necip-fazil

Transkript

necip-fazil
Büyük Doğu
Çağına Doğru
Hüküm Kitap 3
İhsan Şenocak Kitaplığı 3
ISBN: 978-605-66081-2-4
Editör
Cihad AYAN
Tashih
Abdülhamid KILIÇ
Kapak ve Tasarım
Muhammed Fatih DEMİRTÜRK
Yayın Evi
Erdal Ulu - Hüküm Basın Yayın Dağıtım Pazarlama
Adres: Ali Kuşçu Mah.Fatih Cad. No: 15/2
Fatih / İstanbul
İletişim
Murat TÜRK +90 536 476 37 20
e-mail: [email protected]
www.hukumdergisi.com
Baskı
Matsis Matbaa Hiz. San. Tic. Ltd. Şti.
Matbaa Adresi
Tevfik Bey Mah. Doktor Ali Demir Cad. No: 51/1
Küçükçekmece/İstanbul
Matbaa Sertifika No: 20706
Bütün hakları saklıdır.
Büyük Doğu Çağına Doğru
İÇİNDEKİLER
TAKDİM 9
NECİP FAZIL ve BÜYÜK DOĞU »» Giriş »» Bidayeti »» DÖRT MERHALE »» Koşulsuz İman »» Saf Tefekkür »» Salih Amel »» Şuur »» TARİHİ SÜREÇ »» Necip Fazıl ve Abdulhakîm Arvasî »» BÜYÜK DOĞU’YA DOĞRU »» BÜYÜK DOĞU »» Şâirliği »» Tiyatroculuğu »» Aksiyonu »» Müdâfaaları »» İslâm Telakkisi »» Milliyetçiliğe Bakışı »» Hülasa 11
11
12
13
13
15
16
16
18
23
27
28
31
34
37
39
42
45
47
BÜYÜK DOĞU ÇAĞINA DOĞRU »» Doğuşu »» İslâm’ın Gelecek Tasavvuru »» Müceddidiyye’nin Fikir ve Hareket Şubesi 50
51
52
53
3
Büyük Doğu Çağına Doğru
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
Büyük Doğu ve İslâmî Hareketler İslâm Asıl, İdeolojiler İzafî Başyücelik Devlet Tasavvuru İslâm ve Batı Tefekkürü Hesaplaşma İşte İz, Geliniz! Hülâsa 53
54
55
61
62
63
65
HERŞEY SADECE İSLÂM’DA 67
»» İslâm’ı İslâm’la Anlamak 68
»» Güneş Yenilenmez 69
»» Batı’nın Kıymet Ölçüsü 73
»» BİR DAVA ATLASI ve DÜŞÜNCE SİSTEMİ 73
OLARAK BÜYÜK DOĞU »» Medeniyet Savaşçıları 74
»» Büyük Doğu’nun Etkisi 75
HA TÜFEĞİ OLMAYAN ASKER, HA ÖFKESİ OLMAYAN FİKİR »» Hesaplaşma »» Muhalif Dil »» Vasiyyet 79
80
82
83
BÜYÜK DOĞU DAVASI’NIN HÜLÂSASI:
“NE MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE!” 84
KÂİNAT’IN SAHİBİ’NİN ÖNÜNDE DİZE GELİŞ HÂLİ:
88
NAMAZ ve NECİP FAZIL 4
Büyük Doğu Çağına Doğru
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
Diz Çök Ey Zorlu Nefis! 88
Ver Cüceye Onun Olsun Şâirlik 91
Mukaddes Eşiğin Süpürücüsü 91
İthamlar 92
Remel Yürüyüşü 93
Hiçbir Anestezi Namaz Gibi 95
Dış Alakayı Kesemez Hanımının Namaz Şehadeti 96
Kaza Namazlarını Kılış Sistemi 97
Hülâsa 98
ŞUURDAN ŞİİRE NECİP FAZIL; 101
İDEALDEN ÜTOPYAYA NAZIM HİKMET »» Cemâdâttan Cemaate, İhtilaftan Rahmete 102
»» Allah Rasûlü’nün İlim ve Fikir Vadisi 103
»» Necip Fazıl 103
»» Zikir Seslerinden İnkar Naralarına 104
Nazım Hikmet »» Nazım Gizlese de Kelimeler İtiraf Eder 105
»» Şiir ve Şuur 106
»» Komünizma: 25 Kuruş 107
»» Biri Büyük Mukallit, 108
Diğeri ise Hakk’ın Sözcüsü »» “Şoförün Camiye Gittiğimizi 110
Bilmesini İstemedi” »» Camiden Çıkınca 112
BÜYÜK DOĞU KÜLLİYÂTI 114
5
Büyük Doğu Çağına Doğru
RAHLEMİZDE MUSHAF-I ŞERÎF,
OMUZUMUZDA BUHÂRÎ, SIRT ÇANTAMIZDA
İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ 122
MİLLİ GÖRÜŞ ve BÜYÜK DOĞU:
İKİ AYRI BAŞLIKTA TEK BİR MEDENİYET PROJESİ 125
»» İdeolocya Örgüsü ve Adil Düzen 126
»» İki Ulu Hoca 126
»» İslâm’ın Fikir ve Siyaset Mümessilleri 127
»» Yusuf’un Gömleği 128
»» Kaba Softalar 129
»» Büyük Ödev 129
»» Ara Noktası 130
»» Hoca ve İFAM 130
»» Eritre’yi İstanbul Kadar Yakın Kılan Adam 132
»» Yeniden Büyük Doğu ve Milli Görüş Çağı 132
»» Son Söz 133
SECCADESİNİ ALAN AĞA CAMİİ’NE GELSİN! 134
»» Mâbedlerin Gurbeti 135
»» Bir Yetîmu’l-Asr: Ağa Camii 135
»» İki Ulu Hoca: Ali Haydar Efendi ve 136
Abdulhakîm Arvasî »» İstanbul’un Sahibi İslâm’dır 137
»» İsmailağa Muhasarası 137
»» Seccadesini Alan Ağa Camii’ne Koşsun! 138
»» Ağa Camii’nde Secde-i Rahmân’a Varmak 138
»» Ağa Camii’nde Dua 140
6
Büyük Doğu Çağına Doğru
BÜYÜK DOĞU »» Emir Eri »» Gökkubbeyi Dolduran Sadâ »» Azların Çoklara Galibiyeti »» Ebû Cehil Karargâhı »» Neden Bizde Kant Yok? »» Niçin Gazzâlî? »» Ne Süleymaniye Kaldı, ne de Beyazıt »» Üçüncü Sınıf Muharrirlerden Mukallitlere »» Avrupa’nın Beyaz Bedevileri »» Batı’nın Sihirlediği Akıllar »» Fetih Ufuklarındaki Dahi »» Sorular ve Sorunlar »» Batı Kimi Tatmin Eder?! »» Çare »» Meşşâîleri Nasıl Anlamalı?! »» Susturulan Ulemâ Adına »» Gazzâlî’nin İzinde Bir Mütefekkir »» Sidre-i Münteha »» Eyüp’te Akşam »» Altınla Yazılmaya Değer »» Sancak
»» İstanbul’dan Bağlum’a »» Allah’a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez »» İsim de Fikir de Ona Ait »» Ortak Mesuliyetimiz »» Temsil
»» Ruh Planı 141
141
142
143
144
145
146
147
148
149
149
150
151
153
153
154
155
156
157
157
158
159
159
160
161
162
163
163
7
Büyük Doğu Çağına Doğru
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
8
Yine Büyük Doğu Şâir mi, Mütefekkir mi? Tiyatro Allah-u Ekber Ötelerden Habersiz Nizâma Lanet Olsun! Memuriyet mi, Ubudiyet mi?! Hakk’ın Müdâfaası İman ve Hareket Ya Hep,Ya Hiç! Felsefe: Sağlam ve Çürük Ceviz Neden Gitmedim? Had Bilmezler Seyyid Kutup Tanrı Dağı ve Hira-Nur Kardeşlerim! 165
166
167
168
169
170
170
173
174
175
176
177
178
180
181
Büyük Doğu Çağına Doğru
*
‫هو ب ح ص س‬
TAKDİM
Allah demenin yasak olduğu bir zamanda “Allah-u
Ekber” diyen bir dava adamıdır Üstad Necip Fazıl.
Yürekten çıkan tekbîrin sarayları sarsıp, sütunları nasıl yerle bir edeceğini gösterdi. Konuştukça, yazdıkça
Ebû Bekir karargahına şecaat, Ebû Cehil karargahına
ise matem düştü. Mevzuyu hep en derinden ele aldı
fakat herkesin anlayabileceği bir muhtevâda anlattı.
Kafirlerle hesaplaştı, Müslümanlara da yeniden “Müslüman olunuz!” dedi. Dışarıda hep büyük adımlarla
yürüdü, zindanda ise “Mehmed”e hürriyet mektupları
yazdı. Ölmenin ya da dünyada kalmanın destanı et* Kudemâ, kağıdın yere atılması endişesiyle mektuplarında Allah
Teâlâ’yı “‫ ”هو‬zamiri, besmeleyi “‫”ب‬, hamdeleyi “‫”ح‬, Efendimiz’e
salâtı “‫”ص‬, selamı ise “‫ ”س‬harfleri ile remz ederdi.
9
Büyük Doğu Çağına Doğru
kilemeyeceğini, bu davanın şahısların varlığına bağlı olmadığını “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir. Gün
doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.” diyerek ilan etti.
Farklı zamanlarda, farklı vesilelerle kaleme alınan
yazılardan ve bir tebliğ ile bir konferanstan oluşan bu
kitap, Büyük Doğu’nun, İslâm’ı anlama ve ondan anlaşılanı hayata tatbik etme ameliyesi olduğunu ifade
etmek için telif ve tedvin edilmiştir.
‫ال حول وال قوة إال بالله العيل العظيم‬
‫ والرأي يخطىئ ويصيب‬٬ ‫هذا رأيي‬
İhsan ŞENOCAK
Şubat 2016
10
Büyük Doğu Çağına Doğru
NECİP FAZIL ve BÜYÜK DOĞU *
Giriş
“Büyük Doğu”, doğunun İslâm’la terkibe girdikten
sonra kazandığı yeni haldir. Dünyanın yaratılış sırrına
ve insanın “halife” olarak mükellef tutulmasına muvafık olması cihetiyle de “Büyük Doğu”, keşf-i kadîm
noktasında bir yenilik arz eder. Varlık zemininden
uzaklaştırılan insanlığı, ilk olarak Hz. Adem’e öğretilen ve en son Allah Rasûlü’ne vahyedilen İslâm yolunda, “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefere” çağırır… “Büyük
Doğu, İslâm içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni
bir ictihad kapısı...”. Sadece, “Sünnet ve Cemaat Ehli
tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve
içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma
geçidi; ve O’nu eşya ve hâdiselere tatbik etme işi...”1
1
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.7-10.
*Ayet-i Kerîme’lerin bir kısmının manası, Tefsirli Meal şeklinde verilmiştir. Bazı hadîs-i Şerîf ve kelâm-ı kibâr da bu şekilde
tercüme edilmiştir.
11
Büyük Doğu Çağına Doğru
İslâmiyet’in emir subaylığı…
Büyük Doğu, yeryüzünü inşa hususunda gerekli
olan bütün esasları gerek ana hatlarıyla, gerekse de
ince ve mahrem çizgileriyle İslâm’da arar, bulur, sonra
da bulduklarını eşya ve hâdiseye tatbik eder.
Bidayeti
Büyük Doğu terkibini ilk olarak bir şiirde kullanan Üstad, daha sonra ona İslâm’ın zuhûruyla başlayan bir misyon yükler. Hayatın iman, fikir ve sanat
boyutlarını muhit olan Büyük Doğu, Kitap ve Sünnet’in müşahhas hali olan saadet asrını beşeri planda
“mîzan-ı ekber” olarak görür. Kitap, Sünnet, icma
kıyas ya da diğer delillerden hiçbiriyle meşruiyet kazanmayan bir muhtevâ hiçbir şekilde Büyük Doğu’da
yer bulamaz.
Üstad, dairesel tarih tasavvurunu esas almanın da
bir sonucu olarak muhataplarını saadet asrına geri
dönmeye çağırır ve ilerlemeci tarih anlayışını tenkit
eder:
Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerede?
Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde!
Ona göre İslâm’a bağlılık noktasında Büyük Doğu’nun Sahâbe devrinden tek farkı, zarfı/ismidir. Fakat isim, muhtevâya nisbetle kendini kıymetlendirirken, “emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Buna göre
Allah Rasûlü ve Sahâbeden intikal eden muhtevâyı
esas almak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder.
12
Büyük Doğu Çağına Doğru
DÖRT MERHALE
Büyük Doğu’nun varoluşu koşulsuz iman, saf tefekkür, salih amel ve dava şuuru merhalelerinden oluşur.
İman bütün diğer merhalelerin temelidir. Mütefekkir
tefekkürden önce, “Ne getirdin, götürdün bildirdinse
âmenna” der. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve
Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsar. İmandan sonra
gelen amelin “salih” olabilmesi, İslâm’ın belirlediği
esaslar çerçevesinde kalmasına bağlıdır. Allah Azze ve
Celle ilk üç merhaleyi tamamlayan müminin, işiten
kulağı, gören gözü, tutan eli olur.2
Üstad’a göre, hayatı bütün renk ve şubeleriyle İslâm’a göre tâyin eden Sahâbe, imanla başlayıp şuura
dönüşen varoluş serüvenini en kamil şekilde ortaya
koyan güzide bir nesildir. Büyük Doğu’nun inşa etmeyi hedeflediği gençliğin hem köklerini görmek, hem
de müşahhas planında neye tekâbül ettiğini anlayabilmek için, her bir merhaleyi bu güzide nesil bağlamında incelemek zaruret arzeder:
Koşulsuz İman
Kelime-i tevhidle başlayan İslâm, başka inanış şekilleriyle sentezi reddeder. Müslüman hayata “Lâ ilâhe
İllallâh/Allah’tan başka bütün ilahlara hayır” diyerek
yani bütün ideolojileri inkar ederek başlar. Bu yüzden
Mekke dönemi “sentezi red”, Medine ise “sadece İslâm
söylemini inşa” dönemidir.
2
Buhârî, Rikak, 38.
13
Büyük Doğu Çağına Doğru
Cahiliyye dönemini bizzat yaşayan Sahâbe, Allah
Rasûlü’ndeki “üstün ahlakı” görünce, O’na, hiçbir
Peygamberin ümmetinde olmadığı çapta teslim oldu.
Bu durum, aşırı korku ya da aşırı muhabbetten kaynaklanan bir bağlılıktan çok farklıdır. Çünkü Sahâbe
hiçbir sözü yalanla irtibatlandırılmayan, geleceğe
dair verdiği haberler de olduğu gibi çıkan bir Peygamber’e muhatap olmuştu. Bu yüzden teslimiyetin sınırlarını hiç olmadığı kadar genişletti. Konuyu
şu örnek çerçevesinde izah edebiliriz: “Allah Rasûlü
bir bedevîden at satın alır. Atın parasını ödemesi
için bedevîye kendisini takip etmesini söyler. Allah
Rasûlü hızlı, bedevî ise yavaş bir şekilde yürür. Yol
boyu insanlar atın satıldığından habersiz, bedevîye,
atı satması için fiyat teklif eder. Bedevî, yeni müşterilerle, pazarlığa başlar. Bu esnada Peygamber-i Ekber’e seslenerek, “Eğer bu atı satın alırsan al, aksi
takdirde onu satıyorum” der. Bedevî’nin ifadelerini
duyan Allah Rasûlü , “Ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar. Bedevî:
- Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım.
- Bilakis ben onu senden satın aldım.
- Aldığına dair şahit getir.
Bedevî ile Allah Rasûlü’nün son konuşmasına tanıklık eden sahabi Huzeyme b. Sabit atın sahibine:
“Şehadet ederim ki sen atı Allah Rasûlü’ne sattın”
der. Hâdise üzerine Allah Rasûlü Huzeyme’ye yönelip, “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar.
14
Büyük Doğu Çağına Doğru
Huzeyme: “Senin tasdikinle Ya Rasûlallah.”3 diye
cevap verir. Bunun üzerine Allah Rasûlü :
“Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun
şehadeti yeterli olur.”4 buyurur.
Huzeyme b. Sabit, Allah Rasûlü’nün
atı satın
aldığını görmedi, fakat O’na şehadet etmekten de
imtina etmedi. Çünkü hiçbir hâdisede O’nun yalan
bir beyanını görmediği gibi, nubuât kabilinden olan
haberlerinin de doğru çıktığına şahit olmuştu.
İşte Büyük Doğu’nun inşa etmeyi hedeflediği gençliğin varlık örgüsünün ilk merhalesi, Allah’a ve O’nun
Rasûlü’ne kayıtsız şartsız teslimiyettir.
Saf Tefekkür
Varoluş serüvenin ikinci aşaması saf tefekkürdür.
Her Müslüman istidadı nisbetinde tefekkürle mükelleftir. Müctehid aynı zamanda mütefekkirdir. Yemen’e
vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e, “Sana bir dava
geldiğinde neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Rasûlü’nün öğrencisi ile muhaveresi müctehidin
hayatında tefekkürün yerini de gösteriyor:
- Allah’ın Kitab’ı Kur’an ile.
- Kitab’ta bulamazsan?
- Allah Rasûlü’nün Sünnetiyle.
- Onda da bulamazsan?
- Kendi ictihadımla hükmederim.
Ebû Dâvûd, Kada, 3604.
İbn Hacer, el-İsâbe, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1995, II,
s.339.
3
4
15
Büyük Doğu Çağına Doğru
Peygamberinin elçisini, Peygamberinin razı olduğu şeye muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.”5
Sahâbedeki iman ve tefekkür birlikteliği 23 yıl gibi
-diğer dünya milletlerine kıyasla- çok kısa bir zamanda İslâm-devlet yapısını müesses hâle getirmiştir.
Salih Amel
Tevrat, Hz. Musa’ya Kızıl Denizi geçip Firavun boğulduktan sonra nâzil oldu. Kur’an-ı Kerîm’in hüküm
ayetleri de Medine’de indi. Çünkü hüküm ayetleri -sadece okunmak için değil- hayata tatbik edilmek için
indirilmişti. Bu yüzden maniler zail olduktan sonra
gönderildiler.
Sahâbe, “Allah’ın, hayatın bütün şubelerini kapsayan talimatları” olarak gördüğü Kur’an-ı Kerîm’i
amel etmek için okudu. İçkinin yasaklandığını bildiren, “Artık vazgeçtiniz değil mi?”6 ayeti okunduğunda elinde kadeh olanlar, “Vazgeçtik Allah’ım!” diye
karşılık verdi. Örtü ayeti inince kadınlar oldukları
yerlerde elbiselerini yırtıp başlarını kapattı.
İşte Büyük Doğu, gençliği “Sakarya Nehri” gibi
kıvrım kıvrım engelleri aşıp Medine’ye ulaşmaya,
orada Sahâbe gibi Kitab’ı yaşamaya çağırıyordu.
Şuur
Üstad muhataplarını, rüzgardan daha hafif topuk5
6
Tirmizî, Ahkâm, 3; İbn Mâce, Menâsik, 38.
Mâide: 91.
16
Büyük Doğu Çağına Doğru
larla iç dünyalarında sefere çıkmaya, iman, tefekkür
ve salih amel menzillerinden geçip “şuura” varmaya
davet etti. Şuur, varoluş ehramının zirve noktasıydı.
Oraya ulaşanlar her ameli, sadece Allah bilsin diye
yapmaktaydı. Şuur, hem gözü kara, hem de o nisbette strateji sahibi olmayı gerektiriyordu. Bu yüzden
Sahâbe ne hicrette, ne de müdâfaa savaşlarında tehlikenin büyüklüğüne ve kazanıp kaybetmeye bakmadan mevzisinde durdu.
Süheyb-i Rûmî hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup yolunu kesip, gitmesine mâni olmak istedi. Süheyb atından inip, sadağından çıkardığı okları ve yayını eline alıp, çevresini saran
müşriklere, “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha
iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin
olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana
yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır, elimde
ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya
devam ederim.” diye meydan okudu. Süheyb’in hicret noktasındaki kararlılığını gören Mekke’li müşrikler şöyle dedi:
- Mekke’ye fakir olarak geldin, şimdi ise böyle zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını
bıraktığın kişiyi bize göster, seni de serbest bırakalım.
- Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır
mısınız?
- Evet.
Süheyb, malının yerini Kureyşlilere bildirince ser17
Büyük Doğu Çağına Doğru
best bırakıldı. Medine’ye gidip Hz. Rasûlüllah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet indi:7 “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için
kendini feda eder’’8
İşte Büyük Doğu idealinin bu dört merhalesi, kalın
ve mahrem çizgileriyle, en berrak ve en derin halleriyle Sahâbededir.
TARİHİ SÜREÇ
Sahâbe, tabiûn ve müctehid imamlar devri, Büyük
Doğu idealinin muhtevâ itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonraki dönemlerde belli aralıklarda
fetret yaşandı, kırılmalar oldu. Büyük Doğu’nun asli
renkleriyle tekrar zuhûr edişi ise Devlet-i Aliyye ile
olur. Bu yüzden Üstad, Gençliğe Hitabe’de Osmanlı’nın Büyük Doğu ile münasebetini, İslâm’la irtibatı
bağlamında değerlendirir ve şöyle der:
“Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık
hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz
elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere
kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile
yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında
kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört
devre bulunduğunu gören... Bu devirleri yükseltici
Bk. Kurtubî, el-Câmi’u li Ahkâmi’l Kur’an, Müessesetu’r Risâle,
Beyrût, 2006, III, s.15-16.
8
Bakara: 207.
7
18
Büyük Doğu Çağına Doğru
aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı
önünde dimdik bekleyen bir gençlik...”9
Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının iki buçuk asrı, Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel
ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı
zaman dilimidir. Bu dönemde ilim meclislerinde tam
bir derinlik, talebelerde âl-i himmet vardır.
“Yükseltici Aşk” döneminin âlimlerinden olan
Hocazâde, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebûssuud,... sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfana
açmıştır. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan
vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler
iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden,
düşünce tarihi de sanat tarihinden ayrı değildir.
Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden
kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler
adam taşımıştır.
İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini
medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslâm şehir ahlakını” işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hakim olmuştur.
Çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür dönemlerinde muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar gö9
Necip Fazıl, Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.250.
19
Büyük Doğu Çağına Doğru
rüldü. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı, pek çok
insanı ifsad etti. Münkir akıl etkin oldukça kırılma
daha da derinleşti. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder oldu.
Gerçek hayattan tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürûhu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük
çekti. Medresenin boynuna “Gerici” yaftası asılarak
insanların en azından bir bölümünün ondan uzak
durması temin edildi. Batı tarzı eğitim veren kurumlara ve onların müfredatına sığınan zeki öğrenciler,
ulemânın sadra şifa sözlerine, “tedavi kabul etmeyen
ölü vücutlar” gibi kayıtsız kaldı.
“Hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemde, Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı oldu. Nitekim mahkumiyet yaşayan
isimlerin başında gelen Ziya Gökalp, medresede en
son Gazzâlî’nin, “el-Munkiz-u mine’d-Delâl”ini okumasınâ rağmen inkar taarruzuna direnemedi. Tarih-i
Kadîm’in sahibi Tevfik Fikret de, hac yolunda vefat
eden saliha bir kadının çocuğuydu. “Eve Dönen Şâir”
Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslâm Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı.
Milletin Batıyla münasebeti iç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydi. Korunması gereken
uzuvları dışarıda, insanlarla temas halinde olması
gereken uzuvları ise içerdeydi. Entelijansiya ise, kalbini Batılı adamın eline teslim eden mahkumlar sı20
Büyük Doğu Çağına Doğru
nıfından ibaretti.
Ulemâyı temsil eden Medrese ile entelijansiyaya
ait mektep arasındaki denge mektep lehine değişmiş;
siyasî, ictimâî, iktisadî kırılmaların baş müsebbibi olarak medrese gösterilmekte, Tevfik Fikret gibi milletin
mukaddesâtına hakaret etmede önde duranlar bizzat
hedefe Kur’an-ı Kerîm’i koyarak mücadele etmekte,“Ey kitâb-ı köhne, yırtılır bir gün, medfen-i fikr
olan sahifelerin” diye milletin varlık sebebi Kur’an-ı
Kerîm’e hakaret etmekteydi.
Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açmaya çalıştıysa da yeni neslin önüne geçip o
koridoru aydınlatacak mütefekkirler kadrosunu bulamadı. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle o “pençeleri sökülmüş bir aslan” gibiydi. Bu yüzden küfre öldürücü
darbeler indiremedi.
Dördüncü devrin aktörleri ise, “İşgal ordularının
bile yapamayacağı bir cinayete” irtikap edip milleti, madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında
helak etti. Yüz binlerce şehidin kanıyla mühürlenen
Anadolu vefasız oğulların istilâsına uğradı. Medrese kapatıldı, ulemâ susturuldu, darağaçları kuruldu,
camî ile okul ayrı dilden konuştu. İmam kürsüde “Beşeriyetin atası Hz. Adem’dir” dedi, okulda öğretmen,
“insan soyunun maymuna dayandığını” iddia etti.
Anneler evlâtlarını, Kabe ninnileriyle büyütürken,
gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun:
“Burada erdi Musa
21
Büyük Doğu Çağına Doğru
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun
Kabe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter” şiirini neşretti.
Okul kitaplarında Osmanlı sadece tenkit mevzuu
bir bahis ya da devlet olarak okutuldu. Kosova’dan
Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’den, -Necip Fazıl “Ulu Hakan” diyene kadar“Kızıl Sultan” diye bahsedildi.
İlim, fikir ve sanat cephelerini etkisi altına alan
tahribat öylesine kapsayıcı ve sarsıcı idi ki, ayakta
kalmak güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan alimler sessiz fakat derinden
destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek
zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed
Zâhid Kevserî kaleme aldıkları eserlerle modernist
hareketin etkisini azalttı. İslâm harfleriyle telif ettikleri eserleri, dünya Müslümanları için ahir zaman
müşkillerini çözme noktasında mizan oldu.
Hilafet’in merkezinde kalanlar İslâm harfleriyle eser telif etme yerine, adam yetiştirdi. Zira harf
inkılâbıyla tedrisat değişmiş, birkaç sene içerisinde
22
Büyük Doğu Çağına Doğru
İslâm harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak
adam da kalmamıştı. Bu yüzden okunmayı bekleyen
eserler yerine, mevcutları okuyacak bir kadro yetiştirmek daha mühimdi. Bu bağlamda Ali Haydar
Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyâuddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zâhid
Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi
gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesinin adı ile
bütünleştiği Esad Erbili’nin meclisinde de Mahmud
Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi
Tunahan ve Bediüzzaman Said Nursi de binlerce talebe yetiştirdi.
Allah’ın, Kitabı’nı beşer eliyle koruyacağına dair
vaadinin10 tecelli edeceği birileri çıkıp bu izmihlali
dava etmeli; fikir, sanat ve hareket cephelerinde İslâm’ı temsil etmeliydi. Kaşgari Dergahı’nda insanları
irşad eden Abdulhakîm Arvasî, Necip Fazıl gibi bir
mütefekkiri böyle bir devirde yetiştirip İslâm’ın emrine verdi.
Necip Fazıl ve Abdulhakîm Arvasî
Sefihi teslim alan cümleleri,“cins kafa” basit görür
ve kusar. Batı’nın ona verdiği herşeyi kusan Üstad, bir
akşam çalıştığı bankadan çıkar evine doğru giderken
Eminönü’nden vapura biner. Kendisine İslâmî telkinlerde bulunacak olan esrarengiz bir adamla kar10
Hicr: 9.
23
Büyük Doğu Çağına Doğru
şılaşır. Yanına oturan adamla önce zahiri meseleleri
konuşur. O tasavvuftan sorunca adam “Beyoğlu’nda
Ağa Camî’nde, Cuma günleri vaaz veren Abdulhakîm Arvasî var, ona git” der. Vapur Beylerbeyi’ne
vardığında karşılıklı selamlaşıp ayrılırlar. O andan
itibaren Necip Fazıl’ın zihninde hep fuhşun merkezi olan Beyoğlu’nda yalnız Cuma günleri vaaz veren
Büyük Veli vardır. Kiminle konuşursa konuşsun aklı
hep Ağa Camî’ndedir.
Bir Cuma günü, yanında ressam arkadaşı Abidin
Dino vardır... Bulundukları apartman Ağa Camî’ne
yalnız birkaç yüz metre mesafededir. Birden aklına
içinde bulundukları günün Cuma olduğu gelir. Arkadaşına “Haydi davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi göstereceğim.” der. Üstad camiyi ve Abdulhakîm Arvasî’yi şu şekilde tasavvur eder:
“Cami... Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı,
beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat... Önünde,
kitabını koyduğu küçük bir yer masası... Etrafında,
diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan... Aralarına geçip oturduk. Son derece tesirli bir
ses... Tane tane konuşuyor.
Ders bitince ön sırada oturan bir gencin yardımıyla kürsüden indiler. Etrafındakilere şefkatle baktılar. Potinlerimizi giyip kendilerini kapıda beklemeye başladık. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini
üzerimize diktiler:
24
Büyük Doğu Çağına Doğru
‘Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!’11
Ben atıldım:
- Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek
saadetine erebilir miyiz?
Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli
bir can kurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.
- Biz Eyyûb Sultan’da oturuyoruz, dediler; Gümüşsuyunda, ne zaman isterseniz buyurun.
Devlet!.. Evlerine,yuvalarına çağrılıyorduk.12
Sıcak bir ilkbahar günü... Kaşgari Dergahı... İkinci buluşma... İlk sualleri: Ne iş yaparsınız?
- Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şâirim...
İsmim Necip Fazıl...
- Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?
Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. Semeretü’l-Fuad ve Divan-ı Nakşi’yi söyledim. Son zamanlarda da, karıştırdığım Marifetname... Nakşi Divanı’nın kimin eseri olduğu sualine cevap veremedim.
İşte ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk fikir: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz.
Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir
mi?”13 Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vakti miydi, ikindi miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman akşam olmuş, karanlık bir seccade gibi Eyüb’ün üstüne
Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.76.
Necip Fazıl, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.80-94.
13
Necip Fazıl, O ve Ben, s.97.
11
12
25
Büyük Doğu Çağına Doğru
atılmıştı.”14
“Bana ilk günden son güne kadar: ‘Bizdensin.
Seni mensup ve mahsuplarımızın arasına alıyoruz!
Yola kabul edildin!’15 dediler. Bir yakınının ifadesiyle bana, ‘Sen gemidesin! Ayak silmeye mahsus bir
paspas olsan da yine gemidesin! Seni bırakmazlar!
Aldıklarını bir daha bırakmazlar.’”16
“Sene 1943.. Ben gazetedeki fıkralarıma ve yüksek mimari şubesindeki derslerime devamdayım...
Büyük Doğu’yu hazırlıyorum... Yoğunluk içerisinde Efendim’i (Abdulhakîm Arvasî) göremiyorum...
Büyük Doğu çıktı. Eyyûb’te bir kurban kesmek ve
Efendim’in elini öpmek niyetindeyim.”17 Üstad bu
niyetle yola çıkar, dergaha varır fakat Abdulhakîm
Arvasî’yi bulamaz. “Polisler O’nu alıp merkez şubeye
götürmüşlerdir. Merkez şubeye gider fakat orada da
görüşemez. Oradan İzmir’e nakledilir. Ardından da
Ankara... Ankara’da 19 gün hasta yatar. 1943 yılının
bir cumartesi günü sabah namazı vakti son kelimesi
‘Allah’ olduğu halde ruhunu teslim eder. Esrarengiz
bir adamın delaletiyle Bağlum Köyüne defnedilir.”18
Üstad, 1943 yılından sonra Abdulhakîm Arvasî’nin ruhaniyetini her dem başucunda hisseder.
Ona o derece bağlanmıştır ki değerini kıymetlenNecip Fazıl, a.g.e., s.98.
Necip Fazıl, a.g.e., s.132.
16
Necip Fazıl, a.g.e., s.134.
17
Necip Fazıl, a.g.e., s.219.
18
Necip Fazıl, a.g.e., s.221-222.
14
15
26
Büyük Doğu Çağına Doğru
dirirken şöyle der: “Kaç milyon baba ve kaç milyon
anne, senin milyonda birin eder? Seni Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz
ve taptaze kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin
hiçbir noktası tozlanmamış, derin gözlerin ebediyete
çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.”19
BÜYÜK DOĞU’YA DOĞRU
Üstad, Abdulhakîm Arvasî’yi tanıyıncaya kadar
mücerred aklın kalemiyle siyah yazılar karalayan,
zaman zaman Müslümanlar hakkında ağır ifadeler
de kullanan bir muharrirdi. O’nu tanıdıktan sonra
kendisiyle birlikte şiir ve makaleleri de tövbe etti.
“Büyük Veli” olarak nitelediği Abdulhakîm Arvasî’den önceki ameliyesini, “çelik-çomak oynamak”
olarak niteler, sonrasını ise “öteleri kurcalayan”, kendini gelmiş ve geçmiş zamanın problemini çözmeye
adayan, “beyni zonk zonk zonklayan” “üstün çilenin
sadık yari” olarak görür.
Üstad, sanat meclislerinde yaşının üzerinde bir itibara sahipti. Oralarda “büyük”tü, fakat Abdulhakîm
Arvasî’nin maneviyat merkezinde kendini “mukaddes
eşiğin süpürgecisi” olarak gördü, hayata yeniden bir
“mübtedi” olarak başladı. Tekke’de eridi, orada oldu,
orada erdi; fikre, sanata “Allah boyası”nı orada vurdu.
Aşk ocağından “dervişlik icazeti” aldıktan sonra, ömrünü, insanlara kim olduklarını, nereden gelip nereye
19
Necip Fazıl, a.g.e., s.261.
27
Büyük Doğu Çağına Doğru
gittiklerini anlatmaya; Allah, alem, ruh gibi felsefenin
en temel bahislerine fasledici cevaplar vermeye adadı.
Sanatın sanat için olmasını akla ziyan bir gayret
olarak gören Necip Fazıl, fikir gibi sanatta da ilahi rızanın esas alınmasını, Allah için yapılmasını söyledi:
“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış,
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”
BÜYÜK DOĞU
Üstad pek çok türde yazı kaleme aldığı gibi, matbuat aleminin de hemen her şubesinde yer aldı. Üç
farklı dergi çıkardı. İlk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar
ve Ahmet Kudsi Tecer’in etkin olarak yer aldığı Ağaç
Mecmuası’nı neşretti. 14 Mart 1936’da ilk sayısı çıkan
mecmua 17 sayı devam edebildi. Ankara havasının
bariz bir şekilde hissedildiği Ağaç’ta, Necip Fazıl imzası ile yer alan yazılarda bir arayış vardır.
Necip Fazıl, Allah’tan ve ahlaktan bahsetmenin
bizzat yasaklandığı bir zaman diliminde Büyük Doğu
mecmuasını neşretti. Nitekim 1 Eylül 1943 yılında ilk
sayısı çıkan Büyük Doğu’nun yayım hayatına başlamasından kısa bir müddet evvel devrin başvekili Şükrü Saraçoğlu imzasıyla Üstad’ın da günlük yazılarının
yayımlandığı gazeteye, “Allah ve ahlaktan bahsetmek
yasaktır!” şeklinde bir yazı gönderilmişti.
Büyük Doğu, siyasî iradenin baskısından dolayı ilk
sayılarında rengini tam olarak belli edemez.20 Buna
20
Necip Fazıl, O ve Ben, s.231.
28
Büyük Doğu Çağına Doğru
rağmen “rahatsız edici” bulunur ve 1944 yılı ilkbaharında vekiller heyeti kararıyla kapatılır. Gerekçe ise,
muhtevâsında hadis-i şeriflerin yer almasıdır. Müstebit idareyi en fazla rahatsız eden ise, “Allah’a itaat
etmeyene, itaat edilmez” mealindeki hadis olmuştur.
Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Üstadla
karşılaştığında ona şöyle der: “Bu hadisi neşretmek,
bize itaat edilmez demektir.”
Büyük Doğu, 1943-1978 yılları arasında 35 yıl çeşitli boyutlarda günlük, haftalık ve aylık olarak yayımlanmış ve toplam 512 sayı çıkmıştır. Dergide birçok
isim yazmakla beraber yazıların önemli bir bölümü
müstear isimlerle Necip Fazıl’a aittir.
Büyük Doğu’nun yayın hayatına başladığı yıllarda
Necip Fazıl, Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Şubesinde hocalık yapmaktaydı. Hasan Ali
Yücel tarafından kendisine bir anda iki görevi îfâ edemeyeceği, üniversite hocalığı ile “Büyük Doğu” mecmuası arasında tercihte bulunması tebliğ edildiğinde
bakana, 50 kişilik sınıflarda 50 kişiye konuşmaktansa
Büyük Doğu ile bütün gençliğe seslenmeyi tercih edeceğini söyledi ve Akademi’den ayrıldı.
Üstad, milletin duygularına tercüman olunca
seçkin sınıfın gazabına uğradı, yok edilmek istendi.
Halbuki Onu, mecmua ile akademi arasında tercihte bulunmaya zorlayan zât, hâdiseden birkaç yıl önce
(1938) Ona gönderdiği şiir kitabını, Necip Fazıl’a şu
cümlelerle ithaf etmişti: “Hakkında her sıfatın aciz
29
Büyük Doğu Çağına Doğru
kaldığı şâir Necip Fazıl’a.”21
Memuriyetin maddî esareti de beraberinde getireceğini düşünenler, Üstad’ın “Mecmua”yı tercih ederek
aristokrasi ile mücadeleyi seçmesi karşısında sarsıldı.
Necip Fazıl üniversiteyi kaybetti; fakat Büyük Doğu
adeta müstakil bir üniversite oldu. Yakın dönemin
Müslüman gençliği o üniversitede yetişti. Sahte kahramanları orada tanıdı. Abdülhamid’in “Kızıl Sultan”
değil “Ulu Hakan” olduğunu orada öğrendi.
İslâm’ın ne olduğu ve nasıl kuvveden fiile aktarılacağı noktasında bir hamurkâr işlevi gören Büyük
Doğu, iman, fikir, hareket ve dava şuurunu kuşanma
noktasında sürekli konuşan, sorun çözen, yol açan bir
kürsü gibiydi. Bu yüzden rahatsız edici bulundu ve
çeşitli nedenlerle 14 defa kapatıldı. Genellikle siyasî
otorite tarafından kapatılan Büyük Doğu zaman zaman maddî imkansızlıktan dolayı da yayım hayatına
ara vermek zorunda kaldı.
Anadolu gençliği tarafından bir ilim ve fikir membaı olarak görülen Büyük Doğu, büyük bir alakaya
mazhar oldu. Dergi’nin gazete bayiine çıkacağı gün
sabahın erken saatlerinde bazı bayi önlerinde dergi
kuyruğu oluşur, ev ya da yurtlarda birlikte kalan öğrenciler müştereken satın aldıkları Büyük Doğu’yu sırayla okumayı bekleyemez, sayfaları bölerek okurdu.
Büyük Doğu zor bir dönemde “ihkâk-ı hakk” taleNecip Fazıl, Hücum ve Polemik, Büyük Doğu Yayınları,
İstanbul, s.120.
21
30
Büyük Doğu Çağına Doğru
binde bulundu. O, “gaiplerden beklenen ses”ti. Çağın
mümin mütefekkirleri, şâirleri, sanatçıları için hakkın
ilan edildiği bir kürsüydü. Buz dağlarını, ciğerinden
üflediği “hoh hohlarla” eriteceğine bütün mevcudiyetiyle inanmıştı Üstad. Milletin din, ırz, tarih davasına
kasteden yapı, ilk ciddi sarsıntıyı Üstad’ın Büyük Doğu’suyla yedi.
Büyük Doğu’nun 14 Kasım 1947 tarihli 72. sayısı
toplatılınca Üstad, “Borazan” adıyla ancak üç sayı çıkabilen bir mizah dergisi neşretti. O, bu mecmuayla
yanlışı ibtal, hakkı tesis etmeyi bir varoluş meselesi
olarak gördüğünü ve her şartta gereğini yerine getirmek için hiçbir şeyden yılmayacağını gösterdi. Çoğunluğu Üstad’a ait yazıların neşredildiği mecmuada
istibdat cesaretle hicvedildi. Büyük Doğu bir buçuk
aylık bir fetretten sonra tekrar yayım hayatına dönünce Borazan’ın yayım hayatı sona erdi. Üstad iki dergi
arasındaki selef-halef münasebetini, “Ziyafet masasına prens gelir gelmez, yaver mevkiini terk etti” diyerek ifade eder.
Şâirliği
İslâm, her şey gibi iman eden şâirin şiirindeki
muhtevâyı da değiştirir. Nasıl içtiğini, nasıl zina ettiğini şiirinde anlatan, yağmadan, intikamdan bahseden Cahiliyyenin şâirleri imanla Allah Rasûlü’nün
şâirleri kadrosuna dahil olunca, şiirlerinin muhtevâları gibi amaçları da değişti. Cahiliyye döneminde öl31
Büyük Doğu Çağına Doğru
dürülen kardeşine kırk yıl ağıt yakan Hansa, Müslüman olduktan sonra ölüme bakışı o kadar değişti ki,
Kadisiyye’de dört oğlu şehit olunca, “Beni oğullarımın
şehadetiyle onurlandıran Allah’a hamd olsun” dedi.
İlk şiir denemelerine Heybeli Bahriye Mektebinde başlayan22, o günden itibaren şiiri sürekli gelişen
Üstad’ın şiirindeki gaye ve muhtevâ değişimi ise Abdulhakîm Arvasî’yi tanıdıktan sonra olur. Poetika’da
şiiri, “Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama işi” olarak
tanımlar.23
Üstad’ın şiirindeki şekil ve kalıp, gaye ve muhtevâ
değişimi, ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı’ndan itibaren (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932),
Sonsuzluk Kervanı (1955) ve şiirinin kemal noktası
Çile’ye doğru uzanan bir okuma ameliyesine tabi tutulduğunda açık bir şekilde görülmektedir.
Örümcek Ağı, edebiyat çevrelerinde yüksek bir beğeni ile karşılanır. “Kaldırımlar” şâirinin şiirleri, içki
sofralarında sabahlara kadar tekrar edilir. Necip Fazıl’ın şiiri karşısında hayranlığını gizleyemeyen Ziya
Osman Saba, “Necip Fazıl belki Türk Edebiyatının en
büyük şâiri değildir; fakat Türk Edebiyatının en büyük
şiir kitabı Ben ve Ötesi’dir” demekten kendini alamaz.
Üstad’ı genç yaşına rağmen “büyük şâirler” arasında değerlendiren edebiyat çevreleri O’nun İslâm’la
tanışmasından, şiirindeki gaye ve muhtevâ değişi22
23
M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, s.32.
Necip Fazıl, Çile, s.474.
32
Büyük Doğu Çağına Doğru
minden sonra söz birliği etmişçesine ağız değiştirirler. Hiçbiri şiirin İslâm’a göre insanı ve cemiyeti inşa
etmesine tahammül edemez. Bu yüzden Onu “sâbık
şâir”, “mistik şâir” terkipleriyle, nisyana mahkum etmeye çalışırlar. Çünkü onlara göre Peygamber-i Ekber’i şiirin kaynağı gören birisi şâir olamaz. Şiir, Allah’ı aramanın değil, O’ndan uzak durmanın vasıtası
kabul edilmeliydi.
Aristokrasi, Üstad’ı “bohem” hayatı yaşadığı yıllarda kaleme aldığı şiirleriyle yaşatmak istiyordu. Bu
yüzden O’nun önceki şiirlerinde kısmî değişiklere
gitmesine bile tahammül edemiyordu. Onun şu ifadeleri,edebiyat çevrelerine hakim olan ideolojik okumayı ve buna bağlı olarak yaşanan dışlamayı teşhîr etmektedir: “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim,
tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin... Attıklarım,
aldıklarımdan çok olan eski şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta (Çile) derledikten sonra
meydana gelen şu kadar parça şiir, şu ana kadar şâirliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor. İşte şiir kitabım
bu, hepsi bu kadar ve kitaba gelinceye kadar başka
hiçbir şiir bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.”24
Aristokrasi, Akademideki memuriyetini elinden aldıkları gibi şâirliği de O’ndan alacaklarını
düşünmüştü. Ona göre fıkra, makale, tiyatro, konferans derken şâirliği de kaybetmişti Necip Fazıl.
“Bir mısrası, bir millete şeref vermeye yeter” denen
24
Necip Fazıl, a.g.e., s.11.
33
Büyük Doğu Çağına Doğru
şâir, hafızalardan silinmek isteniyordu. Çünkü O
bir mümindi. Müşahhasla mücerret arasındaki farkı
göremeyen, bu yüzden sürekli basit müşahhası ulvileştiren çevrelere Üstad, şöyle cevap verdi: “Nereden biliyorlar çalışmadığımı, nasıl ihtimal veriyorlar
şâirliği kaybetmiş olabileceğime? Ruh nescimi mikroskop altında, muayene ettiler de orada şiir hücrelerinin öldüğünü mü gördüler? Eğer incir ağacı olsaydım, mevsiminde yemişimi veremedim diye beni
suçlamak, kısırlık töhmeti altında bulundurmak
mümkündü. Fakat ben sanatkârım, mevsimlerimi
kendim seçerim ve için için oluşlarımı belli etmeyebilirim.” Üstad’ın şiirini tecrit edenler hedeflerine
ulaşamadılar. Edebiyat meclislerinin kabul etmediği
şiirler yüz binlerin dillerinde destanlaştı.
Necip Fazıl, usta bir nakkaş gibi şekil verdiği gençliğe, şiirdeki “Mutlak hakikati arama cehdi” ile şiirin
ne olduğunu ve neye hizmet ederse bir mana ifade
edeceğini gösterdi. Büyük Doğu’nun sanat mecrası,
şiir istidadı olan pek çok gencin inkişafına vesile oldu.
Tiyatroculuğu
Üstad fikir ve sanat adamı olmanın yanında dava
adamıydı da. Bu yüzden tefekkürünün oluşması kadar cemiyete tatbikiyle de meşgul oldu. Bu uğurda
bedel ödedi, hürriyeti elinden alındı. Fakat yetişmesi
için “zindanlarda çürüdüğü gençliğin” inkişafı ona
bütün acılarını unutturdu, her şeye rağmen Allah’a
34
Büyük Doğu Çağına Doğru
hamdetti.
Üstad bütün ameliyelerini ilahi bir vazife olarak
görüyor, ibadet şuuruyla yapıyordu. Bunun için takatinin fevkinde bir cehdle mücadele ediyordu. Ömrünü yetişmesine adadığı neslin hamuruna başka eller
değmesin diye, fikir ve sanat cephesinin her alanında
eserler veriyor, şiirde olduğu gibi tiyatroda da Büyük
Doğucuları başkalarına muhtaç etmiyor; muhaliflerini, “Bir Müslüman kaleminden bu yapıtlar çıkar mı?”
diye hayrette bırakıyor. Onların İslâm’a dair ön kabullerini yıkıp-parçalıyordu.
Necip Fazıl, insanlarla iç içe olduğundan tesir gücü
diğer sanat dallarına nisbetle daha çok olan tiyatroyu, “Tezin laf olmaktan çıkıp büyü olduğu yer” olarak
görürdü. Dinlemeye hazır kalabalıklar önünde, “Ön
tarafı açılır-kapanır bir mikap (küp) içinde hayatı yakalama” cehdi olan tiyatroyu bir davet kürsüsü olarak
kullanırdı.
Üstad, dava adamı sorumluluğu yanında, Şehir Tiyatroları Genel Müdürü ve baş aktörü Muhsin Ertuğrul’un ısrarları neticesinde tiyatro ile ciddi anlamda
alakadar olur, bu süreçte ilk tiyatro eseri olan Tohum’u
kaleme alır. Eserin konusu, milli kurtuluş hareketinin
ana üslerinden biri olan Maraş’ta maddeci Batı’ya,
maneviyatla karşı koyuşun hikayesidir. Eser, Üstad’ın
hakkında “Büyük aktör” hükmünü verdiği Muhsin
Ertuğrul tarafından sahneye aktarılır. Münekkitler
eseri ve sahneye uyarlanışını takdir ederler. Fakat
35
Büyük Doğu Çağına Doğru
halk alakasız kalır. Bunun sebebi ise Üstad’ın ifadesiyle eserin “mücerret fikirlerle örülü diyalog manzumelerinden ibaret olmasıdır.”
Üstad yine mücerret fikirlerle örülü ikinci tiyatro
eseri olan, “Bir Adam Yaratmak”ı kaleme alır. Eser,
1937 kışında yine Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye taşınır. Bu kez halk tarafından büyük ilgi ile karşılanır. Uzun zaman kapalı gişe oynanır.
Künye, Sabır Taşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız
Salih; derken 1949 senesine gelinir ve Üstad tiyatroya
bir ara noktası koyar. 1964’de noktayı kaldırır. “Reis
Bey”, “Ahşap Konak” ve “Siyah Pelerinli Adam”ı yazar.
Noter huzurunda Necip Fazıl ve Shakespeare’in tiyatrolarının dışında hiçbir eseri oynamayacağını söyleyen Muhsin Ertuğrul, “Reis Bey”i gözyaşları içinde
okur fakat oynanmasında görev almaz. Çünkü; şehir
ve devlet tiyatroları Necip Fazıl’a kapatılmıştır.
Üstad’ın büyük mazlum Sultan Abdülhamid’i
müdâfaa ettiği tiyatrosu ise siyasî çevrelerde büyük
bir rahatsızlığa sebep olur. Çünkü Üstad’ın her eseri, ilim mazlumları gibi siyaset mazlumları adına bir
müdâfaanameydi. Yalan söyleyen tarihe, sahte kahramanlara fikir ve sanat cephesinde ilk itiraz eden
dava adamıydı Necip Fazıl. Ankara’da sahnelenen,
“Ulu Hakan Abdülhamid Han”ı, Meclis de teyakkuz
halinde takip etmişti.
Usta aktörlerin yalnızlaştırma iradesi ve siyasî çevrelerin baskısı neticesinde Üstad’a Akademi gibi sanat
36
Büyük Doğu Çağına Doğru
çevrelerinin kapıları da kapanır. Buna karşın milletin
vicdanına giden yolun kapıları açılır. Böylece sanat
da, sanatkâr da yeniden milletle buluşur. Edebiyat
çevrelerinde gümrüğe takılan şiirlerini her şehirden
binlerce genç okur. Şehir Tiyatrolarında oynanmayan
eserleri lise, üniversite öğrencileri tarafından sahnelenir ve “Reis Bey’”in, “Ulu Hakan Abdülhamid”in etkisi neredeyse bütün bir Anadolu’da hissedilir.
Aksiyonu
Üstad, uzun bir günbatımı yaşayan Anadolu’da
“gaipten beklenen ses” gibiydi. Umut oldu. “Sabredin
gelecektir eskimez pörsümez yeni” dedi. “Ulu Hocaların” yapamadığını yaptı. Kalemiyle, kürsüsüyle, “İşte
iz, geliniz!” dedi. Mecmua sayfalarında bayraklaşan,
“iman-fikir, hareket ve dava şuuru” terkibi, her yaştan
on binlerce insan tarafından kanun-i esasi olarak görüldü. Necip Fazıl ortak kabul etmez yegâne hakikat
olarak gördüğü İslâm’ı daha büyük kitlelere taşıyabilmek için 1960’lı yıllardan sonra meydanlara indi.
Üstad, Edirne’den Kars’a kadar pek çok vilayette
konferansa ve mitinge katıldı. “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım” cevabını verici bir gençliği yetiştirebilmek için
yollara düştü. İstihbarat elemanlarının simitçi, su satıcısı, ayakkabı boyacısı kılığında dinleyip, rapor ettikleri konuşmalarında, “Beni Allah tutmuş kim eder
azat!” diyerek kararlığını gösterdi, muhataplarına ce37
Büyük Doğu Çağına Doğru
saret aşıladı.
“Allah-u Ekber” demenin yasaklandığı, müezzinlere cebren “Tanrı uludur”un söyletildiği yıllara bizzat tanıklık eden isimlerden biri olan Prof. Dr. Recep
Doksat, Üstad’ın aksiyonunun ne derece bir öneme
haiz olduğunu tayin ve tespit ederken şöyle demektedir: “Gençtim, daha hamdım ve her yerde O’nun aleyhinde konuşmayı adeta alışkanlık haline getirmiştim.
Henüz İslâm’ın gıybet yasağına da tam olarak müdrik
değildim. Kendimi onu sevmemeye, beğenmemeye
zorlamışım meğer!..
Bir gece, rüyada, bir vahadayım... Etraf kum, çöl...
Birkaç ağaç ve halka olup bağdaş kurmuş beyaz maşlahlı, nur yüzlü şahıslar... Ortada bir ateş yanmakta...
Ben, halkanın dış kenarına yakınım ve ayaktayım,
o halkaya mensup olma şerefinden mahrumiyetin
idraki içindeyim, fakat; halkanın dışındakilerle konuşacak kadar da yakınım onlara. Kırklarmış onlar!
Tüylerim ürperiyor. Bir de fark ediyorum ki halkanın
ön sırasında, Necip Fazıl da oturmakta. Hayret ve biraz da haddini bilmez bir hiddetle en yakınımdakine soruyorum: “Bunun aranızda işi ne?” Muhatabım,
elini dudaklarına götürüp “sus” diyor ve ilave ediyor:
“Onun misyonu/aksiyonu var!”25
Üstad’ın misyonu, 40 yıllık mücadele hayatının son
30 yılında kendisiyle beraber olan şeker hastalığına,
zindanlara, baskılara ve engellemelere aldırmadan İs25
Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuarâ Necip Fazıl, s.78-79.
38
Büyük Doğu Çağına Doğru
lâm davası için gösterdiği fedakarlıkta ve neticesinde
yetişen gençlikte açıkça görülmektedir.
Necip Fazıl’ın aksiyonunun kıymetini takdir
edebilmek için o günkü cemiyetin fotoğrafını ve
Üstad’ın o fotoğrafta yaptığı değişiklikleri görmek
gerekir. Üstad, Büyük Doğu’nun nasıl bir zeminde
başladığı ve nereye geldiği ile alakalı şöyle der: “Biz
mücadeleye başladığımızda önümüzde buzdan küfür dağları vardı. Onları hoh hohlarımızla erittik”,
“Serseri kuşlar gibi dolaşırken Anadolu bozkırlarına
bıraktığımız tohumlar görüyorum ki bugün gür ormanlıklar haline geldi.”
Müdâfaaları
Her Peygamber hakkın müdafiidir. Ölümün muhakkak olduğu yerlerde Hakk’tan başka hiçbir otorite tanımayacak kadar gözü kara ve her bir gruba
alakasına göre konuşacak kadar strateji sahibidirler.
Peygamberler, sözü tam mahallinde söyler. O mahal
bazen Nemrud’un şehri, Fravun’un Sarayı, bazen de
Dâru’n-Nedve olur.
Peygamberlerin liderliğinde ilerleyen “Sonsuzluk
Kervanı”na katıldıktan sonra söz Necip Fazıl’ın ağzından ve kaleminden önce yüreğinden çıktı. Her türlü
bedeli ödemeyi cana minnet sayan yüreğinden....
Yüreğin sözü gençlik üzerinde o derece etkili oldu
ki, ihtilal zamanlarında üniversite talebeleri postanelere koşup O’na, “Üstadım! Bütün mevcudiyetimle
39
Büyük Doğu Çağına Doğru
emrindeyim’ içerikli telgraflar gönderdi. O’nun için
söylenen, “Bir sözü ihtilale yeter adam” ifadesinin aslında mübâlağa olmadığı gençlerin söz ve yazılarının
etkisiyle verdikleri cevaplarda aşikârdır. Müstağribler
mürteci, modernistler de halis Müslüman oluşundan
dolayı O’nu yok saymaya çalışsa da, İngilizler için
Shakespare, Almanlar için Goethe neyse Türkiye için
de Necip Fazıl odur.
Müslüman olmanın gereğini yapmanın bedelini 10 defa hapse girerek ödedi Üstad. Buna rağmen
mahkeme salonlarında, zindanlarda hakkı söylemekten geri durmadı. Baskılar duruşuna engel olamadı. Üstad’ın mahkemede bizzat kedisinin yaptığı
savunmalar konferans havasında olur, salonu dolduran gençler sanki zalim hükümdar karşısında, “Bizim Rabbimiz yer ve göklerin Rabbi Allah’tır!” diye
meydan okuyan Ashâb-ı Kehf ’in muasır kardeşini
dinlerdi.
Üstad’ın en zor bahisleri en müşahhas hâle getiren
ifade gücü mahkeme salonlarında da kendini gösterir, nev’i şahsına has müdâfaalarıyla huzurdakilere
fikir ziyafeti verirdi. Fikrî muhtevâya bağlı kalarak
hakka tercüman olma noktasında ne Büyük Doğu
Eflatun’un Akademyası’na, ne de Üstad’ın “Müdâfaalar”ı Sokrat’ın “Savunma”sına kıyas edilebilir. O’nun
sevdiği kelimelerden biriyle ifade edersek; “harikaydı” müdâfaaları... Suça azmettirici olarak yargılandığı Malatya davasında iddia makamında sırf ken40
Büyük Doğu Çağına Doğru
disine karşı çıkarılan 4 savcıyı göstererek, “Amme
avukatı olarak tek fikir etrafında tek kişinin temsil
etmesi gereken iddia makamında bu 4 kişi de nedir?
Ben hiçbir operada 4 tenor görmedim!” dedikten
sonra şu meyanda bir müdâfaada bulunur: “Benim,
müteşebbis sanıkları doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiçbir delil bulunmadığına, her şey
yazılarımdan alınan ilhamla yapılmış farz edildiğine
ve bütün mesele böyle bir faraziyenin ceza hukuku
bakımından suç teşkil edip etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden hal ve fasl edici
bir misali takdim etmeliyim: Dünya edebiyatında
kıskançlığın şaheseri Othello’dur. Shakespeare’in
meşhur Othello’su. İmdi; hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse de cebinden Othello çıksa, şu kürsünün üzerine
eğilmiş, beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, Shakespeare’in iskeletine pranga vurulması için
Londra Savcılığına müzekkire mi yazacaktır? Daha
evvel de söylediğim gibi, her insanda, mücerrede ve
umumî telkinlere karşı bir fren ve hareketini sırf nefsine bağlayıcı şahsî bir istiklal ve mesuliyet duygusu
olmak lazım gelmez mi?”26
1968 tarihli bir müdâfaasında hakimler heyetinin
huzurunda şunları söylemiştir: “Biz sadece, mücerret
ve müstakil olarak İslâm’ın savunucularıyız ve devlet
nizâmlarını hedef tutmaksızın böyle bir savunucuNecip Fazıl, Müdâfaalarım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,
s.186-187.
26
41
Büyük Doğu Çağına Doğru
luk hamlesinde hiçbir kanuni suç olmadığını bilenlerdeniz. Eğer mücerret ve müstakil olarak İslâm’ın
müdâfaası suçsa, buna ait kanun maddesi getirilsin;
biz de gerekirse başlarımızı üç ayaklı sehpanın yağlı
ipine teslim edelim...”27
Üstad; Bedii Faik, Ahmed Emin Yalman gibi,
Müslümanlar’a ağır tenkitler yönelten -kendi ifadesiyle- müseccel yobazlara karşı olduğu gibi, mahkeme heyetleri huzurunda da Hakk’ı müdâfaa etmekten istinkaf etmemiştir.
İslâm Telakkisi
Bir göğüste iki kalp olmaz. Her yüreğin yöneldiği tek bir kıblesi vardır. Necip Fazıl da Müslümanları yegâne kıbleleri olan Kabe’ye pazarlıksız olarak
yönelmeye çağırmıştır. Ona göre, İslâm şerik kabul
etmez. İslâm başlı başına İslâm’dır. Her şey O’nda
mevcut olduğuna göre O’nu anlayabilmek için mağrur aklın müessisi felsefeden istimdatta bulunmak
doğru değildir. İslâm’ın bünyesinde felsefeye yer olmadığından hikemiyatı “İslâm Felsefesi” terkibiyle
ifade etmek de hatadır.
Necip Fazıl’a göre felsefe; “doğruyu bulma değil,
her defa yanlışı yakalama aletidir ve bütün felsefe
mezhepleri birbirinin yanlışını çıkarırken doğrudur.
Doğru tek, yanlış ise sayısız olduğuna göre, o mutlak “tek”e malik olanın, sayı saymak ve hakikati böle
27
Necip Fazıl, a.g.e., s.225.
42
Büyük Doğu Çağına Doğru
böle bir şeye varılabileceğini sanmakla ne ilgisi olabilir?”28
Üstad, mücadele hayatında, “insan ve cemiyetin
iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğuyla tekeffül eden tek nizâmın
İslâm” olduğunu, bu yüzden “yalnız İslâmiyet”e inanılması gerektiğini, “Şeriat’ın,... kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzî (bölünme) ve
muvazaa kabul etmez bir bütün olduğunu”29 yüksek
tizden haykırdı. O’nun ifadesiyle söylemek gerekirse,
“Küfür yobazı” ve “din tahripçilerinin” egemen olduğu bir devirde her şeyin İslâm’da olduğunu, çözüm
ve çareyi farklı nizâmlarda arayanların “ha bulduk,
ha buluyoruz!” tesellisiyle hiçbir şey bulamadıklarını, her gün her şeyi biraz daha bulunmaz hâle getirdiklerini anlattı.
“Her şey İslâm’dadır: ...İnsanlık kadrosunda ve
bilhassa muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli,
kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekün hakikati, müsbet ve menfi
haberi; kısaca külli nimet ve dava İslâm’dadır. Sosyalizma ve komünizmanın var etmek isteyip de yok
ettiği ictimâî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâm’da... Liberalizma ve kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya mukabil fertten her hakkı
28
29
Necip Fazıl, Çerçeve 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.251.
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.95.
43
Büyük Doğu Çağına Doğru
çaldırmasına mâni ölçüler, İslâm’da. Demokrasya ve
fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslâm’da.
Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa
ve kargaşalığa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve
şahsiyet hakkı İslâm’da... Nazizma ve faşizmanın kazip rüyasını gördüğü üstün nizâm ve ruhî müeyyidecilikteki esas İslâm’da... Batının her sahada arayıp
bulamadığı cennet İslâm’da; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu da İslâm’da...”30
Üstad, “olunmayacak her şeyle, olunacak her şeyin kefalet ve keyfiyetinin İslâm’da” olduğu hakikatine, Müslümanların ilim, sanat ve fikir zaafiyeti içerisinde olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere,
halin İslâm’ın yaşanmadığından kaynaklandığını nitekim, “Rönesans’tan sonraki dünyanın İslâmî gözle görülemediğini ve güdülemediğini”31 söylemiştir.
Problem İslâm’da olmadığına, bilakis İslâm’ın yaşanmamasından kaynaklandığına göre çare de İslâm’ın
yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü, “İslâm bir
güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler
yenilenir.”
Batı ile Doğu arasında medcezir yaşayan, doğudan vazgeçemeyen, batısız da yapamayacağına
inanan ve bu yüzden her ikisinin sentezinden yana
bir tavır alan Müslüman modernistler Üstad’a göre
mevcut halleriyle “fikir ihaneti”32 içerisindedirler.
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.98.
Necip Fazıl, a.g.e., s.95.
32
Necip Fazıl, a.g.e., s.159.
30
31
44
Büyük Doğu Çağına Doğru
Üstad, Müslümanların “Büyük Doğu” ruhunu
kuşanabilmeleri için bir inkılâba muhtaç olduklarını
fakat bunun ruhunda derin şüpheler taşıyan modernistlerle olamayacağını, “Allah Rasûlü’nün
mu33
kaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak” anlamına gelen İslâm inkılâbının, ancak ,“Şeriat, tasavvuf
ve bunların hikmetlerine nüfûz ehliyetinde şahsi ruh
ve akıl”34 cephelerine sahip, “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle gerçekleşebileceğini söylemiştir.
Bugün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları olarak gösterilen pek çok hareketin misyonlarını tamamlayamadan silinip gitmeleri, Üstad’ın gerçek İslâm İnkılâbının onlarla olmayacağı yönündeki
tespitinin ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir. İslâm ne sosyalizmde olduğu gibi malı kutsallaştırır ne de kapitalizma da olduğu gibi servet sahibini
yüceltir. Servet sahibi Abdurrahman b. Avf ve zâhid
Ebû Zerr’i aynı safta toplar, birine, diğeri için dua
ettirir.
Milliyetçiliğe Bakışı
İslâm’ın ırka dayalı toplum yapılarını reddetmesinin bir gereği olarak Necip Fazıl, “belli oranda İslâm’ın
payını muhafaza etmekle beraber ağırlık merkezinin
Türklük’te aranması”na karşıdır. Çünkü “İslâm ne pay
verir, ne pay alır; topyekün ‘hepi ister ve onu bulama33
34
Necip Fazıl, a.g.e., s.112.
Necip Fazıl, a.g.e., s.164.
45
Büyük Doğu Çağına Doğru
dığı yerde ‘hiç’e talip olur.”35
İslâm yekpâredir ve hiçbir ideoloji ile sentez kabul
etmez. Bu yüzdendir ki Üstad, Türk- İslâm, Arap-İslâm gibi sentezleri reddeder: “Tanrı Dağ’ı kadar Türk,
Hira dağı kadar Müslüman” gibi muvazaacı bir tekerlemenin belirttiği madde ve posa Türkçülüğüne inananlar iyice bilmelidirler ki Tanrı Dağ’ı bir put ismidir, ‘Hira’ ise Kainatın Efendisi’ne vahyin nâzil olduğu
sadece bir mekan adıdır ve zıt manalar asla birleşmez.
Müslüman hiçbir dağa ilahî hüviyet biçemez, sadece
layık olanını mübarek bilir; Allah’ı tevhidden ve bu
tevhid potasında her alakanın eriyip gittiğini takdirden gayri vazife tanımaz.”36
Onda İslâm’ın tel’in ettiği kavmiyetçilikten en küçük bir tesir yoktur. Bu noktada şunları söylemektedir: “Eğer gaye Türklükse, bilmek lazımdır ki, Türk,
Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”37 Bunun ötesinde bir dava gütmek İslâm’la alakalandırılmaz: “Milliyetçilik... asıl ruhtan gelen kokudur ki, maddeyi
kezzapvari eritir; ve ebediyyen birlik olanlarla sonsuz
aykırı olanları, istedikleri kadar maddede yakın ve
uzak olsunlar, iki safa ayırır. O zaman taraflar, maddede iki kuzu olsa, mümin kuzu öbürü sırtlan görünmeye mahkumdur.”38 Yani aynı ırka mensup iki Türk’ten
biri mümin diğeri gayri müslimse milliyetçilik, gayr-i
Necip Fazıl, Rapor 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.78.
Necip Fazıl, Rapor 4, s.78.
37
Necip Fazıl, Hitabeler, s.257.
38
Necip Fazıl, Çerçeve 3, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.207.
35
36
46
Büyük Doğu Çağına Doğru
müslim Türk’ü sırtlan gibi, başka bir ırka mensup mümini ise hakiki kardeş görmeyi gerektirir.
Üstad, Müslüman Türk’ü, Büyük Doğu davasının
sadık hizmetkarı görür ve bütün ırkî yaklaşımlardan
mücerret bir bakışla dirilişin onunla gerçekleşeceğine
inanır: “11. asırdan 16. asra kadar Müslüman Türklerin elinde yüceltilen İslâm, sonunda Türkiye’de bozuldu ve İslâmlık iddiasındaki her yerde aynı hâle geldi.
Şimdi ancak Türkiye’de düzeltilmelidir ki, her yerde
düzeltilebilsin... Bu, asırlarca İslâm’ın kılıcını elinde
tutmuş olan Türk’e, tarihi bir kader olarak Allah’ın
verdiği bir imtiyâzdır.”39 Bu imtiyâzı ırkçılık olarak telakki etmek ise ırkçılığın ne demek olduğunu bilmemek ya da Müslüman Türk’e İslâm’a hizmetkârlığı çok
görmek anlamına gelmektedir.
Üstad’ın, davet noktasında köle Bilal’le, Efendi Ebû
Leheb’i aynı derecede öneme sahip gören, iman ettikten sonra ise köle Bilal’i bütün müşrik efendilerin
üzerinde kabul eden İslâm’dan başka ölçü tanımadığını, O’na ait beylik bir cümle ile ifade etmek gerekirse
şu söylenebilir, “Bütün davamızın hülâsası: ‘Ne mutlu
Müslümanım diyene!’dir.”40
Hülâsa
Üstad, ideolojilerin İslâm’la münasebetini, İslâm
ve diğerleri olarak görür, öz-posa ayrımına tabi tutar
Necip Fazıl, Hitabeler, s.257.
Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, Büyük Doğu Yayınları,
İstanbul, s.252.
39
40
47
Büyük Doğu Çağına Doğru
ve modern, çağdaş, ılımlı gibi ön ekler kabul etmeyen
bir İslâm’a inanır. “İslâm’ın Gelecek Tasavvuru”nun
ne olduğu, tekrar nasıl hayata tatbik edileceği, Müslümanların 400 yıldır beklenen hamleyi niçin yapamadığı noktasında yol açıcı, yöntem belirleyici, hedefe
taşıyıcı adımlar atar.
Büyük Doğu, bütün bunların yanında aynı zamanda bir toplumsal mutabakat metni, bir tarih eleştirisidir. Büyük Doğu’da tatbik edilmek istenen, İslâm’ın
kendisidir.
Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu vasıta olmakla sınırlandırması, onun merkeze alınarak maksat olmasına
mâni oldu. Büyük Doğu’nun merkez addedilmesi,
“usûl” okumak için “usûl” okumaktan farksız olurdu.
Hakikatte ise “usûl” nusûsu anlamak için vardır.
Necip Fazıl, İslâm’ı indirgeyen, parçalayan yaklaşımlara karşı da tavır aldı. Onların, yayılma alanlarını kapattı. Koruyucu, kurucu bir misyon üstlendi.
“Nefsanî tefsîrci” dediği ve “fikir ihaneti” içerisinde
olmakla itham ettiği gürûh ancak ondan sonra ortaya
çıkabildi.
Büyük Doğu, insanı niçin oldu, neden oldu, nasıl
oldu sorularını cevaplamaya çağırdı. Her nevi ideolojiyle hesaplaştı, fiilî engellemelere karşı kararlılığını;
“Ey düşmanım! sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç ,bana da sen lazımsın” diyerek dile getirdi. Aynı zamanda hayat öyküsü olan
“Sakarya Türküsü”nde, hayalini kurduğu ve yetişme48
Büyük Doğu Çağına Doğru
si için “zindanlarda çürüdüğü” gençliğe görev ve sorumluluklarını hatırlattı.
Üstad’a göre Büyük Doğu, Batı ile Doğu’nun kesiştiği noktada İslâm’a yol açmak için kurulan zafer
kürsüsüdür. Üstad da o kürsünün iman-fikir-hareket
ve şuur başlıklarını bir arada temsil eden hatibidir.
Muhataplarına, ülkenin gerçek sahiplerinin kendileri
olduklarını ve bunu çekinmeden haykırmaları gerektiğini söyledi. Uyandırdı, ayağa kalkmaya çağırdı.
***
49
Büyük Doğu Çağına Doğru
BÜYÜK DOĞU ÇAĞINA DOĞRU
K
eşf-i kadîm, toplumsal mutabakat
esaslarını Peygamberlerin mirasında aramaktır. Keşf-i kadîm, İslâm’ın
“Muhîtu’l-Meârîf ’i” olan Kur’an-ı Kerîm ve Hadis-i
Şerifler’in müminler için yegâne kaynak olduğunu
benimseyip mucebince amel etmektir. İslâmî tefekkür ve onun üzerine ibtina eden İslâmî hayat, keşf-i
kadîmle başlar. Mütefekkirle filozof tam da bu noktada, yani yolun başında birbirinden ayrılır. Mütefekkir
keşf-i kadîm yapar. Çünkü özneler, olaylar değişir; fakat tefekkür tarlası mesabesinde olan Kur’an-ı Kerîm
ve Sünnet-i Seniyye hep aynı kalır. Her müsbet fikir o
tarlada neş-u nema bulur. Mütefekkir, keşf-i kadîmle
İslâm’a nasıl bakılacağını ve İslâm’ın hayata nasıl tat50
Büyük Doğu Çağına Doğru
bik edileceğini gösterir. Filozof ise, “vaz-ı cedîd” yapar. Selef-i Salihîn’in mirasını, “modası geçmiş” bir
dünya değeri olarak görür, onu münkir nazarla eleştirip tarihsel okumaya tabi tutar. İslâm’ın sabitelerini
tartışmaya açar. Vaz-ı cedîd’e göre akıl, buyurgan ve
yönlendiricidir; ya vahyin üzerinde ya da yanında bir
yere sahiptir veya öyle olduğunu düşünür.
Keşf-i kadîm sahîh silsileyi, vaz-ı cedîd ise atalar
dinini temsil eder. Vaz-ı cedîd, hevayı ilahlaştırır, yalan üzerine saraylar kurar. Vaz-ı cedîdin savrulmada
sınırı yoktur. En yalanı en doğru, en doğruyu da en
yalan gibi gösterebilir.
Hakikatin yolunun açılması, İslâm Çağı’nın yeniden başlaması için bir keşf-i kadîm olan Büyük Doğu’nun bu iki zıt ameliye bağlamında anlaşıması zaruret ifade etmektedir. “Büyük Doğu Çağına Doğru”
başlıklı bu bölüm, bu bâbdan mütevazi bir tahlilden
ibarettir. Tahlil, büyük bir külliyât içerisinde birkaç
mevzuyu kapsadığından ya da bir büyük denizden sadece birkaç damla sunduğundan “büyük tahlil/büyük
terkib” gibi iddialardan da uzaktır.
Doğuşu
Büyük Doğu, Cumhuriyet sonrası yaşanan siyasî,
ictimâî ve ahlakî farklılık ve reddediş içerisinde bir
hesaplaşma, bir İslâmî şuur inşası ve medeniyet projesi olarak doğdu. “Zıp zıp kadar beyinlere” karşı iman,
fikir ve hareketin müdâfaasını yaptı. Münkir kadro51
Büyük Doğu Çağına Doğru
larla hesaplaştı. Seçkinlere karşı ezilenlerin, toplum
mühendislerine karşı da İslâm’ın yanında yer aldı.
Büyük Doğu, Anadolu insanına küfür karşısında
nasıl bir duruş alması gerektiğini, değerler sistemini
tekrar ne şekilde etkin hâle getireceğini anlattı.
İslâm’ın kâmil bir medeniyet olduğunu ve bu yüzden hiçbir düşünce sistemiyle sentez kabul etmeyeceğini, nereden ve kimden gelirse gelsin İslâm dışı her
düşüncenin de merdud olduğunu ilan etti:
Ey genç adam, bu düstur sana emanet olsun:
Ötelerden habersiz nizâma lanet olsun!41
İslâm’ın Gelecek Tasavvuru
Büyük Doğu, İslâm’ı anlama, yaşama ve cemiyete
hakim kılma idealidir. O, mağlup doğudan muzaffer
doğuya gidişin yol haritasıdır. Büyük Doğu en kapsayıcı ve en arınmış haliyle, Üstad Necip Fazıl’ın İslâm üst başlığı altında örgüleştirdiği siyaset, cemiyet,
ahlak, devlet ve gelecek tasavvuru, İdeolocya Örgüsü
de onun vahiy merkezli ortak mutabakat metni/millet
sözleşmesidir.
Üstad, temel devlet kurumlarının nasıl ve neye
göre işleyeceğini, milletin hak ve ödevlerinin neler olduğunu ise, Büyük Doğu’nun başyapıtı olan İdeolocya
Örgüsü’nde ifade etti.
Büyük Doğu, Tanzimat’tan itibaren aranan ve bulunduğu zannedilen çarelerin gerçekte Batı’nın akıl
41
Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul, s.466.
52
Büyük Doğu Çağına Doğru
ocağında imal edildiğini, bu yüzden çözüm yerine
sorun ürettiğini, çarenin ise içerde milletin ruh köklerinde olduğunu söyledi.
Büyük Doğu, münkirlerin iddia ettiği gibi Üstad’ın
itibar arama vasıtası değil, bilakis Tanzimat sonrası
yaşanan süreçte itibarsızlaştırılan millete İslâm’la iade-i itibarda bulunma yoludur. Erken yaşta kaleme
aldığı “Ben ve Ötesi”, Ziya Osman tarafından “Türk
Edebiyatı’nın en büyük şiir kitabı” övgüsüne muhatap
olan Üstad için çıkıp da, “Büyük Doğu itibar peşinde
koşan bir hayalperestin ütopyasıdır” demek, bedahat
derecesinde bir iftira olmaktan öte bir anlam taşımaz.
Müceddidiyye’nin Fikir ve Hareket Şubesi
Büyük Doğu, İ’lâ-i kelimetullah davasına daha çok
aksiyon noktasında katkıda bulunan bir milletin tefekkür sınırlarını aşan, İslâm’ı eşyaya ve hâdiseye hakim kılma cehdidir. Bu yönüyle Büyük Doğu, İmam
Rabbânî ile başlayan Müceddidiyye koluna bağlı bir
fikir ve hareket hamlesidir. Biri diğerinden doğan iki
esas üzerine ibtina eder: Şeriat ve tasavvuf... Üstad, tasavvuf vurgusuyla Büyük Doğu’yu, İmam-ı Rabbânî
üzerinden vahyin kaynağına götürür.
Büyük Doğu ve İslâmî Hareketler
Büyük Doğu, Şeriat-tasavvuf birlikteliğiyle, muasır
bütün İslâmî hareketlerden farklıdır. Şeriat merkezli
İhvân Hareketi ile Cemaat-i İslâmî arasında yakın bir
53
Büyük Doğu Çağına Doğru
ilişki vardır. Bir anlamda İhvân, Cemaat-i İslâmî’nin
varoluş sebebidir. Tasavvuf, İhvân’da, kurucusu Hasan el-Bennâ’nın bir sufî olması hasebiyle gözükür
fakat hareket çapında bir yoğunluktan mahrumdur.
Cemaat-i İslâmî ise mahza Şeriât merkezlidir. Nedvetu’l-Ulemâ, İhvân hareketinin daha bilge, daha alim
şeklidir. Büyük Doğu ise bunlardan tamamen bağımsız Şeriat’ı da tasavvufu da içine alan bir anlama ve
yaşama biçimidir.
Büyük Doğu, Anadolu merkezlidir. Fakat İhvân
gibi pergelin diğer ucuyla bütün Âlem-i İslâm’ı ihata
eder. Üstad’ın ifadesiyle Büyük Doğu: “Vatanın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet
planına sahiptir. O kendini mekan çerçevesinde değil,
zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye taliptir.”42
Beklenen inkılâbın aleti söz ve kalem, alanı öncelikle Anadolu ,sonrasında Âlem-i İslâm ve nihayet
bütün bir yeryüzü, kadrosu ise Müslüman gençliktir.
İslâm Asıl, İdeolojiler İzafî
Büyük Doğu, aynı zamanda bir tarih eleştirisi ve
durum tespitidir. Yaşanan zamana konuşur ve çözüm
önerilerini tedrici bir sistemde tatbik etmeyi hedefler.
İnsana kim olduğunu, nereden, neden geldiğini ve nereye döneceğini sorar: “Niçin oldun, nasıl oldun, ne
oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacakNecip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,
s.8.
42
54
Büyük Doğu Çağına Doğru
sın?”43 Sonra da içerden bir dille “inanan insana” bu
soruların cevabını verir.
Büyük Doğu, İbnu’n-Nedîm’in “Fihristü’l-Kütub”ü gibi kaybolan “mearifi” sonraki kuşaklara taşıyan
bir köprüdür. Bir farkla ki “Fihrist”, mearifin mevcud
ya da zamanla kaybolan eserlerini; Büyük Doğu ise
iman, fikir ve aksiyonun yekûnunu havidir. Anadolu’nun fikir ve hareket damarlarına diriliş aşısı yapar.
Büyük Doğu’da İslâm asıl, ideolojiler ise İslâm
doğrusuna bakılarak oluşturulan yanlışlardır. Çünkü İslâm’ın “Yekpâre bir inanış, görüş ve ölçülendiriş
manzumesi...”44 olması, yegâne aslın o olmasını gerekli kılar. Dolayısıyla Büyük Doğu her ne kadar ictimâî
hayatta tek muhalif ses gibi görünse de gerçekte bütün
ideolojiler onun muhalifidir.
Başyücelik Devlet Tasavvuru
II. Selim’in idareyi devraldığı 1566’dan itibaren
millette bir inkılâb beklentisi var. Bu bağlamda kaleme alınan Koçi Bey’in “Islahat Risâlesi” hem bu beklentinin hem de devlette muvazeneyi kaybettiğimizin
itirafıdır. Tanzimat, Meşruiyet ve Cumhuriyet ise beklenen inkılâbın Batı’nın akıl, hukuk ve ahlak teknesinde yoğrulmuş halidir. Bu yüzden sadece İslâm’dan
neşet edecek devlet tasavvuru beklentisi hala güncel
değerini korumaktadır.
43
44
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.99.
Necip Fazıl, a.g.e., s.7.
55
Büyük Doğu Çağına Doğru
Başyücelik, Kur’an-ı Kerîm, Sünnet-i Seniyye ve
müctehid imamların mirasından hareketle inşa edilen bir devlet ve cemiyet tasavvurudur. Başyücelik’te
cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde
örnekleri bilinen millet meclislerinin yerinde Yüceler
Kurultayı vardır.45
Yüceler Kurultayı, milletin; dinde, fikirde, sanatta,
ilimde, siyasette, müsbet bilgilerde, ticarette, askerlikte, eser, keşif, görüş, terkib ve dava sahibi güzidelerinden oluşur.46
Üstad’a göre Yüceler Kurultayı, Hakk’ın iradesinin
tecelligâhıdır. Buna remiz olarak da cephe duvarında
şu levha asılıdır: “Hakimiyet Hakk’ındır”.
Yüceler Kurultayı’nın her ölçüsü kanundur ve her
kanun, tezatsız bir ideolocya bütününün tatbikî hükümleri halinde bir ana manzumeye ve onun da perçinli olduğu aslî mihraka bağlıdır.47 Buna göre Üstad,
tatbiki hükümlerle fıkhî hükümleri, ana manzume ile
“kavâid-i külliyeyi”, aslî mihrakla da ayet ve hadisleri
kasdetmektedir.
Başyücelik’in en tepe noktasında, Yüceler Kurultayı/Ehlu’l-Hall ve’l-Akd’in seçtiği Baş Yüce/Ulu’l-Emr
bulunur. Başyüce, devlet reisidir.
Yüceler Kurultayı, Başyüce’yi İslâm’a muhalif şartlar içinde gördüğünde görevden alır. Başyüce ise Yüceler Kurultayı’nı doğrudan doğruya feshetme hakkıNecip Fazıl, a.g.e., s.257.
Necip Fazıl, a.g.e., s.257.
47
Necip Fazıl, a.g.e., s.257.
45
46
56
Büyük Doğu Çağına Doğru
na malik değildir.48
Başyücelik Hükümeti, bir Başvekil/başbakan ve
Maarif, Savaş, İktisat, Maliye, Sağlık ilâ ahir gibi on bir
vekilden/bakandan oluşur. “Vekil” tabiri, doğrudan
doğruya “Başyüce”ye izafetle bu adı alır. Her vekaletin
altında üçer müsteşarlık bulunur.49
Yüce Din Dairesi/Meşihat Makamı reisi, Baş Yüce
tarafından seçilir. Hükümet reisiyle bir hizada durur
fakat hükümet üstü bir seviyeye maliktir. Ulviyet ve
hususiyeti bakımından hükümet içerisinde yer alamaz. Devletin başlıca istişare organıdır.
Yüce Din Dairesi, Başyüce nezdinde ana kaynağın
ilim ve vicdan sesini belirtir ve çatışma olması halinde
Başyüce’ye karşı Yüceler Kurultayı’nı hakem tutar ve
hiçbir tesir kabul etmez.50
Yüce Din Dairesi, Yüceler Kurultayı gibi Başyüce’ye bağlıdır. Fakat emir ve talimatları Kitap ve Sünnet’ten alır. Bu yönüyle tam bir özerkliğe sahiptir. Hz.
Ömer’in Müctehid sahabilerle tesis ettiği ictihad şurası konumundadır. Yüce Din Dairesi, aldığı kararları
uygulamak için Başyüce’ye takdim eder.
Başyücelik’te her dava sahibi, edep sınırları içerisinde her türlü hesap sorma yetkisine maliktir. İşsiz,
aç, bakımsız, mazlum,... herkes Başyüce’nin kulak
zarlarını patlatacak kadar mükemmel bir uyandırma
Necip Fazıl, a.g.e., s.261.
Necip Fazıl, a.g.e., s.264-5.
50
Necip Fazıl, a.g.e., s.269.
48
49
57
Büyük Doğu Çağına Doğru
ve hesap sorma yetkisine sahiptir.51 Hak arama müessesesi ise Halk Divanı’dır.
Halk Divanı, Başyücelik sarayında bu ismi taşıyan
büyük bir salondadır ve herkes dinleyici ve seyirci sıfatıyla bu salona girebilir.52
Halk Divanı’nda hiçbir demokrasi idaresinin varamayacağı fert hakkıyla, hiçbir totaliter rejimin ulaşamayacağı hükümet hakkı bir aradadır. En büyükle en
küçük aynı mecliste oturur. Devlete hakim olan zat,
hakkında hüküm verilen teb’a karşısında mahkum;
mahkum olan teb’a ise hesap sorması cihetiyle hakim
konumundadır. Hakkını alana kadar en zayıflar, Halk
Divanı’nda en güçlü olanlardır.
Millet, Halk Divanı’yla devleti denetler. Hak ve
hesap sorar. Bu, demokrasideki halkın protesto ve
gösteri hakkından daha ileri bir seviyedir. Çünkü demokratik toplumlarda ezilenler, protesto yapanlar değil, yapamayanlardır. Başyücelik tasavvurunda herkes
hakkını Halk Divanı’nda talep eder. Halk Divanı’nın
en mümtaz örneği Allah Rasûlü’nün yaşadığı saadet
asrına aittir. Divan, Hz. Ömer zamanında ise müşahhas bir çerçeve kazanmıştır. Sahâbe, Halk Divanı’nda
Hz. Ömer’e üzerindeki elbiseden, ne kadar maaş aldığına kadar her nevi soruyu sormuştur.
En yeni ve en ileri görüş ve buluş hamlelerini muhitleştirecek olan ilim, fen ve sanat adamları
51
52
Necip Fazıl, a.g.e., s.271.
Necip Fazıl, a.g.e., s.271.
58
Büyük Doğu Çağına Doğru
kadrosu Başyücelik Akademyası’nı çerçevelendirir.53
Münevverler sınıfının temel direği olan “Başyücelik
Akademyası” bir anlamda “kültür genelkurmaylığı”
gibidir.
Başyücelik Akademyası, fikir îmal eder. Maarif
vekaletiyle yakın ilişki içerisindedir. Fakat Başyüce’ye bağlı olması hasebiyle Yüceler Kurultayına karşı da mesuldür. Akademya üyesinin tek borcu vardır.
O da bir mısra ya da bir fikir cümlesi îmal etmek yahud da laboratuvar ortamında çalışıyorsa bir keşifte
bulunmaktır.
Başyücelik Akademyası silsile olarak Hz. Ömer zamanındaki ictihad meclisine dayanır. Ebû Hanife’nin
Fıkıh, Hadis, Kur’an ilimleri ve Arap dilinde derin
ilme sahip 40 öğrenci ile kurduğu Fıkıh Akademisi de
aynı çizgide hizmet etmiştir.54
Fransız İlimler Akademisi esas alınarak kurulan ve
ekalliyet paşalarına yer veren Encümen-i Daniş tecrübesi ile Başyücelik Akademyası arasındaki fark, aynen
maymunla insan farkına denktir.55
Başyücelik İş Ölçüsünde, millet menfaatine olmayan faaliyetler, iş ve meslek kabul edilmez. Belli yaş
hadleri ve sağlık şartları istisna, her ferd mutlaka bir
işle mükelleftir. İş dağıtımına memur olan Hükümet
Organizması halkı rençberlikten ameleliğe veya talebelikten herhangi bir memurluğa kadar layık olduğu
Necip Fazıl, a.g.e., s.271.
Kevserî, Makalât, s.132.
55
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.275.
53
54
59
Büyük Doğu Çağına Doğru
verim toprağına dikmek, orada tutturmak ve geliştirmekle sorumludur. Böylece bir iş kaçağından bir gün,
bir “Başyüce” çıkabilir.56
Başyücelik Ceza Ölçüsü; hadler, kısas ve ta’zîr olmak üzere üç başlık altında değerlendirilir.
Hadler, miktarı belli cezalardır. Suçlu için ceza, diğer insanlar için ise caydırıcı özelliğe sahiptir. Kısasta
suçluya imkan nisbetinde işlediği cürme muvafık ceza
tatbik edilir. Tazîr ise hakkında muayyen bir ceza bulunmayan suçlardan dolayı tertib edilen cezadır.
Başyücelik Ceza Ölçüsünde ana omurga hadlerden
oluşur. “Had” kelime anlamı itibariyle “men etmek”
demektir. Bunun için sultanların kapılarında bekleyen görevliye, gelenlerin içeriye girmesine mâni olduğundan dolayı “haddâd” denir. Buna göre İslâm’da
ceza, diğer bütün hukuk sistemlerinden farklı olarak
insanların suçtan uzak durmasını amaçlar. Bunun için
Şâri’ önce zinaya giden yolları kapatır, onun çirkinliğini anlatır sonra da cezayı tayin eder. Mesela, şartları
haiz olması durumunda hırsızlığın cezası el kesmektir. Bundan şikayetçi olmak, “Niçin ateş beni bu kadar merhametsizce yakıyor?” demek gibidir. Mücrim
nazarında kahhar görünen “ceza ateşi” mümin nazarında, “asla sürünmeyeceğim için beni hiç yakmaz”
hafifliğine maliktir.
Üstad, İdeolocya Örgüsünde “Devlet ve İdare Mefkuremiz” başlığı altında, Başyücelik emirlerini de izah
56
Necip Fazıl, a.g.e., s.276-7.
60
Büyük Doğu Çağına Doğru
ederek devlet tasavvurunu ana hatlarıyla belirtir.
İslâm Devlet tasavvurunun ne olduğu, ne olması
gerektiği ve nasıl işleyeceği ile alakalı esasları tayin
eden “Başyücelik”, bir fakih nazarıyla şerhe muhtaçtır. Maalesef ki bizde bu çapta bir adam çıkmadı. Eser,
Arapça’ya tercüme edilmediğinden İslâm alemindeki
ulemâ tarafından da fark edilemedi. Gazeteci, edebiyatçı ya da akademisyen elinde itibarsızlaştırıldı. İsnadı tamamen İslâmî esaslara ait olan Başyücelik Tasavvuru, cuhela nazarında “Eflatun Cumhuriyet Modeli”
ya da Eflatun’un “Devlet”inden esinlenerek yazılan
ütopya olarak değerlendirildi.
Edebiyat ve sanat çevrelerinde büyük bir mahrumiyet yaşayan, anlaşılamadığından dolayı sığ yorumlara mahkum edilen “Devlet ve İdare Mefküremiz”
dahil olmak üzere İdeolocya Örgüsü’nün tamamını
şerh etmek, İFAM’ın (İlmî ve Fikrî Araştırmalar Merkezi) edası zorunluluk arz eden borçları arasındadır.
İslâm ve Batı Tefekkürü
Batı ve İslâm iki farklı dünyadır. İslâm vahye, Batı
ise Yunan aklı, Roma Hukuku ve Hristiyan ahlakından müteşekkil bir terkibe dayanır. Batı, bir kuru akıldır ve Allah Azze ve Celle kuru akla ne kadar hak ve
imtiyâz vermişse Batı bunların hepsine mâliktir ve
kuru aklı nelerden mahrûm etmişse onların hepsinden de yoksundur.
Tabii olarak her iki medeniyet, dil, içerik ve gaye
61
Büyük Doğu Çağına Doğru
açısından da birbirinden farklıdır. Ne var ki Tanzimat’la birlikte mustağribler, Batı Medeniyeti’nin safında yer alıp İslâm’ın dil, içerik ve gayesini Batı’yı
esas alarak değiştirme gayreti içerisinde oldu. Milletin sükutla tepki gösterdiği batılılaşma hareketi ilk ve
en esaslı darbeyi Büyük Doğu’dan yedi. Büyük Doğu,
“Galip gelmek için binbir cephede savaş vermeye memur ezeli ve ebedi hakikat davasıydı.” Üstad da o davanın hamalı olarak Batılılaşmanın karşısında durup,
millet evlatlarına Allah Rasûlü’nün , izlerini gösterdi.
Hesaplaşma
Büyük Doğu aynı zamanda bir adayıştır. Millet-i
İslâm için yaşamaktır. Onun selameti uğruna her
nev’i tehlikeyi göze almaktır.
Üstad, hayatın her cephesinde Allah ve Rasûl davasına adanmışlığın mucibince yazıp, konuşmanın
gayreti içerisinde oldu. Büyük Doğu, ideolojilere karşı
olduğu gibi İslâm’ın ideolojik formlarda dünyevî ya da
beşerî bir olgu olarak sunulmasıyla da mücadele etti.
İslâm adına konuşan herkesi zihinsel arınmaya çağırdı, hariçte kalanlarla da hesaplaştı.
Üstad, 1943 yılında Diyanet İşleri Başkanı’nın,
Kur’an-ı Kerîm’i Türkçe’ye çevirip sonra da ibadet
dili haline getirmek için bir kanun çıkartma teşebbüsü içinde olduğunu basından öğrenince haberden
birkaç gün sonra bir toplantıda, Diyanet Reisi’yle
62
Büyük Doğu Çağına Doğru
karşılaşır ve ona:
Duyduğuma göre, Kur’an’ı, Türkçe’ye çevirmek ve
bunu resmen ibadet dili haline getirmek şeklinde bir
düşünceniz varmış... Sapıklık ve hüsranların en büyüğü olan böyle bir hâdiseyi, bizzat sizin ağzınızdan
duymadan inanılır şey telakki edemiyorum. Lütfen
hakikati bildirir misiniz?
Reis, hâdisenin doğru ve gerçeğe uygun olduğunu
söyleyince Üstad’dan şu cevabı alır:
Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğuna inanan
her fert, Allah kelamının nâzil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun Allah kelamı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir
anlayışa sahiptir. “Bakın, Diyanet İşleri Reisi! Ben,
Necip Fazıl, sizin elinizdeki icra vasıtalarına karşı, bir
kamyonu durdurmak isteyen bir piliç kadar zayıf bir
ferdim, fakat size açıkça haber veriyorum, eğer sapıklığınızın büyüsü altında şuurunu köreltip sizi destekleyecek bazı fertler bulacak ve bu niyetinizi tatbik
mevkiine çıkaracak olursanız, bir piliçten hiç farkı olmayan bu zayıf cüssemi, kamyonun tekerlekleri altına
atmakta tereddüt göstermeyeceğim!.”57
İşte İz, Geliniz!
Üstad, İstiklal Mahkemeleri zulmünün hafızalarda
çok canlı olduğu, ‘Allah” demenin yasaklandığı, minarelerde “Tanrı Uludur” diye muhdes ezanlar okunduğu
57
Necip Fazıl, Hücum ve Polemik, s.96-100.
63
Büyük Doğu Çağına Doğru
bir zamanda meydan yerinde durdu: “İşte iz geliniz!”
dedi. Yüreklere cesaret aşıladı. İslâm’ın ne olduğunu
kavrayan derin müminleri “büyük fetih yürüyüşüne”
davet etti. Köye, mezraya hapsedilen İslâm’ı yeniden
izzet kürsülerine taşıdı. Doğu-Batı muhasebesi yaptı. Camî deyince aklına çorap kokusu gelen ve bütün
ameliyeleri, “Bir saman kağıdından kopya almak”
olan mustağribleri fikren mağlub edip, Allah Rasûlü’ne aidiyetin fikri nasıl besleyebileceğini gösterdi.
Her nevi propaganda malzemesi kullanılarak halka
dikte edilen yeniliklerin, esasında Batı’nın çöplüğüne
ait “eskiler” olduğunu söyledi. İslâm’a gerici diyenlerin
hakikatte yüzbin devir geride olduğunu, zahirde geri
gibi görünen Müslümanların halinin de onlara “deh”
demeye matuf olduğunu ifade etti. Dinsiz kuşatmayı
yardı, İslâm’a söven taifeyi tek başına gölgede bıraktı.
Modernitenin yalanlar masalı olduğunu gösterdi. Büyüdü, devleşti, tek başına Hakkarî’den Edirne’ye kadar
bir nesli İslâm dairesinde muhafaza etti. Büyük Doğu
fikir, sanat ve hareket fakültelerine malik bir üniversite gibiydi. Üstad, içinden geldiği öteki dünyayı en
mahrem noktalarına varıncaya kadar deşifre ve cerh
etti. İslâmcıların yekûnundan daha müessir bir eleştiri dili geliştirdi. Tefekkürü sanat diliyle arz etti. Bu
cihetle muhaliflerini dahi büyüledi. Selefî, sufî, liberal
ve radikal İslâmcı dahil hemen herkes Onun ya lisanını kullandı ya da pek çok ifadeyi Ondan aldı. Cumhuriyet elitlerinin karşısında ürkek ve mahcup bir halde
64
Büyük Doğu Çağına Doğru
duran Anadolu evlatlarına, aslında ürktükleri çağdaş
varlıkların fikir-sanat ürünlerinin korsan, dev cüsselerinin de mukavvadan olduğunu, yani onlara yanlış
bir tesirle kediyi aslan sûretinde gördüklerini anlattı:
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Büyük Doğu damar damar bütün Anadolu’yu sardı. Diriliş ve Mavera ondan doğdu. Ne var ki Büyük
Doğu asıl varlık alanı olan medresede makes bulamadı. Medrese hayattan koptu, içe kapandı. Bu yüzden
ilmiye, Büyük Doğu’yu keşfedemedi. İlahiyat da Üstad’ın fikir cephesinde hüsrana mahkum ettiği Batı
aklına büyük bir hayranlık duygusu içerisinde sentez
teklif etti. Yüksek Lisans ve Doktora için Harvard’a,
Oxford’a gitti.
Hülâsa
Büyük Doğu, hayatın her alanında olmasına rağmen, “400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz,
göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediği65
Büyük Doğu Çağına Doğru
miz, bulamadığımız, eremediğimiz İslâm’a nüfûz etme”58 davasıdır.
Büyük Doğu Müslüman gençlere, İslâm coğrafyasının varlığına, içinde bulunduğu şartlara ve bütün Müslümanlara yönelttiği soru ve onlara verdiği cevaplarla yeniden arınıp İslâmlaşmanın yolunu
gösterdi. Büyük Doğu, müstemleke kafalara, eşya ve
hâdiselere hükmetmeye memur olduklarını hatırlattı.
Maddeci batıya yoksun olduğu ruhu, ruhçu doğuya
da madde üzerinde egemenlik kurma yolunu gösterdi. Müslümanı derin bir kavrayışla kuşattı ve onu mazideki izlere sadık kalarak tufanın içerisinden selamet
denizine doğru yürümeye çağırdı.
***
58
Necip Fazıl, a.g.e., s.91.
66
Büyük Doğu Çağına Doğru
HERŞEY SADECE İSLâM’DA
G
eçmiş ve gelecek zamanın ictimâî ve
siyasî düğümlerini Peygamberler çözdü.
Hürriyete vurulan prangayı onlar kırdı. Akıl anarşisine tutulanlar ise, “çözdük” vehmiyle
gerçeğe her gün yeni düğümler attı. İdeologlara ittiba
edenler sonunda gerçek diye kaosun kucağına düştü.
Üstad, düğüm çözenlerin yani Peygamberlerin
arka safında durdu, o saftan Peygamber’i Ekber’e iktida etti:
“Sende insan ve toplum, sende temel ve bina;
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmenna” dedi.
Silsileye dahil olmak için Büyük Veli Abdulhakîm
Arvasî’ye talebe oldu. Onunla tanışınca “modern cahiliyye”ye ait herşeyi çöpe attı. Hakikatle yüzleşme67
Büyük Doğu Çağına Doğru
sinin bir ittifak değil iltihak olduğunu ifade etti: “Bir
hendeğe düşercesine kucağına düştüm gerçeğin”.
Üstad en zor bilmeceyi o gerçeğin kucağında çözdü. Gerçek mürşidi, sırtında dilediği yolu aşmaya yardımcı olan bir merkep değil, bir rehber olarak gördü.59
Üstad, Abdulhakîm Arvasî’ye intisabından sonra, “Ya hep İslâm ya hiç İslâm” dedi. Muhataplarını,
“Yeryüzünü kamil manada şifaya ulaştırıcı gerçek medeniyet olan İslâm’a60 kayıtsız şartsız teslim olmaya”
çağırdı.
İslâm’ı İslâm’la Anlamak
Büyük Doğu, İslâm’ı İslâm’la anlayıp hayata tatbik
etme projesidir. Her şey İslâm’da mevcut olduğuna
göre Onu yine Onun usûlleriyle anlamak mecburiyeti
var. Mağrur aklın müessisi felsefeden istimdatta bulunmak, hem İslâm’ı tahrif kapısını aralar hem de anlaşılmaz hâle getirir. İslâm’ın bünyesinde felsefeye yer
olmadığından hikemiyâtı, “İslâm Felsefesi” terkibiyle
ifade etmek de hatadır. Üstad’a göre felsefe; “Doğruyu
bulma değil, her defa yanlışı yakalama aletidir”.
“Her şey İslâm’dadır... İnsanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet
tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli, kaç çare
ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekûn hakikati, müsbet ve menfi haberi kısaca
Necip Fazıl, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu
Yayınları, İstanbul, s.15.
60
Necip Fazıl, Çerçeve, s.182-3.
59
68
Büyük Doğu Çağına Doğru
külli nimet ve dava İslâm’dadır. Sosyalizma ve Komünizma’nın var etmek isteyip de yok ettiği ictimâî adalet
ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâm’da. Liberalizma ve
Kapitalizma’nın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya
mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mâni ölçüler
İslâm’da. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik
sınırları ve özü İslâm’da. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalığa sarkan aşırılığını
köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâm’da... Nazizma
ve Faşizma’nın kazip rüyasını gördüğü üstün nizâm
ve ruhî müeyyidecilikteki esas İslâm’da. Batının her
sahada arayıp bulamadığı cennet İslâm’da; her sahada
içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslâm’da.”61
Üstad, “Olunmayacak her şeyle, olunacak her
şeyin kefalet ve keyfiyetinin İslâm’da” olduğu hakikatine Müslümanların ilim, sanat ve fikir zafiyeti
içerisinde olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere, halin İslâm’ın yaşanmadığından kaynaklandığını nitekim “Rönesans’tan sonraki dünyanın İslâmî
gözle görülemediğini ve güdülemediğini”62 söyleyerek cevap verir.
Güneş Yenilenmez
Problem İslâm’da olmadığından, bilakis İslâm’ın
yaşanmamasından kaynaklandığına göre çare de İslâm’ın yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü, “İslâm
61
62
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.98.
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.95.
69
Büyük Doğu Çağına Doğru
bir güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler
yenilenir.”
Batı ile Doğu arasında medcezir yaşayan Doğu’dan
vazgeçemeyen Batısız da yapamayacağına inanan ve
bu yüzden her ikisinin sentezinden yana bir tavır alan
Müslüman modernistler de Üstad’a göre mevcut halleriyle “fikir ihaneti”63 içerisindedirler.
Müslümanların muhtaç oldukları inkılâbın ruhunda derin şüpheler taşıyan modernistlerle olmayacağı,
“Allah Rasûlü’nün mukaddes ayak izleriyle açılmış
yolu bulmak”64 anlamına gelen İslâm inkılâbının ancak, “Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfûz
ehliyetinde şahsi ruh ve akıl”65 cephelerine sahip “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle gerçekleşebileceği açıktır.
Üstad, inkılâbı doğru tanımlayamayan ve bu yüzden liyakatsiz ellerden onun zuhûrunu bekleyen yığınları irşad edebilmek ve onları gerçek inkılâbın
bağlıları arasına katabilmek için, “Doğru Yolun Sapık
Kolları”nı telif etti. Kur’an-ı Kerîm’in ondört asırdır
doğru anlaşılamadığını iddia eden ve bu iddiayla Peygamber’in de Kur’an’ı anlayamadığı hezeyanında bulunan sözde tefsîrcilerin denize düşenlerin kurtulmak
için kendilerine sarıldıkları “yılanlar” olduklarını, boğulmaktan kurtulmayı bekleyen insanları, denizden
evvel zehirleriyle onların öldürdüğünü anlattı. Agâh
Necip Fazıl, a.g.e., s.159.
Necip Fazıl, a.g.e., s.112.
65
Necip Fazıl, a.g.e., s.164.
63
64
70
Büyük Doğu Çağına Doğru
olmaya davet etti.
Üstad, gerçek İslâm inkılâbını temsil etme liyakatini göremediği hareketleri, müşahhas bir şekilde teşhir
etmekten de geri durmadı. Aklı ön plana çıkaran Afgânî, Abduh, Reşîd Rıza, Muhammed Şeltût, Merağî,
Ferîd Vecdî gibi isimlerle bilinen Mısır Mektebinin
yanısıra, gelenekçi olmakla birlikte modern çizgilerin baskın olarak görüldüğü Hind Mektebini de tahlil
ve tenkit etti. Üstad’a göre bütün bu, “Başıboş ictihad
davranışlarının, her türlü reformcuların, her nevi ruh
ve mana zedeleyicilerinin doğrudan doğruya ya da
dolaylı olarak ilk muharriki İbn Teymiyye’dir”.66
Bugün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları olarak gösterilen hareketlerin misyonlarını
tamamlayamadan silinip gittikleri görülmektedir. Bu
durumda, Üstad’ın gerçek İslâm İnkılâbının onlarla
olmayacağını söylemesinin ne kadar isabetli bir tesbit
olduğu ortadadır.
Üstad’ın, İbn Teymiyye yorumunun ilmî arka plan
ve fikrî derinlikten yoksun olduğunu iddia edenler
şunu bilmeli ki, bu hüküm her şeyden önce bir terkiptir. İlmî arka planı Ehl-i Sünnet ulemâsına, fikrî tahlili
ise Üstad’a aittir.67
İbn Teymiyye, müstakil bir şahsiyet olarak ele alındığında Üstad’a ait hüküm ifrad sayılabilir. Ondan
müstakil bir şahsiyet olarak istifade edilebilir. ‘‫ُخ ْذ َما َصفَي‬
66
67
Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.108.
İbn Teymiyye tahlilleri için bk. www.ihsansenocak.com.
71
Büyük Doğu Çağına Doğru
‫ َد ْع َما كَ ُد َر‬٫/Sahîh olanı al problemli olanı bırak’” denilebilir. Fakat günümüzdeki her nevi kayıtsız/selefî hareketin doğrudan ya da dolaylı olarak İbn Teymiyye’ye
aidiyeti düşünüldüğünde hükmün makûliyeti anlaşılacaktır. Hâdisenin ideolojik yansımalarını tahlilden
mahrum olanlar ne Ona Harranlı diyen Muhammed
Zâhid Kevserî’yi anlayabilecek ne de Ona “Şeyhü’l-İslâm” diyerek kendilerini kör taklitten kurtarabilecektir.
Yeni, eskiye bağlı olduğu ölçüde muteber ve anlaşılabilirdir. Aksi bir söz ya da ameliye bütünüyle sahibine aittir. Bu tür ameliyeleri İslâm’la ilişkilendirip,
“İslâmî çağdaşlaşma” gibi terkipler adı altında ifade
etmek dini tahriftir. İslâm, İslâm’dır ve her şey en saf
şekliyle sadece ondadır.
Üstad, “‫و اعبدوا الله‬/Allah Teâlâ’ya ibadet edin” buyruğuna muhatap olan müminleri, “Seyr-i ilallah’a/Allah’a doğru yürüyüş”e davet etti:
Seni aramam için beni uzağa attın!
Âlemi benim, beni kendin için yarattın!68
***
68
Necip Fazıl, Çile, s.42.
72
Büyük Doğu Çağına Doğru
BİR DAVA ATLASI ve DÜŞÜNCE SİSTEMİ
OLARAK BÜYÜK DOĞU
Ü
stad hakikati arayışta aklı, insanı tevhide
kavuşturan bir köprü olarak görür. Ne
“dogmada” olduğu gibi aklın önemini
inkar eder ne de felsefede olduğu gibi ona mutlak anlamda itaat eder. İslâm’ın yol verdiği ölçüde akla, “Bu
iş ne seninle ne de sensiz olur’ der.
Üstad, arayışı perdeleyen, zaman zaman da kulu
bütünüyle arayıştan alıkoyan dünya zevklerini, eşyayı
değerlendirmede en sahici kıymet ölçüsü olan ölümü
anarak aşar:
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akçe ne ise onu biriktir.69
Batı’nın Kıymet Ölçüsü
Batı ile İslâm arasında ilimde, fikirde ve sanatta
69
Necip Fazıl, a.g.e., s.139.
73
Büyük Doğu Çağına Doğru
ittisali imkansız bir kopukluk vardır. Batı, batı; İslâm’da İslâm’dır. Nitekim kitle imha silahlarını icad
etmek Batı nazarında bilim; İslâm’da ise tesebbüben
katliam suçudur. Hâdisenin bu boyutuna dikkat çeken Üstad, sığ bir nazarla, “Batı’nın ilmini ve fennini
alalım; kültüründen uzak duralım” diyenlere karşı
çıkar, Ulu hocalar gibi bilgiyi, “memdûh/övülen” ve
“mezmûm/yerilen” olmak üzere ikiye ayırır. Batı’nın
maslahat ve menfaati için kullandığı bilginin ancak
“öz-posa” ayırımına tabi tutulduktan sonra meşru
olabileceğini söyler.
Üstad, Tanzimat’tan sonra hayranlıkla izlenen
Batı’yı, “muzdar” konumunda olan birinin ancak
ölmeyecek kadar yiyebileceği domuz eti hükmünde
görür. Ona göre Batı’dan ya zaruret durumunda ya
da en doğruyu en yanlışla kıyas etme noktasında istifade edilebilir. Ruhsatı doğuran nedenler ortadan
kalkınca da tekrar azimete dönülür.
Üstad, Batı’da ilim ve kültür faaliyetleri için bulunanları, zeki ve kurnazlığı ile temâyüz eden Prometheous’un gökten ateşi çalıp aydınlanmaları için
insanlara vermesine benzetir. Ona göre, ilim için
Batıya gidenler Prometheous’un zeka ve aceleciliğini
dikkate alan “ulvi bilgi casusları” gibi olmalıdır.
Medeniyet Savaşçıları
Büyük Doğu, şiir, tiyatro, sosyoloji, felsefe, tasavvuf, ilmihal,... gibi hayatın hemen her şubesinde hem
74
Büyük Doğu Çağına Doğru
fikir, hem de hareket olarak vardır.
Üstad, “Allah” demenin yasak olduğu bir devirde
İslâm Nizâmı’na sözcülük yapan, Başyücelik Tasavvuruyla da O Nizâm’ın müesses yapısını güncelleyen
fikir ve hareket adamıdır. “Davayı temellendirici baş
eseri” olarak gördüğü İdeolocya Örgüsü başta olmak
üzere diğer bütün kitap ve yazıları, Ehl-i Sünnet akidesine bağlı aksiyoner medeniyet savaşçılarının yetişmesi, onların eşya ve hâdiseleri İslâmî nazarla görmeleri için kaleme almıştır.
Üstad’ın Büyük Doğu davasına varis olarak gördüğü Medeniyet savaşçılarının hareket alanı ise Anadolu
merkezli bütün bir yeryüzüdür: “Her türlü mekan ve
mıntıka hasisliğinden mücerred ve münezzeh hakikat, mutlaka her yeri kaplayacaktır.”70
Büyük Doğu’nun Etkisi
Felsefe ve akıl zaman zaman küstahlaşarak İslâm’ı
susturma iddiasında bulunmuştur. Fakat her defasında ulemâ, aklın silahlarını kullanarak onu tabii sınırları içerisinde kalmaya mecbur etmiştir. Üstad da, yirminci asrın şımarık aklını kendi silahlarıyla mağlup
edip ona ağır darbeler indirmiştir.
Cumhuriyet’le birlikte İslâm’ın ilim, fikir ve sanat
vadileri bütünüyle kapatıldığında Üstad fikir ve sanat
vadilerini, ilim vadisinin de koordinatlarını hatırlatacak şekilde yeniden açtı. Fikrî kıymet ölçülerine, İs70
Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.13.
75
Büyük Doğu Çağına Doğru
lâmîlik ayarı yaptı.
Direk ya da dolaylı olarak İslâm’ın yetersizliğinden
bahisle yeni arayışlar içerisine girenlere, yanlış yerlerdeki tecessüslerinin onları “hakikat”ten ebediyyen
mahrum bırakacağını söyledi.
Üstad teşkilatı olmadığı halde, bir teşkilat çatısı altında hizmet eden cemaatlerden daha etkiliydi. Farklı
meşreblere aidiyeti olan bütün mukaddesatçı gençliği
kucakladı. O ümmetin -nev’i şahsına münhasır- hem
mütefekkiri hem de mürşidiydi.
Büyük Doğu, Müslüman Türk’ün olduğu kadar
Müslüman Kürd’ün de davasıydı. Üstad, bir ırkın
üstünlüğüne dayalı her söylemin merdud olduğunu,
“Ne Mutlu Müslümanım Diyene” cümlesiyle ifade
etti. Bu cümleyi de Büyük Doğu davasının hülâsası
olarak kıymetlendirdi.71
Ümmetle buluştuğu noktayı ifade sadedinde ise
şunları söyledi: “Ülkücüsü, Akıncısı, Mücadelecisi,
Nurcusu, Süleymancısı, MTTB’lisi, filanı, falanı diye
hiçbir tefrike yer vermeksizin bildireyim ki, Allah ve
Sevgilisi’ne hüvesine bağlı her genç hangi çevredense
o çevrenin yanlış ve doğrularını gösterici nurdan, alnında bir pertev taşıyor demektir ve başımın tacıdır.”72
Üstad, bütün davası birkaç ekmek daha fazla kazanmak olan Müslümanlar gürûhuna karşı, “Kim var
diye seslenildiğinde sağına ve soluna bakmadan fert
71
72
Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, s.147.
Necip Fazıl, Rapor 5-6, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.84.
76
Büyük Doğu Çağına Doğru
fert ben varım cevabını veren” ve davası için “Anadan,yardan geçen” bir nesil yetiştirdi.
Büyük Doğu, çağdaş ideolojilerin genişleme alanını daralttığı gibi İslâm içerisinde tasarlanan modernizm mezhebinin de zaaflarını tesbit edip, onları sorguladı ve marjinalleştirdi.
Büyük Doğu’dan “Diriliş” gibi bir büyük düşünce sistemi çıkabildi fakat o aynı etkiyi İslâmî ilimler
alanında gösteremedi. “Düşünemediğimizi düşünmedikçe, düşünebilmekten uzak yaşayacağız” hükmü
gerçek oldu ve Büyük Doğu asıl olması gereken alanın
dışında sanat ve fikir sahasında varlığını sürdürdü.
Büyük Doğu’nun muhit bir nazarla kuşatılamaması ve ona varis olduğunu zannedenlerin gerçekte
başka şeyleri ”temellük” etmesi, onun fikrî manada
güncellenmesine de engel oldu.
Devletinin bir eyaletinin sınırlarına tekâbül eden
küçücük bir coğrafyaya hapsedilen bir millete, coğrafî
sınırlarının İspanya’dan Hindistan’a, ilmî ve fikrî hududunun ise ezelden ebede kadar uzandığını söyleyen
Büyük Doğu, neyin, nerede, niçin ve nasıl olması gerektiğini gösteren hem devâsa bir dava atlası hem de
bir düşünce ve hareket sistemidir.
Amerikan-İngiliz çevrelerin ancak kırıntı fikir
îmal edebilmesi, yalanlar üzerine kurulan emperyalist çağın kapanmaya yüz tuttuğu anlamına gelir. Eşya
boşluk kabul etmez. Dünya yeni bir devre hazırlanıyor. İslâm’ın saf haliyle eşya ve hâdiseye hakim olması
77
Büyük Doğu Çağına Doğru
demek olan Büyük Doğu’nun hayata tatbik vakti gelmiştir. Hz. Musa’yı Firavun’a yalnız başına göndermenin -haşa- stratejik bir hata ya da hayalperestlik olmadığını kabul eden “aydınlar heyeti” zahmet buyurup
fildişi kulelerinden iner -ellerini değil- bedenlerini de
taşın altına koyarsa Büyük Doğu Çağı’nın şafak evresinde olduğunu göreceklerdir. Muvaffakiyet Allah
Teâlâ’dandır.
***
78
Büyük Doğu Çağına Doğru
HA TÜFEĞİ OLMAYAN ASKER,
HA ÖFKESİ OLMAYAN FİKİR
İ
slâmî tefekkürün bir tahliye/tezkiye, bir de
inşa boyutu vardır. Tahliye, inşa kadar önemlidir. Çünkü tahliye olmadan inşaya başlamak
senteze yol açar. Bunun için Peygamberler muhataplarını tevhide, tahliye ile çağırırlar. Şirksiz ve şeksiz
bir imanın şartı tahliyedir. Üstad da, Büyük Doğu’yu
inşa ederken önce zihinleri, “bilim ve ideoloji zırhı”
içinde korunan hurafelerden, yalan tarihten ve sahte
kahramanlardan temizledi.
İdeoloji ve hurafe merkezleri ise her devirde “tahliye” harekatına sert karşılık verdi. Mekke müşriklerini
de asıl rahatsız eden İslâm’ın kuşatıcı tahliye operasyonu olan “lâ ilâhe illallah/Allah’tan başka hiçbir ilah
yoktur” ifadesiydi. İslâm, “ilah tahliyesi”ni her şeyi
79
Büyük Doğu Çağına Doğru
yok sayma edatı olan, cinsini nefyeden “lâ” ile duyurdu. “Lâ” Allah Teâlâ’dan başka her şeyin hükümsüz olduğunu ilan etti. Çünkü “ lâ” da hem inkar, hem nefret, hem ayrışma, hem de öfke vardır. Allah Rasûlü ,
muhataplarını mustakim olmaya, ideolojik saldırılara
karşı fikir öfkesi taşımaya, yanlışı kesin bir dille reddetmeye davet etti.
Hesaplaşma
Üstad’ın küfre karşı öfke dilini kullanması, kelime-i
tevhidin birinci faslı olan ‘lâ ilahe’den doğdu. Vurguları ise misafir olarak kabul ettiği insanlar tarafından
evi işgal edilen bir mağdurun isyan dilidir. Bu vurgu
şiirine de, nesrine de hakimdir.
Üstad, resmi tarihle ve yaşadığı zamanla hesaplaştı.
İslâm’ı yok sayıp Türkleri Orta Asya’daki müşrik yapıya bağlamak isteyen seçkinler sınıfıyla hesaplaştı.
Cumhuriyet aydınlarının “Kızıl Sultan” nitelemesine
karşı Abdülhamid: “Ulu Hakan” kitabını yazarak şahıslarla, “Sosyalizm” kitabıyla ideolojilerle, “Son Devrin Mazlumları” kitabıyla rejimle hesaplaştı. Sakarya
Türküsü ise, “bir hesaplaşma manifestosudur”.
Üstad, saf aşk ve berrak vecdden yoksun İslâmî ruh
ve ideolocyayı şahsî keyif ve tefsîrlere kurban eden,
onu ölü kalıplarda donduran ham ve kaba softa tipiyle
de hesaplaştı. İslâm’ı çağa uyduran modernizme de,
onu donduran softaya da karşıdır. Kuruyan tefekkür
mecrasını hesaplaşarak açtı. Bütün bunları yaparken
80
Büyük Doğu Çağına Doğru
öfkeden de istifade etti. Onda öfke, muhalif unsurları
nefy, muvahhid güçleri ise dirilişe teşvik eden muharrik güçtür. Bu yüzden Ona göre insanla hayvan arasındaki esas farklardan birisi fikir öfkesidir: “İnsan
başını fare kafasından ayıran tek hâsse, bence fikir
öfkesidir. Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan
fikir!”
Fikir, öfkeyle yoğrulduğunda kararlılık ifade eder.
Muhkem olur. Ne tevil ne de nesh kabul eder. Muhatap, sentez yollarının bütünüyle kapandığını anlar.
Üstad’a göre “fikir öfkesi”, fikri bi’l-kuvve olmaktan, bi’l-fiil hâle getirir: “Kollarımız, kuvveti nasıl sinir cümlemizde bulursa, herhangi bir dünya görüşü
de, sinir cümlesini fikir öfkesinde ele geçirir. Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabî cihazı, manivelâsı, icra
müessiridir. Zihin onun sayesinde dinamizme kavuşur, yıldırımlaşır, kudrete erer, cansız bir ölçü kalıbı
olmaktan kurtulur. Tek kelimeyle fikir öfkesi, kıymet
hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı... Onsuz fikir,
duvarda veya sandıkta, evde veya dükkânda, kalabalıkta veya tenhada, ikide bir ötmekten başka hikmeti
olmayan aptal bir guguklu saattir. Fakat öfkesiz fikir
ne kadar acıklı bir manzaraysa, fikirsiz öfke de o nisbette merhamete lâyık bir levhadır. Ruhî teessürlerini
herhangi bir görüş sistemine irca edemeden, rasgele
bağıran-çağıran, kıran-döken, tepinen-dövünen bünyelere, haklı olarak hasta der geçeriz.
Harikulâde muvazene, öfkesiz fikirle fikirsiz öfke81
Büyük Doğu Çağına Doğru
nin arasında yerini bulan, müşterek bir akıl ve sinir
nakliyetindedir”73
Muhalif Dil
Üstad, bir taraftan inşada bulundu diğer taraftan
ise öfke ve hicivle muhalif bir dil geliştirdi. Bilim zırhı altında saklanan inkarı tarumar etti, mütekebbire
haddini bildirdi. Bilimi hurafeleştiren, “bilim” adına
atılan her adımı inkarın delili olarak sunan materyalistler aya ayak basmayı da bu bağlamda değerlendirmişlerdi. Hatta Rus astronot Gagarin, “Fezada Allah
diye bir şey yok” diye bir açıklama yapmıştı. Üstad da,
“Feza Pilotu” şiirinde onun ideolojik körlüğünü derin
bir öfke sağanağı altında tahlil ederek reddetti. Kâinatı kaplayan nâmütenahi delili göremeyen astronutu,
“Başında çelik külah, sırtında plastik gocuk olan ve
bir odun parçasına at diye binen çocuğa benzetti.” Büyük bir başarıya imza atmanın mağruriyeti içerisinde
olan astronota, gittiği ayın fezadaki milyarlarca ışık,
yol ve mesafeye kıyasla dünyaya bir karış mesafede
olduğunu hatırlattı. Onu, kavanozun içinde iken kendini okyanusta zanneden balığa benzetti.
Her nevi bilimsel adımı, inkarın delili olarak gören
ve büyük bir mağruriyet içerisinde Müslüman inancıyla alay eden astronota öyle bir soru sordu ki, ona
ilahi takdire teslim olmaktan başka çaresi olmayan bir
kul olduğunu riyâzî bir kesinlikle hatırlattı:
73
Necip Fazıl, Hücum ve Polemik.
82
Büyük Doğu Çağına Doğru
Yirminci asrın ablak yüzlü pilotu!
Buldun mu ay yüzünde ölüme çare otu?74
Üstad, “tahliye eden” öfke dilinden dolayı defalarca
yargısız infazlara muhatap oldu. Toplamda üç yıl sekiz ay hapis yattı. Karakol, mahkeme, hapishane gündeminden hiç düşmedi. Adaleti tesis ve tevzi etmeye
memur heyetten herkes için olması gereken adaletin
onun için de tahakkukunu istedi: “Eğer kanun bir tansiyon aleti gibi yalnız gördüğünü kaydeden, hatır ve
gönül dinlemeyen, bir çöpçü ile hükümet reisini bir
tutan ulvi terazi ise bu terazinin üzerinde sıfır noktasını geçecek bir sıkletimiz yok.”
Vasiyyet
Üstad, vasiyyetinde de öfke ve muhabbete dikkat
çekti; her ikisinin de muhataplarını tayin etti: “Allah’ı,
Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele
düşmanlarını! Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki Kutub üzerinde toplayınız.”
Büyük Doğu’nun muhatap ve karşıtları üzerinde
fevkalade müessir olmasının arkasında Üstad’ın söyleme tarzının ya da nasıl söylediğinin payı büyüktür.
***
74
Necip Fazıl, Çile, s.410.
83
Büyük Doğu Çağına Doğru
BÜYÜK DOĞU DAVASI’NIN HÜLÂSASI:
“NE MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE!”
B
üyük Doğu’yu İslâmiyet’in emir subaylığı
olarak tarif eden Üstad Necip Fazıl, her
dönemde farklı cephelerin yönettiği itibarsızlaştırma harekatına maruz kalmış fakat Allah
Teâlâ’nın inâyetiyle hiçbir güç Onun İslâmiyet’e yol
açma ameliyesine engel olamamıştır.
Üstad’ın Hakkarî’den Edirne’ye kadar bütün bir
Anadolu’yu ihyaya talip olan nesle Hamurkâr olacağını fark eden küfür yobazları, Onun çöpe attığı ve
miras olarak da köpeklere bıraktığı Eski Necip Fazıl’ı
diriltmeye çalışmış, aynı argümanlarla yeni cepheler
açmışlardır. O Eski Necip Fazıl’dan olduğu gibi, başka sentezleri tahrik edecek Türk-İslâm sentezi görüşünden de uzaktır. Üstad’a göre “belli oranda İslâm’ın
84
Büyük Doğu Çağına Doğru
payını muhafaza etmekle beraber ağırlık merkezinin
Türklük’te aranması” , yani Türk-İslâm sentezi yanlıştır. Çünkü, “İslâm ne pay verir, ne pay alır; topyekûn
‘hepi’ ister ve onu bulamadığı yerde ‘hiç’e talip olur.”75
İslâm yekpâredir ve hiçbir ideoloji ile sentez kabul
etmez. Bu yüzdendir ki Üstad, Türk-İslâm, Arap-İslâm sentezi gibi ifadeleri reddeder: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman gibi muvazaacı
bir tekerlemenin belirttiği madde ve posa Türkçülüğüne inananlar iyice bilmelidirler ki ‘Tanrı Dağ’ı
bir put ismidir, ‘Hira’ ise Kainatın Efendisi’ne vahyin
nâzil olduğu sadece bir mekan adıdır ve zıt manalar
asla birleşmez. Müslüman hiçbir dağa ilahi hüviyet
biçemez, sadece layık olanını mübarek bilir; Allah’ı
tevhidden ve bu tevhid potasında her alakanın eriyip
gittiğini takdirden gayri vazife tanımaz.”76
Üstad milliyetçiliği müşahhas bir şekilde kıymetlendirirken de şöyle der: “Bir gün evime Kenyalı, kuzguni siyah bir zenci gelmişti. Odama girerken beni
Müslümanca selamladı ve benimle hem de ecnebî bir
lisanı vasıta ederek dertleşmeye başladı. Birkaç saat
içinde bu zenciye o kadar ısınmıştım ki, siyah kehribar yüzünü bile bembeyaz görmeye başlamıştım. Düşünmüştüm ki, şimdi bu zenci Romanyalı Hristiyan
bir Gagavuz Türkü olsaydı, her türlü ırkî ve uzvî eşlik
içinde acaba bana ne kadar yabancı görünecekti?” O
75
76
Necip Fazıl, Rapor 4, s.78.
Necip Fazıl, a.g.e., s.78.
85
Büyük Doğu Çağına Doğru
halde milliyetçiliği ırkî ayniyette değil “ruhî muhtevâ
eşliğinde görmek gerekir.”77 Bu yüzdendir ki Üstad,
Ziya Gökalp’in hareketini “Türk’ün İslâm’dan önceki
hayatını azizleştirmek ve İslâm’ın yerine Türkçülüğü
koymak”78 olarak değerlendirir ve reddeder.
Üstad’a göre Türk’ün İslâm’sız hayatının hiçbir kıymeti yoktur. Buna bir kıymet takdir edenlerle durduğu yerin aynı olamayacağını da kesin bir dille ifade
etmiştir. Nitekim kendisine İslâm’la ilişkisinin hangi
düzeyde olduğunu sorduğu Türkçü Nihal Atsız’la arasında şöyle bir konuşma geçer;
Atsız: “İslâm’a Türk’ün dini olduğundan dolayı saygı gösteriyorum.”
Üstad: “Peki ya Türk’ün dini Şamanizm olsa ne yapardınız?”
Atsız: “Bu durumda Şamanizm’e saygı gösterirdim.”
Cevap karşısında hayretini gizlemeyen Üstad, bu
tür bir telakkinin tereddütsüz küfür olduğunu söyler.
Üstad, “Milletlerarası İslâm Talebe Teşekkülleri
III. Genel Konferansında” (1975) İslâm Dünyasından iştirak eden alim ve münevverler topluluğunun huzurunda akdettiği “Beklenen Zuhûr” başlıklı
konferansında şunları söyler: “Irkçılık ve kavimcilik
mevzuunda bir suale hedef tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırk ve kavim vakıasını,
77
78
Necip Fazıl, Çerçeve 3, s.207-208.
Necip Fazıl, Çerçeve 4, s.114.
86
Büyük Doğu Çağına Doğru
merkezindeki mukaddes varlık zaviyesinden (Allah
Rasûlü ) Arap’ta bulduğumu söylerim. Ama bugünkü Arap değil, dünkü Arap...”79
Mücadele hayatını ittihâd-ı İslâm üzerine bina
eden Üstad’ın Türk-İslâm sentezini savunan bir hareketin içerisinde teşehhüt miktarı da olsa yer alması nasıl ifade edilmelidir, diye sorulursa hâdise yine
Onun beyanıyla şöyle izah edilir: “Ruhun fikrî kuvvetinden ziyade adale ve hareket gücüne bağlı bir gençlik” içerisinde yer almam bir takım hissi olaylardan
kaynaklanmıştır.80
Üstad’ın milliyetçiliği red davasını Ona ait beylik
bir cümle ile noktalamak gerekirse şu söylenebilir,
“Bütün davamızın hülâsası: ‘Ne mutlu Müslümanım
diyenedir’.81
***
Necip Fazıl, Hitabeler, s.257.
İfade’de tasarruf yapılmıştır. Bk. Kısakürek, Çerçeve 4, s.155.
81
Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, s.252.
79
80
87
Büyük Doğu Çağına Doğru
KâİNAT’IN SAHİBİ’NİN öNÜNDE DİZE
GELİŞ HâLİ: NAMAZ ve NECİP FAZIL
İ
slâm’la küfrün, fikir fikire, göğüs göğüse savaştığı Anadolu’da, millet varoluş savaşını
kaybedince devrimbazlar mukaddesatımızı
ateş gibi yaktı, sel gibi boğdu. Yüreklere bir umut, bir
moral aşılayacak “maneviyat insanları” ya asıldı ya da
asılmaktan daha beter bir hayata mahkum edildi. Üstad Necip Fazıl böyle bir zamanda zuhûr edip, Müslümanlar yenilse de, İslâm yenilmeyecek, dedi. Milletinin selameti için kıyama kalkan, darağaçlarının ve
tabutlukların ürkütemediği bir “nezîr-i üryân”dı:
İn-cin uykuda yalnız iki yoldaş uyanık
Biri benim biri de serseri kaldırımlar…
Diz Çök Ey Zorlu Nefis!
En büyük düşmanı olan nefsini Abdulhakîm Ar88
Büyük Doğu Çağına Doğru
vasî gibi bir büyük velinin duası ve himmetiyle, “Diz
çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diye sarstıktan
sonra kendini keşfeden, umudunu yitiren millet evlatlarına dönüp, “Yollar ki Allah’a çıkar bendedir” diyen
bir hareket ve dava adamıdır Üstad. İçinde hoca olan
her evin gözlem altında tutulduğu, bu yüzden maneviyat önderlerinin insanlarla her defasında farklı yerlerde görüşmek zorunda kaldığı bir zamanda “Allah’a
isyan olan yerde kula itaat edilmez.” hadisini Büyük
Doğu’da kapak yaptı.
Her nevi fikrî ve amelî nailiyetleri “çağdaş yobazlar” tarafından “mazinin masalları” olarak görülse
de O, Allah Rasûlü’nün durduğu yeri işaret ederek, “İşte iz geliniz” demekten usanmadı. Kürsüsünü İslâm’ın metrûk fikir ve ilim saraylarının önünde
kurdu. Orada, “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz
sokak.” dedi. Aşk ve heyecanını yitiren Müslümanlara, İskambil kağıtları, kumarbaz talimatı ve sarhoş
kusmuğundan ibaret olan çağdaş yobazlığın, Hakk’ın
hakim olduğu gün hükümsüz olacağını ilan etti:
Bekleyin görecektir duranlar yürüyeni
Sabredin gelecektir eskimez pörsümez yeni
Karayel bir kıvılcım simsiyah oldu ocak
Gün doğmakta anneler ne zaman doğuracak.
Farklı şahıs ve vesileler kullanılarak yapılan İslâm’a
ihanet tekliflerini hiç tereddüt etmeden reddetti:
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın bilemem, kaçtır hava parası?
89
Büyük Doğu Çağına Doğru
Acemi terzi elinden çıkmış pantolonla şehre inen
Müslüman gençlere, “Dokuz köyden kovulmuş dokuz
köyün sahibi” sizsiniz diyerek irade ve izzet aşısı yaptı.
Allah Rasûlü’ne hakaret etmenin sanat adamı
olabilmenin ölçüsü kabul edildiği bir zamanda “hakikati arama sürecinde” ideolojilerin hiç bir kıymet ifade etmeyeceğini söyledi: “Yol Onun varlık onun gerisi
hep angarya”.
Üçüncü sınıf muharrir ve şâirlerin, Batı’nın lokomotifine bağlanmayı terakkinin yegâne yolu;
Çankaya’yı da Mekke’ye alternatif olarak gördüğü
bir zamanda tepkisini sadece çocuğunu okula göndermeyerek gösteren Anadolu insanına, “Bunların
istediği de bu, çocuklarınızın okumalarına müsaade
ediniz, Hz. İbrahim’i (a.s.) yakmayan Allah Teâlâ onları da koruyacaktır. Dayanın, yalan çağının sonuna
geldik” dedi:
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es.
Fikir çilesini her nevi ızdıraptan daha âli gördü. Rahminde cemiyetin “Doğum sancısıydı” O.
Bu mesuliyetin idraki içerisinde başı, “Milyonlarca
ayağın altında kalsa da” cüce sanatkârlığa “paydos”
demekten ve “semavî ülkelere” kanatlanmaktan vazgeçmedi. Van’dan Edirne’ye kadar bütün Anadolu’ya
umut oldu. Onun konuştuğu ya da Büyük Doğu’nun
okunduğu yerlerde İslâm yeşerdi, filizlendi, büyüdü
ağaç oldu.
90
Büyük Doğu Çağına Doğru
Ver Cüceye Onun Olsun Şâirlik
Çuvallara doldurulan Kur’an-ı Kerîmler üzerine
çıkıp da millete tehditler savuran devrimbazlara öfkesini sadece buğz ederek gösterenlere, “Sevinin başlar
yüksekte” diyen de o idi. “İslâm’ın terakkiye mâni bir
din olduğu” iddiasının okul kitaplarına kadar girdiği,
İslâm’ın sanat ve fikir adamı yetiştirmekten ebediyen
mahrum olduğunun millet evlatlarına aşılandığı günlerde: “Ver cüceye Onun olsun şâirlik” dedi. Şiirin de
şâirin de Allah Rasûlü’ne itaatle bir mana kazanacağını söyledi.
Üstad’a göre her şey gibi şiir de İslâm’ın emrinde
olması durumunda şiirdir.
Şiir, “Kainatın Efendisi’ni , Allah’ın Sevgilisini
sezmeye doğru hususî ve ileri bir istidât” halidir. Ona
göre, şuurdan İslâm’ı tebliğ kalıbına dökülen şiirle; hevadan hevese boşalan şiiri birbirinden, “üstün idrak
müessesi olarak Kainatın Efendiliği makamının eşiğinde dize gelmek” ayırır.
Mukaddes Eşiğin Süpürücüsü
Küfür cephesi sözcüleri gibi kimi Müslümanlar tarafından da “benine” mağlup bir adam olmakla itham
edilen Necip Fazıl’da fikrî ve amelî hasıla o derece İslâm’a aittir ki, Üstad müktesebatını “mukaddes eşiğin
süpürgesi”, kendisini de, “O’nun ümmetlik liyakatinin
en alçak ferdi, o mukaddes eşiğin süpürücüsü” olarak
görür. “Çile”nin mukaddimesinde, “kendimi böylece
91
Büyük Doğu Çağına Doğru
takdim ederim.” der.
Ben de bir şeyler yapayım dercesine “Ashâb-ı
Kehf ” in mağarası önünde bekleyen Kıtmîr’e özenir
ve kendini, Allah Rasûlü’nden Altın Silsilenin Nurdan Heykelleri vasıtasıyla tevarüs eden İslâm davasının azat kabul etmez kölesi olarak addeder:
Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!’’
Bastığınız yeri taş taş öpeyim;
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben....’’
Kıymet terazisinde Müslümanla kafir arasındaki
farkı resmederken;
Ellerime uzanan dudakları tepeyim
Allah diyen gel seni ayağından öpeyim” der.
İthamlar
Ne var ki Hakk’a kullukla, Batıl’a kölelik arasındaki kalın çizgiyi idrak etmekten mahrum olanlar,
Üstad’ın “ben” merkezli bir dünya kurduğunu iddia
ederek aslında onun dünyasına ne kadar yabancı olduklarını ilan ettikleri gibi, Kur’anî esaslardan da ne
kadar uzak olduklarını izhar etmiş oldular. Kur’an-ı
Kerîm’in, İzzetin Allah’a, Rasûlü’ne ve topyekün müminlere ait olduğunu, fakat münafıkların bunu idrakten mahrum olduğunu bildiren ikazından nasipsiz
olan bu “büyük muharrirler gürûhu”, Üstad’ın küfür
yobazları için söylediği ifadelerini umuma şamil gibi
92
Büyük Doğu Çağına Doğru
görmekte ve göstermektedir. Eşya ve hâdiseyi değerlendirmede “Muktezâ-i hâl”in ne derece öneme sahip
olduğunu kavrayamayan bu gürûh, Kur’an-ı Kerîm’in
gerek keyfiyet gerekse de kemiyet itibariyle bir müslümanın kafirlere denk olmayacağı, yirmi sebatkar
müminin iki yüz kafire ya da hafifletilmiş haliyle yüz
müslümanın ikiyüz müşriğe galib olacağını82 beyan
eden hakikatinden de habersiz olduklarını ifşa ettiler.
Remel Yürüyüşü
İslâm’dan habersiz muharrirler taifesi, İslâm’ın sürgün olduğu yıllarda Allah’ın ümmete verdiği izzetin
Necip Fazıl’da tekrar tezahür etmesini kibir olarak algıladı. İslâm’ı küfür yobazlarının görmek istediği şekil ve sûretlere mahkum eden bu taife, Üstad’ı kibrin
merkezine oturtarak namazın da, haccın da şekillerinde saklı olan manayı idrakten uzak olduklarını ele
vermiş oldu. Sonrasında “sa’y” olan her tavafta pazularını göstererek “remel” yapan Müslüman erkekler;
Allah Rasûlü’nün ve Ashâbının çevredeki dağlardan
onları izleyen müşriklere karşı haşmetli yürüyüşlerini
tekrar ederek küresel güçlere ve işbirlikçilerine karşı
nasıl durmaları gerektiğini öğrenirler. Üstad’ın hali,
Allah Rasûlü’nün “remel” yürüyüşünün ne olduğunun ve Müslüman hayatında nasıl tezahür etmesi
gerektiğinin resmidir.
Namazdaki secde ile zalim bir sultanın meclisinde
82
Enfâl: 65-66.
93
Büyük Doğu Çağına Doğru
eğilmek arasında geceyle gündüz kadar fark vardır.
Biri ubudiyetin, diğeri ise kula kulluğun ifadesidir.
Biri tevhidin, diğeri ise şirkin remzidir. Mağrur bir
kafirin yanında tevazu “zillet”, ayak ayak üstüne atmak ya da misliyle mukabelede bulunmak ise vakardır. Aynı duruşu müslüman meclisinde izhar etmek
ise “kibirdir.”
Üstad, İslâm’ın Camî’ye, Müslümanlığın ise hamallara mahsus olduğunun tescil edilmeye çalışıldığı bir
zamanda İslâm’ın ne olduğunu ve nasıl anlaşılması
gerektiğini anlatma vazifesini de üstlenmişti. Bu yüzden Müslümanlara karşı ne kadar “mütevazi” olduysa;
uygarlığa ve onun işçilerine karşı da o kadar vakarlı
durdu.
Devrimbazların İslâm’ı, iman, ibadet ve ahlak dini
olarak tanımladığı günlerde -bedel ödemeyi göze alarak- onun bir “hayat nizâmı” olduğunu açıkça beyan
etti. İdeolocya Örgüsünü bu çerçevede yazdı. “Dini
neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek”, “rejime
itaatsizliğe teşvik etmek” gibi suçlamalarla defalarca
dergisi kapatıldı. “Milleti kanlı ihtilale teşvik etmek,
padişahlık propagandası yapmak” gibi ithamlarla yargılandı. Bütün bunlarda ne kadar samimi olduğunu
on defa hapse girerek gösterdi. Vefat ettiğinde de Sultan Vahidüddin kitabında Mustafa Kemal’e hakaretten 1,5 yıl hapse mahkum olmuş ancak hastalığı sebebiyle ceza 8 ay ertelenmiş, Üstad da bu süreçte vefat
etmişti. Böyle bir mahkumiyetle Rabbi’nin huzuruna
94
Büyük Doğu Çağına Doğru
giden Üstad, zindana girerken ne söylediyse, içeride
de, dışarıda da aynı şeyleri tekrar ederek hakikate tercüman oldu. Hem zulme karşı olan duruşuyla isyan
ahlakının ne olduğunu öğretti, hem de İslâm’ın çağa
nasıl tatbik edileceğine dair esasları belirledi.
Hiçbir Anestezi Namaz Gibi Dış Alakayı Kesemez
Üstad, Müslüman gençlerin ihtiyâç hissettiği her
alanda yazdı. Makalelerinin önemli bir bölümünü ya
otel odalarında ya da konferans için gittiği bir Anadolu şehrinin posta merkezinden dergi idarehanesini
arayarak imla yoluyla kaleme aldı.
Allah’a adanmış hayatında nefsine yenik düştüğü
anlar da oldu. Her beşer gibi hatalar da yaptı. Çareyi
namazda aradı, ona sığındı:
Namaz sancıma ilaç, yanık yerime merhem
Onsuz, ebedi hayat benim olsa istemem.
Büyük buluşmaya tanık olan seccadesiyle teselli
oldu:
Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!
Zindanda derin bir vecd halinde kıldığı namazları -onun ifadesiyle- sanki “göz yaşı tarlası” sûretindedir: “...Hele namaz kılarken ne müthiş bir tarla
haline gelmiştim. Uçsuz bucaksız gözyaşı tarlası.”83
Necip Fazıl, Cinnet Mustatili, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,
s.236.
83
95
Büyük Doğu Çağına Doğru
Allah Rasûlü’nün İmrân b. Husayn’ın şahsında
bütün ümmetine söylediği “Namazı ayakta kıl, güç
yetiremezsen oturarak, buna da güç yetiremezsen
yan tarafın üzerine olduğun halde kıl, ama mutlaka kıl” buyruğu, kalın çizgilerle namazın ne derece
önemli olduğunu tayin eder. İmam Şafii ve Hanefilerden Züfer, namaz-hastalık münasebetini daha
farklı bir bağlamda tahlil eder ve “Kaşlarınla, olmadı
gözlerinle, o da olmazsa kalbinle ima ederek kıl” der.
Üstad da bütün bu hakikatlerden hareketle namazın,
“İnsanda şuur kaldıkça hiçbir sûrette bırakılamayacağı ve son nefese kadar her yerde ve her vaziyette
kılınacağını” söyledi. Namazda yaşadığı vecd halini;
“Hiçbir anestezi vasıtası namaz gibi müminin dış
alakasını iptal edemez” diyerek ifade etti.84
Hanımının Namaz Şehadeti
Üstad, namazla o kadar alakalıdır ki Allah Rasûlü’nün , “Bana bütün yeryüzü mescid ve temizleyici
kılındı” hadisini esas alarak bazen bir mağazayı, bazen de bir hapishane koğuşunu musalla olarak görmüş, vakit girince, durup namazını kılmıştır. Yıllar
önce, “Beyaz Saray’da/Kitapçılar çarşısında karşılaştığım bir ihtiyar şöyle demişti: ‘Yazıhaneme Nurettin
Topçu da, Üstad Necip Fazıl da gelirdi. Topçu arkaya
bir yere geçer namazını eda eder, giderdi. Üstad ise
içeri girer, ‘Osman! Ser şuraya seccadeyi’ der, milletin
Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yayınları,
İstanbul, s.97-8.
84
96
Büyük Doğu Çağına Doğru
ortasında namaza dururdu.”
Kişinin ev hayatını en iyi eşinin bileceğini nazara
alarak şunu söyleyebiliriz ki Üstad en geç 1944 yılından itibaren beş vakit namazını kılmıştır. Zira Hasan
Ali Yücel eşi Neslihan Kısakürek’e iki elini tekbir getirir gibi kulaklarına kaldırarak:
“Namaz da kılıyor mu?” diye sorduğunda, “Evet,
beş vakit namazını kılıyor”85 cevabını almıştır.
Kaza Namazlarını Kılış Sistemi
Üstad, bohem hayatında kılamadığı namazları
üzerine “İbtilâ Defteri” yazdığı kocaman defterinde
nasıl bir sistem dahilinde kıldığını belirtmiştir:
“Bu defterin sonuna, bulûğa erdiğim tarihten bugüne kadar, her seneyi ay ay gösteren bir tablo ekledim.
Bu tabloda geçmiş yılların devre devre kılınabilmiş
eda namazlarını, ay ay mavi mürekkeple karaladım.
Kaza namazlarını da kırmızı mürekkeple...
Böylece, Allah nasip ederse, mavi mürekkeple ileriye doğru, kırmızı mürekkeple de geriye doğru giden
devrelerime yetişecek, Efendi Hazretlerini tanıdığım
zamana varacak, oradan da bulûğ zamanıma ulaşacağım. Ömrüm olursa, ondan sonra, tek vakit borcum
kalmamış olarak edalara devam... Defterde, belki maviden çok kırmızı görünecek ama, ne yapayım?..
Allah’a ahdim var:
Her gün, en aşağı şu kadarına ahitliyim... Allah ve
85
Necip Fazıl, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.262.
97
Büyük Doğu Çağına Doğru
kul hakkı olarak üzerimde ne kadar borç varsa, bunların hepsini ödetmeden canımı alma...
Allah’la beraber bütün inananları şahit tutuyor ve
onlardan duama ortak olmalarını diliyorum.
Namaz, Efendim’den aldığım feyizle, benim için
her işin başı, her oluşun temeli, dinin direği...
Onsuz hiçbir şey konuşamam; ne konuşur, ne konuştururum’’.86
Üstad 1961’de kaleme aldığı bir notta namazlarını
kaza etmek için belirlediği sisteminin gidişatıyla alakalı şunları söyler:
“Bugün ne halde miyim? 1961 yılının Mayıs ayında?..
Söyleyeyim? Dostlarıma «Zâhid» görünmek değil
de -Allah saklasın- düşmanlarıma «softa» görünmek
ve yeni bir nefret vesikası vermek için söyleyeyim...
Biraz da, en büyük haya mevzuu olan namazın, sırasında nasıl bir ilâna medar olabileceğini göstermek
için haykırayım:
Her gün, o günün beş vaktini, zamanında edadan
başka, ayrıca iki günlük kaza namazı kılıyorum.
Bu senenin Ramazanında, kazalarımı, bir gün ilâvesiyle üç güne çıkardım.”87
Hülâsa
Üstad yüz civarında eser telif etti. Büyük Doğu,
86
87
Necip Fazıl, O ve Ben, s.157.
Necip Fazıl, O ve Ben, s.156.
98
Büyük Doğu Çağına Doğru
İslâm gençliğinin fikirde ve sanatta gıdası oldu. Abdülhamid’e “Ulu Hakan”, Sultan Vahidüddin’e “Vatan
Dostu” ilk defa o dedi. Son devrin mazlumlarını yazarak siyasi cürümleri ilk o deşifre etti. Bütün mazlumlar
adına küfür yobazlarının yakasına ilk o yapıştı. Bedel
ödemeye hazır Müslümanların devrimbaz kodamanlardan hesap sorabileceğini ilk o gösterdi. “Sahte Kahramanlar”ı yazarak, gençliğe, tarihi yalanlardan nasıl
rafine edeceklerini ilk o öğretti. Kitaplarında kuru
bir nakilcilik yapmadı. Muhataplarına bir Müslüman
olarak hâdiseleri nasıl tahlil edeceklerini gösterdi. Bir
tarihçi olmadığından zaman zaman yanlışlar da yaptı.
Fakat usûlde Ehl-i Sünnet akidesine aykırı tek cümle
sarf etmedi. Asla namazlarını da terk etmedi.
Üstad, Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin talebesiydi. O bir mürşid değil, müritti. Büyüklüğü mürşidliğinden değil mütefekkir olmasından mütevellitti.
Onu, “mürşid” olarak görenler de “mütefekkir” oluşunu idrak edemeyenler de anlayamadı.
Müslüman gençliğin sahîh bir tarih şuuruna sahip
olması için bir ömür büyük bir mücadele veren bir
Üstad’ın yeni kuşakların fırtınalı denizde rotalarını
aradığı bir zamanda bir zuhûl eseri olarak Üstad Necip Fazıl’ın namazla münasebeti noktasında sarfettiği
cümleler büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur.
Müslümanın kardeşine karşı, “Haydi kusur işle de
onu ilan ederek seni millet nazarında pespayeye çevireyim” anlayışından ne kadar uzak olması gerektiğine
99
Büyük Doğu Çağına Doğru
Allah ve Rasûl talimatlarıyla müdrik olan bu Üstad,
siyak sibakından koparılan ya da tahrik edici bir suale cevap sadedinde sarfedilen beyanatında belki de
Üstad Necip Fazıl’ın mürşidinden naklettiği şöyle bir
namazı kasdetmiştir: “Abdulhakîm Arvasî Hazretleri
dedi ki: ‘Ben tam namaz olarak ömrümde yalnız iki
rekat kılabildim; o da Medine’de mukaddes Ravza’da
kıldığım namaz...’”88
Müktesebatı, fikrî istikâmeti ve dava şuuru itibariyle sözüne itibar edilen bir büyük tarihçinin, Üstad Necip Fazıl’ın namazıyla alakalı ifadeleri, Büyük
Doğu’dan uzaklaştıracağı gençleri ya mealcilere ya
da mezhepsizlere mahkum edecektir. Bundan da en
ziyade milletimizin bu büyük tarih hocasının ızdırab
duyacağı muhakkaktır.
***
88
Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası, s.131.
100
Büyük Doğu Çağına Doğru
ŞUURDAN ŞİİRE NECİP FAZIL; İDEALDEN ÜTOPYAYA NAZIM HİKMET
“
Büyük Fetihler”, büyük ruhlu kahramanların
insanlığa hediyesidir. İlk onlar yarar kuşatmayı, ilk onlar göğüsler saldırıları, ilk onlar
teselli eder muzdaribleri, bela anında ilk onlar kurar
sabır cümlelerini… Peygamber-i Ekber
onların,
onlar da millet-i İslâm’ın ellerinden tutar. Tecdîd,
onlarla sözden fiile dönüşür. Vahyin önündeki engeller onlarla kalkar. Onlar eker, bozkırlar onlarla
ormana döner. Birkaç kişiyle başlayan yürüyüş onların kumandasında “hareket” olur. Velilerin, sıddıkların kanı gibi mütefekkirin mürekkebi de sel olur,
medeniyetin kapısına vurulan kilidi kırar, parçalar.
Yeryüzü göklerle, kul Rabbiyle, Şeriat cemiyetle onların irşadıyla buluşur.
101
Büyük Doğu Çağına Doğru
Harekette, âlim/mütefekkir nefer; Peygamber-i
Ekber ise komutan olarak rol alır. Her birinin ortak gayesi, Şeriat’a yol açmaktır. Nefer kadrosundan
kimi Bilal b. Rebâh gibi boynundaki kementle Mekke sokaklarında dolaştırılırken “Allah-u Ekber” diyerek, kimi Ömer Muhtar gibi tekkeyi cihad meydanına
taşıyarak, kimi de Üstad Necip Fazıl gibi, “Anadolu
kürsü, bizse büyük destanın sözcüsüyüz.” diyerek Şeriat’ın yolunu temizler.
Cemâdâttan Cemaate, İhtilaftan Rahmete
Kitap, “hamd”den sonra onlardan bahseder; “Allah’ın seçilmiş kullarına selam olsun.” der. Elleri,
renk ayrımı yapmadan her kıtadan Müslümanların
elleriyle buluşur onların. Kalabalık onlarla “ümmet”
olur; cemâdât cemaate dönüşür. İhtilaflar Kitab’a,
Sünnet’e arz edilir, “rahmet” olur.
Onlar, İstanbul’a dair konuşurken Şam’ı, Şam’a
dair proje geliştirirken de İstanbul’u nazara verirler.
Bütün İslâm şehirleri bir vücudun azaları gibi görülür; Gazze’ye düşen bombanın katlettiği çocukların
taziyesi İslâmâbâd’da alınır, namazı ise İstanbul’da
kılınır. Kölelikten kulluğa yürüyüş adımları Türk’e,
Arab’a göre değil, İlahi Rıza’ya göre atılır. Yol boyu
kopuşlar olsa, bedeller ödense de, geride kalanlar,
“bunyân-ı mersûs”u korumaya devam eder. Küresel
güçlerin aşamadığı yapı işte o kopuştan geride kalanların ümmet yapısıdır. Her veli, her mütefekkir
102
Büyük Doğu Çağına Doğru
saldırı nereden gelirse gelsin, yağmurda, karda hep o
yapıda bir tuğla olarak kalmakla mükellef olduğunu
bilir, yerini terk etmez.
Allah Rasûlü’nün İlim ve Fikir Vadisi
Allah Rasûlü’nden
tevarüs eden ilim mecrası medreseyi, medrese de fikir ve siyaset vadilerini
sular. Onu görmeyenler, talebe kadrosuna bizzat
katılamayanlar bu mecradan beslenerek ilim ve fikir gıdalarını alır. Zamanla ilimde, fikirde, harekette divaneler kadrosu zuhur eder. Mütefekkir eşya ve
hâdisenin her nevisini ona göre değerlendirir: “Ne
getirdin, götürdün, bildirdinse amenna” der; İslâm’ı
hayata değil, hayatı İslâm’a uydurur.
Necip Fazıl
Abdulhakîm Arvasî, ilim ve irfan bahçesinden aldıklarının bir kısmını Üstad Necip Fazıl’la paylaşır.
Üstad, eşyanın aşılmaz gibi görünen duvarlarını Büyük Veli’den aldığı o ruhla aşar:
Otuz üç yıl saatim ilerlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.
Necip Fazıl, İslâm’ın ilim ve fikir mecrasında Batı’dan aldığı her şeyden arınır. Üniversitenin, sanatın,
edebiyatın günahlarından orada tövbe eder. Küçük
işlerden vazgeçer. İlahi rahmetin sağanakları altında
ıslanan ruhu daha sonra ne estetik kaygıları, ne de
sanat çevrelerinin değerlendirmelerini dikkate alır.
103
Büyük Doğu Çağına Doğru
Şiiri bir tebliğ vasıtası olarak görür. Allah’a göre yaşar. Mühim hakikatleri şiirle söyler. Her bir mısrası
“bin yaradan kanayan ruhun attığı o müthiş çığlığa”
tercüman olur.
Dipsiz bir derinlikten kopup gelen ilahi aşk ,Müslüman yüreği sarıp sarmalar. Hz. İbrahim gibi tek
başına ümmet olur Necip Fazıl. Hz. İbrahim’in Keldânilere meydan okuduğu gibi, Üstad da dinsizlere
karşı yalnız başına söyler yenilmezlik destanını…
Necip Fazıl, camiye hapsedilen ve ilk mektep sıralarından itibaren çocuklara hamalların dini olarak
anlatılan İslâm’ı, sanat cephesiyle Edebiyat meclislerine taşır, Allah’a ve Rasûlü’ne iman etmenin sanatta da en büyük olmaya mâni olmadığını gösterir.
Sakarya Türküsü ile bittiği zannedilen İslâm-Küfür
savaşının yakın bir gelecekte tekrar şiddetleneceğini
ve Sakarya’nın Peygamber’in kılavuzluğunda nihaî
zaferi kazanacağını söyler.
Zikir Seslerinden İnkar Naralarına Nazım Hikmet
Küfür yobazlığını neşir vasıtalarından biri olarak
da öne çıkan şiir, Üstad’la heva ormanlarından iman
mecrasına taşındı, Onunla sanata iman, eman geldi. Ne var ki İslâm’a aidiyetinden dolayı ya eserleri
okunmadı ya da okutulmadı. Tiyatroları yasaklandı.
Üçüncü sınıf şâirlerle aynı safta gösterilmeye çalışıldı. Bir mukayese yapılırken, “Bizim de adamımız
104
Büyük Doğu Çağına Doğru
var.” denilerek Üstad, Nazım Hikmet’le eşleştirildi.
Nazım, bilinci parçalanmadan önce kaleme aldığı, “Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor.” dediği
“Ağa Camii” şiirinde “Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster.” diyerek mâbede sığınır. “Dergah’’ şiirinde ise,
Ey ulu Allah’ım, ey Ulu Rabbim!
Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?
İçine eğildim... anladım şimdi:
İsm-i celâlini candan andıkça,
Yer yer yükselerek çalkalandıkça,
Kuyunun zulmette parlayan suyu...
Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu!...” diyerek eşya ile
halvet olup Mevlası’nı zikrettiğini itiraf eder.
Ne var ki Nazım düşünce krizine girdiğinde elinden tutup ona yol gösterecek Abdulhakîm Arvasî
gibi bir mürşitten mahrum olduğundan, Yahya Kemal’e olan öfkesiyle parçalanan şuurunu toplayacak
birini bulamaz ve ucuz işlere itibar edip ideallerin
değil, ütopyanın şâiri olmayı tercih eder. Tekke duvarlarının zikir seslerini duyan şâir, zamanla Allah’a
secde etmeyi hürriyete pranga vurmak olarak görür
ve en rahatsız edici inkar naraları ondan gelir.
Nazım Gizlese de Kelimeler İtiraf Eder
Nazım, “Yalınayak’’ şiirinde yabancı kalmaya
özenle dikkat ettiği Akif ’ten, dolayısıyla da sanat kumaşlarının farklılığına rağmen Akif ’le aynı ruh kö105
Büyük Doğu Çağına Doğru
künden beslenen Necip Fazıl’dan feyiz aldığını gizleyemez. O gizlese de kelimler itiraf eder.
Nazım, İslâm sanat vadisinde otladı, Moskova’da
sağıldı. Şiddetli bir kırılmayla öylesine tersine döndü
ki bir zamanlar her şeyini muazzam gördüğü İslâm’ı
tahkir edip, komünizmanın sınırsız propagandasını
yaptı.
Kâinat’ın Efendisi’nin ikliminden şiirini besleyen
Üstad Necip Fazıl, kuşak kuşak ölümsüzleşirken;
eteğine yapıştığı komünizmanın akıbetine uğrayan
Nazım, birkaç eseri dışında hayattan arşive kaldırıldı. Çünkü her kitabın ömrü, ideolojisinin ömrü kadardır, ideoloji bitince kitap da biter.
Üstad, şiirini hayy ve lâyemût olan Allah’a, Nazım’sa Moskova’nın katillerine secde ettirir. Ayaklara
düşen mabuda secde eden şâir de nesillerin ayakları
altında kalır.
Şiir ve Şuur
Nazım, şiire şuur veren İslâm’dan kopunca sun’î
bir hayata mahkum olur: “Ben diyorum ki ona: kül
olayım kerem gibi yana yana/ Ben yanmasam/ Sen
yanmasan/ Biz yanmasak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...” mısralarıyla fikir çilesi çeken sanatçı intibaını vermeye çalışsa da, mitolojiler şâiri olmaktan
kurtulamaz.
Nazım, on binlerin komünizma ile rabıtasını kurarken de yalanlara sarılır, sanatkar olduğunu iddia
106
Büyük Doğu Çağına Doğru
ederken de... Yapmadıklarını, yapamayacaklarını
söyler; Üstad’la şuurdan şiire gittikçe sözün değeri artar; Nazım gibi hevadan şiire gidenlere yaklaştıkça ise
ondan da, onun temsil ettiği ideolocyadan da soğur
insan. Su diye koştuğu şeyin serab olduğunu anlar.
Komünizma: 25 Kuruş
Konya cezaevinde, vaktiyle Bursa hapishanesinde
kalmış bir mahkumun Nazım hakkında Osman Yüksel Serdengeçti’ye anlattığı şu hâdise Nazım’ın neden
arşive kaldırıldığının, temsil ettiği yanlışların neden
millet vicdanında kabul göremediğinin onlarca şahidinden biridir:
“Ben hapiste iken arkadaşlardan biri komünizmayı merak eder. Doğru Nazım Hikmet’in yanına gider
ve sorar: ‘Ağabey Komünizma nedir?’ Nazım, cebini
göstererek; ‘Sok elini buraya’ der. Mahkum çekinerek
sokar. ‘Ne kadar para varsa al’ der Nazım. Mahkum
alır. İki tane yirmi beş kuruş vardır. Kızıl şâir yirmi
beş kuruşlardan birini ona verir, birini de kendi alır.
‘İşte Komünizma budur.’ der.
Bu hareket mahkumda komünizmaya karşı bir
hayranlık uyandırır. Nazım Hikmet’le samimiyeti
ilerletir. Bir gün Nazım’a sormadan cebine sokuverir
elini. Bakar ki iki tane elli lira var. Birini Nazım’a verir,
diğerini kendisi almak ister. Fakat her şeyi paylaşma
vaadinde bulunan Nazım kızar, adamı yanından kovar ve elli lirayı zorla geri alır.
107
Büyük Doğu Çağına Doğru
Bu hâdiseyi dinledikten sonra, meğer Komünizma
ne ucuzmuş, 25 kuruş olmuş, dedik.’’
Biri Büyük Mukallit, Diğeri ise Hakk’ın Sözcüsü
Nazım hayatı dünya ile sınırlandıran, o dünya
için büyük hayaller kuran bir mukallid; Necip Fazıl ise Ukbâ’yı insanın dünyasına çeken, Allah için
yazan, Allah için yaşayan bir İslâm mübelliği, yani
hakikat sözcüsü…
İslâm mübelliği ciğerinden kalemine kan çekerek
yetiştirdiği neslin muhafazası için Anadolu’da kalır,
defalarca hapse girer, hayatı dahil her şeyini ortaya
koyar:
Ey hasis sarraf ,kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!
Üstad Necip Fazıl, maddeyi mananın emrine verirken; Nazım, fikrini 25 kuruşa satar. Şiirini Marksizm’in propagandası için bir doktrin ve ezbere tespitler olarak görür. Halkın derdiyle ilgilenmek gibi
bir meselesi hiç olmaz. Sezai Karakoç’un ifadesiyle
Nazım, doktrinine kanıt ve uygulanacak alan bulma
bakımından ilgilenmiştir halkla .
“Trrrum, Trrrum, Trrrum! Trak! Tiki Tak!/ Makinalaşmak istiyorum. Mutlak buna bir çare bulacağım.
Ve ben ancak bahtiyar olacağım/ Karnıma bir türbin
oturtup/Kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!”
Nazım, halkın daha müreffeh bir hayat yaşaması
108
Büyük Doğu Çağına Doğru
için değil, Komünizmanın propagandasını yapmak
için tam bir pazarlamacı ağzıyla makineyi taklid eder.
Bu tarzı gösteriyor ki, Nazım eğer bir kasabada hayvan tüccarı olsaydı, elindeki hayvanları satabilmek
için pekala şiirinde hayvan sesleri hakim unsur olacaktı. Makineleşen bir ideolojinin içinde ruhunu da
yitiren şâir, sanat iddiasıyla makine dişlileri gibi garip
sesler çıkarır.
Nazım, estetik ve poetik kaygılardan kurtulamazken, Üstad’da bütün bunlar mutlak hakikati bulmanın
vasıtası olarak bir değer ifade eder. O, kellesini milyonların ayak bastığı cemiyet meydanına atarak, fildişi kulesini yıkmış, halkın içine dışarıdan bakan muteşâir değil, halkın içinden gelen şiir sultanı olmuştur.
Makine şâirini pohpohlayıp, Üstad’ı boykota tabi
tutanlar şunu unutmasınlar ki, bu kirli propaganda
Büyük Doğu’nun zuhuruna mâni olamaz. Çünkü
Büyük Doğu, İslâm’ı anlama ve hayata tatbik etme
hareketidir.
Nazım’ın ölümünden (v.1963) 6 yıl önce yaşadığı şu olay, Komünizma adına söylediği, yaptığı her
ameliyenin hakikatte hükümsüz olduğunu gösterir.
Nitekim Prof. Mustafa Mehmet, Hürriyet’ten Celal
Demirbilek’e mevzu ile alakalı yaptığı açıklamada (7
Şubat 2004) şunları söyler:
“Yıl 1957, Ramazan ayının 27’nci günüydü. Romanya Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü’nde çalışıyordum. Enstitü Müdürü beni odasına çağırınca çok
109
Büyük Doğu Çağına Doğru
heyecanlandım. Komünist rejimde bir işçinin müdürü tarafından odasına çağrılması pek hayra alamet
değildi çünkü. Bana ‘Otur’ dedi. ‘Scinteia Gazetesi’ni
okudun mu?’ O gazete İşçi Partisi Merkez Komitesi
yayın organıydı. Evet, dedim. ‘O zaman Nazım Hikmet’in Bükreş’te olduğunu duymuşsundur’ dedi. Beni
şöyle aşağıdan yukarı doğru süzdü. ‘Hemen evine git,
elbiselerini değiştir ve Athena Palace Oteli’nde kalan
Nazım Hikmet’in yanına git. Nazım Hikmet Türkçe
bilen biriyle konuşmak istiyormuş. Ne isterse ona göre
hareket et. Ardından ‘Bize de bilgi ver’ diye ekledi.
Athena Palace Oteli’nde Nazım Hikmet’in odasının kapısını ürkek ürkek tıklattım. Kapıyı kendisi açtı. İriyarı bir insandı. Çok heyecanlanmıştım.
İçimden ‘Ey garip Mustafa, sen nire, Nazım Hikmet
nire’ dedim. ‘Türkçe konuşan sensin değil mi?’ diyerek beni odasına buyur etti. Odada Ankara mı, İstanbul mu bilemediğim bir radyo çalıyordu. Yanında
sonradan adını yanlış hatırlamıyorsam Galina (Nazım’ın doktoru ve sevgilisi Galina Grigoryevna Kolesnikova olsa gerek) olduğunu öğrendiğim hanım
da bana tebessüm etti.
“Şoförün Camiye Gittiğimizi Bilmesini İstemedi”
Nazım Hikmet bana ne iş yaptığımı sordu. Gözlerinden Türkçe bilen biri ile konuşmanın mutluluğunu
okuyordum. Birden sandalyeden ayağa kalktı ve bana
110
Büyük Doğu Çağına Doğru
tok bir sesle ‘Oruç tutuyor musun?’ dedi. ‘Kardeşim
bu akşam Kadir Gecesi’dir. Beni camiye götürmeni istiyorum.’ ricasında bulundu.
Şaşkınlık içinde, olur efendim, diyebildim. İçimden, ‘Allah Allah! Koskoca bir komünist nasıl olur
da...’ diye geçirdim. Siz akşam ezanından sonra hazır olun, dedim. Devlet ona bir araba tahsis etmişti.
Teravihe kadar camiyi ziyaret ederiz diye anlaştık.
Odadan çıkınca beni bir panik aldı. Teşkilata haber
versem bir türlü, vermesem bir türlü. Şimdi yıkıldı
orası ama Carol parkının içinde bir göl, ortasında
bir adacık, onun üstünde de şirin bir camimiz vardı. İmama önceden haber verdim. Çok önemli bir
misafiri akşam ile teravih namazı arasında camiyi
ziyarete getireceğimi ve küçük bir mevlit programı
yapmasını istedim.
Nazım ve yanındaki hanımla camiye doğru yola
çıktık. Nazım Hikmet, gittiğimiz yeri şoförün bilmesini istemiyordu. Arabayı camiye uzak bir yerde
durdurttu, şoförü yolladı. Cami yarıya kadar doluydu ve mevlit okunuyordu. Nazım Hikmet için caminin ortasına bir sandalye konulmuştu. Nazım sandalyeye oturdu. Yanındaki hanım ise ayakta durdu.
İmam bana mevlitten kısa bir parça okumamı istedi.
Ben de “Ey Azizleri” okudum. Nazım dinledi. Sonra cemaate ünlü şâirin aramızda bulunduğunu duyurdum. İşte bu sırada Nazım kalkıp, cemaate ‘Ben
Komünistim. Ama sizleri böyle cami gibi kutsal bir
111
Büyük Doğu Çağına Doğru
mekanda derli toplu görmekten son derece mutlu oldum ve çok duygulandım.’ dedi.
Camiden Çıkınca
Vedalaştık ve camiden çıktık, köprüyü geçtik.
Birkaç adım attıktan sonra Nazım sendelemeye başladı. Eliyle göğsünü tuttu, ‘Kardeşim ben ölüyorum’
dedi. Yere doğru yığılırken, bir kolundan ben diğer
kolundan ona eşlik eden hanım tutup zorlukla parktaki bir kanepeye yatırdı. Hayatımın en güç anlarını
yaşıyordum. İçimden, ‘Burada ölürse ben Komünist
Partisi’ne ne derim’ diyordum. ‘Onu neden camiye
götürdün’ diye sorduklarında ne cevap verecektim?
Yanındaki kadın Nazım’ın başını dizlerine koydu.
Çantasını karıştırıp bir ilaç verdi, taksi çağırmamı istedi. Nazım arabaya biner binmez nefes almakta zorluk çektiği için bütün camları açmamızı istedi. Şoföre bizi ormanlık Herastrav Parkı’na götür dedim.
Nazım biraz açılır gibi oldu. Karnının aç olduğunu
söyleyerek gittiğimiz yerde lokanta olup olmadığını
sordu. Lokantada kendine geldi.”89
Nazım, hayatının sonunda ilk çizgisine geri dönme iradesi gösterdi, bir Kadir Gecesi’nde yıllar önce
kurtarıcı olarak gördüğü camiye döndü, bu dönüşle
yazdığı her şeyin ucuz propaganda olduğunu ilan etti
fakat, kendisine o şöhreti verenlerden korktuğundan
dolayı nihai hamleyi yapamadı. Eserlerini tashih etAlındığı site: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.
aspx?id=201117.
89
112
Büyük Doğu Çağına Doğru
meden aramızdan ayrıldı.
Acıyın, ona ve onun gibi zavallılara… Acıyın, ondan medet umanlara… Acıyın, ideolojisine kendini
bile inandıramayan Mayakovski’nin işportacısına bir
ömür verenlere…. Acıyın ona, onun şakirtlerine,
şâirciklerine…
***
113
Büyük Doğu Çağına Doğru
BÜYÜK DOĞU KÜLLİYÂTI
O
kulda, hayatta Allah’tan bahsetmenin
yasaklandığı gün; Anadolu, Büyük
Doğu Mimarı’nın öncülüğünde muazzam bir fikir ve hareket hamlesine şahit oluyordu.
Yalnız başına bir Müslüman bütün küfür yobazlarına meydan okuyor, İslâm gençliğine de “Batı’nın
akıl ocağında bulacağınız en sahici gerçekler, onun
İslâm’dan aldığı hakikattir. Sahtesine değil, hakikatine geliniz.” diyordu.
Var olmakla, yok olmak arasında ecel terleri döken
Anadolu evlatları, “Büyük Doğu” kürsüsünde bayraklaşan; “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” çağrısı
ile neyi, nerede arayacaklarını, kuruyan damarlarını
114
Büyük Doğu Çağına Doğru
canlandıracak irfanı yalnızca Allah Rasûlü’ne teslimiyette bulabileceklerini idrak ediyorlardı. Hakkari’den Edirne’ye kadar bütün Anadolu, dava şuurunu
Üstad’ın fikir ve hareket mecrasından aldığı hakikatle
Sakarya’nın sularında terkib ediyordu.
Milletin, ölümden daha derin uykulara dalıp, fikrî
ve fiilî varlığını yitirdiği, mektepte İslâm’la olan bütün
rabıtalarını kopardığı günlerde yayın hayatına başlayan Büyük Doğu Mecmuası (17 Eylül 1943), tam 35
yıl farklı aralıklarla Anadolu evlatlarını, ayağa kalkıp
Batı’yla Hesaplaşmaya çağırdı:
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Üstad’ın ruhunda pişirdiği tefekkür iksiri, her nevi
inkarcı ideolocyanın mefluç hale getirdiği sanat ve
edebiyat vadilerine de hayat verdi. Üstad, yalnız başına hayatın bütün cephelerinde İslâm adına savaşan
dava adamıydı aynı zamanda. Ebûssuud’dan olduğu
gibi, Baki’den, Sinan’dan, Barbaros’tan da koparılan
millet evlatları, İslâm’ın ne ilim, ne sanat, ne mimari, ne askeriye ve ne de siyasetle irtibatını kurabiliyor.
Din namına her şeyi inkar eden bir eğitici kadrosu
karşısında evden aldığı “kocakarı imanıyla” ayakta
durmaya çabalıyordu.
Bir yapıtın sanat eseri olabilmesinin yegâne ölçüsünün, “İslâm’la hiçbir şekilde irtibatının olmaması
gerektiği” tezinin işlendiği bir devirde Necip Fazıl imzasıyla yayınlanan şiirler, İslâm’ın sanat vadisi önüne
115
Büyük Doğu Çağına Doğru
konan bütün bendleri parçaladığı gibi “Müslümandan
şâir, müslümandan sanatçı olmaz” yalanlarını da hükümsüz kıldı. Küfür yobazlarının, İslâm’ı yegâne kurtarıcı nizâm olarak gören bu büyük fikir, sanat ve dava
adamının karşısında dize gelişleri, aslında İslâm sanatı önünde dize gelişleriydi. Kamusunu yok ettikleri,
medresesini kapattıkları, ulemâsını darağaçlarında
şehit ettikleri ve “Bundan sonra bu topraklarda kimse İslâm iddiasıyla çıkamaz” dedikleri bir zamanda
Necip Fazıl, milletin “küfre” cevabıydı. Yok edilmeye
çalışılan dilinin, dininin, çiğnenen ırzının hesabını
soruyor ve “ciğerinden kalemine kan çekerek” bütün
olanların hesabını soracak bir nesil yetiştiriyordu:
“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında
‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakk’a
kölelikte bilen bir gençlik...”
Üstad, her şiirin, her tiyatronun, her gazetenin İslâm’ı tahkir ve tezyif vasıtası olarak kullanıldığı bir
dönemde Anadolu evlatlarını her alanda küfür yobazlarından müstağni kılacak adımlar attı, eserler
telif etti. Tiyatrodan dönerken imanından bir şeyler
kaybettiğini hisseden millet evlatları, Onun kaleme
aldığı “Bir Adam Yaratmak”, “Tohum” gibi eserleriyle
hem tiyatronun nasıl olması gerektiğini gördü, hem
de onların dünyasında tiyatro, mukaddesatı anlatma,
116
Büyük Doğu Çağına Doğru
imanı tahkim etme aracı haline geldi. Şehir tiyatroları
Üstad’ın eserlerini haftalarca kapalı gişe oynadı.
Tiyatro yazarlığından şâirliğe, fikir ustalığından İslâmî harekete her şey, Onun elinde “Mutlak Hakikat”e
hizmet vasıtasıydı:
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış.
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.
Üstad, eserleriyle küfür cephesinde hem şaşkınlığa
hem de öfke patlamasına sebep oldu. Kazandıklarını
zannettikleri cephelerde onların, adına şiir, adına tiyatro dedikleri belli bir şahsa yalakalık yapma denemelerinin “muşambadan eserler” olduğunu gösterdi.
Allah Rasûlü’ne inanmanın fikirde ve sanatta terakkiye mâni olacağı “yalanı” ellerinde patladı. Allah
Azze ve Celle tek bir adamla bile bilumum küfür yobazlarını mağlup edeceğini gösterdi. Üstad, Hz. İbrahim gibi, “Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yuh
olsun.”90 dedi. Abdulhakîm Arvasî’yi tanıdıktan sonra yazdığı her eserin, akdettiği her konferansın özeti
aslında “sizin yalanlarınıza ve diktiğiniz putlara yuh
olsun”dan ibaretti.
Ruhunu Batı aklına kaptırdığı Tanzimat’tan itibaren İslâm’a öfke kusan, Allah’a kulluğu yobazlık olarak
gören “belhum edal”den daha aşağı taklitçilere, fikrin
de bir namusu olduğunu gösterdi. Kaleminin gücünün, yanlışların millet evlatlarına tesir etmesine mâni
olduğunu gören komünistler, bir gün huzuruna gön90
Enbiyâ: 67.
117
Büyük Doğu Çağına Doğru
derdikleri “Rus sefiri” vasıtasıyla ona şu lanetli teklifi
yapmışlardı: “Komünist olsanız size Moskova’nın yarısını veririz”. Üstad’ın şu şiiri bu nevi bütün tekliflere
cevabıydı:
Ellerime uzanan dudakları tepeyim.
Allah diyen, gel seni ayağından öpeyim.
Üstad, küfre karşı vakarı bütün sûret ve şekilleriyle
kuşandı, milletin eğilmeyeceğini gösterdi. Kasabada
orta mektebi, ilçede liseyi bitirip, büyük şehirlerde
üniversite okumaya giden Anadolu çocuklarına, köşe
başlarını tutan “mütref yapılanma”nın ya da sabetayist cemiyet pramitinin, esasında mukavvadan sûretler olduğunu ve elindeki iman kılıcıyla hepsini hak
ile yeksan edeceğini anlattı. İslâm’ı, cumadan cumaya
radyo programında konu edinmeyi, ölünün musalla
taşı üzerine uzatılmasını İslâm’a yetecek kadar kafi
bir hürriyet olarak gören küfür yobazlarına, yanına
aldığı millet evlatlarıyla şöyle dedi: “İslâmiyet’i istemiyor, ondan nefret mi ediyorsunuz? Lütfen, ondan
devraldığınız her kıymet ve serveti iade edin de öyle
konuşalım! Başta sancak olmak üzere bütün vatanın;
kumar parası gibi harcana harcana tükenmeyen ve
hala dünyanın en nazik kilit noktalarını çerçeveleyen
coğrafyamızın iadesini istiyoruz! Bu kilit noktalarını
ele geçiren ruha sadık olmayanlar, onun infak hakkı
üzerinde nasıl mülkiyet iddia edebilirler?”.91
Üstad, Anadolu kıtasının gerçek sahipleri olduk91
Hitabeler, 185.
118
Büyük Doğu Çağına Doğru
larını söylediği millet evlatlarına karşı tevazusuyla,
“Kendi aralarında merhametlidirler.”92 ayetine mazhar oldu.
Üstad! Siyaset, tarih, sanat, davet külliyelerinden
oluşan bir üniversite gibiydi. Öğrenci gibi seyyar satıcı da Büyük Doğu ile tanışınca kitap çapında bir
müktesabata sahip olurdu. Onun, “kapıdan göndersem bacadan gelir” ifadesiyle Büyük Doğu’ya bağlılığını ifade ettiği bir seyyar satıcı, üniversite talebeleri
için öğretim üyelerinden daha ziyade dinlenmeye ve
sohbet edilmeye değer görülürdü. Talebeler, fakültedeki derslere gitmez, Marmara Kıraathanesi’nde ya da
Küllük de Üstad’ın çevresinde yetişen seyyar satıcıyı
dinlerdi.
Devrimbaz öğretmenlerinin inkar hezeyanları
karşısında susan lise talebeleri, onu tanıdıktan sonra
“Büyük Doğu” lügatıyla onlara karşı koyarak, “Beni
Allah tutmuş kim eder azat.’ derdi.
Millet evlatları, Mecmua’nın çıkacağı günü heyecanla bekler,“Büyük Doğu” nizâmnamesine göre ruh
ve şekil bulan “Büyük Doğu” üniversitesinde, “Büyük
Doğu” idealinin ana kitabı “İdeolocya Örgüsü”nü
okuyarak, hem İslâm’ın ne olduğunu ve hem de onu
yıkmak için uydurulan devrim masallarının ne kadar
sığ, basit ve naif düşünce marazları içerdiğini görürdü.
Üstad, İslâm gençlerinin kime niçin iktida etmesi
92
Fetih: 29.
119
Büyük Doğu Çağına Doğru
gerektiğini müşahhas örnekler çerçevesinde anlatabilmek için ham yobazların karanlık sûretleriyle gölgelemeye çalıştığı alana yöneldi ve alınlarında İslâm
tuğrası taşıyan sonsuzluk kervanının nurdan heykellerini; “Veliler Ordusundan 333”, “Başbuğ Velilerinden 33”, “Son Devrin Din Mazlumları”, “O ve Ben”
gibi eserlerinde anlattı. Hocaların süflî bir genellemeyle, çok yiyen, menfaat düşkünü, ölü istismarcısı
olarak gösterilmeye çalışıldığı bir dönemde akıllara
hayret verecek veliler hayatını anlatarak millet evlatlarına “gerçek kahramanları” gösterdi.
Üstad, bütün siyer kitaplarından farklı bir dille
kaleme alınan “Çöle İnen Nur”da Allah’a giden biricik yolun, Allah Rasûlü’ne ait olduğunu, insanlığın
umudunun da ufkunun da O olduğunu anlattı. Üstad,
Allah’ın insan ehramında en yüksek noktada en güzel
eseri olarak yarattığı Efendimiz’e karşı aşkını ifade
ederken de şöyle demişti: “Topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olabilseydim.”.93
“Kısa ve kalın hatlarıyla Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu…”yu anlattığı ve “İdeolocya Örgüsü’ne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden biri” diye nitelediği “Batı Tefekkürü ve
İslâm Tasavvufu” başlıklı eserini kaleme alarak, “Türkiye’yi, İslâm alemini ve bütün insanlığı kurtaracak
sistemin örgüsünü lif lif ortaya koydu.
Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, neye, niçin kar93
Çöle İnen Nur, 10.
120
Büyük Doğu Çağına Doğru
şı çıkılacağını göstermenin yanında, neye, niçin teslim olunacağını resmetmektedir.
Yüz civarında eseri olan Üstad, birilerinin İslâm’ı,
çağın hakim unsurlarına göre yeniden yapılandırmak
istediği, ümmete rağmen küresel eşkiyalarla kirli ittifaklar kurduğu, İslâm’ı ortadan kaldırmaya yönelik
çalışmalara “ictihad” deyip meşruiyet kazandırmaya
çabaladığı bir zamanda yeniden okunmalıdır. Büyük
mecrası öz derinliğine kavuşmalı ki kirlenen vadilerimiz İslâm’la yeniden temizlensin.
***
121
Büyük Doğu Çağına Doğru
RAHLEMİZDE MUSHAF-I ŞERîF,
OMUZUMUZDA BUHÂRî, SIRT
ÇANTAMIZDA İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ
K
ilise, Anadolu’yu silahsız bir haçlı seferiyle geri alacak kadroyu yetiştirmeye
tahsisli Amerikan Koleji’ni Sultan Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü Rumeli Hisarın’da
açmıştı.
Ahmet Vefik Paşa’dan alınan arsa üzerine kurulan
ve her nevi fesat mikrobunun üretim çiftliği olan bu
okul, model alındı ve 1905 tarihi itibariyle Anadolu’da
ecnebîlere ait kolejlerin sayısı altı yüze ulaştı. Misyoner Cyrus Hamlin, Amerikan Koleji olarak açılan ve
daha sonra adı Robert Koleji olarak değiştirilen okulun konumunu “Hristiyanlığın İstanbul’a giriş kapısı”
olarak ifade etti.
Ahmet Vefik Paşa’nın okula arsa tahsisinden zi122
Büyük Doğu Çağına Doğru
yadesiyle müteessir olan II. Abdülhamid (rahimehullah), Paşa’nın ölümü sırasında (1891) nereye gömüleceği kendisine sorulduğunda; “Onu, Kayalar
Kabristanına Sultan Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü yere defnediniz. Robert Koleji’nde çalınan çan
sesleri kıyamete kadar kulaklarında çınlasın’ dedi.
Robert Koleji’ni 1901’de AB (en yüksek ikinci
not) derecesiyle bitiren Halide Edip Adıvar’ın İslâm
kadınının modernleşmesinde oynadığı rol ve İstiklal
Savaşı esnasında ısrarla Amerikan mandasını savunması ecnebî okulların etkisini resmetmesi açısından
önemlidir.
Rumeli Hisarı bir cihetle gemileri karadan yürüten iman ve iradenin abideleştiği merkez, diğer cihetle
ise küfrün İslâm’ı çökertme planının başlangıç noktası olarak öne çıkıyor. Oluşla, yok oluşu cem eden bir
nokta.
Yıkıldığımız yerde yeniden doğrulma istidadına
malik olabilecek miyiz? İlim, fikir ve harekete bulaşan
inkar ve zillet virüslerini imha edebilecek miyiz?
Yüreklere semadan sekînet yağıyor. İrademiz muhkem, itimadımız tam. Yakın bir gelecekte Rumeli Hisarı’nda rahlesinde Kur’an-ı Kerîm, omuzunda Buhârî-i
Şerîf, sırt çantasında İdeolocya Örgüsü olduğu halde
zuhûr edecek bir nesil, Hamlin’in “Robert Koleji’ni
inşa ettiği noktada ümmetin “zafer kürsüsü’ olan İstanbul’a bakacak, mevcudu mütalaa, hali de muhasebe edecek ve işte orada “büyük fetih nizâmnamesi’ni
123
123
Büyük Doğu Çağına Doğru
yazacak. Müslüman Gençler, ecnebî okullarında Batı
aklıyla yetişen, ya da oralarda okumadığı halde onlarla gönül birlikteliği olan kuşağın teslimiyetçi duruşu nedeniyle kaybettiğimiz her şeyi, silahsız bir fetih
harekâtıyla geri alacak. Âlem-i İslâm, bu fethin er ve
kurmay kadrosundaki kahramanları istikbal etmeye
hazırlanıyor.
***
124
Büyük Doğu Çağına Doğru
MİLLİ GÖRÜŞ ve BÜYÜK DOĞU:
İKİ AYRI BAŞLIKTA TEK BİR
MEDENİYET PROJESİ
A
kif ömrünü İslâm coğrafyasını uyandırmaya adadı. İkbal, Kurtuba Camî’ni,
Tarık’ın Duası’nı, Şikayet ve Yakarış’ı
yazdı. Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri, Hasan
el-Bennâ, Bediüzzaman, Seyyid Kutub, Ebu’l-Hasan
en-Nedvî hâle çare aradı. Üstad Necip Fazıl fikirde istikâmeti tayin etti. Erbakan Hoca, siyasî krizin
aşılması noktasında somut adımlar attı. Milli Görüş,
Sünnet ve Cemaat çizgisindeki ilim, fikir ve hareket
adamlarının mücadelelerinin hasılası oldu.
Üstad ve Erbakan, İdeolocya Örgüsü ve Adil Düzen’le -selefleri gibi- İslâm’ın sadece iman, ibadet ve
ahlaktan ibaret olmadığını, daha doğrusu ne ise o
125
Büyük Doğu Çağına Doğru
olması gerektiğini anlattı. İki müellif, iki ayrı kitapta
tek bir medeniyet projesi ortaya koydu.
İdeolocya Örgüsü ve Adil Düzen
Önce İdeolocya Örgüsü yazıldı. İdeolocya, bir mütefekkir ve hareket adamının dünyasında şekillendiğinden onda daha çok idealite öne çıktı. Erbakan
Hoca, hâdiseye devlet adamlığı tecrübesini de katarak
İdeolocya Örgüsü’nü Adil Düzen başlığı altında siyasî
alana taşıdı, onu pratize etti.
İki Ulu Hoca
Üstad’la Erbakan Hoca arasında bir dönem zahir olan küçük çaplı ihtilafın arkasında da esasında
idealite-pratize farklılığı vardı. Hâdise Ebûssuud’la
İmam Birgivi’nin para vakıfları meselesindeki ihtilafına benzemekteydi. Her ikisi de haklıydı, ihtilaf
ise hâdiselere farklı açılardan bakmalarından kaynaklanmaktaydı. İmam Birgivi, sivil bir alim olduğundan fıkıhta ideal olana meyletti. Ebûssuud ise
ahkam-ı fıkhiyyenin icrasından mesul olduğundan
uygulanabilirliği önceledi.
Birgivi ve Ebûssuud yaşadıkları dönemin iki ulu
hocasıydı. Her ne kadar zaman zaman hâdiselere
farklı zaviyelerden baktıkları olduysa da fetvalarıyla İslâm’ın bölünmezliğini ve hayatın her şubesine
hükmedeceğini anlatma noktasında aynı safta durdular ve hep aynı destanı söylediler.
126
Büyük Doğu Çağına Doğru
İslâm’ın Fikir ve Siyaset Mümessilleri
Tanzimat sonrası dönemde hocalar, “dünya işlerine aklı ermeyen sınıf ” olarak kabul edilince bilginin
de öznesi değişmiş oldu. Hayattan kopan alimlerin bir
kısmı medreseye çekildi, sarf-nahiv okutmayı, metin
tercüme etmeyi yegâne vazife olarak telakki etti. Fikir
ve siyaset alanı bütünüyle, İslâm’ı avam düzeyinde bilen insanlara kaldı. Onlar konuştu. Onlar siyaset üretti. İslâmî hareketi onlar yönetti.
Üstad ve Erbakan Hoca, ulemânın hayattan bütünüyle tecrit edildiği bir dönemde İslâm adına hâle
çare aradı. İslâm’ı yekvücud kabul eden iki ulu Hoca’nın; Abdulhakîm Arvasî ve Mehmet Zâhid Kotku
(rahimehumallah)’nun bu iki öğrencisi İslâm’ın fikir
ve siyaset mümessili oldu. Harf devrimi ve tedrisatın
değişmesiyle siyasî ve ictimâî alanın dışında kalan
ulemâya sözcülük yaptı. Onların söylemek isteyip de
söyleyemediklerini gazete sütunlarından, meclis kürsülerinden dünyaya ilan etti. Çeşitli engellerle karşılaştılar, hakarete uğradılar, iftiralara maruz kaldılar,
birinin namaz kılmadığı, diğerinin ise bir namazı birkaç defa kıldığı yazıldı.
Üstad ve Hoca müslüman olmalarının gereğini yaptıklarından dolayı tutuklandı, hapse mahkum
edildi. Fakat her durumda müstakim duruşları devam
etti. Sarsılmadılar. Müslümanın, “imkansızlık” mazeretinin arkasına sığınamayacağını gösterdiler.
Müslüman gençler, İslâm’ın iktisat nizâmı, ceza
127
Büyük Doğu Çağına Doğru
hukuku gibi başlıklarının da olduğunu, dolayısıyla
hayatın her şubesine hükmedeceğini ilahiyatçılardan
değil, Üstad’dan ve Erbakan Hoca’dan öğrendi. Yani
Üstad ideale tercüman oldu, Hoca ise bir anlamda
Onun ideallerine uygulama alanı açtı.
Yusuf’un Gömleği
Milli Görüş, İslâm’ı camîye hapseden sekülarizme
bir başkaldırı olduğu kadar, medeniyeti bütün şubeleriyle çağa arz ve tatbik hareketi olarak da temâyüz etti.
Hoca, emperyalizmanın parçaladığı İslâm coğrafyasına döndü: “Yeniden Ankara, Bağdat ve Buhara
Üniversiteleri’nin aynı programa sahip olacağını,
Konya ve İslâmâbâd ovalarında yetişen ürünlerin
aynı borsadan idare edileceğini” söyledi. Siyasî sahada olduğu gibi, iktisadî alanda da tam bağımsızlığı
savundu. Ümmet coğrafyasını bölen sınırların sun’î
olduğunu ve bir gün kalkacağını, İslâm dinarıyla dolar saltanatının biteceğini ifade etti.
İstanbul, Hilafetin ilgasından onlarca yıl sonra
Onunla ümmete, ittihâd-ı İslâm çağrısında bulundu.
İslâm coğrafyasını muazzam bir heyecan kuşattı. O
konuştukça emperyalizma endişelendi, mustazaflar
cesaret kazandı. Üstad mukaddesatına sövülen millete dönüp, “Eğer bu millet ölmediyse o Fatih gelecek.”
diyerek sabra ve direnişe davet etti. Umutlar yeşerdi.
Büyük Doğu ve Milli Görüş gözlerini kaybeden fakat
Yusuf ’a kavuşacağına dair umudunu yitirmeyen Hz.
128
Büyük Doğu Çağına Doğru
Yakub’a gönderilen gömlek gibiydi. Onlarla gözlerimiz açıldı. Zulmet zail oldu, nur geldi.
Kaba Softalar
İçeride ve dışarıda bunlar olurken akademisyen,
müftü, vaiz, müderris gibi unvanlara sahip kimi nasibsiz kaba softalar, İslâm algılarını sistemin inşa
ettiğini, yani İslâm’ı yanlış öğrendiklerini düşünmeden, Üstad’ı ve Hoca’yı politika yapmakla itham
etti. Sistemin övgüsüne mazhar olan bu zevat, onların şahsında yeniden gündeme gelen İslâm’ın muhit
duruşunu reddetti. Aslında bu durum, müslümanın
kendisine farz olan bir ibadeti yaptığından dolayı bir
başka Müslüman tarafından tenkit edilmesi gibiydi.
Daha açık bir ifadeyle hacca giden ya da namaz kılan
bir müslümanı ibadetlerinden dolayı tenkit etmek
nasıl süfli bir ameliye ise, Üstad ve Hoca’ya yöneltilen tenkitler de aynıydı. Hâdiseyi Büyük Doğu esasları çerçevesinde kıymetlendirmek gerekirse şöyle
demek doğru olur: Propaganda kelimesi, o ulvi vazifeyi ifade etme gücüne sahip değildir. Fakat bununla
yeniden İslâm Çağı’nın geldiğini haber vermeyi kastediyorlarsa, onlar işte tam da bunu yapmışlardır.
Büyük Ödev
Üstad ve Hoca, Müslüman gençlere büyük İslâm
ödevini anlattı. Tespit ettiği sorunlar üzerinde isti’mâl-i fikirde bulundu. Hasılı tahsil ile meşgul ol129
Büyük Doğu Çağına Doğru
madı. Dirilişin yol ve yöntemini gösterdi. Anadolu’yu
bir ucundan diğerine defalarca dolaştı. Millet evlatları
arasında yeni kahramanlar aradı.
Ara Noktası
Milli Görüş Hocayla iktidar olunca, Büyük Doğu
Çağı da başlamış oldu. Hoca bir yılda on yıllık destan
yazdı. Yobazlar, Büyük Doğu Çağı’nı varlığı adına büyük bir tehlike olarak görünce Hoca’ya karşı çok cepheli bir savaş başlattı. Allah Teâlâ öyle takdir etti ve
destana bir ara noktası düşüldü.
Hoca ve İFAM
Hoca’ya vefatından birkaç ay önce İFAM’ı anlattığımızda ilgiyle dinlemişti. Sanki İFAM’ı, Milli Görüş ve Büyük Doğu’nun ulûm-u İslâmîyye akademisi
olarak gördü ve problemi tesbit etme sonra da ona
çare bulma noktasında şunları söyledi: “Hacı Bayram Camii’ne gitseniz orada pek çok namaz kitabı
görürsünüz. Ne var ki Müslümanların, başşehirde en
fazla uğradığı bu mâbedin avlusunda cihadla alakalı
tek bir eser bulamazsınız. ‘Neden böyle?’ diye sorduğunuzda ise size denir ki, ‘Efendim! Fıkıh kitaplarında cihad bahsi mufassal bir şekilde anlatılmamıştır.
Bu yüzden kitap çapında bir çalışma yoktur.’ Hadi bu
ifadeyi bir an için doğru kabul edelim. Bunun gerekçesini araştırdığınızda şöyle bir gerçekle karşılaşırsınız; ‘Ulemâ zamanında cihadla alakalı bir eksiklik
130
Büyük Doğu Çağına Doğru
söz konusu değildi. Zira cihad ibadeti bizzat devlet
tarafından îfâ edilmekteydi.’ Bu yüzden, ayrıntıya
girmek malumu ilam kabul edildi.”
Hoca, ümmetin İslâm noktasında küllî bir bakıştan mahrum olduğunu, bu yüzden zahirle iktifa ettiğini anlatırken de şunları söyledi: “Hacı Bayram’daki
sarıklı abidlere sürekli teheccüd kılan birinden bahsetseniz heyecanlanırlar fakat aynı kişilere bu şahsın
cihad vazifesini terk ettiğini söylediğinizde buna taaccüb etmezler.”
Hoca, İslâm nizâmının inşasında sürekli ehem olanı, mühime tercih etti. Bu noktada da şunları söyledi:
“Sizler derslerinizde ümmet-i İslâm’ın ziyadesiyle ihtiyâç duyduğu hususlara ağırlık veriniz. Çözüm ve çareler üzerinde yoğunlaşınız. Her tefsîr ettiğiniz ayet ve
şerh ettiğiniz hadis, ümmetin herhangi bir sorununu
çözmeye matuf olsun, bu noktada yoğunlaşın.”
Hoca, mezhep imamlarının fıkhî mirasından istifade edebilme ya da selefî mülahazaların yol açacağı bilgi anarşisinin önüne geçebilme noktasında ise
şöyle bir tesbitte bulunmuştu: “Ağrıyı aspirinin içindeki asetilsalisilik asit giderir. Bu asetilsalisilik asit,
kimya sanayinin konusudur. Eğer asiti, ilaç sanayinde hap haline getirmeden insanlara arz ederseniz,
bu ölümlere yol açabilir. Kur’an ve Sünnet de kimya
sanayine benzer. Fukahamız kimya sanayi hükmünde olan nassları, ilaç sanayi hükmünde olan fıkıh disiplini içerisinde cemiyetin sorunlarını çözecek bir
131
Büyük Doğu Çağına Doğru
formata aktarmıştır. Sizler de günümüz ihtiyâçlarını
dikkate alarak böyle bir çalışma yapmalısınız.”
Eritre’yi İstanbul Kadar Yakın Kılan Adam
Hoca hayatını İslâmî esasların inşasına adadı.
Ümmetin gören gözü, işiten kulağı, hakkı haykıran
sesi oldu. Ondan yana olduğunu zor şartlarda attığı
fiilî adımlarla da gösterdi. Milli Görüş, Bosna savaşında bütün varlığıyla taraf oldu. Her nev’i riski göze
alarak savaşın seyrini değiştirecek hayati adımlar
attı. Zihinlerinden uzaklık kavramını çıkaran, Eritre’yi, Mora’yı, İstanbul kadar yakın gören bir nesil
yetiştirdi.
Milli Görüş, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin hülâsası, ecdadın mirasıydı; Hoca, Fatih’in, Abdülhamid’in siyasetinin devamıydı. Siyasî, iktisadî ve
ictimâî manadaki adımları da hep bu çerçevede attı.
Yeniden Büyük Doğu ve Milli Görüş Çağı
Şimdi Göndoğumu... Milli Görüş’ün öz kardeşi İhvân-ı Müslimîn, Hz. Yusuf ’un medresesinde Mısır’ı
bir daha vermemek için tedbirler alıyor, gün sayıyor.
Tunus’da Nahda, Filistin’de Hamas düne göre daha
fazla söz sahibi. Destana düşülen ara noktası kalkacak gibi. İslâm Coğrafyası ve Anadolu koşar adımlarla Hoca’nın ve Üstad’ın işaret ettiği hedefe doğru
ilerliyor. Büyük Doğu ve Milli Görüş Devri yeniden
başlayacak.
132
Büyük Doğu Çağına Doğru
Son Söz
Hasan el-Bennâların, Ebu’l-Hasan en-Nedvîlerin,
Necip Fazılların ilim, fikir ve dava hassasiyetlerinin
Muhterem Erbakan’ın devlet ve siyaset adamı kimliğiyle temessül etmesi demek olan Milli Görüş, İslâm’ı
ilmihal düzeyinde bilen insanların ufkuna sığmayacak kadar büyüktür. Aksi bir mütalaa içinde olanlar
ya da hâdiseyi politik zemine mahkum edenler tarihe
bunun hesabını veremeyeceklerdir.
***
133
Büyük Doğu Çağına Doğru
SECCADESİNİ ALAN
AĞA CAMİİ’NE GELSİN!
R
amazanda yetimlerin başı okşanır, fukara sofraları nimete gark olur. Söze de,
yüze de tebessüm gelir. Evde, tramvayda,
trafikte hasılı insanların öfke seline tutulduğu bütün
noktalarda, öfkeye sebep olanlar için de dua cümleleri
kurulur.
Bir Müslüman, gecenin bir yarısında Ramazan
hediyelerinden oluşan bir paketi omuzlar şehrin bir
ucundan diğerine, bir kardeşinin evine götürür ve
üzerine, “Din kardeşinin hediyesidir, lütfedip kabul
buyurunuz” şeklinde bir rica cümlesi yazıp bırakır,
geri evine döner. Ramazan, gureba gönlünü hoş tutma mevsimidir. Onbir ay sokakları temizleyen, apartmanları silen, yevmiye hesabı çalışanların ayağına
134
Büyük Doğu Çağına Doğru
hizmetin götürüldüğü aydır. Allah’ın muttaki kulları,
içine riya karışır da kabul olunmaz korkusuyla titreyen kalpleriyle Ramazan’da da hayır hasenat yolunda
koşar dururlar.94
Zenginler, Allah Rasûlü’nün , “Nice saçı başı dağınık, toz toprak içerisinde kapılardan kovulan kullar
var ki, ellerini kaldırsalar Allah hiç birinin duasını
geri çevirmez” buyurduğu gurebanın hizmetinde rıza-i ilahiyi ararlar. Bilirler ki, insanlar arasında “muteber” olmayan nice zayıflar var ki, dualarına icabet
cihetiyle Allah Teâlâ katında pek kuvvetlidirler.
Mâbedlerin Gurbeti
İnsanlar gibi mâbedler de gurbete düşer. Garib
mâbedlerde yapılan ibadetler, tıpkı gureba duası gibi
icabete daha müstehaktır.
Bir Yetîmu’l-Asr: Ağa Camii
Bir Ağa’nın günah ve isyan merkezi olan Beyoğlu’nda yaptırdığı, bugün ise eğlence mekanları, müzik
sesleri, civardaki kilise kalıntıları arasında gurbeti her
renklerliyle yaşayan Ağa Camii, duaların müstecâb
olduğu Yetimu’l-Asr bir mâbeddir. Gariblerin dualarını geri çevirmeyen Allah Teâlâ, garib mâbedlerde
yapılan yakarışlara da icabet eder. Belki de bunun için
Abdulhakîm Arvasî Hazretleri irşad için Ağa Camî’ni
seçti. İslâm’a en ağır darbelerin vurulduğu yıllarda
94
Mü’minûn: 60-61.
135
Büyük Doğu Çağına Doğru
orada, “Ya Rabbi! Küfrün bütün gücüyle İslâm’a saldırdığı zamanımızda, Din-i Mübîn-i İslâm’ı, fikir ve
hareket cephesinde müdâfaa edecek, Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat esaslarına bağlı bir nesli inşa edecek dava
adamları yetiştirme noktasında bizlere muvaffakiyetler ihsan eyle” diye kesintisiz niyazları oldu. O dualara karşılık olarak Necip Fazıl bir Cuma günü kendini
Ağa Camii’ne, o büyük mürşidin ellerine attı. Belki de
bunun için Ali Haydar Efendi, Muhterem Mahmud
Efendi’yi, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen üst
tarafında, Şeyhü’l-İslâm İsmail Efendi’nin yaptırdığı fakat Cumhuriyet döneminde nisyana terk edilen
İsmail Ağa Camii’ne imam yaptı. Bu iki garib camîde yapılan dualar ümmete, Büyük Doğu ve yüzlerce
medrese olarak geri döndü.
Biriktirdiği üç-beş kuruşla cami yapan, geri kalan
malını, mülkünü de bu caminin yaşaması için vakfeden bir Şeyhü’l-İslâm’la, hamiyetperver bir Ağa’nın
Fatih ve Beyoğlu’ndaki yetim mabetleri cemaatsiz,
imamsız, hafızsız, ezansız kim bilir ne kadar gözyaşı
dökmüştür. Büyükler hatırlatmasa ya da baykuşların
yuva yaptığı kubbeleri olmasa yeni nesiller çoktan
unutacaktı bu iki mekanın cami olduğunu...
İki Ulu Hoca: Ali Haydar Efendi ve Abdulhakîm Arvasî
Anadolu’da, ahıra çevrildiğinden dolayı milletin
ibadet maksadıyla içine girmesi yasaklanan, çıyanla136
Büyük Doğu Çağına Doğru
rın yuva yaptığı, örümceklerin ağ ördüğü, baykuşların öttüğü kaç cami daha vardı? Her biri düşmanın
kahredici pençeleri ile yıkılan ümmet-i Muhammed
adına, susturulan minberleri, asılan imamları adına
ne ağıtlar yaktı, kim bilir? Dönemin iki Ulu Hocası
Ali Haydar Efendi ve Abdulhakîm Arvasî’nin, salâtîn
camileri dururken bu iki mâbedi seçmeleri, bir cihetle
teselli, bir cihetle de bedel ödeme pahasına hakkı tutup ayağa kaldırma ameliyesiydi.
İstanbul’un Sahibi İslâm’dır
Biri alim, diğeri arif iki müslümanın haram, fuhuş
ve isyan merkezlerinin en müstesna yerlerine, “İstanbul’un sahibi İslâm’dır”, “Bu toprakların tapusunda on
binlerce şehidin kanı vardır. Binaenaleyh her insanın
şüheda yolunda yürüdüğünün bir işareti ve mülkün
sahibi Allah Teâlâ’yı taziminin bir sonucu olarak ibadet etme mecburiyeti vardır”, ihtarında bulunmak
için inşa ettiği İsmailağa ve Ağa Camî kaç mücrimin
kurtuluşuna sebep olmuştur, kim bilir?
İsmailağa Muhasarası
Cumhuriyet döneminde açılan meyhaneler, kumarhaneler, hâzirede gömülü zevata fâtiha yerine
gönderilen sarhoş naraları, harîmine bakan mekanlarda yapılan fuhuş pazarlıkları ne ızdırablar yaşattı
bu iki mâbede. Her şeye rağmen Muhterem Mahmud
137
Büyük Doğu Çağına Doğru
Efendi’nin sessiz sedasız devrimi, Fener Rum Kilisesini tam bir muhasara altına aldı. Ağa Camii ise acılarıyla baş başa kaldı. Onun bu halinden cesaret alan
Kilise, aynı hali İsmailağa’da da tatbik etmek, İstanbul’un merkezinde ikinci bir Beyoğlu kurmak için
hayli zaman operasyonlar yürüttü. Bu amaçla camide
iki de cinayet işlendi. Ardından daha sarsıcı, daha yok
edici hamleler yapıldı.
Seccadesini Alan Ağa Camii’ne Koşsun!
Siz bu yazıyı okurken Allah’ın rıdvanına nail olmak
isteyen Müslümanlar bu gece yarılarında da yardım
paketlerini omuzlayıp içinde fukara ağırlayan hanelere ziyarette bulunacak. Peki ya garib mâbedlerin
dualarına nâiliyet için Müslüman gençler ne yapacak?
Kimler seccadesini omzuna alıp, “İstanbul İslâm’ındır” deyip Ağa Camii’ne namaza gidecek. Yeni Necip
Fazılların yetişmesi, yeni medreselerin açılması için
meyhaneler arasında, müzik sesleriyle boğulan, minaresindeki kandil de olmasa semtine Ramazanın uğradığı fark edilmeyecek ecnebî mahallelerindeki garib
camileri kimler ziyaret edecek?
Ağa Camii’nde Secde-i Rahmân’a Varmak
Ey İslâm’ın Çocukları! Ellerindeki rakı şişeleriyle
Ağa Camii’nin önünden geçip eğlence merkezlerine
giden gürûhun nisyana mahkum ettiği bu ulvi mâbedin halıları üzerinde secde-i rahmâna varmak, ne
138
Büyük Doğu Çağına Doğru
büyük bir lütuftur. Mihrabından, minberinden, kırılan pencerelerinden sokağa fışkıran fakat hayvandan
daha aşağı bir hayatı yaşadıklarından dolayı nasipsizler tarafından idrak edilemeyen o nuru kuşanmak,
onun ilhamıyla dua etmek için daha ne zamana kadar
bekleyeceksiniz? Ey günah merkezinin kalbinde ihlas
ve takva adası olarak duran Ulu Mâbed! Elbet bir gün
İslâm’ın olan İstanbul’da sen de İsmail Ağa gibi müfeyyez talebelerle mâzîyi âtîye bağlayacak, bu fetrete
son vereceksin. Etrafın meyhane sayısınca medreseyle
dolacak. Nurun bütün bir İstiklal Caddesi’ni kaplayacak. Abdulhakîm Arvasî gibi Ulu Hocalar minberinde
hutbe îrad edecek, bohem hayatında düşünce krizlerine mahkum olan çağın Necip Fazılları orada “bir hendeğe düşer gibi hakikatin kucağına düşecekler”.
Ey İslâm’ın Çocukları! İsmailağa’dan, İskenderpaşa’dan, Aziz Mahmud Hüdayi’den, Risâle-i Nûr Dershanesi’nden, Süleyman Efendi Medresesi’nden, Menzil Dergahından hasılı İslâm’ın bol olduğu ilim irfan
merkezlerinden -arada bir- namaz için Ağa Camî’ne
gidiniz. Şehr-i İstanbul’un her köşesinden bu garib
mescide namaz seferleri düzenleyiniz. Arkaya doğru
bütün zemin saf, sokak camî, gökyüzü de kubbeniz
olsun. Tarih de sizin bu ameliyenizi, “Allah Teâlâ, üzerinden yıllar geçse de her camîye, her garibe bir veli
gönderir” diye kayda geçsin.
139
Büyük Doğu Çağına Doğru
Ağa Camii’nde Dua
Beyoğlu’nda, İslâm’ın en garib noktalarından birinde, on binlerle kılınan bir teravih sonrasında Allah’a açılan eller şüphesiz ki karşılıksız kalmayacaktır.
Belki de bu zamandaki nasipsizliğimizin bir sebebi
de, kumarhaneler arasındaki metruk mabetleri nisyana terk etmiş olmamızdır.
Allah Rasûlü , “Mazlumun duasından korkun.
Zira onunla Allah arasında perde yoktur” buyuruyor.
O halde alın seccadelerinizi, bir Ağa’nın Rabbanî bir
işaret olarak günah borsasının tam ortasına nurdan
bir anıt olarak kurduğu Ağa Camii’ne gidiniz. En az
Beyt-i Makdis kadar, Ümeyye Camî kadar mazlum,
onlar kadar garib olan bu camînin nuruna gark olunuz. Unutmayınız ki, dünya gariblerin sevindirildiği
bir rahmet dârıdır. Yine unutmayınız ki, Ayasofya’nın
çok derinlere uzanan kilidi ilk darbeyi Ağa Camî’nde
yiyecektir.
***
140
Büyük Doğu Çağına Doğru
BÜYÜK DOĞU95
Sizleri İslâm’dan başka sığınak, barınak ve tutamak
tanımayan muazzez müminler olarak selamlıyorum.96
Emir Eri
Üstad, Büyük Doğu’nun sınırlarını tayin ederken,
onun ezelden ebede kadar hüküm ferma edecek İslâm nizâmı olduğunu söyler. O, ezelde çağlayıp, ebede
akan büyük bir iman mecrasıdır. Üstad da o büyük
mecranın önündeki engelleri kaldırmaya memur fikir işçisi… Bu yüzden Büyük Doğu’yu tarif ederken
o, ne yeni bir meşreb, ne yeni bir mezheb, sadece İslâm’a yol açma geçididir, der. Büyük Doğu, Allah ve
Bu yazı, birkaç üniversitede “Büyük Doğu ve Necip Fazıl”
başlığıyla akdedilen konferansın küçük tasarruflarla kayıttan
yazıya aktarılmış halinden ibarettir.
96
İrticalen yapılan bu konferanstaki tırnak içindeki ifadeler
mana itibariyle nakledilmiştir.
95
141
Büyük Doğu Çağına Doğru
Rasûl davasını hayatın merkezine buyur edip, onun
emrine girmektir. İslâm’a, Hz. Muhammed’e emir
eri olmaktır.
Büyük Doğu’ya bu zaviyeden baktığınız zaman
bedihî bir hakikat olarak görürsünüz ki, o bir mütefekkirle ya da bir alimle değil Hz. Muhammed’le
başlar. O İslâm’dır.
Gökkubbeyi Dolduran Sadâ
Dün İslâm’ın önünde nasıl engeller varsa, bugün
de var, yarın da olacak... Çünkü İslâm “hak”tır, hak da
onunla mücadele eden batılla vardır. Üstad da meydan yerine çıktığı zaman, yani “Ben buradayım” dediğinde İslâm düşmanları farklı kimlikler altında Büyük Doğu ile mücadele ettiler. Önce küçük gördüler,
hafife aldılar. İktidar da bizde, güç de bizde dediler.
Efendimiz ’in hasımları da, “Bu kim ki? Mekke bunun gibi nice yetimi yuttu, bunu da yutar.’’ demişlerdi.
Suya atılan bir taş gibi... Belki etrafında birkaç tane
hâle oluşturacak, sonra kaybolup gidecek. Mekke semalarının Peygamber-i Ekber’in sesini yutacağını
zannettiler. Fakat İslâm Cezîretu’l-Arab’ın gök kubbesini dolduran bir sada oldu. Müminler Mekke’de
“Allah” dedi, Medine’de duyuldu. Hicret İslâm düşmanlarını “kazandık” diye sevindirdi. Bu kadarla iktifa etmediler, Medine’ye gittiler. Müminler, Bedir’de
kazandı, Uhud’da kaybetti, Fakat Mekke’nin fethiyle
bu yolda kaybetmek olmadığını gördü Sahâbe. Her
142
Büyük Doğu Çağına Doğru
şeye rağmen onlara meydan okudu Peygamber-i Ekber , sonra Ashâbına yöneldi “َ‫ال ْعلَ ْون‬
َ ْ ‫َولَ ت َ ِه ُنوا َولَ تَ ْح َزنُوا َواَنْتُ ُم‬
ِ
‫ان كُ ْنتُ ْم ُم ْؤ ِم ِن َني‬, (Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız en
üstün sizlersiniz)’’97 buyurdu. Yani önünüzde Uhud,
yarınlarınızda da İran gibi, Bizans gibi uygarlıklar
olsa da “Allah var, o ne güzel vekildir. Yürüyün, cihad
sizden, fetih Allah’tan.” buyurdu.
Azların Çoklara Galibiyeti
Allah Rasûlü “Ayaktayız Ya Rabbi!” derken çevresinde yaralılar, önünde şehitler vardı. Silahı eliyle
değil yüreğiyle taşıyan çocuklar vardı. Fakat onlar
Allah’tan kafirlerin ummadığını bekliyordu, Cennet’e, rıza-i ilahiye taliptiler. O bu haliyle ümmetine
Hak’la Batıl’ın mücadelesine “maddî mikyasla bakmayın; imanınız varsa siz üstünsünüz buyurdu. Allah
Teâlâ bu halle alakalı sürekli yeni ayetler indiriyordu.
Hz. Musa’yı Firavun’a gönderirken “‫اِ ْذ َه ْب اِ ٰل ِف ْر َع ْو َن اِنَّ ُه طَغٰى‬,
(Firavun’a git, çünkü o iyice azdı)”98 buyurmuştu. Hz.
Musa’nın kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri yoktu. Maddî mikyasla baktığınız zaman bu
büyük bir stratejik hataydı. Fakat Hz. Musa gitti. “Olmaz ki Ya Rabbi!” demedi. Vazifeyi veren, her şeye kadir olan Allah Azze ve Celle ise, Peygambere yürümek
düşerdi. Hz. Peygamber de on bin kişilik muazzez
Sahâbe kadrosuyla Tebük’e, Bizans’ın üzerine yürüdü.
97
98
Âl-i İmrân: 139.
Taha: 24.
143
Büyük Doğu Çağına Doğru
Eğer siz maddî mikyasla bakarsanız, o zaman münafıklar ve müşrikler gibi “ٌ‫ اِنَّ ُه لَ َم ْج ُنون‬, Hiç şüphe yok o bir
delidir’’99 diyeceksiniz ya da “Bu bir cinnet halidir. Tek
başına böyle zor bir zamanda Bizans gibi bir uygarlığa
meydan okunabilir mi?’’ diye düşüneceksiniz. Fakat
Peygamber , stratejik analistlerin, siyaset bilimcilerin zarfına bakarak konuştuğu Bizans ve İran’ın ruhuna bakıyordu. “Bunun ruhu iflas etmiş, Ebû Zerr’e
dayanamaz. Ömer’e dayanamaz bu mukavvadan bir
devlet’’ diyordu. Efendimiz’den sonra yirmi yıl geçmeden Ashâb-ı kirâm İran’ı ayaklar altına aldı, Bizans’ın omurgasını çökertti.
Ebû Cehil Karargâhı
1940’lı yıllar... Üstad Necip Fazıl’ın “İşte iz, geliniz!’’ dediği zamanlarda da Müslümanların gücü
maddi mikyasta çok zayıftı. Fakat “Ayaktayız Ya Rabbi!” dedi Üstad, hem de ölene kadar. Yıllar sonra bir
müslüman Ebu Cehil karargahına dönüp “Hesaplaşma şimdi başlıyor.” diyordu. “Allah” demenin yasak
olduğu, minarelerde Allah-u Ekber’in susturulduğu
yıllar… Ezan sesine hasret kalan millet, ya mezralara
gidiyor ya da dağ başlarına çıkıyor, hasretini orada
Allah-u Ekber diyerek gideriyor veya kayıklara binip denize açılıyor, oralar da “Ezan” okuyordu. Böyle bir zamanda Büyük Doğu’nun manşetleri “Gelin
Ankara’nın ortasında Allah-u Ekber diyelim!” diyen
99
Kalem: 51.
144
Büyük Doğu Çağına Doğru
bir muhtevâda idi. Siz madde planında baktığınız
zaman hükmünüz, “Bu bir cinnet halidir.” şeklinde
olur. Bu büyük bir stratejik hatadır, dersiniz. Fakat
Kur’an-ı Hakîm de Mekke’de, Hz. Muhammed’e
Onun ve ashabının büyük zaferler kazanacağını, “Allah’ın ordularının galib olacağını” haber vermemiş
miydi? Peygamber-i Ekber bunu söylediği zaman
Bilal bin Rabâh Mekke sokaklarında “Allahü Ehad”
dediğinden dolayı işkence görmüyor muydu? Bütün
bunlara rağmen Efendimiz bütün bu mevziler aşılacak buyurduğunda Sahâbede “Nasıl olur?” diye bir
tereddüt olmadı. Sonra gördüler ki “Hicret” bir kaçış
değil, daha ilerlere gitmek, Mekke’leri fethetmek için
bir geri çekilişti. Sahâbe, tabiûn dönemlerinde de zaman zaman daha ilerlere gitmek için geri çekilmeler
oldu.
İslâm mücadele planında, iki farklı duruş, iki
farklı mevzileniş var. Bu, cihad meydanları için olduğu gibi ilim ve fikir vadileri için de geçerlidir.
İmam Gazzâlî ve İmam Rabbânî gibi rabbanî alimler, seleflerinin ızdırari geri çekilişlerini “fethe” dönüştürdüler.
Neden Bizde Kant Yok?
Bizde ikinci, üçüncü sınıf muharrirler çıkar derler
ki, “İslâm hür düşüncenin önüne barikatlar, engeller
koymuştur.”. Gerekçeleri ise ilim tarihimizde “büyük
çaplı filozoflar olmayışı.”. Evet bizde Kant’ı, Descartes’ı
145
Büyük Doğu Çağına Doğru
bulamazsınız. Çünkü Peygamber-i Ekber muhataplarına evvela “‫ تَ َف َّك ُروا ِف َخلْقِ الل ِه‬/ Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünün” buyurdu. Önce iman, sonra tefekkür,
hem de sonuna kadar… Fakat ne kadar cins bir kafaya
sahip olsanız da düşünmenin bir sınırı var. Oraya geldiğinizde Üstad’ın ifadesiyle şöyle dersiniz,
Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var.
Niçin Gazzâlî?
Evvela iman edeceksin; Sonra yola çıkacaksın.
Peygamberin ruhaniyetine teslim olacak, sonra yürüyeceksin. Bu yol, sizi Gazzâlî yapar. Gazzâlî olunca
da sizi Kant gibi gece yarılarında sokakta cinnet naraları atan ya da günün belli bir saatinde gidip-gelen bir adam olarak görmezler. Eğer İmam Gazzâlî
Hazretleri Hz. Muhammed’i tanımamış, Onun ruhaniyetine teslim olmamış olsa, onu da bir gece yarısında Bağdat sokaklarında ya da Şam caddelerinde
cinnet nöbetlerine girmiş bir adam olarak görecektiniz. Nitekim İmam Gazzâlî Nizâmiye medreselerinde en zor bahisleri okuturken cinnet nöbetlerine
girmişti. Maddenin nedenselliği, eşyanın varlığı ve
sonra felsefenin o en esaslı mevzularına takılır kalır.
Öyle ki ağzına aldığı her şey gibi, tefekkürü de kusar,
geri çıkarır. Sonra anlar ki Peygamber’in varlığına, onun ruhaniyetine teslim olmadan bu yollardan
yürünmez. Bizde Kant yok, doğrudur. Fakat Gazzâlî,
146
Büyük Doğu Çağına Doğru
Râzî var, İmam Rabbânî var. Eğer birileri İngiliz ve
Amerikan işgali ile medreseleri yani o büyük iman
ve irfan merkezlerini kapatmamış olsaydı bu kriz yaşanmayacaktı.
Ne Süleymaniye Kaldı, ne de Beyazıt
İngilizler bizim irfan yerleşkemize giden bütün
yolları kapattı. Artık ne Süleymaniye’miz ne de Beyazıt’ımız var. Mısır’da Ezher, Hindistan’da Nedvetu’l-Ulemâ, Diyûbend gibi büyük medreseler, ulu hocalar
var. Ama bizim Süleymaniye’miz tarih oldu. Yerleşkemize giden bütün yolları kapattılar. Bu toprakların çocukları Şerhu’l Mevâkıf ’ı ellerine aldıklarında
Taftâzânî’yi anlayamıyor. Onlar için Seyyid Şerif başka bir dünyanın adamıdır. Halbuki Taftâzânî onlardan
biriydi, onda kendilerini buluyorlardı. Onu tanıyınca kendilerini de tanıyacaklardı. Mahrum bıraktılar.
Eğer bu ulu hocaların dilini öğrenip de dünyalarına
inebilseydik şöyle bir adam görürdük; eşyanın hakikatiyle söze başlayan, ilmin yollarını sıralayan, arazdan, cevherden bahseden, doğru düşünmenin prensiplerini ortaya koyan bir allâme. Yaşadığı çağa ait
her nevi fikri akımı en az onların müntesipleri kadar
bilen bir allâme. Münkir bir akılla hesaplaştığından
ya da nasıl hesaplaşılacağını gösterdiğinden ayet ve
hadis kullanmamış. Aristo’yu, Sokrat’ı alıp teker teker
hepsini muhakeme etmiş ve her biri de ayaklarının
altında kalmış... Bir bakıyorsunuz bir köşede Aristo
147
Büyük Doğu Çağına Doğru
can çekişiyor. Öteki köşede Spinoza’nın sesleri duyuluyor. Lakin biz bunların yaşandığı o ilim ve fikir
yerleşkemize giden bütün yolları kaybettik. Bu yüzden elimize aldığımız Şerhu’l-Akâid’in satırlarından
Taftâzânî’ye gidemiyoruz. Çözemiyoruz problemleri,
bu yüzden elimize Spinoza’yı verdiler. İlahiyatı bitirdikten sonra Batı’ya yüksek lisansa ya da doktoraya
gittiğinizde sizi bir şarkiyatçının karşısına oturturlar.
O da söze inkâr ile başlar… Eğer biz vefatına bir yıl
kala “el-Fevâidu’z-Ziyâiyye’yi” yazan Molla Camî gibi
bir adamı tanıyabilseydik, o zaman Gadamer diye bir
adam bizim hayatımızda 3. sınıf bir muharrir olarak
kalacaktı. Ama biz Molla Camî’nin dünyasına inemedik, çözemedik o kodları. Çünkü öyle muazzam bir
ilim, fikir ve iman sarayı kurmuşlar ki, siz oraya ulu
hocaların elinden tutmadan çıkamazsınız. Bir fikir
ehramı… Madem ki bunlar hayatın en esaslı mevzularıdır, o zaman büyük mürşitlerin elinden tutup buralardan çıkacaksınız.
Üçüncü Sınıf Muharrirlerden Mukallitlere
Yerleşkemizi kaybedince kopuşların önünü alamadık. Batı’ya gönderdiğimiz 3. sınıf muharrirler geriye Batı’nın mukallitleri olarak döndü. Hocalarımız,
medresemiz hala eşyanın o en zor bahislerine, felsefenin en zor konularına dair meseleleri oturup Kant’la
da, Descartes’la da ya da onların takipçileriyle de müzakere ve münazara edecek fikrî derinliğe sahipti. Biz
148
Büyük Doğu Çağına Doğru
ilmen değil, siyaseten çöktük. Ulemâ teslim olmadı.
Eğer teslim olsaydı, teslim olan bir medresenin kapısına kanla mühür vurulur muydu, ulu hocalar için darağaçaları kurulur muydu?! Teslim olan ilmiye değil,
siyasi iradedir. Batı “kurban isteriz” deyince, hilafet
ve medrese kurban edilmiştir. Köleler efendiler adına tarihin en büyük cinayetini işleyerek ümmeti hem
başsız, hem de irfansız bırakmıştır.
Avrupa’nın Beyaz Bedevileri
Batı, Osmanlı’nın üzerine gelemeyince Afrika’yı
dolaşıp Güney Asya’ya gitmişti. Avrupa’nın Beyaz bedevilerine karşı insanlığın hamisiydik. Altı asır dinine ve diline bakmadan insanlığa muhafız olduk. Batı
Asya’dan, Afrika’dan gaspettiği dünyalıklarla siyaset
mecrasını derinleştirdi. Debîsi yükseldi, bizim siyasî
bentlerimiz olduğu yerde durunca önce İstanbul’u,
sonra da Âlem-i İslâm’ı işgal etti. Enkaz altında kaldık, iki asırdır kurtuluş savaşı veriyoruz...
Batı’nın Sihirlediği Akıllar
Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Batı’ya gönderdiklerimiz aşağılık psikolojisi ile geriye geldi. Müftehir bir akıl ve 3. sınıf muharrir kafasıyla medreseye
döndüler ve dediler ki, “Sen bu varlığınla hayatın en
temel sorunlarına dair konuşamazsın’’. Elinin tersi ile
ittiler. Bir tarafta Munis Tekinalp takma adlıyla Türkçülüğü öne çıkarıp “Kahrolsun Şeriat” diyen Moiz Ko149
Büyük Doğu Çağına Doğru
hen’e, diğer tarafta ise Emile Durkheim’e intisap eden
Ziya Gökalp‘i dinledi siyasi mahfiller. Kürt olduğu
halde “Türkleşmek”ten bahsetti Ziya Gökalp… Diğer
tarafta Tevfik Fikret “Ey kitabı köhne, yırtılır bir gün
medfen-i fikr olan sahifelerin’’ diye Kur’an’a hakaret
ediyordu. “Bunlar Medrese’ye gittiler, medrese onların sorunlarını çözemedi de savruldular” gibi bir ifade
bütünüyle gerçek dışıdır. Yunan aklı, Hristiyan ahlakı ve Aydınlanma inkarının savrulmanın vehametini
gizlediği bir zamanda da alimler, arifler eşyayı gerçek
sûretiyle göstermeye devam ettiler. Fakat Batı’nın sihirlediği akıllar, baba sözü dinlemeyip on beşinde davulcunun peşine düşen kızlar gibiydi, ne alim, ne de
arif dinliyordu.
Fetih Ufuklarındaki Dahi
Adım adım Büyük Doğu Mimarı’nın kurtuluş öyküsüne gidiyoruz. Bir âlim, felsefenin zirve noktalarını
gördüğü halde tatmin olmayan büyük aklı, dehayı Hz.
Muhammed’in nuruyla nasıl teskin etti? İşte İslâm
budur. Mesele bu sırrı çözmek. Ötesi epistemolojik
yalanlar… Eğer cins akılsanız, deha iseniz Batı felsefesinin zirve noktalarını görseniz de ruhunuzdaki derin
acılar ve ızdıraplar dinmez. Çünkü “sekînet” semadan
gelir. Semadan gelen Kitab’a öğrenci olan hocaların
halkasında devşirilir. “َ‫الس ِكي َنة‬
َّ ‫ ُه َو الَّـ ِ ٓذي اَنْ َز َل‬ / O, inananların
imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine sekînet
150
Büyük Doğu Çağına Doğru
indirendir.”100 İşte o “sekînet’’i indiren Allah Azze ve
Celle ve O’nun Peygamberi ya da öğrencileri yüreklere müdahale edecek. İşte Büyük Doğu Mimarı oraya
doğru yürüyor. Anadolu’nun en cins kafası… 3. sınıf
bir üniversite mezunundan ya da 3. sınıf bir muharrirden bahsetmiyoruz. Neden Ziya Gökalp, Tevfik
Fikret ya da Nazım Hikmet Batı’ya amele olmaya razı
oldu da, Üstad her şeyiyle Batı’yı kustu? Cins kafayla, 3. sınıf akıl kıyas kabul etmez. Necip Fazıl deyince
Anadolu’nun en cins fikir kumaşından bahsediyoruz.
Böyle bilmeli… Bütün ameliyesi Allah ve Rasûl davasını fetih ufuklarında temsil eden bir milletin çıkardığı o dâhiden, dehadan bahsediyoruz.
Sorular ve Sorunlar
Eğer bir Medrese ehliyetsiz ellerde “ekmek teknesine” dönmediyse hiçbir soruyu çözümsüz bırakmaz.
Abdulhakîm Arvasî gibi kaç veli, kaç alim, kaç Necip
Fazıl’ın kurtuluşuna sebep olmuştur. Mevzuya dair
şöyle bir anektod arz edeyim. Geçen asırda Peşaver
Üniversitesi’nde Hayran adındaki bir talebe düşünce
krizine girer. Üstad gibi entelektüel kriz yaşar. Hocalara, “Madde nedir, neden, nasıl ve niçin yaratıldı?”
diye sorular sorar. Hocalar bir yere kadar cevap verip duruyorlar, aciz kalıyorlar. Öğrenci soruda ısrar
edince, çareyi onu okuldan kovmakta buluyorlar. O
da babasına gidiyor, ağlayarak halini anlatıyor. Baba100
Fetih: 4.
151
Büyük Doğu Çağına Doğru
sı diyor ki, “Bende senin gibi düşünce krizine mübtela olmuştum. Beni de okuldan uzaklaştırmışlardı.
Benim bir hocam vardı. Buhara, Hartenk köyünde.
Ebu’n-Nûr Hazretleri. Seni ona göndersem.’’ Hayran kilometrelerce yolu yaya yürür. Hartenk köyüne
varır, Ebu’n-Nûr’u sorar, derler ki, “Beş yıldır kimse
ile görüşmüyor. Köyde İmam Buhârî Hazretleri’nin
türbesinin olduğu yerdeki camiye çekildi, orada riyazet ile meşgul.’’ Hayran diyor ki, “Benim bu düşünce krizimi aşabilecek, elimden tutabilecek, bana
Hz. Muhammed’in
yolunu gösterecek kişinin o
olduğunu söylediler onun için geldim. Görüşmem
gerekir.’’. “Peki’’ dediler. “Günde bir defa kendisine
yemek veriyoruz. Bugün yemeği sen takdim edersin. Sorularını da yemek tepsisinin içerisine koyarsın. Eğer uygun görürse, seni davet eder.”. Hayran,
yemeği Ebu’n-Nûr’a takdim ederken tepsinin içerisine okuldan atılmasına sebep olan sorulardan bir
kısmını koyar. “Neden, niçin, nasıl,….” Ebu’n-Nûr
Hazretleri yerden tepsiyi kaldırırken kağıdı görür.
Soruları okur, tepsiyi yere bırakır. Başını kaldırır,
karşısında Hayran’ı görünce yanına çağırır. Der ki:
“Senin imanını kurtarmam riyazetten daha evladır.
Beş yıldır kimselerle görüşmüyorum fakat şimdi sen
git şehirden bir defter, bir kalem ve yatak al da gel.
Söylenilenleri alır ve Hayran camiye yerleşir. O sorar
Ebu’n-Nûr Hazretleri cevap verir. Bütün bunları not
alır. Sonra hacca giderken yanında götürür, öncelik152
Büyük Doğu Çağına Doğru
le Ebu’n-Nûr’un hocası olan Hüseyin Cisr’ın kabrini
ziyaret eder. Orada oğlu Nedim Cısr’la karşılaşır. O
da notları alır, Arapçaya çevirip, ‫قصة اإلميان بني الفلسفة و العلم‬
‫ والقرأن‬adıyla basar. Daha sonra bu kitap Türkçe’ye de
çevrilir. Bu eser, Medrese’nin Kant’ın, Descartes’ın,
Siponoza’nın, Heiddeger’in nerelerde çıkmaza girdiğini ve krizin nasıl aşılacağını gösterdiği onlarca
kitabından biridir.
Batı Kimi Tatmin Eder?!
Sanki Hz. Muhammed’in ordusuyla Tebük’e doğru gidiyorsunuz, karşınızda büyük bir güç var, yürekler ağza geliyor. Ama siz Sahâbeye dönüyor, “‫َولَ ت َ ِه ُنوا‬
‫ال ْعلَ ْو َن اِن كُ ْنتُ ْم ُم ْؤ ِم ِن َني‬
َ ْ ‫ َو َل ت َ ْح َزنُوا َواَنْتُ ُم‬/ Üzülmeyin, gevşemeyin,
inanıyorsanız en üstün sizlersiniz.’’ ayetini okuyor ve
diyorsunuz ki, “Siz Bizans’ın görünüşüne bakmayın,
yüreği kokmuş bunun, ruhu değil, iskeleti ayakta. On
ya da yirmi yıl sonra buraların fatihi siz olacaksınız.’’.
İşte Batı’dan o siyasi dalga geliyor. İstanbul Onun felsefi mecrasının işgaline maruz kalmış, yürekler ızdırap mahşerine dönmüş.
Çare
Bunlardan bir tanesi de Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl. Öteye gidiyor, beriye geliyor. “Çare”
arıyor, fakat nafile seferler… Batı felsefesini zirve noktalarıyla gören bu cins kafa en olmazda bile
kurtuluş arıyor. Eğer 3. sınıf bir muharrirseniz Batı
153
Büyük Doğu Çağına Doğru
sizi tatmin eder, her söze onlarla başlar, onlarla bitirirsiniz. Fakat muhatap cins kafa olursa Hz. Muhammed’in öğrencilerinden başkaları onu tedavi
edemez, yıkıldığında ayağa kaldıramaz. Diyor ki:
“Doktora gidiyorum halimi anlatıyorum. Yatağa çekildiğimde demir kerpetenlerle gözümü kapatsam
yine uyuyamıyorum. ‘İşte bendeki hal, maraz bu’ diyorum. Batı’nın en cins akıllarını okuyorum Paskal’a
bakıyorum. Adam kendini bir manastıra hapsediyor,
orada feryat ediyor: ‘Bana Sokrat’tan, Descartes’tan,
Kant’tan değil, bana bütün ruhları teskin eden Peygamberden bahsedin.’ ...” İşte Hevâ sizi biryere kadar
götürüyor fakat orada duruyorsunuz. Metafizikle
iletişim kurmanın mecburiyetini anlıyorsunuz. Eğer
dehaysanız, zirve noktasına çıkabildiyseniz bunu
daha çok hissediyorsunuz. Fakat 3. sınıf muharrirler
bundan mahrum. Onun için Batı’ya gidip oradan tarihselci olarak dönenler bunu anlayamazlar. Çünkü
onlar 3. sınıf muharrir bile olamazlar. İmam Gazzâlî’yi tanımayan Râzî’yi tanımayan nasıl nasipdar
olsun ki?
Meşşâîleri Nasıl Anlamalı?!
Bir tarih farklı hocaların olduğu bir mecliste
“İslâmî İlimlerin İhyası” başlıklı bir konuşma yapmıştım. Soru-cevap faslında akliyatla alakalı farklı
görüşleriyle temâyüz eden bir İlahiyat’tan bir hoca,
Müslüman filozofların görüşlerini çok iyi bildiğini
154
Büyük Doğu Çağına Doğru
zannederek konuşmayı tenkid etti. Meşşaileri müdâfaa etti, Gazzâlî’ye saldırdı. Ona söyledim, siz de
bilin. “Azizim bak! Sen Cambridge’te doktora yaptın, oradaki hocalarından yaptığın nakillerle sabah
bir şeyler anlatmaya çalıştın. Onların eserlerini
esas alarak İbn Sina’yı konuştun. Şimdi de İbn-i
Sina’dan bahsediyorsun. Fakat Batılılar üzerinden
İbn-i Sina’dan bahsediyorsun. Eğer ilmi derinliğin
kafi ise şu müessesenin kütüphanesinden İbn-i Sina’nın Şifa’sını ya da Kanun’unu getirsinler, kendi
ibaresiyle burada okuyalım, müzakere edelim, sonra da İmam Gazzâlî’nin söylediklerine bakalım.
Karşımızdaki hocalardan da bir heyet olsun onlar
da şu iki şeye karar versinler; Gazzâlî mi, Meşşailer
mi hakkı temsil ediyor, İbn Sina’yı İngilizler üzerinden anlamak mı, yoksa kendi eserinden okumak mı
daha bilimsel?.
Susturulan Ulemâ Adına
Mustağrib meclislerinde tek taraflı celselerde
ulemâ aleyhinde verilen kararlar temyize gidecek.
Bozulması gereken muhakemeler, bozulması gereken kararlar var, susturulan ulemâ adına, susturulan
Gazzâlî’ler, Râzî’ler adına verilen yalan-yanlış hükümler var. Allah’ın inâyetiyle yeni bir nesil gelecek,
tepetaklak olmuş ehramı ayakları üzerine oturtacak
ve bütün işi mealcilik düzeyinde bir iman ve İslâm
bilgisi olan bu insanlara İslâm’ın ne olduğunu anla155
Büyük Doğu Çağına Doğru
tacak. O günler de gelecektir Allah’ın inâyetiyle.
Gazzâlî’nin İzinde Bir Mütefekkir
Büyük Doğu; Gazzâlî yoludur. Üstad ilimde ve
maneviyatta olmasa da fikirde Gazzâlî’ye varis bir
mütefekkirdir.
Cins kafa… Büyük akıl, deha… Arıyor… Doktorlar çare değil… Aldığı ilaçlar üzerinde insan başı
ve çarpı işareti var. Bunun anlamı, “Şu dozdan fazla
alırsan hayatını kaybedersin.” İki katını alıyor. Yine
uyuyamıyor. Cinnet günleri… Filozofların insanları
oyalama dışında bir kıymet ifade etmeyen “buldum”
sözünün ne kadar boş bir kelam olduğunun şuuru
içerisinde Gazzâlî yolunun hocalarından Abdulhakîm Arvasî’ye gidişini şu cümlelerle ifade ediyor:
“Vapura bindim, haliçte gidiyorum. Yanımda nur
yüzlü bir adam”, var. Soruyorum, hem de her önüme gelene. Hastalar ‘acaba çare olabilir mi?’ diye her
gördüklerine hallerini arzederler. Yanımdaki adama
halimi arz ettim. Bir noktaya kadar konuştu. Felsefenin o en derin noktalarına indik. Bir noktaya
geldik ki, “buradan ötesi benim haddimi aşar, Ağa
Camî’nde, Abdulhakîm Arvasî adında bir imam var
ona git, bundan ötesini o çözecek’’ dedi. “Bir Cuma
günü Ağa Camî’ne birkaç yüz metre uzaklıkta bir
evde, bir apartman dairesindeyiz. Yanımda Abidin
Dino (Üstad’ın ressam arkadaşı) var. Dedim ki “O
ihtiyar adamın bahsettiği Ağa Camî’ne, o hocaya
156
Büyük Doğu Çağına Doğru
gidelim.’’. İkna ettim bir Cuma günü Ağa Camî’ne
gittik.
Sidre-i Münteha
1940’lı yıllar... Birkaç saf insan var. O büyük veliyi ancak o kadar Müslüman dinliyor. Belki o yıllar
felsefenin fuzuli bahislerine onlar, yüzler, binler iştirak ediyordur. Fakat bu millet varlık içinde büyük
bir mahrumiyet yaşadı. Ağa Camî’nde İslâm’la millet
arasındaki bütün engellerini kaldıran Abdulhakîm
Arvasî Hazretlerini birkaç saf insan dinliyordu. O
gün birkaç saf adamı olan Büyük Veli, Üstad Necip
Fazıl’la Anadolu’nun en zor problemlerini çözmeye
talip oldu. Aklın takıldığı, felsefenin aciz kaldığı sidre-i müntehayı aşan adam onun halkasında yetişti.
Üstad onunla buluşmasını, bir anlık gözlerinin ona
değme anını anlatırken diyor ki,
Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!
Eyüp’te Akşam
Felsefenin zirvelerinde dolaşan, Kant’ın, Descartes’ın, Spinoza’nın, Heiddeger’in tatmin edemediği
akıl, ruhu kan revan içinde bir Büyük Veli’nin hidayet halkasında… Taftâzânî’nin, Seyyid Şerif ’in talebesi konuşuyor Necip Fazıl dinliyor. O konuştukça
çözülmemiş bütün problemler hall-u fasl oluyor. En
zor bahislerin düğümleri bir bir açılıyor. Üstad çı157
Büyük Doğu Çağına Doğru
karken nur desen ellerine kapanıp diyor ki, “Efendim! Sizinle birlikte olmak istiyorum…”. “Olur, Biz
Kaşgarî Dergâhındayız, buyurunuz…’’. (Kaşgarî Dergâhı Eyyûb’ten Pierre Loti’ye çıkarken hemen orada
mezarlığın içinde. Üstad’ın kabri de hemen yolun
kenarında). “Bir öğlen vakti gittim, ben sordum o
cevapladı. Dışarıya çıktığımda akşam olmuş, hava
kararmış, karanlık Eyûb’ü bir yorgan gibi örtmüştü. O en cins akıl Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin
önünde öğlede oturuyor, akşam kalkıyor.
İşte buyurun… 3. sınıf muharrirle deha arasındaki fark… Onun için onların İmam Gazzâlî’ye, İmam
Râzî’ye dair hükümleri benim ayaklarımın altına bile
değmez.
Altınla Yazılmaya Değer
Üstad önceki hayatında ne yazdıysa onları Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nden aldığı Şeriat
ölçüsüne vurur, uyuyorsa alır değilse reddeder.
Bazılarını da Hocasına arz eder. En dakik şeriat mihengine vurarak bizzat O tashih eder. Bu münasip,
bu değil der. 1935 yılında bir gazetede çıkan yazısını Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin huzurunda
okuyunca, Büyük Veli yazıyı ellerine alır ve üzerine
“altın ile yazılacak yazı” yazar. Üstad da vasiyyetinde, hususî zarfında duran bu makaleyi bütün eserlerimin tasdiknamesi olarak kefenime iliştirin, der.
(Esas itibariyle kefeninin içine bir şey konulmaz,
158
Büyük Doğu Çağına Doğru
dünyadan bir şey götürülmez. Fukahanın hükmü
budur. Üstad ise bunu teberrük babında mütalaa
etmiş olmalıdır).
Sancak
Üstad Büyük Doğu Mecmuasını çıkarır. Mecmua
iman ve İslâm davasına sözcülük yapacak. “İşte iz geliniz, Allah ve Rasûl davası burada’’ diyecek… Hani
Yermük’te İslâm orduları dağıldığı zaman Ümmet’in
Firavun’u Ebû cehl’in oğlu İkrime yanındaki 400 kişiyle öne atılır. Herkes susar Onun sesi duyulur: “‫من‬
‫ يبايع عيل املوت‬/ Ölümüne biat edenler gelsin, Hz. Muhammed’in sancağı yere düşecek, onun yere düşmesine
müsaade etmesinler. Buraya gelsinler.” der. İşte bu
çağrı, mağlubiyeti büyük bir zafere dönüştürür.
İstanbul’dan Bağlum’a
Öyle bir fetretteyiz ki, bütün yerleşkelerimizi
kaybettik. Medresemizi yitirdik. Cins kafalarımız,
büyük hocalarımız yok artık. Birisi meydan yerinde… O konuşuyor. Bütün ulu hocalar adına O yol
açıyor. Büyük Doğu’yu çıkarıyor… Yıl 1943… ilk
sayısını Hocasına getirecek, birde şükür kurbanı
kesecek. Kaşgarî Dergâhına geliyor. Kapıyı vuruyor
“Hocam!’’ diyor. Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni
tutuklamışlar. Merkez’e götürmüşler. Merkeze koşuyor. Merkezden İzmir’e naklediyorlar. İzmir’den de
Ankara’ya… Aradan 19 gün geçiyor ve Abdulhakîm
159
Büyük Doğu Çağına Doğru
Arvasî Hazretleri Ankara’da ruhunu Rabbine teslim
ediyor. Üstad ondan sonraki hayatını anlatırken,
Efendim! Hani beni o en derin krizlerden çekip aldınız, kurtardınız ya, şimdi Bağlum’daki kabrinizde
o nur desen yüzünüz ve başınızdaki sarığınızla yine
Necip Fazıl’a en zor anlarında yol veriyor, elinden tutuyorsunuz, der.
Allah’a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez
Üstad artık Allah ve Rasûl davası için her şeyi
göze alabilen bir fikir ve dava adamıdır. Bütün
dava adamları gibi o da çevresine, “Bu yol dikenli, dikenlere basmaya cesareti olanlar arkamızdan
gelsin. Ayağını sevenler bu yola çıkmasınlar. İki güzelden birini isteyenler benimle yürüsün’’ diyor. Yıl
1944… Büyük Doğu’nun bir sayısında kapak, “‫ال طاعة‬
‫ ملخلوق يف معصية الخالق‬/Allah’a isyan olan yerde, kula itaat
edilmez” melindeki hadis-i şeriftir. Başvekil der ki:
“Necip Fazıl’ı tevkif edin. Derginin de yayınına son
verin. Bu adam bize meydan okuyor, ‘Bu adamlara
itaat edilmez. Bunların sözü muteber değildir’ diyor.”
Büyük Doğu’yu kapattılar. Zannettiler ki bu destana son verecekler. Halbuki Hz.Peygamber böyle
nice engeller ile karşılaştı. Mekke’de ki duruma bakarsanız ne dediklerini görürsünüz.Mekke’nin şifahi Anayasasında ne vardı? Mekke şehir devletinin
değişmez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez mad160
Büyük Doğu Çağına Doğru
desi: “Mekke, çok tanrılı bir dini hayata iman eder.”
Fakat Peygamber-i Ekber’in ilk sözü Mekke’nin
şifahi anayasasının 1. Maddesini ayaklar altına almak oldu: “Lâ ilâhe İllallah Muhammed Rasûlüllah”.
Tanımıyorum sizin anayasanızı, dedi... Allah’tan
başka ilah yok. Peygamber de Onun Rasûlü’dür. O
Peygamberi ve onun derinliğini idrak edemeyenler,
Ashâbı kiramı da,1940’lı yıllarda bir taraf zindan bir
taraf çileyken meydan yerine çıkan Üstad’ın “İşte iz
geliniz’’ deyişini de anlayamaz. Belki de bunu bir
cinnet hali olarak görür.
İsim de Fikir de Ona Ait
“Büyük Doğu’’, Üstad’ın önce bir şiirinin sonra ise
hareketinin adı… Büyük Doğu’yu baş yapıtı olan İdeolocya Örgüsünde şöyle tarif eder; “O ne bir meşreb,
ne bir mezhep… Yeniden İslâm’ı anlayabilme, anlayıp
eşyaya ve hâdiselere tatbik edebilme cehdidir.’’ Yani
Büyük Doğu İslâm nizâmıdır. O, İslâm nizâmının
devlet ve millet yapısını, sonra ahlak boyutunu küllî
bir nazarla hayata tatbik ediştir. İdeolocya Örgüsü,
Ahkam-ı Sultaniyye kitaplarından sonra bu ümmetin yazdığı en önemli “devlet tasarımı’’ kitabıdır. Ama
maalesef bundan ne siyaset biliminin, ne de ilahiyatlarımızın haberi vardır. Eğer biz İdeolocya Örgüsü’nü
Arapça’ya tercüme edebilseydik Hindistan’da da,
Mağrib’de de hocaların elinde olacaktı. İslâm anayasası nasıl yazılır, toplum nizâmı, ahlak nizâmı, cemiyet
161
Büyük Doğu Çağına Doğru
nizâmı devlet tasarımı neye göre tayin ve tespit edilir?… Ona dışarıdan bakılsaydı, Anadolu’dan ruhî kemalini tamamlamadan Batı Kentlerine Cambridge’de,
Oxford’da gidenler oralarda tercümelerini görmüş olsalardı onlarla geri döneceklerdi. İşte 3. Sınıf muharrir olmak böyle bir mahrumiyettir…
Ortak Mesuliyetimiz
Üstad, “Ana kitabım’’ dediği Büyük Doğu davasının baş yapıtı İdeolocya Örgüsünde “mağlup doğudan muzaffer doğuya nasıl gidilir, İslâmın gelecek
tasavvuru nasıl teşekkül eder, yeniden hayat İslâm’a
göre nasıl inşa edilir?’’ bunu anlatıyor. Dört asırdır
bu milletin sorduğu bir soru var: “Nasıl dirileceğiz?”.
Koçi Bey, Dördüncü Murat’a Islahat Risâlesi’ni yazıp
vermesiyle bir anlamda Osmanlı devleti adına şunu
da itiraf ediyordu; “Çöküyoruz. Devlet muvazenesini
kaybediyoruz”. İşte o devlet muvazenesini kaybederken Koçi Bey’den sonra gelen pek çok isim yüzünü
batıya çevirdi. Eğer Anadolu yüzünü Büyük Doğu’ya
çevirebilseydi şu an dünya çapında bir devlet olacak ve ümmet de bu halde olmayacaktı. Onun için
Büyük Doğu hepimizin ortak mesuliyetidir. Evvela
onun önemli eserlerini Arapça’ya ve diğer dillere
tercüme edip şerh etmek, sonra da İslâm’ın bu asra
sunduğu devlet yapısı, millet yapısı nedir?’’ sorusuna
cevap vermek.
İşte bu bizim Büyük Doğu’ya karşı borcumuz;
162
Büyük Doğu Çağına Doğru
Ödemek ise namus borcumuzdur.
Temsil
Üstad Büyük Doğu’yu önce yüreklere, sonra ise
mektebe, üniversiteye ve bütün Anadolu’ya taşıdı.
Tabi binbir engeli aşarak bunu yaptı. Birgün Hasan
Ali Yücel; Onu çağırır ve der ki: “Ya üniversite, ya
Büyük Doğu!” (Yani bir devlet memurunun bunları söylemesine, bundan sonra tahammül edemeyiz,
der.) Zannediyorlardı ki Necip Fazıl’ı midesinden
bağladık, sonuna kadar bize kul olur. Memuriyeti
ubudiyete tercih edeceklerini düşünüyorlardı. Fakat karşılarında bir Müslüman vardı. Yoluna imanla
başlamış, sonra tefekküre dalmış, sonra amele, sonra
dava şuuruna ermiş bir cins kafa… Kant’ın, Descartes’in, Heiddeger’in tatmin edemediği, ikna edemediği bir kafa var karşılarında. Diyor ki: “Elli kişilik
sınıfta elli kişiye konuşmaktansa Büyük Doğuyla
bütün bir Anadolu’ya konuşmayı tercih ediyorum.
Üniversitenize de size de eyvallah.’’ Biz bu duruşu
İmam Nevevî’de, İmam Gazzâlî’de görüyoruz. İzz bin
Abdisselâm’da, İmam-ı Rabbânî’de görüyoruz. İşte
bu duruşu 20.yy’da, Abdulhakîm Arvasî Hazretlerinin öğrencisi Üstad Necip Fazıl temsil ediyor.
Ruh Planı
İslâm Davası’nı çağa tatbik edişin adı Büyük
Doğu... Büyük Doğu’nun halka ulaşma vasıtası ise
163
Büyük Doğu Çağına Doğru
Büyük Doğu Mecmuası. 1978’e kadar tam 512 sayı
çıkıyor. Üstad her sayıda birden fazla müstear isimle
yazar. Tek başına bir mecmua, tek başına bir ümmet… Acemi terzinin elinden çıkmış elbiseleri giyip İstanbul’a gelen Anadolu evlatları İslâm adına
en gür sedayı ondan duyardı. İşte “İZ” geliniz diyen, mütefekkiri dinledikçe Batıl’a hasım, Hakk’a
taraftar olurlardı. İnkar cephesi ise Üstad’ı her şeyi
ile reddedetti. Evvela şâirliğini yok saydı. Bu adam
şâir olamaz, dedi. Çünkü onların dünyasında Müslüman, fikre, sanata hasım, mani-i terakki bir varlıktır. Ya da toplumda bayağı işleri yapan adamdır.
Necip Fazıl işte bu adamların safındadır. Hem de
kendini İslâm nizâm sarayının süpürgecisi olarak
takdim ediyor. Hayretteydiler. Nasıl olurdu? Nasıl,
hasım gördükleri Müslümanların safında, sabaha
kadar içiki meclislerinde şiirlerini okudukları Necip Fazıl durabilirdi. Büyük Şâir dedikleri Necip Fazıl, onların takdis ettiği neler varsa hepsini ayaklar
altına aldı… Kimileri çıkıp Üstad şöhrete ulaşmak
için Müslüman oldu, dedi. Bu akla sahip birinin
Müslüman olması onların İslâm’a astığı yaftayı neshediyordu. Halbuki O, 20 yaşında, “Ben ve Ötesi”ni
yazdığı zaman edebiyat meclislerinin en mütekebbir
soytarılarını dahi etkilemiş, sabaha kadar onun şiirleri okunmuştu. 20 yaşlarında şöhretin zirvelerine
tırmanmış bir adam. Ama ruhu aç.
164
Büyük Doğu Çağına Doğru
Yine Büyük Doğu
Üstad’a “sâbık şâir” sonra “mistik şâir” en son
olarak da “şiir melekelerini yitiren adam” olarak
baktılar. Hayatını üçe ayırdılar. Önceden şâirdi.
Çünkü şâir olduğuna dair kayıtlı ifadeleri var, reddedemiyorlar. Üstad diyor ki “Madem bu şiir bana
ait. Madem bu benim öz malım, o halde dilediğim
gibi tasarrufta bulunma salahiyetine de sahibim.
Hangisi Allah ve Rasûl ölçüsüne uyuyorsa en hassas
Şeriat mihengine vurarak alıyorum, Çile’ye koyuyorum. Uymuyorsa reddediyorum. Kim bundan ötesini bana nisbet ederse o benden değildir.” diyor ki,
“Benim şiir melekelerimi kaybettiğimi söylüyorlar.
Acaba bunlar benim ruh dokumu bir mikroskobun
altına koyup da şiir hücrelerimi kontrol ettiler, onların öldüğünü mü gördüler de bu hükme varıyorlar,
nereden buna varıyorlar? Ben bir incir ağacı mıyım?
Eğer ben bir incir ağacı olsaydım, onların istedikleri zamanda ve mevsimde yemişimi vermedim diye
beni kısırlıkla itham edebilirlerdi, ama ben bir şâirim, bir mütefekkirim, oluşumu da, erişimi de, yönelişimi de istediğim mekan ve zamanda ben tayin
ederim’’ diyor. Peki Üstadı neden inkar ediyorlar? İnkar edebilmek için şu kadar dernek kurdular, Nazım
başta olmak üzere Cemal Süreyyalara şu kadar ödüller verdiler, taltif ettiler, gazetelerinde haber yaptılar. Bütün bunlar, Necip Fazıl’ın önünü kesebilmek
içindi fakat hepsi tarih oldu, Üstad ise, tarih yapan
165
Büyük Doğu Çağına Doğru
adam olarak hala yaşıyor. Şu kadar ödül verdikleri
Nazım Hikmet kimdir? diye durup bir baktığınız da,
Mayakovski’nin basit bir amelesini görürsünüz. Satıh üstü kopyacı, mukallid… Ya da Moskova’da heykellerin bacakları arasına girip Komünizma propagandası yapan bir müteşâir… Şu kadar ödül verdiler,
şu kadar anma toplantıları yaptılar fakat nafile, bin
ölüden bir diri çıkaramadılar… Şimdi Büyük Doğu
çağı başlıyor Allah’ın inâyetiyle… Adım adım Büyük
Doğu çağına doğru gidiyoruz, imanın ve İslâm’ın
yürüyüşünün önüne geçemeyecekler. Dün olduğu
gibi bugün de geçemeyecekler. Anadolu’nun en ücra
köşelerine kadar açılan İmam-Hatip okulları Büyük
Doğu çağının başladığının, başlayacağının işaretidir.
Fakat bu haliyle değil, ideal anlamda İmam-Hatip
sancaktar olacak.
Şâir mi, Mütefekkir mi?
Bizde daraltıcı bir bakış açısı var; Necip Fazıl deyince akla bir şâir geliyor. Şâirliği, Üstad’ın asıl varoluş sebebi olan mütefekkirliğini gölgede bırakmıştır.
Anadolu’nun ve belki de bu asrın en büyük mütefekkirini, şâir kimliğinden dolayı bu milletin evlatları
öğrenmekten, anlamaktan mahrum kalmıştır. Büyük Doğu şiire sığmaz.
Büyük adam olacaksanız etrafınızdakilerin fikir
dünyasını bütünüyle tatmin etme mecburiyetiniz
var. Boşluk bırakmayacaksınız, sizin boş bıraktığınız
166
Büyük Doğu Çağına Doğru
yerleri başkaları doldurur. Farklı dünyalara aitseniz,
yaptıklarınızı yıkarlar. Şiirde, fikirde, harekette önde
durup da tiyatroyu, sinemayı verirseniz, oradan girer ve kaleyi içerden vururlar.
Tiyatro
Muhsin Ertuğrul diyor ki: “Tiyatro dalında Shakespeare’in tadında yazan bir adam yok, sen bize tiyatro yazsan...” Üstad, Tohum’u yazar, oynanır. Sonra
onda tiyatroya karşı bir alaka oluşur.
Tiyatroyu anlatırken diyor ki: “Tiyatro, sözün
tez olmaktan çıkıp sihre dönüştüğü yerdir.’’ O yer
de sahnedir. O halde bu milletin evladını eğer onlar
tiyatrolarla kendi dünyalarına taşıyorlarsa sizin de
orada olmanız gerekir. Eğer yoksanız o boşluğu başkaları dolduracak. Üstad Tohum’u yazıyor fakat mütefekkir kaleminden çıkıyor, mücerred ifadeler, Anadolu anlayamıyor, idrak edemiyor. İkinci olarak “Bir
Adam Yaratmak”ı yazar. Bir Adam Yaratmak ile ulvi
mücerredi müşahhaslaştırır. Anadolu gençliğinin
idrak dünyasına indirir ve gişe rekorları kırar oyun.
Camii’yi çorap kokularının mahşeri gören küfür yobazları mana merkezimizde, şiirde, tiyatroda zirvede
olan, “Bir Adam Yaratmak” adlı oyunuyla yürekleri
fetheden Üstad’ı görünce sarsılır.
Muhsin Ertuğrul diyor ki: ‘Bundan sonra ya Shakespeare’in ya da Necip Fazıl’ın tiyatrolarını sahneye
çıkaracağım. İkinci ve üçüncü sınıf muharrirlerin
167
Büyük Doğu Çağına Doğru
kalemlerinden çıkan ürünleri sahnelemekten usandım artık. Ya Shakespeare ya da Necip Fazıl...
Üstad Reis Bey’i yazar. Ne var ki sistem rezerv
koymuş Necip Fazıl’a. Üniversite de yasak, tiyatro
da… Muhsin Ertuğrul, Reis Bey’i ağlayarak okur.
Fakat “ben bunu sahneleyemem” der. Reis Bey usta
bir oyuncu eliyle sahneye çıkmaz. Fakat Anadolu evlatları Hakkarî’den Edirne’ye kadar köşe köşe, bucak
bucak aktör olur, mahallelerinde, köylerinde, ilçelerinde Reis Bey’i sahneye taşırlar.
Allah-u Ekber
Sonra Abdülhamid’i yazar, oynanırken meclis sallanır Ankara’da. Sanki ihtilal olmuş. Neden? Çünkü
Kızıl Sultan diye yaftalamışlar, tarihe sövecekleri zaman Abdülhamid’le başlamışlar. Bir adam da kalkıyor
Abdülhamid’in hayatını tiyatroya taşıyor. En can alıcı
sahnesi ise şurası: İttihat ve Terakki’den bir grup, Abdülhamid’e gelip diyor ki; “Sultanım senden helallik
almaya geldik.” Abdülhamid Han Hazretleri buyuruyor ki: “Şahsım adına size hakkım helal olsun, ama
yetim kalan çocuklar adına, dul kalan genç kadınlar
adına, yavrularını kaybeden anneler adına, paramparça olan Âlem-i İslâm adına size hakkımı helal etmiyorum, yarın kıyamet günü iki elim yakanızda olacak.” İşte bu ifade ve dahası Ankara’da sahnelendiği
zaman meclis sallanır… Siz öyle bir yüreğe sahipsiniz
ki defalarca bedel ödüyorsunuz, zindana girip girip
168
Büyük Doğu Çağına Doğru
çıkıyorsunuz fakat her çıktığınızda daha gür bir sesle
“Allah-u Ekber’’ diyorsunuz. İman böyle bir keyfiyet.
Ötelerden Habersiz Nizâma Lanet Olsun!
Tabakâtü’ş-Şâfi’iyyeti’l-Kübrâ’da İmam Subkî, İzz
bin Abdisselâm’ın “Allah-u Ekber’’ diyen hayatına dair
şöyle bir anektod nakleder:
Mısır’da bir bayram günü… Selamlama merasimi
olacak… Heyet avluda, Hükümdar Eyyûb’un saraydan çıkması bekleniyor. Paşalar, valiler hepsi orada.
Selamlama secdesi yapacaklar. İzz bin Abdisselâm,
davetli değil, listede adı yok, protokolde yeri yok. Fakat O da orada. Valiler, paşalar selamda. O ise elini
kaldırıyor. “Ey Eyyûb! Allah sana Mısır’ı emanet olarak verdi. Sen ise Mısır’ı meyhanelerle doldurdun,
Allah’a bunun hesabını nasıl vereceksin’’ diyor ve geri
dönüyor. Herkes şokta. Talebeleri koşup medreseye
gidiyor ve diyorlar ki, “Hocam! Hayatın onun iki dudağından çıkan bir ifadeye bağlı, nasıl oldu da millet
selamda iken sen, onu hesaba çektin?”. Diyor ki, “Evladım namazdaki halimi düşündüm, ‘Allah-u Ekber’
derken ‘Sen bütün güç ve kudret sahiplerinden daha
büyüksün Allahım!’ demiyor muyuz? (Sonra ‫اَلْ َح ْم ُد لِلّٰ ِه‬
‫ … َر ِّب الْ َعالَم َني‬İşte varoluş destanımız burası. Sokrat’ın
arayıp da bulamadığı çözüm burada. Hamdederken,
‘Sen sadece Türk’ün, sadece Kürd’ün, sadece Arab’ın
değil, alemlerin Rabbisin…’ diyoruz.) Sarayda, namazdaki halimi düşündüm. İşte o zaman ‫َصا َر الْ َملِ ُك أَ َما ِمي‬
169
Büyük Doğu Çağına Doğru
‫ كَال ِق ِّط‬/ Hükümdar karşımda bir kedi gibi göründü.”
Üstad hakikati beyan noktasında İzz bin Abdisselâm’ın sarıksız halefi. Büyük Doğu satır satır haykırıyor:
Ey genç adam bu düstur sana emanet olsun,
Ötelerden habersiz nizâma lanet olsun. Bunu o tarihlerde diyebilmek Sahâbe mikyasında bir imana
malik olmayı gerektirir.
Memuriyet mi, Ubudiyet mi?!
Üstad’ın “Müdâfaalar’’ı, mukaddesat adına ne varsa
topyekün onların savunmasıdır. Zalim hükümdarın
karşısında hakkı müdâfaa eden Ashâb-ı Kehfin kalِ ‫الس ٰم َو‬
kıp da,“ً‫ال ْرض لَ ْن نَ ْد ُع َوا ِم ْن دُونِ ِه اِلٰهاً لَ َق ْد قُلْـ َنٓا اِذا ً شَ طَطا‬
َ ْ ‫ات َو‬
َّ ‫ َربُّ َنا َر ُّب‬/
Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilah demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz
söylemiş oluruz.”101 dedikleri gibi Üstad da hâl diliyle
bu ayet-i kerîmeyi okuyor ve diyordu ki, birileri gitse
sabahtan akşama kadar bir yerlerde beklese, falanın
filanın huzuru dese, mezarında defter imzalasa da
benim Rabbim yer ve gökleri yaratan Allah’tır. O etrafındaki Anadolu gençliğine, “Ben sizi memuriyete
değil, Allah’a kulluğa çağırıyorum.” diyordu.
Hakk’ın Müdâfaası
Sun’î sebepler ve ardından gelen mahkumiyetler…
Şu kadar sebep arasından birini zikredeyim:
101
Kehf: 14.
170
Büyük Doğu Çağına Doğru
Bir lise talebesi Malatya’da Ahmet Emin’i vuruyor.
Birkaç damla kan akıyor. (Üstad böyle bir hâdiseye
karşıdır. Onun silahı kalemdir, kelâmdır. Burası herkese malum. Onların iki damla kanı, dünyaya bedeldir. Âlem-i İslâm’ın oluk oluk kanı akar dünyanın
sesi çıkmaz, lakin onlardan iki damla kan, dünyayı
ayağa kaldırmaya kafidir.) Ahmet Emin Yalman’dan
iki damla kan akınca Üstad’ı tevkif ederler, “Azmettirici sensin, sen bu liseliyi tahrik ettin, o da gitti vurdu.” derler. Üstad mahkemedeki o meşhur savunmasını yapar ve der ki; “Sokaktasınız, yürüyorsunuz, bir
adam... Yanında da hanımı var… Karşıdan gelen bir
delikanlı hanımına baktı. O da kıskançlıktan dolayı çekti silahını ve adamı vurdu. Bu katilin cebinde
de Shakespeare’in Othello’sunu görseniz -ki kıskanmanın şaheseridir, kıskançlığı ve kıskançlığın neticesindeki intikamı onun gibi anlatan başka bir yapıt
da yoktur- katilin cebinde bu var diye, siz ey savcılar
heyeti! Şimdi Londra savcılığına yazı yazacak, ‘Shakespeare’i mezardan kaldırın buraya gönderin, bu
katinin azmettiricisi odur.’ mu diyeceksiniz?!’. Yani
biri kibrit üretiyor, sonra da diyor ki bunu insanların
maslahatı için kullanın. Eğer birisi insanların maslahatına değil de, düşmanının evini yakmak için kullansa, siz yakanı mı yoksa kibrit fabrikasını mı cezalandıracaksınız? Adaletiniz varsa elbette yakanı....
“Sonra her orkestrada bir tane şef olur. Peki benim
davam neden 4 savcının nezaretinde görülür?”
171
Büyük Doğu Çağına Doğru
Üstad duruşmaları 4 savcıyla yapılsa, mahkumiyet kararları önceden alınsa da, “İşte iz geliniz’’
demekten ödün vermedi. Zira siz mütefekkirseniz,
sizde sürekli bir fikir patlaması olacak. Sizi hiçbir
kalıp, hiçbir mecmua, hiçbir salon, hiçbir zindan
istiâb edemeyecek, içine alamayacak. Hep akacak,
hep çağlayacaksınız. Hep “HAKK” diyeceksiniz.
Üstad’ın müdâfaalarından Müslüman gençlere
düşen pay şudur; “En zor zamanlarda, en zor zeminlerde Allah ve Rasûl davası sanki sadece size
emanet… Konuşacaksınız. İzz bin Abdisselâm gibi,
Necip Fazıl gibi kalkacaksınız, karşınızdaki aslan
yeleli kedilere karşı Allah-u Ekber diyeceksiniz,
namazda Allah-u Ekber deyişinize sadakat göstereceksiniz.”
Müslümanların, hocaların gündemi, Hz.
İsa’nın gelişi, kıyamet alemetleri ümmetin çözdüğü meseleler olmayacak. Ümmet ırkçılık belasına
savrulmuş, Bangladeş’te ittihad-ı İslâm diyenler
idam ediliyor, Muhammed Mursi zindanda, Suriye, Irak, Doğu Türkistan ızdırap mahşeri… Peki
ya benim gündemimde var mı? Senin sınıfında ne
konuşuluyor? Suriye’de ağlayan anneleri, 2 yaşında boğazı kesilen çocukları, Irak’ta Allah ve Rasûl
davasına inandıklarından dolayı öldürülenleri,
Ebûbekir’e, Ömer’e sövmediklerinden dolayı bedel ödeyenleri konuşuyor musunuz? Yahudi’nin
açtığı fitne mecrası binbir kola ayrıldı ve her yerde
172
Büyük Doğu Çağına Doğru
kan ve gözyaşı olarak akıyor. Bunlar ne kadar gündemime giriyorsa, işte ben Allah-u Ekber’in bana
emrettiği vazifeyi o kadar eda ediyorum.
İman ve Hareket
İman varsa aksiyon da vardır. Zikir dilden önce
yürekten çıkar. Mümin bir defa diliyle Allah dedi
mi bütün organları harekete geçer. Kelime-i tevhid sadece dille söylenen bir cümle değil, bir hayat
nizâmının ilanıdır.
Üstad ne bir veli, ne de dersiâm’dı. Fakat susturulan, darağaçlarına gönderilen muzdariplerin,
mazlumların sözcüsüydü. Allah ona bütün küfür
yobazlarının sesini bastıracak bir ses, kalemlerinin
tesirini kıracak bir belagat vermişti. Çağın Hassan
b. Sabit’iydi O. Nasıl Hassan küfrü hicvettikçe Allah
Rasûlü ve Sahâbe rahatlardı, Üstad da konuştukça Müslümanlar huzur bulurdu.
Üstad okullara devrin Başbakanı’nın imzasıyla
gönderilen yazı gereği Allah’tan ve ahlaktan bahsetmenin yasaklandığı bir zamanda Allah ve Rasûlü’nün davasından bahseden, onu devlet çapında
bir mikyasta anlatan adamdır. Onun için en önde
olanlardandır. Dikenli yollarda “ah” edip inlemedi,
ağyarı sevindirmedi, acıları hep içine çekti.
Edirne’den Hakkarî’ye kadar Anadolu’yu karış
karış dolaştı. Bir konuşmasında yaptıklarını sonuç
planında değerlendirirken şunları söyledi: “Serseri
173
Büyük Doğu Çağına Doğru
kuşlar gibi Anadolu semalarında uçarken ağzımdan bıraktığım o tohumlar, şimdi gür ormanlar
haline gelmiş.”. Eğer bugün bu topraklarda fikirde,
sanatta, edebiyatta birileri kırılmadan ayakta duruyorsa, işte bütün bunlar Onun Anadolu bozkırlarına attığı tohumlardır.
Ya Hep,Ya Hiç!
Üstad’ın İslâm’dan anladığı ve İslâm’a dair anlattığı şudur; “Ya hep İslâm, ya hiç İslâm.” İslâm hiçbir
sistemin yedek parçası olamaz. O’nu Gadamer’le
anlayamazsınız. Hz. Muhammed’in önünde çökecek, ona öğrenci olacaksın. Sonra sana Gazzâlî,
Râzî, Taftâzânî diyecekler.
Tevazu ile zillet, vakarla kibir arasında inci
bir çizgi var. Vakar yerinde tevazu zillet; tevazu
makamında vakar ise kibirdir. Bir İslâm talebesi
olarak şunu söyleyeyim -her zeminde ve zamanda
Allah’ın inâyetiyle bu söylediğimi isbata da kadirim.- Lakin Bunu kendi adıma bir iftihar vesilesi
olsun diye söylemiyorum, “ ْ‫’’ َوا َ َّما ِب ِن ْع َم ِة َربِّ َك فَ َح ِّدث‬/ Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.”102 ayetine
iktida ederek söylüyorum; İslâm irfanının çöktüğünü iddia edenleri, bu yüzden hikmetin Batı’dan
alınması gerektiğini söyleyenleri masaya davet
ediyorum. Buyrun gelin, sizinle Mevlânâ Molla
Cami’nin “Fevâid”ini okuyalım, “Şerhu’l-Akâid”
102
Duha: 11.
174
Büyük Doğu Çağına Doğru
okuyalım.
Üstad, felsefe okumaya karşı değildir. Onun esas
alınmasına karşıdır. Mutlak doğru olan İslâm’ın
Felsefe’nin başlıklarına arz edilerek anlaşılmasına
karşıdır. İslâm ne ise odur. Şuna ya da buna göre
muhtevâsı değişmez.
Felsefe: Sağlam ve Çürük Ceviz
Felsefe doğruyu bulmanın değil, doğruyu nasıl
bulmanın yoludur. Hâdiseyi şöyle bir örnekle anlatalım. Dünya büyüklüğünde bir çuval... Çuvalın
içi çürük cevizlerle dolu. Her gelen elini çuvala sokuyor, çıkarıyor, ‘buldum’ diyor. Daha sonra gelen
onun bulduğunu ‘işte o çürüktü’ diyerek reddediyor, kendisi çuvaldan hakikat niyetine bir başka
ceviz çıkarıyor, doğrunun elinde olduğunu iddia
ediyor. Bir sonraki de onun cevizinin çürük olduğunu ilan ederek, kendisi bir başka ceviz çıkarıyor.
Hâdise bu minvalde devam ediyor. Felsefe tarihi
sağlam ve çürük cevizler tarihidir.
Felsefe, yanlışı isbat etme müessesesidir. Bir
müessesedir ama o müessese yanlışı isbat eder,
doğruyu gösteremez. Çünkü dünya büyüklüğündeki bir çuval… İçi çürük cevizlerle dolu… Şimdiye kadar kime nasip oldu sağlamı bulmak. Madem âlem bir, eşya bir, hayat bir, ruh bir o halde
bunların ne olduğuna dair tanımlar da bütün zamanlarda aynı olmalı değil mi?! Fakat “hakikat”in
175
Büyük Doğu Çağına Doğru
tarifi Peygamberlerde değişmez. Hz. Adem (a.s.)
Allah’a, Ahiret’e, aleme dair ne söylediyse, Hz.
Muhammed de aynısını söylüyor. Çünkü hakikat değişmez. O halde kim hakikate malik? Kimin
elinde, kimin dünyasında, kimin ufkunda gerçek?
Üstad fikir ve hareketiyle şunu gösteriyor,
büyük akıllar ancak Hz. Muhammed’e
teslim
olursa kurtulabilir. Fakat üçüncü, dördüncü sınıf muharrir olursanız Cambridge’le Oxford’la
iftihar edersiniz, onlarla çok şeyler kazandığınızı
zannedersiniz, bu yüzden İslâm’dan nasibdar olmazsınız.
Neden Gitmedim?
İlahiyat’ı bitirdiğim zaman büyük bir alimin yanına gitmiştim. Dedim ki: “Hocam! Babam sizin
olurunuza bıraktı, eğer müsaade ederseniz yüksek
lisans için Amerika’ya gidiyorum.’’. Orada eşyanın sırlarını çözeceğim, en azından öyle düşünüyorum. Malumunuz oradan gelene bir itibar var.
Söyleyen muteber olunca, söylediği de muteber
oluyor. Söyleyenin itibarı, muhtevânın basitliğini
gölgede bırakıyor. Ne dediğiniz değil, kim olarak dediğiniz önemli. Eğer CV’nizde Cambridge,
Oxford varsa size farklı bakıyorlar, farklı bir nazar, farklı bir mülahaza var. Dedi ki o alim: “Sen
gidince bir şarkiyatçının karşısına oturacaksın,
ondan ders alacaksın. Fakat bu adam senin Peygamberine sövüyor, senin hakikat anlayışını, ta176
Büyük Doğu Çağına Doğru
savvurunu reddediyor ve sen Peygamberine söven
bir adama öğrenci olacak, üzerinde onun imzası
olan diplomayla iftihar edeceksin.103 Babanın bir
düşmanı olsa ve sen de onunla sabahtan akşama
kadar otursan babanın sana karşı bakışı nasıl olur.
Bundan rahatsız olur mu? Baban rahatsız olur da,
Allah Rasûlü kendisine hakaret edenlere öğrenci olmandan, ellerinden diploma almandan elem
duymaz mı?” Vazveçtim.
Üstad hayata yamanmış bir dini reddetti. İslâm pazarlık kabul etmez dedi. “İslâm bir güneştir,
güneş yenilenmez güneşe bakan gözler yenilenir.”
dedi.
Had Bilmezler
Biraz Batı’dan, biraz da İslâm’dan almanın adını
“ıslahat” koyanlara, “Bu yaptığınız tamir değil, tahrib” dedi. Sahte mürşitlerin arkasına takılıp gidenlere, “Bunların külliyatını okuyan, bulma iddiası ile
yola çıkan, ömür boyu yürüyen, fakat bulmaktan
mahrum kalan bî çarelerden olur.” dedi. “Durun
kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diye haykırdı.
Geçenlerde biri geldi, bir bahis üzerinde konuşuyor, davasını tevsik etmek için çırpınıyordu.
Dedi ki: “Hocam 50 tane hadis var, siz de kalkıyor
bu kadar hadisle beni ilzam etmeye çalışıyorsunuz”.
Dedim ki: “Azizim! Sen ‘muzdarip’ hadis nedir bilir
Tabii ki Hendese ya da tabâbet alanında öğrenci Batı
ülkelerine gidilebilir, yüksek lisans, doktora yapabilir.
103
177
Büyük Doğu Çağına Doğru
misin? “Bilmem” dedi. “Peki ‘Sahîh’ hadisin şartları nedir bunları bilir misin?’’ “Bilmem’’ dedi. “Peki
sana okuduğum o hadisin senedinde kimler var
onu bilir misin?’’ “Onu da bilmem’’ dedi. “O halde dışarıya buyur kardeşim!’’ dedim. Sahih hadisin
ne olduğunu bilmeyen biri sahih hadislerin 50 tane
olduğunu nereden bilebilir?! Bunu kendi öğrenemeyeceğine göre, o halde ona öğretenle konuşmalı.
O gelsin. “Yaver” çıksın “sultanı” gelsin. Bunlar ulvi
meseleler… Bunlar derin bahisler… Lakin hayata
dair, dünyaya dair basit meseleler noktasında konuşacak, sohbet edeceksen buyur. İlmî konuşmanın
bir edebî var, bir kıymet ölçüsü var. Evvela durmamız gereken yeri ve haddimizi bilmemiz lazım.
Onun için Üstad’ın eleştirdiği adamlara bizdeki had
bilmezler şöyle bakarlar: “Necip Fazıl, okumadığından dolayı ıslahatçıları anlamamıştır.”
Üstad, İbn-i Teymiyye’yi bütün bu ayrışma noktalarının merkezi görür. Yani hep orada, onun ilim
arsasında neş-u nema bulmuştur yıkım. İslâm dünyasındaki mevcut selefî akımlara küllî bir nazarla
baktığınızda bu mütalaanın ne kadar yerinde bir
tesbit olduğunu daha iyi anlarsınız.
Seyyid Kutup
Seyyid Kutup bu Ümmet’in büyük mazlumlarındandır. Ona hem küfür cephesi, hem de Müslümanlar zulmetmiştir. Küfür cephesinin zulmü ma178
Büyük Doğu Çağına Doğru
lum… Müslümanların zulmüne gelince mezhepsiz
ve Humeynici müslümanlar kendi zaviyelerinden
bir Seyyid Kutup anlatmışlar. Onlar için önemli
olan Onun neyi anlattığından ziyade, onların Ondan ne anlamak istedikleridir. Medrese ve Tekke
çevreleri de eğer Seyyid Kutup bunlar gibiyse kalsın
dediler. Fakat hakikat bundan çok daha farklıdır.
Seyid Kutup’un eleştirdiği Tekke, işbirlikçi tekkedir.
O tasavvufa değil, işbirlikçi müteşeyyihlere karşıdır.
Medrese tarafında duran herkes gibi benim de bir
zamanlar Seyyid Kutub’a farklı bakışım olmuştur.
Fakat bizzat eserlerini kendi kaleminden okuyunca
çok daha farklı bir Seyyid Kutup’la karşılaştım. Bu
gün Seyyid Kutup’u sorsalar, derim ki; “Üstad gibi
ciğerinden kalemine kan çekerek yazan bir dava
adamı.” Müslüman gençler Râzî’den, Kurtubî’den
sonra ‘Fî Zilâl’ okumalı. Çünkü onun yüreğinde de,
satırlarında da aşağılık duygusundan nokta kadar
bir tesir göremezsiniz.
O’nun yazdığı mevzular Fildişi Kulesi’ne çekilmiş, ümmetin dünyasından kopuk yaşayan adamların bahisleri değildir. Bakın onun hayatına, bütünüyle dünyası ümmetin derdi ve davasıdır. Bu
istidradiyeden sonra Üstad’ın Seyyid Kutub’la
alakalı mütalaasına şöyle bir tetimme yapalım:
Üstad, “Sahte Kahramanlar Konferansı”nda Şehîdu’l-İslâm’a dair diyor ki: “Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangutan maymunu Nâsır’a
179
Büyük Doğu Çağına Doğru
‘Bir mümin bir münafıktan af dilemez.’ cevabını
veren ve kahramanca ölmeyi bilen Seyyid Kutup
eğer Hz. Osman’la alakalı sözlerinden döndüyse
hakiki bir şehittir.”. Üstad’ın hükmü bu… Seyyid
Kutub, “el-Adalet’ül İctimâîyyetu fi’l-İslâm” kitabının dördüncü baskısında (1964) bizzat kendisi
Hz. Osman’a dair ifadeleri kaldırıyor. O halde Üstad’ın Doğru Yolun Sapık Kolları kitabındaki ifadelerine tetimme düşmek gerekir. Buna göre Üstad’ın son hükmü şöyledir, “Seyyid Kutub hakiki
bir kahraman ve büyük bir şehittir.”.
Evet… Bu konferanstaki son bahis Üstad’ın milliyetçilik mülahazası olacak... Onu herkes kendi zaviyesinden anlatmak ister. Fakat o ne ise odur. Onu
o olarak anlarsak, onu anlamış oluruz.
Tanrı Dağı ve Hira-Nur
Herkesin dünyasında inişler, çıkışlar olur. Üstad’da da oldu bunlar. Farklı vadilere sondajlar
vurdu. Bir ara milliyetçilik cephesine de sondaj
vurdu. Fakat sonunda hükmü şu oldu: “Vurduğum sondajlardan su değil başka şeyler çıktı.”.
Millliyetçilik cephesinde, milliyetçilik vadisinde
vurduğu sondajlara dair hükmü budur. Buna göre
“Raporlar’’daki kıymet ölçüsünü bu ifadenin muvacehesinde yani sondaj vurma aşamasında sarfedilen sözler olarak değerlendirmek lazım. Nitekim
bir konferansında karşıdakiler “Tanrı Dağı kadar
180
Büyük Doğu Çağına Doğru
Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız’’ diye bağırınca “olmaz’’ der; Tanrı Dağı bir putun adıdır, Hira
Dağı ise vahye muhatap olan bir mekandır. Nurdağıdır. Ya Tanrı Dağı kadar Türk ya da Hira Dağı
kadar Müslüman olacaksınız!!!
İslâm sentezi reddeder. Türk-İslâm sentezi olursa birileri Kürt-İslâm sentezi ile çıkar. Siz, Türk-İslâm sentezi ile çıkarsanız birileri Arap-İslâm sentezi ile gelir. Ya hep İslâm, ya hiç İslâm! Dolayısıyla
diyor “Davamızın hülâsası, Ne mutlu Müslümanım
diyene!’’dir.
Kardeşlerim!
Konuşmamın başında İngilizler İrfan ve ilim
saraylarımıza giden bütün yolları kapattılar, dedim. O bendleri aşıp da ilim saraylarına gidenler
yeterli bir kemiyete malik olmadıklarından büyük
inkişafı başlatamadılar. Fakat şimdi İngiliz çağı bitiyor... Batılı adam küllî fikirler imal edemiyor artık. Batı’nın fikir mecrasına kan ve gözyaşı doldu.
Artık fikir akmıyor, ne Spinoza’sı var ne Heiddeger’i... Sadece parçacı fikirler îmal ediyor. Onunla
dünyayı idare edecek ne bir iddiası, ne de istidadı var. Batı mahrumiyet çağına giriyor. Dünyanın
dengeleri değişiyor. Medeniyetler üzerinde yazanlar, çizenler de aynı şeyi söylüyorlar. Eşya boşluk
kabul etmez. Madem Batı çöküyor, o halde yeni
bir çağ başlıyor. Nasıl Hz. Muhammed 10 bin
181
Büyük Doğu Çağına Doğru
kişiyle dünya uygarlıklarının üzerine yürürken
ashabına, “Üzülmeyin gevşemeyin inanıyorsanız
en üstün sizsiniz, bunların zarfı var fakat mazrufu çürük, İslâm çağı başlıyor’’ diyordu. Şimdi
ben de burada diyorum ki, “Ey Fildişi kulelerine
çekilenler! Zahmet buyurup sokağa inerseniz, elinizi değil ruhunuzu ve gövdenizi bu milletin oluş
mücadelesi için yeniden taşın altına koyarsanız, o
zaman göreceksiniz ki Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılan bir ruhla Büyük Doğu çağı
Allah’ın inâyetiyle başlıyor. Yeni bir döneme giriyoruz. Bu hamle Büyük Doğu’nun hamlesidir. Çağ
İslâm’ın çağı olacaktır. Madem ki Büyük Doğu,
İslâm’ı keşfediş ve hayata tatbik ediş mücadelesidir, o halde bütün sistemlerin iflas ettiği bir vasat,
Büyük Doğu çağının başladığı vasattır. Dirilişin
merkez üssü yine Anadolu olacak… Bunu en iyi
hasımlarımız biliyor. Bu yüzden sürekli yeni tuzaklar kuruyorlar. Sen, “Ne mutlu Müslümanım
diyene!” deyip Edirne’den Hakkarî’ye kadar elele,
yürek yüreğe durdukça yeni planlar devreye sokacaklar. Ellerindeki maşa işlevsiz olursa yeni maşa
ile fitne ateşini tutuşturmaya devam edecekler.
İlk adım Anadolu’nun dirilişi, ikinci adım ise
bütün mustazafların ve mazlumların hesabını sormak, olacak.
Büyük Doğu Çağı için bedeller ödenecek fakat
geri adım atılmayacak. Şam da bizimdir, Bağdat
182
Büyük Doğu Çağına Doğru
da… Buhara da, Türkistan da….
Üstad Necip Fazıl’ın fikriyatının varisleri olarak
buradan Bangladeş’in, Arakan’ın, Şam’ın, Bağdat’ın,
Mısır’ın hasılı bütün yeryüzünün mazlumlarına, ittihad-ı İslâm bağlılarına selam ediyoruz.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.
***
183
Katolisizmi Olmayan İslâm’ın
Protestanca Okunuşlarına Karşı