Aşağıların Aşağısı
Transkript
Aşağıların Aşağısı
YILMAZ DÜNDAR Euzü Billahi mineş şeytanir raciym Bismillahir Rahmanir Rahiym. 1 AŞAĞILARIN AŞAĞISI 2 YILMAZ DÜNDAR AŞAĞILARIN AŞAĞISI Yılmaz DÜNDAR Temmuz 2014 Ankara 3 AŞAĞILARIN AŞAĞISI AŞAĞILARIN AŞAĞISI Yılmaz Dündar ISBN: 978-605-5142-14-8 Birinci baskı Temmuz 2014 4 YILMAZ DÜNDAR İÇİNDEKİLER SUNUŞ..................................................................................7 GİRİŞ.......................................................................................9 1. AŞAĞILARIN AŞAĞISI’NA DÜŞÜŞ................13 2. MTG YETKİSİNİN “MÜSTAKİL VE ÖZGÜR” ZANNI..................77 3. “MÜSTAKİLEN VARIM VE MUHTARIM” YAŞANTISI............................... 107 4. ALLAH’A KARŞI MÜTEKEBBİR BAKIŞ...... 121 5. ĞILL’İN HAKİMİYETİ.......................................... 127 6. DÛNİHİ “MÜSTAKİLEN VARIM VE MUHTARIM” DİYENİN AKIBETİ................ 145 7. KURTULUŞ YOLU............................................... 187 5 AŞAĞILARIN AŞAĞISI 6 YILMAZ DÜNDAR SUNUŞ Ahseni takviym üzere yaratılan insan, dünya hayatı için esfele safiliyn’e reddedilince idrakı da Allah’ı hakkıyla bilebilme bakımından aşağıların aşağısına indi. Böylece insanda Allah’ı bilen ve bilmeyen vasıf oluştu. Kur’an bilen insanı Billahi algıda, yani ahseni takviym; bilmeyen insanı da Dunillah algıda, yani esfele safiliyn olarak tanımlamıştır. Dunillah algıya sebep ise insanın kendisini Allah’ın dışında bir mekanda sanmasıdır. Dunillah algı ile oluşan ilk zann ise “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıdır. Dunillah algı ve zann’larına göre bir hayat tarzının ahirette karşılığı cehennem yaşantısıdır. İnsan dünya hayatında iken Dunillah algı ve zann’larından kurtulursa, dünya ve ahiret azabından da kurtulmuş olur. İşte bu kitapçık “Dunillah Algı”yı ve “Kurtuluş Yolu”nu Kur’an’dan öğrenmeye ve paylaşmaya gayret etmektedir Biiznillah. 7 AŞAĞILARIN AŞAĞISI 8 YILMAZ DÜNDAR GİRİŞ Euzü Billahi mineş şeytanir raciym, Bismillahir Rahmanir Rahıym: “Lekad halaknel insane fiy ahseni takviym: Hakikaten Biz, insanı ahseni takviym üzere yarattık.” (Tiyn-4). AHSENİ TAKVİYM en güzel surettir. Mealen böyle diyoruz, fakat bu mealle mânânın ne kadarını söylediğimizi aslında çok bilmiyoruz. Çünkü, konuştuğumuz, anlattığımız zaman ne söylesek, nasıl bir mana versek manasına yetişemeyeceğimizi göreceksiniz. Ama yine de “en güzel suret” Ahseni Takviym manasına yakın bir ifade... Ahseni Takviym en güzel surettir, ama “en güzel suret” nedir? Genellikle bu, insan vücudunun fiziksel yapısının ulaştığı son nokta gibi zannedilir. Değildir! Konumuzun son kısmında, Kurtuluş Yolu bölümünde çok önemle üzerinde duracağımız bir konu var; Rükû Hali, orada Rükû’nun ne olduğunu göreceğiz inşaAllah... Eğer Rükû’ya önem verirsek bir yorum yaparken, bir fikir ileri sürerken hemen “Allah” aklımıza gelir de korkarız, yanlış yapıyor olmaktan korkarız. O zaman zaten her türlü hal için de utanırız. Bu yüzden dikkat edin lütfen; eğer Allah, insan vücudunun fiziksel yapısının ulaştığı son noktaya ve bu gibi şeylere “en güzel surette yarattık” derse veya biz böyle dersek Allah’a sınır koymuş olmaz mıyız? Daha 9 AŞAĞILARIN AŞAĞISI iyisini yapamaz gibi! Bu çok insanca bir bakıştır. “Teknolojide son noktaya geldik” denebilir, bu tanım insan için bu söylenebilir, ama Allah için “teknolojide son noktaya geldi” denebilir mi? Bu yüzden manalara bu gözle de bakmalısınız daima: Allah’a, mânâlarda, insanca yaklaşmak doğru olmaz. Bu yüzden Ahseni Takviym öyle değildir. Onun ne olduğunu anlamak için önce, Kur’an’ın neye “güzel” dediğini fark etmeliyiz: Kur’an, Allah’ı hakkıyla bilmeye ve buna göre davranmaya GÜZEL demektedir. Bu durumda “EN GÜZEL SURET” şöyle ifade edilebilir: İnsanın fıtratı Allah’ı hakkıyla bilmeye, anlamaya ve buna göre yaşayabilmeye hazır olarak dizayn edilmiştir. Allah’ın indinde GÜZEL; Allah’ı, İhlas Suresi’ne, Kur’an ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıklamalarına uygun şekilde bilmek ve ona göre yaşamaktır. İşte insan buna müsait dizayn edilmiştir ki; Ahseni Takviym’in bir manası da budur. Böyle düşünürseniz zamanla başka manaları da yakalarsınız inşaAllah. Ancak konumuz “Esfele Safiliyn” olduğu için Ahseni Takviym manasının detayı üzerinde çok durmayacağız. Allah’ın dileğinin İlmullah’daki bir sureti olan insan, İlmullah’da VAR GÖRÜNEN’dir, Varmış Gibi görünendir. İlmullah’da Allah’ın dileğinin bir sureti olan ve Varmış Gibi görünen bu insanın bazı ana özellikleri vardır, onları yalnızca isimleriyle görüp onlarla vehmi tarif edeceğiz: 10 YILMAZ DÜNDAR • Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu • “Kendinde Kendine Göre Var” oluşu • NEFS’i • “Birbirlerine Göre Var” oluşu • “Muhtariyeti Tercih Gücü” yetkisi Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu ile, önce “Kendinde Kendine Göre Var” oluşuna BEN demesi; sonra “Birbirlerine Göre Var” oluşuna BEN demesi; “Birbirlerine Göre Var” oluşların görüntü oluşturması; bu görüntülerin “Kendinde Kendine Göre Var” olan ile algılanması; ve “Müstakilen Var” hissi ve görüntüsü... gibi olayların cereyan etmesine sebep olan bütün Esma’ül Hüsna Kanunları’nın hepsini kapsayan mekanizmaya VEHİM denilmiştir. 11 AŞAĞILARIN AŞAĞISI 12 YILMAZ DÜNDAR 1. AŞAĞILARIN AŞAĞISI’NA DÜŞÜŞ Euzü Billahi mineş şeytanir raciym, Bismillahir Rahmanir Rahıym. “Sümme radednahu esfele safiliyn; sonra onu esfele safiliyn’e reddettik (döndürdük).” (Tiyn-5). Konumuzun temel taşlarını oluşturacak mananın birincisi bu tanımdadır; Esfele Safiliyn. “Esfele Safiliyn”le ifade edilen mana nedir, Kur’an ayetlerinin tümüne bakarak bunu anlamaya çalışacağız. Ama önce şunu belirtelim ki, Esfele Safiliyn; öncelikle sanıldığı gibi, madde boyutu, tabiat şartları, dünya hayatı, moleküler yapı ve bunun gibi tanımlar değildir. Asıl olan “Hissetmek”tir. Görüntüler ile meşgul olmak, görüntüleri asıl sanmak, görüntülerin oluşturduğu sahte algıları “Hissetmek” sanmak insanı doğru sonuca ulaştırmaz. Cereyan eden olayların esası, HİS ve HİSSETMEK ile ulaşılan mertebe olan İDRAK üzerinden yürür, idrak üzerinden seyreder. İdrak üzerinde yürüyen asıl seyrin perdelenmesi, “görüntülerin oluşturduğu algıların gerçek olmayışı” ve “bu algıların oluşturduğu hissin gerçek olmayışı”ndandır. Görüntülerin oluşturduğu algı ve algıdan kaynaklanan 13 AŞAĞILARIN AŞAĞISI hislerin sahte olduğunu insan ancak gerçek his olan “Kayıtlı Kendini Hissetme” duygusunu tanıyıp da iki hissi kıyaslayabildiğinde anlayabilir. Aksi halde kendi sahte algı ve hislerini gerçek ve doğru yol sanacaktır... Dikkat ettiyseniz tanımı yaparken “Var Görünen” ifadesini kullandık. “Var” demiyoruz, Var Allah’tır. Allah “VAR” ise yarattıkları, bizler “Var Gibi” görünenleriz. Dolayısıyla, bir kişi bu görüntüleri “gerçek”, onlardan kaynaklanan duyguları da “gerçek his” zannederek hayat tarzı oluşturursa yanılır. Bizi bu hususta ayet uyarıyor: “Tekasür (görüntünün oluşturduğu çokluk algısı ve hayali) sizi aldatıp meşgul etti/oyaladı.” (Tekasür-1). Bu durumda; “Ahseni Takviym” özellikli yapı, bu özelliğini muhafaza ederek; ancak bunu fark etmeyecek şekilde, kendisini “Esfele Safiliyn” özellik içerisinde buldu. Cümlemizdeki “fark etmeme” vurgusunun maksadını biraz açalım. Esfele Safiliyn özellik, insanın yapısına o derece hakimdir ki, sanki o yapıda Ahseni Takviym özellik yok gibi, bu derece hakimdir. Esfele Safiliyn bu hayata başlangıç şartlarındandır, insanın dünya hayatına başlangıç şartı Esfele Safiliyn’dir. İdraktaki Hakk seyir ile birlikte Esfele Safilyn’in maskesi düşer ve Ahseni Takviym önce fark edilir, sonra da hakimiyet ona geçer. Bu manayı biraz açalım: İnsana “Ahseni Takviym” hakim iken; Allah’ı hakkıyla biliyor ve bu duruma göre davranıyordu. “Esfele Safiliyn”e döndürüldüğünde 14 YILMAZ DÜNDAR ise, kendisini Allah’ı hakkıyla bilemeyen bir algı çerisinde buldu. Esfele Safiliyn’le ilgili mananın ilk açılımı budur: İnsana “Ahseni Takviym” hakim iken; Allah’ı hakkıyla biliyor ve bu duruma göre davranıyordu. Ne zaman “Esfele Safiliyn”e döndürüldü, o zaman Allah’ı hakkıyla bilemediği bir algıda yaşamaya başladı. Peki, onda “Esfele Safiliyn” algısına yol açan neydi, yani Allah’ı hakkıyla bilemeyen bir algıya sebep neydi? Lütfen bu cümlenin altını zihnimizde çizelim: İnsana Ahseni Takviym hakim iken; insanda Allah’ın dışı, dış tarafı, dışarısı varmış gibi bir yanlış intiba, algı yoktu; Allah’ı hakkıyla biliyor ve bu duruma göre de davranıyordu. ALLAH’I HAKKIYLA BİLMEK, O’nu Tevhid gerçekleri içerisinde bilmektir, İhlas Suresi bilgisiyle bilmektir; bu sebepten, bu biliş ve hal “GÜZEL” ile ifade edilmiştir. Efsele Safiliyn’e döndürüldüğünde ise, insanda “Allah’ın dışı algısı” oluştu. Şimdi ve ilerleyen bölümlerde yapacağımız açıklamaları Tiyn Suresi 4 ve 5. ayetlerin meali gibi değil de o ayetleri kolay anlamamıza bir destek anlatım olarak kabul edin. Şöyle diyelim: İnsan gerçekten “Allah’ın dışı yok” diye bilerek yaratıldı, sonra “Allah’ın dışı var” düşüncesine atıldı. Yani: Ahseni Takviym üzere yaratıldı, Esfele Safiliyn’e reddedildi, o idraka itildi, atıldı. Biz Tevhid konularını, özellikle Kelime-i Tevhid’i ve İhlas Suresi’ni anlattıp da; “böyle yaşayalım, böyle nesil yetiştirelim” dediğimizde anne-babalar gelip de şu soruyu neden soruyorlar acaba; biz bu konuyu çocuklarımıza nasıl an15 AŞAĞILARIN AŞAĞISI latacağız? Bu sorunun neden sorulduğunu lütfen düşünün. Çocuğun hangi algısını fark etti ki, böyle bir telaşa giriyor? Gerçek şu ki; şu söylediğimiz şeyi, paylaştığımız bu gerçeği onun kendi aklı bile zor kavrıyor, çocuk ne yapsın? Çocuğunu gözlediği zaman bakıyor ki, çocuk kendisini Allah’ın dışında biliyor! Hem de o kadar Allah’ın dışında biliyor ki... O zaman da “bu gerçeği ona nasıl anlatacağız?” diye telaşlanıyor. Aslında bu soru bilmeden böyle yaşandığının itirafıdır. Kendisinin de çocuğunun da Allah’dan ayrıymış zannıyla yaşadığını bildiği, gördüğü için, “bu durumu ben çocuğa nasıl anlatırım?” diye bir telaşla soruyor, yöntem istiyor. Bir melek düşünün, onda böyle bir algı var mıdır? Melekde böyle bir algı yoktur, bu yüzden melektir. Şeytan ise tamamen bu algıda olduğu için örtücüdür, kafirdir. İnsandaki hal öyle bir şey ki; melekteki Allah’ı bilme algısı bizde “Ahseni Takviym” olarak var, ama “Esfele Safiliyn”e atılınca şeytanın kendisini Allah’tan ayrı bilmesi onun üstünü kaplamıştır. Esfele Safiliyn olarak bu hal diğerinin üstünü sıkıca örtmüş kaplamıştır. Öyle bir kaplamıştır ki, o insanın her şeyine hakim olmuştur, hatta sanki bu yapıda Ahseni Takviym yok gibi... Dolayısıyla, eğer kişi Allah’a inanmıyorsa “Allah’ın dışı algısı” onda o kadar kuvvetlidir ki; kendisi vardır da (haşa) Allah yoktur. Ona göre! Bu algı onda bu kadar kuvvetlidir. Esfele Safiliyn ‘Allah’ın Dışı Varmış’ sanmaktır, bu sahte algının adıdır. “Allah’ın Dışı Varmış” sanan idrak, idrak seviye skalasında Aşağıla16 YILMAZ DÜNDAR rın Aşağısı’na inmiştir, daha aşağısı yoktur! Kişi “Allah’ın dışı var” algısındaki idrakıyla, idrak skalasında en alttadır. Esfele Safiliyn’de olan, “Allah’ın dışı var” sandığı bu idrakla aşağıların aşağısındadır, idraken en aşağıdadır. Bu yüzden, bunu bilenler, zamanında, Esfele Safiliyn’e “AŞAĞILARIN AŞAĞISI” demiştir. Aşağıların Aşağısı “Dünya Hayatı” değildir, olamaz! O zaman bir veli dünyada nasıl yaşar? Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem dünya hayatında hepimize örnek bir yaşantıyı nasıl sunar? Dünya hayatına öyle diyemezsiniz. O bir idraktır, dünya hayatı değildir. Hatırlatalım; her şeyi Allah ile ilişkilendireceğiz, dünya ile ilişkilendirirsek yanılırsınız. Doğru bir ilişki kursak bile ömrü kısadır. Her duygunuzu, her yorumunuzu, her fiilinizi, her şeyinizi Allah’la ilişkilendirirseniz onlar sonsuza uzar... Kur’an, idrak seviye skalasının en altı olan aşağıların aşağısını derece olarak “Esfele Safiliyn” tanımıyla; sanki “Allah’ın dışı varmış” algısını ise “Dûnillah, DûniHİ, Dûniy, DûniNA, DûniKE, DûnirRahman” ifadeleriyle belirtmiştir. Kur’an’da bu tanımlar bir algıyı anlatır: Allah’ın Dışı Algısı! Allah’ın dışı varmış algısına “Dûnillah algı” diyoruz. Bu algı sonucudur ki, insan kendisini müstakil bir varlık olarak algılar. Mesela: Allah’a inandığını söyleyen bir kişi bu Esfele Safiliyn gereği “Allah var, O’nun dışında kendisi de var” sanır ve kendini müstakil bir varlık olarak algılar; “BEN MÜSTAKİLEN VARIM ve MUH17 AŞAĞILARIN AŞAĞISI TARIM” der. “Müstakilen Varım” demek “Ben Mütekebbir’im” demektir. Hayır! Yalnızca Allah müstakilen vardır ve Allah Mütekebbir’dir. Bu algıya düşüş, Adem aleyhisselama secde etmeyen şeytanın hileyle sebep olduğu olaydır ki, Kur’an onu “aşağı indirme” olarak tarif ediyor: “Böylece, onları aldatarak aşağı sarkıttı (idrak skalasında aşağıya attı).” (A’raf-22). “Buyurdu: Bazınız bazınıza düşman olarak inin...” (A’raf-24). Vehim Kanunu sayesindedir ki; yine insan, “Allahın dışı var” sanmış ve “varım ve muhtarım” demiştir. Vehim Nuru öyle bir şeydir ki, onun saf temizi Veli’de bulunur. Saf haliyle Vehim Nuru velayetin başlangıcı olan Nefs-i Mutmainne’deki Veli’de bulunur. Sonra vehimden de sıyrılacaktır ama velayetin başlangıcı öyledir. Yani; Vehim önemli bir nimettir ve saf olan bu vehim Nefs-i Mutmainne ile başlar. Mutmainne öncesindeki zorluk Vehim olmayıp Vehmin Zulmeti’dir. Bu yüzden Esfele Safiliyn ile Vehmin Zulmeti çok ilişkilidir ki; Vehmin Zulmeti’nden kurtulmak Esfele Safiliyn’den kurtulmak demektir. Vehmin Zulmeti ile Vehmi birbirinden ayırmak zorundayız. Vehim Kanunları sayesindedir ki, biz Var Görünenler Allah’ı bilebiliyoruz, vehim bizim için bir başlangıç imkanıdır. Biz, yasal yanlış olan o imkanla, Allah’ın “haddi aşmadan bu hatayı yapabilirsiniz” diye izin verdiği o çer18 YILMAZ DÜNDAR çeve içerisinde Allah’ı tanıyabiliyoruz. Öyleyse Vehim, Allah’ı bilebilmemiz için Allah’ın bize verdiği, yararlandığımız bir nimettir. Başlangıçta Vehim’le Allah’ı biliyoruz. Ama yine insan “Allah’ın dışı var” sanmış ve “varım ve muhtarım” demiştir ki; bunu da vehimle, vehim kanunlarını kullanarak yapmıştır. Yani; önce Kanunlar Kompozisyonu olan VEHİM ile Allah’ı hakkıyla bilirken, daha sonra aynı vehimle Allah’ı ya yanlış tanımlıyor ya da inkar ediyor. Bu durumda insan, Vehim Kanunu’nu edepsizce kullanmaktadır. Vehim Kanunu’nun edepsizce kullanılmasıyla düşülen bu hale ise, “VEHMİN ZULMETİ” denilmiştir. Vehmin Zulmeti, vehim kanunlarının suiistimaliyle düşülen “karanlık idrak seviyesi”dir. Onunla bize “gerçeklerden çok uzağa düşen bu sağlam kabulleniş” anlatılmıştır. Karanlık idrakta ısrar, inat ve sebat öyle bir kabulleniş oluşturur ki, geri dönüşü olmayan bir uzak düşüşe sebep olabilir. Bu anlattıklarımızı fark etmemiz ve bu halden kurtulmamız için bize Kurtuluş Duası’nı öğreten Efendimiz (SAV) şöyle tavsiye buyurmuşlardır: “Allahümme ahricniy min zulumatil vehmi ve ekrimniy bi nûril fehmi: Allahım, beni vehmin zulmetinden kurtar, vehim kanununu edepsizce kullanmaktan beni çıkart ve bana nurunla bir anlayış ikram et.” Bu duaya biraz daha yakından bakalım. Çünkü tüm duaların meallerini oluşturduğumuz bu idrak çerçevesinde yaptığınızda dualar size çok manalı gelecektir: Allahım vehim kanununu senin razı olmadığın şekilde kullan19 AŞAĞILARIN AŞAĞISI maktan beni kurtar, onu Tevhid gerçeğine uymayan zannlarla suiistimal etmekle düşülecek uzak sapıklıktan beni kurtarıver. Amentü Billahi gerçeğine uygun idrakı ve yaşantıyı görebilmemi, anlayabilmemi ve uygulayabilmemi sağlayacak olan hidayet nurunla bana bir anlayış ikram et... Amin. İdrak seviyesini gösteren skalada aşağıların aşağısının etiketi “Esfele Safiliyn”dir. Bu etiketin gösterdiği mana ise “Dûnillah/DûniHİ” algıdır. O halde, konuyu daha iyi kavrayabilmek amacıyla Kur’an’dan “Dûnillah/DûniHİ” manasını ele alan bazı ayetleri görelim. Bize “anlayalım” diye bir rahmeti, bir lütfudur ki, konuştuğumuz dille Kendini ve ayetlerini bildiriyor. Ancak bilmeliyiz ki: Ayetlerde Allah ile ilgili manaları normal yaşantıdaki gibi, bir insana verdiğimiz gibi veremeyiz. “Allah” dediğinizde mana değişir; İhlas Suresi’ne uymayan bir mana veremezsiniz, La ilahe İllallah Kelime-i Tevhidi’ne uymayan bir mana veremezsiniz. Dışarıda konuşulan yaşantıya ait bir mana Allah için verilemez. Bir çok ayette “Dûn” kelimesi Allah için kullanılır, bazı ayetlerde ise beşeri olaylar için kullanılmaktadır. “Dûn” ifadesinin beşer için geçtiği yerde ona insana uygun mana vermeliyiz. Ama Allah için “Dûn” geçtiğinde ona vereceğimiz mana insana verilen gibi olamaz. Orada İhlas Suresi’ne uygun bir mana kullanılmalıdır. Dolayısıyla, Allah için “Dûnillah/DûniHİ/Dûniy” geçen ayetleri 20 YILMAZ DÜNDAR incelenirken İhlas Suresi, Kelime-i Tevhid ve diğer ayetler dikkate alınarak manalandırılmalıdır. Demek ki, Kur’an insanlara konuştukları dil ile geldi diye ayetleri beşeri manalarla, insanların aralarında oluşturdukları manalarla anlamaya çalışmak doğru olmaz! Özellikle İhlas Suresi’ne ters olursa Kur’an’ı anlamak imkansızlaşır... Ne yazık ki, bunlar insanca manalar ile anlaşılmış olduklarından, bu konuda “Kur’an’ın ne ifade ettiği”nden uzak kalınmıştır. Böyle kelimelerden birisi de Mütekebbir’dir. “İnşirah” ve “FATİHA ile fetih” kitapçıklarında özellikle değindiğimiz “Mütekebbir” kelimesinin de yeterince doğru anlaşılmadığını, manasının “kibirli insan” ile sınırlandığını göreceklerdir. Bir diğeri “ğayrullah/ğayruHU” ile anlatılan manadır. “Allah’dan başka ve Allah’dan gayrı” manalarını Kur’an “ğayrullah” ile ifade etmiştir. Ğayrullah ile anlatılan durum “Dûnillah” ile kastedilenden sonraki adımlara aittir. Ğayrullah/ğayruHU manası Kur’an’da “DûniHİ” algısı sonrası için kullanılır. “Dûnillah/DûniHİ” algı başlayıp da siz Allah’la bir şeyi kıyaslıyorken, “ğayrulllah” ifadesi kullanılmıştır. Bir şeyi Allah ile kıyaslayanlara, yani Dûnillah/DûniHİ algı sonucu oluşan zann’ların hayat tarzında olanlara bir konu Allah’a kıyasla sunuluyorsa “Ğayrullah/ğayruHU” tanımları kullanılmıştır. Bir çok ayet ve hadiste geçmektedir. Örneğin Efendimiz (SAV)e birisi gelip, “bu Kur’an’ı bir insan yazmış” diyor. Bu tabloda zaten DûniHİ bir algı var, böyle bir idrak var. İşte bu idrakla yaşanırken ve somut 21 AŞAĞILARIN AŞAĞISI bir şey kıyaslanıyorken ayetler ğayrullah/ğayruHU ifadesini kullanmıştır. Bizim öncelikle anlamamız ve kurtulmamız gereken “Dûnillah/DûniHİ” ile ifade edilen manadır, kurtulmamız gereken “Allah’ın dış kısmı vardır” algısı ve yanılgısıdır. Bu algıyla birlikte bu algıdan kaynaklanan zann’lar da başlar ki, hayat bu tuzakla doludur. Hayata başladığımız bu algı o kadar kuvvetlidir ki, yaşantı bu algıdan kaynaklanan zann’larla doludur. Önerimiz şudur: Ayetlerde Allah için kullanılan “Dûnillah, DûniHİ, Dûniy, DûniNA, DûniKE ve DûnirRahman” kelimeleri değiştirilmeden kullanılmalıdır, ama manası bilinerek: Allah’ın dışı yoktur! “Allah, Rahman ve Rahıym” kelimelerini nasıl aynen yazıyorsak bunları da öylece yazmalıyız. Meallendireyim derseniz, bozarsınız, Allah yerine “tanrı” veya başka bir şeyler yazarsanız bozarsınız... Ayetlerde geçen “Rasul” ve Nebi” kelimeleri de öyledir. Çeviriyorum diye yerine “peygamber” gibi şeyler yazarsanız manayı bozarsınız... Kur’an ifadelerinin bazılarını olduğu gibi kullanmak ve orijinal mana iyi anlaşılsın diye o mana ile öğrenmek lazım. Biz bu kitapçıkta “Dûnillah/DûniHİ” geçen ayetlerde konu idrakımızda iyi yerleşsin diye parantez içerisinde açıklayıcı meal kullanacağız, manayı parantez içerisinde vereceğiz. Amaç, sık tekrar ederek doğru algı oluşturmak ve konunun iyi anlaşılmasını sağlamaktır. 22 YILMAZ DÜNDAR “İşte böyle... Çünkü Allah, O Hakk’dır. DûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var ve muhtar zannederek) kulluk yaptıkları/isimlendirdikleri ise batıldır. Muhakkak ki; Allah, Aliyyül Kebîr’dir.” (Hac-62, Lukman-30). Mümkün olduğunca doğru meallendirildiği zaman hiç bir ayeti öteleyemezsiniz, hepsinin size söylendiğini görürsünüz. Aksi halde Kur’an size bir tarih kitabı gibi, bir biyoloji kitabı gibi, bir şifre hazinesi gibi gelir... Dikkat edin, dünyanın şifrelerini çözünce size mezarda, kabrinizde onu mu soracaklar? Kur’an herhangi bir gazetenin bulmaca sayfası da seninle bulmaca mı çözüyor? Fark etmedikleri için bunlarla uğraşıyorlar... Kur’an sana yalnızca dünya ve ahiretinle ilgili çok önemli bir manayı veriyor! Konuşacağız. Bu bakışla, Kur’an-ı Kerim’i “her şeyi içeren kitap” diye görmek bile yanlıştır! Bunun yanlış olduğunu hem ayet hem hadis bize söylüyor. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e yahudiler gelip “Niye yeni bir şey için uğraşıyorsun, ne varsa hepsi bizim kitabımızda var” diyorlar. Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Kitaplarda olanlar Allah’ın ilminin yalnızca bir kısmıdır!” (Hadis). Dolayısıyla, Kitab’da bize lazım olan var! Hatta yalnızca mü’mine lazım olan, ahirete iman edene lazım olan var, tüm insanlara lazım olan değil! Çünkü; Fatiha’yı ele alırken gördük ki Kur’an, inanmayanların nefretini artırıyor. Demek ki, ona hitap etmiyor! İnananlar için! Kur’an 23 AŞAĞILARIN AŞAĞISI (mü’minlere) onlara Rahmet’tir, Hüda’dır, onlar O Kur’an ayetleriyle müjdeleşirler... O muhatabına göre yazılmıştır, bize hitap eder. Şimdi Hac-62 ve Lukman-30 ayetlerindeki “Hakk ve Batıl”ı anlamak için Hakk dediğimiz yere DOĞRU, batıl denilen yere YANLIŞ diyelim. Bu durumda, şöyle bir mana çıkıyor: Allah Hakk’dır, Doğru’dur, “Dûnillah algı” batıldır, yanlıştır. Kur’an böyle öğretiyor, uyarıyor: Dûnillah algı batıldır, yani yanlıştır: Dûnillah (Allah’ın dışı) algısıyla “müstakilen var ve muhtar” zannederek isimlendirdikleriniz, dua ettikleriniz, çağırdıklarınız (kulluk yaptıklarınız) batıldır. Burada mealen “kulluk yaptıklarınız” dediğimizde insanın bu ayeti nasıl ötelediği görülür: “Benim Allah dışında kulluk yaptığım bir varlık yok ki!” Hep böyle diyoruz. Bu düşüncedesiniz ve bu ayet mealini okuyorsunuz. Orada da “duniHi” için şöyle yazılmış: “Allah Hakk’tır, Allah’ın dışında kulluk yaptıklarınız batıl’dır!” Hemen ötelediniz. Bu meal yanlış değil, doğrudur ama ayetin kastettiği bu değil, bunu söylemiyor ki. Eğer ayet böyle diyorsa, “benim Allah’tan başka kulluk yaptığım bir şey yok” dediğinizde iş biter. Ve tasnif başlar: “Şunlar savaş ayeti, şunlar ticaret ayeti, şunlar hukuk” dedin mi sana hitap eden hiç bir ayet kalmaz. Oysa hiç öyle değil! Eğer siz dûniHİ’yi doğru manada alırsanız ayetin tam içine düşersiniz. Bu durumda ayet size der ki: Eğer sen “Allah’ın dışı var” zannediyorsan, kendini de Allah’ın dışında var ve müstakil zannediyorsan, başka varlıklara da o gözle bakıyorsan, hele de 24 YILMAZ DÜNDAR onlara tapıyorsan bunlar yanlıştır, bu batıldır. Bunu inanan kişiye, “inanıyorum” diyene söylüyor! Çok dikkat edin, yalnız Allah “var”dır ve Hakk O’dur. “Anlatamam” endişesiyle yaptığım “dikkat edin” uyarılarını lütfen önemseyin: Efendimiz (SAV)’in açıkladığı Allah’ın ve Sistemi’nin bir rozeti vardır; B. Bismillahirrahmanirrahıym’in “B”si! “B” konusuyla ilgili de, önceki müfredatlarımızda özellikle de Fatiha kitapçığında oldukça detaylı bilgiyi bulabilirsiniz. Şimdi o iki ayetimize, Hac-62 ve Lukman-30 ayetlerine dönelim. “Allah Hakk’dır” derken “B” kullanılmış: “Bi ennellahe Huvel Hakk!” Doğru olan, Hakk olan “B”dir. Bu cümledeki “doğru”ya “algı” olarak bakalım: Yanlış olan “dûniHİ” algıdır, doğru olan “Billahi”dir; doğruyu, Hakikati “B”ye ait ilmin içinde ara! Biz o “B”yi Besmelede, “Amentü Billahi”de kullanıyoruz. Fark edelim; Kur’an’da “Dûnillah/DûniHİ” algının karşında “B” vardır, “Billahi” vardır. Dûnillah X Billâh! Hal böyle olunca, Kur’an’da geçen “B”yi anlamaya ve iki iki algıyı kıyaslayarak fark etmeye çalışalım. Allah’ı hakkıyla bilmek, O’nu Hakk bilmek; dışı olmadığını önce duymak, sonra bilmek, daha sonra da yaşamak BİLLAHİ ANLAMINDA İMAN kapsamındadır. Bu yüzden biz; “Allahım, senin dışın algısını reddederek, bu iddianın yalan olduğunu bilerek sana iman ediyorum” manasına “Amentü Billahi” deriz. Kur’an bizi bu gerçeğe davet eder, davet ederken de “Aminu Billahi!” 25 AŞAĞILARIN AŞAĞISI der. Buyuruyor: “DûniHΔ idrakı reddedin, Hakk olan Billah’tır, BiHÎ’dir. “Billahi ve BiHΔ Hakk olup, bu çerçevede iman edilmeli, “Dûnillah ve DûniHΔ Batıl olup, bu sebepten red edilmelidir. Kur’an bu iman için uyarmaktadır: “Ey iman edenler, Billahi anlamında olmak şartıyla Allah’a, O’nun Rasulü’ne, Rasulüne indirdiği Kitab’a ve daha önce inzal ettiği kitaba iman edin. Kim Allah’a, O’nun Meleklerine, O’nun Kitaplarına, O’nun Rasullerine ve Ahir Gün’e kafirlik ederse, gerçekten uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa-136). “Ey, iman edenler” hitabı şöyle anlaşılmalıdır: “Ey, inanıyorum diyenler! Ey, inanmak üzere olanlar! Ey, inanmak isteyenler! Ey, inanmak için doğruyu arayanlar!” Bu kapsamlardan birinde olana ayet doğru yol için sesleniyor: Amentü Billahi gerçeğini öğrenin ve öyle iman edin! “Âmene’r Rasûlü” diye bildiğimiz, sevdiğimiz, bağrımıza bastığımız, öpmeden, okşamadan, koklamadan uyumadığımız, bize Mirac Hediyesi olan Bakara Suresi 285. ayette şöyle deniyor: “Er-Rasul Rabbinden kendine inzal olana (Billahi anlamında) iman etti. Mü’minler de böyle iman ettiler: Hepsi Allah’a; Meleklerine, Kitaplarına ve Rasullerine Billahi anlamında iman etmiştir.” (Bakara-285). Bir kaç cümleyle de olsa ayeti daha yakından tanıyalım ve konumuza taşıyalım: Allah’a, “sanki dışı varmış” algısını reddederek iman ederiz. 26 YILMAZ DÜNDAR Allah’ın Meleklerine, Kitaplarına ve Rasullerine de O’nun dışında müstakil varlıklar olmadıklarını bilerek iman ederiz. Allah’a “O’nun dışı, dışında bir mekan, dışında bir alan ve orada da varlıklar var” düşüncesini reddederek iman ederiz. Çünkü “biz O’nda (İlmullah’ta) O’nun dileğinin suretiyiz, dışında varlıklar değiliz” idrakıyla iman ederiz. Meleklerine, Kitaplarına ve Rasullerine de onları Allah’ın dışına taşımadan, Allah’ın dışında olmadıkları idrakıyla iman ederiz. MUHAMMEDİ BAKIŞ’ın güzelliği ve lezzeti... Burada Ahseni Takviym’e atıfta bulunmak çok uygun olacaktır: “Tam da böyle diyeceğiz, böyle inanacağız” diye Rabbimize söz vermiştik: “Hani Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden kendi zürriyetlerini çıkarıp; onları kendi nefslerine şahitlendirerek: “Elestü BiRabbiküm: Bi Rabbiniz Ben değil miyim?” (dedi). (Onlar da;) Kalu “bela şehidna: Evet, bilfiil şahidiz” dediler. Kıyamet Günü “Biz bundan gafildik” demeyesiniz (diye).” (A’raf-172). Bu ayette Ahseni Takviym hal belirtilmektedir. İnsanı “Ahseni Takviym” yapan işte bu haldir. Bu olay Ahseni Takviym yapımızın başlangıcıdır, bizim fıtratımıza işlenen bilgi budur ve bu ayet o hali anlatır. Dikkat edin, ayette “Rabbiniz değil miyim?” sorusu bize, bizi “Amentü Billahi”ye davet eder tarzda soruluyor: Elestü Bi Rabbiküm? “Bi Rabbiniz” değil miyim? Yani: Öyle bir Rabbinizim ki; dışımda değilsiniz! Ey, kullarım! Bi Rabbiniz olarak (Rabbinizin dışında “müstakilen 27 AŞAĞILARIN AŞAĞISI var ve muhtar” varlıklar olmaksızın) sizi yaratan BEN’im. Soruyorum; bu “B”ler Kur’an’da tesadüf mü? Hep Dûnillah’ın zıddı olan yerlerde “B” var. Rabbimiz bize böyle seslenince, “ Ey, kullarım! Rabbinizin dışında “müstakilen var ve muhtar” varlıklar olmaksızın sizi yaratan BEN’im” deyince dedik ki: “Bela şehidna: Evet, bilfiil şahidiz! Rabbimiz, müstakilen var ve muhtar olmadığımızı çok iyi öğrendik ve bu duruma şahid olduk, şahidiz. “Öğrendik” dediğimize göre bize bunu bir öğreten var. Kim öğretir? Rab! Ahseni Takviym’i bize talim ettiren Kur’an’da bize “Rabbiniz değil miyim?” diyor: “Bunu size öğreten, bunu size işleyen, sonra açılacak şekilde bu bilgiyi size veren (Bi) Rabbiniz BEN değil miyim?” Diyoruz ki; Evet, bize öğrettin! Bize öğretensin, öğreten sensin! Bunu böyle diyenler olarak, yaşarken de başka öğreten ve öğretenler tanımamak lazım! “Allahümme ENTE RABBİY” bu manada çok önemli bir sesleniş ve yöneliştir: “Başka öğreten tanımam, Yalnızca sen!” O halde, başka öğreten tanımamak lazım! “Müstakilen var ve muhtar olmadığımızı çok iyi öğrendik. Rabbimiz, bu duruma şahid olduk!” dedik. Neden bu şahitlik? Her şeyin gerçeğinin ortaya çıkacağı Diyn Günü’nde “müstakilen var ve muhtar” olmadığını öğrenince “bu gerçeği bilmiyordum” demeyesin diye! O korkunç günde, o Aziym Gün’de; “Biz bu gerçeği bilmiyorduk!” demeyelim diye, bir rahmet sonucu, bir lütuf olarak Rabbimiz bize öğretmektedir... 28 YILMAZ DÜNDAR Dünya hayatında insan kendisini dûniHİ algı içerisinde bulur. Eğer Hakk olan Billahi hali, Allah insanlara bildirmese ve insanın fıtratına bu bilgi işlenmemiş olsa “dûnillah/dûniHİ” algıyı gerçek zannetmekten kurtulamazdık... Yasal yanlış! Bu tanımı kullandığımız iki yer var: Dünya hayatının yasal yanlışı ve “B” halinin yasal yanlışı. “B”ye ait yasal yanlış; Var Görünüyor’ken, bu duruma Biiznillah BEN demektir. “B” hali olarak tanımladığımız Hakk Yol’daki yaşantının bize izin verilmiş yanlışı bu Var Görünüş’ümüze “BEN” dememizdir. Dünya hayatının yasal yanlışı ise, hayata Esfele Safiliyn idrak seviyesinden başlamaktır, bu da bir yasal yanlıştır. İkisinin farkı şudur: Kul “B” halinin yasal yanlışını değerlendirirse onu kullanarak ilerler ve Mukarrebun olabilir. Dünya hayatının yasal yanlışı olan Esfele Safiliyn’de ileri giden ise haddi aşan mütekebbir insan olur. Dünya hayatına Esfele Safiliyn’de, yani günah formatıyla başlamak günahkar sayılmak demek değildir. Bu durumun günaha dönüşmesi şartları ayrıdır, karıştırılmamalıdır. Lütfen dikkat ediniz, Esfele Safiliyn Allah’ın saptırması değildir, bu yüzden “yasal yanlış”tır. Aksi halde ondan kurtuluş olmazdı, Kur’an’dan böyle öğreniyoruz. Bu hakikati hristiyan inanışına benzetenler için söyleyeyim: Bu gerçeği hristiyan inancına benzeterek ötelemenin hiç bir dayanağı yoktur. Hristiyan inancında doğru olan şeyleri reddetmek Kur’an’a aykırıdır. Ayrıca, hristiyanlar sırf bu iddialarının hakikatini anlayabilseler Tevhid’i/ 29 AŞAĞILARIN AŞAĞISI İslam’ı tanıyabilirler. Maide Suresi 48 Efendimiz (SAV)’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sana da, Kitap’tan önünde olanı (daha önce nazil olan tüm vahiyleri) tasdikleyici ve O’nun üzerine müheymin (himaye edici) olmak üzere Hakk olarak Kitab’ı inzal ettik.” (Maide-48). Anlaşılıyor ki; Efendimiz (SAV)’den önceki doğruları tasdik etmeliyiz. Doğru olduğunu nereden anlayacağız? Doğru olan Kur’an ile bildirilenlere uyan bilgilerdir. Her duyduğumuz bilgi ve iddia elbette ki, doğru değildir. Hz. Âdem aleyhisselama yapılan uyarı nasıldı? “Şu şecereye yaklaşmayın, (yaklaşırsanız) zalimlerden olursunuz.” (Bakara-35, A’raf-19). Yaklaştı mı? Yaklaştı ve zalimlerden oldu. “Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra şakıy olursunuz.” (Ta-Ha; 117). Çıktı mı? Çıktı, öyleyse şaki de oldu: “Ve Âdem Rabbine asi oldu da saptı/şaştı/ yaşayışı bozuldu.” (Ta-Ha; 121). Bizi, bizim başlangıcımızı Kur’an böyle anlatıyor ve bu ayetlerden şu sonucu çıkarıyoruz: • Bunlar hep dünya hayatının başlaması içindir. • Uyarılıyoruz: Allah ile ilgili ikileme düşerseniz zalim olursunuz, şaki olursunuz. 30 YILMAZ DÜNDAR • Hz. Âdem’in ikileme düşmesi ve asi olması dünya hayatı için prosedürdür. Hz Âdem ve Hz Musa (AS)’ın tartışmaları hadiste anlatılır. • Böylece dünya hayatı başlamıştır. Şuna lütfen dikkat edelim: Dünya hayatı başlamadan önce Hazreti Âdem aleyhisselam’a yapılan uyarı Esfele Safiliyn’e düşmemesi içindir; “ne yaparsa düşüleceği” anlatılır ve “sakın düşmeyin” diye uyarılır. Dünya hayatı başladı, şimdi nasıl bir uyarı var? “Çıkın, kurtulun” uyarısı var, “düşmeyin” uyarısı yoktur. Hz. Adem’in bu olayı ve bizimle ilişkisi Tanrı İlmi müfredatında detaylarıyla açıklandı: Hz. Âdem Rabbinde dua ediyor, kabul oluyor. Bu dua ayetlerde bize de öğretiliyor. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim şu husustur: Dünya hayatından önce “dikkat et düşersin” denirken, dünya hayatında öyle bir şey yok! Bize “şöyle yaparsan çıkarsın” deniyor. Niye? Düşmüşsün de ondan! Nasıl çıkacağın anlatılıyor, bu kadar açık: Düşmüşsün işte! • Hz. Âdem aleyhisselam özelinde öğreniyoruz ki, “cennet hayatı” denilen Ahseni Takviym yapıda Billahi anlamında yaşanmaktayken, dünya hayatına Esfele Safiliyn yapı ile zalim, şaki, asi olarak başlanmaktadır. Yani Dûnillah/DûniHİ algı ve zann’ları ile bir hayat başlamaktadır. Çünkü zalim, şaki ve asi ancak DûniHİ algı ile olur. Başlayan bu yaşantı “La ilahe illa ente Sübhaneke inniy küntü minez zalimiyn” yaşantısıdır, o başlamaktadır... 31 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: Rasulullah Efendimiz (SAV); “Her çocuk fıtrat üzere doğar” dedi ve Rum 30. ayeti okumamızı söyledi, sonra sözünü şöyle tamamladı: “Çocuğu anne-babası yahudileştirir veya hristiyanlaştırır veya mecusileştirir.” Çoğumuzun duyduğu bir hadis. Burada konumuz için dikkatimizi çekecek tanım “fıtrat üzere”dir. “Fıtrat üzere”yi beşeri yorumlamadan Kur’an ve Hadis’le iyi ve doğru anlamalıyız. Ancak genellikle iyi incelenmeden beşeri olarak yorumlanıyor ve yorum yapanlar yorumlarını ayetin önüne geçirdiklerinin farkında da değiller. Hadiste Rasulullah Efendimiz (SAV) Rum Suresi 30. ayeti okumamızı söylüyor. Bu ayet şöyledir: “O Allah fıtratı ki, insanları onun üzerine yaratmıştır.” Ayet böyle diyorken tartışılacak bir şey var mı? Hadisin bu rivayetinde “fıtrat üzerine” deniyor. Hadisin bu rivayetinde “fıtrat üzerine” denilen tanıma; Rum-30 kaynaklı olarak “ALLAH FITRATI üzerine yaratılmıştır” diyoruz, başka ayetlerle ilişkilendirince ona “İslam Fıtratı” da diyebiliriz. “Fıtrat üzerine”ye hayat için bir isim vereceksek, yani ondan bir amel çıkamak istiyorsak “İslam Fıtratı” üzerine diyebiliriz: Her insan “Allah Fıtratı” üzerine, yani “İslam Fıtratı” üzerine yaratılır. Allah Fıtratı konusunu geniş olarak Fatiha kitapçığında ele almıştık. Lütfen dikkat edin, “Fıtrat üzere yaratılmak” demek, “hidayet üzerine yaratılmak” demek değildir. Böyle zannedilirse yanlış olur, ayıp olur, yani Kur’an’a ters olur. 32 YILMAZ DÜNDAR “Allah kimi saptırırsa, onun için hidayet edici yoktur. Allah kime hidayet ederse, onun için bir saptırıcı yoktur.” (Zümer; 36, 37). Ayete inanıyorsanız iş bitmiştir, inanan kişi şunu der: Semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik. Eğer Esfele Safiliyn yapı Allah’ın saptırması olsaydı kurtuluş olmazdı! O bu dünya hayatı için bir yasal yanlıştır. Doğanlar hidayet üzere doğsaydı, onu saptırmaya kimin gücü yeterdi? Demek ki, hidayete ermiş olarak doğmuyorlar, doğarken hidayet üzere değille; doğuş “hidayet üzere” değil! Çok önemlidir ki; Allah Fıtratı veya İslam Fıtratı demek “hidayete ermiş doğuyor” demek değildir. Öyle olsa, hiç “ben çocuğuma bunu nasıl anlatacağım?” denir mi? Bu konuda size Kütüb-i Sitte’den bir bilgi vereyim: İslam Hukuku ve Hadis alimi olup Hicri 631676, Miladi 1233-1277 yılları arasında yaşamış olan ve “Nebevi” adıyla bilinen Ebu Zekeriya Muhyiddin Yahya Hazretleri (Rabbim rahmetiyle muamele eder inşaAllah) bu konudaki bütün görüşleri inceliyor. Demek ki bunlar ilk defa tartışılmıyor. Ama biz bu konuları tefekkürden ve araştırmaktan uzaklaşmışız. Bu alim zat bu hadisi nasıl anlamamız gerektiğini anlatıyor: “En doğrusu, her çocuğun İslam’ı kabule hazır bir yaratılışta doğmuş olmasıdır, hadis böyle anlaşılmalıdır.” İslam’ı kabule hazır yaratılış Ahseni Takviym yapıdır. Demek ki, her çocuk A’raf Suresi’ndeki; “evet, Rabbimizsin” bilgisi kendisinde açılmaya hazır doğmuştur. 33 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Allah Fıtratı” ile ilgili başka manalar da var, lütfen araştırın. Doğarken “hidayet üzere” nasıl doğulur, onu da görelim ki; Esfele Safiliyn ve Ahseni Takviym doğuşları kıyaslayalım: “Ey, Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi. Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. “Biz, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz” dediler.” “Çocuk şöyle dedi: Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni nebi yaptı.” “Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana salâtı ve zekâtı emretti.” “Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.” “Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selam banadır.” “İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa -Hakk Söz olarak- budur.” (Meryem; 28-34). İşte hidayet üzere doğuş! Hidayet üzere böyle doğulur. Şimdi bu Esfele Safiliyn midir? Hidayet üzere doğuşa ait özellikleri biz yaşarken bulamıyoruz, kolay mı? Rabbim dilerse, kolayı kolaylaştırırsa kolaydır inşaAllah. Biz hidayet üzere bu doğuşu anlamaya çalışalım. Hidayet üzere doğan kul daha beşikte, ama Dûnillah algı yok; beşikte ama Nebiliğini söylüyor, salâtı ve zekatı söylüyor, “nerede olursam olayım beni mübarek kıldı” diyor. Yani; “dünyada da olsam Esfele Safiliyn değilim, mübareğim” diyor. Mübareklik çok önemli bir şey olduğu için biz Salli-Barik duasını yapıyoruz. Barik; mübarek kıl! Mübarek olmak, çok önemli bir şeydir! Diyor ki; dünyada da olsam ben mübareğim; DûniHi algıda değilim, 34 YILMAZ DÜNDAR Billahi’yim. Amentü Billahi üzere doğdum ve bununla görevliyim. Hidayet üzere doğanın taşıdığı özelliklere ve bir de onda olmayan, sakındığı şeylere bakalım. Diyor ki: “Beni anneme saygılı kıldı.” Kur’an’ın istediği şekilde anneyle ilişki çok önemli bir Ahseni Takviym özelliktir, Allah rızası için anneyle ilişki Allah katında öyle önemlidir ki. Ve; “Beni bedbaht bir zorba yapmadı.” Yani: Mütekebbir olmadım, Esfele Safiliyn değilim. “İşte hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa Hakk söz olarak budur.” Ayette bahsedilen “Hakk Söz” çok önemlidir, ama nedir? HAKK SÖZ’ü şöyle açalım: Onun bu haline “Kün” dedik, feyekûn/oldu! Bu ancak Allah’ın dileğiyle olur. Siz de gösterdiğim yola uyun, hüdâma tabi olun da bu algıdan kurtulun. Özel müdahale yapılmış böyle bir çok özel hal var, sıralayabiliriz ama şimdilik ayetlerden bu konuda bir örneği paylaştık. Bu örnekler bizim dünyaya Esfele Safiliyn geldiğimizin delilleridir. Hac-62 ve Lukman-30 ayetlerine dönersek,, “DûniHİ” ifadesi için “Allah’dan gayrı” denirse meal ‘Allah’dan gayrı kulluk yaptıklarınız batıldır’ olur. Bu durumda, “Benim Allah’dan gayrı kulluk yaptığım bir putum yok” diyen için ayetler bir tarihi bilgi konumuna gelebilir, ayetler ona hitap ediyor olmaz. “DûniHi” ile ifade edilen Batıl’ı da anlayamadığı için onun karşılığı olan “Billahi Hakk’tır”ın ne manada olduğunu da çıkaramaz. 35 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Oysa; “dûniHİ” için “Allah’ın dışı var sanma algısı” manası verilse, ayeti her okuyan konuya muhatap olacağı gibi, “Dûnillah”ın zıddı mana olan “Billahi” de hemen anlaşılmış olur. Kur’an, talibe DûniHİ algının batıl olduğunu, asıl olmayan bir şeyin algısı olduğunu anlatır, böyle bir “müstakil var”ın yok olduğunu söyler: “Rabbinin kitabından sana vahyolunanı tilavet et. O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur ve dûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannederek) sığındıkları yoktur.” (Kehf-27). “De ki: “Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah’a karşı beni kurtaracak yoktur ve dûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannedilenler) sığınak değildir; sığınılacak Allah’dır.” (Cinn-22). Dûnillah iddia bir zann, yani bir algıdır, ancak olmayan bir şeyin zannı ve algısıdır. Buyuruyor: “De ki: “Dûnillah (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen) var zannettiklerinizi çağırın (bakalım)! (Var zannettikleriniz) ne Semavat’ta ne Arz’da zerre ağırlığınca bir şeye maliktir (müstakil varlıklarını gösterecek bir delilleri yoktur). Onların, bu ikisinde bir ortağı da yoktur ve O’nun (Allah’ın) bunlardan (yani müstakilen var ve muhtar zannettiklerinizden) bir yardımcısı da yoktur.” (Sebe-22). “Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Güneş’i ve Ay’ı boyun eğdirtmiştir. Her biri belirlenmiş bir ecele akıp gi36 YILMAZ DÜNDAR der. İşte budur Allah, Rabbiniz. Mülk O’nundur. DûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakil var zannedip) isimlendirdikleriniz, çağırdıklarınız bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değillerdir (müstakil varlıklarının delili yoktur).” (Fatır-13). “Hakk Da’vet (ancak) O’nundur/O’nadır. DûniHİ (algı ile müstakilen var zannederek) çağırdıkları ise onlara hiç bir şekilde icabet edemezler. (Onların hali) ancak, ağzına ulaşsın diye iki avucunu suya doğru uzatanın durumu gibidir. (Halbuki suya ağzını dayamadıkça) o (su) ona ulaşacak değildir. Kafirlerin duası (gayreti) ancak sapıklıktır ve boşadır.” (Ra’d-14). Çünkü: Hüküm sahibi olan, yaratan ve öldüren; Mülk, Güç ve Kudret sahibi olan ancak Allah’tır. Allah’ın dışı algısıyla “müstakil başka varlıklar var” zannedenlerin gayreti boştur. Çünkü; DûniHİ algı ile zannedilenler YOKTUR... Ayette geçtiği için “dua”ya hafif değinelim. Dua ancak Allah’a yapılır! Başka bir türlü dua yoktur ve dua bir şeyin olması demek değildir! “Siz bir şey isteyeceksiniz o da olacak” anlayışı dua değildir, o size cennette va’d edildi. Böyle zannedenler duaların manalarını saptırtıyorlar, şeytan da bu yaklaşımdan yararlanıyor. Size duayı yanlış tarif edenler; “beyninize yönelin, düşünün ve olsun” derler. Şeytan da bu yanlışa yardım eder, olur. Sen de “dua ediyorum oluyor” zannedersin! DUA Allah’a yönelmektir, Allah’a sığınmaktır. Sürekli bir şey almak değildir! 37 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Duaları olmasa neye yararlardı!” (Furkan-77). Bu ayeti okuyunca, “isteyip dursunlar, vermesem istemeleri neye yarar, depo dolu!” manasını anlamayalım. Bu ayette sana öyle bir sesleniş var ki... Rabbimiz buyuruyor: “Bana şu sığınışları var ya... Ağlayışları var ya... Titreyişleri var ya... Korkuşları var ya... Sessiz sessiz isteyişleri var ya... O halleri olmasa bir kıymeti olmazdı bu Esfele Safiliyn insanın...” Dua Allah’a dönmek, O’nunla konuşmaktır. Bu nasıl, nasıl bir hediyedir biliyor musunuz? Bunu insan dünyada anlarsa iyi olur, ahirette anlarsa çok geç olur. Fark edin, Allah bir kulunu muhatap alıyor, bizi muhatap alıyor, “konuşun benimle” diyor; Benimle konuşun... Bir de aksini düşünün: Muhatap alınmamak! Onun nasıl bir ızdırap olduğunu bilirsiniz. Çünkü o cehennem azabı olarak bir azaptır. DûniHİ algıyla “Müstakilen Var” ilan edilenler yalnızca takılan bir isimden ibarettirler: “DûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannederek) kulluk ettikleriniz (buna göre oluşturduğunuz hayat tarzı), sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak ve yalnız Allah’ındır. o size Kendisine kulluk etmenizi (buna göre hayat tarzı oluşturmanızı) emretmiştir. İşte dosdoğru diyn (uyacağınız gerçek doğru sistem) budur. İnsanların çoğu bilmezler.” (Yusuf-40). 38 YILMAZ DÜNDAR “Onlar sizin ve atalarınızın isimlendirdiği, Allah’ın hiçbir sultan (müstakilen varlıklarına dair bir delil) inzal etmediği, (geçersiz) isimlerden başka bir şey değillerdir. Onlar ancak zann’a ve nefislerin hoşlandığı şeye tabi oluyorlar. Andolsun ki; kendilerine Rablerinden hüda (işin doğrusunu gösteren ilim) gelmiştir.” (Necm-23). “Oysa onların bu hususta bir ilmi (delilleri) yoktur. Onlar ancak zann’a uyuyorlar. Muhakkak ki; zann’ın Hakk’da bir yeri yoktur.” (Necm28). DûniHİ algı ve zann’ları yalan ve iftiradır: “DunAllah (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannedip) uydurarak ilahlar (müstakil varlıklar) mı irade ediyorsunuz?” (Saffat-86). “Allah ile beraber başka bir ilah (müstakil varlık) oluşturma. Yoksa kınanmış ve terk edilmiş olarak kalırsın.” (İsra-22). DûniHİ algının zann’larına uyarak müstakil varlığını ve varlıkları oluşturur da bu sistem üzerine hayat kurarsan, Billahi anlamındaki iman ve hayattan geri dönemeyeceğin kadar uzaklaşmış bir sapıklığa düşersin ki, o zaman Allah ve inananlar seni kınar... “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedip) isimlendirip/çağırdıklarınız, muhakkak sizin emsaliniz kullardır (müstakil var değillerdir). Eğer doğru iseniz haydi çağırın onları da size (müstakillikleriyle) icabet etsinler.” (A’raf 194). 39 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Ey, insanlar! Siz Allah’a (O’nsuz bir varlığı söz konusu olmayan) fakirler, muhtaçlarsınız. Allah Ğaniyyül Hamiyd’dir.” (Fatır-15). “Kendileri yaratılıyor oldukları halde bir şey (de) yaratamayanları mı ortak koşuyorlar (müstakilen var ilan ediyorlar)?” (A’raf-191). “Semavat’ta ve Arz’da kim varsa, Rahman’a ancak kul olarak gelir.” (Meryem-93). “De ki: Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedip) isimlendirdiklerinizi/ çağırdıklarınızı bir düşünün. Gösterin bana Arz’da ne yaratmışlar? Yoksa onların Semavat’a ortaklıkları mı var? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin. Kıyamet Günü’ne kadar kendilerine cevap veremeyecek ve onların dualarından gafil olan bir duruma dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) kulluk edenden daha sapkın kimdir?” (Ahkaf; 4-5). “Kıyamete kadar size cevap veremeyecek!” Neden kıyamete kadar? Kıyamette cevap verecek çünkü. O gün bir şahitlik var! DûniHİ algıyla neyi muhtar, neyi özgür, neyi Allah’ın dışında müstakil bir varlık zannederek muamele etmişseniz onlar o gün cevap verecek, şahitlik yapacak. Onu Maliki YevmidDiyn (Diyn Günü) bahsi altında Fatiha kitapçığında işlemiştik. Yaratabilmek “ilah”ın en önemli vasfıdır, çok önemli bir güç delilidir: Güç Allah’ındır! Bu yüz40 YILMAZ DÜNDAR den “yaratmak” fiili rastgele kullanılıyorsa, bu dûniHİ algı sebebiyledir, dûniHi algının göstergesidir. Bir varlık gerçekten var ve müstakilse o varlığın üç önemli özelliği vardır. Müstakil olarak var ve muhtar olan varlık GÜÇ sahibidir, MÜLK sahibidir, HÜKÜM sahibidir. Yani; Güç onundur, Mülk onundur, Hüküm onundur. Kur’an bu hakikati birçok ayette vurguluyor: Mülk ancak Allah’ındır! Güç ancak Allah’ındır! Hüküm ancak Allah’ındır! Demek ki; neye Allah’ın dışında müstakil bir güç, müstakil bir varlık, müstakil bir beden/mülk oluşturursanız onu ilah/tanrı ilan etmiş olursunuz. Bu yüzden, ayette “kulluk ediyorsunuz” seslenişini duyunca, sakın “benim putum yok” diye düşünüp bu uyarıdan, bu işten kurtulduğunu zannetme. “Yaratmak” bir güç delilidir, son noktayı Kasas Suresi koyar, işi bitirir. “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Onların şirk koştuğu şeylerden Allah, Aliy ve Sübhan’dır.” (Kasas-68). “Onların çağırdıkları/dua ettikleri, (hatta) onların (o yalvardıklarının Allah’a) en yakını hangisi ise (onlar da) Rablerine vesile isterler. Onun rahmetini umarlar ve Onun azabından korkarlar. Muhakkak ki, senin Rabbin azabından sakınılandır.” (İsra-57). “Dikkat edin! Semavat’ta kim var, Arz’da kim varsa muhakkak ki, Allah’ındır. Dûnillah (algı ile) dua eden/ çağıranlar şürekalarına (müstakilen var ve muhtar zannettiklerine) tabi olmuş 41 AŞAĞILARIN AŞAĞISI olmuyorlar. Ancak zanna tabi oluyorlar ve onlar sadece yalan söylüyorlar.” (Yunus-66). Kim varsa! Ayette “Kim” denilen “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”dur ve bu duygu da zaten Allah’ındır, müstakil değildir ki! Gözünü kapatıp, kendini arayıp, hissedip, “BEN” dediğinde “Kendinde Kendine Göre Var” olan “Nefsini” yakalayıp “BEN” demiş olursun. Halbuki normal hayatta hiç ona “BEN” demezsiniz, hep gördüklerinize “BEN” dersiniz. Bu gördükleriniz “Birbirlerine Göre Var” olan bir görüntü oyunudur. Şuna dikkat edin: Gözlerinizi kapatıp, iyice yoğunlaşıp Kendinizi Hissettiğinizde BEN derken aynada gördüğünüze BEN demiyorsunuz. O zaman bir hisse BEN diyorsunuz. İşte O HİS; yetkilendirilmiş, sınırlandırılmış, kayıtlandırılmış, kayıt verilmiş Allah’ın Kendi Hissetmesi’nden verdiğidir, siz ona BEN dersiniz. O tamamen şudur: Biz de hissedelim diye Ruhu’ndan üfledi, Hissi’nden verdi, ondan yararlanmamızı lütfetti. Ve biz de hissediyoruz... Hissedişimiz o yüzden müstakil bir His değildir! Allah’ın Hissetmesi’nden bize de verdiği bir His’tir, dışında (dûniHİ) bir His değildir, Allah’ın Hissi’nin içinde, bize verdiği bir His’tir. Bu yüzden ayet bize; “dışarıda müstakilen seslendikleriniz yalandır. Onları “Müstakil Var” saymak tanrılıktır, o da yalandır, öyle bir şey yok: Onlar hep bana gelecek, hepsi benden korkuyor, hepsi bana yol arar, yanılma!” diye bizi uyarıyor. 42 YILMAZ DÜNDAR “DuniHi” algı hakkında bu konuştuklarımızla ilgili bir ayetle konuyu özetlemiş olalım. Dinini öğrenmek ve öğretmek, dini yolunda ikan sahibi olmak için bölgesini terk etmiş Ashab-ı Kehf delikanlıları vardır. Ayet onları anlatıyor: “Onların kalblerine rabıta koyarak metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: “Rabbimiz Semavat ve Arz’ın Rabbidir. O’nun yanı sıra dûniHİ (algı ile) ilah (müstakil varlıklar) kabullenmeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz dûniHİ (algı ile) ilahlar (müstakil varlıklar) kabullendiler. Bari bu ilahları (müstakil varlıkları) kabullenişlerine açık bir delil getirseler (ama ne mümkün)! Allah üzerine yalan düzerek ifade edenden daha zalim kimdir? (Kehf; 14-15). Öğreniyoruz ki; DÛNİHİ ALGI bir yalandır! “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” ayetini işlerken gördüğümüz bir şeyi hatırlatayım: İyi bir müslüman, iyi bir mü’min olma kuralları içerisinde mesela yalan söylememek vardır. Bu kural “insanların birbirlerine yalan söylememeleri” anlayışı üzerine bina edilerek anlatıldığı için insanlar perdeleniyor. Çünkü, Muhammedi olmayan birisi de insanlara yalan söylemiyor olabilir. O zaman bu tez düştü demektir! Bu konulara öyle yaklaşacaksınız ki, öyle anlatacaksınız ki Muhammedi olmayan yapamasın. Aksi halde Efendimiz’e ayıp oluyor... 43 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Yalan söylememek, “Allah’a yalan söylemeyin” ayetleriyle anlatılandır. Ve bize öğretiliyor ki; bu dûniHİ algı bir yalandır: “Zann’dan sakının, çünkü zann yalanın ta kendisidir.” Efendimiz (SAV) böyle buyurmuşlardır. Ve: “De ki: Allah üzerine yalan uyduranlar elbette iflah olmazlar.” (Yunus-69). DuniHİ algıyı ve zann’larını bir iftira ve yalan olarak Allah’a yöneltenler ölümleriyle birlikte bu yalanlarından dolayı hesap vermeye başlayacaklardır: “Allah üzerine iftira eden veya O’nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? İşte onlara Kitap’tan kendi nasipleri erişecektir. Nihayet onları vefat ettirmek için Rasullerimiz kendilerine geldiği vakit: “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) isimlendirdikleriniz/çağırdıklarınız nerede?” dediler... (Onlar da) “Bizden kaybolup gittiler” dediler ve (böylece) kafir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.” (A’raf-37). “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şeyler (neredeler?). Dediler ki: “Bizden kayboldular. Hayır, biz zaten daha önce böyle bir şeyi çağırmamıştık.” Allah kafirleri böyle saptırır.” (Mü’min-74). Bir kez daha vurgulayalım ki: İlgili ayet ve hadislerden öğrendik ki, dûniHi algı ve zann’lar ancak yalan ve iftiradır; YOKTUR! Yani Allah’ın 44 YILMAZ DÜNDAR dışı, dış kısmı var zannetmek ve ona göre de hayat oluşturmak YALAN ve İFTİRAdır. Çünkü böyle bir şey yoktur. Bu çerçevede bir uyarı: “Hakkında ilmin olmayan (delilin bulunmayan) şeyin peşine düşme/rehber edinme. Muhakkak ki; sem’, basar ve fuad (sistemlerin), işte onların her biri ondan mes’uldür.” (İsra-36). Dünya hayatı dûniHİ algı ve zann’ları üzerine kurulu olduğundan bu düzendeki bir çok bilgi türü işitme ve görme sistemleriyle alınır; fuad da bu zann’lara göre sonuçlar üretir. Sonra bu sonuçları beyne gönderir, yönlendirir ve fiile çevirir. Böylece dûniHİ algı kuvvetlenir. Bu sebeplerden dolayı bilgilerin arka yüzünü göremiyorsa inanan kişi bu bilgilerin peşine düşmemelidir. Ayetin bize yaptığı önemli uyarı, vurguladığı ana bilgi; hiç bir inceleme, hiç bir araştırma yapmadan “dûnillah bilgi”nin peşine düşüyor olduğumuzdur. Elinde bir delilin yok ve biz sana bir DELİL gönderdik, niye O’na koşmuyorsun? Niye elinde bir delili olmayanın peşindesin? Uyarıldığımız budur! Bir parantez açmak istiyorum: Dışarıdaki bilimsel sisteme göre çeşitli mertebeler kazanmış, bunu o disiplinlere ait yol ve yöntemleri kullanarak eserleriyle kanıtlamış kişileri bazen açık oturum benzeri programlarda dinliyoruz. Konu bir yerinden gelip dine dayanıyor ve hemen hepsi İslam’a karşı bir hüküm veriyorlar. Bu hükmü verirken de şöyle bir cümle kuruyor: “Bilmem, incelemedim ama...” Şu ayıba bakın! 45 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Hayatın boyunca özellikle seni ilgilendiren her şeyi tam inceliyor ve o konuda konuşuyorsun ama bunu incelememişsin, buna rağmen de hüküm veriyorsun! Ne kadar enteresan... Yetki onda, yani köyün delisi ve değnek onda, İslam’ı hiç incelemeden hüküm veriyor. Kendi alanında bilmeden incelemeden konuşana şiddetle tepki gösteriyor, ama kendisi İslam’la ilgili hemen hüküm veriyor, hemen reddediyor, hemen kınıyor. İşte bu; elinde bir delili olmadan dûniHİ algı ve zann’larının peşine düşmüş insandır! Ayet ona; “elinde bir delilin yok, niye o zannın peşine düşüp hayatını bununla geçiriyorsun?” diyor. “Ey, iman edenler! Zann’ın çoğundan (haddi aşan kısmından) sakının/kaçının. Muhakkak ki, zann’ın bir kısmı günahtır.” (Hucurat-12). Ayet ne kadar açık. Zannın bir kısmı yasal ve biz onunla doğruyu öğreniyoruz. Ama; doğruyu öğrenelim diye verilen zann yetkisini Allah’ın dışında müstakil bir güç zannederek kullanınca, kişi bunu Allah’a karşı kullanıyor; Allah’ın verdiğini Allah’a karşı kullanıyor. “DûniHİ” algı ile yaşayan böyledir. “Billahi” ise; Allah’ın verdiğini Allah için harcar. Muttakiler ne yaparlar? Salâtlarını ikame ederler ve Allah’ın verdiğini Allah için harcarlar. “Zıt” olanlar ise Allah’ın verdiğini Allah’a karşı kullanıyor. “Allah’ı tanı” diye “yetki” verdi, “zann” verdi, “his” verdi, ama o tanımamak için kullanıyor. Hucurat-12 bunun için sesleniyor: Ey, iman edenler! Zannın çoğundan (haddi aşan kısmından) sakının... 46 YILMAZ DÜNDAR Zann vehim kapsamındadır, yasal yanlıştır. Kaçınmamız önerilen zann ise vehmin zulmetidir; vehim kanunlarıyla haddi aşmaktır. “Zannın Çoğu” denilen dûniHİ algıdır: İşte bu gerçeği görün. Ve lütfen: “O halde nefslerinizi tezkiye etmeyin (kendinizi aklamaya çalışmayın)” (Necm-32). “Esfele Safiliyn” o kadar kuvvetli ki, Sahibi uyarıyor: “Yanlış yapıyorsun, kendini aklamaya çalışma! Kur’an’ı ders yapın. Onlar Kur’an’ı tefekkür edip ders yapmıyorlar mı?” Ve ders yaptın, öğrendin ki: Sakın nefslerinizi tezkiye etmeyin, kendinizi aklamaya çalışmayın. Ve: “...Hainler için hasıym (savunucu) olmayın.” (Nisa-105). Birisi Allah’a karşı yanlış yapıyor, o yanlışı sen savunuyorsun. O Allah’a karşı küfür yaşıyor, hainlik yapıyorken onu savunma! Niye? Bu halin seni batırır. Bütün bunlar beyinle ilgilidir, kurtuluş yoluyla ilgilidir, bu savunuş seni mahveder, Kur’an’ın istediği amelleri yapamaz, yaşayamazsın, aman yanlışı savunma! Kendini ve kendi yanlışlarını da savunma! DûniHİ algı yüzünden insan batılı hoş görmeye, aklamaya, savunmaya çok meyillidir. Eğer bu davranışı huy edinirse kendisini dûniHİ algıdan çıkaramaz. Batılı hoş görmenin bir sebebi de aslında kişinin kendisinin rahat günah işleyebilmesi içindir. 47 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Kendi nefslerine hainlik edenleri savunma. Muhakkak ki; Allah, sürekli hainlik yapanı sevmez.” (Nisa-107). İnsan sürekli dûniHİ algıda ve aldırmıyor... Biz; “dûniHİ müstakilen var ve muhtar yoktur” diyoruz, ama bir zavallı hem de Efendimiz (SAV)’in lanetlediği bir yolla, dövmeyle kocaman “Ben Varım!” yazdırmış. Yazık! Soracaklar sana, “varsan haydi” diyecekler... Hac-62 ve Lukman-30, dûniHİ algı sebebiyle “müstakilen var ve muhtar” zannedişlerin BATIL olduğunu öğretti. Kur’an bize bu Batıl’ın yaşantımızdaki yerini, önemini de anlatıyor: “(O) Sema’dan bir su inzal etti de (böylece) vadiler kendi kaderlerince sel olup aktı. O sel üste çıkan köpüğü yüklenmiş taşır. Bir süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte; Allah, Hakk ile Batıl’a böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince o Arz’da kalır. İşte; Allah, böyle misaller verir.” (Ra’d-17). Bu ayette Hakk suya benzetiliyor. Suyun hayattaki yeri, önemi, yararı ve her bir işlevini düşünürseniz... Hakk’ın misali su! Batıl hızla akan suyun üzerindeki köpüğe benzetiliyor: Su hızla akarken sel olup akar ve köpük yapar. Köpük ne işe yarar ki? Köpüğün sana ne faydası var? Onunla yaşayamazsın! Diyor ki: Sonsuz hayatın önemliyse suyu önemse, köpükle yaşayamazsın! Devamında, “Hakk” altın, gümüş madenlerinin işlenmesi sürecine benzetilerek; madenler eriti48 YILMAZ DÜNDAR lirken üzerinde meydana gelen köpük Batıl’a misal getirilmiştir. Sanatkar asıl cevheri kullanıp bir eşyaya çevirir, köpüğü de alır atar... Dikkat edin, Diyn Günü, o zor günde, o şiddetli günde... Diyn Günü deyince, anın mübarekliği ile ilgili bir dua yapalım: Eşhedü en La ilahe illAllahu ve eşhedü enne Muhammeden abduHU ve rasuluHU. Allahım, temizlenmiş ve tövbe etmiş, Sıratı Müstakıym’ine dahil olmuş, kendisinde bir korku ve mahzunluk bulunmayan, nefs-i mutmain salih kullarından eyleyiver biz kullarını Allahım. Allahım, o zor günde, diyn gününde, o şiddetli günde senin huzuruna kalbi selim ile gelmiş, kendisinde bir korku ve mahzunluk bırakmadığın, yüzünü nurunla nurlandırdığın, kitabını sağ tarafından verdiğin, mizanında sevabı ağır gelen, cehennem ateşinden koruduğun, cennetinle mükafatlandırdığın; Rasulullah, Nebiullah, Habibullah Efendimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’e komşu eylediğin; Cemalullah’la şereflendirdiğin mutlu kullarından eyleyiver biz kullarını Allahım. Âmin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve Ademe ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve ma beynehüm minen Nebiyyine vel Murseliyn. Salavatullahi ve selamuHU aleyhim ecmaıyn, birahmetike ya erhamer rahımiyn, vel hamdü lillahi rabbil alemiyn. El-Fatiha. Metal işleyen sanatkarın işe yarayan kısımdan alıp köpüğü atışı gibi, o zor ve şiddetli günde de; işe yarayan kısım cennete, köpükler cehenneme! Köpük olmayalım... O zor günde 49 AŞAĞILARIN AŞAĞISI öyledir! “Allah, böyle misaller verir ama, misalleri okurlar da, anlamayıp beğenmezler, “böyle de misal mi olur, ben daha iyisini veririm” derler. Siz öyle demeyin, anlamaya çalışın...” Rabbimiz böyle buyuruyor. DûniHi algı ve zann’larına, yaşanan hayata dair Kur’an’dan örneklerle devam edelim. “(Rasulüm) onlara misal olarak şu iki adamı anlat. Bunlardan birine iki üzüm bağı verilmiş, etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: “Ben, servetçe daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.” Böylece nefsine zulmederek bağına girdi ve şöyle dedi: “Ebediyen bunun yok olacağını zannetmiyorum.” “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.” Arkadaşı ona hitaben: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin? Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.” “Keşke bağına girdiğinde “MaşaAllah, La havle ve La kuvvete illa Billah” deseydin ya! Eğer malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki:) “Belki Rabbim bana senin bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağın kupkuru bir 50 YILMAZ DÜNDAR toprak haline gelir.” “Yahut bağının suyu dibe çekilirde bir daha onu arayıp bulamazsın.” Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. “Ah, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!” diyordu. Kendisine destek için Dûnillah (algısı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiği) bir güç çıkmadı ve böyle bir gücü kendisinde de bulamadı. İşte burada yardım ve dostluk Hakk olan Allah’a mahsustur. Mükafatı hayrlı olan, akıbet olarak hayrlı olan O’dur.” (Kehf; 32-44). Hızlı ve kısa bir analiz yapalım: Bir putun başında değiller, normal işleriyle meşguller, yani ikisinden biri bir put sahibi değil. Öyle zannedersek ayeti kendimize, günümüze taşıyamayız. Ayetteki olay tamamen bizim günlük yaşantımızdır. Diyor ki: “Servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” İnsan sayısı geçmişte özellikle önemli bir özellikti. Günümüzdeki gibi güvenlik birimleri ve demokratik kurumlar yoktu. Kişiyi koruyacak olan kendi askerleri, yani oğullarıydı. Yani insan sayısı, para-pul, arazi gibi bir güçtü. “Ben servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.” Bu cümlede bir kıyas yapıyor ve karşısındakini küçümsüyor; bu bir Mütekebbir Bakış’tır. Bu yüzden ayet; “Böyle diyerek, nefsine zulmederek bağına girdi” diyor. NEFSİNE ZULMETMEK için çarpıcı bir mana verelim: Nefsine zulmetmek 51 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Allah’ı inkar etmek demektir. Bu cümlesi için ayet diyor ki: “Allah’ı inkar ederek bağına girdi” Mütekebbir bakışla kıyas yapan devam ediyor: “Kıyametin kopacağını sanmıyorum. Diyelim ki koptu, orada da şanslı olurum. Öyle bir şey varsa da her şeyin en iyisi yine benim olur.” Bu söylediklerine şimdi arkadaşı cevap veriyor. Ancak unutmayınız, ikisi konuşurlarken bir putun başında değil: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?’ Bir arkadaşınız size böyle konuşsa ona “sen Allah’ı inkar ediyorsun” der misiniz? Ayet diyor! O manaya geliyor çünkü. O günkü putlar bizim perdemiz olmasın. Ayetleri, misalleri hep o putlarla ilişkilendirirseniz putunuzu bulamazsınız. Başkasının putuna bakarsanız kendi putunuzu bulamazsınız. “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra seni bir adam biçimine sokan Allah..” derken aslında büyük bir ilim ortaya koyuyor, günümüzde bile bilim henüz oralara gelmedi. Ama o Allah’ın verdiği ilimle, o bilimle bir sıralama yapıyor: Seni topraktan... Ta topraktan yaratılışa gitti! Sonra bir nutfeden, bir spermden yaratan! Bu sıralamada yaratılışa tarihsel bakış var: Topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra seni adam kılığına sokan; yani o haline “BEN” dedirten (Kendi Hissi’nden sana verip “BEN” dedirten) Allah’ı inkar mı ettin? Keşke bağına girerken bunları söyleyeceğine “MaşaAllah, La kuvvete illa Billah” deseydin. 52 YILMAZ DÜNDAR Yani dûniHİ algıda olmasaydın; kendini Allah’ın dışında sanmasaydın. Her şeyi verenin Allah olduğunu, Allah’ın izniyle olduğunu, Allah’ın emriyle olduğunu bilseydin ve O’nun dışında var zannedilen müstakil güç ve kuvvetlere “La ilahe” deseydin. Allah’a dönüp “İllallah, İlla Billah” deseydin. Ve sonuçta bütün bunlar bize ders oluyor, ayet bize ders veriyor. Her şeyini kaybettikten sonra kişi, “Ah, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım” diyor. Günümüzde bunu diyecek de azdır... İflas edenler böyle mi diyor? “Şuna para vermeseydim, şuraya şöyle yatırsaydım” diyerek işi yine dûniHİ analizle çözüyor. Ayetteki bu kişi iflas etmesinin sebebini burada buldu. O eğer sonra tövbe eder, düzelirse ayrı. Ama bu son pişmanlıkla böyle ölürse firavun gibi kaybeder. Firavun ölürken “Musa’nın Rabbine inandım” dedi, ama geçmişti. İnanmak şarttır, ama yeterli şart değildir, inandıktan sonra amel lazımdır. kurtaracak olan ameldir. Günümüzde tasavvuf adına ameli, yani Efendimiz (SAV)’in şeriatını önemsemeyen; İslam’ı, tasavvufu böyle anlatan yaklaşımlar çok, sakın tuzağa düşmeyin. İnanmak sizi doğru yola sokar, ancak girdiğiniz bu doğru yolda araba amelle gider. Eğer inanmak kurtarsaydı firavun kurtulurdu: “Musa’nın anlattığı Rabbe teslim oldum, O’na müslimlerdenim” dedi. Ama bu imana ait bir amel yapamadı, kurtulamaz. İman, sonra amel! İman ve Salih Amel beraberdir, ayrılmazlar. 53 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Keşke Rabbime ortak koşmasaydım” diyor. Bunu bir putla ilgili olarak söylemediğine göre neyi ortak koştu? Allah’ın dışında bir güç varmış sanışını ortak koştu; yani Dûnillah idrakını! Ayete bakın: “Başına gelenlerden sonra Dûnillah (algısı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiği) bir güç çıkmadı ve böyle bir gücü kendisinde de bulamadı.” Siz ayette Dûnillah için bu manayı vermezseniz ayeti anlamak mümkün olmaz. Meallerde “Kendisine Allah’tan başka yardım edecek çıkmadı” diye yazılıyor. Bu durumda Allah’ı çokluk alemine indirmiş olursunuz. Yani “amcasından başka yardım eden çıkmadı” der gibi bir mana oluşur. Bir de bu mealden Allah’ın ona yardım ettiği anlaşılır. “Kendisine Allah’tan başka yardım eden çıkmadı” cümlesi bir bakışla “ona Allah yardım etti” manasına gelir ki, yanlıştır. İleride göreceğiz, ayetler bize “dûniHİ veliler, dostlar edinmeyin” diyor. “DûniHİ bir veli bulamadı” değil de mealen “Allah’tan başka dost bulamadı” derseniz, “ona Allah dost oldu” anlamı bile çıkar. “DûniHİ veli bulamadı” demek, “müstakilen var ve muhtar zannettiği gücü bulamadı” demektir. Var zannediyordu ama gelmedi, kayboldu, silindi: “Hakk geldi, Batıl silindi. Muhakkak ki, Batıl silinmeye çok mahkumdur.” (İsra-81). Kehf Suresi 32-44.ayetleri ders yaptık: Kıyas, küçümseme, mütekebbir bakış, nefse zulüm, dûniHİ güç ilanı, kıyameti inkar, ahirete imansızlık, yaratılış süreci, dûniHİ algıyı red ve Billahi manasına sığınış, Allah’a asıl ortak koşulan şeyin 54 YILMAZ DÜNDAR itirafı ve itirafın peşine dûniHİ algının bir yanılgı olduğunun yaşanarak öğrenilmesi ve Dûnillah’ın karşısına Hakk’ın çıkışı: Dûnillah’ın karşısına Billah! Şimdi ayet bize doğruyu tekrar hatırlatıyor, öğretiyor: “İşte burada yardım ve dostluk Hakk olan Allah’a mahsustur. Mükafatı hayrlı olan da, akıbet olarak hayrlı olan da O’dur.” Bir başka örneği de Kasas Suresi’nden verelim: “Muhakkak ki; Karun, Musa’nın kavmindendi de onlara, haddi aşıp zulmetti. Ona öyle hazineler vermiştik ki onların anahtarları(nı taşımak dahi) güçlü-kuvvetli bir topluluğa zor gelirdi. Hani kavmi ona dedi ki: “Şımarıp sevinme, muhakkak ki; Allah, şımarıp taşkınlık gösterenleri sevmez.” “Allah’ın sana verdiklerinde ahiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et! Arz’da fesat isteme. Muhakkak ki; Allah, fesatları sevmez.” (Karun) dedi ki: “O (hazineler) bana ancak indimdeki bir ilim üzere verilmiştir.” Bilmiyor muydu ki; Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Mücrimler günahlarından sual edilmez. Derken, Karun, ihtişamı içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını tercih edenler: “Keşke Karun’a verilenlerin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise dedi ki: “Yazıklar olsun size! İman edip salih amel yapana Allah’ın mükafatı hayrlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur.” Nihayet; Biz, onu (Karun’u) da, sarayını da yerin 55 AŞAĞILARIN AŞAĞISI dibine geçirdik. Kendisine destek için dûnillah (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannedilen) bir güç çıkmadı ve o, kendisini savunabilecek halde de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: “Demek ki; Allah, rızkı kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki; kafirler iflah etmez!” (Kasas; 76-82). Kur’an, Karun’u çok önemli bir ibret olarak anlatır. O, Hz. Musa aleyhisselam’ın amcazadesi olarak rivayet edilir. Önce Hz. Musa’ya iman etmiş ama sonra münafıklık yolunu seçmiştir. Özellikleri vardır: Tevrat’ı en iyi okuyanlardandır, kimya ve ticaret bilen birisidir, İsrailoğulları’nın başına firavun’un görevlisi olarak geçip inananlara zulmetmiştir. Biz Kasas Suresi’nin bu ayetlerinden ders çıkarmaya çalışalım: Deniyor ki: “Allah’ın sana verdiklerinden ahiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et.” Yani: Mallarınla dûnillah algıyla davranma; Allah’ın olduğunu bil, onlar “müstakilen var ve muhtarmış” gibi davranma ve onları Allah yolunda kullan, harca, dünyadan da nasibini unutma. Bu vurgu çok önemli ama onu sanki yanlış değerlendiriyoruz. “Dünyadan nasibini unutma”yı, yani ahiretle dünya arasında denge kurmayı biz Billahi ve Dûnillah arasında denge kurmak zannediyoruz. Öyle olunca da “dünyadan nasibini unutma” 56 YILMAZ DÜNDAR önerisini “dûnillah’tan da yararlan” anlıyoruz. Sakın böyle bakmayın! Size “dünyayı boş verin” demiyoruz, şunu söylüyoruz: Dûnillah algıyla davranmayı bırakın, kendi ihtiyacınızı da görün. Burada mesele insanların anladığı “orta yolu tutmak” değildir. İnsanların önerdiği orta yol “Din ile dünya arasında bir orta yol” tutmaktır ki, öyle bir orta yol yoktur! Hem din hem dünya diye bir orta yol yoktur! Yani hem Amentü Billahi hem de Esfele Safiliyn diye orta yol yoktur. Önce Hakk Yol’a gireceksin! Girdikten sonra orada “orta yol”u tutacaksın. O yola girmeden Esfele Safiliyn yaşantı ile Ahseni Takviym yaşantı arasında bir orta yol tutmak değildir önerilen. Böyle orta yol tutanlara dışarıda insanlar; “Ne güzel müslüman, herkes böyle müslüman olsa çok severiz” derler ama o şeytanın sevmesidir. Sen, Allah’ın sevmesine Talib’sen onların “aferin”ine sakın kanma! İnanmayan birisi sana “aferin” diyorsa kork! Çünkü tuzağa düşeceksin demektir. Allah’a inanana, inanmayan birisi “aferin” demez, mümkün değil! Diyorsa kork! Ayette buyurdu ki: “Arzda fesat isteme, muhakkak ki; Allah, fesatları sevmez.” Dikkat edin, fesat çıkarmak, fesat istemek yalnızca bozgunculuk değil. Fesat Ğıll’in bir tezahürüdür, Felak Suresi bu fesadı anlatır. Ğıll’in Hakimiyeti bölümünde inşaAllah bunu göreceğiz. “Bu servet bana indimdeki bir ilim üzere verilmiştir.” Karun’un gösterdiği gerekçe, verdiği cevap bu: İndimdeki bir ilim üzere verilmiştir. 57 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Aslında bu cevap günümüzün yanlış yapanından daha az bir yanlıştır. Demek ki, günümüz çok tehlikeli. İki önemli vurguyu fark edin. Bir, “indimdeki” diyor. Bir de “aldım” demiyor, “Allah verdi” diyor. Ama “indimdeki” diyerek kendisine bir pay çıkarıyor! Ayetteki anahtar nokta budur: Bu bana indimdeki bir şeyle verilmiştir: Yani, dûniHİ var ve muhtar özelliğimle yaptığım bir şeyle bana verilmiştir. Allah’ın dûnunda (dışında algısıyla) öyle bir şey yaptım ki, Allah da bana bu malı, serveti verdi... Kendisini Allah’ın dışında kabul ediyor, orada da marifetli, akıllı, bilgili kabul ediyor ve “Allah da bana verdi” diyor, bu yetiyor ona. Günümüzde belki “aferin” denilebilecek bir söz olabilir, ama Kur’an’a göre helak olmasını sağlayan bir kavildir bu: İndimdeki bir ilim üzere bana verilmiştir. Onun buradaki bu iddiasına cevap veriliyor: “Bilmiyor muydu ki; Allah, kendinden önceki nesilleri helak etmişti.” Bunları duymadı mı? Bilakis, o zaman insanlar bu felaket ve helakları daha çok duyuyorlar. Çünkü bu işlere çok ilgililer, o zaman din önemli bir hayat öğesi olduğu için bu haberleri çok duyuyorlar. Peki, bu haberleri duydukları halde niye ders almıyor insan? “Bu ders almama hali günümüzde de böyle ve var. Geçmişin haberlerini duyduğu halde insan özellikle Esfele Safiliyn halden ders çıkarmıyor. Niçin? Çünkü kendisini hiç ölmeyecek sanıyor! Bu nasıl olur? Onun bildiği tek gerçek, gözüyle gördüğü esas gerçek ölümken bu his nasıl olur? Bir cenazeye katılır, “herşey yalanmış, tek gerçek 58 YILMAZ DÜNDAR ölümmüş” der, ama biraz sonra onu unutur. Cenazeye katıldığı zaman insanlara ve kendinize dikkat edin. Sanki ölüm yalnız o kişi içinmiş gibi cenazeye bakarız, sanki biz oraya yatmayacakmışız gibi bakarız. Ona “vah vah” deriz, kendimizi hiç düşünmeyiz. Hastanede pek onu yapmayız. Birisi herhangi bir sebepten hasta ve yatıyor, biz de gittik. Hemen sorgularız: Neden olmuş, niye olmuş. Ve tedbir almaya çalışırız. Ama bunu ölüm için yapmayız. Bu hal dikkatinizi çekti mi? Hasta ziyaretinde yaptığımızı ölüm için yapmayız. “Ölmeyeceğiz” zannettiğimiz için! Neden öyle zannederi? Allah fıtratı üzere yaratıldığımız için! Fıtratı üzere yaratıldığımız Allah ölür mü? Hiç ölmeyeceğimizi zannetmemiz, sonsuza kadar yaşayacağımızın da delilidir. Bu kadar ölüm görmesine rağmen ölmeyecekmiş gibi bir hisle durması, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük izidir, o izi hissediyor. Ama her şeyi suiistimal etmeye alıştığı için bu hissi de suiistimal ediyor. Esfele Safiliyn idrak yüzünden, dûnillah algı yüzünden her şeyi Allah’a karşı kullanmaya alıştığı için o hissi de öyle kullanır: Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyada tedbirlerini alır, yarın öleceğini bildirin, yine bir plan yapabilir. Ona bunu “ölmeyecekmiş hissi” yaptırıyor. O his bizde de var ve bu yüzden biz ölümden korkmayız. Esfele Safiliyn yapıdakiler cenaze için gelene ve gelenlere odaklıdır: Şunlar geldi, şunlar gelmedi. Şunu getirdiler, şunu gönderdiler.. Bizim için ise Karşılayan önemlidir, Karşılayan’a göre düşünürüz: “Ya iyi bir karşılama olmazsa” 59 AŞAĞILARIN AŞAĞISI diye... Korktuğumuz ölüm değil, karşılama merasimidir. Onu bir garanti etse, ölüm müslüman için korkacak bir şey değildir. Onun için dûniHi algıdakiler bizi anlayamazlar. Biz hadis ve ayetler gereği “ölüm rabıtası” yaparız, ölümü çok düşünürüz, ölümü düşünmek bizim için önemli bir ilaçtır. Ama onların dünyasında ölümü düşünmek hastalıktır. DûniHi idrak için ölüm korkusu tedavi edilmesi gereken bir şeydir, bizde ise önemli bir ibadettir... “Mücrimler günahlarından sual edilmez.” Ayete bunu günahkara diyor. Bu çok korkmamız gereken bir uyarıdır! Günahkar olana “günahın neydi?” diye sorulmaz, hemen muamele başlar... Ve sonra: “Karun’un (batıl hallerin) karşısına Hakk geldi, Batıl silindi... “ Dünya ile ilgili noktayı Bakara Suresi koyuyor: “İnsanlardan kimisi: “Rabbimiz, bize dünyada ver” der. Ahirette, onun bir nasibi yoktur. Onlardan kimi de: “Rabbimiz, bize dünyada bir hasene ver, ahirette de bir hasene ver; ve bizi narın azabından koru” der.” (El Bakara; 200-201). Allah böyle yönelmemizi öneriyor: Dünyada bir hasene, ahirette bir hasene! Dikkat edin, “Dünyada ver” diye yalnız dünyalık isteyenin talebinde “hasene” yok. Çünkü “Dünyada ver” diyenin hasene ile işi yoktur! “Rabbimiz bize dünyada ver” derken istedikleri başkadır çünkü. Müslüman iseniz, neyi nasıl isteyeceğinizi size Rabbiniz öğretir ve siz onu salâtta son oturuşta 60 YILMAZ DÜNDAR Et-Tahıyyatü ve Salli-Barik’ten sonra okursunuz: Rabbimiz bize dünyada bir Hasene ver, ahirette de bir Hasene ver ve bizi narın azabından koru... “Hasene” öğrenmemiz gereken çok önemli bir manadır. DuniHİ kapsama girmeyen, Billahi anlamında olan her türlü nasib HASENE’dir. Siz bu manayı “iyilik, güzellik” diye çevirirseniz olmaz. Muhammedi olmayanın da iyiliği, güzelliği var, onlar da bir şeye “iyilik, güzellik” diyor. Bu ayeti okuduğu zaman onlar bir şey anlamaz ki, çünkü kafalarındaki güzellik başka! Esfele Safiliyn’in güzelliği ve güzelleri farklıdır... Biz; “Allah’ım dünyada güzel şeyler ver, ahirette güzel şeyler ver” derken “hasene” istiyoruz ki, bu dünyanın bildiği bir şey değildir: “Allah’ım bize dünyada dûniHİ kapsama girmeyen, Billahi anlamında olan her türlü nasibi ver” diyoruz: Beni Billahi idrak ve yaşantısında ne tutacaksa onu ver; fakirlikse fakirlik, zenginlikse zenginlik.. Ama Billahi olsun. Senin razı olacağın fakirlik, razı olacağın zenginlik ver. Hasene budur. Ahirette de hasene bu manadadır: Orada da “Billahi anlamında olayım, senin huzuruna Kalbi Selim’le gelmiş olanlardan olayım” demektir. DûniHİ algının zann’ları sebebiyle insan, fıtratındaki ölümsüzlük hissini müstakil zannettiği “var” haline atfeder; böylece, kendini dünyada sürekli kalacakmış gibi bir gizli zan içerisinde bulur, bu halin onun için bir “fitne” olduğunu fark edemez. Onun hayatta karşılaştığı en önemli tek gerçek, kendisine göre, ölümdür. Bu gerçekle o kadar sık karşılaşmaktadır ki... İşte bu idrak 61 AŞAĞILARIN AŞAĞISI içerisinde, kendisini “müstakil varlık ve ayrıca da muhtar” zanneden birisinin “ölüm korkusu” yaşaması, yine bu çevre tarafından tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak kabul edilir. Bu “ölümsüzlük hissi”ne bir de, tanrılar arasında bir tanrı olarak yaşayan insanın hırsı ve sahiplik duygularının oluşturduğu emeller eklenince, dünya hayatını tercih etmek için bir gayret bile oluşturmadan, kendisini bu tercihin ÖNDE GİDEN’i olarak bulur. “Onlar (o kafirler) ki, dünya hayatını ahirete tercih ederler ve Allah yolundan alıkoyup onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir dalâl (sapıklık) içindedirler.” (İbrahim-3). “Kim dünya hayatını ve ziynetini irade ederse, onlara çalışmalarının karşılığını tam olarak orada veririz. Onlar orada (dünyada) hiçbir eksiltmeye uğratılmazlar.” (Hud-15). “Onlar ahiretten gafiller olarak, dünya hayatından zahiri bilirler.” (Rum-7). Bu bizim için önemli bir uyarıdır. Rabbimiz buyuruyor: Bahsettiğimiz tercihi yapanlar ahiretten gafil olarak dünya hayatından zahiri bilirler. Yani; ahirete iman etmezler! İman ediyor gibi olsalar da, ahiret hakkında bir bilgileri ve korkuları yoktur. “Dünya hayatından zahiri bilirler” ifadesi bir grup oluşturuyor, böylece de biz, kendimiz için test yapabileceğimiz ve ipucu yakalayacağımız önemli bir bilgi öğreniyoruz. Dünya hayatından zahiri bilenler grubu, gözüyle 62 YILMAZ DÜNDAR gördüğü kadar düşünenlerdir. Şimdi onları sınıflandırıp kendimiz için bir de test yapalım. “Zahiri bilmek” görmekle ilgilidir; gözüyle görebildiği kadar düşünebilmektir, bir manası da budur. Onlar dünyadaki dünya hayatından her şeyi bilmezler, ancak zahiri bilirler; gözleriyle görebildiği kadar düşünebilirler, onların düşünmeleri için görmeleri lazımdır. Bu bahsettiğimiz gruba GÖZÜYLE YAŞAYANLAR girer. Bu hataya zaman zaman hep düşeriz, önemli olan düştüğümüzü fark edip çıkmaktır. Ama bu gözüyle yaşama sürekli haldeyse kişi çok büyük tehlikede demektir. Gözüyle yaşayan kimdir, gözüyle yaşamak nedir? Gözüyle yaşamak bize insanın “Birbirlerine Göre Var” özelliğini hatırlatır. İki tane “var” söylemiştik: Birisi “Kendinde Kendine Göre Var” olandır ki, bu; kişinin NEFS dediğidir. Diğeri de “Birbirlerine Göre Var” olandır. Gözüyle yaşayanlar, “Birbirlerine Göre Var” özelliğe göre yaşarlar. Gördüğü kadar düşünen gruptakiler “Birbirlerine Göre Var” oluşun tam perdelediği insanlar olup “At Gözlüğü” takmışlardır. Bunların İMAN açısından, yani Esas Bilgi açısından “At Gözlüğü” taktıklarını hemen fark ederiz. Bir işin esasını göremeyenler, bize göre, iman açısından “sabit fikirli” diyeceğimiz bir şekilde gördüklerine takılmışlardır. Bu tür kişiler ne yapar biliyor musunuz? Önce gözüyle görür, sonra da gözüyle gördüğünde perdelenir. Onların değerlendirme kriterleri de bu görüş ve bu perdeliliğe göre olur. Bir kişi ve bir şey hakkında düşünce ve konuşmaları gördüklerine göredir: Güzel, çirkin; 63 AŞAĞILARIN AŞAĞISI şişman, zayıf... Aaa şöyle, aaa böyle, şurası şöyle, kıyafeti böyle...” Ve bunlar onun günlük gündemidir, hatta sohbet konusudur. Onunla insanları böler, sonra da Müslümanlara “bölücü” der. Onlar aslında “Allah’a karşı küfür” olan şeylerle sürekli kendilerini bölerler. Çünkü gözüyle yaşıyorlar. Bir de “Düşündüğü Kadar Görebilenler” grubu vardır. Düşündüğü kadar görebilenler kendi içlerinde iki gruba ayrılırlar: İlk gruptakiler düşündüğü kadar görür. Ama gördüğü o noktadan sonra gördüğü kadar düşünmeye başlar. Çünkü El Hüsna’yı, Allah’ın Kanunları’nı görüp tasdik etmemiştir, ulaştıklarını Allah’tan bilmemiştir. Bu haliyle de tekrar “Gözüyle Yaşayan” hale düşmüştür. Bu tarzda yaşayanlardan öyleleri vardır ki, gözüyle yaşayan insanlardan farklı olarak “düşündüğü kadar görebiliyor” özellikleriyle tanındıkları için çok itibarlıdırlar. Eğer o yaşantıyı grafikleştirirsek, grafikte pik yapmışlardır. Gözüyle yaşayanlardan farklı oldukları için onlara hürmet de edilir, “bilim adamı” da denir. Çünkü “düşündüğü kadar görebildiği” bir nokta var. Ama; düşündüğü kadar görünce o gördüğü ile düşünmeye başlar. Yani düşüncesiyle ulaştığı, gördüğü noktada ne görmüşse o kadar düşünmeye başlamış, o gördüğüyle perdelenmiştir. Geldiği noktada o, düşünerek gördüğü ile düşünmeye başlar. Diyelim ki, bulunduğu yerden bakıp, düşünüp, hesap ederek kara deliği gördü, o gördüğüyle perdelenir ve gördüğü kadar düşünmeye başlar. Yani, sonuçta gördüğü kadar düşünmekten kurtulamaz. İlk gruptakiler gör64 YILMAZ DÜNDAR düğü kadar düşünüyor, bu rutin yaşayıştır. Bunlar ise düşündüğü kadar görüyor ama bir yere kadar. İlk gruptaki insanların önemsediği, farklı birisi dediği bu kişiler bir noktada gördüğüyle perdelenir. Çünkü; gördüğüyle El Hüsna’yı, Allah Kanunları’nı tasdik edemez, düşündüğü kadar gördüğü o noktayı Allah’a bağlayamaz, Allah’tan bilemez. Bu yüzden, bulduklarıyla Allah’a ulaşamaz ve işi kesretten bir sebebe bağlar. Doktorun bir sonuca ulaşamayınca işi genellikle strese bağlaması gibi, bunlar da gördükleri şeyi bir şeye bağlamayınca TESADÜF’e bağlayıp işin içinden çıkarlar. Halbuki ne kadar enteresandır: Bu kişi incelediği konuya çok yüksek bir bilgi sahipliği ile başlar, sonra bilimden uzak bir son cümle ile bitirir. İşe başlarken çok yüksek bir bilimsel seviyeden başlar, bir şey bulur, sonra hiç bilime uymayan “tesadüf” kelimesiyle işi bitirir, böyle de bir ironi içerir. Böylece; Leyl Suresi 8, 9 ve 10. ayetler kapsamına girer. “Kim cimrilik eder (Allah’ın Hakk’ını vermez) ve müstağni olursa (bu halden kurtulmaya çalışmazsa) ve el-Hüsna’yı (Allah kanunlarını ve Kelime-i Tevhid’i) yalanlar (görmezden gelir) ise, ona el-Usra’yı (en zoru, Hakk’dan perdeli yaşamayı) kolaylaştırırız.” (Leyl; 8-10). Düşündüğü kadar gören bir grup daha vardır ki, bunlar yola Allah’ın düşündürdüğü ile başlar, dûniHİ değil! Dikkat edin, dûniHİ başlayan dûniHİ bitirir, sonuca da “tesadüf” der. Ama bu grupta dûniHi başlanmaz, “Ma tevfîkiy illa BillaHi” kuralı vardır! Bilir ki, herşeyi Allah’ın lütfu65 AŞAĞILARIN AŞAĞISI dur, Allah’tandır, Allah’ın emriyledir. Bu kul yola böyle başlar. “Müstakilen var ve muhtar olan ben” demez, öyle başlayamaz. Düşündüğü kadar gören bu grup yola Allah’ın düşündürdüğü ile çıktığı için; onlar Allah’ın gösterdiğini görür. Böylece, idrakı Allah’a daha da yakınlaşır, bu hali sürekli yapar da yapar... Bu grupdaki insan da Leyl Suresi 5, 6 ve 7. ayetler kapsamına girer: “Kim verir ve korunursa (müstakil zannettiği varlık iddiasını ve onun mallarını, Allah’ı tercih ederek Allah’a geri verirse ve müstakil varlık iddiası şerrinden korunursa) ve el-Hüsna’yı (Allah’ın kanunlarını ve Kelime-i Tevhid’i) tasdik ederse; ona el-Yüsra’yı (en kolayı, dünya ve ahiretin cennet halini) kolaylaştırırız.” (Leyl; 5-7). Leyl Suresi ayetlerinde geçen “cimri”nin tüm özellikleri şu başlığın altındadır, zaten bu cimrilik nedeniyle diğer cimrilikler olur: “Müstakilen varım ve muhtarım” duygusunu Allah’a bir türlü veremez! İşte ESAS CİMRİ budur: “Allah var, ama ben de varım, ben de şöyleyim” diyerek müstakilliği ve muhtariyeti duygusunu bir türlü Allah’a veremez! Cimridir! Çünkü Muhtariyeti Tercih Gücü’nü haddi aşar şekilde sahiplenir ve kullanır. Ayette “Kim verir ve korunursa” denilenler, o gücü haddi aşar şekilde kullanmayı TERK edenlerdir. Bu terk Allah’a vermektir, “Allah için kullanmak” budur: Kim Allah için kullanırsa, böyle verir ve korunursa, diye bu müjdeleniyor. İnsanlardaki idrak farklılığından kaynaklanan bu gruplandırma Leyl Suresi 4. ayette belirtilir: 66 YILMAZ DÜNDAR “Muhakkak ki; sa’yınız (çaba ve çalışmalarınız, idraklarınız) elbette muhtelif/başka başkadır.” Önceliği dünya hayatı olup, bu tercihte “önde giden”e karşılık “Amentü Billahi” diyen şöyle der: “O’nun ortağı yoktur. İşte bununla emrolundum. Ve ben müslimlerin (Allah’a teslim olmuşların) ilki (önde gideni)yim.” (En’am-163). İki tane önde giden var! Birisi, hiçbir gayret sarf etmeden dünya hayatındaki tercihiyle önde! Diğerini Kur’an bu ayetiyle bize öğretiyor: O’nun ortağı yoktur, işte ben bununla emrolundum ve ben Allah’a teslim olmuşların önde gideniyim. Esfele Safiliyn’e reddedilen insan, kendisini dûniHi algı içerisinde bulunca, bu halin doğal sonucu olarak idrakı seviye ölçerde aşağıların aşağısına düştü. Aşağıların aşağısındaki idrakın dûniHi algı ile ürettiği zann’lar “emel”e, emeller “hırs”a, hırslar “sahip olma” yarışına dönüşür. Dönüşünce, “ahiret hayatı yok” dercesine dünya hayatını her ne pahasına olursa olsun “öncelikli ve tek tercih” yapan insana bu da yetmedi de, o Allah’ı ve O’nun Diyni’ni alay ve eğlence konusu yapmıştır. Aşağıların aşağısındaki bu insanlara karşı korunmak isteyenleri Kur’an uyarmaktadır. “(Rasulüm) onlara dünya hayatının misalini ver. (Dünya hayatı) Sema’dan indirdiğimiz bir su gibidir ki; onunla Arz’ın nebatı birbirine karıştı. Derken (o bitki) rüzgarın savurduğu çöp kırıntısı haline geldi. Allah her şeye muktedir’dir. Mal 67 AŞAĞILARIN AŞAĞISI ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak olan salih ameller ise Rabbinin indinde sevap olarak daha hayrlıdır. Emel olarak da hayrlıdır.” (Kehf; 45,46). “Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete duçar olmaması için Kur’an ile nasihat et: Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiği güçlerden) dost ve şefaatçi bulamaz. O bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahları) yüzünden helâka sürüklenmiş kimselerdir. İnkar ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” (En’am-70). DûniHÎ bir dost, yardımcı ve şefaatçi yoktur. Çünkü dûniHİ algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedilen güçler, dost, yardımcı ve şefaatçi olabilecekleri düşünülenler, her ne olursa olsunlar, İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretidirler; yani Allah’ın kullarıdırlar. Hepsini yaratan Allah’tır, her hallerinin hükmünü veren Allah’tır, Mülk Allah’ındır. “De ki: “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedip) çağırdıklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, Arz’dan ne yarattılar?” (Fatır-40). “Ey, insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi dinleyin. Dûnillah (algı ile müstakilen var ve muhtar zannederek) çağırdıklarınız, onun için 68 YILMAZ DÜNDAR bir araya toplansalar bir sinek dahi yaratamazlar! Sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de, kendisinden istenen de acizdir.” (Hac-73). “Allah, Bil-Hakk hükmeder (hükmü gerçektir). DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) çağırdıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler (batıldırlar). Muhakkak ki; Allah, Semiy’ul Basıyr’dir.” (Mü’min-20). “Dunillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) çağırdıkları, kendileri yaratılıyor(ken) bir şey yaratamazlar.” (Nahl-20). “Bu Allah’ın yaratışıdır. Haydi gösterin bana, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedilen)lerin ne yarattığını? Hayır, zalimler apaçık bir dalalet içindedirler.” (Lukman-11). Kullara “müstakil olarak vardır ve muhtardır” etiketini batıl olarak yapıştırıp, sonra da bu etiketten yardım bekleyenin insanın kendisi olduğunu Kur’an bize öğretiyor. “Belki kendilerine yardım olunur ümidiyle, dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güç zannedip, bunları da) ilahlar edindiler. (Müstakilen var ve muhtar zannedilenler) onlara yardım edemezler. (Aksine) kendileri bunlara (müstakilen var ve muhtar zannettiklerine) yardıma hazır asker (olarak, onları var gösterenler) dir.” (Yasin; 74, 75). DûniHi algı ile “müstakil var” statü oluşturup, sonra da bu statüden dostluk, yardım, şefa69 AŞAĞILARIN AŞAĞISI at gibi şeyler beklemenin boş bir meşguliyet olduğunu şu ayetler, öğüt almak isteyen için, vurgulamaktadır: Bakara-107, Nisa-123, En’am-51, A’raf; 3 ve 197, Tevbe 116, Yunus-18 Hud; 20 ve 113, Ra’d-11, İsra; 56 ve 97, Kehf; 26 ve 58, Hac12 Şu’ara-93, Ankebut-22, Ahzab-17, Secde-4, Zümer; 38 ve 43, Şura; 6, 9, 31, 46, Zuhruf-86, Ahkaf; 28 ve 32, Nuh-25. Bize bir örnek veren şu ayete birlikte bakalım: “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiklerini) dost edinenlerin misali, bir ev edinen dişi örümceğin misali gibidir. Muhakkak ki, evlerin en evheni (en zayıfı) elbette dişi örümceğin evidir. Eğer bilselerdi...” (Ankebut-41). “Muhakkak ki; Allah, dûniHi (algı sonucu) yöneldiğiniz şeyleri bilir.” (Ankebut-42). Ankebut-41’de bize bir dişi örümcek ve evi, yani ağı örnek verilmektedir. Örümceğin evinin özelliğini düşünürsek ayetin bize gösterdiği dersi çabuk yakalarız. Yürürken, hiç fark etmeden bir örümcek ağına çarpıp geçtiğiniz olmuştur. Bir: Demek ki, onun evi gözükmüyor, belirsiz. İki: Örümceğin ağı kalıcılığı olmayan bir evdir. DûniHİ algı; görünmeyen, izi olmayan, yok olan bu ağa benzetiliyor. Ve bu evin bir başka özelliği daha var: Görünmez, ama içine gireni avlar, yem yapar! İşte “dûnillah algı” da böyledir; gerçek evle kıyasladığınız zaman bir işe yaramaz, göze görünmez ama fark etmeden içine dalarsanız, girerseniz sizi yakalar, av yapar, yok eder... 70 YILMAZ DÜNDAR Her ne şekilde olursa olsun bir kul’a “müstakilen var ve muhtar” muamelesi yapmayı Kur’an yasaklar. Mekke müşriklerinin cansız putlarından günümüzün canlı putlarına kadar ne varsa! “Allah’a yaklaşmayı gerçekleştirecek” iddiası ile bile olsa bu muamele yasaktır! Mekke müşrikleri, putları kendilerine göre Allah’ı inkar saymıyordu. Allah inançları vardı ve “putlar bizi O’na yaklaştırıyor” diyorlardı. Bu yüzden, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladığı Allah’ı reddettiler, “Billahi” tanımı kabul etmediler. Allah’a inanıyorlardı ama inandıkları Allah, uydurdukları bir Rabb’di. Öyle olunca da Efendimiz (SAV)’in açıkladığını kabul etmediler; yani “dışı olmaması”nı kabul etmediler, “Dışı” haline “La ilahe” denmesini kabul etmediler. Günümüze gelelim, günümüz yaşantısındaki canlı putlara gelelim: Eğer dûniHİ algıdaysanız, “Şu kişi beni Allah’a yaklaştırıyor” diye düşünmenin farkı olmaz! Mekke müşrikleri de puta aynısını diyordu! Onların söylediğiyle bu cümlenin bir farkı yoktur! “Beni yaklaştırıyor” dediği kimseyi Allah’ın dışında “müstakilen var ve muhtar” görüp de ondan yardım isterse o da onların kullandığı cümleyi kullanmış olur! Hatta, onun bu hali Mekke müşriklerinin taştan yardım istemesinden daha tehlikelidir. Çünkü, birisi canlı! Demek ki, Mekke müşriklerinden daha kötü, daha zor haldeyiz, dolayısıyla dikkat etmek lazım! İnandığınız kişi size öyle demiyor olsa bile, ona öyle yaklaşıyorsanız hata yaparsınız... 71 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Dikkat edin, halis diyn (katıksız yönelişin Hakk’ı) Allah’ındır. Dunihi (algı ile müstakilen var ve muhtar zannettiklerini) veliler edinenler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a yaklaştırması için kulluk yapıyoruz” (derler). Muhakkak ki; Allah, onlar arasında, hakkında ihtilaf edip durdukları şeyle ilgili hüküm verecektir. Muhakkak ki; Allah, yalancı (Allah’ın dışında müstakilen var ve muhtar varlık zannı uyduran), gerçeği çok örtücü olan kimseye hidayet etmez.” (Zümer-3). “Dost, yardımcı, sığınak ve şefaatçi edinirken yanlış yapmayın” diye çok sık uyarılırız. Çünkü bu konu, yaşarken önemli bir imtihan sorusudur. Euzübillahi mineş şeytanir raciym, Bismillahir Rahmanir Rahiym: “Kefa Billâhi Veliyyen ve kefa Billâhi nasıyra: Veli (dost olarak) Allah yeter ve yardımcı olarak da Allah yeter.” (Nisa-45). “Ve kefa Billâhi Vekiyla: Vekiyl olarak Allah yeter.” (Ahzab-3). “Ve kefa Bi Rabbike hâdiyen ve nasıyra: Hâdî (hidayet eden, yol gösteren) ve Nasıyr (yardım eden, zafere ulaştıran) olarak Rabbin yeter.” (Furkan-31). Ayetlerin orijinallerinde “Billahi ve Bi Rabbike” geçmektedir. Şimdiye kadar anlattıklarımıza dikkat ederseniz, bu ayetler “Dûnillah” algının tersi algı olan “B” ile, “Amentü Billahi” ile sesleniyor. “Bana Allah yeter” diyen kişi kendisini Allah’ın dışında hissederek onu söylüyorsa ayet 72 YILMAZ DÜNDAR onu anlatmıyor. Dûnillah algıyla; “Bana dost olarak da, yardımcı olarak Allah yeter” diyen Kur’an’ın reddettiği bir algı ile diyorsa Kur’an’ın muhatabı değildir. Muhatap alınan idrakla ilgili ayetlerde “B” geçiyor. Buradan anlıyoruz ki; “Billahi” idrak “DûniHİ” algının tersidir ve gerçeği ifade eder. DûniHİ batıldır, Hakk Allah’tır, İlla Billah’tır. Bu yüzden bu ayetlerde bir şart var; “Amentü Billahi” şartı. Ayetlerde önerilenler Amentü Billahi şartı ile geçerlidir. Yani: “Allah’ın dışı var” iddiasını reddederek, “dûniHİ ben varım ve müstakilim”i ret ederek Amentü Billahi anlamında inandıktan sonra; “Bana Allah Yeter” diyorsanız makbuldür, o zaman diyebilirsiniz. “De ki: “Semavat ve Arz’ın Rabbi kim?” De ki: “Allah...” De ki: “Kendilerine (bile) bir fayda ve zarara malik olmayan, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) veliler mi edindiniz?” De ki: “Âmâ (kör) ve Basıyr (gören) eşit olur mu, yahut Zulumat ile Nur eşit olur mu? Allah’a O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu (uydurma) yaratma (iddiası) onlarca birbirine benzer mi göründü?” De ki: “Allah, her şeyi yaratandır ve O Vahid’ül Kahhar’dır.” (Rad-16) Şu ana kadar öğrendiğimiz bilgiler yanı sıra bir şey daha öğreniyoruz: Allah her şeyi yaratandır ve O Vahid’ül Kahhar’dır. VAHİD’ÜL KAHHAR; yarattıkları zatının dışında olmayandır. Çünkü O dışı olmayandır; “Allah’ın dışı” iddialarını ve bunu iddia edenleri yok edendir. Bu idrak için uyarılıyoruz: “De ki; Allah Vahid’ül Kahhar’dır.” 73 AŞAĞILARIN AŞAĞISI ÂMÂ; gerçeği göremeyen, kendi zannlarını da görülmesi gereken ve doğru zannedendir: Gerçek olanı göremez, zannlarını “görülmesi gereken doğru budur” zanneder. Âmâ hiçbir şey göremeyen değildir, o Allah’la ilgili gerçeği göremeyendir. Kendisine göre gördüğü var! Onu görüp Allah’ı göremeyen Âmâ’dır. BASIYR ise “Amentü Billahi” diyebilendir. İki kıyas var; Âmâ ve Basıyr, Zulumat ve Nur. ZULUMAT dûniHİ algı ve zannlarıdır. Bunlara “vehmin zulmeti” demiştik. NUR ise Billahi gerçeğidir. Ayet Vahid’ül Kahhar ile tamamlanıyor. Yarattıkları zatının dışında olmayan, dışı olmayan Allah, dışı iddialarını ve bu iddiada olanları yok edendir. “Vahid” ve Ehad”ı önceki müfredatlarımızda açıkladık; Vahid’in Allah’ın yarattıkları ile ilgili, Ehad’ın ise zatıyla ilgili bir sıfatı olduğunu paylaştık. Vahid’i konumuzla ilgilendirerek tarif edersek; Vahid isminin bir manası; yarattıkları zatının dışında olmayan demektir. Çünkü Allah dışı olmayandır. Bir diğer manası ise tenzih mertebesi olarak tarif edilir ki; orada farklılık yoktur, her şey aynıdır... Bir de Allah Vahidül Kahhar’dır, yani bu özelliği de vardır: O, Allah’ın dışı iddialarını ve bunu iddia edenleri yok edendir... Öyleyse bizim dûniHİ iddiaları yok edeceğimiz bir ilaç da Allah’ın bize, inanana olan “Vahidül Kahhar” vaadidir: Seni BENden uzaklaştıran şeyleri yok ederim. Dolayısıyla, Veli zatın zikrullahı olan “Kahhar” ismini anlamak şimdi kolaylaşabilir. “Sizin Veliy’niz ancak Allah’tır, O’nun Rasulü’dür ve iman edenlerdir ki, onlar salâtı 74 YILMAZ DÜNDAR ikame ederler ve rükû halinde zekâtı verirler. Kim Allah’ı, O’nun Rasulü’nü ve iman edenleri veliy edinirse, (bilsin ki) muhakkak ki; Hizbullah (Allah tarafında olanlar) galip geleceklerin ta kendileridir.” (Maide; 55, 56). İnananların özelliklerinden birisi olarak “rükû halinde zekatı verirler” geçmektedir. Bunu geniş olarak son bölümümüzde Kurtuluş Yolu’nda göreceğiz. “Rükû halinde zekat vermek” bizim için önemli bir reçetedir, burada bize “kurtuluş” için önemli bir ipucu veriliyor: Bu sınıfta olun! “Mü’minler ancak kardeştir...” (Hucurat-10). Yani: Onlar hem böyledir, hem de mü’minler olarak ancak kardeştir. Ayette anlatılan “kardeş” kapsamına girmek, sizin birisini “kardeş” kabul etmenizle gerçekleşmez, bu tanımlama, sizin birisine “kardeş” demenizle ilgili değildir. Bu ayette “Kardeş” bir sistemin tarifi sadedinde kullanılmıştır, o mana “kardeş” ile ifade edilmiştir: DûniHİ algıyı reddedenler ve “Amentü Billahi” diyenler birbirlerinin dışında müstakil varlıklar değildir, hele Allah’ın dışında hiç değillerdir. Bu hal, dünya hayatındaki kardeşlikle, “bir karından olmak”la ifade edilmiş olsa da, bildiğimiz o kardeşlikten çok ileri bir manayı taşır. Müslümanlar, mü’minler olarak işte böyle kardeştir. Anlatılan şey, dünya hayatında insanların birbirlerine “kardeş” demeleri değildir. Ayet bir manayı bize bildiğimiz dille söylüyor. Kardeş’e Kur’an’ın öğrettiği mana ile baktığın zaman, yani dûniHİ/dûnillah algıyı reddettiğin zaman, senin 75 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “kardeş” dediğin kişi senden ayrı-gayrı değildir. Allah’ın dışında değilsiniz ki... DûniHİ/dûnillah algı o kadar kuvvetli ki, bu algının değişmesi için onu çok sık tekrar ediyoruz, ayetlerin meallerini verirken parantez içinde özellikle ve devamlı tekrar ediyoruz. Öyle kuvvetli bir algı ki bakın: Siz bir kardeşinize baktığınızda, o baktığınız mü’min kardeşiniz sizin dışınızda gibi gözükür. Bu “Birbirlerine Göre Var” olmanın gereğidir. Ama “Amentü Billahi” gereği hepimiz Allah’ın dışında olmayan bir yerdeyiz. İşte ayette anlatılan bu kardeşliktir: Mü’minler ancak kardeştir... Bu güzelliği dünyadaki hiçbir şeyle kıyaslayamayız. İşte o yüzden Müslüman kardeşine bir davranışta bulunurken Rahiym ismi çok önemlidir. “Yoksa, siz; Allah sizden mücahede edenleri (dûniHİ algıdan kurtulmak için gereken her türlü mücadeleyi yapanları), O’nun Rasulü ve mü’minlerin dışında, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar kabulüyle) veli edinmeyenleri bilmeden (ortaya çıkarmadan) terk edileceğinizi (bu işin tamamlanacağını mı) sandınız? Allah yapmakta olduğunuz şeyleri Habiyr’dir.” (Tevbe-16). 76 YILMAZ DÜNDAR 2. MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ YETKİSİNİN “MÜSTAKİL ve ÖZGÜR” ZANNI Esasen Ahseni Takviym özellikte olan insan, dünya hayatı sürecini gerçekleştirebilmek için “Esfele Safiliyn”e inince olayın tabiatı gereği kendisini “dûniHİ algı” içerisinde bulmuştur. Artık “dûniHİ algı”dan kaynaklanan zannlar belirecektir, bu algıyla ilgili fikirler üretecektir, hayata bu algıyla bakacaktır. Bakın, ne oluyor o zaman? DûniHİ algıya düştü de insan, başına neler geldi, görün. (28. Tefekkür Şeması). İnsanın dünya hayatının temelini oluşturacak olan İLK ZANN en önemlisidir ve en tehlikelisidir. Bir daha ondan kurtulamıyor. Ve bu zannı Allah bildirmese bilemeyiz; onu bize öğretmese bilemeyiz. “DûniHİ algı” ile insan, kendisine ait neler biliyorsa hepsini Allah’ın dışına taşımıştır. Bu Dûnihi algının ne kadar sağlam ve kuvvetli olduğunu gördük, bu yüzden insan kendisini Allah’ın dışında algılıyor, dolayısıyla kendisine ait neler biliyorsa; bedeni, ruhu, aklı, fikri ne varsa hepsini bu algı yüzünden Allah’ın dışına taşıyor. Her şeyini! Bir kısmı “Amentü Billahi”de, bir kısmı “dûnillahi”de değildir, işin tabiatı gereği hepsini oraya taşır. Bu taşıma sırasında Ahsen-i 77 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Takviym yapının bir yetkisi olan Muhtariyeti Tercih Gücü de Allah’ın dışına taşınmıştır. 28. Tefekkür Şeması: DuniHİ Algı’nın Zannî Alanı ve Kurtuluş MTG Ahseni Takviym yapıya ait bir yetkidir. DûniHİ algı ile insan, kendisine ait neler biliyorsa hepsini Allah’ın dışına taşırken, hepsini orada bulurken, Ahsen-i Takviym yapıya ait bir yetki olan MTG’yi de Allah’ın dışına taşır, onu da orada bulur. Bütün söylediklerimiz, anlattıklarımız hep konunun alt sınırıdır, bütün paylaştıkları78 YILMAZ DÜNDAR mız bilgi ve idrakta başlangıç sınırıdır. Ne son sınırdır, ne de “böyleymiş” deyip durulacak yerdir, başlamak ve ilerlemek için alt sınırdır. İlerlemek bu bilgiyi hikmetiyle öğrenip yukarı taşımakla olur. Biz hep alt sınırı anlatıyoruz. Allah, İlmullah’ta dileğinin sureti olan insana bir yetki verdi; SEÇEBİLME YETKİSİ; seçme yetkisi. Seçme yetkisi verildi! Dikkat edin, Kasas68’de “Onların seçme yetkisi yoktur” diyordu, bu manaları çakıştırın lütfen. Allah, kendi seçme yetkisinden, gücünden yarattığı insana bir yetki verdi, kendi seçme ve hüküm verme gücünden verdiği bu yetki Muhtariyeti Tercih Gücü’dür. Önceki müfredatlarımızda genişçe paylaştık. Kişi kendini Dûnillah/DûniHİ algıyla Allah’ın dışında bilince bu yetkisini de zulmet aynasında gördü, onu da orada sandı. Geçmiş Ehl’in, Ehlullah’ın bu konudaki açıklamalarına bakarsanız, bu hali tarif için “Zulmet Aynası” ifadesini kullanırlar Onun Muhtariyeti Tercih Gücü (MTG) nur’daydı, dûniHİ algıyla vehmin zulmetine düşünce bunu da o zulmet aynasında gördü. Ve yine işin tabiatı gereği, Allah’ın dışında algılanan her şeyi “müstakilen var” zanneden insan, MTG’yi, yani Allah’ın “seçme için verdiği yetki”yi de Allah’ın dışında ve müstakil ve özgür zanneder. Bütün iş de burada başlar. Özellikle düşülen yanlışlardan birisi şudur: “Dûnillah/dûniHİ algı”daki kişi MTG’yi “müstakil ve özgür” zannedince, o güç ve yetkiye “müstakil” etiketi vurunca, bir de; bazı ayet ve hadisler 79 AŞAĞILARIN AŞAĞISI ile bu işi bilen geçmiş Ehlullah’ın eserlerinde bu zanna, bu bilişe “yok” denildiğini görünce kişi tamamını “yok” yapmıştır. Zannedilmiştir ki; insanın seçme yetkisi yok! Sanıldığı gibi değildir, Allah insana seçme yetkisi vermiştir, bunu ayetleriyle gördük, özellikle Fatiha’da çok geniş gördük. Ama insan “dûniHİ algı”ya düşünce her şeyi oraya taşıdığı için nefsindeki bu yetkiyi de o dûniHİ algı alanına götürdü ve orada her şeye “müstakilen var ve muhtar” etiketi yapıştırdığı için verilen bu yetkiye de aynı muameleyi yaptı: “Bunlar benim özgür tercihlerimdir” diyerek o güce o etiketi yapıştırdı. İnsan hayata böyle başlıyor, böyle başlıyoruz... Bundan böyle insan ne yapacaksa, bütün kararlarını zanni iradesi ile alır, artık onun bütün işleri müstakilliğini ilan ettiği, davranışta özgürlüğünü savunduğu bu zannî irade ile olur. Yani; böyle yaptığına inanır. Burada bir atıfta bulunalım. Dedim ki, o her şeyini dûniHİ algı alanına taşıdı, iradesini de. Bunlar hep “zannî”dir, hepsi sanıştır, bunlar zannîdir; zavallı Esfele Safiliyn öyle zannediyor. Ve sonra, o taşıdığı ve “özgür” etiketi vurduğu irade ile, o seçme yetkisi ile hareket ediyor. Böyle dedikten sonra bir cümle daha kurduk: “Yani; böyle yaptığına inanır.” Bu cümle Kur’an’da kullanılan iki dili belirtmek içindi. Önce kesret diliyle dedik ki: “İnsan her şeyi dûniHİ algı alanına götürdü ve her şeye “müstakilen var ve muhtar” etiketi yapıştırdı. Onun artık bütün işleri müstakilliğini ilan ettiği ve davranışta özgürlüğünü savunduğu bu zannî irade 80 YILMAZ DÜNDAR iledir.” Bu cümlenin dili kesrete aittir. Oysa “Böyle yaptığına inanır” cümlesi ise kesretin Uluhiyet Dili’ne çok yaklaşmış noktasının cümlesidir, tam Uluhiyet Dili değildir. Biz anlatımımızda daha çok Kesret Dili’ni konu anlaşılsın ve bir amel çıksın diye kullanıyoruz, Kesret Dili bunun içindir. Konunun anlaşılabilmesi için Kesret Dili kullandık, ama hakikatini de belirttik: Böyle yaptığına inanır! Bu orada Tevhid Dili’dir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinde “dil” çok önemlidir. Kullanılan dili fark etmek, ayet ve hadisleri anlama kapısından girmek için o dili çözmek gerekir. Kesret ve Tevhid’e ait dillerin anlaşılabilmesi için yapılması gereken “Mana Ayrıştırma” ve “Mana Çakıştırma” yöntemlerini Fatiha kitapçığında paylaştık. Kur’an bu yüzden, yeri gelir mana ayrıştırır anlatır ayetleri, yeri gelir mana çakıştırır o dille anlatır. Bu “iki dil”i ileride ayetleriyle göreceğiz. Çünkü uyarılıyoruz: “Bu iki dilden biri esas zannedip ona sabit bağlanmayın.” Rabbimiz böyle uyarıyor. Biz konunun anlaşılması için, işin gereği o dili kullanıyoruz. Kullandığımız bu dili şöyle de tarif edebiliriz: KESRET DİLİ uzaktan seyreden gözün anlatımıdır. Bu yüzden; Allah, “Arşı istiva etmiş” olan o halle dünya ve yarattıklarıyla ile ilgili şeyleri anlatırken uzaktan seyrediyormuş gibi cümleler kurulur. Bu kesret dilidir. Eğer buraya takılıp/aldanıp Allah’ı uzaktan bakıyor sanıp “O orada, ben de buradayım” derse kişinin dûniHİ algısı kuvvetlenir. O anlatımın Kesret Dili olduğu fark edilmelidir. O, bir gözün uzaktan bir şeye 81 AŞAĞILARIN AŞAĞISI bakıyor gibi yaptığı anlatma dilidir. O anlatan Tevhid Dili’ne döndüğü zaman mekan kalkar, anlatım değişir, Uluhiyet anlatımı başlar. Anlatım değişir, ama cümlelerin manası aynı olur. Fatiha kitapçığı bunun ayetleri ve örnekleriyle doludur. Öyleyse, biz konumuza kesret dili ile basamak basamak ilerletelim. Kur’an’ın bu konuyu bize nasıl öğrettiğine bakalım ve bu amaçla, “MTG ile davranış” ve “özgür irade ile davranış”a kıyas yapan birkaç örnek verelim. Çünkü insan beyni, bir tanım yaptıktan sonra pekiştirmek için bir de kıyas yaparsa konuyu çok daha güzel kavrar. Bir kişinin gündemine Cuma Salâtı girmiş olsun. Cuma günü öğlen vakti müslümanların Cuma Salâtı ikame ediyor olması gündemine girdi, böyle bir şey duydu, hevesleniyor. Şimdi bu insan ne yapar onu bir canlandırma ile görelim. Bu işi önemser ve umursarsa ne yapar? Örneğimizi umursayan insan üzerinden ilerleteceğiz, umursamayana sonra bakacağız. Umursayan insan hemen şunu der: Bu konuda Rabbimin buyruğu nasıl, O ne buyuruyor acaba? İşte buraya lütfen dikkat edin: İnsan bu soruyu sormakla bir süreci başlatır. Kişi bu soruyu MTG ile, o yetki ile sorar. Allah ona “seçme yetkisi” vermiştir, o da o “Muhtariyeti Tercih Gücü” yetkisi ile bu soruyu sorar. Umursayan için böyledir, bu soruyu o sorar. Umursayan insan sordu: Acaba bu konuda Rabbim ne buyurmuştur? Bunu söylemekle kişi “Dileyen Rabbine bir yol edinir” mealindeki 82 YILMAZ DÜNDAR ayetin, İnsan Suresi 29. ayetin kapsamına girer: Sordu ve İnsan-29’un kapsamına girdi, yani “İnsan-29 gereği” kendisine verilen yetkiyi Rabbine yönelmede kullandı. Soruyu sorunca Allah’ın kitabı Kur’an’ı açtı, ilgili sureyi/ayeti buldu ve okudu. Bu esnada hep verilen yetkiyi kullanıyor, bunlar hep İnsan-29 ile verilen yetki dahilindedir: Araştırdı, buldu, Cum’a Suresi’ni açtı, okudu ve öğrendi: “Ey, iman edenler! Cum’a gününde o salat için (ezan ile) nida olunduğunuzda, Allah’ın zikrine koşun, alış-verişi bırakın, işte bu sizin için daha hayrlıdır; eğer (işin gerçeğini) bilirseniz.” (Cum’a-9). Böylece; bu insan gündemindeki konu ile ilgili Rabbinin ne buyurduğunu öğrendi. İşte bu noktada Allah’ın verdiği yetki bitti. MTG’nin yetkisi bu noktaya kadardı, bitti. Şimdi o ne diyecek, ne yapacak? MTG yetkisi Hakk ve Batıl’ı ayırma çizgisine kadardır; Hakk ve Batıl’ı ayırıp birisine yönelmek için kullanmak üzeredir. O yetki Hakk ve Batıl’ı ayırırken gerekli uyarılardan, hüda’dan, sebeplerden yararlanmak içindir. Öğrendin, yetki bitmiştir. Devam edersen haddi aşarsın. Allah diyor ki, “buraya kadar yetki verdim”. Peki sonra? Yetkiyi kullandıktan sonra ne diyeceğimizi Bakara Suresi öğretiyor: “... İşittik ve itaat ettik; Ğufran’sın Rabbimiz, dönüşümüz sanadır” dediler.” (Bakara-285). Mü’minler böyle derler: İşittik, itaat ettik! “Amentü Billahi” dedilerse, DûniHİ/Dûnillah al83 AŞAĞILARIN AŞAĞISI gıyı reddettilerse, “müstakilen varım ve muhtarım” demedilerse, benim meleklerimi, kitaplarımı, rasullerimi benim dışımda müstakil varlıklar olarak görmedilerse, benim söylediğimi veya rasulümün söylediğini duyunca “işittik ve itaat ettik; semi’nâ ve eta’nâ” derler. Bitti! O yetki buraya kadardı. Burası çok önemli, çok önemli. Böylece; konu ile ilgili Rabbinin ne buyurduğunu öğrenmek senin yetkin dahilindeyken, Rabbinin buyurduğunu öğrendiğinde artık yetkin biter, yetkin bu kadardır. Bundan sonra “işittik ve itaat ettik” diyeceksin. Çünkü, senin için doğru olanı sen bilemezsin, seni yaratan Rabbin bilir. “Muhakkak ki; Allah bilir ve siz bilmezsiniz.” (Nahl-74). Böyle uyarıyor bizi: “Yaratan (hiç yarattığını) bilmez mi? O Latıyf’ul Habiyr’dir.” (Mülk-14). Öyleyse gereksiz yere bilmeye çalışma... Dinimize göre, MTG gereği bu insan artık Allah’ın buyurduğunu yapmakla mükelleftir. Ancak, insan bu noktadan sonra “işittik ve itaat ettik” demiyor! Dûnillah algıyla bu yetkiyi de Allah’ın dışına taşıdığı ve ona “müstakilen var ve muhtar” etiketi bastığı için, haddi aştığı için “işittik ve itaat ettik” demiyor ve çeşitli söylemler üretiyorsa; “hangi zamandayız? İşi, ticareti nasıl bırakırım? Sonra bana ne derler? Aslında ben bu işin gereğine inanmıyorum” manasına gelecek davranışlara girerse işte o kişi DûniHİ 84 YILMAZ DÜNDAR algı ile müstakil ve özgür olarak etiketlediği iradesi ile hüküm veriyor demektir! Konuyu öğreninceye kadar Allah’ın verdiği MTG yetkisiyle Allah’ın razı olduğu şekilde işi götürürken şimdi vazgeçti, Allah’ın emrini görünce bıraktı ve işi DûniHİ ilan ettiği aklıyla yönetmeye başladı: “Allah bilmez ben bilirim” dercesine yaşamaya başladı, ona benzedi. Ve böylece; “ben dûniHİ düşünmüyorum, öyle inanmıyorum” dese bile bu hükmüyle “özgür irade” kullanmış oldu; dûniHİ oldu. Bu hüküm MTG yetkisinin sonucu bir hüküm değildir. Bu hüküm özgür irade sonucudur. Yani; MTG yetkisinin “özgür” etiketi vurularak, suiistimal edilerek, had aşılarak kullanılması sonucudur. Bu hüküm, kişinin dünya için verilmiş mühlet içerisinde kendisini serbest zannederek, rahat davranarak, bu yetkiyi de rahat kullanarak aldığı bir hükümdür. Oysa hüküm vermekle, bu sınırla ilgili olarak Kur’ân bizi “haddi aşmamamız için” uyarıyor: “Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide-44). “Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide-45). “Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide-47). İnanıyorsanız, peş peşe bu ayetler; birinde “kafir”, birinde “zalim”, birinde “fâsık” tesadüf mü? Öğretiyor bize: KAFİR, ZALİM VE FASIK ile tarif edilenler; DûniHİ algının zannı ile MTG’yi 85 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “müstakil ve özgür” ilan eden ve hükmü de bu özgür irade ile verenlerdir. Şimdi bir başka örnek görelim, ancak örneği verirken lütfen benim beşeriyetimi bağışlayın. Çünkü, dünya ve ahiret hayatını düşününce çok önemli olduğunu görüp birbirimize “Allah razı olsun” diyeceğizdir. Hanımefendinin birisinin gündemine bir şekilde “İslam’da kıyafet” konusu girdi ve hanımefendi dedi ki: “Benim nasıl giyineceğime birisinin karışma hakkı yoktur. Ben başkasına karışabilirim, ama kimse bana akıl öğretemez, ben özgür bir kadınım...” Bu hanımefendi işi en kısa yoldan bitirmiş oldu: İnsan-29 ayeti gereği Rabbinin değil şeytanın yolunu tercih etti. Artık onun hayatındaki her konuda direksiyon şeytandan yana çevrilmiştir. Böyle olduğu için “bu konuda ne yapacağım, nasıl davranacağım, doğrusu nedir?” yorumu ve arayışı kalkar, şeytanın otomatik pilotluğunda hızla “Hizbu’ş Şeytan” mahalline doğru gider. “Rabbim ne buyuruyor?” diye ancak inanan sorar! Diğeri, Kur’an tabiriyle “Hizbu’ş Şeytan” istikametinde ilerler. O hanımefendi öyle değil de; “acaba bu konuda Rabbim ne buyurmuş?” demişse Kur’an’a yönelir, ilgili ayeti okur. Okudu. Bu yaptığıyla o MTG’yi Hakk yol için harekete geçirmiş olur. Bu davranış İnsan-29 ayeti gereği “Rabbine Yönelmek”tir. O ayet ona şöyle seslenir: “Ey, O Nebi! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına de ki: Cilbab (üstlük, dış elbise)lerini 86 YILMAZ DÜNDAR üzerlerine sarsınlar. Bu, onların tanınmamalarına, bu yüzden eziyet görmemelerine en uygundur. Allah Gafura’r Rahiyma’dır.” (Ahzab-59). Ayetin kıyafet ile ilgili detaylarını Rabbim lutfederse inşaAllah ayrıca ele alırız. Ama konumuzla ilgili kısımlarına gelecek olursak: Hanımefendi ilgili ayetle Rabbinin buyruğunu öğrendi ve MTG yetkisiyle davranmak bu noktada bitti, “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” dedi. Onlar artık “semi’na ve eta’na Allah’ım” diyecekler ve inşaAllah hem dünyada hem de ahirette kazananlar olacaklardır. Ahzab-59 ve Nur-31 ayetleri geldiğinde, Efendimiz bu ayeti okuduğunda mü’min kadınlar nasıl bir “semi’na ve eta’na” demişler, nasıl yürekten “işittik ve itaat ettik” haline bürünmüşler ve Allah için neler yapmışlar, siyer tarihlerinde ve çeşitli tefsirlerde var, azıcık bir yer, açıp okuyun, lütfen bakın; MTG yetkisini Allah’ın istediği ve Allah’ın razı olduğu şekilde kullanmak bizim dünya ve ahiret için ne kadar faydamızadır, görün lütfen. Ancak bir kadın bunu okuduğunda; “Tamam ama hangi devirdeyiz! O o zamanmış, şimdi bana ne derler?” derse, ki; söylenenlerin hepsini biliyoruz, işte o kadın haddi aşanlardan oldu, asilerden oldu ve MTG yetkisini suiistimal ederek “varım ve muhtarım” etiketiyle kullandı, böylece kaybedenlerden oldu. Kıyafet konusunda anlattığımın dışında yorumlar olabilir, ama hiçbiri Muhammedi değildir. Belgesi olan ayet ve hadis olmak üzere 87 AŞAĞILARIN AŞAĞISI getirsin, bakalım, inceleyelim. Bunun dışındaki yorumlar doğru değildir. Dikkat edin; “(Kimse) sizi Allah’la aldatmasın.” (Fatır-5). Size doğruyu söyleyeceklerin İslam adına sayısı çok azdır, ama İslam adına yanlış yaptıracakların sayısı sistemin gereği çok fazladır. Kitabın, yazının, konuşmanın başında “İslam adına, Allah adına” yazıyor diye çok güvene girmeyin, hemen inceleyin, hemen Kur’an’a, Sünnet’e, ilgili tarih bilgilerine, müracaat edilmesi gereken her şeye bir an önce müracaat edin. Ne gibi? Dünyada herhangi bir işiniz için, mesela birisini bir işe koyacağınızda çalmadığınız kapı kalıyor mu? Allah muhafaza etsin, zor bir hastalık oluyor da çalmadık kapı kalıyor mu? Kur’an da buna “Kalb Hastalığı” diyor, Rabbimiz; “Karşıma kalb hastalığı ile gelmeyin, çünkü kalbi hasta olanların burada gideceği yer cehennemdir” diyor, “Kalbi Selim ile gelin, o hastalıktan temiz gelin” buyuruyor. Bunu fark ettiğin zaman, “demek ki, gerekiyorsa kapı çalmak gerekiyor” diyorsun, İnsan-29 gereği. Ama öğrendikten sonra diyeceğimiz budur: Semi’na ve eta’na. Hac prosedüründe, Arafat Vakfesi’nden sonra Rabbimiz der ki: “Onlar vakfeyi yaptılar, Vakfe yerinden gururla çıkıyorlar.” Bu gurur DûniHİ değildir, aksine “Amentü Billahi” içerisindeki bir Kibriya’dır. İşte Allah’ın dediklerini yaparken halin böyle! Allah’ın dediğini yapmak ve bunu sevmek lazım, buna aşık olmak lazım, Allah’ın dediğini yapma delisi olmak lazım... “Allah’ın de88 YILMAZ DÜNDAR diğini yapma delisi” olana Dûnillah’ı yaşayanlar “deli” der, işte o zaman Allah da ona “veli” der. Onun için; “deli olmadan veli olunmaz” derler. “Deli”yi onlar diyor, Allah değil. Ona “deli” diyenler sonra duyuyorlar ki, o veliymiş, o zaman da “ya, biz ona deli deyip duruyorduk” derler. “Deli olmadan veli olunmaz” diyen onlar, Allah demiyor, “gidin deli olun” demiyor. Onlar “deli” derler. Niye? Bakarlar ki; kişi kafasını Allah’a takmış, ne söylesen dinle ilişkilendiriyor, ne söylesen “Allah” diyor, “deli”yi yapıştırırlar. Tabi öyle, hiç aklından çıkmıyor ki... Onlar “deli” diyecek, ne güzel, elHamdü lillahi Rabbil alemiyn. Günlük yaşantımızdan çok önemli olan iki örnek daha verelim. Bir insan olur olmaz şeylere öfkelendiğini fark ettiyse bu konu o kişi için, eğer ahirete iman ediyorsa çok önemlidir. Çünkü: Öfkeli iken ölürse imansız gitme riski vardır. Bu kadar önemlidir bu iş! Öfke “dûnillah alan”a aittir. Kurtuluş Yolu’nda, son bölümde göreceğiz; Rabbimiz bize “nasıl öleceğimizi” de söyleyecek, “nasıl ölmememiz” gerektiğini de! Göreceğiz. Öfkeli ölmemek lazım. Ve bu insan ilgili ayetlere, yani Rabbine yöneldi. “Onlar (muttakiler) bollukta ve darlıkta infak ederler; onlar öfkeyi yutanlar ve insanları affedenlerdir. Allah muhsinleri sever.” (Al-u İmran; 134). Ayeti öğrenmekle MTG yetkisini tamamladı. Şimdi artık “İşittik ve itaat ettik” zamanıdır. Aksi taktirde haddi aşmış, asi olur ve özgür ilan ettiği 89 AŞAĞILARIN AŞAĞISI iradesiyle kendi için hüküm vermiş olur; Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmemiş olur. Diğer örneğimiz de şöyle: İnsan gün içerisinde o kadar çok gereksiz konuşma yaptığını fark etti, İnsan-29 gereği hemen Rabbine yöneldi. Ayetleri okudu, MTG yetkisini olumlu değerlendirdi. “Gereksiz konuşma, çok konuşma” o kadar dikkat etmemiz gereken bir konu ki... DûniHİ algıdakilere bakın, çok konuşurlar. Bütün telefon sistemleri de onların bu özelliğine dayalıdır, onun dûniHİ algısını dürter; konuş, konuş, konuş.... Reklamlar, şunlar, bunlar her konuda hep o algıyı dürtüyor, o algıyı dürten müzikler bile bestelenmiştir. Siz bir yere gidersiniz, müzik sizin algınızı dürter, onlar ne istiyorsa orada onları yaparsınız. Sizi yönetirler haberiniz olmaz. Gereksiz ve çok konuştuğunu fark eden kişi İnsan-29 gereği Rabbine yöneldi ve ilgili ayetleri okudu, böylece MTG’nin ilk/kendisine ait kısmı olumlu tamamlanmış olur. “Ey, iman edenler! Birbirinizle fısıldaştığınızda, ism (günah, sünnetullaha uymayan hal), udvan (düşmanlık) ve Rasul’e düşmanlık etmeyle ilgili fısıldaşmayın (konuşmayın). Birr (Allah’a yakınlık sağlayıcı fiiller) ve Takva’yı (korunma sağlayıcı fiiller) konuşun. Kendisine haşrolacağınız Allah’tan ittika edin.” (Mücadele-9). “İttika etme”yi en temelinde şöyle anlayabiliriz. Birisi size bir konuda söz vermiş de o sö90 YILMAZ DÜNDAR züne ters davranmışsa sizi görünce ne yapar? İttika eder! Size söz verdiği için, onun o konudaki sözünü biliyor olduğunuz için sizden sakınır. “Allah’tan ittika edin” demek de budur: Söz verdiniz, “evet Rabbimiz sensin” dediniz, “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” diyeceğiz” dediniz, ne oldu? Eğer idrakını DûniHİ algıdan kurtarırsan, yani Allah’ın dışında olmazsan “Allah’ı görünce” gibi bir şey olur mu, öyle bir şey var mı? O’nun ilminde isen O’nu görmediğin bir hal olur mu? “Ne yana dönersen Vechullah” ve söz de verdin, o zaman sen söz verdiğinle karşı karşıyasın, hep ittika et... Ayet de sana bunu söylüyor: Allah’tan ittika et, sözüne dikkat et. Artık “işittik ve itaat ettik” zamanıdır! Aksi halde Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmiş olmazsınız da hüsrana uğrayanlardan olursunuz! Hafizanallah. Zihinlerde oluşabilecek bazı sorulara cevap olması açısından ve mana ayrıştırma, mana çakıştırma yapacak talip kardeşlerimize bir yol oluşturmak maksadıyla, idraken geldiğimiz bu noktayı Nisa-78 ve 79 ışığında birlikte ele alalım. Ayetlerin mealini hem Kesret, hem de Uluhiyet Dili’yle göreceğiz. Yine tekrar edelim ki; MTG yetkisiyle ilgili anlatım Kesret Dili’yle yapılmaktadır. “Ne yapmak gerekir?”i anlamak için amel tarifi Kesret Dili anlatımından çıkar. Bir konu anlatıldığında “ne yapacağız, nasıl amel edeceğiz?” bunun belli olması lazım. Bir olaydan amel çıkarabilmemiz için bize onun Kesret Dili’yle anlatılması lazım, Uluhiyet Dili’yle anlatımdan amel çıkaramayız. Uluhiyet Dili Tevhid 91 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Dili’dir, o anlatımdan ancak “Yöneliş” yöntemi çıkar. Allah’a nasıl yöneleceğimizi oradan öğreniriz, ameli Kesret Dili’nden öğreniriz. Bu yüzden, bize “nasıl yöneleceğimizi” öğreten ayetler Uluhiyet Dili’yledir, “ne yapacağımızı” öğreten ayetler Kesret Dili’yledir. İşte bu Kesret Dili’yle anlatım içerisinde ve kesret sürecinde MTG kullanılırken insan için bir zorlama yoktur: “Diyn’de zorlama yoktur. Gerçekten rüşd (Hakk Yol) ğayy’dan (haddi aşmak ve sapıklıktan) apaçık ayrılmıştır. Artık kim Tağut’u (DûniHİ algı ve zanlarını) inkar edip Allah’a Billahi anlamında iman ederse; muhakkak ki, o kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah Semiy’un Aliym’dir.” (El Bakara-256). Bu ayet Allah’ın bizi zorlamadığının delilidir; “Sen tercih yaparken seni zorlamıyorum” diyor. Aksi halde “Allah’ım sen zorladın ben yaptım” dersin, ki; o yanlış bir inanıştır. Tekrar ediyorum, bütün anlattıklarımız, en alt seviyedendir, yola böyle başlamak içindir. Bu söylediklerim, hepsi alt sınırdır, işe başlamak içindir. Bunun hikmetleri başka manalara gider, ama o başka manalara bu sınırdan gidilir. Çünkü ileri/yukarı manaları duymuş okumuş bir kişi bu anlattıklarımızı görünce gerçeğe uymuyor zannedip de; “hoca ne diyor ya!” derse yanılır. İş öyle değil. İşe alt sınırdan başlanır, biz de o alt sınırı belirlemeliyiz. 92 YILMAZ DÜNDAR Görmekteyiz ve öğrenmekteyiz ki; MTG yetkisi sürecinde insan kesret âlemi kuralları içerisinde zorlanmamaktadır. Dikkat edin, “Kesret Âlemi Kuralları” içerisinde! “De ki: Kesinlikle Allah fahşa’yı (Sünnetullah’a uymayan amelleri) emretmez.” (A’raf-28). Ayet diyor ki; DûniHİ algıda yapacaklarını Allah emretmez, sen yaparsın. Kesret Dili’yle anlatılınca cümleböyledir. Uluhiyet Dili olduğu zaman Allah hükmünü kimseyle paylaşmaz! O nasıl yöneleceğindir, o dil Allah’a nasıl bakacağını öğretir. Nasıl yaşayacağını öğretmediği için oradan amel çıkaramazsın. Bu yüzden, ayetlerde ikisi yan yanadır: Âminû ve Amilu’s Salihati. Nasıl inanacağın, İMAN Tevhid Dili’dir, SALİH AMEL Kesret Dili’dir. İkisi birbiriyle kıyaslanmaz. Nisa-78 ve 79. ayetleri de bu bilgiyle tefekkür edelim. “Nerede olursanız (olun) ölüm size ulaşır. Buruc-i Müşeyyede’de olsanız bile. Eğer onlara bir hasene isabet ederse: “Bu Allah indindendir” derler. Şayet onlara bir seyyie isabet ederse: “Bu senin indindendir” derler. De ki: “Küllün min indillah; hepsi Allah indindendir.” Şu kavme ne oluyor ki, nerede ise bir söz (bile) anlamıyorlar.” (Nisa-78). “Hasene’den sana ne isabet ederse, Allah’tandır. Seyyie’den sana ne isabet ederse, nefsindendir. Seni insanlara Rasul olarak irsal ettik. Şahid olarak Allah kafidir.” (Nisa-79). 93 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Her Nefs’in ölümü tadacağı gerçeğini unutmayın! Allah’a hesap vereceğiniz ve dünya hayatının mühletinin biteceği de aklınızdan çıkmasın. DûniHİ algı ve zann’larıyla olaylara bakanlar ileri sürdükleri fikirler yüzünden akılsızlar sınıfında bulunurlar. DûniHİ algı ve zanlarıyla insan, Allah dışında müstakil varlıklar oluşturduğu zannıyla kendisi için müstakil bir ind kullanmakta ve o “müstakil ind”de hüküm vermektedir. Allah’tan yana konuştuğunu sanıp seyyie hükmünü insana uygun görüyor; oysa, Allah’ın dışında bir müstakil vücut oluşturup “şirk” halinde olduğunun farkında değil. İnsanın zihninden DûniHİ (Allah’ın dışı varmış) algısını silebilmesinde çok önemli bir yolu bu ayet ile Allah kullarına öğretmektedir: Her şeyin hükmünü ancak Allah verir, Allah hükmünü paylaşacak bir müstakil varlık yoktur, her şey Allah ilmi içerisinde ve hüküm de Allah indindendir. Bu yüzden sen, de ki: “Küllün min indillah; hepsi Allah indindendir.” Nisa-78’in açılımı olan bu kısmı biraz daha genişletelim. Bu ayettin orijinal ifadesinde “İND” geçer ki, bu aynı zamanda “hüküm” demektir; hüküm “Bizzat ben” demektir. “Bunu kim yaptı, kim böyle olmasını istedi?” dendiğinde “Bizzat ben!” dersiniz. Oysa “Ben dedim” de diyebilirsiniz, ama öyle demiyorsunuz; “Bizzat ben” diyorsunuz. Çünkü ders veriyorsunuz. O ifade; “Susun, onu bizzat ben dedim, haddinizi bilin” demektir: “Bizzat ben” DûniHİ algıyla “ind” oluşturuyor, böylece “indinizi” belli ediyorsunuz. Dikkat edin, ayetin orijinalinde “ind” geç94 YILMAZ DÜNDAR mesine rağmen meallerde “ind” pek yazılmaz. Oysa gördük ki, “ind” çok önemli bir ifade olup “hüküm yeri”dir. Bu ayetin öğüdü şudur: İnsanlar Allah’ın dışında “müstakil var ve muhtar ind”ler oluşturuyor, sonra da kıyas yapıyor. İnsan bu kıyası yaparken güya Allah’tan yana tavır da takınıyor, ama DûniHİ algıda olduğu için iltifat ta edemiyor. Şöyle ki: Eğer kişiye bir hasene isabet etmişse, yani isabet eden onun dünya ve ahireti için olumlu bir şeyse “bu sana Allah indindendir” diyor. Eğer bir hasene olursa “bunun hükmünü Allah verdi, bu Allah indinden” diyor. İsabet eden seyyie ise o zaman da; “bu Allah’a yakışmaz, yakıştıramayız, bu senin indindendir” diyor. Böyle olunca: Bir dûnillah alanda oluşturulan ‘Müstakil İnd’ var, bir de ‘Allah’ın İndi’ var! Bu ayet “hayır” diyor; “böyle müstakil indler yok! Bir Allah’ın indi bir de dûnillah (Allah’ın dışında var, müstakil ve muhtar zannettiğiniz başka) zatlar, hüküm verecekler yok. Öyle bir şey var zannedip de onlara “hüküm verdi” demeyin, “bunu sen indinden verdin” demeyin. Ya ne diyeceksiniz? “Bütün hükümler Allah indindendir.” Nisa-78’de kullanılan bu dil Uluhiyet Dili’dir. Bu, insanın olmadığı bir yerin gerçeğidir. Bu yüzden buradan amel çıkaramayız, çıkaramıyoruz. Hemen peşine gelen Nisa-79 bize amel öğreten bir ayettir ve orada Kesret Dili vardır: Allah indinden hükümle başlayan kesret alemi sürecinde insan Allah’ın hükmettiği hayatını yaşarken ona bir hasene isabet ederse bu Allah’tandır. 95 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Allah indinden hükümle başlayan kesret alemi sürecinde” derken, bir tarif yaptık: Kesret aleminde nasıl yaşanacaksa Allah indinde hükme bağlandı ve insan kesret aleminde yaşamaya başladı. Nisa-79 da şimdi başlıyor. Hüküm sürecini, İndellah’ı Nisa-78 anlatmıştı, şimdi Nisa-79 başladı, o da bize kesreti anlatıyor; Kesret Dili’yle anlatıyor ve biz buradan amel çıkarıyoruz, çıkaracağız. Devam edelim: Allah indinden hükümle başlayan kesret alemi sürecinde insan Allah’ın hükmettiği hayatını yaşarken, bir hasene isabet ederse bu Allah’tandır; çünkü hidayet, yaşanan hayat içerisinde ancak Allah’ın ayrıca dilemesiyledir. Bir hidayet bulursanız, Hidayet Allah’tandır. Bunu Fatiha’nın “İhdina’s sıratal mustakiym” bölümünde detayıyla ve ayetleriyle gördük. Evet, sana isabet eden hasene, hidayet Allah’tandır, fakat sana bir seyyie isabet ederse, batıl bir fikir ve fiil seni bulursa bunun sebebi ise senin nefsine verilmiş olan Muhtariyeti Tercih Gücü’nü, MTG yetkisini DûniHİ algı sebebiyle özgür ilan edip, kararlarını da bu “varım ve muhtarım” iddian ile oluşturmandandır. “Allah’ın dışında müstakilen varım hem de muhtarım” dersen bu iddiayla sana isabet eden daima batıl olacaktır. Er-Rasul ancak size haber vericidir; işte bunları söyleyicidir, iman edenleri de müjdeleyicidir, sizin üzerinize bir koruyucu, bir düzeltici, bir müfettiş değildir ve sizden bir sorumluluğu da yoktur; sizin ne yaptığınızın kaydını da tutmaz. Yaptıklarınız ve 96 YILMAZ DÜNDAR bunların hesabı için Allah’ın Şahidliği kafidir. Siz unutursunuz, Allah unutmaz. Böylece, Nisa-78 ve 79’u konumuzun ana fikriyle ele almış olduk. Nisa-78; Uluhiyet Dili’yle Allah’ın indinde verilen hükmü beyan ediyor, Nisa-79 ise yaşadığımız hayatla ilgili açıklamayı yapıyor. Bu ayetler bu yüzden birbirlerine zıt değillerdir, aynı şeylerdir. Nisa-78 Tevhid Dili’yle, Uluhiyet Dili’yle yönelişi “DûniHİ algı” olmaksızın yapmamızı öğretir. Nisa-79 Kesret Dili’yle “DûniHİ algı” tuzağına düşmeden amel yapmayı öğretir. Bunları iki ayrı ayet gibi görmek mana ayrıştırma kapsamındadır. Konu anlaşıldıktan sonra Nisa-78 ve 79’un manaları çakıştırılarak tek mana haline getirilmelidir. Allah ayetlerine karşı MTG yetkisini, haddi aşarak ve asi olarak “müstakil ve muhtar” etiketiyle kullanan, A’raf-36’da etiketlenmiştir: “Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı müstekbir davrananlar (var ya) onlar ashabun nar’dır. Onlar orada ebedi kalıcılardır.” (A’raf-36). Öğreniyoruz ki: Ayetlerimizi gördüğünde, duyduğunda “varım ve muhtarım” algısıyla “olur mu böyle şey?” diye yalanlayanlar; “beni, ben müstakilen yönetirim” diye Allah’a karşı kibriya gösterenler, Nar Ashabı’dır, onların Nar’dan kurtuluşları da yoktur. Muhtariyeti Tercih yetkisinin kullanımı çok hassas çizgiler üzerindedir. DûniHİ algının ne olduğunu bilip bu algıyı reddetmeden; bu red97 AŞAĞILARIN AŞAĞISI dedişle birlikte “Amentü Billahi” demeden, MTG yetkisini kullanmak için “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” denirse iş noksan olur. Bu doğru hareket şirk kulvarında yapıldığı için, hareket boşa gider; bu hareketten bereket doğmaz. Demek ki, “semi’na ve eta’na” için önce “Amentü Billahi” demek; kulvarımızı DûniHİ’den kurtarıp Efendimiz’in açıkladığı sisteme sokmak şarttır. En azından idraken bu şarttır! Önce idraken, ardından amellerimizle! Önce idrakımızı, sonra amellerimizi düzelteceğiz. Ancak ertesi gün hepsi düzelmiyor, önemli olan şudur: Önce yönelişin tam olacak, amelin yarımlarını Rabbim silecektir, ayetler söylüyor. İnsan hemen ertesi gün tam yapamaz, önemli olan muttaki olmaktır, korunmaktır, levm etmektir; ama bu ancak doğru inanışla, Allah’a doğru şekilde yönelerek, DûniHİ algıyı reddederek olabilir. En önemli “işittik ve itaat ettik” yaklaşımı öncelikle İhlas Suresi’ndeki açıklamayadır. İhlas Suresi’nde açıklanan Allah Bilgisi’ne “işittik ve itaat ettik” demek olmazsa olmaz şarttır. Nefs-i Levvame sürecinde Nefs-i Mutmainne haline kadar talip DûniHİ algıya daima düşer, bu düşüşe mecburdur. Ancak, Nefs-i Levvame’nin Nefs-i Mutmainne’ye kadar olan sürecinde talibin esas görevi “DûniHİ algıdan çıkmak” için daima gayretle çalışmaktır; ta ki geri dönüşsüz çıkıncaya kadar. Eğer talip, “Acaba DûniHİ algıda mıyım?” diye her türlü halini test etmezse, uzun süre farkın98 YILMAZ DÜNDAR da bile olmadan DûniHİ algıda yaşar; bu algıda olunca da bu algıya ait zann’lar kaçınılmazdır. Biriken bu zann’ları temizlemek zordur ve zaman alır. Bu sebepten talib, “Acaba DûniHİ algıda mıyım?” diye kendisini daima test etmelidir. Bu konunun çalışılabileceği en güzel zaman ve ortamlar Ramazan Ayı’ndadır. Belki de Ramazan Ayı’nın bir sebebi de budur. Daha önce paylaştığımız bir hadis vardı, hatırlayalım. Rabbimiz bir kutsi hadiste buyuruyor: “Benim insanlara merhametimin delili/işaretidir ki; onlara Ramazan Ayı’nı ve İhlas Suresi’ni verdim.” DûniHİ algıdan kurtulmak için Ramazan Ayı önemli bir zaman dilimidir. Son bölümde, Kurtuluş ile ilgili konularımızda da gelecektir, “Acaba ben DûniHİ algıda mıyım? diye test yapmamız için Ramazan Ayı oruçla beraber çok önemli bir laboratuardır. O zaman orucun aç kalmak ve bazı şeylerden uzaklaşmak olmadığını, onların birer vesile olduğunu, işi disiplinize eden vesileler olduğunu görür, yaşarsınız; onlar asıl amaç için kullandığımız şeyler olur, amaç başka bir şeydir. Kurban için buyrulan; “Onların kanları Allah’a ulaşmaz, ancak takvanız ulaşır” ayetindeki gibi, oruçta da Allah’a ulaşacak olan açlığımız değildir. Onun için, Ramazan’da yapılan antrenmanlarda açlık vesilesiyle, açlığın bizi disiplinize etmesiyle, bizi tutmasıyla, dünyadan ayırarak işimizle meşgul ettirmesiyle ilgili bir hedefimizin olması lazım, her Ramazan bir hedef koymamız lazım. Ama ana hedef dûnillah algıdan sıyrılmaktır. Bu yüzden, daima “Ben bu hareketimle, bu sözümle, bu 99 AŞAĞILARIN AŞAĞISI cümlemle dûnillah algıda mıyım?” diye bir test yapmak, bunu Ramazan Ayı’nı fırsat bilip de yapmak daha bir önem arz eder. Talibin kendisini DûniHİ algıda bulduğu hal bir düşünce, sesli bir fikir, bir yorum, bir arzu-istek olabileceği gibi gerçekleşmiş bir fiil veya sonrası da olabilir. Bu durumda talip öncelikle ve hemen kendisine levm etmelidir. Bu levm ediş, Allah katında bizim tam kavrayamayacağımız kadar önemli bir yere sahiptir. Bu gerçeği, bu önemi şu ayetten anlıyor ve öğreniyoruz: “Ve Nefs-i Levvame’ye (Allah için kendisini sorgulayan, yanlışını kınayan ve Allah’a sığınıp korunan Nefs’e) yemin ederim.” (Kıyamet-2). “Onlar bir fahişa (utanılacak şey) işlediğinde veya nefslerine zulmettiklerinde, hemen Allah’ı zikrederler. Böylece, günahları için mağfiret isterler. Kim mağfiret eder günahları? Ancak Allah. Ve yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Alu İmran; 135). Levm edişin peşine hemen “tövbe etmek” gelmelidir. Bu hal ile ilgili bir af dileyişi ve sığınışı Efendimiz (SAV) bize öğretmektedir: “Allahümme inniy euzü bike en üşrike bike şey’en ve ene a’lem ve estağfiruke lima la a’lem, inneke entel allâmul ğuyub.” Bu, “DûniHİ algıda mıyım?” diye sürekli test yaptığımızda “kendimize levm”den sonra yapacağımız bir tövbedir ve bizim için çok önemli 100 YILMAZ DÜNDAR çare olan bir tövbedir. Bu yüzden yaşantımızın içerisine yaymak lazım. Onu mealen de görelim: “Allahım, bir şeyi bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırım. Bilmeyerek yaptıklarım için de istiğfar ederim. Şüphesiz ki, ğaybın bileni sensin.” Ve şimdi onu bir de daha konumuzla ilgili olarak manalandıralım: Allah’ım kendimi Esfele Safiliyn’e itilmiş olarak DûniHİ algının içerisinde buldum. Bu algının batıl olduğunu, bana hidayet rehberlerinle öğrettin, Elhamdülillah. İnsanı Hakk’tan uzaklaştıran ve batıl olan DûniHİ algı ve zann’larına kapılarak, savunarak, arzulayarak hayat tarzı oluşturup; her şeyimle, her halimle eş ve ortak koşmaktan sana sığınırım. Ancak sen korursan kurtulurum, lütfen beni koruyuver. Allahım, öğrettiğin korunma çalışmalarıyla DûniHİ algıya düşmemeye çalışıyorum biiznillah. İstemediğim halde, bilmeyerek, henüz tam başaramayarak DûniHİ algıya düşmelerimden ve ürettiğim zann’lardan dolayı affını dilerim. Benim senin rızana uymayan bu halimi örtüver ve beni bağışlayıver. Her şeyi bilen ve her olan şeyin hükmünü veren Allah’ım, yarattıklarının bilmediklerini de bilen sensin. Yarattığın kulun olarak, bilgisizliğimden dolayı sığınmayı bile talep edemeyeceğim, ama sığınmam gereken şeylerden de sana sığınırım. ÂMÎN). “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhidi’ni manasına uygun olarak ilk kullanacağımız yer burasıdır. Kelime-i Tevhid’de LA İLAHE diyerek reddettiği101 AŞAĞILARIN AŞAĞISI miz mana, batıl olan DûniHİ algı ve zann’larıdır. Kelime-i Tevhid’i zikrullah yaparken onun birkaç basamak manası vardır ve bu manalar bizi yukarıya taşır, yakînimizi kolaylaştırır. Bu yüzden cennetin kapısında “La ilahe illallah” yazılıdır denir. Aslında Kelime-i Tevhid’i anlatmaya, ifade etmeye ben acizim... Onu nasıl kullanacağımızı biraz anlatmaya çalışayım ama, “O nedir?”i nasıl anlatayım... Bir kere, onu hiç manasını bilmeden söylemen bile tesirlidir. Bir ilaç ki, prospektüsünü okumamışsın ama verene güvenip içiyorsun... Etki mekanizmasını bilirsen de bilmezsen de tesir eder Ama bilirsen başka tesir eder, bilirsen çok başkadır, anlatılmaz... “La ilahe” manası için, bu geldiğimiz konuya ilişkili olarak bir tarif yapalım: “La ilahe” diyerek reddettiğimiz mana, batıl olan DûniHİ algı ve zann’larıdır, “İllallah” ile tasdik ettiğimiz, iman ettiğimiz, ikân’ını talep ettiğimiz mana ise, Hakk olan Billahi gerçeğidir. Bu geldiğimiz noktada biraz daha özel bir tanımlamaya “La ilahe illallah” demekteyiz. Şimdi; DûniHİ algı sebebiyle müstakil ve özgür olarak nitelenen iradeye “La ilahe” diyoruz. “Biz Allah’ın verdiği yetkiyi Allah için, söylediği şekilde ve Allah’ın rızasını umarak kullanırız” teslimiyeti içinde “İllallah” diyoruz. Dolayısıyla, “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhidi öyle bir ilaç ki, onu şöyle anlatalım: Zemzem Suyu için; “öyle bir ilaçtır ki, ne için şifa diliyorsan ona şifa olur” denildiği gibi, bu da öyle her şeye şifa gibidir. “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhidi öyle özel bir şey ki, bahsedilen 102 YILMAZ DÜNDAR “DûniHİ algı” ve “Billahi anlamındaki hayat”la ilgili (bu açıkladığımız manada olmak kaydıyla) bir tarif yap ve onu kullan inşaAllah. Bizim şimdi konumuz Dûnillah/DûniHİ algı, çünkü kişi bu hayata Dûnillah düştü ve iradesini de özgür ilan etti. Yani, kendini öyle buldun! O özgür iradeden kurtulmak için diyorsun ki: “Allah’ım senin verdiğin yetkiye ben özgür etiket vermiştim ve ben hala onunla yaşıyorum, ama öyle olmadığını öğrendim. Fakat yanlıştan kurtulmama yardım et.” İşte bu kurtulma azmi ve duasıyla; içinde olmak istemediğin o hale, “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” demeyen o haline, o iradenin haddi aşan, onu suiistimal eden kısmına “La ilahe” diyorsun! “Semi’na ve eta’na” diyeceğin Amentü Billahi kapsamındaki hayata ise “İllallah” diyoruz. La ilahe illallah, La ilahe illallah... Aslında, onu bu manası ile ve defalarca söyleyeceğimiz dersler yapmak gerekiyor. Biliyorsunuz, Dûnillah algıya düşmek için bir gayret gerekmiyor, kendisi yürüyor! Ama “Billahi algı”yla ilgili çok gayret gerekiyor, onun olması için devamlı gayret etmek lazım. DûniHİ algı sebebiyle Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini “müstakil ve özgür irade” ilan eden insan, bu çerçevede aslında “müstakil bir kudret ve kuvvet” varlığını da kabullenmiş olmaktadır. İslamî bilgi ve hayat içerisinde çok önemli yeri olan bir şeyi şimdi yerinde görüyoruz: La Havle ve La Kuvvete illa Billah! Dûnillah algıyla Allah’ın size verdiği yetkiyi, kendinizle beraber Allah’ın dışına taşıdığınızda orada bir 103 AŞAĞILARIN AŞAĞISI güç oluştu. Ayetlerde hep okuduğumuz ve uyarıldığımız o güçtür: “O güçleri dost edinmeyin! Uydurup da güçler oluşturmayın! Gerçek şudur: Kefa Billahi Veliyyen ve kefa Billahi Nasıyra ve kefa Billahi Vekiyla! Onları sen etiketledin, sen yaptın, uydurduklarından medet umma. Sırası gelince bakacaksın ki, hepsi boş. Biz, Rabbimizin “Boş olduğunu şimdiden öğren!” dediği, Allah’ın dışında DûniHİ güçler oluşturduk. Hatta oralardan medetler ummaya başladık, hatta Allah’ın dışında ilah edinenler o güçlere tapmaya bile başladılar. İşte bu noktada, oluşan bu müstakil kuvvet ve kudretleri, o kabullenişleri de reddetmek ve yok etmek gerekiyor. Bize o da öğretilmiş: Ve La havle ve La kuvvete illa Billah. Her şeyimiz hazır Elhamdülillah, her şeyimiz... Ne kadar basit, ne kadar “kolay” değil mi? Kuyruğa girmek yok, fatura ödemek yok, parası/ücreti yok, telefon etmek yok, zahmet gerektirecek hiçbir şeyi yok... Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Yatmadan önce on defa ve La havle ve La kuvvete illa Billah dersen kendine cennet için bir vesile hazırlarsın.” Bitti... İşte şimdi, onu manasını da öğrenip söylemiş olacaksın. Ne diyeyim ki? Bitti, bu kadar da kolay. Onun için Allah ona “kolay” demiştir. “Ve La havle ve La kuvvete illa Billah” zikrullahı bizim için çok önemlidir. O önem anlaşıldıysa onu her fırsatta kullanmak gerekir. Hatta hata yaparken! Ne zaman dûniHİ/dûnillah bir güç fark ettik ve ondan medet umduk, hemen “Allahümme inniy euzü bike en üşrike bike şey’en 104 YILMAZ DÜNDAR ve ene a’lem ve estağfiruke lima la a’lem inneke entel allamul ğuyub” deyip; yönelip, yakarıp, sığınıp af dilediğimizde, hemen peşine o oluşturduğumuz gücü zihnimizden yok edelim, onu böyle koterle yakalım: Ve La havle ve La kuvvete illa Billah diye diye onu yakalım... “Ve La havle ve La kuvvete illa Billah”tan yararlanalım da dûnillah güçler, dûnillah etiketler oluşturmayalım. 105 AŞAĞILARIN AŞAĞISI 106 YILMAZ DÜNDAR 3. “MÜSTAKİLEN VARIM ve MUHTARIM” YAŞANTISI Dünya hayatı için kendisini dûniHİ algı içerisinde bulan insan, kendisini “müstakil ve özgür” tanımladı. Bu manaları içeren cümleleri neden çok tekrar ettiğimizi söyleyeyim: Kalb yıkamak için! Kalbi yıkamak için! Beyin yıkamak için değil, “beyin yıkamak” dûniHİ bir iştir. Müslümanın işi “kalb yıkamak”tır, kalb yıkanınca beyin kendiliğinden tertemiz olur. Kalb kirliyken beyni yıkasan ne olur ki? Bir işe yaramaz! Kalbi yıkarsan beyin kendiliğinden temizlenir, çünkü ona bağlıdır; beyin kalbin hizmetkarıdır. Dünya hayatı için kendisini dûniHİ algı içerisinde bulan insan, kendisini “müstakil ve özgür” tanımladı. Bu tanımın tabiatı gereği, Ahsen-i Takviym yapısındaki MTG yetkisini de “müstakil ve özgür” tanımladı. Böylece kendisini ve kendisiyle ilgili şeyleri dilediği gibi yönetebileceği bir dünya hayatı önüne açıldı. Aslında dûniHİ algı ve zann’ları olan, ancak onun “özgür iradesinin kararları” olduğunu söylediği hayat tarzını oluşturdu. DûniHİ algı ve zann’larıyla oluşan yeni kişiliğini de elbette “BEN” diyerek çevresine takdim etti. Yani: Allah’a isyan eden bu halini, Allah’ın “BEN” deme yetkisi olarak verdiği “BEN”i 107 AŞAĞILARIN AŞAĞISI aldı, o etiketi buraya da yapıştırdı ve “BEN” diyerek bu kafiri, bu küffarı takdim etti. Ancak bu tanım, Kur’an’a göre ASİ bir kişiliktir. Bu yüzden; farkı ortaya koyabilmek için bu kişiliğe söylenen “BEN”i, Asi kelimesinin “A” harfini alarak andık. “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında özellikle bu ismiyle kullandık; ona “A” Takdim Formu “BEN” dedik. DûniHİ algı ve zann’larıyla oluşan yeni kişiliğini “BEN” diyerek çevresine takdim edince, yani; Allah’a isyan eden haline, Allah’ın “BEN” deme yetkisi olarak verdiği “BEN” etiketini yapıştırınca ortaya “A” Takdim Formu “BEN” çıkmış oldu. Bu durumda “A” Takdim Formu “BEN” Esfele Safiliyn yapının etiketiyse, Ahseni Takviym yapı “B” Takdim Formu “BEN”dir. Diğeri “Asi” olduğu için “A” idi, bu da “Amentü Billahi” dediği için “B”dir. Ahseni Takviym yapı “Billahi”nin baş harfi olan “B” ile tanımlanınca adı “B” Takdim Formu “BEN” olur. Böylece; Batıl hayat tarzında kendisine BEN diyen ile, Hakk hayat tarzında kendisine BEN diyenin kastettiği birbirinden ayrılarak haddi aşan inkarcı BEN ortaya çıkmış olur. “A” Takdim Formu “BEN”in, diğer “BEN”den ayrı ve uzak kalmasına sebep olan şey “A” Ben’in dûniHİ algıda olmasıdır, bu algıyla “Varım ve Muhtarım” demesidir. Bu durumda Ahseni Takviym yapıya verilen NEFS, yaradanına karşı muhalefet etmekte, yaramazlık yapmaktadır. Hakk olan bir şeye muhalefet etmek ve hırçınlaşmak bir kelime ile ifade edilir: ŞERR. Şerr işle meşgul olmaya başlayan Nefs’in adı değişir, bu yeni hale 108 YILMAZ DÜNDAR Nefsin Şerri denir. Sonuç: “A” Takdim Formu “BEN” Nefsin Şerri’dir. Ahseni Takviym’de Vehim vardı, sonra o Vehmin Zulmeti’ne düştü; Ahseni Takviym’de Nefs vardı o şimdi Nefsin Şerri oldu. Nefsin Şerri “Varım ve Muhtarım” deyip, Allah’ın verdiği MTG yetkisini özgür ilan edip, “o bana aittir ve serbestim” diye haddi aşarak oradan Dûnillah kararlar veren bir hayat oluşturur. Oluşturduğu o hayatta da kendisine BEN der. BEN diyen o Nefs, kendisine verilen Nefs’i, yetkileri suiistimal ederek Allah’a karşı Allah’a muhalefet eden bir tarzda kullanmış ve bu konuda da hırçınlaşmıştır ki; işte, ona Kur’an ŞERR diyor. Dolayısıyla, işte o Nefs artık şerr ile anılır. Aynı Nefs’tir ama onun Allah’a karşı gelen davranışlarına “Nefsin Şerri” denir. Nefs’ten çıkan bu davranışlara, bu inkara Nefs adı altında “Nefsin Şerri” diyoruz. Bu tanım Nefs’in hakikati için değildir, bu ifade onun hakikatine söylenmez. Bu tanım, uslu bir çocuk yaramazlık yapmaya başladığında ona, “Bugün ne yaramaz çocuksun” demeniz gibidir, bu cümleyi onun fiillerine söylemeniz gibidir. “Nefsin Şerri” Nefs’in kiridir. İnsan Nefsin Şerri’ne “BEN” demekle Nefs’ine zulmetmiş olur, ZALİM olur. İşte: “A” Takdim Formu “BEN” diye isimlendirdiğimiz kişi böyle bir Nefs’e, bu Nefs’e Allah’ın ona verdiği bu Yetki’ye “BEN” dediği zaman O’na ZULM etmiş olur. Bu Nefs’e bu tür işler yaptırdığı için, O’nu bu algıda tuttuğu için, O’nun aslı bunu istemediği halde O’nu zorla Esfele Safiliyn’e mahkum ettiği için bu Nefs’e 109 AŞAĞILARIN AŞAĞISI zulmetmiş olur; NEFSE ZULÜM budur. Bu yüzden, o kişiye “nefsine zulmediyorsun” denir. Ve Kur’an bizi uyarır: Nefsinize zulmetmeyin; Tevbe-36: O’nu, yani size Ben’den verdiğim bir emanet olan “Kayıtlı Kendinizi Hissetme Duygu’nuzu yanlış işlerde kullanmayın.” Çünkü nefsinize zulmedince “Zalim” olursunuz. “Esas Zalim” işte budur: Bir şeyin hakkını vermeyene, bir şeyi Hakk’a bağlamayana ZALİM denir. Nefs’in hakkı Ahseni Takviym olduğu halde O’na Hakk’ını yaşatmayan O’nun hakkını vermiyor demektir; bu durumda o “zalim” oldu demektir. Bu konuda Efendimiz (SAV) bize dualar öğretmektedir, bu konu çerçevesinde onlardan ikisini paylaşalım. Bu dualar aynı zamanda konuştuğumuz bu konunun böyle olduğunu da gösterir. Bu konu böyledir ki, konuştuğumuz gibi olduğu içindir ki; Efendimiz (SAV) bu kelimelerle bize bu duaları öğretiyor: “Allahümme elhimniy rüşdiy ve eızniy min şerri nefsiy: Allah’ım bana rüştümü ilham et ve nefsimin şerr olacağı davranışlarından beni koru, onlardan sana sığınırım.” Konumuz da tamamen bu değil mi? “Allahümme rahmeteke ercu, fela tekilniy ila nefsiy tarfete aynin ve aslihliy şe’niy kullehu La ilahe illa ENTE, Sübhaneke: Allah’ım rahmetini umuyorum, beni göz kırpması kadar bile Nefs’ime, O’nun şerr haline terk etme; her halimi, her anımı ıslah et. La ilahe (dûnillah algı ve oradaki müstakilen var ve muhtar varlıklar, 110 YILMAZ DÜNDAR Allah’ın dışında müstakil hüküm veren, gücü ve mülkü olan varlıklar, güçler yok) illa Ente, SÜBHANEKE.” Neye “La ilahe” dediğimizi öğrendik: Dûnillah algı ve zann’ları olan müstakilen var ve muhtar varlıklar yok! Allah’ın dışında müstakil hüküm veren, gücü ve mülkü olan varlıklar/güçler yok! Duada geçen “Sübhaneke” burada söylenişiyle o da ayrı bir ilimdir, ama şimdi konumuzun gereği girmiyoruz, başka zaman yeri gelir inşaAllah. Hakk yolu sana bildiren “İslam Diyni”nin direği SALÂT’tır. Batıl yolu açan ise “Müstakilen Varım ve Muhtarım” anlayışının direği olan CİNSELLİK PLATFORMU ve ÖFKE’dir. DûniHİ algıyı ayakta ve sağlam tutan şey Cinsellik Platformu’dur, onun sana kazandırdığı bazı huylardır ve Öfke’dir. O algı bunlarla ayakta durur. Demek ki, bunları dizginlemek, hicret ettirmek, Dûnillah algının elinden almak gerekiyor. Konumuz gereği bu kadar söylüyoruz, Rabbim lütfederse, “cinsellik platformu nedir, ne demektir” onu da geniş paylaşırız. “Müstakilen Var ve Muhtar” olmak ancak “ilah”a mahsustur. Burada bir şeyi vurguluyoruz, lütfen dikkat edin. Allah gerçeği içerisinde şu çok önemlidir: “Var” olmak, “Müstakilen Var ve Muhtar” olmak ancak “ilah”ın vasfıdır, “ilah”ın tarifidir; “Var” ilah için mümkündür. İlah “Var ve Muhtar”dır; “Müstakilen Var ve Muhtar” ancak İlah’tır. Allah kendi zatında “Müstakilen Vardır ve Muhtar”dır. O yüzden Allah bizim ilahımızdır, 111 AŞAĞILARIN AŞAĞISI bu açıdan. Nas Suresi’nde “insanların ilahı” denilen budur, bizim için O böyledir. Yani: İlah kelimesi yalnızca birisinin bir ilah ve put edinmesiyle ilgili değildir, işin esası o değildir. Kişi zaten işin esasını bilmezken gerçek manası ile “ilah”ı anlaması olacak şey mi? İşin esasını bilmeyen birisi ilah tarif ediyor, biz de “ilah” tarifini onun dediği gibi kabul ediyoruz, bu doğru olur mu? O bilmiyor ki zaten! Kur’an “müstakilen var ve muhtar” olana İLAH der. Dolayısıyla: “Müstakilen varım ve muhtarım” demekle “ben ilahım” demek aynı manadadır. Bu yüzden bir insanın Allah’a karşı “Ben Müstakilen Varım ve Muhtarım” demesi, Allah’a karşı “Ben de ilahım” demesi manasına gelir ki; bu durumda, bu insan kendi varlığını Allah’ a eş ve ortak koşmuş olur. Dünya ve ahiret hayatının en önemli zikrullahı da burada başlar: Allah’a karşı kendimizi eş gösteren dûniHİ algı ve zann’larına “La ilahe illallah” deriz! DûniHİ algı ve zann’larına “La ilahe illallah” zikrullahıyla yaklaşan talip, bu kalb hastalığının ilacını bulmuş ve kullanıyor olur; yani, kalbini yıkıyordur. Kalb-i Selim olacaktır inşaAllah. Bu mübarek aylarda, özellikle Ramazan Ayı’nda bu manasıyla bu zikrullahı görev edinin. Böyle yaparsanız, tekrar yan yana geldiğimizde çok başka olursunuz... Lütfen önemseyin. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” duygusu dûniHİ algıdan kaynaklanan zann’dır. Allah’ın dışında olan bu idrak o duygudan kaynaklanan fiiller yaptırtır. İnsan doğru bir yönelişle o algıdan kurtulma mücadelesine girmişse, öyle fiil112 YILMAZ DÜNDAR ler yapıyor olsa bile Allah ona “neden yaptın!” demiyor, “yapmamaya gayret et, yapma” diyor. “Bana yönelir de kurtulmaya çalışırsanız sizi bağışlayacağım” diyor: “(Bakacağım) amellerinize, en güzelini alacağım, size onunla muamele edeceğim. Kötüleri sileceğim” (Zümer-35). Kötüleri sileceğim ve yaptıklarınız içerisinden en güzelini alıp size ona göre muamele edeceğim, yeter ki doğru inanın, yeter ki ilahlık iddiasında bulunmayın, bu yolda gayret edin... Bu manada, herhangi bir salâtın peşine secdeye gidebilirsiniz, secdenin yasak olmadığı zamanlarda bunu yapabilirsiniz. Bu secdede “dûniHİ” duyguyu tüm vücudunuzdan süzüp yoğunlaştırıp iki kaşınızın arasının hafif üstündeki noktaya, sanki secdede oradan fışkıracaksınız gibi getirebilirseniz... “La ilahe illallah, La ilahe illallah...” Bir, iki, üç, beş, yapabildiğiniz kadar... Bunu bu idrakla, bu reddedişle görev edinin. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası insanın dûniHİ algısından kaynaklanan zann’ıdır. Bu zanna Kur’an, insanın “HEVA ve HEVESLERİ” olarak da tanım getirmiştir: “(O) hevasından konuşmaz; O vahyolunan bir vahiyden başka değildir.” (Necm; 3, 4). Ayetler bize, Rasulullah Efendimiz (SAV)’in bildirdiği Kur’an ve sünnetin dûniHİ algının zann’larıyla karıştırılmaması gerektiğini vurgular ve sonra da bizi uyarr: 113 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Yoksa, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) bir takım ilahlar mı edindiler? De ki: “Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların kitabı ve benden öncekilerin kitabı.” Hayır, onların ekseriyeti Hakk’ı bilmiyorlar, bu yüzden de yüz çevirirler! Senden önce hiç bir Rasul göndermedik ki, ona: “Benden başka ilah (müstakil ve muhtar varlıklar) yoktur; o halde, bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya; 24, 25). Eğer dûniHİ hal bir algı olmasaydı ve Allah’ın dışında müstakil ve muhtar varlıklar olsaydı, hatta bunlar da ilah gücünde olsalardı, durum nasıl olurdu? Kur’an cevap veriyor: “O ikisinde (Arz ve Semavat’ta) Allah’dan başka ilahlar olsaydı, elbette ikisi de fesada uğrardı. Arş’ın Rabbi olan Allah onların vasıflamalarından münezzehtir.” (Enbiya-22). Bu böyle midir, onu şimdi hayatımızdan öğrenelim. Ayet diyor ki: Eğer öyle iki müstakil varlık olsaydı birbirlerini yok ederlerdi. Bu ayetlerden öğrendiğimle diyorum ki: Bir insan dûniHİ algıyla “ben varım ve muhtarım” derse ilahlığını ilan eder. Böyle diyen insanları bir düşünün; her yer ilah! İlah, ilah... Şimdi, onların niye kavga ettiklerini anladınız mı? Ayet söyledi: İlahlar kavga eder! Niye bize öfke yasaklanmış anladınız mı? Çünkü öfke ilahındır. İlahlar kavga eder, çünkü: Mutlaka kendine ait bir menfaati vardır ve mutlaka kendinden yüce birisi vardır. Ona yaranmak ve mutlaka diğerini de ezmek ister. Ayet diyor 114 YILMAZ DÜNDAR ki: Eğer öyle bir şey, öyle bir varlık, öyle güçler olsaydı ikisi de fesada uğrardı, kavga ederlerdi. Halbuki evrende barış, selamet var. Onu bize öğreten Esma’ül Hüsna Selam’dır. Ayetlerle kompozisyonumuza devam ediyoruz. “Allah hiç bir çocuk edinmemiştir. O’nunla beraber bir ilah da yoktur. Aksi taktirde; her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah onların yakıştırmalarından (yakıştırdıkları şeylerden) münezzehtir.” (Mü’minun-91). Aynı olayı bir başka benzetmeyle görüyoruz: Eğer öyle bir şey olsaydı herkes kendi yarattığını sevk ve idare ederdi. Çalıştığınız yerlerde vardır, “burası benim yerim, benim iş alanım burası, burası benim yetki alanım, sen karışma” denir, duyarız, o da bir ilahlık özelliğidir. İnsanlardaki ilahtır o seslenen. O tavır ve davranışlar, onların ilah olduklarının kanıtıdır; ilah oldukları için, “Müstakilen Var ve Muhtar” oldukları için öyle davranmaktadırlar. “De ki: “Eğer onların dedikleri gibi O’nunla beraber ilahlar olsaydı, o vakit elbette Arş Sahibi’ne bir yol ararlardı.” (İsra-42). Ayetlerden öğreniyoruz ki: Birden fazla ilah bulunsaydı mutlaka kavga ve tartışma olurdu. Esas hükümranlık için Arş’ı ele geçirmeye çalışırlardı. Arşı kim istiva etti: Allah! Aksi halde; işte orayı istiva edebilmek için, yani orada hükümran olabilmek için güç savaşı yaparlardı. Veya bakardı; Arş kimin elinde? Ve ona da gücü yet115 AŞAĞILARIN AŞAĞISI miyorsa, ona teslimiyet için yol ve çare ararlardı. “Böyle şeyler olmadığına, böyle şeyler görmediğinize göre hala anlamıyor musunuz?” diyor. Ayet bize; “öyle bir evreniniz var ki, orada böyle şeyler görmüyorsunuz, bir deliliniz de yok, bu iddiaları nereden çıkarıyorsunuz?” diyor. DûniHİ bir ilah edinmek ve ona dua etmek konusunda Sebe ülkesinden bir misal verilmiştir. “Onu ve kavmini dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) Güneş’e secde ediyorlar buldum. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bu sebepten doğru yolu bulamıyorlar.” (Neml-24). Konu uzamasın diye kıssanın tamamına bakmıyoruz. Kur’an’ı ders yapacağınız için siz inşaAllah meallerden bakın. Anlatılan olayı tefekkür edelim: Hz. Süleyman aleyhisselam’a Sebe ülkesinde Güneş’e secde edenler anlatılıyor: Güneş’e secde edenleri buldum. Onu ve kavmini dûnillah (algı sonucu müstakilen ve muhtar zannederek) Güneş’e secde eder buldum. Onlar Güneş’i müstakil varlık ve muhtar bir güç zannederek ona secde ediyorlar. Günümüzde de güneşe secde edenler var, biliyorsunuz. Oysa açık ayet var: “Sakın Ay’a ve Güneş’e secde etmeyin, Allah’a secde edin” (Fussilet-37). Secde ayetidir... “Onları böyle buldum” diyor. Şu ayette de Sebe kavmi melikesinin dûniHİ yaşantı yüzünden idrakının yanlışa kaydığı belirtilmektedir: 116 YILMAZ DÜNDAR “Daha önce dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) kulluk yaptığı şeyler onu (o kadını bu idraktan) alıkoymuştu. Muhakkak ki, o kafir bir kavimdendi.” (Neml-43). DûniHİ algının nasıl idrak kaydırdığı bize bu ayetle de gösteriliyor! Dikkat edin, kişi idrakını “dûniHİ algı”dan kurtaramazsa İslam gerçeğini duyduğunda Billahi anlamında imanı anlayamaz ve fikirlerinde saçmalar. Buna bir misal Mekke müşriklerinden verilmiştir: “Şirk koşanlar dediler ki: Eğer Allah dileseydi biz de babalarımız da dûniHİ (düşünüp Allah’ın dışında başka) bir şeye kulluk etmezdik ve dûniHİ (düşünüp Allah’tan ayrı) bir şeyi haram yapmazdık. Kendilerinden öncekiler de işte böyle yapmıştı. Rasuller üzerine apaçık tebliğden başka ne düşer?” (Nahl-35). Bu manada birkaç ayet daha var. Benzer ayetleri Fatiha kitapçığında incelediğimiz için yalnızca “idrak kaydırma” konusuna odaklanıyoruz: Sizinle paylaşmaya çalıştığımız bu gerçekleri Efendimiz (SAV) onlara o zaman açıkladığında, bu müşrik diyor ki: Eğer “müstakil ve muhtar” değilsek niçin Allah bizim muhtarlığımıza izin veriyor? Dileseydi yapmazdık! Böyle diyerek kendince delil ortaya koyuyor. Demek ki, “müstakilen var ve muhtar” olduğuna o kadar güçlü inanıyor ki, böyle diyor: Madem biz dûniHİ algıdayız ve sen bizim o kapsamdan kurtulmamız için “Amentü Billahi deyin” diyorsun; bizi Tevhid’e çağırdın ve “La ilahe illallah” dedin, eğer öyley117 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sek, dileseydi biz de böyle müşrik olmazdık. Neden bizim “müstakilen var ve muhtar” olmamıza izin veriyor? Dileseydi yapmazdık! Böyle diyerek Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e “karşı fikir” üretiyor. Bunu kimin cümlesiyle yapıyor? Efendimiz (SAV)’in cümlesiyle. DûniHİ algıda olduğu için idrak kaymasını bize ayet gösteriyor: DûniHİ algıda olduğunuz zaman Rasulümü de Billahi’yi de anlayamazsınız; reddedersiniz. İdrak kaymalarının çok önemli bir sebebini de Kur’an bize şöyle bildirmektedir: DûniHi algı ile müstakilen var ve muhtar zannedilen güçlerden medet ummak, doğrudan şeytandan istemektir ve o da insanları saptırır; çünkü, bu konuda yemin etmiştir. Hatırlatayım inşaAllah: DûniHi algıda, zann’larıyla Allah’ın dışında müstakil var ve muhtar güçler var sanıp onlara kulluk yapmak, onlardan medet ummak, onların güçlerinden yararlanmaya çalışmak için çırpınmak vardır. Bir çok şeyi sıralayabiliriz. Böyle dûniHİ işler yaptığınızda Kur’an diyor ki: Ayetlerimi okudun, gördün ki, öyle bir güç yok, öyle bir dûniHİ güç yok, onlar senin koyduğun isimler senin zannın, onlar vehmin zulmeti, onlar zannın fazlası, onlar batıl, onlar yok. Sen buna rağmen o yoktan istedin. Ama bu isteğin boşa gitmez! Onlar yok diye talebin boşa gitmez, şeytana söylemiş olursun ve sana şeytan gelir! Zihninde oluşturduğun yok olan bir şeye söylemekle şeytana söylemiş olursun. İşte delilimiz: 118 YILMAZ DÜNDAR “Onlar (müşrikler) dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri) dişileri (dişi isimli tanrılarını) çağırıyorlar (onlardan istiyorlar), ancak inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar.” (Nisa-117). Kur’an’dan öğreniyoruz ki: DûniHİ algı ve zann’ları yok diye onlara yönelme ve talepler boşa gitmiyor. O talepleri kullanan var; doğrudan şeytan o talebinizi alır, değerlendirir. “(Şeytan:) “Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” (dedi). Kim şeytanı dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannıyla hareketle) dost edinirse, gerçekte o apaçık bir hüsrana uğramıştır.” (Nisa-119). Esfele Safiliyn yapıdaki kişi şeytanla böyle doğrudan temasta oluyor. Kur’an’ı ders etmediği için de şeytanı da dûniHİ algıyı da tanıyamıyor. Kur’an kendisini ders edene öğüttür, öğretir: “...Çünkü şeytan insana: “İnkar et” der. İnsan inkar edince de: “Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” der.” (Haşr-16). Seni orada bırakır... Şeytan Allah’tan korkuyor. Haşr-16 böyle diyor: Şeytan insana “İnkar et” dediğinde insan da inkar ettiğinde onu öylece terk eder gider. Ayetteki “inkar et”i lütfen yanlış anlamayalım. “Biz Allah’ı inkar etmiyoruz” 119 AŞAĞILARIN AŞAĞISI diyorsunuz, tamam, o ayrı iş! Ama O’nun dediği gibi yaşamıyorsun! Bu da bir inkardır ve şeytan sana onları yaptırıyor. Onda sürekli bir inkar var; şeytanın işi içerisinde herkese, her duruma göre değişen bir inkar var. Ve o inkar gerçekleştiği zaman da; “Senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyor... 120 YILMAZ DÜNDAR 4. ALLAH’A KARŞI MÜTEKEBBİR BAKIŞ Bu bölüm kapsamındaki konuyu daha önce Fatiha kitapçığında çok geniş ele aldığımız için, bu başlık altındaki kısım çok kısa olacak. Bu konuyu ilgili ayetleriyle Fatiha kitapçığında neden çok geniş işlediğimizi açıklayayım: Fatiha Suresi’ni okurken “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestain” derken “Mütekebbir” olmamak lazım. “İyyaKE na’budu” ayetini okurken aslında diyorsunuz ki: Allahım, yalnız (sana) kulluk ederiz yalnız (senden) yardım dileriz: “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestain.” “Kulluk ederim” demek öyle bir manadır ki, eğer kişi onu demezse “kulluk ederim” lafı boşadır. O söyleyiş önce bu idrakla olmalıdır: Allahım, ben sana karşı mütekebbir değilim. Onda önce bu mana vardır: Allahım sana karşı mütekebbir değilim. Ve yolun için de yalnız (senden) yardım isterim. Açıklamalarımız “alt sınır”dan olduğu için böyle söylüyoruz, aslında “yalnız senden isterim” demenin bir ileri manası daha var: “DûniHİ algıyla güçlerim yok!” Mananın birisi de budur: Yani; “Billahi çerçevesinde yönelirim.” Bütün bunlar ile idrak onarılınca, “yalnız senden isterim” meali “senden isterim” olur. O kadar! O algı silinince böyle olur: Senden 121 AŞAĞILARIN AŞAĞISI isterim... “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestain”i o zaman nasıl söyleriz: Sana kulluk ederiz, senden isteriz. “Sanki başka da var” gibi bir mana algılanmasından utanır. “İyyaKE na’budu” ayetinde biz bir nevi “La ilahe illallah” diyoruz. Diyoruz ki: Allahım, dûniHİ algı ile olan güçler nelerse öyle bir güç tanımım yok! Onlar La ilahe! Senden isterim. Bu manada bakıldığında “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestain” bir nevi “La ilahe illallah” demektir. Bu yüzden, “İyyaKE na’budu” derken; “Allahım Kur’an’ın tarif ettiği şekilde yöneldim, mütekebbir değilim ya rabbi” demek gerekiyor. “Mütekebbir değilim” derken kastedileni Fatiha kitapçığında ilgili bölümde çok geniş tefekkür ettik, orada geniş paylaştık. O açıkladıklarımızın hepsini tek ve küçük bir düşünce manası haline getirip “İyyaKE na’budu” ayetine taşımak istediğimizde şöyle düşünebiliriz: Allahım ben mütekebbir değilim. Şimdi başlığımız olan “Mütekebbir”i konumuz olan DûniHİ/Dûnillah ile ilişkilendirelim. Çünkü onu tanımak lazım ki, ondan kurtulalım. Tanımak lazım ki, “ben öyle değilim” diyebilelim. DûniHİ algı sonucu insanın kendisini, “Müstakilen Var ve Muhtarım” diye tanımlayıp ve bu durumu takdim için “BEN” demesi Kur’an’da MÜTEKEBBİR davranış olarak nitelendirilmiştir. Bu takdimin bir tarifi de “mütekebbir”dir, çünkü Mütekebbir “BEN” diyendir. “BEN” demek suç değildir, çünkü Allah “BEN” diyor. Suç olan Allah’ın yerine “BEN” demektir. Bu manası ile “Ben” demenin suç olmadığı” yeterince izah edi122 YILMAZ DÜNDAR lemediği için insanlar BEN demiyerek kurtulacaklarını zannederler. En üst nefs mertebesindeki bile kendisini “BEN” diye takdim eder. Mesele “BEN” kelimesi değildir, Allah’ın yerine “BEN” demektir. Önce budur, alt sınır budur. “A” Takdim Formu “BEN” Vehmin Zulmeti ve Nefsin Şerri’yle dûniHİ algı sonucu “müstakilen varım ve muhtarım” dediği haline “BEN” etiketini yapıştırıyor; “Ben de ilahım” manasında “BEN” diyor. İşte “Allah yerine BEN” demek budur. Daha doğrusu “Allah gibi BEN” demek budur. “Kul gibi BEN” demek sakıncalı değildir. Bize “kul gibi BEN” deme izni verilmiştir. Kur’an’ın yasakladığı “Allah gibi BEN” demektir, Allah’ın demesi gibi BEN demektir. Allah’ın BEN demesi gibi BEN diyenlere Kur’an “mütekebbir” demiştir. Mütekebbir kelimesi noksan olarak “kibirli insan” şeklinde çevriliyor ve insanlar ondan amel çıkaramıyor. Kim “ben kibirliyim” der ki? Kimse “ayranım ekşi” demiyor, öyle olunca hiç “kibirli insan” da bulamıyorsun, ayet gündemden düşüyor. Fark eden için, o ayetler şöyle söylüyor: “Allah gibi BEN diyen mütekebbirdir.” Çünkü Mütekebbir Allah’tır, o bir Esma’ül Hüsna’dır: El Mütekebbir... İşte, böyle olduğu halde “Allah gibi BEN” diyene Kur’an “mütekebbir” demiştir. Bir insan ki; Allah’ı hiç tanımasa da, Allah’ın varlığını ve Ehad ve Samed olduğunu duysa ve inkar eden olsa da; Allah’a inandığını söylese de mümkün olduğunca kurallara uyduğunu belirt123 AŞAĞILARIN AŞAĞISI se de eğer, “Allah’ın dışında müstakilen varım ve muhtarım” diyorsa Kur’an’ın tanımlamasıyla o insan MÜTEKEBBİR’dir. Eğer mütekebbir olmayı, yalnızca bir insanın yaşadığı ortamda kendisini üstün görme gayretleri olarak ele alırsanız, Kur’an’ın “mütekebbir” dediği insanı, insanların kendi aralarındaki konuşmalarındaki vasıflandırmalarla hem sınırlamış ve hem de konuyu esas manadan uzaklaştırmış olursunuz. Kur’an’ın Mütekebbir dediği insan öncelikle Allah’a karşı “Ben de müstakilen varım ve muhtarım” diyendir. Bu kişi daha sonra Allah’ın yarattıklarına ve emirlerine karşı edepsiz bir kıyas ile yaklaşmaktır. İşte müslümanlar bu tuzağa düşerler. Onu sonraki başlığımız olan ĞILL içerisinde genişçe göreceğiz. Yaratılanlara kıyasla bakmak; “Ben iyiyim, ben güzel salât ikame ediyorum, ben konuyu daha iyi biliyorum” gibi düşünce ve yaklaşımlar, bütün bunlar insanın “kendisini Allah ile kandırması”dır. Hele de bir müslümana karşı “müstakilen varım ve muhtarım” duygusuyla, bir kıyasla bakmak, Allah’a karşı “varım ve muhtarım” demekle aynıdır, Kur’ân açısından böyledir. Billahi kapsamda olmak kaydıyla, DûniHİ olmamak kaydıyla, dûniHİ olanlara KİBRİYA göstermek ise ayrıdır, o özel bir konudur ve “sadaka” hükmündedir. O başka bir şeydir, başka bir görevdir, “mütekebbir” ile anlatılandan ayrıdır, onunla karıştırmamak lazım. Biz birisine nasıl davranacağımızı değil de kendimizi düzeltmeye çalıştığımız için, onu öğrenmeye çalıştığımız 124 YILMAZ DÜNDAR için konu böyle akıyor. Eğer siz “Dûnillah”a karşı “Billahi”yi temsil ettiğinizde Billahi anlamın kula tanıdığı Kibriya’yı göstermezseniz İslam’a karşı haksızlık yapmış olursunuz. O duruş başka bir duruştur ve bu konunun dışındadır. Ona sadaka sevabı verildiğini bize bildiren bir de hadis vardır. Demek ki: Mütekebbir olmak “Allah gibi BEN” demektir, “Ben de müstakilen varım ve muhtarım” demektir. Yani; “Ben de ilahım” deyip, sonra da oraya Allah’ın “BEN” demesinden bize öğrettiği “BEN”i alıp koymaktır, “BEN” etiketini ortaya yapıştırmaktır; Esas Mütekebbir budur. Bu etiketle Allah’a bakmak Mütekebbir Bakış’tır, esas mütekebbir bu bakışta olandır. İşte bu etiketiyle birisi İslam’ı anlatıyor. “Ben de Allah’ın dışında varım ve müstakilim” etiketiyle Allah anlatılıyor, Kur’ân okunuyor... Allah inancına bu bakış Mütekebbir Bakış’tır. Böyle yapanları Kur’an’dan öğreniyoruz. Burayı biraz halledecek gibi olursa müslümanın düşeceği tuzak başlar ki; bu durumda kişi müslüman da olsa onda “mütekebbir”in kırıntıları var demektir. Bu tuzak, Allah’ın yarattıklarına karşı kıyaslar tarzda, bir mevki oluşturur tarzda bakmaktır. Kur’an’ın “mütekebbir”i anlatışını konumuz kapsamında Saffat Suresi ile tamamlayalım: “Onlara “La ilahe illallah” denildiğinde müstekbir davrandılar.” (Saffat-35). Buradan bir amel, bir ders çıkarmak için okuyan talib, “kibirli insan” bakışıyla yapılan meali anlayamaz! Anlamak için bu ayete şöyle ba125 AŞAĞILARIN AŞAĞISI kalım: Mevzuyu anlayamayanlara ve kafirlere; “llah’ın dışında ‘müstakilen var ve muhtar’ olan bir varlık yoktur; hatta bu iddia ettiğiniz ‘var’a ilah deseniz bile! Ancak Allah!” denildiğinde, dûniHİ algı ile, yani ‘Hayır, biz hem müstakilen varız hem de muhtarız” idrakıyla karşılık verdiler. Bu “Mütekebbir”in ilk örneği şeytandır: “İblis müstesna; o müstekbir davrandı ve kafirlerden oldu.” (Sâd-74). “Âdem’e secde edin” denildiğinde melaikenin hepsi secde etti, ancak İblis, “Ben müstakilen varım ve muhtarım, ne yapacağıma ben karar veririm” manasında davrandı. Yani Allah “secde et” dendiği zaman “semi’na ve eta’na” demedi. “Şeytan Vasfı”nı yakalayın! O cin taifesinden, şeytanlık onun görevi, görevinin adı şeytanlık. Ama biz o duruma düşmeyelim! Şeytanlık aslında Allah’a karşı “işittik ve itaat ettik” dememektir! Oysa Rabbimiz imanlılara öğüt veriyor: “İşittik ve itaat ettik” deyin. Öyle deyin de noksan yapmış olsanız da affedeceğim” diyor. Yeter ki “semi’na ve eta’na” de! Sen de elinde fırsat varken de, inşaAllah. Kur’an bize “semi’na ve eta’na” hayat tarzını öneriyor, “siz böyle deyin” diyor. Şeytan ise; “Ben müstakilen var ve muhtarım. Ne yapacağıma ben karar veririm” diyor ve bu manada davranıyor. Böyle davrandı ve Allah’a ait vasıfları inkar etti. Böylece ilk “mütekebbir” örneği o oldu... 126 YILMAZ DÜNDAR 5. ĞILL’İN HAKİMİYETİ DûniHİ algı sonucu ürettiği zann’larla “müstakilen varım ve muhtarım” diyen MÜTEKEBBİR insanın temel özelliklerinden bir diğeri de Efendimiz (SAV)’in insanlığa, insanlara duyurduğu Allah’tan, Allah’a “La ilahe illallah” diyerek inananlardan, İndillah’taki diyn olan İslam’dan ve bütün bunları hatırlatacak her türlü şeyden nefret etmesidir. Dûnillah algıda olan insan o algıyı benimsemişse, o algıyı hayat tarzı yapmışsa hayatında belki bir başka şeye o kadar kuvvetli inanmaz. DuniHİ algı sonucu ürettiği zann’lara bu kadar kuvvetli inanarak, onları bu kadar kuvvetli savunarak Allah’tan nefret eder, Allah’ın özellikle İhlas Suresi’nde anlatılan özelliklerinden nefret eder. “La ilahe illallah” diyerek İslam’a yaklaşanlardan nefret eder. İslam Dini’nin sisteminden, anlattıklarından nefret eder. Öyle nefret eder ki, bunları hatırlatacak şeylerden de nefret eder. Ona bir şey bunları hatırlatıyorsa, bir insandaki bir hal, bir özellik ona Allah’ı hatırlatıyorsa, o insanı tanısın tanımasın nefret eder. Engelleyemez, bu nefretini engelleyemez; Dûnillah algıdan ve onu hayat tarzı yapmışsa onun getirdiği bu nefretten kurtulamaz. Bu nefreti Kur’an daha geniş manada “ĞILL” olarak isimlendirmiştir. 127 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Allah vahidiyeti ile zikredildiğinde ahirete iman etmeyen kimselerin kalbleri tiksinir. O’ndan başkası zikredildiğinde ise hemen müjdelenmiş gibi yüzleri güler.” (Zümer-45). Sahibi söylüyor. Ve dikkat ederseniz bu ayet “Allah zikredildiğinde” demiyor. Allah vahidiyeti ile zikredildiğinde! Yani: Dûnillah algı yoktur, inanacağınız gerçek “Billahi kapsamında bir iman”dır diye Allah anlatıldığında ahirete iman etmeyen kimselerin kalbleri tiksinir. Dûnillah algıdan ve o algıya ait dünyadan birileri gündem olduğunda ise bir anda yüzleri güler, bir anda sevinirler, müjdeleşirler. “Hayır! Onlar azgınlık (haddi aşmışlık ve) nefrette direnip durmaktadırlar.” (Mülk-21). “Kendilerine ayetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıp çullanacaklar...” (Hac-72). Dûnillah algıdakiler ellerinde olmadan böyledirler, onların bu halden kurtuluşları yok; yani ikna ile bundan kurtulamazlar. Eğer bulundukları bir ortamda İslam anlatılmıyorsa dûniHİ algıdaki topluluk ve toplumlar birbiri ile anlaşır. Eğer İslam anlatılıyorsa hemen bu nefret ortaya çıkar, bundan kurtulamazlar. Onlara anlatmakla ikna etmekle bu huyları değişmez. Dûnillah algıdan kurtulmadıkça, “Amentü Billahi demedikçe bu özellikten, bu işten kurtulamazlar. Dûnillah algının yapışmış mütemmim cüzü nefrettir; Allah’tan nefret edecek! Ayetler öyle söylüyor. Oysa yine Kur’an buyurmaktadır ki: 128 YILMAZ DÜNDAR “İşte böyle! Kim Allah’ın Şeair’ine (Allah’ın alametlerine, Tevhid’e) ta’zim ederse (saygı gösterir, hürmet ederse) muhakkak ki o, kalblerin takvasındandır.” (Hac-32). Esfele Safiliyn özellikli insanın, ahseni takviym özellikli kalbinin etrafını bir kılıf olarak kaplayan ĞILL, ahseni takviym halin insanla ilişkisini keser ve sanki kalb tamamen “ĞILL”miş gibi çalışır. Beyin, Fuad’dan ĞILL emirleri alır, sadrdan ĞILL yayılır. Böylece bu insan, Allah’a şükredebilme lütfûndan mahrum bir zavallı olur. “Sizi inşa eden ve sizin için sem’, ebsar ve fuadlar oluşturan O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Mülk-23). Bu mekanizmayı İnşirah Suresi’nde geniş ele almıştık, hatırlayacaksınız. Şimdi konumuz harici olarak birkaç cümleyle onu anlamaya çalışalım. Esfele Safiliyn yapıdaki insanı sadrı yönetir, kalbi yönetmez. Sadrın yönetimi kalbte olursa, o sadrı kalb İhlas Suresi doğrultusunda yönetir. Özellikle Lüb aktiflendiği zaman, yani kalbteki Lüb Nuru açıldığı zaman yönetim Kalb’in eline geçer ve işler değişir. Ama başlangıç öyle değildir. Başlangıç Esfele Safiliyn’dir ve yönetim de Sadr’dadır. Sadr kalbi saf dışı etmiştir, onun üzerini Esfele Safiliyn halle kalıp gibi örtüp maskelemiştir. Bu durumda, Esfele Safiliyn yapı sadra emirler kalbten geliyormuş hissi verdirtir, sadrınız kendisine emir kalbten geliyormuş zanneder. Esfele Safiliyn yapı Dûnillah algıyla kalbin etrafını kaplayınca sadrın yönetimi nefsin şerri olan 129 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Esfele Safiliyn’e geçer ve beyin ondan emir alarak çalışır. Ve Fuad sadrda oluşan şer zann’larla analiz sentez yapar ve o şer zann’lar beyinden fiile dönüşür. Fiiller için analiz yapan Fuad’dır, İnşirah kitapçığından hatırlayacaksınızdır, o doğru eğri ayırmaksızın analiz yapan bir mekanizmadır Fuad’ı bize Kur’an öğretiyor, ayetlerde “Size fuadlar verdik” denilen odur. Meallerde onu “gönül” diye çevirmişler, ama o gönül değildir! Fuad Fuad’tır. Onun adı Fuad’tır ve bir işi vardır; duyduğu bilgileri almak ve analiz sentez yapmak. Mülk-23. ayet bunu anlatıyor: Size SEM’ verdik; şey duyma, işitme ile ilgili tüm şeyleri, teknolojik olanlar dahil verdik. EBSAR verdik; görme, idrak etme yetileriniz var. Ve FUADLAR verdik; kalbinize bütün bunları analiz edip bir sonuca çevirme gücünü verdik. Bütün buna rağmen ne kadar az şükrediyorsunuz, yani işlerden doğru sonuç çıkarmıyorsunuz. Elinizdeki bu sermayeyle doğru sonuç çıkarmıyorsunuz! Ayetten bunu öğreniyoruz! Bunu kim, nasıl yapıyor? Esfele Safiliyn yapı! Kalbin üstünü kaplayarak, onu hasta tutarak, onu çalıştırmayarak yapıyor. Bunu önleyecek şey nedir başlangıçta iman nurudur. İman Nuru kalbte çalışmaya başlayınca sadr iman nuru ile etkilenmeye/sarsılmaya başlar. Sadrın sarsılması, gel-gitler yapması, bu ayrı bir süreçtir, şimdi ona girmiyoruz. Şimdi anlatmaya çalıştığımız şudur: Esfele Safiliyn yapı Dûnillah algıyla kalbin etrafını sımsıkı kaplayınca yönetim sadra geçer, nihayet kişi o şer zannlar’la yaşar... Dünyaya gelen insan DûniHİ algıyı sevdiği önemsediği 130 YILMAZ DÜNDAR için onunla bir mücadelesi de yoktur. Ondaki Esfele Safiliyn mekanizması bu işi çok rahat yapar. Yönetim sadrdadır, beyne emir Sadr’dan, dûniHİ algı merkezinden gider. Çünkü fuad sadrdan aldığı bilgiye ait sonuçlar üretir. Kalb iman nuru ile kıpırdamaya başladığında fuad şaşırmaya başlar; öyle mi böyle mi? Çünkü hem kalbe ait imani sonuçlar, hem de sadra ait farklı sonuçlar buluyordur. Ama sadr sarsılmaya başlamıştır. Eğer kalbte Lüb Nuru açılırsa Fuad o kadar etkilenir ki, Lüb Nuru’nun etkisi altında kalır. Ve ondan sonra sapmaz bir şekilde artık hep İhlas Suresi’ne uygun sonuç çıkarır, şaşmaz! O zaman Fuad’tan Beyin’e artık bu emirler gider... Ama bu hemen olan bir şey değildir. Çünkü Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Sistemi’nde kalbi ĞILL kuşatmıştır, yani Allah’tan ve Sistemi’nden nefret kalbi kaplamıştır. Öyle kaplamıştır ve de kişi o halinin doğruluğuna o kadar kuvvetli inanmıştır ki... Bu öyle kuvvetlidir ki, “Allah’a inanıyorum” diyenin imanını bir yere koysak, “inanmıyorum” diyenin Esfele Safiliyn inancını bir yere koysak, ikincininki daha kuvvetli çıkar. Esfele Safiliyn bu kadar kuvvetlidir, inandığı şeyin haklılığına ve doğruluğuna böyle kuvvetli inanır. Esfele Safiliyn böyle bir musibettir. Ufak tefek gayretlerle ondan hemen kurtulunmaz, çok ciddi bir mücadeleyi gerektirecek derecede kuvvetlidir. Onun o kuvveti yüzünden Sadr’a ĞILL hakim olur ve böylece sadrdan çıkan herşey ĞILL süzgecinden çıkar; yani Allah’a ve sistemine nefret süzgecinden çıkar. O kişiden hep “Allah’tan nefret 131 AŞAĞILARIN AŞAĞISI elbisesi” giymiş fikirler, yorumlar, bakışlar çıkar. Esfele Safiliyn yapı sadra hakim oldukça bundan kurtuluş yoktur, ikna etmekle, anlatmakla falan onu kurtaramazsınız. Al-u İmran; 119. ayet “Siz onu seversiniz ama o sizi sevmez” diyor. İmanlı kişi onu sever, anlaşır, bir yerde buluşur. Ama o sizi sevmez. Ondaki bu sadr hakimiyeti nedeniyle, yani sadrına Esfele Safiliyn yapının hakim olması nedeniyle o kişi çok tabidir ki; şükredemez. Çünkü görmesi ve görme ile ilgili bilgi toplaması, işitmesi ve işitme ile ilgili bilgi toplaması hep dûniHİ’dir. Hep bu bilgiler gelince Fuad’dan sürekli dûniHİ algıya ait nefret sonuçları çıkar, beyne o emirler gider ve oradan nefret fiilleri çıkar. Bu ĞILL’le o, şükürden mahrum bir insan olur. Dolayısıyla, kalbinde ĞILL bulundukça insan cennete giremez, dünya hayatında da cennetlik amelde bulunamaz. “Biz onların (cennet ashabının) sadrlarında ğıll’den ne varsa söküp attık.” (Hicr-47, A’raf-43). Allah onu söküp attığı zaman kurtuluyoruz... Bu ayetlerden anlıyoruz ki, cennette ĞILL’le olunmuyor, Allah onu atıyor. Kulun kalbi o zaman cennete uygun hale geliyor. Demek ki, Allah’tan ve O’nun sisteminden nefret ettikçe cennet kişiye haramdır. Yaşarken de bu nefret yüzünden cennete uygun amel yapamazsınız... “Onlardan (Ensar ve Muhacir’den) sonra gelenler, şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizden öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et, kalblerimizde iman etmiş olanlar için bir ğıll 132 YILMAZ DÜNDAR oluşturma. Rabbimiz! Muhakkak ki; Sen, Raufun Rahiym’sin.” (Haşr-10). Rabbimiz, ĞILL’den kurtulmamız için dua ile kendisinden yardım istememizi öğretiyor. “La ilahe illallah” demeyen mütekebbir insan hem MÜTEKEBBİR özelliklerini, hem de ĞILL özelliklerini noksansız ortaya koyan bir karakterdir. “La ilahe illallah” diyen insanda ise ĞILL; müslüman kardeşlerine karşı sevgi noksanlığı ve çekememezlik gibi davranışlar seviyesine iner. Ancak bunların da kalkması şarttır, bu ĞILL’in de temizlenmesi gerekir. Müslümanlar, müminler kardeştir. Ancak bu kardeşlik dûniHİ vasıflı ise ilişkilerde o söylediğimiz şeilde ve seviyede ĞILL görülebilir. DûniHİ algı silindikçe o ĞILL de silinir. Haşr Suresi10. ayette öğretilen dua bu sebepten bizim için çok önem taşır. Bundan dolayı müslümanların selamlaşmaları diğer insanlarınkinden farklıdır; önemli bir duadır. Selamlaşmak dualaşmaktır. Selamlaşmak; DûniHİ algı ve zann’ların hakim olduğu hayat tarzından kurtulma duasıdır, Allah’tan Selam ismi ile yardım istemektir. “Selâmün Aleyküm; Allah’ın Selamı üzerine olsun” dediğimizde: Allah seni dûniHİ algıdan, O’na karşı mütekebbir olmandan, O’na karşı kendini şirk koşma algısından Selam isminin yardımıyla kurtarsın. Ve o Selam isminin sana sağlayacağı barışı ve esenliği lütfetsin inşaAllah. Böyle dua ediyorsunuz, selamlaşma böyle bir dualaşmadır. “İslam’da Selam” konusu bu yönü 133 AŞAĞILARIN AŞAĞISI ile ele alınmalıdır. Yoksa o, hal hatır sormak, ilişki kurmak, güzel insan gözükmek gibi şeyler sanılır. Değildir! Selam dünya ve ahiret için bu kadar önemli bir duadır. Bu yüzden, onu israf etmeyin: Taşıdıığı ĞILL yüzünden değerini bilmeyecek, reddedecek olana SELAM vermek, o duayı onlarla paylaşmak, onu onlara kullanmak israftır ve çok sakıncalıdır. Konu ilerlediğinde ayetini göreceğiz, “DûniHİ algıda olanların inançlarına sövmeyiniz” buyruluyor. Çünkü onlar da Allah’a söver, bilmeden Allah’a söverler. Bize gösterilen bu hassas davranış öğüdüyle SELAM’a bakacak olursak; anlamayanlara, bilmeyenlere “Selâmün Aleyküm” diyerek Allah’ın bu güzel kanununu olur olmaz şekilde ortaya koymak doğru olmaz. Dünya ile kıyaslanmaz ama günümüzde değerli bir metal olduğu için söylüyorum, bizim için altın değerinde sayılacak önemli bir duadır SELAM. Siz cebinizdeki beş kuruşu ortaya atmazken selamı ortaya atamazsınız! O hak edenedir, güzel karşılık verenedir, dualaşacak olanadır. İnşaAllah böyle selamlaşırız. Aksi halde selam verdiğiniz kişi yanlış davranarak Selam’a hakaret ederek Allah’a küfretmiş olur, biz de önemli bir yanlışa sebep olmuş oluruz. DûniHİ algının ve zann’larının hakim olduğu hayat tarzından kurtulma duasıdır bu, bu amaçla Allah’tan Selam ismiyle yardım istemektir. “Amentü Billahi” hayat tarzı, yani “Allah’ın dışı algısı olmayan” hayat tarzı dünyada da ahirette de SELAM YURDU’dur. 134 YILMAZ DÜNDAR “Ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde de ki: Selamün aleyküm.” (En’am-54). “Rableri indinde Darü’s Selam (Selam Yurdu) onlarındır.” (En’am-127). Amentü Billahi kapsamındaki hayatın bir ismi de Selam Yurdu’dur, o hayat tarzı barış ve esenlik yuvasıdır. Mütekebbir insanın “Selâmün aleyküm”ü niye sevmediği ve nefret ettiği anlaşıldı mı? Bu nefret de bir ĞILL örneğidir. Ve Mütekebbir insanın bir amacı da, dûniHİ algısı sonucu müstakilen sahip olduğunu zannettiği güç ile Tevhid inancını yıkma isteğidir. “Biz murseliyn’i ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak irsal ettik/ederiz. Kafirler ise Hakk’ı batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla mücadele verirler. Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri eğlence konusu yapmışlardır.” (Kehf-56). “Kendilerine ne faydası ne zararı olan, Dûnillah (algı sonucu müstakilen var zannettikleri) şeylere kulluk yaparlar (taparlar; bu zannlara göre hayat tarzı oluştururlar). İnkarcılar Rablerine karşı uğraşıp durmaktadırlar.” (Furkan-55). Ayetlerden kendimize bir ders çıkarmak için, “bizle ilgilidir” deyip ayeti kendi üzerimize almaya gayret ederken dikkat edeceğimiz bir husus da şudur. Örneğin şimdi okuduğumuz ayetlerle ilgili bakacak olursak, bir kişi “ben inkarcı değilim, o halde bu sözler bana değil” derse, ona 135 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “inkarcı olmadığını sen söylüyorsun, sen öyle sanıyorsun” deriz: “Belki de uyduruyorsun! Eğer Rabbine karşı açık veya gizli bir mücadelenin içerisindeysen, bu ayete göre sen inkarcısın. Bu yüzden; fikirlerinizi, takdirlerinizi, sevdiklerinizi, her şeyinizi incelemeniz lazım. Onlar, Rabbimize karşı açık veya gizli bir mücadele içeriyorsa bu ayete göre biz inkarcıyız demektir. Dolayısıyla, “ben Rabbime ve sisteme karşı bir mücadele içerisinde miyim, o hal bende olabilir mi?” endişesiyle kendimizi test etmeliyiz. Mütekebbir insanın duyguları öyledir ki, tümü ĞILL süzgecinden geçer ve ĞILL elbisesi giymemiş bir duygusu ve davranışı kalmaz. Mütekebbir insanın ĞILL süzgecinden çıkan tehlikeli bir duygusu da Hased”liktir. Efendimiz (SAV) buyurmuşlardır ki: “Hasetten kaçınınız; çünkü, ateşin odunları yakıp bitirdiği gibi, haset de güzel işleri, salih amelleri yer bitirir.” Diğer bir hadiste ise; “bir insanın kalbinde iman ve haset bir arada bulunamaz.” Bir ĞILL ürünü olan Hased dûniHİ algı sonucu bir zann olduğundan, aslında buyrulmaktadır ki; “kalbte dûniHİ algı ile Amentü Billahi bir arada bulunamaz”. Kalbte hem “dûniHİ algı” hem de “Amentü Billahi” bir arada bulunamaz. HASED, “müstakilen var ve muhtar” olduğunu zanneden insanın kıskançlık duygularıdır. “Müstakilen varım ve muhtarım” diyenin kıskançlık duyguları... Bir kişinin idraken ve sözle “ben müstakilen var ve muhtar olduğumu söylemiyorum, öyle bir iddiam yok” demesi çok güzeldir. Ama bu id136 YILMAZ DÜNDAR rakı fiillere dönüştüreceği zaman kendisini test etme yollarından birisi de Ğıll’i ve Ğıll ürünlerini kendisinde incelemesidir. Bu yüzden biz, Felak Suresi’nde “Ve haset ettiğinde hased edicinin şerrinden” diyerek Allah’a sığınırız, sığındığımız şeylerden birisi hased edenlerin hasedidir! HASED EDENLERİN HASEDİ ile tarif edilen, dûniHİ algıda yaşayanların şer içerikli kıskançlık ve hücumlarıdır. Bize öğretilen çok güzel bir korunma hediyesi olan Felak ve devamı olan Nas Suresi’nde, biz onlardan Allah’a sığınırız. Felak Suresi’nde Allah’a sığındığımız haset edenin şerri, mütekebbir insanın Ğıll’inin bir hücum biçimidir ki, bu manada Hazreti Musa aleyhisselam’ın da bir duası vardır: “Musa dedi ki: “Muhakkak ki ben, Hesap Günü’ne iman etmeyen her mütekebbir’den benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz’e sığınırım.” (Mü’min-27). ĞILL’den HASED doğar; HASED, KIYAS’ı getirir, kıyas yaptırır; KIYAS yapan GÖZ DİKER; GÖZ DİKEN ise FESAD olur. Bunların hepsi şeytan amelidir. Bütün bunlar ise ĞILL’in HAKİMİYETİ demektir, O kişide bu duygular kalbin etrafını çepeçevre sarar, sadr bunlarla kaplanır. Allah muhafaza etsin, kişi küçücük bir hasedlik gibi bir şeye kapılsa bir kaç gece uykusu kaçar, zihnini bir türlü toplayamaz. Ğıll, Hased, Kıyas, Göz dikme, Fesad işleyişinin mıknatıs etkisi böyle kuvvetlidir... Allah muhafaza eylesin. 137 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Tekrar hatırlatayım, bu süreçteki esas kuvve ĞILL’dir; Allah’tan nefrettir. Dolayısıyla: Hasedi, kıyası, göz dikmeyi ve fesadı ĞILL’den (Allah’tan nefret etmekten) ayrı düşünmek, bu manadaki ayetleri anlayamamak demektir. Kişi Allah’tan ve Allah’ın açıkladığı sistemden nefret ettiği için, Allah’ın “böyle yaşayın” dediği hayat tarzından nefret ettiği için bu sayılanları yapar ve yaşar. Onlara “normal insan duyguları” deyip geçersek yanılırız, hepsi “Allah’tan nefret”ten kaynaklanır. İşte bu nefretin adı ĞILL’dir ki, ondan hased doğar. Hasedi tanımlarken “kendini müstakilen var ve muhtar” kabul eden insanın kıskançlık duygularıdır demiştik. Bu yüzden kişi kıskançlık yapar. “Onun işi nasıl benimki nasıl, onun elbisesi ayakkabısı nasıl benimki nasıl, onun mevkisi nasıl benimki nasıl? Onun evi, parası niye böyle?” Bu dûniHİ duygunun bir türlü sonu gelmez, bu sayılanlar bir türlü bitmez... Şeytanın bu açık büfe olan tuzağında boş masa yok! Boşaldıkça hemen ve daima dolduran garsonları vardır. Bu yüzden, kıskançlık duygusu bir ĞILL açık büfesidir, insan bu kısırdöngüye bir düştü mü bitmez... Bu kıskançlıkla insan kıyas yapar, kıyas yanında göz dikmeyi getirir; o birisinin bir şeyine göz diker. Göz dikince ona ulaşmaya çalışır. Ya ulaşamaz veya şöyle böyle ulaşır ama doymuyor, o zaman da fesad olur. Bunların hepsi şeytan amelidir ve bütün bunlar sadrda bir hakimiyet sağlar; ĞILL’İN HAKİMİYETİ. “Buyurdu: “Sana emrettiğimde seni secde etmekten ne men etti?” “Ben daha hayırlıyım 138 YILMAZ DÜNDAR ondan; beni nar’dan halkettin, onu çamurdan halkettin” dedi.” (A’raf-12). Rabbine karşı gelen şeytanın secde etmezken yaptığı kıyası gördünüz mü? Dikkat edin, onun bulunduğu ortam bizim gibi değil! Biz inanmaya çalışıyoruz, o biliyor, Allah’ı bilen ve O’ndan korkan bir varlık! Ama bizim “Ahseni Takviym” yapımız ona verilmemiş! O yüzden onun tabiatı, fıtratı budur, bu fıtrata uygun görevler yapacak. Ahseni Takviym yapıyla olsa yapamaz! O zaman merhametli olur, bu işleri yapamz. Bir veliyi veli yapan yardımcı şeytandır; şeytandan korunmaya çalıştıkça kurtulur. Şeytan dûniHİ algısı sebebiyle Allah’ın Emri’ni kıyas yaparak, “ben yönetirim” demektedir. Bu bir kişilik örneğidir ve Kur’an iki örnek kişilik veriyor: Ahzab-21; “Örnek alacağınız kişi Rasulümdür” buyuruyor. Yani Efendimiz (SAV)’dir. Sen artık, işinle ve düşüncenle, halinle tavrınla bunlardan hangisine/kime benzeyeceğine bak lütfen. Bir hususu hatırlatalım ki, dilimizde güzel bir alışkanlık olsun inşaAllah. Kur’an, Efendimiz (SAV)’e “Rasulullah, Nebiullah, Habibullah” demiştir, O’na hitapta evrensel dil budur, O’nu bütün varlıklar böyle biliyor. Peygamber kelimesi Efendimiz (SAV)’le ilgili değildir, O’nun görevinin karşılığı da değildir. Hiç bir ayet ve hadis Efendimiz’e “peygamber” manasına gelecek bir kelime ile hitap etmiyor. “Peygamber” ifadesi Efendimizin derecesini başkalarına benzetmek 139 AŞAĞILARIN AŞAĞISI olup tenzili rütbedir. Allah O’na “Rasulullah” diyor: Muhammed Rasulullah’tır; Fetih-29. Bitti! Yeni isimler bulmayın, yeni isimler uydurmayın! Kur’an’ı bozmayın! Allah’a “tanrı” dersen, Rasul ve Nebi’ye “peygamber” dersen, diğer tanımları değiştirirsen bozmuş ve işi basite almış olursun. O Rasulullah’tır! Bu ne kadar ekber bir sesleniştir bilseniz... Kimsenin Rasulullah’ı yoktur, birisine “Rasulullah”ı ancak Allah der! Ama “peygamber” çoktur, bütün uyduruk dinlerin “peygamber”i vardır. O felsefeleri kim öğretiyorsa ona “peygamber” diyorlar. Biz de mi Efendimize öyle diyeceğiz? Allah Ahlakı ile ahlaklanmak O’nun gibi yapmaya çalışmaksa, Allah O’na “Rasulullah, Nebiullah, Habibullah” diyor. Öyleyken O’na başka isimler koymak güzel olmaz. “Lütfen kendimize bakalım, duygu, düşünce ve davranışlarımızın şeytanın haline ne kadar benzediğini araştıralım, gözleyelim” demiştik. Yasin Suresi’nde bizi uyarışını hatırlayın: “Ey, Ademoğulları, Ben size şeytana kulluk etmeyin, ona uymayın demedim mi? Şeytan sizin düşmanınız, niye ona uydunuz. Size “Benim Sırat-ı Müstakıym’im budur” demedim mi?” (Yasin; 60, 61). Böyle diyor, böyle de diyecektir! Bu azarı işitmeyelim inşaAllah. Onun için de Efendimiz’e tabi olalım, O’na uyalım. Rabbimiz bize; “O’nda sizin için en güzel örnek vardır” buyuruyor. İnsan için diğer örnek ise bize sürekli tuzak kuran şeytandır. Hep tuzak kuruyor, işi o! 140 YILMAZ DÜNDAR Ama bir an oluyor, o şeytan; “ben Allah’tan korkarım” deyip kandırdığı kişiyi bırakıp, terk edip kaçıyor. “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın, dedi.” (A’raf-17). Şeytan böyle de bir vaatte bulundu. Bu cümleler zahiri bakışla, kesret diliyle anlatımdır; bu iş şeytanın görevidir. Şeytanın bu sözünü biraz açalım: “Onlar ne işle meşgulse, nasıl inanıyorsa, onları o konuyla ilgili ikileme düşüreceğim!” Şeytanın en önemli silahı budur: İkilem! İkileme düşürmek! “Acaba öyle mi, böyle mi?” deyip de ikileme düştüğü zaman kişi kaybeder. Bu yüzden, ikileme düşmemek için ilaç “Semi’na ve eta’na: İşittik ve itaat ettik” demektir. Anla veya anlama böyle dedin mi kurtuldun demektir! “Onları ikileme düşüreceğim. Onların dünya hayatındaki yapıları benim bu gayretime uygun olduğu için onları kandırmam kolay olacak. Ve onlar ğıll, hased, kıyas, göz dikme ve fesadlık içerisinde hiç memnun olmayacaklar, hep isteyecekler, hiç yetinmeyecekler, şükretmek akıllarına bile gelmeyecektir. Çok korkarlarsa, o korkudan kurtulup da ferahladıklarında belki şükreder gibi olacaklar ama biraz sonra unutacak ve eski hallerine döneceklerdir.” Şeytanın söylediği bu... “Bir fırkaya hidayet etti. Bir fırka üzerine de dalalet hak oldu; çünkü, onların dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zann’larıyla 141 AŞAĞILARIN AŞAĞISI edindikleri) dostları şeytanlar oldu. Ve sanıyorlar ki, kendileri doğru yoldadır.” (A’raf-30). “DûniHİ algı, inananların imanından daha güçlüdür” ifadesi normal bir inanan içindir. Kesinlikle Hazreti Ebu Bekr Es Sıddık efendimizin imanıyla kıyaslamıyoruz. Bizim gibi normal, vasat insanlar için bu böyledir. Bu kıyas kendimiz içindir, ayakta zor tuttuğumuz imanımız için dir. DûniHİ algıdakilerin algısı bizim imanımızdan daha kuvvetlidir. Allah destek vermezse inanmak ile dûniHİ algı yenilemez. Allah’ın bu desteği olmayınca dûniHİ algı sahipleri kuvvetle; şeksiz şüphesiz kendilerini doğru sanar. Ayet öğretiyor ki, o durumda ĞILL ile ŞÜKÜR aynı Kalb’te bulunmaz: “İşte böylece, onların bazısını bazısı ile imtihan ettik, “Allah aramızda şunlara mı lütufta bulundu?” desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?” (En’am-53). Kıyasla ilgili imtihan sorularımız belli oldu: “Siz kıyaslıyorsunuz ama biz zaten kıyaslayasınız da şükredenle etmeyen ortaya çıksın diye sizin bazınızı bazınızla imtihan ediyoruz. Birbirinize bakıp; “Allah bunu şuna mı verdi, bu malı, bu güzelliği şuna mı verdi?” deyin, biz de şükredenle etmeyeni ayıralım. Kesret diliyle böyle söylenir, mekanizmanın zahiri dille tanımı böyledir... “Sizi Arz’ın halifeleri kılan, verdiği (nimetler) hususunda denemek için kiminizi kiminizden 142 YILMAZ DÜNDAR derecelerle üstün kılan O’dur. Rabbin cezası çabuk olandır ve gerçekten O Ğafurun Rahıym’dir.” (En’am-165). “Rabbin cezası çabuk olandır” uyarısındaki “ceza”yı iki türlü anlayalım. CEZA mutlaka azap demek değildir, “ceza” karşılık vermektir. Bu yüzden onu “karşılık veren” olarak düşünmeliyiz; Ğıll’e de hemen karşılık veren, şükredene de hemen karşılık veren. Bizim çok sevdiğimiz bir salavat vardır, okuruz: “Cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma huve ehluh.” Efendimiz için bu salavatımızda diyoruz ki: “Allahım, Efendimizin karşılığını ver, biz O’nu anlayamayız, sen bilirsin, sen ver...” Bu son ayetlerde Kur’an bizi “kıyas yapıp göz dikmememiz” hususunda uyarıyor. Ğıll, Hased, Kıyas, Göz dikme ve Fesad mekanizmasından bahsetmiştik; Ğıll’e başlayıp Fesad’la sona eren o mekanizma konusunda uyarılıyoruz. Kur’an; TaHa-131, Nisa-32, Tevbe-85, Kehf-28 ve Hicr-88 ayetleriyle bize “göz dikmeyin!” mealinde öğütler verir, göz dikmeme hususunda bizi uyarır. Bu listedeki ilk ayetimize bakalım: “Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kısmını faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti daha hayrlı ve daha süreklidir.” (Ta-Ha; 131). DÜNYA HAYATININ ÇEKİCİLİĞİ nedir? DûniHİ algı sonucu zann’lar, çekici gelen onlardır. 143 AŞAĞILARIN AŞAĞISI RABBİNİN NİMETİ ise, verilen her ne ise ve ne kadar ise odur. Senin onu Rabbinden bilmendir, Rabbinin bilmendir ve “senin için iyi olan budur” bilmendir. Bu idrak ta Rabbinin Nimeti’dir. Ğıll yüzünden hased duyan, hasedi yüzünden kıyas yapan, kıyası yüzünden göz diken artık dayanamaz kargaşa çıkarır, ara bozar, hırçınlaşır, fesad oluşturur, fesatlık yapar. Oysa Kur’an’da buyrulmaktadır ki: “İşte Ahiret Yurdu! Onu Arz’da üstünlük ve fesad dilemeyenlere oluştururuz. Akıbet muttakıylerindir!” (Kasas-83). Arz’da üstünlük ve fesad dilemeyenlere... 144 YILMAZ DÜNDAR 6. DÛNİHİ “MÜSTAKİLEN VARIM ve MUHTARIM” DİYENİN AKIBETİ DûniHİ algıyla, yani kendisini Allah’ın dışında sandığı algısıyla birisi “müstakilen varım ve muhtarım” derse ve bunda inat ederse ve buna göre de bir hayat tarzı oluşturursa onun akıbetini şu iki ayet çok net olarak ortaya koymaktadır: “Kendilerine ızz (izzet, itibar ve kuvvet vesilesi) olsun diye dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güç zannettikleri) ilahlar edindiler.” (Meryem-81). “Hayır, (zannettikleri gibi değil)! (Müstakilliyet ve Muhtariyet verdikleri), onların ibadetlerini (iddialarını ve hayat tarzlarındaki paylarını) inkar edecek ve onlar üzerine zıd (heva ve heveslerinin tersine) olacaktır.” (Meryem-82). Meryem-81’de geçen “ilahlar edindiler” geçiyor. Önce bunu tanımlayıp sonra da “ilah ilan etmek” ile ilişkilendirelim. Ayetlerde bazen kişinin doğrudan kendini ilah ilan ettiği, bazen de kendisine ilah edindiği belirtilir. KENDİNİ İLAH İLAN ETMEK kişinin “müstakilen varım ve muhtarım” demesidir, bu iddiada bulunmasıdır ve bu “birincil suç”tur. Bu kişi hiçbir inancı olmadan böyle yaşayabilir. Eğer 145 AŞAĞILARIN AŞAĞISI canı bir şeye inanmak isterse, “benim de bir yaradanım olsun, bir şeye tapayım” derse o zaman kendisine bir ilah edinir. KENDİSİNE İLAH EDİNDİ’ğinde “ikincil suç” oluşur. Meryem-81’deki “ilahlar edindiler” hali şöyledir ki, kişi kendini ilah ilan etmeden ilahlar edinemez. İlah edinenlerde hem birincil, hem ikincil suçu birlikte düşüneceğiz. Meryem-81 bunu anlatıyor: Onlar kendilerine izzet, itibar ve kuvvet vesilesi olsun diye dûnillah algı sonucu “müstakil var ve muhtar güç” zannettikleri ilahlar edindiler. Onların neden kendilerine ilah edindikleri anlatıldı: Çünkü yaşadıkları hayatta izzet, itibar, kuvvet ve kudret istiyorlar. Bunlara bir vesile olsun diye de kendilerini ilah edip sonra ilahlar ediniyorlar. Bunun üzerine Meryem-82: İş sizin sandığınız gibi değil, hiç öyle olmayacak! Dünyada öyle gözüküyor olabilir ama o gün öyle olmayacak. Sizin “müstakillik ve muhtariyet” verdikleriniz, tanrı-ilah edindikleriniz nelerse onlar, hesap zamanı sizin hayat tarzlarınızı, onlara yüklediğiniz misyonları, onlara verdiğiniz payları reddedecekler. Ve olay dûniHi algıyla dünyada zannettiğinizin zıddı olacak! Öyleyse: Bir kişi dünyada “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası ile neler oluşturduysa; ne kadar mal, nasıl bir şöhret, ne düzeyde bir itibar oluşturduysa onlar ona o seviyede bir azap olacaktır, o kadar pişmanlığa dönecektir. Onun dünyadaki dûniHİ izzeti ne kadarsa o, o düzeyde bir ahiret pişmanlığına dönüşecektir. Bunu çok iyi kavrayalım ve ahiretteki pişmanlığı dün146 YILMAZ DÜNDAR yadaki bir duyguyla karıştırmayın, beş duyuyla hissettiklerinizle de! Allah muhafaza etsin, kavrayabilmek mümkün değil. İnşaAllah Rabbim onu bize ne kavratır, ne de yaşatır. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası ile ne yapmışsan hepsi senin için ahirette kavraması güç bir pişmanlığa dönüşüyor. DûniHİ algı içermeyen ne yaptıkların ise en az on kat mükafata dönüşüyor. Dikkat edin, dûniHi yaşantıda sevap olmaz! Hem Allah’a küfredeceksiniz hem de sevap, olmaz! Kendimizi aldatmayalım. Sevapsayar siz Billahi olunca çalışır. DûniHi algıda narsayar, Billahi algıda nursayar çalışır. DûniHi iseniz nur sayacı çalışmaz, orada diğer sayaç devreye girer. Peki, iyi insan olarak yaptığımız işler ne olacak? Kişi dûniHi algıda ve iyi işler yapıyorsa belki cehennemde rahat edebilir. Misalen söyleyeyim, beş odun atacaklarsa üç odun atılır. Yani dûniHi idrakla cehennemde rahat bir yeri olabilir ama cennete gidemez. Cennetin şartı Billahi olmaktır. Allah’a küfür halinde olan birisine cennet haram kılınmıştır. Bu yüzden dûniHi algıda sevap çalışmaz, o Billahi algıyla birlikte çalışır. Günah ve sevap sayacının çalışma yöntemi şöyledir: Siz neyi dûniHi yapmışsanız o günahtır, ahirette pişmanlığa ve azaba dönüşecektir. Neyi dûniHi algıdan sıyrılarak yapmışsanız o da en az on kat sevaba dönüşecektir: “Kim hasene ile gelirse, ona onun on misli vardır. Kim de seyyie ile gelirse, ancak onun mis147 AŞAĞILARIN AŞAĞISI li ile cezalandırılır. Onlar zulme uğratılmazlar.” (En’am-160). “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası, itibar ve kuvvet oluşturabilmek için gereken yarışı, savaşı, hırsı, tatmini ve zemini hazırlamaktadır. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” zannı DûniHi algıyı benimseyen insanın namusu gibidir, bunu çok önemseyin. Bu yüzden o, dûniHi algının zann’larıyla, kendisine göre, elde ettiği kazanımların cimrisidir. DûniHi algıdaki kişi “Müstakilen Varım ve Muhtarım. Aklım, iradem bedenim müstakil, istediğimi yaparım” dediği algısıyla, kendince kazandıklarının cimrisidir. Cömertlik Billahi ile olur, DûniHi algı yaşantısında cömertlik olmaz, Yani Kur’an’da “cömertlik” diye tanımlanan orada olmaz. Onun cömertlik dediği şeylerin altını inceleyin, mutlaka Allah’a karşı cimrilik yaptığı bir noktaya gelir dayanır. Bu yüzden o, her şeyini verse de cimridir. Her şeyini verebilir, ama hep kendi tatmini içindir, kendini tatmin ediyordur; ben veren kişiyim, veriyorum... Ona “Sen buraya gelirken bir şey aldın, Allah sana MTG yetkisi verdi, onu ver” denir. Cimri “Onu vermem!” der. Oysa tüm malını vermiştir, savaştadır canını verecektir, ama onu vermez, “vermem!” der. Rivayetlerde sahabeden bir zata ait bir şehadet şehitlik hikayesi vardır. Şehid düşmüştür, bir süre geçmiştir ama daha “Şehid” kabul edilmemiştir. Görünüşte şehid oldu... Ancak bir süre sonra Efendimiz “Şehidliği kabul oldu” buyurur. Ta ki, bunu düzeltecek, verecek! Allah’tan aldığını, eğer “özgür/muhtar” diye eti148 YILMAZ DÜNDAR ketlediyse sahibine verecek, onu vermeden olmaz! Bu yüzden, “gerçek cömert” Allah ona ne vermişse Allah’tan aldığını Allah için infak eder. “Gerçek cimri” bunu vermez. DûniHi algıda ne kazanmışsa onların cimrisidir, bu yüzden “Müstakilen Varım ve Muhtarım” duygusu onun namusu gibidir, vermez. Elimden gidecek diye ödü kopar. Bunu bir inanan için değil, normal hayat için söylüyoruz, normal yaşantıdakiler için bu böyledir. Çünkü DûniHi algı hayat tarzında bu iddia olmadan bir kişinin değeri yoktur. Dışarıda öyle bir sistem kurulu ki, sizin “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddianız yoksa, hatta o iddiaya sıkı sarılmamışsanız dûniHİ yaşantıda bir değeriniz yoktur, sizi adamdan saymazlar. İşler itibar için yapıldığından orada itibarlı olabilmeniz için bu duyguya sıkı sarılmanız, korumanız ve yükseltmeniz lazım; yani, küfrünüzü yükseltmeniz lazım! Çünkü sistem bu iddia üzerine kurulmuştur. Hatta dûniHİ algıdaki bir insan hastalıklarını bile bu iddiasına sahip çıkarak, bu iddiayı kuvvetlendirerek yenebilir. Tıbbın çaresiz kaldığı bir noktada o, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” enerjisine sahip çıkarak hastalığını yener, böylece o iddianın önemine ve kuvvetine daha çok inanır. Sonra “Nasıl Yendim?” diye küfür içerikli kitaplar yazar. İyileşmeseydi o kitabı yazamayacaktı, neden iyileşti acaba? Demek ki bazı iyileşmeler, günah torbasına daha eklenmesi gerekenler olduğu içindir, iyileşip torbayı doldursun diyedir. Allah’tan bilmemek o kadar 149 AŞAĞILARIN AŞAĞISI tehlikelidir ki... Kişi o iddiasıyla kavuştuğu sağlığıyla daha büyük günahlar için dönüyor. “Nefsler cimriliğe/hırsa/kıskançlığa hazır hale getirilmiştir.” (Nisa-128). “De ki: “Rabbimin rahmet hazinesine sahip olsaydınız harcanır tükenir korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsan çok cimri/eli sıkıdır.” (İsra-100). Bütün bu gerçeklere rağmen inkarcılar, iddialarının ve hayat tarzlarının mükemmelliğine o kadar inanırlar ki!!! “Sâd. Öğüt veren Kur’an’a yemin ederim ki; inkar edenler (iddia ettiklerinin) aksine bir gurur ve tefrika (karşılıklı didişme) içerisindedirler.” (Sâd; 1, 2). İnkarcılar kendilerine izzet (itibar ve kuvvet) vehmetmiş olup, bu müstakil izzet iddialarıyla Hakk’a ters düşmüşlerdir. “(Zebaniler der ki): “Tat bakalım! Hani sen, kendince Aziyzül Keriym’din (üstün ve şerefliydin).” (Duhan-49). “Tat şimdi azabı, şimdi yaşa onu! Hani sen yaşarken çok itibarlı, çok mevkili, çok şerefliydin!” Böyle diyerek ona dünyadaki dûniHİ iddiasını hatırlatırlar. Görüldüğü üzere, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” hayat tarzı ahirette ZID olmuş, pişmanlık ve azaba dönüşmüştür. Çünkü; İZZET Allah’ındır. Ancak haddi aşan ve asi olan inkarcı dûniHİ algıyla kendisini “müstakil izzet sahibi” ilan etmiştir. 150 YILMAZ DÜNDAR “Muhakkak ki; izzet bütünüyle Allah’ındır.” (Nisa-139). “Kibriya (Benlik) Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir. O Aziyzül Hakiym’dir.” (Casiye-37). Bu ayetler vesilesiyle söyleyelim: İnsanda izzet yok mu? Olmaz olur mu? Ayetleri Billahi anlamak lazım. Kur’an’ın dediği dışındaki manalar çok tehlikelidir. Kişi “Muhakkak ki, izzet bütünüyle Allah’ındır” ayetini duyunca veya “Kibriya, Benlik Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir, O Aziyzül Hakiym’dir” hitabını işitince “Ben” demekten korkuyor. Çünkü ayet öyle dedi: “Benlik, Kibriya Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir. Yani O Mütekebbir’dir.” Kişi bunu görünce “öyleyse ben, ben demeyeyim” diyor. İster “ben” de, ister deme; dûniHİ isen ya “ben” diyerek gidersin cehenneme ya da demeyerek, fark etmez. Çünkü ayetler öyle diyor: İşte dûniHİ’ler, dûniHİ olanlar geliyor, onlar geliyorlar, onların yolunu cehenneme çevirin! DûniHİ’ler... Peki, “Ben” demeyecek miyiz? Ayeti iyi anlayalım, anlamaya çalışalım. Ahseni Takviym yapıda, İlmullah’ta olan “Allah’ın izzeti” her yeri kaplamıştır. Allah VÂSİ’dir; dolayısıyla her yeri kaplamıştır, bu yüzden “dışı” yoktur. Sen İlmullah’ta her yeri kaplayan izzetten payını aldın, izzet sende de var. Ama bil ki, Allah’ındır. Fakat dûniHİ olunca sen dedin ki, “Bu izzet benimdir ve müstakildir, bana aittir”. Böylece yeni bir ilah çıkardın. Çünkü “ben de müstakilen varım ve ben de müstakilen izzet sahibiyim” diyorsun. 151 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Hayır, olmadı! Ama Billahi algıda “bende de izzet var” diyebilirsin, çünkü O’nun. Çünkü O’nda, O’ndan... DûniHİ algıyla “BEN” diyen “A” Takdim Formu”dur, asidir. Bu cümlen de aynen “Ben Varım ve Müstakilim” dediğin hale benziyor. Bu yüzden, ister “BEN” de, ister deme, bu halin küfürdür. Dilinden “BEN”i kaldırınca idrakındaki, halindeki küfür kalkmıyor ki! Billahi algısında da “BEN” diyorsun ki, ona da “B” Takdim Formu “BEN” dedik. Neden? O “BEN” müstakil değil! Biliyorsun ki, Billahi’nin her tarafını Allah’ın “BEN” deyişi kaplamıştır. O “BEN” deyişinden sen de “BEN” diyebilesin diye sana yetki vermiş. Müstakil var olarak ve muhtar olarak “BEN, BENİM” diyen ancak Allah’tır. Ancak Allah müstakilen var olarak ve muhtar olarak “BEN BENİM!” der. Hazreti Musa aleyhisselam efendimiz bunu duyunca erimiş bitmiştir: BEN BENİM... Bu dûniHİ akıbet konusunda önemli bir kelime de “sevgi”dir, insanoğlu sevgi kelimesini çok önemser. Ancak, Allah’a talib olanın dûniHİ tuzağına ve akıbetine “sevgi” konusunda çok dikkat etmesi gerekiyor. Bir kere şuna dikkat edelim; insan sevgiyi neden önemser? Şu açıklayacağımın istisnaları vardır: Sevginin önemsenmesinin sebebi, genellikle sevmek için değildir, sevilmek için önemsenir. Sevilmeme korkusundandır ki, sevgiyi severler. Aslında kişi sevme delisi değildir, onun derdi “beni sevin”dir, altında yatan gerçek budur ve kural da şudur: Ben nasıl olursam olayım yine de beni sevin! “Ne olursan ol, gel” bu yüzden tutmuştur, bu yüzdendir ki, o sözü 152 YILMAZ DÜNDAR daha çok inanmayanlar kullanır, inananlardan çok onlar sever. İnananlar o mübarek zatın başka sözlerini alır, inanmayanlar da bu sözünü: Ne olursan ol, gel. Neden bunu alıyorlar? “Ne olursam olayım beni sevin” diye! Aptal!! Bilmiyor ki; ne olursan ol seni ancak Allah sever... Ama o, bu gerçeğin farkında değil... Dolayısıyla: Sevgi kelimesi dûniHİ algı içerisinde önemli tuzakları olan bir olgudur: “İnsanlardan kimi de dûnillah (algı sonucu müstakil ve muhtar zannettiği varlıkları) endâd edinip (Allah’a ait vasıflarla müstakil kılıp) da onları Allah’a ait sevgiyle severler. (Billahi anlamında) iman etmiş olanlar ise Allah’a muhabbette daha şiddetlidirler (hata yapmazlar). O zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın Şediydül Azab olduğunu anlayacaklarını keşke (şimdiden) görebilselerdi.” (El Bakara-165). Sevgide yaptığımız hatayı bize açıklayan bir ayet. Her türlü sevgide bunu arayınız! Lütfen tüm sevgilerimizi ve her türlü sevgiyi bu testten geçirelim. Dedi ki: Dûnillah endâd edinip de! Ayette geçen DÛNİLLAH ENDÂD EDİNMEK bir şeyi Allah kabul etmek demektir. Meal ve tefsir yazılırken bu gerçeği böyle yazmaktan çekinince, yerine yumuşatılmış, gevşetilmiş cümleler yazılınca okuyan kişi” benim böyle bir sevgim yok, böyle bir şey yapmıyorum” der ve ayeti öteler. Ayet diyor ki: Siz dûnillah algınız sonucu bir şeyleri endâd ediniyorsunuz; Allah’ın yerine koyuyorsunuz! Ona Allah gibi bakıyorsunuz. 153 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Sonra da onu Allah’ı sever gibi seviyorsunuz. Ancak Billahi iman etmişler öyle yapmaz. Yanlış sevenler, diğerleri ahirette esas kuvvetin kimde olduğunu ve Allah’ın nasıl şiddetli azab edici olduğunu gördükleri zaman... Keşke onu şimdiden bilselerdi. Ayet “siz bir şeyleri Allah gibi görüyorsunuz” derken “öyle görmüyorum” derseniz, bu sefer diyor ki: Kendinizi aklamayın! Yanlış yapıyorsanız kendinizi aklamayın. Doğruya kendini aklayarak değil, kendine levm ederek gidebilirsin. Sevgi için şunu da söyleyeyim. Biz dûniHİ algıda olduğumuz için, oluşturduğumuz o algı alanından, buraya ait duyguyla Allah’ı sevmeye çalışıyoruz. Bir kere şunu bilelim ki, “Allah’ı sevmek” kimsenin haddi değildir, kimse Allah’ı hakkıyla sevemez. Görmediğin, bilmediğin ve hakkında bir şey söylerken bile yanlış söylemekten korkup da Sübhanallah dediğin şeyi nasıl hakkıyla sevebilirsin? Kul ancak sevmeye aday olur: Allahım ben seni sevmeye adayım der. Adaylığını, o adaylık halini Allah sever, sevdiğini sana hissettirir, onu hissettirince, sen çok sevinirsin ve Allah’ı sevdiğini o zaman hissedersin. Onu sana biraz tattırır. Allah’ı sevebilmeyi biraz başarabilsek paramparça oluruz, vücudumuz, moleküllerimiz yerinde durmaz, duramaz. Normal hayatta çok sevdiğiniz, çok özlediğiniz birisini düşünün, aradan çok zaman geçti ve karşılaştınız, bir anda ne olursunuz? Hücreleriniz yerinde duramıyor, gözleriniz yaşarıyor sarılıyorsunuz... Bu normal hayat. Biz Allah’ı sevmenin ne oldu154 YILMAZ DÜNDAR ğunu biliyor muyuz? Dayanabilir miyiz? Ama Allah bizi severse onu bize hissettirir, biz de O’nu sevdiğimizi zannederek seviniriz... Ancak bütün bunlara rağmen bu yolda hata yapmamamız için ve dünya hayatında dûnillah algı ile sevmekten korunabilmemiz için bizi merhametiyle uyarır. “(Rasulüm) de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız (o zaman) bana tabi olun ki; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin. Allah Ğafurun Rahıym’dir.” (Al-u İmran; 31). “Allah’ı seviyorsanız” şartıyla başlayan bu ayet aslında ne kadar önemli bir müjdedir: Gerçekten seviyorsanız iş bitti demektir. Ama onu gerçekten yapamayacağın için, yapamadığın için, sevdiğini zannettiğin için, o sevgi yanlışlarla dolu olduğu için, eğer yanlışların yoksa da sevmeye aday olduğun için ayette “onlara söyle” diyor: Eğer beni sevmeye taliplerse sana tabi olsunlar, “Allah’ı sevmeye talipseniz bana tabi olun.” Siz bana tabi olursanız Allah sizi sever, günahlarınızı, bu konular da dahil ne tür yanlışlar yapmışsanız onları siler. Allah Ğafurun Rahıym’dir. Ğafurun Rahıym... Rabbim lutfeder de inşaAllah bu isimleri paylaşma fırsatımız olur. Bu isimler okunduğunda dayanabilmemiz mümkün değil. İşte bilmediğimiz için böyle okuyup geçiyoruz... Aslında Allah’ın “Ğafurun Rahıym” ismini duyunca bir anda coşup ağlamamız gerekiyor, O’nun Şediyd’ül Azab olduğunu duyunca o korkuyla ağlamamız gerekir. İşte bunlar, esas Kur’an okunmasındaki ahenkleri sağlayan duyguları oluşturur. 155 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Allah’ı sevdiğini söyleyenlerdensen ve sevgi konusunda yanlıştan korunmak istiyorsan Efendimiz (SAV)’e tâbi ol! Rasulullah Efendimiz (SAV), “Allah sevgisi” için bize bir dua öğretmektedir: Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhibbuke: Allahım, senden aşkını dilerim ve seni sevenleri sevmeyi bana lutfetmeni dilerim.” Daha önceki bir bölümüz ĞILL idi. ĞILL öyle bir şey ki, meallerde ona “kin, sevgisizlik, nefret” gibi anlamlar yüklendiği için okuyanlar ondan bir amel çıkaramıyor. Oysa ayetleriyle gördük, GILL Allah’tan nefret etmektir. Dolayısıyla, dûniHi algıdayken kişi zaten Allah’tan nefret eder bir zihniyette olduğu için Allah’ı sevenleri de sevmez. Allah’ı sevenleri sevmek kolay iş değil! Ancak Allah lutfederse... DûniHİ algıyla çok ilgili olan bir duygu da minnet duygusudur. DûniHi algıda olan kişi eğer bir yaradana inanma ihtiyacı duymuşsa ve Allah’ı da seçmişse O’na bakışı “seni seçtim ha” formundadır. Kendince dûniHi algı alanında müstakilen var ve muhtar ve Allah’ı seçti, O Allah’ı seçtiği halde işlerinde kendince ters giden bir şey olursa “oysa ben seni seçmiştim, yani sana yakıştıramadım. Biliyorsun Hacca da gittim, şöyle de hayırlar yaptım” der gibi bakar. Allah’a böyle bakmak çok tehlikelidir, çok! Allah’a minnet, dûniHi algının, Esfele Safiliyn hayatın yanlışlığını gösteren bir başka delilidir. Eğer sen müstakilsen Allah’a minnet edebilirsin, “bir 156 YILMAZ DÜNDAR sürü şey vardı, ben seni seçtim, sana yöneldim” diyebilirsin. Allah diyor ki; insan Allah’a minnet edemez, Allah sana minnet eder, yani siz O’na karşı minnet altındasınız: “(Rasulüm) sana minnet ediyorlar (senin başına kakıyorlar). Onlar sana minnet edemez... Siz Allah’a minnet edemezsiniz; O size minnet eder, “ (Hucurat-17). Çünkü Efendimize gelip “sana geldik, seni seçtik, senin yanındayız, bize ona göre iltifatkar ol” diyorlar. Bunun üzerine bu ayet: Onlar böyle minnet edip başa kakamazlar. Çünkü onların seni seçmesini onlara Biz verdik, Biz minnet ederiz, Ben öyle diyebilirim. Çünkü Allah’ı tanımalarını onlara Ben veririm. Bunu bilin: Ben istedim diye siz Ben’i tanıdınız, haddinizi bilin ve “Allahım bak seni tanıdım” deyip minnet etmeyin. Minnet etmek “başa kakmak” demektir. Bu özellik dûniHİ algıda da çok önemlidir, Allah’ı sevenleri sevme ile ilgili olarak da önemlidir... DûniHİ algıdan Billahi algıya geçebilmeyi gizlice sabote eden, Billahi algıyı benimsemeyi engelleyen sevgi işidir. Nedenini söyleyeceğim. İki cümleyle söyleyeceğim o halinin insan çok farkında değildir, bu yüzden onu sıkı yakalayın inşaAllah. İnsan çok farkında olmayabilir ama küfrüne aşıktır ve bu aşk hep ağır basar. Bunu itiraf edin. O; hep küfrüne aşıktır, her olayda küfre olan aşkı ağır basar. Hiç Allah Aşkı ağır basmaz... Bu konuda insanlar iki kadın arasında dengeyi sağlamaya çalışır gibi konuşurlar, Allah muhafa157 AŞAĞILARIN AŞAĞISI za etsin: “İşte orta yolu buluyoruz; biraz dünya biraz Allah...” Allahım, muhafaza buyur Rabbim. İş böyledir, insan aslında küfrüne aşıktır! Talip olan bu aşkı fark etmelidir ve bu aşktan nefret etmelidir. Çünkü: Eğer bu aşktan kurtulamazsan, bu aşkın hesabını vereceksin... Bir aşkı kuvvetli nefret engeller, örter. Aşk ve Nefret bir termometrenin cıvasının sıfırın üstündeki ve altındaki hali gibidir, aynı duygunun yer değiştirmesidir. Bu yüzden bir aşkı kuvvetli nefret engeller. Nefret aşkı öldürmez, kapatır. Öyleyse: Hiç değilse ondan nefret et ki, ortaya çıkmasın, “ben de varım” demesin. Nefret bu aşkı tam öldüremez ama kapatır. Onu tam yok edecek şey başka bir şeydir; yeni bir aşktır. Bu aşkı yok edecek şey yeni bir aşktır; daha kuvvetli, daha güzel bir aşk onu kökünden siler. O da ALLAH AŞKI’dır. Bu yüzden Efendimizin öğrettiği o dua çok önemlidir, önemsemek gerekir: Allahümme inni es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhıbbuke. Bu duayla siz aslında diyorsunuz ki: Allahım, sana olan yanlış davranışlarımın sevgisini ve aşkını da yok edecek, silecek olan Allah aşkını bana ver. Bütün bunlar çerçevesinde kişi elini vicdanına koyar da kendini incelerse görecektir ki: Yaşadığı hayatta Allah’ı ve Allah’ın sistemini sevmek üst sıralarda olmaz, eğer sevdiklerinizi sıralayacak, listeleyecek olursanız bunu görürsünüz. Ben o listemi her gün gözden geçirmeye çalışıyorum, sınıfı geçemiyorsak da listemize bakıyoruz... Bu158 YILMAZ DÜNDAR nun ileride göreceğimiz çok önemli bir göstergesini şimdiden vereyim, lütfen çok önemseyin: Neleri güzel yapıyorum? Tabi ki, her şeyi güzel yapmaya gayret etmelisin. Bu “dûniHİ algı ve zannları” için değil, orayı attık. Normal hayatında Billahi anlamında neyi güzel söylüyorsan ve neyi güzel yapıyorsan, Efendimiz (SAV) buyuruyor ki: “Sen Allah’la sohbettesin.” Allah için neyi güzel yapıyorsan bu manadadır. Bu cümleler alt sınırı anlatıyor, bunun üstünü biraz konuşsak, “neyi güzel yapıyorsan, neden sohbettesin, farkında mısın?” onu biraz konuşsak çok ağlarsınız... Ve bu alt sınırdır. Bu alt sınırda “ben neleri güzel yapıyorum?” listesi yapın. Onun birinci sırasında salât yoksa, “salât ikamesi” ilk sırada gelmiyorsa “gafletteyiz” demektir. Genellikle alt sırada olur. En uyduruk yaptığından en büyük mükafatı bekliyorsun. “Yavrum sınavın nasıl geçti?” dediniz, o da “baba, kağıdı boş verdim ama on bekliyorum, pekiyi bekliyorum” dedi. Olur mu? En yüksek notu bekliyorsun ama kağıdı da boş vermişsin, olur mu? Kim inanır? En uyduruk salâtı yapacaksın, sonsuz hayatta cenneti istiyorsun... Biraz düşünmek gerekir! Listeni yaptığında en üst sırada “salât ikamesi” olması için bir telaşa, bir gayrete gir. Yaşarken o listede aşağı düşecektir, yukarıya ittir, zorla, onu yukarıda tut. Çünkü onu orada tutmak için sen gayret edeceksin, diğerleri kendisi çıkıyor. Salatı hep “liste başı” yap inşaAllah... 159 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Sevgi konusunda Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şu hadisiyle tüm yanlış yolları, bütün yanlış kapıları bize kapatıyor: “Sizden biri; beni, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.” Sevgi konusu somutlaşsın, netleşsin diye bu hadisi paylaştık ama bu hadis kapsamı ayrı bir başlıktır, altı çok derindir ama şimdi böyle duyalım, bilelim, anlamaya, uygulamaya, yaşamaya çalışalım. Buralardan dûniHİ mana çıkarmak tehlikeli olur, Billahi mana çıkarmaya gayret etmeliyiz. Çünkü ahirette işler sevgi konusunda da dûniHİ’nin zıddına gelişir: “O Gün dostların (dûniHİ algıyla sevip dost edinenlerin) bazısı bazısına düşmandır. Ancak müttakıyler (Billahi anlamındaki imanla sevenler) müstesna.” (Zuhruf-67). Kuralı oku’duk, hatırlayın: Dünyada IZZ olan ahirette ZIDD oluyor. Dünyada izzet, ahirette zıd (zillet) oluyor. Dünyada, DûniHİ algıyla sen birisini ne kadar çok sevmişsen sana o, orada o kadar düşman olacaktır. “O zaman kendilerine tabi olunanlar, azabı görerek kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp gitmişlerdir. Ve aralarındaki (dûniHİ) sebepler parçalanıp kopmuştur. Tabi olanlar (müstakilen varım ve muhtarım iddiasını savunanlar): “Keşke bize bir kere daha fırsat verilseydi de (şu uydurmuş olduklarımızın) bizden uzaklaşmala160 YILMAZ DÜNDAR rı gibi biz de (zamanında) onlardan uzaklaşsak” dediler. Böylece; Allah, onlara amellerini, kendilerine hasretlik/acı pişmanlıklar olarak gösterdi. Nar’dan çıkacak da değillerdir.” (Bakara; 166, 167). Dünyadayken fayda görürüz zannıyla DûniHİ algı ve zann’larına vehmettikleri GÜÇ, ahirette boş bir hayal olarak karşılarına çıkar, umdukları faydayı dünyada da ahirette de bulamazlar: “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi nefslerine zulmettiler. Rabbinin emri geldiği vakit dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannıyla güç vehmettikleri) ilahlarına kulluk etmeleri (hayat tarzı oluşturmaları) kendilerine hiç bir fayda sağlamadı. (Bu hayat tarzı) onların helak olmalarından başka bir şeylerini artırmadı.” (Hud-101). “Ötelerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler (dünya hayatında oluşturdukları kuvvet ve itibar) da, dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannıyla edindikleri) dostları da onlara hiç fayda sağlamadı. Onlar için azıym bir azab vardır.” (Casiye-10). “DûniHİ algı” Kur’an’da “DûniY” ile de ifade edilmiştir. Bu ifade ediş tarzında Allah DûniHİ algıyı “BEN” kelimesiyle belirtmiş ve işin önemini daha kuvvetli ortaya koymuştur, “el-Veliyy” esmasının manasına da dikkat çekmiştir. “Gerçeği örten şu kafirler, kullarımı dûniY (algıyla Ben’im dışım var zannederek, orada da 161 AŞAĞILARIN AŞAĞISI müstakilen var ve muhtar güçler vehmederek) veliler edinebileceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kafirler için bir konak olarak hazırladık. De ki: “Ameller itibarıyla en hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar ki (dûniY veli edinenler) dünya hayatında tüm çalışmaları boşa gidenlerdir. Oysa onlar güzel amel yaptıklarını sanıyorlar.” (Kehf; 102-104). “Onlar kendilerini güzel amel yapıyor sanıyorlardı” ifadesinde daha önce paylaştığımız bir manayı görüyoruz: DûniHİ Algının Kuvveti! Gerçekten, dûniHi algı insanda o kadar kuvvetli ki. Onun o algısı normal insanların Allah’a imanından daha kuvvetlidir, o algıya kişi daha sıkı inanır. Bu yüzden bütün yaptıklarını doğru ve güzel zanneder. Ayette DûniHİ Algının Akıbeti de anlatıldı: DûniHi algının akıbeti cehennemdir. Elbette! Bu ayette farklı olarak “DûniY” (Benim dışım var zannederek) ifadesinin kullanılması vurguyu kuvvetlendiriyor ve özelleştiriyor. Bu vurgu “dûnillah/dûniHi” gibi genel değildir, “Allah’ın dışı var zannederek” denilmiyor. Allah özel müdahale etti: “DûniY; Benim dışım var zannederek”... İleride “dûniKE; senin dışın var zannettik” diyen bir başka ayeti göreceğiz. “DûniY veli” ifadesi ayetteki önemli vurgu olduğuna göre ne anlamalıyız? Buyuruyor ki: DûniY zannıyla (benim dışım var zannederek) birilerine ‘Müstakilen Var ve Muhtar Güç’ etiketi yapıştırarak onu dost, veli edindiler. Ayeti 162 YILMAZ DÜNDAR duyunca onunla amel etmeye talip olan hemen soruyor; hiç mi dost edinmeyeceğiz, dostumuz olmayacak mı? Böyle düşünmek doğru olmaz. Buradan doğru meal çıkarmak için “dost”u ikiye ayıralım: “DûniHİ dost” ve “Billahi dost”. Ve basit özelliklerle bunları tefrik etmeye çalışalım. DûniHİ dost “birisinin dostu” demektir. Siz birisini dost edinmişsinizdir, sorarlar: Nerede tanıştınız, nasıl tanıştın, onu nasıl tanıdın da dost edindin? Dersiniz ki: O, çok önem verdiğim şu kişinin dostudur, o tanıştırdı. O onun öyle müthiş dostudur ki, onun için benim de dostumdur. “DûniHİ dost” bunun gibidir, birisinin dostudur. Dikkat edelim ve tüm dostlarımızı inceleyelim... Eğer birisine “dost” diyecekseniz. Billahi dost Allah Dostu’dur, birinin dostu değildir. Birisi Allah Dostu ise dost edinebilirsiniz. Sana “Bu kişi niye dostun?” dendiğinde cevabın nettir: Çünkü Allah dostu! Bunu halk arasındaki gibi anlayıp “mutlaka evliyaullah mertebesinde birisini dost” olarak düşünüp, sonra da “nereden bulacağız?” demeyin, öyle değil. Düzgün inananı, Efendimiz’i seveni ve O’na mümkün olduğunca uymaya çalışanı, ayet ve hadislere göre haline baktığınız zaman ona “Allah Dostu” muamelesi yapmanız gerekir. Çünkü o aynı zamanda dua olur. Siz öyle birisine “Allah Dostu” derseniz inşaAllah o mertebelere gelir. Ama şunu da unutmayın: Sizde görevli bir melek “sana da, sana da” diyor. Siz birisine bir duada bulunduğunuzda, bir selam verdiğinizde, Billahi manasında güzel davranışlarda bulunduğunuzda “sana da, 163 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sana da” diyeni unutmayın. Birisine Allah Dostu muamelesi yaparsanız, “sana da, sana da “denirse kârlı çıkarsınız, çok yönden kârlı olursunuz... “DûniY ifadesindeki El-Veliy manası önemlidir” dedik. Sana doğru yolu göstereceğini zannedip Benim dışımda güç var zannetme! Bu “doğru yol” sizin hayattaki her türlü işinizle ilgili doğru seçenektir, ne tür doğru olursa olsun hepsini içerir; bir iş, bir sınav, bir karar olabilir. Mesela, bir dünya işindesin, birisiyle iştiraktesin, bir akıl alacaksın tam o anına da seslenir: “Benim dışımda sana akıl verecek öyle müstakil bir güç yok!” diyor. Ona “akıl veren müstakil güç” etiketi yapıştırırsan “DûniHİ Güç” edinmiş olursun, bu yüzden “DûniY güç edinebileceğini mi sandın?” diyor. Bu durumda bütün amellerin boşa gider, iflas etmiş tüccar gibi olursun. “O gittiğin yerde, müracaat ettiğin kişide de Ben’i gör, oraya giderken de bana gel!” diyor. Çünkü El-Veliy, doğru yolu gösterecek olan Allah’tır; Sahibi’dir. Dolayısıyla, DûniHi algı yöntemleri ve kişileriyle doğru yolu aramak Batıl’dır. Bu kapsama tüm felsefeler ve felsefeciler de girer. Bu ayetten çıkan bir mana da budur ki, çok dikkat edin, çok! Eğer siz, doğru yolu gösteriyor diye bir felsefecinin fikirlerine bakarsanız “DûniY veli” edindiniz demektir, bütün amalleriniz boşa gider. “Şu kadar şu ameli yapıyorum, şu kadar şu zikri yapıyorum ama orada yazan sonucu alamadım” diyorsunuz değil mi? O zaman sevgini incele, velilerini incele! Hayatının bir yerinde “DûniY veli” mi var incele! Sahibi uyarıyor: Böyleyseniz boşa 164 YILMAZ DÜNDAR gider! Bu yüzden, dosdoğru olan Billahi ilmini ve halini bırakıp, görmeyip başka düşünce, idrak ve felsefelere gidene derler ki: Sana Rasulüllah yetmedi mi? Sana Allah yetmedi mi? Oralarda ne aradın, neyi aradın? Eğer kişi “Ama o da önemli şeyler söylüyordu, o da doğru söylüyordu” derse şu cevabı alır: “Siz nefsinize bakın (kendinizi aklamayın)!” Maide-105.ayet böyle söylüyor. Bu yüzden, başka felsefeleri önemsemek, onlarda doğru ve hakikat aramak, onları Efendimiz (SAV)in yerine koymak, O’nunla aynı yerde tutmak, “şu kişiden de yararlanıyorum” demek, hatta o felsefecileri başkalarına da öğütleyip anlatmak, referans olmak, yani onun düşüncelerini tebliğ etmek bu ayete göre onları “dûniY veli” edinmektir. Ayette “dûniY” geçiyor olması çok güçlü bir uyarıdır, demek ki çok büyük bir tehlike var, bu kadar önemli: Benim dışımda! Bir başka fikir söyleyene karşı Allah dedi ki: Bu benim dışımda bir fikir söyleyen buldu! Bitti! Onun amelleri boşa gider! Ayetteki “DûniY” uyarıda ElVeliy isminin bu yanları da vardır. Bu uyarı İsra-2 ve Kehf-50. ayetlerinde de vardır. DûniHİ algı ve zann’ları için Enbiya-43. ayette de “Bizim dışımız var sandılar” manasına DûniN geçmektedir: Bizim dışımız! Kur’an’da geçen BİZ kelimesi çok anlaşılmış bir mana değildir. Özellikle Fatiha kitapçığının “iyyaKE na’budu” bölümünde BİZ’i geniş olarak paylaşmıştık: Allah’ın BİZ demesi nasıl anlaşılmalıdır? “İyyaKE na’budu” ayetinde kulların “BİZ” demesi nasıl anlaşılmalıdır? Rabbimiz orada bize neden 165 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “biz” dedirtiyor, o nereye giden bir manadır ve bize nasıl bir hediyedir, neyin hediyesidir? Bunlar yerlerinde açıklanıyor, bakarsanız faydalı olur inşaAllah. Konumuz olan DûniHi manada da “bizim dışımız var zannettiler” ifadesiyle Enbiya-43. ayetle uyarılıyoruz: DûniNA. Kısaca şunu söyleyelim ki, konu biraz anlaşılsın. Kısaca söyleyelim, çünkü detayları önceki paylaşımlarımızda var: Ehadiyet’te Allah’ın “BEN” dediği halle Vahidiyet’te “BİZ” dediği hal aynı şeydir; yani Kur’an’da geçen “BİZ” de tekildir. Bu BİZ, bizim birbirimize dediğimiz “biz, siz, onlar” ifadesinde olduğu gibi kesret sisteminin çoğulu değildir. Hep söylüyoruz: Kur’an’daki kelimeler bizim anlamamız için bizim dilimizdir, ama manayı İhlas Suresi’ne göre vermek zorundayız. Kur’an ayetleri için İhlas Suresi’ne uymayan bir meal verilmez. “Ama halk dilinde bu kelimenin manası böyle, halk öyle anlıyor” deniyor. Olabilir! Ama İhlas Suresi’ne uymayan olmaz! Bu bakışla BİZ; kesret aleminde “BEN” diyen Tevhid Dili’dir, mana budur; “BEN” demektir. Alt sınır budur ama neden “BİZ” denilmiştir? Detaylarını biraz paylaştığımız o manayı tefekkür ettiğiniz zaman yakalarsınız. Dikkat edeceğiniz şey “alt sınır”dır, alt sınır çok önemlidir. Eğer o sınırı siz DûniHİ oluşturursanız, yani burada “BİZ” kelimesini kesret aleminin çokluğu olan “biz” gibi oluşturursanız olmaz! Vahidiyet pozisyonunun seslenişi olan “BİZ” “BEN”dir, Tevhid Dili’dir. İşte bu vurgu bu konu kapsamında “DûniNA” olarak geçmektedir. Dolayısıyla “BİZ, bütün yaratılan166 YILMAZ DÜNDAR ların Allah’ın dışında olmayan bir tekliğini ifade eder; Allah’ın dışında olmayan tekliği ifade eder! Yaratılan sistemin anlaşılmasını sağlar; çokluktan Tevhid’e gidebilme yolunu gösterir. Kim için? İnceleyen Talib için! Allah’ın “Ben’im dışım var ve orada da ‘müstakilen var ve muhtar olan güçler’ mi var sandınız?” diyerek, daha biz dünya hayatı mühleti içerisindeyken uyarıldığımız bu konuyu dikkate almamış ve korunmamış olanların akıbet ve itirafları Nahl-86. ayette bildirilmiştir ve dûniHİ algıdakiler bu soruya: “Rabbimiz senin dışın var sandık” diyerek itiraf eden bir cevap vermişlerdir. Bu anlamda DûniKE kullanılmıştır. “DûniY” ile “benim dışım mı var sandınız?”, “DûniNA” ile “bizim dışımız mı var sandınız?” dedi. DûniHİ algısıyla bu soruya muhatap olan ise “DûniKE; senin dışın var sandık” diyerek ahirette cevap veriyor: “Şirk koşanlar, ortak koştuklarını gördükleri zaman: “Rabbimiz! İşte bunlar dûniKE (senin dışın var zannederek müstakilen var ve muhtar güçler olarak çağırdığımız) ortaklarımız.” (Ortakları da) onlara söz atar: “Muhakkak ki, siz yalancılarsınız.” (Nahl-86). Ötelememek için konumuz çerçevesinde biraz genişletelim. Ortakları “Siz yalancılarsınız” diye laf attıklarına göre, demek ki, hepsi hesap yerinde, her ikisi de hesaba çekiliyor. Buradan önemli bir tanımlamaya ulaşacağız, lütfen dikkatlerinizle bana yardım edin. Öyle bir korku ki, 167 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “senin dışın var sandık” diyorlar. Çocuk bir şey isteyeceğinde veya çok korktuğunda ortamı yumuşatmak ve pozisyonu belirtmek için “Anneciğim, babacığım” gibi kelimeler kullanır, işte ona benzer ama ahirete ait bir korkuyla, o dehşetle itiraf: Senin dışın var sandık! “Bir dış var sandık” demiyorlar, çok ileri bir itiraf var: “Senin dışın var sandık!” deyip ekliyorlar: Ve şunları ortak edindik, onlara “müstakilen var ve muhtar güç” ilan ettik, onlara böyle baktık ve yaklaştık. Nelere böyle yaklaşmış, böyle demişlerse onlar da hesapta! Ama onlar, “siz yalancılarsınız” diyor! Eğer onların “dûniKE” deyip itiraf ettikleri bu güç “Güneş” ise, biliyorsunuz günümüzde ona tapanlar var, Güneş’i gösterip “biz onu müstakil bir güç zannettik, muhtar zannettik de Güneş’e taptık; ona yöneldik, ona secde ettik” diyecekler. Oysa Fussilet-37. ayette Rabbimiz “Güneş’e ve Ay’a secde etmeyin” buyurmasına rağmen ona yönelmişlerse bunu itiraf ettikleri zaman Güneş onlara “siz yalancısınız” diyecektir. Ama: Eğer onların rab ilan ettikleri Hazreti İsa aleyhisselam ise? Çünkü ayet onların ortak edindiklerini ayırmıyor. Eğer Hazreti İsa aleyhisselam ise, O’nu bu ayetteki mana içerisinde bulamayız, O’nu bu hesap alanında bulamayız. Onların “DûniKE” kapsamındaki ortakları olan putlar, heykeller gibi şeylerse onlar orada onlarla hesaptadır, her biri Güneş gibi cevap verir. Çünkü o gün herşey şahid olacaktır, hiç tahmin etmediğiniz şeyler sahidlik yapacaktır. O putlar o gün onlara; “Biz size sizin dediğiniz gibiyiz dedik mi? Demedik! 168 YILMAZ DÜNDAR Siz yalancısınız, bunlar yalan söylüyor!” diyecekler. O gün bir başka önemli ortak vardır: Kişinin kendinde “var” saydığı müstakil güç! Var sayılan böyle bir güç var, bir de o orada olur. Lütfen zihinlerinizi şu konuda zorlayın: Her fikir suret bulur... Allah ona “suretlen” dedi mi o suret bulur. Biz de öyleyiz! Diledi, “Suretlen” dedi (“Kün fe yekûn”) suret bulduk. Her fikir suret bulur. Senin “Müstakilen Var ve Muhtar” zannına Allah “suretlen” derse o suret bulur... Ve bu suret sana der ki: “Ben sana, ‘ben senin müstakilen var ve muhtar olan gücünüm’ demedim ki! Yalan söylüyorsun, beni sen uydurdun.” Bu yüzden Bakara-166 ve 167. ayet: “Keşke bize bir kere daha fırsat verilseydi de (şu uydurmuş olduklarımızın) bizden uzaklaştıkları gibi biz de (zamanında) onlardan uzaklaşsak” derler” buyuruyor. Orada o gün bunu diyeceksiniz: Allahım bir fırsat versen de onların bize sırt dönüp gittikleri gibi biz de onlardan kaçıp kurtulsak! Şimdi şuna dikkat edin: Biz de diyoruz ki: O halde sen şimdi kaç ondan ve onlardan! Senin kendinde var saydığın “Müstakilen Varım ve Muhtarım” zannın orada senden kaçacak! Ayette gördük, o gün o senden uzak duracak, kaçacak! Dolayısıyla, buradan şu noktaya gelmeye çalışalım ki, konu çok detaylanmasın: DûniHİ algı ile sen her neye veya her kime “Müstakilen Var ve Muhtar bir Güç’tür” demişsen ona sen bir etiket yapıştırmış olursun. İşi ona yapıştırdığın bu etiketle anlamaya, çözmeye çalışacağız ve onu önemli bir yere getireceğiz. Bir 169 AŞAĞILARIN AŞAĞISI varlığa sen bir etiket yapıştırıyorsun: Bu dûniHİ (Allah’ın dışında, O’ndan ayrı, O’nun gücü dışında bir varlığa ve bir güce sahip müstakilen var ve muhtar) bir güçtür” deyip bir etiket yapıştırdın. Bu bir insan olabilir, bir eşya veya herhangi başka bir şey de olabilir. Dolayısıyla, iki şey çıktı: Etiketlenen ve etiketleyen. İki tane fikir var; etiketlenen ve etiketleyen. Allah diledi mi bunların ikisi de suretlenir. Lütfen burada şimdiden başlamak üzere şu çalışmayı içinizden yapmanızı öneririm: Kendinizde Etiketleyen ve Etiketlenen’i ayırmaya gayret ediniz. Gayret edersek buluruz onu ve onları... Ki ahirette o sizden kaçmadan siz şimdi kaçın inşaAllah. Bu ayetteki bir başka ipucuyla yolumuza devam edelim: Bu ayeti bir inanmayan okuyup da “eyvah, böyleymiş! Öyleyse ben şimdi o etiketleyenden ve etiketlenenden kaçayım” der mi? Böyle bir şey olmayacağına göre inanmayanın bu ayetle işi yoktur. Biz de inananlar olarak “bu ayet inanmayanlara sesleniyor” dersek, etiketleyen ve etiketlenen dediğimiz dûniHİ ortakları onların fark edip onların kaçması gerektiğini düşünürsek ayet boşa çıkmış olmaz mı? Ayet boşa mı düştü? Lütfen fark edin: Merhametiyle, onun üzerinden anlatımla Allah seni uyarıyor. Onu uyarmıyor ki! Çünkü o Kur’an’dan ancak nefret eder, o Kur’an’a iman etmez ve Kur’an’ı sevmez ki. Rabbin o inanmayan üzerinden seni uyarıyor diyor ki: O böyle kaçacak. İşte sen, onun orada kaçacağını şimdiden kendinde ara bul ve ondan kurtul. Çünkü kişi o gün diyor ki: Bir fırsatım olsa 170 YILMAZ DÜNDAR şu uydurmuş olduklarımın benden kaçıp uzaklaştıkları gibi ben de onlardan kaçardım. Aslında onu bu cümlesiyle bize yol gösteriyor: Eğer sen onun haline düşmek istemiyorsan, şimdi hayattayken sen o etiketleyeni ve etiketleneni kendinde ara bul ve sen ondan kaç! Göreceksiniz ki, etiketleyen de etiketlenen de Allah’ın kuludur. Ve bu ikisi, bir insanın kendisinde vardır. Kimde ve nerede olursa olsun onlar, ikisi de kuludur, Allah her ikisini de sorgular. Şimdi şu ayetleri hatırlayalım: “Talib de Taleb edilen de zaif (aciz)dir.” (Hac73). Talep eden de talep edilen de gücü olmayan şeylerdir. Ayet bize bunu zaten öğretiyor: Etiketleyen de etiketlenen de zaiftir (güçsüzdür, çaresizdir); kuldur! “Ey, insanlar! Siz Allah’a fakirlersiniz. Allah ise Ğaniyyül Hamiyd!” (Fatır-15). Etiketleyen de etiketlenen de varlığını Allah’a muhtaçtır. Allah ise onları dışında olmaksızın yaratır. Çünkü Allah’ın Dûn’u yoktur. Ğaniyyül Hamiyd’i ise şimdilik söyleyip geçiyoruz... Küfrünüzde (fazla) ısrarcı olmayın, “ama şöyle, ama böyle” diyerek kendini aklayan olmayın. Çünkü: “Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir. Bu Allah’a Bi aziyz değildir. (Fatır; 16, 17). 171 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Bu “B” de çok farklı bir konudur. Ama; bu öğrendiklerimizle Kur’an’ın önce orijinaline sonra mealine bakarak incelediğinizde “B” sırrını kendinizde keşfetmiş, açmış olacaksınız. Buradaki “B”ye biraz bakalım: Ayetin orijinali şöyledir: “Ve ma zalike alallahi Bi Aziyz” Bu ifade meallerde normal yaşadığımız hayat için meallendiriliyor ve deniyor ki: Allah dilerse sizi yok eder, yerinize yeni bir halk getirir, bu da Allah’a hiç zor değildir. Evet böyledir, kimse de buna itiraz etmiyor. Bu meal doğrudur ama noksandır. “Bi Aziyz” dediği için manaya şu mealle yaklaşmaya çalışmalıyız: Bu işler O’nun dışında olmadığı için (O’nun Dûnu olmadığı için) O’na hiç zor değildir. “Bi Aziyz” diyor, “B” var. “B” varsa O’nun dışarısı yok! Dışında böyle bir şey olmadığı için O neyi murad ederse, irade ederse ona “Kün” der, “feyekûn” olur. Dışınıza öyle bir şey yapabilir misiniz? İllüzyonları saymayın... Böyle yaklaşırsanız Kur’an’daki özelliği, Efendimiz’e gelen özelliği Bi Aziyz’den bile çıkarabilirsiniz. Bu işler Allah için her noktada Bi Aziyz’dir. Yani “O’nun dışarısı” olmadığı için, ne düşünürse “ol” dediğinde olduğu için O’na bir meşakkati yoktur. “(O) yaptıklarından sual edilmez, onlar (yaratılanlar) sual edilirler.” (Enbiya-23). O zaman: Etiketleyen, etiketlenen hepsi sual edilecek demektir... Ayetteki “Allah sual edilmez” ifadesi de biraz önceki manayı vurgular. Neden sual edilmez? Kim sual edecek? Sual edecek yok ki! Dışı yok ki, 172 YILMAZ DÜNDAR birisi gelsin de sual etsin... Manalara bu şekilde baktığınız zaman Tevhid’i yakalarsınız. Değilse buradaki mana “kimin haddine! Kimse cesaret edemez, birisinin Allah’a sual etmeye gücü yetmez” değildir. Öyle anlarsanız bir varlık oluşturmuş olursunuz. Allah’a sual edecek müstakil ve muhtar bir varlık yok! Mana budur. Fatiha’da Maliki YevmidDiyn bölümüne bakarsanız göreceksiniz, o Zor Gün’de, o Azıym Gün’de, Diyn Günü’nde; o şiddetli günde kimse konuşamaz, Allah’ın dilediği hariç! Onlar da doğru ve Hakk olanı söyler. Başka bir müstakil varlık yok ki, itiraz etsin, gelsin de sual etsin... Etiketlenen’in hesabı için bir misal verelim: “(Kulluk yaptıkları nesneler) dediler ki: “Sen, Subhan’sın! DûniKE (senin dışın var zannıyla müstakilen var ve muhtar güç olarak) dostlar edinmek bizim için olur şey değildir. Fakat sen onları ve onların babalarını metalandırdın. Nihayet zikri unuttular. Ve helak olan bir kavim oldular.” (Furkan-18). Etiketlenen, kendine yapıştırılan (Müstakilen Var ve Muhtar Güç) etiketini hesap zamanı kabul etmiyor, reddediyor: Bizim için ne mümkün öyle bir şey! Çünkü sen Subhan’sın diyor. “Etiketlenenin sorgusu”na dair bir misali de Hazreti İsa aleyhisselam ile ilgili olarak, yine Kur’ân’dan görelim: “Ve Allah şöyle dedi: Ey, Meryemoğlu İsa! İnsanlara “dûnillah (Müstakilen Var ve Muhtar 173 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Güç olarak) beni ve annemi iki ilah edinin” diye sen mi söyledin?” (İsa) dedi ki: “Sübhaneke. Hakk olmayanı söylemek benim için nasıl olur? Eğer onu söylemişsem, muhakkak sen onu bilmişsindir. Sen nefsimde olanı bilirsin, fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Muhakkak ki, ğaybların en âlâ bileni sensin, sen.” (Maide-116). Öyleyse: Etiketleyen ve etiketleneni lütfen kendinizde arayın, onları birbirinden ayırın. Bulduğunuz iki ayrı yapıyı kıyaslayın, sorgulamayı şimdiden yapın... DûniHi algı sonucu “Müstakilen Varım ve Muhtarım” diyen kişi mütekebbir davranışıyla ilgili akıbeti hakkında uyarılır. Okuyacağımız ayette, manasını bilmemizde fayda olan iki kelime var. İSTİNKAF Allah’a kulluk etmeyi tercih etmeyendir. İSTİKBAR “Müstakilen Varım ve Muhtarım” zannına, itibar ve kuvvet kazandırma hırsına girendir. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” halini yükseltme hırsına girmiş... KULLUK ETMEK aynı zamanda hayat tarzı demektir. Eğer siz, Allah’ın dediği şekilde hayat tarzı kurmamışsanız Allah’a kulluk etmiyorsunuz demektir. İbadet adı altındaki bazı uygulamaları yapıyor olmak “kulluk yapmak” demek değildir. Hayat tarzı oluşturacaksınız. Hayat tarzınız Allah’ın ve Rasulü’nün dediği şekilde bir hayat tarzı değilse o Allah’a kulluk olmaz! Neyin hayat tarzı varsa ona kulluk ediyorsunuz demektir. Dolayısıyla “istinkaf” Allah ve Rasulü’ne göre hayat tarzı oluşturmamanın adıdır. 174 YILMAZ DÜNDAR “(Billahi anlamında) iman edip salih amel işleyenlere gelince, (Allah) onlara ecirlerini tam olarak verecek ve lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. İSTİNKAF (Allah’a kulluk etmeyi tercih etmeyen) ve İSTİKBAR edenlere (dûniHİ algı sonucu Müstakilen Var ve Muhtar zannına itibar ve kuvvet kazandırma hırsına girenlere) gelince, onlara acı bir şekilde azab edilecektir. (Düştükleri bu zor durumda) kendileri için, dûnillah (algı sonucu müstakilen Var ve Muhtar zannıyla vehmettikleri güçlerden) bir dost ve bir yardımcı da bulamazlar.” (Nisa-173). Lütfen şimdiki ayeti çok önemseyin ve bunu tefekkür edin, inceleyin. Ayetin bir özelliği var ki, meallendirirken kimse ona başka mana veremiyor, onu yumaşatamıyor, gevşetemiyor: “Onlardan kim: “Muhakkak ki; ben, dûniHİ (Allah’ın dışında) bir ilahım (Müstakilen Varım ve Muhtarım)” derse, Biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiya-29). Ve Hesap Günü, bu ayet gereği: “Dûnillah (Müstakilen Var ve Muhtar zannında) olanlar! Onları cehennem yoluna yönlendirin.” (Saffat-23). “Muhakkak ki; siz de, dûnillah (algı ile) kulluk yaptıklarınız da cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz.” (Enbiya-98). Bazı mealler “cehennem yakıtı” yerine “siz de onlar da cehennem odunusunuz” gibi daha 175 AŞAĞILARIN AŞAĞISI anlayacağımız bir ifade kullanmışlar: Cehennem odunusunuz! Ayette iki grup var; siz ve kulluk yaptıklarınız! Yani: Etiketleyenler ve etiketledikleriniz! Meali böyle verirsek: Etiketleyen de etiketlenen de cehennem odunudur! Etiketleyen tamam da, etiketlenen nasıl cehennem odunu olur? Görüyoruz ki, dûniHİ algının zannları (etiketlenen) karşımıza cehennem odunu olarak çıkmaktadır. Bu; “Müstakilen Varım ve Muhtarım” zannıyla yaşarken oluşturduğumuz etiketin pişmanlık olarak azaba dönüşmesidir. Büyük, çok büyük bir “demeseydim, yapmasaydım” pişmanlığı... Ama bu pişmanlık öyle bir şey ki, lütfen çok dikkat buyurun: Ahiret hayatında pişman olmayacaklar sayılamayacak kadar azdır. Ama cennet ehli de dahil, yani orayı gören de dahil hep diyecekler ki: “Ah, daha yapsaydık. Ne işim vardı da AVM AVM dolaştım durdum? Daha yapsaydım; biraz daha salavat, biraz daha İhlas.... Pişmanlık orada önemli bir duygudur. Ama tabi, cennetin pişmanlığı ile cehennemin pişmanlığı, Allah muhafaza etsin, kısaylanabilir mi? Çok farklı! Anlatmak istediğimiz şu ki: O Gün o zann; “Müstakilen Varım ve Muhtarım zannı, Allah’tan başka bir güç ilan etme zannı büyük bir elem, ızdırap ve pişmanlığa dönüşecektir. Kavuran! Yakan! Allah muhafaza etsin. Günümüz hayatında insan bir işe, bir şeye pişman olup üzülüyor da dayanamıyor ölüyor. Borcunu ödeyemiyor, o oluyor bu oluyor da kişi dayanamıyor, yaşayamıyor! Bu bir işi yapmanın buradaki pişmanlığıdır! Bunu ahiret için sonsuz176 YILMAZ DÜNDAR la çarpın... O öldü, buradaki sıkıntıdan kurtuldu, ahirette ölmek de yok! Cehennem odunu olan bu kişi bir firavun ise? O günkü gerçek firavun da olabilir, günümüz firavunları da olabilir, ayet onlar için diyor ki: Ona ve ehline sabah-akşam ateş gösterilmektedir, Onlar sabah-akşam ateşe arz olunuyorlar. Yani: Hem böyle bir azab, hem de kendisiyle birlikte ehlini de cehenneme sürükleyip götürüşleri çok düşündürücü, çok korkutucudur... Putlar, çeşitli heykeller, günümüzde Allah’ın yerine güç olarak gördüğünüz, gücünden yararlandığınız, gücünü kullandığınız, medet umduklarınız, “şu beni koruyor, şu benim uğurum” dedikleriniz hepsi ateşe dönüşecektir, İlla Allah... O ateş nasıl söner, onu söndüren nedir? Cehennemin ateşi cehennemde sönmez, o bu dünyada söner. İşte onu söndüren budur: Ve La Havle ve La Kuvvete İlla Billah! Biliniz ki, bunu söyledikçe onu söndürüyorsunuz. Bildiğiniz bilmediğiniz ne kadar dûniHİ güç iddianız varsa, ne kadar güç edinmişseniz; ve La Havle ve La Kuvvete İlla Billah! İnsanların yaygın olarak dûniHi ilah edindikleri örnekleri düşününce aklınıza Hazreti İsa aleyhisselam gelirse o şöyledir: Ona soruldu; “onlara sen mi söyledin, “ben ilahım” diye?” O, Rabbine; “ben öyle şey der miyim, sen Sübhan’sın” dedi. Bu yüzden O, bu olaydan muaftır. Ama firavun “ben sizin ilahınızım” diyor! Bu iddiasıyla ayetin tam içine düşüyor. Bu tür ilahlar, insanın kendisi dahil zahiri ve zihni 177 AŞAĞILARIN AŞAĞISI putlar edinmemekle ilgili şu ayetlere imkan bulunca bakabilirsiniz: Al-u İmran; 64 ve 79, Maide-76, En’am-71, Tevbe-31, Nahl-73, Meryem; 48-49, Enbiya-66, Hac-71, Furkan-17, Ankebut; 17 ve 25, Yasin-23, Mümtehine-4. Yeri geldiği için dûniHi ilah edinme konusunda bir açıklamayı tekraren paylaşalım, pekişmiş olsun: Bu işte, bir Birincil Suç vardır bir de İkincil Suç vardır. Birincil Suç, dûniHİ algıyla “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmak ve bu iddiaya göre hayat tarzı oluşturmaktır. Birincil bu suçu işleyen insan, herhangi bir yaratan kabul etmiyor olabilir, bir yaradana inanmadan hayatını sürdürüyor olabilir. İkincil Suç, ise kaynağını birincil suçtan almaktadır. Bu suçun kapsamına “Müstakilen Varım ve Muhtarım” diyerek birincil suçu işleyenin, yine bu iddiasına uygun tarzda bir yaradana yönelmek arzusu girmektedir. “Benim de bir yaratanım olsun” kapsamındakiler kendi içinde üç gruba ayrılır: Bu arzusunu yerine getirirken, yaratan olarak Allah’a inanmayanlar bir grup oluştururlar. Diğer grup; yaratan olarak Allah’ı kabul ettikten sonra, ayrıca dûniHİ bir yaklaştırıcı daha edinir. Allah’a inanır ama Efendimizin zamanındaki müşrikler gibi! “Biz onlara tapmıyoruz ki, onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” bahanesiyle kendilerine bir de “yaklaştırıcı ilah” ilan ederler. Öyleyse, günümüzde, bizde ona benzer Allah’a yaklaştırıcı ne kadar put varsa temizlemeniz gerekir; siz, onlara “mübarek insan” deseniz bile! Onla178 YILMAZ DÜNDAR ra “Müstakilen Var ve Muhtar” etiketi yapıştırır sonra da “o beni kolumdan tutup kurtaracak” derseniz, ona dûniHİ bir özellik verirseniz siz de bu sınıfa girersiniz. Kalbler (mecazen) Allah’ın parmakları arasındadır. İnsanların kalbi Mukallibel Kulub olan Allah’ın yetkisindedir. Böyleyken, bir insandan hidayet beklemek, hidayeti ondan bilmek veya ahirette sizi kurtaracağını düşünmek hep bu konulara girer. “Şefaat” mekanizması ayrı bir şeydir. Siz Allah’ın ona şefaat izni vereceğini nereden biliyorsunuz? Nasıl, “o beni kurtaracak” dersiniz, nasıl böyle düşünürsünüz? Ayette şefaat için “izin verilenler” hariç kimse şefaat edemez deniyor. Şefaat çok başka, çok farklı bir şeydir. O şefaate izin verilen siz bile olabilirsiniz. Öyle bir noktada olursunuz ki, size inşaAllah “ateşin içinden beş kişiyi al” denir. O çok ayrı bir iştir, onu bunlarla karıştırmayın. İlah edinen bir üçüncü grup daha vardır ki; bunlar, yaratan olarak Allah’ı kabul edip, ancak dûniHi algı ve zann’larını devam ettirirler. Şu ayet bu grup içindir: “Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak (dûniHİ algı ve zann’larıyla birlikte) Allah’a iman ederler.” (Yusuf-106). Bir başka ayette ise, Rabbimiz bizi Yusuf-106. ayet kapsamına girmememiz için uyarmaktadır: “Allah’a haniyfler olarak, O’na şirk koşmaksınız (iman edin) yönelin.” (Hac-31). Yani: DûniHi algı ve zann’larına sırtınızı dönerek, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddia179 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sında bulunmadan, her an “Billahi algı”da olmaya gayret ederek Allah’a yönelin, iman edin. “Bir şey yaratamayan, kendileri yaratılan, kendi nefsleri için bir zarar ve faydaya malik olmayan; öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güçler vehmederek bu zannlarını) ilahlar edindiler.” (Furkan-3). Bu ayet, ikincil suçu işleyenleri konu alan bir misaldir. Ama biliyoruz ki, aslında ikincil suçun olduğu yerde kendiliğinden birincil suç ta vardır. Bu yüzden, “ilah” geçen ayetlere bu gözle bakmalıyız. “Bu ayette “ilah” deniyor, benim ilahım yok” deyip ayeti ötelemek yanlış olur. Çünkü bahsedilen ikincil suçtur. Bu ayetler karşısında kendimizi önce birincil suç açısından sorgulamalıyız. İster ikincil suç, ister birincil suç olsun, Fussilet-23 onların hepsi için diyor ki: “İşte Rabbinizle ilgili beslediğiniz zannınız sizi mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” (Fussilet-23). Ve: “Eğer şükrederseniz ve iman ederseniz Allah size azabı neylesin? Allah Şâkiran Aliyma’dır.” (Nisa-147). Şükrederseniz ve iman ederseniz Allah size niye azab etsin ki; şükrettiniz bir kere! Peki, nasıl şükredeceğiz? ŞÜKRETMEK; kesinlikle dûniHi algıyla olmaz. Şükretmeyi günlük dille anlatmak 180 YILMAZ DÜNDAR onu daha iyi anlamamızı sağlayacaksa ona “teşekkür etmek” diyelim. Dışarıdan Allah’a bakıp da teşekkür etmek olmaz. Dışındaki bir Allah’a “Allahım bana şunları verdin, teşekkür ederim” olmaz. Yani, küfür ehliyken teşekkür olmaz! Bu önem yüzünden ayette bizi uyarıyor: “Eğer şükrederseniz” dediği zaman “dûniHİ algıyı atın” manasını anlayın! İMAN ise, ancak Billahi anlamında olmalıdır ki, yılardır hep onu anlattık. Dolayısıyla, dışarıdan iman da olmaz. Kendinizi Allah’ın dışında bilip, öyle sanıp, sonra da “Ben Allah’a inanıyorum” olmaz, o algıyla “Allah’a inanıyorum” diyemezsiniz. Billahi algı öyle bir şey ki... Billahi algı Keşif Kapısından giriş olup o algının kendisi Şükür ve Hamd halidir. Şükür ve hamd söylenen bir şey değildir aslında, onlar bir haldir, bulunduğunuz bir pozisyonun adıdır. Şükür açısından bakarsak: Sürekli Billahi algıda yaşıyorsanız başka bir “veren” düşünebilmeniz mümkün olur mu? Hamd açısından ise: Sürekli Billahi algıda yaşayan nasıl bir başka “emir veren” düşünebilir? Bu yüzden; Billahi anlamındaki algıda yaşamak şükür ve hamd halidir; siz dilinizle söylemeseniz de o yaşantı zaten Şükür ve Hamd’dir, kendiliğinden. Şu uyarıyı da dikkate almalıyız: İnsan, her şeyi Allah’tan bilmeyi; dünya hayatı ve ahiret için gereken rızkımızı verenin Allah olduğunu bilmeyi ne yazık ki, çok mekanik düşünmektedir. Çok mekanik... Bu işler hep “algı işi” olduğundan bunları üst üste söylüyorum ki, algılarımızı inceleyelim ve onaralım. Maalesef onu meka181 AŞAĞILARIN AŞAĞISI nik, kendiliğinden yürüyen bir mekanizma gibi düşünüyoruz. Meşrubat otomatları vardır, öyle düşünüyoruz: Allah’a söyledim, alırım, O’na söyleyince gelir, Dünya böyle, Güneş şöyle... Allah ve Sistemi zihnimizde o kadar mekanik ki; bir makina gibi cansız! Bu bizi çok yanlış bir yere götürüyor. Niye? Çünkü onu böyle mekanik düşünmek sizi şükretmekten uzak tutuyor, engelliyor. Dikkat edin, siz makinaya şükretmezsiniz. Çok susadınız, düğmesine bastınız ve bir su aldınız, makinanın sırtına vurup da “teşekkür ederim” demezsiniz ki. Ama bir insan gelir de size su verirse ona teşekkür edersiniz. Çünkü insanı mekanik düşünmediniz. Allah’ı makina gibi mekanik düşünen O’nun verdiklerinin farkında değil ki, şükretsin... Makineden alıyor gibi yaşayıp, gidiyor. Dışarıdan oksijen gereksinimi duyan bir hastaya o zor anında kanül veya maske ile oksijen uygulasalar, oksijen tedavisinde kullanılan makina ve ekipmana teşekkür etmez, doktora ve sağlık ekibine teşekkür eder. Dikkat edin, bir duygu var, duygu! Kişi o duyguyu yakalamazsa, hele de “yeni” etiketli tasavvuf anlatımlarının yanlış tuzağına düşüp “duygu şudur, o şöyle şirktir” diye düşünüp günümüzün “yeni” din anlatımıyla Allah’a karşı duygularını yok ederse şükredemez. Eğer siz, duyguları dûniHi algıda kullanırsanız, o duygulara “müstakil ve muhtar” etiketi yapıştırırsanız o şirktir. Billahi algıda duyguların hepsi Esma’ül Hüsna’dır, onlara siz duygu diyorsunuz. Onların Billahi alandaki adı başkadır, hepsi birer esmadır. “Esma’ül Hüsna’larla 182 YILMAZ DÜNDAR Allah’a yönelin, dua edin” ayetleri, bu manadaki hadisler ne olacak, onlarla nasıl amel edeceğiz. Sizin duygu dedikleriniz Allah’ın kanunlarıdır ve hepsi bizim gibi canlıdır. Zihnimizde oluşturduğumuz makina evrende yoktur, çünkü herşey canlıdır. Siz Allah’ın bir yerini nasıl “cansız” kabul edersiniz? O bizim cahil kafamız... Allah ve sistemini böyle mekanik düşünen o insan, oysa dûniHi algının zann’larında daha duygusaldır. İnsan bu mekaniklikten, ancak Allah’ın merhametini fark edebilirse ve görebilirse kendisini kurtarabilir. Allah’ın merhametini fark edebilirse insan şükrün manasını kavrayabilir. Bu sebepten, göreceğimiz ayetlerde “dûniHİ algı kapsamında “merhamet” de ele alınmıştır. Ayetlerde DûniHİ anlamında merhametin ele alındığı tanım “dûnirRahman”dır. Meallerde beşeri bakışa ait manalar görünce lütfen yanılmayın. Kur’an’da “dûnirRahman” özellikle belirtilmiştir ve her bir tanım gibi tam yerinde kullanılmıştır. Bu tanımın kullanıldığı iki ayetten birisi Mülk Suresi’ndedir, Mülk-20. ayette “dûnirRahman” geçer. Eğer mealde bu manadan hiç bahsetmezseniz kişi fark edemez, perdelenir. Halbuki Mülk Suresi 20. ayetinden son ayetine kadar sizi “Allah’ın verdikleri”ne karşı uyarır, hatta son ayette de vurucu uyarıyı yapar: “Suyunuz çekilirse kim verecek?” (Mülk-21). İnsan o kadar suyun içindeki balık gibidir ki, hiç farkında değildir. Suyunuz çekilirse kim verecek?” ayetini okur, geçer gider, korkmaz... Çe183 AŞAĞILARIN AŞAĞISI kilirse” denilen su yalnızca içtiğiniz su değil, suyun çekilmesinin bir çok manası var... Uyarıyor, ve merhametini hatırlatıyor. Mülk Suresi-20’de “dûnirRahman”ı kullanarak bize merhametini hatırlatıyor: Sen dışarıda bir merhamet mi aradın? DûnirRahman bir güç mü buldun? “Senden önce irsal ettiğimiz Rasullerimize sor! DûnirRahman (Rahman olan Allah’ın dışında müstakilen var ve muhtar olan merhamet sahibi güçler var zannıyla) kulluk yapılacak ilahlara müsaade ettik mi?” (Zuhruf-45). Rivayetlere göre: “Rasullere sor” denilince Efendimiz (SAV) Cebrail (AS)a “sormam” diyor: Çünkü kesinlikle mutmainim ve inanıyorum. “Rasullere sor” ifadesi çeşitli manalar içerir. Birisi: Gelen bilgileri incele, sana bazı rasulleri kıssa ettik, oralarda öyle bir müsaade var mı? Yok! Bir diğeri: Mirac’tan önce İsra’da Efendimiz (SAV) tüm Rasul ve Nebi’lere İmam’lık yaparken, onlarla iken, “hiç böyle bir izin vermedik” manasına; “Bütün rasul ve nebiler burada, onlara sor bakalım, böyle bir şey denilmiş mi, böyle bir şeye izin verilmiş mi?” denmiştir. Konumuza dönecek olursak, bu ayetlerde “Allah’ın merhametinin dışında bir şeylere sanki onun merhametinin dışı varmış gibi yönelmeyin!” uyarısı vardır. “Öyle bir şeye hiç izin vermedik!” diyor. “DûnirRahman (Rahman olan Allah’ın dışında müstakil ve muhtar merhamet sahibi güçler var zannıyla) size yardım edecek askerleriniz (Allah’a karşı size nimet veren) kimlerdir? İnkar184 YILMAZ DÜNDAR cılar ancak derin bir gaflet içerisinde bulunmaktadırlar” (Mülk-20). DûniHi “Müstakilen Varım ve Muhtarım” diyenin akıbetini şu cümleyle tamamlamış olalım. Ama bu cümleyi çok sıkı uygulamaya çalışalım. Ben o gayretteyim ve size de öneriyorum, İnşaAllah Rabbim hepimize lutfeder: Yaşarken kendini dûniHİ algı ve zann’larından kurtarırsan, dünya ve ahiret azabından da kurtarmış olursun. Ayetlerde göreceğiz, deniyor ki: “Onlara bir korku ve mahzunluk yoktur.” O işte budur! O ayetlerin mealleri ve günümüz yanlış tasavvuf anlatımları o hali yalnızca bir veliye mahsus kılarak “o bir veli halidir” demektedir. Elbette veli için bir korku ve mahzunluk yoktur, ama bu ayet yalnız onu kast etmez. Onu onlar yorumlarıyla, tefsir olarak eklerler. Yanlış değildir, ama noksandır. Kur’an’da geçen bu tanım, yani “bir korku ve mahzunluğun olmayışı” özellikle ahiret içindir, Diyn Günü içindir, o zor gün içindir, “orada onlara bir korku ve mahzunluk olmaz” demektir. Ama: Kişinin bu dünyada dûniHİ algısı temizlenirse onda bu dünya hayatında da bir korku ve mahzunluk kalmaz. Neye karşı? Allah’a karşı değil, Allah’ın yarattıklarına karşı! Bu ayetlere verilen eksik meallerden esinlenerek “Allah’tan korkmuyorum” noktasına ulaşanlar vardır, cahildir onlar. DûniHİ algıdan kurtulan kişi “Allah’ın yarattıklarına karşı” sistem içerisinde emniyette ve güvende durur. Buradaki mana “o Allah’tan korkmaz” değildir. Çünkü: Efendimiz sallallahu aleyhi 185 AŞAĞILARIN AŞAĞISI vesellem buyuruyor ki; “Allah’ı en iyi tanıyanınız benim, en çok korkanınız da benim...” Allah korkusu böyle çok ayrı bir şeydir... 186 YILMAZ DÜNDAR 7. KURTULUŞ YOLU “Esfele Safiliyn”den; yani “dûniHİ algı”dan; yani kendimizi ve diğer yaratılan her şeyi Allah’ın dışında bir mekanda sanmaktan kurtulmak mümkün müdür? Elbette! Cevabı yine Kur’an’dan öğreneceğiz. “Birisine göre” kurtulmak yok. El-Veliy; Allah... “(Rabbi) dedi ki: “İkiniz cemîan inin aşağı oradan.. Birbirinize düşmansınız. Benden size bir huda geldiğinde, kim benim “huda”ma tabi oldu ise, işte o sapmaz ve şakıy olmaz.” (Ta-Ha; 123). Ayetten konumuzla ilgili çıkaracağımız sonuçlara bakalım. Birisi şudur: İNİN AŞAĞI: Bu, bulunduğunuz idraktan aşağı idraka inin demektir. Bu idrak inişine Kur’an’ın diğer ayetleri ışığında baktığımızda anlıyoruz ki; “Esfele Safiliyn’e reddedildiniz, dûniHİ idraka indiniz, dünya hayatına başladınız” manaları da vardır. Ayetteki “Birbirinize düşmansınız” ifadesinin de çok iyi anlaşılması gerekir ki, bir sonuç çıkarabilelim. Bir insanın düşmanını tanıması önemlidir. Düşman nedir? Kur’an’a göre DÜŞMAN, seni Allah’tan uzaklaştırandır, başka düşman olmaz. Kendi kendinize düşman tarif etmemelisiniz, 187 AŞAĞILARIN AŞAĞISI kendinizce düşman ilan etmemelisiniz. Hele de dûniHİ algı ve zann’larına göre düşman ilan edilmez. Böyle olunca, “Birbirinize düşmansınız, bu şekilde inin”i nasıl anlamalıyız? Daha önce de paylaşmıştık, iki tane “var” biliyoruz: “Birbirinize göre var” hal ve “kişinin kendinde kendine göre var” hali. Birbirinize göre “var” olan hal, siz birbirinize baktığınız zaman bu aleme “Kesret Âlemi” denmesini sağlayacak olan bu TEKASÜR, bu birbirine göre varlık sizin düşmanınızdır. Yani: İşte bu varlık sizi Allah’tan perdeler. “Birbirinize düşmansınız, bu şekilde inin”i o zaman şöyle anlarız: Varlığınızla birbirinizi Allah’tan perdeleyecek şekilde inin! Ayetteki bu ifadenin konumuzla ilgili yanı böyledir. Birbirinize göre “var” görünüşünüz size perde olarak DûniHİ algınızı kuvvetlendirecek ve sizi “Allah”dan perdeleyecektir. Böyle ineceksiniz! Peki, böyle birbirini Allah’tan perdeleyecek şekilde indi, bu neyi ifade eder? Öğreniyoruz ki; hayata başladığımız bu hal “yasal yanlış”tır; kendimizi içinde bulduğumuz format budur. Bunun “yasal yanlış” olduğunu giriş bölümünde ayet ve hadisleriyle detaylı gördük. Bu böyle olduğu içindir ki; ayet bize kurtuluşu öğretiyor. Kurtulmuş olarak doğana Kurtuluş Yolu öğretilir mi? Daha doğarken hayata hidayet üzere başlayana “kurtuluş” öğretilmez ki! Kur’an ayetlerinde bize hep “çıkış/kurtuluş” öğretiliyor dikkat edin. Hiçbir hadiste ve hiçbir ayette “şöyle inersiniz” diye düşüş anlatılmaz, göremezsiniz. Neden? Çünkü; zaten düşmüş! Ayet ve hadislerde “bu düşüşte 188 YILMAZ DÜNDAR nasıl ısrarlı kalırsın veya düştüğün bu halden nasıl kurtulursun?” görülür. Ama daha çok çıkış anlatılır, hep çıkış/kurtuluş anlatılır; yol çıkıştır. “Nasıl yükselirsin?” o anlatılır. Biz de yolumuzu basamak basamak, idrak seyahatiyle ayetlerden alacağız. Ta-Ha; 123 bize diyor ki: “Kendinizi içinde bulacağınız DûniHİ algı sebebiyle idrakınızı doğru yolda zannedeceksiniz; ancak gerçek doğruyu ve bu dunihi algıdan kurtulma yöntemini bildiren Nebi ve Rasuller, sizin içinizden size geldiğinde, fıtratınızdaki “Evet, Bi-Rabbimizsin!” bilgi ve şehadetinden de istifade ederek onlara tabi olun. “İşittik ve tabi olduk” derseniz Hakk’tan sapmaz ve mutsuz olmazsınız.” Birinci basamak budur; gelen bilgiye tabi olmak! Şu manayı da çıkarıyoruz; demek ki, kurtuluş yolu var. Çıkardığımız önemli bir sonuç da budur, çünkü o izi arıyoruz; acaba kurtuluş yolu var mı? Anlıyoruz ki, var. Yaradanımız, “Size Kurtuluş Yolu göndereceğim” diyor. “Hakikaten Biz insanı ahseni takviym üzere yarattık. Sonra da onu esfele safiliyn’e reddettik. Ancak, iman edip salih amel işleyenler müstesna. Onlar için kesilmeyen bir ecir vardır.” (Tiyn; 4-6). Yine bir kurtuluş yolu! Buradaki Kurtuluş Yolu şöyle tanımlanıyor: Ancak, Billahi anlamında iman eder ve bu imanına uygun bir hayat tarzı oluşturursa, insan esfele safiliyn’den kurtulabilir ve hiç kesilmeyen bir mükafata da ulaşabilir. 189 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Bu ayet vesileyle öğreniyoruz ki: DûniHİ algıdan sıyrılmak; aşağıların aşağısı idraktan yukarıya tırmanmak; esfele safiliyn’den ahseni takviym’e kabul edilmek; Allah’a karşı, edepsiz yaşantıdan çıkıp, edebe dahil olmak mümkündür. Çünkü bu konuda Rabbimiz bizi müjdelemektedir: “Allah iman edenlerin Veliy’sidir. Onları zulmetten Nur’a çıkarır. Fiilen küfür halinde olanlara (DûniHİ algı ve zann’larına göre yaşayanlara) gelince, onların dostları Tağut’tur. (DûniHİ olarak müstakilen var ve muhtar zannettikleridir). (Bu kabulleri ise) onları Nur’dan zulmete sokar. İşte onlar ashabun nar’dır; onlar orada ebedi kalıcılardır.” (El Bakara-257). Yine öğreniyoruz ki, kurtuluş mümkündür! Ancak: İnananları kurtaran Allah’tır, onları Allah kurtarır. Zulme düşenleri ise düşüren kendisidir. Dikkat edin, bu kesret dilidir. Kur’an’da iki anlatım dili olduğunu İnsan Suresi 29, 30 ve Nisa Suresi 78, 79 ayetlerini örnek ayetler göstererek etraflıca ele aldık, bu kitapçığımızda da paylaştık. “Zulme düşenleri düşüren kendileridir” ifadesi Nisa-79’daki Kesret Dili’yledir. Burada Bakara-257. ayette söyleneni ancak bu iki dili fark etmişsek anlayabiliriz: Kurtulacak olanı Allah kurtarır. Yanlışa gideni, zulmete düşeni kendisi düşürür. “O, sizi zulmetten Nur’a çıkarmak için apaçık ayetleri Kulu’nun üzerine tenzil edendir. İnnellâhe Biküm le Raûfun Rahiym.” (Hadîd-9). 190 YILMAZ DÜNDAR Kurtuluş Yolu var, Hadîd-9 da aynı gerçeği beyan ediyor ama bize bir de usul öğretiyor: “Sizi zulmetten Nur’a getirecek olan şeyi Biz Kulumuz’un üzerine ayetleriyle tenzil ettik, indirdik.” Bir kez daha görün ki; yöntem Kur’an’da! “Kur’an’dan öğrenin” denilen noktaya geldik: Evet, kurtuluş var, yol Kur’an’da! Erken ipucu verir gibi olacak, ama konuyu pekiştirir diye düşünüp varacağımız sonucu söyleyelim; Kurtuluş Yolu “La ilahe illallah” telkinidir. Ve Billahi anlamında imandır. Ve bu aynı zamanda DûniHİ algı ve zann’larını reddetmektir. Bütün bunlara göre bir hayat tarzı oluşturmaktır! Bu reçeteye talip olana ayet sonunda sesleniyor: “Siz o kurtuluş yolunu ararken, bulurken ve uygularken Allah; kesinlikle, hiç şüphesiz size Billahi anlamında Raufun Rahıym’dir: İnnallahe Bi-küm le Raufun Rahıym.” “B” ile olduğu için “Bi-küm” ifadesinin dikkatimizi çekmesi lazım, bu dikkate alışalım. Allah Raufun Rahıym’dir. İki isim de ahiretimiz için çok önemli bir sığınaktır: “İnnallahe Bi-küm le Raufun Rahıym” ayeti meallendirilirken; “Allah kuluna Rauf ve Rahimdir” şeklinde yazılıyor. Doğrudur ama noksandır. Çünkü bu ayet o kadar demiyor. Bu meal şu nedenle noksandır: Çünkü kişi bu meali, bu cümleyi okuyunca onu DûniHİ anlar: Kendisi Allah’ın dışındadır, Allah da ona Raufun Rahim davranıyordur. Bu nedenle onarılması gereken bir mealdir. Bilgiyi biraz ileri götüren mealler bunu nasıl yazıyor? Oralarda ise; “Allah sende, senden, sana Raufun 191 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Rahim’dir” yazıldığını görürsünüz. Bu da doğrudur, ama bu da noksandır. “Senden, sende, sana” ifadesi yeterli bir tanım değildir, olmaz. Bu tanımlama sanki “kulun dışı yokmuş” gibi bir mana içerir. Kulun dışı vardır! Allah’a, O’nun bir özelliğine Esma’ül Hüsna ile ilgili (B kapsamında) meal verirken bu yüzden dikkat etmek gerekiyor. Allah’ın dûnu (dışı) yoktur, ama kulun dışı vardır. Kulun dışıyla irtibatını kesmesi önerilir ama o irtibatı kesmek böyle olmaz. Kul o irtibatı dışına bakarken keser, gözünü kapatarak değil! “Raufun Rahıym”i şöyle özetleyelim: Raufun Rahıym; Allah seni kurtarırken adalet aramaz, hiç adalet olmadan hediyeyle, lütufla, nimetle seni kurtarır demektir. Rahim isminde adalet olmaz, Rahman isminde olur. “Raufun Rahim”e dûniHİ algı ile yaşayan da ona inanabilir, dûniHİ duran da bu ismi kendisine hitap ediyor zannedebilir. Halbuki öyle bir meal vereceksiniz ki, bir kişi onu dûniHİ algıyla okuyamasın, dinleyemesin. Dinleyebiliyorsa idrakı kendiliğinden yerine otursun; Billahi olsun. Kur’an’ı da dûniHİ algıyla dinleyememelisin. Kur’an dinlemek seni Billahi algıya sokmalıdır. “Senden, sende, sana” deyiş doğrudur, ama bu sefer de kişi “dışında yok”muş zanneder: Ne ararsan içinde! Doğru, ama bu bir mahkumiyettir, dışında yok mu? Bu yüzden, bu bakış da ayrı bir şirktir, Allah’ı içine hapsetmektir: Herşey bende! Demek ki sen varsın, O da sende, sen olmasan Allah olmayacak, herşey sende. Oysa senin dışın da var. Öyle bir “B” düşünmelisin 192 YILMAZ DÜNDAR ki, yani Allah öyle Raufun Rahim ki; senin her yerinde sana karşı Raufun Rahim. Ve görebildiğin göremediğin her yerde de sana karşı Raufun Rahim! Kaplamadığı yer yok, Raufun Rahim’in kaplamadığı yer yok. Burada “B”den anlayacağımız çok önemlidir: Bir kere “sende, senden, sana” değildir, o işin gereğidir. “B”den anlayacağımız şudur: Allah öyle Raufun Rahimdir ki O’nun dışı yoktur. Onun dışı var zannedip başka bir merhamet arama. O’nun dışı yoktur, Raufun Rahim olması her yeri kaplamıştır, sen de zaten ilminde bir suretsin. Kurtuluş yolu var ve Kur’an’da! Öğrendik, şimdi sıra Kur’an’dan ipucu aramaya geldi. “Sonra biz, Rasullerimizi ve iman etmişleri böylece kurtarırız. Mü’minleri kurtarmamız, üzerimize bir haktır. De ki: “Ey, insanlar! Benim diyn’imden (inanışım ve hayat tarzımdan) şüphe içerisindeyseniz, (bilin ki) ben sizin dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedip) kulluk yaptıklarınıza kulluk yapmam. Fakat sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Ve ben mü’minlerden olmakla emrolundum.” Ve (şununla da emrolundum): “Vechini hanif olarak (dûniHİ algı ve zann’larına sırtını dönerek) Diyn’e çevir ve sakın müşriklerden olma.” Ve dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedilen) şeylerden ilgini kes/onlara yönelme. Eğer yönelirsen, o zaman muhakkak ki sen zalimlerden olursun.” (Yunus; 103-106). 193 AŞAĞILARIN AŞAĞISI İlk ipucumuzu aldık, buradan ilerleyeceğiz: Vechini hanif olarak Diyn’e çevir. Yani bize buyuruyor ki: DûniHİ algı ve zann’larının ürettiği, Allah’ın dışında “Müstakilen Var ve Muhtar varlıklar vardır” iddiasına idrakın sırtını dönsün. İdrakın önce bu iddiaya sırtını dönsün, bu iddiayı hiç görmesin, bu iddia hiç yokmuş gibi baksın; böylece, dûniHİ algı sonucu “müstakilen varım ve muhtarım” diyen bir zann ile irtibatını kessin. Bir kere onunla irtibatını kes! “Şu arkadaşla hiç görüşmeyeceğim” de bir kere! “Dayanamıyorum, ikide bir görüşüyorum” olsa bile o ayrıdır. Allah diyor ki: Silerim, affederim, sen önce kararını ver ve “onunla görüşmeyeceğim, lanet ona” de ona sırtını dön. Çünkü dûniHİ algı Allah’a küfürdür. “De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller gelince, dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannıyla) isimlendirilenlere (göre) kulluk (hayat tarzı) bana yasaklandı ve Rabbül Âlemiyn’e teslim olmakla emrolundum.” (Mü’min-66). “Sana vahyolunana tabi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hayrlı hükmedendir.” (Yunus-109). Esma’ül Hüsna’lar meallendirilirken dikkat edilmesi gereken bir noktadır burası, burayı bu yüzden biraz farklı meallendirdik. Burayı “Hükmedenlerin en hayırlısıdır” şeklindeki çevirmeler yanlıştır. Çünkü kıyas yapıyorsunuz, Allah’ı birileriyle yarıştırıyorsunuz ve Allah’ı birinci yapıyorsunuz. Bu yaklaşımlar dûniHİ’dir, dûniHİ 194 YILMAZ DÜNDAR meallerdir. Biz böyle söyleyince bazı arkadaşlar “Ama böyle yazılmış” diyorlar. Hayır, İhlas Suresi’ne uymayan meal olmaz! Kim yazarsa yazsın, olmaz. Bir örneğini şimdi göreceğiz. Bu okuduğumuz ayette bize şöyle deniyor, bir iki cümleyle manayı şöyle açıklayalım: Rasulullah (SAV) vasıtasıyla size söylenenlere uyun, bu yolda Allah sizin nefsinizi mutmain edinceye kadar da bu uygulamanıza azmederek gayret edin. Hayrın hükmünü Allah verecektir. Anladık ki: Hayr hükmünü Allah verir, Hayr konusunda Allah birileriyle yarışmaz. Bu yüzden meal; “En hayırlı yapan” değildir, “hayr hükmünü Allah verir” şeklinde olmalıdır. Bir başkası hayr yapıyorsa bile hükmünü Allah verir, o hükmü yerine getirir. Yunus-109 bize “Siz böyle yapın; Kur’an’a ve Rasulüne uyun” dedi. Çünkü: Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O’ndan başka keşfedecek (açacak) yoktur.” (Yunus-107). Bu ayete “DûniHİ algı bir zararsa” gözüyle bakarsak meal farklı olur: “Eğer sana bir zarar dokundurursa o zararı açacak/keşfedecek ancak Allah’tır.” “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedilen güçler) keşfedemez (açamaz)lar. (Necm-58). Bu ayet çok önemli bir şekilde uyarıyor bizi: Bu iş senin dûnillah algı ile müstakil zannettiğin güçlerle keşfedilmez, açılmaz! Necm-58 de mea195 AŞAĞILARIN AŞAĞISI li onarılması gereken ayetlerdendir, çünkü ayette dûnillah tanımı geçiyor. Bu geldiklerimizden ulaştığımız sonucu şimdi bir yerde düğümlüyoruz: Öyleyse çare nedir? Kur’an’dan öğrendiğimiz çare nedir? Sonra da o çareyi nasıl yapacağımızı göreceğiz. İnsanda bir bilgi veya bir fiili geçersiz hale getirebilmek için, o bilgi veya fiili insanın gündeminden çıkarabilmek için o bilgi veya fiilin beyinde yaptığı izden daha derin bir iz yapabilmek gerekir. Amacımız zaten, dûniHİ algı ve zann’larından ve ona ait fiillerden kurtulmak değil mi? Bizde var olan o bilgi ve fiillerini geçersiz yapmak için, dûniHİ algıdan kaynaklanan fiiller var, onları geçersiz yapmak için o bilgi veya fiilin beyinde yaptığı izden daha derin bir iz oluşturmak şarttır. Bunu yapabilirsek; o durumda kişide yeni oluşan derin ize göre fiiller görülür. Konuyu derinleştireceğiz, ama şimdi kabaca söyleyeyim. Algı ve onun fiilleri beyinde bir iz yapar ve artık kendiliğinden o yürür. Bir algıya ait izi silmek istiyorsak, beyinde ondan daha derin bir iz oluşturmalıyız. Bazen denir ki; “Ben de biliyorum ama yapamıyorum.” Çünkü öğrendiğin ve yapmak istediğin şeyin izi derin değil, küfrün izi daha derin. Bu haldeyken doğruyu bilsen de yapamazsın. Billahi algı beyninde küfürden daha derin iz yapmalı ki bu dûniHİ algının izi inaktif olsun. O zaman kişide Billahi algıya uygun fiiller oluşur. Billahi algıyı daha derin iz haline getirme196 YILMAZ DÜNDAR liyiz ki, dûniHİ algı hayattan silinsin. O zaman bir çareye, bir yola geldik demektir: Beyinde bir iz yapacağız, Billahi algıya öyle bir iz yaptıracağız ki dûniHİ algıdan daha derin bir iz olsun. Geldiğimiz nokta burasıdır, çare/yol budur. Bizim şimdi sorunumuz nedir? DûniHİ (batıl) bilgi ve fiiller! Sorunumuz bu olduğu için biz, dûniHİ algı ve zann’larını ve buna göre oluşan hayat tarzını inaktif yapacak derin bir iz yapmalıyız. Bu nedenle, Batıl izi daha derin Hakk iz ile silmeliyiz, yöntemimiz bu. Ulaştığımız sonuç şu ki; beynimizde oluşan ve bütün fiillerimize sebep olan batıl izi daha derin Hakk iz ile silmeliyiz. Bu konuyu bilmek değildir, bu iş için konuyu bilmek yetmiyor, hele duymak hiç yetmiyor. Ulaştığımız bu sonuçla ilgili Kur’an’dan bir laboratuar çalışması görelim: “(Musa): “Siz atın” dedi. (Sihirbazlar) atınca, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. (Sihirbazlar) aziym bir sihir getirdiler. Biz de Musa’ya: “Asa’nı at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, o asa onların uydurdukları şeyleri kapıp yutuyor! İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti.” (A’raf; 116-118). Bir çok meselenin çözümü için buradan sonuç ve fikir çıkarmak mümkün. Şimdi çözmeye çalıştığımız sorunla ilgili sonuca bakalım. Bu kıssayı anlaşılması için ana hatlarıyla özetleyelim: Hz. Musa firavun’un karşısında ve sihirbazlara “haydi siz başlayın” diyor. Sihirbazların 197 AŞAĞILARIN AŞAĞISI oluşturdukları illüzyonları, konumuzun diliyle “batıl görüntü”lerini daha derin bir iz olan Hz. Musa’nın Asası yuttu... Biraz sonra Yusuf Suresi’nde de hatırlatacağız; önce Kur’an’ın mesajını anlamak gerekiyor, yani bize lazım olan esas fikri Kur’an’dan almak gerekiyor. Kur’an’ın esas mesajını aldıktan, anladıktan sonra o fikirle ayetlere baktığınızda “bir çok şey göreceksiniz” demiyorum; Rabbim size bir çok şeyi gösterecektir. Kuran’dan görülecek olanı Rabbim gösterir. Onu o zaman bizzat yaşayacak ve göreceksiniz inşaAllah. Sihirbazlar firavun’un önünde bir illüzyon yaptılar. Ama onların oluşturdukları görüntüleri, illüzyonu, sihirle oluşturdukları korkuyu Hz. Musa’nın Asası yuttu. Çünkü o derin bir izdi, o derin Hakk izin temsiliydi. Sihirbazların yaptıkları batıl fiillerin temsilidir, konumuz için böyledir. Bu olaylar olmamıştır demiyorum, o da çok ayrı bir konudur. Ayette anlatılan olaylar zahiren aynen olmuştur ve o çok incelememiz gereken ve incelediğimiz zaman da hayretimizin artacağı ayrı bir konudur. Şimdi biz oradan bize lazım olanı, konumuz için gereken kadarını çekiyoruz. Küfür ehlinin oluşturdukları illüzyonu, Hz. Musa’nın Asası yuttu, Hakk iz daha derin bir iz olarak onları yuttu. Musa’nın Asası’na Allah “Kün” dedi ve feyekün; Asa bir ejderhaya dönüştü. Sihirbazların oluşturduğu yılancıklara benzer şeylerin/görüntülerin hepsini o ejderha teker teker yuttu ve yok etti. Sihir ile temsil edilen batıl bir idrak vardı. Yani, illüzyon olarak 198 YILMAZ DÜNDAR batıl bir algı vardı, o algıdan kaynaklanan bir yanılgı ve görüntüler vardı, ama Hakk iz geldi, onları sildi, götürdü. Bu yüzden, bu ayetin sonunda diyor ki: İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti. Hepsi boşa gitti... Ayetler Hakk ve Batıl’la sonuçlanınca yaşanan olayın ve o görüntülerin neyi temsil ettiğini de böylece anlıyoruz: Hz. Musa’nın Asası Hakk, sihirbazların yaptıkları da Batıl’ı temsil ediyor. Ancak dikkat edin: İllüzyonları sihirbazlar yapmıştı, ona dûniHİ algıdakiler sebep olmuştu. Fakat Hakk’a Allah emir verdi. Ayet Hz. Musa yaptı demiyor, Musa’ya “asanı at dedik” diyor. “Hakk ortaya çıktı ve Batıl silindi” prensibi bizim için çok önemlidir. Öyleyse onu çok önemsemek lazım ve o prensibi kullanabilmek lazım. Bu prensip İsra Suresi’nde bizim için vurgulanır: “De ki: Hakk açığa çıktı, Batıl silindi. Muhakkak ki, batıl silinmeye çok mahkumdur.” (İsra81). “De ki: Hakk ortaya çıktı! Batıl ne yeni bir şey oluşturabilir, ne de eskiyi yeniden ileri sürebilir.” (Sebe-49). Hakk olan derin izin gücünü gördük, fark ettiniz mi? Bu bölüme kadar dûniHİ algının ne kadar güçlü olduğunu ve bizi nasıl yönettiğini görmüştük, şimdi onu silecek olan Hakk izi tanıyoruz. Hakk iz öyle bir şey ki, ortaya çıkarsa Batıl kaybolur. Beyinde bu derin (Hakk) izi oluştura- 199 AŞAĞILARIN AŞAĞISI bilmek için ne yapmamız lazım? Bu derin iz için ne gerekiyor, basamaklarıyla görelim. İşi yalnızca beyin zannedenler bunu çözemez. “Her iş beyinde başlıyor ve bitiyor” zannedenler ancak insanca çözümler bulurlar. Esas olan Kur’an’ın çözümüdür, ayetlerle olan o çözümü birlikte inceleyeceğiz. Beyinde iz oluşturmanın Kur’an’dan öğrendiğimiz yolunu da göreceğiz. Beyinde yeni derin bir iz oluşturabilmek için Fuad’ı yanlış zapturapttan kurtarıp yeni bir zapturapta almak gerekiyor. Esfele Safiliyn hal, dûniHİ algı ile Fuad’ı bağlamış, zapturapt altına almıştır. Bu işleyişi “Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Mekanizması” olarak İnşirah kitapçığında incelemiştik, “Fuad nedir, Kur’an onu bize nasıl öğretiyor?” bakabilirsiniz. Yine de bir cümleyle hatırlatalım: Fuad kalıbımızın, kalbimizin analizsentez merkezidir. Bu analiz-sentez merkezi işini yaparken “doğru mu, eğri mi?” diye bakmadan Sadr’da ne hakimse, o hakimiyet doğrultusunda sonuçlar çıkarır. Esfele Safiliyn hal, dûniHİ algı Sadr’ı kapladığı için Kalbi de, kalbin analiz-sentez işlevi olan Fuad’ı da esir etmiştir: “Hayır (asla)! Bilakis, kazanmakta oldukları (dûniHİ algı sonucu zann’larıyla oluşturdukları kişilikleri), onların kalblerinin üzerini (bir kılıf gibi) örtmüştür.” (Mutaffifîn-14). Siz bir algıyla bir kişilik oluşturuyorsunuz, kazanmakta olduğunuz budur. Bu kişiliği dûniHİ algıdan ulaştığınız zann’larla oluşturuyor, onlarla bir hayat, bir kimlik inşa ediyorsunuz; sonuçta 200 YILMAZ DÜNDAR size ait bir kişilik çıkıyor. Oluşturduğunuz DûniHİ bu hayat tarzına bir etiket yapıştırıyorsunuz; kişilik. İşte oluşturduğu kişilik, yani bu kazandığı, kulun “kalb”ini bir kılıf gibi kaplamıştır. Bahsedilen bu KALB; insanın ahseni takviym yapısını ortaya çıkaracak olan fıtratını taşıyan kalıbıdır. Fuad bu kalbta çalışan bir sistemdir, oradaki analiz-sentez sistemidir. Oluşturulan bu kişilik o kalıbın, yani kalbinizin üstünü kapladığında aynı zamanda Fuad’ı da kapladığı için, onu da örttüğü için, artık Fuad’dan dışarı çıkacak olan sonuçlar bu hakimiyete göre çıkar, onu örten bu kılıfa göre çıkar. Çünkü: Fuad bu kılıfı doğru zanneder ve buna göre sonuçlara ulaşır, o sonuçları da fiile dönüştürmesi için beyne gönderir. Sürekli böyle sonuç göndereceği için, Fuad’ın devamlı gönderdiği bu algı sonuçları beyinde bir iz yapar. Nihayet beyin, otomatik olarak o ize göre fiil üretir hale gelir. Öyleyse biz, önce Fuad’ı bu esaretten kurtarmalıyız. Sonra da Fuad’a beyne göndermesi için öyle analiz-sentez sonuçları çıkarttırmalıyız ve bu öyle sürekli olmalı ki, öncekinden daha derin iz oluştursun. Derin bir Hakk iz oluşturuncaya kadar buna çalışılmalıdır ki, kendimizi içinde bulduğumuz DûniHİ algıdan sıyrılabilelim. Eğer biz Fuad’ı bu esaretten kurtarıp Hakk ile bağlamayı, Hakk ile zapturapta almayı başarırsak kalb beyne Hakk emirler gönderecektir, kendiliğinden. Şu çok önemlidir: Beyin ne yapacağını Kalb’ten öğrenir, Kalb söylemeden beyin bir şey yapamaz, ne yapacağını ona Kalb söyler. Günü201 AŞAĞILARIN AŞAĞISI müzde insanlar beynin nasıl çalıştığını inceliyorlar, yaptıkları doğrudur. Ama iki farklı konuyu karıştırmayalım: “Beynin nasıl çalıştığı” ve “beyni kimin çalıştırdığı” birbirinden çok farklı iki şeydir. Beynin nasıl çalıştığı tamam, ama onu kim çalıştırıyor? Beyni sizin kalbiniz, sizin kalıbınız çalıştırır, ne yapacağını o kalıp bildirir. Ancak: Kalıbınızın üstünü dûniHİ algı kapladığı için, beyne giden emirleri gönderen sanki kalbmiş gibi bir durum olur, Sadrınız böyle davranır. Bu durumda beyniniz, kendisine emir Kalb’ten geliyormuş zannederek, Kalbin üstünü kaplayan Esfele Safiliyn emirlerini alır ve yapar. Yani, bu durumda beynin yerine getirdikleri aslında dûniHİ algının emirleridir. Kalb’ı ve Fuad’ı esir etmiş olan bu kılıftan Kalb’ı kurtarmamız gerekiyor. Kurtarırsak, yani Sadr’da Kalb hakim ve hükümdar olursa beyin Kalb’ten Hakk emirler almaya başlar ve bizden çıkan fiiller Hakk fiillere dönüşür. Bu demektir ki, o zaman Kalb, beden sistemini Bil-Kıst yönetir. Bil-Kıst yönetimin sürekliliği ve sürdürülebilirliği sonucunda beyinde derin bir Hakk iz oluşur, Batıl silinir. Yani: Bu Bil-Kıst yönetim, Kalb’in beyni Bil-Kıst yönetişi sürekli ve sürdürülebilir olursa, Kalb’in sürekli gönderdiği bu emirler yüzünden, bu sürekli baskı ile beyinde yeni bir iz başlar. Böylece, beyinde Hakk bir iz oluşmaya, “Billahi anlam” beyinde bir iz oluşturmaya başlar. “Hakk” beyinde iz oluşturunca “Batıl” silinir. Batıl silinirse, o insan için bir korku ve mahzunluk kalmaz; bu insan, dünya hayatında da, Diyn Günü’nde de mahzun olmaz inşaAllah. 202 YILMAZ DÜNDAR Yöntemimiz gereği, basamak basamak yeni sonuçlara ulaşmaya çalışıyoruz, “nasıl olacağını gördük ama böyle davranabilmek için ne yapacağız?” diyerek başka bir sonuca ulaşıyoruz. Bu sonucu da görelim ve ilerletelim. Dünya hayatındaki insanın bir tek sermayesi, bir tek malzemesi vardır: Zannetmek! Yalnızca bu! Onun zannetmekten başka kullanabileceği hiçbir şey yoktur. Dünyada biz sadece “zannetme” malzemesini kullanıyoruz. Onunla bir şeye “var”, bir şeye “yok” diyoruz. Ne yapıyorsak bu malzemeyle; zannetmekle, algıyla! Malzememiz dünyada yalnızca algı. Biz kurtuluş için beyinde derin bir Hakk iz, Billahi iz oluşturmak istiyoruz, bunun için de kullanabileceğimiz tek malzeme zannetmektir, algıdır. ZANN bir mekanizmadır ve iki ana ürünü vardır, Allah ve sistemi idrakıyla bakınca zann iki ana gruba ayrılır: Batıl Zann ve Hakk Zann. “Yok” olanı varmış zannı BATIL ZANN’dır. “Yok” olanı çok kuvvetle gerçekten varmış zannı Batıl’dır, bir ürün budur: Allah’a göre yok olanı, Allah’ın “yok” dediği şeyi kuvvetle var zannetmek! Diğer ürün ise Hakk Zann olup; “Asıl Var Olan”ın varlığının iman ve his ile zannıdır, algılanmasıdır. Dünya sistemi gerçeği içerisinde Batıl Zann’ı gözünüzle görebildiğiniz için onu tanımlarken “iman ve his” ifadelerini kullanmıyoruz. Batıl zann bu yüzden çok kuvvetlidir, sistem o zanndan yanadır ve aslında sistem o zannın somutudur. Bizim derin iz oluşturmak istediğimiz 203 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sistemin, o zannın somutu değildir bu dünya. Yani; zanndan başka sermayemiz yok! Demek ki, bu durumda biz Hakk Zannı somut kullanamayız, yaşadığımız şartlar öyle değil. Kişi “ikan” boyutuna gelince öyle olabilir ama başlangıçta işimiz öyle somut değil. Bu yüzden biz önce “Asıl Var Olan”ı, “Asıl Var Olan”ın varlığını iman ve his ile zann edeceğiz. Çünkü başka malzememiz yok. Batıl Zann veya Hakk Zann’dan başka malzeme yok. Bu yüzden, biz “Asıl Var Olan”ın varlığını iman ve his ile zann edeceğiz ki, daha derin Hakk bir algı izi oluşturalım. Çünkü: Hakk gelecek batıl silinecek... Ama sistem gereği içinde bulunduğumuz hayatta Batıl kuvvetli! Onun malzemeleri somut, o zanlar suretlenmiş, suret bulmuş; o algının zannları suretlerde etiketlenmişler. Oysa Hakk için bizim öyle bir avantajımız yok. O nedenle, “iman ve his” yöntemini çok kuvvetle uygulayacağız, yaşarken Hakk zann malzemesini kullanacağız. İnsan hayata DûniHİ algı ile başlıyor. Bu yüzden, DûniHİ algı ile başlayan insanın, DûniHİ algının zann’ları için bir gayret göstermesi gerekmez; DûniHİ algı üretmek için ve bunun zann’ları için onun hiç bir gayret göstermesi gerekmez. Çünkü o kendiliğinden çalışır ve “gerçekten var”mış gibi de algılanır, bu yüzden de somut zannedilir. Yaratılanların “birbirlerine göre var” oluş özelliği de DûniHİ algı ve zann’larını kuvvetlendiren bir avantaj oluşturur. Dolayısıyla Fuad bu sistem ile bağlanmış olur. Fuad’ı bu sistem bağlamıştır. Bu durumda Kalb gibi davranan Sadr, Fuad’ın bu 204 YILMAZ DÜNDAR bağlanmışlığının yanlış sonuçlarını uygulanmak üzere beyne gönderir. Böylece beyin, kendiliğinden DûniHİ algının fiillerini yerine getirir. Özetlememiz gerekirse: Anlamış olduk ki, tek malzememiz algıdır. Böyle olduğu için biz de mecburen beyinde daha derin bir algı izi oluşturmalıyız. Bu yeni ve derin iz için, Fuad’ı zapturapta almak zorundayız. Onu zapturapt altına almak için de algı, zann malzemesinden yararlanmalıyız. Fuad’a öyle bir algı pompalamalıyız ki, nihayet Fuad pes etsin. Yine öyle bir algı pompalamalıyız ki, Kalb’teki Lüb faaliyete geçsin. Ve öyle bir algı pompalamalıyız ki, bu faaliyetten Allah razı olmalı ve yardım eylemelidir. Geldiğimiz noktada soru şudur: Bunun için nasıl bir yol izlemeliyiz? Yöntemlerini on madde halinde görmeye çalışacağız: 1. Malzememiz “algı” olduğu için, ilkin bize “yeni bir algı” gerekiyor, çaremiz yeni bir algıdır. Bu nasıl bir algı olmalıdır? Bu Billahi algısıdır. Çare; kendimizi içinde bulduğumuz DûniHİ algıya karşı Billahi algı ile mücadele etmektir. Bunun için de bize “Billahi algı ile mücadele”yi anlatan, öğreten ayetlere bakalım: “Âminû Billahi ve RasûliHİ (Billahi anlamında Allah ve O’nun Rasulü’ne iman edin) ve sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman eden ve infak eden kimseler var ya, onlar için ecr-u kebiyr vardır.” (Hadîd-7). 205 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Âminû Billahi ve RasûliHİ” özellikle bizim için çok önemlidir. İdrakımız için bir onarım olsun diye ona yüklediğimiz manayı mealde parantez içinde verdik. Bu ayet genellikle “Allah’a ve Rasulü’ne iman edin” şeklinde meallendiriliyor, halbuki öyle değildir. “Âminû Billahi ve RasûliHİ” daveti “Allah’a ve Rasulü’ne iman edin” diye anlaşılırsa olmaz, “yanlış” olmasa da “noksan” olur. Böyle çevirirseniz yanlış iman eden birisi de “ben Allah’a ve Rasulü’ne iman ediyorum” der. Oysa ayet diyor ki: “Allah’a Billahi anlamında iman edin, Billahi anlamında algıyla iman edin.” Meal yapılırken bu vurgulanırsa, o zaman “iman ettim” diyen veya iman etmek isteyen düşünecektir: Billahi anlamında iman nedir ve acaba benim imanım Billahi midir? Ama genellikle “Allah’a iman edin” yazıldığı için “okuyan “tamam, ben zaten o sınıftayım” deyip geçiyor, ayette verilen öğüdü alamıyor. Bu ayete konumuz kapsamındaki vurgu ile bakınca “Âminû Billahi ve RasûliHİ” ile bize öğretilen şudur: Allah’a dışı varmış gibi düşünmeden iman edin. Rasul’ü de O’nun dışında biri gibi algılamadan, ona da Billahi anlamında iman edin. Kurtuluş için izleyeceğimiz yolu öğrenmeye çalıştığımıza göre, bu ayette bize önerilen kurtuluş yolu nedir? Ayetten anlıyoruz ki, kurtuluş yolu “Billahi algı”dır, öğrendiğimiz bir kere budur, Kur’an’ın bize fark ettirdiği gerçek, gösterdiği yol budur: Siz DûniHİ algıdasınız, Billahi algıya 206 YILMAZ DÜNDAR geçin, yolunuz budur. Demek ki, yolumuz Billahi algı ile ilerliyor. Öğrendiğimiz diğer bir öğüt var ki; zannediyorum o öğüt Kur’an’da yalnızca bu ayette geçiyor: “Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin.” Bunun nasıl göz ardı edilen bir mana olduğunu Fatiha kitapçığında “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” ayeti içinde geniş gördük. “Tasarruf sahibi kılındığınız” demek; “tercihini size bırakarak yetkili kıldığımız” demektir ki, bu bizim Muhtariyeti Tercih Gücü dediğimizdir. Ayette kurtuluş için önerilen budur: Billahi algıya girin ve tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin. Hadîd-7 bize sonucu da bildiriyor: Billahi algıya girersen ve tasarruf sahibi kılındığın şeyden de infak edersen senin için ecr-u kebiyr vardır... ECR-U KEBİYR; çok büyük, anlayamayacağın, kavrayamayacağın bir sonuçtur. Demek ki, bu yolda böyle bir mükafat var. “Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin” denildiğinde kişi eğer yaptığı başka hayrları düşünürse noksan düşünmüş olur ve sonuca varamaz. Bir kişi düşünün, bu ayet gereği, bu ayete uymak için bir malından hayır yapacak. Bu hayrı yaparken: “Bu maldan hayır yapıp yapmamak benim elimde. Dolayısıyla ben ayete uydum, işte tasarruf sahibi kılındığım şeyden hayır yaptım.” Be adam! Diyorsun ki; bu mal hakkında ben tasarruf sahibi kılındım, hayr yapıp yapmamak elimde. İşte vermen gereken önce o! “Şu 207 AŞAĞILARIN AŞAĞISI maldan hayr yapabilirim” derken bunu sana dedirten bir yetki var, işte esas infak etmen gereken odur! Diğer infak ettiklerin zaten hep bu yetki kapsamındadır, buna bağlıdır. Ne tür infak yapıyorsan hepsi bunun altındadır; onları hep Muhtariyeti Tercih Gücü’nle yapıyorsun. Yaptığın bütün infaklar için “isteyerek mi yaptın?” diye sorulsa “evet” dersin. “Kimin için yaptın?” dense “elbette Allah için” dersin. Peki: Senin “isteyerek yaptım veya Allah için yaptım” demeni sağlayan mekanizma nedir hiç düşündün mü, fark ettin mi? İşte sen onu infak edeceksin, onu infak etmen isteniyor... Ama kişi ona öyle sahip çıkmış ki! Dikkat et, sen oraya “BEN” diyorsun, “O güç, o yetki benim” diyorsun, bu yüzden de orayı vermiyorsun. Ve Kur’an onu vermeyene CİMRİ diyor. Demek ki, “cimrilik” denince akla önce gelecek olan budur. Öneriliyor ki: Önce Billahi algıya gireceksin ve seni ne için tasarruf sahibi yapmış, yetkili kılmışsa onu Allah için infak edeceksin. Bunu duyan insan, eğer kendisini iyi analiz ederse, aslında bütün verdiklerinden daha fazla o yetkiyi sevdiğini görür. Esas sevdiği şeyin kendisindeki MTG yetkisi ve gücü olduğunu görür. İNFAK; Allah’ın verdiklerini Allah için kullanmaktır ve siz sevdiklerinizden infak etmedikçe olmaz... Yanlış bir anlaşılma oluşmasın: O güç Allah’ın insana verdiği yetkidir; Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisidir. 208 YILMAZ DÜNDAR Peki, tasarruf sahibi kılındığımız o yetkinin infakı nasıl olur? “İşittik ve itaat ettik” diyerek! Zihninizi konumuzun ilk kısmına taşırsanız “semi’na ve eta’na; işittik itaat ettik”i hatırlarsınız. Allah’ın buyruklarını duyuncaya kadar bu yetki sana aittir, duyar duymaz “işittik ve itaat ettik” diyerek onu infak edersin. O yetkinin infakı için gerekenin ilki budur: İşittik ve itaat ettik... Bir diğeri bu yetkinin haddi aşan kısımlarından vazgeçmektir. Vazgeçeceksin! Sileceksin! Haddi aşan kısmı Allah için silmek de bir infaktır, çok önemli bir infaktır. Sende bir Tercih Gücü var, o gücün yetkisi var. Ve sen dünyada bir “mühlet sistemi” içerisinde olduğun için onu haddi aşan biçimde kullanabiliyorsun. Onun haddi aşan kısmından vazgeçmek, orayı silmek önemli bir infaktır, hatta “işittik ve itaat ettik”ten ileri bir infaktır, kanaatimce. Çünkü orayı silmekle çok önemli bir ayetin kapsamına girersin. Öyleyse orayı sileceksin! Yapamıyorsan bile “Allahım, sildim” demelisin. Sonra da: “Allahım, ‘sildim’ dedim ama silmemde bana yardım et, sildirtiver” diye dua edeceksin: “Onu sildim, bana onu sildirt Allahım” dediğinde hiç değilse “Sildim” diyenler sınıfına girmiş olursun. Çünkü “Sildim” diyenler sınıfı doğru caddededir, önce o caddede olmak önemlidir. O caddedekiler “yapan” ve “yapamayan” olarak ayrı sandalyelerde oturuyor olabilir, ama önce doğru caddeye bir düşmek lazım. Bu yüzden “Sildim” de, “Sildim” dersen seni bekleyen bir ayet vardır: 209 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Sevdiklerinizden infak etmedikçe asla BİRR’e (hayra) eremezsiniz.” (Al-u İmran; 92). Ayeti okuyunca; “ben neyi seviyorum acaba?” diye arayıp, bulup vereceğin şey bir mal değildir, istenen bu değil. Önce en sevdiğiniz şeyi fark edin ve infak edin. Ki; insanın en sevdiği “özgürlük” ve “muhtariyet” zannıdır. Dolayısıyla en sevdiğin, sevdiğini zannettiğin, diğer şeylere hükmeden sendeki bu yetkidir, “Sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı” yetkidir! İşte sen en sevdiğin o şeyden, o yetkinden infak etmedikçe “asla” diyor! Sana verilen bu yetkinin dünyadaki mühlet yüzünden “kullanıyorum” zannettiğin fazlasını, haddi aşan kısmını seviyorsun ya, işte o sevdiğinden infak etmedikçe, yani orayı silmedikçe asla! Ondan vazgeçmedikçe asla Birr’e (Hayr’a, Doğru’ya, Hakk’a) eremezsin. Çünkü oranın fazlası küfürdür. Bize bu yolda gereken ilk şey bir algı değişikliği idi. Hadîd-7’den, Billahi algı ve İnfak’ı kurtuluş yolunun şartı olarak gördük. Ra’d Suresi de hem soruyor, hem bize öğretiyor: “Ancak, Rabbinden sana inzal olunanın Hakk olduğunu bilen kimse, (senin tebliğine) âmâ (bakan) kimse gibi midir? (Bu farkı) yalnızca Lüb sahipleri tezekkür eder. Onlar (Lüb sahipleri) Allah ahdi’ni (ezeli hükmü) ifâ ederler, miysak’ı (söz verdikleri fıtratı) bozmazlar.” (Ra’d; 19-20). “Amentü Billahi” diyerek iman etmiş bir kişinin hayat tarzı, ölümü, dirilişi, hesabı ve ahiret hayatı ile dûniHİ algı ve zann’larını benimsemiş olanınki bir olmaz. Eğer bir kul Billahi algıya gir210 YILMAZ DÜNDAR mişse, diğeri de dûniHİ algıda ısrarlıysa; bunların hayat tarzları, sonra ölümleri, sonra dirilişleri, sonra hesap ve ahiret hayatları bir ve aynı olmaz. Ayet bu öğüdüyle bize yararlanabileceğimiz bir ipucu gösteriyor. Ama yararlanan var mıdır? Billahi ve dûniHİ algılar arasındaki bu farkı daha dünyada yaşarken fark eden olur mu? Ayet bize “evet, var ve olur” diyerek Lüb Sahipleri’ni tanıtıyor. Bu hayatların farkını Lüb sahipleri “gözleriyle görür gibi” görürler ve onu size “gözünüzle görüyor gibi” anlatırlar, Lüb sahipleri bunu yapabilir. “Öyleyse, onların özelliklerini öğrenin, örnek alın” diye bize bir yol gösteriliyor. Ayet öğretiyor: Onlar Allah ahdi’ni yerine getirirler; yani onlar iyi bir “işittik, itaat ettik” grubudurlar. Allah Ahdi’ni yerine getirmek zaten böyle olur. Onlara hiçbir şey söylemezsiniz, yine de durmadan “işittik, itaat ettik” derler... “İşittik, itaat ettik” zikri ve yaşantısındadırlar, daima. Bu, en zâhirî hayat tarzı için de böyledir, daha bâtınî manalardaki ileri hayat tarzlarında da böyledir. Dolayısıyla İŞİTTİK ve İTAAT ETTİK demek; “zâhirî olandan bâtınî olana kadar bütün manalar, ancak daima Billahi kapsamındadır” demektir. “Onlar Miysak’ı (fıtratı) bozmazlar.” MİYSAK; Allah fıtratı üzere, söz verdiği halidir. Ahseni Takviym ile ona verilmiş olan Allah’ı hakkıyla bilebilme özelliğini taşıyan fıtratı, dûniHİ algı yüzünden örtülmüştü. Lüb sahipleri bunu fark eder ve o fıtratın dûniHİ algı yüzünden bozulmasına izin vermez; onu saf tutar. Kur’an talibe bu özellikleri anlatıp “sen de böyle yap” diyor. 211 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Onlar “Kâlû belâ, şehidnâ: Evet, Rabbimizsin ve buna şahit olduk” demişlerdi Verdikleri bu sözü daima takip ederek fıtratlarını devam ettirirler. Bu amaçla ne yaptıklarını Ra’d Suresinin şu ayetinden öğreniyoruz ki; bu, bizim için önemli ve dikkat edilmesi gereken bir noktadır: “... Seyyie’yi Hasene ile yok ederler.” (Ra’d-22). Meal ve tefsirlerde en zahiri manadan başlayarak bu ayetin meallerini ve açılımlarını görürsünüz. Hepsi doğrudur, ama idrakımız için bazen yeterli olmayabiliyor. Günümüzün çok önemli sözü var; evet ama yetmez, doğru ama yetmez. “Nasıl yetmez, neden yetmez” şimdi onu bu ayetteki tanımlarla görelim. Seyyie ve Hasene! Siz, Seyyie’ye kötü/çirkin, Hasene’ye güzel/iyi diye meal verirseniz ayetten alınması gereken sonuç çıkarılamaz. Ki genellikle böyle meallendiriliyor: Onlar kötülükleri iyilikle yok ederler. Bu mealler karşısında “çok önemli olan test”imizi yapmalıyız: Muhammedî olmayan birisi bunu yapabilir mi? Meal böyle olursa yapar! Çok dikkat ediniz: Bir Muhammedî olmayan da yapabiliyorsa o Kur’an’ın öğüdü değildir, Efendimiz (SAV)’in öğüdü değildir! Bu size çok önemli bir ipucudur, önemseyin: Kur’an’ın ve Efendimiz (SAV)in öğüdünü yalnızca Muhammedî’ler yapabilir. Çünkü, onu yaparsa kişi Muhammedî olur, o zaman Muhammedî olacaktır. “Hem Muhammedî değil hem Kur’an’ın dediğini yapıyor” gibi bir durum mümkün değil, olmaz! Öyle bir şey yoktur! Ama öyle bir meal yazılmış ki, o orada yazılanı yaşıyor, yapıyor. Olmaz, böyle meal yeterince doğru olmaz. “Onlar kötülükleri 212 YILMAZ DÜNDAR iyilikle yok ederler”, demek ki onlar Polyanna gibiler. Öyle değil bu yol, bu iş öyle değil. Bir imanlı için o cümle de doğrudur, ama başlangıç o değildir. Şimdi paylaşmaya çalıştığımız “algı” değişikliğinden sonra o meal de doğrudur. “Onlar Seyyie’yi Hasene ile yok eder” ifadesini Muhammedî mana ile şöyle anlamaya çalışalım: SEYYİE, özellikle dûniHİ algı ile yapılmış olan şeylerin hepsidir. HASENE ise, Billahi algı ile yapılmış olanlardır. Çünkü tek sermayemiz “algı”dır. Böyle yaklaşınca ayet diyor ki: Onlar Seyyie’yi, yani dûniHİ algının ürettiklerini Hasene ile, Billahi algı ile yok ederler. Bunu öğrenen sen, hayatında “seyyie” olan dûniHİ algı ve zann’larından çıkan fikir, düşünce, arzu, istek, heva, heves, fiil ne varsa onları Billahi algı ile silmeye başladıktan sonra, ayrıca normal hayatta insanlarla olan ilişkinde de bunu prensip edinirsen yine “güzel” bir şey yapmış olursun. Ama bu algı değişikliğinden sonra! Sen, bu dûniHİ algıyı silmeye gayret etmiyorsun, ama “ben kötülükleri iyilikle siliyorum” diyorsun. Eğer böyle yaparsan sana o zaman, yaşadığın dûniHİ algının dünyasında “salak” derler. Onun için, o dünyada oluşmuş bir söz, bir kural vardır: Kazık yemek istiyorsan merhamet et! Bu onların dûniHİ dünyasının sözüdür. O yaşantıda insanlar bu yüzden birilerine iyilik yapmazlar, yapmaya korkarlar. Sen öyle bir ortamda “kötülükleri iyilikle yok etme”ye çalışırsan gününü görürsün... Oranın kuralı “ben varım demektir, ben en üstünüm” demektir ve bunun gereğini yapmaktır. Allah muhafaza etsin, orada küfür yarışı vardır. Eğer o dûniHİ algı dünyasında ya213 AŞAĞILARIN AŞAĞISI şayacaksan oyunu oradaki küfür yarışına göre oynayacaksın. Ama sen futbol oynamaya girmişsin, topa elinle değiyorsun, olmaz. Orada kural neyse oyunu kurallarına göre oynayacaksın. DûniHİ algı ve zann’larının “Varım ve Muhtarım” yarışı yapılan dünyasında sen “kötülükleri iyilikle yok” edemezsin. Böyle bir gayrete girersen seni; “Ferrari’sini satmış adam” diyerek yalnızca anarlar, işte o kadar. Bir salak olursun. Bu anıştaki nüansa da dikkat edin: Bağışlayamamış da satmış! Vazgeçip gidememiş yani! Kitabın ismini bile doğru koyamıyor, çünkü dûniHİ algıda! Dolayısıyla: “Seyyie’yi Hasene ile yok ederler” kuralı DûniHİ algıyı Billahi algıyla silmek, yok etmektir. Ayetten bu kuralı fark edip yaşayanların Lüb sahipleri olduğunu görüyoruz. 2. “DûniHİ algı”yı tanıyarak başladık. DûniHi algı, insanın kendisini, Allah’ın dışarısında “müstakilen var ve muhtar” zannederek böyle bilmesidir ki: İnsan bu algısı için bir gayret göstermez, olay kendiliğinden yürür. Kurtuluş için tespit ettiğimiz yöntemin ilk maddesinde dûniHİ algıyı Billahi algı ile silmemiz gerektiğini gördük. Silmemiz, kurtulmamız gereken algının kendiliğinden su gibi aktığını bilmek ve takip etmek, o algıyla mücadele etmede ve o mücadeleyi sürekli kılmada önemlidir; yani tanımak ve önemsemek şarttır. 3. “Billahi algı” için ise özel bir gayret göstermek gerekir. Ayrıca, “Billahi algı” kesintisiz yürütülebilmelidir. Ancak; bu durumda Fuad, Billahi algının tesiri altında kalabilir ve sonuçta 214 YILMAZ DÜNDAR Fuad Billahi algıyla bağlanabilir. Kulun “Billahi anlamda gayreti” demek; o kula Rabbi destek verecek demektir. Buyuruyor: “Kulum bana yürürse, Ben ona koşarım.” (Hadis-i Kudsi). “O halde zikredin BEN’İ (ki), zikredeyim sizi. Şükredin bana. Ve (sakın) küfretmeyin.” (Bakara-152). Bize bu kapsamda bir yöntem öğretiliyor: Zikredin Ben’i ki, sizi zikredeyim. Eğer Ben’i hatırlarsanız sizi hatırlarım, Ben’i anarsanız sizi anarım. Ben’i unutmazsanız sizi unutmam. “Kulun Allah’ı zikretmesi” ne demek ki? Ve “Allah’ın kulunu zikretmesi” nedir, nasıl bir şeydir acaba? Ve bu ikisi kıyaslanabilir mi? Bu öyle bir şeyi bize müjdeliyor ki: Eğer siz Billahi algıya girerseniz, Ben de sizi zikrederim... ALLAH’I ZİKRETMEK kesinlikle Billahi algı demektir; bunun başka bir yolu, başka bir yeri, başka bir kelime ile tanımlaması yoktur. Bizim kul olarak dünyada “Billahi algı”dan başka zikrimiz olmaz. “Billahi algı” ile gelen ikramı fark edin: Eğer siz DûniHİ algıdan kurtulur da Billahi algıya girerseniz Ben de sizi zikrederim, Ben de sizi anarım, Ben de sizi umursarım. “Şükredin bana. Ve sakın küfretmeyin.” Şükretmek; her şeyi Allah’tan bilmek olduğuna göre “ŞÜKREDİN” uyarısı “her şeyi Ben’den bilin” demektir: Ben’den bilin! Ben’i anmaya başladınız ve Billahi algıyla meşgulsünüz. Bu algıyla beraber size ulaşanları DûniHİ güçlere bağlamayın; size 215 AŞAĞILARIN AŞAĞISI ulaşanı, verileni, geleni DûniHİ algı sonucu başka güçlere, başka sebeplere bağlamayın. Ve sakın KÜFRETMEYİN! Sakın DûniHİ algıya yaklaşmayın! Bakara-152 bize, gayret ettiğimiz zaman yardımın açılacağını, böyle bir müjdeyi hissettirir. Enfal Suresi ise bize bu müjdeyi açıklar: “Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz (fıtrî ahdinize ve Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, hıyanet etmezseniz) (Allah) sizin için FURKAN (Hakk ile Batıl’ı hızla ayırt eden ve Hakk’tan yana davranan akıl) oluşturur, Seyyie’lerinizi siler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül fadlil Aziym’dir.” (Enfal-29). Billahi algı için özel gayret göstermek gerektiğini ayetlerden görüyoruz: “Ey, iman edenler! Siz Allah’tan ittika ederseniz..” buyruğu bu gayretin ne olduğunu somutlaştırıyor: İttika etmek! Bu çağrı Kur’an-ı Kerim’de o kadar çok geçer ki... Önemi yüzünden onu anlamamız, fark etmemiz gerekiyor. Şimdi onu içinde yaşadığımız hayattan bir örnekle anlamaya çalışalım: Birisine bir konuda söz verdiniz. Söz verdiniz ama bir türlü de yerine getiremiyorsunuz. Oysa vaadiniz var, vaadinizle ilgili bir zaman var ve verdiğiniz söz de önemli. Yerine getiremediğiniz bu söz yüzünden onunla karşılaşmamaya çalışıyorsunuz, ama karşılaştınız. Ne yaparsınız? Sözü yerine getirememişseniz sakınırsınız, ondan çekinir, utanırsınız, bir an önce de o sözü yerine getirmeye çalışırsınız. Bu halinizle siz ondan ittika ediyorsunuz demektir. Kur’an’ın “İttika edin” dediği de 216 YILMAZ DÜNDAR bu duruma benzer gibidir: “Söz verdiniz, sakının. Bana söz verdiniz, ona göre edepli durun” manasını taşır, en fazla bu manadadır. İttika etmek, o verdiğimiz sözle ilgili olarak Allah’tan öyle bir sakınmaktır ki.. Kul böyle bir ittika ile yaşama gayretine girmişse o zaman müjde verir: Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz; yani fıtratınızda işlenmiş olan o sözünüze, ahdinize sadık davranırsanız, o sözle ilgili olarak Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, desteklerseniz, o gelenlere hıyanet etmezseniz Allah sizin için FURKAN oluşturur. “Furkan” Allah’ın çok önemli, çok güzel bir hediyesidir. Bu öyle bir şeydir ki: Eğer size Furkan lutfedilmişse, ne duyarsanız duyun, ne ile karşılaşırsanız karşılaşın o Hakk mıdır, Batıl mıdır hemen anlarsınız. Bu ilk kez duyduğunuz, gördüğünüz yeni bir bilgi, bir fikir, bir arzu, bir iş olabilir ve o bir yerlerde yazılı da değildir; ama sizde Furkan oluşmuşsa o Hakk mı, Batıl mı hemen anlarsınız ve davranışınız kendiliğinden Hakk’tan yana olur, Hakk tarafa uygun fiil ortaya koyarsınız. Ayetin müjdelediği budur: Eğer ittika ederseniz böyle bir akıl size verilir! Allah size öyle bir akıl verir ki; onunla hayatınızdaki dûniHi ve Billahi olanları anlarsınız ve vücudunuz otomatik bir şekilde Billahi fiile kayar, kendiliğinden. Bunu yapan “Furkan Sistemi”dir. Siz o gayrette olursanız Allah size bu Furkan’ı ikram eder, verir. Gayret edersen, kıpırdar,san kalkar davranırsan yardım edecektir, ikram edecektir. Müjde henüz bitmedi: Furkan’ı verir, ayrıca dûniHi oluşturduklarını da senin için siler; onları 217 AŞAĞILARIN AŞAĞISI da bağışlar, mağfiret eder. Ve sonuçta Zül Fadlil Aziym olan Allah senin dûniHi algını da siler... 4. Bir gayretle oluşturulan Billahi algısının beyindeki izi dûniHi algıdan daha derinde olmazsa, fiiller dûniHi algıya göre şekillenir, Billahi algı beyinde bilgi olarak kalır. “Biliyorum ama uygulayamıyorum” sonuçlarıyla karşılaşırsınız. Bu madde işi çok önemsememiz için bize onun mekanizmasını anlatıyor: Gayret et, sabırlı ol, işi önemse ve üstüne git, mutlaka daha derin bir iz yap! Eğer derin iz yapmazsan, konuyu iyi bildiğin halde, sorulduğu zaman da bir bilgi yarışmasına katılmışsın gibi cevabı söylediğin halde senden öyle fiiller çıkmaz. O zaman senin için “söylediğiyle yaptığı uymuyor” derler. Aslında, en başta bunu kendine kendin söylersin. Çünkü oluşturduğun dûniHi iz, yeni oluşturmaya çalıştığın Hakk izden daha derinde. 5. Billahi algıda insan eğer gerçekten o algıyla meşgulse o algı içerisinde bilir ki; Allah’ın dışı, dışarısı diye bir şey söz konusu değildir. “Allah’ın dışarısı” konusu zihinden çıkarılınca, “müstakilen var ve muhtar” olabilecek varlık iddiaları kendiliğinden düşer. Eğer zihninizden “Allah’ın dışı”nı silebilirseniz, ki, sileceğiz inşaAllah, onu görüyoruz, o zaman “dışı” zannettiğiniz yerde oluşturup rol verdiğiniz herşey kendiliğinden düşer, sizin onları artık tek tek silmeniz gerekmez; kendiliğinden silinir. 218 YILMAZ DÜNDAR Yine insan bilir ki; kendisi de, bütün yaratılmış kullarda İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretidirler ve İlmullah’ta “var gibi” görünenlerdir. Ve yine insan bilir ki; var görünen bu haline “BEN” demesi, Allah’ın BEN demesinden insana verdiği “Sen de Ben diyebilirsin” yetkisidir. “İzzet’in Allah’a ait” olduğunu paylaşırken gördüğümüz bir ayeti şimdi yeniden hatırlayalım: “Kibriya (Benlik) Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir. O Aziyzül Hakiym’dir.” (Casiye-37). Dolayısıyla: İnsanın “BEN” demesi bu çerçevededir. Billahi algısında “BEN” böyle söylenir. Billahi algıda olan da düşüncesinde, hayalinde, zannı ve yaşantısında “BEN” der, dûniHi algıda olan da! Billahi algıdaki kul bilir ki; bu “BEN” demesi, Allah’ın kendi “BEN” deyişinden ona verdiği bir izindir, “Sen de bu haline ‘Ben’ diyebilirsin” yetkisidir. Dolayısıyla: Önemli olan mesele “BEN” kelimesini telaffuz edip etmemek değildir, bununla uğraşmak boş iştir. Önemli olan; “BEN” diyebilmek için neye sahip olman gerekiyor, onu bilmendir. Bir kişinin “BEN” diyebilmesi bir sonuçtur. Sende ne var ki senden bu sonuç çıkıyor ve “BEN” diyebiliyorsun? Bu sonucu çıkarabilmen için sende ne var acaba? Bir bak bakalım ona... Bu konuda bütün bulunması gerekenleri içeren en önemli mesele budur. Sende ne var ki, Allah sana “BEN” dedirtiyor. Kul, kendisindeki ne ile “BEN” diyor? İncele, bak; nasıl “BEN” diyorsun? Şu cümle başlangıç için çok yumuşak bir alt sı- 219 AŞAĞILARIN AŞAĞISI nırdır: Sana “sen de BEN diyebilirsin yetkisi verilmiştir, bu yüzden BEN de! 6. Beşinci maddede “İnsan bilir ki” diyerek bir yöntem olarak sıraladıklarımız için şöyle devam edelim: O işin önemli noktası şu açıklıyor olduğumuzdur: “İnsan bilir ki” dediğimiz bilgiler, Billahi algıda aynı zamanda mutlaka bir hayale dönüştürülerek zihinde devamlı tutulmalıdır. Mutlaka bir Billahi hayal! Talibin başka bir hayali olmayacak, o bütün bu anlatılanları hayale dönüştürecek ve sürekli o hayal zihninde olarak yaşayacak! Çünkü bu iş algı işidir, malzememiz yalnızca algıdır ve hayal bunun önemli bir yanıdır. O mutlaka bir Billahi hayalle yaşayacak: “Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin sureti olarak var görünenim. ‘Ben’ deyişim, O’nun “BEN” deyişinden bana verdiği bir yetkidir. Allah’ın dışarısında, dışında, “müstakil var ve muhtar” bir varlık değilim”i bir hayale, kendince bir hayale dönüştüreceksin ve sürekli zihninde bu hayali devamlı tutacaksın. Öyle tutacaksın ki bu hayali ve öyle kuvvetlendireceksin ki; bu hayale göre davranmaya başlayacaksın. Bu hayal çok önemli bir ZİKRULLAH’tır. Zihninde başka bir şey ve elinde tesbih, olmaz! Yalnızca tesbih tutma sevabı alırsın. O tesbihte söylediklerin neyse, hayalinde onu mutlaka yapabilmelisin ki o da bu söylediğimizdir. Bunun dışındaki bir şey dûniHİ algı kapsamında olur. “Billahi hayal” şarttır. BİLLAHİ ANLAMINDA HAYAL KURMAK; Allah’ta, Allah’la, Allah’tan olan bir yaşantının, bir kul olmanın hayalini kur220 YILMAZ DÜNDAR maktır. Özellikle salatta mutlaka böyle durabilmek gerekiyor, mutlaka. Bunun için de Biiznillah gayret, gayret, gayret... 7. Ayrıca talib; “Billahi algıda mıyım, yoksa dûniHİ algıya mı düştüm?” diye devamlı bir test uygulamalıdır. Ve DûniHİ algıya düşerse, o düşüşüne ve düşüşlerine kuvvetle buğz etmelidir. Ve derhal Billahi algıya, hayaline dönmelidir. Billahi algı hayaline bürünüp düştüğü dûniHİ haline levm etmelidir, tövbe etmelidir ve dua etmelidir. Yani: “Levm, Tövbe, Dua” üçlü mekanizmasını çalıştırmalıdır. Bir yöntem olarak bu anlattığımız, normal yaşadığımız hayatta başka kelimelerle ifade ettiğimiz ve günlük normal yaşantımız içerisinde yaptığımız şeylerdir. Yaşadığın hayatta bir konuda başarılı olmak istiyorsan bunları zaten uyguluyorsun, o yaşantıda bunları fark etmeden kendiliğinden yapıyorsun. Basit bir örnek verelim, bir öğrenci sınıfın birincisi olmak istiyor. Yolu nedir? Bir: Önce sınıfın birincisi olamadığı için çok ciddi rahatsız olacak. “Birinciyim veya değilim” rehavetiyle bu olmaz. Rahatsızlık en önemli ilk şarttır. Bu örneği verince yanlış da anlaşılmasın; “mutlaka her çocuk birinci olsun” demiyorum, bir örnek vermek için söylüyoruz. Önce çok rahatsız olacak: “Neden birinci olamıyorum, birinci olmalıyım...” Elbette ki konumuz içerisinde bu rahatsızlığı dûniHİ algıyla değil Billahi algı içerisinde duyacak ve yaşayacaksınız, dûniHİ yaşarsanız çok yanlış bir iştir, tümü boşa gider... Billahi kapsamında rahatsız oldu, ama LEVM ETMEK hedefe ulaşmak için yetmez, 221 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sonra bir şey daha yapmalıdır; karar almalıdır. Bu yolda karar TÖVBE’dir. Kararlı olmaya karar veriyorsun, tövbe ediyorsun. Sonra da kendine bir hedef koyacaksın; hedef de DUA’dır. Mesela, birinci olmalıyım. Böyle deyip o hedefe giden yolların gayretine girecektir. Fark ettik ki bu yöntem, normal hayatta zaten kullandığımız bir teknikmiş; bir işi başarmak için önce rahatsız olmak, sonra karar vermek ve bir hedef sahibi olmak. Şimdi soruyoruz: Bunu normal hayatta yapıyoruz da isimleri değişince niye korkuyoruz, yapamayız zannediyoruz. Rahatsız olmak levm etmektir, karar vermek tövbe etmektir, hedef koymak dua etmektir, öyleyse niye korkuyoruz? Eğer; rahatsızlık, karar ve hedef işini Allah’la ilişkilendirirsen anlarsın ki: Levm etmek, “Allah’a karşı yanlışım” rahatsızlığıdır. Tövbe etmek, kendine “bir daha yapmamalıyım” deyip karar vermektir. Sonra da dua ederek Allah’tan Billahi algı hayalinle, hedeflerinle ilgili nusret, ikram ve lütuf talep edersin: “Allah’ım şöyle yapayım, böyle yapayım, bana yardım ediver” demekle hedefini oluşturdun ve istiyorsun. Bu bir mekanizmadır; Allah ve sistemi hakkındaki yanlışına, dûniHİ algı haline hemen levm etmek, tövbe etmek ve dua etmek. Bunu çalıştırmalıyız... Bunu kişi alışkanlık edinirse, bir ileri hali fark eder: 8. “Billahi algı”nın bilgisi, hayali ve uygulanan test, insanı “Daima Allah Huzuru’nda” tutar. Elbette bu da hayaldir, bir zann’dır, ama bu Hakk zann’dır. Siz bu anlatılanların gereğini yaşayınca artık daima Allah huzurunda olursunuz. Aslında onu zannedersiniz. Siz o zannla yaşama222 YILMAZ DÜNDAR ya başlayınca Allah’ın Huzuru’na yeni geldiniz zannedersiniz. Oysa bütün kulları zaten daima Allah huzurundadır. Öyledir ama, bu gerçeği başlangıçta insan hayalen, zannla gerçekleştirir ve çok önemli bir makam başlar. Bu zann, bu hayal önemlidir. Eğer siz bu hayalle Allah’ın huzurunda olmaya başlarsanız, daima ve Billahi algıdaysanız, önemli bir olayın, önemli bir mertebenin başlangıcına gelmişsiniz demektir: İHSAN MAKAMI. Siz o zaman İhsan makamını yakalıyorsunuz demektir. Ve İhsan Makamı, İhsan Hali ancak böyle başlar. Ayetlerle yaptığımız bir laboratuar çalışması vardı, Hz. Musa aleyhisselam’dan bir kesit görmüştük, bir de Yusuf Suresi’nden göreceğiz. Yusuf Suresi de farklı bir özellik taşır. O özelliği sure başlarken üçüncü ayetinde Rabbimiz bize söyler: “Kıssaların en güzelini sana kıssa ediyoruz.” Ve yedinci ayette de şöyle buyurur: “And olsun ki; Yusuf ve Kardeşleri hakkında, sual edip isteyenler için ayetler vardır.” (Yusuf-7). O günün şartlarında daha çok Efendimiz (SAV)’i kendilerince köşeye sıkıştırmak için, o amaçla yahudiler ve diğer müşrikler sorular oluştururlardı. Günümüzde ise; Billahi anlamda çözülmesini istediği soruları olan varsa, şüpheleri değil de soruları olan varsa ve bu kapsamda ne tür sualiniz varsa cevaplarını Yusuf Suresi’nde bulursunuz. Yusuf Suresi’nin zahiren anlattığı Yusuf ve Kardeşleri’dir. Hz. Yusuf aleyhisselam ve kardeşlerinden Hz. Bünyamin aleyhisselam bir annedendir, diğerleri başka annedendir ve 223 AŞAĞILARIN AŞAĞISI bize ders olacak kesitlerle sure onları anlatır. Sureye konumuz açısından baktığımızda olaylar tamamen Billahi algı ve dûniHİ algı özelliklerini sergilemektedir. “DûniHİ algı ve zann”larının oyunlarını, kumpaslarını, heva ve heveslerini “diğer kardeşleri” üzerinden anlatılıyor görürüz, “Billahi algı”yı da özellikle Hz. Yusuf aleyhisselam ve anladığımız kadarıyla kardeşi Hz. Bünyamin aleyhisselam üzerinden açıklanıyor buluruz: “(Yusuf) ergenlik çağına erişince ona bir hüküm ve ilim verdik. Muhsinleri işte böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf-22). “Muhsin” kelimesini özellikle kullandık; ihsan sahibi; muhsin. Bu kelimeyle Kur’an’da çok karşılaştığımız için bir onarımda bulunmak istiyorum: Meallerde genellikle “muhsin” yerine “güzel davranan” gibi ifadeler yazılıyor; “güzel davrananları böyle mükafatlandırırız” gibi yazılıyor. Peki, o yazılan Muhammedî midir? Siz öyle meal yazdığınızda İslam’da olmayan kişi de kendince güzel davranıp mükafat bekleyebilir. “Muhsin” başka bir manadır; ihsan sahibidir, hayatı Billahi algıda olandır. Muhsin Billahi algıda neye bakarsa önce Allah’ı, sonra Allah’ın o surette ne yarattığını görendir. Şimdi bu tanıma göre siz ihsan sahibine “güzel davranan” deyip geçebilir misiniz, doğru olur mu? Ayetten edindiğimiz önemli sonuç: Eğer sen Billahi algıyı sürekli yaparsan, sürekli Fuad’a onu pompalar da bu hayali oluşturursan Allah’ın huzurunda olursun, bu idrakta olursun. Böylece İhsan Sahibi olmaya başlarsın. Yusuf-22’den 224 YILMAZ DÜNDAR ihsan sahipleri ile ilgili olarak öğreniyoruz ki: “Allah İhsan Sahipleri’ni hemen mükafatlandırır. Eğer bu Hakk hayalle yaşamaya devam ederseniz, Biz İhsan Sahiplerini mükafatlandırırız.” Bu ilk ikramdır, başka mükafatlar da gelecek. Yusuf aleyhisselam ile ilgili şu hissettirme de dikkatimizi çekmelidir: Ayet bize “Yusuf ileride ihsan sahibi bir muhsin olacaktı, onu bu yüzden mükafatlandırdık” demiyor. O zaten Muhsin, öyle doğmuş ve Billahi algıda yaşıyor, ama farkında değil. Nasıl, biz dûniHİ algıda yaşıyoruz farkında değiliz, o da Billahi algıyla yaşadığının farkında değil. Hazreti İsa aleyhisselam örneğini ders yaptığımız ayetleri hatırlayın lütfen: Billahi algıda yaşıyor; o da kendiliğinden ihsan sahibi. Bu ayetten, Yusuf aleyhisselamın doğuştan Billahi algıda bir muhsin olduğunu anlıyoruz, mananın birisi budur: Algısı bizden farklı. Ayette, “Biz sadece Yusuf’u mükafatlandırdık” denmiyor; “Biz muhsinleri mükafatlandırırız.” Bu bizim için de bir müjdedir. Eğer biz bu şekliyle İhsan Makamı’nı önemsersek, “bu işler benim işim değil” demezsek, o zaman bu mükafatların kapısı bize açılır. Dikkat edin, ayet bize “bunlar başkasının işi, başkasının özelliği, başkalarının hayat tarzı” demiyor. “Bunlar muhsinlerin işi, bunlar sizin işiniz” diyor. “...Biz böylece ondan kötülüğü ve fahşa’yı uzak tutarız. Çünkü o ihlaslı kullarımızdandı.” (Yusuf-24). 225 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Yusuf aleyhisselamın başına gelen olayların içerisinden nasıl kurtarıldığını görüyoruz: İhlaslı kullardan olduğu için mükafatlandı, korundu. Önceki ayette ihsan sahibi “muhsin” ile, burada ise “ihlaslı kul” ile karşılaştık. İhsan sahibi gibi İhlas’ın manasına da bir kaç cümleyle hemen, yerinde bakalım: İhlas “samimiyet” demek değildir ve bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Muhammedî olmayan birisi bir işi yaparken samimi olamaz mı? “Şu işi ihlaslı yap” denildiğinde “samimi yapmak” anlaşılırsa bu yüzden doğru olmaz. Bu konudaki iki ipucunu değerlendirelim. Bir: Önce yapılan tanımlamanın Muhammedî olup olmadığına bakacağız. Görüyoruz ki değil. Çünkü başkası da bunu yapar, kendince daha samimi de yapar. İki: Bu tariften bir amel çıkıyor mu? Dikkat ediniz, Allah’ın söylediğinden amel çıkar. Oysa buradan bir amel çıkmıyor. “Samimi yap” denildiğinde deyin ki, haydi bana bir tarif et de öyle yapayım. Çünkü herkes “samimiyim” diyor. Bir bakın çevrenize, “samimi yapmadım” diyen birisi var mı, yani “ayranım ekşi” diyen var mı? Bu yanlış tarif yüzünden herkes kendisini “ihlaslı” zannediyor. “İhlas, samimi olmaktır” meali yanlış olduğu için herkes samimi, ihlaslı. Değil! İHLASLI kişi halis kişidir, yaptığı işe “DûniHİ” karışmamıştır. İşi o kadar halis ki hep Billahi, hiç DûniHİ yok... Ve Hazreti Yusuf aleyhisselam öyle bir Billahi anlamda ki; o bir muhsin, bir ihsan sahibi. O kadar Billahi anlamda ki; duygu ve düşüncelerine, arzu ve heveslerine, hal hareket ve davranışlarına DûniHİ algı ve zann’ları girmiyor; işte HALİS KUL! “Halis zeytinyağı nasıl 226 YILMAZ DÜNDAR olur?” denince biliyoruz: İçine başka yağ karışmamış olan! İşte bu da öyle: Halis müslüman nasıl olur, o kimdir? İçine küfür karışmamış olandır, samimi olan değil! Samimiyet ne demektir ki? Bir kere ondan bir amel çıkmıyor. Tarifi doğru yapıldığında “ihlas”tan bir amel çıkarırsın, işte şimdi kendine bir amel çıkarabilirsin: DûniHİ algı ve zann’larından uzak yaşayacağım. Ayette Yusuf aleyhisselam için “O ihlaslıydı” denirken bu anlatılıyor ve böyle ihlaslı kulların korunup kurtarılacağı, onların kötülük ve fahşa’dan uzak tutulacağı müjdeleniyor. Öyleyse: Bu geldiğimiz noktada ayetlerden öğrenmiş olduk ki; biz bu yola böyle devam edersek, sırf hayaliyle bile gayret ettiğimizde bize mükafatlar vardır. Çünkü, Talib bu söylediklerimizle şu ayet kapsamına girer: “...O halde nereye dönerseniz VECHULLAH oradadır. Muhakkak ki; Allah Vâsiun Aliym’dir.” (Bakara-115). Billahi anlamda yaşamaya, o idrakta tutunmaya kendisini zorlayan birisi, başlangıçta zorlamayla da olsa, nereye dönerse (Allah’ın dışı/ dışarısı olmadığına göre) Vechullah’ı görür. Vechullah’ı görmek önce şöyle başlar: Allah’ın Emri’ni görür, Talib önce onu görür. Ne varsa... Bu yüzden önce de ki; ne varsa bunu Allah emretmiştir, bunun sahibi Allah’tır. Önce emr’ini görürsen sonra vech genişler, vech’in vechi genişler. Yeter ki bir yerinden tut onu, yeter ki, bir yerinden vech’e gir... Talib bu noktaya geldiğinde artık o ne yöne dönerse, nereye bakarsa böyle227 AŞAĞILARIN AŞAĞISI dir. Bu öyledir ki; kesret aleminde en zahiri manada insanın bir yere/yöne dönmesinden, mekansızlık hali neyse oraya kadar (bilir ki) DûniHİ bir vech yoktur, herşey Billahi... Bakara-115 bir esma ile tamamlanıyor; Vâsiun Aliym. VÂSİ; DûniHİ bir vech yok demektir: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym’dir. Allah Vâsi’dir esması her yeri kaplamıştır, kaplayandır, boşluk yoktur; Vâsi... “Her yeri kaplamışlık” dışı/ dûnu yok demektir. Kur’an “Vâsiun Aliym” derken bize yine bu konuyla ilgili bir şeyi öğretiyor: ALİYM: Allah bilir; her yeri kaplamış olarak bilir; Vâsiun Aliym’dir. Nasıl? “Allah’ın bilmesi” dışındaki bir şeyi bilmesi değildir, dışındaki bir bilgiyi bilmesi de değildir. Bildiği kendi ilmidir. Kendisi dışında bir şeyi biliyor değildir, öyle bir şey “yok” çünkü. Onun yokluğunu bize öğretiyor: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym’dir. Billahi algının hayalini çok önemsemeli ve kendimizi “Billahi algı” halinde tutmak için büyük bir gayretle zorlamalıyız, kendimizi o hayalde yaşatmak için çok zorlamamız gerekiyor... Onu çok önemsediğinizde ve bu gayreti gösterdiğinizde yaşantı ve rüyalarınızda o hayalinizle ilgili onu kuvvetlendiren çok farklı destekler göreceksiniz... 9. Ancak: DûniHİ algı ile varlığına vehmedilen Müstakil ve Muhtar güç hayalinden kurtulmak için “VE LA HAVLE VE LA KUVVETE İLLA BİLLAH” zikrullahı yapılarak DûniHİ Güç iddialarını ret etmek ve silmek gerekir. 228 YILMAZ DÜNDAR Yöntemlerimizden birisi artık bir “Zikrullah” cümlesi oldu. Bunlara “zikir” çalışmaları denir, ama doğrusu Zikrullah’tır. Başka öğretilerin de zikirleri var, Muhammedî yolda onun adı Zikrullah: Allah’ı anmak, bilmek; unutmamak! EN ÖNEMLİ ZİKR Allah’ı unutmamaktır. Başlangıçta; düşüncelerinizde, fikirlerinizde, hayatınızın neresinde filiz veriyorsa “DûniHİ olan bir güç varmış” algısını fark edip siliyoruz. Çünkü işimiz algıyla. Mesela gün içerisinde biriyle konuşuyorken baktınız ki, ona DûniHİ bir güç öneriyorsunuz, yani onu Allah’tan uzaklaştırıyorsunuz. Bir an dalınca kendinizi böyle bir konuşmanın içinde buldunuz. Bunları silmek için “testi kırılmadan önce” kendimize onun dersini vermek lazım. Kırılınca iş ayrıdır... Siz kırılmadan bunu yapın ki; onun yolu, “Ve La havle ve La kuvvete illa Billah”tır. Artık işimiz yalnızca algı. Billahi bir iz için DûniHİ algıda neler varsa sileceğiz. DûniHİ algıdaki tüm güçlere La havle ve La kuvvete! “İlla Billah” ile Billahi hayalimize döneceğiz. Bunu çok önemseyerek ve daima yapacağız. Sonra da “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla ilahlık makamında bulunmayı “LA İLAHE İLLALLAH ve LA İLAHE İLLA HU” Zikrullahı ile reddedeceğiz. Sabırla ve devamlı! Sonuca bakmadan devamlı Zikrullah... Böyle uyumak, hemen aklınıza gelince bunlara devam etmek... Talibsek, devamlı bu hayaller ve bu zikrullah ile yaşayacağız. “La havle ve La kuvvete İlla Billah” ile tüm DûniHİ güçleri sildik, “La ilahe illallah/illa HU” ile DûniHİ varlık ve ilahlık iddiasını reddettik. 229 AŞAĞILARIN AŞAĞISI 10. Billahi algı ve gösterilen bütün gayretler, öncelikle DûniHİ algıyı yenmek içindir. Çünkü DûniHİ algı sıfırlandıktan sonra ALLAH lutfederse biiznillah, artık “Billahi” anlamı, algı olmaktan kurtularak ikan halinin ilk basamağına ulaşır, Talib artık onu “hayal” etmekten kurtulur; “Aslı”yla karşılaşır. Billahi algı “gerçek var”ın algısı olduğu için “gerçek var” konusunda Talib nefsini mutmain bulmaya başlar ki; böylece, algısı olmayan ve ikan sistemine dayalı yeni bir hayat tarzı başlar. Bu yeni hayat tarzı, yeni ve çok farklı bir konu olarak yürür... Bu yöntemlerden sonra, uygulamada dikkat edilmesi gereken bazı hususları göreceğiz. Bir imanlının karşılaşmak istemediği olaylara “musibet” gözüyle bakması doğaldır. Musibet’in iyi anlaşılması ve mücadelemizde ondan yararlanmak için onunla ilgili dört temel tanımlama yapacağız. BİR: “Musibet” dendiğinde anlaşılanlardan birisi şudur: Amentü Billahi demiş olanın, Billahi algı gayretinde olanın, Billahi anlamında iman edenin karşılaşmak istemediği olaylar onun için musibettir, bir tarifi budur: İmanlının karşılaşmak istemediği olaylar ona göre musibettir. İKİ: Oysa: İnsanın başına gelen en önemli musibet “DûniHİ algı”dır. “Esas Musibet” kişinin kendisini içinde bulduğu DûniHİ algıdır. ÜÇ: Şimdi musibetin ne olmadığı üzerinden bir başka tarif yapıyoruz. DûniHİ algının bir musibet olduğunu fark eden, artık musibet olarak 230 YILMAZ DÜNDAR bunu gören bilir ki; musibet Esfele Safiliyn’in hoşuna gitmeyen şeyler değildir. Öyle zannediliyor ama değildir, bu yaklaşım Kur’an’a uygun da değildir, yanlıştır. Çünkü; DûniHİ algıda yaşayan Esfele Safiliyn bir kişi, o algı ve zann’larıyla yaşarken beğenmediği, arzu etmediği şeylere “musibet” diyor ve o musibetlerle ilgili de Kur’ân’da çare arıyor. Kur’ân onun musibet diye anladığına musibet demiyor ki. “Senin her halin musibet” diyor. Diğeri musibet içinde musibettir. DÖRT: Musibet denilenin gerçek musibetle ilişkisinin olmadığını, asıl musibetin DûniHİ algı ve zann’ları olduğunu anlayan Talib Kur’an’a döner, ondan bir çare arar. Ve bulur inşaAllah. “B” imanında olanın musibet dediği şeyi tanımladık: Billahi algıda olan kul karşılaşmak istemediği şeylere musibet gibi bakar, ama Billahi kapsamında olduğu için Rabbi ona çok destek verir. Bu yüzden de o hal onunla Rabbi arasında çok ayrı bir muhabbettir. Bu iş için Allah “Kulum neyi sevmiyorsa Ben onu sevmem” diyor. Fark eden kul için bu ayrı bir iştir, bu o kula göre özel bir muhabbet işidir... Ama bir tarif daha yaptık, dedik ki: Esfele Safiliyn’de yaşayanlar da hoşuna gitmeyen şeylere “musibet” derler. Ancak bu tarif bizi ilgilendirmiyor. Bu da bir tariftir ama bizim için değildir. Biz konumuz olan dûniHİ algı ile ilgili olan “esas musibet” tarifine talibiz: Başına gelen esas musibetin DûniHİ algı ve zann’ları olduğunu fark eden Talib, musibetin esas tarifine şimdi ulaşmıştır. Öğrenir ki; musibet, kendisini Allah’tan uzak düşüren her şeydir. Onu ne perdeliyorsa onun için o musibettir; zengin231 AŞAĞILARIN AŞAĞISI likse zenginlik, güzellikse güzellik... Fizyonomisi öyle güzel insanlar vardır ki, onunla ulaştıkları ün, şöhret ve hayat tarzları yüzünden Allah’tan uzak düşüyorlar. Çok yakışıklı, çok güzel görülen o insanlara özenle bakanları Hz. İsa aleyhisselam efendimiz uyarmıştır: Neyine özeniyorsunuz, bunların çoğu yanacak! Çünkü onlar o güzellikle perdelenmişler. Hz. Yusuf aleyhisselam’ı da düşünün, o da çok güzel; ama Billahi anlamda yaşıyor, o algıda! Demek ki, Allah’tan uzak düşürmeyen önemli! Allah’tan uzaklaştırıyorsa o musibettir. İnanın ki; bu gerçeği görmüşseniz, ahirette o sağlığı bile istemezsiniz. Seni Allah’tan uzaklaştıranın sağlığın olduğunu ve onun musibet olduğunu görünce onu bile istemezsin... Dolayısıyla, yaşarken bir şeye “şu musibettir” etiketi yapıştırılamaz, adı böyle konulamaz, çünkü herkese göre musibet değişir. Ama genel tarif değişmez: Kulu Allah’tan uzak düşüren herşey musibettir. Ve nihayet kişi dedi ki: Benim için musibet DûniHİ algı ve zann’larıdır. Billahi’ye talib kul musibeti öğrenince döner Kur’an’dan çare arar, kurtuluş için yolu ayetlerde arar: “Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman “İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciûn” “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz” derler.” (Bakara-156). Bu öğüte dikkat edecek olursak: Onların “İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciûn” demeleri tamamen Billahi algıdır ve sonuç olan da “İkan”dır. Kur’an bize “Billahi algı”yı çare olarak göstermektedir. Yani bir bakıma bize; “Sen dûniHİ algıdan kurtul, çaren Billahi algıdır” demektedir. 232 YILMAZ DÜNDAR Sorunu ne olursa olsun,Talib kişi sorununu duaya dönüştürüp o manada Kur’ân’a yönelirse, Kur’an’a bakarsa hemen hemen her okuduğu ayetin kendi sorununa cevap olan bir mealini bulur. Şimdi, bu yöntemle bir örnek uygulama yapalım. DûniHİ algı musibetinden kurtulmak istiyoruz, bu kurtuluşu hedef yapıp, yani duaya dönüştürüp, o gözle Vel Asr Suresi’ne bakıyoruz: “Yemin ederim O Asr’a ki; muhakkak ki, insan bir hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve Sabr’ı tavsiye edenler müstesna.” (Asr; 1-3). “Asr” kelimesinin ifade ettiği birçok manadan birisi de, her insanın kendi zamanı, kendisinin ömrü, ona dünya hayatı için verilen mühletin zamanıdır. İşte bu insan kendisine tanınan bu dünya hayatı zamanı içerisinde bir hüsranın, bir musibetin içerisindedir. Bu musibet o insanın dûniHi algısı ve ürettiği zann’larıdır. Ancak, bu hüsrandan kurtulmak istiyorsa hüsranına sebep olan algısını silmeli, Billahi anlamında bir iman ve bu imanı sürdürülebilir yapacak Billahi algı sahibi olmalı ve bu idrakına göre de bir hayat tarzı oluşturmalıdır. İnanan kardeşlerine ve devamlı olarak da kendisine “Müstakilen Var olan ve Muhtar olan ancak Vahid’ül Kahhar olan Allah’tır; bu durum onun Hakkı’dır” tavsiyesini, telkinini yapmalı ve Allah’ın, bu dûniHi algı musibetinden kendilerini kurtarması için vereceği hükmü, sabrla beklemek gerektiğini tavsiyelerine eklemelidir. Bu amaçla A’raf Suresi 205 ve 206. ayetlere bakalım. Secde ayetidir, inşaAllah fırsat bulduğunuzda secde yapınız. 233 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini an. Gafillerden olma. Muhakkak ki, Rabbinin indindekiler O’na kulluk etmekte müstekbir davranmazlar. O’nu tesbih ederler ve O’na secde ederler.” (A’raf; 205, 206). Konumuzla ilgili bir meal kompozisyonu oluşturursak: Kul, “DûniHi algı” musibetinden kurtulabilme duasıyla Allah’a yalvarırken “dûniHi algı’da kalmamalıyım” korkusunu da yaşar ve öğrendiği Billahi anlamının haşyetiyle ürperir; sabah-akşam, her an Billahi algı oluşturmak amacıyla Rabbini hep hatırında tutar, Rabbinin huzurunda durur. Böylece, “Rabbinin dışına atılmış algısı”ndan kurtulup Rabbiyle olanlar artık “müstakilen varım ve muhtarım” diyen bir müstakil vech ile bakmazlar; “İşittik ve itaat ettik” hayatı yaşarlar. Allah’a “Sen Sübhan’sın” derler ve kendilerinde bu gerçeğe uymayan her şeyden sıyrılarak SübhanAllah’a teslim olurlar. “SübhanAllah’a teslim olurlar” için bir küçük hatırlatma yapalım: DûniHi algıda olan birisi, işte o algısı yüzünden İhlas’ı tarif edemez, Muhsin’i tarif edemez, İhsan’ı tarif edemez; SübhanAllah’ı da tarif edemez, Elhamdülillah’ı da tarif edemez. Çünkü dûniHi algıdan tarif olmaz, hem o algıda olup hem de Allah’ı hakkıyla tarif edemezsiniz. DûniHi algıda olanın “SübhanAllah” diyeceği hiçbir şey yoktur. “Neye sübhanAllah diyorsun?” diye sorsanız; neden ve neye söylediğini bilmez, tarif de edemez. “SübhanAllah”ı ancak Billahi algıdaki söyler, ona o ihtiyaç duyar. O idrakta kul yanlış düşünmekten korkar, çünkü ne yana 234 YILMAZ DÜNDAR baksa Vechullah’tır. “Allah’ı kayıt altına alacağım” diye korkar ve “SübhanAllah” diye seslenir. Bu yüzden; “İnşaAllah, MaşaAllah, SübhanAllah, ElhamdüLillah” Billahi algıda yaşayanın dilidir, bunlar onun sevdiği şeylerdir. Bundan rahatsız olan dûniHi algıdadır. O duyunca rahatsız olur ve “bizim inşallahla maşallahla işimiz yok” diyerek tarafını belli eder. Doğru söylüyor; onun inşaAllah’la maşaAlllah’la işi yok! Peki, senin onunla ne işin var? O doğru söylüyor, “benim bunlarla işim yok” diyor. Senin Allah’la işin varsa onunla ne işin var? O ağzıyla söylüyor; “ben şeytanım” diyor: “Ben inşallahı maşallahı sevmem, nereden çıkarıyorsun bunları?” diyor. Çünkü: O manaları severek dile getirmek Billahi algı’nın işidir. O; olan her işi Allah’ın izniyle oluyor bildiği için MaşaAllah der. Yanlış yapmamak için SübhanAllah der: Her emri, her şeyi takdir edenin Allah olduğunu, takdir etme yetkisinin Allah’ta olduğunu bildiği için ElhamdüLillah der. Bu yüzden, Billahi algıda SübhanAllah’a teslim olmak ve SübhanAllah sığınışı çok önemlidir, o algıyla yaşayanın işidir. Çünkü: “Dışı yok, dûniHi değil” yaşanınca Allah’ı kayıt altına alma tehlikesi ile karşılaşılır, insan bundan korkar o zaman. Ayetlerden örnekleri çoğaltabiliriz. Eğer siz dûniHi algıdan kurtularak “Billahi algı ve ikânı”nı oluşturmak konusunda belge ararsanız tüm ayetleriyle karşımıza Kur’ân çıkar. Çünkü: “Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Haydi siz de onun misli on sure getirin. Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannet235 AŞAĞILARIN AŞAĞISI tikleriniz) kim varsa çağırın. Eğer, sözlerinizde sadıklarsanız.” (Hud-13). “De ki: “Onu Ruh’ul Kudüs, senin Rabbinden Bil-Hakk indirmiştir; iman edenlere sebat vermek ve müslimler için de hüdâ ve müjde diye.” (Nahl-102). “Bu Kur’ân dûnillahi (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) güçler tarafından uydurulmadı. Ancak, kendinden öncekileri tasdik eden ve (Ümmül) Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, O Rabbül Alemiyn’dendir. Yoksa, “O’nu (Muhammed) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Haydi siz de onun misli bir sure getirin. Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde sadıklar iseniz.” (Yunus; 37, 38). “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, haydi onun mislinden bir sure getirin. Eğer sadıklarsanız dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şahitlerinizi de çağırın.” (El Bakara-23). Billahi algı oluşturma yolunda, anlattıklarımızı yaşarken dikkat edilmesi gereken şunları da paylaşmak istiyorum ki, düşündüğümüzde bize başka hususları açar, benzetir. Bu önemli hususlardan birisi şudur: Talib, kendisindeki dûniHİ algı sonucu, kendisini Allah’ın dışarısında müstakilen var ve muhtar zannederek Tanrılığını ilan edişini ret ettiği gibi, başka insanların dûniHi algılarını ve tanrılıklarını da ret etmelidir. Burayı çok iyi yakalayalım. Talib 236 YILMAZ DÜNDAR kişi kendisinde inceledi, aradı, buldu ve “bunlar dûniHi’dir, bunlar tanrısaldır, bunlar Allah’a karşı varlık güç gösterisidir” deyip onları reddedişi gibi diğer insanlardakini görünce de reddetmelidir. Aksi halde hedefe hiç bir zaman ulaşamaz. ESAS BUĞZ sendeki veya başkasındaki dûniHi olana yapılır. Eğer tüm dûniHi’ler böyle ret edilmezse hedefe hiçbir zaman ulaşılamaz. Başkalarının dûniHi algı ve zann’larıyla ortaya koydukları fikirler, eylemleri takdir etmek, onlara hayran olmak, özenmek hatta örnek göstermek tam manasıyla dûniHİ algı ve iddiasını tasdiktir; “gizli tasdik”tir. Kendisinde ret ediyor ama başkasının dûniHİ algıyla yaptığı “Ben Varım ve Muhtarım” iddiasına dayanan fikirleri, görüşleri, hareketleri ve davranışları takdir ediyor, başkasına da övüyor, hatta gizlice hayran! Talib’sen olmaz, yani başaramazsın. Billahi algıdaysan çevren de Billahi algıda olacak, her şeyin Billahi olacak yalnız kendin değil. Demek ki: Billahi algıyla yaşamak demek, kendin dışında da nerede dûniHİ algı varsa, nerede Allah’ın Vahid’ül Kahhar oluşuna, Ehad oluşuna, Samed oluşuna karşı bir fikir, bir yorum, bir fiil varsa ona en azından buğz edecek, “ben katılmıyorum, bunlar küfürdür, bunlar İhlas Suresi’ne uymaz “ diyecek. Bir de bunun yanında onlara hayran olmak, onları takdir etmek, birilerine “şunun gibi ol” deyip önermek dûniHİ algı ile yaşıyor olmanın göstergesidir. Adam Efendimizin açıkladığı Allah’a inanmıyor, yani dûniHİ algıda, ama onun yazdığı felsefi kitaplar elinden düşmüyor. Olmaz. Kendinde dûniHİ algıyı reddettiğin gibi, kendinde 237 AŞAĞILARIN AŞAĞISI “müstakilen varım ve muhtarım”a dayalı fikirleri reddettiğin gibi başkasınınkini de reddedeceksin. Hatta bir kimsenin dûniHİ algısını kuvvetlendirecek, motive edecek veya kışkırtacak davranışlardan da sakınmak gerekir. “Çok önemli” dediğim husus budur. Bunları sadece kendinde reddetmen yeterli olmaz, çünkü bu reddediş ihlaslı değildir. Ayrıca şunu önemseyiniz; “reddetmek” onlarla yanlış bir savaşa girmek demek değildir. Bunları okuyan Talib hemen der ki; ben bu reddi nasıl yaparım? “Bunu nasıl yapacağım acaba?” dediğinizde önemli olan önce niyettir, önce buna niyet etmektir. Sonra önünüze çıkan ama ayet ve hadislere uymayan şeyleri reddetmektir. Bunu yapınca, bu gayrette olunca artık sizde FURKAN açılacaktır, bunu gözünüzle göreceksiniz: Konu ne olursa olsun hemen Hakk’la Batıl’ı ayırabileceksiniz ve “Hakk’tan yana akıl” kendiliğinden çalışacaktır inşaAllah. Talib; Hakk ile Batıl’ı çok hızlı ayıran, fark eden Furkan Sistemi’ni kendisinde geliştirmeli ve karşılaştığı dûniHİ algı ve zann’larına karşı hemen buğz etmelidir. İdrak yükseltmek ve korunmak amacıyla Kâfirun Suresi’ne de Zikrullah olarak müracaat etmelidir. Salâtlarımıza veya Zikrullah olarak ödevlerimize koyarsak Kâfirun Suresi dûnillah algı ve zann’larına karşı iyi bir hücumdur. Dûnillah olana karşı hassasiyet (reddetmekle beraber hassasiyet) o kadar önemlidir ki, önemini ayetten öğreniyoruz: 238 YILMAZ DÜNDAR “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) isimlendirdiklerine, dua ettiklerine sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am-108). Öğüdümüzü aldık: Bir; buğz ve reddediş esnasında büyük bir hassasiyet lazımdır. İki; DûniHİ algı ve zann’larıyla onur kırarak, rencide ederek gizlice kavga etmeler de yanlıştır. Tam aksine bu reddedişte, bu buğzda o kadar hassas davranacağız ki... DûniHi algı sahiplerini reddetmek, fikirlerine “katılmıyorum, kabul etmiyorum” demek başka şeydir, onlarla kavga etmek, onlara hakaret etmek başka şeydir. Ayet bize “onlara hassas davran, onun dûniHİ yaşantısına küfretmeyin” diye uyarıyor: Onun yaşantısını dürtme, yoksa o da Allah’a küfreder. Böylece onu günaha sokmuş olursun. Bir de, onu günaha soktuğun, dürttüğün ve dûniHİ algısında ısrarına sebep olduğun için yanlış yapmış olursun. Böyle yapmakla sen de dûniHİ algıya bulaşmış olursun. Ayet uyarıyor: DûniHİ olana bu kadar bile bulaşmayın. Diğer bir husus, dûniHİ algı ve zann’larıyla gerçekleştirilen bir davranışın, insanın kulvarını derhal dûniHİ algı yönüne kaydırmasıdır. Siz çok büyük zorluklarla Billahi algıda durmaya çalışırken, dûniHİ algıyla ilgili bir özentiniz, bir fiiliniz sizin her şeyinizi o algıya kaydırır, artık Billahi 239 AŞAĞILARIN AŞAĞISI algıda kalamazsınız, duramazsınız. Bu konuda düşülen bir yanlış var, uyarılıyoruz: “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah’a andolsun ki; iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl-56). “Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca, “bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)” dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar.” (En’am-136). Daha iyi anlayabilmemiz için Efendimiz (SAV) o dönemde bu ayetle ilgili bir açıklama yapıyor: “Muhakkak ki; Allah, şöyle buyurdu: Ben ortağın hayrlı olanıyım. Her kim benimle beraber bir ortak koşarsa, o (ameller) ortağıma aittir (onu ortağıma bırakırım). Ey, insanlar! amellerinizi Allah’a halis kılınız. Çünkü; Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. “Bu Allah için bu da akrabalık hakkı için” demeyin; çünkü, o sadece akrabalık için olur, ondan Allah için hiçbir şey olmaz. Bu “Allah için ve sizin hatırınız için” demeyin; çünkü, o “sizin hatırınız için” denilen yerin olur, ondan Allah için birşey olmaz.” (Hadis). Hayatımızda bir işi halis yapmak, onu Allah’a halis kılmak çok önemlidir, ama halis olmak nedir? İhlaslı olmak (halis olmak) çoğu kere “samimi olmak” denilerek, anlaşılmaz ve uygulana240 YILMAZ DÜNDAR maz bir şekilde tarif ile geçiştirilmektedir. “Ben samimi değilim” diyen birsini hiç gördünüz mü, hiç böyle birisi çıkar mı? Münafık bile kendisini samimi biliyordur. Kulluğu Allah’a halis özellikte yapmak İHLASLI olmaktır. Bunun için de; ancak, dûniHİ algı ve zann’ları karışmamış haller HALİS olur, buna “ihlaslı” deriz. Bu bakışla: “Allah’a halis kılınız” demek “dûniHİ algı karıştırmayın” demektir, HALİS KILMAK budur. DûniHİ algı ve zann’ları olmaksızın yapmak “halis kılmak” olarak tanımlanmıştır ki: Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. Ancak dûniHİ algı karışmamışı kabul ediyor. Uyarı: “Bu Allah için bu da akrabalık hakkı için” demeyin, o sadece akrabalık için olur. Bu “Allah için ve sizin hatırınız için” demeyin, o “sizin hatırınız için” denilen yerin olur, bunlardan Allah için birşey olmaz.” Hayatımızın her anı için nasıl önemli bir uyarı ile karşı karşıyayız: Kime ne yapıyorsanız, kime ne söylüyorsanız önemseyin. Dilimizi Billahi’ye alıştırmalıyız, normal cümlelerde bile “Allah’ım senin için..” diyerek dilimizi alıştırmalıyız: Uyanıyoruz Allah’ım senin için, yatıyoruz Allah’ım senin için, yiyoruz Allah’ım senin için... Nihayet “Allah’ım senin için” hali hayat tarzımız olur: Konu neyse, iş neyse hep senin için Allahım. Birisi için değil hep senin için Allah’ım... Konumuz için öncelikli ve her zaman da önemli olan şu manayı tekrar edelim: “Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder.” Konumuzun diline bir paragraf olarak çevirirsek: 241 AŞAĞILARIN AŞAĞISI DûniHİ algı ve zann’larıyla yapılan amelleri, hayr niyetiyle dahi olsa Allah kabul etmez, boşa gider. Billahi algısı ile yapılanlar halistirler; ancak onlar, yalnız Allah’a aittir, Allah bu amelleri kabul eder. Bu gerçekten hareketle şu tarifi yapalım: DûniHİ algı ve zann’larıyla yapılanların karşılığı günah olarak yazılır ve bunlar dünya hayatında da, ahirette de pişmanlığa dönüşür. “Billahi algı ve ikanı” ile yapılanların karşılığı ise sevab olarak en az on misli ile yazılır ve dünya hayatında ve muhakkak ahirette mükafata dönüşür. Bu hadisteki son bir notu paylaşıp yeni bir önemli hususu paylaşacağız. Hadisi Kudsi’de Rabbimiz “Ben ortağın hayrlı olanıyım” buyurdu. Bu ifadeler meallerde “en hayırlı olanı” şeklinde yazılıyor. Ama bu tariften esas çıkacak mana “Ben ortağın hayrlı olanıyım”dır. Şöyle ki: Bunu normal hayatımızdan bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişi “varım ve muhtarım” diyerek bir ortak oluşturmuşsa, Allah’a karşı “var ve müstakil bir güç” oluşturmuşsa en az iki tane varlık var demektir. Bu durumda en az iki tane zat var; Allah ve diğer zann, yani diğer ortak. Rabbimiz buyuruyor ki: Bu ortaklardan Hayr olan benim, o Batıl’dır. “Ortakların hayrlı olanı benim” demek “Hayr olanı, Hakk olanı benim” demektir. Bu asla “ben daha iyiyim” demek değildir, bu ifadede bir kıyas yoktur. Onu, çocuklarından birisi için “şu daha hayrlı” demek gibi anlamayın. Küfürle Allah kıyaslanmaz. Kurtuluş yolundaki Talib için bir başka önemli husus da şudur: Eğer bir insan, kendisindeki 242 YILMAZ DÜNDAR dûniHİ algı ve zann’larını hala önemsiyor ve gizli bir sevda ile dûniHİ fiiller ortaya koyuyorsa veya başkalarının dûniHİ algı ve zann’larını kabulleniyor, hatta takdir ediyorsa; en acısı, “dûniHİ algı ve zannları olmazsa hayat çekilmez” zannediyorsa, “ama onlarsız da olmuyor ki” diyorsa, bütün bunların sebebi inanan o insanın ARA YERDE olmasıdır. Yeni ve önemli bir tabirle karşılaştık; Ara yer! “Ara yer” dünya hayatının hemen hemen en huzursuz yeridir. “DûniHİ algı ve zannları”nı özümsemiş, buna göre bir hayat oluşturmuş, batılı benimsemiş kişi için batıl kolaylaştırılmıştır; arzuladığı fırsat ve imkanı buldukça dünya hayatı onun için huzurludur. “Billahi algı” oluşturma yoluna girmiş ve “ikan” için gayret sarf eden kişiye de Hakk yol ve amelleri kolay gelir. Ve bu kul Billahi algıdan çıkmazsa dünya hayatında cenneti yaşamaya başlar. Ancak, bir kişi var ki: Öğrendikleri yüzünden batıldan korkuyor ama kopamıyor, Hakkı istiyor ama yapamıyor. Bu kişi ara yerde kalmış insandır, bu insan huzursuzluğun içine düştü demektir. Batıl için “Neden yaptım?” pişmanlığını duyarken, Hakk için de “Neden yapamadım, neden yapamıyorum?” pişmanlığını yaşar. Yani her halükarda hayatı pişmanlıktır. Amelleri de, ondaki dûniHİ algı vazgeçilmezliği yüzünden boşa gitme tehlikesi altındadır. İki tane “ara yer” karakteri vardır: Birisi, ara yerde ve huzursuz olandır. Bunlar, inanmak isteyen ancak yeterince başaramayanlardır ve bizim sesleneceğimiz bunlardır. Bir grup daha vardır ki, onlar ara yerde huzuru bulmuşlardır, bizim 243 AŞAĞILARIN AŞAĞISI muhatabımız değillerdir. Onları Kur’an şöyle tanımlıyor: “Onlar ki, Allah ve Rasulünü inkar ederler; Allah ile O’nun Rasulünü birbirinden ayırmak isterler ve “bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız” derler. (Böylece) arada bir yol edinmek isterler. İşte onlar hakiki kafirlerin ta kendileridirler. (Biz) kafirler için alçaltıcı bir azab hazırladık.” (Nisa; 150,151). Ayette anlatılan “ara yerde” bulunanlar; kendilerinin doğru olduklarına inanıyorlar ve hallerini savunuyorlar, bunlar için bir huzursuzluk da söz konusu değildir. Günümüzde bu ayet kapsamına giren çok önemli ekoller var: Allah ve Rasulünü ayırmaya çalışan, “Kur’an yeter” diyen, Efendimiz (SAV) yokmuş gibi davranan, yalandan hürmet gösteren, yani hürmet ediyor ve önemsiyor gibi konuşup O’nun Sünneti’ni bozmaya çalışan düşünce tarzlarını duyuyoruz, görüyoruz. Onlar da bu ayetin kapsamına girer, hep arayı bozmaya çalışanlardır. Ve onlara bakın hiçbir huzursuzlukları yoktur, mutlu yaşadıklarını zannederler. Onlar bizim gündemimiz değil, biz ara yerde huzursuz olanlara sesleneceğiz. Bu yüzden, “Allah’ım bizi o grupta bulunmaktan ve o grubun şerrinden koruyuver” diye yalvararak onlara ait ara yerden uzaklaşalım. Ve seslendiğimiz gruba bakalım. “Muhakkak ki, münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, oysa O onları aldatır. Ve (o münafıklar) salata kalktıklarında tembelce kalkarlar, insanlara riya yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler. Ara244 YILMAZ DÜNDAR da yalpalayıp duranlardır. Ne bunlara, ne onlara (katılırlar). Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol bulamazsın.” (Nisa; 142, 143). Bizim hedefimizdekiler bu ayetin bahsettiği “ara yer” ve ara yerdekiler. Burada bir “münafık” kelimesi geçiyor ama bundan ürkmeyelim ve ötelemeyelim, şimdi onu biraz inceleyeceğiz Ancak; ayetten öğreniyoruz ki, bu durumda yaşamakta ısrar ederse bir kişi Allah onu saptırır ve ona da birisi kurtuluş bulamaz. Burada da şöyle sığınalım: Allahım bizi ara yerde bırakma, ve derecelerimizi yükseltiver. (ÂMÎN). Ara yerden kurtulabilmenin bir yolu: “Ey, iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah’a aleyhinize açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa-144). Bir diğer ipucu şudur: Kafirler “ruhen, Billahi anlamında” çok temizlenenleri sevmezler. Onlar dûniHİ algının kirini çok severler. Bir kişi o dûniHİ algıdan ısrarla kurtulmaya, çok temizlenmeye çalışıyorsa o temizliği onlar sevmez. Kafirlerin bu manada çok temizlenenleri sevmediklerini Hz. Lut aleyhisselam için söylediklerinden anlıyoruz: “Kavminin cevabı ancak: “Çıkarın onları şehrinizden. Çünkü onlar çok temizlenen insanlardır” demek oldu.” (A’raf 82). Hz. Hud (AS) da kavmine meydan okumuştu: “DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şeylerinizden (beriyim). 245 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra da hiç mühlet vermeyin.” (Hud-55). Onlarla dost olmayacaksınız, zaten isteseniz de olamazsınız. Çünkü sizi sevmiyorlar; dûniHİ algı seni sevmiyor, onlar temizlenenleri sevmiyor. Kur’ân bize Rasullerin dûniHİ’lere meydan okuyuşlarından bahsederken der ki: Hazreti İbrahim de kavmi için “üff!” demişti: “Üff, size ve sizin dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güçler zannedip) taptıklarınıza! Hâlâ akletmiyor musunuz?” (Enbiya-67). Ve Allah, Rasulüne dedi ki: “Allah kuluna kafi değil mi? Seni dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri) kimselerle/güçlerle mi korkutuyorlar? Allah kimi saptırırsa onun için hidayet edici yoktur.” (Zümer- 36). “(Ey, Allah’a eş koşanlar!) DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiklerinizden) dilediğinize kulluk edin.” (Zümer-15). Rasulullah Efendimiz (SAV)’e de dedi ki: “De ki: “Muhakkak ki ben, dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) çağırdıklarınıza kulluk etmekten nehyolundum. De ki: “Sizin hevalarınıza (dûniHİ algı sonucu uydurduklarınıza) asla uymam. Uyarsam gerçekten sapmış olurum ve ben doğru yolu bulanlardan olmam.” (En’am-56). 246 YILMAZ DÜNDAR Kur’an’ı incelediğimizde ilgili ayetlerden öğreniyoruz ki; ara yerde bulunmanın önemli bir belirteci salât ikamesinde tembel olmaktır, salâta kalkarken isteksiz davranmaktır. Çünkü dûniHİ algı salâtı sevmez, ona salâtı sevdiremezsiniz. Ve hatta dikkat edin: Eğer dûniHİ algı salâtı sevecek olursa, öyle hissederseniz size bir tuzak kuruyor demektir, sizi “Allah’la kandıracak” demektir. Çünkü o salâtı sevmez, istemez. Ancak; bu isteği kuluna verecek Allah olduğu için, öyleyse korkarak duamızı yapalım: Allahım salâtı bize çok kolaylaştır, çok sevdiriver. Senin indinde makbul olacak şekilde salât ikame edebilmemizi bize lutfediver ve salâtı gözümüzün nuru yapıver Allah’ım. (ÂMÎN). Kendimizde izleyeceğimiz, görebileceğimiz önemli “ara yer” belirteçleri vardır: Konuşma arzusu! Lütfen konuşma arzunuzu izleyin. Ancak kendinizi izlerken çok iyi hâkim ve hakem olmanız lazım. Yalan yere kendinizi aklamamak için kendinize hakem ve hâkim olmayı öğrenmek lazım. Bu hassasiyetle konuşma arzunuzu inceleyin. Bir cümle söyleyeceksiniz ve o cümle birinin hakkını teslim ediyor, birinin güzel yaptığını söylüyor veya sana menfaat sağlamayan bir uyarı içeriyor. Bir bu nitelikteki cümlenizi izleyin, bir de sizin menfaatlerinizi koruyan, sizi haklı yapan, siz güçlüyken yaptığınız konuşmaları, oralardaki konuşma enerjilerini izleyin, hangisinde konuşma enerjiniz fazla? Birinin hakkını teslim eden cümlelerin konuşma enerjisini zihninizde ince247 AŞAĞILARIN AŞAĞISI lediğinizde, size menfaat sağlamayan o cümlelerde düşük/sönük bir enerji bulacaksınız. Niye? Birini takdir ediyorum, birinin hakkını veriyorum, bunun bana bir menfaati yok ki. Ona bir uyarıda bulunuyorum, kendim için değil. Kendim için bir şey istemiyorum... Bu yüzden düşük bir enerji var. Ama dikkat edin. Eğer suçlayacak, incitecek ve alaya alacaksanız, intikam amacıyla konuşacaksanız enerjinizin peşinden zor yetişirsiniz. Peşinden zor yetişeceğiniz bir enerjiyle konuşuyorsunuz, cümleleri takip edemiyorsunuz; dûniHİ algıyı tanıdınız mı, esfele safiliyn’i gördünüz mü? Daha dûniHİ algı içindeki yaşantıda bile size iyi bir şey yaptırtmıyor, hücum edeceğiniz zaman size nasıl bir enerji veriyor gördünüz mü? Dikkat edin: Allah muhafaza etsin, birisine kötü bir dua yapacak olsanız, kötü dua cümlelerini peş peşe sıralarsınız. Sonra da “Ne söylediğimi bende fark etmedim” dersiniz. Ama bir hayr duası yapacak olsanız ağzınızdan bir hayr cümlesi çıkmıyor, bir cümle kuramıyorsunuz. İşte bunları yakalayıp da levm etmezseniz, sonra tövbe etmezseniz, sonra da dua, hedef oluşturmazsanız olmaz. Şu da önemli bir göstergedir: Yaşarken zor ve zavallı anlarınızı, bir de işlerin çok iyi gittiği güçlü anlarınızı araştırın, hatırlayın. Zavallı anlarınızda iyi, munis bir insan mısınız? Çünkü sizi zavallı hale getirdiler, bir şeyiniz gitti, size birşey oldu, sesin kısıldı, zavallı bir haldesin, herkese “evet efendim” davranışındasın. Ama güçlendiğinde, birşey öğrenip de güçlendiğinde, bir şey olup da güçlendiğinde, bir de o zaman bedenine bak? 248 YILMAZ DÜNDAR Dikleşti, işaret parmağın kalktı, ukala olmaya başladı. Bunlar Esfele Safiliyn’i yakalaman için. Çünkü o durdukça kurtuluş yoktur. Gör, fark et ki, o sende yaşıyor. Dolayısıyla: sendeki gücün hangi güç olduğunu araştırmalısın. Eğer sende “Rahmani Güç” varsa o korur, merhametlidir, Hakk’ı gözetir. Çünkü Rahmani Güç Allah ahlakındandır. Ama sendeki Esfele Safiliyn ahlaklı güç ise; o EZER, YOK EDER, İNSANI KULLANIR. Hatta şunu fark edersiniz ki; Esfele Safiliyn için diğerinin bir şeyi hep alay konusudur, hep insanları “ti”ye alır. Birisinin bir şeyi hep sizin alay konunuzdur. İki arkadaş yan yana gelse birisinin bir şeyini konuşur konuşur gülerler. İşte Esfele Safiliyn, o kişinin etini çiğ çiğ yiyorlar. Ayet gereği “ölü kardeşinin” etini yiyor.. Bunları kendimizde sürekli aramamız gerekiyor. Yine iyi inceleyin: Birşey izliyorsunuz veya camdan bir yere bakıyorsunuz, dikkat edin. Siz camdan bakıyorsunuz, yolda da birisi yürüyor. Bir anda bir şey oldu, ayağı kaydı, elinden bir şey düştü, onu camdan izleyen hemen güler. Birisinin kusuruna nasıl gülüyorsun? Birisi konuşurken dili sürçüyor veya bir kelimeyi şaşırıyor, hemen kahkahayı basıyorsun veya yüzünde müstehzi bir ifade kendiliğinden beliriyor. Oysa o halden dolayı kişi üzüldü. Bir kardeşinin üzüldüğü, mahcup olduğu şeye sen nasıl gülersin? Bunu Billahi anlamındakinin aklı alır mı? Şu reflekse bak ki, senin haberin yok ama o çalışıyor. Esfele Safiliyn boş durmuyor, çalışıyor... Sen kiminle mücadele ediyorsun, bir farkına var! O 249 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sende canlı, ölü olan sensin. Bunları kendinde daima mücadele ile yakalayacaksın... Ve işte bu zalim en fazla kimi ezer biliyor musunuz? Sevenlerini! Biri onu sevsin onu ezer, çünkü ezecek birisini buldu. Ama aynı Esfele Safiliyn kişi zalimlere ise yaranmaya çalışır, bir zalimin de gözüne girmeye çalışır. Bu yanlarınızı yakalayın... Karşılıklı şikayetleşmek onun sohbet tarzıdır; işi budur. Saatlerce telefonda şikayet, bir yerde buluşurlar şikayet ve bunun adı sohbet! Bütün bu işler için kendi bilgi ve gücü yetmez, artırmak için sihir, büyü, fal gibi yanlışlardan da medet umarlar, Allahım muhafaza buyur Rabbim. Bunlara meyilli oldukları için Esfele Safiliyn’ler Din’i de böyle algılar, Din’e de böyle yaklaşırlar. Biraz dindar birini bulursa gider ona sorar: Şu işimin falı nasıldır; şu işimde en iyi seçenek hangisidir? Hep bir güç peşinde olduğu için Din’den de böyle yararlanmaya çalışır. Bunun için ayette; “Onlar Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar, ama Allah onları kandırır” deniyor. Ona sorulsa, “Allah’ın sisteminden yararlanıyorum” der, ama sistemden yararlanarak kendi gücüne bir şeyler katmaya çalışıyor, o iş halis olmaz! Dikkat edin, “sihir, büyü, fal” vardır, hatta sonuçları doğru da çıkabilir. Ama yine dikkat edin ki; “sihir, büyü, fal gibi şeyler nelerse” bunların hepsinin veri tabanı ve hedefi dûniHİ algıdır. “Ama doğru çıkıyor, bildi” deseniz de, bu gibi yöntemlerle süper başarılar elde ediyor olsalar da onun veri tabanı Billahi değil dûniHİ algıdır, hedefi de dûniHİ algıdır, sonu da dünya ve ahirette hüs250 YILMAZ DÜNDAR randır. Oradaki doğrulara, başarılara bakıp da Allah’tan perdelenmeyin. Neden bunların bu kadar üzerinde duruyoruz? Seslendiğimiz ara yerdekiler bunlarla uğraşıyor olduğu için. Çok derinlere nüfuz etmiş bir diğeri Şikayet’tir. Lütfen karar alalım; “hiç şikayet içeren cümle kurmayacağım” diyelim ve konuşurken hemen kendimizi deneyelim. Çocuğunuzla, arkadaşınızla, anne babanızla, tanıdığınızla, sevdiğinizle konuşurken bir cümle kuruyorken kendimizi test edelim. Şikayet edecek gibi olan cümle ve kelimelerinizden hemen vazgeçin, başka bir söyleme tarzı bulun, söyleyecek başka birşey bulun. Çünkü şikayet kesinlikle Şaki’nin dilidir, şikayet küfür ehlinin dilidir. Billahi anlamındaki kul şikayet dili kullanmaz. Bilir ki, o tür cümlelerin hepsi Allah’a isyandır. Öyleyse, şikayet cümlelerini silin. O kadar çok köşe yazarı var ki, şikayet cümlesini silsin bir satır yazı yazamaz. O kadar konu anlatan var ki, şikayeti kaldırsın konuşacak bir cümle kalmaz. Etiketi ne olursa olsun, onlar Şaki’nin dili ve göstergesidir. Konuşma arzunuzu ve konuşanı kontrol edin. Cümle kurarken “BEN” diyen, o sırada dûniHİ mi, Billahi mi? DûniHİ olandan vazgeçin, Billahi algıyla “BEN” demeye çalışın. Yani: Allah adına, Allah için, Allah’ın verdiğini kullanarak “BEN” deyin. “Varım ve Müstakilim” algısıyla” BEN” diyeni boş verin, ona ters dönün. Bu sözümüz de gençleredir ve ara yerde kalmak veya kurtulmakla ilgili olarak önemlidir: Eş seçiminde önce kendi çelişkini düzeltmelisin. Bu 251 AŞAĞILARIN AŞAĞISI henüz o fırsatı olanlar için: Birisini şikayet etmeyi bırakın ve eş seçiminde önce kendi çelişkinizi düzeltin. “Evleneceğim ama o öyle, bu böyle, şu şöyle” değil, önce kendi çelişkini kaldır. “Bu çelişki nedir, nasıl düzeltilir?” anlatacağız. Ancak bu söylediklerim ara yerde olup da kurtulmak isteyen Talib insan içindir, seslenişimiz onadır! İnanan birisi var, evlenecek. Bir kriter buluyor: Evleneceğim kişi dindar olsun ama topluma da uyum sağlasın. Dışarıda böyle bir kural var, o da kendince kuralı koyuyor ve buna uygun da birini buluyor. “Dindar ama topluma uyum sağlamış olanlar”ın sayısı çoktur, bu yüzden kolay bulursunuz, bunlar birbirlerini çok çabuk bulurlar. Buldu, evlendiler. Genellikle ne olur biliyor musunuz? Kadının “topluma uyum sağlasın” yanı evlendikten sonra gittikçe artar. Onun o kadar uyum sağlamasını kıskanan erkek eğer ara yerdeyse o kıskançlıkla gittikçe dindar olur. Kadının o kadar uyum sağlayacağını bilmiyordu! Bu kadar toplumsal uyuma dayanamaz, işin içinde dindarlık olduğundan bir kıskançlık da geliştirir, kıskandıkça daha dindar olur. Kıskançlığını anlatabilmek için eşine dini anlatır, “kıskanıyorum” diyemez “hani sen dindardın, ne oldu?” der. Süreç böyle gelişirse kadın gittikçe topluma uyar, erkek gittikçe dine... Ve başlarkenki eşitlik bozulur, hem de yakın zamanda. Başlarkenki eşitlik yanlışta eşitlikti, bozuldu ve uçurum büyümeye başladı. Bu hikaye hep böyle değildir, elbette tersi örnekler de vardır. Efendimiz (SAV) bu konuda önemle uyarıyor: “Hayrlı mal edinin.” Sahabe efendilerimiz 252 YILMAZ DÜNDAR sürekli O’na bakıyorlar. Olarınki de ayrı bir şans... Risalet Nuru’nun içerisinde bizzat sahibinden; o ağızdan, o dilden, o nurdan öğrenmek için devamlı bakıyorlar. Hatta, arının peteğe veya çiçeğe yapışması gibi o kadar çok yapışıyorlar ki; uyarılıyorlar: Rasülü rahat bırakın da dinlensin. İşi öyle fark etmişler ki böyle yapışıyorlar. İşte onlara Efendimiz (SAV) dünyada edinileceklerin hayrlı olanından bahsedince telaşlanıp iyice öğrenmek için soruyorlar: Neye dikkat edelim? Efendimiz (SAV): “Cennete gitmenizi kolaylaştıracak kadınlar edinin” buyuruyor. Çok önemli bir şey... Henüz o şansı olan için bundan daha önemli bir şey yoktur! Kriter, “şöyle malı, şöyle kariyeri” değil, “şunum var, bunum var” değil! Cennete gitmenizi kolaylaştıracak eşler... Biz böyle anlatınca ara yerde olup şöyle de diyenler elbette olacaktır, şu mazeretler ileri sürülecektir: “Ama çoğunluğa baksanıza, herkes böyle yapıyor.” Evet, ama bu da bir aldatmacadır. Ara yerde olup da mazeret uyduranlar uyarılır: “Eğer sen Arz’da bulunanların ekseriyetine itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar... (Çünkü) onlar ancak zanna tabi olurlar ve onlar ancak tahmin üzere konuşup, saçmalarlar.” (En’am-116). Çünkü: “...İnsanların ekseriyeti iman etmezler.” (Ra’d-1). “...Muhakkak ki, insanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.” (Maide-49). 253 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Şimdi oluşan tabloya bakın: İnsanların çoğu iman etmiyor, çoğu da fâsık ve sen de “çoğunluk böyle yapıyor” diyorsun. Doğru olur mu? Çoğunluk iman olarak yanlıştaysa onların yaptığını nasıl ölçü alırsın? Hatta insan ölçü alacak bir kişi bile bulamaz, doğruyu yapan tek başına kalır, tek başına... O tek başına halinle doğruyu yaparken öyle tek başına olmalısın ki, senin o doğruyu yapmandan kimse rahatsız olmamalıdır, o hassasiyetle yaşamalısın. Öyle güzel, saklı bir sevdayla; Allah sevdasıyla... Hicret edeceğimiz algıya “Billahi algı” dedik ve bir hedef koyduk: Billahi algı sürdürülebilir olmalı ve o algı ikana dönüştürülebilmelidir. İşte bunun olabilmesi için dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır. Billahi algının sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesinde dikkat etmemiz gereken iki husustan birisi, talibin mümkün olduğunca kesintisiz olarak kendisine telkinde bulunmasıdır. Talip bu amaçla kendisine daima telkinde bulunacak: Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah! Bütün yaratılanlar İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretleridir, İlmullah’ta var gibi görünenlerdir. Güç Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır. Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah! Müstakilen var ve muhtar olan yalnız Allah’tır. Bu telkinlerle yaşayan talib için artık Allah’ın dışı olmayınca, Allah’tan başka “müstakilen var ve muhtar” bir varlık düşünmek boştur, BATIL’dır. İşte bu telkin, yapılacak zikrullah çalışmasının ANA MANASINI, TEMELİNİ, ESASINI oluşturur. 254 YILMAZ DÜNDAR İşte bu telkin Kelime-i Tevhid’dir: La ilahe illalllah. Yukarıdaki telkin, “La ilahe illallah” Zikrullahı sırasında zihnimizde olması gereken bilinçtir: Onu artık “Allah’tan başka ilah yoktur” diye de manalandırabiliriz. Çünkü Allah’ın dışı yok! İlah’ı tanımladık: Müstakilen Var ve Muhtar olan! Allah’tan başka “müstakilen var ve muhtar” olan olmayınca, Allah’ın dışarısı olmayınca, başka “müstakilen var ve muhtar” olan da yoktur. Sonuç tek cümle olacaksa; “Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah”tır. İşte bu telkin “Zikrullah”tır ve kalbler ancak Zikrullah ile mutmain olur: “Dikkat edin! Kalbler zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d-28). Sen bu telkini yaparsan, işte bu telkin ile; • Rabbine yönelenlerden olursun; İnsan-29 ayeti gereği, • Haniyf olursun, Rum-30 ayeti gereği, • Allah’a firar etmiş olursun; Zariyat-50 gereği, • Allah ve Rasulüne hicret etmiş olursun; Nisa100 ve Ankebut-26 gereği, • “Senden sana sığınırım” demiş olursun; Tevbe-118 gereği, • Evvabiyn (özüne dönen) olursun; İsra-25 ve Kaf-32 gereği, • Kalbin Kalb-i Munîb (hakikatine dönen kalb) olur; Kaf-33 gereği, • Kalbi ihbat edenlerden (dûniHİ algı ile irtibatını kesmiş ve böylece kalbi mutmain) olmuş olursun; Hac-54 ve Hud-23 gereği, 255 AŞAĞILARIN AŞAĞISI • Kalb-i Selim (marazdan kurtulmuş kalb sahibi) olursun; Şuara-89 ve Saffat-84 gereği. Özetlersek, bu telkinle sen: • Muttaki olursun; Bakara-2 gereği, • Nefs-i Levvame’ye girmiş olursun, Kıyamet-2 gereği, • Umulur ki, Rabbim sana Nefs-i Mutmain kapısını açar da O senden razı, sen de O’ndan razı cennete dahil olursun; Fecr; 27, 28, 29 ve 30. ayetler gereği. Bu telkine/zikre uyan Talib için hal böyleyken, bu telkine karşı âmâ davranıp da görmezden gelen insanın akıbeti ayette bahsedildiği gibidir: “Onlara “La ilahe illallah” (denildiğinde) telkin edildiğinde muhakkak ki, onlar müstekbir (Allah’ın dışında ben de müstakilen var ve muhtarım idrakiyle) davrandılar.” (Saffat-35). Eğer durum Saffat-35 ayetindeki gibi olursa; “Kim dûniHİ (algı ve zann’larıyla) Rahman’ın zikrinden (Kur’ân’ın öğrettiği Billahi algı ve ikanı yaşantısından) âmâ (uzak) olursa, ona yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz ki şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf; 36, 37). Yanlarından ayrılmayan şeytan nedir? İki tanedir, ikisini birden düşünmek lazım. Birisi kendisindeki Esfele Safiliyn yapıdır, diğeri cin taifesinden olan şeytandır. Aslolan onun Esfele Safiliyn yapısıdır. İşte o zaman onun bu yapısını 256 YILMAZ DÜNDAR o kadar kuvvetlendiririz ki, o yapı onda öyle bir kişilik olur ki ve kişi o kişiliği öyle yaşar ki ve yaşadığını da öyle doğru zanneder ki... Bu söylenen tablo, kişi ne yaparsa oluşur? Rahman’ın zikrinden âmâ olursa! Bu durumda; Kur’ân’ın “bu sizin düşmanınızdır, cin taifesindendir, secde edin dedik etmedi” dediği, cin taifesinden şeytanlık görevini yüklenmiş bir görevli size verilir ki, sizi daima saptırtsın. Ancak bilmelisiniz ki, size görevlendirilmiş cin taifesinden olan o şeytan; sizden daha akıllı, sizden daha sinsi, sizden daha kurnaz, sizden daha kafir değildir. Sizin Esfele Safiliyn yapınız o şeytana pabucunu ters giydirir. Çok enteresandır ki; insanlar kendi Esfele Safiliyn yapılarını korumak için o şeytandan Allah’a sığınırlar, adeta “Allahım, benim şeytan yapımı o şeytandan koru” derler. Oysa Billahi algıda olan “Eûzü Billahi” ile her ikisinden korunmaya çalışır. Kişi Esfele Safiliyn’de yaşıyor ve şeytandan da korunmaya çalışıyorsa buna hiç gerek yok, çünkü bu halinde şeytan senden kaçıyor. Onun seninle ayrıca uğraşmasına gerek yoktur, senin Esfele Safiliyn yapın zaten çok kuvvetli bir şeytandır. O yüzden, “Allahım beni kendimden koru, Allahım beni kendimden ve şeytandan koru” deyip sığınmak lazım. Özellikle “Allahım beni kendimden koru” sığınışını unutmamak gerekiyor. Billahi algının sürdürülebilir olması ve bir algıyken ikana dönüşebilmesi için ilk husus “La ilahe illallah” anlamındaki telkinlerin ve Zikrullah’ın kesintisiz olmasıydı. Bu hayalin beyinde kesintisiz olması ile Billahi algı oluşacak! 257 AŞAĞILARIN AŞAĞISI O algı oluşmadan olmaz. Billahi algı olmadan, onun derin beyin izi olmadan dûniHİ algı silinmez. İşte bu kesintisizlik için: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler (her vakit Billahi algıdadırlar).” (Al-u İmran; 191). “Billahi algı”nın sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesi için ikinci husus; Billahi algı kapsamında fikir, fiil ve amel içeren hayat tarzının mümkün olduğunca kesintisiz olmasıdır, buna gayret etmektir. Billahi anlamında telkinleri kesintisiz hale getirdikten sonra şimdi de ona uygun hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasına gayret ediyoruz. Bu hayat tarzını sağlayan ve sürdürülebilir kılan bir şey vardır: Billahi algıya ait hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasını, “daimî rukû halinin muhafazası” sağlar. Yeni bir davranış biçimi ile karşı karşıyayız: Daimî rukû… Daimî rukû hali… Daimi Rukû Halini Muhafaza Etmek… RUKÛ HALİ aslında bir hayat tarzıdır ve Allah’tan utanmak diye kısaca tanımlanabilir. İşin esas tanımı budur. Tanım ne kadar kısa olursa anlamak o kadar kolaylaşır deyip çok kısa bir tanım yapıyoruz: Rukû Allah’tan utanmaktır. Salât ikamesinde de (Efendimiz (SAV)’e ve Muhammedî’lere lutfedilmiş bir hediye olarak) rukû vardır ve aslında “salâttaki rukû” da bu manadadır. Salâttaki rukû, “hayat tarzı olan rukû”nun Rabbimize sunuluşunu ve Rabbimizin de inşaAllah kabulünü bize yaşatır. Bu manada bakıldığında o bir dildir, o dili göreceğiz. Salât 258 YILMAZ DÜNDAR hali zaten kendisi öyle bir şey ki; siz isteseniz de istemeseniz de, başka şey düşünseniz de orada “Billahi algı”da kabul ediliyorsunuz, salâtın böyle bir özelliği var; aklınıza ne gelirse gelsin orada siz “Billahi algı ehli” kabul ediliyorsunuz. Bu kabul müslümana nasıl bir hediyedir... Salâttayken “Billahi algıdaymış gibi” muamele görmek nasıl bir ikramdır... Dolayısıyla: Bu kabulledir ki; sizin yazınız okunur, salâtın hareketleriyle yaptığınız harfler okunur. İşte o salâtın içindeki rukû; siz normal hayatta “daimi rukû” halinde Allah’tan utanma rukûsunu yaşadığınızda onu Allah’a sunma noktasıdır, sizin “daimi rukû” halinizin kabulü noktasıdır. Onun içindir ki, rukûdan kalkarken “Allahuekber” demezsiniz, yani müjdenizi alarak kalkarsınız; Size; “Allah hamdınızı kabul etti/işitti” denir: “Semiallahu limen hamideh” kabulü sizin ağzınızdan size söylenir ve siz secde için kalkarsınız. Oradaki dil; sizin hayattaki rukûnuzun kabul olduğunun ifadesidir. Rukûnun kabulünden sonra size secde yolu açılır. O ayrı bir hayattır; ama rukû ile açılır. “Sizin Veliy’niz ancak Allah’tır, Rasulü’dür ve (şu) iman edenlerdir ki, onlar salatı ikame ederler ve rukû halinde zekatı verirler.” (Maide-55). Rukû bir hayat tarzıdır. Bu ayetteki tariften hayat tarzı olan rukûyu öğreniyoruz. Bir de ayet bize “velilerimizi” öğretiyor. Daha önceki ayetlerden “dûniHİ velileriniz yok”u öğrendik, şimdi ise; sizin veliniz ancak Allah’tır: “Ancak Allah; O’nun Rasulü ve O’na iman edenler; sizin veliniz dûniHİ olmaksızın bunlardır” buyrulup Rasulullah’ın ve mü’minlerin özellikleri, hayat 259 AŞAĞILARIN AŞAĞISI tarzları tanımlanıyor: Onlar salâtı ikame ederler ve rukû halinde zekatı verirler: Dikkat edilirse, “Rukû halinde zekatı verirler” tarifi ile biz yeni bir özellik öğreniyoruz. Bu öğretilen aslında bir hayat tarzıdır: Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarlar. Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarken rukû halindedirler. Ancak: Hayatta Allah’tan utanma işini başlatan esas şey bir halin fark edilmesidir, insan onu fark ettiği zaman hayatta rukû hali başlar: DûniHİ algı ve zann’larıyla Allah’a karşı ilahlık tasladığını fark eden insanın bu tasladığı ilahlık yüzünden Allah’tan utanmasıyla dûniHİ algıya sırt dönen yeni bir yaşantı başlar, rukû hayat tarzı başlar. Allah utanmasını başlatan esas şey budur ve bu sırt dönüşün edebidir. Olması gereken de budur, ulaşılması gereken de budur... Ancak: Normal hayattaki, yaşantımızdaki günahlar buna ulaşmayı engeller. Dolayısıyla, biz önce hayatımızdaki normal günahların utanmalarını yapmalıyız. Bunun için kişi nafile salâtlarından yararlanabilir. Kurtulmak istediği bir günahını utanç noktasına getirip normal hayatta ondan utanırken onu rukûsuna taşır. O utançla, o günahın utancıyla salâtta rukûya gider; kabul olduğunu öğrenir; birinci secdeye gittiğinde o günahın yokluğunu yaşar; o günahın yokluğunu görünce ikinci secdede Allah’ına şükrederek secde eder. Böylece salât aynı zamanda normal günahlarınızdan kurtulmanın da yöntemidir. Salât Miraç’tır, Mirac’a gitmenin yoludur ama aynı zamanda da Burak’tır. Salât sizi Mirac’a taşıyacak Burak’tır, önce Burak’a 260 YILMAZ DÜNDAR binmek lazım. Biz Burak’a binmeden Mirac’a gitmek istiyoruz. Salat’ı önce Burak olarak kullanıp, sonra Mirac’ı görmemiz gerekir. BURAK; Rukû’da bütün günahlarımızdan kurtulmanın utancını yaşamaktır, utanarak Allah’tan af dilemektir. Bu utanma öyle bir hale gelir ki, siz artık salata durduğunuzda “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasının utancıyla durursunuz. Bu utanma yüzünden “birinci secde”de o iddia yok olur, o yüzden ismi YOKLUK SECDESİ’dir, daha doğrusu onun adı YOK EDEN SECDE’dir. Birinci secdeye “Yok Eden Secde” demek daha manalı olur, “Yokluk Secdesi” denildiği zaman kişiler onu tam anlayamaz, neyin yok olacağını tam fark edemez. O Yok Eden Secde’dir, “YOK” eden! Oraya bir şey götürmek lazım ki, “YOK” olsun... “Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcamak” olayı bütün harcama çeşitlerini kapsayınca, o olay “Billahi anlamında hayat tarzı” yani, “Billahi algı ile yaşamak” diye tanımlanabilir. Billahi anlamında yaşamak isteyen Talib vermeye başlıyor, dûniHİ hayata ait ne varsa hepsini vermeye başlıyor; Allah için hepsini terk ediyor! Bunun diğer bir ismi HİCRET’tir. Esas Hicret dûniHİ’den Billahi’ye gelmektir. Dolayısıyla, bu geldiğimiz yerde “Billahi algı ile rukû halinde yaşamak” sonucuna varırız. “Billahi algıda ve Allah’tan utanarak, huzurda edeble duruş” RUKÛ HALİ olur. Onun tarifi artık budur: Billahi algıda ve Allah’tan utanarak huzurda edeble duruş! Burayı biraz açacağız ki, anlatılanı, yaşayabilelim. 261 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Bize rukû hayat tarzını öğreten Maide-55. ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerden bir tanesi şimdi konumuza ışık tutacaktır: Ebu Zerr radıyallahu anh’den: Bir gün Mescid’de öğle salâtı ikame etmiştik. Bir dilenci: “Ey, Rabbim! Şahid ol, Rasulullah’ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi” diye şikayet etti. Hz. Ali daha salât ikamesindeydi ve rukûda idi. Dilenciye serçe parmağındaki bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı...” Mübarek insanlar fiillerde çok önemli canlandırmalar yaşamışlardır, sırf “biz öğrenelim” diye. Biz Büyük Hacet Duası’na sahip olalım diye, hacet duasından yararlanalım diye Efendimiz (SAV) Taif’te taşlanmış olarak kanlar içinde dua etmiştir. Düşünün, Rasulullah o pozisyonda dua ederek “bir dua” oluşturuyor; bunu yaşıyor ki, biz o duayı yapalım. Böyle bir hal vardır. Bu rivayette anlatılanı da ona benzetirseniz böyle bir olay rukûda cereyan ediyor. Hz. Ali radıyallahu anh efendimiz rukûdayken bir dilenci inananları Allah’a şikayet ediyor ve Hz. Ali efendimiz bir mü’min olarak Allah’a karşı utanıyor; çünkü, Rablerine şikayet edildiler; yani öğretmenlerine şikayet edildiler. Bu duygularla, rukûda parmağındaki yüzüğü işaret ediyor, kişi de gidip o yüzüğü alıyor. Bu olaya bir yöntem dahilinde bakarsak: Bir; Müslümanları Allah’a bir şikayet eden var. İki; bu şikayeti duyup Allah’tan utanan var. Üç; bu utanan kişi rukû halinde. Dört; bu utanan, bu şikayete karşı ne yapacak? Nihayet: Rukû halinde 262 YILMAZ DÜNDAR telaş gösteriyor; Elhamdülillah. Serçe parmağında bir yüzük var, onu veriyor. Yaşanan olayları, Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin halini ve bu durumla ilgili gelen bir ayeti halimize, amellerimize, idrakımıza taşırsak yukarıdaki sonuçları elde ederiz... Efendimiz (SAV) buyuruyor: “İman yetmiş küsur şubedir. Utanmak da imanda bir şubedir.” “Allah’tan utanmak” olan rukû, Haşyetullah ile ulaşılan bir sonuç haldir. Haşyetullah ile ulaşılan ilk ve esas sonuç Allah Korkusu’dur. “Allah’tan utanmak” hali, işte bu “Allah Korkusu”nun beden dilidir. Yani; “Allah Korkusu”nun elbisesidir. Burası çok önemli, lütfen dikkat buyurun. Sizinle Rukû’yu, “saf rukû”yu anlamaya çalışıyoruz. O sadece bir “insanca utanma” değildir. Bir kere Haşyetullah’la başlıyor ki; Haşyetullah Allah ilminin kişide oluşturduğu duygu demektir. O ilmin karşılığı olan duygudur haşyetullah; Allah ilminin, kul Allah’ı tanıdıkça, öğrendikçe onda oluşan duygusudur. Kul’da o ilmi tanımanın karşılığı bir duygu bütünü oluşur, o duygulardan birisi Allah Korkusu’dur. Allah Korkusu bedendir. O bedenin dışarıya verdiği görüntü, o bedenin dili Allah’tan Utanma’dır. Bu da Rukû Hayat Tarzı olarak tanımlanmıştır. Bütün bunları açan Allah’ı Tanımak’tır; Billahi Anlam’dır. İşte bu “Allah’tan utanma” hali Allah Korkusu’nun beden dilidir, Allah Korkusu’nun elbisesidir. Ve Haşyetullah bu durumda; öyle bir haldir ki, Allah ilminin duygusudur ve Allah ilmiyle ilgili her sonucu da içerir. Ancak, bütün 263 AŞAĞILARIN AŞAĞISI sonuçlar birleşince “Allah Korkusu” bedenini, üstünde de “Allah’tan Utanmak” elbisesini oluşturur ki, bu da rukû halidir. Bu rukû hali müttakiyi âlim, sonra ârif, sonra da arif-i billah’a taşır inşaAllah. Şimdi bu hali heceler gibi tekrar tanımlayalım. Kaynağı Haşyetullah, ve içi “Allah Korkusu”, dışı “Allah’tan Utanmak”, bakışları ise “Allah’tan UMMAK” olan bu “RUKÛ” halini Kur’an “Takva Libası”, yani “Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva Kişiliği, Takva’nın Görünüşü” diye tanımlar. Önemi nedeniyle: Bu hallerin hepsinin başlatıcı sebebi Haşyetullah, onun oluşturduğu iç beden Allah’tan Korku, onun elbisesi Allah’tan Utanmak, onun Allah’a bakışı ise Ummak’tır. Şimdi kul bu yüksek Korku ve Umuş’la Allah’tan umuyor; rahmetini, merhametini, hidayetini, mükafatlarını umuyor... İşte bütün bunları uman bir bakıştır Rukû hali; o bu halin adıdır. Şuna dikkat etmeliyiz ki, Allah’tan Umma halinde Korku ve Umma (Havf ve Reca) eşit olmalıdır. Bu yüksek korku ve umma haline Kur’an aynı zamanda Takva Libası, Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva Kişiliği, Takvanın Görünüşü diye de tanımlar getirmiştir: “Takva Libası elbette en hayrlısıdır.” (A’raf-26). Ayrıca, dûniHİ algi ve zann’ların oluşturduğu korku ile Billahi algı ve ikanı’nın Allah korkusu tabiatı gereği birbirinden çok farklı ve birbirinden çok uzaktadırlar. DûniHİ algının korkusu bir ızdıraptır. DûniHİ algıdakiler Billahi kapsamındaki korkuyu da ızdırap zannettikleri için 264 YILMAZ DÜNDAR “Allah’tan korkutmayın” derler. Bilmedikleri için! Allah’tan korku huzur sebebidir. Ama dûnillah idrakla korkanın korkusu, o korkunun tabiatı ızdıraptır. “Allah bir şehri misal verdi: “Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşılık nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku libasını tattırdı.” (Nahl-112). Allah onlara “açlık ve korku elbisesi” giydirdi. Dolayısıyla; nankörlüklerinden dolayı giydikleri libas o dûniHİ algının korkusudur/elbisesidir, bu elbise de o algının göstergesidir. Bu korku elbette bizim bahsettiğimiz Allah Korkusu’ndan farklı ve uzaktır. Bir kere bu korku onlara bir azap olarak tattırılmıştır, giydirilmiştir. Ama yine de biz, bu iki korkunun farkını biraz anlayabilmek için şunları paylaşalım: • Billahi algıda olan talib, yaratılmış olanlardan değil, yaratılmışların Sahibi’nden korkar. Biz “bir şeyden korkmayın, Allah’tan korkun” dediğimizde söyleneni iyi anlamak için bazıları soruyor: Bir uçurumun başındayız, uçurumdan korkmayacak mıyız? Veya: Bir aslanla karşılaştık yani aslandan korkmayacak mıyız? Daha iyi anlamak için soruyorlar. “Uçurumdan, aslandan korkma” demiyoruz ki! Uçurumun Sahibi’nden kork, aslanın Sahibi’nden kork! Yani “her şeyin Sahibi”nden korkun... O korktuğun şeyde bile hemen Allah’ı bul ve O’ndan kork, O’na sığın. Demek ki: Billahi algıda olan yaratılanların yaratıcısı olan Yaratan’dan korkar. 265 AŞAĞILARIN AŞAĞISI • DûniHİ algıda olan kişi ise, yaratılmışlara vehmettiği, “müstakilen var ve muhtar” zannettiği güçlerden korkar. Lütfen dikkat buyurun. DûniHİ algıdaki kişi, “müstakilen var ve muhtar” diye güçler oluşturup etiketler yapıştırmıştı değil mi, şimdi işte o kendi yapıştırdığı etiketlerden korkuyor. Gitti, bir adamın kapısına çok önemli bir mevkii etiket olarak yapıştırdı, içerdeki adamın haberi bile yok. Ayeti gördük, inkar edecek. İşte o DûniHİ algıyla yapıştırdığı etiketten korkar, çünkü onu gerçek zanneder. Onun korkuları hep onun zanlarının, oluşturduğu güçlerin korkusudur. Billahi algıya ait korkuyla arasında böyle bir fark vardır, aslında bu iki korkunun birbiriyle hiç ilişkisi yoktur. • Billahi algıda olan talib için “kimsenin olmadığı bir yer” diye bir kavram yoktur. Bu yüzden o kendisini kendi denetler. Allahtan korkan için böyledir; “kimsenin olmadığı yer” kavramı yoktur ve bu durumda pek tabiidir ki; kul kendisini kendisi denetler. Basit bir örnek verelim. Salât ikame edeceğiz camiye giriyoruz. Kapıda “abdestimiz var mı, yok mu?” diye bir denetleyen var mı? Kendimizi kendimiz denetleriz ve abdestsiz girmeyiz. Denetçiye gerek yok, herkes abdestiyle girer. Bu vesileyle yaşanmış bir olayı da paylaşayım. Birisi abdestsiz girip namaz kılıp çıkıyor. Biz “böyle iş olur mu?” deriz, ama bu kişi hele de bu bilgilerle ilgilenen biriyse “abdestsiz de salat ikame edilir, ben yaptım oldu” der. Yaparsan olur 266 YILMAZ DÜNDAR tabii, olmaz diye bir şey yok! Ama o DûniHİ bir iştir, boş iştir, Çünkü niye biliyor musunuz? Bunun cevabı olarak “iki korku” arasındaki başka bir farkı görüyoruz: • DûniHİ algıda olan kişi için “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır ve o an onun için tam da kuralların çiğneneceği bir fırsattır. Örneğimizdeki kişiye göre, camide kimse yok, kimse onu kontrol etmiyor, bu nedenle abdestsiz girebilir. Çünkü o algının yaşama tarzına göre “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır ve oralar önemli bir fırsattır. Kendinizde bunu inceleyiniz, var bu; Esfele Safiliyn’de bu özellik var, buna meyil var! Nasıl biliyor musunuz? Toplumsal yaşantıda uyması gereken kuralları kimse yoksa çiğner ve onu açıkgözlülük zanneder. Polis varsa kırmızı ışıktan korkar, yoksa korkmaz. Çünkü o DûniHİ olduğu için korkularını birisine göre yapmıştır, Allah’a göre değil! Onun korkuları DûniHİ’dir. Sonra da diyor ki, insanları Allah’tan korkutma! Bizim yaşamaya çalıştığımız “Billahi kapsamındaki korku”nun senin DûniHİ algına ait korkuyla hiç ilgisi var mı, bre cahil? Senin korkun zaten Batıl’dır, o korku kullanılacak bir malzeme değil ki! Senin korkun birisine dayanıyor. Kimsenin olmadığı yer ve an, denetleyenin olmadığı bir yer ve an anlamına geldiği için o anda korktuğu bir şey de yoktur. Fırsat elinde olunca kuralları rahatlıkla çiğneyebilir ve onu açıkgözlülük olarak yazar. Bu sebeplerden dolayı DûniHİ algıdakiler kendi aralarında bu kişiye UTANMAZ ADAM 267 AŞAĞILARIN AŞAĞISI derler. Bunu onlar derler, biz demeyiz. Böyle davrananlara, bu işleri yaşantı haline getirenlere halk arasında “utanmaz adam” derler. Bizim “Rukû Hali” diye bu anlattıklarımızın hepsi aslında tamamen imanlı kul içindir. Bunlar, utanmaz adamın ancak küfrünü artırır ve: “Kalblerinde hastalık (kafirlik ve münafıklık) olanlara gelince, onların inkarlarını büsbütün artırır ve onlar artık kafir olarak ölürler.” (Tevbe-125). DûniHİ algıyla öldü... Allah’ı ve Rasulünü duydu, O’nlar onun nefretini artırdı ve o DûniHİ algıyla kafir olarak öldü. Bitti! Sonsuza dek bitti! DûniHİ algı o derece yüksek bir musibettir ki, bu hal üzere ölmemek gerekir; Kur’an “Billahi algı veya ikanı üzere ölün” demektedir. Ve uyarıyor: DûniHİ algı üzere ölmeyin! Bu yüzden son nefes çok önemlidir. Son nefesinde insan, kendisini Allah’ın dışında zannederek ölürse, artık idrakı bu seviyede kalır ve ahiret hayatında bu idrakın sonucunu yaşar. “Son nefes”i doğru götürebilmek için de; Billahi algı hayali, onun Zikrullah’ı, Billahi algı ve hayallerini ikana dönüştürmek için onları hayat tarzı haline getirme gayretleri; hepsi çok önemlidir. Durup durup da “ben o anda yaparım” diye bir şey yoktur. Dikkat edin, o anda aklınız başınızda değildir. Ancak otomatikleştirmişseniz yaparsınız, otomatikleşmemişse o anda olmaz. Bu yüzden Efendimiz buyuruyor ki: 268 YILMAZ DÜNDAR “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölmüşseniz öyle dirilirsiniz.” Dolayısıyla: “Ey, iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika edin ve ancak müslimler olarak (Billahi algıyla) ölün. (Al-u İmran; 102). Sözün sonu, inşaAllah... EL FATİHA 269 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç basamakta incelemek mümkündür. Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi, 3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir. Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz özellikte bir hayat tarzı haline gelmesi, diğer basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. “Vehmin Zulmeti şartlarında Nefsin Şerri program” gereği “Sözde Tanrılık İddiası” ile dünyadaki yaşantısına başlayan insan, hakikate talip ise, Tanrı İlmi onun en öncelikli meselesidir. Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir müfredat ile sunulmuştur. kitap talebi için www.birdusunyansimasi.com [email protected] 270 YILMAZ DÜNDAR Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbdeki bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır. Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır. kitap talebi için www.birdusunyansimasi.com [email protected] 271 AŞAĞILARIN AŞAĞISI Salât “Diyn”in direği, mü’minin miracıdır. “Fatiha”sız salât olmaz, noksan olur. “Amentü Billahî ve Rasûlihi” diyen mü’min için salât hayat tarzı olunca, Fatiha da onun biricik müracaat kitabı ve kurtuluş duası olur. Kurtuluş kapısının açılmasına vesile olabilecek en alt sınır ise, mü’minin salâtta Fatiha’yı okurken “Mâliki YevmidDiyn” ve “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nesta’iyn” ayetlerini o anda yaşayabilmesidir. Bu kitapçıkta “Talib” için, bu en alt sınırı oluşturabilmek adına, bir paylaşım sunulmaktadır. kitap talebi için www.birdusunyansimasi.com [email protected] 272