi.”
—KAÇ PARA? ATINAN DEVE DEĞİL YA!
— “Ne beklersin bu teni
Sinde kurt kuş yer gider.”
O-Ö
—ÖMRÜ, LEĞLEĞİN LAKLAKINA
BENZEMEK
—OHA… İKİMİZİN ÖKÜZÜ
88
—ÖĞRENCİLERİ YARIŞ ATI GİBİ
KOŞTURMAK
—ONA LAF ANLATMAK, DEVEYE HENDEK
ATLATMAKTAN ZOR.
—ÖKÜZÜM BÜYÜK OLSUN DA ÇEKMEZSE
ÇEKMESİN
—ORANGUTANA BENZEMEK
—ÖKÜZ GİBİ OLMAK
—ÖKÜZ GİBİ YEMEK
—ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI ARAMAK
—ÖKÜZ ALIRSAN ANBARI, KARI ALIRSAN
EVİ DOLDURURSUN.
—ÖKÜZ ARARKEN EŞİNİ DE KAYBETMEK.
—ÖKÜZ ÖLDÜ ORTAKLIK BOZULDU.
—ÖKÜZ BAĞIRANA KADAR KAĞNI
BAĞIRSIN
—ÖKÜZE BOYNUZ YÜK OLMAZ
—ÖLME EŞEĞİM ÖLME YAZ GELİNCE
YONCA YEDİRECEĞİM.
—ÖLMÜŞ EŞEK, KURTTAN KORKMAZ.
—ÖLMÜŞ EŞEK ARIYOR Kİ, NALINI
SÖKEYİM.
—ÖLMÜŞ ASLANA TAVŞANLAR BİLE
HÜCÜM EDER.
—ÖLÜM BİR KARA DEVEDİR Kİ HERKESİN
KAPISINI ÇALAR.
— “Okuma yok, yazma yok
Bilmeyiz eski yeni
Kuzular söyler bize,
Yılların geçtiğini.”
—ÖKÜZÜN TRENE BAKTIĞI GİBİ BAKIYOR
—ORMANLARIN KRALI OLANASLAN
OLMAK
—OLTAYA BALIĞIN GELMESİ
—OTU SÜMBÜL, KUŞU BÜLBÜL BİR YER
OLMASI
—ONUN KARNINDA KIRK TİLKİ VAR,
KIRKININ DA KUYRUĞU BİR BİRİNE
DEĞMİYOR
— “Orada havuzun şen ışıltısı
Oymalı çeşmede su şırıltısı
Bakır saçaklarda kuş cıvıltısı
Ebedi çınlasın güzel Taşhan’ım.
—ÖLÜMÜ GELEN KÖPEK CAMİİ
DUVARINA SİĞER
— “Orada bir kuş var
Kanadında gümüş var.”
—OYNAYAN TAY AT OLMAZ
— “Onlarmış bu dünyanın
Onlar ki kurt doğurmuş.
Onların karnındaymış
Ve zafer getiren atların
Nalları altındanmış.”
— “Öte yakaya geçelim
Atlara yonca biçelim
Biz bu yoldan vazgeçelim
Oğlum nenni nenni
Eşrefim neni.”
—ORTAK ÖKÜZDEN, BUZAĞI YEĞDİR.
—OTURAN ASLANDAN GEZEN TİLKİ
DAHA YEĞDİR.
— “Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemedi, içmedi, yemeden içmeden onlar.
Kocabaş çok ihtiyardı, çok zayıftı.”
—ÖLEN EŞEĞİN NALINI MIHINI SÖKMEYE
ÇALIŞMAK
— “Olîcak bir kimsenin
Bahtı kavi, talii var
Kehlesi dahi anın
Mahallinde işe yarar.”
— “Ördekler yüzer oldu
Sigaram tüter oldu
Mahallenin kızları
Kordonda gezer oldu.”
—O Kİ DÜŞTÜN BU HARKA, YA KURT YER
GÖZÜNÜ, YA KARGA
—OYUNDA DEVE ÇIKMAK
—O DOLABIN BEYGİRİ DEĞİL.
—ÖRDEK TOPLAMAK
—ÖRDEK OLMAK
—ÖRÜMCEK GİBİ SARILMAK
—ÖRÜMCEK AĞI GİBİ KABLAMAK
— “Ötüşür bülbüller bahar
Hemen gelir geçer
Sevişen sevgililer
Gençlik elden gider.”
— “Oğul, yar koynunda
Turna beslenir.”
—OĞLAN ALDI OYUNA GİTTİ, ÇOBAN
ALDI KOYUNA GİTTİ.
— “Ördek suya dalda gel
Yardan haber alda gel
Eğer yârim gelmezse
Mektup yaz da gel.”
— “Ötme bülbül ötme
Derdi derde katma
Benim derdim yeter
Bir dertte sen katma.”
—ÖKÜZÜM İRİ OLSUNDA ÇEKMEZSE
ÇEKMESİN
-P—PİRE İTTE, BİT YİĞİTTE
—PANTER GİBİ KOŞMAK
—PAPAĞAN GİBİ KONUŞMAK
—PİRE İÇİN YORGANI YAKMAK
—PİRE İÇİN YORGANI YAKMAMAK
—PİREYE KIZMIŞ, KÜRÜKÜNÜ YAKMIŞ.
—PİREYİ DEVE YAPMAK
89
—PİREYİ GÖZÜNDEN, ÇAKALI DİZİNDEN
VURMAK
—PORSUK BOĞMASINA GETİRMEK
—POSTA GÜVERCİNİ BENZETMESİ
—PİKASSO’YA BİRİSİ SORMUŞ: “BU NASIL
BALIK” O DA “BU BALIK DEĞİL,
BALIK RESMİ” CEVABINI VERMİŞ.
—PENGUAN YÜRÜYÜŞÜ
—PULLU EŞEK, EŞEKTİR, OLMASA DA
ÇULU.
—PORSUK AVINA ÇIKMAK
—PANDA ÇETESİ KURMAK (HIRSIZLARIN
PAROLASI)
— “Pınarın başında toplanan kazlar
Karşıda çalınır sazlar
Çayırda otlanan kazlar
Dostunu arar bazlar.”
—PENGUENLER ÜLKESİNDEN OLMAK
—POLİS KUŞ UÇURTMUYOR
—PANTER GİBİ ATLAMAK
—PİRE ISIRIĞI KADAR
—PROTEZLİ İNSAN GEM VURULMUŞ ATA
BENZER
—SİNEKKAYDI TRAŞ OLMAK
—SİNEK AVLAMAK
—SİNEKSİZ YAZ ETMEK
—SİNEKTEN YAĞ ÇIKARMAK
—ŞAHİN İLE DEVE AVLANMAZ
—ŞAHİNE LOKMA EKSİK OLMAZ
— “Sen bir ceylan olsan
Bende bir avcı
Avlasam çöllerde
Saz ile seni.”
— “Şu gelen yar mıdır?
Gözleri ceylan mıdır?
Beni yaktı yandırdı;
Acaba sevdalı mıdır?”
—SAYGIMIZI UÇAN KUŞLAR BİLE
BİLİYOR
—SUÇ, SAMURDAN KÜRK OLSA KİMSE
KABUL ETMEZ
— “Şahini uçurdular
Kızları kaçırdılar
Güzelini seçeyim derken
Beni bana yakıştırdılar.”
—SALYANGOZ İZİ BIRAKMAK
—SÜRÜYÜ KURDA KIRDIRMAK
— “Su gelir kütüğünden
İçilmez köpüğünden
Yılan olsam sarılsam
Yârin topuğundan.”
— “Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım,
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.”
— “Seviyor efendisi
Nazilli’nin kedisi
Bu yadigâr çevreyi
Bana verdi kendisi.”
—SU KUŞU OLMAK
—SU SAMURU GİBİ SUDAN ÇIKMAMAK
—ŞEKERLERLE YAPILMIŞ DURU
ŞERBETLE, ARIYI KANDIRIP BALI
BOZMAK.
—SABAHIB BÜLBÜLLERİ (İMAMLAR)
— “Sen bir ceylan olsan bende bir avcı,
Avlasam çöllerde saz ile seni”
—ŞEYTANDA DOĞAN KUŞU GİBİDİR.
AKILLI OLAN ONA KANARAK KALESİNİ
TERKETMEZ.
—SÜT KUZUSU OLMAK
— “Sepetçioğlu bir ananın kuzusu
Yaman olur Kastamonu uşağı.”
—SARI OKÜZÜN BOYNUZUNDA DURMAK
—SÜTSÜZ İNEK MELEĞİN OLUR
— “Şu yaylanın düzünde,
Çifte ceylan gezer yüzünde
Ben yârimi tanırım
-R—RAHVAN AT KENDİNİ YORAR
— “RENCİDE OLUR DİDE-İ HUFFAŞ
(YARASA) ZİYADAN”
— “RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLSAM.”
— “RÜYADA YEDİ ŞİŞMAN İNEĞİ SONRA
DA YEDİ ZAYIF İNEĞİ GÖRÜP; YORUM
YAPMAK (Hz. YUSUF PEYGAMBER)
—RENK DEĞİŞTİREN HAYVAN OLMAK
(BUKALEMUN)
S-Ş
—SIPA GÖZLÜ BENZETMESİ
—SIRTLAN GİBİ SIRITMAK
—SİNEKLERİN İSTİLASINA UĞRAMAK
—SİVRİSİNEKLER GİBİ SOKMAK
—SAİT FAİK’İN “SON KUŞLAR” ÖYKÜSÜ
—SÜRÜDEN AYRILANI KURT KAPAR
—SU İÇENE YILAN BİLE DOKUNMAZ
—SİNEK KANADINI BİLE KIPIRDATMIYOR
—SİNEĞİN KANADINDAN YAĞ ÇIKARMAK
—SAĞILIR İNEK GİBİ SAĞILMAK
—SAHİBİNE HIRLAYAN KÖPEK KAPIDAN
KOVULUR
—SİNEK UÇSA BİLE KANAT SESİNİN
DUYULMAMASI
—SAĞ TİLKİ, ÖLMÜŞ ASLANDAN İYİDİR.
—SEVAP İSTERSEN ÖLDÜR YILANI,
CENNET İSTERSEN ÖLDÜRME CANI
—SIÇAN DELİĞİ BİN ALTIN
—SIÇAN OLMADAN ÇUVALI DELMEK
90
Çifte ben var yüzünde.”
—SÜT DÖKMÜŞ KEDİYE
DÖNMEK
— “Sürüden ayrılan sürmeli
koyun
Şafaklar atıyor gel yârim uyu.”
— “Şahinim var bazlarım var,
Tel ağızlı sazlarım var.”
—ŞEBEKLİK YAPMAK
— “Sabah oldu ışıyor
Bülbüller ötüşüyor.
Ötme bülbül ötme,
Yüreğim dutuşuyor”.
—SAYILI KOYUNU KURT
KAPMAZ
—SIĞIRI GÜDEN BAŞKA,
HAKKINI DEVŞİREN BAŞKA
—SIKIŞAN KEDİ YÜZE
SALDIRIR
—SIPA BÜYÜR, BÜYÜYÜNCE
EŞEK OLUR.
—SIPALI EŞEK DESTE
DAĞITIR.
—SİNEK KÜÇÜKTÜR AMA
MİDE BULANDIRIR
—SÜTLÜ KOYUN SÜRÜDEN
AYRILMAZ
— “Sesime gel, sesime
Bülbül kafesine gel
Beklemekten usandım
Elini çabuk tut gel.”
—SEN ALA KEÇİNİN OĞLAĞI
MISIN?
—SALAĞANA KÖPEK GİBİ
DOLŞMAK
—SERMAYEYİ KEDİYE
YÜKLEMEK
—SERMAYESİ BİR AT, BİR
EŞEK OLMAK.
—SERSEM TAVUĞA
BENZEMEK
—SÜLÜN BOYLU OLMAK
— “Sen koyun ol, ben kuzu
Ardın sıra melerim aman
El âlemin vatanı var yurdu var
Ben yurdum diye melerim
aman.”
— “Şen olasın Ürgüp dumanın
tütmez.
Kır atıma binmiş gelinim
durmaz.”
—SÜLÜK GİBİ YAPIŞMAK
—SERSEM TAVUĞA
DÖNMEK
—ŞİMDİLERDE EKMEK
ASLANIN AĞZINDA DEĞİL
MİDESİNDE
—SÖZÜME
İNANMIYORSUN DA
EŞEĞİN ANIRMASINA MI
İNANIYORSUN
—SAMUR KÜRK İMAL
ETMEK
— “Sarmaşık bülbülleri de,
Yiyeyim o dilleri.
Açtı yeşil yapraklar da
Aman tam muhabbet günleri
—SEKSEN SER AT,
DOKSAN DOR AT, YÜZ DE
KIRAT; NALI MIHI NE
EDER.
—SEN DOMUZDAN YANA
MISIN YOKSA BENDEN
YANA MI?
—SÜVARİ SINIFINDAN
(ATLI ASKER) OLMAK
— “Suya gelir sakının
Demir tarak takının.
Koyunun pisliğini
Kına diye yakının.”
— “Sevdiğim, canım, yolunda
hâke yeksan olduğum.
İyidir çok nâz ile seyrâna
kurban olduğum.
Ey benim aşkınla bülbül gibi
nalân olduğum.
İyidir çok nâz ile seyrâna
kurban olduğum.”
—SEVİNÇLEN KUŞLAR
GİBİ HAVALARDA UÇMAK
—“Suya düştü gülümüz
Ötmüyor bülbülümüz
Bir kuru sevda yüzünden
Boşa gitti ömrümüz.”
“Şu Tokat’ın dilberi
Bülbül sever güller
Bizim bağda yılan var
Çatallıdır dilleri.”
—SIÇAN DÜŞSE BAŞI
YARILIR
—Sen koyun ol ben kuzu
Kandıralım şu kızı.”
—SİNEĞİN KANADI BİLE
KIMILDAMIYOR
— “Şu yaylanın düzünde
Koyun kuzu yüzünde
Çifte siyah beni var
O yârimin yüzünde.”
91
NİKSARCA
M. Necati Güneş
Çamiçi Yaylası'ndan bahsetmeden
olur mu? Pelit, gürgen, çam ağaçları, göz
alabildiğine çayırlar, meleşen guzular,
tohlular, gıdikler, kölükler, elikler, yayla
dumanı ve ahşamları yahılan pür ateşi. Haa bi
de Oryantiring yarışları.
Bizim bi de Ötağçe dediğimiz ovamız
var. Garadeğiz'in Çuhurovası. İleyis'in topulu,
Camidere'nin şefdelüsü, Alahdiyan'ın gostili.
Hangi birini sayıyım. Mahlep deyünce akla
Niksar gelür. Hele bi cevüzümüz var ki dünya
tanır. Hele de Şağanlu'nun kömüş yoğurdu.
Bıçağınan kes, çatalınan ye, dadına doyum
olmaz.
Bizde mutfağa da aşgana derler. Bu
aşganalarda
neler
yapulur
neler.
Dutmaç, bacahlı, helle, toyga, zoğallı, erikli
çorbalar. Gendüme ve tarhanayı da
unutmayalım.
Bahlalı dolma, Pırasa dolması,
madımah, pehli ve hele de kadınlarımızın bir
araya geldiklerinde vazgeçemedikleri Cevizli
bat.
Çökelikli, bişi, cızlah, lâlek giliği ve
de yufka tatlısı. Say say bitmez.
Bi gomşumuz var, Efrumiye teyze. Öteğgün
öylennik
için
gelinine
çığırıyodu:
-Gız geliiiinnn. Badalın altındaki
ilistirin içinde bıldırdan kalan çiğit var. O
çiğidi, terekteki erüşteyi, terpoşlunun
yanındaki pelveri, bi de arustahtaki gahı alda
gel. Hadi sorutup çötelenme, elfetün ol biraz.
Dünya günümüzde doğal enerji
gaynahlarına yöneliyi. Biz Niksarlılar olarah
ilk teknolojik devrimi yapmışıh, nasıl mı?
Tinkâne yani su değirmeniyle. Dünyada ilk su
değirmeni 2200 yıl önce Niksar da gurulmuş.
Yaaa…
Bunu
biliyo
muyduğuz?
Niksar diyince ahla yeşüllük gelür, Çamiçi
yaylası, Ayvaz'ı, suyu gelür. Şırıl şırıl akan
derelerü, cıvıl cıvıl öten guşlaru gelür. Huzur
vardur Niksar'da. Uzun yaşamah istiyosağız,
ömrünüze ömür katmak istiyosağız Niksar'a
geliiin, sağlıcahla galın.
Düzgün mısmıldır, başörtüsü bürük,
Lahana kelem, dağ armudu çördük,
İştaha mada, azıcığa eccük,
Alkışa da çepik diyolar bizde
Önce Niksar adı nereden geliyi,
onuuğnan başlıyah. Melik Gazi, Sivas ve
Tohat'ı fetettikten soğna Neogayserya üzerine
yürür. Üç ayrı surunan gorunan gale önüne
gelincek galeye şööle bir bahar ve “Nik bi
hisar, İnşallah fethe müyesser oluruh” der.
İşte bu “Nikhisar” ifadesi daha soğna
“Niksar” şekline dönüşür.
Gale diyince; gale bayırındahı
gocaman
narlar,
zeytinler,
çeteneler,
Ağlayan gaya, Yarasa delüğü, galenin
bedenleri, Niksar'ın fidanlaru ahla gelü.
Niksar'ın fidanları diyince de ahla şu mani
gelü:
Galeden gelür atlu
Galenin suyu datlu
Şu Niksar'ın gızları
Şekerden baldan datlu
Ayvaz'ımızı ve Ayvaz suyumuzu
anlatmağa gerek var mı?
Su
diyince,
Niksar'a
gelipte
Kepçeli'den su içenlerin bi ayağı Niksar'da
olur
derler.
Kepçeli deyince; Keşfi, Çöreğibüyük, Cin
Cami, Ulu Cami, Melik Gazi, Gırhgızlar,
Yağıbasan türbeleri, Talazan, Lâlekli,
Seymenli, Çilhane köprüleri ahla gelür. Tarihi
eserleri sayınca Niksar'ın eski sülâlelerini
saymamah olmaz.
Karsloğlar,
Softoğlar,
Çoroğlar,
Bahoğlar, Topçoğlar, Küpçoğlar, Fazloğlar,
Bazloğlar,
Zühdoğlar,
Hüsemoğlar,
Şöhretoğlar, Garafakoğlar, Selimbeyoğlar,
Yeşillioğlar, Beğler, Paşalar, Tombullar,
Kihtirler,
Selâfendiler,
Mahirefendiler,
Gödelekler, Çöpbekirler, Bayrahçoğları,
Tahmiscoğları, Fesiyanıhlar vd…
92
Bükerek belini kara nehirlerin
Dünyayı yeniden var edecekmiş gibi
Kurtaracakmış gibi düşlerimi şirpençelerinden
Şiir Rüzgârı Yarışması Ağustos Ayı Serbest
Vezin Birincisi
Suna DOĞANAY
******************************
DÜŞ YUVASINDA YENİDEN DOĞUŞ
Şiir Rüzgârı Yarışması Ağustos Ayı Hece Vezni
Birincisi
Nasıl yapışmışsa yakasına doğanın,
Dal yuvasından ayrı
Düş, poyrazın azı dişlerinde
Ve toprak ölüm döşeğinde çok gözyaşı
Tapusunu rehin almış gibi top top çamların
Açılıp kapanır kapısı gök kubbenin
Kışkırtıcı bir koku, bir tat ve bir dokunuş
Önder KURT
YEŞİLIRMAK TÜRKÜSÜ
Su, seyyah gibi çıkar düşlerde mâceraya
Ona hasret toprağın ol kıraçları gibi
Büklüm büklüm süzülür uzanır mâveraya
Yârin omzuna düşen lüle saçları gibi
Yanımda vefakâr dostlarım, yüzüm eylül güneşi
Geçip gidiyoruz ölümü ezer gibi
Kızarıp solmuş yaprak sürüsü üzerinden
Etekleri mor benekli, çehresi boz kar tepesi
El değmemiş masumiyet taşıyor dağ üstüne dağ
Kim bilecek hüznün yeşille sıvandığını
Sesten uzak, gürültüden, ışıktan
Yeşilırmak süzülür gönlün deryalarına
Bambaşka bir iklimle doğar rüyalarına
Ilık ılık dokunur günün ziyalarına
Sevgilinin gel diyen hoş mizaçları gibi
Bırakmaz ki yazsam
İsyanımı, yenilmişliğimi
Yürüsem Maşukiye’den Hüt dağına
Yelkenler kanat açacak telli pullu
Dökecek kuyruklu yaldızını yalan gece
Akarken mecrasını sanki iğneyle kazar
Bölerken vuslatları içli yaralar azar
Şu gönül defterine bilmeden gurbet yazar
Yâre giden yolların dik yamaçları gibi
Merhaba derken sana peygamber çiçekleri
Mora boyanmış bahar, müjdeler gerçekleri
Bayram yerine serer rengârenk döşekleri
Cananın takındığı süslü taçları gibi
İçimde bir heyecan var anlatılmaz
Yüreğim bir yumak, hayal gücüyle sarılı çıtır pıtır
Usulsüz uykular düşerken omuzlarıma
Su mavisi ırmak olsam
Şişip şişip öksürecek şiirlerim
Akışında bereket, kırkikindi yağmuru
Toprakta mayalanır her sevdanın hamuru
Şefkatli yüreğinde şekillenir çamuru
Duaya kalkan elin ihtiyaçları gibi
Düş geçidi telesiyejin ak kanatlarında
Karadan uzak ve yığın yığın
Sis karşıtı ev uzuyor kirpiklerimden
Çırpındıkça batacakmış gibi, battıkça çırpınan
Korkunun diz boyu yürüdüğü buz havuzunda
Gözler can çekişir büyüdükçe kendini azaltan
Ayın şavkı teninde çizer billur meneviş
Akşam vakti ruhunda gezinir garip derviş
Su üstünde oynaşır coşkulu bir nümayiş
Çocukluğun şen şakrak saklambaçları gibi
İnsan kurduğu düşe benzer ya öyle bir şey
Ve dilinden dökülen sözcüklere
Söyle! Ne anlatır şarkılar?
Zaman, avuç içinde buruşmuş kağıt parçası
Geçip giderken acımasızca,
Sadece umuttu beklediğim.
Ya da kuş ninnisi ve bir de çam uğultusu
Suya yazılır zaman, usulca kayıp gider
Bir türküye karışır sesini yayıp gider
Maziyi anımsatır yılları sayıp gider
Sevdaya varan sırrın dolambaçları gibi
Yeşilırmak üstüne serilirken asuman
Dağlardan koyaklara iner kesif bir duman
Balıklar hiç uyumaz olur aşka tercüman
Nefes nefes titreyen solungaçları gibi
Şimdi ışığımı denizden kapıp götüren saraylar
önünde
Dağ gibi hüzün iniyordur ıhlamur çiçeğine.
El sürmeyin durun! Arkasında bir beyaz yel
Ateşkes ilanında
Adını yeşil koymak kime oldu müyesser?
Seni tarife yetmez kitap dolusu eser
93
Sanki ağzından öpmüş cennette akan Kevser
Karanlığa ışıyan nur yalvaçları gibi
Şiir Rüzgârı Yarışması Eylül Ayı Hece Vezni
Birincisi
***************************************
Recep ODACI
TESPİT
Yıldırım gibi yağar fitnecilerden ateş,
Yaralar kaşınarak koparılır kabuklar.
Üstü bayraklı geçer sıra sıra tabutlar,
Kiminde asker oğul kiminde üç günlük eş,
''Demokratik açılım'' der demez düştü ateş...
Ateş düştüğü yeri yakar diyorlar yalan!
Tüm sathımız yanıyor imdada kim gelecek?
Kadim düşmanlarımız bağrımızı delecek.
Ey devletin ricali yum gözünü oyalan,
''Demokratik açılım'' aha koskoca yalan!..
Boş lakırdı hamaset su döverken havanda,
Çıfıtlar birlik olmuş üflerler harlı yansın.
Kıpırdatma kılını ateş gelsin dayansın,
Zeminden başlayarak yangın sürsün tavanda,
''Demokratik açılım'' de gez kendi havanda...
Şiir Rüzgârı Yarışması Eylül Ayı Serbest Vezin
Birincisi
Elif Reyya NAZ
Kulak arkası olur söylenmez doğru sözler,
Bilgi kirliliğinden beyinler pelte pelte.
Göz; kör vücut; kötürüm serilmiş sere serpe,
Hakikat mertek gibi soksan görmüyor gözler,
''Demokratik açılım'' şatafatlı boş sözler...
KÖREBE
yok saatlerin cebinden düşüyor,
sensizlik…
taneye kum zaman.
hani toplayacaktın kırılan ışıkları,
günü karartıp...
bekliyor başkentin gizil yalnızlıkları...
Görülmüyor azıcık fersiz de olsa ışık,
Karanlık çöllerdeyiz ne bir iz var ne vaha.
Bilmem bu kör gidişle çıkılır mı sabaha?
Hiç bu kadar görmedim geleceği karışık,
''Demokratik açılım'' vermez dibine ışık...
solundan damlıyor sabır…
kışa bahar olmasa soluğun,
saklanmazdı gölgene…
sayıyor ve ekliyor
gözünden düşen yıldızları.
hangi nehir tersine akınca,
gelecektin ?
unuttu,
yapraklar da fısıldamıyor…
sen yine de,
iz bırak şiire
anlar;
rüzgarın çığlığı yağmuru,
sonu sen baharda…
Ankara…
****************************
94
KIYAMET TAHLİLLERİ
İlhan ÖNAL
Bu
kentte
kaldırımları
kanla
boyamışlar. Mermi kovanları, çocukların
gözyaşları, anne ve babaların feryatları,
itişmeler, kaçışmalar, düşmeler, kalkmalar ve
ölüm… Hepsi bir tankın gıcırdayan
paletlerinin
arasına
sıkışmış
tonlarca
ağırlığıyla asfalta yapışıyor. Asfaltı utançla
boyamışlar…
Bu kentte zaman bazen yönü belirsiz
bir merminin namludan çıkış anına
yetişemeyecek kadar hızlı, kimi zaman ise
sınır tanımayan rezil bir işkencenin soğuk ve
ıslak duvarlarda bıraktığı acı yalvarmalar
kadar ağır işliyor. İlmik, kanla örülüyor bu
kente... Her gün mekânını değiştiren yeni bir
cinnet manzarası… Buz gibi çeliğin
dokunduğu her yerde önce acı, sonra öfke
ardından kine ve nefrete dönüşüyor. Ve
dönüştükçe… Mermi kovanları, çocukların
gözyaşları, anne ve babaların feryatları,
itişmeler, kaçışmalar, düşmeler, kalkmalar…
Ardından başka bir tankın paletleri arasına
sıkışan yeni bir utanç, bu ölüm, bu kıyamet…
Asfalta kazıdığı cehennemin ürpertici sesiyle
bitmeyen bir dehşet denizinde yol almaya
devam ediyor. Bu kentte tarih kanla yazılıyor.
çocuğum. Her çocuk gibi ceplerine
şekerlemeler dolduran, sağa sola koşuşturan,
yaramazlıklar yapan, anne diye ağlayan bir
çocuk… Gözlerim yok, ellerim, ayaklarım,
gövdem ve başım yok. Benden geriye kalan
küçücük bir kavanoza sığabilecek yaşamımın
çocuksu külleridir belki de…
Bundan tam iki yıl önceydi, henüz altı
yaşıma yeni girmiştim. Evimiz tek katlı, sarı
badanalı, iki küçük odalı, sıcak ve yoksul bir
gecekonduydu. Evimizin bulunduğu sokağın
tek girişi vardı. Çıkmaz bir sokaktı. Sokak,
bizim evimizle beraber sağlı sollu gelişi güzel
sıralanmış tam altı tane daha gecekonduyu
barındırırdı içinde. Ben her akşam oyundan
sonra evimizin önündeki kaldırıma oturup
babamı beklerdim. Babamı görünce de koşar
hemen yanına gidip elinde taşıdıklarına
atılırdım. Babam uzun boylu, biraz zayıf, iri
kemikli bir adamdı. Siyah saçlarını hep sağa
doğru yatırırdı. Sol yanağından saçına çıkan
kısımda ince bir yara izi vardı. Bu yara izinin
çocukken oynadıkları bir oyunda başına gelen
bir kazadan dolayı olduğunu söylerdi. Hep
yaramaz bir çocuk olduğunu anlatırdı bana.
Annem, akşam babama biraz sızlanmaya
başladığında babam kendisinin yaptığı bir
sürü yaramazlıktan söz açardı. Başımı
okşayıp: "Aslan oğlum! Yiğit parçam!" derdi
hep.
Annem cefakâr bir kadındı, güçsüz
bedenine rağmen yaşamın getirdiği her şeyi
göğüslemeye hazır cesur birisiydi. Fakir
evimizin yaratıcısıydı. Babamın gündelik
işlerle kazandıklarını evde ayrı bir itinayla
işlerdi. Hiçbir zaman bu durumlardan
şikâyetçi olduğu duyulmamıştı. Babamın
yüzüne hep bir inanmışlıkla bakardı. Seneye
okula gideceğimden bahsederdi. Bu anlarda
ince bir kaygı dolardı siyah, kısık gözlerine.
Ama belli etmemeye gayret ederdi. Babama
dönüp: "Seneye okula gidecek yiğit parçamız"
diye eklerdi. Ardından beni kucaklar koynuna
sarardı.
Hain bir sondur bu
Kanlı bir pusu
Düşer tetik,
Düşer bir dağ yamacından
Düşer de bin can yıkılır
Bir çocuk gözleriyle ölürken gece
Ay utancından saklanır…
Şehri Bağdat…
Büyük bir patlamaydı; daha ne
olduğunu bile anlayamamıştım devasa bir
gürültünün ardından vücudumdan yanarak
kopan parçaların savrulduğu sonsuzluk, kuru
bir fünyenin kıvılcımıyla, dar kesitinin arasına
sıkışmış ve sonrasında basınçlı, yakıcı bir
alevle bilmediğim o sebepsiz yok oluşun faili
yapmıştı beni. Adım, Mustafa. Ben ölmüş bir
95
Sonra sis çöktü gözlerime… Silah
sesleri, uçak gürültüleri, yer göğe yarıldı.
Bağırtılar, can feryat figan, koca bir çağlayan
olup evimizden diğer evlerden sokağımızdan
akmaya başladı. Ve katlanılmaz bir acı düştü
yüreğime. Hatırladıklarımın arasında geriye
kalan; Bir sabah ellerinde koca koca tüfekli
askerlerin babamın başına doğrulttukları
namlulardan üzerime sıçrayan kan ve et
parçalarıydı arkasından gelen çığlıkla
annemin bir odada zavallı yalvarmaları…
Yutkunamadığım bu acı… Sokaklar da
oynadığımız askerlik oyunlardan çok daha
başkaydı. Sesler kesildiğinde ise kanlar akan
küçücük gövdemin sıkıştığı köşeden doğrulup
evimize giren bu kuduzun içimde bıraktığı
öksüzlükle ne yapacağımı bilmeden saatlerce
anne ve babamın cansız bedenlerinin arasında
onların tekrar uyanacağı o anı bekleyerek
ağladım…
Ben ağladım, onlar uyanmadı…
Aslında uyanmayan sadece annem ve
babam değildi. Oynadığım sokaklar da tam
bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Evlerin dış
kapılarının aralarından bu kuduz salyasının
değdiği benim gibi minicik yüreklerin çaresiz
hıçkırıkları geliyordu. Zaman ilerledikçe bu
seslerde birer birer kayboldu.
Hava kararmıştı. Sokaklar, karanlık bir
buluta yem olmuş sindirilmeye hazır bir av
çaresizliği ile hiç kıpırdamadan oldukları
yerde çakılı kalmışlardı. Binaların duvarlarını
yalayan bu nefes, barut iklimine karışmış yeni
bir sağanağın zamansız yağışını bekler
gibiydi.
Metal bir sağanak… İç içe geçmiş bedenleri
sırasız bir yok oluşa götüren ve işini
bitirdikten sonra arkasında bıraktığı anaforun
savurduğu yaşamlar… Önce bir gölge
yaklaştı. Ve ses…
Bu ses, kalın bir keçe üzerine
yerleştirilmiş kadifenin elde bıraktığı hissin
sert ama yumuşak bir temas şekliydi.
Duyulduğunda, insanın içine böyle bir
yansımayla düşüyordu. Konuştuğunda ise
sesindeki titreklikten anlaşılan korku sesin
sahibinin
tüm
hücrelerine
hâkimdi.
Etrafındaki insanlara bir şeyler duyurmak
istercesine bağırdı: “Burada yaralı bir çocuk
var!” Evet, böylesine bir katliamdan kurtulan;
Gece’nin tam ortasına saplanmış küçük birer
yıldız gibi parlayan bir çift göz… Çocuk,
suskun ve ağlamaklı bakışlarının üzerine
kapaklanan bu gölge görüntüyü hala
seçemiyordu. Gölge, çocuğun acı dolu
gövdesini tutup kucağına aldığı gibi hızlı ve
telaşlı adımlarla bir an önce terk etmek
istiyordu bulunduğu yeri.
Adamın
kucağındaki çocuğun gözleri son defa bir
hayale bakarmış gibi karanlık buluta yem
olmuş yuvasına ilişti. Pencereden annesi el
sallıyordu. Ardından çocuğun mırıldanarak
çıkardığı o cılız sesin dizleri üzerine çöküşü
geldi…
”Anne!”
Hızlı ve kısa bir koşuşturmadan sonra
insan kümelerinin olduğu bir yere geldiler.
Kucağında tutunduğu adamın kalp atışlarının
dışarıya yankılanan ürpermiş sarsıntısı yol
boyunca kulaklarının beynine ulaştığı tünelde
bir arabanın taklalar atarak duvara çarpması
gibi inledi. Bitmeyen taklalar ve tonlarca
ağırlığın duvarda defalarca patlaması…
Adam, onun minik yaralı gövdesini
yere indirirken toprağa temas eden çıplak
ayakları bir yağmurun ardından kalan küçük
bir su birikintisine hızlıca oturmuş gibiydi.
Etrafa sıçrayan damlaları gördü. Ne tuhaf!
Oysa yağmur yağmamıştı.
Birikintinin uzandığı küçük akıntıya
baktı. Kendisi gibi minik bir bedenin kopan
kolunu gördü bu kırmızı akıntının yanı
başında. Masum, çırılçıplak bir beyazlığa
çalınan bir lekeydi şahit olduğu... Nasıl bir
kâbustu bu? İnsanlık onurunu beş para etmez
bir zorbaya teslim eden, ölüme safrasını
karıştırmış bu insanlar, misyonu cinnet kokan
bir savaşın şuursuz hükmüyle kustukları bu
öfke neyin nesiydi? Bu gece ölüm adaletsiz
bir cellât gibiydi. Önüne gelen bütün canlara
vahşi ve acımasızca davranıyordu. Eline
babasının inşaat teliyle yaptığı arabayı almış
odanın bir köşesinden diğer köşesine doğru
düz bir şeritte ilerliyordu. Televizyonda
izlediği çizgi filmlerde ki gibi arabayı
durdurduğunda ağzından çıkardığı ani fren
sesi tekrar gaza basışı… Ön koltukta babası
arka koltukta annesi elinde araba saatlerce
oynayabilirdi bu oyunu. Odanın kapısı açıldı.
Annesi hazırladığı yemek sinisi ile içeri
girmişti. Hemen koşup sofra bezini getirdi.
Kollarını büyük bir paraşütü açmak isteyen
96
bir rüzgâr edasıyla hızlıca havaya savurdu.
Sofra bezi yırtık kilimlerle döşenmiş yere bir
bozkır gibi dağıldı. En sevdiği hareketti bu...
Sininin içerisindeki tencereden uçup gelen ve
burnunun en görkemli makamına oturan bu
güzel koku onun dünya da belki de yemekten
hiçbir zaman bıkmayacağı bir yemeğe aitti.
”Bak oğlum! Senin için ne pişirdim
bugün.” Gidip annesine sarıldı ve onu
defalarca öptü. Hiçbir şey söylemeden yaptığı
bu hareket onun annesine göstermek istediği
teşekkürün dudaklarına yansıyan haliydi.
Öptü...
Öptü...
Annesinin kokusuna bayılırdı. Onun
ellerini ve saçlarını her defasında koklamak
için
eline
geçen
bütün
fırsatları
değerlendirirdi.
”Canım annem, seni seviyorum!”
O anda odanın kapısı tekrar açıldı.
Babası, aldığı birkaç öteberi ve koltuğunun
arasına sıkıştırdığı ekmekle beraber odanın
ortasına doğru yürüdü; güven veren sesiyle
sanki bir yumağın içerisine dalmak isteyen bir
kedi gibi sokulup:
“Kıskandım, şimdi sizi!” dedi.
Küçücük kollarını babasına da uzattı.
Şimdi, birleşen kolların arasında baba da
vardı. Tekrar sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine.
Sanki rüyadaydılar. Yüzüne dokunan
el, alnıyla saçlarının başladığı yere doğru
seviyordu onu.
“Oğlum, oğlum!”
“Kalk, hadi!”
“Kalk, uyan!”
Birden irkildi. Bu rüya yumağının
içerisine girmek isteyen farklı bir sıcaklıktı
bu. Konuşmasındaki yabancılık, ayak
parmaklarına kadar olan bütün bedeninde ani
bir sarsıntıya neden oldu. Gözlerini büyük bir
tereddüt ve hayal kırıklığı ile açtı. Karşısında
duran adam, az önce gördüğü her şeyin bir
rüya
olduğunun
kesin
kanıtıydı.
Gözbebeklerine yüreğinden kopan bir parça
yapıştı.
Yutkunmayı
denedi,
olmadı.
Kocaman bir taş kütlenin boğazının
boğumlarında ilerlemeden acı vererek
tutunduğunu hissetti. Bir daha yutkunmayı
denedi, yine olmadı. Karşısında duran bu
farklı yüz tekrar konuştu:
“Oğlum senin adın ne?”
Adamın kurduğu bu cümle varlık ile
yokluk arasındaki o incecik perdeyi
parçalamaya yetmişti. Cümleyle beraber
çocuk gözlerinden sonsuzluğa asılan bir acı
ona adını söyletir gibiydi. Adı “gözyaşı”
olmalıydı yahut acı.
“Bak, sana ekmek ve su getirdim! Epeyi
zamandır baygın uyuyorsun, çok mu acın var?
Çocuk ıslak gözleriyle tekrar adama baktı.
“Ağlama, yavrum ağlama!”
Adam, bir yandan ekmeği çocuğa
uzatırken biryandan da kendisinin bile
inanmadığı aciz bir teselliyle çocuğu
sakinleştirmeye çalışıyordu. Çocuk yataktan
doğrulmak sırtını yatağın demir korkuluğuna
yaslamak istedi. Dizlerini gövdesine kadar
çekmek; Kollarını dizlerine dolayıp kendisini
sıkı sıkı sarmak istiyordu.
Adam konuşmaya devam etti.
“Dün gece seni ben buldum.
Karanlıkta
bir
binanın
önünde
hiç
kıpırdamadan duruyordun. Orası evin miydi?”
Çocuk, boynuna ağır bir balyoz
takılmış gibi acı içerisinde başını bir kere
yukardan aşağıya doğru çok ağır bir evet
ifadesi ile indirdi.
Adam, gözlerini yumdu. Aklında hep
aynı soru defalarca hızını alamamış bir
değirmen taşı gibi dönüp durdu. Sanki
değirmen taşının altında parçalamak istiyordu
soruyu. Tam annene ve babana ne oldu diye
soracaktı ki değirmenin taşı tekrar dönmeye
başlıyordu. Doğru ya orası onun eviydi.
Evinin önünde hiç kıpırdamadan o kadar saat
kaldığına göre muhtemelen anne ve babasını
sabah ki katliamda öldürmüşlerdi.
“Tamam, yavrum. Sen biraz daha dinlen
sonra tekrar gelirim yanına!”
“Ekmeği ve suyu yanına bırakıyorum."
Çocuk adamın söylediği son sözleri
duymamıştı bile. Düşünceleri hala biraz önce
gördüğü o özlem dolu rüyadaydı.
Gözkapaklarına çöken bu
ağırlığa daha fazla dayanamadı…
97
öksüz
OĞUL
Çok eskiden mektup vardı, pul vardı
Yâre giden ince uzun yol vardı
Hele, candan kucaklayan kol vardı
Nasıl anlatayım bilmem ki oğul
Kış gelince metrelerce kar olur
Bir yerden bir yere,gitmek zor olur
Evde soba yanar, kömür kor olur
Nasıl anlatayım bilmem ki oğul
Ne televizyon vardı ne de teybimiz
Yine de yerindeydi bizim keyfimiz
Gülerek oynardık köyde hepimiz
Nasıl anlatayım bilmem ki oğul
Köyde hayat sabah erkenden başlar
Oyuncak olurdu topraklar taşlar
Dağda yatar idi koyunlar koçlar
Nasıl anlatayım bilmem ki oğul
Akşam odalarda sohbet olurdu
Hikâye canlanır hayat bulurdu
Zil yoktu, komşular cama vururdu
Nasıl anlatayım bilmem ki oğul
Parayla pulla pek işimiz yoktu
Düğünler olurdu eğlence çoktu
İnsan aç olsa da gönüller toktu
Nasıl anlatayım bilmem ki oğul
BENDE AKŞAM OLUYOR
Celaleddin Çınar (AŞIK ÇINAR)
Aysel ÖZPINAR
Bir ömür geçti tek şafak görmedim
Bin kez ağladım ama bir kez gülmedim
Zaman aşa aşa geçermiş bilmedim
Güneş battı, bende akşam oluyor
Hiç ayırt edemedim yazımı kışımı
Çileden kaldıramadım bir an başımı
Koyamadım taş üstüne bir tek taşımı
Güneş battı, bende akşam oluyor
Muhabbet pınarından bir yudum içmedim
Her gönüle sevgi ektim tek gönül geçmedim
Bahtım kara imiş kendim seçmedim
Güneş battı, bende akşam oluyor
Sevince ölesiye sevdim adeta taptım
Bilmiyorum ben nerede hata yaptım
Azrail nefesiyle dünyadan koptum
Güneş battı, bende akşam oluyor
98
Semra-Yusuf Meral
ŞEMS-İ SİVASÎ
Gülten Ertürk
HARFLERİN DANSI
Alpaslan Demir
BOZDOĞAN YÖRÜKLERİ
Hüseyin Koç - GÖNÜL TERİ
Muhammed AVAR-SELMANÎ
99
ETKİNLİKLERİMİZ
Tokat Valisi Mustafa Taşkesn'i Ziyaret
Turan Erdoğan'ı Ziyaret
100
Azerbaycan Ziyalılar Birliği'nde
Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev'e İLESAM
Tokat İl Temsilcimiz Hasan Akar tarafından plaket takdimi
101
102
103

Benzer belgeler