Dedemi Ninemden Sordum
Transkript
Dedemi Ninemden Sordum
1 2 İÇİNDEKİLER: Editörden/ Remzi Zengin Bozlak/ Oğuz Karakaya- Hamit Önal Veda /Neşat Ertaş Âşık Kemalî Bülbül’ün Ardından/ M. Halistin Kukul Asım Kispet’in Ardından/ Abdulkadir Güler Anlatamadık Gül Yüzlüm/ Asım Kispet Dedemi Ninemden Sordum/ Âşık Kemalî Bülbül Postacı Bekir Emmi/ Bekir Altındal Ömür Treni/ Remzi Zengin Zelimhan Yakub’un Yaratıcılığında Karabağ Konusu/ Prof. Dr. İfrat Aliyeva Ahıska Türklerinin Tarihi ve Kırgızistan’da Yaşayan Ahıskalılar/ Dr. Tayfun Atmaca Azerbaycan Bizim Yüreğimiz/ Hasan Akar Cennete Kaçan Ozan/ Mahmut Hasgül Şiir Gülistanına Yolculuk/ Doç. Dr.Tamilla Abbashanlı Sahayı Tefekkür/ İbrahim Sağır Âşık Kaptanî’nin Sivas Konulu Şiirleri/ Dr. Doğan Kaya Ağlama Can/ Mevlüt Uluğtekin Yılmaz Tokat’tan Derlenmiş Bilmeceler/ Dr. Lütfü Sezen Bu Şehir/ Ertuğrul Yaman Milli Mücadele Yolunda 28 Yiğit ve Selahattin Tenekeci/ Sadun Köprülü Bir Selama Değmedi/ Bahtiyar Vahapzade Mülteciliğin Anatomisi/Abdulkadir Türk Gün’âyan/ LeylaArsal Güzel Türkçemiz/Cihat Taşkın Abdullah Satoğlu’ndan Hoş Sadalar/ R. Mithat Yılmaz Yerel Basının Dünü, Bugünü ve Yarını/ Nihat malkoç Haberin Yok/Fahreddin Ziya Niksar’da Sosyal Ve Kültürel hayatın İçinden Bazı Gelenekler/ Kutluhan saygılı Bar Başlarken/ Yahya Akengin Ağlayanlar/ Saffet Çakar Birlik Ruhu/ Ebubekir Tahiroğlu Ailenin Toplum Ve Dini Açıdan Değerlendirilmesi Üzerine/Neslihan Büyükhan Gazel/ Fuzuli Kapatmayın Gözlerimi/Nusret Kesemenli Kadın daAğaçKimidir/Narıgül Bir Nazar Et/Nihat Aymak Aydınlattın Yüzümü/ Duran Turhan Kafkas Ellerine/ Ahmet Divriklioğlu İ’lay-ı Kelimetullah/Serkan Aktaş Zindan/İlhan Kurt Sorgusuz Sualsiz Sevdim/Gülten Ertürk Bekledim/Ayşe Paslanmaz Kelimelerin Dili-4/Edebiyatımızda Hayvan Motifleri/Muhsin Demirci Niksarca/ M. Necati Güneş Şiir Rüzgârı Yarışmasında dereceye Giren Şiirler Kıyamet Tahlilleri/İlhan Önal Bende Akşam Oluyor/Aysel Özpınar Oğul/ Celaleddin Çınar Yeni Çıkan Kitaplar Etkinliklerimiz 3 4 5 13 14 16 18 19 20 23 24 27 36 45 46 47 48 52 53 57 58 62 63 65 66 67 69 72 73 77 78 78 79 81 82 82 82 83 83 84 87 87 87 88 92 93 95 98 98 99 100 EDİTÖRDEN: Sizlerin desteği ile her geçen gün Türk Edebiyatı sahasında kendini kabul ettirerek 26. sayısına ulaşan Kümbet Dergisi, Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin İLESAM koordinesinde 20-28 Eylül 2012 tarihleri arasında katıldığı kültür gezisi vesilesiyle Azerbaycan’daki etkinliklere damgasını vurdu. Dede Korkut ve Azerbaycan ağırlıklı yayınlanan dergi her zamanki gibi Azerbaycan Yazıcılar Birliği ve Ziyalılar Ocağında beklenen ilgiyi görerek konuşmalara da konu oldu. Bu sayımızda yine yurt dışından ve içinden değerli kalemler makale, yazı ve şiirleriyle sizlerle buluştular. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ertuğrul Yaman, Osman Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tamilla Abbashanlı, Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Lütfi Sezen, Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Doğan Kaya, Ankara’dan TÜRKSAV Başkanı Yahya Akengin, Mevlüt Uluğtekin Yılmaz, Dr. Tayfun Atmaca, Bekir Altındal, Gülten Ertürk, Samsun’dan Halistin Kukul, Kerkük’ten Sadun Köprülü, Trabzon’dan Nihat Malkoç, Elazığ’dan R. Mithat Yılmaz, Nevşehir’den Ayşegül Paslanmaz, Kütahya’dan Asım Kısbet, Niğde’den Aysel Özpınar, Tokat’tan Remzi Zengin, Muhsin Demirci, Mahmut Hasgül, Abdulkadir Türk, Serkan Aktaş, İlhan Önal, Kutluhan Saygılı, Hasan Akar, M. Necati Güneş, Cihat Taşkın, Mehmet Güzel, Saffet Çakar, Leyla Arsal, İlhan Kurt, Ebubekir Tahiroğlu, Ahmet Divriklioğlu, Mustafa Yazar yer alırken; Azerbaycan’dan Bahtiyar Vahapzade, Fahrettin Ziya, Naringül, Nusret Kesemenli sizlere 1918’de Nuri Paşa kumandasında Bakü muharebeleri sırasında şehit olanların anısına dikilen Türk Şehitliği’nden, Şehitler Hıyabanı’ndan seslenerek kardeş selamı gönderdiler. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği yönetim kurulu üyesi ve dergimizin Genel Yayın Yönetmeni, İLESAM Tokat İl Temsilcisi Hasan Akar ve İLESAM Denetleme Komisyonu Üyesi Mahmut Hasgül merkezi Ankara’da bulunan Mehmet Akif ERSOY Düşünce Derneği’nin kurucuları arasında yer alarak şehrimizde çalışmalara başladılar. Dergimizde yazılan yazılara facebook sayfalarında KÜMBET ismiyle görsel bir şölen tadıyla hayat veren, faal üyemiz Havva Arsal’a başarılı ve özverili çalışmalarından dolayı teşekkür ediyoruz. Azerbaycan izlenimleri ve Azerbaycan’ın bağımsızlığın kazanmasındaki başkahramanlardan 2.Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’in şahsiyeti ve mücadelesi Tokat Türk Ocağında ve Tokat Güneş TV.’de Kültür Sofrası programında Remzi Zengin, Hasan Akar ve Mahmut Hasgül’ün katılımlarıyla değerlendirildi. Üyelerimizden Semra-Yusuf Meral çifti, Şems-i Sivasî adlı çalışmalarıyla Türk kültürüne yeni bir eser kazandırdılar. Kendilerini tebrik ediyor, yeni çalışmalarını bekliyoruz. Tokat’ta düzenlenen pek çok şiir etkinliğinde beraber olduğumuz derneğimiz üyesi Âşık Ömer Altınsoy (1934-2012), Samsunlu Âşık Kemali Bülbül (1928-2012), Simav’dan değerli bir dostumuz Asım Kısbet (1955-2012), Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş muzdarip oldukları hastalıktan kurtulamayarak aramızdan ayrıldılar. Kendilerine Yüce Yaradan’dan rahmet, kederli ailelerine ve edebiyat dünyamıza sabırlar diliyoruz. Yeni tasarım, farklı imaj ve zengin kadrosuyla çıkmayı hedeflediğimiz 2013’ün ilk sayısında buluşmak dileğiyle. Remzi ZENGİN Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı 4 Oğuz KARAKAYA-Hamit ÖNAL TÜRK HALK MÜZİĞİNDE BİR UZUN HAVA TÜRÜ OLARAK BOZLAK Orta Anadolu bölgesi ve Güney Anadolu Toroslarında yaşayan Yörük, Türkmen ve Avşar oymaklarının daha çok kullandığı serbest ritimli (uzun hava) ezgiler gurubunda yer alan bozlaklar, halkın bir anlatım ve ifade biçimi olmuştur. Orta Asya’dan başlamak üzere yaylak – kışlak hayatı yaşayan bu göçebe halkın doğayla iç içe olmaları, acılarını, kederlerini ve isyanlarını yine doğaya haykırmaları ‘bozlak’ kültürünü oluşturmuştur. Yapı itibarıyla melodi, ritim, ağız ve konu bakımından son derece zengin ve sanatlı olan bu müzik türü Türk halk müziğinin en eski türlerinden birisidir. Bugün, Türk müziği devlet konservatuarlarında, üniversitelerin müzik bölümlerinde, THM alanında dersler verilmektedir. Gerek teorik gerekse uygulamalı olarak yapılan bu derslerde bozlak konusu ve bu türe ait örneklerin icrası da (ses ve sazla) yer alır. Türk halk müziği nazariyatı içinde bozlak maddesi hakkında tanım, dizi, içerik ve seslendirme biçimi konusunda ortak bir noktaya ulaşılamaması ya da mevcut tanımların bozlak maddesi ve bozlak örnekleri (ezgisel açıdan) ile bütünüyle örtüşmemesi nedeniyle araştırmanın problem cümlesi şu şekilde oluşturulmuştur: “Türk halk müziğinde bir uzun hava türü olan bozlak, kelime anlamı, melodik yapı ve konu bakımından bütünüyle tanıtılmakta mıdır?” Bu bağlamda, çeşitli kaynaklarda incelenen bozlak tanımlamasından hareketle ortak bir tanıma göre çalışma çerçevelendirilmiştir. Bu konuda Kültür Bakanlığı ve TRT Kurumu THM (ses – saz) sanatçılarının da görüşlerine başvurulmuş, günümüze ulaşan bozlak ezgilerinin yer aldığı sesli kayıt örnekleri incelenmiş bozlakların kapsamı ve içeriği belirlenmeye çalışılmıştır. Bu araştırma ile Türk halk müziğinde ‘bozlak’ kavramının kelime anlamı, melodik – ezgisel yapısı ve işlediği konulardan yola çıkarak karakteristik özelliğinin çıkarılması amaçlanmıştır. Bu açıdan araştırma, bozlak kavramını bütün yönleriyle ayrıntılı biçimde ortaya koyması, yapılacak yeni çalışmalara katkı ve destek sağlaması ile önem taşımaktadır. 1.1. Terim olarak bozlak Bozlak kelimesi, Divan-ı Lügat-it Türk’de: “Bozladı, titir bozladı, dişi deve bozladı, bağırdı, bozlamak” (Atalay, 1985, s.291) anlamında kullanılmıştır. Aynı kelimeyi Özbek (1998), “Bozlamak, ses vermek, yüksek sesle feryat etmek, acı acı ağıtlar söylemek”(Özbek, 1998, s.32) olarak açıklamaktadır. Dede Korkut, bozlak kelimesini “Mere kız ne ağlarsın ne buzlarsın ağa diyü” şeklinde kullanmıştır (Özbek, 1998, s.34). Bu tanımlamalar, bozlak kelimesinin Orta Asya kökenli olduğunu işaret etmektedir. Bozlaklar daha ziyade, dağ ve oymak aşiretleri olan Yörük / Türkmen ve Avşarlarda görülmektedir. Bununla birlikte, Türkmenlerin ve Abdalların iç içe yaşadıklarını, Türkmen oymağının davul - zurna çalan abdallarının olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Bu sebeple, Avşar ve Türkmen oymaklarına ait Abdallar, bozlak geleneğinin günümüze ulaşmasında önemli bir rol üstlenmişlerdir. Köprülü, Abdallar hakkında şu bilgileri vermektedir: Bugün Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendilerine Abdal adını veren ve hemen umumiyetle göçebe halinde yaşayan zümreler vardır. Halk ve hatta Alevi halk arasında bu göçebeler Çingene sayılırlar. Düğünlerde davul – zurna çalmakla geçinirler. İçlerinde âşıklıkla yani saz şairliği ile şöhret kazanmış olanları vardır. Dilleri Türkçedir; Çingenece bilmezler ve kendilerine Çingenelik isnadını şiddetle reddederler. Avşarlar ve Türkmenlerle başlayan bozlak 5 kültürü, sonraki dönemlerde bu boylarla etkileşimde bulunan Abdallar tarafından da benimsenmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Abdallar, âşıklık ve ozanlık geleneğini de çabuk benimsemiş ve aralarından önemli halk ozanları ve âşıklar yetişmiştir. Alevi zümrelerine daha yakın olan Abdallar, çeşitli meslek dallarıyla uğraşsalar da genellikle düğünlerde davul – zurna çalarak müzisyenlik geleneğini günümüze kadar ulaştırmışlardır. 2. Materyal ve Metot Bu çalışmada, Türk halk müziğinde uzun havalar içinde yer alan bozlağın kelime anlamından başlamak üzere yerli ve yabancı araştırmacıların konuya yönelik tanımlamaları, kaynak tarama ile elde edilmiş; sanatçı ve icracıların konuya yönelik görüşleri ise, nitel araştırma yöntemlerinden ‘görüşme’ yöntemi uygulanarak alınmıştır. Bu görüş ve tanımlamalar üzerinde içerik analizi yapılmış, elde edilen veriler, günümüze ulaşan bozlak örnekleri ile karşılaştırılmıştır. Böylece bozlağın konusu, ezgisel yapısı, türleri ve icra – üslup tarzı gibi alt başlıklar araştırılarak sonuçlara ilişkin önerilerde bulunulmuştur. 3. Bulgular ve Yorum 3.1. Yerli - yabancı araştırmacıların ve icracıların bozlak hakkındaki görüşleri ve değerlendirilmesi Adnan Saygun’un bozlak hakkındaki görüşleri şu şekildedir:“Uzun havalar konularına göre isimler alırlar ve bunların her biri yalnız bir konuya ait olur. Bilfarz kahramanlık motifine mahsus bir uzun hava mevcuttur. Bu motife ait manzumeler –tabir caizse- bu “kalıp” ile eda olunur. Bu itibarla uzun hava melodilerinin her birini “kalıp” telakki etmek kabildir. Bilfarz kahramanlık motifleri bozlak; rustai motifler Türkmenî, Divan edebiyatı tarzındaki yazılar “divani” (…) Mezkûr kalıplar mıntıkalara göre değişir. Mesela, Niğde bozlağı ile Adana veya Erzurum bozlağı arasında sadece isim ve karakter benzerliği vardır” (Saygun, 1963, s.60). Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Saygun, bozlağı bir kahramanlık motifi olarak düşünmektedir. Yiğitleme, koçaklama ve isyan da diyebileceğimiz kahramanlık konulu bozlakları bu şekilde adlandırmaktadır. Aygun’un; ‘Bozlak1’ adlı eserinin seyir ve konusu dikkate alındığında bestecinin görüş ve düşünceleri daha iyi anlaşılmaktadır. Bozlak Padişahlar katlime ferman eylese, Gene geçmem ala gözlü yar senden vay beni, beni Cellatlar karşımda satır bilese, Gene geçmem ala gözlü yar senden oy, oy, oy Ol yedi yerimden vursalar yâre, Cerrahlar derdime kılmasa çare vay beni, beni Kemend-ü Bend-ile çekseler dâre, Gene geçmem ala gözlü yar senden vay beni, beni Saygun’un bu eserindeki sözün, isyan içerikli olmasından dolayı bir feryat ve haykırmaktan söz edilebilir. Ayrıca, eserin melodik yapısı da bozlak karakterinde olup, inici bir yapıda oluşturulmuştur. Kültür Bakanlığı Ankara T.H.M. Topluluğu sanatçılarından B. Bilge Tokel, “Neşet Ertaş Kitabı” adlı eserinde bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir: “Feryad etmek, haykırmak, ağlamak, sızlamak anlamlarına gelen bozlak kelimesi hem Dede Korkut’ta, hem Divan-ı Lügât-it Türk’te, boz(u)lamak (ses vermek), boz(u)latmak (böğürtmek) ve ağlamak, feryat etmek anlamlarında kullanılmakta. Bir Kırgız halk türküsünde “botasın ölgen tüyüdey / bozlay bozlay kaldım men” (yavrusunu yitirmiş bir deve gibi bozlaya bozlaya feryad figan içinde kaldım ben) denilmektedir. Eski bir Kazak halk türküsünde de kopuza hitaben, ‘botası ölgen narday bozla kopuz’ (yavrusu ölen deve gibi bozula) söyleyişi ile karşılaşmaktayız”. Tokel, bu görüşüyle bozlağın, acı, keder ve ağıt içerikli feryat etmek – haykırmak anlamında kullanıldığını ifade etmekte, bu durum kelime anlamı ile de örtüşmektedir. 6 Bela Bartok, 1936 yılında Türk halk müziği üzerine araştırmalarda bulunmak üzere Türkiye’ye gelmiştir. THM derleme çalışmaları için davet edilen Bartok, Türkiye’de üç hafta kalmış ve on gün süre ile derleme gezilerine katılmıştır. Dolayısıyla, derleme gezisi birkaç yöre (Çukurova) ile sınırlı kalmış, gezi sırasında karşılaştığı bozlak kelimesi hakkında da şu ifadeleri kullanmıştır: “Sık sık karşılaşılan bu kelimenin (bozlak) anlamı belirlenemedi. İcracı, ezgiyi (herhalde sadece güfteyi) kendisine yüz yaşında bir adamın, onu hatırlasın diye öğrettiğini, bu parçayı kendisinden başka hiç kimsenin bilmediğini söyledi. Seyhan’da bu ezgi Türkmenî adıyla biliniyor” (Bartok, 1991, s.176) Bela Bartok bu görüşüyle bozlak hakkında pek bir fikir sahibi olamadığını belirtmektedir. Başka bir kültürden gelmesi ve bozlağı açıklayamaması doğaldır. Hâlbuki bozlak başlığıyla notaya aldığı eser, seyir ve yapı bakımından tam bir bozlak türüdür. Ferruh Arsunar, bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir: “Dağ ve oymak havalarının karakteristik bir örneği olan bozlaklar, tarz ve üslup itibarıyla da muhteliftir. Herhangi bir konu ifadesi olarak söylenen serbest deyişin esas taraflarından birini belirten bozlak tarzı, yiğitleme bozlak, güzelleme, harbi, yanık, ağıtlama, kerem bozlağı gibi mevzularına söylenir ve her mevzuun ismini alırlar” Arsunar (1947), bozlağı kısaca tarif ettikten sonra, sınıflamaya giderek ‘Avşar bozlağı’ ve ‘Türkmen bozlağı’ hakkında açıklamalar yapmıştır. Arsunar, Avşar bozlağını şu şekilde tanımlamaktadır: “Dağlı ve aşiret musikisindeki ağızın bir örneği olan bozlağın muhtelif tarzı olduğuna göre buradaki tarz ise, yüksek Avşar ağıt bozlağıdır. Ağıt kelimesi de ilave edilince bir feryadın toplu olarak ifadesini canlandırmaktadır”(Arsunar, 1947). “Şehirlerin musiki terennüm hususiyetlerini belirten ‘maya’,’hoyrat’, ‘divan’ vs. gibi tarzların karşılığı olarak bozlağı, terennüm tarzında, birçok kısımlara ayırmak mümkündür. Daha ziyade dağlı ve aşiret ağzının bir örneği olan, buradaki verdiğimiz ‘Türkmen bozlağı’ ayrılığın verdiği tahassürü önceden duyarak, bu duygusunu sevgiliye ifade etmektedir. Bu mevzuya göre ayrılığın ağıtlamasını yapmaktadır ki ‘yanık güzelleme bozlağı’ olan bu tarz, bir topluluğun terennüm hususiyetini belirten karakteristik bir duygu ifadesidir. Dağda, vadide geçit gibi tabiatın arızalı ve yüksek iklimi olan yerlerindeki yaşayanlara mahsus olan bu tarz ve üslup, aynı zamanda sert vahşi güzelliklerin yumuşak ve munis bir ifadesidir. Bu iklimlerde yaşayan insan, tabiattan aldığı ilhamla coşarak duygusunu doğrudan doğruya yine tabiata gür ve sıhhatli sesiyle haykırır. Çünkü onun yegâne yoldaşı tabiattır. Bu duygusuna karşı ondan, tabiatın vereceği cevaba karşı olan kuvvetli inancıyla teselli bulur. Bu bakımdan bozlaklar ekseriyetle sazsız olarak söylenen Türk tarzları ise de, cura, bağlama gibi küçük olan çalgı aletleriyle çalınıp söylenmesini esasa daha uygun sayarlar. Bozlak tarz ve üslubuna engin yerlerde, ovalarda, sahillerde tesadüf etmek mümkün değildir” (Arsunar, 1947). Arsunar, bu görüşüyle bozlağı dağ ve oymak aşiretlerine mensup saymakta ve tabiatla iç içe yaşayan bu aşiretlerin; acılarını, feryatlarını ve isyanlarını tabiata haykırmaları olarak düşünmektedir. Bu tarz bir müzik türü ile göçebe halkın (Yörük Türkmen ve Avşarlar) dışındaki yerlerde karşılaşılamayacağını belirtmektedir. Konu olarak; temelinde isyan, ağıt, yanık, yiğitleme, acı, yanık güzelleme gibi konuları işlediğini belirtmektedir. Ayrıca bozlakları, Avşar bozlağı ve Türkmen bozlağı olarak iki grupta ele alması, iki ayrı makam (ayak) dizisi üzerine kurulmuş olan bozlakların sınıflandırılmasında yol gösterici olmaktadır. Bu konuya, ‘Bozlaklarda ezgisel yapı’ bölümünde ayrıntılı olarak değinilecektir. Yabancı müzikologlardan Kurt Reinhard ve Ursula Reinhard, 1955, 1956 ve 1963 yıllarında Türkiye’de araştırma gezilerine katılmış, bu gezilerle Güney Türkiye’nin halk müziği ile ilgili incelemeler yapmışlardır. Böylelikle Kurt Reinhard, Bela Bartok’un çalışmalarını ve görüşlerini değerlendirme imkânı bulmuştur. Kurt Reinhard; Bela Bartok’un, bozlak hakkındaki görüşlerini şu şekilde ifade etmektedir: “Oysa Bartok’un anlamını belirleyemediği bozlak; hiç şüphesiz, uzun havaya bağlı bir türdür. Doğrusu, bozlak belirsiz bir kavramdır. Genel olarak denebilir ki, çoğunun güftesinde on 7 bir heceli dizeler bulunur, kesin bir yapısal biçimi vardır, konu bakımından da sevda türkülerini andırır” Reinhard, bozlağı bir uzun hava türü olarak sınıflandırmış, form ve söz olarak kesin bir yapısal biçimi olduğunu belirlemiştir. Ancak, bozlağı sevda türkülerine benzetmiş olmasından, bu konudaki gözlemlerinin eksik kaldığı söylenebilir. Palacı ve Şimşek (2001), bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir: “Bozlaklar ve ağıtların Ankara divanında yeri vardır. Ama belli bir sıralaması yoktur. Saz çalanın o anki ruh durumuna göre muhabbet havalarının aralarında ve oyun molalarında söylenirdi. Konu olarak ölüm, hüzün, keder, acı olan bozlak ve ağıtlar sesi güzel olan insanlar tarafından söylenir, insanların gönül telleri titretilirdi” Emnalar (1998), bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir:“Birçok bölgede görülmekle birlikle, özellikle İç Anadolu ve Güney Anadolu’da Toroslarda yaygın olan Avşar ve Türkmen oymaklarına ait olan bir uzun hava türüdür” “Türk Halk Müziği’nde bir uzun hava çeşididir. Daha çok Orta Anadolu’da söylenmekle beraber, yurdumuzun diğer yörelerinde de rastlanır. Kelimenin aslı yakarış - haykırış anlamında olan bozulamaktan gelir. Bozlaklar kavim ve boy adlarına göre; Avşar bozlağı, Türkmen bozlağı; hayvan adlarına göre, kırat bozlağı, kent adlarına göre, Yozgat bozlağı, Kırşehir bozlağı gibi adlar alırlar” (Say,1985, s.213), bozlağın kelime anlamını verdikten sonra bozlakları sınıflandırmıştır. Burada, boy adlarına göre ‘Avşar bozlağı’ ve ‘Türkmen bozlağı’ olarak Arsunar’la aynı çizgide görüş belirtmiştir. Bu görüş, bozlakların ezgisel yapısı dikkate alındığında kabul edilebilirken; hayvan ya da şehir adlarına göre yapılacak bir sınıflandırmanın yanlış olacağı söylenebilir. Örnek olarak; kırat bozlağı adıyla bilinen eser, ‘Aman Kıratım da Kalk Gidelim Haraphaneden’ adlı bozlağa verilen isimdir. Dolayısıyla, kırat bozlağının bir sınıflama ismi olamayacağı söylenebilir. Ses ve saz sanatçısı Musa Eroğlu, bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir: “Bozlak, kelime anlamı olarak; bozulamak, sızılamak, (ama yakınmak değil), içinde isyan olan bir türdür. Halkın sosyolojik yapısını anlatan bir müzik türüdür. İç Anadolu’daki düzene ve olumsuzluklara bir başkaldırıdır. Doğu Anadolu’daki tam karşılığı olarak Hoyratlar var. Hoyratça bağırmak, isyan etmek. Sonra her bölgenin coğrafik olarak bozlakları vardır. Bulundukları coğrafyadaki sosyolojik değişime göre de müzikal yapı oluşmuştur. Kırşehir, Keskin, Çukurova bozlakları gibi. Gâvurdağı havaları vardır, onlar da bozlak sınıfındadır. Oradaki halkın sosyolojik ihtiyaç ve koşullarından kaynaklanan melodik yapısı bozlağı oluşturur. Eğer bozlak, bozulamak ise, orada sosyal bir problem ve bir başkaldırı var demektir. Doğudaki hoyrat ne ise, Çukurova’daki Avşar’da da bozlak aynıdır. Her ikisinde de başkaldırı ve isyan vardır. Bozlaklarda, temelde bir başkaldırı olması kaydıyla sosyal konular da işlenmiştir. Örneğin, Çukurova’nın sıcağını anlatan bozlaklar vardır. “Sarı Yaylam Seni Yaylayamadım Ala Bahar Kar İken”. Burada, Çukurova’nın aşırı sıcağından ve sineklerin sebep olduğu sıtma hastalığından dolayı duyulan bir isyan anlatılmaktadır. Uzun havalar genellikle ‘yakınmayı’ işler. Bu tür uzun havaların bazıları melodik yapı olarak bozlaklara yakın olduğundan bozlak olarak adlandırılıyor. Ancak, melodik yapıları bozlak olsa da sözlerinde bir isyan (feryat - haykırma) yoksa melodi ve söz bütünleşmediğinden dolayı bozlak olamaz. Mesela, Çekiç Ali’nin okuduğu ‘Everek Dağı’ bu türdedir. Fakat Köroğlu’nun söylediği şeyler bize bir örnek olabilir. Köroğlu bozlak söylememiş ama bozlağa koşut koşma söylemiştir. İçinde bir başkaldırı vardır. Kırşehir ile Keskin arası çok yakın ama Keskin’de Avşar bozlakları var. Hacı Taşan Avşarlar için önemli bir kaynaktır. Muharrem Ertaş’da önemli bir ifade tarzı vardır. Hacı, “Avşar bozlağını” ilk öğreten kişidir. Tam bir Avşar’dır. Teber değildir. Bozlak adı son elli altmış yıldır biliniyor ve kullanılıyor. Daha önce yok muydu? Vardı. Avşarlar söylüyordu, onlardan da çalgıcılar öğrendi. Herkes bulunduğu coğrafyada kaldığı süre içinde bu ağzı öğrendi. Çekiç Ali ve Hacı Taşan bunu bize aktardılar” (Eroğlu, 2001). 8 Bir icracı olarak Eroğlu’nun, bozlakların konusu, melodik yapısı ve icra – üslup tarzı hakkındaki görüşleri önem taşımaktadır. Sanatçı, bozlakların melodi ve söz unsurunun bütünleşmesi gerektiğini, aksi halde melodik yapıda benzerlik olsa da her konunun bozlak sınıfında değerlendirilemeyeceğini belirtmektedir. Bunun ayrıca bozlağın kelime anlamı ile de ters düşeceği söylenebilir. Sanatçısı Gürbüz Sapmaz, bozlak hakkında şu bilgileri vermektedir: “Bozlak kelime anlamı olarak bozulamak, bozlamak’tan gelir. Bir uzun hava türüdür. Bozulayarak söylemekten gelir. Ölüm, keder, askere gitmek gibi konuları anlatmak için ağıtlı bir tarzda söylenir. Kırşehir yöresi ve çevresindeki bozlaklar ağızlarına göre tasnif edilmelidir. Avşar ağzı, Türkmen ağzı ve Âşık Said ağzı. Ayrıca, Abdal ağzı yoktur. Bu ağız aslında Âşık Said ağzıdır. Âşık Said, kırk kırk beş yaşına kadar beste de yapmış ki besteleri kendi köyünde (Toklumen) hâlâ söyleniyor. Abdallar buradan öğrendiklerini çalıp söylüyorlar. Abdallar Türkiye’nin her yerinde var. Bozlak çalabilir misiniz? Dediğimde, zeybek veya başka bir şey çaldılar. Abdal ağzı diye bir tavır ve ağız olsaydı her bölgede bozlak dinleyebilirdik. Sadece Şarkışla Abdalları bozlak biliyor ve söylüyor. Bu da, Kırşehir’den ve çevresinden öğrendikleri içindir” (Sapmaz, 2001). Bir icracı olarak Sapmaz’ın bozlak icra biçimleri (üslupları) hakkındaki görüşü dikkate değer bulunmuştur. Abdalların eskiden beri Avşar ve Türkmen oymaklarında yardımcı olarak bulundukları, ozanlık ve âşıklık geleneğini çabuk benimsedikleri bilinmektedir. Dolayısıyla, Sapmaz’ın, “Abdal ağzı diye bir tavır ve ağız olsaydı her bölgede bozlak dinleyebilirdik” şeklindeki tezinin doğruluğu kabul edilebilir. Orta Anadolu bozlaklarının, yaşayan en büyük icracısı olan Neşet Ertaş, Öner Özcan’la yaptığı görüşmede ‘bozlak nedir?’ Sorusuna şu açıklamayı getirmiştir: “Bozlak, feryattır, ağlamaktır, haykırmaktır. Hani birinin oğlu ya da kızı ölür, onu tutmanın imkânı var mı? O insan bağıracak, yüreğindeki acıyı dışarı atacak, ağıtla aktaracak yüreğinin acısını. Zaten bozlağın çıkış noktası bu tür acı hadiselerdir” (Özcan, 2001, s.117). Ertaş’ın, babasının (Muharrem Ertaş) ölümü üzerine söylediği “Neyledin Dünya” adlı bozlak, sanatçının görüşlerini yansıtmakla birlikte, bozlağın kelime anlamı, içeriği ve melodik yapısı bakımından tam bir bozlak niteliğindedir. 3.2. Türk halk müziğinin ezgisel yapısı Bozlakların Türk halk müziğindeki yerini belirlemek açısından, halk müziğinin ezgisel yapısına göz atmamız gerekmektedir. T.H.M. ezgisel açıdan üç ana başlık halinde incelenir. Ritimli (usullü) ezgiler (kırık havalar) Serbest ritimli ezgiler ( uzun havalar) Karışık (karma) ritimli ezgiler 3.2.1. Ritimli (usullü) ezgiler: Ölçüsü ve ritmi belli olan ezgilere denir. Zeybekler, teke zotlatmaları, bengiler, güvendeler, halaylar, barlar, horonlar, kaşık havaları, karşılamalar bu grupta yer alır. Ayrıca, kırık hava olarak da adlandırılabilir. 3.2.2. Serbest ritimli ezgiler: Ölçü ve ritim bakımından serbest olduğu halde, dizisi bilinen ve içindeki seyri belli kalıplara bağlı bulunan ezgilere denir. Bozlak, maya, garip, kerem, hoyrat, divan, kesik, yanık, müstezat, aydos, eğin, Türkmenî, kayabaşı, yüksek hava, gurbet havası, arguvan, boğaz havası bu grupta yer alır. Ayrıca, serbest ritimli ezgiler ‘uzun hava’ olarak da adlandırılabilir. 3.2.3. Karışık (karma) ritimli ezgiler: Hem ritimli (usullü) hem de serbest ritimli ezgileri bünyesinde barındıran türkülerdir. Üç grupta incelenirler. a- Ostinato ezgiler b. Ayaklı serbest ritimli ezgiler c. Kısa süreli (değişken) ezgiler (Emnalar, 1998) Bozlakların, yapı itibarıyla serbest ritimli ezgiler grubunda yer aldığı görülmektedir. Ancak, her uzun havanın bozlak sınıfında ele alınamayacağı söylenebilir. Bu sebeple, kelime anlamından yola çıkarak, bozlaklarda konu, ezgisel yapı ve icra biçiminin ortaya konulması yanında, bu türün diğer uzun havalar içindeki yerinin belirlenmesi gerekmektedir. 9 3.3. Bozlakların konu, keyir, geçki ve yapı bakımından değerlendirilmesi 3.3.1. Bozlaklarda konu ve söz Bozlak, mana bakımından bozulamak, bozlamak, feryat etmek, haykırmak, bağırmak anlamlarında kullanılmıştır. Doğayla iç içe yaşayan insanların (Avşarlar’ın ve Türkmenler’in) acılarını, kederlerini ve isyanlarını yine tabiata haykırmaları bozlak kültürünü oluşturmuştur. Bozlağın gerek kelime anlamı gerekse bu çerçevedeki ilk örnekleri, (bozlakların) konusu ve melodik yapılarının nasıl olması gerektiği hakkında bizlere büyük ölçüde fikir vermektedir. Bu noktadan hareketle bozlakların; ölüm, acı, keder, ayrılık, koçaklama ve temelde bir isyan olması kaydıyla diğer sosyolojik konuları da içine alabileceği söylenebilir. Bunun dışındaki konuların işlendiği uzun havaların, melodik yapı itibarıyla uygunluk gösterse bile bozlak olarak değerlendirilemeyeceği, Eroğlu (2001) ve Ertaş’ın görüşleri doğrultusunda söylenebilir. 3.4. Bozlaklarda ezgisel yapı Günümüzde çeşitli kaynaklarda bozlaklar, klasik Türk müziğinde kürdi makamı ve dizisine karşılık olarak gösterilmektedir. Buna karşılık, bozlakların melodik yapıları incelendiğinde ortaya iki ayrı dizi çıkmaktadır. Bu dizilerden ilki ‘Avşar bozlağı’ dizisi olarak adlandırabileceğimiz hüseyni - muhayyer çeşnisiyle karara giden bir dizi; ikincisi ise ‘Türkmen bozlağı’ dizisi de diyebileceğimiz kürdi çeşnisiyle (kürdi dörtlüsü) karara giden bir dizidir. Bozlakların, kürdi dizisine eşdeğer olarak gösterilmesinde, Türkmen bozlaklarının kürdi çeşnisiyle karara gitmesinin etkili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, iki farklı diziyi içeren bozlakların, sadece kürdi dizisi ile tanımlanması bu konuda bir problem durumunu ortaya çıkarmaktadır. Bu ihtiyacı gidermek bakımından, mevcut bozlak örneklerinden yola çıkarak iki farklı dizinin (Avşar, Türkmen bozlağı) varlığından söz edilebilir. 3.4.1. Kürdi makamı Kürdi makamının yapısı, oluşumu ve seyri hakkında Özkan (1994) ve Kutluğ (2000) şu bilgileri vermektedir: a- Durağı: Dügâh perdesidir. b- Seyri: Çıkıcı; bazen de çıkıcı - incidir. c-Dizisi: Yerinde kürdi dörtlüsüne Neva’da buselik beşlisinin eklenmesi ile meydana gelmiştir. (kürdi dörtlüsü + 4. derecede buselik beşlisi).d- Güçlüsü: Dörtlü ile beşlinin ek yerindeki Neva perdesidir; üzerinde Buselik çeşnisi bulunur. e- Asma karar perdeleri: Kürdi dörtlüsünün bir tanini altında buselik beşlisi vardır. kürdi seyri sırasında bazen Rast perdesine düşülür ki, bu buseliğin rast perdesindeki şeddi olan nihavent makamına küçük bir geçkidir. Hatta bu arada nihavent dizisinin 6. derecesi olan (küçük mücennep bemollü mü) ‘Nim Hisar’ perdesi de gösterilir. f. Donanımı: Si için küçük mücenneb bemolü donanıma yazılır. g- Yeden’i: 2. çizgideki sol (Rast) perdesidir. Bazen Nim Zirgüle de kullanılır. h- Seyir: Durak veya güçlü civarından seyre başlanır. Dizide karışık gezinip güçlü Neva perdesinde buselikli yarım karar yapılır. Daha sonra yine bütün dizi ve istenirse genişlemiş kısımda da dolaşılıp Dügâh perdesinde kürdi çeşnisiyle tam karar yapılır. “III. Sultan Murad zamanında yazılmış olan Kitab-ı Musiki ve Edvar-ı Makamat’ta kürdi adına rastlanmıyor. Şu halde makamın kürdi adını daha sonra almış olması icap eder. Buna mukabil bu iki kitapta ve Zeynü’l –Elhan’da bu makamı ebi-selik veya ebu-selik makamı olarak görmekteyiz. Lâdikli Mehmet Çelebi döneminde ebu-selik adı kürdi olarak değiştirilmiştir. O zamanlar dahi az kullanılmış olan bu makam bugün adeta terk edilmiş, kullanılmaz durumdadır. Çevresi dar olan kürdi makamı çıkıcıdır. Dügâh üzerindeki kürdi dörtlüsüne tiz tarafta bir buselik beşlisinin eklenmesiyle hâsıl olmuştur. Bugün elimizde kürdi makamından çok az eser vardır. Tanburi Refik Fersan, makamı canlandırmak için bir peşrev yapmışsa da musikiciler bu makamı nedense pek kullanmamışlardır. Hâlbuki kürdiyi ecdadımızın Orta Asya’da çok severek kullandıklarını tarihi kayıtlardan anlıyoruz. Makam genellikle Dügâh’tan başlar. Bir bayati seyri gibi Neva perdesi etrafında dolaşır. Tiz tarafındaki Buselik beşlisinin üçüncü sesi olan Acem perdesinde durmaz, bu perdeyi göstermez. Eğer Acem üzerinde fazla duruşlar yapılmış olursa acem kürdi makamına geçki yapılmış ve asıl makamdan uzaklaşılmış olur. Kararın yeden perdesi olan Rast perdesi kullanılarak sona ermesi seyri icabıdır. Yine karara doğru inerken Hisar perdesi 10 açılarak Kürdi perdesinin kullanılmasının kolaylaştırılması her zaman düşünülebilir. Makamın belli bir genişlemesi yoktur. Dar bir çerçeve içinde seyirler gösterir. Kürdi makamı, donanımda kürdi perdesi konularak gösterilir” (Kutluğ, 2000, s.159-160). Yukarıda yapılan bu tanım ve açıklamalardan sonra, kürdi makamı hakkında şu özellikleri sıralayabiliriz: a- Seyri çıkıcıdır, karar (Dügâh) veya güçlü (Neva) perdesi civarından seyre başlar. b- Acem perdesini pek fazla göstermez, genellikle Neva perdesi civarında seyre devam eder. Aksi halde acem kürdi olur. c- Yeden perdesi olan Rast (sol) perdesi ile karara gitmesi seyri icabıdır. Bozlakların ezgi yapısındaki seyir, geçki ve karara gidiş biçimi incelendiğinde şu özelliklerle karşılaşılır: ı- Bozlaklar genellikle inici bir yapıya sahiptir. ıı- Geniş bir ses alanı ve dizisi vardır ııı- Seyre genellikle 8. ve 11. dereceler civarından başlar. ıv- Bozlaklar inici bir yapıya sahip olduğundan, birinci derece güçlüsü tiz durak La (8. derece) sesidir. v- Bozlaklar iki ayrı ana dizi şeklinde oluşmakla birlikte, her iki dizinin kullanımında da çok sık ve zengin geçkiler yapılır. v.i. Avşar bozlağı Bu grupta yer alan bozlaklarda kullanılan ses (perde) dizisi, muhayyer makamı dizisine yakın olup, eserin seyri sırasında karcığar geçkisi başta olmak üzere çeşitli geçkiler yapılabilmektedir. Ayrıca, bu gruptaki bozlakların, kürdi dörtlüsü ile karara gittiğini gösteren örnekleri de bulunmaktadır. Avşar bozlağına örnek olarak; Muharrem Ertaş’ın seslendirdiği ‘Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri’ adlı eser gösterilebilir. v.ii. Türkmen bozlağı Bu grupta yer alan bozlaklar, seyre 8. ve 11. dereceler (la – re) civarından başlayıp, bu bölgede hicaz ve uşşak dörtlülerini kullanabilmektedir. Bu türün en karakteristik özelliği olarak; 4. derece (re) üzerinde hicaz dörtlüsü kullanıp karara yedensiz kürdi dörtlüsü ile gitmesi gösterilebilir. vı- Bozlaklar inici bir yapıya sahip olduğundan birinci derece güçlü la (8. derece) sesinden sonra asma karar perdeleri sırasıyla 6. derece fa#, 4. derece ve 2. derece ‘si b’ sesleridir. Ayrıca bu özellik sadece Avşar bozlakları için geçerlidir. vıı. Türkmen bozlaklarının birinci derece güçlüsü yine 8. derece la sesidir. Diğer asma karar perdeleri ise sırasıyla 6. derece fa, 3. derece do ve 2. derece ‘si b’ sesleridir. Bu belirtilen asma karar perdeleri seyir esnasında, bozlağa karakteristik özelliğindeki kimlik perdeleridir. vııı. Yedenli (sol) karar hiçbir Bozlakta kullanılmaz. Karara 2. derece ‘si b’ sesinden yapılan trillerle gidilir. Kürdi makamı ve bozlakların yapısı hakkında yapılan bu açıklamalardan sonra Kürdi makamı ve dizisinin, bozlaklara neden eş değer ya da karşılık olarak gösterilemeyeceğini şu şekilde açıklayabiliriz: 1. Herhangi bir makamı anlatmak ya da tarif edebilmek için dizi tek başına yeterli değildir. Başka bir ifadeyle, makamı oluşturan aslında dizi değil, seyir ve geçkileridir. Buna örnek olarak hüseyni makamı ve muhayyer makamını gösterebiliriz. Her iki makamın dizisi ve arızaları aynıdır. Hüseyni makamı inici - çıkıcı iken, muhayyer makamı tamamen inici bir makamdır. Bu sebeple sadece dizi esas alınarak bir makam karşılığı şeklinde gösterilemez. 2. Kürdi makamının özellikleri incelendiğinde, makamın en başta ‘çıkıcı’ bir yapıya sahip olduğu görülür. Oysaki bozlakların seyir yapılarına bakıldığında tamamen ‘inici’ bir yapı göze çarpar. Sadece bu farklılık bile tek başına bozlak ve kürdi makamı arasında önemli bir fark olduğunu gösterir. 11 3. Kürdi makamı, durak (dügâh) veya güçlü (neva) seslerinden başlarken; bozlaklar, sekizinci ve on birinci dereceler civarından seyre başlar. 4. Bozlakların melodik yapılarının oluşturulmasında iki ayrı dizi kullanıldığından sadece ‘si b’ arızası alan bir kürdi dizisi ile ifade edilmemelidir. Ayrıca, bozlakların seyir esnasında yaptığı sık ve değişik makamlardaki geçkiler kürdi makamında yoktur. 4.1. Sonuç Türk Halk müziğinde bir uzun hava türü olarak bozlak kavramının, kelime anlamı, melodik – ezgisel yapısı ve işlediği konu bakımından karakteristik özelliklerini ortaya koymak için yapılan bu araştırma ile aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır: 1- Bozlakların konu bakımından ölüm, ayrılık, acı, ağıt ve temelinde isyan olan toplumsal sorunları işlediği, 2- Melodik yapı itibarıyla, feryadı temsil edeceği için ‘inici’ bir seyir karakteri taşıdığı, 3- Bozlakların seslendirilmesinde ‘Avşar ağzı’ ve ‘Türkmen ağzı’ olarak iki farklı ağız kullanıldığı, 4- Avşar ağzının kullanıldığı bozlaklarda, ‘Hüseyni’ ve ‘Muhayyer’ makamı dizisinin kullanıldığı, 5- Türkmen ağzının kullanıldığı bozlaklarda, ‘Muhayyer Kürdi’ ve ‘Acem Kürdi’ makamı dizisinin kullanıldığı, 6- Bozlakların, Orta Anadolu ve Çukurova Bölgesi başta olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinde görüldüğü, 7- Bozlağın kelime anlamından ve ezgi karakterinden yola çıkarak, bozlak yöresindeki (Orta Anadolu ve Çukurova bölgesi) her uzun havanın bozlak olarak adlandırılamayacağı, 8- T.H.M. nazariyatıyla ilgili kaynaklarda bozlak kavramının, kelime anlamı, melodik yapı ve konu bakımından ayrıntılı biçimde tanıtılamadığı, Sonuçlarına ulaşılmıştır. KAYNAKLAR Atalay, Besim (1985); Divan-ı Lügat-it Türk III, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Arsunar, Ferruh (1947); Anadolu Halk Türkülerinden Örnekler I, Ankara. Bartok, Bela (1991); Küçük Asya’dan Türk Halk Musikisi, İstanbul: Pan Yayıncılık. Emnalar, Atınç (1998); Türk Halk Müziği ve Nazariyatı, İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi. Karakaya, Oğuz (2002); Türk Halk Müziğinde Bozlak Kavramı Üzerine Bir Araştırma, Konya: S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Köprülü, Fuat (1989); Türk Halk Edebiyatı Araştırmaları I, İstanbul: Ötüken Yayınları. Köprülü, Fuat (1989); Türk Halk Edebiyatı Araştırmaları II, İstanbul: Ötüken Yayınları. Kutluğ, Yakup Fikret (2000); Türk Musikisinde Makamlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Özbek, Mehmet (1998); T.H.M. El Kitabı Terimler Sözlüğü, Ankara: A.K.M.Baş. Yay. Özcan, Öner (2001); Neşet Ertaş Yaşamı ve Bütün Şiirleri, İstanbul: Simurg Yayınları. Özkan, İsmail Hakkı (1994), Türk Musikisi Nazariyatı ve Usulleri Kudüm Velveleleri, İstanbul: Ötüken Yayınları. Palacı, Necmettin, Şimşek, Hüseyin G (2001); Ankara Türküleri ve Oyun Havaları, Ankara: Vekam Yayınları. Say, Ahmet (1985); Müzik Ansiklopedisi, Ankara: Başkent Yayınevi. Saygun, Ahmet Adnan (1963); Rize, Artvin ve Kars Havalisi Türkü Saz ve Oyunları Hakkında Bazı Malümatlar, Ankara. Tokel, Bayram Bilge (1999); Neşet Ertaş Kitabı, Ankara: Akçağ Yayınları. KAYNAK KİŞİLER Eroğlu Musa, (2001); Kültür Bakanlığı Ankara T.H.M.Topluluğu, Ses ve Saz Sanatçısı. Sapmaz Gürbüz, (2001);TRT Ankara Radyosu saz sanatçı 12 NEŞET ERTAŞ VEDA Tükendi ömrümün çoğu gidiyor Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi Sevdiğim uzaktan seyir ediyor Beni görüp bakınıyor el gibi Geçti günler, yıllar, ömürse doldu Giden gitti bilmem geri ne kaldı Ömrümün baharı sarardı soldu Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi Veren, geri almak için gözlüyo Her an her saniye beni izliyo Garip bağrım için için sızlıyo Sazımda inleyen sırma tel gibi Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum Ne kimseye küskün ne de dargınım Bir ahu gözlüye candan vurgunum Garip gönlüm kapısında kul gibi 13 ÂŞIK KEMALÎ BÜLBÜL’ÜN ARDINDAN M. Hâlistin Kukul O’nu, vefât ettiği gün -23 Eylül 2012’de- Büyük Câmi’de kıldığımız öğle namazını müteakip, Samsun Kıranköy Mezarlığı’nda ebedî yolculuğuna uğurladık. Otuz yıla varan dostluğumuz, sayısız hâtıralarla doludur. Hemen hemen her gün beraberdik ve beraber olamadığımız günlerde de mutlaka telefonlaşırdık. Yazmadığı zamanlarında bile, dâima düşünür, bir şeyler ortaya koymaya çalışırdı. İstişâreyi severdi. Türk milleti ve Türkiye sevdasıyla dolup taşardı. Tamamını hece vezniyle yazdığı şiirlerinde, Allah, Peygamber, insan, vatan ve bayrak sevgisi en hâkim unsurlardı. On beş sene oluyor, bir gün; İlkadım Belediyesi’nin güney cephesinden Bulvar’a çıkan merdivenlerin dibinde, kolumdan tutarak beni durdurdu. Bastonuyla işaret ederek: -Hoca bak, dedi, bir gün emr-i Hakk vâki olduğu zaman, şu yokuşun solundaki sarı ev var ya, duvarında Tepecik Sokak yazıyor, oraya gelirsiniz dostlarla! Ben, o sokağa çok çıktım. Ammâ, son çıkışım, ilk çıkışımdan birkaç gün önceydi (17 Eylül 2012) ki, O’nu ziyâret için İlkadım Belediye Başkanı Necattin Demirtaş, Yazarlar Derneği Başkanı Ahmet Seven ve Şair-Yazar Ali Kayıkçı ile beraberdik. Sahneleri ayağa kaldıran, bir ân olsun yerinde duramayan o heyecanlı insan, artık çok zor konuşabiliyordu. Altmış yıllık fedakâr eşi ve emekli öğretmen olan kızı yanı başında, her zamanki gibi hizmetindeydiler. Ertesi gün (18 Eylül) kendisini telefonla aradım. Telefona kızı çıktı; iyi olduğunu, gazetelerde yayınlanan resimlerinden memnuniyet duyduğunu ifade etti. “Babam çok sevindi, dedi. Onlar benim adamlarımdır. Beni yalnız bırakmadılar/ bırakmazlar.” Diye konuştuğunu söyledi. 19 Eylül Perşembe günü öğlene doğru, yine telefonla, durumunu sormak istedim. Konuşup konuşamayacağını sordum. Kızı, telefonu kendisine verdi: -Nasılsın Kemalî Ağabey? dedim. Çok zor ve derinden çıkardığı cümleleri şöyleydi: -Biraz… Biraz iyiyim! Aradığın için çok teşekkür ederim! Hepiniz sağolun kardeşim! Unkapanı Mahallesi Tepecik Sokak’tan, Âşık Kemalî Ağabey’den duyduğum son kelimeler bunlardı. Vefât ettiği gün, tâziye için gittiğimde, eşi: “Ölmeden önce, seni çok sayıkladı!” dedi. 14 Sâdece Samsun’un değil, Türkiye’nin hattâ Türk Dünyâsı’nın da güzel âşıklarından biriydi. Çileli ve çetin bir hayat sürdü ammâ mücadelesini hiçbir zaman bırakmadı. Kendisi hakkında, Türk basınında en çok yazanlardan biri olarak söylüyorum; O’nun yerinde her kim olursa olsun, yaşamakta zorlanır, her şeyden elini çekerdi. Bakınız, bu durumu, San’atının 50. Yılı münâsebetiyle 06 Mayıs 1997 tarihinde yaptığım konuşmada -ki, bu konuşmam, Çağrı Dergisi’nin 451. Sayısında yayınlanmıştır- nasıl anlatmışım: “Âşık Kemalî Bülbül, 1928 yılında Samsun’un Kavak İlçe’sinin Kozansıkı Köyü’nde doğar. 1939 depreminde babasını ve birçok yakınını kaybeder. Annesi, bir başkasıyla evlenir. Bu sırada Kemalî Bülbül on bir yaşındadır. İlkokulu bitirir ve Samsun’a gelir. Tahsiline devam imkânı yoktur. Samsun’da “ Ali Baba Gazetesi”nde muhabirlik yapmaya çalışır. Muhterem misafirler; işte bu noktada durup bir tespit yapmamız gerekiyor. Nedir bu tespit? O zamanki Samsun ne bugünkü Samsun’dur; o zamanki Türkiye ne bugünkü Türkiye’dir. Samsun 1924 yılında il olmuş takriben yirmi yıllık bir vilâyettir. Nüfusu 30-35 bin ya var veya yoktur. Yâni bir kasaba görünümündedir. Dolayısıyla, tıpkı Kemalî Bülbül gibi, yaşamaya başladığı şehrin de hiç imkânı yoktur. Kavak İlçesi’nin Kozansıkı Köyü’nden gelen ilkokul mezunu çocuk denecek yaştaki birisi muhabirliğe başlamaktadır. Sâdece bu kadar mı? Hayır! Âşık Kemalî Bülbül şiir de yazmaktadır. O kadar ki, henüz on sekiz yaşında iken, bu şiirlerini (1946) yılında “ Kırık Sesler” adı altında kitap hâline getirecektir. Evet; tahsili ilkokul, yaşı on sekiz ve imkânları sıfır denecek durumda bulunan bu genç insanın maksadı neydi? Bunu çok iyi düşünmek ve ders almak lâzımdır.” Geçen yıl -2011- benim de bir cephesinden el verdiğim ve Doç. Dr. Şahin Köktürk tarafından hazırlanan “Samsunlu Âşık Kemalî Bülbül Hayatı Sanatı Şiirleri” adlı 417 sayfalık kitap, bir vefa numûnesi olarak İlkadım Belediye Başkanı Necattin Demirtaş tarafından bastırılarak fikir ve edebiyat dünyâmıza kazandırılmıştır. Bunun, sâdece Samsun için değil, umûmî Türk Edebiyatı için de büyük bir hizmet olduğunu ifade etmeliyim. O; hiç durmadan yazdı. Durmadan düşündü. Yılmadan çalıştı.“ Bizimdir” başlıklı şiirinde şöyle diyor: “ Mü’minler içinse, dünya ahret; Türk’üz-Müslüman’ız, bu hak bizimdir… Kur’ân övüdüdür, ilim-basiret; Dünyada emsâlsiz, ahlâk bizimdir. (.) Kemalî, haddin ne, bol bol istersin; Ümidi Allah’a, bağlayan sersin. Bülbül mü kesildin, halka ötersin, Gökte ay-yıldızlı bayrak bizimdir!” Âşık Kemalî Bülbül; ölmeden önce, ölümü yaşayanlardandır. “ Ağlayım” başlıklı şiirinde bu hislerini şöyle ifade eder: “ Ölürsem ağlayan olur mu bilmem; Fırsat elimdeyken kendim ağlayım. Belki de kabrime uğrayan olmaz; Tutarken el ayak kendim ağlayım. (.) Bülbül’üm anlatsam, duyan irkilir; Yılların yükünü taşıyan bilir. Eşim çocuklarım gelmezse bir bir, Toprakta sinemi kendim dağlayım!” Allah ü teâlânın rahmeti seninle olsun sevgili Bülbül’üm! Mekânın cennet olsun! Duâlarımız seninledir! 15 Simav’lı Şair AsIm KIspet’İn ArdIndan Abdulkadir Güler "Ben seninle tanıdım sevda denen duyguyu Hayatımın anlamı oldun hala öylesin Bülbül boşa çekmiyor hazan denen korkuyu Döktüğü gözyaşını güllere sor söylesin " Bu dizelerin sahibi Simavlı şair Asım Kısbet idi. Ne yazık ki o 'da şimdi yok aramızda. Asım Bey, bu yalan dünyayı beğenmedi ve ayrıldı aramızdan. Hepimizin gideceği öbür âleme bizden daha önce gitti ve "elveda" dedi... Alacağın olsun Asım Bey!!... Bize haber vermeden nerelere uçup gittin? Bu nasıl bir şaka Asım Bey !!!!! Simavlı şair Asım Kısbet’i Anadolu kentlerinde düzenlenen şairler şölenlerinde gördüm ve tanıştım O'nunla tanışmamız şiir yolunda oldu... Ne yazık ki bu uçsuz, bucaksız şiir yollarında nice arkadaşımızı kaybettik. Hani Halil Soyuer, nerde Ahmet Tufan Şentürk? Ya Sadık Necati Ok? Ahmet Nadir Carer, Ahmet Kaya, Cem Karaca ve Barış Manço nerdeler? Daha yakında Kırklareli'nden bizlere selam gönderen Yaşar Faruk İnal'ın ölüm haberini duyan, bilen var mı? Ya Kerpiç Saray'ın şairi A. Rahim Balcıoğlu? O'nu da sessiz, sedasız öbür âleme gönderdik. Ya Kahramanmaraşlı şairlerin şairi "HASANA MEKTUPLARIN" sahibi A. Rahim Karakoç? " Mektup yazdım Hasan'a, Ha Hasan’a, Ha sana "diyordu imalı dizelerinde... Geçenlerde gitti de hala dönmedi... Bu satırları Simavlı şair Asım Kısbet için yazacağımı hiç tahmin etmemiştim, hatta hiç düşünmemiştim... Heyhat!!!... Yanılmıyorsam ilk olarak onu Simav’da 1998 Mayıs'ında görmüştüm. Anneler günü münasebetiyle birlikte şiirler okumuştuk. Şairler Şölenini Osman Karaaslan düzenlemişti. O günlerde Ali Abdülkerimoğlu’da vardı aramızda. Daha sonraki yıllarda Kütahya’da, Isparta'da, Bursa'da, Balıkesir’de, Aydın / Nazilli, Muğla / Bodrum'da, Didim’de, Kuşadası ve bizim Söke'de bir araya gelmiştik. Yanılmıyorsam en son olarak geçen yıl 16 -20 Kasım 2011 tarihlerinde Kırşehir'de hazırlanan 2. Uluslararası Âşık Paşa Şairler buluşmasında yine karşıma çıkmıştı. Güleç yüzüyle beni kucaklamıştı, boynuma sarılmıştı. O sıcak anları asla unutmayacağım. Nedenli sevecen, cana yakın bir insandı... Doğrusunu söylemek lazımsa Asım Kısbet öyle ahım, şahım ünlü bir şair değildi. Amma adam gibi adamdı. Üç şiir kitabını Türk edebiyatına kazandırmıştı. Yine kendisine "Ben şair değilim, bana şair filan demeyiniz, ben sadece sizleri sevdiğim için buralara geliyorum." diyordu. Yayımladığı bu şiirler kitabından dolayı böbürlenmiyordu. Sıcakkanlı idi, vefalı idi, arkadaş dostu idi. paylaşmayı severdi. Tüm etkinliliklerde sanki bir ev sahibi gibi bizlere hizmet ederdi... İnsanlara olan saygısıyla ünlenmişti... Tek kelimeyle halkın adamı ve babacandı. Bütün şölenlerde hep ev sahibi gibi görev yapıyordu. Hiç unutmuyorum, bir gün Kütahya / Domaniç'te yine beraberdik. Yatak yerimiz biraz yeterli değildi. O daha önce odasını ve yatağını bulduğu halde sonradan, arkadaşların bazıları açıkta kalınca “Arkadaşlar ben şurada, salonda şuradaki divanda kalabilirim, yatabilirim. Benim odama, yatağıma kim gelirse gelsin yerimi ona verebilirim "diyordu. Öylece paylaşması seviyordu. Onun vefat haberini bana Aydın'dan Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı şiir ve şairler dostu sevgili Şükrü Öksüz boğuk bir sesiyle haber vermişti. O'nu daha yeni kaybettik. (11 Eylül 2012) günü aramızdan ayrıldı. Yanılmıyorsam bugün (12 Eylül 2012) öyle namazından sonra Simav'da dualarla, sevenleriyle sade bir törenle sevdiklerinin ve hemşerilerinin omuzları 16 üzerinde toprağa verildiğini şair arkadaşı yine Simavlı şair Osman Karaarslan'dan öğrendik... Sevgili Osman Karaarslan'ı hemen aradım ve başsağlığı dileğinde bulundum... Başka ne yapabilirim can dostlar... Simavlı şair Asım Kısbet'in şiirlerini çeşitli sanat ve kültür dergilerinde zaman zaman okuyor ve izliyorduk. Ama daha önce de dediğim gibi, o şairden öte değerli, vefalı bir insandı. Kadirşinastı, paylaşmayı sevendi.... Daha Türkçesi insan olarak adam gibi adamdı... Kibirli, tepeden bakan değildi. Dergilerde, seçkilerde "yere bakan, yürek yakan " cinsinden değildi. Ben şahsen böyle insanları asla sevmiyorum. Onlar için asla zarar diye bir şey düşünmüyorum, lakin bahçelerinden bir çiçek bile koparmak asla istemem. Selam verir, lakin fazla da onlarla samimi olmam... Ama sevgili Asım Kısbet bu gibi adamlardan değildi... O gerçek bir Anadolu insanı idi... İşte bu satırları bunun için yazıyorum... Yayımlanan şiir kitapları "Hüzün Yağmurları ", Simavlım, " Güllere Sor Söylesin" şiir kitaplarıyla sanat ve kültür edebiyatımızda yer aldı. Yaklaşık çeyrek asır Simav Belediyesinde görev yaptı. Daha çok, aşk, sevgi, dostluk ve doğa üzerine şiirler yazıyordu. Sevgi dolu bir insandı... Şiirlerinin bir kısmı ayrıca bestelenmişti. Şair dostumuz Asım Kısbet'e Allah'tan rahmet diler, dost ve yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Onu her zaman geride kalan şiirleriyle anacağız. Mekânı cennet olsun. Sözlerimi onun zaman zaman heyecanla okuduğu " Güllere Sor Söylesin" şiirinden iki dörtlükle bağlamak istiyorum. Mekânı cennet olsun diyorum.. Tomurcuğumdun benim kıyamadım açmana Açılıp ta etrafa mis kokunu saçmana Gözümden sakınırken uzaklara kaçmana Nasıl kahrolduğumu güllere sor söylesin *** Hep dikenimi gördü o taptığım gözlerin Hiçe saydın sevgimi zehir oldu sözlerin Nevbahar olmadı mı hiç benimle güzlerin Dört mevsim kokladığım güllere sor söylesin Simavlı Şair Asım KISBET 17 ...Gül yüzlüm.. Yürekleri çekilen çilenin Harıyla yanan cana canlara........ ANLATAMADIK GÜL YÜZLÜM Gül yüzlüm Esir eder'dik Gözyaşlarımıza Tüm yalnızlığıyla geceleri Aldırmazdık Yaralı gönüllerimize Batan pıtrak dikenlerine Ama yine çözemedik Düşlerimize vurulan prangaları Ardımıza takar gelirdik Umutlarımızı yitirmemek için Yağmur bulutlarını Nadasına bırakılan tarlada Boy atan ayrık otları arasında Unutulan vuslatın Bir gün düş değil Gerçek olacağını Anlatamadık gül yüzlüm Anlatamadık............. Asım KİSBET Gülyüzlüm Sendeki sevgi Bendeki sabır Düşlerimize vurulan Prangaları çözmeye Yetmedi gülyüzlüm Tozpembeydi rüyalarımız Yaşamın tutsak edildiği Zaman boşluğunda Nice hicranlı günlere Göğüs gerdiğimizde Bedenlerimiz titrerdi Umutlarımız pamuk tarlasında Amansız esen rüzgârın önünde Çilesini doldururdu 18 Dedemi Ninemden Sordum Dedemi düşündüm şöyle kafamca Kafkas cephesinde öldü dediler Evlenmiş miydi ya büyük amca O da Balkanlarda kaldı dediler... Ninemi okşadım anlat be nine Kaç sene yaşadın sen dedem ile Doymadım torunum gençlik demine Bu, şehit karısı oldu dediler... Aklında kaldıysa tarif et dedim Gözleri yaşardı durdu bekledim Burma bıyıklıydı ceylan Mehmedim Bayıldı, sarası geldi dediler... Mehmet,Mehmet diyerek sayıklıyordu Gelecek sanarak yol bekliyordu Annem yanağına su serpiyordu Dokunma, uyusun daldı dediler... Zaten ulaşmıştı yaş ta yetmişe Elli yıllık dulmuş bakın şu işe Dedeme sadakat ahdi vermişe Gülü gonca iken soldu dediler... Kemali Bülbül’üm hilafım yoktur Memleketimde böyle nineler çoktur Vatan için ölmek bir emri haktır Şehitler semaya doldu dediler... Âşık Kemalî Bülbül 19 Bekir Altındal POSTACI ÖMER EMMİ Her gün şehit haberleriyle kahrolduğumuz günlerden dünün gecesinde Nurhan Buhan Girgeç kardeşimizin Face’deki yazısından öğrendik Sevgili Postacı Ömer (Altınsoy) Emmi’mizin vefatını… Bundan on yıl kadar önce: Şeyhahmet Çamlığı’ndaki salın_ cakla ilgili yazdığı: Elli iki yaşında salıncak Bu kadar olur ancak Yaş oldu elli iki Çocuk olduk belli ki Bir ömür böyle geçti Sayarken bir iki Dünyada bir oyuncak Hayatta bir salıncak Yüz yıl yaşanır ancak İnsan öyle fani ki Ömer’im oyun aklıma geldi Ölüm aklıma gelmez Bir gün mezar taşıma Yazılır Hüvelbaki Mısralarıyla tanıdım kendisini. … Çocukluğumuzun en güzel şarkı_ larından biridir: Bak Postacı Geliyor Selam veriyor Herkes ona bakıyor Merak ediyor Diye başlayan, “Yarın yine Gelirim” 20 sevinçli haberlere muhatabıyla sevinir. yine İşte Zile’nin vefakâr ve cefakâr postacılardan birisiydi Emekli Postacı Ömer Emmi. Yani bizden biriydi… … Diye devam eden şarkıdaki gibi, genç yaşında başladığı postacılıkta, önce yıllarca atlı postacı olarak köy yollarında, sonra da Zile’nin eski Arnavut kaldırımlı sokaklarında yazın sıcağında, kışın yağmur, çamur, kar ve tipisinde, hep aynı saatlerde görevinin başında bizler için çalıştı. Çocukluğumuzda, bizlere mektup gelmeyeceğini bilsek de yine de bizi heyecanlandıran fedakâr postacılarımız, ailemizden, çıkmaz aralığımızdan, sokağımızdan, mahallemizden biriydi sanki. Gerek köylerde gerekse şehirde okuma yazma oranının çok düşük olduğu 1950’li, 1960’lı yıllar. Postacılar, getirdiği telgraf, mektup, para kâğıdını evlere, analara, dedelere, babalara teslim eder. Ancak pek çoğunun okuma yazması yoktur. Telgrafı da mektubu da, asker mektubunu da, para kâğıdını da, göndereni de yine rica üzerine onlar okur erinmeden, üşenmeden, gocunmadan. Mektupta telgrafta yazan acı haberlere muhatabıyla birlikte üzülür, iyi ve Zile ile ilgili kitap çalışma ve araştırmalarımıza devam ettiğimiz 2000’li yılların başlarında bazı dostlarımızın tanışmamızı istemesinin ardından birkaç kere bir yerlerde sohbetimiz oldu. Bu sohbetler sırasında yukarıdaki şiirinin hikâyesini, Torun Ömer’i Şeyhahmet’teki salıncağı, bu salıncak bağlamında hayatın hem önemini hem de faniliğini bir arada anlattı bizlere. Evine gittim bir yaz tatilinde, düğün, nişan, sünnet davetiyelerinden koleksiyonunu, şiirlerini kaydettiği defterini, anılarını, hatıralarını açtı o gün nur yüzü ile. Daha sonraları her yaz tatilinde Postacı Ömer Emmi’yi arar olduk. Yine bir yaz birlikte Asri Mezarlık’ta, Turhal yolundaki Erenler Mezarlığı’nda eski yazılı, tarihi değeri ve özelliği 21 olan mezar taşlarını ortaya çıkarmaya, fotoğraflamaya çalıştık. Seyyid Derviş’in Yatırlar Destanı’ndan üç yüz sene sonra yazdığı Zile Evliyaları şiirindeki evliyaların mezarlarını dolaştık. Emeğini esirgemedi Zile için. Daha sonra da aynı işlemi mezar taşlarını otların arasında su ile temizleyerek Sevgili Hocam Bekir Aksoy ile tamamladık. Tokat Alperenleri kitabının yazarı sevgili arkadaşım Mehmet Emin Ulu’nun Zile ve köylerindeki çalışmalarında yanında hep Postacı Ömer Emmi oldu. Zaman içinde bize verdiği “Yaş Elli İki, Zile Evliyaları, Zile, Zile’nin, Eski Panayır isimli şiirlerini Cumhuriyet Dönemi Zile isimli kitabımızı çıkaramadığımız için yayınlayamadık. Ancak Sevgili Mehmet Yardımcı Hocamızın çıkardığı Zile Şiirleri kitabına göndererek yayınlanmasına vesile olduk. büyüklerimizi ziyarette hatırlarını sormada gevşek davranıyoruz. Sonra da iş işten geçiyor… 2009 yılı Kasım ayında TRT Avaz Kanalı’nın “Anadolu’nun Sıcak Yüzleri” programı için Sevgili Necmettin Eryılmaz’ın haber vermesi üzerine Zile’ye çekimler için gittiğimizde, program akışı içinde Postacı Ömer Emmi’yi de en başta düşündük. Emeğini esirgemedi. O programda bize Recai Ataolur’un “Semaver Destanı’nı def eşliğinde nefis bir şekilde seslendirdi. Bize zaman içinde anlattığı bazı menkıbeleri, önemli anekdotları ajandamızda halen durmakta. Yeri geldiğinde yayınlayacağız. Hiçbir zaman emeğini esirgemedi. İlerlemiş yaşına rağmen samimi inanç sahibi, enerji dolu idi. Geçen yazın Zile’ye gitmemde Sevgili Necmettin’e sorduğumda hasta ve İzmit’te olduğunu söylemişti. Görmek istedi isek de nasip olmadı. İhmal mi? Hayatın baş döndürücü koşuşturmacası mı? Ne derseniz deyin dostlarımızı, Etti rıhlet eyleyip azm-i bekâ Menzîlin Firdevs ede Bâri Hüdâ (Bulunduğu yerden göç etmeye karar verdi. En güzel şekilde yaradan Allah konak yerini cennet etsin) Külli Şey’in hâlikün hükmü erip İrci’i emrine etti iktidâ Dün gençliğinde, postacılık görevinde, çocukluğumuzda, delikanlılığımızda beklediğimiz acı tatlı haberleri, telgrafları, mektupları “Bak postacı geliyor” isimli çocuk şarkısıyla hafızamıza kazınmış bir şekilde getiren Emekli Postacı Ömer Emmi’nin 78 yaşında ebediyete intikal ettiği haberini bize, günümüzün postacısı internet denen çağın teknolojisi dün gece saniyede bütün dostlarına sevenlerine duyurdu. Samimi bir Zile sevdalısı, şair bir şahsiyet olarak hafızalarımızda yaşatacağız ömrümüz oldukça. Yozgatlı Hüzni’nin, Zileli Bayramoğlu Hacı Halil’in vefatında yazdığı şiirinin: 22 (Hüküm O’nundur ve nihayet O’na döndürüleceksiniz” kararına erip Geri dönme emrine uydu) İki mısrasını burada Postacı Ömer Emmi için de vererek Yüce Mevlâ’dan, mekânını cennet eylesin temennimizle noktalıyoruz yazımızı… ÖMÜR TRENİ Uzun, kara bir katar Altmış vagonlu kadar Büyük bir hızla akar Geçti ömür treni Yüce dağları aştı Nice tünelden geçti Sonunda düze erdi Geçti ömür treni Çok hızlı gidiyordu Makinistini yordu Şimdiyse artık durdu Geçti ömür treni Artık gelmez islimi Düşünüyor teslimi As duvara resmini Geçti ömür treni Nice yolcular bindi Nice yolcular indi Düşün, son inen kimdi Geçti ömür treni Rengi sarardı soldu Şimdi miadı doldu Artık müzelik oldu Göçtü ömür treni 23 Prof.Dr. İfrat Aliyeva Bakı Devlet Üniversitesi, Çağdaş Azerbaycan Bölümü,Öğretim Üyesi, Bakı, Azerbaycan Edebiyatı AZERBAYCAN’IN ÜNLÜ ŞAİRİ ZELİMHAN YAGUB’UN YARATICILIĞINDA KARABAĞ KONUSU 1980. yıllarda Azerbaycan adlı güzel bir diyarın başı üzerinde kara bulutlar dolanmaya başlar. Senelerce susturulmuş Azerbaycan gerçeği bütün açıklığı ile yüze çıkıyor. Nankör komşumuz Ermeniler eski düşmanlıklarını yeniden ortaya koyar. Onlar Azerbaycan’ın yeraltı, yerüstü servetini elinden çıkarmak istemeyen Ruslarla birleşerek Karabağ’ı hıyanet yoluyla işkâl ederler. Azerbaycan nüfusunun her yedi insanından birinin talihine göçkünlük düşer. Şiirlerinde Azerbaycan’ın sevincini, güzel günlerini dile getiren ünlü şair Zelimhan Yagub’un şiirleri yerini dert, kedere bırakır. Şiirler tümüyle mateme bürünür. Şair şiirlerinde Azerbaycan’ın bugünkü tarihi faciasının köklerini bulmaya çalışıyor, o bu facianın nedenlerini cevap veriyor, öğrenmeye çalışıyor. Z. Yagub bu işte olanlara sorular soruyor. Ama suçlular şairin bu önemli soruları karşısında dilsizleşiyorlar, ne deyeceklerini, kendilerini nasıl savunacaklarını bilmiyorlar. Şair sorulara kendisi cevap veriyor. Diyor ki, “bu uğursuzluğun nedeni güçte, kuvvette, kılıçta değil, hilekârlıktadır” (1) Bu gerçeği anlayan şair “demirden çarık giyiyor, demir asa alarak tarihe seyahate çıkıyor. Mevlana’nın 24 dediği gibi, “Hangi makama çıktımsa karşımda Türkmen hocası Yunus Emre’yi buldum”.(2). Z. Yagub, Yunus’un yolundan gidiyor. Zamanın ve tarihin zorlu sorularına cevapları da Y.Emre helâlığında, Y.Emre felsefesinde arıyor, buluyor. Diyor ki, “Milli değerlerin ebediliğini, onların baba, ecdat, Yesevî, Yunus kökenini, başlangıcını “Yunus Emre destanı”nda Z.Yagub yeniden hatırlatır, ananelerin diriliği, ideasını övüyor” (3). Azerbaycan halkının 20.yüzyılın sonlarında başına gelen felaket, Karabağ Savaşı ile ortaya çıkıyor. Yurttaşlarımızın bin bir belaya düçar olmaları şair Z. Yagub’un yaratıcılığında kaleme alınıyor. 80. yılların sonu ile 90. yıllarda Azerbaycan’ın hayatında öyle önemli içtimai, siyasi, milli, manevi ve psikolojik olaylar yoktur ki, Z.Yagub’un eserlerinde ifade edilmesin. Özellikle, 1990. yılarının 20 Ocağında olayı Z.Yagub kalemiyle okuyuculara takdim etmiştir. Şair, üç renkli Azerbaycan bayrağını alarak Şehitler Hıyabanı’na gidiyor: Bu gün kara giyinmişim, kara günümdür benim, Dünyayı yerinden oynatır ahım, ünüm benim. Şehitler Hıyabanı kıblem, yönümdür benim, Kendi derdimi çekmesem, özgeler derde kalmaz. (4) Şairin gazabı yeri, göğü inletir, o suçluları itham ediyor: Hain belli, tarih şahit, amaç aydın, fikir kati, Zaman özü hâkim olar, bağışlamaz hıyaneti. Yüz perdele, yüz sıva, örtmek olmaz cinayeti, Hakk haksızlığın ağasıdır, şehitler yatan yerde Z.Yagub 90. yıllarda şiirlerinde sevgi, doğa, vatan konusu, yerini siyasi konulara bırakır. Şairin 90. yıllarda basılmış “Ziyaretin Kabul Olunsun” (1991), “Şair Hayatı” (1995), “Bir Eli Toprakta, Bir Eli Hakta” (1997) kitaplarındaki şiirlerde içtimai, siyasi mazmun daha güçlüdür. Z.Yagub, kendi manevi dünyasına, hisler ve duygular âlemine kapılır. Duygusal problemlerini, dertlerini, ağrı ve acılarını şiirleriyle dile getirir. O, bu derdi yana yana yaşıyor, lakin bu dertler şairin iyimser ruhunu kıramıyor. Z.Yagub derdin gözüne dik bakıyor: Vatan, bir de başın üste kara bayrak takılmasın, Dedem Korkut bayrak olsun, kara dağın yıkılmasın. Şehitleri veren halkım, koy yüreğim sıkılmasın, Şehidi olmayan toprak kalır ayaklar altında (5) Bu dert, gam içerisinde Z.Yagub hakikatin zaferle sonuçlanacağına inanıyor: Ordusunda alay-alay kurşun olsa da, Her kuruşunun bir alıcı kuşun olsa da, Şerrin sesi karışamaz hakkın sesine, İnanırım hakikatin tantanasına. (6 ) Bu sayısız, hesapsız dertlerin içinde kavrulan şairin yarına, geleceğe umudu yok olmuyor, doğma halka, ana diline olan sevgisi daha da derinleştiriyor: “Enelhak bayraklı, “hayret” im Mısırı kılıcım tek keserli dilim. Naralı, lehçeli sesli, sedalı, Şiirli, şarkılı, eserli, dilim. Z.Yagub, yıllar geçtikçe kalemine daha fazla ilhamla sarılır, yaranmış durumda yaratıcılığını savaşa, masasını sengere, kalemini silaha çevirir, kendisini er sayıyor: Kalem silah, masa senger, ben er, İnanmışım, inanıyorum kaleme. Dosta mektup, yara yazı talihim, Ağ kâğıda kara yazı talihim. Bu yolların kar ayazı talihim, İnanmışım, inanıyorum kaleme (7) Z.Yagub’un şiirlerinde olduğu gibi, mesnevilerinde de keder vardır. “Göyçe Derdi”, “İnsan” v.s… Mesnevilerinde kayıp edilen yerlerin talihine, halkımızın kederli tarihi talihine kalben 25 yanıp-yakılan şairin yürek acıları şöyle ifade edilmiştir: Bana neler vermedi asrın en son yılları, Gözüme yaşı, saçıma karı verdi. Her köye, her şehre bir şehit mezarlığı, Her eve, her ocağa şehit mezarı verdi. Tarih bana ne verdi; -Ağrı, işkence, kazap. Kanın sellere döndü, elden Hocalı gitti, Şuşa elden gidende uzun dilim kısa Sözümün, sohbetimin şerbeti, tadı gitti (8) “Şair Harayı” mesnevisinde şairin de yarasına tuz basılmış, göğsüne köz basılmış, ulu bir memleketin zorlu ağrıları, kara bulutlar oynaşan, toprağı düşman tapdağında kalan, çölleri şehit kanından renk alan, deniz gibi kabarıp çekilen, yayık gibi çalkanan, hala da yağ üste çıkıp, ayranı ayran olmayan, ölüm kalım arasında çırpınan, dâhilden parçalanan, kenardan sökülen Azerbaycan’ın talihi hakkında duygu yüklü, dumanlı-gümanlı düşünceler, itiraflar, ağrı, azap bu eserde dikkatimizi çekmektedir. (9) Bu gece rüyama girmişti Şuşa,* Cabbar* ağlıyordu, Han* ağlıyordu. Dönmüştü kanadı kırılmış kuşa, Karabağ baştanbaşa kan ağlıyordu. Tarihi hıyanetliklerin sarsıntılarını şair kendi varlığı, kalbi ile yaşıyor, eli dünyadan yüzülen şair kendini suçluyor: Bu ne tür kalemdi Laçın* elden gidende, Yıldırıma çevrilip, alışmadı, sönmedi, Kırılanda Hocalı, verilende Yağıların başında şimşeklere dönmedi. (10) Bu ümitsizlik geçicidir. Birbirini takip eden tarihi olaylara, yaralara bakmayarak şairin lirik kahramanı kendinde kuvvet buluyor, onun büyük ve sarsılmaz zafer azmi i her zamanki gibi yücedir. Şairin fikrince, halkın bu zorlu gününde onun evlatları silaha sarılmalı, mısraları, sözleri silaha, mermiye dönüp savaşa gitmeli, şairler halkı ruhlandırmalı, seferber etmelidir: Hakkın var baş olup başta durmağa, Kaldır memleketi ayağa şiirim. Mısralar meydanda mermiye dönsün, Kelimeler kurşuna, tarağa şiirim. Şimdiden iyice hesabını çek, Yerimiz, yurdumuz bilinmeyecek, Lekemiz tarihten silinmeyecek.(11) Hakk’a doğru giden yolda insanın dâhilindeki manevi çağırış şairi öyle bir doruğa götürür ki, bu noktada insanın “Bir eli toprakta, bir eli hakta” kalıyor. Şair daima yollardadır. Bir ayağı İstanbul’da, bir ayağında Tebriz, Tahran, Mekke, Medine, Pekin, Şangay’dadır. Z. Yagub, gittiği ülkelerde Azerbaycan’ı hakk sesini dünyaya duyurmaya çalışıyor. Onun şiirlerinden doğduğu vatan toprağı güzel Borçalı boylanır, bu şiirlerde Batı Azerbaycan’ın en füsunkâr bölgesi Göyce’nin hüznü, kederi görünür. Bu şiirlerde düşman elinde olan Şuşa kanlı gözyaşı döküyor, Laçın, Kelbecer haray koparır, Hocalı’nın ahnalesinden gökteki kuşlar kanat salıyor. Z. Yagub, Karabağ adlı vatan derdini yüreğinin kanıyla mısralara döküyor. Karabağ azat olmayınca şaire rahatlık yoktur. Deha sanatkâr Mehmet Aras’ın dediği gibi, bir gün uyumuş volkan püskürecek, Karabağ düşman zulmünden azat olacak. O gün çok yakındadır. *Şuşa: Karabağ’ın Başkenti, *Cabbar, Han: Karabağ’ın dünyaca ünlü sanatçıları *Laçın: Karabağ’ın en eski, güzel kentlerinden biridir, Ermenistan’la Karabag’ın sınırında yerleşmiştir. Kaynakça: 1. Zelimhan, Yagub (1995), Şair Harayı, Bakı, s.476 A.G.E. s.476 A.G.E. s.477 Zelimhan, Yagub (1995), Ziyaretin Kabul Olunsun, Bakı, s.6 Zelimhan, Yagub (1995), Ziyaretin Kabul Olunsun, Bakı, s.16 A.G.E. s.23 A.G.E. s.58 A.G.E. s.15 Zelimhan, Yagub (1995), Şair Harayı, Bakı, s.3 A.G.E. s.75 A.G.E. s.55 26 Dr. Tayfun ATMACA AHISKA TÜRKLERİ’NİN TARİHİ VE KIRGIZİSTAN’DA YAŞAYAN AHISKALILARIN PROBLEMLERİ Atabeyler Ailesinden olan sonuncu Ahıska Paşalarından Server Bey. (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.) 27 Bugün dünyada Türk kültürü ile ilgili bir araştırma yapmak istesek, pek çok değişken içinde belirli bir eleme yaparak bu durumu değerlendirmemiz gerekir. Çünkü modern araştırmacılar bile Türk kültürü ile ilgili araştırmaların başlangıcı konusunda farklı düşünceler ileri sürmektedirler. Bu araştırmacıların bazıları; Türk kültür tarihini ağırlıklı olarak yerleşik yaşama geçmiş imparatorluklarla başlatırlar. Göktürkler her ne kadar başlangıç noktası olarak kabul görse de, asıl kayda değer ve araştırmacıların ilgisini çeken kültür sahası Uygur Türklerinin o dönemde oluşturdukları büyük medeniyettir. Yerleşik hayata geçişle beraber medeniyet alanında meydana gelen gelişmeler kültürel gelişimi hızlandırmıştır. Akademisyenlerin bu yaklaşımında haklılık payı da yok değildir, çünkü yerleşik yaşamın getirdiği kolaylıklarla birlikte mimari gibi maddi değerlerin yanı sıra manevi açıdan da büyük bir zenginlik elde edilmiştir. Ortaçağ boyunca bu zenginliğin artarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Ticaret ve şehircilik bu gelişmenin uzun asırlar boyunca gelişmesini sağlamış ve çevresindeki kültürleri de etkileyerek, o medeniyetler üzerinde de kalıcı izler bırakmıştır. Ancak bazı akademisyenler ise, Türk kültür tarihini çok daha öncelere götürürler. Eğer bir topluma has yaşam şeklinin oluşabilmesi için binlerce yıl gerektiğini göz önüne alırsak bunda haksız da sayılmazlar. Bu yüzden bazı akademisyenler geçmişimizi ilk imparatorluk olan Hunlarla Ahıska-Adıgül Folklor Grubu (1920). (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.) 28 başlatırlarken (Diyarbekirli, 1970), bazıları bunu kuzey Asya’da ilk kültür oluşumlarından olan Andronovo’ya kadar götürmektedirler. (Ögel, 1991, 7) Gerçekten de bozkır tarihinin önemli bir bölümünü Türk soylu halkların yarattığı siyasi oluşumlarla değerlendirilebiliriz. Moğolistan’dan, Macaristan içlerine kadar uzanan Avrasya bozkır kuşağında, adı bilinen ilk Türk topluluğu Kimmerlerdir. (Tahran, 1970, 24) M. Ö. 1200’lerin başında güney Sibirya’dan başlattıkları bir göç, tarihin Avrasya için kayıt ettiği ilk büyük göç dalgasıdır ve bugün Kafkaslar olarak bilinen dağ silsilesine kadar ulaşmıştır. İşte o günden beri Orta Asya ile Anadolu arasındaki ilişkiler sadece ticari değil, demografik olarak da sürekli bir şekilde devam etmiştir. Bugün pek çok akademisyen, Türklerin Doğu Anadolu ile ilişkilerinin bilinenden çok daha önceye ait olduğu yönünde arkeolojik bulgular ileriye sürmek_ tedirler. Anadolu ve Orta Asya ile olan ilişkiler binlerce yıllık bir süre içinde şekillenmiştir. Göçler bazen Asya’dan Anadolu’ya olmuş, bazen de Anadolu’dan Asya’ya doğru yaşanmıştır. Bu göçlerin temelinde farklı nedenler yatmaktadır. Çoğunlukla siyasi kararların neden olduğunu söyleyebiliriz. Bu çalışma, Anadolu’dan Asya’ya yaşanan bir göç sonucu oluşmuş ve kısmen izole kalmış bir toplumun sosyal değerleri üzerine yoğunlaşmıştır. 1944 yılında anavatanlarından politik bir karar sonucu sökülerek Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e yerleştirilen Ahıskalıların sosyal durumları ve içinde bulundukları problemler incelenmiştir. Maddi ve manevi olarak anavatanlarından koparılmış bu topluluğun gittikleri yerlerde sürdürdükleri yaşam mücadelesi, sosyal açıdan Ahıskalılara her ne kadar bir takım zorluklar yaşatsa da Ahıskalılar benliklerini yitirmeme konusunda oldukça sağlam bir duruş sergileyerek Sosyal ve kültürel değerlerini gerek Sovyetler gerekse Kırgızistan’ın bağımsızlığı döneminde korumaya ve Ahıskalı Gelin.(19.yy) (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.) sürdürmeye devam etmişlerdir. Dolayısıyla araştırmanın ilerleyen bölümlerinde Ahıskalıların Sovyet coğrafyasının dört bir yanına serpiştirildikleri düşünüldüğünde 20. yüzyılda yaşanan bu toplu sürgünün ortaya çıkardığı problemleri görmemizi kolaylaştıracaktır. Başlangıcından I. Dünya Savaşı Sonuna Kadar Bugün Ahıska Türkleri neredeyse Dünya’nın hemen her tarafına dağılmış durumdadır. Ancak Ahıskalıların ana vatanları, Gürcistan ve Türkiye sınırları 29 arasına kalan bölgedir. Ardahan’a bağlı Posof’a oldukça yakın bir bölgede, Türkgözü sınır kapısından 15 km. doğuda kalır. Bu sınır tam olarak Kura ve Aras ırmakları ile Hazar ve Karadeniz arasında kalan bölgedir, Çıldır-Ahıska bölgesi olarak da bilinir. Bölgenin Türklerle meskûn olması yukarıda belirtildiği gibi oldukça eski dönemlere kadar gider. Ancak Oğuzların bu bölgelere gelmeleri Büyük Selçuklu imparatorluğu zamanına rastlar. Bölge Anadolu Selçukluları döneminde görece huzurlu bir dönem geçirir. Artuklular zamanında geniş bayındırlık faaliyetlerinden yararlanmıştır. Bölgenin jeo-politik yapısı nedeniyle, tarihin en erken devirlerinden itibaren büyük imparatorlukların dikkatini çekmiştir. Van şehrini merkez edinmiş Urartu kralları, daha M. Ö. 9. yy. da ülkenin kuzeyden gelebilecek akınlara açık olduğunu fark ettikleri için Kafkaslarda devamlı asker konuşlandırmışlar, belirli aralıklarda inşa ettikleri kalelerle güvenliği ön planda tutmuşlardır. Keza Pers kralı Darius, İskit ve Grek dünyasına yaptığı seferlere çıkmadan önce Kafkasları kontrol altına almayı planlamıştı. Ancak, bölgenin jeopolitik yapısı aynı zamanda doğu ve batıda (hatta kuzeyde) kurulan büyük imparatorlukların uzun süreli anlaşmazlıklarının da acısını yaşamıştır. Osmanlıların bölgeyi fethetmesi, Safevilerle giriştikleri uzun süreli mücadeleler sonucunda olmuştur. Daha 1508 yılında Yavuz Selim, Trabzon’da Şehzadelik yaparken, Ahıska bölgesi üzerine yürümüş ve bölgeyi Safevilerden almıştır. Ancak, ölümünden kısa bir süre sonra Safeviler bölgede yine söz sahibi olmayı başarmışlardır. (Ababay, 1987, 70-75) Sultan Süleyman, döneminde de Ahıska bölgesi bazen Safeviler tarafında, bazen de Osmanlılar tarafında yer almıştır. 16. yy. ın ortalarından sonlarına kadar devam eden bu süreç, ince politikaların üretildiği, politik başarı ve başarısızlıkların gözlemlendiği, bölgede söz sahibi olan yerli beylerin devamlı taraf değiştirdiği bir döneme işaret eder. Bölge nihayet 1578 yılında Osmanlıların idaresine girer ve Eyalet haline getirilir, Ahıska’ya da bir sancak verilir. (Kırzıoğlu, 1976, 294– 295). Ancak, bu dönemden sonra bölgede bir barış dönemi yaşanacağı beklenirken, Rusların Kafkaslarla ilgilenmeye başlamaları dengelerin yenibaştan belirlenmesini gerektirecektir. (Bayraktar, 2001, 32-33). Bölge 17. ve 18. yy. lar boyunca ağırlıklı olarak Osmanlı-Rus çekişmesine sahne olacaktır. Bu dönemde Osmanlılar İran üzerinde kesin bir hâkimiyet kurmuşlardı. Osmanlılar, döneminde her ne kadar Dünya’nın en güçlü askeri gücü Ömer Faik Nemanzade ve ailesi.(Yazar, Nasraddin Hoca Dergisinin Baş Yazarı) (1926) (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.) 30 olsa ve kendilerine denk olarak değil Rusya başka hiçbir ülke olmasa da, güney topraklarındaki bu gelişmeler Rus Çarlığını rahatsız ediyordu ve Rusları gizli ittifak arayışlarına itiyordu. Rusların bu yolda yaptıkları yatırımlar 19. yy. başlarında kendilerine geri dönmeye başlar ve 1806-1810 yılları arasında Kafkas sıra dağlarının güneyine kadar inmeyi başarırlar. (Gökçe, 1979, 200- 203) (Danişment, 1971, 64-101). 19. yy. boyunca her iki ülke arasında karşılıklı galibiyetler ve mağlubiyetler olsa da Dünyanın batı tarafında yaşanan olaylar, Osmanlı devletini her bakımdan sıkıntıya sokacak şekilde gelişiyordu. Bu yüzden Osmanlılar, Kafkaslara gerektiği önemi verememiştir, bu da buradaki kazanımların ağırlıklı olarak Rus hanesine yazılmasına neden olmuştur. 20. yy. ın başında yaşanan I.Dünya savaşından Osmanlıların yenik çıkması da, Kafkaslar üzerinde söz sahibi olmasını engellemiştir. Ancak modern Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile iki yüzyıl boyunca kaybedilen toprak ve itibarın tekrar geri alınması mümkün olmuştur. Atatürk, Anadolu’nun hinterlandı durumundaki Kafkasların önemini çok iyi bildiğinden Nahçıvan konusunda, o günün Dünya devlerinden biri olan Sovyetler Birliği ile kapalı kapılar arkasında bir pazarlık yapmıştır ve “garantörlük” hakkı kazanmıştır. Bugün bu pazarlığın ne kadar önemli olduğunu değişen Dünya şartları bir kere daha kanıtlamıştır. Eğer Atatürk’ten sonra dış politikada biraz ileriyi görebilseydik, ihtimalle aynı kanı taşıdığımız, Ahıskalı kardeşlerimizin başına insanlık dramı gelmeyebilirdi. Bölge şu anda bile Rusya, Avrupa Birliği ve Amerika gibi dünya ülkelerinin ilgilendiği bir coğrafyadır ve dünyanın enerji yollarının kalbinde bulunmaktadır. Bölgede söz sahibi olan ülkeler enerjiyi kontrol altına alacaklar, dolayısıyla da gücü ellerinde tutacaklardır. II. Dünya Savaşına Kadar Ahıska ve Ahıskalılar I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlıların Kafkaslarda belirli bir başarıya imza atamamaları ve hatta bu savaştan yenik çıkmaları buradaki gelişmelerin Rusların inisiyatifinde şekillenmesine neden olmuştur. Ancak, Kafkasya da bulunan ve çoğu Türk / Müslüman olan halklar kendi çabaları ile bir birlik oluşturma yoluna gitmişlerdir. 1905 yılında Ahıska’da, Posoflu Yusuf Zülali Efendi Cemiyeti kurulmuş, 1913 de Kars’ta Hilali Ahmer Cemiyeti kurulmuştur. (Bayraktar, 2001, 59-60). Tabii bölgede yaşanan bu gelişmeler ve I. Dünya Savaşının kapıya dayanması, Rus Çarlığının burada 31 yaşanan hareketleri şiddetle bastırması anlamına geliyordu. Nihayet 1917 yılına gelindiğinde, Komünistler Rusya’da idareyi eline geçireceklerdi ancak bu yeni durum Rusların Kafkaslar üzerindeki düşüncelerini değiştirmedi, ancak Osmanlıların bölgede biraz daha söz sahibi olmalarını sağladı. Örneğin Ahıskalıların bu yeni düzende açıkça Osmanlıların yanında yer almak istediklerini belirtmeleri, bir Ahıska-Gürcü çatışmasını tetiklemiş, bu durumda Enver Paşa’nın emri ile birkaç Osmanlı birliği Ahıska-Ahılkelek halkına katılmış, Müslüman halka da silah dağıtılmıştır. Üstelik Gürcistan’a, Ahıska’dan derhal çekilmesi gerektiği yönünde bir de Nota verilmiştir. (Arslan, 1999, 99– 101). Yeni kurulmuş Sovyetler Birliği’nin bu duruma doğrudan müdahale edememesi, Gürcistan’ın da Osmanlılarla savaşacak güçte olmaması nedeniyle, Ahıska Osmanlı devleti sınırlarına dâhil edildi, üstelik İstanbul tarafından Batum, Kars ve Ardahan ile birlikte yeniden yapılandırılmaya başlandı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken I. Dünya savaşının devam etmesi, üstelik Osmanlının aleyhine sonuçlanması, Türk asker ve memurlarının bu bölgelerden çekilmesini zorunlu kılmıştır. Osmanlı askerlerinin bölgeden çekilmeleri ile Gürcüler bu toprakları tekrar işgal etmişlerdir. Bölge halkı, Osmanlılardan aldıkları kısıtlı yardımlarla her ne kadar kendilerince bu işgale karşı koymaya çalışsalar ve bir miktar başarıya ulaşsalar da, İngilizlerin direnişi örgütleyen Cenub-i Garbi Kafkas Hükümetini lağvetmesi sebebi ile Ahıska bir süre sonra Gürcistan’a bağlanmaktan kurtulamadı. (Arslan, 1999, 109-110). I. Dünya savaşının sona ermesiyle kurulan Modern Türkiye Cumhuriyeti de Ahıska’nın Gürcistan’a bağlanmasını 16 Mart 1921 yılında Moskova anlaşması ile kabul etmesi, 1828 yılından beri Türk-Rus çekişmesine sahne olan bölgede yaşanan gelişmelerin Türklerin aleyhine sonuçlanmasıyla son bulmuştur. II. Dünya Savaşından Günümüze Kadar Ahıska ve Ahıskalılar 1930’ların sonuna gelindiğinde, dünya yeniden şekillenmeye başlamıştı. Hitler idaresindeki Almanya, kıtanın içindeki sıkışık durumundan kurtulmak ve kendine dünyada bir yer açmak çabası içine girdi. Bunu gerçekleştirmek için de önünde iki büyük engel görüyordu. Bu engellerden ilki, dünyada büyük bir sömürge imparatorluğu kurarak zenginleşen İngiltere ve yer altı zenginlikleri açısından oldukça zengin durumdaki Sovyetler Birliği. Her iki imparatorluğun da pek çok etnik yapıdan meydana gelmesi, Almanların bu konu üzerine yoğunlaşmalarına neden oldu. Almanlar, Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan Kafkaslarla özellikle iki sebepten ötürü ilgileniyorlardı. İlki, mistik bir yön olan Kafkasların Almanların asıl yurtları olduğu düşüncesiydi. İkinci ve daha önemli olan nokta ise bölgenin sınırsız toprak altı zenginliğinin, özellikle de petrol rezervlerinin çokluğuydu. Ancak I. Dünya savaşından itibaren Sovyetler Birliği de, bölgenin siyasi yapılanması ile ilgilenmiş, bazı bayındırlık işleri ile uğraşmış, halka Komünist bakış açısı kazandırabilmek için türlü propaganda hareketlerine girişmiştir. (Zeyrek, 2001, 4447). Ancak Sovyetler Birliği döneminde de Ahıskalılara olan bakış açısı değişmemiş, tüm toplum potansiyel bir problem kaynağı olarak görülmüştür. Örneğin II. Dünya savaşına kadar askere alınmamışlar, 1944 Ekiminde de düşmanla (ve Türkiye ile) işbirliği yaptıkları gerekçesi ile Stalin tarafından Orta Asya (Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan) ve Sibirya’ya kadar sürülmüşlerdir. (Zeyrek, 2001, 53–58). Bütün bir yerleşim birimlerinin bir günde boşaltıldığı bugün hala anlatılmaktadır. O günkü Sovyet yasalarına göre 32 Ahıskalıların hiçbiri 1956 yılına kadar sürgünde yerleştirildikleri köylerden dışarı çıkamamışlardır, bir toplama kampı mantığında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Aynı yıl 1944 yılında beraber sürgün edildikleri Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş ve Kalmuk gibi diğer Kafkas halkları memleketlerine dönme izni almalarına rağmen, Ahıskalılar ve Kırım Türklerine bu izin verilmemiş, üstelik vatanlarını ziyaret etmeleri dahi yasaklanmıştır. 1956 da alınan bu karar Ahıska Türklerinin “sürgün” hayatının bitmediği anlamına geliyordu. Yüzyıllar belki de binlerce yıldır oturdukları topraklardan sökülen bu insanlar için zorluklarla dolu, sonu ve bir hedefi olmayan bir hayat devam ediyordu. 1950’li yıllar boyunca Moskova’ya gidip-gelen Ahıska ileri gelenleri, sadece “Azerbaycan’da oturabilme” izin alma başarısı gösterdiler. 1960’lar boyunca yapılan gösteriler ve girişimler de bir sonuç getirmedi. 1970 yılına gelindiğinde Ahıskalılar artık tek başlarına olduklarını biliyorlardı. Dünya, her şeyi bilmesine rağmen hiçbir şekilde olan bitenlere tepki vermiyordu. Ancak, Brejnev dönemindeki kısmi iyileştirmenin Ahıskalılar üzerindeki baskıları azalttığını ifade edebiliriz. Sovyetler Birliği’nin dışa kapalı siyaseti, uzun yıllar Ahıskalılara uygulanan politikaların dünya tarafından öğrenilmesini ya da protesto edilmesini engellemiştir. 1989 yılında Glasnost ve Perestroyka hareketlerinin yarattığı kısmi özgürlük, dönemin Başbakanı Nikolai Rişkov’un, Ahıskalıların vatana dönüş müjdesi vermesine neden oldu. Ancak şartları konuşmak ve geriye yaşanacak göçün nasıl gerçekleştirileceğini belirlemek için kurulan heyet, bu hayali tamamlayamadan dağılmıştır. O ana kadar Ahıskalıların gerçekleştirdiği 144 resmi teşebbüs bir kere daha hayal kırıklığı ile son buluyordu. (Zeyrek, 2001, 75). 1989 yılında Özbekistan'ın çeşitli bölgelerinde, özellikle de Fergana'da saldırılara maruz kalan Ahıska Türklerinin büyük çoğunluğu Özbekistan'ı terk etmek zorunda kalmış ve ikinci bir sürgün yaşamışlardır. Özbekistan'ı terk etmek zorunda bırakılan Ahıska Türklerinin bir kısmı, Sovyet Hükümeti tarafından Rusya Federasyonu'nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmiştir. Kendi olanaklarıyla Özbekistan'ı terk eden Ahıska Türkleri ağırlıklı olarak Azerbaycan'a göç etmişlerdir. (A. Aydıngün, Ocak 2001, ss. 63-68.) Bu olaylardan sonra Ahıskalılar Özbekistan’ı da terk etmek zorunda kalmışlardır. Kendi ifadeleri ile bu terk etme, “ikinci sürgündür”. Bu olaydan hemen sonra Ahıskalılar bu sefer dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakan Yıldırım Akbulut’a yazdıkları mektupta, Türkiye’ye kabul edilmelerini istirham eden bir mektup yazmışlardır. Nihayet 1995 yılında bir miktar Ahıska Türkü, Türkiye’ye getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir. 1989 sonrası Rusya Federasyonuna yerleşmek zorunda kalan Ahıska Türkleri, özellikle Krasnodar bölgesinde önemli insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Ahıska Türklerinin bir kısmının ikamet izni (propiska) bulunmamaktadır. Önemli ayrımcılıklara maruz kalan Ahıska Türklerinin bir kısmı, göçmen yerleştirme programı kapsamında ABD'ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göç, önemli sayıda ailenin parçalanmasına sebep olurken, zaten çok dağınık yaşayan Ahıska Türklerinin durumunu daha da kötüleştirmiştir. Birçok Ahıska Türkü ABD'ye göçü üçüncü bir sürgün olarak tanımlamaktadır. (A. Aydıngün, Ocak 2001, ss. 6368.) Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Ahıska Türklerinin bir kısmı Türkiye'ye göç etmeye başlamıştır. Hâlen yaklaşık 80 bin civarında Ahıska Türkü Türkiye'de yaşamaktadır. Her ne kadar, Türkiye, Ahıska Türklerinin sorunlarının bir kısmını çözmüşse de, hâlâ çözüm bekleyen ciddi sorunlar vardır. Bunlar arasında vatandaşlık, oturma 33 ve çalışma izinleri, diploma denklikleri ve çocukların eğitimi gibi sorunlar sıralanabilir.(Vatandaşlık ile ilgili sorun, Şubat 2009 tarihinde çıkan yasa ile çözüme kavuşturulmuştur.) Aynı yıllarda Ahıskalıların anavatanının sınırları içinde kaldığı Gürcistan, Abhazyalı vatanseverlerle uğraşmak zorunda kalmıştır. 1990’da başlayan Abhazya-Gürcistan gerginliği 1993 yılında Gürcü askeri güçlerinin Abhazya’dan çekilmek zorunda kalması ile sonuçlanmıştır. Bölgenin daha önce bahsedildiği gibi jeo-politik yapısının çok önemli olması burada kurulacak dengelerin de bir o kadar önemli olduğunu göstermektedir. 1944 yılında boşaltılan Ahıska-Ahılkelek bölgelerinin Ermenilerce meskûn edilmesi, bugün anavatanlarına dönecek Ahıskalıların yine kendi topraklarında yaşayamayacaklarını düşündürtmektedir. Oysa Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğü hakkındaki düşünceleri gayet iyi bilinmektedir. Son 5 yıldır TürkiyeGürcistan-Azerbaycan ilişkileri, ekonomik temelli olarak her geçen gün biraz daha ileriye doğru gitmektedir. Azerbaycan petrol ve doğal gazı, Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaşmakta ve Adana üzerinden dünya pazarlarına açılmaktadır. Yine son olarak üç ülke arasında Ahıska Bölgesi-Azgur Köyünden Azemet Ağalıkızı ve Hacer Hanım.(1927) (Dr. Tayfun Atmaca'nın Sürgünler ve Soykırımlar kitabından alınmıştır.) Erzurum-Tiflis-Bakü güzergâhlı bir demiryolu inşası projesi imzalanmıştır. Bu projenin geliştirilerek modern İpek Yolu’na dönüştürülmesi ve Çin’e kadar uzatılması da düşünülmektedir. Öte yandan, Gürcistan'ın hazırladığı geri dönüş yasa taslağı, Gürcistan Hükümeti yetkilileri ve Avrupa Konseyi uzmanlarının ortak çalışmalarıyla son şeklini almıştır. Bu sürecin ardından Gürcistan Parlamentosu'nun onayına sunulan yasa 11 Temmuz 2007'de kabul edilmiştir. Yasa, Gürcistan'ın 1944 yılından bu yana attığı en önemli ve somut adım olmakla birlikte önemli eksiklikler içermektedir. Birçok uzman ve Ahıska Türk derneklerinin önemli bir çoğunluğu yasayı ciddi bir şekilde eleştirmektedir. Bazı uzmanlar yasayı, geri dönüşü gerçekleştirmemek üzere düzenlenmiş bir yasa olarak değerlendirmektedir (A. Aydıngün, Ocak 2001, ss. 6368.) Yapılan araştırmalar, farklı ülkelerde yaşayan Ahıska Türklerinin geri dönüşe ilişkin farklı görüşleri olduğunu ortaya koymuştur. Bu bağlamda, özellikle Azerbaycan ve Rusya Federasyonu'nda yaşamakta olan Ahıska Türklerinin Gürcistan'a geri dönüşü istedikleri, diğer ülkelerde yaşayan Ahıska Türklerinin ise çoğunlukla yaşadıkları yerlerde kalmaya devam etmek veya Türkiye'ye göç etmek istedikleri tespit edilmiştir. Kırgızistan ve Bişkek’te Yaşayan Ahıskalılar ve Problemleri Kırgızistan’da yaşayan Ahıskalıların toplam nüfusu 47.000 civarındadır; 34 bu nüfusun bölgelere göre dağılımı ise şu şekildedir: Oş Bölgesi - 22000 kişi Calalabat ve Batken Bölgesi 5000 kişi Çuy Bölgesi ve Bişkek Şehri 20000 kişi Görüldüğü gibi en yoğun nüfus Oş bölgesinde toplanmıştır. Bunun daha önce bahsettiğimiz ÖzbekAhıska gerilimi sonucu Ahıskalıların bir bölümünün buraya gelmeleri ile açıklayabiliriz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından şehirlerarası yolculuklarının rahatlaması ve Rus nüfusun geri göçü sonucu oluşan insan gücü açığını kapatmak üzere, başkent Bişkek’in de diğer bölgelere nazaran yine yoğun bir Ahıska nüfusu barındırdığını söyleyebiliriz. Çuy bölgesindeki şehir ve köy bazında Ahıskalıların dağılımı ise şöyledir: Bişkek Şehri, Popenovka köyü, Tokmok Şehri, Nijnyaya –Alarça köyü, Mayevka köyü, Stepnoy köyü, Prigorodniy köyü, Vinogradniy köyü, Vasilyevka köyü, Grozd köyü, Mramornoye köyü, Vorontsovka köyü, Keneş köyü, Lüksemburg köyü, Budenovka köyü, Dmitriyevka köyü, KrasnayaReçka köyü, Yüryevka köyü, Orok köyü, Krasnaya Zarya köyü, Novopavlovka köyü, Voyenno-Antonovka köyü, Manas köyü, Razdolnoye köyü, Canı-Cer köyü, CanıPahta köyü, S.Frunze köyü, Novo-Nikolayevka köyü, Sretenka köyü, Kız-Mola köyü, Çaldovar köyü (N. Sakimov) Öte yandan, Kırgızistan’da yaşayan Ahıska Türkleri’nin Ahıska bölgesine göç etmeleri kapsamında içinden çıkılması zor görünen problemleri yer almaktadır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir: *Geri dönüş yasasının tam olarak anlatılamaması ve bu nedenle bölgede bulunan Ahıska Türklerinin konuyla ilgili olarak kararsız kalması. *Başta Türkiye olmak üzere, uluslararası kuruluşların geri dönüş sürecine maddi destek vermelerinin sağlanması. *Kırgızistan’da bulunan Ahıska Türklerinin Gürcistan'a geri dönüşü sürecinde Türkiye ve Gürcistan'ın sürekli ve sağlıklı bir iletişim içinde olmasının sağlanması. Bu iletişimin sağlanmaması durumunda ileride birçok problemlerle karşılaşılacağının ön görülmesi. * Kırgızistan’da ki Ahıska Türklerinin iskân sürecindeki ihtiyaçları ve beklentilerinin tespit edilmesi. * Gürcistan'a geri dönecek Kırgızistan’da ki Ahıska Türklerinin can güvenliği ve her türlü yasal haklarının teminat altına alınabilmesi için gerekli güvencenin diplomatik usullerle Gürcü Hükümeti'nden alınması. Sonuç olarak, başta Kırgızistan olmak üzere, tüm bölgelerde yaşam mücadelesi veren Ahıska Türkleri’ne gerçek manada sahip çıkması gereken ülke kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Tarihi süreç içerisinde kendisinden bir parça iken koparılan ve dünyanın dört bir yanına savrulan Ahıskalılar’ın seslerini duyurabilmelerinde uluslararası arenada öncülük edecek tek ülkede Türkiye’dir. Bu nedenle Türkiye’nin bu konuda hızla tüm kurumları ile organize olup, üzerine düşen görev ve gayreti süratle yerine getirmesi tarihi bir sorumluluk olarak karşımızda durmaktadır.(K. Abdurrahman) KAYNAKÇALAR: 1. ABABAY, Feridun. (1987). Çıldır Tarihi. Ankara. 2. ARSLAN, Ali. (1999). I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde Ahıska-Ahılkelek (1914–1921). Kafkas Araştırmaları Dergisi, No: 3, İstanbul. 3. BAYRAKTAR, Rasim. (2000). Ahıska-Çıldır Beylerbeyliği. İstanbul. 35 4. DANİŞMENT, İsmail H. (1971). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul. 5. DİYARBEKİRLİ, Nejat. (1970). Hun Sanatı. İstanbul 6. ERGUN, Sadeddin N. Türk Şairleri. İstanbul. 7. GÖKÇE, Cemal. (1979). Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğunun Kafkasya Siyaseti. İstanbul. 8. KALAFAT, Yaşar. Türk Halk İnançları. Ankara. 9. KIRZIOĞLU, M.F. (1976). Osmanlıların Kafkas Ellerini Fethi. Ankara. 10. ÖGEL, Bahaeddin. (1991). Türk Kültür Tarihi. Ankara. 11. PALADOĞLU, Aydın, Asif, H. (1998). Ahıska Türk Folkloru. Bakü. 12. TAHRAN, Taner. (1970). Bozkır medeniyetlerinin kısa kronolojisi. Tarih Dergisi. İstanbul. 13. ZEYREK, Yunus. (2004). Ahıska Âşıkları. Bizim Ahıska Dergisi, yıl 1, Sayı 1, Aralık. Ankara. 14. ZEYREK, Yunus. (1998). Bu Yolda. İstanbul. 15. ZEYREK, Yunus. (2001). Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkler. Ankara. 18. SAKİMOV, Müreffeddin. Kırgız Cumhuriyeti Ahıska Türkleri Derneği Genel Başkanı. 19. Ayşegül Aydıngün, "Ahıska Türklerinin Gürcistan'a Dönüş Sürecinde Son Durum", Stratejik Analiz, Cilt 7, No. 77, Eylül 2006. Daha detaylı bilgi için bakınız Ayşegül Aydıngün, "Rethinking Ethnic Identity Formation: The Case of the Ahıska (Mesk-hetian) Turks in Turkey and Kazakhstan", yayınlanmamış doktora tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ocak 2001, ss. 63-68. 20.Köksal Abdurrahman, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bişkek 2007. AZERBAYCAN BİZİM YÜREĞİMİZ “Tek Takım Elbiseli Cumhurbaşkanı Ebulfez ELÇİBEY’in Aziz Hatırasına” Hasan AKAR “Sen Azerbaycan, yüreğimde ateş, şiirimde bahar, Türkiye’mle sevmişim seni, hasretinle yanmışım Hazar. Yağmur yağmasa, gün doğmasa, hep yağsa Karabağ’a kar, Öpmeğe geldim toprağın, dudaklarıma değsin o nazlı yâr.” Azerbaycan yaklaşık bir asırdır bizim hasretimiz. Bu yurt, M. Emin Resulzade’nin; yükselip de inmeyen bayrağı. Atatürk’ün; “Azerbaycan’ın sevinci bizim sevincimiz, kederi bizim kederimiz” dediği kardeş ülke, Üstat Yavuz Bülent Bakiler’ in; yüreğinde şah damar. Fuzuli’nin, Nizami Genceli’nin, Samet Vurgun’un, Bahtiyar Vahapzade’nin şiirlerinde dillenen toprak. Türkiye ve Azerbaycan iki devlet ve sonsuza kadar yaşayacak bir millet. Çocukluğumdan beri yaşadığım bu hasreti dindirmek için 20-28 Eylül 2012 tarihleri arasında İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) Koordinesinde Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nden dört arkadaş Azerbaycan yollarındayız. Zamanın sabırla biriktirdiği katmerleşmiş Azerbaycan aşkını sekiz güne sığdırabilmenin “Yaman ayrılığın” bir anda vuslata dönüşünün imkânı var mı hiç? Merzifon’dan dâhil olduğumuz gezi grubunda Ankara’dan; Dr. Ahmet Cebeci, Tayfun ve Fatmacan Atmaca, Doç. Dr. Salih Yılmaz, Yard. Doç. Dr. Cengiz Karataş, Gülten Ertürk, Kemal Arslan, Dr. Nurettin Elbir, Ülkü Taşlıova, Atalay Yağmur, Nezih Demirkent, Nevin Balta, Ahmet Yükselentürk, Kırklareli’nden Alaattin İkican, Tekirdağ’dan Kenan Oflaz, Adana’dan Münevver Düver, Adıyaman’dan Şemsettin Ağar var. Ahmet Cevat’ın,(1892-1937); “Çırpınırdı Karadeniz /Bakıp Türk’ün Bayrağına” dizelerinde doğan ama bugün sanatçıların repertuarlarında fazla yer almayan bu şarkının esintisiyle Karadeniz’i bir gece boyunca geçerek Sarp sınır kapısından Gürcistan topraklarına giriyoruz.1981-1982 yılları arasında görev yaptığım Arhavi’den görüp de uzanamadığımız –yaşlılardan ayrılık hikâyelerini çokça dinlediğim– yıllarca Türk şehri kalan Batum’dayız. Gürcistan Devlet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim üyeleri Türkolog rehberler Prof. Dr. Lile Tandilava ve Anna –Tsiala Lagvilava bizi imkânları ölçüsünde gezdiriyorlar. Rus 36 egemenliğinin etkisinden henüz kurtulan şehir yeni yeni kendine geliyor. Gelişmesi, batıya açılması eski ağaları tarafından fazla istenmeyen Gürcistan’ın devlet yolları düzensiz, dar ve bakımsız. Mimari özelliği zengin modern binaların arkasında Sovyetlerden kalan tren kompartımanını andıran binalar, rejimin soğuk yüzünü bir kez daha hatırlatıyorlar. Akşam yemeği için deniz kıyısında oldukça güzel hazırlanmış, bağımsız iki büyük salondan ibaret bir lokanta ayarlanmış. Diğer tarafta Gürcistanlı üniversite hocalarının bizim kulaklarımıza da hoş gelen müzikli bir programları var. Bu yanda da kültürel konuşmalar ve bunları zenginleştiren şiirler, şarkılar türküler var. Tokat grubu oldukça hazırlıklı. Diğer arkadaşlar takılıyorlar. “Sizin sanatçınız da var” diye. Evet Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği üyemiz Mahir Topuz söylediği şarkılarla katılımcıları mest ediyor. “Kalenin burcumuyam, ben bilmem ayrıyam/ Dil bilmez Gürcümüyem elleri kınalı ” şarkısını duyan Gürcistanlı Türkologlar gülüyorlar ve zaman zaman sololar koroya dönüşüyor… Ertesi gün erkenden Tiflis’e doğru yol alıyoruz. İkindi vakti bizi Türkolog rehberimiz Prof. Dr. Nana Kaçarova Hanım karşılıyor. Türkiye’de okumuş ve ülkemizi çok seviyor. Şehir gezisinden sonra akşam şiir ve sanat dolu bir ortamda Gürcistan mantısı ikram ediliyor. Üçüncü gün programda Azerbaycan var. Vize işlemleri sırasında sınır kapısında dalgalanan bayrak hepimizde derin bir coşku uyandırıyor. Grupta bulunanlardan pek çoğu bizim gibi ilk defa Azerbaycan’a ayak basıyor. Bu coşkumuza gökyüzü de kayıtsız kalmıyor. Gümrükte şakır şakır yağan yağmur yerini on dakika sonra güneşe bırakıyor. İkindi vakti Azerbaycan’ın Bakü’den sonra ikinci büyük şehri; büyük şair Nizami Gencevi’nin (1142-1209) doğduğu Gence’deyiz. Türkiye’nin 1. Sınıf Gence Başkonsolosu Haluk Ağca Bey bizleri tatlı dili güler yüzü ile karşılıyor. Keşke devletimiz her yere böyle bizi layıkıyla temsil eden tecrübeli görevliler gönderebilse. Başkonsolos Gence’deki çalışmalarını aktardıktan sonra biz de Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin hazırladığı plaketle Tokat İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ve Niksar Belediyesi’nin gönderdiği hediyeleri sunuyoruz. Konsolosluk mensuplarınca oldukça güzel hazırlanmış bir kokteylden sonra görevliler bize şehrin önemli kültür sanat merkezlerini gezdiriyorlar. Akşama doğru hafif yağmurlu bir havada otobüsümüz Bakü’ye doğru yol alıyor. 24 sularında sellerle boğuşan Bakü’deyiz. Salı sabahı Ziyalılar Ocağı bizim için Divan-ı Hikmet (Medeni Meclis) adlı bir salonda “Türk ve Azerbaycan Şairleri Türk Dili Gününde Bir Araya Geliyor” programını hazırlamış. Ziyalılar Ocağı Başkanı İlahe Bayandur, Yardımcısı Fahrettin Ziya, Bakü Kültür ve Turizm Müşavirimiz Seyit Ahmet Arslan ile çok sayıda şair ve yazar bizi içtenlikle karşılıyor. Katılanlar arasında 2005 yılında Tokat’ta Yeşilırmak Şiir Şöleni’nde beraber şiir okuduğumuz ve irtibatımızın kopmadığı dostlarımızdan Vatandaş Dayanışma Partisi Genel Başkanı, Milletvekili Sabir Rüstemhanlı, Prof. Dr. Elçin İskenderzade de var. Daha sonra bir sürpriz yapan Sona Çerkez Hanım’ı karşımızda buluyoruz. Program Azerbaycan ve Türk Milli Marşlarının çalınıp söylenmesiyle başlıyor. Ziyalılar Ocağı Başkanı İlahe Bayandur, İLESAM adına Cemal Tuzcuoğulları, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Salih Yılmaz’dan ve Kültür Turizm Müşaviri Seyit Ahmet Arslan’dan sonra 37 Azerbaycan’ın bağımsızlığında büyük rolü olan 2. Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Şair Bahtiyar Vahapzade (1925-2009) ve Samet Vurgun’la (1906-1956) pek çok şairin, devlet büyüğünün anıt mezarlarına koşuyor dualar ediyoruz. Buradan, Anadolu’dan giderek 1918 yılında Nuri Paşa komutasında Ruslara ve Ermenilere karşı savaşırken şehit olan 1130 askerimizin yattığı Türk Şehitliğine ve 20 Ocak 1990’da Bakü’nün işgali ve Karabağ Savaşında şehit düşen civanların gömüldüğü Şehitler Hıyabanı’na geçiyoruz. Tokat şehitliğinden alınan toprak üyemiz Ahmet Divriklioğlu tarafından dualarla Türk Şehitliğine dökülüyor. Diğer şehitlerimizle birlikte –plaketle künyeleri yazılmış- Tokatlı 14 vatan evladı burada koyun koyuna mikrofona davet edilen Milletvekili Sabir Rüstemhanlı konuşmasında Ermenilerin Karabağ’ı işgalini, Türkiye’deki olumsuz gelişmeleri, Suriye konusundaki tutumları endişe ile takip ettiklerini belirtiyor. Prof. Dr. Ferahim Sadıkov, Kemalettin Kadim, Ağasef Früzan, Mahbube İslamova Memmed, Halide Rüstemova, Tazegül Hüseyinova, Nurguyeva Nida, Süleymanova Solmaz, Hiyeva Sevda, Solmaz Kazımova, Bala Hasanova, Prof. Dr. Münve Karayılan, Doç. Dr. İmran Abbaslı, Dr. Eldeniz Abbaslı, Kenan Aydınoğlu, Gülamayıl Hayeva Navruzali, Şükür Elli katılımcılardan hatırladıklarım. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı Remzin Zengin, Ziyalılar Ocağı Başkanı İlahe Bayandur ve Kültür ve Turizm Ataşesi Seyit Ahmet Arslan’a plaket ve hediyeleri takdimle birlikte “Türkiye Azerbaycan Dostluğu ve Kümbet Dergisi’nin bu alandaki çalışmaları” üzerine kısa bir konuşma yapıyor. Etkinlikte Türkiye’den ve Azerbaycan’dan katılan dostlar şiirler okuyor, şarkılar söylüyorlar. Ahmet Cevat’ın 1914’de yazıp Üzeyir Hacıbey’in (1885-1948) bestelediği ”Çırpınırdı Karadeniz Bakıp Türk’ün Bayrağına” şarkısı büyük bir coşkuyla salonda yankılanırken Türkiye ve Azerbaycan bayrakları ellerde dolaşıyor. Akşam onurumuza büyük bir yemek ziyafeti var. Sıra Azerbaycan ve Türkiye folklorundan örneklere geliyor. Herkes neşeli ve mutlu bir şekilde, ayrılığı istemese de geç vakit dinlenmeye çekiliyor. Çarşamba günü programda Büyükelçiliğimiz ve Ziyalılar Birliği koordinesinde Devlet Mezarlığı ziyareti var. Azerbaycan’ın 3.Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in mezarına karanfil bırakıp dua ediliyor. Biz bir grup arkadaşla 38 yatıyorlar. Alanın bir diğer tarafına hürriyet için canlarını feda edenlerin hatırasına, içinde biteviye ateş yanan Hazar’a bakan görkemli bir anıt dikilmiş. Karşısında da Türk Diyanet Vakfı’nca yaptırılmış ama Bursa’da oynanan Türkiye –Ermenistan maçında açtırılmayan Azerbaycan bayrağı sebebiyle dargınlığın yansıdığı Şehitlik Cami var. Programda Türk Büyükelçiliğinden Ferhat Azeyeva ve Aliye Ahundova rehberliğinde Azatlık Meydanı ve Şirvanşahlar Sarayı Müzesi var. Öğleden sonra Azerbaycan Yazıcılar Birliği ziyareti var. Anar Rızayev İLESAM ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği adına altı kişilik heyeti makamında kabul ediyor. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin ve Niksar Belediyesi’nin plaket ve hediyelerini takdim ediyoruz. Görüşmeden sonra üst kattaki toplantı salonuna geçiliyor. Yazıcılar Birliği Genel Sekreteri Raşit Macit’in sunumundan sonra ilk konuşmayı Anar Rızayev Azerbaycan Alfabesi üzerinde yaparak Türk alfabesinden farklı olan seslerin alfabelerinden atılmasının ya da değiştirilmesinin sıkıntılara sebebiyet vereceğinden bahsediyor. İLESAM adına Doç. Dr. Salih Yılmaz ve Yrd. Doç. Dr. Cengiz Karataş kültürel açıdan Türk Azerbaycan ilişkileri üzerinde durarak, Azerbaycan’ın Türkiye’ye hâlâ vize uygulamasına devam etmesine anlam veremediklerini ve bunu Türkiye’deki üniversite öğrencilerine anlatmakta güçlük çektiklerini vurguluyorlar. Ayrıca ; “Mademki biz her yerde bir millet olduğumuzu söylüyoruz öyleyse neden iki adımız var? ”serzenişinde bulunuyorlar. Milletvekili Sabir Rüstemhanlı, Prof. Dr. Elçin İskenderzade, Eski İstanbul Başkonsolosu Abbas Abdullah Hacaloğlu, Edile Mecidova, Cevad Heyet, Gülemayıl Hayeva Navruzali, Naringül Şaire, Adil, Azer Hasret, Kerimbeyli Şaduman ve Türkiye’den katılan şairler şiirlerini okuyorlar. TOŞAYAD Başkanı Remzi Zengin ve Şair Münevver Düver gezi boyunca olduğu gibi burada da her anı video ve fotoğraf makinesiyle karelendiriyorlar Etkinliği TRT ve AZ TV, takip ederek kayıt altına alıyor. Az TV yapımcıları program sırasında Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği adına diğer salonda şahsımla ve Kültür Turizm Müşaviri Seyit Ahmet Arslan’la haberlerde yayınlanmak üzere röportaj yapıyor. Akşam nezih bir lokantada Halide Halid Hanım’ın özel daveti var ama Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği olarak Türkiye aşığı, değerli kardeşimiz Sona Çerkez Hanım’ın misafiriyiz. Bütün aile bir tören havası içinde bizi karşılıyorlar. Aman Allah’ım bu ne ziyafet, ikram, bu ne misafirperverlik. Bu durum karşısında mahcubiyet duyuyoruz. Tokat ve Niksar’ın da yer aldığı kültür sohbetimiz, buna renk katan şiirlerimiz gece geç saatlere kadar sürüyor. Ve bu büyük aşkımıza, hasretimize doyamadan 27 Eylül Perşembe sabahı Samet Vurgun’un; “El bilir ki sen menimsen/ Yurdum, yuvam meskenimsen/ Anam, doğma vatanımsan/ Ayrılır mı Gönül senden Azerbaycan, Azerbaycan” mahnısını söyleyerek Dede Korkutlar diyarı Azerbaycan’dan ayrılıp Türkiye’ye doğru kanat açıyoruz. TEK TAKIM ELBİSELİ TÜRK DÜNYASI LİDERLERİNDEN AZERBAYCAN’IN 2. CUMHUR BAŞKANI EBÜLFEZ ELÇİBEY “Sevgim millete/ Vurgunluğum, azatlığım adalete/ İtaatim hocalarıma/ Borcum, dostlarıma ve meslektaşlarıma/ Nefretim, yalancılara ve ikiyüzlülere” veciz sözleriyle birlikte; “Ben Atatürk’ün askeriyim” diyen, Azerbaycan’ın 1918’den sonra 1991 yılında ikinci kez bağımsızlığını 39 kazanmasında tartışılmaz payı olan, Türk dünyasının liderlerinden Ebulfez Elçibey, 1938 yılında Kadirkulu Bey (?-1943) ve Mehrinisa (1889-1987) Hanımın evladı olarak Nahcivan’ın Keleki Köyü’nde doğdu. Babasının amcası Mir Yahya Dede ona Hz. Ali’nin oğlu olan Ebülfez Abbas’ın şerefine Ebülfez adını koydu. Asıl soyadı Aliyev’dir. Baba soyu İran’ın Güney Azerbaycan yöresinden, annesi Anadolu’dan zamanla Nahcivan’a yerleşmiş bir ailedendir. Elçibey, İbrahim, Murat, Al Murat’tan sonra ailenin en küçüğüdür. Babası 2. Dünya Savaşına gidip bir daha dönemeyince 1943 yılında henüz beş yaşında iken yetim kalmıştır. İlkokulu, kendi köyünde ilkokul olmadığı için Unus Köyü İlkokulu’nda okumuş, 1955-1957 yıllarında lise düzeyindeki Nahçıvan Ordubad Orta Mektebi’ne devam etmiştir. 1957 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesi Doğu Bilimleri Arap Filolojisine kayıt olmuş, 1962’de mezun olmuştur. Burada siyasi ve tarihi olaylara ilgi duymuştur. Halkının köle, vatanının, sömürge olduğunu hazmedemeyerek arkadaşları Âlim Hasayev, Rüstem Eminov, Malik Mahmudov, Abbas Musayev, Zakir Mehmedov, Mehdi Ağalarov, Refik İsmailov’la birlikte bağımsızlık uğrunda mücadele etmeye söz vermişlerdir. Kendi aralarında yaptıkları bir toplantıda; “Sovyetler bizim devletimiz değil, biz Türk’üz, vatanımızı işgal ettiler, sömürüyorlar” şeklinde propaganda yapmakta karar kılmışlardır. Ekipten, Malik Mahmutov ve Malik Karayev Arapça pratiği kuvvetlendirmek ve propaganda için bir yıllığına Irak’a, Elçibey de altı arkadaşıyla iki yıllığına (1963-1964) Mısır’a giderek hem tercümanlık yapmış, ilmini geliştirmiş hem de geçimini temin etmiştir. Yaşadığı şehirde günlük gazete satan beş çocuğu toplayıp para vererek; -Her bir gazete satışınızda “ Azerbaycan” diye bağıracaksınız. Size “O da ne ?”diyenlere: -Azerbaycan bir Türk yurdudur ve Rus işgalindedir. Şeklinde cevap vereceksiniz, der. Mısır’dan döndükten sonra Bakü Devlet Üniversitesi’nde Asya ve Afrika ülkeleri Tarih Kürsüsüne öğretim üyesi olarak atanır. Aklı hep bağımsızlık mücadelesindedir. Burada kısa zamanda 4’lü bir grup oluştururlar. Her üye 3 kişiyi yanına çekecek onlar da beş kişi bulacaktır. Ama bu planda muvaffak olamadılar. Zira KGB onları takip etmektedir. Bundan sonra ferdi çalışırlar. Bir ara yeniden bir araya gelerek sadece beş kişinin bildiği Meramname (Program) adıyla tüzük hazırlayıp 3’lü, 7’li, 9’lu gruplar kurdular. Öğrencilere derslerde Rusya aleyhine propagandaya başlarlar. Yaptıkları çalışmaları değerlendirmek üzere dava arkadaşları Hanım Halilova’nın evinde şiir toplantıları adıyla buluşurlar. Hayatlarından endişe ettikleri için her gün evlerinden ayrılırken belki bir daha geri dönemeyiz diye çocuklarını öpmeyi de ihmal etmezler. 1971 yılında bütün dünyada olduğu gibi Azerbaycan’daki üniversitelerde de öğrenci hareketleri başlar. 1975 Ocak ayında Bakü’de tutuklamalar başlayınca Elçibey de üniversiteden alınıp tutuklanarak cezaevine konur. Verilen 1,5 yıllık cezasını taş ocaklarında çekecektir. Tutuklandıktan sonra akrabaları ve arkadaşları Bakü’deki KGB başkanına müracaat ederek Elçibey’in pişmanlığını belirteceğini söylerler. Bunun üzerine KGB Başkanı Elçibey’i makamına çağırtarak Rusça pişman olup olmadığını sorar. Ancak Elçibey’in beklenmedik soru ve cevapları karşısında şaşırır. Elçibey; -Siz hangi milletin ferdisiniz ben anlayamadım. -Ben Rus’um ve burada KGB Başkanıyım. 40 -Biz şimdi hangi ülkedeyiz. -Azerbaycan’dayız. -Öyleyse Azerbaycan’da Rus’un ve KGB Başkanının ne işi var? Sözlerinden sonra başkan adeta çıldırır ve bağırır: -Atın şu adamı derhal akıllansın. Bunun üzerine bilerek azılı suçluların yanına koyarlar ki Elçibey’i öldürsünler diye. Lakin o orada öyle bir politika izler ki vatandan, bayraktan, milletten bahseder. Suçlular kendi elleriyle taşocağında bir oda yaparak onu korurlar. Hapishaneden çıkınca işsiz kalırsa da 1977’de Azerbaycan Milli İlimler Akademisi El Yazmaları Enstitüsü’nde ilim uzmanı olarak göreve başlar. İşe başladıktan sonra ağabeysinin; “Artık evlenmelisin, halk sana daha bağlı olur.” nasihatine uyarak akrabalarından Halime Hanım’la 29 Eylül 1979’da evlenir. Ondan Kızı Çilenay ve oğlu Erturgut doğar. İstihbarat baskısına rağmen arkadaşlarıyla görüşerek 1980 yılında Çamlıbel (Çenlibel) Birliği ardından Yurt Birliği teşkilatı kurulur. 1988 yılında da Varlık Cemiyeti faaliyete geçer. Bu teşkilatlar ilerde Azerbaycan’ın bağımsızlığını hazırlayacak olan Halk Cephesi’nin temelini atacaktır. Sovyetlerin çözülme öncesi egemenliği altında bulundurduğu Baltık ülkelerinden Litvanya, Letonya, Estonya’da 1988 yılında nümayiş ve mitinglerle beraber halk cephelerinin kurulması onlara cesaret verir. Bu bağımsızlık rüzgârları kısa sürede Azerbaycan’a ulaşır. Hazar 1918’den sonra bir kez daha dalgalanır. 1989 Şubatında Azerbaycan Halk cephesi koordinasyon Kurulu Halk Cephesi’nin resmen kurulmasına karar verir. Bildiriler dağıtılır, her yere afişle yapıştırılır. Aynı yıl bağımsızlık hareketi Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte başlar. 28 Mayıs 1989 da üç renkli Azerbaycan Bayrağı kendisinin de görev yaptığı Azerbaycan El Yazmaları Enstitüsü’ne Elçibey tarafından sevinç ve gözyaşlarıyla asılır. 16 Temmuz 1989’da Azerbaycan Halk Cephesi ilk kurultayını toplayarak Elçibey’i ilk genel başkan seçer. Burada 29 Temmuz 1989 günü Bakü Azatlık Meydanı’nda büyük bir miting yapılması kararlaştırılır. Ayrıca üç maddenin gerçekleştirilmesi programa alınır. 1.Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası yeniden düzenlenmelidir. 2.Azerbaycan Halk Cephesi tanınmalıdır. 3.Azerbaycan’ın üç renkli yeni bayrağı ve milli marşı belirlenmelidir. Halk Cephesi zamanla İstiklalini arayan, Rus işgalinden Azerbaycan’ı kurtarmak isteyenlerin yoğunlaştığı partiler üstü bir kuruluş oldu. İstihbarata rağmen hızla büyüdü. I989 da Rusya Azerbaycan Halk Cephesini resmen tanıdı. 31 Aralık 1989’da Güney Azerbaycan sınırındaki dikenli tellerin kaldırılarak bütünleşme hedeflendi ise de Halk Cephesi buna tam olarak karar veremedi. Elçibey bu görevi kendi üstlendi ve cepheye yürüyüş için talimat verdi. Binlerce Türk “Yaşasın TebrizBakü” nidalarıyla dikenli tellerle donatılmış sınıra yürüdüler. Rus ve İran askerleri, bu milli hareket karşısında hiçbir şey yapamadı, ateş bile açamadı ve dünya tarihinde tarihi bir gün oldu. Siyasi otoritelerce Berlin duvarının yıkılışını hatırlatan bir hareket gibi algılandı. Ancak 1990’da çökmeye başlayan Rusya’nın Devlet Başkanı Mihael Gorbaçov bütün dünyaya barış ve kardeşlik mesajı verirken Azerbaycan için farklı düşündü. Sessizliklerini 19 Ocak’ı 20’sine bağlayan 1990 gecesi tankları Bakü’ye göndererek bozdular. Zira Sovyetlerin bütünüyle dağılmasından korktuklarından gözdağı vermek istiyordu. Tankların önüne çıkan yüzlerce Azerbaycan Türkünü katlettiler. 41 Ama iş tersine döndü. Bu olay Azerbaycanlıları kenetledi, daha da güçlenerek mitingler ve yürüyüşler yaptılar. Her gün Azatlık Meydanına milyonlar toplandı. KGB ajanları mitinglerde Elçibey’e ve arkadaşlarına çok eziyetler verdiler. O bütün bunlara rağmen yılmadı mücadeleye devam etti. Bu tehlikeli gelişmeler üzerine Rusya, Vezirof’u görevden alarak kendi yanlısı Ayaz Muttalibov’u atadı. Tutuklamalar, gözaltılar başlayınca Elçibey de yer altına çekilmek zorunda kaldı. Ancak baharla gün yüzüne çıktı. Ve ilk fırsatta düzenlenen mitingle 28 Mayıs 1990’da El Yazmaları Enstitü’süne bayrağı yeniden çekti. Halk Cephesi Lideri Elçibey, 23 Ağustos 1991’de Bakü’de düzenlenen bir mitingde Komünist Partisinin lağvedilmesini istedi. Miting sonrası KGB ajanları onu çok feci dövdüler. Komünist Partisi’nde de bu arada 14 Eylül 1991’de lağvedilmeyi tartışmaya başladı. Nihayetinde beklenen sona yaklaşılarak Elçibey’in talimatıyla 100.000 kişi meclisi kuşattı. 18 Ekim 1991’de bağımsızlık ilan edildi. 29 Aralık 1991’de yapılan referandumda halkın yüzde doksan sekiz evet oyuyla onaylandı. Bu olaylardan sonra Azerbaycan Yüksek Sovyet Meclisi seçim kararı aldı. 1991 yılında yapılan seçimlerde bütün hilelere rağmen Halk cephesinden 30 kadar milletvekili parlamentoya girdi. Diğer Türk Cumhuriyetleri de Azerbaycan’daki bu gelişmeler üzerine birer birer bağımsızlıklarını ilan ettiler. İlk Cumhurbaşkanı Rusya’nın kuklası Ayaz Mutalibov oldu. Lakin Ermenilerin Karabağ ve Hocalı katliamını önleyemediği sebebiyle Muttalibov istifa etti. Yakup Mehmetov yerine vekâleten görevlendirildi. Bağımsızlık hareketlerinin başladığı bunalımlı bu dönemde Türkiye’de olayları titiz bir şekilde takip ederek değerlendiriyordu. Daha önceden yapılan davet üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le birlikte MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş de ilk defa 2 Mayıs 1992 de Azerbaycan’a gitti. Elçibey, Hanım Halilova’yı Türkeş’i karşılamak ve 3 Mayıs Türkçülük Bayramında Azatlık Meydanında konuşma yapmak üzere görevlendirdi. Alparslan Türkeş, protokolde olmadığı gerekçesiyle Bakü Havaalanında ve sonrasında çıkarılan tüm engellemelere rağmen 300 araçlık Türkiye ve Azerbaycan bayraklarıyla donatılmış bir konvoyla halkın sevinç gösterileriyle şehre getirildi. Azatlık Meydanına mitinge bir milyon kişi geldi. Katılanlar Türkeş’e konuşması sırasında “Başbuğ Türkeş” nidalarıyla büyük tezahüratta bulunarak bozkurt işareti yapıyordu. Türkeş, Elçibey’in elini tutarak; “Türk dünyasının başbuğu Elçibey’dir. Onu size emanet ediyorum” diyerek büyük bir onur sergiledi. Azerbaycan’da Göktürklerden geldiğini öğrendiği bu işareti daha sonra Türkiye’ye taşıdı. Ertesi gün 4 Mayıs’ta Demirel’le birlikte Türk Büyükelçiliğinin açılışına katıldılar ve konuşmalar yaptıktan sonra Halk Cephesini ziyaret ettiler. Rusya bu gelişten tedirgin oldu. 13 Mayıs’ta Ayaz Muttalibov’u Bakü’ye getirdi. 14 Mayısta Parlamentoda darbe yapıldı. Bunun üzerine Halk Cephesi 15 Mayısta yürüyüş ve miting kararı alındı. Miting Halk Cephesinin karşısında yapıldı. Zira Ruslar Azatlık Meydanını abluka altına almışlardı. Bu mitingde 1987 yılında Politbüro’dan uzaklaştırılınca 1990 yılında Nahcivan’a dönen ve Sovyetlerin Karabağ’daki ikiyüzlü siyaseti nedeniyle Komünist Partisi’nden ayrılan Haydar Aliyev, Halk cephesinin yöneticilerini arayarak Ayaz Muttalibov’a karşı olduğunu bildirip cepheye bağımsızlık savaşında destek verdi. 42 Bu arada Şusa ve Laçin de Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs’ta 1992’de Halk Cephesi dışlanarak meclis toplanıp Muttalibov’un Hocalı katliamında suçunun olmadığı kararına vardı. Ruslar bu karara istinaden Muttalibov’u tekrar getirmek isteyince halk bu kez 200 000 kişi ile meclisi kuşattı. Halkın tepkisi üzerine Muttalibov askeri bir helikopterle Moskova’ya kaçırıldı. Televizyon, Milli İstihbarat birimleri ele geçirildi. Üç gün boyunca miting yapıldı. Kısa süren bu sıkıntılı dönemden sonra görevi 7 Haziran 1992’de yüzde altmışlık bir oyla Ebulfez Elçibey devraldı. Bir yılda çok büyük proje ve anlaşmalara imza atıldı. Bunlar arasında; 80 000 Rus askeri Azerbaycan Parlamentosu’nda 26 Mayıs 1993’te alınan bir kararla ülkeden çıkarıldı. Rusya ile 12.10.1992’de Emektaşlık ve Tehlikesizlik anlaşması yapıldı. Kasım 1992’de BaküCeyhan Petrol Boru Hattı’nın temeli Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la birlikte atıldı. Azerbaycan Anayasası’na Devlet dili olarak Türk Dili ifadesi konuldu.(1995’de Haydar Aliyev bu ifadeyi Azerbaycan dili olarak değiştirdi.) Ruble yerine Azerbaycan milli parası Manat para birimi olarak kabul edildi. Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri kuruldu. Türkiye ve diğer Türk Cumhuriyetleri arasında ticari, sosyal, kültürel ve siyasi yakın ilişkiler kuruldu. Ama su uyudu düşman uyumadı. Her alanda Türk birliğinin kurulmasından, petrolün ellerinden çıkmasından korkan ülkeler başta Rusya ve İran olmak üzere Elçibey’i bir an önce devirmenin yollarını planladılar. Haziran 1993’te Süret Hüseyinov Rusların Azerbaycan’dan çekilirken kendisine bıraktığı silahlarla Gence’de ayaklanma başlatarak Bakü’ye doğru hareket etti. Kardeşkanının dökülmesinden endişe eden, Türkiye’den ve kendi ordusundan gerekli desteği bulamayan Elçibey, Nahcivan Yüksek Sovyeti Başkanı olan Haydar Aliyev’i Bakü’ye çağırarak uzun bir görüşme yaptı ve ülkeyi ona emanet etmek zorunda kaldı. Elçibey, yüksek ideallerinin yanında fazla temiz ve saf bir şahsiyetti. Devlet yöneticiliğinde fazla tecrübe sahibi değildi. Politikaya fazla ısınamamıştı. Ülkesinde Rusya ve İran ajanlarının cirit attığının, darbe hazırlığı içinde olduklarının belki farkında değildi. Nitekim kendisi uzun yıllar sonra bizim ülkemizdeki çizgisinden madde bakımından sapanları da örneklendirircesine şu acı itirafta bulunacaktır. “Bir zamanlar Sovyet tanklarının önünde beraber omuz omuza durduğumuz arkadaşlarla yollarımızı para ayırdı.” Zira Sovyetler ve işbirliği yaptığı ülkeler bu şahsiyetleri maalesef para, rütbe, makam karşılığı Süret Hüseyinov gibi satın almıştı. Ama Elçibey’in tercihi de, aşkı da milletten yana olmuştu. Kendisi de darbe sonrası 17 Haziran’da Nahcivan’da ata ocağı Keleki’ye yerleşti. Şartların uygun hâle gelişi üzerine dört yıl sonra 31 Ekim 1997 de tekrar Bakü’ye dönerek Azerbaycan Halk Cephesi’nin başında aktif siyasete devam etti. 1998 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine adil ve demokratik olmadığı gerekçesiyle katılmadı. 5 Kasım 2000’de yapılacak 2. dönem genel seçimlere iştirak etme kararı aldı. Ama Elçibey son yıllarda kamuoyuna duyurmasa da rahatsızdı. Türkiye’den dostlarınca uzman bir doktor gönderildi Bakü’ye. Muayenede karar Türkiye’ye gelmesi yönünde oldu. 7 Temmuz 2000’de MHP Sivas Milletvekili Mehmet Ceylan’ın özel uçağıyla tedavi amacıyla Türkiye’ye getirildi. Ankara Hastanesi’nde tedavisi Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un koordinesiyle başlatılan Elçibey, durumunun ağırlaşması üzerine 9 Ağustos’ta GATA’ya nakledildi. Bu büyük bağımsızlık kahramanı 43 22 Ağustos 2000’de aramızdan ayrıldı. Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan devlet töreni ile Azerbaycan’a uğurlandı. Elçibey’in Azerbaycan’daki cenazesine 1 milyon kişi katıldı. Parlamentoda halkın acıdan galeyana gelerek “En büyük Elçibey başka büyük yok” sloganı üzerine Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev başına bir şey gelmesinden korkarak orayı terk etti. Bahtiyar Vahapzade O’na ölümünden sekiz yıl sonra şu mısraları döktü; Şair Memet Aslan, şiirinde bir kez daha “Ağla Karanfil Ağla” diye ağladı; “Kalbi Azerbaycan, gözü Türkiye/ Yaşadı “Türk” diye, öldü” Türk” diye. Bağladı Turana o, imanını,/ Bu iman onun üçün hayattan baha. Meğer tesadüf mü? O öz canını/ Gidip, Türkiye’de verdi Allah’a.” “Ölüm sevinmeyesin goy… Ömrünü vermir bada… El gadrini candan daha aziz bilenler… Şirin bir hatıra kalacak dünyada Severek yaşayanlar…/ Sevilerek ölenler.” “Garanfil şehid ganı/ Ağla garanfil ağla!/ Ağla, inlet dünyanı/ Ağla garanfil ağla! Cavanlara gıydılar/ Tanklar altda goydular/ Ganın içip doydular/ Ağla karanfil ağla” Yazımızı Samet Vurgun’un ölüm üzerine yazdığı şu mısralarla bitirerek “Ruhun şad olsun Elçibey” diyelim. 44 CENNETE KAÇAN OZAN Sesim çıkmıyor artık… Hançeremden yaralandım a dostlar! Binlerce yıl emek verdim, büyüttüm. Yüreğimi türkü ettim, hasretimi tel eyledim; vicdanımı, imanımı Her nem varsa cümlesini bozkırda bir tezenede öz eyledim. Can aradım, can bulmaya… Kırşehir’de bir gariban Abdal oğlu Neşet oldum, can buldum. Neşet toprak, Neşet yaprak, Neşet Çiçek Dağı kadar sade, Neşet ıssız bir çeşme suyu kadar berraktı. Yanık sesli, kavruk yüzlü, fakir bir Abdal uşağı idi Neşet… Bilmezdi bir milletin binlerce yıllık sesi olduğunu. Yüreği kendinden büyüktü Neşet’in Yüreği ülkesinden büyük Sesimi yitirdim dostlar’ Hançerem yaralandı… Nerden bilirdim bu kadar yarım kalacağımı. Eksildim dostlar! Kendi sesimin yankısı sanıyordum “ Aydooosst” diyen çığlığı. Sesime ses veren yamaçlara ne oldu? Yalnızca insanlar ölür sanıyordum oysaki Teller öldü, diller öldü; nefes öldü, ses öldü! Sanma ki sırf Neşet öldü ……. Cennette bozlaklar çalınır gayri. Dünyada türküler yetim kaldı. Kötü adamların türküsü yoktur, dedi. İyiler bir bir dünyayı terk ediverdi. Bize bozuk düzen, bozuk insanların yaptığı bozuk nameler kaldı. Katar katar şehitler geliyor artık. Ülkenin her köşesi yanıyor artık. Cehenneme dönerken ülke, cennete kaçtı ozanlar. Ülke Türk’ün olmazsa ülkede türkü olmaz. Sen yalnız ölmedin Neşet… Türküler de ölüyor. Türküler değil yalnız, Türkler de ölüyor! Hangi birine ağıt yakalım şimdi: ozanlara mı şehitlere mi, Türkülere mi, Türklere mi? Mahmut HASGÜL 45 ŞİİR GÜLİSTANI’NA YOLCULUK… Doç. Dr. Tamilla Abbashanlı Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, Öğretim Üyesi,/ Azerbaycan Elimizde bir kitap var: Eskişehir Şairlerinin Antolojisi. 2011 yılının son günlerinde Eskişehirli şairlere en güzel hediyedir bu kitap. 50-ye yakın şairin şiirleri toplanıp bu kitapta. Belki de Eskişehirli şairlerin sanat sınavıdır bu kitap. Onlar için sanat sınavı, okuyucular için şiir gülistanıdır bu eser. Her bir şiir bir çiçektir, çiçeklerin hepsi güzel, kokuları da farklı. Bu şiirlerin de konuları farklı, konuları işleme usulü farklı… Ama her birinin ayrıca güzelliği, özelliği var. Şiirlerin konuları incelikle seçilip, dili, üslubu da yerinde. Şiirlerde felsefe var, mecazlar teşbihler, istiareler, dilciliğin kuralları da yerinde. Kimi serbest yazmış, kimi hece ile… Şaire göre değişir bunlar. Kimin şiirinde iyimserlik ruhu, kiminde keder, kiminde ölmeyen aşk, kiminde kara sevda, manevi duygular var. Her bir şair seçtiği konuyu kuyumcu gibi işlemiş. Ne deyelim… Hayırlı-uğurlu olsun. Şiir gülistanı olan bu kitap bir daha bizi ilhama getirdi, şairler ve şiir hakkında güzel şeyler söylemek istedik. Yusuf Balasagunlu “Kutadku Biliğ” eserinde şairler hakkında ne güzel demiş: Kılıçtan itidir şairin dili, Tüyden çok incedir kalbinin yolu. Derin, ince sözler dinlemek istesen, Sözü onlardan işit, anlarsan. Şairler deryadan inci çıkarana benzerler; Onlar kimi övseler tarifi ülkeye yayılar; Kimi kötüleseler onun adı ebediyen kötü olar; Onlarla iyi geçin; şairlerin diline düşme; Onları sevindir vs. Bu mısraları da Azerbaycan’ın dünyaca ünlü şairi Abbas Sehhet demiş: Şair odur ki, gerçeklere dildade ola, Şairin fikri, düşü gerek azade ola. Bunu da Güney Azerbaycan’ın hakk sesi ölmez M. Şehriyar söylemiş: Şair halkın sesi, asrın sesidir, Vatanın ak saclı sergerdesidir. Hükmüyle ordular kalkar ayağa, Şiirin nehrinde taşlar da akar. “En kederli sevinç şair olmaktır”; Şairler cennetin anahtarını nereyese koyup unutan çocuklardır; Şairler sevdaların en güzelini yaşayan insanlardır. Şairlere selam verin, şairlerin selamını alın. Şairler yüreklerini bülbül yuvasına emanet koyarak şiir yazıyorlar. Şairler kalemlerini yüreklerinin kanına batırarak şiir yazıyorlar. Şairler iki ilahi çiçek – olum ve ölüm arasında açan tenhalık çiçeğidir. Şiir hakkında ne söylerler? Şiir Türkün sesidir. Şiir ilk defa çiçek açan nar ağacının içindeki ağacın sevinci, gülüşüdür: Şiir parlak zere benzer, Saf ve temiz olmalı zer. Şair olan unutma ki, Güzelliği budur şiirin, Söz az olsun, mana derin… Antoloji Eskişehir’e sevgi çiçekleri gönderen Ahmet Urfalının şiiri ile açılır. A. Urfalının Eskişehir sevgisi sadece bu şiirle değil, o kalemini silaha çeviren askere benziyor. Gece gündüz Eskişehir ve Afyon ilimizin tarihini, kültürünü araştırmakla uğraşır. Eskişehir Yunus Emre, Yunus Emre Eskişehir demektir-desek yanılmayız. Eskişehir’de yaşıyorum-derken Yunus Emre’nin Eskişehir’i mi deye sorarlar. Evet, bura sevgisi bütün dünyayı kucaklayan Yunus’un Eskişehir’idir. Kitapta ikinci şair Ahmet Yaşar’dır ve onun “Bizim Yunus” şiiri yüreğimize pınar suyu gibi döküldü. Ardınca Eskişehir’in ismini Türk dünyasında ünlü eden kadın aşığımız Âşık Nurşah’ın “Pir’im Yunus” şiiri geliyor. Âşık Pervani bu gün başı karlı Erciyes’e, Uludağ’a, Toros’lara benzeyen şairimizdir. Üstatlar üstadı, yaşayan efsanedir. Ömrü daha uzun olsun. Onun şiiri de antolojide yer almıştır. Aydın Çetinkaya orta neslin şairi, kültürlü, ağır başlı, şiirlerinde önemli konuları ele alan şairimiz. Dörtlükleri dikkatimizi çekti. “İçindeki”, “Fikir”lerden konuşur, “Dua” ediyor, “Ümit Uğruna”, “Zamana Doğru” koşuyor, “Nasihat” veriyor… Aylin G. Türkel elinde tuttuğu kalem titriyor, çünkü şiirin alfabesini öğrenmeğe başlıyor, “Hayallerindeki “Sen”den konuşur; “Her an seninledir” ve sözleri “İnci” gibi toplar: Küçücük bir inciyem ben, Özünden kopmayan, 46 bitip tükenmeyen vatan sevgisi “Türkiye’m” şiirinde dikkati çekiyor: Çökmesin üstüne ne hüzün, ne gam, Senden uzak olsun her türlü âlem. Canımız fedadır uğruna her dem, Sahip çıktık sana güzel Türkiye’m. Eskişehir Şairler Derneğinin Başkanı tanınmış şair İbrahim Sağır ve Halil Gürkan’ın da güzel şiirleri kitabın içinde yer almaktadır. Bu antoloji, aslında, onların büyük zahmetleri ile ışık yüzü görmüştür. Kitaba “Ön Söz” yazan şair İ.Sağır burada Eskişehir Şairler Derneğinin sadece Türkiye’de değil, Türk Dünyasında tanınmasından, orada kültür dernekleri ile ilişkilerinden söz açıyor. Diyor ki, Azerbaycan’da faaliyet gösteren “Vektör” Uluslararası İlim Merkezi şairlerimizin şiirlerini antoloji olarak basmıştır, yine de Bakı’daki “Ulduz Âşıklar Birliği” daima derneğimizle kültür münasebetleri yaratmıştır. Kitapta İ. Sağır’ın “Şairim”, “Feleğe Sitem”, “Bu Bahar”, “ne Gerek”, “Yabancı” şiirleri, H. Gürkan’ın ise “Gül Alev Alev”, “Geçmişin Ahı”, “Vakitsiz Solan Ömür”, “Yaşlı Gözler”, “Aşk Neferi” şiirleri yer almıştır. Kitabın Ferhat’larına gelince. Nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Diyorlar ya, “kendi yağında kavrulmak”. Bu “yağsız kavrulmaktır”. Şairler derneğimizin Başkanı İbrahim Sağır, Halil Gürkan, Muharrem Kubat, Gazi Durusu’nun yardımlarıyla, zahmetleriyle bu güzel antoloji ışık yüzü gördü. Ellerine, yüreklerin sağlık. Vatan, Millet için çarpan yürekleri hiç yorulmasın. Eskişehir Şairler Derneği bu insanların omuzları üzerindedir. Dişle-tırnakla bu derneği yaşatmağa çalışırlar. Asıl kahramanlık budur. Sanata, şiire emek verenler dünya durdukça yaşayacak, ömürleri şiir gibi ebedi olacaktır. Israrla onu seven. Sabırla bekleyen, Küçük, Yalnız bir inciyim. Bürhanettin Çil “Gözü Güzel Yar”dan konuşur, sonra “Kara Toprak”tan… O da Âşık Veysel gibi toprağa “vefalı dostsan” der. Bu kitapta şiiri basılan şairlerden M. Kubat, İ. Sağır, H. Gürkan, F. Akın, H. Şanlı, E. Şakar, L. Kılıc, N. Uçar, R. Barış, R. Köroğlu hakkında yazılar yazmışım, onların şiirleri hakkında geniş inceleme yapmışım. Ama üstat şair M. Kubat’tan konuşmadan olmaz. 2011 yılı şairimiz için uğurlu oldu. Sanat dostları, Eskişehir ve Afyon ilimizin sanatsever insanları şairin sanat yılının 60’ı senesi büyük tantana ile Yunus Emre Kültür Sarayında düzenlediler. Salonda oturmağa yer yok idi, insanların çoğu sona kadar ayak üste kültür gecesini izlediler. Bu sevgi hem Muharrem Hocamıza, hem de Eskişehir ve Afyon kültürüne sevgi idi, çünkü bu iki güzel, kahraman ilimizin adını şiirleriyle Anadolu’ya, Türk Dünyasına, Avrupa ve Balkanlara yayan M. Kubat Hocamızdır. Antolojide Muharrem Hocanın “Anama”, “Türkiye’me Sesleniş” ve “Sılaya” şiirleri yer almıştır. Bu kitapta şiiri yayımlanana her bir şair hakkında geniş yazmak olar, inşallah gelecekte bunu da yaparız. Yine de birkaç şairin ismini söylemeden geçemiyorum: Levent Topludal’ın “Suskun Sevda” şiirini çok beğeniyorum, defalarca kendi dilinden dinledimse yine dinlemek isterim. Mehmet Saffet Devrim’in mezarı nurla dolsun, “Gurbet” şiiri güzeldir. Şerife Gündoğdu’nun “Türkiye”m şiiri vatanıma yazılmış en güzel senfonidir. Antolojide Şerife Hanımın “Türkiye’m”, “Zor Günler”, “Annem”, ”Unutma”, “Mutluluk” şiirleri yer almıştır. Şairin 47 ÂŞIK KARŞILAŞMALARINDA SİVAS ÖZLEDİM ÂŞIK KAptANÎ’NİN Kaptanî: Yine hatırladım şirin Sivas’ı, “Gardaş” diyen dillerini özledim. Şimdi köylerinden duyulur sesim, O çamurlu yollarını özledim. SİVAS Erdem Can: Ulaş’tan geçiyor Tecer ırmağı, Balık dolu göllerini özledim. Çevresinde çoktur bahçesi bağı, Çiçeğini güllerini özledim. Kaptanî: Kışın kar üstünde kayardık kızak, Şirin köyüm şimdi bana çok uzak, Bazen küsmük yanar, bazen da tezek, Tandırdaki küllerini özledim. Erdem Can: İlimin beşiği kültür kervanı, Çermikler hastaya verir dermanı, Ozanların yurdu, yiğit harmanı, Bizim Sivas ellerini özledim. Kaptanî: Benim memlekette olmaz ki tasam, Hoşunuza gider bir şey söylesem, Koyun kaymağına sürüp de yesem, Kara kovan ballarını özledim. Erdem Can: Sivas’ın meşhurdur Kepenek suyu, On altı kazası bellidir sayı, Birbirinden güzel binlerce köyü, Duman çökmüş bellerini özledim. Kaptanî: Kapkara bulutlar dağları aşar, Yağmurlar yağdıkça dereler coşar, Bentlerine sığmaz her yana taşar, Boz bulanık sellerini özledim. Erdem Can: Tarlalarda az mı firik kavurduk? Bir o yana bir bu yana çevirdik, Gürgen yaba ile tığlar savurduk, Serin esen yellerini özledim. Kaptanî: Ağustos ayında harman koşardık, Düvenin üstünde yanar pişerdik, Fırsat bulsak bahçelere koşardık, Vişnelerin dallarını özledim. Erdem Can: Bir lokmamız, kırk kişiye bölünür, Misafirler bizde Hızır bilinir, Türküler söylenir sazlar çalınır, Ozanların tellerini özledim. Kaptanî: Düğünlerde bizi uyku tutmazdı, Sabahaca oyun-halay bitmezdi, KAPTANÎ’yim pilav, turşu yetmezdi, Gençliğimin yıllarını özledim. KONULU ŞİİRLERİ Dr. Doğan KAYA 48 Erdem Can: ERDEM CAN’ım hasret ile yanarım, Bir gün olur ben Sivas’a dönerim, Âşık severlere saygı sunarım, Mevlâ’nın has kullarını özledim. Tarih boyu pek çok kavime ve medeniyete ev sahipliği yapmış olan Sivas, bugün, eskisi kadar olmasa da hâlâ diğer iller içinde, birkaç bakımdan dikkat çeken bir il olma özelliğini taşımaktadır. Bunlardan ilk aklımıza gelenleri, Selçuklu ve Osmanlı’ya ait tarihi eserleri, havasının soğukluğu, halkının insani değerlerinin üst derecede olması, işsizlik ve buna bağlı olarak geçim zorlukları, bağrından çıkardığı bilim adamları, güreşçileri, âşık ve şairleridir. Yüzölçümü itibariyle Türkiye’nin ikinci büyük ili olan ve 1285 köyü ile ülkemizde en fazla köye il olan Sivas, bu niteliklerine rağmen, başka beldelere gurbetçi gönderen illerin başında gelmektedir. Tarihte çok önemli bir kültür merkezi olmasına rağmen günden güne nüfusunun azalması Sivas’ın kendi içinde pek çok probleminin olduğunun başlıca işaretidir. İklim şartları, insanının başka yöre insanlarına nazaran işgüzar olamaması ve teşebbüs kabiliyetinin zayıflığı, bu sonucu hazırlayan sebeplerin başında gelmektedir. Biraz önce sözünü ettiğimiz gibi Sivas, ülkemizde âşıklık geleneğinin hâlâ canlı olarak yaşatıldığı il olma özelliğini de taşımaktadır. Bugünkü tespitlerime göre Sivas’ta yetişmiş âşık sayısı 470’ten fazladır. Bu âşıklar şiirlerinde, geleneğe uyarak pek çok konuyu işlemişlerdir. İşlenen konulardan birisi de, “Sivas”tır. “Âşıkların Diliyle Sivas” adıyla çıkarmayı düşündüğüm kitap için uzun süredir derlemeler yapmaktayım. Şu anda elimdeki şiir sayısı 74’tür. Âşıklar içinde en fazla Sivas’a şiir söyleyen ise Kaptanî’dir. Burada, şiirlerin muhtevaları ve teknik özellikleri üzerinde durmadan Kaptanî’nin sekiz şiirini ve Erdem Can ile aynı konuda yaptığı karşılaşmayı vermek istiyorum. Şiirler Sivas’ı ve Sivaslı’yı anlatan orijinal söyleyişleri ihtiva etmektedir. Asıl konuya geçmeden önce, Kaptanî hakkında bilgi vermek istiyorum. Asıl adı Mehmet Köşe olan Kaptanî, 1952 yılında Sivas’ın Çayboyu mahallesinde doğmuştur. Çoğumuzun bildiği gibi Çayboyu, daha önceleri, Sivas’a bağlı merkez köy idi ve adı Pirkinik’ti. Mehmet, Çayboyun’da Gülşeoğlu ( Gürşoğlu) diye bilinen ailede İsmet ve Zülbiye’nin oğludur. Dedesi Dursun Köşe, 1950 yılında Doğanşar’dan Çayboyu’na göçmüştür. Dört kardeşin en büyüğü olan Mehmet, ilkokulu, Çayboyu İlkokulunda, Orta tahsilini de Sivas Atatürk Ortaokulunda ve Sivas Endüstri Meslek Lisesi Metal İşleri bölümünde yapmıştır. On sekiz yaşındayken beşik kertmesi olan amcası kızı Emine ile evlenmiştir. Üçü kız, ikisi 49 oğlan beş çocuk sahibidir. 1995 yılında S.S.K.’dan emekli olan Mehmet, halen Sivas’ta Alibaba Minibüs durağına kayıtlı olarak kendi özel arabasıyla geçimini sürdürmektedir. Küçük yaştayken türküye, saza merakı olan Mehmet’in bu hevesi aile fertlerinin karşı çıkması üzerine uzun yıllar körelmiştir. Ne var ki, gençlik çağında ve sonraki seneler içindeki aşk tekrar alevlenmiş, saz çalmaya, türkü söylemeye tekrar ilgi duymuştur. Âşıklığa yönelmesinde iki sebep önemli ölçüde rol oynamıştır. Bunlardan ilki; bir ara arabasıyla SivasErzurum arasında gazete dağıtıcılığı yaparken, Erzurum’a her gidişinde âşıklar kahvesine uğrayıp orada sanatlarını icra eden âşıkları dinleyip etkilenmesi, diğeri de hemşehrisi Âşık Erdem Can’la tanışıp ondan şiir söylemenin inceliklerini öğrenmesidir. Mehmet’e, mesleğinden dolayı Kaptanî mahlasını da Erdem Can vermiştir. İrticalî olan ve bugüne kadar pek çok televizyon programına ve âşık programlarına katılan Kaptanî’nin yüz civarında şiiri vardır. Hakkında Gazi Osman Paşa Üniversitesinde bir de bitirme tezi hazırlanmıştır (Nuray BÜTÜN, Âşık Kaptanî, Tokat, 1997). GELİN GÖRÜN SİVAS’TA Sivaslı’yı kaba saba görenler, Bol hürmeti, gelin görün Sivas’ta. Sivas için yanlış karar verenler, Öz şefkati, gelin görün Sivas’ta. Tepemizde baykuş gibi ötenler, Çıkar için benliğini satanlar, Uzaktan Sivas’a atıp tutanlar, Merhameti, gelin görün Sivas’ta. Askere polise kurşun sıkanlar, Kiralanıp burda otel yakanlar, Bizim aramıza nifak sokanlar, Muhabbeti, gelin görün Sivas’ta. Kin ve iftiranız daha bitmedi, Terse döndü hesabınız tutmadı, Sivas halkı ülkesini satmadı, Asaleti, gelin görün Sivas’ta. Yabancı kültüre olurlar şahbaz, Örf ve âdetine diyor ki yobaz, Yobaz olan insanlıktan anlamaz, Nezaketi, gelin görün Sivas’ta. Yıllarca düşmanın yetmedi gücü, Bir gaflete düşmek acı mı acı, Misafirdir Sivaslı’nın baş tacı, Hakikati gelin görün Sivas’ta Cumhuriyet kurdu canların canı, KAPTANÎ diyor ki atanı tanı, Dört Eylül’dür kutlamanın zamanı, Sadakati, gelin görün Sivas’ta. SİVAS’IM Türkiye’nin orta yerde kalesi, Her tarafa açık yönü Sivas’ın. Olmamıştır, asla düşman kölesi, Tarihe yazılı, ünü Sivas’ın. Gelmiş geçmiş âşıkları söz eri, Bulunur mu Ruhsatî’nin benzeri? Adım adım dolu şehit mezarı, Bu yurda fedadır, kanı Sivas’ın. Minareden yükselen o sedaya, Yalvarırım, dinler iken Hüdâ’ya, Hiç korkmadan vatan için fedaya, Yine hazır yüz bin canı Sivas’ın. Gel KAPTANÎ geçmişini sayıkla, Şemsi Sivasî’yle nice büyükle, Hamza Yerlikaya, Ahmet Ayık’la, Her yana ulaştı, şanı Sivas’ın. SİVAS’IM Evlatların bu vatanı kurtardı Hepsi yiğit hepsi beğdi Sivas’ım! Çelik düşman perdesini yırtardı, Hepsi birbirinden yeğdi Sivas’ım! Güzel yurdun dört bir yanı sarıldı, Kollarına prangalar vuruldu, Dört Eylülde Kongireler kuruldu, Atatürk’üm seni öğdü Sivas’ım! Millî birliğimi elde tutansın, Bizim için sen en güzel vatansın, Sana katil diyen densiz utansın, Cumhuriyet sende doğdu Sivas’ım! Var mı senin gibi asil bir şehir? İftira etmekte hepisi mahir, Bunca çile bunca yoksulluk kahır, Yağmur gibi sana yağdı Sivas’ım! Bizler bir bütündük bugüne değin, Fitnecinin iftirası çok yeğin, Senin asaletli Kangal köpeğin, Uyuz çakalları boğdu Sivas’ım! Ayrımcı değiliz yurdu bölmedik, Şerefsizin oyununa gelmedik, Sivaslı’yız, ayaktayız ölmedik, Düşmanların boyun eğdi Sivas’ım! Zorlukla atlattık biz bu çağı da, Umutluyuz gerek yok ki ağıda, KAPTANÎ’nin kaleminden kâğıda, Bu şiir yazmağa değdi Sivas’ım, 50 SİVAS’IMA Kasım ayı geldi, soğuklar düştü, Başladı, kardeşim kışı Sivas’ın. Odun yok, kömür yok vatandaş şaştı, Dondu gözlerinde yaşı Sivas’ın. Altı ay kışı var, herkese zarar, Fakir gençler işsiz, her gün iş arar, İşsiz kalan her gün kahveye dolar, Kahvede başlıyor, işi Sivas’ın. Saçaklardan uzun buzlar asılır, El ayaklar ayazımda kesilir, Tezek sobasıyla evler ısınır, Türkiye’de yoktur, eşi Sivas’ın. Bitmez Sivaslının gönlünde yası, Ne kadar bağırsa duyulmaz sesi, Çökmüş üzerine dumanı, sisi, Kara bulutludur, başı Sivas’ın. Bir buğday ekmekle geçim olur mu? Meclisteki, bu zorluğu bilir mi? Göç etmiş Sivaslı geri gelir mi? Bir gün kalacaktır, boşu Sivas’ın. Masraflar başladı, elde yok gelir, Vallahi eksiğin borç ile alır, Bu mevsimde kurdu kuşu aç kalır, Güneye göç eder, kuşu Sivas’ın. Unutma kardeşim, bu böyle gitmez, Çaresiz kalınca artık güç yetmez, Seçim sandığına daha oy atmaz, Artık çatılıyor, kaşı Sivas’ın. KAPTANÎ’m de söylemekten bıkmıyor, İktidarlar Sivas’ıma bakmıyor, Kessen damarımı kanım akmıyor, Temelden çöküyor, taşı Sivas’ın. SİVAS’TIR Güzel Anadolu’nun Orta yeri Sivas’tır. Havası soğuk ama, İnsanları çok hastır. Oy Sivas’ım Sivas’ım! Senden geçmez hevesim. Yiğidin harman yeri, Sözünden dönmez geri, Ta Selçuklu’dan beri, Bizdeki aynı histir. Oy Sivas’ım Sivas’ım! Seni anlatır sesim. İlkbahar yaz çağları, Sümbül açar bağları, Geçit vermez dağları, Her taraf duman sistir. Oy Sivas’ım Sivas’ım! Oldun gönlümde süsüm. KAPTANÎ sensiz n’eyler? Şirindir bizim köyler, Ozanı dertli söyler, Türkiye’de tek sestir. Nice kurdun canlarına kıyarlar, Kangal köpeğinin döşü meşhurdur. Kızlar su almaya çeşmeye gelir, Kovalar dolarken sohbeti bilir, Gençlerin aklını başındın alır, Güzellerin hilâl kaşı meşhurdur. Rengârenk çiçekler dumanlı dağlar, Karlar erir, derelerden su çağlar, Düğünlerde ana ağlar, kız ağlar, Gözlerinden akan yaşı meşhurdur. Genç ihtiyar, halay çeker yorulur, Açlık başlar, biraz mola verilir, Yemek için yere sofra kurulur, Düğünlerde keşkek aşı meşhurdur. KAPTANÎ yemyeşil ovaya bakar, Rençperler tarlaya tohumlar eker, Rakipler her zaman korkusun çeker, Pehlivanlarının tuşu meşhurdur. GARDAŞ Oy Sivas’ım Sivas’ım! Sensin benim nefesim MEŞHURDUR Anlatayım size bizim Sivas’ı, Fırtınası, karı, kışı meşhurdur. Sobanın başında sohbet havası, Beklenilen yazın düşü meşhurdur. Çobanları dağda sürü yayarlar, Kasım ayı gelir koçu boyarlar, Sivas soğuk ama, insanı sıcak, “Hani Sivaslıyız” dedik ya gardaş. Yoksula garibe açarız kucak, “Hani Sivaslıyız” dedik ya gardaş. Ruhsatî, Pir Sultan, Veysel’den sonra, Yürüttük kervanı vermedik ara, Devraldık görevi bizdedir sıra, 51 “Hani Sivaslıyız” dedik ya gardaş. KAPTANÎ’yim bu sanatta inciyiz, Ne kötü niyetli ne de kinciyiz, Vakıfta dernekte bizler öncüyüz, “Hani Sivaslıyız” dedik ya gardaş. SİVAS Güzel Anadolu’mda, Bir şehir var bilinmez. Düşmana eğmez boyun, Kaleleri alınmaz. Dağlarında kar yatar, Kınalı keklik öter, Madımak yemlik biter, Başka yerde bilinmez. Çifte Minareleri, Gökmedrese ile seri, Selçuklu’nun eseri, Bu şehirden silinmez. Alevî-Sünnî özde, Pişeriz aynı közde, Ayrı-gayrı yok bizde, Bizim şehir bölünmez. Ruhsatî sözden anlar, Veysel’in sazı inler, Bu şehir türkü dinler, Pop müziği çalınmaz. Bu şehir nere derken, KAPTANÎ doğdun erken, Sivas gibi yer varken, Başka yerde kalınmaz. AĞLAMA CAN 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Azerbaycan’da Elmas Yıldırım adlı bir er ortaya çıktı. Ozandı. Türklüğe destan yazandı. Israrla ‘Türk’ dediği için yönetimce öldürülmek istendi. O da 1933 yılında Türkiye’ye sığındı. Ama yüreği Azerbaycan’da kaldı. Anadolu’da Azerbaycan’ı yaşadı. Özlem ateşi her dem gönlünü dağladı. 1952 yılında ölene dek şiirlerinde Azerbaycan için ağladı. Anadolu Türkü bir ozanın, Elmas Yıldırım’a seslenişidir: Hoş gelmişsen Safalar getirmişsen Ağlama can ağlama! Diyeceklerim var; beri gel Hele bir soluklan. Bolu dağının, Köroğlu’nun destanı! Görkemli sevdalarımız okunur Aynı kilimde, aynı halıda Bir düşün Belek Gâzi ile Ayşe Hatun’un nikâhını Kıymadı mı Dede Korkut’umuz Şu gezdiğin Palu’da? Ağlama can ağlama! Zaman serhoş Zorlu tuzaklara gebe ufuklar Geçmez oldu akçesi yiğitliğin, mertliğin Zaferler minyatürlerin koynunda Eshab-ı Kehf uykusunda Ve çoktan unuttu bozkırlar Sıyra-kılıç ılgarları Bilek hakkı o destanları… Ağlama can ağlama! Firavun tahtındaki zamana inat Gül, neşelen; bu yurt senin. Anadolu’da karındaşlar bağrındasın Ak alınlı yiğitler koyağı Ak topraklı Ağın’dasın! Hiç kuşkun olmasın O yurt ta bizim, bu yurt ta Ulu Hazar Bakü’deyse Balası Harput’ta! And olsun Yaratan’a Ayıramaz bizi zamanın fitnesi Hankendi Karabağ’daysa Elazığ’da ikizi! Ağlama can ağlama! Gözyaşlarında ulu Hazar’ın tuzu var Ağıtında dayanılmaz sızı var: “Ben uca dağlar aştım Güneş ile yarıştım Terkimde taşıdım dünyayı Toy-düğün Türk’ün hakkı” diyorsun, Biliyorum. Bildiğim için kahroluyorum. Ağlama can ağlama! Hasret ayazını dağıtır gönlünden Sımsıcak karındaşlığımız Fırtınalar dinsin yüreğinde Gamlanma, Buraları el sanma İkimizi anlatır bu toprağın her yanı Kafkaslarda yankılanır Zorlu tuzaklara gebe olsa da devir-devran Dün vardık Bugün varız Var olacağız her zaman Ağlama can ağlama! Mevlüt Uluğtekin YILMAZ 52 tOKAt’tAN DeRLeNmİŞ BİLMECELER Dr. Lütfi Sezen* Bilmece, bir şeyin adını söylemeden, bazı niteliklerini üstü kapalı şekilde anlatarak onun ne olduğunu bilmeyi, dinleyene veya okuyana bırakan oyuna denir. Özelliklerini üstü kapalı söyleyerek o şeyin ne olduğunu bulmayı, karşısındakine bırakan eğlenceli sözlerdir. İnsan fikir ve düşüncesinin oluşumunda bilmeceler önemli rol oynarlar. “Tabiat karşısında birçok çözümlenmemiş sırla iç içe olan insanoğlu bu yönde her zaman kendi kendisine sorular sormuş, bu soruların cevabını bulmaya çalışmıştır. Bulunan cevaplar ise çoğu kez akla ve mantığa uygun olmuştur.”1 Bilmecelerin sorulmasının bir usulü vardır. Bilmeceyi soran karşısındakine bir düşünme zamanı bırakır. Bilmece sorulan kişi, bilmece sorandan bazı açıklamalar ister. Bunun için “canlı mı, cansız mı, yenir mi yenmez mi ?” gibi sorular sorar. O da – biraz da nazlanarak- evet, hayır şeklinde kısa cevaplar verir. Bilmece sorulan buna rağmen bilmeceyi çözemezse pazarlık başlar. Bilmeceyi soran ondan bir şehir veya memleket ister. O da değerli bulduğu bir şehri, bahçeyi, bağı, tarlayı - örneğin Tokat’ı - verdim der. Bunun üzerine bilmeceyi soran cevabı açıklar. Zihinsel bir oyun ve eğlence aracı olan “bilmecelerin çözülmesi maharet, alışkanlık, bilgi ve kabiliyet işidir. Bu vasıflara sahip olanlar benzerlik ve tezatlardan hareket ederek bilmeceyi daha çabuk çözerler. Bu işte zekâ ve muhakeme gücünün kuvvetli olması yanında; genel bilgi, zevk ve merakın da payı büyüktür.”2 Anonim olan manzum ve mensur bilmeceler yanında; belli şair ve yazarlar tarafından söylenip yazılı edebiyata geçen bilmeceler de vardır. “Günümüz saz şairlerinin (âşıkların) hece ölçüsü ile söyledikleri bilmeceler, divan edebiyatı döneminde ‘muamma’ veya ‘lügaz’ adıyla dile getiriliyordu. Arapça ‘gizli ve güç anlaşılır söz’ anlamına gelen muammanın çözülmesi oldukça zordur. Verilecek cevapların makul ve mantıklı olması gerekir. XVII. yüzyıl divan şairi Nâbî’nin aşağıdaki beytinden anlaşılacağı gibi her ikisi de yok anlamına gelen ‘nâ’ ve ‘bî’ edatları verilmiştir. Bunlar birleşince ‘Nâbî’ ismi ortaya çıkıyor. Bende yok sabr ü sükûn sende vefadan zerre İki yoktan ne çıkar fikr idelim bir kerre Nâbî Lügaz, Arapça bilmece demektir. Bir çeşit muammadır. Bir şeyi gizlemek için düzenlenen hünerdir. Çoğu zaman soru yoluyla sorulur. Muammadan farkı çözüme yarayacak açıklamayı kendi içinde bulundurmasıdır. Örnek: Ol nedir ki hercâî simin beden Mahv olur ellerde ülfet etmeden (Sabun) Halk bilmecelerinin sözlü ve yazılı iki kaynağı vardı. Birincisi halk ruhuna yerleşerek tarihin zenginliklerinden günümüze kadar sözlü gelenekle gelmiştir. İkincisi ise; lûgatlar, divanlar, cönkler, mecmualar, bilmece kitapları, tarihler ve seyahatnâmeler gibi vb. yazılı kaynaklarda yer almaktadır. Türk dilinde bilmeceler üzerine ilk bilgileri XI. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügat-it Türk isimli eserinde görüyoruz. XIV. yüzyılda yazıya geçirilen Kıpçak Türklerinin dil ve halk edebiyatı ürünlerini içine alan Codex Cumanicus (Kıpçak Toplamaları) kitabında yer alan bilmeceler de ilk örneklerdendir.”3 Tarihî kaynaklarda, toplumların ilkel devirlerinden beri bilmecelere başvurdukları belirtilmektedir. Türk çevrelerinde uzun bir geçmişi olan bilmecelerin farklı isimlerle yaşadığı görülüyor. “Altay Türkleri * Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi. . Gülafet Davudova, 555 Tapmaca, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayını, (Yayına Hazırlayan: Dr. Cengiz Alyılmaz), No: 4, s.II, Erzurum 1996 2 . Prof. Dr. Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Kültür Bakanlığı Yayını, No: 365,Emel Matbaacılık, Ankara 1981, ss. 662-673. 3 . Elçen, bkz. age. ss.676-679 1 53 tapışkak, Azerbaycanlılar tapmaca, Başkurtlar yomak, tabışmak, Karaçaylar yumak, Kazaklar jumbak, Kırgızlar tabışmak, Özbekler tapişmak, Tatarlar tabışmak, başvatgıç, Tuvalar tıvızık, Türkmenler matal, tapmaca, Uygurlar tepişmak, Yakutlar taabırın karşılıklarını kullanmaktadırlar. Anadolu’da en yaygın söyleniş biçimi bilmecedir. Ayrıca atlı hekât, atlı mesel, bilmeli matal, bulmaca, dele, fıcık, gazelleme, hikâye, masal, matal, mesel, metel, söz, tanımaca, tanıtmaca, tapmaca ve tapaca adları da kullanılır.” 4 Tokat ve çevresi halk edebiyatı ürünleri bakımından zengin bir potansiyele sahiptir. 1971-1978 yılları arasında bu şirin ilimizin tarihî bir kimliğe sahip olan Gazi Osman Paşa Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği görevinde bulunmuş, öğrencilerimin destek ve ilgisi ile bir kısım folklor ve halk edebiyatı ürünleri derlemiştim. Bunlardan bir bölümü Türk Folkloru Araştırma Dergisi’nin Mayıs1982 (Sayı: 34), Haziran 1982 (Sayı: 35), Ağustos 1982 (Sayı: 37)’de yayınlanmıştı. Derlemelerden manilerle ilgili olanlar Manilerle Tokat adıyla 2005 yılında Tokat Valiliği İl Kültür ve Sanat Vakfı tarafından kitap olarak bastırılmıştı. Eski notlarımı karıştırdığımda Tokat’tan derlediğimiz bilmeceler gözüme ilişti. Yaklaşık 40 yıl önce öğrencilerimizin ilgisi ve desteği ile derlenmiş olan bu bilmeceleri yayınlamanın Tokat halk kültürüne önemli katkısı olacağına inanıyorum. Az gider uz gider Altı ay bir güz gider Gide gele bir balta Sapı yol kat eder (kapı) Altı tahta üstü tahta İçinde var kanlı kahpe (hançer) Allah yapar yapısını Bıçak açar kapısını (karpuz) Üstü tahta, altı taş Sekiz ayak iki baş (döven ve öküzler) Beyazla başladım, yeşille işledim Kırmızı ile bitirdim (kiraz) Bir küçücük fil dişi Dolanır dağı taşı (göz) Bir ufacık odacık İçi dolu yongacık (ağız) Ben giderim o kalır (ayak izi) Biz biz idik, otuz iki kız idik Eğildik büküldük, iki sıra dizeldik (dişler) Bir ağacı oymuşlar İçine dünyayı koymuşlar (radyo) Bir hırsız eve girince Neyi çalmaz (zil) Ben giderim o gider Yanımda tin tin eder (baston) 4 Altı mermer üstü mermer İçinde bir gelin oynar (ağız ve dil) Ağayı attan indirir (idrar) Anam döndürür babam sokar (çorap) Alçacık boylu Kadife donlu (patlıcan) Altı manda üstü keçi Bir hoca minareye çıktı (pabuç) Bir kalbur boncuğum var Gece sererim gündüz toplarım (yıldızlar) Benim bir kuyum var İki çeşit suyu var (yumurta) Bir küçücük fil dişi Taşıyamaz bir kişi (ateş) Bize gel altına koyayım (minder) Bir çarşafım var her yeri örter Denizi örtmez (kar) Bir acayip nesne gördüm Vardır onun neşteri Cümle âlem lezzetine müşteri (arı) Çarşıda gördüm al Fatma’yı Beline bağlamış çatmayı Ey suratsız nerden öğrendin Böyle kapının ardında yatmayı (süpürge) . Hüseyin Tuncer ve Diğerleri, Çocuk Edebiyatı, MEB Devlet Kitapları, Ankara 2000, s. 73. 54 Çalı dibinde bir yumak hamur (tavşan) Çözerim durur Bağlarım yürür (ayakkabı) Dağdan gelir sekerek Kuru üzüm dökerek (keçi) Dağdan gelir dağ gibi Kolları budak gibi Eğilir su içmeye Böğürür oğlak gibi (kağnı) Dağdan gelir nani kız Elleri kınalı kız Keten gömlek giymiş İyi bellenmez kız Arapça söyler Dili bilinmez kız (leylek) Dağa gider bağırır Eve gelir paslanır (balta) Dışı sivri içi eğri (minare) Dağlar tepeler Çıngıl küpeler Geriden baktım al Ağzıma aldım bal Çarşıdan aldım bir tane Eve geldim bin tane (nar) Çarşıdan alınmaz Mendile konulmaz Tadına doyulmaz (uyku) Dağdan gelir taştan gelir Götü püsküllü enişten gelir (keçi) Dedem deve, girmez eve Vur boynuna girsin eve (çadır) Dağdan attım hindi gibi Dağ dibine sindi gibi Ağlar ağalar gibi Güler beyler gibi (mektup) Dışı kar gibi içi nar gibi (yumurta) Dam üstünde darı saçtım Sayamadım eve kaçtım (yıldızlar) Eşik altından baktım Seninle odalar yaktım (tüfek) (kiraz) Ev içinde ev (ayna) Etten kantar, altın tartar (kulak küpesi) Hep şurada, hep burada Bir de baktım kapı ardında (süpürge) İki kaşık duvara yapışık (kulak) Kara öküz gider gelmez Sarı öküz yatar kalkmaz (duman alev) Kuyruklu kumbara Yemek taşır ambara (kaplumbağa) Küçük kuşlar camiyi taşlar Kendileri çalışır ellere bağışlar (arı) Kat kat döşek Evin içinde deniz Denizin içinde balık Balığın kuyruğu yanık (lamba) Hacca gider hacıdır Gitmeyen duacıdır Dal verir budak verir Bu neyin ağacıdır (geyik) İki başlı Kertüklü içi bereketli Ananın önüne gelip giden ne idi (yayık) İki ayaklı fil ortasında dil (terazi) Kara deveyi dağladım Göze karşı bağladım (soba) Kanadın kefren değil Sarıdır safran değil Kanatlıdır kuş değil Boynuzludur koç değil (çekirge) Karşıdan baktım çalı çeper Elimi uzattım elimi kapar Ağzıma attım bal ile şeker (kuşburnu) Karşıdan baktım bir taş 55 Bunu bilmeyen eşek (lahana) Kat kattır ama katmer değildir Kırmızıdır ama elma değildir (soğan) Kâğıda sardım samanı Kâğıttan çıktı dumanı (sigara) Mavi atlas, iğne batmaz Makas kesmez, terzi biçmez (gökyüzü) Ocak başında kara öküz (kömür) Oturdum önüne soktum deliğine (sandık) Sarıdır sarkar düşerim korkar (ayva) Suya düşse uslanmaz Yere düşse paslanmaz (altın) Yılan gibi hışılar Irmak gibi fışılar (tırpan) Sarıdır safran gibi Yazısı Kur’an gibi Elden ele hükmeder Mısır’a sultan gibi (altın) Üstü çayır biçilir Altı çeşme içilir (koyun) Yukarıda kara kara Yere düşer para para Elime aldım kan gibi Ağzıma attım bal gibi (karadut) Yol üstünde kilitli sandık (mezar) Yol üstünde saç koydum Gelen geçeni aç koydum (Ramazan Yanına vardım dört ayak bir baş (kaplumbağa) Kabuğu var içi yok Dayağı yer suçu yok (davul) Kanadı var kuş değil Boynuzu var koç değil (kelebek) Kat kat kadayıf kendi zarif İçinde özü var kıyısında gözü var (mum) Pişirirsen aş olur Pişirmezsen kuş olur (yumurta) Sabahtan kalktım çatala bindim (pantolon) Şıngır şabanı, deve tabanı Bilmez olayı, gezer yabanı (el terazisi) Sarığını sara sara Çıktım Karahisar’a (sarmaşık) Uzun uzun zurnaya benzer Sıra sıra turnaya benzer Tel tel kadayıfa benzer Kat kat yufkaya bezer (mısır) Şekere benzer tadı yok Gökte uçar kanadı yok (kar) Yokuştur ayak ayak Çık yüzü katabak Gençlere kolay gelir Ninen istemez çıkmak (merdiven) Yol üstünde yağlı kayış (yılan) Yer altında gezer Yedi gelinden güzel (saban demiri) Yirik fesim o dalda kaldı (ceviz) KAYNAKÇA : 1. 2. 3. 4. 5. DAVUDOVA, Gülafet: 555 Tapmaca (Yayına Hazırlayan: Dr. Cengiz Alyılmaz), Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayını, No: 4, Erzurum1996 ELÇİN, Şükrü: Halk Edebiyatına Giriş, Kültür Bakanlığı Yayını, No: 365, Emel Matbaacılık, Ankara 1981. SEZEN, Lütfi: Halk Bilimi ve Derleme Metotları (5.Baskı), Kurmay Yayınevi, Ankara 2005. --------: Manilerle Tokat, Tokat Valiliği Kültür ve Sanat Vakfı Yayını, No: 2, Tokat 2005 --------: Halk Edebiyatı Ders Notları, Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Erzurum 2011. 56 BU ŞEHİR (Gurbette bİr Şehİr) Her tarafında tuzak, her yanında ağ, Yaşayanları ölmüşler, ölmüşleri sağ, Her bir köşesinde aşılmaz yalçın dağ, Soğuğu çok da sıcağı yok bu şehrin. Cıvıltısı yok, ne dağların ne düzün, Anlamı yok duyulan hiçbir sözün, Aşinası değilsin sanki bunca yüzün, Bulutu çok da güneşi yok bu şehrin. Hangi hain eller kurşunlamış evleri, Salmışlar şehir üstüne bir bir devleri, Yakıp yıkmakmış bütün görevleri, Düşmanı çok da dostu yok bu şehrin. Herkes kendi âleminde, kendi derdinde, Bağlanmış herkes kendi kemendinde, Hep gurbet zordur, çekilmez derdin de, Derdi çok da dertdaşı yok bu şehrin. Anla bir tanem, sen yoksun bu şehirde, Dermanım senmişsin meğer her derde, Sabret, gün olur, bir gün vakit gelir de, Gelimi çok da kalımı yok bu şehrin. 57 Dertlenme ey gönül, bu şehrin suçu yok, Derdin, sitemin, sözün de sonu, ucu yok, Nice söylesen de, kimsenin umuru yok, Tarihi var da kısmeti yok bu şehrin. Ertuğrul Yaman MİLLİ MÜCADELE YOLUNDA (28)YİĞİT VE SELAHATTİN TENEKECİ Sadun KÖPRÜLÜ Onlar, Milli Türkmen davasını savunmak, millet adını yükseltmek için mücadele ederek, kan vererek bu uğurda şehit oldular! Bu yiğit, kahramanlardan çocuk yaşlarında, yetenekli çalışkan, her alanda millet için ön sırada korkmadan, kendisini milli davaya adayan şehit Selahattin Tenekeci’yi tanıtacağız. Öteki şehitlerimiz de yüce şanıyla, BAAS Saddam rejimi tarafından hapishanelerde acı işkence görmüşlerdir. Uzun yıllar boyunca bu acı baskıyı yüzlerce Irak Türkü yaşamıştır. Irak Türklerinin tanınmış ailelerinden milli yolda şirin canını, temiz kanını veren Şehit Selahattin Abdullah Tenekeci’nin babası Abdullah Mehmet Tenekeci 1915 tarihinde Kerkük Kale Meydan Mahallesi’nde gözlerini açmıştır Mehmet Turşucu’nun küçük oğullarından olan Abdullah Tenekeci 75’li yıllardan beri Kerkük’ün Büyük Pazarının esnaflarından sayılmaktaydı. Abdullah Tenekeci Türkmen yerel kıyafetiyle, aşırı Türkçü olarak milletine iç doğru sevgi besleyerek her türlü yardımda bulunmaktaydı. 6 erkek, 2 kız çocuğunu millet sevgisiyle yaşatarak 14 Temmuz 1959 Kerkük katliamından çocuklarıyla birlikte kurtulmakla beraber her türlü baskıya maruz kalmıştır. Ama ne yazık ki bu acı katliamda çok sayıda Türkmen komşuları şehit olmuştur. Ömer Hıdır Çayhaneci ile çok sayıda Türk’ün şehit haberi herkesi çok üzmüştür. 1962 tarihinde bu milliyetçi Tenekeci ailesi Kerkük kalesinden başka bir semtine taşınmışlardır. Selahattin Tenekeci 1957 Kerkük kalesinde ailenin beşinci çocuğu olarak babasının milli sevgisiyle göz açmıştır. İlköğrenimini Kerkük kale EL IRAKIYA İlköğretim okulunda tamamlamıştır. Baba sanatını öğrenmek için yıllarca büyük pazarın esnafı olarak çalışmıştır. Ortaokulu El Garbiye okulunda, liseyi ise Musalla Akşam Okulunda sürdürerek gündüzleri Kerkük Çay Mahallesinde babasının ikinci dükkânında ustalık öğrenmeye başlamıştır. Halk Ses Sanatçısı Reşit küle Rıza ile görüşerek yakın soydaşları ile milliyetçilik duyguları ile büyüyerek, her zaman milli dava yoluna katılmıştır. Çocuk yaşlarından beri tüm aileleri ile birlikte Perşembe günleri 14 Temmuz Şehitler Mezarlığını ziyaret ederek, duyguya kapanarak gençlik yıllarını milli yola adayarak, Türk Edebiyatını okuyarak, eski Osmanlıca ve yeni Türkçe kitaplara önem vermekteydi. Arkadaşları tarafından Türkiye'den gönderilen kitaplardan sürekli bilgi almakla kendini yetiştirmekteydi. Selahattin Tenekeci, bizimle birlikte 1970 yıllarında Kerkük’te açılan Türk Kültür Merkezinde Türkçeyi öğrenmek için Baas rejiminin baskılarına rağmen kendisini geliştirmekteydi. Aynı dönemde 1971 tarihinde Kerkük silkinme öğrenci hareketine katılmış işkence görerek birkaç gün Şehit Mehmet Korkmaz, Celil Terzi oğlu, birçok dava arkadaşımızla birlikte tutuklanmıştık O, Türkiye, Türkçülük sevgisi büyüyerek kitaplardan elde etmiş olduğu bilgileri hafta sonları gitmiş olduğumuz Kerkük’e bağlı Sarı Tepe, Kara İncir köy gezilerinde anlatarak, milliyetçi, Türkçü soydaşlarını seçmek üzere her hafta bu toplantımız sürmekteydi. Türkmen bölgelerinden bu geziye katılanlar olmaktaydı. Selahattin Tenekeci her zaman bizinle gecenin son saatlerine kadar toplanarak, ne yapacağımızı dava katılıp çalışmalarımızı konuşmaktaydık. O dönemde soydaşlarımızla, şehit kan kardeşlerimizle Türkiye'den Kerkük Türk şehrini ziyaret eden Sayın Süleyman Demirel ve Fahri Korutürk’ün karşılama törenine katılarak oradaki kalabalığın arasında ”Yaşasın Türkiye”, “Bozkurt” sloganları atarak tutuklanmış, işkence görmüştük. Olayda Irak istihbarat ve emniyet birimleri bütün katılımcıların fotoğraflarını çekerek Türk kültür Merkezinde öğrenci olduğumuzdan dolayı tutuklanmamıza ve işkencelere rağmen bu davaya daha fazla sarılmaya başlamıştık. 1977 tarihinde Selahattin Tenekeci lise eğitimine ara vererek askere girmiştir Hedefi, askerliğini bitirdikten sonra Anavatan Türkiye’yi görmek, hasret gidermek, eğitimini orada tamamlamaktı. Irak ikinci kolordusunda özel komanda birliğinde yiğit bir er olarak yetişerek üzerine düşen vatani görevini sağlamcasına başarmıştır. Ve sürekli olarak milli konuları soydaşlarıyla tartışmaktaydı Milliyetçi bir tutumu ile Irak Türklerinin haklarının gasp edilmesini önlemek için acıya, baskıya, işkence idama rejime karşı direnerek hiçbir zaman susmamıştır. Kerkük’te gizli kurulan Türkmen Gençlik Birliği çatısı altında çalışmalar sürdürüyorduk. Dava 58 arkadaşlarıyla sessiz kalmadan haklarını savunmak üzere milletine yardım etmek amacıyla büyüklerimizle Kerkük ve dışında bir araya gelmeye bir güce sahip olmayı birlikte onarıyorduk Sürekli bu alanlarda görüşmeler, konuşmalar, çalışmalar önemli olarak gizli gezilerde gerçekleşerek Anavatandan her zaman destek beklemek için çalışmalar tüm hızıyla sürmekteydi. Arap Baas Rejimi ise bu dönemde 1970’de Irak Türklerine karşı tutuklamalar artarak büyüklerimiz, genç yaşta insanlarımız işkence ile tutuklanarak idam olmaktaydılar Ayni dönemde 1972 tarihinde Fatih Saatçioğlu’nun oğlu Mehmet Remzi, 12 Arap Emniyeti tarafından Kalaya yakın çarşıda kurşuna dizilerek şehit olmuştur. Şehit olmadan bir kaçını yaralamıştır. Arap Baas rejiminin yıldırma, yok etme, sindirme, asimilasyon politikası artarak Irak Türklerini ortadan kaldırmak, yok etmek tarihten silmeye ve kendi topraklarından uzaklaştırma her türlü yolları denemek üzere özel bir plan uygulamaktaydılar. 1979 Ekim ayında 24 genç yaşta soydaşımız milli davadan dolayı Arap Baas Partisi tarafından her türlü işkencelerle tutuklanmış ve 8 kardeşimiz idam edilmiştir. İçlerinde Selahattin Tenekeci bulunmaktaydı. Hiçbir kanıt, belge elde etmeden 9 ay sürekli işkenceden sonra Selahattin Tenekeci idama mahkûm olmuştur. İşkence sırasında evleri aranarak gece yarısı baskılar düzenlenmiştir Evin kütüphanesinde Atatürk’ün, Başbuğ Türkeş’in, Nihal Atsız’ın kitapları kanıt olarak alınmıştır Öte yandan Türkçe kitaplar ve dava arkadaşlarının fotoğrafları saklanmış olmasaydı tutuklamalar, idamlar daha fazla artacaktı. Onlar konuşmadan her türlü işkenceye katlanmışlardır. Ayrıca evlerini aramada Bozkurt rozetleri ve amblemler Türk bayrağı ve birçok el yazısı yazılan notlar ele geçmiştir. Selahattin Tenekeci önceden ele geçmeyerek yerine kardeşi Orhan Tenekeci tutuklanmış, her türlü işkenceden sonra özgür bırakılmıştır. Evde bu tutuklamaya herkes, aile perişan ve çok üzgün yaşayarak, bir an önce Selahattin Tenekeci bu durumdan kurtarmak, kaçırmak için babası çok uğraştı. Ama yiğit Selahattin soydaşlarının tutuklamalarından dolayı onları yalnız bırakıp kaçamadı. Aileyle birlikte sabaha kadar emniyet istihbaratının gelmesini bekleyerek, ertesi gün sabah günün çıkışıyla askeri kıyafeti ile birliğine doğru yola düşmesiyle artık gediş o gidiş olarak gözler arkasınca kalarak son bakışta ilk defa sanki bir acı durum olacak diye ailesi, kardeşleri ve karşına gelen arkadaşlarıyla kucaklaşarak yoluna devam etmiştir. Bu üzücü, çileli bakışlar ana, baba kardeşler hasretle yoluna bakarak, dua ederek Onu uğurladılar. Sokak çok sessizlik içinde olmakla anlaşıldı ki gecenin karanlığından sokağın bir tarafında çok sayıda emniyet, istihbarat türlü silahlarla araçlarla onu beklemekteydiler. Onu milletinin tedirgin haline rağmen, askeri birliğine götüreceğiz diye götürmüşler bir daha ondan hiçbir haber alınamamıştır. Onu götürdükten sonra izi kaybolarak emniyet, istihbarat hiçbir açıklama yapmadan haberleri olmadığın defalarca söylemişlerdir. Artık her türlü işkence, baskı, şiddet yapılarak onu zorla konuşmaya yalan suçlar isnat etmeye başladılar. Arkanızda kim var! Kim yönetiyor sizi! Kim başkanınız? Kim bu bildiriler yazarak dağıtmıştır? Hangi parti Türkiye’de yardım ediyor? İşkenceye dayanıp konuşmadı, kimsenin adını vermedi. Soruşturmada; Sizler Türkiye ajanısınız, vatan hainisiniz dediler. Dokuz ay her türlü bu acı işkencelerden sonra, (SEVRE) Devrim yargı evinde savcılar tarafından her türlü suçlarla ceza kararı okunmuştur. Yüce yargı evi başkanı, heyetler ve Arap Baas partisi üyeleri bu sanıkların yapılan soruşturmalara göre şu suçları sabit görünmüştür. Vatana hıyanet, ihanet ve Arap Baas partisine karşı gelerek birçok faaliyetlerde bulunup, örgütlenmek, teşkilat kurmak, Türkiye’ye bağlanmayı istemek. Irak topraklarını bölmeye çalışan ve huzuru bozmaya uğraşan bu gençlere en ağır şekilde yüce mahkemeniz ve Arap Baas Partisi heyeti tarafından cezalandırmanızı talep ederim, Çünkü Türkmen ataları Osmanlı gibi her zaman bu topraklarımızı alarak uzun yıllar hüküm sürmüşlerdir. Artık bu gün onları bu topraklarda bırakmamalıyız.” Bu kurulan düzmece işkence, acı dolu tezgâhın savcı, avukat ve iddia makamın sözleri aynı adaletsiz kıyıcı Arap Baas yönetimi tarafından yürütülen kan kokusunu yansıtan saçma sapan sözlerle insanları idamla yargılayarak, yaşam boyu hüküm vermektedirler. 24 Türkmen gencinin idam ve yaşam boyu hüküm kararı okunduktan sonra sahte suçlarla yüksek seslerler kınama protestolar Saddam rejimine karşı başlayarak korkusuzca bu adaletsizliğe karşı isyanla milli marşlar birlikte okunarak güle, güle gençler canımız feda olsun Türkmen milletine diye haykırılarak milli mücadele uğrunda ölmeye, can vermeye mutluydular. 59 Selahattin Tenekeci idam kararından sonra soydaşlarına sarılarak Türkmen davası için canımız kurban olsun diye ayağından ayakkabısını yargı evine fırlatmıştır. Daha sonra götürülerek, idam günlerinin yaklaşmasıyla ailesine bir vasiyet yazı yazarak söyle söylemiştir. Selahattin Tenekeci, yazmış olduğu vasiyeti: “Benim için üzülerek kimse siyah giymesin ağlamasın herkes beyaz giyinsin Kerkük’te herkese karşı mutlu olun, yüzünüz gülsün darılmayın, üzülmeyin. Annem tüm ailem üzülüp ağlamasın. Sürekli 1959 14 Temmuz Şehitler, Mezarlığına giderek bana dua ederek beni orda gömmenizi istiyorum.” Kıyıcı Arap Baas Saddam dikta rejimi tarafından atılgan, kahraman, yiğit şehitlerimiz: doğumlu Selahattin Tenekeci’nin cenazesi, 9 Temmuz 1980 tarihinde Bağdat’tan alındıktan sonra 10 Temmuz 1980 günü ailesi tarafından Kerkük’e götürülmüştür. Türkmen TAZEHURMATU ilçesinde şehidin cenaze arabasına çok sayıda emniyet ve sivil istihbarat polis araçlarının her türlü korku baskıyla Kerkük şehrine kadar peşlerine düşerek Şehit Selahattin Tenekecini evine götürmeden sessiz olarak mezarlıkta toprağa emniyet, gizli servisin baskısıyla verilmiştir. Ayrıca bir araya toplanmak, kalabalıkla evlerde camilerde cenaze töreni şehitler için düzenlememek yasaklanarak, Saddam yönetimine ve Arap Baas partisine karşı konuşma eylemlere kalkanlar idamla tehdit edilmiştir Artık şehit Selahattin Tenekeci Kerkük şehitler mezarlığında 14 Temmuz 1959 şehitlerine yakın bir yerde mezara sesiz olarak defnedilerek ağlamak, yaş dökmek her bir hareket davranışları gözeten sivil emniyet, muhaberat etrafı sarararak son yolculuğuna doğru şehidi kendi ailesi dostları kucaklayarak mezara toprağa gizli gözyaşlarıyla vermişlerdir. Ey ölmeyen yüce şehidim; yerin cennet, 1-Selahattin Tenekeci Kerkük doğumlu 2-Rüştü Reşat Muhtar oğlu, Kerkük doğumlu 3-İzzettin Celil Terzi oğlu Kerkük doğumlu 4-Salah Necim Hafaf Kerkük doğumlu 5-Mehmet Kokmaz Kifri ilçesi doğumlu 6-Muhsin Molla Ali Kerkük Doğumlu 7-Mustafa TELAFERLİ Türkmen Telafer ilçesi doğumlu 8-Hamit Rahman Kümbetli Kümbetler köyü 60 melekler yakının olsun, hoşça kal, sen yiğit kahramansın, bu milli dava yolunda kanını, canını verdin. Seni hiçbir zaman unutmayacağız. Şehitler ölmez ve kanlarınız yerde kalmayacak yakında bir gün gelecek bu hakkınız alınacak. Şad uyuyun, rahat uyuyun şehidim. Bizler de yolunuzda, izinizde yürüyeceğiz. Herkes korku içinde yaşayarak mezarlığa gelmeden gizli olarak gözyaşı dökerek, yürekleri yanarak acı günler yaşıyordular. Şehidimiz Selahattin Tenekeci 14 Temmuz şehitleri Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah, Osman Hıdır, Kasım Neftçi, Emel Muhtar, Mehmet Avcı gibi şehitlerimize komşu olarak onurla, gözleri yolda kalmadan millet için şehit olduğundan dolayı mutluydular. Şehidimizle birlikte o gün Kerkük 8 şehit cenazesini acı, çile, baskıyla karşılanarak her yeri korku sararak Saddam ajanları emniyet istihbarat almıştır. Herkese baskı işkence uyguluyordular. Çarşı esnafının çoğu dükkânlarını kapatarak çile hüzün içinde şehidin evine koşmaktaydı. Daha sonra şehidimiz Selahattin Tenekecinin kardeşi Ahmet tutuklanarak hiçbir haber ondan alınmayarak, ertesi gün şehidin babası Abdullah’ı çarşıdan iş yerinden dükkânından Ramazanın birinci günü alarak çok işkence yapmışlardır. Oruç olmasına rağmen 28 gün kimsenin göremediği bir yere saklamışlardır. Tek neden mezar taşına şehit diye yazılmasından dolayı sorgulanmıştır. Öte yandan ev halkını vatan haini diye adlandırmışlardır. Öteki kardeşleri ve 1955 doğumlu sabah Abdullah Tenekeci Irak’ın güneyi Basra yakınlarında şehit edilmiştir. İran, Irak savaşının ön sırasına atılarak arkadan vurularak şehit edilmiştir. Böylece bu büyük aile yok olmuştur. Türkmen milli davası yolunda şehit olan çok acı, işkence gören şehit edilen Selahattin üzüntüsü derin yaralar açarak, hiç bir an bile unutulmadı. Gönlümüzde, içimizde yaşadılar ve yaşamaktadır. Allah'tan bütün şehitlerimize Rahmet dilerken, büyük Türkmen milletimizin başı sağ olsun. Saddamcılar bu günde olduğu gibi tüm düşmanlarla sonsuza kadar yok olsunlar 9.7.1980 tarihinde Türkmen milleti uğrunda milli dava yolunda şehit olan 8 dava soydaşlarımızı sonsuza dek unutmayarak her zaman onların yolunda yürüyecektir. İnşallah kanları yerde kalmadan bir gün alınarak yolumuzu kanlarıyla, şirin canlarıyla aydın ederek onlar bizim için hiç sönmeyen bir ışık olarak yanacaklar, bir güneş olarak her an doğarak bizimle yaşayarak var olacaklar. Ne mutlu öyle bir millete ki, öyle yiğit bir kahraman anneden bir yiğit doğdurdu. Sizlere ne mutlu böyle bir oğlunuz var. O babaya binlerce selam olsun millet için sizleri şehit yetirdi, millet için şehit olmaya canlar adadı. Artık sizler ölmediniz bizimle aynı davayı paylaşarak, yaşıyorsunuz, ne mutlu ki sizler varsınız. 61 BİR SELAMA DEĞMEDİ Bu gün men seni gördüm, Salam vermek istedim, Üzünü yana tutdun. Söyle, illardan beri Qelbimizin bir duyub bir vurduğu illari, Axı, ne tez unutdun? Beş ilda gözümüzden axan o qanlı seller, Bir salama deymedi? Heç üzüme baxmadan yanımdan nece keçdin? Sen eşqin salamını qorxuyamı deyişdin? Yoxsa sen öz ahdine, ilqarına ağ oldun? O qeder yaxın iken, bu qeder uzaq oldun. Şirin gülüşlerimiz, acı feğanlarımız Bir salama deymedi? Qayğılı anlarımız, qayğısız anlarımız Bir salama deymedi? Sen neyledin, bir düşün! Yalnız indi anladım; ah, sen daha menimçün elçatmaz bir çiçeksen, Yaşanmış günlerim tek geri dönmeyeceksen!… Qop ey tufan, es ey yel! Xezal olum, tökülüm Düz beş il üreyimde Beslediyim mehebbet, bir salama deymedi. Bir günlük hesretimi döze bilmeyen gülüm, Bes ne oldu? Bu hesret bir salama deymedi? Getdin, dalınca baxdım, can ayrıldı canımdan, Sen nece etinasız öte bildin yanımdan? Ah çekdim, başım üste yarpaqlar esdi, gülüm, Senin qelbin esmedi. Arxana da baxmadın! Niye senin yolunu mehebbetin kesmedi?… Qazancımız de, bumu? Deyilmemiş o salam elvidamız oldumu? Sen mene zülm eyledin, mene zülm yaraşır. Bir salama deymeyen eşqe ölüm yaraşır! Bu gün ben seni gördüm Selam vermek istedim Yüzünü yana çevirdin Söyle, yıllardan beri Kalbimiz beraber duydu Beraber vurduğu yılları Peki, ne çabuk unuttun Beş yıl gözümden akan o kanlı yaşları Bir selama değmedi mi? Hiç yüzüme bakmadan yanımdan nasıl geçtin Sen aşkın selamını korkuya mı değiştin Yoksa sen kendi yeminine sözüne sadık kalmadın mı? O kadar yakın iken bu kadar uzak oldun Tatlı gülüşlerimiz, acı feryatlarımız Bir selama değmedi mi? Kaygılı-kaygısız anlarımız Bir selama değmedi mi? Yalnız şimdi anladım ah sen daha benim için Ulaşılmaz bir çiçeksin Yaşanmış günlerim tekrar geri dönmeyeceksin Kop ey tufan, es ey yel, Hazan oldum döküldüm Tam beş yıl kalbimde Beslediğim sevgi, bir selama değmedi Bir günlük hasretime dayanamayan gülüm Peki ne oldu bu hasret bir selama değmedi mi? Gittin, arkandan baktım can ayrıldı canımdan Sen nasıl sorumsuzca geçtin yanımdan Ah çektim, üstümdeki yapraklar titredi gülüm Senin kalbin titremedi Arkanada bakmadın Neden senin yolunu sevgi kesmedi? Kazancımız söyle bu mu? Söylenmemiş o selam elvedamız mı oldu? Sen bana zulm ettin bana zulum yakışır Bir selama değmeyen aşka ölüm yakışır & Bahtiyar Vahapzade 62 MÜLTECİLİĞİN ANATOMİSİ… Abdulkadir TÜRK Bülbülü altın kafese koymuşlar yine de; Mülteci insan korkuların tutsağında sevdasını, hayallerini, umutlarını, yarınlarını yollara, yıllara feda edendir. Sormaz mı kendi kendine, suçumuz neydi, sonumuz ne olacak bu yaban ellerde? Can bu, en tatlı şey. Ölmek mukadder elbet. Ama her an öldürülmek korkusu var ya? Zulme, katliama kurban gitmek endişesi, insana yerini yurdunu terk ettirebiliyor. “Mal canın yongası” olsa da, “cana gelen mala gelsin” duygusu insanın yaşama iradesinin bir tecellisi olsa gerek. Yaşam arzusu, hayatta kalma içgüdüsü, insanı arkasına baktırmadan kaçırtıyor bir yerlere. Bir ömür çadırlarda nereye kadar götürür insanı? Sığınma kampları ilanihaye yaşanacak bir yurt olur mu insanoğluna? Mevsimler, hele mevsimler mülteci, mağdur ayırımı yapar mı hükmünü icra ederken? Şüphesiz Allah rahmandır. Madalyanın bir de diğer yüzü var. Gelenler, yani mülteciler için zorluklar var tamam, kabul edenler için de her şey güllük gülistanlık değil ki. Mülteciler, kendi yaşam formlarını doğal olarak devam ettirme isteğinde olacaklardır. Ancak, bu yaklaşım yine doğal olarak yöre insanının yaşam formlarına uymayabilecektir. Bu hâl taraflarda yeni sorunların ve sendromların ” Aah..! vatanım, vaah..! vatanım” demiş. Altın kafesi beğenmediğine göre, vatanı neresi acaba diye salıvermişler garibi. Arkasından da takip etmişler uzun uzun. Ne görseler iyi. Bülbül, şırıl şırıl suları çağlayan bir derenin kenarında konmuş bir çalıya, başlamış yanık yanık ötmeye. Meğer vatanı o derenin kenarıymış. Değil bir insan, bir bitki, bir hayvan bile doğduğu, büyüdüğü, kendini ve kendince kişiliğini bulduğu bir yurttan, topraktan koparıldığında neler hisseder? Bağından, dağından, bostanından, komşusundan, evinin saksısından, ahırdaki hayvanından, düğünlerinin neşesinden, sokağının köşesinden kopmak kolay mı? Yabancısı olduğu yeni dünyasında, hatıralar hatırlandıkça içi burkulmaz mı, ruhu daralmaz mı insanın? Geceler zindana, rüyalar kâbusa dönmez mi? Ateş düştüğü yerden gayrı bir yere, acı verir mi? Belki de eski yaşamı daha zor ve çekilmezdi. Öyle bile olsa, sıla hasreti, öz vatanına dönme umudu, hep kavruk yüreğinde bir ukde olarak kalacaktır mültecinin. Yavrusuna baktıkça bir anne, torunun ağlayışını gördükçe bir dede, talihine darılmaz mı için için? 63 ortaya çıkmasının nedeni olacaktır. Yani mültecilerin yaşam formları, yöre halkının yerleşik yaşam formlarıyla çatışacaktır. Nitekim, Hatay valisinin açıklamalarına göre, sadece kendi bölgelerinde, 157 mülteci olayları olmuş ve 380 Suriyeli hakkında yasal işlem yapılmıştır. Kısa sayılacak bir sürede azımsanmayacak bir rakam bu. Ayrıca, adeta yumuşak karnımız haline gelen terör eksenli bir bölgenin hassas bir periyodunu yaşıyoruz. Maruz kaldığımız Suriye kaynaklı mülteci akını, aynı zamanda gerek bölge insanı, gerekse toplum genelinde potansiyel bir güvensizlik kaynağı olarak da algılanacaktır. Bu anlayış bize özgü de değildir. Mülteci akınına maruz kalan her ülke bu endişeyi yaşar. Bundan ötürü, esasen mültecilik yaşandığı ülkelerde büyük bir sempatiyle de karşılanmaz. Bugün itibariyle Türkiye, sayıları 80 bini geçen Suriyeli sığınmacının maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üzerine almıştır. Komşuluk hukukumuz, kültürel ve tarihi yakınlıklarımız ve daha önemlisi insanî duruşumuz, böyle bir ev sahipliğini gerektiriyordu bize. Ancak her mültecilik olgusunda yaşanabileceği gibi, bu insanî dramın kötü niyetli devlet ya da odaklarca, aleyhimize istismar edilebileceği riskine karşıda tedbirli olmak durumundayız. Yeteri kadar terör sorunu ile bunalmışken, Suriyeli mülteciler zemininde yeni bir cephe açılmasına müsaade etmemek gerekir. Zira birlik ve dirliğimize kastetmiş, dâhilî ve haricî kötü niyetliler için uygun bir zemin ve zaman oluşmuştur. Yani, hem mültecileri ihtiyaçlarının yeteri kadar karşılanmadığı gerekçesiyle, hem de yerli toplumu sığınmacılara karşı bir takım olumsuz duygu ve düşüncelere kanalize edecek kışkırtma ve tahrikler yapılacaktır. Öyle görünüyor ki, Esat rejimi zulmünü sonuna kadar devam ettireceğe benziyor, ama bu sonun tarihini de kimse kestiremiyor. Bu da ülkemize mülteci akışının devam edeceği anlamına geliyor. Ancak, gittikçe büyüyen bu yükün, maddî ve manevî ağırlığının altından kalkmanın ciddî bir bedeli olacaktır. Türkiye buna, en azından psikolojik ve sosyolojik olarak ne kadar hazırdır? Bu durumda, BM nezdinde Suriye topraklarında, uçuşa yasak bölge ve tampon bölge uygulamasını işlemek zorunluluk halini almıştır. Diğer yandan mültecilik, ekonomik, sosyal ve siyasî boyutları da olmakla birlikte insanî bir sorundur. Devletlerarası, ya da iç savaşlar var olduğu sürece mültecilik sorunu da olacaktır. Savaşların en karanlık ve sonuçları kestirilemeyen bir yüzüdür mültecilik. Demek ki, hazır ve hazırlıklı olmak adına, devletlerin ve yönetimlerin ajandalarında bu not hep bulunmalıdır. Belki, mülteciliğin sebepleri ve süreçleri ayrı bir inceleme ve yazı konusu olmalı. Bizimkisi, mültecilik olgusunun sonuçlarının kısa ve anatomik bir analizi oldu. Allah, kimseyi yerinden, yurdundan ayrılmak zorunda bırakmasın. Her şey yerinde gerek. Ne denmiş; “Ev ev üstüne, köy köy üstüne olmuyor” 64 GÜN’ÂYAN_____ Bugün mutluluğun resmini çizeceğim... Hem öyle bir şâhikaya, Ve öyle bir âyân-ı mâkama ki! Hem ezelden hem de ebedden seyrine doyum olmayacak! Seyriyle herc ü merc olan vücudat, Dem-i Hakikâtte; hallaç pamuğu misâli, Kimbilir hangi boyuta, nasıl bir ihtişâm ile saçılacak! Cıvıldaşan yakamoz çengileri eşliğinde, Bağrını sere-serpe açan “huzur” denen mehveş’le, Okyanusa nazır bir mehtabın küpeştesinde, Âmâ ateş böcekleri, yanıp yanıp sön”mey”en semender, Ve dilsiz iki yusufçuk kuşu ile beraber, Ser vereceğiz; billur sunaklardan süzülen geleceğimize… Yine de ölmeyeceğiz; Kayyum toprağın her mevsim dirilten Aşk cemresiyle… Ve Sen Âziz Sevgili! Sîne’me hayâ ile doldurduğun kesret şarabını, Yine öyle damla damla, koklamaya kıyamayarak iç! Tir tir titrediğin ser'âb-ının, hevâ kuytularından mihnetle geç! Sen saklambaç oyna, gül-izâr’ın saçaklarında, Bense, masiva fürûzanıyla çelik-çomak! Sen bâğban ol, hâr gönül-gâhımıza, Ben kurban olayım vaâd-i vuslatımıza… GÜN yüzünün AYdınlığı ve dimâğımda el’ân aDINla; Yâlnız beni sobele! Dilinde her dem GÜNAYDINlarla… Gün âyandır artık! Uyandırma! Gün/Eşim Ruhum'da!!! /Leyla Arsal/ 13.10.2012-TOKAT 65 GÜZEL TÜRKÇEMİZ! Cihat Taşkın “Türk milletinin dili, Türkçe'dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bizde Türk dili, Türk milleti mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz hadiseler içinde ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, velhasıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir." Mustafa Kemal ATATÜRK Ulu Önder'imiz ne güzel ve derin ifade etmiş bir dilin ulusların toplumsal yaşamlarına yön veren özelliğini. Ulusal birlik ve bütünlüğün yapı taşlarından birinin dil olduğu bundan daha anlamlı anlatılamaz zaten. “Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” sözü dilimiz Türkçe'nin ulusumuz için asla değiştirilemez ve vazgeçilemez niteliğine ışık tutmaktadır. Günümüzde çok sık rastladığımız sözcükleri eğip bükerek söyleme alışkanlığının aslında saçma sapan bir yabancı öykünmesinden başka bir şey olmadığı besbelli. Her sözcüğü bir mücevher değerinde ve her anlamında bir cevherin saklı olduğu güzel Türkçe'miz doğru ve anlamlı kullanıldığında akıcılığı ve derin anlam dağarcığıyla Türkçe'yi kullananlar kadar dinleyenleri ve okuyanları da büyülemektedir. Destanlarımız, dizelerimiz, ağıtlarımız, deyişlerimiz, şarkılarımız ve türkülerimiz hep Türkçemiz kullanılarak söylenegelmiş ve yazılmıştır. Tüm bunları bilen Ulu Önder'imiz Mustafa Kemal ATATÜRK “Türk demek Türkçe demektir, ne mutlu Türk'üm diyene !..” sözüyle ulusun dil ile olan tartışılmaz ilişkisini gözler önüne sermektedir. Yaşamının son on yılını var gücüyle dil çalışmalarına ayıran Atatürk son nefesinde bile "Arkadaşlara selâm, dil çalışmalarını sakın gevşetmeyin." sözleri bugün “Tamam” yerine “Okey”, “Allahaısmarladık” yerine “Bye”, “Teşekkür ederim” yerine “Mersi” diyen, kendini tanımayan ve kendi ülkesinin gerçeğine gözlerini ve kulaklarını kapatmış insanlar için hiç bir şey ifade etmediğini biliyorum. Ne yazık ki; acı ama gerçek bu!.. Ulusal birlik ve bütünlüğümüzün temelinde ulusal kültür ve yine onunla iç içe olan ulusal bir dil, Türkçe'miz vardır. Yerel ve yöresel değerlerle zenginleşmiş, çağlar boyu süregelen yolculuğunda çoğalarak bugüne ulaşmış ulusal dilimizdir Türkçemiz. Dil, toplumu oluşturan bireylerin o topluma, o ulusa olan aidiyet duygusunun yaratılmasında da önemli rol oynamaktadır. Ulu Önderimiz, bir ulusa ait olma duygusunun temelinde ulusal bir dilin olduğunu işaret etmektedir. "Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin." Türkçe'miz, ulusumuz ve cumhuriyetimiz kadar bağımsız ve özgürdür. Derme çatma son ve ön eklerle sözcüklerimizi bozmayalım. Firma isimlerinde özellikle ulusal dilimiz Türkçe'mizden sözcükler seçelim. Gerekmedikçe yazışmalarımızda, elektronik posta ve mektuplarımızda Türkçe sözcüklerin arasına yabancı sözcükler yerleştirmeyelim. Çocuklarımıza, küçük kardeşlerimize, torunlarımıza Türkçe'nin çok önemli bir değer olduğunu belletelim. Çocuklarımız konuşurken hecelerin ve vurgularının doğru kullanıldığından emin olalım, hatalı kullanımlarda uyaralım. Kısacası; dilimiz Türkçe'mize sahip çıkalım ve hangi ortamda olursa olsun kötü kullanımına izin vermeyelim. Yazımı Ulu Önder'in arı Türkçe kullanımına dikkat çeken sözüyle sonlandırıyorum; "Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır." 66 ABDULLAH SATOĞLU’NDAN HOŞ SEDÂLAR R. Mithat YILMAZ Abdullah Satoğlu, Kayseri’nin yetiştirdiği nadide şahsiyetlerden biri. Kendisini Hazar Şiir Akşamları vesilesiyle Elazığ’a gelişlerinde tanıdım. İlimiz dışındaki bazı faaliyetlerde de karşılaştığımız oldu. Saygıdeğer, mütevazı, gönül ehli bir insan. üç cildine de baktım, o güzel insan, itina ile imzalayarak bana göndermiş. Ben de mukabil bir itina ile âdetim olduğu üzere altını çize çize, notlar düşe düşe; hatta gözüme takılan ufak tefek tashih hatalarını düzelte düzelte okumuşum. Ama ihmalkârlık edip bugüne kadar bu sevimli kitaplar üzerine iki satır yazmamışım. Gecikmeli de olsa üçüncü ciltten sonraya nasip oldu bu. Abdullah Satoğlu, yazı ve şiirlerinde kimi müstear isimler kullanmışsa da lâleye olan düşkünlüğü sebebiyle sanat âleminde “Lâle Şairi” diye ün yapmıştır. Onun şiir kitapları dahi hep lâleli isimler taşımaktadır; Bir Demet Lâle, Lâle Üstüne, Lâle Bahçelerinde, Gönlümde Açan Lâleler, Lâle Devri Masal Gibi. Bir de Türk Şiirinde Lâle diye bir antoloji. III. Cilt Edebiyatımızdan Hoş Sedâlar 165 sayfadan ibaret ve içerisinde 30 edebiyatçıya dair hatırası var Satoğlu’nun. İsim isim gözden geçirince gördüm ki bunların on ikisini, çoğu Hazar Şiir Akşamları’nda olmak üzere ben de şöyle veya böyle tanımışım. Benim için iki kez “hoş sedâ” olan bir hususu da kaydetmeliyim; Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar’ın her cildinde bir Elazığlıyla karşılaştım. I. Ciltte Ahmet Kabaklı, II. Ciltte Göktürk Mehmet Uytun, III. Ciltte ise Niyazı Yıldırım Gençosmanoğlu. Bu hemşehrilerimizden büyük sitayişle bahsediyor Satoğlu; her biri hakkında, onların ruhlarını, bizlerin gönüllerimizi hoşnut edecek şeyler söylüyor. Satoğlu, son yıllarda, tanıdığı şair ve yazarlarla ilgili hatıralarını kaleme aldı. Değişik dergilerde, gazetelerde yayınlanan bu hatıralar kaybolup gitmesin diye ayrıca onları bir araya getirip kitaplaştırdı. Akçağ Yayınları arasında “Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar” adıyla en son III. Cildi 2011 yılında çıktı. Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar’ın I. Cildi 2004’te, II. Cildi ise 2008’de çıkmıştı. Diyor ki Satoğlu giriş yazısında; II. Cildin girizgâhında Abdullah Satoğlu bir nakilde bulunmuş. Süleyman Nazif’in vefatından sonra, onun için bir türbe yaptırılacağı haberi üzerine Ferit Kam’ın terennüm ettiği bir dörtlüğü kaydetmiş. Biz dahi oracığa, “halk dilinde bir söz vardır, tam yeri” diyerek; Elazığ’da pek yaygın olan bir darbımeseli derkenar etmişiz; “Öl ki üstüne türbe yaptırayım.” Sitem, serzeniş, kinaye! “I. Ciltte adı geçen ve doğum tarihlerine göre, II. ve III. Ciltlerde ise soyadına göre alfabetik sıraya konan şahsiyetlere dair bilgi, yorum ve anekdotlar, yayınlandıkları tarihteki şekliyle aynen aktarılmıştır.” Bir tespitini daha alalım yazarın; “Üç ciltte kaleme aldığımız 100 edip ve şairimizden 62’si ne yazık ki vefat etmiş bulunmaktadır.” Hatıra yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktı ve Abdullah Satoğlu’nun yaptığı da budur. Bir de Bâkî’nin dediği misal, “kubbede bir hoş sedâ” bırakmak. 13. sayfada, Yahya Akengin’le ilgili sayfada ise bir düzeltme notumuz var. Şeyh Galib’in gazelinden bir alıntıda gözden kaçan bir hata bu. “Dayanır mı şişedir bu rehn-i sengsâre düştü” mısraında, “rehn-i sengsâre” den bir ok çekip “reh-i sengsâre” demişiz. Mehmet Ateşoğlu’nun Koçaklama’sının son dörtlüğü, sanırım okuyan herkese Niyazi Edebiyat Dünyamızdan Hoş Sedâlar’ın 67 Dilaver Cebeci bahsinde, en son onu 2008’de Simav’daki şiir şöleninde gördüğünü söylüyor Satoğlu. Hatırlıyorum, biz de oradaydık ve bizim de son görüşümüz olmuştu rahmetli Cebeci’yi. Sevenlerini üzecek derecede hastalığı ilerlemişti. Yıldırım’ın “Ünlü Meydanlar Üstüne” şiirini hatırlatacaktır; Ateşoğlu der meydanda Belli olur er meydanda Dövüşürüz her meydanda Türklük için ölürüz hey!.. Ahmet Sevgi sayfasında nakledilen hadisi şerifte gözden kaçan bir fazlalık var zannederim; “ne mübarek hayvan” ibaresi bizce çıkarılmalı. Bir köpek için bu kadarı fazla. İsmet Bora Binatlı’nın, II. Cilt, 37. sayfada Abdullah Satoğlu’na ithaf ettiği Lâle Şairi’ne başlıklı şiiri. Bitiş dörtlüğünü bir koklayalım isterseniz; Tahsin Şentürk’ün “Dava Adamı” şiiri mükemmel hiciv. Okuyan herkese Abdurrahim Karakoç’un “Hâkim Bey” şiirini hatırlatacaktır sanırız. Sermayesi sevgi, azmi kaledir Şiiri, “Gönlünde Açan Lâle”dir. Sanki zemzem dolu bir piyâledir Gönülden gönüle aktığı zaman. II. kitabın son şairi Mehmet Turan Yarar. Yarar’ın Daracık Düşler kitabı 1999’da Elazığ’da Yeni Çağ Tesislerinde basılmıştı. Hatırlıyorum, biz de çok beğendiğimiz Yarar şiiri üzerine muhtelif tarihlerde dört yazı kaleme almıştık. O yıllarda haftada bir yayınlanan Yeni Çağ gazetesinde çıkan bu yazıları kendisine de göndermiş ve memnuniyetini ifade eden mektuplar almıştık. III. cildin 55. sayfasında da Vedat Fidanboy’un bir dörtlüğü var yazara; son iki mısraı Fidanboy şiiri çarpıcılığında; Abdullah Satoğlu’nun lâle aşkı yüzünden Dünyadaki çiçekler kıskandılar lâleyi. Bu ifadeler bizi, I. Ciltte Faruk Nafiz’in Kayseri Vasfında şiirine ve o şiirin bir mısraına götürdü. Diyor ki Faruk Nafiz; “Olsa şehrin ismi lâyık lâlezar-ı Kayseri.” Sanırız böyle bir “olsa”ya en çok sevinen de Abdullah Satoğlu olacaktır. Şimdi de yazımızı Mehmet Turan Yarar’ın seveceğinizi umduğumuz iki dörtlüğü ile bitirmek niyetindeyiz; Felek neler neler etti Bana her şeyi söyletti Felekten çektiğim yetti Zulüme hâcet kalmadı. Onun bu lâle düşkünlüğü bir tarihte bize dahi bir yazı kaleme aldırtmıştı; “Şiirinde Lâleler Açtıran Şair Abdullah Satoğlu” başlıklı. III. ciltte Harran’ın güleryüzlü çocuğu Abdülkadir Güler’i okurken, onun geçen ay bir kalp ameliyatı geçirdiğini hatırladık ve kendisine şifa dileklerimizi uçurduk. Küldüm yeniden yaktılar Yandım gülerek baktılar Beni sensiz bıraktılar Ölüme hâcet kalmadı. 68 YEREL BASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI… M. NİHAT MALKOÇ Dünyada ve Türkiye’de basın, iktidarlar devirebilen, yeni iktidarlar kuran, insanı ipe götürebilen ve insanı ipten çekip alabilen, yönetim biçimlerini değiştirme kudreti olan çok önemli bir güçtür. Yasama, yürütme ve yargıdan sonra ‘dördüncü kuvvet’ olarak tabir edilen basın, ilkeleri olan bir meslektir. Gazetecilerin basın etiğine uygun hareket etmesi çok önemlidir. Eğer bu meslek, etik gözetilmeden üstünkörü yapılırsa Demokles’in kılıcına döner. Gazetecilik bir fedakârlık ve sevda mesleğidir. Rahatça ve kısa yoldan zengin olmak isteyenler bu alanda barınamazlar. Çünkü yerel gazetecilik yaparak zengin olan insan göstermek müşküldür. Ülkemizde habercilik hizmeti vermek için değil de, sırf ilan, resmi ilan ve reklam geliri elde etmek için kurulmuş bazı gazeteler de mevcuttur. Fakat bunların sayısı ciddi miktarda olmadığı için bahsedilmeye değmez. Bu kişiler gazeteciliği bir sevda mesleği olarak görmedikleri için ilan gelirleri düşünce kısa zamanda pes edip işlerini bırakmaktadırlar. İster yerel, isterse ulusal olsun bütün gazetelerin birinci görevi hadiseler karşısında halkı doğru bilgilendirmektir. Gazeteler halkın sözcüsüdürler. Yerel gazeteler buna ilave olarak kent kültürüne sahip çıkarak kentlilik bilincini ve aidiyet duygusunu beslerler. Yerel basın yazarları, yaşadıkları yörenin meselelerini en iyi bilen ve hakkıyla aksettiren insanlardır. Çünkü onlar o yörenin bir parçasıdır. Sıkıntıları bizzat yaşayan kişilerdir. Yaygın basından bir yazarın sizin ilçenizin, belde veya köyünüzün dertlerini hakkıyla bilmesi ve yansıtması zordur. Bu yüzden yerel gazetelere ve gazetecilere her zaman ihtiyaç vardır. Ulusal basının varlığı yerel basının varlığına engel teşkil etmez, zira farklı kulvardadırlar. Bu iki alanın elemanlarının birbiriyle yardımlaşma içinde çalışmaları gerekir. Yerel basın, ulusal basının can damarıdır. Ulusal basın bu mümbit kaynaktan beslenmektedir; onun varlığıyla güç kazanmaktadır. Şayet yerel basın olmasaydı İstanbul merkezli büyük gazeteler Anadolu’daki haber kaynaklarından yoksun kalırlardı. Bu durumda onlar da İstanbul’a sıkışıp yerel kalırlardı. Güç şartlarda ayakta kalma savaşı veren Anadolu’daki basın, ulusal basının bir anlamda mektebidir. Burada usta çırak ilişkisiyle yetişenler, bir kısım gerekçelerle bir zaman sonra ulusal basında boy göstermektedir. Yerel basın deyip de geçmeyin. Unutulmamalıdır ki yerel basın çoksesliliğin ve demokrasinin teminatı ve sigortasıdır. Yerel basının küçülmesi, bir anlamda demokrasinin de kan kaybetmesi demektir. Zira yerel basın yöneten ve yönetilen arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Kamu hizmetleri yerel yayın organları aracılığıyla ilgililere duyurulmakta, bazen de bu hususta tartışma ve uzlaşma ortamının oluşmasında aracı vazifesi görmektedir. Medyamızın omurgasını teşkil eden yerel basını asla küçümsememek lazımdır. Zira yerel basın, bu ülkenin yakın tarihine damgasını vurmuştur. İstanbul’un yaygın basını, Türkiye’deki ekonomiyi İstanbul’dan, siyaseti de Ankara’dan ibaret görme yanılgısı içerisindedir. Onların gör(e)mediği Anadolu’yu yerel basın organları gün ışığına çıkarmaktadır. Yerel basın, hakikatleri ortaya koyarak demokrasiye hizmet etmektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk yerel basın için “Fazilet Adaları” tabirini boşuna kullanmamıştır. Cumhuriyetin yerleşip kökleşmesinde yerel basının katkısı çoktur. Yine Milli Mücadelenin zaferle neticelenmesinde yerel gazetelerin çok önemli rolleri olmuştur. Yerel gazeteler aidiyet duygusunun ve kentlilik bilincinin kazanılmasına da katkıda bulunmaktadır. Anadolu’daki gazetecilerin çoğu meslekî eğitimden geçmemişlerdir. Çoğu eski tabirle usta çırak ilişkisiyle yetişmiştir; yani alaylıdır. Mesai kavramını bilmeyen bu kişiler amatör ruhla çalışmaktadır. Fakat bu kişiler siyasetten spora, ekonomiden magazine kadar her konuda bilgili olmak zorundadırlar. Ama bu iş, ailelerinin karınlarını doyurmaya kâfi değildir. Yerel basın günümüzde kalifiye elaman sıkıntısı çekmektedir. Çünkü meslekî yeterlilik ve olgunluk açısından belli bir noktaya gelen usta gazeteciler ulusal basın tarafından istihdam edilmektedir. Yerel basın yeterli ücret veremediği için ulusal basınla bu konuda rekabet edememektedir. Bu da onca meselenin yanında eleman sıkıntısını beraberinde getirmektedir. Anadolu’da yayınlanan yerel gazetelere baktığımızda bunların çoğunun kurulu bir matbaanın yan ürünü gibi düşünüldüklerini görürüz. Yani matbaacılar bazen meraktan, bazen de güçlü görünme ihtiyacından olsa gerek, bu 69 sektöre el atmışlardır. Fakat onların asıl işi gazetecilik değil, matbaacılıktır. Bu yüzden gazeteciliğe yeterli zaman ve para ayıramamaktadırlar. Bu gibi gazetelerin yeterli muhabir kadrosu ve dağıtım ağı olmadığı için yaptıkları iş amatör bir hevesten öteye gidememektedirler. Bu heves ortadan kalktıktan sonra, kişi gerçeklerle yüzleşince, zorluklar baş gösterince söz konusu gazetenin kapanması işten bile değildir. Bu durum Anadolu’muzda çokça gazetenin açılıp kapanmasına yol açmıştır. Yerel gazeteler yayın periyotları bakımından günlük, haftalık, on beş günlük, aylık, iki aylık, üç aylık, altı aylık ve yıllık olmak üzere kendilerine göre değişiklikler arz etmektedir. Bugün Anadolu’da yerel gazete sayısı çok olsa da bu gazetelerin tirajı ne yazık ki komik düzeydedir. Yani yerel gazete sayısı çok olmasına rağmen bu gazetelerin tirajları son derece azdır. Fakat bazı şehirlerin yerel basını üst düzeydedir. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Gaziantep, Bursa, Adapazarı, Eskişehir, Konya gibi sanayi şehirlerinde yayınlanan gazeteler nerdeyse ulusal gazetelerle boy ölçüşebilmektedir. Bu mamur şehirlerde yayımlanan yerel gazetelerin mevcut tirajı, diğer Anadolu şehirlerindeki gazetelerin tirajından daha fazladır. Yerel basın, yaygın basına göre daha dar bir çevreye hitap etmekte ve dağıtımı da daha dar bir çevrede gerçekleştirilmektedir. Böyle olsa da yerel basın, yayın yaptığı bölgenin gözü, kulağı, dili ve gür sesidir. Yerel gazeteler, yayınlandıkları yerin hayata açılan kapısıdır. Zira toplumsal, ekonomik, kültürel ve sosyal gelişmeler yerel basın sayesinde bölge halkına aktarılmaktadır. Yerel haberler çok ilgi çekici olmadıkça genel basında kendilerine yer bulamamaktadır. Bölgesel sorunlar, hadiseler ve ekonomik gelişmeler yaygın basında yer bulamayınca ilgililere ulaşamamaktadır. Bu noktada yerel basın devreye girmektedir. Yerel yayın organları yerel meselelerin ülke çapında ilgililere duyurulmasını ve çözümlenmesini sağlamaktadır. Yerel basın, yerel yönetimlerin aynasıdır. Yerel yönetimlerin çalışmaları yerel basında önemli bir yer tutmakta, çalışmalar konusunda yöre halkı bilgilendirilmektedir. Ülkemizde yerel basın organlarının sayısı çok olmasına rağmen tirajları azdır. Türkiye’de ihtiyacın üzerinde yerel gazete var. Bazı şehirlerde 10’un üzerinde yerel gazetenin bulunması buna örnektir. Oysa sayı olarak çok, içerik ve tiraj olarak zayıf olan bu gazeteler birlik olup güçlü bir veya birkaç gazeteye dönüşse daha etkili ve faydalı olur. Keşke yerel basın organlarının sayısı az olsaydı da, altyapıları güçlü ve tirajları çok olsaydı…. Böylece çağdaş normlarda belli bir düzey tutturulurdu. Bu da kaliteyi artırırdı. Aslında yerel gazete sahiplerinin bir araya gelerek daha güçlü oluşumlarla gazete sayısını azaltmaları, muhtevayı zenginleştirmeleri gerekir. Zira yerel basındaki bölünmüşlük güç kaybına neden olmaktadır. Anadolu’nun özellikle küçük şehirlerinde yayıncılık yapmakta olan yerel basının, teknolojinin çok gerisinde kaldığını söylemek mümkündür. Ofset matbaalar kurma imkânı olmayan bu kişiler, çoktan müzelik olan tipo tekniğiyle gazete yayımlamanın zorlu uğraşı içerisindedirler. Bu geri teknolojiyle iyi eser ortaya koymak ve rekabet etmek mümkün değildir. Fakat bu işi bir sevda mesleği olarak görenler bu zorluklara rağmen gazetecilik mesleğinden bir türlü vazgeçememektedirler; her şeye rağmen işlerini sürdürmektedirler. Gazetecilikte gerekli olan ses kayıt cihazı, fotoğraf makinesi, bilgisayar gibi gereçler yerel gazetelerin çoğunda ya hiç yoktur ya da yetersizdir. Teknolojiden nasiplenemeyenler, gazetesini renkli çıkaramayanlar okur kitlelerini de kendilerine çekememektedir. Bu durum resmi ilan almalarında engel teşkil etmektedir. Teknolojik yetersizlikler yüzünden erken baskıya girmek zorunda kalmak, bir kısım haberlerin ıskalanması sonucunu doğurmaktadır. Günümüzde başarı güçlü kurumsallaşmayı gerektirir. Türkiye’deki mevcut yerel basında kurumsallaşma sorunu kendini göstermektedir. Gazeteler daha çok aile bireylerinin ortak malıdır. Belli ilkeleri ve kurumsal kültürleri mevcut değildir. Gazete sahipleri, yayın hayatına başlamadan evvel yeterli altyapı hazırlığı yapmıyorlar. ‘Kervan yolda düzelir’ mantığıyla hareket ediyorlar. Bu müesseselerde gazetecilik babadan görme usullerle yapılıyor. Bu işle uğraşanların çoğu, gazeteciliğin kanun ve yönetmeliklerinden bile haberdar değildir. Anadolu’da yerel basın çalışanı olmak ateşten gömlek giymekten farksızdır. Zira çoğunun işe gelme ve işten çıkma saati sabit değildir. İşten çıkma saati, genellikle işin bitiş saati olmaktadır. Bu durum o kişilerin aile yaşantılarını da olumsuz etkilemektedir. Mesai kavramı olmayan bu emekçi insanlar genelde asgari ücretle çalıştırılmaktadır. Üstelik maaşları da düzenli olarak veril(e)memektedir. Yine Anadolu‘da bazı gazete çalışanlarının sigortalarının yapılmadığı, vergilerinin ödenmediği, kaçak çalıştırıldığı söylenmektedir. 70 Bunların sebeplerinden bir kısmı suiistimal olsa da, asıl neden maddî imkânsızlıklardır. Zira yerel basında en büyük sorun ekonomiktir. Diğer sorunlar ekonomik sorunların uzantılarıdır. Anadolu basını sermaye kıtlığı çekmektedir. Yerel medya sahiplerine ucuz maliyetli, uzun vadeli krediler verilmesi gerekir. Gazete sahipleri aldıkları bu krediyle matbaalarını modernize ederek çağdaş bir teknolojiye kavuşturmalıdır. İşçilerin ücretlerini iyileştirmelidir. Yerel basın uzun yıllardan beri zor şartlarda ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Bu onurlu bir direniştir. Yerel basın, Basın İlan Kurumu’ndan alına ilanlarla ayakta durmaya çalışmaktadır. Yerel gazetelerin, gazete satışlarından elde ettikleri gelirlerle ayakta durması pek mümkün değildir. Zira bu yayın organlarının satışı sanıldığı kadar çok değildir. Gazete satışları genelde 250 ila 10 bin arasında değişmektedir. Gazeteleri ayakta tutan satış dışı gelirlerdir. Bunları da reklâm ve ilan gelirleri olarak iki ana maddede toplayabiliriz. Fakat özel ilan ve reklâm gelirleri gelişmiş il ve ilçelerde üst düzeyde olsa da geri kalmış yörelerde pek bir anlam ve önem ifade etmemektedir. 195 sayılı Kanun kapsamında yayımı zorunlu kılınan resmi ilânlar olmasa ülkemizdeki pek çok gazetenin kapısına kilit vurulurdu. Bilindiği gibi 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nda değişiklik yapılmasına dair hazırlanan Kanun Tasarısında, 4734 sayılı Kanun’un ilgili maddelerinde yapılması düşünülen değişiklikler ve bu Kanun’un yine ilgili maddelerine eklenen fıkralar, yeni ek ve geçici maddeler ile anılan Kanun uyarınca yapılacak ihalelere ilişkin yerel gazetelerde yayımlanmakta olan ihale ilânlarının yayım zorunluluğu kaldırılıp, aynı ilânların elektronik ortamda, başka bir deyişle internet ortamında duyurulması planlanmaktadır. Bu, yerel basını bekleyen çok büyük ve ciddi bir tehlikedir. Bu uygulama, Anadolu’da gazeteciliği bitirmek demektir. Bunu bilmeyerek yapmak gaflet, bile bile yapmak dalalettir, hatta hıyanettir. İlanların elektronik ortamda (internette) duyurulması sadece yerel gazete sahiplerini değil, o iş koluyla ilgili yüz binlerce insanı doğrudan veya dolaylı olarak etkileyecektir. Yerel gazetelerle sesini duyurmaya çalışan küçük yerleşim yerleri kaderlerine terk edilecektir. Orada yaşayan insanların haber alma hakkı bir şekilde engellenmiş olacaktır. İlgililere iletilemeyen sorunlar dağ gibi çoğalacak, içinden çıkılmaz bir hâl alacaktır. Basın sektöründen ekmek kazanan 15 bin kişinin aileleriyle birlikte miktarı 60 bini bulmaktadır. Bu kişilerin ticarî ilişki içerisinde olduğu insan sayısını varın siz düşünün… Onlar da bu olumsuzluktan etkilenecektir. Bu insanlar bu zor ekonomik şartlarda kaynını neyle doyuracaktır? Bugün ilanlarla yaşama mücadelesi veren yüzlerce gazetenin hayat çeşmeleri kurutulacaktır. Yerel basın, oksijensiz bırakılarak kangren olmasına sebep olunulacaktır. Ülkemizin birçok sektöründe olduğu gibi basında da ciddi bir bölünmüşlük vardır. Türkiye‘de basın yayın, iletişim sektörü içinde 180‘e yakın basın meslek kuruluşu mevcuttur. Daha güçlü temsil edilebilmek için bu bölünmüşlüğün mutlaka ortadan kaldırılması gerekir. Çok sesliliği ve demokrasiyi yaşatmak istiyorsak yaşadığımız yerin yerel gazetelerine sahip çıkmalıyız. Ulusal gazetelerin yanında, her gün mutlaka bir veya birkaç yerel gazete de almalıyız. Ödediğimiz her kuruş sesimizin yansıması olarak geri dönecektir. KAYNAKÇA: 1. Yerel Basın Yöneticilerinin Bakış Açılarıyla Eskişehir Yerel Basını, Haluk Birsen, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, Mart 2011 2. http://www.tgc.org.tr 71 XEBERİN YOK Fexreddin ZİYA 72 NİKSAR’DA SOSYAL VE KÜLTÜREL HAYATIN İÇİNDEN BAZI GELENEKLER (Kutluhan Saygılı) Asker Uğurlama: Askerlik çağı gelen gençlerde büyük bir sevinç ve heyecan, coşkulu bir duygu vardır. Gençler, askerliği kutsal bir vazife sayar, aileler asker oğulları ile gurur duyarlar. Askere gidecek gençler akrabaları tarafından yemekli ziyafetlere alınır. Onlar için mevlit törenleri düzenlenir. Gencin arkadaşları tarafından da eğlenceler tertiplenir. Araçlarla konvoylar yapılarak Türk bayrakları açılır, caddeler ve sokaklar “en büyük asker bizim asker” sesleriyle yankılanır. Ayrılık vakti geldiğinde gencin bütün yakınları ve arkadaşları onu yolcu etmek üzere bir arada bulunur. Asker adayı olan genç, ailesi ve orada bulunanlar ile helâlleştikten sonra asker ocağına gitmek üzere yola çıkar. Böylece asker uğurlama töreni de sona ermiş olur. Yemekten sonra mevlid-i şerif okuyacak kişilerin önüne masa ya da rahle getirilir. Hocalar tarafından mevlid-i şerif okunur. Aralarda kaside ve ilahilerde okunur. Mevlit bitmeden önce şerbet, tuz ve çörek otu getirilerek hocalara ikram edilir. Sonunda mevlit duası yapılır. Duadan sonra misafirlere şerbet, lokum ve çikolata gibi tatlılar sunulur. Mevlit toplantılarının sona ermesiyle geri dönen misafirler “Allah (c.c.) kabul etsin” diye hayır duasında bulunurlar. Yağmur Duası: Yağmur duasına çıkıldığı zamanlar olmakla beraber günümüzde pek fazla rastlanılmamaktadır. Niksar’ da yağmur duası yapılacağı zamanlar Melikgazi Kabristanlığı’nda bulunan Talih Tepesi’ne çıkılır. Hoca önde olur, kadınlar ile erkekler arkada ve ayrı yerlerde bulunur. Duaları kabul olunacağı düşüncesiyle çocuklarda götürülür. Burada namaz kılınıp, kurban kesilir ve yağmur yağması için dua edilir. Dua edildikten sonra yağmur yağacağına inanılır. Yağmur duasının sadece çocuklar tarafından yapıldığı da olur. Genellikle 10 – 15 çocuk bir araya gelerek evler arasında toplu halde gezerler. Bu arada; Yağ yağ yağmur, teknede hamur Ver Allah’ım ver, bol bol yağmur diye bağırırlar. Çocukların duasını duyan ev sahipleri onlara yağ, tuz, şeker, yumurta v.s. gibi yiyecek maddeleri verir. Bazıları yağmur yağsın diye çocukların başından aşağıya su serper. Yağmur duası bittikten sonra çocuklar kendi aralarından seçtikleri bir arkadaşlarının evine konuk olurlar. Topladıkları malzemelerden pastalar, börekler (v.s.) yaptırarak hep beraber yer, içer ve eğlenirler. Mart Dokuzu: Mart dokuzunda yüksek yerlere çıkılır. Yüksek tepelere çıkan halk buralarda yükseleceğine inanır. Salıncaklar kurulur, ip atlanır ve çeşitli eğlenceler yapılır. Gençler arasında martaval oynanır. Bunun için yedi Hasta Ziyaretleri: Hasta ziyaretleri Niksar halkında var olan yardımlaşma ve dayanışma duygusunun en güzel örneklerinden bir olarak karşımıza çıkmaktadır. İyi günlerinde olduğu kadar kötü günlerinde de hep yan yana olan Niksarlılar için hasta ziyaretleri de ayrı bir önem taşımaktadır. Hastayı yormamak ve ona sıkıntı vermemek için kısa tutulan bu ziyaretlerde çeşitli hediyeler götürülür ve geçmiş olsun dileklerinde bulunulur. Hastalara büyük ölçüde moral veren bu ziyaretlerin yanı sıra komşular ve yakın akrabalarda her an hasta evinde bulunarak misafirlerin ağırlanmasında ev sahibine yardımcı olurlar. Mevlit Toplantıları: Mevlit toplantıları genellikle perşembe günü akşamları ve kandil gecelerinde yapılır. Ölüm durumlarında yapılan mevlit toplantıları cenazenin defnedildiği günün akşamında olur ve “Kara gecesi” olarak adlandırılır. Ayrıca ölümden sonraki ilk Cuma, cenazenin 40. gecesi, 52. gecesi ve senesinde de mevlit okutulur. Mevlit okutulacağı gün davetliler toplanır. Davetlilere genellikle yemek verilir. 73 yâsin okunur, bir tas suyun içine yedi çeşit çiçek ve ot toplanır. Oyuna katılacak olanlar yüzüklerini bu suyun içine bırakır. Su akşamdan bir gülün dibine bırakılıp sabah geri alınır. Suyun içindeki yüzükler sırasıyla çıkarılır. Kimin yüzüğü çıkarsa o kişi, türkü söyler ve oyun bu şekilde devam eder. Mart dokuzunda leylek giliğide pişirilir. Böylece bolluk olacağına inanılır. toprağa oturur. Tepesinde bir ilistir tutularak su, başından aşağıya dökülür. Kurşun Dökülmesi: Bir kimseye nazar değdiğine inanılır ise nazarı çözmek için kurşun dökülür. Bunun için öncelikle kurşun tavada eritilir. Nazarlı kimse yere oturtularak üzerine örtü kapatılır. Bu, kurşunun nazarlı kimseye sıçramaması için bir tedbirdir. Örtünün üzerinde bir ilistir tutularak içerisine ekmek, iğne makas ve bir tas su konulur. Duası yapıldıktan sonra kurşun suya dökülür. Kurşun dökme işi bittikten sonra ilistirin içinde ki ekmek kurda kuşa verilir. Muska Yazma: Muska, eskiden olduğu gibi günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Ancak muska yazmayı gerektirecek bazı durumlar vardır. Mesela, cinlerin sofrasına basmış kimsenin hasta olacağına inanılır ve muska yazdırılır. Yine büyü çözme, nazar, korku v.s. gibi durumlarda da muska yazdırılır. Muska yazdırılacak kişi hocaya götürülür. Hoca tarafından yazılan muska naylona dolanarak iple bağlanır ve hastanın boynuna takılır. Hoca muskadan başka üzerinde ayetlerin bulunduğu bir kâğıdı yedi parçaya bölerek hastaya verir. Bu kâğıtlarda her biri yedi gün boyunca köz üzerinde ateşlenerek tüttürülür. Bu iş yapılırken muska yazılan kişinin üzerine bir örtü kapatılır ve dumanın dağılmadan hastaya bulaşması sağlanır. Hocanın yazdığı başka bir muska ise suya konur ve yedi gün boyunca o sudan içilir. Sıçancık Günü: Sıçancık günü ev işi yapılmaz, sandık açılmaz, dolaplar karıştırılmaz. Sandıklar açılır, dolaplar karıştırılır ise bunların içine fare gireceğine ve en sevilen kıyafetleri keseceğine inanılır. Bundan korunmak için ev sahibinin sıçancık gününe kalbiyle inanması ve gömleklerinden bir tanesini keserek evin çeşitli yerlerine bırakması gerekir. Eğrice Günü: Eğrice günü ev işi yapılmamasına dikkat edilir. Bu günde iğne tutulmaz, dikiş dikilmez ve ekmek kesilmez. Bulaşık yıkanırsa süngerin sıkılmayıp açık bırakılması gerekir. Aksi halde evde hamile kadın varsa çocuğun, kolu ve bacaklarının eğri olarak doğacağına inanılır. Aynı günün ikindi vaktinden sonra bir bahçeye yedi çift, bir tek çiğit dikilir. Her birinde “eğrim sana, doğrum bana” denilir. Burada ise işlerin yolunda gideceği, hamile kadın varsa doğacak çocuğun kolunun ve bacağının doğru olacağı inancı hâkimdir. Nazar Değmesi: İyi ve güzel olan her şeye nazar değdiğine, en çokta yeşil gözlülerin nazarının değdiğine inanılır. Nazar değmiş kimseye ölü basmışta denir. Nazar değmesini önlemek ve nazarı çözmek için çeşitli yollar takip edilir: - Nazar duası okunur - Nazar için “üzerlik otu” denilen ot yakılarak evin dört köşesine tüttürülür. - Üzerlik otu, tavuk pisliği ve yedi çift, yedi tek arpa tanesi muska yapılarak yakanın içine takılır. - Kurşun dökülür. - Nazardan kurtulmak için bir mezardan toprak ve kıbleye bakan yedi çeşmeden su alınır. Nazarlı kimse Adak Adama: Halkımız arasında sıkça görülen inanışlardan biridir. Bir hastalıktan, dertten kurtulmak, bir işin yolunda gitmesini, hayırlı olmasını istemek v.s. gibi her türlü konuda adak adanmaktadır. Burada dikkat edilecek nokta adağın yerine getirilmesi, yerine getirilmesi mümkün olmayanların adanmamasıdır. Aksi halde işlerin yolunda gitmeyeceğine inanılır. Hâli vakti yerinde olanlar daha çok kurban adarlar. Fakir – fukara ise kendi durumlarına göre adakta bulunurlar. Kurban adanmışsa kesilir, eşe – 74 dosta ve fakirlere tamamı dağıtılır. Adakta bulunan kimse bundan yemez. Mevlit okutmayı adayanlar olursa mevlit töreni yapılır. çok öğleden sonraları yapılır. Türbeyi ziyaret esnasında iki rekât namaz kılınır, dualar okunur, ermiş kimselerin ve orada yatan diğer müminlerin ruhlarına bağışlanır. İlçede, Melikgazi Kabristanlığı başta olmak üzere birçok türbe ziyaretçilere açık vaziyettedir. Türbe ziyaretlerinde de çeşitli inanışlar mevcuttur. Halkımızın türbeye gidiş amacına göre türbelerde değişmektedir: - Nasibi açılması istenen kız ya da erkek “Melikgazi Türbesi” ne götürülür. İki rekât namaz kılınır ve dua edilir. Nasibin açılması, kilit açılması sözü ile ifade edilir. Nasibi açılması istenen kişi türbenin penceresi önüne gelir ve pencere kilidinin altında durur. Kilit yedi defa açılıp kapatılır. Aynı şekilde pencerede yedi defa açılıp kapatılır. Bu işlem tamamlandıktan sonra kilitle birlikte o şahsın nasibinin de açıldığına inanılır. - Melikgazi Türbesi’nin yanında “İşleyen Nene” ya da “İşlek Nene” mezarı vardır. Burayı ziyarete gidenler ellerine aldıkları taşları mezar üzerine bırakarak “işlekliğin bana, tembelliğin sana” derler. Daha sonra eller havaya doğru açılır, mezarın etrafında dönerek dualar okunur. - Çocuğu olmayan çiftler Melikgazi Kabristanlığı’nı ziyaret ederler. Namaz kılıp, dua ettikten sonra orada bulunan beşik taşlarını sallarlar. Bunu yaparken Allah’tan hayırlı evlatlar dileyip, çocukları olursa tekrar buraya gelerek kurban keserler. - Melikgazi Kabristanlığı’nda görülen diğer bir inanış ise ağaçlara çaput bağlanmasıdır. Dilekte bulunan herkes ağaçlara çaput bağladığı gibi daha çok hastalığı olan kişiler tarafından yapılmaktadır. Hasta kişiler elbiselerinden bir parça yırtarak burada ki ağaçlara bağlar, elbise ile birlikte hastalığının da o ağaca bağlandığına inanır ve iyileşeceğini umar. - Aynı kabristanlıkta “Bel Ağrısı Taşı” adı verilen bir taş bulunmaktadır. Bel ağrısı hastalığının geçmesini Cenaze Törenleri: Bir şahsın öldüğünü bildirmek, yakınlarının haber almasını sağlamak için ve genellikle cenazeye iştirak etmesi gereken kimselerin duyabileceği uygun bir zamanda selâ verilir. Cenaze yıkanıp, cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa gidilir. Cenaze defnedildikten sonra Kur’an-ı Kerim, Yasin-i Şerif ve çeşitli sureler okunup, cenaze hakkında dua yapılır. Mezarlıkta bulunan fakir - fukaraya para dağıtılır. Kefaret parası denilen bu paranın dağıtımıyla beraber ölen şahsın günahlarının da dağıtıldığına inanılır. Daha sonra cenaze sahipleri taziyeleri kabul eder. Aynı günün akşamı cenazenin karası yapılır. Mevlit okunur ve helva yapılarak gelenlere ikram edilir. Cenaze sahipleri bir kaba un doldurarak fakir bir kimseye verir. Bazı zamanlar un yerine ekmekte verilir. Cenazenin defnedildiği gece evin ışıkları karartılmaz ve kabristanlığında ışık olacağına inanılır. Ölen şahsın ceketi, ayakkabısı v.s. eşyaları abdestini almış, namazını kılmış bir kimseye verilir. Cenaze evinde, üzüntünün ve acının bir sonucu olarak yas tutulur. Televizyon, radyo açılmaz; eğlenceler yapılmaz. Daha önceleri genç yaşta ölenler için geride kalanlar elbiselerini ters giyer, parlak ve süslü elbiseler yerine koyu renkli olanları tercih ederlerken günümüzde bu tür hadiselere rastlanılmamaktadır. Yas sebebiyle cenaze evinde ekmek yapılması, yemek pişirilmesi gibi durumlar da söz konusu değildir. Fakat bu husus uzun süre devam edemeyeceği için yedinci gün cenaze evinde ateşler yanar, kazanlar kaynar. Dünya için çalışmaya dönülen bu gün mevlit okunarak ve hayır duaları ile açılır. Türbe Ziyaretleri: Türbe ziyaretlerine daha çok perşembe ve cumartesi günleri gidilir. Cuma günleri türbenin boş olduğuna ve orada yatan evliyanın Cuma namazına gittiğine inanılır. Ziyaretler sabahtan yapılabildiği gibi daha 75 - - - - - - - isteyenlerin bu taş üzerine üç defa yatıp kalkması gerekir. Melikgazi Türbesi’nin karşısında “Talih Tepesi” vardır. Orada yüksek bir taş bulunur. Talihinin açılmasını isteyenler o taşın yanında durup, dua ederler. Duadan sonra yerden aldıkları taşları ileriye doğru atarlar. Talih tepesi yakınlarında “Dilek Taşı” vardır. Dilek taşının üzerine çıkılır dualar okunup, dilek dilenir. Dileği kabul olan kimsenin dilek taşı üzerinde kendisini dönüyormuş gibi hissettiği söylenir. İşinin çabuk olmasını isteyenler “Hacı Çubuk (Çabuk) Türbesi’ni ziyaret ederler. Kulağı ağrıyanlar “Kulak Tekkesi”ne gider. Yanlarında da bir çive ile soğan götürürler. Dualar okunup, şifalar dilendikten sonra çivi yere çakılır, soğan toprağa gömülür ve geri dönülür. Sınava girecek bir çocuk yedi perşembe “Garip Evliya Türbesi”ne gider ve Garip Evliya’nın ruhuna hayır duaları okur ise sınavı kazanacağı söylenir. Çocuğu sınava girecekler yedi perşembe Melikgazi Türbesi’ni ziyarete gider. Kalede “Elli baş Tekkesi” vardır. Orada elli derde elli şifa bulunduğuna inanılır. Tekkeye gidenler yedi pınardan su toplar, birde yumurta alırlar. Tekkeye gitmeden evvel su kaynatılır. Tekkeye - - gelindiğinde yumurta tekkenin duvarına vurularak kırılır. Daha sonra içeri girilir ve su baştan aşağıya dökülür. Altına kaçıran çocuklar “Hacı Çıkrık Türbesi”ne götürülür. Türbeye gidenler yanlarına bir de süpürge alırlar. Dua edilip, dilek tutulur ve süpürge bırakılarak geri dönülür. Cer Köyü’nün üzerinde köyün al (ağıl) yerinde “Basık Taşı” vardır. Çocuğunun basık olduğuna inanan aileler Cer Köyü’ne giderek bir eve misafir olurlar. Bu evden bir kişi çocuğu alarak basık taşına götürür. Çocuğun atleti çıkarılarak yıkanır ve Basık Taşı’nın üzerine bırakılır. Çocuk atletin üzerine oturtularak yıkanır. Çocuk yıkanırken ağlarsa iyi sayılır ve çocuğun iyileşeceğine inanılır. Çocuğun ağlamaması ise kötüye işarettir. Çünkü çocuk ya iyileşecek ya ölecektir. Çocuk yıkandıktan sonra atleti kaldırılır ve Basık Taşı’nın üzerine demir parçası bırakılır. Çocuk Basık Taşı’ndan dönerken bütün köylü ayağa kalkar. Çocuğun ailesi köyden dönerken misafir oldukları eve bahşiş verir. 76 BAR BAŞLARKEN “Bayburtlu hemşehrilerime” Yahya AKENGİN Seyrine gelenlere selama dur Millet için deli gönül bizde bulunur Savaşı düğün eden davul bizde bulunur Vur kardeşim, o davula bir daha vur! Boz bulanık akan seller durulur Yürek coşar, dil şakrak olur Mendiller elde bayrak olur Biz oynarken kara toprak ak olur Bu davulu yeryüzünde ben dinlettim Bar tuttum dağlarda omuz omuza Kara bahtı güldürmeye yemin ettim Tarihe destan, şan yaza yaza! Bizden öğrendi fırtınayı Koplar, Ziganalar Çoruh gibi kükrer bizde damarlar Türk’ün göz bebeklerinde en güzel bahar Bu oyunda boydan boya vatan var! Seyrine gelenlere selama dur Millet için deli gönül bizde bulunur Savaşı düğün eden davul bizde bulunur Vur kardeşim, o davula bir daha vur 77 AĞLAYANLAR Pek hasta bir dosta uğradım akşam, ‘N’olur canıma can! ‘ deyip ağladı. Kıvranıyor; eriyip akmış adam, ‘ Ya toprak, ya derman!’ deyip ağladı. Sabah telaşla geldi bir arkadaş, Dedi:’Emekliye ayrıldım kardaş!’ Dövünüp duruyor, gözlerinde yaş, ‘Âh vefasız zaman!’ deyip ağladı. Sonra halsiz biri girdi içeri, Benzi kararmış, çekilmiş gözleri... Çaresiz bir dertten ölümmüş kaderi, ‘Âh dünya, âh mîzan!’ deyip ağladı. Bir başkası çıktı şöyle dayandı, Vurgunları sayıp sayıp sızlandı, Sonra şehitleri anıp kıvrandı, ‘Millet’ dedi, ’vatan!’ dedi ağladı. BİRLİK RUHU Çıktım da yürüdüm şöyle yukarı, Baktım sırtlamışlar bir ihtiyarı, Dövüp atmış çocukları dışarı, ‘Nerde insaf, nerde vicdan?’ deyip ağladı. Birlik ruhu vazgeçilmez olmalı Vatan, bayrak ve ezanımız birdir. Bir olanlar ezilmez, bükülmez. Vatan, bayrak ve ezanımız birdir. Kime yanam, kime ağlayam ki ben? İnsansın, ağlayıp yanma istersen; Mevla’dır dertlere çareler veren, Sadıklar ‘el aman!’ deyip ağladı. Kökümüz, soyumuz, sözümüz bir, Aynı vatanda yüzyıllardır beraberiz. Türk, Çerkez, Kürt, Laz, özümüz bir Aynı vatanda yüzyıllardır beraberiz. Saffet ÇAKAR Kız Teknik ve Meslek Li. Edebiyat öğretmeni/TOKAT Bizi bölmek isteyenler düşman, Kurtarmadık mı vatanı beraber. Bize bizden başkası olmaz dost Kurtarmadık mı vatanı beraber. Anadolu’nun bağrından doğmuşuz. Bizler kan kardeşi, can kardeşiyiz. Düşmanları çatlatırız birlik ruhuyla Bizler kan kardeşi, can kardeşiyiz. Bizler Anadolu’nun özüyüz, sözüyüz. Ebubekir Tahiroğlu 78 AİLENİN TOPLUM VE DİNİ AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE Neslihan Büyükhan Hollanda Türk Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Kadın Kolları Başkanı “Aileyi korumak, milleti korumaktır.” “Şiddet, yok oluş, kadın varoluştur.” “Kadın gelecektir.” “değersizleşmenin” de mimarlığına istemeden de olsa soyunmuş oluyor. Aile içi şiddet konusu sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde büyük bir sorun haline gelmiştir. Kültürler arası farklılıklar şiddetin şeklinde bir değişiklik yapmamaktadır. Kadınlar her türlü toplum modelinde ve düzeyinde bir şekilde şiddete maruz kalmaktadırlar. Toplumu oluşturan en küçük birim ailedir. Ailenin korunması demek toplumun korunması demektir. Aile düzeni bozuk olan toplumlarda çocukların gelişimi de doğru olmayacağı için bu çocuklardan da bir gelecek beklenmesi doğru olmayacaktır. Geleceğin doğru şekilde inşası ve toplum düzeninde de sağlıklı insanların yer alabilmesi için aileyi kuran ve koruyan kadının yaşamın her alanında desteklenmesi gerekmektedir. Gün geçtikçe toplum içindeki farklı alanlarda kendisine yer edinen ve daha güçlü, daha donanımlı hale gelen kadın, bütün gelişmiş özelliklerine rağmen şiddetten kaçamamaktadır. Kimi zaman kıskançlık, kimi zaman kötü alışkanlıklar kimi zaman da sadece “hiçbir şey” kadının şiddet görmesine neden olarak gösterilmektedir. Ancak hiçbir gerekçe bu şiddeti haklı gösterecek nitelikte değildir. Kadın günümüz toplumlarında bu kadar çok özelliği kendinde barındırmasına rağmen gün geçtikçe en önemli özelliği olan “kadın” olma özelliğini kaybetmektedir. Kadın olmak tabirini burada biraz daha açarsak kastettiğimiz özellik, cinsi anlamda kendini gösteren bir özellik değildir. Kadının sahip olduğu annelik, hassasiyet, sahiplenme ve koruma, sorumluluk, sevgisini gösterme, güçlülük ve maalesef günümüzde çok yıpranmış olan bağlılık, kadını “kadın” yapan özelliklerdir. Bu taşlarını gün geçtikçe kaybetmeye başlayan kadın, toplum içindeki Çalışmanın Amacı Kadını günümüz toplumunda sözde daha güçlü hale getirebilmek adına şekilden şekle sokan anlayışlara karşı, bu çalışmamız, kadının özüne, yaradılış modeline geri dönebilmesi ve toplum içindeki saygınlığını belirtmiş olduğumuz “kadın” özellikleriyle koruyabilmesi amacını taşımaktadır. Ayrıca aile şiddetin hem kadınlar hem de buna maruz kalan çocuklar üzerindeki etkisinin derinliğinden yola çıkılarak erkeklerde de bu bilincin yerleşmesi adına da çalışma yapmak hedef olarak belirlenmiştir. Dini Açıdan Kadının Değerlendirilmesi İslam Dini, kadın hakları üzerinde titizlikle durmuş ve kadını, hiçbir nizam ve sistemin veremediği müstesna bir makama sahip kılmıştır. Nitekim Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde: “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de erkekleri, kadınların hak ve hukukunu gözetmeye devam etmekte ve bu konuda: “Allah’tan korkunuz! Zira siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız.” buyurmaktadır. Başka bir hadis-i şeriflerinde de: “Sizin en hayırlınız, ehline en hayırlı olanınızdır. Ve ben de ehline karşı en hayırlı olanınızım.” buyurur. Peygamber Efendimiz, erkeklere, kadınlara daima iyi davranmalarını tavsiye ederek: “Mü’minlerin iman bakımından en olgunu ve en hayırlısı 79 hanımına karşı en hayırlı olanıdır.” buyurmaktadır. Veda Haccı’ndaki meşhur hitabesinde Peygamber Efendimiz: “Ey insanlar! Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz, Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır.” buyurarak daha yedinci yüzyılda yüz yirmi dört bin Müslüman hacı namzedine karşı kadınların haklarını ilk olarak açıklamışlardır. Bazı hadisler: Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar Allahü Teâlâ’nın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin! (Müslim) Hanımın kötü huylarına katlanan erkek belalara sabreden Hz. Eyyüp gibi mükâfatlara kavuşur. Kocasının kötü huyuna sabreden kadın da Hz. Asiye gibi sevaba kavuşur. (İ.Gazali) Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanı Allahü Teâla sever, rızklarını artırır. (İ. Lâl) En üstün mümin hanımına en iyi, en lütufkâr davranan güzel ahlaklı kimsedir. (Tirmizi) Hanımına güler yüzle bakan erkeğin defterine bir köle azat etmiş sevabı yazılır. (R. Nasıhin) Hanımını döven Allah’a ve Resulüne asi olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum. (R. Nasıhin) Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür. (i. Asakir) Kızlarınızı altın ve gümüş ile süsleyin. Elbiseleri güzel olsun. İtibar kazanmaları için en güzel hediyelerle ihsanda bulunun. (Hakim) Kim kız çocuğunu güzelce terbiye edip, Allahü Teâlâ’nın verdiği nimetlerle bolluk içinde yedirir giydirirse, o kız çocuğu onun için bir bereket olur. Cehennemden kurtulup kolayca Cennete girmesine vesile olur.(Taberani) İki kız evladına güzel muamele eden, mutlaka Cennete girer. (İbni Mace) İki kızı veya kız kardeşi olup ta maişetlerini güzelce sağlayanla Cennette beraber oluruz. (Tirmizi) Çarşıdan aldığı şeyleri, erkek çocuklardan önce kız çocuklarına verene, Allahü Teâlâ rahmetle nazar eder. Allahü Teâlâ rahmetle nazar ettiğine de azap etmez.(Harâiti) Çarşıdan turfanda meyve alıp evine getiren sadaka sevabı alır. Getirdiğiniz meyveyi erkek çocuklarından önce kız çocuklarına verin. Kadınları, kızları sevindiren, Allah korkusundan ağlayan gibi çok sevap kazanır. Allah korkusundan ağlayana Cehennem haramdır. (İbni Adiy) Üç kızına ihtiyaçtan kurtulana kadar iyi bakan, yedirip giydiren, elbette Cenneti kazanır. (Ebu Davud) Başka bir hadis-i şeriflerinde “Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onları dövmeyin, onlara çirkin demeyin, fena söz söylemeyin” buyurmuşlardır. Kadınlarla iyi geçinmek Kur’an-ı Kerim’in emridir. ”Kadınlarınızla iyi geçinin; eğer onlardan hoşlanmadı iseniz bile. Olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur.” Hz. Peygamberimiz bu konuda: “Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz” buyurmaktadır. “Cennet annelerin ayağı altındadır” diyen dinimiz kadına hak etmiş olduğu değeri vermiştir. İslamiyet’in ilk şehidi bir kadındır. İlk Müslüman bir kadındır. Peygamberimizin soyu kızından devam eder. Üç kız veya kız kardeşinin geçim veya başka sıkıntılarına katlananı, Allahü Teâla Cennete koyar. Eshab-ı kiramdan biri, “İki tane olursa da aynı mıdır?” diye sual edince, Peygamberimiz: “Evet iki tane olursa da aynıdır” buyurdu. Başka birisi: “Ya bir tane olursa” diye sual etti. Cevabında buyurdu ki: “Bir tane de olsa gene aynıdır” (Hakim, Haraiti) 80 FUZULÎ Gazel Can verme sakın aşka aşk afet-i candır Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır Aşk içre azap olduğu bilirem kim Her kimse kim âşıktır işi ah-ü figandır Yad etme güzel gözlülerin merdümi çeşmin Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır Ger derse Fuzulî kim güzellerde vefa var Aldanma kim şair sözü elbette yalandır. 81 KAPATMAYIN GÖZLERİMİ Nusret KESEMENLİ QADIN DA AĞAC KİMİDİR Narıngül Vakitli vakitsiz bir ölümdür gelecek, Boğup beni kah kah çekip gülecek. Açık kalan gözlerimde görecek Kapamayın gözlerimi amandır! Üzümdeki işıq çat verecek Kölge düşecek şehere, Küçeye, sehere. Ve şeher can verecek, Ve küçe can verecek. Bakacağım yurdumun tan yüzüne, Tarihinde kuruyan kan izine, Gözüm döner bir tufan denizine, Kapamayın gözlerimi amandır! Çıxıb gedeceyem Üreyimde sevgi izdihamı. Çıxıb gecedeyem üzü Qurumağa. Sen heç Ayaq üste quruyan ağac Görmüsen mi? Qadında ağac kimidir: İçinden quruyur. Çıxıb gedeceyem üzü tenhalığa, Pencere arxasında Böyüyen tenhalığa. Seherler güneşle beraber Ümidler doğacaq üzüme. Amma men, qaranlıq düşmemiş Soyunub atacağım bütün Hislerimi… Sen nece? Bir çift çiçek gözlerimdir, bakacak, Zirvelere izlerimdir çıkacak, Bir pınara koşularak akacak, Kapamayın gözlerimi amandır! Yıldızlara koşularak her gece, Dönecektir gökyüzünde nergise, Ana yurdum güzelliğe sergise, Kapamayın gözlerimi amandır! Güle güle kavuşanda yıl yıla, Göreceğim Aras akar gül ile, İmkân olursa, kılıç koyun kabrime, Kapamayın gözlerimi Amandır! Dereden geçtim de kaldım deryada Bir ben miyim acep hep gönlü darda Bülbül gibi başlatmadan feryada Ceylan gözlüm bir nazar et sevinem. Sen gülünce gül açılır sinemde Tek tek iken bir olduk bir bedende Ben ben idim, bir de sen oldun bende Ay cemallim bu sevdayı ben nidem? Çevirdin gönlümü kendinden yana Can içinde can dururmuş yan yana Beden ayrılsa da gönül yan yana Gül yüzünle bir gülümse sevinem Salkım söğüt gibi ipek saçların Düşmeden saçına tel tel akların Gözünden gönlüme gelen okların Delmeden sinemi dön gel sevinem. Nihat AYMAK 82 AYDINLATTIN YÜZÜMÜ Çığlık attın çığ koparmak için Zulmet nura dönsün. Rahmet düşsün tepelerden Can versin çağlara dedin. Karanlıklar ışığa doğru Kışlar yaza doğru, Aydınlattın zulmeti, anlattın hikmeti, Fırtınalar rahmete dönsün istedin. Hayal meyal hatırlıyorum Kapına geldiğim günü. Yıllar geçtikten sonra Zamanın kahrını yüklenebilmişim Artık anlayabiliyorum, Dünü, bu günü. Söyleyebiliyorum sözümü… KAFKAS ELLERİNE Dostu düşmanı sen öğrettin, Sulhü savaşmayı sen öğrettin Gönül çölümüzü yeşerttin Açtın gözümü öğretmenim. Çırpınırdı benim gönlüm Bakıp Kafkas ellerine Bir onunla ırkım, dilim Azdır karındaşlık bile Senin olmadığın yemyeşil yerler bana çöldür. Senin olmadığın dünya paramparça. Senin öğütlerini tuttum. Karıştıramazlar. Baharımı güzümü. Canım içre canımdır o Damarımda kanımdır o Bilir bütün dünya bunu Türkü yaptık döküp tele Helal bir lira, haram bin liradan çoktur Ana dedin, baba dedin, Bayrak dedin... Vatan dedin… Çöğür, saz, tarla ünledik Şamil dedik, semah döndük Nevruz ateşiyle yandık Döndük al kırmızı güle Dostluk, kardeşlik varken Savaşmak niye? Sevgi, saygı varken, Cennet varken Yanmak niçin dedin. Aydınlattın yüzümü öğretmenim. Can asena yol gösterdi Dedem Korkut öğüt verdi Oğuz ata bir gürledi Dar geldi bize yerküre Duran TURHAN Eğitimci Yazar Türkler diye anıldık biz Boylar türlü Azer, Kırgız Ama ki Türküz hepimiz "Ne Mutlu Türküm Diyene" Ne hoş baht Türküm diyene. Ahmet Divriklioğlu 83 (Bismillahirrahmanirrahim... Kalem ile anlattıklarımda ve dil ile söylediklerimde hataya düşüp hoşnut olmayacağın şeyleri işlemekten Sana sığınırım.) İ’LÂY-I KELİMETULLAH Serkan Aktaş Sözlük anlamı olarak küfür, şirk ve bunu suya düşen bir damlacığın yakın karşı Allah’ın varlığını, birliğini, çevresiyle başlayıp halka halka dışarı doğru İslâm’ın yüceliğini ve Kur’an-ı Kerim’in açılması gibi düşünebiliriz bir zaman sonra üstünlüğünü savunmak anlamına gelir. Bence toplumu kuşatacaktır. Diğeri ise Allah’ın burada temel olarak ahir zamanı kuşatan, (c.c.) bir toplumu ya da bireyi değiştirmesi ile Allah vukuu 5 ilhada Rasûlü,(s.a.v) “Şimdi, küçük bulacaktır, buradaki sıkıntı dönüyoruz” Rabb’imizin kalbe iman verip bireyi, belki o hadislerinde buyurdukları, kişinin kendi ile bireyin vesilesi ile etrafında bireyleri ve son olan cihadı yani cihadı ekber başlamaktadır. olarak da bu nüve bireylerin etrafında Zaten Resul-i Ekrem efendimiz büyük cihadın yuvalanan bireylerle oluşan toplumu hidayete ne olduğunu soran sahâbeye de, “Nefisle erdirmesiyle neticeleneceği gibi tam tersi bir mücâdele” cevabını vermişlerdir. durumda cihaddan büyük cihada yani azgınlar ve sapkınlardan teşekkül eden bir toplulukta sadece böyle bir İ’lây-ı Kelimetullah, aynı zamanda beklenti güdülür ve birinci şekildeki gibi şahsi Kelamullahı (Kur’an-ı Kerim ve O’nun ve cihatlarını yapan kardeşlerimizin olmadığını Allah’ın emrettiği şekilde yaşamak demektir. farz edersek Allah korusun bu dinamik Bu da kişinin kendisinin ve mesul olduğu toplumun helakiyle neticelenecektir. hükümlerini) yüceltmek, savunmak ailesinden başlamak üzere yakın çevresinin yaşantılarında kökten Çok önemli bir diğer mevzuda ‘La değişimleri ilahe illallah Muhammeden resülullah’ temel gerektirmektedir. Her ne kadar karmaşık ilkesine inanmak ve bu sancağı gücünün görünse de bu işlem temelde basittir; Allah’ın yettiği, dilinin döndüğü, elinin yazabildiği emir ve yasaklarına uyup ölçülü olmakla bu ölçüde her yere taşımaktır. Bu konu ilk etapta yola girilebilir, kişi kendi nefsi için istemediği basit görünmektedir; Elhamdülillah idrak hiç bir şeyi bir kardeşi içinde asla istemeyerek ediyoruz bu yolda kademe alabilir. Cevdet Sait Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür… eserlerinde değişimin iki şekilde olacağını Modernite gelin görün ki üzerimize lanetiyle belirtmiştir. Birincisi benimde dem vurduğum çökmüş ve bize mabutlar dayatmıştır. Samimi kişinin kendine çeki düzen verip değişimiyle; bir Müslüman kendilerine 5 Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr etmek, hakikatten sapmak, inançsızlık ve dinsizlik Allah’tan başka bile ilahlar ilah farkına yoktur, olmadan edinebilmektedir, bu Ma’bud’lar kişiye göre değişiklik arz etse bile 84 ayırt edici olarak bakmamız gereken nokta gibi geze geze bitap düşer; ilerleme dedikleri gün safsatanın içersinde en fazla neyin adını zikrettiğimizdir, biz gün içersinde bizi olduğundan içlerine düştükleri kısır döngüde Yaratandan başka etraflıca ne ile meşgul isek, gelişe gelişe çıktıkları en üst noktada aslında neyi Allah’tan (c.c.) fazla anmaktaysak o artık felsefelerinin en dibindedirler. bizim Rabbimiz olmaktadır. Biz bu sahte rotası dairesel biçiminde İ’lây-ı Kelimetullah davasının özü tanrılardan arınmalı, onlara karşı uyanık Kur’an’ı olmalı ve çevremizdekileri de bu konuda Kerimde Fatiha suresinde toplanmıştır; bilinçlendirmeliyiz. Rahman ve Rahim Allah Adıyla. Her İ’lây-ı Kelimetullah, Kelime-i Tevhidi türlü övgü yalnızca Allah’a mahsustur, bütün ‘La Muhammeden âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Hesap resülullah’ nurunu bütün gönüllere ve kafalara Günü’nün Hâkimi. Yalnız Sana kulluk ederiz; nakşederek, bütün sahte tanrıları, modern ve çağın Cağutlarını, Nemrutlarını, Firavunlarını dosdoğru yola ilet, nimet bahşettiklerinin hülasayı kelam bütün putlarını zihnen yıkmak yoluna; demektir. İ’lây-ı Kelimetullah, her türlü ‘izm’ sapkınlarınkine değil! yani ilahe illallah e karşı uyanık olmaktır; sosyalizm, kominizm, da bahsettiğim şekildedir yani Allah için tarafı yaptıklarımızdan, kaçındıklarımızdan daha yükseltir gibi yaparken diğer tarafı yerin fazlasını bir kurum, kuruluş, şahıs adına ve dibine sokan bu ‘izm’ lerdir, felsefeleriyle yine Rabbimiz için yaptığımızdan daha itinalı eşitlik der ahlakı hiçe sayar, dini bırakır, bir biçimde yapıyorsak iflastayız demektir. insanca yaşamak sloganıyla eşrefi mahlûkatı Burada sözlerim yanlış anlaşılmasın tabii ki esfeli safiline çeker, hayvan sürüleri gibi yiyip, içen, cinsi isyan bayrağı açmaktan ve kaostan yana münasebetlerini olmaktan bahsetmiyorum değinmek istediğim bulduklarıyla gören bir güruhu şekillendirip nokta ölçülü olmaktır. Kulluğun sadece bunu modernlik olarak atfederler. Bu ‘izm’ Allah’a edilmesi ve kullara kulluk edilmemesi lerin ve bir takım ‘ist’ lerin medenilik konusunda anlayışının zirve noktası yine bu adamların sadece etnik kökenleri dönemi Arap’larıdır. değerli eserleri işlenmiştir hassas ve derin bir süreçtir, burada Esma’ül Hüsna konusuna dikkatle eğilir eleştirdikleri modern çağ Araplarının atası cahiliye âlimlerin mevcuttur ve bu konu külliyatlar dolusu yüzünden beğenmedikleri, yafta üzerine yafta vurup olan ve bizi felakete sürükleyecektir, ölçüt yukarıda bu mütefekkirlerin Allah’tan uzaklaşmasının Bir uğrayanların benzerini dahi her hangi bir şeye göstermek beyinlerin imandan yoksun fikir sancısının ve çocuklarıdır… gazab[ın]a ederiz, ona yönelttiğimiz saygı ve itaatin düşünce sistemleri ve ’izm’ ler düşünen doğmuş yardım dileriz. Bizi Biz inananlar; sadece Allah’a kulluk faşizm, kapitalizm, liberalizm… Tüm bu ’ist’ sakat yalnız Senden Rabbimizin isimlerini öğrenir, bu isimleri Bu sıfatlaştırıp görüşlerin içinde olanlar ancak dolap beygiri kendi tanrılaştırdıklarımızdan 85 kendimize kurtulabilirsek bu dönemeçte aşılacaktır İnşallah. Doğru yola Rabbim, Senin için olan amel hangisidir?" iletilmek ve sapkınlarınkinden uzak durmakta Allah (C.C) buyurdu ki: "Sevdiğim kulumu Allah dostlarına yani Veliyullaha sımsıkı sarılıp onların tavsiyelerine uyup, kaçındıklarından kaçınmakla, cehaletimizi karanlık gecede bir kandil gibi ışıldayarak boğan bu zatların gösterdiği yoldan ilerleyip Allah düşmanlarıyla mücadele etmekle, hiç olmazsa benim için sevdin mi? Düşmanımı da düşman buğzettiklerine bildin mi?" Hz. Musa da Allah’ın sevdiği buğzetmekle mümkün olabilecektir. Hz Musa’nın kıssası da bunu amelin O’nun dostlarını sevmek destekler niteliktedir. düşmanlarını sevmemek olduğunu anladı. ve Peygamberin erdiği bu sırra ermek Yüce Allah (C.C) Hz. Musa’ya sordu: dileği ile. "Ya Musa, benim için ne amel yaptın?" "Yarabbim! Senin için namaz kıldım, oruç KAYNAKÇA tuttum, zekât verdim, ismini çok zikrettim.." Özön, Mustafa Nihat, Osmanlıca Türkçe Sözlük Said, Cevdet, Bireysel Ve Toplumsal Değişmenin Yasaları Esed, Muhammed, Türkçe Kuran-ı Kerim ve Tefsiri Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili Allah (C.C) tekrar sordu: "Namaz kılmak senin için burhandır6, oruç seni cehennemden koruyan kalkandır, zekât mahşer günü herkes sıcaktan yanarken sana gölge yapacaktır, zikirde o gün karanlıkta sana nur olacaktır. www.islamiyet.gen.tr www.mumsema.com Benim için ne yaptın?" Hazret-i Musa: "Ya 6 Burhan sözlükte, kesin delil, kanıt hüccet anlamlarına gelir Kur’an’da isim şeklinde 8 ayette geçmiş ve hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran bütün şüpheleri gideren kesin delil anlamında kullanılmıştır. 86 87 KELİMELERİN DİLİ (4) “EDEBİYATIMIZDA HAYVAN MOTİFLERİ” Muhsin DEMİRCİ Araştırmacı Yazar — “Maya dağdan kalkan kazlar Al topuklu beyaz kızlar” —MAZLUM EŞEĞE HERKES BİNER —MART DOKUZU, EŞİNDEN AYIRIR ÖKÜZÜ —MAYMUN TAKLİDİ YAPMAK —MENZİLCİ BEYGİRİ GİBİ KONUŞMAK —MAYMUNUN GÖZÜ AÇILDI TİPLEMESİ —MAHALLENİN ÇAKALI OLMAK —MUTLULUKTAN KUŞLAR GİBİ UÇMAK — “Mezar taşlarını koyun mu sandın Adam öldürmeyi oyun mu sandın.” —MÜCADELEYE ASLANLAR GİBİ YAPMAK — “Makarada ipliğim Kafeste kekliğim Hangi yoldan gelir Yollarını beklediğim.” —MAYMUN GİBİ GÖZÜNÜ AÇMAK. -L— LEYLEĞİ HAVADA GÖRMEK —LEYLEĞİ KUŞTAN MI SAYARSIN! YAZIN GELİR, KIŞIN GİDER. —LEYLEK GİBİ BOYNUNU UZATMAK —LEYLEK BACAKLI OLMAK — “Leylek leylek Lekirdek Hani bana çekirdek —LAMA GİBİ TÜKÜRMEK -M—MAYMUN ORMANDA VERGİ MEMURLARINDAN KAÇIYORMUŞ; SONRA AKLI BAŞINA GELMİŞ. “Hanım çıplak ben çıplak, ne vergisi olacak.” DEMİŞ. —MAYMUN İŞTAHLI OLMAK —MAYMUN GİBİ İŞTAHI KABARMAK —“MAL GİBİ İNSAN” YAKIŞTIRMASI — “Manda yuva yapmış söğüt dalına Yavrusunu sinek kapmış gördün mü? — “Mor koyun meler gelir Dağları deler gelir.” —MUHABBET KUŞU GİBİ OLMAK —MERMİLER SİNEK GİBİ HAVADA UÇUŞTU —MEVLANA YAKINLARI İLE DOLAŞIRKEN; BİR KÖPEĞİN YAVRUSU İLE — OYNAŞTIĞINI GÖRÜNCE; “Ne güzel manzara” DEMİŞLER. MEVLANA’DA “Bir kemik at da tabloyu görün.” DEMİŞ. — “MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR.” — “Mühür gözlüm seni elden Sakınırım kıskanırım.” —MÜSLÜMAN MAHALLESİNE SALYANGOZ SATMAK veya SATIRMAK — “Manur dağı ıldır ıldır ışıldar. Ceylanlar suya düşmüş mışıldar.” —MAYMUN GİBİ DALDAN DALA ATLAMAK —MAYMUN TAKLİDİ YAPMAK —MART İÇERİ, PİRE DIŞARI -N—NE FOL, NE YUMURTA —NALBANTIN EŞEĞİ, NALSIZ GEZER —NAZAR İNSANI MEZARA, HAYVANI KAZANA SOKAR. —NE DEVE YÜRÜSÜN NE ÇOBAN ÜRÜSÜN (SESLENSİN) —NE VAR BU VALİZLERİN İÇİNDE! SANKİ EŞEK ÖLÜSÜ. — “Nenem karabaş koyun Karlı dağları aş koyun” — “ Ne feryat edersin divane bülbül Senin bu fermanın gülşene kaldı.” — NE ATIM, NE ARABAM! — “Ne civarda bir köy var, ne de bir evin hayali Sonun ademdir diyor insana yolun hali” — “Nerde gösterdiği vahşete bu bir Avrupalı Dedirir yırtıcı, bir yoksulu, sırtlan kümesi Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahut kafesi.” —KAÇ PARA? ATINAN DEVE DEĞİL YA! — “Ne beklersin bu teni Sinde kurt kuş yer gider.” O-Ö —ÖMRÜ, LEĞLEĞİN LAKLAKINA BENZEMEK —OHA… İKİMİZİN ÖKÜZÜ 88 —ÖĞRENCİLERİ YARIŞ ATI GİBİ KOŞTURMAK —ONA LAF ANLATMAK, DEVEYE HENDEK ATLATMAKTAN ZOR. —ÖKÜZÜM BÜYÜK OLSUN DA ÇEKMEZSE ÇEKMESİN —ORANGUTANA BENZEMEK —ÖKÜZ GİBİ OLMAK —ÖKÜZ GİBİ YEMEK —ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI ARAMAK —ÖKÜZ ALIRSAN ANBARI, KARI ALIRSAN EVİ DOLDURURSUN. —ÖKÜZ ARARKEN EŞİNİ DE KAYBETMEK. —ÖKÜZ ÖLDÜ ORTAKLIK BOZULDU. —ÖKÜZ BAĞIRANA KADAR KAĞNI BAĞIRSIN —ÖKÜZE BOYNUZ YÜK OLMAZ —ÖLME EŞEĞİM ÖLME YAZ GELİNCE YONCA YEDİRECEĞİM. —ÖLMÜŞ EŞEK, KURTTAN KORKMAZ. —ÖLMÜŞ EŞEK ARIYOR Kİ, NALINI SÖKEYİM. —ÖLMÜŞ ASLANA TAVŞANLAR BİLE HÜCÜM EDER. —ÖLÜM BİR KARA DEVEDİR Kİ HERKESİN KAPISINI ÇALAR. — “Okuma yok, yazma yok Bilmeyiz eski yeni Kuzular söyler bize, Yılların geçtiğini.” —ÖKÜZÜN TRENE BAKTIĞI GİBİ BAKIYOR —ORMANLARIN KRALI OLANASLAN OLMAK —OLTAYA BALIĞIN GELMESİ —OTU SÜMBÜL, KUŞU BÜLBÜL BİR YER OLMASI —ONUN KARNINDA KIRK TİLKİ VAR, KIRKININ DA KUYRUĞU BİR BİRİNE DEĞMİYOR — “Orada havuzun şen ışıltısı Oymalı çeşmede su şırıltısı Bakır saçaklarda kuş cıvıltısı Ebedi çınlasın güzel Taşhan’ım. —ÖLÜMÜ GELEN KÖPEK CAMİİ DUVARINA SİĞER — “Orada bir kuş var Kanadında gümüş var.” —OYNAYAN TAY AT OLMAZ — “Onlarmış bu dünyanın Onlar ki kurt doğurmuş. Onların karnındaymış Ve zafer getiren atların Nalları altındanmış.” — “Öte yakaya geçelim Atlara yonca biçelim Biz bu yoldan vazgeçelim Oğlum nenni nenni Eşrefim neni.” —ORTAK ÖKÜZDEN, BUZAĞI YEĞDİR. —OTURAN ASLANDAN GEZEN TİLKİ DAHA YEĞDİR. — “Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif, Yemedi, içmedi, yemeden içmeden onlar. Kocabaş çok ihtiyardı, çok zayıftı.” —ÖLEN EŞEĞİN NALINI MIHINI SÖKMEYE ÇALIŞMAK — “Olîcak bir kimsenin Bahtı kavi, talii var Kehlesi dahi anın Mahallinde işe yarar.” — “Ördekler yüzer oldu Sigaram tüter oldu Mahallenin kızları Kordonda gezer oldu.” —O Kİ DÜŞTÜN BU HARKA, YA KURT YER GÖZÜNÜ, YA KARGA —OYUNDA DEVE ÇIKMAK —O DOLABIN BEYGİRİ DEĞİL. —ÖRDEK TOPLAMAK —ÖRDEK OLMAK —ÖRÜMCEK GİBİ SARILMAK —ÖRÜMCEK AĞI GİBİ KABLAMAK — “Ötüşür bülbüller bahar Hemen gelir geçer Sevişen sevgililer Gençlik elden gider.” — “Oğul, yar koynunda Turna beslenir.” —OĞLAN ALDI OYUNA GİTTİ, ÇOBAN ALDI KOYUNA GİTTİ. — “Ördek suya dalda gel Yardan haber alda gel Eğer yârim gelmezse Mektup yaz da gel.” — “Ötme bülbül ötme Derdi derde katma Benim derdim yeter Bir dertte sen katma.” —ÖKÜZÜM İRİ OLSUNDA ÇEKMEZSE ÇEKMESİN -P—PİRE İTTE, BİT YİĞİTTE —PANTER GİBİ KOŞMAK —PAPAĞAN GİBİ KONUŞMAK —PİRE İÇİN YORGANI YAKMAK —PİRE İÇİN YORGANI YAKMAMAK —PİREYE KIZMIŞ, KÜRÜKÜNÜ YAKMIŞ. —PİREYİ DEVE YAPMAK 89 —PİREYİ GÖZÜNDEN, ÇAKALI DİZİNDEN VURMAK —PORSUK BOĞMASINA GETİRMEK —POSTA GÜVERCİNİ BENZETMESİ —PİKASSO’YA BİRİSİ SORMUŞ: “BU NASIL BALIK” O DA “BU BALIK DEĞİL, BALIK RESMİ” CEVABINI VERMİŞ. —PENGUAN YÜRÜYÜŞÜ —PULLU EŞEK, EŞEKTİR, OLMASA DA ÇULU. —PORSUK AVINA ÇIKMAK —PANDA ÇETESİ KURMAK (HIRSIZLARIN PAROLASI) — “Pınarın başında toplanan kazlar Karşıda çalınır sazlar Çayırda otlanan kazlar Dostunu arar bazlar.” —PENGUENLER ÜLKESİNDEN OLMAK —POLİS KUŞ UÇURTMUYOR —PANTER GİBİ ATLAMAK —PİRE ISIRIĞI KADAR —PROTEZLİ İNSAN GEM VURULMUŞ ATA BENZER —SİNEKKAYDI TRAŞ OLMAK —SİNEK AVLAMAK —SİNEKSİZ YAZ ETMEK —SİNEKTEN YAĞ ÇIKARMAK —ŞAHİN İLE DEVE AVLANMAZ —ŞAHİNE LOKMA EKSİK OLMAZ — “Sen bir ceylan olsan Bende bir avcı Avlasam çöllerde Saz ile seni.” — “Şu gelen yar mıdır? Gözleri ceylan mıdır? Beni yaktı yandırdı; Acaba sevdalı mıdır?” —SAYGIMIZI UÇAN KUŞLAR BİLE BİLİYOR —SUÇ, SAMURDAN KÜRK OLSA KİMSE KABUL ETMEZ — “Şahini uçurdular Kızları kaçırdılar Güzelini seçeyim derken Beni bana yakıştırdılar.” —SALYANGOZ İZİ BIRAKMAK —SÜRÜYÜ KURDA KIRDIRMAK — “Su gelir kütüğünden İçilmez köpüğünden Yılan olsam sarılsam Yârin topuğundan.” — “Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım, Seni selamlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım.” — “Seviyor efendisi Nazilli’nin kedisi Bu yadigâr çevreyi Bana verdi kendisi.” —SU KUŞU OLMAK —SU SAMURU GİBİ SUDAN ÇIKMAMAK —ŞEKERLERLE YAPILMIŞ DURU ŞERBETLE, ARIYI KANDIRIP BALI BOZMAK. —SABAHIB BÜLBÜLLERİ (İMAMLAR) — “Sen bir ceylan olsan bende bir avcı, Avlasam çöllerde saz ile seni” —ŞEYTANDA DOĞAN KUŞU GİBİDİR. AKILLI OLAN ONA KANARAK KALESİNİ TERKETMEZ. —SÜT KUZUSU OLMAK — “Sepetçioğlu bir ananın kuzusu Yaman olur Kastamonu uşağı.” —SARI OKÜZÜN BOYNUZUNDA DURMAK —SÜTSÜZ İNEK MELEĞİN OLUR — “Şu yaylanın düzünde, Çifte ceylan gezer yüzünde Ben yârimi tanırım -R—RAHVAN AT KENDİNİ YORAR — “RENCİDE OLUR DİDE-İ HUFFAŞ (YARASA) ZİYADAN” — “RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLSAM.” — “RÜYADA YEDİ ŞİŞMAN İNEĞİ SONRA DA YEDİ ZAYIF İNEĞİ GÖRÜP; YORUM YAPMAK (Hz. YUSUF PEYGAMBER) —RENK DEĞİŞTİREN HAYVAN OLMAK (BUKALEMUN) S-Ş —SIPA GÖZLÜ BENZETMESİ —SIRTLAN GİBİ SIRITMAK —SİNEKLERİN İSTİLASINA UĞRAMAK —SİVRİSİNEKLER GİBİ SOKMAK —SAİT FAİK’İN “SON KUŞLAR” ÖYKÜSÜ —SÜRÜDEN AYRILANI KURT KAPAR —SU İÇENE YILAN BİLE DOKUNMAZ —SİNEK KANADINI BİLE KIPIRDATMIYOR —SİNEĞİN KANADINDAN YAĞ ÇIKARMAK —SAĞILIR İNEK GİBİ SAĞILMAK —SAHİBİNE HIRLAYAN KÖPEK KAPIDAN KOVULUR —SİNEK UÇSA BİLE KANAT SESİNİN DUYULMAMASI —SAĞ TİLKİ, ÖLMÜŞ ASLANDAN İYİDİR. —SEVAP İSTERSEN ÖLDÜR YILANI, CENNET İSTERSEN ÖLDÜRME CANI —SIÇAN DELİĞİ BİN ALTIN —SIÇAN OLMADAN ÇUVALI DELMEK 90 Çifte ben var yüzünde.” —SÜT DÖKMÜŞ KEDİYE DÖNMEK — “Sürüden ayrılan sürmeli koyun Şafaklar atıyor gel yârim uyu.” — “Şahinim var bazlarım var, Tel ağızlı sazlarım var.” —ŞEBEKLİK YAPMAK — “Sabah oldu ışıyor Bülbüller ötüşüyor. Ötme bülbül ötme, Yüreğim dutuşuyor”. —SAYILI KOYUNU KURT KAPMAZ —SIĞIRI GÜDEN BAŞKA, HAKKINI DEVŞİREN BAŞKA —SIKIŞAN KEDİ YÜZE SALDIRIR —SIPA BÜYÜR, BÜYÜYÜNCE EŞEK OLUR. —SIPALI EŞEK DESTE DAĞITIR. —SİNEK KÜÇÜKTÜR AMA MİDE BULANDIRIR —SÜTLÜ KOYUN SÜRÜDEN AYRILMAZ — “Sesime gel, sesime Bülbül kafesine gel Beklemekten usandım Elini çabuk tut gel.” —SEN ALA KEÇİNİN OĞLAĞI MISIN? —SALAĞANA KÖPEK GİBİ DOLŞMAK —SERMAYEYİ KEDİYE YÜKLEMEK —SERMAYESİ BİR AT, BİR EŞEK OLMAK. —SERSEM TAVUĞA BENZEMEK —SÜLÜN BOYLU OLMAK — “Sen koyun ol, ben kuzu Ardın sıra melerim aman El âlemin vatanı var yurdu var Ben yurdum diye melerim aman.” — “Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez. Kır atıma binmiş gelinim durmaz.” —SÜLÜK GİBİ YAPIŞMAK —SERSEM TAVUĞA DÖNMEK —ŞİMDİLERDE EKMEK ASLANIN AĞZINDA DEĞİL MİDESİNDE —SÖZÜME İNANMIYORSUN DA EŞEĞİN ANIRMASINA MI İNANIYORSUN —SAMUR KÜRK İMAL ETMEK — “Sarmaşık bülbülleri de, Yiyeyim o dilleri. Açtı yeşil yapraklar da Aman tam muhabbet günleri —SEKSEN SER AT, DOKSAN DOR AT, YÜZ DE KIRAT; NALI MIHI NE EDER. —SEN DOMUZDAN YANA MISIN YOKSA BENDEN YANA MI? —SÜVARİ SINIFINDAN (ATLI ASKER) OLMAK — “Suya gelir sakının Demir tarak takının. Koyunun pisliğini Kına diye yakının.” — “Sevdiğim, canım, yolunda hâke yeksan olduğum. İyidir çok nâz ile seyrâna kurban olduğum. Ey benim aşkınla bülbül gibi nalân olduğum. İyidir çok nâz ile seyrâna kurban olduğum.” —SEVİNÇLEN KUŞLAR GİBİ HAVALARDA UÇMAK —“Suya düştü gülümüz Ötmüyor bülbülümüz Bir kuru sevda yüzünden Boşa gitti ömrümüz.” “Şu Tokat’ın dilberi Bülbül sever güller Bizim bağda yılan var Çatallıdır dilleri.” —SIÇAN DÜŞSE BAŞI YARILIR —Sen koyun ol ben kuzu Kandıralım şu kızı.” —SİNEĞİN KANADI BİLE KIMILDAMIYOR — “Şu yaylanın düzünde Koyun kuzu yüzünde Çifte siyah beni var O yârimin yüzünde.” 91 NİKSARCA M. Necati Güneş Çamiçi Yaylası'ndan bahsetmeden olur mu? Pelit, gürgen, çam ağaçları, göz alabildiğine çayırlar, meleşen guzular, tohlular, gıdikler, kölükler, elikler, yayla dumanı ve ahşamları yahılan pür ateşi. Haa bi de Oryantiring yarışları. Bizim bi de Ötağçe dediğimiz ovamız var. Garadeğiz'in Çuhurovası. İleyis'in topulu, Camidere'nin şefdelüsü, Alahdiyan'ın gostili. Hangi birini sayıyım. Mahlep deyünce akla Niksar gelür. Hele bi cevüzümüz var ki dünya tanır. Hele de Şağanlu'nun kömüş yoğurdu. Bıçağınan kes, çatalınan ye, dadına doyum olmaz. Bizde mutfağa da aşgana derler. Bu aşganalarda neler yapulur neler. Dutmaç, bacahlı, helle, toyga, zoğallı, erikli çorbalar. Gendüme ve tarhanayı da unutmayalım. Bahlalı dolma, Pırasa dolması, madımah, pehli ve hele de kadınlarımızın bir araya geldiklerinde vazgeçemedikleri Cevizli bat. Çökelikli, bişi, cızlah, lâlek giliği ve de yufka tatlısı. Say say bitmez. Bi gomşumuz var, Efrumiye teyze. Öteğgün öylennik için gelinine çığırıyodu: -Gız geliiiinnn. Badalın altındaki ilistirin içinde bıldırdan kalan çiğit var. O çiğidi, terekteki erüşteyi, terpoşlunun yanındaki pelveri, bi de arustahtaki gahı alda gel. Hadi sorutup çötelenme, elfetün ol biraz. Dünya günümüzde doğal enerji gaynahlarına yöneliyi. Biz Niksarlılar olarah ilk teknolojik devrimi yapmışıh, nasıl mı? Tinkâne yani su değirmeniyle. Dünyada ilk su değirmeni 2200 yıl önce Niksar da gurulmuş. Yaaa… Bunu biliyo muyduğuz? Niksar diyince ahla yeşüllük gelür, Çamiçi yaylası, Ayvaz'ı, suyu gelür. Şırıl şırıl akan derelerü, cıvıl cıvıl öten guşlaru gelür. Huzur vardur Niksar'da. Uzun yaşamah istiyosağız, ömrünüze ömür katmak istiyosağız Niksar'a geliiin, sağlıcahla galın. Düzgün mısmıldır, başörtüsü bürük, Lahana kelem, dağ armudu çördük, İştaha mada, azıcığa eccük, Alkışa da çepik diyolar bizde Önce Niksar adı nereden geliyi, onuuğnan başlıyah. Melik Gazi, Sivas ve Tohat'ı fetettikten soğna Neogayserya üzerine yürür. Üç ayrı surunan gorunan gale önüne gelincek galeye şööle bir bahar ve “Nik bi hisar, İnşallah fethe müyesser oluruh” der. İşte bu “Nikhisar” ifadesi daha soğna “Niksar” şekline dönüşür. Gale diyince; gale bayırındahı gocaman narlar, zeytinler, çeteneler, Ağlayan gaya, Yarasa delüğü, galenin bedenleri, Niksar'ın fidanlaru ahla gelü. Niksar'ın fidanları diyince de ahla şu mani gelü: Galeden gelür atlu Galenin suyu datlu Şu Niksar'ın gızları Şekerden baldan datlu Ayvaz'ımızı ve Ayvaz suyumuzu anlatmağa gerek var mı? Su diyince, Niksar'a gelipte Kepçeli'den su içenlerin bi ayağı Niksar'da olur derler. Kepçeli deyince; Keşfi, Çöreğibüyük, Cin Cami, Ulu Cami, Melik Gazi, Gırhgızlar, Yağıbasan türbeleri, Talazan, Lâlekli, Seymenli, Çilhane köprüleri ahla gelür. Tarihi eserleri sayınca Niksar'ın eski sülâlelerini saymamah olmaz. Karsloğlar, Softoğlar, Çoroğlar, Bahoğlar, Topçoğlar, Küpçoğlar, Fazloğlar, Bazloğlar, Zühdoğlar, Hüsemoğlar, Şöhretoğlar, Garafakoğlar, Selimbeyoğlar, Yeşillioğlar, Beğler, Paşalar, Tombullar, Kihtirler, Selâfendiler, Mahirefendiler, Gödelekler, Çöpbekirler, Bayrahçoğları, Tahmiscoğları, Fesiyanıhlar vd… 92 Bükerek belini kara nehirlerin Dünyayı yeniden var edecekmiş gibi Kurtaracakmış gibi düşlerimi şirpençelerinden Şiir Rüzgârı Yarışması Ağustos Ayı Serbest Vezin Birincisi Suna DOĞANAY ****************************** DÜŞ YUVASINDA YENİDEN DOĞUŞ Şiir Rüzgârı Yarışması Ağustos Ayı Hece Vezni Birincisi Nasıl yapışmışsa yakasına doğanın, Dal yuvasından ayrı Düş, poyrazın azı dişlerinde Ve toprak ölüm döşeğinde çok gözyaşı Tapusunu rehin almış gibi top top çamların Açılıp kapanır kapısı gök kubbenin Kışkırtıcı bir koku, bir tat ve bir dokunuş Önder KURT YEŞİLIRMAK TÜRKÜSÜ Su, seyyah gibi çıkar düşlerde mâceraya Ona hasret toprağın ol kıraçları gibi Büklüm büklüm süzülür uzanır mâveraya Yârin omzuna düşen lüle saçları gibi Yanımda vefakâr dostlarım, yüzüm eylül güneşi Geçip gidiyoruz ölümü ezer gibi Kızarıp solmuş yaprak sürüsü üzerinden Etekleri mor benekli, çehresi boz kar tepesi El değmemiş masumiyet taşıyor dağ üstüne dağ Kim bilecek hüznün yeşille sıvandığını Sesten uzak, gürültüden, ışıktan Yeşilırmak süzülür gönlün deryalarına Bambaşka bir iklimle doğar rüyalarına Ilık ılık dokunur günün ziyalarına Sevgilinin gel diyen hoş mizaçları gibi Bırakmaz ki yazsam İsyanımı, yenilmişliğimi Yürüsem Maşukiye’den Hüt dağına Yelkenler kanat açacak telli pullu Dökecek kuyruklu yaldızını yalan gece Akarken mecrasını sanki iğneyle kazar Bölerken vuslatları içli yaralar azar Şu gönül defterine bilmeden gurbet yazar Yâre giden yolların dik yamaçları gibi Merhaba derken sana peygamber çiçekleri Mora boyanmış bahar, müjdeler gerçekleri Bayram yerine serer rengârenk döşekleri Cananın takındığı süslü taçları gibi İçimde bir heyecan var anlatılmaz Yüreğim bir yumak, hayal gücüyle sarılı çıtır pıtır Usulsüz uykular düşerken omuzlarıma Su mavisi ırmak olsam Şişip şişip öksürecek şiirlerim Akışında bereket, kırkikindi yağmuru Toprakta mayalanır her sevdanın hamuru Şefkatli yüreğinde şekillenir çamuru Duaya kalkan elin ihtiyaçları gibi Düş geçidi telesiyejin ak kanatlarında Karadan uzak ve yığın yığın Sis karşıtı ev uzuyor kirpiklerimden Çırpındıkça batacakmış gibi, battıkça çırpınan Korkunun diz boyu yürüdüğü buz havuzunda Gözler can çekişir büyüdükçe kendini azaltan Ayın şavkı teninde çizer billur meneviş Akşam vakti ruhunda gezinir garip derviş Su üstünde oynaşır coşkulu bir nümayiş Çocukluğun şen şakrak saklambaçları gibi İnsan kurduğu düşe benzer ya öyle bir şey Ve dilinden dökülen sözcüklere Söyle! Ne anlatır şarkılar? Zaman, avuç içinde buruşmuş kağıt parçası Geçip giderken acımasızca, Sadece umuttu beklediğim. Ya da kuş ninnisi ve bir de çam uğultusu Suya yazılır zaman, usulca kayıp gider Bir türküye karışır sesini yayıp gider Maziyi anımsatır yılları sayıp gider Sevdaya varan sırrın dolambaçları gibi Yeşilırmak üstüne serilirken asuman Dağlardan koyaklara iner kesif bir duman Balıklar hiç uyumaz olur aşka tercüman Nefes nefes titreyen solungaçları gibi Şimdi ışığımı denizden kapıp götüren saraylar önünde Dağ gibi hüzün iniyordur ıhlamur çiçeğine. El sürmeyin durun! Arkasında bir beyaz yel Ateşkes ilanında Adını yeşil koymak kime oldu müyesser? Seni tarife yetmez kitap dolusu eser 93 Sanki ağzından öpmüş cennette akan Kevser Karanlığa ışıyan nur yalvaçları gibi Şiir Rüzgârı Yarışması Eylül Ayı Hece Vezni Birincisi *************************************** Recep ODACI TESPİT Yıldırım gibi yağar fitnecilerden ateş, Yaralar kaşınarak koparılır kabuklar. Üstü bayraklı geçer sıra sıra tabutlar, Kiminde asker oğul kiminde üç günlük eş, ''Demokratik açılım'' der demez düştü ateş... Ateş düştüğü yeri yakar diyorlar yalan! Tüm sathımız yanıyor imdada kim gelecek? Kadim düşmanlarımız bağrımızı delecek. Ey devletin ricali yum gözünü oyalan, ''Demokratik açılım'' aha koskoca yalan!.. Boş lakırdı hamaset su döverken havanda, Çıfıtlar birlik olmuş üflerler harlı yansın. Kıpırdatma kılını ateş gelsin dayansın, Zeminden başlayarak yangın sürsün tavanda, ''Demokratik açılım'' de gez kendi havanda... Şiir Rüzgârı Yarışması Eylül Ayı Serbest Vezin Birincisi Elif Reyya NAZ Kulak arkası olur söylenmez doğru sözler, Bilgi kirliliğinden beyinler pelte pelte. Göz; kör vücut; kötürüm serilmiş sere serpe, Hakikat mertek gibi soksan görmüyor gözler, ''Demokratik açılım'' şatafatlı boş sözler... KÖREBE yok saatlerin cebinden düşüyor, sensizlik… taneye kum zaman. hani toplayacaktın kırılan ışıkları, günü karartıp... bekliyor başkentin gizil yalnızlıkları... Görülmüyor azıcık fersiz de olsa ışık, Karanlık çöllerdeyiz ne bir iz var ne vaha. Bilmem bu kör gidişle çıkılır mı sabaha? Hiç bu kadar görmedim geleceği karışık, ''Demokratik açılım'' vermez dibine ışık... solundan damlıyor sabır… kışa bahar olmasa soluğun, saklanmazdı gölgene… sayıyor ve ekliyor gözünden düşen yıldızları. hangi nehir tersine akınca, gelecektin ? unuttu, yapraklar da fısıldamıyor… sen yine de, iz bırak şiire anlar; rüzgarın çığlığı yağmuru, sonu sen baharda… Ankara… **************************** 94 KIYAMET TAHLİLLERİ İlhan ÖNAL Bu kentte kaldırımları kanla boyamışlar. Mermi kovanları, çocukların gözyaşları, anne ve babaların feryatları, itişmeler, kaçışmalar, düşmeler, kalkmalar ve ölüm… Hepsi bir tankın gıcırdayan paletlerinin arasına sıkışmış tonlarca ağırlığıyla asfalta yapışıyor. Asfaltı utançla boyamışlar… Bu kentte zaman bazen yönü belirsiz bir merminin namludan çıkış anına yetişemeyecek kadar hızlı, kimi zaman ise sınır tanımayan rezil bir işkencenin soğuk ve ıslak duvarlarda bıraktığı acı yalvarmalar kadar ağır işliyor. İlmik, kanla örülüyor bu kente... Her gün mekânını değiştiren yeni bir cinnet manzarası… Buz gibi çeliğin dokunduğu her yerde önce acı, sonra öfke ardından kine ve nefrete dönüşüyor. Ve dönüştükçe… Mermi kovanları, çocukların gözyaşları, anne ve babaların feryatları, itişmeler, kaçışmalar, düşmeler, kalkmalar… Ardından başka bir tankın paletleri arasına sıkışan yeni bir utanç, bu ölüm, bu kıyamet… Asfalta kazıdığı cehennemin ürpertici sesiyle bitmeyen bir dehşet denizinde yol almaya devam ediyor. Bu kentte tarih kanla yazılıyor. çocuğum. Her çocuk gibi ceplerine şekerlemeler dolduran, sağa sola koşuşturan, yaramazlıklar yapan, anne diye ağlayan bir çocuk… Gözlerim yok, ellerim, ayaklarım, gövdem ve başım yok. Benden geriye kalan küçücük bir kavanoza sığabilecek yaşamımın çocuksu külleridir belki de… Bundan tam iki yıl önceydi, henüz altı yaşıma yeni girmiştim. Evimiz tek katlı, sarı badanalı, iki küçük odalı, sıcak ve yoksul bir gecekonduydu. Evimizin bulunduğu sokağın tek girişi vardı. Çıkmaz bir sokaktı. Sokak, bizim evimizle beraber sağlı sollu gelişi güzel sıralanmış tam altı tane daha gecekonduyu barındırırdı içinde. Ben her akşam oyundan sonra evimizin önündeki kaldırıma oturup babamı beklerdim. Babamı görünce de koşar hemen yanına gidip elinde taşıdıklarına atılırdım. Babam uzun boylu, biraz zayıf, iri kemikli bir adamdı. Siyah saçlarını hep sağa doğru yatırırdı. Sol yanağından saçına çıkan kısımda ince bir yara izi vardı. Bu yara izinin çocukken oynadıkları bir oyunda başına gelen bir kazadan dolayı olduğunu söylerdi. Hep yaramaz bir çocuk olduğunu anlatırdı bana. Annem, akşam babama biraz sızlanmaya başladığında babam kendisinin yaptığı bir sürü yaramazlıktan söz açardı. Başımı okşayıp: "Aslan oğlum! Yiğit parçam!" derdi hep. Annem cefakâr bir kadındı, güçsüz bedenine rağmen yaşamın getirdiği her şeyi göğüslemeye hazır cesur birisiydi. Fakir evimizin yaratıcısıydı. Babamın gündelik işlerle kazandıklarını evde ayrı bir itinayla işlerdi. Hiçbir zaman bu durumlardan şikâyetçi olduğu duyulmamıştı. Babamın yüzüne hep bir inanmışlıkla bakardı. Seneye okula gideceğimden bahsederdi. Bu anlarda ince bir kaygı dolardı siyah, kısık gözlerine. Ama belli etmemeye gayret ederdi. Babama dönüp: "Seneye okula gidecek yiğit parçamız" diye eklerdi. Ardından beni kucaklar koynuna sarardı. Hain bir sondur bu Kanlı bir pusu Düşer tetik, Düşer bir dağ yamacından Düşer de bin can yıkılır Bir çocuk gözleriyle ölürken gece Ay utancından saklanır… Şehri Bağdat… Büyük bir patlamaydı; daha ne olduğunu bile anlayamamıştım devasa bir gürültünün ardından vücudumdan yanarak kopan parçaların savrulduğu sonsuzluk, kuru bir fünyenin kıvılcımıyla, dar kesitinin arasına sıkışmış ve sonrasında basınçlı, yakıcı bir alevle bilmediğim o sebepsiz yok oluşun faili yapmıştı beni. Adım, Mustafa. Ben ölmüş bir 95 Sonra sis çöktü gözlerime… Silah sesleri, uçak gürültüleri, yer göğe yarıldı. Bağırtılar, can feryat figan, koca bir çağlayan olup evimizden diğer evlerden sokağımızdan akmaya başladı. Ve katlanılmaz bir acı düştü yüreğime. Hatırladıklarımın arasında geriye kalan; Bir sabah ellerinde koca koca tüfekli askerlerin babamın başına doğrulttukları namlulardan üzerime sıçrayan kan ve et parçalarıydı arkasından gelen çığlıkla annemin bir odada zavallı yalvarmaları… Yutkunamadığım bu acı… Sokaklar da oynadığımız askerlik oyunlardan çok daha başkaydı. Sesler kesildiğinde ise kanlar akan küçücük gövdemin sıkıştığı köşeden doğrulup evimize giren bu kuduzun içimde bıraktığı öksüzlükle ne yapacağımı bilmeden saatlerce anne ve babamın cansız bedenlerinin arasında onların tekrar uyanacağı o anı bekleyerek ağladım… Ben ağladım, onlar uyanmadı… Aslında uyanmayan sadece annem ve babam değildi. Oynadığım sokaklar da tam bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Evlerin dış kapılarının aralarından bu kuduz salyasının değdiği benim gibi minicik yüreklerin çaresiz hıçkırıkları geliyordu. Zaman ilerledikçe bu seslerde birer birer kayboldu. Hava kararmıştı. Sokaklar, karanlık bir buluta yem olmuş sindirilmeye hazır bir av çaresizliği ile hiç kıpırdamadan oldukları yerde çakılı kalmışlardı. Binaların duvarlarını yalayan bu nefes, barut iklimine karışmış yeni bir sağanağın zamansız yağışını bekler gibiydi. Metal bir sağanak… İç içe geçmiş bedenleri sırasız bir yok oluşa götüren ve işini bitirdikten sonra arkasında bıraktığı anaforun savurduğu yaşamlar… Önce bir gölge yaklaştı. Ve ses… Bu ses, kalın bir keçe üzerine yerleştirilmiş kadifenin elde bıraktığı hissin sert ama yumuşak bir temas şekliydi. Duyulduğunda, insanın içine böyle bir yansımayla düşüyordu. Konuştuğunda ise sesindeki titreklikten anlaşılan korku sesin sahibinin tüm hücrelerine hâkimdi. Etrafındaki insanlara bir şeyler duyurmak istercesine bağırdı: “Burada yaralı bir çocuk var!” Evet, böylesine bir katliamdan kurtulan; Gece’nin tam ortasına saplanmış küçük birer yıldız gibi parlayan bir çift göz… Çocuk, suskun ve ağlamaklı bakışlarının üzerine kapaklanan bu gölge görüntüyü hala seçemiyordu. Gölge, çocuğun acı dolu gövdesini tutup kucağına aldığı gibi hızlı ve telaşlı adımlarla bir an önce terk etmek istiyordu bulunduğu yeri. Adamın kucağındaki çocuğun gözleri son defa bir hayale bakarmış gibi karanlık buluta yem olmuş yuvasına ilişti. Pencereden annesi el sallıyordu. Ardından çocuğun mırıldanarak çıkardığı o cılız sesin dizleri üzerine çöküşü geldi… ”Anne!” Hızlı ve kısa bir koşuşturmadan sonra insan kümelerinin olduğu bir yere geldiler. Kucağında tutunduğu adamın kalp atışlarının dışarıya yankılanan ürpermiş sarsıntısı yol boyunca kulaklarının beynine ulaştığı tünelde bir arabanın taklalar atarak duvara çarpması gibi inledi. Bitmeyen taklalar ve tonlarca ağırlığın duvarda defalarca patlaması… Adam, onun minik yaralı gövdesini yere indirirken toprağa temas eden çıplak ayakları bir yağmurun ardından kalan küçük bir su birikintisine hızlıca oturmuş gibiydi. Etrafa sıçrayan damlaları gördü. Ne tuhaf! Oysa yağmur yağmamıştı. Birikintinin uzandığı küçük akıntıya baktı. Kendisi gibi minik bir bedenin kopan kolunu gördü bu kırmızı akıntının yanı başında. Masum, çırılçıplak bir beyazlığa çalınan bir lekeydi şahit olduğu... Nasıl bir kâbustu bu? İnsanlık onurunu beş para etmez bir zorbaya teslim eden, ölüme safrasını karıştırmış bu insanlar, misyonu cinnet kokan bir savaşın şuursuz hükmüyle kustukları bu öfke neyin nesiydi? Bu gece ölüm adaletsiz bir cellât gibiydi. Önüne gelen bütün canlara vahşi ve acımasızca davranıyordu. Eline babasının inşaat teliyle yaptığı arabayı almış odanın bir köşesinden diğer köşesine doğru düz bir şeritte ilerliyordu. Televizyonda izlediği çizgi filmlerde ki gibi arabayı durdurduğunda ağzından çıkardığı ani fren sesi tekrar gaza basışı… Ön koltukta babası arka koltukta annesi elinde araba saatlerce oynayabilirdi bu oyunu. Odanın kapısı açıldı. Annesi hazırladığı yemek sinisi ile içeri girmişti. Hemen koşup sofra bezini getirdi. Kollarını büyük bir paraşütü açmak isteyen 96 bir rüzgâr edasıyla hızlıca havaya savurdu. Sofra bezi yırtık kilimlerle döşenmiş yere bir bozkır gibi dağıldı. En sevdiği hareketti bu... Sininin içerisindeki tencereden uçup gelen ve burnunun en görkemli makamına oturan bu güzel koku onun dünya da belki de yemekten hiçbir zaman bıkmayacağı bir yemeğe aitti. ”Bak oğlum! Senin için ne pişirdim bugün.” Gidip annesine sarıldı ve onu defalarca öptü. Hiçbir şey söylemeden yaptığı bu hareket onun annesine göstermek istediği teşekkürün dudaklarına yansıyan haliydi. Öptü... Öptü... Annesinin kokusuna bayılırdı. Onun ellerini ve saçlarını her defasında koklamak için eline geçen bütün fırsatları değerlendirirdi. ”Canım annem, seni seviyorum!” O anda odanın kapısı tekrar açıldı. Babası, aldığı birkaç öteberi ve koltuğunun arasına sıkıştırdığı ekmekle beraber odanın ortasına doğru yürüdü; güven veren sesiyle sanki bir yumağın içerisine dalmak isteyen bir kedi gibi sokulup: “Kıskandım, şimdi sizi!” dedi. Küçücük kollarını babasına da uzattı. Şimdi, birleşen kolların arasında baba da vardı. Tekrar sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine. Sanki rüyadaydılar. Yüzüne dokunan el, alnıyla saçlarının başladığı yere doğru seviyordu onu. “Oğlum, oğlum!” “Kalk, hadi!” “Kalk, uyan!” Birden irkildi. Bu rüya yumağının içerisine girmek isteyen farklı bir sıcaklıktı bu. Konuşmasındaki yabancılık, ayak parmaklarına kadar olan bütün bedeninde ani bir sarsıntıya neden oldu. Gözlerini büyük bir tereddüt ve hayal kırıklığı ile açtı. Karşısında duran adam, az önce gördüğü her şeyin bir rüya olduğunun kesin kanıtıydı. Gözbebeklerine yüreğinden kopan bir parça yapıştı. Yutkunmayı denedi, olmadı. Kocaman bir taş kütlenin boğazının boğumlarında ilerlemeden acı vererek tutunduğunu hissetti. Bir daha yutkunmayı denedi, yine olmadı. Karşısında duran bu farklı yüz tekrar konuştu: “Oğlum senin adın ne?” Adamın kurduğu bu cümle varlık ile yokluk arasındaki o incecik perdeyi parçalamaya yetmişti. Cümleyle beraber çocuk gözlerinden sonsuzluğa asılan bir acı ona adını söyletir gibiydi. Adı “gözyaşı” olmalıydı yahut acı. “Bak, sana ekmek ve su getirdim! Epeyi zamandır baygın uyuyorsun, çok mu acın var? Çocuk ıslak gözleriyle tekrar adama baktı. “Ağlama, yavrum ağlama!” Adam, bir yandan ekmeği çocuğa uzatırken biryandan da kendisinin bile inanmadığı aciz bir teselliyle çocuğu sakinleştirmeye çalışıyordu. Çocuk yataktan doğrulmak sırtını yatağın demir korkuluğuna yaslamak istedi. Dizlerini gövdesine kadar çekmek; Kollarını dizlerine dolayıp kendisini sıkı sıkı sarmak istiyordu. Adam konuşmaya devam etti. “Dün gece seni ben buldum. Karanlıkta bir binanın önünde hiç kıpırdamadan duruyordun. Orası evin miydi?” Çocuk, boynuna ağır bir balyoz takılmış gibi acı içerisinde başını bir kere yukardan aşağıya doğru çok ağır bir evet ifadesi ile indirdi. Adam, gözlerini yumdu. Aklında hep aynı soru defalarca hızını alamamış bir değirmen taşı gibi dönüp durdu. Sanki değirmen taşının altında parçalamak istiyordu soruyu. Tam annene ve babana ne oldu diye soracaktı ki değirmenin taşı tekrar dönmeye başlıyordu. Doğru ya orası onun eviydi. Evinin önünde hiç kıpırdamadan o kadar saat kaldığına göre muhtemelen anne ve babasını sabah ki katliamda öldürmüşlerdi. “Tamam, yavrum. Sen biraz daha dinlen sonra tekrar gelirim yanına!” “Ekmeği ve suyu yanına bırakıyorum." Çocuk adamın söylediği son sözleri duymamıştı bile. Düşünceleri hala biraz önce gördüğü o özlem dolu rüyadaydı. Gözkapaklarına çöken bu ağırlığa daha fazla dayanamadı… 97 öksüz OĞUL Çok eskiden mektup vardı, pul vardı Yâre giden ince uzun yol vardı Hele, candan kucaklayan kol vardı Nasıl anlatayım bilmem ki oğul Kış gelince metrelerce kar olur Bir yerden bir yere,gitmek zor olur Evde soba yanar, kömür kor olur Nasıl anlatayım bilmem ki oğul Ne televizyon vardı ne de teybimiz Yine de yerindeydi bizim keyfimiz Gülerek oynardık köyde hepimiz Nasıl anlatayım bilmem ki oğul Köyde hayat sabah erkenden başlar Oyuncak olurdu topraklar taşlar Dağda yatar idi koyunlar koçlar Nasıl anlatayım bilmem ki oğul Akşam odalarda sohbet olurdu Hikâye canlanır hayat bulurdu Zil yoktu, komşular cama vururdu Nasıl anlatayım bilmem ki oğul Parayla pulla pek işimiz yoktu Düğünler olurdu eğlence çoktu İnsan aç olsa da gönüller toktu Nasıl anlatayım bilmem ki oğul BENDE AKŞAM OLUYOR Celaleddin Çınar (AŞIK ÇINAR) Aysel ÖZPINAR Bir ömür geçti tek şafak görmedim Bin kez ağladım ama bir kez gülmedim Zaman aşa aşa geçermiş bilmedim Güneş battı, bende akşam oluyor Hiç ayırt edemedim yazımı kışımı Çileden kaldıramadım bir an başımı Koyamadım taş üstüne bir tek taşımı Güneş battı, bende akşam oluyor Muhabbet pınarından bir yudum içmedim Her gönüle sevgi ektim tek gönül geçmedim Bahtım kara imiş kendim seçmedim Güneş battı, bende akşam oluyor Sevince ölesiye sevdim adeta taptım Bilmiyorum ben nerede hata yaptım Azrail nefesiyle dünyadan koptum Güneş battı, bende akşam oluyor 98 Semra-Yusuf Meral ŞEMS-İ SİVASÎ Gülten Ertürk HARFLERİN DANSI Alpaslan Demir BOZDOĞAN YÖRÜKLERİ Hüseyin Koç - GÖNÜL TERİ Muhammed AVAR-SELMANÎ 99 ETKİNLİKLERİMİZ Tokat Valisi Mustafa Taşkesn'i Ziyaret Turan Erdoğan'ı Ziyaret 100 Azerbaycan Ziyalılar Birliği'nde Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev'e İLESAM Tokat İl Temsilcimiz Hasan Akar tarafından plaket takdimi 101 102 103