Aşağıların Aşağısı

Transkript

Aşağıların Aşağısı
YILMAZ DÜNDAR
Euzü Billahi mineş şeytanir raciym
Bismillahir Rahmanir Rahiym.
1
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
2
YILMAZ DÜNDAR
AŞAĞILARIN
AŞAĞISI
Yılmaz DÜNDAR
Temmuz 2014
Ankara
3
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Yılmaz Dündar
ISBN: 978-605-5142-14-8
Birinci baskı
Temmuz 2014
4
YILMAZ DÜNDAR
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ..................................................................................7
GİRİŞ.......................................................................................9
1. AŞAĞILARIN AŞAĞISI’NA DÜŞÜŞ................13
2. MTG YETKİSİNİN
“MÜSTAKİL VE ÖZGÜR” ZANNI..................77
3. “MÜSTAKİLEN VARIM VE
MUHTARIM” YAŞANTISI............................... 107
4. ALLAH’A KARŞI MÜTEKEBBİR BAKIŞ...... 121
5. ĞILL’İN HAKİMİYETİ.......................................... 127
6. DÛNİHİ “MÜSTAKİLEN VARIM VE
MUHTARIM” DİYENİN AKIBETİ................ 145
7. KURTULUŞ YOLU............................................... 187
5
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
6
YILMAZ DÜNDAR
SUNUŞ
Ahseni takviym üzere yaratılan insan,
dünya hayatı için esfele safiliyn’e reddedilince idrakı da Allah’ı hakkıyla bilebilme bakımından aşağıların aşağısına indi.
Böylece insanda Allah’ı bilen ve bilmeyen vasıf oluştu. Kur’an bilen insanı Billahi algıda, yani ahseni takviym; bilmeyen
insanı da Dunillah algıda, yani esfele safiliyn olarak tanımlamıştır. Dunillah algıya
sebep ise insanın kendisini Allah’ın dışında bir mekanda sanmasıdır. Dunillah
algı ile oluşan ilk zann ise “Müstakilen
Varım ve Muhtarım” iddiasıdır. Dunillah
algı ve zann’larına göre bir hayat tarzının
ahirette karşılığı cehennem yaşantısıdır.
İnsan dünya hayatında iken Dunillah algı
ve zann’larından kurtulursa, dünya ve
ahiret azabından da kurtulmuş olur. İşte
bu kitapçık “Dunillah Algı”yı ve “Kurtuluş Yolu”nu Kur’an’dan öğrenmeye ve
paylaşmaya gayret etmektedir Biiznillah.
7
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
8
YILMAZ DÜNDAR
GİRİŞ
Euzü Billahi mineş şeytanir raciym,
Bismillahir Rahmanir Rahıym:
“Lekad halaknel insane fiy ahseni takviym:
Hakikaten Biz, insanı ahseni takviym üzere yarattık.” (Tiyn-4).
AHSENİ TAKVİYM en güzel surettir. Mealen böyle diyoruz, fakat bu mealle mânânın ne
kadarını söylediğimizi aslında çok bilmiyoruz.
Çünkü, konuştuğumuz, anlattığımız zaman ne
söylesek, nasıl bir mana versek manasına yetişemeyeceğimizi göreceksiniz. Ama yine de “en
güzel suret” Ahseni Takviym manasına yakın bir
ifade... Ahseni Takviym en güzel surettir, ama
“en güzel suret” nedir? Genellikle bu, insan vücudunun fiziksel yapısının ulaştığı son nokta
gibi zannedilir. Değildir!
Konumuzun son kısmında, Kurtuluş Yolu bölümünde çok önemle üzerinde duracağımız bir
konu var; Rükû Hali, orada Rükû’nun ne olduğunu göreceğiz inşaAllah... Eğer Rükû’ya önem verirsek bir yorum yaparken, bir fikir ileri sürerken
hemen “Allah” aklımıza gelir de korkarız, yanlış
yapıyor olmaktan korkarız. O zaman zaten her
türlü hal için de utanırız. Bu yüzden dikkat edin
lütfen; eğer Allah, insan vücudunun fiziksel yapısının ulaştığı son noktaya ve bu gibi şeylere
“en güzel surette yarattık” derse veya biz böyle
dersek Allah’a sınır koymuş olmaz mıyız? Daha
9
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
iyisini yapamaz gibi! Bu çok insanca bir bakıştır.
“Teknolojide son noktaya geldik” denebilir, bu
tanım insan için bu söylenebilir, ama Allah için
“teknolojide son noktaya geldi” denebilir mi?
Bu yüzden manalara bu gözle de bakmalısınız
daima: Allah’a, mânâlarda, insanca yaklaşmak
doğru olmaz. Bu yüzden Ahseni Takviym öyle
değildir. Onun ne olduğunu anlamak için önce,
Kur’an’ın neye “güzel” dediğini fark etmeliyiz:
Kur’an, Allah’ı hakkıyla bilmeye ve buna göre
davranmaya GÜZEL demektedir. Bu durumda
“EN GÜZEL SURET” şöyle ifade edilebilir: İnsanın fıtratı Allah’ı hakkıyla bilmeye, anlamaya ve
buna göre yaşayabilmeye hazır olarak dizayn
edilmiştir. Allah’ın indinde GÜZEL; Allah’ı, İhlas
Suresi’ne, Kur’an ve Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem’in açıklamalarına uygun şekilde bilmek
ve ona göre yaşamaktır. İşte insan buna müsait dizayn edilmiştir ki; Ahseni Takviym’in bir
manası da budur. Böyle düşünürseniz zamanla
başka manaları da yakalarsınız inşaAllah. Ancak
konumuz “Esfele Safiliyn” olduğu için Ahseni
Takviym manasının detayı üzerinde çok durmayacağız.
Allah’ın dileğinin İlmullah’daki bir sureti olan
insan, İlmullah’da VAR GÖRÜNEN’dir, Varmış
Gibi görünendir. İlmullah’da Allah’ın dileğinin
bir sureti olan ve Varmış Gibi görünen bu insanın bazı ana özellikleri vardır, onları yalnızca
isimleriyle görüp onlarla vehmi tarif edeceğiz:
10
YILMAZ DÜNDAR
•
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu
•
“Kendinde Kendine Göre Var” oluşu
•
NEFS’i
•
“Birbirlerine Göre Var” oluşu
•
“Muhtariyeti Tercih Gücü” yetkisi
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu ile, önce
“Kendinde Kendine Göre Var” oluşuna BEN demesi; sonra “Birbirlerine Göre Var” oluşuna BEN
demesi; “Birbirlerine Göre Var” oluşların görüntü oluşturması; bu görüntülerin “Kendinde Kendine Göre Var” olan ile algılanması; ve “Müstakilen Var” hissi ve görüntüsü... gibi olayların cereyan etmesine sebep olan bütün Esma’ül Hüsna
Kanunları’nın hepsini kapsayan mekanizmaya
VEHİM denilmiştir.
11
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
12
YILMAZ DÜNDAR
1.
AŞAĞILARIN AŞAĞISI’NA DÜŞÜŞ
Euzü Billahi mineş şeytanir raciym, Bismillahir Rahmanir Rahıym. “Sümme radednahu esfele safiliyn; sonra onu esfele safiliyn’e reddettik
(döndürdük).” (Tiyn-5).
Konumuzun temel taşlarını oluşturacak
mananın birincisi bu tanımdadır; Esfele Safiliyn. “Esfele Safiliyn”le ifade edilen mana nedir,
Kur’an ayetlerinin tümüne bakarak bunu anlamaya çalışacağız. Ama önce şunu belirtelim ki,
Esfele Safiliyn; öncelikle sanıldığı gibi, madde
boyutu, tabiat şartları, dünya hayatı, moleküler
yapı ve bunun gibi tanımlar değildir.
Asıl olan “Hissetmek”tir. Görüntüler ile meşgul olmak, görüntüleri asıl sanmak, görüntülerin
oluşturduğu sahte algıları “Hissetmek” sanmak
insanı doğru sonuca ulaştırmaz. Cereyan eden
olayların esası, HİS ve HİSSETMEK ile ulaşılan
mertebe olan İDRAK üzerinden yürür, idrak
üzerinden seyreder. İdrak üzerinde yürüyen asıl
seyrin perdelenmesi, “görüntülerin oluşturduğu
algıların gerçek olmayışı” ve “bu algıların oluşturduğu hissin gerçek olmayışı”ndandır. Görüntülerin oluşturduğu algı ve algıdan kaynaklanan
13
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
hislerin sahte olduğunu insan ancak gerçek his
olan “Kayıtlı Kendini Hissetme” duygusunu tanıyıp da iki hissi kıyaslayabildiğinde anlayabilir.
Aksi halde kendi sahte algı ve hislerini gerçek ve
doğru yol sanacaktır...
Dikkat ettiyseniz tanımı yaparken “Var Görünen” ifadesini kullandık. “Var” demiyoruz, Var
Allah’tır. Allah “VAR” ise yarattıkları, bizler “Var
Gibi” görünenleriz. Dolayısıyla, bir kişi bu görüntüleri “gerçek”, onlardan kaynaklanan duyguları
da “gerçek his” zannederek hayat tarzı oluşturursa yanılır. Bizi bu hususta ayet uyarıyor:
“Tekasür (görüntünün oluşturduğu çokluk
algısı ve hayali) sizi aldatıp meşgul etti/oyaladı.”
(Tekasür-1).
Bu durumda; “Ahseni Takviym” özellikli yapı,
bu özelliğini muhafaza ederek; ancak bunu fark
etmeyecek şekilde, kendisini “Esfele Safiliyn”
özellik içerisinde buldu. Cümlemizdeki “fark
etmeme” vurgusunun maksadını biraz açalım.
Esfele Safiliyn özellik, insanın yapısına o derece hakimdir ki, sanki o yapıda Ahseni Takviym
özellik yok gibi, bu derece hakimdir. Esfele Safiliyn bu hayata başlangıç şartlarındandır, insanın
dünya hayatına başlangıç şartı Esfele Safiliyn’dir.
İdraktaki Hakk seyir ile birlikte Esfele Safilyn’in
maskesi düşer ve Ahseni Takviym önce fark edilir, sonra da hakimiyet ona geçer. Bu manayı biraz açalım: İnsana “Ahseni Takviym” hakim iken;
Allah’ı hakkıyla biliyor ve bu duruma göre davranıyordu. “Esfele Safiliyn”e döndürüldüğünde
14
YILMAZ DÜNDAR
ise, kendisini Allah’ı hakkıyla bilemeyen bir algı
çerisinde buldu. Esfele Safiliyn’le ilgili mananın
ilk açılımı budur: İnsana “Ahseni Takviym” hakim iken; Allah’ı hakkıyla biliyor ve bu duruma
göre davranıyordu. Ne zaman “Esfele Safiliyn”e
döndürüldü, o zaman Allah’ı hakkıyla bilemediği bir algıda yaşamaya başladı. Peki, onda “Esfele
Safiliyn” algısına yol açan neydi, yani Allah’ı hakkıyla bilemeyen bir algıya sebep neydi?
Lütfen bu cümlenin altını zihnimizde çizelim: İnsana Ahseni Takviym hakim iken; insanda Allah’ın dışı, dış tarafı, dışarısı varmış gibi bir
yanlış intiba, algı yoktu; Allah’ı hakkıyla biliyor
ve bu duruma göre de davranıyordu. ALLAH’I
HAKKIYLA BİLMEK, O’nu Tevhid gerçekleri içerisinde bilmektir, İhlas Suresi bilgisiyle bilmektir;
bu sebepten, bu biliş ve hal “GÜZEL” ile ifade
edilmiştir. Efsele Safiliyn’e döndürüldüğünde
ise, insanda “Allah’ın dışı algısı” oluştu. Şimdi ve
ilerleyen bölümlerde yapacağımız açıklamaları Tiyn Suresi 4 ve 5. ayetlerin meali gibi değil
de o ayetleri kolay anlamamıza bir destek anlatım olarak kabul edin. Şöyle diyelim: İnsan gerçekten “Allah’ın dışı yok” diye bilerek yaratıldı,
sonra “Allah’ın dışı var” düşüncesine atıldı. Yani:
Ahseni Takviym üzere yaratıldı, Esfele Safiliyn’e
reddedildi, o idraka itildi, atıldı.
Biz Tevhid konularını, özellikle Kelime-i
Tevhid’i ve İhlas Suresi’ni anlattıp da; “böyle
yaşayalım, böyle nesil yetiştirelim” dediğimizde
anne-babalar gelip de şu soruyu neden soruyorlar acaba; biz bu konuyu çocuklarımıza nasıl an15
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
latacağız? Bu sorunun neden sorulduğunu lütfen düşünün. Çocuğun hangi algısını fark etti ki,
böyle bir telaşa giriyor? Gerçek şu ki; şu söylediğimiz şeyi, paylaştığımız bu gerçeği onun kendi
aklı bile zor kavrıyor, çocuk ne yapsın? Çocuğunu gözlediği zaman bakıyor ki, çocuk kendisini
Allah’ın dışında biliyor! Hem de o kadar Allah’ın
dışında biliyor ki... O zaman da “bu gerçeği ona
nasıl anlatacağız?” diye telaşlanıyor. Aslında
bu soru bilmeden böyle yaşandığının itirafıdır.
Kendisinin de çocuğunun da Allah’dan ayrıymış
zannıyla yaşadığını bildiği, gördüğü için, “bu durumu ben çocuğa nasıl anlatırım?” diye bir telaşla soruyor, yöntem istiyor.
Bir melek düşünün, onda böyle bir algı var
mıdır? Melekde böyle bir algı yoktur, bu yüzden
melektir. Şeytan ise tamamen bu algıda olduğu
için örtücüdür, kafirdir. İnsandaki hal öyle bir
şey ki; melekteki Allah’ı bilme algısı bizde “Ahseni Takviym” olarak var, ama “Esfele Safiliyn”e
atılınca şeytanın kendisini Allah’tan ayrı bilmesi
onun üstünü kaplamıştır. Esfele Safiliyn olarak
bu hal diğerinin üstünü sıkıca örtmüş kaplamıştır. Öyle bir kaplamıştır ki, o insanın her şeyine
hakim olmuştur, hatta sanki bu yapıda Ahseni
Takviym yok gibi... Dolayısıyla, eğer kişi Allah’a
inanmıyorsa “Allah’ın dışı algısı” onda o kadar
kuvvetlidir ki; kendisi vardır da (haşa) Allah yoktur. Ona göre! Bu algı onda bu kadar kuvvetlidir.
Esfele Safiliyn ‘Allah’ın Dışı Varmış’ sanmaktır, bu sahte algının adıdır. “Allah’ın Dışı Varmış”
sanan idrak, idrak seviye skalasında Aşağıla16
YILMAZ DÜNDAR
rın Aşağısı’na inmiştir, daha aşağısı yoktur! Kişi
“Allah’ın dışı var” algısındaki idrakıyla, idrak
skalasında en alttadır. Esfele Safiliyn’de olan,
“Allah’ın dışı var” sandığı bu idrakla aşağıların
aşağısındadır, idraken en aşağıdadır. Bu yüzden,
bunu bilenler, zamanında, Esfele Safiliyn’e “AŞAĞILARIN AŞAĞISI” demiştir.
Aşağıların Aşağısı “Dünya Hayatı” değildir,
olamaz! O zaman bir veli dünyada nasıl yaşar?
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem dünya hayatında hepimize örnek bir yaşantıyı nasıl sunar? Dünya hayatına öyle diyemezsiniz. O bir
idraktır, dünya hayatı değildir.
Hatırlatalım; her şeyi Allah ile ilişkilendireceğiz, dünya ile ilişkilendirirsek yanılırsınız. Doğru
bir ilişki kursak bile ömrü kısadır. Her duygunuzu, her yorumunuzu, her fiilinizi, her şeyinizi
Allah’la ilişkilendirirseniz onlar sonsuza uzar...
Kur’an, idrak seviye skalasının en altı olan
aşağıların aşağısını derece olarak “Esfele Safiliyn” tanımıyla; sanki “Allah’ın dışı varmış” algısını ise “Dûnillah, DûniHİ, Dûniy, DûniNA,
DûniKE, DûnirRahman” ifadeleriyle belirtmiştir.
Kur’an’da bu tanımlar bir algıyı anlatır: Allah’ın
Dışı Algısı! Allah’ın dışı varmış algısına “Dûnillah
algı” diyoruz. Bu algı sonucudur ki, insan kendisini müstakil bir varlık olarak algılar. Mesela:
Allah’a inandığını söyleyen bir kişi bu Esfele Safiliyn gereği “Allah var, O’nun dışında kendisi de
var” sanır ve kendini müstakil bir varlık olarak
algılar; “BEN MÜSTAKİLEN VARIM ve MUH17
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
TARIM” der. “Müstakilen Varım” demek “Ben
Mütekebbir’im” demektir. Hayır! Yalnızca Allah
müstakilen vardır ve Allah Mütekebbir’dir.
Bu algıya düşüş, Adem aleyhisselama secde
etmeyen şeytanın hileyle sebep olduğu olaydır
ki, Kur’an onu “aşağı indirme” olarak tarif ediyor:
“Böylece, onları aldatarak aşağı sarkıttı (idrak
skalasında aşağıya attı).” (A’raf-22).
“Buyurdu: Bazınız bazınıza düşman olarak
inin...” (A’raf-24).
Vehim Kanunu sayesindedir ki; yine insan,
“Allahın dışı var” sanmış ve “varım ve muhtarım”
demiştir. Vehim Nuru öyle bir şeydir ki, onun saf
temizi Veli’de bulunur. Saf haliyle Vehim Nuru
velayetin başlangıcı olan Nefs-i Mutmainne’deki
Veli’de bulunur. Sonra vehimden de sıyrılacaktır ama velayetin başlangıcı öyledir. Yani; Vehim
önemli bir nimettir ve saf olan bu vehim Nefs-i
Mutmainne ile başlar. Mutmainne öncesindeki
zorluk Vehim olmayıp Vehmin Zulmeti’dir. Bu
yüzden Esfele Safiliyn ile Vehmin Zulmeti çok
ilişkilidir ki; Vehmin Zulmeti’nden kurtulmak
Esfele Safiliyn’den kurtulmak demektir.
Vehmin Zulmeti ile Vehmi birbirinden ayırmak zorundayız. Vehim Kanunları sayesindedir
ki, biz Var Görünenler Allah’ı bilebiliyoruz, vehim bizim için bir başlangıç imkanıdır. Biz, yasal
yanlış olan o imkanla, Allah’ın “haddi aşmadan
bu hatayı yapabilirsiniz” diye izin verdiği o çer18
YILMAZ DÜNDAR
çeve içerisinde Allah’ı tanıyabiliyoruz. Öyleyse
Vehim, Allah’ı bilebilmemiz için Allah’ın bize
verdiği, yararlandığımız bir nimettir.
Başlangıçta Vehim’le Allah’ı biliyoruz. Ama
yine insan “Allah’ın dışı var” sanmış ve “varım
ve muhtarım” demiştir ki; bunu da vehimle,
vehim kanunlarını kullanarak yapmıştır. Yani;
önce Kanunlar Kompozisyonu olan VEHİM ile
Allah’ı hakkıyla bilirken, daha sonra aynı vehimle Allah’ı ya yanlış tanımlıyor ya da inkar ediyor.
Bu durumda insan, Vehim Kanunu’nu edepsizce
kullanmaktadır. Vehim Kanunu’nun edepsizce
kullanılmasıyla düşülen bu hale ise, “VEHMİN
ZULMETİ” denilmiştir. Vehmin Zulmeti, vehim
kanunlarının suiistimaliyle düşülen “karanlık idrak seviyesi”dir. Onunla bize “gerçeklerden çok
uzağa düşen bu sağlam kabulleniş” anlatılmıştır.
Karanlık idrakta ısrar, inat ve sebat öyle bir kabulleniş oluşturur ki, geri dönüşü olmayan bir
uzak düşüşe sebep olabilir.
Bu anlattıklarımızı fark etmemiz ve bu halden
kurtulmamız için bize Kurtuluş Duası’nı öğreten
Efendimiz (SAV) şöyle tavsiye buyurmuşlardır:
“Allahümme ahricniy min zulumatil vehmi ve
ekrimniy bi nûril fehmi: Allahım, beni vehmin
zulmetinden kurtar, vehim kanununu edepsizce kullanmaktan beni çıkart ve bana nurunla bir
anlayış ikram et.” Bu duaya biraz daha yakından
bakalım. Çünkü tüm duaların meallerini oluşturduğumuz bu idrak çerçevesinde yaptığınızda
dualar size çok manalı gelecektir: Allahım vehim
kanununu senin razı olmadığın şekilde kullan19
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
maktan beni kurtar, onu Tevhid gerçeğine uymayan zannlarla suiistimal etmekle düşülecek
uzak sapıklıktan beni kurtarıver. Amentü Billahi
gerçeğine uygun idrakı ve yaşantıyı görebilmemi, anlayabilmemi ve uygulayabilmemi sağlayacak olan hidayet nurunla bana bir anlayış ikram
et... Amin.
İdrak seviyesini gösteren skalada aşağıların
aşağısının etiketi “Esfele Safiliyn”dir. Bu etiketin
gösterdiği mana ise “Dûnillah/DûniHİ” algıdır. O
halde, konuyu daha iyi kavrayabilmek amacıyla
Kur’an’dan “Dûnillah/DûniHİ” manasını ele alan
bazı ayetleri görelim.
Bize “anlayalım” diye bir rahmeti, bir lütfudur ki, konuştuğumuz dille Kendini ve ayetlerini
bildiriyor. Ancak bilmeliyiz ki: Ayetlerde Allah
ile ilgili manaları normal yaşantıdaki gibi, bir
insana verdiğimiz gibi veremeyiz. “Allah” dediğinizde mana değişir; İhlas Suresi’ne uymayan
bir mana veremezsiniz, La ilahe İllallah Kelime-i
Tevhidi’ne uymayan bir mana veremezsiniz. Dışarıda konuşulan yaşantıya ait bir mana Allah
için verilemez.
Bir çok ayette “Dûn” kelimesi Allah için kullanılır, bazı ayetlerde ise beşeri olaylar için kullanılmaktadır. “Dûn” ifadesinin beşer için geçtiği yerde ona insana uygun mana vermeliyiz. Ama Allah için “Dûn” geçtiğinde ona vereceğimiz mana
insana verilen gibi olamaz. Orada İhlas Suresi’ne
uygun bir mana kullanılmalıdır. Dolayısıyla, Allah için “Dûnillah/DûniHİ/Dûniy” geçen ayetleri
20
YILMAZ DÜNDAR
incelenirken İhlas Suresi, Kelime-i Tevhid ve diğer ayetler dikkate alınarak manalandırılmalıdır.
Demek ki, Kur’an insanlara konuştukları dil ile
geldi diye ayetleri beşeri manalarla, insanların
aralarında oluşturdukları manalarla anlamaya
çalışmak doğru olmaz! Özellikle İhlas Suresi’ne
ters olursa Kur’an’ı anlamak imkansızlaşır... Ne
yazık ki, bunlar insanca manalar ile anlaşılmış
olduklarından, bu konuda “Kur’an’ın ne ifade
ettiği”nden uzak kalınmıştır.
Böyle kelimelerden birisi de Mütekebbir’dir.
“İnşirah” ve “FATİHA ile fetih” kitapçıklarında
özellikle değindiğimiz “Mütekebbir” kelimesinin
de yeterince doğru anlaşılmadığını, manasının
“kibirli insan” ile sınırlandığını göreceklerdir.
Bir diğeri “ğayrullah/ğayruHU” ile anlatılan
manadır. “Allah’dan başka ve Allah’dan gayrı”
manalarını Kur’an “ğayrullah” ile ifade etmiştir. Ğayrullah ile anlatılan durum “Dûnillah” ile
kastedilenden sonraki adımlara aittir. Ğayrullah/ğayruHU manası Kur’an’da “DûniHİ” algısı
sonrası için kullanılır. “Dûnillah/DûniHİ” algı
başlayıp da siz Allah’la bir şeyi kıyaslıyorken,
“ğayrulllah” ifadesi kullanılmıştır. Bir şeyi Allah
ile kıyaslayanlara, yani Dûnillah/DûniHİ algı sonucu oluşan zann’ların hayat tarzında olanlara
bir konu Allah’a kıyasla sunuluyorsa “Ğayrullah/ğayruHU” tanımları kullanılmıştır. Bir çok
ayet ve hadiste geçmektedir. Örneğin Efendimiz
(SAV)e birisi gelip, “bu Kur’an’ı bir insan yazmış”
diyor. Bu tabloda zaten DûniHİ bir algı var, böyle
bir idrak var. İşte bu idrakla yaşanırken ve somut
21
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
bir şey kıyaslanıyorken ayetler ğayrullah/ğayruHU ifadesini kullanmıştır.
Bizim öncelikle anlamamız ve kurtulmamız
gereken “Dûnillah/DûniHİ” ile ifade edilen manadır, kurtulmamız gereken “Allah’ın dış kısmı
vardır” algısı ve yanılgısıdır. Bu algıyla birlikte bu
algıdan kaynaklanan zann’lar da başlar ki, hayat
bu tuzakla doludur. Hayata başladığımız bu algı
o kadar kuvvetlidir ki, yaşantı bu algıdan kaynaklanan zann’larla doludur. Önerimiz şudur: Ayetlerde Allah için kullanılan “Dûnillah, DûniHİ,
Dûniy, DûniNA, DûniKE ve DûnirRahman” kelimeleri değiştirilmeden kullanılmalıdır, ama
manası bilinerek: Allah’ın dışı yoktur! “Allah,
Rahman ve Rahıym” kelimelerini nasıl aynen yazıyorsak bunları da öylece yazmalıyız. Meallendireyim derseniz, bozarsınız, Allah yerine “tanrı”
veya başka bir şeyler yazarsanız bozarsınız...
Ayetlerde geçen “Rasul” ve Nebi” kelimeleri
de öyledir. Çeviriyorum diye yerine “peygamber” gibi şeyler yazarsanız manayı bozarsınız...
Kur’an ifadelerinin bazılarını olduğu gibi kullanmak ve orijinal mana iyi anlaşılsın diye o mana
ile öğrenmek lazım.
Biz bu kitapçıkta “Dûnillah/DûniHİ” geçen
ayetlerde konu idrakımızda iyi yerleşsin diye
parantez içerisinde açıklayıcı meal kullanacağız,
manayı parantez içerisinde vereceğiz. Amaç, sık
tekrar ederek doğru algı oluşturmak ve konunun iyi anlaşılmasını sağlamaktır.
22
YILMAZ DÜNDAR
“İşte böyle... Çünkü Allah, O Hakk’dır. DûniHİ
(Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var ve muhtar zannederek) kulluk yaptıkları/isimlendirdikleri ise batıldır. Muhakkak ki; Allah, Aliyyül
Kebîr’dir.” (Hac-62, Lukman-30).
Mümkün olduğunca doğru meallendirildiği
zaman hiç bir ayeti öteleyemezsiniz, hepsinin
size söylendiğini görürsünüz. Aksi halde Kur’an
size bir tarih kitabı gibi, bir biyoloji kitabı gibi,
bir şifre hazinesi gibi gelir... Dikkat edin, dünyanın şifrelerini çözünce size mezarda, kabrinizde
onu mu soracaklar? Kur’an herhangi bir gazetenin bulmaca sayfası da seninle bulmaca mı çözüyor? Fark etmedikleri için bunlarla uğraşıyorlar... Kur’an sana yalnızca dünya ve ahiretinle ilgili çok önemli bir manayı veriyor! Konuşacağız.
Bu bakışla, Kur’an-ı Kerim’i “her şeyi içeren
kitap” diye görmek bile yanlıştır! Bunun yanlış
olduğunu hem ayet hem hadis bize söylüyor.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e yahudiler
gelip “Niye yeni bir şey için uğraşıyorsun, ne varsa hepsi bizim kitabımızda var” diyorlar. Efendimiz (SAV) buyuruyor:
“Kitaplarda olanlar Allah’ın ilminin yalnızca
bir kısmıdır!” (Hadis).
Dolayısıyla, Kitab’da bize lazım olan var! Hatta yalnızca mü’mine lazım olan, ahirete iman
edene lazım olan var, tüm insanlara lazım olan
değil! Çünkü; Fatiha’yı ele alırken gördük ki
Kur’an, inanmayanların nefretini artırıyor. Demek ki, ona hitap etmiyor! İnananlar için! Kur’an
23
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
(mü’minlere) onlara Rahmet’tir, Hüda’dır, onlar
O Kur’an ayetleriyle müjdeleşirler... O muhatabına göre yazılmıştır, bize hitap eder.
Şimdi Hac-62 ve Lukman-30 ayetlerindeki
“Hakk ve Batıl”ı anlamak için Hakk dediğimiz
yere DOĞRU, batıl denilen yere YANLIŞ diyelim. Bu durumda, şöyle bir mana çıkıyor: Allah
Hakk’dır, Doğru’dur, “Dûnillah algı” batıldır, yanlıştır. Kur’an böyle öğretiyor, uyarıyor: Dûnillah
algı batıldır, yani yanlıştır: Dûnillah (Allah’ın
dışı) algısıyla “müstakilen var ve muhtar” zannederek isimlendirdikleriniz, dua ettikleriniz,
çağırdıklarınız (kulluk yaptıklarınız) batıldır. Burada mealen “kulluk yaptıklarınız” dediğimizde
insanın bu ayeti nasıl ötelediği görülür: “Benim
Allah dışında kulluk yaptığım bir varlık yok ki!”
Hep böyle diyoruz. Bu düşüncedesiniz ve bu
ayet mealini okuyorsunuz. Orada da “duniHi”
için şöyle yazılmış: “Allah Hakk’tır, Allah’ın dışında kulluk yaptıklarınız batıl’dır!” Hemen ötelediniz. Bu meal yanlış değil, doğrudur ama ayetin kastettiği bu değil, bunu söylemiyor ki. Eğer
ayet böyle diyorsa, “benim Allah’tan başka kulluk yaptığım bir şey yok” dediğinizde iş biter. Ve
tasnif başlar: “Şunlar savaş ayeti, şunlar ticaret
ayeti, şunlar hukuk” dedin mi sana hitap eden
hiç bir ayet kalmaz. Oysa hiç öyle değil! Eğer siz
dûniHİ’yi doğru manada alırsanız ayetin tam içine düşersiniz. Bu durumda ayet size der ki: Eğer
sen “Allah’ın dışı var” zannediyorsan, kendini de
Allah’ın dışında var ve müstakil zannediyorsan,
başka varlıklara da o gözle bakıyorsan, hele de
24
YILMAZ DÜNDAR
onlara tapıyorsan bunlar yanlıştır, bu batıldır.
Bunu inanan kişiye, “inanıyorum” diyene söylüyor! Çok dikkat edin, yalnız Allah “var”dır ve
Hakk O’dur.
“Anlatamam” endişesiyle yaptığım “dikkat
edin” uyarılarını lütfen önemseyin: Efendimiz
(SAV)’in açıkladığı Allah’ın ve Sistemi’nin bir
rozeti vardır; B. Bismillahirrahmanirrahıym’in
“B”si! “B” konusuyla ilgili de, önceki müfredatlarımızda özellikle de Fatiha kitapçığında oldukça
detaylı bilgiyi bulabilirsiniz.
Şimdi o iki ayetimize, Hac-62 ve Lukman-30
ayetlerine dönelim. “Allah Hakk’dır” derken “B”
kullanılmış: “Bi ennellahe Huvel Hakk!” Doğru
olan, Hakk olan “B”dir. Bu cümledeki “doğru”ya
“algı” olarak bakalım: Yanlış olan “dûniHİ” algıdır, doğru olan “Billahi”dir; doğruyu, Hakikati
“B”ye ait ilmin içinde ara! Biz o “B”yi Besmelede,
“Amentü Billahi”de kullanıyoruz. Fark edelim;
Kur’an’da “Dûnillah/DûniHİ” algının karşında
“B” vardır, “Billahi” vardır. Dûnillah X Billâh! Hal
böyle olunca, Kur’an’da geçen “B”yi anlamaya ve
iki iki algıyı kıyaslayarak fark etmeye çalışalım.
Allah’ı hakkıyla bilmek, O’nu Hakk bilmek;
dışı olmadığını önce duymak, sonra bilmek,
daha sonra da yaşamak BİLLAHİ ANLAMINDA
İMAN kapsamındadır. Bu yüzden biz; “Allahım,
senin dışın algısını reddederek, bu iddianın yalan
olduğunu bilerek sana iman ediyorum” manasına “Amentü Billahi” deriz. Kur’an bizi bu gerçeğe
davet eder, davet ederken de “Aminu Billahi!”
25
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
der. Buyuruyor: “DûniHΔ idrakı reddedin, Hakk
olan Billah’tır, BiHÎ’dir. “Billahi ve BiHΔ Hakk
olup, bu çerçevede iman edilmeli, “Dûnillah ve
DûniHΔ Batıl olup, bu sebepten red edilmelidir.
Kur’an bu iman için uyarmaktadır:
“Ey iman edenler, Billahi anlamında olmak
şartıyla Allah’a, O’nun Rasulü’ne, Rasulüne indirdiği Kitab’a ve daha önce inzal ettiği kitaba
iman edin. Kim Allah’a, O’nun Meleklerine,
O’nun Kitaplarına, O’nun Rasullerine ve Ahir
Gün’e kafirlik ederse, gerçekten uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa-136).
“Ey, iman edenler” hitabı şöyle anlaşılmalıdır: “Ey, inanıyorum diyenler! Ey, inanmak üzere
olanlar! Ey, inanmak isteyenler! Ey, inanmak için
doğruyu arayanlar!” Bu kapsamlardan birinde
olana ayet doğru yol için sesleniyor: Amentü
Billahi gerçeğini öğrenin ve öyle iman edin!
“Âmene’r Rasûlü” diye bildiğimiz, sevdiğimiz,
bağrımıza bastığımız, öpmeden, okşamadan,
koklamadan uyumadığımız, bize Mirac Hediyesi
olan Bakara Suresi 285. ayette şöyle deniyor:
“Er-Rasul Rabbinden kendine inzal olana (Billahi anlamında) iman etti. Mü’minler de böyle
iman ettiler: Hepsi Allah’a; Meleklerine, Kitaplarına ve Rasullerine Billahi anlamında iman etmiştir.” (Bakara-285).
Bir kaç cümleyle de olsa ayeti daha yakından
tanıyalım ve konumuza taşıyalım: Allah’a, “sanki dışı varmış” algısını reddederek iman ederiz.
26
YILMAZ DÜNDAR
Allah’ın Meleklerine, Kitaplarına ve Rasullerine
de O’nun dışında müstakil varlıklar olmadıklarını bilerek iman ederiz. Allah’a “O’nun dışı, dışında bir mekan, dışında bir alan ve orada da varlıklar var” düşüncesini reddederek iman ederiz.
Çünkü “biz O’nda (İlmullah’ta) O’nun dileğinin
suretiyiz, dışında varlıklar değiliz” idrakıyla iman
ederiz. Meleklerine, Kitaplarına ve Rasullerine de onları Allah’ın dışına taşımadan, Allah’ın
dışında olmadıkları idrakıyla iman ederiz. MUHAMMEDİ BAKIŞ’ın güzelliği ve lezzeti...
Burada Ahseni Takviym’e atıfta bulunmak
çok uygun olacaktır: “Tam da böyle diyeceğiz,
böyle inanacağız” diye Rabbimize söz vermiştik:
“Hani Rabbin Ademoğullarından, onların
bellerinden kendi zürriyetlerini çıkarıp; onları kendi nefslerine şahitlendirerek: “Elestü BiRabbiküm: Bi Rabbiniz Ben değil miyim?” (dedi).
(Onlar da;) Kalu “bela şehidna: Evet, bilfiil şahidiz” dediler. Kıyamet Günü “Biz bundan gafildik” demeyesiniz (diye).” (A’raf-172).
Bu ayette Ahseni Takviym hal belirtilmektedir. İnsanı “Ahseni Takviym” yapan işte bu haldir.
Bu olay Ahseni Takviym yapımızın başlangıcıdır,
bizim fıtratımıza işlenen bilgi budur ve bu ayet
o hali anlatır. Dikkat edin, ayette “Rabbiniz değil miyim?” sorusu bize, bizi “Amentü Billahi”ye
davet eder tarzda soruluyor: Elestü Bi Rabbiküm? “Bi Rabbiniz” değil miyim? Yani: Öyle bir
Rabbinizim ki; dışımda değilsiniz! Ey, kullarım! Bi
Rabbiniz olarak (Rabbinizin dışında “müstakilen
27
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
var ve muhtar” varlıklar olmaksızın) sizi yaratan
BEN’im. Soruyorum; bu “B”ler Kur’an’da tesadüf
mü? Hep Dûnillah’ın zıddı olan yerlerde “B” var.
Rabbimiz bize böyle seslenince, “ Ey, kullarım!
Rabbinizin dışında “müstakilen var ve muhtar”
varlıklar olmaksızın sizi yaratan BEN’im” deyince
dedik ki: “Bela şehidna: Evet, bilfiil şahidiz! Rabbimiz, müstakilen var ve muhtar olmadığımızı
çok iyi öğrendik ve bu duruma şahid olduk, şahidiz. “Öğrendik” dediğimize göre bize bunu bir
öğreten var. Kim öğretir? Rab! Ahseni Takviym’i
bize talim ettiren Kur’an’da bize “Rabbiniz değil
miyim?” diyor: “Bunu size öğreten, bunu size işleyen, sonra açılacak şekilde bu bilgiyi size veren (Bi) Rabbiniz BEN değil miyim?” Diyoruz
ki; Evet, bize öğrettin! Bize öğretensin, öğreten
sensin! Bunu böyle diyenler olarak, yaşarken de
başka öğreten ve öğretenler tanımamak lazım!
“Allahümme ENTE RABBİY” bu manada çok
önemli bir sesleniş ve yöneliştir: “Başka öğreten
tanımam, Yalnızca sen!” O halde, başka öğreten
tanımamak lazım!
“Müstakilen var ve muhtar olmadığımızı çok
iyi öğrendik. Rabbimiz, bu duruma şahid olduk!”
dedik. Neden bu şahitlik? Her şeyin gerçeğinin
ortaya çıkacağı Diyn Günü’nde “müstakilen var
ve muhtar” olmadığını öğrenince “bu gerçeği
bilmiyordum” demeyesin diye! O korkunç günde, o Aziym Gün’de; “Biz bu gerçeği bilmiyorduk!” demeyelim diye, bir rahmet sonucu, bir
lütuf olarak Rabbimiz bize öğretmektedir...
28
YILMAZ DÜNDAR
Dünya hayatında insan kendisini dûniHİ algı
içerisinde bulur. Eğer Hakk olan Billahi hali, Allah insanlara bildirmese ve insanın fıtratına bu
bilgi işlenmemiş olsa “dûnillah/dûniHİ” algıyı
gerçek zannetmekten kurtulamazdık...
Yasal yanlış! Bu tanımı kullandığımız iki yer
var: Dünya hayatının yasal yanlışı ve “B” halinin yasal yanlışı. “B”ye ait yasal yanlış; Var
Görünüyor’ken, bu duruma Biiznillah BEN demektir. “B” hali olarak tanımladığımız Hakk
Yol’daki yaşantının bize izin verilmiş yanlışı bu
Var Görünüş’ümüze “BEN” dememizdir. Dünya
hayatının yasal yanlışı ise, hayata Esfele Safiliyn
idrak seviyesinden başlamaktır, bu da bir yasal
yanlıştır. İkisinin farkı şudur: Kul “B” halinin yasal
yanlışını değerlendirirse onu kullanarak ilerler
ve Mukarrebun olabilir. Dünya hayatının yasal
yanlışı olan Esfele Safiliyn’de ileri giden ise haddi
aşan mütekebbir insan olur.
Dünya hayatına Esfele Safiliyn’de, yani günah
formatıyla başlamak günahkar sayılmak demek
değildir. Bu durumun günaha dönüşmesi şartları ayrıdır, karıştırılmamalıdır. Lütfen dikkat ediniz, Esfele Safiliyn Allah’ın saptırması değildir,
bu yüzden “yasal yanlış”tır. Aksi halde ondan
kurtuluş olmazdı, Kur’an’dan böyle öğreniyoruz. Bu hakikati hristiyan inanışına benzetenler
için söyleyeyim: Bu gerçeği hristiyan inancına
benzeterek ötelemenin hiç bir dayanağı yoktur.
Hristiyan inancında doğru olan şeyleri reddetmek Kur’an’a aykırıdır. Ayrıca, hristiyanlar sırf bu
iddialarının hakikatini anlayabilseler Tevhid’i/
29
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
İslam’ı tanıyabilirler. Maide Suresi 48 Efendimiz
(SAV)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Sana da, Kitap’tan önünde olanı (daha önce
nazil olan tüm vahiyleri) tasdikleyici ve O’nun
üzerine müheymin (himaye edici) olmak üzere
Hakk olarak Kitab’ı inzal ettik.” (Maide-48).
Anlaşılıyor ki; Efendimiz (SAV)’den önceki
doğruları tasdik etmeliyiz. Doğru olduğunu nereden anlayacağız? Doğru olan Kur’an ile bildirilenlere uyan bilgilerdir. Her duyduğumuz bilgi
ve iddia elbette ki, doğru değildir.
Hz. Âdem aleyhisselama yapılan uyarı nasıldı?
“Şu şecereye yaklaşmayın, (yaklaşırsanız) zalimlerden olursunuz.” (Bakara-35, A’raf-19).
Yaklaştı mı? Yaklaştı ve zalimlerden oldu.
“Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra şakıy
olursunuz.” (Ta-Ha; 117).
Çıktı mı? Çıktı, öyleyse şaki de oldu:
“Ve Âdem Rabbine asi oldu da saptı/şaştı/
yaşayışı bozuldu.” (Ta-Ha; 121).
Bizi, bizim başlangıcımızı Kur’an böyle anlatıyor ve bu ayetlerden şu sonucu çıkarıyoruz:
•
Bunlar hep dünya hayatının başlaması içindir.
•
Uyarılıyoruz: Allah ile ilgili ikileme düşerseniz
zalim olursunuz, şaki olursunuz.
30
YILMAZ DÜNDAR
•
Hz. Âdem’in ikileme düşmesi ve asi olması
dünya hayatı için prosedürdür. Hz Âdem ve
Hz Musa (AS)’ın tartışmaları hadiste anlatılır.
•
Böylece dünya hayatı başlamıştır. Şuna lütfen dikkat edelim: Dünya hayatı başlamadan
önce Hazreti Âdem aleyhisselam’a yapılan
uyarı Esfele Safiliyn’e düşmemesi içindir; “ne
yaparsa düşüleceği” anlatılır ve “sakın düşmeyin” diye uyarılır. Dünya hayatı başladı, şimdi
nasıl bir uyarı var? “Çıkın, kurtulun” uyarısı
var, “düşmeyin” uyarısı yoktur. Hz. Adem’in
bu olayı ve bizimle ilişkisi Tanrı İlmi müfredatında detaylarıyla açıklandı: Hz. Âdem
Rabbinde dua ediyor, kabul oluyor. Bu dua
ayetlerde bize de öğretiliyor. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim şu husustur: Dünya hayatından önce “dikkat et düşersin” denirken,
dünya hayatında öyle bir şey yok! Bize “şöyle
yaparsan çıkarsın” deniyor. Niye? Düşmüşsün
de ondan! Nasıl çıkacağın anlatılıyor, bu kadar açık: Düşmüşsün işte!
•
Hz. Âdem aleyhisselam özelinde öğreniyoruz ki, “cennet hayatı” denilen Ahseni Takviym yapıda Billahi anlamında yaşanmaktayken, dünya hayatına Esfele Safiliyn yapı
ile zalim, şaki, asi olarak başlanmaktadır. Yani
Dûnillah/DûniHİ algı ve zann’ları ile bir hayat
başlamaktadır. Çünkü zalim, şaki ve asi ancak
DûniHİ algı ile olur. Başlayan bu yaşantı “La
ilahe illa ente Sübhaneke inniy küntü minez
zalimiyn” yaşantısıdır, o başlamaktadır...
31
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
Rasulullah Efendimiz (SAV); “Her çocuk fıtrat
üzere doğar” dedi ve Rum 30. ayeti okumamızı
söyledi, sonra sözünü şöyle tamamladı: “Çocuğu anne-babası yahudileştirir veya hristiyanlaştırır veya mecusileştirir.”
Çoğumuzun duyduğu bir hadis. Burada konumuz için dikkatimizi çekecek tanım “fıtrat
üzere”dir. “Fıtrat üzere”yi beşeri yorumlamadan
Kur’an ve Hadis’le iyi ve doğru anlamalıyız. Ancak genellikle iyi incelenmeden beşeri olarak
yorumlanıyor ve yorum yapanlar yorumlarını
ayetin önüne geçirdiklerinin farkında da değiller. Hadiste Rasulullah Efendimiz (SAV) Rum Suresi 30. ayeti okumamızı söylüyor. Bu ayet şöyledir: “O Allah fıtratı ki, insanları onun üzerine
yaratmıştır.” Ayet böyle diyorken tartışılacak bir
şey var mı? Hadisin bu rivayetinde “fıtrat üzerine” deniyor. Hadisin bu rivayetinde “fıtrat üzerine” denilen tanıma; Rum-30 kaynaklı olarak
“ALLAH FITRATI üzerine yaratılmıştır” diyoruz,
başka ayetlerle ilişkilendirince ona “İslam Fıtratı” da diyebiliriz. “Fıtrat üzerine”ye hayat için bir
isim vereceksek, yani ondan bir amel çıkamak
istiyorsak “İslam Fıtratı” üzerine diyebiliriz: Her
insan “Allah Fıtratı” üzerine, yani “İslam Fıtratı”
üzerine yaratılır. Allah Fıtratı konusunu geniş
olarak Fatiha kitapçığında ele almıştık.
Lütfen dikkat edin, “Fıtrat üzere yaratılmak”
demek, “hidayet üzerine yaratılmak” demek değildir. Böyle zannedilirse yanlış olur, ayıp olur,
yani Kur’an’a ters olur.
32
YILMAZ DÜNDAR
“Allah kimi saptırırsa, onun için hidayet edici
yoktur. Allah kime hidayet ederse, onun için bir
saptırıcı yoktur.” (Zümer; 36, 37).
Ayete inanıyorsanız iş bitmiştir, inanan kişi
şunu der: Semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik.
Eğer Esfele Safiliyn yapı Allah’ın saptırması olsaydı kurtuluş olmazdı! O bu dünya hayatı
için bir yasal yanlıştır. Doğanlar hidayet üzere
doğsaydı, onu saptırmaya kimin gücü yeterdi?
Demek ki, hidayete ermiş olarak doğmuyorlar,
doğarken hidayet üzere değille; doğuş “hidayet
üzere” değil! Çok önemlidir ki; Allah Fıtratı veya
İslam Fıtratı demek “hidayete ermiş doğuyor”
demek değildir. Öyle olsa, hiç “ben çocuğuma
bunu nasıl anlatacağım?” denir mi? Bu konuda
size Kütüb-i Sitte’den bir bilgi vereyim:
İslam Hukuku ve Hadis alimi olup Hicri 631676, Miladi 1233-1277 yılları arasında yaşamış
olan ve “Nebevi” adıyla bilinen Ebu Zekeriya
Muhyiddin Yahya Hazretleri (Rabbim rahmetiyle muamele eder inşaAllah) bu konudaki bütün görüşleri inceliyor. Demek ki bunlar ilk defa
tartışılmıyor. Ama biz bu konuları tefekkürden
ve araştırmaktan uzaklaşmışız. Bu alim zat bu
hadisi nasıl anlamamız gerektiğini anlatıyor: “En
doğrusu, her çocuğun İslam’ı kabule hazır bir
yaratılışta doğmuş olmasıdır, hadis böyle anlaşılmalıdır.” İslam’ı kabule hazır yaratılış Ahseni
Takviym yapıdır. Demek ki, her çocuk A’raf Suresi’ndeki; “evet, Rabbimizsin” bilgisi kendisinde
açılmaya hazır doğmuştur.
33
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Allah Fıtratı” ile ilgili başka manalar da var,
lütfen araştırın. Doğarken “hidayet üzere” nasıl
doğulur, onu da görelim ki; Esfele Safiliyn ve Ahseni Takviym doğuşları kıyaslayalım:
“Ey, Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü
bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi. Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. “Biz, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz” dediler.” “Çocuk şöyle dedi: Ben Allah’ın kuluyum. O bana
kitabı verdi ve beni nebi yaptı.” “Nerede olursam
olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana salâtı ve zekâtı emretti.” “Beni anneme
saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.”
“Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak
kabirden kaldırılacağım gün selam banadır.”
“İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa
-Hakk Söz olarak- budur.” (Meryem; 28-34).
İşte hidayet üzere doğuş! Hidayet üzere böyle
doğulur. Şimdi bu Esfele Safiliyn midir? Hidayet
üzere doğuşa ait özellikleri biz yaşarken bulamıyoruz, kolay mı? Rabbim dilerse, kolayı kolaylaştırırsa kolaydır inşaAllah. Biz hidayet üzere
bu doğuşu anlamaya çalışalım. Hidayet üzere
doğan kul daha beşikte, ama Dûnillah algı yok;
beşikte ama Nebiliğini söylüyor, salâtı ve zekatı
söylüyor, “nerede olursam olayım beni mübarek
kıldı” diyor. Yani; “dünyada da olsam Esfele Safiliyn değilim, mübareğim” diyor. Mübareklik çok
önemli bir şey olduğu için biz Salli-Barik duasını
yapıyoruz. Barik; mübarek kıl! Mübarek olmak,
çok önemli bir şeydir! Diyor ki; dünyada da olsam ben mübareğim; DûniHi algıda değilim,
34
YILMAZ DÜNDAR
Billahi’yim. Amentü Billahi üzere doğdum ve
bununla görevliyim.
Hidayet üzere doğanın taşıdığı özelliklere ve
bir de onda olmayan, sakındığı şeylere bakalım.
Diyor ki: “Beni anneme saygılı kıldı.” Kur’an’ın
istediği şekilde anneyle ilişki çok önemli bir Ahseni Takviym özelliktir, Allah rızası için anneyle
ilişki Allah katında öyle önemlidir ki.
Ve; “Beni bedbaht bir zorba yapmadı.” Yani:
Mütekebbir olmadım, Esfele Safiliyn değilim.
“İşte hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu
İsa Hakk söz olarak budur.” Ayette bahsedilen
“Hakk Söz” çok önemlidir, ama nedir? HAKK
SÖZ’ü şöyle açalım: Onun bu haline “Kün” dedik, feyekûn/oldu! Bu ancak Allah’ın dileğiyle
olur. Siz de gösterdiğim yola uyun, hüdâma tabi
olun da bu algıdan kurtulun. Özel müdahale
yapılmış böyle bir çok özel hal var, sıralayabiliriz
ama şimdilik ayetlerden bu konuda bir örneği
paylaştık. Bu örnekler bizim dünyaya Esfele Safiliyn geldiğimizin delilleridir.
Hac-62 ve Lukman-30 ayetlerine dönersek,,
“DûniHİ” ifadesi için “Allah’dan gayrı” denirse
meal ‘Allah’dan gayrı kulluk yaptıklarınız batıldır’
olur. Bu durumda, “Benim Allah’dan gayrı kulluk
yaptığım bir putum yok” diyen için ayetler bir
tarihi bilgi konumuna gelebilir, ayetler ona hitap
ediyor olmaz. “DûniHi” ile ifade edilen Batıl’ı
da anlayamadığı için onun karşılığı olan “Billahi
Hakk’tır”ın ne manada olduğunu da çıkaramaz.
35
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Oysa; “dûniHİ” için “Allah’ın dışı var sanma algısı” manası verilse, ayeti her okuyan konuya muhatap olacağı gibi, “Dûnillah”ın zıddı mana olan
“Billahi” de hemen anlaşılmış olur.
Kur’an, talibe DûniHİ algının batıl olduğunu,
asıl olmayan bir şeyin algısı olduğunu anlatır,
böyle bir “müstakil var”ın yok olduğunu söyler:
“Rabbinin kitabından sana vahyolunanı tilavet et. O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur
ve dûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var
zannederek) sığındıkları yoktur.” (Kehf-27).
“De ki: “Gerçekten (bana bir kötülük dilerse)
Allah’a karşı beni kurtaracak yoktur ve dûniHİ
(Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannedilenler) sığınak değildir; sığınılacak Allah’dır.”
(Cinn-22).
Dûnillah iddia bir zann, yani bir algıdır, ancak
olmayan bir şeyin zannı ve algısıdır. Buyuruyor:
“De ki: “Dûnillah (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen) var zannettiklerinizi çağırın (bakalım)!
(Var zannettikleriniz) ne Semavat’ta ne Arz’da
zerre ağırlığınca bir şeye maliktir (müstakil varlıklarını gösterecek bir delilleri yoktur). Onların, bu ikisinde bir ortağı da yoktur ve O’nun
(Allah’ın) bunlardan (yani müstakilen var ve
muhtar zannettiklerinizden) bir yardımcısı da
yoktur.” (Sebe-22).
“Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de
gecenin içine sokar. Güneş’i ve Ay’ı boyun eğdirtmiştir. Her biri belirlenmiş bir ecele akıp gi36
YILMAZ DÜNDAR
der. İşte budur Allah, Rabbiniz. Mülk O’nundur.
DûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakil var zannedip) isimlendirdikleriniz, çağırdıklarınız bir
hurma çekirdeğinin zarına bile malik değillerdir
(müstakil varlıklarının delili yoktur).” (Fatır-13).
“Hakk Da’vet (ancak) O’nundur/O’nadır.
DûniHİ (algı ile müstakilen var zannederek)
çağırdıkları ise onlara hiç bir şekilde icabet edemezler. (Onların hali) ancak, ağzına ulaşsın diye
iki avucunu suya doğru uzatanın durumu gibidir. (Halbuki suya ağzını dayamadıkça) o (su)
ona ulaşacak değildir. Kafirlerin duası (gayreti)
ancak sapıklıktır ve boşadır.” (Ra’d-14).
Çünkü: Hüküm sahibi olan, yaratan ve öldüren; Mülk, Güç ve Kudret sahibi olan ancak
Allah’tır. Allah’ın dışı algısıyla “müstakil başka
varlıklar var” zannedenlerin gayreti boştur. Çünkü; DûniHİ algı ile zannedilenler YOKTUR...
Ayette geçtiği için “dua”ya hafif değinelim.
Dua ancak Allah’a yapılır! Başka bir türlü dua
yoktur ve dua bir şeyin olması demek değildir!
“Siz bir şey isteyeceksiniz o da olacak” anlayışı
dua değildir, o size cennette va’d edildi. Böyle
zannedenler duaların manalarını saptırtıyorlar,
şeytan da bu yaklaşımdan yararlanıyor. Size duayı yanlış tarif edenler; “beyninize yönelin, düşünün ve olsun” derler. Şeytan da bu yanlışa yardım eder, olur. Sen de “dua ediyorum oluyor”
zannedersin! DUA Allah’a yönelmektir, Allah’a
sığınmaktır. Sürekli bir şey almak değildir!
37
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Duaları olmasa neye yararlardı!” (Furkan-77).
Bu ayeti okuyunca, “isteyip dursunlar, vermesem istemeleri neye yarar, depo dolu!” manasını anlamayalım. Bu ayette sana öyle bir sesleniş
var ki... Rabbimiz buyuruyor: “Bana şu sığınışları
var ya... Ağlayışları var ya... Titreyişleri var ya...
Korkuşları var ya... Sessiz sessiz isteyişleri var ya...
O halleri olmasa bir kıymeti olmazdı bu Esfele
Safiliyn insanın...”
Dua Allah’a dönmek, O’nunla konuşmaktır.
Bu nasıl, nasıl bir hediyedir biliyor musunuz?
Bunu insan dünyada anlarsa iyi olur, ahirette
anlarsa çok geç olur. Fark edin, Allah bir kulunu
muhatap alıyor, bizi muhatap alıyor, “konuşun
benimle” diyor; Benimle konuşun... Bir de aksini
düşünün: Muhatap alınmamak! Onun nasıl bir
ızdırap olduğunu bilirsiniz. Çünkü o cehennem
azabı olarak bir azaptır.
DûniHİ algıyla “Müstakilen Var” ilan edilenler yalnızca takılan bir isimden ibarettirler:
“DûniHİ (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var
zannederek) kulluk ettikleriniz (buna göre oluşturduğunuz hayat tarzı), sizin ve atalarınızın
taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak ve yalnız Allah’ındır. o
size Kendisine kulluk etmenizi (buna göre hayat
tarzı oluşturmanızı) emretmiştir. İşte dosdoğru
diyn (uyacağınız gerçek doğru sistem) budur. İnsanların çoğu bilmezler.” (Yusuf-40).
38
YILMAZ DÜNDAR
“Onlar sizin ve atalarınızın isimlendirdiği,
Allah’ın hiçbir sultan (müstakilen varlıklarına
dair bir delil) inzal etmediği, (geçersiz) isimlerden başka bir şey değillerdir. Onlar ancak zann’a
ve nefislerin hoşlandığı şeye tabi oluyorlar. Andolsun ki; kendilerine Rablerinden hüda (işin
doğrusunu gösteren ilim) gelmiştir.” (Necm-23).
“Oysa onların bu hususta bir ilmi (delilleri)
yoktur. Onlar ancak zann’a uyuyorlar. Muhakkak ki; zann’ın Hakk’da bir yeri yoktur.” (Necm28).
DûniHİ algı ve zann’ları yalan ve iftiradır:
“DunAllah (Allah’ın dışı algısıyla müstakilen
var zannedip) uydurarak ilahlar (müstakil varlıklar) mı irade ediyorsunuz?” (Saffat-86).
“Allah ile beraber başka bir ilah (müstakil
varlık) oluşturma. Yoksa kınanmış ve terk edilmiş olarak kalırsın.” (İsra-22).
DûniHİ algının zann’larına uyarak müstakil
varlığını ve varlıkları oluşturur da bu sistem üzerine hayat kurarsan, Billahi anlamındaki iman ve
hayattan geri dönemeyeceğin kadar uzaklaşmış
bir sapıklığa düşersin ki, o zaman Allah ve inananlar seni kınar...
“Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannedip) isimlendirip/çağırdıklarınız,
muhakkak sizin emsaliniz kullardır (müstakil
var değillerdir). Eğer doğru iseniz haydi çağırın
onları da size (müstakillikleriyle) icabet etsinler.”
(A’raf 194).
39
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Ey, insanlar! Siz Allah’a (O’nsuz bir varlığı söz
konusu olmayan) fakirler, muhtaçlarsınız. Allah
Ğaniyyül Hamiyd’dir.” (Fatır-15).
“Kendileri yaratılıyor oldukları halde bir şey
(de) yaratamayanları mı ortak koşuyorlar (müstakilen var ilan ediyorlar)?” (A’raf-191).
“Semavat’ta ve Arz’da kim varsa, Rahman’a
ancak kul olarak gelir.” (Meryem-93).
“De ki: Dûnillah (algı sonucu müstakilen var
ve muhtar zannedip) isimlendirdiklerinizi/ çağırdıklarınızı bir düşünün. Gösterin bana Arz’da
ne yaratmışlar? Yoksa onların Semavat’a ortaklıkları mı var? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz,
bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir
bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin. Kıyamet
Günü’ne kadar kendilerine cevap veremeyecek
ve onların dualarından gafil olan bir duruma
dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar
zannederek) kulluk edenden daha sapkın kimdir?” (Ahkaf; 4-5).
“Kıyamete kadar size cevap veremeyecek!”
Neden kıyamete kadar? Kıyamette cevap verecek çünkü. O gün bir şahitlik var! DûniHİ algıyla neyi muhtar, neyi özgür, neyi Allah’ın dışında
müstakil bir varlık zannederek muamele etmişseniz onlar o gün cevap verecek, şahitlik yapacak. Onu Maliki YevmidDiyn (Diyn Günü) bahsi
altında Fatiha kitapçığında işlemiştik.
Yaratabilmek “ilah”ın en önemli vasfıdır, çok
önemli bir güç delilidir: Güç Allah’ındır! Bu yüz40
YILMAZ DÜNDAR
den “yaratmak” fiili rastgele kullanılıyorsa, bu
dûniHİ algı sebebiyledir, dûniHi algının göstergesidir. Bir varlık gerçekten var ve müstakilse o
varlığın üç önemli özelliği vardır. Müstakil olarak
var ve muhtar olan varlık GÜÇ sahibidir, MÜLK
sahibidir, HÜKÜM sahibidir. Yani; Güç onundur, Mülk onundur, Hüküm onundur. Kur’an bu
hakikati birçok ayette vurguluyor: Mülk ancak
Allah’ındır! Güç ancak Allah’ındır! Hüküm ancak Allah’ındır! Demek ki; neye Allah’ın dışında
müstakil bir güç, müstakil bir varlık, müstakil
bir beden/mülk oluşturursanız onu ilah/tanrı
ilan etmiş olursunuz. Bu yüzden, ayette “kulluk
ediyorsunuz” seslenişini duyunca, sakın “benim
putum yok” diye düşünüp bu uyarıdan, bu işten
kurtulduğunu zannetme. “Yaratmak” bir güç
delilidir, son noktayı Kasas Suresi koyar, işi bitirir.
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların
seçim hakkı yoktur. Onların şirk koştuğu şeylerden Allah, Aliy ve Sübhan’dır.” (Kasas-68).
“Onların çağırdıkları/dua ettikleri, (hatta)
onların (o yalvardıklarının Allah’a) en yakını
hangisi ise (onlar da) Rablerine vesile isterler.
Onun rahmetini umarlar ve Onun azabından
korkarlar. Muhakkak ki, senin Rabbin azabından
sakınılandır.” (İsra-57).
“Dikkat edin! Semavat’ta kim var, Arz’da kim
varsa muhakkak ki, Allah’ındır. Dûnillah (algı
ile) dua eden/ çağıranlar şürekalarına (müstakilen var ve muhtar zannettiklerine) tabi olmuş
41
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
olmuyorlar. Ancak zanna tabi oluyorlar ve onlar
sadece yalan söylüyorlar.” (Yunus-66).
Kim varsa! Ayette “Kim” denilen “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”dur ve bu duygu da zaten Allah’ındır, müstakil değildir ki!
Gözünü kapatıp, kendini arayıp, hissedip,
“BEN” dediğinde “Kendinde Kendine Göre Var”
olan “Nefsini” yakalayıp “BEN” demiş olursun.
Halbuki normal hayatta hiç ona “BEN” demezsiniz, hep gördüklerinize “BEN” dersiniz. Bu
gördükleriniz “Birbirlerine Göre Var” olan bir
görüntü oyunudur. Şuna dikkat edin: Gözlerinizi kapatıp, iyice yoğunlaşıp Kendinizi Hissettiğinizde BEN derken aynada gördüğünüze
BEN demiyorsunuz. O zaman bir hisse BEN diyorsunuz. İşte O HİS; yetkilendirilmiş, sınırlandırılmış, kayıtlandırılmış, kayıt verilmiş Allah’ın
Kendi Hissetmesi’nden verdiğidir, siz ona BEN
dersiniz. O tamamen şudur: Biz de hissedelim
diye Ruhu’ndan üfledi, Hissi’nden verdi, ondan
yararlanmamızı lütfetti. Ve biz de hissediyoruz...
Hissedişimiz o yüzden müstakil bir His değildir! Allah’ın Hissetmesi’nden bize de verdiği bir
His’tir, dışında (dûniHİ) bir His değildir, Allah’ın
Hissi’nin içinde, bize verdiği bir His’tir. Bu yüzden ayet bize; “dışarıda müstakilen seslendikleriniz yalandır. Onları “Müstakil Var” saymak
tanrılıktır, o da yalandır, öyle bir şey yok: Onlar
hep bana gelecek, hepsi benden korkuyor, hepsi
bana yol arar, yanılma!” diye bizi uyarıyor.
42
YILMAZ DÜNDAR
“DuniHi” algı hakkında bu konuştuklarımızla
ilgili bir ayetle konuyu özetlemiş olalım. Dinini
öğrenmek ve öğretmek, dini yolunda ikan sahibi olmak için bölgesini terk etmiş Ashab-ı Kehf
delikanlıları vardır. Ayet onları anlatıyor:
“Onların kalblerine rabıta koyarak metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında)
ayağa kalkarak dediler ki: “Rabbimiz Semavat ve
Arz’ın Rabbidir. O’nun yanı sıra dûniHİ (algı ile)
ilah (müstakil varlıklar) kabullenmeyiz. Yoksa
saçma sapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz dûniHİ (algı ile) ilahlar (müstakil varlıklar)
kabullendiler. Bari bu ilahları (müstakil varlıkları) kabullenişlerine açık bir delil getirseler (ama
ne mümkün)! Allah üzerine yalan düzerek ifade
edenden daha zalim kimdir? (Kehf; 14-15).
Öğreniyoruz ki; DÛNİHİ ALGI bir yalandır!
“İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” ayetini işlerken gördüğümüz bir şeyi hatırlatayım: İyi bir
müslüman, iyi bir mü’min olma kuralları içerisinde mesela yalan söylememek vardır. Bu kural “insanların birbirlerine yalan söylememeleri”
anlayışı üzerine bina edilerek anlatıldığı için insanlar perdeleniyor. Çünkü, Muhammedi olmayan birisi de insanlara yalan söylemiyor olabilir.
O zaman bu tez düştü demektir! Bu konulara
öyle yaklaşacaksınız ki, öyle anlatacaksınız ki
Muhammedi olmayan yapamasın. Aksi halde
Efendimiz’e ayıp oluyor...
43
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Yalan söylememek, “Allah’a yalan söylemeyin” ayetleriyle anlatılandır. Ve bize öğretiliyor
ki; bu dûniHİ algı bir yalandır:
“Zann’dan sakının, çünkü zann yalanın ta
kendisidir.”
Efendimiz (SAV) böyle buyurmuşlardır. Ve:
“De ki: Allah üzerine yalan uyduranlar elbette iflah olmazlar.” (Yunus-69).
DuniHİ algıyı ve zann’larını bir iftira ve yalan
olarak Allah’a yöneltenler ölümleriyle birlikte bu
yalanlarından dolayı hesap vermeye başlayacaklardır:
“Allah üzerine iftira eden veya O’nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? İşte
onlara Kitap’tan kendi nasipleri erişecektir. Nihayet onları vefat ettirmek için Rasullerimiz
kendilerine geldiği vakit: “Dûnillah (algı sonucu
müstakilen var ve muhtar zannederek) isimlendirdikleriniz/çağırdıklarınız nerede?” dediler...
(Onlar da) “Bizden kaybolup gittiler” dediler ve
(böylece) kafir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.” (A’raf-37).
“Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannettiğiniz) şeyler (neredeler?). Dediler ki: “Bizden kayboldular. Hayır, biz zaten daha
önce böyle bir şeyi çağırmamıştık.” Allah kafirleri böyle saptırır.” (Mü’min-74).
Bir kez daha vurgulayalım ki: İlgili ayet ve
hadislerden öğrendik ki, dûniHi algı ve zann’lar
ancak yalan ve iftiradır; YOKTUR! Yani Allah’ın
44
YILMAZ DÜNDAR
dışı, dış kısmı var zannetmek ve ona göre de
hayat oluşturmak YALAN ve İFTİRAdır. Çünkü
böyle bir şey yoktur. Bu çerçevede bir uyarı:
“Hakkında ilmin olmayan (delilin bulunmayan) şeyin peşine düşme/rehber edinme. Muhakkak ki; sem’, basar ve fuad (sistemlerin), işte
onların her biri ondan mes’uldür.” (İsra-36).
Dünya hayatı dûniHİ algı ve zann’ları üzerine
kurulu olduğundan bu düzendeki bir çok bilgi
türü işitme ve görme sistemleriyle alınır; fuad
da bu zann’lara göre sonuçlar üretir. Sonra bu
sonuçları beyne gönderir, yönlendirir ve fiile çevirir. Böylece dûniHİ algı kuvvetlenir. Bu sebeplerden dolayı bilgilerin arka yüzünü göremiyorsa
inanan kişi bu bilgilerin peşine düşmemelidir.
Ayetin bize yaptığı önemli uyarı, vurguladığı
ana bilgi; hiç bir inceleme, hiç bir araştırma yapmadan “dûnillah bilgi”nin peşine düşüyor olduğumuzdur. Elinde bir delilin yok ve biz sana bir
DELİL gönderdik, niye O’na koşmuyorsun? Niye
elinde bir delili olmayanın peşindesin? Uyarıldığımız budur!
Bir parantez açmak istiyorum: Dışarıdaki
bilimsel sisteme göre çeşitli mertebeler kazanmış, bunu o disiplinlere ait yol ve yöntemleri
kullanarak eserleriyle kanıtlamış kişileri bazen
açık oturum benzeri programlarda dinliyoruz.
Konu bir yerinden gelip dine dayanıyor ve hemen hepsi İslam’a karşı bir hüküm veriyorlar.
Bu hükmü verirken de şöyle bir cümle kuruyor:
“Bilmem, incelemedim ama...” Şu ayıba bakın!
45
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Hayatın boyunca özellikle seni ilgilendiren her
şeyi tam inceliyor ve o konuda konuşuyorsun
ama bunu incelememişsin, buna rağmen de
hüküm veriyorsun! Ne kadar enteresan... Yetki
onda, yani köyün delisi ve değnek onda, İslam’ı
hiç incelemeden hüküm veriyor. Kendi alanında
bilmeden incelemeden konuşana şiddetle tepki
gösteriyor, ama kendisi İslam’la ilgili hemen hüküm veriyor, hemen reddediyor, hemen kınıyor.
İşte bu; elinde bir delili olmadan dûniHİ algı ve
zann’larının peşine düşmüş insandır! Ayet ona;
“elinde bir delilin yok, niye o zannın peşine düşüp hayatını bununla geçiriyorsun?” diyor.
“Ey, iman edenler! Zann’ın çoğundan (haddi
aşan kısmından) sakının/kaçının. Muhakkak ki,
zann’ın bir kısmı günahtır.” (Hucurat-12).
Ayet ne kadar açık. Zannın bir kısmı yasal ve
biz onunla doğruyu öğreniyoruz. Ama; doğruyu
öğrenelim diye verilen zann yetkisini Allah’ın
dışında müstakil bir güç zannederek kullanınca, kişi bunu Allah’a karşı kullanıyor; Allah’ın
verdiğini Allah’a karşı kullanıyor. “DûniHİ” algı
ile yaşayan böyledir. “Billahi” ise; Allah’ın verdiğini Allah için harcar. Muttakiler ne yaparlar?
Salâtlarını ikame ederler ve Allah’ın verdiğini
Allah için harcarlar. “Zıt” olanlar ise Allah’ın verdiğini Allah’a karşı kullanıyor. “Allah’ı tanı” diye
“yetki” verdi, “zann” verdi, “his” verdi, ama o tanımamak için kullanıyor. Hucurat-12 bunun için
sesleniyor: Ey, iman edenler! Zannın çoğundan
(haddi aşan kısmından) sakının...
46
YILMAZ DÜNDAR
Zann vehim kapsamındadır, yasal yanlıştır.
Kaçınmamız önerilen zann ise vehmin zulmetidir; vehim kanunlarıyla haddi aşmaktır. “Zannın
Çoğu” denilen dûniHİ algıdır:
İşte bu gerçeği görün. Ve lütfen: “O halde
nefslerinizi tezkiye etmeyin (kendinizi aklamaya
çalışmayın)” (Necm-32).
“Esfele Safiliyn” o kadar kuvvetli ki, Sahibi
uyarıyor: “Yanlış yapıyorsun, kendini aklamaya
çalışma! Kur’an’ı ders yapın. Onlar Kur’an’ı tefekkür edip ders yapmıyorlar mı?” Ve ders yaptın,
öğrendin ki: Sakın nefslerinizi tezkiye etmeyin,
kendinizi aklamaya çalışmayın. Ve:
“...Hainler için hasıym (savunucu) olmayın.”
(Nisa-105).
Birisi Allah’a karşı yanlış yapıyor, o yanlışı sen
savunuyorsun. O Allah’a karşı küfür yaşıyor, hainlik yapıyorken onu savunma! Niye? Bu halin
seni batırır. Bütün bunlar beyinle ilgilidir, kurtuluş yoluyla ilgilidir, bu savunuş seni mahveder,
Kur’an’ın istediği amelleri yapamaz, yaşayamazsın, aman yanlışı savunma! Kendini ve kendi
yanlışlarını da savunma! DûniHİ algı yüzünden
insan batılı hoş görmeye, aklamaya, savunmaya çok meyillidir. Eğer bu davranışı huy edinirse
kendisini dûniHİ algıdan çıkaramaz. Batılı hoş
görmenin bir sebebi de aslında kişinin kendisinin rahat günah işleyebilmesi içindir.
47
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Kendi nefslerine hainlik edenleri savunma.
Muhakkak ki; Allah, sürekli hainlik yapanı sevmez.” (Nisa-107).
İnsan sürekli dûniHİ algıda ve aldırmıyor... Biz;
“dûniHİ müstakilen var ve muhtar yoktur” diyoruz, ama bir zavallı hem de Efendimiz (SAV)’in
lanetlediği bir yolla, dövmeyle kocaman “Ben
Varım!” yazdırmış. Yazık! Soracaklar sana, “varsan haydi” diyecekler...
Hac-62 ve Lukman-30, dûniHİ algı sebebiyle
“müstakilen var ve muhtar” zannedişlerin BATIL
olduğunu öğretti. Kur’an bize bu Batıl’ın yaşantımızdaki yerini, önemini de anlatıyor:
“(O) Sema’dan bir su inzal etti de (böylece)
vadiler kendi kaderlerince sel olup aktı. O sel
üste çıkan köpüğü yüklenmiş taşır. Bir süs veya
(diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri
şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte; Allah,
Hakk ile Batıl’a böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince o Arz’da
kalır. İşte; Allah, böyle misaller verir.” (Ra’d-17).
Bu ayette Hakk suya benzetiliyor. Suyun hayattaki yeri, önemi, yararı ve her bir işlevini düşünürseniz... Hakk’ın misali su! Batıl hızla akan
suyun üzerindeki köpüğe benzetiliyor: Su hızla
akarken sel olup akar ve köpük yapar. Köpük
ne işe yarar ki? Köpüğün sana ne faydası var?
Onunla yaşayamazsın! Diyor ki: Sonsuz hayatın
önemliyse suyu önemse, köpükle yaşayamazsın!
Devamında, “Hakk” altın, gümüş madenlerinin
işlenmesi sürecine benzetilerek; madenler eriti48
YILMAZ DÜNDAR
lirken üzerinde meydana gelen köpük Batıl’a misal getirilmiştir. Sanatkar asıl cevheri kullanıp bir
eşyaya çevirir, köpüğü de alır atar... Dikkat edin,
Diyn Günü, o zor günde, o şiddetli günde...
Diyn Günü deyince, anın mübarekliği ile ilgili
bir dua yapalım: Eşhedü en La ilahe illAllahu ve
eşhedü enne Muhammeden abduHU ve rasuluHU. Allahım, temizlenmiş ve tövbe etmiş, Sıratı
Müstakıym’ine dahil olmuş, kendisinde bir korku ve mahzunluk bulunmayan, nefs-i mutmain
salih kullarından eyleyiver biz kullarını Allahım.
Allahım, o zor günde, diyn gününde, o şiddetli günde senin huzuruna kalbi selim ile gelmiş,
kendisinde bir korku ve mahzunluk bırakmadığın, yüzünü nurunla nurlandırdığın, kitabını
sağ tarafından verdiğin, mizanında sevabı ağır
gelen, cehennem ateşinden koruduğun, cennetinle mükafatlandırdığın; Rasulullah, Nebiullah,
Habibullah Efendimiz Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi vesellem’e komşu eylediğin;
Cemalullah’la şereflendirdiğin mutlu kullarından eyleyiver biz kullarını Allahım. Âmin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve
Ademe ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve
ma beynehüm minen Nebiyyine vel Murseliyn.
Salavatullahi ve selamuHU aleyhim ecmaıyn, birahmetike ya erhamer rahımiyn, vel hamdü lillahi rabbil alemiyn. El-Fatiha.
Metal işleyen sanatkarın işe yarayan kısımdan alıp köpüğü atışı gibi, o zor ve şiddetli
günde de; işe yarayan kısım cennete, köpükler
cehenneme! Köpük olmayalım... O zor günde
49
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
öyledir! “Allah, böyle misaller verir ama, misalleri okurlar da, anlamayıp beğenmezler, “böyle
de misal mi olur, ben daha iyisini veririm” derler.
Siz öyle demeyin, anlamaya çalışın...” Rabbimiz
böyle buyuruyor.
DûniHi algı ve zann’larına, yaşanan hayata
dair Kur’an’dan örneklerle devam edelim.
“(Rasulüm) onlara misal olarak şu iki adamı
anlat. Bunlardan birine iki üzüm bağı verilmiş,
etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da
ekinler bitirmiştik. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. İkisinin
arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Bu adamın
başka geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: “Ben, servetçe daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha
güçlüyüm.” Böylece nefsine zulmederek bağına
girdi ve şöyle dedi: “Ebediyen bunun yok olacağını zannetmiyorum.” “Kıyametin kopacağını
da sanmıyorum. Şayet Rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, (orada) bundan
daha hayırlı bir akıbet bulurum.” Arkadaşı ona
hitaben: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan
Allah’ı inkar mı ettin? Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.” “Keşke bağına girdiğinde “MaşaAllah, La
havle ve La kuvvete illa Billah” deseydin ya! Eğer
malca ve evlatça beni kendinden güçsüz görüyorsan (şunu bil ki:) “Belki Rabbim bana senin
bağından daha iyisini verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağın kupkuru bir
50
YILMAZ DÜNDAR
toprak haline gelir.” “Yahut bağının suyu dibe
çekilirde bir daha onu arayıp bulamazsın.” Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece,
bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini
oğuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. “Ah, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım!” diyordu. Kendisine destek için
Dûnillah (algısı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiği) bir güç çıkmadı ve böyle bir gücü
kendisinde de bulamadı. İşte burada yardım ve
dostluk Hakk olan Allah’a mahsustur. Mükafatı hayrlı olan, akıbet olarak hayrlı olan O’dur.”
(Kehf; 32-44).
Hızlı ve kısa bir analiz yapalım: Bir putun başında değiller, normal işleriyle meşguller, yani
ikisinden biri bir put sahibi değil. Öyle zannedersek ayeti kendimize, günümüze taşıyamayız.
Ayetteki olay tamamen bizim günlük yaşantımızdır. Diyor ki: “Servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.” İnsan sayısı geçmişte özellikle önemli bir
özellikti. Günümüzdeki gibi güvenlik birimleri
ve demokratik kurumlar yoktu. Kişiyi koruyacak
olan kendi askerleri, yani oğullarıydı. Yani insan
sayısı, para-pul, arazi gibi bir güçtü.
“Ben servetçe senden daha zenginim, insan
sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.”
Bu cümlede bir kıyas yapıyor ve karşısındakini
küçümsüyor; bu bir Mütekebbir Bakış’tır. Bu
yüzden ayet; “Böyle diyerek, nefsine zulmederek
bağına girdi” diyor. NEFSİNE ZULMETMEK için
çarpıcı bir mana verelim: Nefsine zulmetmek
51
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Allah’ı inkar etmek demektir. Bu cümlesi için
ayet diyor ki: “Allah’ı inkar ederek bağına girdi”
Mütekebbir bakışla kıyas yapan devam ediyor:
“Kıyametin kopacağını sanmıyorum. Diyelim ki
koptu, orada da şanslı olurum. Öyle bir şey varsa
da her şeyin en iyisi yine benim olur.”
Bu söylediklerine şimdi arkadaşı cevap veriyor. Ancak unutmayınız, ikisi konuşurlarken
bir putun başında değil: “Seni topraktan, sonra
nutfeden yaratan, sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?’ Bir arkadaşınız
size böyle konuşsa ona “sen Allah’ı inkar ediyorsun” der misiniz? Ayet diyor! O manaya geliyor
çünkü. O günkü putlar bizim perdemiz olmasın.
Ayetleri, misalleri hep o putlarla ilişkilendirirseniz putunuzu bulamazsınız. Başkasının putuna
bakarsanız kendi putunuzu bulamazsınız.
“Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan,
sonra seni bir adam biçimine sokan Allah..” derken aslında büyük bir ilim ortaya koyuyor, günümüzde bile bilim henüz oralara gelmedi. Ama
o Allah’ın verdiği ilimle, o bilimle bir sıralama
yapıyor: Seni topraktan... Ta topraktan yaratılışa gitti! Sonra bir nutfeden, bir spermden yaratan! Bu sıralamada yaratılışa tarihsel bakış var:
Topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra seni
adam kılığına sokan; yani o haline “BEN” dedirten (Kendi Hissi’nden sana verip “BEN” dedirten) Allah’ı inkar mı ettin?
Keşke bağına girerken bunları söyleyeceğine “MaşaAllah, La kuvvete illa Billah” deseydin.
52
YILMAZ DÜNDAR
Yani dûniHİ algıda olmasaydın; kendini Allah’ın
dışında sanmasaydın. Her şeyi verenin Allah olduğunu, Allah’ın izniyle olduğunu, Allah’ın emriyle olduğunu bilseydin ve O’nun dışında var
zannedilen müstakil güç ve kuvvetlere “La ilahe”
deseydin. Allah’a dönüp “İllallah, İlla Billah” deseydin. Ve sonuçta bütün bunlar bize ders oluyor, ayet bize ders veriyor.
Her şeyini kaybettikten sonra kişi, “Ah, keşke
ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım”
diyor. Günümüzde bunu diyecek de azdır... İflas
edenler böyle mi diyor? “Şuna para vermeseydim, şuraya şöyle yatırsaydım” diyerek işi yine
dûniHİ analizle çözüyor. Ayetteki bu kişi iflas
etmesinin sebebini burada buldu. O eğer sonra
tövbe eder, düzelirse ayrı. Ama bu son pişmanlıkla böyle ölürse firavun gibi kaybeder. Firavun
ölürken “Musa’nın Rabbine inandım” dedi, ama
geçmişti. İnanmak şarttır, ama yeterli şart değildir, inandıktan sonra amel lazımdır. kurtaracak
olan ameldir. Günümüzde tasavvuf adına ameli,
yani Efendimiz (SAV)’in şeriatını önemsemeyen;
İslam’ı, tasavvufu böyle anlatan yaklaşımlar çok,
sakın tuzağa düşmeyin. İnanmak sizi doğru yola
sokar, ancak girdiğiniz bu doğru yolda araba
amelle gider. Eğer inanmak kurtarsaydı firavun
kurtulurdu: “Musa’nın anlattığı Rabbe teslim
oldum, O’na müslimlerdenim” dedi. Ama bu
imana ait bir amel yapamadı, kurtulamaz. İman,
sonra amel! İman ve Salih Amel beraberdir, ayrılmazlar.
53
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Keşke Rabbime ortak koşmasaydım” diyor.
Bunu bir putla ilgili olarak söylemediğine göre
neyi ortak koştu? Allah’ın dışında bir güç varmış sanışını ortak koştu; yani Dûnillah idrakını!
Ayete bakın: “Başına gelenlerden sonra Dûnillah
(algısı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiği) bir güç çıkmadı ve böyle bir gücü kendisinde de bulamadı.” Siz ayette Dûnillah için bu
manayı vermezseniz ayeti anlamak mümkün olmaz. Meallerde “Kendisine Allah’tan başka yardım edecek çıkmadı” diye yazılıyor. Bu durumda
Allah’ı çokluk alemine indirmiş olursunuz. Yani
“amcasından başka yardım eden çıkmadı” der
gibi bir mana oluşur. Bir de bu mealden Allah’ın
ona yardım ettiği anlaşılır. “Kendisine Allah’tan
başka yardım eden çıkmadı” cümlesi bir bakışla
“ona Allah yardım etti” manasına gelir ki, yanlıştır. İleride göreceğiz, ayetler bize “dûniHİ veliler,
dostlar edinmeyin” diyor. “DûniHİ bir veli bulamadı” değil de mealen “Allah’tan başka dost bulamadı” derseniz, “ona Allah dost oldu” anlamı
bile çıkar. “DûniHİ veli bulamadı” demek, “müstakilen var ve muhtar zannettiği gücü bulamadı” demektir. Var zannediyordu ama gelmedi,
kayboldu, silindi:
“Hakk geldi, Batıl silindi. Muhakkak ki, Batıl
silinmeye çok mahkumdur.” (İsra-81).
Kehf Suresi 32-44.ayetleri ders yaptık: Kıyas,
küçümseme, mütekebbir bakış, nefse zulüm,
dûniHİ güç ilanı, kıyameti inkar, ahirete imansızlık, yaratılış süreci, dûniHİ algıyı red ve Billahi
manasına sığınış, Allah’a asıl ortak koşulan şeyin
54
YILMAZ DÜNDAR
itirafı ve itirafın peşine dûniHİ algının bir yanılgı
olduğunun yaşanarak öğrenilmesi ve Dûnillah’ın
karşısına Hakk’ın çıkışı: Dûnillah’ın karşısına Billah! Şimdi ayet bize doğruyu tekrar hatırlatıyor,
öğretiyor: “İşte burada yardım ve dostluk Hakk
olan Allah’a mahsustur. Mükafatı hayrlı olan da,
akıbet olarak hayrlı olan da O’dur.”
Bir başka örneği de Kasas Suresi’nden verelim:
“Muhakkak ki; Karun, Musa’nın kavmindendi
de onlara, haddi aşıp zulmetti. Ona öyle hazineler
vermiştik ki onların anahtarları(nı taşımak dahi)
güçlü-kuvvetli bir topluluğa zor gelirdi. Hani
kavmi ona dedi ki: “Şımarıp sevinme, muhakkak
ki; Allah, şımarıp taşkınlık gösterenleri sevmez.”
“Allah’ın sana verdiklerinde ahiret yurdunu iste,
dünyadan da nasibini unutma! Allah sana ihsan
ettiği gibi sen de ihsan et! Arz’da fesat isteme.
Muhakkak ki; Allah, fesatları sevmez.” (Karun)
dedi ki: “O (hazineler) bana ancak indimdeki bir
ilim üzere verilmiştir.” Bilmiyor muydu ki; Allah,
kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak
etmişti. Mücrimler günahlarından sual edilmez.
Derken, Karun, ihtişamı içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını tercih edenler: “Keşke Karun’a verilenlerin benzeri bizim de olsaydı;
doğrusu o çok şanslı!” dediler. Kendilerine ilim
verilenler ise dedi ki: “Yazıklar olsun size! İman
edip salih amel yapana Allah’ın mükafatı hayrlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur.”
Nihayet; Biz, onu (Karun’u) da, sarayını da yerin
55
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
dibine geçirdik. Kendisine destek için dûnillah
(Allah’ın dışı algısıyla müstakilen var zannedilen) bir güç çıkmadı ve o, kendisini savunabilecek halde de değildi. Daha dün onun yerinde
olmayı isteyenler: “Demek ki; Allah, rızkı kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az.
Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı,
bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki; kafirler
iflah etmez!” (Kasas; 76-82).
Kur’an, Karun’u çok önemli bir ibret olarak
anlatır. O, Hz. Musa aleyhisselam’ın amcazadesi olarak rivayet edilir. Önce Hz. Musa’ya iman
etmiş ama sonra münafıklık yolunu seçmiştir.
Özellikleri vardır: Tevrat’ı en iyi okuyanlardandır,
kimya ve ticaret bilen birisidir, İsrailoğulları’nın
başına firavun’un görevlisi olarak geçip inananlara zulmetmiştir.
Biz Kasas Suresi’nin bu ayetlerinden ders çıkarmaya çalışalım: Deniyor ki: “Allah’ın sana
verdiklerinden ahiret yurdunu iste, dünyadan
da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi
sen de ihsan et.” Yani: Mallarınla dûnillah algıyla
davranma; Allah’ın olduğunu bil, onlar “müstakilen var ve muhtarmış” gibi davranma ve onları Allah yolunda kullan, harca, dünyadan da
nasibini unutma. Bu vurgu çok önemli ama onu
sanki yanlış değerlendiriyoruz.
“Dünyadan nasibini unutma”yı, yani ahiretle dünya arasında denge kurmayı biz Billahi ve
Dûnillah arasında denge kurmak zannediyoruz.
Öyle olunca da “dünyadan nasibini unutma”
56
YILMAZ DÜNDAR
önerisini “dûnillah’tan da yararlan” anlıyoruz.
Sakın böyle bakmayın! Size “dünyayı boş verin”
demiyoruz, şunu söylüyoruz: Dûnillah algıyla
davranmayı bırakın, kendi ihtiyacınızı da görün.
Burada mesele insanların anladığı “orta yolu tutmak” değildir. İnsanların önerdiği orta yol “Din
ile dünya arasında bir orta yol” tutmaktır ki, öyle
bir orta yol yoktur! Hem din hem dünya diye bir
orta yol yoktur! Yani hem Amentü Billahi hem
de Esfele Safiliyn diye orta yol yoktur.
Önce Hakk Yol’a gireceksin! Girdikten sonra
orada “orta yol”u tutacaksın. O yola girmeden
Esfele Safiliyn yaşantı ile Ahseni Takviym yaşantı arasında bir orta yol tutmak değildir önerilen. Böyle orta yol tutanlara dışarıda insanlar;
“Ne güzel müslüman, herkes böyle müslüman
olsa çok severiz” derler ama o şeytanın sevmesidir. Sen, Allah’ın sevmesine Talib’sen onların
“aferin”ine sakın kanma! İnanmayan birisi sana
“aferin” diyorsa kork! Çünkü tuzağa düşeceksin
demektir. Allah’a inanana, inanmayan birisi “aferin” demez, mümkün değil! Diyorsa kork!
Ayette buyurdu ki: “Arzda fesat isteme, muhakkak ki; Allah, fesatları sevmez.” Dikkat edin,
fesat çıkarmak, fesat istemek yalnızca bozgunculuk değil. Fesat Ğıll’in bir tezahürüdür, Felak
Suresi bu fesadı anlatır. Ğıll’in Hakimiyeti bölümünde inşaAllah bunu göreceğiz.
“Bu servet bana indimdeki bir ilim üzere verilmiştir.” Karun’un gösterdiği gerekçe, verdiği
cevap bu: İndimdeki bir ilim üzere verilmiştir.
57
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Aslında bu cevap günümüzün yanlış yapanından daha az bir yanlıştır. Demek ki, günümüz
çok tehlikeli. İki önemli vurguyu fark edin. Bir,
“indimdeki” diyor. Bir de “aldım” demiyor, “Allah verdi” diyor. Ama “indimdeki” diyerek kendisine bir pay çıkarıyor! Ayetteki anahtar nokta
budur: Bu bana indimdeki bir şeyle verilmiştir:
Yani, dûniHİ var ve muhtar özelliğimle yaptığım
bir şeyle bana verilmiştir. Allah’ın dûnunda (dışında algısıyla) öyle bir şey yaptım ki, Allah da
bana bu malı, serveti verdi... Kendisini Allah’ın
dışında kabul ediyor, orada da marifetli, akıllı,
bilgili kabul ediyor ve “Allah da bana verdi” diyor, bu yetiyor ona. Günümüzde belki “aferin”
denilebilecek bir söz olabilir, ama Kur’an’a göre
helak olmasını sağlayan bir kavildir bu: İndimdeki bir ilim üzere bana verilmiştir.
Onun buradaki bu iddiasına cevap veriliyor:
“Bilmiyor muydu ki; Allah, kendinden önceki nesilleri helak etmişti.” Bunları duymadı mı?
Bilakis, o zaman insanlar bu felaket ve helakları
daha çok duyuyorlar. Çünkü bu işlere çok ilgililer, o zaman din önemli bir hayat öğesi olduğu
için bu haberleri çok duyuyorlar. Peki, bu haberleri duydukları halde niye ders almıyor insan?
“Bu ders almama hali günümüzde de böyle ve
var. Geçmişin haberlerini duyduğu halde insan
özellikle Esfele Safiliyn halden ders çıkarmıyor.
Niçin? Çünkü kendisini hiç ölmeyecek sanıyor!
Bu nasıl olur? Onun bildiği tek gerçek, gözüyle
gördüğü esas gerçek ölümken bu his nasıl olur?
Bir cenazeye katılır, “herşey yalanmış, tek gerçek
58
YILMAZ DÜNDAR
ölümmüş” der, ama biraz sonra onu unutur. Cenazeye katıldığı zaman insanlara ve kendinize
dikkat edin. Sanki ölüm yalnız o kişi içinmiş gibi
cenazeye bakarız, sanki biz oraya yatmayacakmışız gibi bakarız. Ona “vah vah” deriz, kendimizi
hiç düşünmeyiz. Hastanede pek onu yapmayız.
Birisi herhangi bir sebepten hasta ve yatıyor, biz
de gittik. Hemen sorgularız: Neden olmuş, niye
olmuş. Ve tedbir almaya çalışırız. Ama bunu
ölüm için yapmayız. Bu hal dikkatinizi çekti mi?
Hasta ziyaretinde yaptığımızı ölüm için yapmayız. “Ölmeyeceğiz” zannettiğimiz için! Neden
öyle zannederi? Allah fıtratı üzere yaratıldığımız
için! Fıtratı üzere yaratıldığımız Allah ölür mü?
Hiç ölmeyeceğimizi zannetmemiz, sonsuza kadar yaşayacağımızın da delilidir. Bu kadar ölüm
görmesine rağmen ölmeyecekmiş gibi bir hisle
durması, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük izidir,
o izi hissediyor. Ama her şeyi suiistimal etmeye
alıştığı için bu hissi de suiistimal ediyor. Esfele
Safiliyn idrak yüzünden, dûnillah algı yüzünden her şeyi Allah’a karşı kullanmaya alıştığı için
o hissi de öyle kullanır: Hiç ölmeyecekmiş gibi
dünyada tedbirlerini alır, yarın öleceğini bildirin,
yine bir plan yapabilir. Ona bunu “ölmeyecekmiş hissi” yaptırıyor.
O his bizde de var ve bu yüzden biz ölümden
korkmayız. Esfele Safiliyn yapıdakiler cenaze için
gelene ve gelenlere odaklıdır: Şunlar geldi, şunlar gelmedi. Şunu getirdiler, şunu gönderdiler..
Bizim için ise Karşılayan önemlidir, Karşılayan’a
göre düşünürüz: “Ya iyi bir karşılama olmazsa”
59
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
diye... Korktuğumuz ölüm değil, karşılama merasimidir. Onu bir garanti etse, ölüm müslüman
için korkacak bir şey değildir. Onun için dûniHi
algıdakiler bizi anlayamazlar. Biz hadis ve ayetler
gereği “ölüm rabıtası” yaparız, ölümü çok düşünürüz, ölümü düşünmek bizim için önemli bir
ilaçtır. Ama onların dünyasında ölümü düşünmek hastalıktır. DûniHi idrak için ölüm korkusu tedavi edilmesi gereken bir şeydir, bizde ise
önemli bir ibadettir...
“Mücrimler günahlarından sual edilmez.”
Ayete bunu günahkara diyor. Bu çok korkmamız
gereken bir uyarıdır! Günahkar olana “günahın
neydi?” diye sorulmaz, hemen muamele başlar...
Ve sonra: “Karun’un (batıl hallerin) karşısına
Hakk geldi, Batıl silindi... “
Dünya ile ilgili noktayı Bakara Suresi koyuyor:
“İnsanlardan kimisi: “Rabbimiz, bize dünyada
ver” der. Ahirette, onun bir nasibi yoktur. Onlardan kimi de: “Rabbimiz, bize dünyada bir hasene ver, ahirette de bir hasene ver; ve bizi narın
azabından koru” der.” (El Bakara; 200-201).
Allah böyle yönelmemizi öneriyor: Dünyada bir hasene, ahirette bir hasene! Dikkat edin,
“Dünyada ver” diye yalnız dünyalık isteyenin
talebinde “hasene” yok. Çünkü “Dünyada ver”
diyenin hasene ile işi yoktur! “Rabbimiz bize
dünyada ver” derken istedikleri başkadır çünkü.
Müslüman iseniz, neyi nasıl isteyeceğinizi size
Rabbiniz öğretir ve siz onu salâtta son oturuşta
60
YILMAZ DÜNDAR
Et-Tahıyyatü ve Salli-Barik’ten sonra okursunuz:
Rabbimiz bize dünyada bir Hasene ver, ahirette
de bir Hasene ver ve bizi narın azabından koru...
“Hasene” öğrenmemiz gereken çok önemli
bir manadır. DuniHİ kapsama girmeyen, Billahi anlamında olan her türlü nasib HASENE’dir.
Siz bu manayı “iyilik, güzellik” diye çevirirseniz
olmaz. Muhammedi olmayanın da iyiliği, güzelliği var, onlar da bir şeye “iyilik, güzellik” diyor. Bu ayeti okuduğu zaman onlar bir şey anlamaz ki, çünkü kafalarındaki güzellik başka!
Esfele Safiliyn’in güzelliği ve güzelleri farklıdır...
Biz; “Allah’ım dünyada güzel şeyler ver, ahirette
güzel şeyler ver” derken “hasene” istiyoruz ki,
bu dünyanın bildiği bir şey değildir: “Allah’ım
bize dünyada dûniHİ kapsama girmeyen, Billahi anlamında olan her türlü nasibi ver” diyoruz:
Beni Billahi idrak ve yaşantısında ne tutacaksa
onu ver; fakirlikse fakirlik, zenginlikse zenginlik..
Ama Billahi olsun. Senin razı olacağın fakirlik,
razı olacağın zenginlik ver. Hasene budur. Ahirette de hasene bu manadadır: Orada da “Billahi anlamında olayım, senin huzuruna Kalbi
Selim’le gelmiş olanlardan olayım” demektir.
DûniHİ algının zann’ları sebebiyle insan, fıtratındaki ölümsüzlük hissini müstakil zannettiği
“var” haline atfeder; böylece, kendini dünyada
sürekli kalacakmış gibi bir gizli zan içerisinde bulur, bu halin onun için bir “fitne” olduğunu fark
edemez. Onun hayatta karşılaştığı en önemli
tek gerçek, kendisine göre, ölümdür. Bu gerçekle o kadar sık karşılaşmaktadır ki... İşte bu idrak
61
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
içerisinde, kendisini “müstakil varlık ve ayrıca
da muhtar” zanneden birisinin “ölüm korkusu”
yaşaması, yine bu çevre tarafından tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak kabul edilir. Bu
“ölümsüzlük hissi”ne bir de, tanrılar arasında
bir tanrı olarak yaşayan insanın hırsı ve sahiplik duygularının oluşturduğu emeller eklenince, dünya hayatını tercih etmek için bir gayret
bile oluşturmadan, kendisini bu tercihin ÖNDE
GİDEN’i olarak bulur.
“Onlar (o kafirler) ki, dünya hayatını ahirete
tercih ederler ve Allah yolundan alıkoyup onun
eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir dalâl (sapıklık) içindedirler.” (İbrahim-3).
“Kim dünya hayatını ve ziynetini irade ederse, onlara çalışmalarının karşılığını tam olarak
orada veririz. Onlar orada (dünyada) hiçbir eksiltmeye uğratılmazlar.” (Hud-15).
“Onlar ahiretten gafiller olarak, dünya hayatından zahiri bilirler.” (Rum-7).
Bu bizim için önemli bir uyarıdır. Rabbimiz
buyuruyor: Bahsettiğimiz tercihi yapanlar ahiretten gafil olarak dünya hayatından zahiri bilirler. Yani; ahirete iman etmezler! İman ediyor
gibi olsalar da, ahiret hakkında bir bilgileri ve
korkuları yoktur. “Dünya hayatından zahiri bilirler” ifadesi bir grup oluşturuyor, böylece de
biz, kendimiz için test yapabileceğimiz ve ipucu
yakalayacağımız önemli bir bilgi öğreniyoruz.
Dünya hayatından zahiri bilenler grubu, gözüyle
62
YILMAZ DÜNDAR
gördüğü kadar düşünenlerdir. Şimdi onları sınıflandırıp kendimiz için bir de test yapalım.
“Zahiri bilmek” görmekle ilgilidir; gözüyle
görebildiği kadar düşünebilmektir, bir manası
da budur. Onlar dünyadaki dünya hayatından
her şeyi bilmezler, ancak zahiri bilirler; gözleriyle
görebildiği kadar düşünebilirler, onların düşünmeleri için görmeleri lazımdır. Bu bahsettiğimiz
gruba GÖZÜYLE YAŞAYANLAR girer. Bu hataya
zaman zaman hep düşeriz, önemli olan düştüğümüzü fark edip çıkmaktır. Ama bu gözüyle
yaşama sürekli haldeyse kişi çok büyük tehlikede demektir. Gözüyle yaşayan kimdir, gözüyle
yaşamak nedir? Gözüyle yaşamak bize insanın
“Birbirlerine Göre Var” özelliğini hatırlatır. İki
tane “var” söylemiştik: Birisi “Kendinde Kendine
Göre Var” olandır ki, bu; kişinin NEFS dediğidir.
Diğeri de “Birbirlerine Göre Var” olandır. Gözüyle yaşayanlar, “Birbirlerine Göre Var” özelliğe
göre yaşarlar. Gördüğü kadar düşünen gruptakiler “Birbirlerine Göre Var” oluşun tam perdelediği insanlar olup “At Gözlüğü” takmışlardır.
Bunların İMAN açısından, yani Esas Bilgi açısından “At Gözlüğü” taktıklarını hemen fark ederiz.
Bir işin esasını göremeyenler, bize göre, iman açısından “sabit fikirli” diyeceğimiz bir şekilde gördüklerine takılmışlardır. Bu tür kişiler ne yapar
biliyor musunuz? Önce gözüyle görür, sonra da
gözüyle gördüğünde perdelenir. Onların değerlendirme kriterleri de bu görüş ve bu perdeliliğe
göre olur. Bir kişi ve bir şey hakkında düşünce ve
konuşmaları gördüklerine göredir: Güzel, çirkin;
63
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
şişman, zayıf... Aaa şöyle, aaa böyle, şurası şöyle,
kıyafeti böyle...” Ve bunlar onun günlük gündemidir, hatta sohbet konusudur. Onunla insanları böler, sonra da Müslümanlara “bölücü” der.
Onlar aslında “Allah’a karşı küfür” olan şeylerle
sürekli kendilerini bölerler. Çünkü gözüyle yaşıyorlar. Bir de “Düşündüğü Kadar Görebilenler”
grubu vardır. Düşündüğü kadar görebilenler
kendi içlerinde iki gruba ayrılırlar: İlk gruptakiler
düşündüğü kadar görür. Ama gördüğü o noktadan sonra gördüğü kadar düşünmeye başlar.
Çünkü El Hüsna’yı, Allah’ın Kanunları’nı görüp
tasdik etmemiştir, ulaştıklarını Allah’tan bilmemiştir. Bu haliyle de tekrar “Gözüyle Yaşayan”
hale düşmüştür. Bu tarzda yaşayanlardan öyleleri vardır ki, gözüyle yaşayan insanlardan farklı
olarak “düşündüğü kadar görebiliyor” özellikleriyle tanındıkları için çok itibarlıdırlar. Eğer o
yaşantıyı grafikleştirirsek, grafikte pik yapmışlardır. Gözüyle yaşayanlardan farklı oldukları için
onlara hürmet de edilir, “bilim adamı” da denir.
Çünkü “düşündüğü kadar görebildiği” bir nokta
var. Ama; düşündüğü kadar görünce o gördüğü
ile düşünmeye başlar. Yani düşüncesiyle ulaştığı,
gördüğü noktada ne görmüşse o kadar düşünmeye başlamış, o gördüğüyle perdelenmiştir.
Geldiği noktada o, düşünerek gördüğü ile düşünmeye başlar. Diyelim ki, bulunduğu yerden
bakıp, düşünüp, hesap ederek kara deliği gördü,
o gördüğüyle perdelenir ve gördüğü kadar düşünmeye başlar. Yani, sonuçta gördüğü kadar
düşünmekten kurtulamaz. İlk gruptakiler gör64
YILMAZ DÜNDAR
düğü kadar düşünüyor, bu rutin yaşayıştır. Bunlar ise düşündüğü kadar görüyor ama bir yere
kadar. İlk gruptaki insanların önemsediği, farklı
birisi dediği bu kişiler bir noktada gördüğüyle
perdelenir. Çünkü; gördüğüyle El Hüsna’yı, Allah
Kanunları’nı tasdik edemez, düşündüğü kadar
gördüğü o noktayı Allah’a bağlayamaz, Allah’tan
bilemez. Bu yüzden, bulduklarıyla Allah’a ulaşamaz ve işi kesretten bir sebebe bağlar. Doktorun bir sonuca ulaşamayınca işi genellikle strese
bağlaması gibi, bunlar da gördükleri şeyi bir şeye
bağlamayınca TESADÜF’e bağlayıp işin içinden
çıkarlar. Halbuki ne kadar enteresandır: Bu kişi
incelediği konuya çok yüksek bir bilgi sahipliği
ile başlar, sonra bilimden uzak bir son cümle
ile bitirir. İşe başlarken çok yüksek bir bilimsel
seviyeden başlar, bir şey bulur, sonra hiç bilime
uymayan “tesadüf” kelimesiyle işi bitirir, böyle
de bir ironi içerir. Böylece; Leyl Suresi 8, 9 ve 10.
ayetler kapsamına girer.
“Kim cimrilik eder (Allah’ın Hakk’ını vermez)
ve müstağni olursa (bu halden kurtulmaya çalışmazsa) ve el-Hüsna’yı (Allah kanunlarını ve
Kelime-i Tevhid’i) yalanlar (görmezden gelir) ise,
ona el-Usra’yı (en zoru, Hakk’dan perdeli yaşamayı) kolaylaştırırız.” (Leyl; 8-10).
Düşündüğü kadar gören bir grup daha vardır
ki, bunlar yola Allah’ın düşündürdüğü ile başlar, dûniHİ değil! Dikkat edin, dûniHİ başlayan
dûniHİ bitirir, sonuca da “tesadüf” der. Ama bu
grupta dûniHi başlanmaz, “Ma tevfîkiy illa BillaHi” kuralı vardır! Bilir ki, herşeyi Allah’ın lütfu65
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
dur, Allah’tandır, Allah’ın emriyledir. Bu kul yola
böyle başlar. “Müstakilen var ve muhtar olan
ben” demez, öyle başlayamaz. Düşündüğü kadar gören bu grup yola Allah’ın düşündürdüğü
ile çıktığı için; onlar Allah’ın gösterdiğini görür.
Böylece, idrakı Allah’a daha da yakınlaşır, bu hali
sürekli yapar da yapar... Bu grupdaki insan da
Leyl Suresi 5, 6 ve 7. ayetler kapsamına girer:
“Kim verir ve korunursa (müstakil zannettiği varlık iddiasını ve onun mallarını, Allah’ı tercih ederek Allah’a geri verirse ve müstakil varlık iddiası şerrinden korunursa) ve el-Hüsna’yı
(Allah’ın kanunlarını ve Kelime-i Tevhid’i) tasdik
ederse; ona el-Yüsra’yı (en kolayı, dünya ve ahiretin cennet halini) kolaylaştırırız.” (Leyl; 5-7).
Leyl Suresi ayetlerinde geçen “cimri”nin tüm
özellikleri şu başlığın altındadır, zaten bu cimrilik nedeniyle diğer cimrilikler olur: “Müstakilen
varım ve muhtarım” duygusunu Allah’a bir türlü
veremez! İşte ESAS CİMRİ budur: “Allah var, ama
ben de varım, ben de şöyleyim” diyerek müstakilliği ve muhtariyeti duygusunu bir türlü Allah’a
veremez! Cimridir! Çünkü Muhtariyeti Tercih
Gücü’nü haddi aşar şekilde sahiplenir ve kullanır. Ayette “Kim verir ve korunursa” denilenler, o
gücü haddi aşar şekilde kullanmayı TERK edenlerdir. Bu terk Allah’a vermektir, “Allah için kullanmak” budur: Kim Allah için kullanırsa, böyle
verir ve korunursa, diye bu müjdeleniyor.
İnsanlardaki idrak farklılığından kaynaklanan
bu gruplandırma Leyl Suresi 4. ayette belirtilir:
66
YILMAZ DÜNDAR
“Muhakkak ki; sa’yınız (çaba ve çalışmalarınız, idraklarınız) elbette muhtelif/başka başkadır.”
Önceliği dünya hayatı olup, bu tercihte “önde
giden”e karşılık “Amentü Billahi” diyen şöyle der:
“O’nun ortağı yoktur. İşte bununla emrolundum. Ve ben müslimlerin (Allah’a teslim olmuşların) ilki (önde gideni)yim.” (En’am-163).
İki tane önde giden var! Birisi, hiçbir gayret
sarf etmeden dünya hayatındaki tercihiyle önde!
Diğerini Kur’an bu ayetiyle bize öğretiyor: O’nun
ortağı yoktur, işte ben bununla emrolundum ve
ben Allah’a teslim olmuşların önde gideniyim.
Esfele Safiliyn’e reddedilen insan, kendisini
dûniHi algı içerisinde bulunca, bu halin doğal
sonucu olarak idrakı seviye ölçerde aşağıların
aşağısına düştü. Aşağıların aşağısındaki idrakın
dûniHi algı ile ürettiği zann’lar “emel”e, emeller
“hırs”a, hırslar “sahip olma” yarışına dönüşür.
Dönüşünce, “ahiret hayatı yok” dercesine dünya
hayatını her ne pahasına olursa olsun “öncelikli
ve tek tercih” yapan insana bu da yetmedi de, o
Allah’ı ve O’nun Diyni’ni alay ve eğlence konusu
yapmıştır. Aşağıların aşağısındaki bu insanlara
karşı korunmak isteyenleri Kur’an uyarmaktadır.
“(Rasulüm) onlara dünya hayatının misalini
ver. (Dünya hayatı) Sema’dan indirdiğimiz bir su
gibidir ki; onunla Arz’ın nebatı birbirine karıştı.
Derken (o bitki) rüzgarın savurduğu çöp kırıntısı haline geldi. Allah her şeye muktedir’dir. Mal
67
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak
olan salih ameller ise Rabbinin indinde sevap
olarak daha hayrlıdır. Emel olarak da hayrlıdır.”
(Kehf; 45,46).
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen
ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete duçar
olmaması için Kur’an ile nasihat et: Dûnillah
(algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiği güçlerden) dost ve şefaatçi bulamaz. O
bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan
kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahları)
yüzünden helâka sürüklenmiş kimselerdir. İnkar ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan
ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.”
(En’am-70).
DûniHÎ bir dost, yardımcı ve şefaatçi yoktur.
Çünkü dûniHİ algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannedilen güçler, dost, yardımcı ve şefaatçi olabilecekleri düşünülenler, her ne olursa
olsunlar, İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretidirler; yani Allah’ın kullarıdırlar. Hepsini yaratan
Allah’tır, her hallerinin hükmünü veren Allah’tır,
Mülk Allah’ındır.
“De ki: “Dûnillah (algı sonucu müstakilen var
ve muhtar zannedip) çağırdıklarınızı gördünüz
mü? Gösterin bana, Arz’dan ne yarattılar?” (Fatır-40).
“Ey, insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi
dinleyin. Dûnillah (algı ile müstakilen var ve
muhtar zannederek) çağırdıklarınız, onun için
68
YILMAZ DÜNDAR
bir araya toplansalar bir sinek dahi yaratamazlar! Sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan
kurtaramazlar. İsteyen de, kendisinden istenen
de acizdir.” (Hac-73).
“Allah, Bil-Hakk hükmeder (hükmü gerçektir). DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannederek) çağırdıkları ise hiçbir şeye
hükmedemezler (batıldırlar). Muhakkak ki; Allah, Semiy’ul Basıyr’dir.” (Mü’min-20).
“Dunillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannederek) çağırdıkları, kendileri
yaratılıyor(ken) bir şey yaratamazlar.” (Nahl-20).
“Bu Allah’ın yaratışıdır. Haydi gösterin bana,
dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar
zannedilen)lerin ne yarattığını? Hayır, zalimler
apaçık bir dalalet içindedirler.” (Lukman-11).
Kullara “müstakil olarak vardır ve muhtardır”
etiketini batıl olarak yapıştırıp, sonra da bu etiketten yardım bekleyenin insanın kendisi olduğunu Kur’an bize öğretiyor.
“Belki kendilerine yardım olunur ümidiyle,
dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güç zannedip, bunları da) ilahlar edindiler.
(Müstakilen var ve muhtar zannedilenler) onlara yardım edemezler. (Aksine) kendileri bunlara
(müstakilen var ve muhtar zannettiklerine) yardıma hazır asker (olarak, onları var gösterenler)
dir.” (Yasin; 74, 75).
DûniHi algı ile “müstakil var” statü oluşturup, sonra da bu statüden dostluk, yardım, şefa69
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
at gibi şeyler beklemenin boş bir meşguliyet olduğunu şu ayetler, öğüt almak isteyen için, vurgulamaktadır: Bakara-107, Nisa-123, En’am-51,
A’raf; 3 ve 197, Tevbe 116, Yunus-18 Hud; 20 ve
113, Ra’d-11, İsra; 56 ve 97, Kehf; 26 ve 58, Hac12 Şu’ara-93, Ankebut-22, Ahzab-17, Secde-4,
Zümer; 38 ve 43, Şura; 6, 9, 31, 46, Zuhruf-86,
Ahkaf; 28 ve 32, Nuh-25.
Bize bir örnek veren şu ayete birlikte bakalım:
“Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannettiklerini) dost edinenlerin misali,
bir ev edinen dişi örümceğin misali gibidir. Muhakkak ki, evlerin en evheni (en zayıfı) elbette
dişi örümceğin evidir. Eğer bilselerdi...” (Ankebut-41).
“Muhakkak ki; Allah, dûniHi (algı sonucu)
yöneldiğiniz şeyleri bilir.” (Ankebut-42).
Ankebut-41’de bize bir dişi örümcek ve evi,
yani ağı örnek verilmektedir. Örümceğin evinin
özelliğini düşünürsek ayetin bize gösterdiği dersi çabuk yakalarız. Yürürken, hiç fark etmeden
bir örümcek ağına çarpıp geçtiğiniz olmuştur.
Bir: Demek ki, onun evi gözükmüyor, belirsiz.
İki: Örümceğin ağı kalıcılığı olmayan bir evdir.
DûniHİ algı; görünmeyen, izi olmayan, yok olan
bu ağa benzetiliyor. Ve bu evin bir başka özelliği
daha var: Görünmez, ama içine gireni avlar, yem
yapar! İşte “dûnillah algı” da böyledir; gerçek
evle kıyasladığınız zaman bir işe yaramaz, göze
görünmez ama fark etmeden içine dalarsanız,
girerseniz sizi yakalar, av yapar, yok eder...
70
YILMAZ DÜNDAR
Her ne şekilde olursa olsun bir kul’a “müstakilen var ve muhtar” muamelesi yapmayı Kur’an
yasaklar. Mekke müşriklerinin cansız putlarından günümüzün canlı putlarına kadar ne varsa!
“Allah’a yaklaşmayı gerçekleştirecek” iddiası ile
bile olsa bu muamele yasaktır!
Mekke müşrikleri, putları kendilerine göre
Allah’ı inkar saymıyordu. Allah inançları vardı
ve “putlar bizi O’na yaklaştırıyor” diyorlardı. Bu
yüzden, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in
açıkladığı Allah’ı reddettiler, “Billahi” tanımı kabul etmediler. Allah’a inanıyorlardı ama inandıkları Allah, uydurdukları bir Rabb’di. Öyle olunca
da Efendimiz (SAV)’in açıkladığını kabul etmediler; yani “dışı olmaması”nı kabul etmediler, “Dışı”
haline “La ilahe” denmesini kabul etmediler. Günümüze gelelim, günümüz yaşantısındaki canlı
putlara gelelim: Eğer dûniHİ algıdaysanız, “Şu
kişi beni Allah’a yaklaştırıyor” diye düşünmenin
farkı olmaz! Mekke müşrikleri de puta aynısını
diyordu! Onların söylediğiyle bu cümlenin bir
farkı yoktur! “Beni yaklaştırıyor” dediği kimseyi
Allah’ın dışında “müstakilen var ve muhtar” görüp de ondan yardım isterse o da onların kullandığı cümleyi kullanmış olur! Hatta, onun bu hali
Mekke müşriklerinin taştan yardım istemesinden daha tehlikelidir. Çünkü, birisi canlı! Demek
ki, Mekke müşriklerinden daha kötü, daha zor
haldeyiz, dolayısıyla dikkat etmek lazım! İnandığınız kişi size öyle demiyor olsa bile, ona öyle
yaklaşıyorsanız hata yaparsınız...
71
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Dikkat edin, halis diyn (katıksız yönelişin
Hakk’ı) Allah’ındır. Dunihi (algı ile müstakilen
var ve muhtar zannettiklerini) veliler edinenler:
“Biz onlara sadece bizi Allah’a yaklaştırması için
kulluk yapıyoruz” (derler). Muhakkak ki; Allah,
onlar arasında, hakkında ihtilaf edip durdukları
şeyle ilgili hüküm verecektir. Muhakkak ki; Allah, yalancı (Allah’ın dışında müstakilen var ve
muhtar varlık zannı uyduran), gerçeği çok örtücü olan kimseye hidayet etmez.” (Zümer-3).
“Dost, yardımcı, sığınak ve şefaatçi edinirken
yanlış yapmayın” diye çok sık uyarılırız. Çünkü
bu konu, yaşarken önemli bir imtihan sorusudur.
Euzübillahi mineş şeytanir raciym, Bismillahir
Rahmanir Rahiym: “Kefa Billâhi Veliyyen ve kefa
Billâhi nasıyra: Veli (dost olarak) Allah yeter ve
yardımcı olarak da Allah yeter.” (Nisa-45).
“Ve kefa Billâhi Vekiyla: Vekiyl olarak Allah
yeter.” (Ahzab-3).
“Ve kefa Bi Rabbike hâdiyen ve nasıyra: Hâdî
(hidayet eden, yol gösteren) ve Nasıyr (yardım
eden, zafere ulaştıran) olarak Rabbin yeter.”
(Furkan-31).
Ayetlerin orijinallerinde “Billahi ve Bi Rabbike” geçmektedir. Şimdiye kadar anlattıklarımıza
dikkat ederseniz, bu ayetler “Dûnillah” algının
tersi algı olan “B” ile, “Amentü Billahi” ile sesleniyor. “Bana Allah yeter” diyen kişi kendisini
Allah’ın dışında hissederek onu söylüyorsa ayet
72
YILMAZ DÜNDAR
onu anlatmıyor. Dûnillah algıyla; “Bana dost
olarak da, yardımcı olarak Allah yeter” diyen
Kur’an’ın reddettiği bir algı ile diyorsa Kur’an’ın
muhatabı değildir. Muhatap alınan idrakla ilgili
ayetlerde “B” geçiyor. Buradan anlıyoruz ki; “Billahi” idrak “DûniHİ” algının tersidir ve gerçeği
ifade eder. DûniHİ batıldır, Hakk Allah’tır, İlla
Billah’tır. Bu yüzden bu ayetlerde bir şart var;
“Amentü Billahi” şartı. Ayetlerde önerilenler
Amentü Billahi şartı ile geçerlidir. Yani: “Allah’ın
dışı var” iddiasını reddederek, “dûniHİ ben varım ve müstakilim”i ret ederek Amentü Billahi
anlamında inandıktan sonra; “Bana Allah Yeter”
diyorsanız makbuldür, o zaman diyebilirsiniz.
“De ki: “Semavat ve Arz’ın Rabbi kim?” De
ki: “Allah...” De ki: “Kendilerine (bile) bir fayda
ve zarara malik olmayan, dûniHİ (algı sonucu
müstakilen var ve muhtar zannederek) veliler
mi edindiniz?” De ki: “Âmâ (kör) ve Basıyr (gören) eşit olur mu, yahut Zulumat ile Nur eşit
olur mu? Allah’a O’nun yarattığı gibi yaratan
ortaklar buldular da, bu (uydurma) yaratma
(iddiası) onlarca birbirine benzer mi göründü?”
De ki: “Allah, her şeyi yaratandır ve O Vahid’ül
Kahhar’dır.” (Rad-16)
Şu ana kadar öğrendiğimiz bilgiler yanı sıra bir
şey daha öğreniyoruz: Allah her şeyi yaratandır
ve O Vahid’ül Kahhar’dır. VAHİD’ÜL KAHHAR;
yarattıkları zatının dışında olmayandır. Çünkü
O dışı olmayandır; “Allah’ın dışı” iddialarını ve
bunu iddia edenleri yok edendir. Bu idrak için
uyarılıyoruz: “De ki; Allah Vahid’ül Kahhar’dır.”
73
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
ÂMÂ; gerçeği göremeyen, kendi zannlarını
da görülmesi gereken ve doğru zannedendir:
Gerçek olanı göremez, zannlarını “görülmesi gereken doğru budur” zanneder. Âmâ hiçbir şey
göremeyen değildir, o Allah’la ilgili gerçeği göremeyendir. Kendisine göre gördüğü var! Onu
görüp Allah’ı göremeyen Âmâ’dır. BASIYR ise
“Amentü Billahi” diyebilendir. İki kıyas var; Âmâ
ve Basıyr, Zulumat ve Nur. ZULUMAT dûniHİ
algı ve zannlarıdır. Bunlara “vehmin zulmeti” demiştik. NUR ise Billahi gerçeğidir.
Ayet Vahid’ül Kahhar ile tamamlanıyor. Yarattıkları zatının dışında olmayan, dışı olmayan
Allah, dışı iddialarını ve bu iddiada olanları yok
edendir. “Vahid” ve Ehad”ı önceki müfredatlarımızda açıkladık; Vahid’in Allah’ın yarattıkları ile
ilgili, Ehad’ın ise zatıyla ilgili bir sıfatı olduğunu
paylaştık. Vahid’i konumuzla ilgilendirerek tarif
edersek; Vahid isminin bir manası; yarattıkları
zatının dışında olmayan demektir. Çünkü Allah
dışı olmayandır. Bir diğer manası ise tenzih mertebesi olarak tarif edilir ki; orada farklılık yoktur,
her şey aynıdır... Bir de Allah Vahidül Kahhar’dır,
yani bu özelliği de vardır: O, Allah’ın dışı iddialarını ve bunu iddia edenleri yok edendir... Öyleyse bizim dûniHİ iddiaları yok edeceğimiz bir
ilaç da Allah’ın bize, inanana olan “Vahidül Kahhar” vaadidir: Seni BENden uzaklaştıran şeyleri
yok ederim. Dolayısıyla, Veli zatın zikrullahı olan
“Kahhar” ismini anlamak şimdi kolaylaşabilir.
“Sizin Veliy’niz ancak Allah’tır, O’nun
Rasulü’dür ve iman edenlerdir ki, onlar salâtı
74
YILMAZ DÜNDAR
ikame ederler ve rükû halinde zekâtı verirler.
Kim Allah’ı, O’nun Rasulü’nü ve iman edenleri
veliy edinirse, (bilsin ki) muhakkak ki; Hizbullah
(Allah tarafında olanlar) galip geleceklerin ta
kendileridir.” (Maide; 55, 56).
İnananların özelliklerinden birisi olarak “rükû
halinde zekatı verirler” geçmektedir. Bunu geniş
olarak son bölümümüzde Kurtuluş Yolu’nda
göreceğiz. “Rükû halinde zekat vermek” bizim
için önemli bir reçetedir, burada bize “kurtuluş”
için önemli bir ipucu veriliyor: Bu sınıfta olun!
“Mü’minler ancak kardeştir...” (Hucurat-10).
Yani: Onlar hem böyledir, hem de mü’minler
olarak ancak kardeştir. Ayette anlatılan “kardeş” kapsamına girmek, sizin birisini “kardeş”
kabul etmenizle gerçekleşmez, bu tanımlama,
sizin birisine “kardeş” demenizle ilgili değildir.
Bu ayette “Kardeş” bir sistemin tarifi sadedinde kullanılmıştır, o mana “kardeş” ile ifade edilmiştir: DûniHİ algıyı reddedenler ve “Amentü
Billahi” diyenler birbirlerinin dışında müstakil
varlıklar değildir, hele Allah’ın dışında hiç değillerdir. Bu hal, dünya hayatındaki kardeşlikle,
“bir karından olmak”la ifade edilmiş olsa da, bildiğimiz o kardeşlikten çok ileri bir manayı taşır.
Müslümanlar, mü’minler olarak işte böyle kardeştir. Anlatılan şey, dünya hayatında insanların
birbirlerine “kardeş” demeleri değildir. Ayet bir
manayı bize bildiğimiz dille söylüyor. Kardeş’e
Kur’an’ın öğrettiği mana ile baktığın zaman, yani
dûniHİ/dûnillah algıyı reddettiğin zaman, senin
75
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“kardeş” dediğin kişi senden ayrı-gayrı değildir.
Allah’ın dışında değilsiniz ki...
DûniHİ/dûnillah algı o kadar kuvvetli ki, bu
algının değişmesi için onu çok sık tekrar ediyoruz, ayetlerin meallerini verirken parantez içinde
özellikle ve devamlı tekrar ediyoruz. Öyle kuvvetli bir algı ki bakın: Siz bir kardeşinize baktığınızda, o baktığınız mü’min kardeşiniz sizin dışınızda gibi gözükür. Bu “Birbirlerine Göre Var”
olmanın gereğidir. Ama “Amentü Billahi” gereği
hepimiz Allah’ın dışında olmayan bir yerdeyiz.
İşte ayette anlatılan bu kardeşliktir: Mü’minler
ancak kardeştir... Bu güzelliği dünyadaki hiçbir
şeyle kıyaslayamayız. İşte o yüzden Müslüman
kardeşine bir davranışta bulunurken Rahiym
ismi çok önemlidir.
“Yoksa, siz; Allah sizden mücahede edenleri (dûniHİ algıdan kurtulmak için gereken
her türlü mücadeleyi yapanları), O’nun Rasulü ve mü’minlerin dışında, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar kabulüyle) veli
edinmeyenleri bilmeden (ortaya çıkarmadan)
terk edileceğinizi (bu işin tamamlanacağını mı)
sandınız? Allah yapmakta olduğunuz şeyleri
Habiyr’dir.” (Tevbe-16).
76
YILMAZ DÜNDAR
2.
MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ
YETKİSİNİN “MÜSTAKİL ve ÖZGÜR” ZANNI
Esasen Ahseni Takviym özellikte olan insan,
dünya hayatı sürecini gerçekleştirebilmek için
“Esfele Safiliyn”e inince olayın tabiatı gereği kendisini “dûniHİ algı” içerisinde bulmuştur. Artık
“dûniHİ algı”dan kaynaklanan zannlar belirecektir, bu algıyla ilgili fikirler üretecektir, hayata
bu algıyla bakacaktır. Bakın, ne oluyor o zaman?
DûniHİ algıya düştü de insan, başına neler geldi,
görün. (28. Tefekkür Şeması).
İnsanın dünya hayatının temelini oluşturacak olan İLK ZANN en önemlisidir ve en tehlikelisidir. Bir daha ondan kurtulamıyor. Ve bu zannı
Allah bildirmese bilemeyiz; onu bize öğretmese
bilemeyiz. “DûniHİ algı” ile insan, kendisine ait
neler biliyorsa hepsini Allah’ın dışına taşımıştır.
Bu Dûnihi algının ne kadar sağlam ve kuvvetli
olduğunu gördük, bu yüzden insan kendisini
Allah’ın dışında algılıyor, dolayısıyla kendisine
ait neler biliyorsa; bedeni, ruhu, aklı, fikri ne
varsa hepsini bu algı yüzünden Allah’ın dışına
taşıyor. Her şeyini! Bir kısmı “Amentü Billahi”de,
bir kısmı “dûnillahi”de değildir, işin tabiatı gereği
hepsini oraya taşır. Bu taşıma sırasında Ahsen-i
77
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Takviym yapının bir yetkisi olan Muhtariyeti
Tercih Gücü de Allah’ın dışına taşınmıştır.
28. Tefekkür Şeması: DuniHİ Algı’nın Zannî Alanı ve Kurtuluş
MTG Ahseni Takviym yapıya ait bir yetkidir.
DûniHİ algı ile insan, kendisine ait neler biliyorsa hepsini Allah’ın dışına taşırken, hepsini orada
bulurken, Ahsen-i Takviym yapıya ait bir yetki
olan MTG’yi de Allah’ın dışına taşır, onu da orada bulur. Bütün söylediklerimiz, anlattıklarımız
hep konunun alt sınırıdır, bütün paylaştıkları78
YILMAZ DÜNDAR
mız bilgi ve idrakta başlangıç sınırıdır. Ne son sınırdır, ne de “böyleymiş” deyip durulacak yerdir,
başlamak ve ilerlemek için alt sınırdır. İlerlemek
bu bilgiyi hikmetiyle öğrenip yukarı taşımakla
olur. Biz hep alt sınırı anlatıyoruz.
Allah, İlmullah’ta dileğinin sureti olan insana
bir yetki verdi; SEÇEBİLME YETKİSİ; seçme yetkisi. Seçme yetkisi verildi! Dikkat edin, Kasas68’de “Onların seçme yetkisi yoktur” diyordu,
bu manaları çakıştırın lütfen. Allah, kendi seçme
yetkisinden, gücünden yarattığı insana bir yetki
verdi, kendi seçme ve hüküm verme gücünden
verdiği bu yetki Muhtariyeti Tercih Gücü’dür.
Önceki müfredatlarımızda genişçe paylaştık.
Kişi kendini Dûnillah/DûniHİ algıyla Allah’ın
dışında bilince bu yetkisini de zulmet aynasında gördü, onu da orada sandı. Geçmiş Ehl’in,
Ehlullah’ın bu konudaki açıklamalarına bakarsanız, bu hali tarif için “Zulmet Aynası” ifadesini kullanırlar Onun Muhtariyeti Tercih Gücü
(MTG) nur’daydı, dûniHİ algıyla vehmin zulmetine düşünce bunu da o zulmet aynasında gördü. Ve yine işin tabiatı gereği, Allah’ın dışında
algılanan her şeyi “müstakilen var” zanneden
insan, MTG’yi, yani Allah’ın “seçme için verdiği
yetki”yi de Allah’ın dışında ve müstakil ve özgür
zanneder. Bütün iş de burada başlar.
Özellikle düşülen yanlışlardan birisi şudur:
“Dûnillah/dûniHİ algı”daki kişi MTG’yi “müstakil
ve özgür” zannedince, o güç ve yetkiye “müstakil” etiketi vurunca, bir de; bazı ayet ve hadisler
79
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
ile bu işi bilen geçmiş Ehlullah’ın eserlerinde bu
zanna, bu bilişe “yok” denildiğini görünce kişi
tamamını “yok” yapmıştır. Zannedilmiştir ki;
insanın seçme yetkisi yok! Sanıldığı gibi değildir, Allah insana seçme yetkisi vermiştir, bunu
ayetleriyle gördük, özellikle Fatiha’da çok geniş
gördük. Ama insan “dûniHİ algı”ya düşünce her
şeyi oraya taşıdığı için nefsindeki bu yetkiyi de
o dûniHİ algı alanına götürdü ve orada her şeye
“müstakilen var ve muhtar” etiketi yapıştırdığı
için verilen bu yetkiye de aynı muameleyi yaptı:
“Bunlar benim özgür tercihlerimdir” diyerek o
güce o etiketi yapıştırdı. İnsan hayata böyle başlıyor, böyle başlıyoruz...
Bundan böyle insan ne yapacaksa, bütün kararlarını zanni iradesi ile alır, artık onun bütün
işleri müstakilliğini ilan ettiği, davranışta özgürlüğünü savunduğu bu zannî irade ile olur. Yani;
böyle yaptığına inanır. Burada bir atıfta bulunalım. Dedim ki, o her şeyini dûniHİ algı alanına
taşıdı, iradesini de. Bunlar hep “zannî”dir, hepsi
sanıştır, bunlar zannîdir; zavallı Esfele Safiliyn
öyle zannediyor. Ve sonra, o taşıdığı ve “özgür”
etiketi vurduğu irade ile, o seçme yetkisi ile hareket ediyor. Böyle dedikten sonra bir cümle
daha kurduk: “Yani; böyle yaptığına inanır.” Bu
cümle Kur’an’da kullanılan iki dili belirtmek içindi. Önce kesret diliyle dedik ki: “İnsan her şeyi
dûniHİ algı alanına götürdü ve her şeye “müstakilen var ve muhtar” etiketi yapıştırdı. Onun
artık bütün işleri müstakilliğini ilan ettiği ve davranışta özgürlüğünü savunduğu bu zannî irade
80
YILMAZ DÜNDAR
iledir.” Bu cümlenin dili kesrete aittir. Oysa “Böyle yaptığına inanır” cümlesi ise kesretin Uluhiyet
Dili’ne çok yaklaşmış noktasının cümlesidir, tam
Uluhiyet Dili değildir. Biz anlatımımızda daha
çok Kesret Dili’ni konu anlaşılsın ve bir amel çıksın diye kullanıyoruz, Kesret Dili bunun içindir.
Konunun anlaşılabilmesi için Kesret Dili kullandık, ama hakikatini de belirttik: Böyle yaptığına
inanır! Bu orada Tevhid Dili’dir. Kur’an-ı Kerim
ayetlerinde “dil” çok önemlidir. Kullanılan dili
fark etmek, ayet ve hadisleri anlama kapısından girmek için o dili çözmek gerekir. Kesret ve
Tevhid’e ait dillerin anlaşılabilmesi için yapılması gereken “Mana Ayrıştırma” ve “Mana Çakıştırma” yöntemlerini Fatiha kitapçığında paylaştık. Kur’an bu yüzden, yeri gelir mana ayrıştırır
anlatır ayetleri, yeri gelir mana çakıştırır o dille
anlatır. Bu “iki dil”i ileride ayetleriyle göreceğiz.
Çünkü uyarılıyoruz: “Bu iki dilden biri esas zannedip ona sabit bağlanmayın.” Rabbimiz böyle
uyarıyor.
Biz konunun anlaşılması için, işin gereği o dili
kullanıyoruz. Kullandığımız bu dili şöyle de tarif
edebiliriz: KESRET DİLİ uzaktan seyreden gözün
anlatımıdır. Bu yüzden; Allah, “Arşı istiva etmiş”
olan o halle dünya ve yarattıklarıyla ile ilgili
şeyleri anlatırken uzaktan seyrediyormuş gibi
cümleler kurulur. Bu kesret dilidir. Eğer buraya
takılıp/aldanıp Allah’ı uzaktan bakıyor sanıp “O
orada, ben de buradayım” derse kişinin dûniHİ
algısı kuvvetlenir. O anlatımın Kesret Dili olduğu fark edilmelidir. O, bir gözün uzaktan bir şeye
81
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
bakıyor gibi yaptığı anlatma dilidir. O anlatan
Tevhid Dili’ne döndüğü zaman mekan kalkar,
anlatım değişir, Uluhiyet anlatımı başlar. Anlatım değişir, ama cümlelerin manası aynı olur.
Fatiha kitapçığı bunun ayetleri ve örnekleriyle
doludur.
Öyleyse, biz konumuza kesret dili ile basamak basamak ilerletelim. Kur’an’ın bu konuyu
bize nasıl öğrettiğine bakalım ve bu amaçla,
“MTG ile davranış” ve “özgür irade ile davranış”a
kıyas yapan birkaç örnek verelim. Çünkü insan
beyni, bir tanım yaptıktan sonra pekiştirmek
için bir de kıyas yaparsa konuyu çok daha güzel
kavrar.
Bir kişinin gündemine Cuma Salâtı girmiş
olsun. Cuma günü öğlen vakti müslümanların
Cuma Salâtı ikame ediyor olması gündemine
girdi, böyle bir şey duydu, hevesleniyor. Şimdi bu
insan ne yapar onu bir canlandırma ile görelim.
Bu işi önemser ve umursarsa ne yapar? Örneğimizi umursayan insan üzerinden ilerleteceğiz,
umursamayana sonra bakacağız. Umursayan insan hemen şunu der: Bu konuda Rabbimin buyruğu nasıl, O ne buyuruyor acaba? İşte buraya
lütfen dikkat edin: İnsan bu soruyu sormakla bir
süreci başlatır. Kişi bu soruyu MTG ile, o yetki ile
sorar. Allah ona “seçme yetkisi” vermiştir, o da
o “Muhtariyeti Tercih Gücü” yetkisi ile bu soruyu sorar. Umursayan için böyledir, bu soruyu o
sorar. Umursayan insan sordu: Acaba bu konuda Rabbim ne buyurmuştur? Bunu söylemekle
kişi “Dileyen Rabbine bir yol edinir” mealindeki
82
YILMAZ DÜNDAR
ayetin, İnsan Suresi 29. ayetin kapsamına girer:
Sordu ve İnsan-29’un kapsamına girdi, yani “İnsan-29 gereği” kendisine verilen yetkiyi Rabbine
yönelmede kullandı. Soruyu sorunca Allah’ın
kitabı Kur’an’ı açtı, ilgili sureyi/ayeti buldu ve
okudu. Bu esnada hep verilen yetkiyi kullanıyor,
bunlar hep İnsan-29 ile verilen yetki dahilindedir: Araştırdı, buldu, Cum’a Suresi’ni açtı, okudu
ve öğrendi:
“Ey, iman edenler! Cum’a gününde o salat
için (ezan ile) nida olunduğunuzda, Allah’ın zikrine koşun, alış-verişi bırakın, işte bu sizin için
daha hayrlıdır; eğer (işin gerçeğini) bilirseniz.”
(Cum’a-9).
Böylece; bu insan gündemindeki konu ile ilgili
Rabbinin ne buyurduğunu öğrendi. İşte bu noktada Allah’ın verdiği yetki bitti. MTG’nin yetkisi
bu noktaya kadardı, bitti. Şimdi o ne diyecek,
ne yapacak? MTG yetkisi Hakk ve Batıl’ı ayırma
çizgisine kadardır; Hakk ve Batıl’ı ayırıp birisine
yönelmek için kullanmak üzeredir. O yetki Hakk
ve Batıl’ı ayırırken gerekli uyarılardan, hüda’dan,
sebeplerden yararlanmak içindir. Öğrendin, yetki bitmiştir. Devam edersen haddi aşarsın. Allah
diyor ki, “buraya kadar yetki verdim”. Peki sonra?
Yetkiyi kullandıktan sonra ne diyeceğimizi Bakara Suresi öğretiyor:
“... İşittik ve itaat ettik; Ğufran’sın Rabbimiz,
dönüşümüz sanadır” dediler.” (Bakara-285).
Mü’minler böyle derler: İşittik, itaat ettik!
“Amentü Billahi” dedilerse, DûniHİ/Dûnillah al83
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
gıyı reddettilerse, “müstakilen varım ve muhtarım” demedilerse, benim meleklerimi, kitaplarımı, rasullerimi benim dışımda müstakil varlıklar
olarak görmedilerse, benim söylediğimi veya
rasulümün söylediğini duyunca “işittik ve itaat ettik; semi’nâ ve eta’nâ” derler. Bitti! O yetki
buraya kadardı. Burası çok önemli, çok önemli.
Böylece; konu ile ilgili Rabbinin ne buyurduğunu
öğrenmek senin yetkin dahilindeyken, Rabbinin
buyurduğunu öğrendiğinde artık yetkin biter,
yetkin bu kadardır. Bundan sonra “işittik ve itaat
ettik” diyeceksin. Çünkü, senin için doğru olanı
sen bilemezsin, seni yaratan Rabbin bilir.
“Muhakkak ki; Allah bilir ve siz bilmezsiniz.”
(Nahl-74).
Böyle uyarıyor bizi:
“Yaratan (hiç yarattığını) bilmez mi? O
Latıyf’ul Habiyr’dir.” (Mülk-14).
Öyleyse gereksiz yere bilmeye çalışma...
Dinimize göre, MTG gereği bu insan artık
Allah’ın buyurduğunu yapmakla mükelleftir.
Ancak, insan bu noktadan sonra “işittik ve itaat ettik” demiyor! Dûnillah algıyla bu yetkiyi de
Allah’ın dışına taşıdığı ve ona “müstakilen var
ve muhtar” etiketi bastığı için, haddi aştığı için
“işittik ve itaat ettik” demiyor ve çeşitli söylemler üretiyorsa; “hangi zamandayız? İşi, ticareti
nasıl bırakırım? Sonra bana ne derler? Aslında
ben bu işin gereğine inanmıyorum” manasına
gelecek davranışlara girerse işte o kişi DûniHİ
84
YILMAZ DÜNDAR
algı ile müstakil ve özgür olarak etiketlediği iradesi ile hüküm veriyor demektir! Konuyu öğreninceye kadar Allah’ın verdiği MTG yetkisiyle
Allah’ın razı olduğu şekilde işi götürürken şimdi
vazgeçti, Allah’ın emrini görünce bıraktı ve işi
DûniHİ ilan ettiği aklıyla yönetmeye başladı: “Allah bilmez ben bilirim” dercesine yaşamaya başladı, ona benzedi. Ve böylece; “ben dûniHİ düşünmüyorum, öyle inanmıyorum” dese bile bu
hükmüyle “özgür irade” kullanmış oldu; dûniHİ
oldu. Bu hüküm MTG yetkisinin sonucu bir hüküm değildir. Bu hüküm özgür irade sonucudur.
Yani; MTG yetkisinin “özgür” etiketi vurularak,
suiistimal edilerek, had aşılarak kullanılması sonucudur. Bu hüküm, kişinin dünya için verilmiş
mühlet içerisinde kendisini serbest zannederek,
rahat davranarak, bu yetkiyi de rahat kullanarak
aldığı bir hükümdür. Oysa hüküm vermekle, bu
sınırla ilgili olarak Kur’ân bizi “haddi aşmamamız için” uyarıyor:
“Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse,
işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide-44).
“Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse,
işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide-45).
“Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse,
işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide-47).
İnanıyorsanız, peş peşe bu ayetler; birinde
“kafir”, birinde “zalim”, birinde “fâsık” tesadüf
mü? Öğretiyor bize: KAFİR, ZALİM VE FASIK ile
tarif edilenler; DûniHİ algının zannı ile MTG’yi
85
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“müstakil ve özgür” ilan eden ve hükmü de bu
özgür irade ile verenlerdir.
Şimdi bir başka örnek görelim, ancak örneği
verirken lütfen benim beşeriyetimi bağışlayın.
Çünkü, dünya ve ahiret hayatını düşününce
çok önemli olduğunu görüp birbirimize “Allah
razı olsun” diyeceğizdir. Hanımefendinin birisinin gündemine bir şekilde “İslam’da kıyafet”
konusu girdi ve hanımefendi dedi ki: “Benim
nasıl giyineceğime birisinin karışma hakkı yoktur. Ben başkasına karışabilirim, ama kimse
bana akıl öğretemez, ben özgür bir kadınım...”
Bu hanımefendi işi en kısa yoldan bitirmiş oldu:
İnsan-29 ayeti gereği Rabbinin değil şeytanın
yolunu tercih etti. Artık onun hayatındaki her
konuda direksiyon şeytandan yana çevrilmiştir.
Böyle olduğu için “bu konuda ne yapacağım,
nasıl davranacağım, doğrusu nedir?” yorumu
ve arayışı kalkar, şeytanın otomatik pilotluğunda hızla “Hizbu’ş Şeytan” mahalline doğru gider. “Rabbim ne buyuruyor?” diye ancak inanan
sorar! Diğeri, Kur’an tabiriyle “Hizbu’ş Şeytan”
istikametinde ilerler. O hanımefendi öyle değil
de; “acaba bu konuda Rabbim ne buyurmuş?”
demişse Kur’an’a yönelir, ilgili ayeti okur. Okudu.
Bu yaptığıyla o MTG’yi Hakk yol için harekete
geçirmiş olur. Bu davranış İnsan-29 ayeti gereği
“Rabbine Yönelmek”tir.
O ayet ona şöyle seslenir:
“Ey, O Nebi! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin
kadınlarına de ki: Cilbab (üstlük, dış elbise)lerini
86
YILMAZ DÜNDAR
üzerlerine sarsınlar. Bu, onların tanınmamalarına, bu yüzden eziyet görmemelerine en uygundur. Allah Gafura’r Rahiyma’dır.” (Ahzab-59).
Ayetin kıyafet ile ilgili detaylarını Rabbim
lutfederse inşaAllah ayrıca ele alırız. Ama konumuzla ilgili kısımlarına gelecek olursak: Hanımefendi ilgili ayetle Rabbinin buyruğunu öğrendi
ve MTG yetkisiyle davranmak bu noktada bitti,
“semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” dedi. Onlar artık “semi’na ve eta’na Allah’ım” diyecekler
ve inşaAllah hem dünyada hem de ahirette kazananlar olacaklardır. Ahzab-59 ve Nur-31 ayetleri geldiğinde, Efendimiz bu ayeti okuduğunda
mü’min kadınlar nasıl bir “semi’na ve eta’na” demişler, nasıl yürekten “işittik ve itaat ettik” haline bürünmüşler ve Allah için neler yapmışlar,
siyer tarihlerinde ve çeşitli tefsirlerde var, azıcık
bir yer, açıp okuyun, lütfen bakın; MTG yetkisini
Allah’ın istediği ve Allah’ın razı olduğu şekilde
kullanmak bizim dünya ve ahiret için ne kadar
faydamızadır, görün lütfen.
Ancak bir kadın bunu okuduğunda; “Tamam ama hangi devirdeyiz! O o zamanmış,
şimdi bana ne derler?” derse, ki; söylenenlerin
hepsini biliyoruz, işte o kadın haddi aşanlardan
oldu, asilerden oldu ve MTG yetkisini suiistimal
ederek “varım ve muhtarım” etiketiyle kullandı,
böylece kaybedenlerden oldu.
Kıyafet konusunda anlattığımın dışında yorumlar olabilir, ama hiçbiri Muhammedi değildir. Belgesi olan ayet ve hadis olmak üzere
87
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
getirsin, bakalım, inceleyelim. Bunun dışındaki
yorumlar doğru değildir. Dikkat edin;
“(Kimse) sizi Allah’la aldatmasın.” (Fatır-5).
Size doğruyu söyleyeceklerin İslam adına
sayısı çok azdır, ama İslam adına yanlış yaptıracakların sayısı sistemin gereği çok fazladır. Kitabın, yazının, konuşmanın başında “İslam adına,
Allah adına” yazıyor diye çok güvene girmeyin,
hemen inceleyin, hemen Kur’an’a, Sünnet’e, ilgili
tarih bilgilerine, müracaat edilmesi gereken her
şeye bir an önce müracaat edin. Ne gibi? Dünyada herhangi bir işiniz için, mesela birisini bir
işe koyacağınızda çalmadığınız kapı kalıyor mu?
Allah muhafaza etsin, zor bir hastalık oluyor
da çalmadık kapı kalıyor mu? Kur’an da buna
“Kalb Hastalığı” diyor, Rabbimiz; “Karşıma kalb
hastalığı ile gelmeyin, çünkü kalbi hasta olanların burada gideceği yer cehennemdir” diyor,
“Kalbi Selim ile gelin, o hastalıktan temiz gelin”
buyuruyor. Bunu fark ettiğin zaman, “demek ki,
gerekiyorsa kapı çalmak gerekiyor” diyorsun, İnsan-29 gereği. Ama öğrendikten sonra diyeceğimiz budur: Semi’na ve eta’na.
Hac prosedüründe, Arafat Vakfesi’nden sonra Rabbimiz der ki: “Onlar vakfeyi yaptılar, Vakfe yerinden gururla çıkıyorlar.” Bu gurur DûniHİ
değildir, aksine “Amentü Billahi” içerisindeki bir
Kibriya’dır. İşte Allah’ın dediklerini yaparken
halin böyle! Allah’ın dediğini yapmak ve bunu
sevmek lazım, buna aşık olmak lazım, Allah’ın
dediğini yapma delisi olmak lazım... “Allah’ın de88
YILMAZ DÜNDAR
diğini yapma delisi” olana Dûnillah’ı yaşayanlar
“deli” der, işte o zaman Allah da ona “veli” der.
Onun için; “deli olmadan veli olunmaz” derler.
“Deli”yi onlar diyor, Allah değil. Ona “deli” diyenler sonra duyuyorlar ki, o veliymiş, o zaman
da “ya, biz ona deli deyip duruyorduk” derler.
“Deli olmadan veli olunmaz” diyen onlar, Allah
demiyor, “gidin deli olun” demiyor. Onlar “deli”
derler. Niye? Bakarlar ki; kişi kafasını Allah’a takmış, ne söylesen dinle ilişkilendiriyor, ne söylesen “Allah” diyor, “deli”yi yapıştırırlar. Tabi öyle,
hiç aklından çıkmıyor ki... Onlar “deli” diyecek,
ne güzel, elHamdü lillahi Rabbil alemiyn.
Günlük yaşantımızdan çok önemli olan iki
örnek daha verelim. Bir insan olur olmaz şeylere öfkelendiğini fark ettiyse bu konu o kişi için,
eğer ahirete iman ediyorsa çok önemlidir. Çünkü: Öfkeli iken ölürse imansız gitme riski vardır.
Bu kadar önemlidir bu iş! Öfke “dûnillah alan”a
aittir. Kurtuluş Yolu’nda, son bölümde göreceğiz; Rabbimiz bize “nasıl öleceğimizi” de söyleyecek, “nasıl ölmememiz” gerektiğini de! Göreceğiz. Öfkeli ölmemek lazım. Ve bu insan ilgili
ayetlere, yani Rabbine yöneldi.
“Onlar (muttakiler) bollukta ve darlıkta infak ederler; onlar öfkeyi yutanlar ve insanları affedenlerdir. Allah muhsinleri sever.” (Al-u İmran;
134).
Ayeti öğrenmekle MTG yetkisini tamamladı.
Şimdi artık “İşittik ve itaat ettik” zamanıdır. Aksi
taktirde haddi aşmış, asi olur ve özgür ilan ettiği
89
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
iradesiyle kendi için hüküm vermiş olur; Allah’ın
inzal ettiğiyle hükmetmemiş olur.
Diğer örneğimiz de şöyle: İnsan gün içerisinde o kadar çok gereksiz konuşma yaptığını fark
etti, İnsan-29 gereği hemen Rabbine yöneldi.
Ayetleri okudu, MTG yetkisini olumlu değerlendirdi.
“Gereksiz konuşma, çok konuşma” o kadar
dikkat etmemiz gereken bir konu ki... DûniHİ
algıdakilere bakın, çok konuşurlar. Bütün telefon sistemleri de onların bu özelliğine dayalıdır,
onun dûniHİ algısını dürter; konuş, konuş, konuş.... Reklamlar, şunlar, bunlar her konuda hep
o algıyı dürtüyor, o algıyı dürten müzikler bile
bestelenmiştir. Siz bir yere gidersiniz, müzik sizin
algınızı dürter, onlar ne istiyorsa orada onları yaparsınız. Sizi yönetirler haberiniz olmaz.
Gereksiz ve çok konuştuğunu fark eden kişi
İnsan-29 gereği Rabbine yöneldi ve ilgili ayetleri
okudu, böylece MTG’nin ilk/kendisine ait kısmı
olumlu tamamlanmış olur.
“Ey, iman edenler! Birbirinizle fısıldaştığınızda, ism (günah, sünnetullaha uymayan hal), udvan (düşmanlık) ve Rasul’e düşmanlık etmeyle
ilgili fısıldaşmayın (konuşmayın). Birr (Allah’a
yakınlık sağlayıcı fiiller) ve Takva’yı (korunma
sağlayıcı fiiller) konuşun. Kendisine haşrolacağınız Allah’tan ittika edin.” (Mücadele-9).
“İttika etme”yi en temelinde şöyle anlayabiliriz. Birisi size bir konuda söz vermiş de o sö90
YILMAZ DÜNDAR
züne ters davranmışsa sizi görünce ne yapar?
İttika eder! Size söz verdiği için, onun o konudaki sözünü biliyor olduğunuz için sizden sakınır.
“Allah’tan ittika edin” demek de budur: Söz verdiniz, “evet Rabbimiz sensin” dediniz, “semi’na
ve eta’na; işittik ve itaat ettik” diyeceğiz” dediniz, ne oldu? Eğer idrakını DûniHİ algıdan kurtarırsan, yani Allah’ın dışında olmazsan “Allah’ı
görünce” gibi bir şey olur mu, öyle bir şey var
mı? O’nun ilminde isen O’nu görmediğin bir hal
olur mu? “Ne yana dönersen Vechullah” ve söz
de verdin, o zaman sen söz verdiğinle karşı karşıyasın, hep ittika et... Ayet de sana bunu söylüyor:
Allah’tan ittika et, sözüne dikkat et. Artık “işittik
ve itaat ettik” zamanıdır! Aksi halde Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmiş olmazsınız da hüsrana
uğrayanlardan olursunuz! Hafizanallah.
Zihinlerde oluşabilecek bazı sorulara cevap
olması açısından ve mana ayrıştırma, mana çakıştırma yapacak talip kardeşlerimize bir yol
oluşturmak maksadıyla, idraken geldiğimiz bu
noktayı Nisa-78 ve 79 ışığında birlikte ele alalım.
Ayetlerin mealini hem Kesret, hem de Uluhiyet Dili’yle göreceğiz. Yine tekrar edelim ki;
MTG yetkisiyle ilgili anlatım Kesret Dili’yle yapılmaktadır. “Ne yapmak gerekir?”i anlamak için
amel tarifi Kesret Dili anlatımından çıkar. Bir
konu anlatıldığında “ne yapacağız, nasıl amel
edeceğiz?” bunun belli olması lazım. Bir olaydan amel çıkarabilmemiz için bize onun Kesret
Dili’yle anlatılması lazım, Uluhiyet Dili’yle anlatımdan amel çıkaramayız. Uluhiyet Dili Tevhid
91
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Dili’dir, o anlatımdan ancak “Yöneliş” yöntemi
çıkar. Allah’a nasıl yöneleceğimizi oradan öğreniriz, ameli Kesret Dili’nden öğreniriz. Bu yüzden, bize “nasıl yöneleceğimizi” öğreten ayetler
Uluhiyet Dili’yledir, “ne yapacağımızı” öğreten
ayetler Kesret Dili’yledir.
İşte bu Kesret Dili’yle anlatım içerisinde ve
kesret sürecinde MTG kullanılırken insan için bir
zorlama yoktur:
“Diyn’de zorlama yoktur. Gerçekten rüşd
(Hakk Yol) ğayy’dan (haddi aşmak ve sapıklıktan) apaçık ayrılmıştır. Artık kim Tağut’u
(DûniHİ algı ve zanlarını) inkar edip Allah’a
Billahi anlamında iman ederse; muhakkak ki, o
kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah Semiy’un Aliym’dir.” (El
Bakara-256).
Bu ayet Allah’ın bizi zorlamadığının delilidir;
“Sen tercih yaparken seni zorlamıyorum” diyor.
Aksi halde “Allah’ım sen zorladın ben yaptım”
dersin, ki; o yanlış bir inanıştır.
Tekrar ediyorum, bütün anlattıklarımız, en
alt seviyedendir, yola böyle başlamak içindir.
Bu söylediklerim, hepsi alt sınırdır, işe başlamak
içindir. Bunun hikmetleri başka manalara gider,
ama o başka manalara bu sınırdan gidilir. Çünkü
ileri/yukarı manaları duymuş okumuş bir kişi bu
anlattıklarımızı görünce gerçeğe uymuyor zannedip de; “hoca ne diyor ya!” derse yanılır. İş öyle
değil. İşe alt sınırdan başlanır, biz de o alt sınırı
belirlemeliyiz.
92
YILMAZ DÜNDAR
Görmekteyiz ve öğrenmekteyiz ki; MTG yetkisi sürecinde insan kesret âlemi kuralları içerisinde zorlanmamaktadır. Dikkat edin, “Kesret
Âlemi Kuralları” içerisinde!
“De ki: Kesinlikle Allah fahşa’yı (Sünnetullah’a
uymayan amelleri) emretmez.” (A’raf-28).
Ayet diyor ki; DûniHİ algıda yapacaklarını
Allah emretmez, sen yaparsın. Kesret Dili’yle
anlatılınca cümleböyledir. Uluhiyet Dili olduğu
zaman Allah hükmünü kimseyle paylaşmaz! O
nasıl yöneleceğindir, o dil Allah’a nasıl bakacağını öğretir. Nasıl yaşayacağını öğretmediği için
oradan amel çıkaramazsın. Bu yüzden, ayetlerde ikisi yan yanadır: Âminû ve Amilu’s Salihati.
Nasıl inanacağın, İMAN Tevhid Dili’dir, SALİH
AMEL Kesret Dili’dir. İkisi birbiriyle kıyaslanmaz.
Nisa-78 ve 79. ayetleri de bu bilgiyle tefekkür
edelim.
“Nerede olursanız (olun) ölüm size ulaşır.
Buruc-i Müşeyyede’de olsanız bile. Eğer onlara
bir hasene isabet ederse: “Bu Allah indindendir”
derler. Şayet onlara bir seyyie isabet ederse: “Bu
senin indindendir” derler. De ki: “Küllün min
indillah; hepsi Allah indindendir.” Şu kavme ne
oluyor ki, nerede ise bir söz (bile) anlamıyorlar.”
(Nisa-78).
“Hasene’den sana ne isabet ederse, Allah’tandır. Seyyie’den sana ne isabet ederse, nefsindendir. Seni insanlara Rasul olarak irsal ettik. Şahid
olarak Allah kafidir.” (Nisa-79).
93
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Her Nefs’in ölümü tadacağı gerçeğini unutmayın! Allah’a hesap vereceğiniz ve dünya hayatının mühletinin biteceği de aklınızdan çıkmasın.
DûniHİ algı ve zann’larıyla olaylara bakanlar ileri
sürdükleri fikirler yüzünden akılsızlar sınıfında
bulunurlar. DûniHİ algı ve zanlarıyla insan, Allah
dışında müstakil varlıklar oluşturduğu zannıyla
kendisi için müstakil bir ind kullanmakta ve o
“müstakil ind”de hüküm vermektedir. Allah’tan
yana konuştuğunu sanıp seyyie hükmünü insana uygun görüyor; oysa, Allah’ın dışında bir
müstakil vücut oluşturup “şirk” halinde olduğunun farkında değil. İnsanın zihninden DûniHİ
(Allah’ın dışı varmış) algısını silebilmesinde çok
önemli bir yolu bu ayet ile Allah kullarına öğretmektedir: Her şeyin hükmünü ancak Allah verir,
Allah hükmünü paylaşacak bir müstakil varlık
yoktur, her şey Allah ilmi içerisinde ve hüküm
de Allah indindendir. Bu yüzden sen, de ki: “Küllün min indillah; hepsi Allah indindendir.”
Nisa-78’in açılımı olan bu kısmı biraz daha
genişletelim. Bu ayettin orijinal ifadesinde “İND”
geçer ki, bu aynı zamanda “hüküm” demektir;
hüküm “Bizzat ben” demektir. “Bunu kim yaptı,
kim böyle olmasını istedi?” dendiğinde “Bizzat
ben!” dersiniz. Oysa “Ben dedim” de diyebilirsiniz, ama öyle demiyorsunuz; “Bizzat ben” diyorsunuz. Çünkü ders veriyorsunuz. O ifade;
“Susun, onu bizzat ben dedim, haddinizi bilin”
demektir: “Bizzat ben” DûniHİ algıyla “ind”
oluşturuyor, böylece “indinizi” belli ediyorsunuz. Dikkat edin, ayetin orijinalinde “ind” geç94
YILMAZ DÜNDAR
mesine rağmen meallerde “ind” pek yazılmaz.
Oysa gördük ki, “ind” çok önemli bir ifade olup
“hüküm yeri”dir. Bu ayetin öğüdü şudur: İnsanlar Allah’ın dışında “müstakil var ve muhtar
ind”ler oluşturuyor, sonra da kıyas yapıyor. İnsan bu kıyası yaparken güya Allah’tan yana tavır
da takınıyor, ama DûniHİ algıda olduğu için iltifat ta edemiyor. Şöyle ki: Eğer kişiye bir hasene
isabet etmişse, yani isabet eden onun dünya ve
ahireti için olumlu bir şeyse “bu sana Allah indindendir” diyor. Eğer bir hasene olursa “bunun
hükmünü Allah verdi, bu Allah indinden” diyor.
İsabet eden seyyie ise o zaman da; “bu Allah’a
yakışmaz, yakıştıramayız, bu senin indindendir”
diyor. Böyle olunca: Bir dûnillah alanda oluşturulan ‘Müstakil İnd’ var, bir de ‘Allah’ın İndi’ var!
Bu ayet “hayır” diyor; “böyle müstakil indler yok!
Bir Allah’ın indi bir de dûnillah (Allah’ın dışında var, müstakil ve muhtar zannettiğiniz başka)
zatlar, hüküm verecekler yok. Öyle bir şey var
zannedip de onlara “hüküm verdi” demeyin,
“bunu sen indinden verdin” demeyin. Ya ne diyeceksiniz? “Bütün hükümler Allah indindendir.”
Nisa-78’de kullanılan bu dil Uluhiyet Dili’dir. Bu,
insanın olmadığı bir yerin gerçeğidir. Bu yüzden
buradan amel çıkaramayız, çıkaramıyoruz. Hemen peşine gelen Nisa-79 bize amel öğreten bir
ayettir ve orada Kesret Dili vardır: Allah indinden hükümle başlayan kesret alemi sürecinde
insan Allah’ın hükmettiği hayatını yaşarken ona
bir hasene isabet ederse bu Allah’tandır.
95
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Allah indinden hükümle başlayan kesret
alemi sürecinde” derken, bir tarif yaptık: Kesret
aleminde nasıl yaşanacaksa Allah indinde hükme bağlandı ve insan kesret aleminde yaşamaya
başladı. Nisa-79 da şimdi başlıyor. Hüküm sürecini, İndellah’ı Nisa-78 anlatmıştı, şimdi Nisa-79
başladı, o da bize kesreti anlatıyor; Kesret Dili’yle
anlatıyor ve biz buradan amel çıkarıyoruz, çıkaracağız. Devam edelim:
Allah indinden hükümle başlayan kesret alemi sürecinde insan Allah’ın hükmettiği hayatını
yaşarken, bir hasene isabet ederse bu Allah’tandır; çünkü hidayet, yaşanan hayat içerisinde ancak Allah’ın ayrıca dilemesiyledir. Bir hidayet bulursanız, Hidayet Allah’tandır. Bunu Fatiha’nın
“İhdina’s sıratal mustakiym” bölümünde detayıyla ve ayetleriyle gördük. Evet, sana isabet
eden hasene, hidayet Allah’tandır, fakat sana
bir seyyie isabet ederse, batıl bir fikir ve fiil seni
bulursa bunun sebebi ise senin nefsine verilmiş
olan Muhtariyeti Tercih Gücü’nü, MTG yetkisini
DûniHİ algı sebebiyle özgür ilan edip, kararlarını
da bu “varım ve muhtarım” iddian ile oluşturmandandır. “Allah’ın dışında müstakilen varım
hem de muhtarım” dersen bu iddiayla sana
isabet eden daima batıl olacaktır. Er-Rasul ancak size haber vericidir; işte bunları söyleyicidir,
iman edenleri de müjdeleyicidir, sizin üzerinize
bir koruyucu, bir düzeltici, bir müfettiş değildir
ve sizden bir sorumluluğu da yoktur; sizin ne
yaptığınızın kaydını da tutmaz. Yaptıklarınız ve
96
YILMAZ DÜNDAR
bunların hesabı için Allah’ın Şahidliği kafidir. Siz
unutursunuz, Allah unutmaz.
Böylece, Nisa-78 ve 79’u konumuzun ana fikriyle ele almış olduk. Nisa-78; Uluhiyet Dili’yle
Allah’ın indinde verilen hükmü beyan ediyor,
Nisa-79 ise yaşadığımız hayatla ilgili açıklamayı yapıyor. Bu ayetler bu yüzden birbirlerine zıt
değillerdir, aynı şeylerdir. Nisa-78 Tevhid Dili’yle,
Uluhiyet Dili’yle yönelişi “DûniHİ algı” olmaksızın yapmamızı öğretir. Nisa-79 Kesret Dili’yle
“DûniHİ algı” tuzağına düşmeden amel yapmayı
öğretir. Bunları iki ayrı ayet gibi görmek mana
ayrıştırma kapsamındadır. Konu anlaşıldıktan
sonra Nisa-78 ve 79’un manaları çakıştırılarak
tek mana haline getirilmelidir.
Allah ayetlerine karşı MTG yetkisini, haddi
aşarak ve asi olarak “müstakil ve muhtar” etiketiyle kullanan, A’raf-36’da etiketlenmiştir:
“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı
müstekbir davrananlar (var ya) onlar ashabun
nar’dır. Onlar orada ebedi kalıcılardır.” (A’raf-36).
Öğreniyoruz ki: Ayetlerimizi gördüğünde,
duyduğunda “varım ve muhtarım” algısıyla “olur
mu böyle şey?” diye yalanlayanlar; “beni, ben
müstakilen yönetirim” diye Allah’a karşı kibriya
gösterenler, Nar Ashabı’dır, onların Nar’dan kurtuluşları da yoktur.
Muhtariyeti Tercih yetkisinin kullanımı çok
hassas çizgiler üzerindedir. DûniHİ algının ne
olduğunu bilip bu algıyı reddetmeden; bu red97
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
dedişle birlikte “Amentü Billahi” demeden, MTG
yetkisini kullanmak için “semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik” denirse iş noksan olur. Bu doğru hareket şirk kulvarında yapıldığı için, hareket
boşa gider; bu hareketten bereket doğmaz. Demek ki, “semi’na ve eta’na” için önce “Amentü
Billahi” demek; kulvarımızı DûniHİ’den kurtarıp
Efendimiz’in açıkladığı sisteme sokmak şarttır.
En azından idraken bu şarttır! Önce idraken,
ardından amellerimizle! Önce idrakımızı, sonra amellerimizi düzelteceğiz. Ancak ertesi gün
hepsi düzelmiyor, önemli olan şudur: Önce yönelişin tam olacak, amelin yarımlarını Rabbim
silecektir, ayetler söylüyor. İnsan hemen ertesi
gün tam yapamaz, önemli olan muttaki olmaktır, korunmaktır, levm etmektir; ama bu ancak
doğru inanışla, Allah’a doğru şekilde yönelerek,
DûniHİ algıyı reddederek olabilir.
En önemli “işittik ve itaat ettik” yaklaşımı
öncelikle İhlas Suresi’ndeki açıklamayadır. İhlas
Suresi’nde açıklanan Allah Bilgisi’ne “işittik ve
itaat ettik” demek olmazsa olmaz şarttır.
Nefs-i Levvame sürecinde Nefs-i Mutmainne
haline kadar talip DûniHİ algıya daima düşer, bu
düşüşe mecburdur. Ancak, Nefs-i Levvame’nin
Nefs-i Mutmainne’ye kadar olan sürecinde talibin esas görevi “DûniHİ algıdan çıkmak” için
daima gayretle çalışmaktır; ta ki geri dönüşsüz
çıkıncaya kadar.
Eğer talip, “Acaba DûniHİ algıda mıyım?” diye
her türlü halini test etmezse, uzun süre farkın98
YILMAZ DÜNDAR
da bile olmadan DûniHİ algıda yaşar; bu algıda
olunca da bu algıya ait zann’lar kaçınılmazdır.
Biriken bu zann’ları temizlemek zordur ve zaman alır. Bu sebepten talib, “Acaba DûniHİ algıda mıyım?” diye kendisini daima test etmelidir.
Bu konunun çalışılabileceği en güzel zaman ve
ortamlar Ramazan Ayı’ndadır. Belki de Ramazan
Ayı’nın bir sebebi de budur. Daha önce paylaştığımız bir hadis vardı, hatırlayalım. Rabbimiz bir
kutsi hadiste buyuruyor: “Benim insanlara merhametimin delili/işaretidir ki; onlara Ramazan
Ayı’nı ve İhlas Suresi’ni verdim.” DûniHİ algıdan
kurtulmak için Ramazan Ayı önemli bir zaman
dilimidir. Son bölümde, Kurtuluş ile ilgili konularımızda da gelecektir, “Acaba ben DûniHİ algıda mıyım? diye test yapmamız için Ramazan
Ayı oruçla beraber çok önemli bir laboratuardır.
O zaman orucun aç kalmak ve bazı şeylerden
uzaklaşmak olmadığını, onların birer vesile olduğunu, işi disiplinize eden vesileler olduğunu
görür, yaşarsınız; onlar asıl amaç için kullandığımız şeyler olur, amaç başka bir şeydir. Kurban
için buyrulan; “Onların kanları Allah’a ulaşmaz,
ancak takvanız ulaşır” ayetindeki gibi, oruçta da
Allah’a ulaşacak olan açlığımız değildir. Onun
için, Ramazan’da yapılan antrenmanlarda açlık
vesilesiyle, açlığın bizi disiplinize etmesiyle, bizi
tutmasıyla, dünyadan ayırarak işimizle meşgul
ettirmesiyle ilgili bir hedefimizin olması lazım,
her Ramazan bir hedef koymamız lazım. Ama
ana hedef dûnillah algıdan sıyrılmaktır. Bu yüzden, daima “Ben bu hareketimle, bu sözümle, bu
99
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
cümlemle dûnillah algıda mıyım?” diye bir test
yapmak, bunu Ramazan Ayı’nı fırsat bilip de
yapmak daha bir önem arz eder.
Talibin kendisini DûniHİ algıda bulduğu hal
bir düşünce, sesli bir fikir, bir yorum, bir arzu-istek olabileceği gibi gerçekleşmiş bir fiil veya sonrası da olabilir. Bu durumda talip öncelikle ve
hemen kendisine levm etmelidir. Bu levm ediş,
Allah katında bizim tam kavrayamayacağımız
kadar önemli bir yere sahiptir. Bu gerçeği, bu
önemi şu ayetten anlıyor ve öğreniyoruz:
“Ve Nefs-i Levvame’ye (Allah için kendisini
sorgulayan, yanlışını kınayan ve Allah’a sığınıp
korunan Nefs’e) yemin ederim.” (Kıyamet-2).
“Onlar bir fahişa (utanılacak şey) işlediğinde
veya nefslerine zulmettiklerinde, hemen Allah’ı
zikrederler. Böylece, günahları için mağfiret isterler. Kim mağfiret eder günahları? Ancak Allah. Ve yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Alu İmran; 135).
Levm edişin peşine hemen “tövbe etmek”
gelmelidir. Bu hal ile ilgili bir af dileyişi ve sığınışı
Efendimiz (SAV) bize öğretmektedir:
“Allahümme inniy euzü bike en üşrike bike
şey’en ve ene a’lem ve estağfiruke lima la a’lem,
inneke entel allâmul ğuyub.”
Bu, “DûniHİ algıda mıyım?” diye sürekli test
yaptığımızda “kendimize levm”den sonra yapacağımız bir tövbedir ve bizim için çok önemli
100
YILMAZ DÜNDAR
çare olan bir tövbedir. Bu yüzden yaşantımızın
içerisine yaymak lazım. Onu mealen de görelim:
“Allahım, bir şeyi bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırım. Bilmeyerek yaptıklarım için
de istiğfar ederim. Şüphesiz ki, ğaybın bileni sensin.”
Ve şimdi onu bir de daha konumuzla ilgili
olarak manalandıralım: Allah’ım kendimi Esfele
Safiliyn’e itilmiş olarak DûniHİ algının içerisinde
buldum. Bu algının batıl olduğunu, bana hidayet rehberlerinle öğrettin, Elhamdülillah. İnsanı
Hakk’tan uzaklaştıran ve batıl olan DûniHİ algı
ve zann’larına kapılarak, savunarak, arzulayarak
hayat tarzı oluşturup; her şeyimle, her halimle
eş ve ortak koşmaktan sana sığınırım. Ancak
sen korursan kurtulurum, lütfen beni koruyuver. Allahım, öğrettiğin korunma çalışmalarıyla
DûniHİ algıya düşmemeye çalışıyorum biiznillah. İstemediğim halde, bilmeyerek, henüz tam
başaramayarak DûniHİ algıya düşmelerimden
ve ürettiğim zann’lardan dolayı affını dilerim.
Benim senin rızana uymayan bu halimi örtüver
ve beni bağışlayıver. Her şeyi bilen ve her olan
şeyin hükmünü veren Allah’ım, yarattıklarının
bilmediklerini de bilen sensin. Yarattığın kulun
olarak, bilgisizliğimden dolayı sığınmayı bile talep edemeyeceğim, ama sığınmam gereken şeylerden de sana sığınırım. ÂMÎN).
“La ilahe illallah” Kelime-i Tevhidi’ni manasına uygun olarak ilk kullanacağımız yer burasıdır.
Kelime-i Tevhid’de LA İLAHE diyerek reddettiği101
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
miz mana, batıl olan DûniHİ algı ve zann’larıdır.
Kelime-i Tevhid’i zikrullah yaparken onun birkaç basamak manası vardır ve bu manalar bizi
yukarıya taşır, yakînimizi kolaylaştırır. Bu yüzden
cennetin kapısında “La ilahe illallah” yazılıdır denir. Aslında Kelime-i Tevhid’i anlatmaya, ifade
etmeye ben acizim... Onu nasıl kullanacağımızı
biraz anlatmaya çalışayım ama, “O nedir?”i nasıl
anlatayım...
Bir kere, onu hiç manasını bilmeden söylemen bile tesirlidir. Bir ilaç ki, prospektüsünü okumamışsın ama verene güvenip içiyorsun... Etki
mekanizmasını bilirsen de bilmezsen de tesir
eder Ama bilirsen başka tesir eder, bilirsen çok
başkadır, anlatılmaz... “La ilahe” manası için, bu
geldiğimiz konuya ilişkili olarak bir tarif yapalım:
“La ilahe” diyerek reddettiğimiz mana, batıl olan
DûniHİ algı ve zann’larıdır, “İllallah” ile tasdik ettiğimiz, iman ettiğimiz, ikân’ını talep ettiğimiz
mana ise, Hakk olan Billahi gerçeğidir. Bu geldiğimiz noktada biraz daha özel bir tanımlamaya
“La ilahe illallah” demekteyiz. Şimdi; DûniHİ algı
sebebiyle müstakil ve özgür olarak nitelenen
iradeye “La ilahe” diyoruz. “Biz Allah’ın verdiği
yetkiyi Allah için, söylediği şekilde ve Allah’ın
rızasını umarak kullanırız” teslimiyeti içinde
“İllallah” diyoruz. Dolayısıyla, “La ilahe illallah”
Kelime-i Tevhidi öyle bir ilaç ki, onu şöyle anlatalım: Zemzem Suyu için; “öyle bir ilaçtır ki, ne
için şifa diliyorsan ona şifa olur” denildiği gibi,
bu da öyle her şeye şifa gibidir. “La ilahe illallah”
Kelime-i Tevhidi öyle özel bir şey ki, bahsedilen
102
YILMAZ DÜNDAR
“DûniHİ algı” ve “Billahi anlamındaki hayat”la
ilgili (bu açıkladığımız manada olmak kaydıyla)
bir tarif yap ve onu kullan inşaAllah. Bizim şimdi
konumuz Dûnillah/DûniHİ algı, çünkü kişi bu
hayata Dûnillah düştü ve iradesini de özgür ilan
etti. Yani, kendini öyle buldun! O özgür iradeden
kurtulmak için diyorsun ki: “Allah’ım senin verdiğin yetkiye ben özgür etiket vermiştim ve ben
hala onunla yaşıyorum, ama öyle olmadığını öğrendim. Fakat yanlıştan kurtulmama yardım et.”
İşte bu kurtulma azmi ve duasıyla; içinde olmak
istemediğin o hale, “semi’na ve eta’na; işittik ve
itaat ettik” demeyen o haline, o iradenin haddi aşan, onu suiistimal eden kısmına “La ilahe”
diyorsun! “Semi’na ve eta’na” diyeceğin Amentü Billahi kapsamındaki hayata ise “İllallah” diyoruz. La ilahe illallah, La ilahe illallah... Aslında,
onu bu manası ile ve defalarca söyleyeceğimiz
dersler yapmak gerekiyor. Biliyorsunuz, Dûnillah
algıya düşmek için bir gayret gerekmiyor, kendisi
yürüyor! Ama “Billahi algı”yla ilgili çok gayret gerekiyor, onun olması için devamlı gayret etmek
lazım.
DûniHİ algı sebebiyle Muhtariyeti Tercih
Gücü yetkisini “müstakil ve özgür irade” ilan
eden insan, bu çerçevede aslında “müstakil bir
kudret ve kuvvet” varlığını da kabullenmiş olmaktadır. İslamî bilgi ve hayat içerisinde çok
önemli yeri olan bir şeyi şimdi yerinde görüyoruz: La Havle ve La Kuvvete illa Billah! Dûnillah
algıyla Allah’ın size verdiği yetkiyi, kendinizle
beraber Allah’ın dışına taşıdığınızda orada bir
103
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
güç oluştu. Ayetlerde hep okuduğumuz ve uyarıldığımız o güçtür: “O güçleri dost edinmeyin!
Uydurup da güçler oluşturmayın! Gerçek şudur:
Kefa Billahi Veliyyen ve kefa Billahi Nasıyra ve
kefa Billahi Vekiyla! Onları sen etiketledin, sen
yaptın, uydurduklarından medet umma. Sırası
gelince bakacaksın ki, hepsi boş.
Biz, Rabbimizin “Boş olduğunu şimdiden
öğren!” dediği, Allah’ın dışında DûniHİ güçler
oluşturduk. Hatta oralardan medetler ummaya
başladık, hatta Allah’ın dışında ilah edinenler o
güçlere tapmaya bile başladılar. İşte bu noktada, oluşan bu müstakil kuvvet ve kudretleri, o
kabullenişleri de reddetmek ve yok etmek gerekiyor. Bize o da öğretilmiş: Ve La havle ve La
kuvvete illa Billah. Her şeyimiz hazır Elhamdülillah, her şeyimiz... Ne kadar basit, ne kadar “kolay” değil mi? Kuyruğa girmek yok, fatura ödemek yok, parası/ücreti yok, telefon etmek yok,
zahmet gerektirecek hiçbir şeyi yok... Efendimiz
(SAV) buyuruyor: “Yatmadan önce on defa ve
La havle ve La kuvvete illa Billah dersen kendine
cennet için bir vesile hazırlarsın.” Bitti... İşte şimdi, onu manasını da öğrenip söylemiş olacaksın.
Ne diyeyim ki? Bitti, bu kadar da kolay. Onun
için Allah ona “kolay” demiştir.
“Ve La havle ve La kuvvete illa Billah” zikrullahı bizim için çok önemlidir. O önem anlaşıldıysa
onu her fırsatta kullanmak gerekir. Hatta hata
yaparken! Ne zaman dûniHİ/dûnillah bir güç
fark ettik ve ondan medet umduk, hemen “Allahümme inniy euzü bike en üşrike bike şey’en
104
YILMAZ DÜNDAR
ve ene a’lem ve estağfiruke lima la a’lem inneke
entel allamul ğuyub” deyip; yönelip, yakarıp, sığınıp af dilediğimizde, hemen peşine o oluşturduğumuz gücü zihnimizden yok edelim, onu
böyle koterle yakalım:
Ve La havle ve La kuvvete illa Billah diye
diye onu yakalım... “Ve La havle ve La kuvvete
illa Billah”tan yararlanalım da dûnillah güçler,
dûnillah etiketler oluşturmayalım.
105
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
106
YILMAZ DÜNDAR
3.
“MÜSTAKİLEN VARIM ve MUHTARIM” YAŞANTISI
Dünya hayatı için kendisini dûniHİ algı içerisinde bulan insan, kendisini “müstakil ve özgür”
tanımladı. Bu manaları içeren cümleleri neden
çok tekrar ettiğimizi söyleyeyim: Kalb yıkamak
için! Kalbi yıkamak için! Beyin yıkamak için değil, “beyin yıkamak” dûniHİ bir iştir. Müslümanın işi “kalb yıkamak”tır, kalb yıkanınca beyin
kendiliğinden tertemiz olur. Kalb kirliyken beyni
yıkasan ne olur ki? Bir işe yaramaz! Kalbi yıkarsan beyin kendiliğinden temizlenir, çünkü ona
bağlıdır; beyin kalbin hizmetkarıdır.
Dünya hayatı için kendisini dûniHİ algı içerisinde bulan insan, kendisini “müstakil ve özgür”
tanımladı. Bu tanımın tabiatı gereği, Ahsen-i
Takviym yapısındaki MTG yetkisini de “müstakil
ve özgür” tanımladı. Böylece kendisini ve kendisiyle ilgili şeyleri dilediği gibi yönetebileceği
bir dünya hayatı önüne açıldı. Aslında dûniHİ
algı ve zann’ları olan, ancak onun “özgür iradesinin kararları” olduğunu söylediği hayat tarzını oluşturdu. DûniHİ algı ve zann’larıyla oluşan
yeni kişiliğini de elbette “BEN” diyerek çevresine
takdim etti. Yani: Allah’a isyan eden bu halini,
Allah’ın “BEN” deme yetkisi olarak verdiği “BEN”i
107
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
aldı, o etiketi buraya da yapıştırdı ve “BEN” diyerek bu kafiri, bu küffarı takdim etti. Ancak bu
tanım, Kur’an’a göre ASİ bir kişiliktir. Bu yüzden;
farkı ortaya koyabilmek için bu kişiliğe söylenen
“BEN”i, Asi kelimesinin “A” harfini alarak andık.
“Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında özellikle bu ismiyle kullandık; ona “A” Takdim Formu “BEN”
dedik.
DûniHİ algı ve zann’larıyla oluşan yeni kişiliğini “BEN” diyerek çevresine takdim edince, yani;
Allah’a isyan eden haline, Allah’ın “BEN” deme
yetkisi olarak verdiği “BEN” etiketini yapıştırınca ortaya “A” Takdim Formu “BEN” çıkmış oldu.
Bu durumda “A” Takdim Formu “BEN” Esfele
Safiliyn yapının etiketiyse, Ahseni Takviym yapı
“B” Takdim Formu “BEN”dir. Diğeri “Asi” olduğu
için “A” idi, bu da “Amentü Billahi” dediği için
“B”dir. Ahseni Takviym yapı “Billahi”nin baş harfi
olan “B” ile tanımlanınca adı “B” Takdim Formu
“BEN” olur. Böylece; Batıl hayat tarzında kendisine BEN diyen ile, Hakk hayat tarzında kendisine BEN diyenin kastettiği birbirinden ayrılarak
haddi aşan inkarcı BEN ortaya çıkmış olur.
“A” Takdim Formu “BEN”in, diğer “BEN”den
ayrı ve uzak kalmasına sebep olan şey “A” Ben’in
dûniHİ algıda olmasıdır, bu algıyla “Varım ve
Muhtarım” demesidir. Bu durumda Ahseni Takviym yapıya verilen NEFS, yaradanına karşı muhalefet etmekte, yaramazlık yapmaktadır. Hakk
olan bir şeye muhalefet etmek ve hırçınlaşmak
bir kelime ile ifade edilir: ŞERR. Şerr işle meşgul
olmaya başlayan Nefs’in adı değişir, bu yeni hale
108
YILMAZ DÜNDAR
Nefsin Şerri denir. Sonuç: “A” Takdim Formu
“BEN” Nefsin Şerri’dir.
Ahseni Takviym’de Vehim vardı, sonra o
Vehmin Zulmeti’ne düştü; Ahseni Takviym’de
Nefs vardı o şimdi Nefsin Şerri oldu. Nefsin Şerri “Varım ve Muhtarım” deyip, Allah’ın verdiği
MTG yetkisini özgür ilan edip, “o bana aittir ve
serbestim” diye haddi aşarak oradan Dûnillah
kararlar veren bir hayat oluşturur. Oluşturduğu o hayatta da kendisine BEN der. BEN diyen o
Nefs, kendisine verilen Nefs’i, yetkileri suiistimal
ederek Allah’a karşı Allah’a muhalefet eden bir
tarzda kullanmış ve bu konuda da hırçınlaşmıştır ki; işte, ona Kur’an ŞERR diyor. Dolayısıyla, işte
o Nefs artık şerr ile anılır. Aynı Nefs’tir ama onun
Allah’a karşı gelen davranışlarına “Nefsin Şerri”
denir. Nefs’ten çıkan bu davranışlara, bu inkara
Nefs adı altında “Nefsin Şerri” diyoruz. Bu tanım
Nefs’in hakikati için değildir, bu ifade onun hakikatine söylenmez. Bu tanım, uslu bir çocuk yaramazlık yapmaya başladığında ona, “Bugün ne
yaramaz çocuksun” demeniz gibidir, bu cümleyi
onun fiillerine söylemeniz gibidir.
“Nefsin Şerri” Nefs’in kiridir. İnsan Nefsin
Şerri’ne “BEN” demekle Nefs’ine zulmetmiş olur,
ZALİM olur. İşte: “A” Takdim Formu “BEN” diye
isimlendirdiğimiz kişi böyle bir Nefs’e, bu Nefs’e
Allah’ın ona verdiği bu Yetki’ye “BEN” dediği zaman O’na ZULM etmiş olur. Bu Nefs’e bu
tür işler yaptırdığı için, O’nu bu algıda tuttuğu
için, O’nun aslı bunu istemediği halde O’nu zorla Esfele Safiliyn’e mahkum ettiği için bu Nefs’e
109
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
zulmetmiş olur; NEFSE ZULÜM budur. Bu yüzden, o kişiye “nefsine zulmediyorsun” denir. Ve
Kur’an bizi uyarır: Nefsinize zulmetmeyin; Tevbe-36: O’nu, yani size Ben’den verdiğim bir emanet olan “Kayıtlı Kendinizi Hissetme Duygu’nuzu yanlış işlerde kullanmayın.” Çünkü nefsinize
zulmedince “Zalim” olursunuz. “Esas Zalim”
işte budur: Bir şeyin hakkını vermeyene, bir şeyi
Hakk’a bağlamayana ZALİM denir. Nefs’in hakkı Ahseni Takviym olduğu halde O’na Hakk’ını
yaşatmayan O’nun hakkını vermiyor demektir;
bu durumda o “zalim” oldu demektir. Bu konuda Efendimiz (SAV) bize dualar öğretmektedir,
bu konu çerçevesinde onlardan ikisini paylaşalım. Bu dualar aynı zamanda konuştuğumuz bu
konunun böyle olduğunu da gösterir. Bu konu
böyledir ki, konuştuğumuz gibi olduğu içindir
ki; Efendimiz (SAV) bu kelimelerle bize bu duaları öğretiyor:
“Allahümme elhimniy rüşdiy ve eızniy min
şerri nefsiy: Allah’ım bana rüştümü ilham et
ve nefsimin şerr olacağı davranışlarından beni
koru, onlardan sana sığınırım.”
Konumuz da tamamen bu değil mi?
“Allahümme rahmeteke ercu, fela tekilniy
ila nefsiy tarfete aynin ve aslihliy şe’niy kullehu
La ilahe illa ENTE, Sübhaneke: Allah’ım rahmetini umuyorum, beni göz kırpması kadar bile
Nefs’ime, O’nun şerr haline terk etme; her halimi, her anımı ıslah et. La ilahe (dûnillah algı
ve oradaki müstakilen var ve muhtar varlıklar,
110
YILMAZ DÜNDAR
Allah’ın dışında müstakil hüküm veren, gücü ve
mülkü olan varlıklar, güçler yok) illa Ente, SÜBHANEKE.”
Neye “La ilahe” dediğimizi öğrendik: Dûnillah
algı ve zann’ları olan müstakilen var ve muhtar
varlıklar yok! Allah’ın dışında müstakil hüküm
veren, gücü ve mülkü olan varlıklar/güçler yok!
Duada geçen “Sübhaneke” burada söylenişiyle o
da ayrı bir ilimdir, ama şimdi konumuzun gereği
girmiyoruz, başka zaman yeri gelir inşaAllah.
Hakk yolu sana bildiren “İslam Diyni”nin direği SALÂT’tır. Batıl yolu açan ise “Müstakilen
Varım ve Muhtarım” anlayışının direği olan
CİNSELLİK PLATFORMU ve ÖFKE’dir. DûniHİ
algıyı ayakta ve sağlam tutan şey Cinsellik
Platformu’dur, onun sana kazandırdığı bazı huylardır ve Öfke’dir. O algı bunlarla ayakta durur.
Demek ki, bunları dizginlemek, hicret ettirmek,
Dûnillah algının elinden almak gerekiyor. Konumuz gereği bu kadar söylüyoruz, Rabbim lütfederse, “cinsellik platformu nedir, ne demektir”
onu da geniş paylaşırız.
“Müstakilen Var ve Muhtar” olmak ancak
“ilah”a mahsustur. Burada bir şeyi vurguluyoruz,
lütfen dikkat edin. Allah gerçeği içerisinde şu
çok önemlidir: “Var” olmak, “Müstakilen Var ve
Muhtar” olmak ancak “ilah”ın vasfıdır, “ilah”ın
tarifidir; “Var” ilah için mümkündür. İlah “Var ve
Muhtar”dır; “Müstakilen Var ve Muhtar” ancak
İlah’tır. Allah kendi zatında “Müstakilen Vardır
ve Muhtar”dır. O yüzden Allah bizim ilahımızdır,
111
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
bu açıdan. Nas Suresi’nde “insanların ilahı” denilen budur, bizim için O böyledir. Yani: İlah kelimesi yalnızca birisinin bir ilah ve put edinmesiyle ilgili değildir, işin esası o değildir. Kişi zaten işin
esasını bilmezken gerçek manası ile “ilah”ı anlaması olacak şey mi? İşin esasını bilmeyen birisi
ilah tarif ediyor, biz de “ilah” tarifini onun dediği
gibi kabul ediyoruz, bu doğru olur mu? O bilmiyor ki zaten! Kur’an “müstakilen var ve muhtar”
olana İLAH der. Dolayısıyla: “Müstakilen varım
ve muhtarım” demekle “ben ilahım” demek aynı
manadadır. Bu yüzden bir insanın Allah’a karşı
“Ben Müstakilen Varım ve Muhtarım” demesi,
Allah’a karşı “Ben de ilahım” demesi manasına
gelir ki; bu durumda, bu insan kendi varlığını Allah’ a eş ve ortak koşmuş olur. Dünya ve ahiret
hayatının en önemli zikrullahı da burada başlar:
Allah’a karşı kendimizi eş gösteren dûniHİ algı
ve zann’larına “La ilahe illallah” deriz! DûniHİ
algı ve zann’larına “La ilahe illallah” zikrullahıyla
yaklaşan talip, bu kalb hastalığının ilacını bulmuş ve kullanıyor olur; yani, kalbini yıkıyordur.
Kalb-i Selim olacaktır inşaAllah.
Bu mübarek aylarda, özellikle Ramazan
Ayı’nda bu manasıyla bu zikrullahı görev edinin.
Böyle yaparsanız, tekrar yan yana geldiğimizde
çok başka olursunuz... Lütfen önemseyin.
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” duygusu
dûniHİ algıdan kaynaklanan zann’dır. Allah’ın
dışında olan bu idrak o duygudan kaynaklanan
fiiller yaptırtır. İnsan doğru bir yönelişle o algıdan kurtulma mücadelesine girmişse, öyle fiil112
YILMAZ DÜNDAR
ler yapıyor olsa bile Allah ona “neden yaptın!”
demiyor, “yapmamaya gayret et, yapma” diyor.
“Bana yönelir de kurtulmaya çalışırsanız sizi bağışlayacağım” diyor:
“(Bakacağım) amellerinize, en güzelini alacağım, size onunla muamele edeceğim. Kötüleri
sileceğim” (Zümer-35).
Kötüleri sileceğim ve yaptıklarınız içerisinden en güzelini alıp size ona göre muamele edeceğim, yeter ki doğru inanın, yeter ki ilahlık iddiasında bulunmayın, bu yolda gayret edin...
Bu manada, herhangi bir salâtın peşine secdeye gidebilirsiniz, secdenin yasak olmadığı
zamanlarda bunu yapabilirsiniz. Bu secdede
“dûniHİ” duyguyu tüm vücudunuzdan süzüp
yoğunlaştırıp iki kaşınızın arasının hafif üstündeki noktaya, sanki secdede oradan fışkıracaksınız gibi getirebilirseniz... “La ilahe illallah, La ilahe illallah...” Bir, iki, üç, beş, yapabildiğiniz kadar...
Bunu bu idrakla, bu reddedişle görev edinin.
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası insanın dûniHİ algısından kaynaklanan zann’ıdır.
Bu zanna Kur’an, insanın “HEVA ve HEVESLERİ”
olarak da tanım getirmiştir:
“(O) hevasından konuşmaz; O vahyolunan
bir vahiyden başka değildir.” (Necm; 3, 4).
Ayetler bize, Rasulullah Efendimiz (SAV)’in
bildirdiği Kur’an ve sünnetin dûniHİ algının
zann’larıyla karıştırılmaması gerektiğini vurgular
ve sonra da bizi uyarr:
113
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Yoksa, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var
ve muhtar zannederek) bir takım ilahlar mı
edindiler? De ki: “Haydi delillerinizi getirin! İşte
benimle beraber olanların kitabı ve benden öncekilerin kitabı.” Hayır, onların ekseriyeti Hakk’ı
bilmiyorlar, bu yüzden de yüz çevirirler! Senden
önce hiç bir Rasul göndermedik ki, ona: “Benden başka ilah (müstakil ve muhtar varlıklar)
yoktur; o halde, bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya; 24, 25).
Eğer dûniHİ hal bir algı olmasaydı ve Allah’ın
dışında müstakil ve muhtar varlıklar olsaydı,
hatta bunlar da ilah gücünde olsalardı, durum
nasıl olurdu? Kur’an cevap veriyor:
“O ikisinde (Arz ve Semavat’ta) Allah’dan
başka ilahlar olsaydı, elbette ikisi de fesada uğrardı. Arş’ın Rabbi olan Allah onların vasıflamalarından münezzehtir.” (Enbiya-22).
Bu böyle midir, onu şimdi hayatımızdan öğrenelim. Ayet diyor ki: Eğer öyle iki müstakil varlık olsaydı birbirlerini yok ederlerdi. Bu ayetlerden öğrendiğimle diyorum ki: Bir insan dûniHİ
algıyla “ben varım ve muhtarım” derse ilahlığını
ilan eder. Böyle diyen insanları bir düşünün; her
yer ilah! İlah, ilah... Şimdi, onların niye kavga ettiklerini anladınız mı? Ayet söyledi: İlahlar kavga
eder! Niye bize öfke yasaklanmış anladınız mı?
Çünkü öfke ilahındır. İlahlar kavga eder, çünkü:
Mutlaka kendine ait bir menfaati vardır ve mutlaka kendinden yüce birisi vardır. Ona yaranmak
ve mutlaka diğerini de ezmek ister. Ayet diyor
114
YILMAZ DÜNDAR
ki: Eğer öyle bir şey, öyle bir varlık, öyle güçler
olsaydı ikisi de fesada uğrardı, kavga ederlerdi.
Halbuki evrende barış, selamet var. Onu bize öğreten Esma’ül Hüsna Selam’dır. Ayetlerle kompozisyonumuza devam ediyoruz.
“Allah hiç bir çocuk edinmemiştir. O’nunla
beraber bir ilah da yoktur. Aksi taktirde; her ilah
kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka
onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah onların yakıştırmalarından (yakıştırdıkları şeylerden)
münezzehtir.” (Mü’minun-91).
Aynı olayı bir başka benzetmeyle görüyoruz:
Eğer öyle bir şey olsaydı herkes kendi yarattığını
sevk ve idare ederdi. Çalıştığınız yerlerde vardır,
“burası benim yerim, benim iş alanım burası,
burası benim yetki alanım, sen karışma” denir,
duyarız, o da bir ilahlık özelliğidir. İnsanlardaki
ilahtır o seslenen. O tavır ve davranışlar, onların
ilah olduklarının kanıtıdır; ilah oldukları için,
“Müstakilen Var ve Muhtar” oldukları için öyle
davranmaktadırlar.
“De ki: “Eğer onların dedikleri gibi O’nunla
beraber ilahlar olsaydı, o vakit elbette Arş
Sahibi’ne bir yol ararlardı.” (İsra-42).
Ayetlerden öğreniyoruz ki: Birden fazla ilah
bulunsaydı mutlaka kavga ve tartışma olurdu.
Esas hükümranlık için Arş’ı ele geçirmeye çalışırlardı. Arşı kim istiva etti: Allah! Aksi halde; işte
orayı istiva edebilmek için, yani orada hükümran olabilmek için güç savaşı yaparlardı. Veya
bakardı; Arş kimin elinde? Ve ona da gücü yet115
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
miyorsa, ona teslimiyet için yol ve çare ararlardı.
“Böyle şeyler olmadığına, böyle şeyler görmediğinize göre hala anlamıyor musunuz?” diyor.
Ayet bize; “öyle bir evreniniz var ki, orada böyle
şeyler görmüyorsunuz, bir deliliniz de yok, bu
iddiaları nereden çıkarıyorsunuz?” diyor.
DûniHİ bir ilah edinmek ve ona dua etmek
konusunda Sebe ülkesinden bir misal verilmiştir.
“Onu ve kavmini dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) Güneş’e secde ediyorlar buldum. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bu sebepten doğru yolu bulamıyorlar.”
(Neml-24).
Konu uzamasın diye kıssanın tamamına bakmıyoruz. Kur’an’ı ders yapacağınız için siz inşaAllah meallerden bakın. Anlatılan olayı tefekkür
edelim: Hz. Süleyman aleyhisselam’a Sebe ülkesinde Güneş’e secde edenler anlatılıyor: Güneş’e
secde edenleri buldum. Onu ve kavmini dûnillah
(algı sonucu müstakilen ve muhtar zannederek)
Güneş’e secde eder buldum. Onlar Güneş’i müstakil varlık ve muhtar bir güç zannederek ona
secde ediyorlar. Günümüzde de güneşe secde
edenler var, biliyorsunuz. Oysa açık ayet var:
“Sakın Ay’a ve Güneş’e secde etmeyin, Allah’a
secde edin” (Fussilet-37). Secde ayetidir...
“Onları böyle buldum” diyor. Şu ayette de
Sebe kavmi melikesinin dûniHİ yaşantı yüzünden idrakının yanlışa kaydığı belirtilmektedir:
116
YILMAZ DÜNDAR
“Daha önce dûnillah (algı sonucu müstakilen
var ve muhtar zannederek) kulluk yaptığı şeyler
onu (o kadını bu idraktan) alıkoymuştu. Muhakkak ki, o kafir bir kavimdendi.” (Neml-43).
DûniHİ algının nasıl idrak kaydırdığı bize bu
ayetle de gösteriliyor! Dikkat edin, kişi idrakını
“dûniHİ algı”dan kurtaramazsa İslam gerçeğini duyduğunda Billahi anlamında imanı anlayamaz ve fikirlerinde saçmalar. Buna bir misal
Mekke müşriklerinden verilmiştir:
“Şirk koşanlar dediler ki: Eğer Allah dileseydi
biz de babalarımız da dûniHİ (düşünüp Allah’ın
dışında başka) bir şeye kulluk etmezdik ve
dûniHİ (düşünüp Allah’tan ayrı) bir şeyi haram
yapmazdık. Kendilerinden öncekiler de işte böyle yapmıştı. Rasuller üzerine apaçık tebliğden
başka ne düşer?” (Nahl-35).
Bu manada birkaç ayet daha var. Benzer ayetleri Fatiha kitapçığında incelediğimiz için yalnızca “idrak kaydırma” konusuna odaklanıyoruz:
Sizinle paylaşmaya çalıştığımız bu gerçekleri
Efendimiz (SAV) onlara o zaman açıkladığında,
bu müşrik diyor ki: Eğer “müstakil ve muhtar”
değilsek niçin Allah bizim muhtarlığımıza izin
veriyor? Dileseydi yapmazdık! Böyle diyerek kendince delil ortaya koyuyor. Demek ki, “müstakilen var ve muhtar” olduğuna o kadar güçlü inanıyor ki, böyle diyor: Madem biz dûniHİ algıdayız ve sen bizim o kapsamdan kurtulmamız için
“Amentü Billahi deyin” diyorsun; bizi Tevhid’e
çağırdın ve “La ilahe illallah” dedin, eğer öyley117
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sek, dileseydi biz de böyle müşrik olmazdık. Neden bizim “müstakilen var ve muhtar” olmamıza izin veriyor? Dileseydi yapmazdık! Böyle diyerek Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e “karşı
fikir” üretiyor. Bunu kimin cümlesiyle yapıyor?
Efendimiz (SAV)’in cümlesiyle. DûniHİ algıda olduğu için idrak kaymasını bize ayet gösteriyor:
DûniHİ algıda olduğunuz zaman Rasulümü de
Billahi’yi de anlayamazsınız; reddedersiniz.
İdrak kaymalarının çok önemli bir sebebini de Kur’an bize şöyle bildirmektedir: DûniHi
algı ile müstakilen var ve muhtar zannedilen
güçlerden medet ummak, doğrudan şeytandan
istemektir ve o da insanları saptırır; çünkü, bu
konuda yemin etmiştir.
Hatırlatayım inşaAllah: DûniHi algıda,
zann’larıyla Allah’ın dışında müstakil var ve
muhtar güçler var sanıp onlara kulluk yapmak,
onlardan medet ummak, onların güçlerinden
yararlanmaya çalışmak için çırpınmak vardır. Bir
çok şeyi sıralayabiliriz. Böyle dûniHİ işler yaptığınızda Kur’an diyor ki: Ayetlerimi okudun,
gördün ki, öyle bir güç yok, öyle bir dûniHİ güç
yok, onlar senin koyduğun isimler senin zannın,
onlar vehmin zulmeti, onlar zannın fazlası, onlar batıl, onlar yok. Sen buna rağmen o yoktan
istedin. Ama bu isteğin boşa gitmez! Onlar yok
diye talebin boşa gitmez, şeytana söylemiş olursun ve sana şeytan gelir! Zihninde oluşturduğun
yok olan bir şeye söylemekle şeytana söylemiş
olursun. İşte delilimiz:
118
YILMAZ DÜNDAR
“Onlar (müşrikler) dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri) dişileri (dişi
isimli tanrılarını) çağırıyorlar (onlardan istiyorlar), ancak inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar.” (Nisa-117).
Kur’an’dan öğreniyoruz ki: DûniHİ algı ve
zann’ları yok diye onlara yönelme ve talepler
boşa gitmiyor. O talepleri kullanan var; doğrudan şeytan o talebinizi alır, değerlendirir.
“(Şeytan:) “Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın
yarattığını değiştirecekler” (dedi). Kim şeytanı
dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannıyla hareketle) dost edinirse, gerçekte o
apaçık bir hüsrana uğramıştır.” (Nisa-119).
Esfele Safiliyn yapıdaki kişi şeytanla böyle
doğrudan temasta oluyor. Kur’an’ı ders etmediği için de şeytanı da dûniHİ algıyı da tanıyamıyor. Kur’an kendisini ders edene öğüttür, öğretir:
“...Çünkü şeytan insana: “İnkar et” der. İnsan
inkar edince de: “Ben senden uzağım, çünkü
ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım”
der.” (Haşr-16).
Seni orada bırakır... Şeytan Allah’tan korkuyor. Haşr-16 böyle diyor: Şeytan insana “İnkar
et” dediğinde insan da inkar ettiğinde onu öylece terk eder gider. Ayetteki “inkar et”i lütfen
yanlış anlamayalım. “Biz Allah’ı inkar etmiyoruz”
119
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
diyorsunuz, tamam, o ayrı iş! Ama O’nun dediği
gibi yaşamıyorsun! Bu da bir inkardır ve şeytan
sana onları yaptırıyor. Onda sürekli bir inkar var;
şeytanın işi içerisinde herkese, her duruma göre
değişen bir inkar var. Ve o inkar gerçekleştiği zaman da; “Senden uzağım, çünkü ben âlemlerin
Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyor...
120
YILMAZ DÜNDAR
4.
ALLAH’A KARŞI MÜTEKEBBİR BAKIŞ
Bu bölüm kapsamındaki konuyu daha önce
Fatiha kitapçığında çok geniş ele aldığımız için,
bu başlık altındaki kısım çok kısa olacak. Bu
konuyu ilgili ayetleriyle Fatiha kitapçığında neden çok geniş işlediğimizi açıklayayım: Fatiha
Suresi’ni okurken “iyyaKE na’budu VE iyyaKE
nestain” derken “Mütekebbir” olmamak lazım.
“İyyaKE na’budu” ayetini okurken aslında diyorsunuz ki: Allahım, yalnız (sana) kulluk ederiz yalnız (senden) yardım dileriz: “İyyaKE na’budu VE
iyyaKE nestain.” “Kulluk ederim” demek öyle bir
manadır ki, eğer kişi onu demezse “kulluk ederim” lafı boşadır. O söyleyiş önce bu idrakla olmalıdır: Allahım, ben sana karşı mütekebbir değilim. Onda önce bu mana vardır: Allahım sana
karşı mütekebbir değilim. Ve yolun için de yalnız
(senden) yardım isterim. Açıklamalarımız “alt
sınır”dan olduğu için böyle söylüyoruz, aslında
“yalnız senden isterim” demenin bir ileri manası
daha var: “DûniHİ algıyla güçlerim yok!” Mananın birisi de budur: Yani; “Billahi çerçevesinde
yönelirim.” Bütün bunlar ile idrak onarılınca,
“yalnız senden isterim” meali “senden isterim”
olur. O kadar! O algı silinince böyle olur: Senden
121
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
isterim... “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestain”i o
zaman nasıl söyleriz: Sana kulluk ederiz, senden
isteriz. “Sanki başka da var” gibi bir mana algılanmasından utanır. “İyyaKE na’budu” ayetinde
biz bir nevi “La ilahe illallah” diyoruz. Diyoruz ki:
Allahım, dûniHİ algı ile olan güçler nelerse öyle
bir güç tanımım yok! Onlar La ilahe! Senden isterim. Bu manada bakıldığında “iyyaKE na’budu
VE iyyaKE nestain” bir nevi “La ilahe illallah”
demektir. Bu yüzden, “İyyaKE na’budu” derken;
“Allahım Kur’an’ın tarif ettiği şekilde yöneldim,
mütekebbir değilim ya rabbi” demek gerekiyor.
“Mütekebbir değilim” derken kastedileni Fatiha
kitapçığında ilgili bölümde çok geniş tefekkür
ettik, orada geniş paylaştık. O açıkladıklarımızın
hepsini tek ve küçük bir düşünce manası haline
getirip “İyyaKE na’budu” ayetine taşımak istediğimizde şöyle düşünebiliriz: Allahım ben mütekebbir değilim.
Şimdi başlığımız olan “Mütekebbir”i konumuz olan DûniHİ/Dûnillah ile ilişkilendirelim.
Çünkü onu tanımak lazım ki, ondan kurtulalım.
Tanımak lazım ki, “ben öyle değilim” diyebilelim.
DûniHİ algı sonucu insanın kendisini, “Müstakilen Var ve Muhtarım” diye tanımlayıp ve bu
durumu takdim için “BEN” demesi Kur’an’da
MÜTEKEBBİR davranış olarak nitelendirilmiştir.
Bu takdimin bir tarifi de “mütekebbir”dir, çünkü Mütekebbir “BEN” diyendir. “BEN” demek
suç değildir, çünkü Allah “BEN” diyor. Suç olan
Allah’ın yerine “BEN” demektir. Bu manası ile
“Ben” demenin suç olmadığı” yeterince izah edi122
YILMAZ DÜNDAR
lemediği için insanlar BEN demiyerek kurtulacaklarını zannederler. En üst nefs mertebesindeki bile kendisini “BEN” diye takdim eder. Mesele
“BEN” kelimesi değildir, Allah’ın yerine “BEN”
demektir. Önce budur, alt sınır budur.
“A” Takdim Formu “BEN” Vehmin Zulmeti
ve Nefsin Şerri’yle dûniHİ algı sonucu “müstakilen varım ve muhtarım” dediği haline “BEN”
etiketini yapıştırıyor; “Ben de ilahım” manasında
“BEN” diyor. İşte “Allah yerine BEN” demek budur. Daha doğrusu “Allah gibi BEN” demek budur. “Kul gibi BEN” demek sakıncalı değildir. Bize
“kul gibi BEN” deme izni verilmiştir. Kur’an’ın
yasakladığı “Allah gibi BEN” demektir, Allah’ın
demesi gibi BEN demektir. Allah’ın BEN demesi
gibi BEN diyenlere Kur’an “mütekebbir” demiştir.
Mütekebbir kelimesi noksan olarak “kibirli
insan” şeklinde çevriliyor ve insanlar ondan amel
çıkaramıyor. Kim “ben kibirliyim” der ki? Kimse
“ayranım ekşi” demiyor, öyle olunca hiç “kibirli
insan” da bulamıyorsun, ayet gündemden düşüyor. Fark eden için, o ayetler şöyle söylüyor:
“Allah gibi BEN diyen mütekebbirdir.” Çünkü
Mütekebbir Allah’tır, o bir Esma’ül Hüsna’dır: El
Mütekebbir... İşte, böyle olduğu halde “Allah gibi
BEN” diyene Kur’an “mütekebbir” demiştir.
Bir insan ki; Allah’ı hiç tanımasa da, Allah’ın
varlığını ve Ehad ve Samed olduğunu duysa ve
inkar eden olsa da; Allah’a inandığını söylese de
mümkün olduğunca kurallara uyduğunu belirt123
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
se de eğer, “Allah’ın dışında müstakilen varım ve
muhtarım” diyorsa Kur’an’ın tanımlamasıyla o
insan MÜTEKEBBİR’dir. Eğer mütekebbir olmayı, yalnızca bir insanın yaşadığı ortamda kendisini üstün görme gayretleri olarak ele alırsanız,
Kur’an’ın “mütekebbir” dediği insanı, insanların
kendi aralarındaki konuşmalarındaki vasıflandırmalarla hem sınırlamış ve hem de konuyu
esas manadan uzaklaştırmış olursunuz.
Kur’an’ın Mütekebbir dediği insan öncelikle
Allah’a karşı “Ben de müstakilen varım ve muhtarım” diyendir. Bu kişi daha sonra Allah’ın yarattıklarına ve emirlerine karşı edepsiz bir kıyas
ile yaklaşmaktır. İşte müslümanlar bu tuzağa
düşerler. Onu sonraki başlığımız olan ĞILL içerisinde genişçe göreceğiz. Yaratılanlara kıyasla bakmak; “Ben iyiyim, ben güzel salât ikame
ediyorum, ben konuyu daha iyi biliyorum” gibi
düşünce ve yaklaşımlar, bütün bunlar insanın
“kendisini Allah ile kandırması”dır. Hele de bir
müslümana karşı “müstakilen varım ve muhtarım” duygusuyla, bir kıyasla bakmak, Allah’a karşı “varım ve muhtarım” demekle aynıdır, Kur’ân
açısından böyledir.
Billahi kapsamda olmak kaydıyla, DûniHİ olmamak kaydıyla, dûniHİ olanlara KİBRİYA göstermek ise ayrıdır, o özel bir konudur ve “sadaka” hükmündedir. O başka bir şeydir, başka bir
görevdir, “mütekebbir” ile anlatılandan ayrıdır,
onunla karıştırmamak lazım. Biz birisine nasıl
davranacağımızı değil de kendimizi düzeltmeye çalıştığımız için, onu öğrenmeye çalıştığımız
124
YILMAZ DÜNDAR
için konu böyle akıyor. Eğer siz “Dûnillah”a karşı
“Billahi”yi temsil ettiğinizde Billahi anlamın kula
tanıdığı Kibriya’yı göstermezseniz İslam’a karşı
haksızlık yapmış olursunuz. O duruş başka bir
duruştur ve bu konunun dışındadır. Ona sadaka
sevabı verildiğini bize bildiren bir de hadis vardır.
Demek ki: Mütekebbir olmak “Allah gibi
BEN” demektir, “Ben de müstakilen varım ve
muhtarım” demektir. Yani; “Ben de ilahım” deyip, sonra da oraya Allah’ın “BEN” demesinden
bize öğrettiği “BEN”i alıp koymaktır, “BEN” etiketini ortaya yapıştırmaktır; Esas Mütekebbir
budur. Bu etiketle Allah’a bakmak Mütekebbir
Bakış’tır, esas mütekebbir bu bakışta olandır.
İşte bu etiketiyle birisi İslam’ı anlatıyor. “Ben de
Allah’ın dışında varım ve müstakilim” etiketiyle
Allah anlatılıyor, Kur’ân okunuyor... Allah inancına bu bakış Mütekebbir Bakış’tır. Böyle yapanları
Kur’an’dan öğreniyoruz. Burayı biraz halledecek
gibi olursa müslümanın düşeceği tuzak başlar
ki; bu durumda kişi müslüman da olsa onda
“mütekebbir”in kırıntıları var demektir. Bu tuzak, Allah’ın yarattıklarına karşı kıyaslar tarzda,
bir mevki oluşturur tarzda bakmaktır. Kur’an’ın
“mütekebbir”i anlatışını konumuz kapsamında
Saffat Suresi ile tamamlayalım:
“Onlara “La ilahe illallah” denildiğinde müstekbir davrandılar.” (Saffat-35).
Buradan bir amel, bir ders çıkarmak için okuyan talib, “kibirli insan” bakışıyla yapılan meali
anlayamaz! Anlamak için bu ayete şöyle ba125
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
kalım: Mevzuyu anlayamayanlara ve kafirlere;
“llah’ın dışında ‘müstakilen var ve muhtar’ olan
bir varlık yoktur; hatta bu iddia ettiğiniz ‘var’a
ilah deseniz bile! Ancak Allah!” denildiğinde,
dûniHİ algı ile, yani ‘Hayır, biz hem müstakilen
varız hem de muhtarız” idrakıyla karşılık verdiler.
Bu “Mütekebbir”in ilk örneği şeytandır:
“İblis müstesna; o müstekbir davrandı ve kafirlerden oldu.” (Sâd-74).
“Âdem’e secde edin” denildiğinde melaikenin
hepsi secde etti, ancak İblis, “Ben müstakilen
varım ve muhtarım, ne yapacağıma ben karar
veririm” manasında davrandı. Yani Allah “secde
et” dendiği zaman “semi’na ve eta’na” demedi.
“Şeytan Vasfı”nı yakalayın! O cin taifesinden,
şeytanlık onun görevi, görevinin adı şeytanlık.
Ama biz o duruma düşmeyelim! Şeytanlık aslında Allah’a karşı “işittik ve itaat ettik” dememektir! Oysa Rabbimiz imanlılara öğüt veriyor: “İşittik ve itaat ettik” deyin. Öyle deyin de noksan
yapmış olsanız da affedeceğim” diyor. Yeter ki
“semi’na ve eta’na” de! Sen de elinde fırsat varken de, inşaAllah.
Kur’an bize “semi’na ve eta’na” hayat tarzını
öneriyor, “siz böyle deyin” diyor. Şeytan ise; “Ben
müstakilen var ve muhtarım. Ne yapacağıma
ben karar veririm” diyor ve bu manada davranıyor. Böyle davrandı ve Allah’a ait vasıfları inkar
etti. Böylece ilk “mütekebbir” örneği o oldu...
126
YILMAZ DÜNDAR
5.
ĞILL’İN HAKİMİYETİ
DûniHİ algı sonucu ürettiği zann’larla “müstakilen varım ve muhtarım” diyen MÜTEKEBBİR insanın temel özelliklerinden bir diğeri de
Efendimiz (SAV)’in insanlığa, insanlara duyurduğu Allah’tan, Allah’a “La ilahe illallah” diyerek
inananlardan, İndillah’taki diyn olan İslam’dan
ve bütün bunları hatırlatacak her türlü şeyden
nefret etmesidir. Dûnillah algıda olan insan o algıyı benimsemişse, o algıyı hayat tarzı yapmışsa
hayatında belki bir başka şeye o kadar kuvvetli
inanmaz. DuniHİ algı sonucu ürettiği zann’lara
bu kadar kuvvetli inanarak, onları bu kadar kuvvetli savunarak Allah’tan nefret eder, Allah’ın
özellikle İhlas Suresi’nde anlatılan özelliklerinden nefret eder. “La ilahe illallah” diyerek İslam’a
yaklaşanlardan nefret eder. İslam Dini’nin sisteminden, anlattıklarından nefret eder. Öyle
nefret eder ki, bunları hatırlatacak şeylerden de
nefret eder. Ona bir şey bunları hatırlatıyorsa,
bir insandaki bir hal, bir özellik ona Allah’ı hatırlatıyorsa, o insanı tanısın tanımasın nefret
eder. Engelleyemez, bu nefretini engelleyemez;
Dûnillah algıdan ve onu hayat tarzı yapmışsa onun getirdiği bu nefretten kurtulamaz. Bu
nefreti Kur’an daha geniş manada “ĞILL” olarak
isimlendirmiştir.
127
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Allah vahidiyeti ile zikredildiğinde ahirete iman etmeyen kimselerin kalbleri tiksinir.
O’ndan başkası zikredildiğinde ise hemen müjdelenmiş gibi yüzleri güler.” (Zümer-45).
Sahibi söylüyor. Ve dikkat ederseniz bu ayet
“Allah zikredildiğinde” demiyor. Allah vahidiyeti ile zikredildiğinde! Yani: Dûnillah algı yoktur, inanacağınız gerçek “Billahi kapsamında bir
iman”dır diye Allah anlatıldığında ahirete iman
etmeyen kimselerin kalbleri tiksinir. Dûnillah algıdan ve o algıya ait dünyadan birileri gündem
olduğunda ise bir anda yüzleri güler, bir anda
sevinirler, müjdeleşirler.
“Hayır! Onlar azgınlık (haddi aşmışlık ve)
nefrette direnip durmaktadırlar.” (Mülk-21).
“Kendilerine ayetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıp çullanacaklar...” (Hac-72).
Dûnillah algıdakiler ellerinde olmadan böyledirler, onların bu halden kurtuluşları yok; yani
ikna ile bundan kurtulamazlar. Eğer bulundukları bir ortamda İslam anlatılmıyorsa dûniHİ algıdaki topluluk ve toplumlar birbiri ile anlaşır.
Eğer İslam anlatılıyorsa hemen bu nefret ortaya
çıkar, bundan kurtulamazlar. Onlara anlatmakla
ikna etmekle bu huyları değişmez. Dûnillah algıdan kurtulmadıkça, “Amentü Billahi demedikçe
bu özellikten, bu işten kurtulamazlar. Dûnillah
algının yapışmış mütemmim cüzü nefrettir;
Allah’tan nefret edecek! Ayetler öyle söylüyor.
Oysa yine Kur’an buyurmaktadır ki:
128
YILMAZ DÜNDAR
“İşte böyle! Kim Allah’ın Şeair’ine (Allah’ın
alametlerine, Tevhid’e) ta’zim ederse (saygı gösterir, hürmet ederse) muhakkak ki o, kalblerin
takvasındandır.” (Hac-32).
Esfele Safiliyn özellikli insanın, ahseni takviym
özellikli kalbinin etrafını bir kılıf olarak kaplayan
ĞILL, ahseni takviym halin insanla ilişkisini keser ve sanki kalb tamamen “ĞILL”miş gibi çalışır.
Beyin, Fuad’dan ĞILL emirleri alır, sadrdan ĞILL
yayılır. Böylece bu insan, Allah’a şükredebilme
lütfûndan mahrum bir zavallı olur.
“Sizi inşa eden ve sizin için sem’, ebsar ve fuadlar oluşturan O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Mülk-23).
Bu mekanizmayı İnşirah Suresi’nde geniş ele
almıştık, hatırlayacaksınız. Şimdi konumuz harici olarak birkaç cümleyle onu anlamaya çalışalım. Esfele Safiliyn yapıdaki insanı sadrı yönetir,
kalbi yönetmez. Sadrın yönetimi kalbte olursa,
o sadrı kalb İhlas Suresi doğrultusunda yönetir.
Özellikle Lüb aktiflendiği zaman, yani kalbteki
Lüb Nuru açıldığı zaman yönetim Kalb’in eline
geçer ve işler değişir. Ama başlangıç öyle değildir. Başlangıç Esfele Safiliyn’dir ve yönetim de
Sadr’dadır. Sadr kalbi saf dışı etmiştir, onun üzerini Esfele Safiliyn halle kalıp gibi örtüp maskelemiştir. Bu durumda, Esfele Safiliyn yapı sadra
emirler kalbten geliyormuş hissi verdirtir, sadrınız kendisine emir kalbten geliyormuş zanneder.
Esfele Safiliyn yapı Dûnillah algıyla kalbin etrafını kaplayınca sadrın yönetimi nefsin şerri olan
129
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Esfele Safiliyn’e geçer ve beyin ondan emir alarak çalışır. Ve Fuad sadrda oluşan şer zann’larla
analiz sentez yapar ve o şer zann’lar beyinden
fiile dönüşür. Fiiller için analiz yapan Fuad’dır, İnşirah kitapçığından hatırlayacaksınızdır, o doğru
eğri ayırmaksızın analiz yapan bir mekanizmadır
Fuad’ı bize Kur’an öğretiyor, ayetlerde “Size fuadlar verdik” denilen odur. Meallerde onu “gönül” diye çevirmişler, ama o gönül değildir! Fuad
Fuad’tır. Onun adı Fuad’tır ve bir işi vardır; duyduğu bilgileri almak ve analiz sentez yapmak.
Mülk-23. ayet bunu anlatıyor: Size SEM’ verdik;
şey duyma, işitme ile ilgili tüm şeyleri, teknolojik olanlar dahil verdik. EBSAR verdik; görme,
idrak etme yetileriniz var. Ve FUADLAR verdik;
kalbinize bütün bunları analiz edip bir sonuca
çevirme gücünü verdik. Bütün buna rağmen ne
kadar az şükrediyorsunuz, yani işlerden doğru
sonuç çıkarmıyorsunuz. Elinizdeki bu sermayeyle doğru sonuç çıkarmıyorsunuz! Ayetten bunu
öğreniyoruz! Bunu kim, nasıl yapıyor? Esfele Safiliyn yapı! Kalbin üstünü kaplayarak, onu hasta
tutarak, onu çalıştırmayarak yapıyor. Bunu önleyecek şey nedir başlangıçta iman nurudur. İman
Nuru kalbte çalışmaya başlayınca sadr iman
nuru ile etkilenmeye/sarsılmaya başlar. Sadrın
sarsılması, gel-gitler yapması, bu ayrı bir süreçtir,
şimdi ona girmiyoruz. Şimdi anlatmaya çalıştığımız şudur: Esfele Safiliyn yapı Dûnillah algıyla
kalbin etrafını sımsıkı kaplayınca yönetim sadra
geçer, nihayet kişi o şer zannlar’la yaşar... Dünyaya gelen insan DûniHİ algıyı sevdiği önemsediği
130
YILMAZ DÜNDAR
için onunla bir mücadelesi de yoktur. Ondaki Esfele Safiliyn mekanizması bu işi çok rahat yapar.
Yönetim sadrdadır, beyne emir Sadr’dan, dûniHİ
algı merkezinden gider. Çünkü fuad sadrdan aldığı bilgiye ait sonuçlar üretir. Kalb iman nuru
ile kıpırdamaya başladığında fuad şaşırmaya
başlar; öyle mi böyle mi? Çünkü hem kalbe ait
imani sonuçlar, hem de sadra ait farklı sonuçlar buluyordur. Ama sadr sarsılmaya başlamıştır.
Eğer kalbte Lüb Nuru açılırsa Fuad o kadar etkilenir ki, Lüb Nuru’nun etkisi altında kalır. Ve
ondan sonra sapmaz bir şekilde artık hep İhlas
Suresi’ne uygun sonuç çıkarır, şaşmaz! O zaman
Fuad’tan Beyin’e artık bu emirler gider... Ama bu
hemen olan bir şey değildir. Çünkü Sadr, Kalb,
Fuad ve Lüb Sistemi’nde kalbi ĞILL kuşatmıştır, yani Allah’tan ve Sistemi’nden nefret kalbi
kaplamıştır. Öyle kaplamıştır ve de kişi o halinin
doğruluğuna o kadar kuvvetli inanmıştır ki...
Bu öyle kuvvetlidir ki, “Allah’a inanıyorum” diyenin imanını bir yere koysak, “inanmıyorum”
diyenin Esfele Safiliyn inancını bir yere koysak,
ikincininki daha kuvvetli çıkar. Esfele Safiliyn bu
kadar kuvvetlidir, inandığı şeyin haklılığına ve
doğruluğuna böyle kuvvetli inanır. Esfele Safiliyn böyle bir musibettir. Ufak tefek gayretlerle
ondan hemen kurtulunmaz, çok ciddi bir mücadeleyi gerektirecek derecede kuvvetlidir. Onun
o kuvveti yüzünden Sadr’a ĞILL hakim olur ve
böylece sadrdan çıkan herşey ĞILL süzgecinden çıkar; yani Allah’a ve sistemine nefret süzgecinden çıkar. O kişiden hep “Allah’tan nefret
131
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
elbisesi” giymiş fikirler, yorumlar, bakışlar çıkar.
Esfele Safiliyn yapı sadra hakim oldukça bundan
kurtuluş yoktur, ikna etmekle, anlatmakla falan
onu kurtaramazsınız. Al-u İmran; 119. ayet “Siz
onu seversiniz ama o sizi sevmez” diyor. İmanlı
kişi onu sever, anlaşır, bir yerde buluşur. Ama o
sizi sevmez. Ondaki bu sadr hakimiyeti nedeniyle, yani sadrına Esfele Safiliyn yapının hakim olması nedeniyle o kişi çok tabidir ki; şükredemez.
Çünkü görmesi ve görme ile ilgili bilgi toplaması, işitmesi ve işitme ile ilgili bilgi toplaması hep
dûniHİ’dir. Hep bu bilgiler gelince Fuad’dan sürekli dûniHİ algıya ait nefret sonuçları çıkar, beyne o emirler gider ve oradan nefret fiilleri çıkar.
Bu ĞILL’le o, şükürden mahrum bir insan olur.
Dolayısıyla, kalbinde ĞILL bulundukça insan
cennete giremez, dünya hayatında da cennetlik
amelde bulunamaz.
“Biz onların (cennet ashabının) sadrlarında
ğıll’den ne varsa söküp attık.” (Hicr-47, A’raf-43).
Allah onu söküp attığı zaman kurtuluyoruz...
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, cennette ĞILL’le
olunmuyor, Allah onu atıyor. Kulun kalbi o zaman cennete uygun hale geliyor. Demek ki,
Allah’tan ve O’nun sisteminden nefret ettikçe
cennet kişiye haramdır. Yaşarken de bu nefret
yüzünden cennete uygun amel yapamazsınız...
“Onlardan (Ensar ve Muhacir’den) sonra gelenler, şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve iman ile
bizden öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et,
kalblerimizde iman etmiş olanlar için bir ğıll
132
YILMAZ DÜNDAR
oluşturma. Rabbimiz! Muhakkak ki; Sen, Raufun
Rahiym’sin.” (Haşr-10).
Rabbimiz, ĞILL’den kurtulmamız için dua ile
kendisinden yardım istememizi öğretiyor.
“La ilahe illallah” demeyen mütekebbir insan
hem MÜTEKEBBİR özelliklerini, hem de ĞILL
özelliklerini noksansız ortaya koyan bir karakterdir. “La ilahe illallah” diyen insanda ise ĞILL;
müslüman kardeşlerine karşı sevgi noksanlığı ve
çekememezlik gibi davranışlar seviyesine iner.
Ancak bunların da kalkması şarttır, bu ĞILL’in
de temizlenmesi gerekir.
Müslümanlar, müminler kardeştir. Ancak bu
kardeşlik dûniHİ vasıflı ise ilişkilerde o söylediğimiz şeilde ve seviyede ĞILL görülebilir. DûniHİ
algı silindikçe o ĞILL de silinir. Haşr Suresi10.
ayette öğretilen dua bu sebepten bizim için
çok önem taşır. Bundan dolayı müslümanların
selamlaşmaları diğer insanlarınkinden farklıdır; önemli bir duadır. Selamlaşmak dualaşmaktır. Selamlaşmak; DûniHİ algı ve zann’ların
hakim olduğu hayat tarzından kurtulma duasıdır, Allah’tan Selam ismi ile yardım istemektir. “Selâmün Aleyküm; Allah’ın Selamı üzerine
olsun” dediğimizde: Allah seni dûniHİ algıdan,
O’na karşı mütekebbir olmandan, O’na karşı kendini şirk koşma algısından Selam isminin
yardımıyla kurtarsın. Ve o Selam isminin sana
sağlayacağı barışı ve esenliği lütfetsin inşaAllah.
Böyle dua ediyorsunuz, selamlaşma böyle bir
dualaşmadır. “İslam’da Selam” konusu bu yönü
133
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
ile ele alınmalıdır. Yoksa o, hal hatır sormak, ilişki
kurmak, güzel insan gözükmek gibi şeyler sanılır. Değildir! Selam dünya ve ahiret için bu kadar
önemli bir duadır. Bu yüzden, onu israf etmeyin:
Taşıdıığı ĞILL yüzünden değerini bilmeyecek,
reddedecek olana SELAM vermek, o duayı onlarla paylaşmak, onu onlara kullanmak israftır
ve çok sakıncalıdır. Konu ilerlediğinde ayetini
göreceğiz, “DûniHİ algıda olanların inançlarına
sövmeyiniz” buyruluyor. Çünkü onlar da Allah’a
söver, bilmeden Allah’a söverler. Bize gösterilen
bu hassas davranış öğüdüyle SELAM’a bakacak
olursak; anlamayanlara, bilmeyenlere “Selâmün
Aleyküm” diyerek Allah’ın bu güzel kanununu
olur olmaz şekilde ortaya koymak doğru olmaz.
Dünya ile kıyaslanmaz ama günümüzde değerli bir metal olduğu için söylüyorum, bizim için
altın değerinde sayılacak önemli bir duadır SELAM. Siz cebinizdeki beş kuruşu ortaya atmazken selamı ortaya atamazsınız! O hak edenedir,
güzel karşılık verenedir, dualaşacak olanadır.
İnşaAllah böyle selamlaşırız. Aksi halde selam
verdiğiniz kişi yanlış davranarak Selam’a hakaret
ederek Allah’a küfretmiş olur, biz de önemli bir
yanlışa sebep olmuş oluruz.
DûniHİ algının ve zann’larının hakim olduğu
hayat tarzından kurtulma duasıdır bu, bu amaçla Allah’tan Selam ismiyle yardım istemektir.
“Amentü Billahi” hayat tarzı, yani “Allah’ın dışı
algısı olmayan” hayat tarzı dünyada da ahirette
de SELAM YURDU’dur.
134
YILMAZ DÜNDAR
“Ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde de ki: Selamün aleyküm.” (En’am-54).
“Rableri indinde Darü’s Selam (Selam Yurdu)
onlarındır.” (En’am-127).
Amentü Billahi kapsamındaki hayatın bir
ismi de Selam Yurdu’dur, o hayat tarzı barış ve
esenlik yuvasıdır. Mütekebbir insanın “Selâmün
aleyküm”ü niye sevmediği ve nefret ettiği anlaşıldı mı? Bu nefret de bir ĞILL örneğidir.
Ve Mütekebbir insanın bir amacı da, dûniHİ
algısı sonucu müstakilen sahip olduğunu zannettiği güç ile Tevhid inancını yıkma isteğidir.
“Biz murseliyn’i ancak müjdeleyici ve uyarıcı
olarak irsal ettik/ederiz. Kafirler ise Hakk’ı batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla
mücadele verirler. Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri eğlence konusu yapmışlardır.”
(Kehf-56).
“Kendilerine ne faydası ne zararı olan,
Dûnillah (algı sonucu müstakilen var zannettikleri) şeylere kulluk yaparlar (taparlar; bu zannlara göre hayat tarzı oluştururlar). İnkarcılar
Rablerine karşı uğraşıp durmaktadırlar.” (Furkan-55).
Ayetlerden kendimize bir ders çıkarmak için,
“bizle ilgilidir” deyip ayeti kendi üzerimize almaya gayret ederken dikkat edeceğimiz bir husus
da şudur. Örneğin şimdi okuduğumuz ayetlerle
ilgili bakacak olursak, bir kişi “ben inkarcı değilim, o halde bu sözler bana değil” derse, ona
135
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“inkarcı olmadığını sen söylüyorsun, sen öyle
sanıyorsun” deriz: “Belki de uyduruyorsun! Eğer
Rabbine karşı açık veya gizli bir mücadelenin
içerisindeysen, bu ayete göre sen inkarcısın. Bu
yüzden; fikirlerinizi, takdirlerinizi, sevdiklerinizi,
her şeyinizi incelemeniz lazım. Onlar, Rabbimize
karşı açık veya gizli bir mücadele içeriyorsa bu
ayete göre biz inkarcıyız demektir. Dolayısıyla,
“ben Rabbime ve sisteme karşı bir mücadele
içerisinde miyim, o hal bende olabilir mi?” endişesiyle kendimizi test etmeliyiz.
Mütekebbir insanın duyguları öyledir ki,
tümü ĞILL süzgecinden geçer ve ĞILL elbisesi
giymemiş bir duygusu ve davranışı kalmaz.
Mütekebbir insanın ĞILL süzgecinden çıkan
tehlikeli bir duygusu da Hased”liktir. Efendimiz
(SAV) buyurmuşlardır ki: “Hasetten kaçınınız;
çünkü, ateşin odunları yakıp bitirdiği gibi, haset
de güzel işleri, salih amelleri yer bitirir.” Diğer bir
hadiste ise; “bir insanın kalbinde iman ve haset
bir arada bulunamaz.” Bir ĞILL ürünü olan Hased dûniHİ algı sonucu bir zann olduğundan,
aslında buyrulmaktadır ki; “kalbte dûniHİ algı
ile Amentü Billahi bir arada bulunamaz”. Kalbte
hem “dûniHİ algı” hem de “Amentü Billahi” bir
arada bulunamaz. HASED, “müstakilen var ve
muhtar” olduğunu zanneden insanın kıskançlık
duygularıdır. “Müstakilen varım ve muhtarım”
diyenin kıskançlık duyguları...
Bir kişinin idraken ve sözle “ben müstakilen
var ve muhtar olduğumu söylemiyorum, öyle
bir iddiam yok” demesi çok güzeldir. Ama bu id136
YILMAZ DÜNDAR
rakı fiillere dönüştüreceği zaman kendisini test
etme yollarından birisi de Ğıll’i ve Ğıll ürünlerini
kendisinde incelemesidir. Bu yüzden biz, Felak
Suresi’nde “Ve haset ettiğinde hased edicinin
şerrinden” diyerek Allah’a sığınırız, sığındığımız
şeylerden birisi hased edenlerin hasedidir! HASED EDENLERİN HASEDİ ile tarif edilen, dûniHİ
algıda yaşayanların şer içerikli kıskançlık ve
hücumlarıdır. Bize öğretilen çok güzel bir korunma hediyesi olan Felak ve devamı olan Nas
Suresi’nde, biz onlardan Allah’a sığınırız.
Felak Suresi’nde Allah’a sığındığımız haset
edenin şerri, mütekebbir insanın Ğıll’inin bir
hücum biçimidir ki, bu manada Hazreti Musa
aleyhisselam’ın da bir duası vardır:
“Musa dedi ki: “Muhakkak ki ben, Hesap
Günü’ne iman etmeyen her mütekebbir’den
benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz’e sığınırım.”
(Mü’min-27).
ĞILL’den HASED doğar; HASED, KIYAS’ı getirir, kıyas yaptırır; KIYAS yapan GÖZ DİKER;
GÖZ DİKEN ise FESAD olur. Bunların hepsi
şeytan amelidir. Bütün bunlar ise ĞILL’in HAKİMİYETİ demektir, O kişide bu duygular kalbin
etrafını çepeçevre sarar, sadr bunlarla kaplanır.
Allah muhafaza etsin, kişi küçücük bir hasedlik
gibi bir şeye kapılsa bir kaç gece uykusu kaçar,
zihnini bir türlü toplayamaz. Ğıll, Hased, Kıyas,
Göz dikme, Fesad işleyişinin mıknatıs etkisi böyle kuvvetlidir... Allah muhafaza eylesin.
137
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Tekrar hatırlatayım, bu süreçteki esas kuvve
ĞILL’dir; Allah’tan nefrettir. Dolayısıyla: Hasedi,
kıyası, göz dikmeyi ve fesadı ĞILL’den (Allah’tan
nefret etmekten) ayrı düşünmek, bu manadaki
ayetleri anlayamamak demektir. Kişi Allah’tan
ve Allah’ın açıkladığı sistemden nefret ettiği için,
Allah’ın “böyle yaşayın” dediği hayat tarzından
nefret ettiği için bu sayılanları yapar ve yaşar.
Onlara “normal insan duyguları” deyip geçersek
yanılırız, hepsi “Allah’tan nefret”ten kaynaklanır. İşte bu nefretin adı ĞILL’dir ki, ondan hased
doğar. Hasedi tanımlarken “kendini müstakilen
var ve muhtar” kabul eden insanın kıskançlık
duygularıdır demiştik. Bu yüzden kişi kıskançlık
yapar. “Onun işi nasıl benimki nasıl, onun elbisesi ayakkabısı nasıl benimki nasıl, onun mevkisi
nasıl benimki nasıl? Onun evi, parası niye böyle?” Bu dûniHİ duygunun bir türlü sonu gelmez,
bu sayılanlar bir türlü bitmez... Şeytanın bu açık
büfe olan tuzağında boş masa yok! Boşaldıkça
hemen ve daima dolduran garsonları vardır. Bu
yüzden, kıskançlık duygusu bir ĞILL açık büfesidir, insan bu kısırdöngüye bir düştü mü bitmez...
Bu kıskançlıkla insan kıyas yapar, kıyas yanında
göz dikmeyi getirir; o birisinin bir şeyine göz
diker. Göz dikince ona ulaşmaya çalışır. Ya ulaşamaz veya şöyle böyle ulaşır ama doymuyor,
o zaman da fesad olur. Bunların hepsi şeytan
amelidir ve bütün bunlar sadrda bir hakimiyet
sağlar; ĞILL’İN HAKİMİYETİ.
“Buyurdu: “Sana emrettiğimde seni secde
etmekten ne men etti?” “Ben daha hayırlıyım
138
YILMAZ DÜNDAR
ondan; beni nar’dan halkettin, onu çamurdan
halkettin” dedi.” (A’raf-12).
Rabbine karşı gelen şeytanın secde etmezken
yaptığı kıyası gördünüz mü? Dikkat edin, onun
bulunduğu ortam bizim gibi değil! Biz inanmaya çalışıyoruz, o biliyor, Allah’ı bilen ve O’ndan
korkan bir varlık! Ama bizim “Ahseni Takviym”
yapımız ona verilmemiş! O yüzden onun tabiatı,
fıtratı budur, bu fıtrata uygun görevler yapacak.
Ahseni Takviym yapıyla olsa yapamaz! O zaman
merhametli olur, bu işleri yapamz. Bir veliyi veli
yapan yardımcı şeytandır; şeytandan korunmaya çalıştıkça kurtulur.
Şeytan dûniHİ algısı sebebiyle Allah’ın Emri’ni
kıyas yaparak, “ben yönetirim” demektedir. Bu
bir kişilik örneğidir ve Kur’an iki örnek kişilik
veriyor: Ahzab-21; “Örnek alacağınız kişi Rasulümdür” buyuruyor. Yani Efendimiz (SAV)’dir.
Sen artık, işinle ve düşüncenle, halinle tavrınla
bunlardan hangisine/kime benzeyeceğine bak
lütfen.
Bir hususu hatırlatalım ki, dilimizde güzel
bir alışkanlık olsun inşaAllah. Kur’an, Efendimiz (SAV)’e “Rasulullah, Nebiullah, Habibullah”
demiştir, O’na hitapta evrensel dil budur, O’nu
bütün varlıklar böyle biliyor. Peygamber kelimesi Efendimiz (SAV)’le ilgili değildir, O’nun görevinin karşılığı da değildir. Hiç bir ayet ve hadis
Efendimiz’e “peygamber” manasına gelecek bir
kelime ile hitap etmiyor. “Peygamber” ifadesi
Efendimizin derecesini başkalarına benzetmek
139
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
olup tenzili rütbedir. Allah O’na “Rasulullah”
diyor: Muhammed Rasulullah’tır; Fetih-29. Bitti! Yeni isimler bulmayın, yeni isimler uydurmayın! Kur’an’ı bozmayın! Allah’a “tanrı” dersen,
Rasul ve Nebi’ye “peygamber” dersen, diğer tanımları değiştirirsen bozmuş ve işi basite almış
olursun. O Rasulullah’tır! Bu ne kadar ekber bir
sesleniştir bilseniz... Kimsenin Rasulullah’ı yoktur, birisine “Rasulullah”ı ancak Allah der! Ama
“peygamber” çoktur, bütün uyduruk dinlerin
“peygamber”i vardır. O felsefeleri kim öğretiyorsa ona “peygamber” diyorlar. Biz de mi Efendimize öyle diyeceğiz? Allah Ahlakı ile ahlaklanmak O’nun gibi yapmaya çalışmaksa, Allah O’na
“Rasulullah, Nebiullah, Habibullah” diyor. Öyleyken O’na başka isimler koymak güzel olmaz.
“Lütfen kendimize bakalım, duygu, düşünce
ve davranışlarımızın şeytanın haline ne kadar
benzediğini araştıralım, gözleyelim” demiştik.
Yasin Suresi’nde bizi uyarışını hatırlayın:
“Ey, Ademoğulları, Ben size şeytana kulluk
etmeyin, ona uymayın demedim mi? Şeytan sizin düşmanınız, niye ona uydunuz. Size “Benim
Sırat-ı Müstakıym’im budur” demedim mi?”
(Yasin; 60, 61).
Böyle diyor, böyle de diyecektir!
Bu azarı işitmeyelim inşaAllah. Onun için de
Efendimiz’e tabi olalım, O’na uyalım. Rabbimiz
bize; “O’nda sizin için en güzel örnek vardır” buyuruyor. İnsan için diğer örnek ise bize sürekli
tuzak kuran şeytandır. Hep tuzak kuruyor, işi o!
140
YILMAZ DÜNDAR
Ama bir an oluyor, o şeytan; “ben Allah’tan korkarım” deyip kandırdığı kişiyi bırakıp, terk edip
kaçıyor.
“Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Ve sen onların
çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın, dedi.”
(A’raf-17).
Şeytan böyle de bir vaatte bulundu. Bu cümleler zahiri bakışla, kesret diliyle anlatımdır; bu
iş şeytanın görevidir. Şeytanın bu sözünü biraz
açalım: “Onlar ne işle meşgulse, nasıl inanıyorsa,
onları o konuyla ilgili ikileme düşüreceğim!” Şeytanın en önemli silahı budur: İkilem! İkileme düşürmek! “Acaba öyle mi, böyle mi?” deyip de ikileme düştüğü zaman kişi kaybeder. Bu yüzden,
ikileme düşmemek için ilaç “Semi’na ve eta’na:
İşittik ve itaat ettik” demektir. Anla veya anlama
böyle dedin mi kurtuldun demektir! “Onları ikileme düşüreceğim. Onların dünya hayatındaki
yapıları benim bu gayretime uygun olduğu için
onları kandırmam kolay olacak. Ve onlar ğıll, hased, kıyas, göz dikme ve fesadlık içerisinde hiç
memnun olmayacaklar, hep isteyecekler, hiç yetinmeyecekler, şükretmek akıllarına bile gelmeyecektir. Çok korkarlarsa, o korkudan kurtulup
da ferahladıklarında belki şükreder gibi olacaklar ama biraz sonra unutacak ve eski hallerine
döneceklerdir.” Şeytanın söylediği bu...
“Bir fırkaya hidayet etti. Bir fırka üzerine de
dalalet hak oldu; çünkü, onların dûnillah (algı
sonucu müstakilen var ve muhtar zann’larıyla
141
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
edindikleri) dostları şeytanlar oldu. Ve sanıyorlar ki, kendileri doğru yoldadır.” (A’raf-30).
“DûniHİ algı, inananların imanından daha
güçlüdür” ifadesi normal bir inanan içindir. Kesinlikle Hazreti Ebu Bekr Es Sıddık efendimizin
imanıyla kıyaslamıyoruz. Bizim gibi normal, vasat insanlar için bu böyledir. Bu kıyas kendimiz
içindir, ayakta zor tuttuğumuz imanımız için dir.
DûniHİ algıdakilerin algısı bizim imanımızdan
daha kuvvetlidir. Allah destek vermezse inanmak ile dûniHİ algı yenilemez. Allah’ın bu desteği olmayınca dûniHİ algı sahipleri kuvvetle;
şeksiz şüphesiz kendilerini doğru sanar.
Ayet öğretiyor ki, o durumda ĞILL ile ŞÜKÜR
aynı Kalb’te bulunmaz:
“İşte böylece, onların bazısını bazısı ile imtihan ettik, “Allah aramızda şunlara mı lütufta bulundu?” desinler diye. Allah şükredenleri daha
iyi bilen değil midir?” (En’am-53).
Kıyasla ilgili imtihan sorularımız belli oldu:
“Siz kıyaslıyorsunuz ama biz zaten kıyaslayasınız
da şükredenle etmeyen ortaya çıksın diye sizin
bazınızı bazınızla imtihan ediyoruz. Birbirinize
bakıp; “Allah bunu şuna mı verdi, bu malı, bu güzelliği şuna mı verdi?” deyin, biz de şükredenle
etmeyeni ayıralım.
Kesret diliyle böyle söylenir, mekanizmanın
zahiri dille tanımı böyledir...
“Sizi Arz’ın halifeleri kılan, verdiği (nimetler)
hususunda denemek için kiminizi kiminizden
142
YILMAZ DÜNDAR
derecelerle üstün kılan O’dur. Rabbin cezası çabuk olandır ve gerçekten O Ğafurun Rahıym’dir.”
(En’am-165).
“Rabbin cezası çabuk olandır” uyarısındaki
“ceza”yı iki türlü anlayalım. CEZA mutlaka azap
demek değildir, “ceza” karşılık vermektir. Bu yüzden onu “karşılık veren” olarak düşünmeliyiz;
Ğıll’e de hemen karşılık veren, şükredene de hemen karşılık veren.
Bizim çok sevdiğimiz bir salavat vardır, okuruz: “Cezallahu anna seyyidena Muhammeden
ma huve ehluh.” Efendimiz için bu salavatımızda
diyoruz ki: “Allahım, Efendimizin karşılığını ver,
biz O’nu anlayamayız, sen bilirsin, sen ver...”
Bu son ayetlerde Kur’an bizi “kıyas yapıp göz
dikmememiz” hususunda uyarıyor. Ğıll, Hased,
Kıyas, Göz dikme ve Fesad mekanizmasından
bahsetmiştik; Ğıll’e başlayıp Fesad’la sona eren o
mekanizma konusunda uyarılıyoruz.
Kur’an; TaHa-131, Nisa-32, Tevbe-85, Kehf-28
ve Hicr-88 ayetleriyle bize “göz dikmeyin!” mealinde öğütler verir, göz dikmeme hususunda bizi
uyarır. Bu listedeki ilk ayetimize bakalım:
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir
kısmını faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti daha
hayrlı ve daha süreklidir.” (Ta-Ha; 131).
DÜNYA HAYATININ ÇEKİCİLİĞİ nedir?
DûniHİ algı sonucu zann’lar, çekici gelen onlardır.
143
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
RABBİNİN NİMETİ ise, verilen her ne ise ve
ne kadar ise odur. Senin onu Rabbinden bilmendir, Rabbinin bilmendir ve “senin için iyi olan budur” bilmendir. Bu idrak ta Rabbinin Nimeti’dir.
Ğıll yüzünden hased duyan, hasedi yüzünden kıyas yapan, kıyası yüzünden göz diken artık
dayanamaz kargaşa çıkarır, ara bozar, hırçınlaşır,
fesad oluşturur, fesatlık yapar. Oysa Kur’an’da
buyrulmaktadır ki:
“İşte Ahiret Yurdu! Onu Arz’da üstünlük ve
fesad dilemeyenlere oluştururuz. Akıbet muttakıylerindir!” (Kasas-83).
Arz’da üstünlük ve fesad dilemeyenlere...
144
YILMAZ DÜNDAR
6.
DÛNİHİ “MÜSTAKİLEN VARIM ve MUHTARIM” DİYENİN AKIBETİ
DûniHİ algıyla, yani kendisini Allah’ın dışında sandığı algısıyla birisi “müstakilen varım ve
muhtarım” derse ve bunda inat ederse ve buna
göre de bir hayat tarzı oluşturursa onun akıbetini şu iki ayet çok net olarak ortaya koymaktadır:
“Kendilerine ızz (izzet, itibar ve kuvvet vesilesi) olsun diye dûnillah (algı sonucu müstakilen
var ve muhtar güç zannettikleri) ilahlar edindiler.” (Meryem-81).
“Hayır, (zannettikleri gibi değil)! (Müstakilliyet ve Muhtariyet verdikleri), onların ibadetlerini (iddialarını ve hayat tarzlarındaki paylarını)
inkar edecek ve onlar üzerine zıd (heva ve heveslerinin tersine) olacaktır.” (Meryem-82).
Meryem-81’de geçen “ilahlar edindiler” geçiyor. Önce bunu tanımlayıp sonra da “ilah ilan
etmek” ile ilişkilendirelim.
Ayetlerde bazen kişinin doğrudan kendini
ilah ilan ettiği, bazen de kendisine ilah edindiği belirtilir. KENDİNİ İLAH İLAN ETMEK kişinin
“müstakilen varım ve muhtarım” demesidir, bu
iddiada bulunmasıdır ve bu “birincil suç”tur. Bu
kişi hiçbir inancı olmadan böyle yaşayabilir. Eğer
145
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
canı bir şeye inanmak isterse, “benim de bir yaradanım olsun, bir şeye tapayım” derse o zaman
kendisine bir ilah edinir. KENDİSİNE İLAH EDİNDİ’ğinde “ikincil suç” oluşur. Meryem-81’deki
“ilahlar edindiler” hali şöyledir ki, kişi kendini
ilah ilan etmeden ilahlar edinemez. İlah edinenlerde hem birincil, hem ikincil suçu birlikte
düşüneceğiz. Meryem-81 bunu anlatıyor: Onlar
kendilerine izzet, itibar ve kuvvet vesilesi olsun
diye dûnillah algı sonucu “müstakil var ve muhtar güç” zannettikleri ilahlar edindiler.
Onların neden kendilerine ilah edindikleri
anlatıldı: Çünkü yaşadıkları hayatta izzet, itibar,
kuvvet ve kudret istiyorlar. Bunlara bir vesile
olsun diye de kendilerini ilah edip sonra ilahlar
ediniyorlar. Bunun üzerine Meryem-82: İş sizin
sandığınız gibi değil, hiç öyle olmayacak! Dünyada öyle gözüküyor olabilir ama o gün öyle olmayacak. Sizin “müstakillik ve muhtariyet” verdikleriniz, tanrı-ilah edindikleriniz nelerse onlar,
hesap zamanı sizin hayat tarzlarınızı, onlara
yüklediğiniz misyonları, onlara verdiğiniz payları
reddedecekler. Ve olay dûniHi algıyla dünyada
zannettiğinizin zıddı olacak!
Öyleyse: Bir kişi dünyada “Müstakilen Varım
ve Muhtarım” iddiası ile neler oluşturduysa; ne
kadar mal, nasıl bir şöhret, ne düzeyde bir itibar oluşturduysa onlar ona o seviyede bir azap
olacaktır, o kadar pişmanlığa dönecektir. Onun
dünyadaki dûniHİ izzeti ne kadarsa o, o düzeyde bir ahiret pişmanlığına dönüşecektir. Bunu
çok iyi kavrayalım ve ahiretteki pişmanlığı dün146
YILMAZ DÜNDAR
yadaki bir duyguyla karıştırmayın, beş duyuyla
hissettiklerinizle de! Allah muhafaza etsin, kavrayabilmek mümkün değil. İnşaAllah Rabbim
onu bize ne kavratır, ne de yaşatır.
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası ile
ne yapmışsan hepsi senin için ahirette kavraması güç bir pişmanlığa dönüşüyor. DûniHİ algı
içermeyen ne yaptıkların ise en az on kat mükafata dönüşüyor.
Dikkat edin, dûniHi yaşantıda sevap olmaz!
Hem Allah’a küfredeceksiniz hem de sevap, olmaz! Kendimizi aldatmayalım. Sevapsayar siz
Billahi olunca çalışır. DûniHi algıda narsayar,
Billahi algıda nursayar çalışır. DûniHi iseniz nur
sayacı çalışmaz, orada diğer sayaç devreye girer.
Peki, iyi insan olarak yaptığımız işler ne olacak?
Kişi dûniHi algıda ve iyi işler yapıyorsa belki cehennemde rahat edebilir. Misalen söyleyeyim,
beş odun atacaklarsa üç odun atılır. Yani dûniHi
idrakla cehennemde rahat bir yeri olabilir ama
cennete gidemez. Cennetin şartı Billahi olmaktır. Allah’a küfür halinde olan birisine cennet haram kılınmıştır. Bu yüzden dûniHi algıda sevap
çalışmaz, o Billahi algıyla birlikte çalışır. Günah
ve sevap sayacının çalışma yöntemi şöyledir:
Siz neyi dûniHi yapmışsanız o günahtır, ahirette
pişmanlığa ve azaba dönüşecektir. Neyi dûniHi
algıdan sıyrılarak yapmışsanız o da en az on kat
sevaba dönüşecektir:
“Kim hasene ile gelirse, ona onun on misli
vardır. Kim de seyyie ile gelirse, ancak onun mis147
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
li ile cezalandırılır. Onlar zulme uğratılmazlar.”
(En’am-160).
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası, itibar ve kuvvet oluşturabilmek için gereken yarışı,
savaşı, hırsı, tatmini ve zemini hazırlamaktadır.
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” zannı DûniHi
algıyı benimseyen insanın namusu gibidir, bunu
çok önemseyin. Bu yüzden o, dûniHi algının
zann’larıyla, kendisine göre, elde ettiği kazanımların cimrisidir. DûniHi algıdaki kişi “Müstakilen
Varım ve Muhtarım. Aklım, iradem bedenim
müstakil, istediğimi yaparım” dediği algısıyla,
kendince kazandıklarının cimrisidir. Cömertlik
Billahi ile olur, DûniHi algı yaşantısında cömertlik olmaz, Yani Kur’an’da “cömertlik” diye tanımlanan orada olmaz. Onun cömertlik dediği şeylerin altını inceleyin, mutlaka Allah’a karşı cimrilik yaptığı bir noktaya gelir dayanır. Bu yüzden o,
her şeyini verse de cimridir. Her şeyini verebilir,
ama hep kendi tatmini içindir, kendini tatmin
ediyordur; ben veren kişiyim, veriyorum...
Ona “Sen buraya gelirken bir şey aldın, Allah
sana MTG yetkisi verdi, onu ver” denir. Cimri
“Onu vermem!” der. Oysa tüm malını vermiştir,
savaştadır canını verecektir, ama onu vermez,
“vermem!” der. Rivayetlerde sahabeden bir zata
ait bir şehadet şehitlik hikayesi vardır. Şehid
düşmüştür, bir süre geçmiştir ama daha “Şehid”
kabul edilmemiştir. Görünüşte şehid oldu... Ancak bir süre sonra Efendimiz “Şehidliği kabul
oldu” buyurur. Ta ki, bunu düzeltecek, verecek!
Allah’tan aldığını, eğer “özgür/muhtar” diye eti148
YILMAZ DÜNDAR
ketlediyse sahibine verecek, onu vermeden olmaz! Bu yüzden, “gerçek cömert” Allah ona ne
vermişse Allah’tan aldığını Allah için infak eder.
“Gerçek cimri” bunu vermez. DûniHi algıda ne
kazanmışsa onların cimrisidir, bu yüzden “Müstakilen Varım ve Muhtarım” duygusu onun namusu gibidir, vermez. Elimden gidecek diye ödü
kopar. Bunu bir inanan için değil, normal hayat
için söylüyoruz, normal yaşantıdakiler için bu
böyledir. Çünkü DûniHi algı hayat tarzında bu
iddia olmadan bir kişinin değeri yoktur. Dışarıda öyle bir sistem kurulu ki, sizin “Müstakilen
Varım ve Muhtarım” iddianız yoksa, hatta o iddiaya sıkı sarılmamışsanız dûniHİ yaşantıda bir
değeriniz yoktur, sizi adamdan saymazlar. İşler
itibar için yapıldığından orada itibarlı olabilmeniz için bu duyguya sıkı sarılmanız, korumanız
ve yükseltmeniz lazım; yani, küfrünüzü yükseltmeniz lazım! Çünkü sistem bu iddia üzerine
kurulmuştur. Hatta dûniHİ algıdaki bir insan
hastalıklarını bile bu iddiasına sahip çıkarak, bu
iddiayı kuvvetlendirerek yenebilir. Tıbbın çaresiz kaldığı bir noktada o, “Müstakilen Varım ve
Muhtarım” enerjisine sahip çıkarak hastalığını
yener, böylece o iddianın önemine ve kuvvetine
daha çok inanır. Sonra “Nasıl Yendim?” diye küfür içerikli kitaplar yazar. İyileşmeseydi o kitabı
yazamayacaktı, neden iyileşti acaba? Demek ki
bazı iyileşmeler, günah torbasına daha eklenmesi gerekenler olduğu içindir, iyileşip torbayı
doldursun diyedir. Allah’tan bilmemek o kadar
149
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
tehlikelidir ki... Kişi o iddiasıyla kavuştuğu sağlığıyla daha büyük günahlar için dönüyor.
“Nefsler cimriliğe/hırsa/kıskançlığa hazır hale
getirilmiştir.” (Nisa-128).
“De ki: “Rabbimin rahmet hazinesine sahip
olsaydınız harcanır tükenir korkusuyla kıstıkça
kısardınız. İnsan çok cimri/eli sıkıdır.” (İsra-100).
Bütün bu gerçeklere rağmen inkarcılar, iddialarının ve hayat tarzlarının mükemmelliğine o
kadar inanırlar ki!!!
“Sâd. Öğüt veren Kur’an’a yemin ederim ki;
inkar edenler (iddia ettiklerinin) aksine bir gurur ve tefrika (karşılıklı didişme) içerisindedirler.” (Sâd; 1, 2).
İnkarcılar kendilerine izzet (itibar ve kuvvet)
vehmetmiş olup, bu müstakil izzet iddialarıyla
Hakk’a ters düşmüşlerdir.
“(Zebaniler der ki): “Tat bakalım! Hani sen,
kendince Aziyzül Keriym’din (üstün ve şerefliydin).” (Duhan-49).
“Tat şimdi azabı, şimdi yaşa onu! Hani sen yaşarken çok itibarlı, çok mevkili, çok şerefliydin!”
Böyle diyerek ona dünyadaki dûniHİ iddiasını
hatırlatırlar. Görüldüğü üzere, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” hayat tarzı ahirette ZID olmuş, pişmanlık ve azaba dönüşmüştür. Çünkü;
İZZET Allah’ındır. Ancak haddi aşan ve asi olan
inkarcı dûniHİ algıyla kendisini “müstakil izzet
sahibi” ilan etmiştir.
150
YILMAZ DÜNDAR
“Muhakkak ki; izzet bütünüyle Allah’ındır.”
(Nisa-139).
“Kibriya (Benlik) Semavat’ta ve Arz’da O’na
aittir. O Aziyzül Hakiym’dir.” (Casiye-37).
Bu ayetler vesilesiyle söyleyelim: İnsanda
izzet yok mu? Olmaz olur mu? Ayetleri Billahi
anlamak lazım. Kur’an’ın dediği dışındaki manalar çok tehlikelidir. Kişi “Muhakkak ki, izzet
bütünüyle Allah’ındır” ayetini duyunca veya
“Kibriya, Benlik Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir,
O Aziyzül Hakiym’dir” hitabını işitince “Ben” demekten korkuyor. Çünkü ayet öyle dedi: “Benlik, Kibriya Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir. Yani
O Mütekebbir’dir.” Kişi bunu görünce “öyleyse
ben, ben demeyeyim” diyor. İster “ben” de, ister
deme; dûniHİ isen ya “ben” diyerek gidersin cehenneme ya da demeyerek, fark etmez. Çünkü
ayetler öyle diyor: İşte dûniHİ’ler, dûniHİ olanlar
geliyor, onlar geliyorlar, onların yolunu cehenneme çevirin! DûniHİ’ler...
Peki, “Ben” demeyecek miyiz? Ayeti iyi anlayalım, anlamaya çalışalım. Ahseni Takviym
yapıda, İlmullah’ta olan “Allah’ın izzeti” her
yeri kaplamıştır. Allah VÂSİ’dir; dolayısıyla her
yeri kaplamıştır, bu yüzden “dışı” yoktur. Sen
İlmullah’ta her yeri kaplayan izzetten payını aldın, izzet sende de var. Ama bil ki, Allah’ındır. Fakat dûniHİ olunca sen dedin ki, “Bu izzet benimdir ve müstakildir, bana aittir”. Böylece yeni bir
ilah çıkardın. Çünkü “ben de müstakilen varım
ve ben de müstakilen izzet sahibiyim” diyorsun.
151
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Hayır, olmadı! Ama Billahi algıda “bende de izzet var” diyebilirsin, çünkü O’nun. Çünkü O’nda,
O’ndan... DûniHİ algıyla “BEN” diyen “A” Takdim
Formu”dur, asidir. Bu cümlen de aynen “Ben
Varım ve Müstakilim” dediğin hale benziyor.
Bu yüzden, ister “BEN” de, ister deme, bu halin
küfürdür. Dilinden “BEN”i kaldırınca idrakındaki, halindeki küfür kalkmıyor ki! Billahi algısında
da “BEN” diyorsun ki, ona da “B” Takdim Formu
“BEN” dedik. Neden? O “BEN” müstakil değil! Biliyorsun ki, Billahi’nin her tarafını Allah’ın “BEN”
deyişi kaplamıştır. O “BEN” deyişinden sen de
“BEN” diyebilesin diye sana yetki vermiş. Müstakil var olarak ve muhtar olarak “BEN, BENİM”
diyen ancak Allah’tır. Ancak Allah müstakilen
var olarak ve muhtar olarak “BEN BENİM!” der.
Hazreti Musa aleyhisselam efendimiz bunu duyunca erimiş bitmiştir: BEN BENİM...
Bu dûniHİ akıbet konusunda önemli bir kelime de “sevgi”dir, insanoğlu sevgi kelimesini çok
önemser. Ancak, Allah’a talib olanın dûniHİ tuzağına ve akıbetine “sevgi” konusunda çok dikkat etmesi gerekiyor. Bir kere şuna dikkat edelim;
insan sevgiyi neden önemser? Şu açıklayacağımın istisnaları vardır: Sevginin önemsenmesinin
sebebi, genellikle sevmek için değildir, sevilmek
için önemsenir. Sevilmeme korkusundandır ki,
sevgiyi severler. Aslında kişi sevme delisi değildir, onun derdi “beni sevin”dir, altında yatan gerçek budur ve kural da şudur: Ben nasıl olursam
olayım yine de beni sevin! “Ne olursan ol, gel”
bu yüzden tutmuştur, bu yüzdendir ki, o sözü
152
YILMAZ DÜNDAR
daha çok inanmayanlar kullanır, inananlardan
çok onlar sever. İnananlar o mübarek zatın başka sözlerini alır, inanmayanlar da bu sözünü: Ne
olursan ol, gel. Neden bunu alıyorlar? “Ne olursam olayım beni sevin” diye! Aptal!! Bilmiyor ki;
ne olursan ol seni ancak Allah sever... Ama o, bu
gerçeğin farkında değil... Dolayısıyla: Sevgi kelimesi dûniHİ algı içerisinde önemli tuzakları olan
bir olgudur:
“İnsanlardan kimi de dûnillah (algı sonucu
müstakil ve muhtar zannettiği varlıkları) endâd
edinip (Allah’a ait vasıflarla müstakil kılıp) da
onları Allah’a ait sevgiyle severler. (Billahi anlamında) iman etmiş olanlar ise Allah’a muhabbette daha şiddetlidirler (hata yapmazlar). O
zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün
kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın Şediydül Azab olduğunu anlayacaklarını keşke (şimdiden) görebilselerdi.” (El Bakara-165).
Sevgide yaptığımız hatayı bize açıklayan bir
ayet. Her türlü sevgide bunu arayınız! Lütfen
tüm sevgilerimizi ve her türlü sevgiyi bu testten
geçirelim. Dedi ki: Dûnillah endâd edinip de!
Ayette geçen DÛNİLLAH ENDÂD EDİNMEK bir
şeyi Allah kabul etmek demektir. Meal ve tefsir
yazılırken bu gerçeği böyle yazmaktan çekinince, yerine yumuşatılmış, gevşetilmiş cümleler
yazılınca okuyan kişi” benim böyle bir sevgim
yok, böyle bir şey yapmıyorum” der ve ayeti
öteler. Ayet diyor ki: Siz dûnillah algınız sonucu
bir şeyleri endâd ediniyorsunuz; Allah’ın yerine
koyuyorsunuz! Ona Allah gibi bakıyorsunuz.
153
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Sonra da onu Allah’ı sever gibi seviyorsunuz.
Ancak Billahi iman etmişler öyle yapmaz. Yanlış
sevenler, diğerleri ahirette esas kuvvetin kimde
olduğunu ve Allah’ın nasıl şiddetli azab edici
olduğunu gördükleri zaman... Keşke onu şimdiden bilselerdi.
Ayet “siz bir şeyleri Allah gibi görüyorsunuz”
derken “öyle görmüyorum” derseniz, bu sefer
diyor ki: Kendinizi aklamayın! Yanlış yapıyorsanız kendinizi aklamayın. Doğruya kendini aklayarak değil, kendine levm ederek gidebilirsin.
Sevgi için şunu da söyleyeyim. Biz dûniHİ
algıda olduğumuz için, oluşturduğumuz o algı
alanından, buraya ait duyguyla Allah’ı sevmeye
çalışıyoruz. Bir kere şunu bilelim ki, “Allah’ı sevmek” kimsenin haddi değildir, kimse Allah’ı hakkıyla sevemez. Görmediğin, bilmediğin ve hakkında bir şey söylerken bile yanlış söylemekten
korkup da Sübhanallah dediğin şeyi nasıl hakkıyla sevebilirsin? Kul ancak sevmeye aday olur:
Allahım ben seni sevmeye adayım der. Adaylığını, o adaylık halini Allah sever, sevdiğini sana
hissettirir, onu hissettirince, sen çok sevinirsin
ve Allah’ı sevdiğini o zaman hissedersin. Onu
sana biraz tattırır. Allah’ı sevebilmeyi biraz başarabilsek paramparça oluruz, vücudumuz, moleküllerimiz yerinde durmaz, duramaz. Normal
hayatta çok sevdiğiniz, çok özlediğiniz birisini
düşünün, aradan çok zaman geçti ve karşılaştınız, bir anda ne olursunuz? Hücreleriniz yerinde
duramıyor, gözleriniz yaşarıyor sarılıyorsunuz...
Bu normal hayat. Biz Allah’ı sevmenin ne oldu154
YILMAZ DÜNDAR
ğunu biliyor muyuz? Dayanabilir miyiz? Ama Allah bizi severse onu bize hissettirir, biz de O’nu
sevdiğimizi zannederek seviniriz... Ancak bütün
bunlara rağmen bu yolda hata yapmamamız için
ve dünya hayatında dûnillah algı ile sevmekten
korunabilmemiz için bizi merhametiyle uyarır.
“(Rasulüm) de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız
(o zaman) bana tabi olun ki; Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı mağfiret etsin. Allah Ğafurun
Rahıym’dir.” (Al-u İmran; 31).
“Allah’ı seviyorsanız” şartıyla başlayan bu ayet
aslında ne kadar önemli bir müjdedir: Gerçekten
seviyorsanız iş bitti demektir. Ama onu gerçekten yapamayacağın için, yapamadığın için, sevdiğini zannettiğin için, o sevgi yanlışlarla dolu
olduğu için, eğer yanlışların yoksa da sevmeye
aday olduğun için ayette “onlara söyle” diyor:
Eğer beni sevmeye taliplerse sana tabi olsunlar,
“Allah’ı sevmeye talipseniz bana tabi olun.” Siz
bana tabi olursanız Allah sizi sever, günahlarınızı, bu konular da dahil ne tür yanlışlar yapmışsanız onları siler. Allah Ğafurun Rahıym’dir.
Ğafurun Rahıym... Rabbim lutfeder de inşaAllah
bu isimleri paylaşma fırsatımız olur. Bu isimler
okunduğunda dayanabilmemiz mümkün değil. İşte bilmediğimiz için böyle okuyup geçiyoruz... Aslında Allah’ın “Ğafurun Rahıym” ismini
duyunca bir anda coşup ağlamamız gerekiyor,
O’nun Şediyd’ül Azab olduğunu duyunca o korkuyla ağlamamız gerekir. İşte bunlar, esas Kur’an
okunmasındaki ahenkleri sağlayan duyguları
oluşturur.
155
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Allah’ı sevdiğini söyleyenlerdensen ve sevgi
konusunda yanlıştan korunmak istiyorsan Efendimiz (SAV)’e tâbi ol!
Rasulullah Efendimiz (SAV), “Allah sevgisi”
için bize bir dua öğretmektedir: Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhibbuke:
Allahım, senden aşkını dilerim ve seni sevenleri
sevmeyi bana lutfetmeni dilerim.”
Daha önceki bir bölümüz ĞILL idi. ĞILL öyle
bir şey ki, meallerde ona “kin, sevgisizlik, nefret”
gibi anlamlar yüklendiği için okuyanlar ondan
bir amel çıkaramıyor. Oysa ayetleriyle gördük,
GILL Allah’tan nefret etmektir. Dolayısıyla,
dûniHi algıdayken kişi zaten Allah’tan nefret
eder bir zihniyette olduğu için Allah’ı sevenleri
de sevmez. Allah’ı sevenleri sevmek kolay iş değil! Ancak Allah lutfederse...
DûniHİ algıyla çok ilgili olan bir duygu da
minnet duygusudur. DûniHi algıda olan kişi
eğer bir yaradana inanma ihtiyacı duymuşsa
ve Allah’ı da seçmişse O’na bakışı “seni seçtim
ha” formundadır. Kendince dûniHi algı alanında müstakilen var ve muhtar ve Allah’ı seçti,
O Allah’ı seçtiği halde işlerinde kendince ters
giden bir şey olursa “oysa ben seni seçmiştim,
yani sana yakıştıramadım. Biliyorsun Hacca da
gittim, şöyle de hayırlar yaptım” der gibi bakar. Allah’a böyle bakmak çok tehlikelidir, çok!
Allah’a minnet, dûniHi algının, Esfele Safiliyn hayatın yanlışlığını gösteren bir başka delilidir. Eğer
sen müstakilsen Allah’a minnet edebilirsin, “bir
156
YILMAZ DÜNDAR
sürü şey vardı, ben seni seçtim, sana yöneldim”
diyebilirsin. Allah diyor ki; insan Allah’a minnet
edemez, Allah sana minnet eder, yani siz O’na
karşı minnet altındasınız:
“(Rasulüm) sana minnet ediyorlar (senin başına kakıyorlar). Onlar sana minnet edemez... Siz
Allah’a minnet edemezsiniz; O size minnet eder,
“ (Hucurat-17).
Çünkü Efendimize gelip “sana geldik, seni
seçtik, senin yanındayız, bize ona göre iltifatkar ol” diyorlar. Bunun üzerine bu ayet: Onlar
böyle minnet edip başa kakamazlar. Çünkü onların seni seçmesini onlara Biz verdik, Biz minnet ederiz, Ben öyle diyebilirim. Çünkü Allah’ı
tanımalarını onlara Ben veririm. Bunu bilin: Ben
istedim diye siz Ben’i tanıdınız, haddinizi bilin ve
“Allahım bak seni tanıdım” deyip minnet etmeyin. Minnet etmek “başa kakmak” demektir. Bu
özellik dûniHİ algıda da çok önemlidir, Allah’ı
sevenleri sevme ile ilgili olarak da önemlidir...
DûniHİ algıdan Billahi algıya geçebilmeyi
gizlice sabote eden, Billahi algıyı benimsemeyi
engelleyen sevgi işidir. Nedenini söyleyeceğim.
İki cümleyle söyleyeceğim o halinin insan çok
farkında değildir, bu yüzden onu sıkı yakalayın
inşaAllah. İnsan çok farkında olmayabilir ama
küfrüne aşıktır ve bu aşk hep ağır basar. Bunu itiraf edin. O; hep küfrüne aşıktır, her olayda küfre
olan aşkı ağır basar. Hiç Allah Aşkı ağır basmaz...
Bu konuda insanlar iki kadın arasında dengeyi
sağlamaya çalışır gibi konuşurlar, Allah muhafa157
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
za etsin: “İşte orta yolu buluyoruz; biraz dünya
biraz Allah...” Allahım, muhafaza buyur Rabbim.
İş böyledir, insan aslında küfrüne aşıktır! Talip
olan bu aşkı fark etmelidir ve bu aşktan nefret
etmelidir. Çünkü: Eğer bu aşktan kurtulamazsan, bu aşkın hesabını vereceksin...
Bir aşkı kuvvetli nefret engeller, örter. Aşk ve
Nefret bir termometrenin cıvasının sıfırın üstündeki ve altındaki hali gibidir, aynı duygunun
yer değiştirmesidir. Bu yüzden bir aşkı kuvvetli
nefret engeller. Nefret aşkı öldürmez, kapatır.
Öyleyse: Hiç değilse ondan nefret et ki, ortaya çıkmasın, “ben de varım” demesin. Nefret bu
aşkı tam öldüremez ama kapatır. Onu tam yok
edecek şey başka bir şeydir; yeni bir aşktır. Bu
aşkı yok edecek şey yeni bir aşktır; daha kuvvetli, daha güzel bir aşk onu kökünden siler. O da
ALLAH AŞKI’dır. Bu yüzden Efendimizin öğrettiği o dua çok önemlidir, önemsemek gerekir: Allahümme inni es’elüke hubbeke ve hubbe men
yuhıbbuke. Bu duayla siz aslında diyorsunuz ki:
Allahım, sana olan yanlış davranışlarımın sevgisini ve aşkını da yok edecek, silecek olan Allah
aşkını bana ver.
Bütün bunlar çerçevesinde kişi elini vicdanına
koyar da kendini incelerse görecektir ki: Yaşadığı
hayatta Allah’ı ve Allah’ın sistemini sevmek üst
sıralarda olmaz, eğer sevdiklerinizi sıralayacak,
listeleyecek olursanız bunu görürsünüz. Ben o
listemi her gün gözden geçirmeye çalışıyorum,
sınıfı geçemiyorsak da listemize bakıyoruz... Bu158
YILMAZ DÜNDAR
nun ileride göreceğimiz çok önemli bir göstergesini şimdiden vereyim, lütfen çok önemseyin:
Neleri güzel yapıyorum? Tabi ki, her şeyi güzel
yapmaya gayret etmelisin. Bu “dûniHİ algı ve
zannları” için değil, orayı attık. Normal hayatında Billahi anlamında neyi güzel söylüyorsan ve
neyi güzel yapıyorsan, Efendimiz (SAV) buyuruyor ki: “Sen Allah’la sohbettesin.” Allah için neyi
güzel yapıyorsan bu manadadır. Bu cümleler alt
sınırı anlatıyor, bunun üstünü biraz konuşsak,
“neyi güzel yapıyorsan, neden sohbettesin, farkında mısın?” onu biraz konuşsak çok ağlarsınız... Ve bu alt sınırdır.
Bu alt sınırda “ben neleri güzel yapıyorum?”
listesi yapın. Onun birinci sırasında salât yoksa,
“salât ikamesi” ilk sırada gelmiyorsa “gafletteyiz”
demektir. Genellikle alt sırada olur. En uyduruk yaptığından en büyük mükafatı bekliyorsun. “Yavrum sınavın nasıl geçti?” dediniz, o da
“baba, kağıdı boş verdim ama on bekliyorum,
pekiyi bekliyorum” dedi. Olur mu? En yüksek
notu bekliyorsun ama kağıdı da boş vermişsin,
olur mu? Kim inanır? En uyduruk salâtı yapacaksın, sonsuz hayatta cenneti istiyorsun... Biraz düşünmek gerekir! Listeni yaptığında en üst sırada
“salât ikamesi” olması için bir telaşa, bir gayrete
gir. Yaşarken o listede aşağı düşecektir, yukarıya
ittir, zorla, onu yukarıda tut. Çünkü onu orada
tutmak için sen gayret edeceksin, diğerleri kendisi çıkıyor. Salatı hep “liste başı” yap inşaAllah...
159
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Sevgi konusunda Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem şu hadisiyle tüm yanlış yolları, bütün
yanlış kapıları bize kapatıyor:
“Sizden biri; beni, babasından, evladından ve
bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman
etmiş sayılmaz.”
Sevgi konusu somutlaşsın, netleşsin diye bu
hadisi paylaştık ama bu hadis kapsamı ayrı bir
başlıktır, altı çok derindir ama şimdi böyle duyalım, bilelim, anlamaya, uygulamaya, yaşamaya çalışalım. Buralardan dûniHİ mana çıkarmak
tehlikeli olur, Billahi mana çıkarmaya gayret etmeliyiz. Çünkü ahirette işler sevgi konusunda da
dûniHİ’nin zıddına gelişir:
“O Gün dostların (dûniHİ algıyla sevip dost
edinenlerin) bazısı bazısına düşmandır. Ancak
müttakıyler (Billahi anlamındaki imanla sevenler) müstesna.” (Zuhruf-67).
Kuralı oku’duk, hatırlayın: Dünyada IZZ olan
ahirette ZIDD oluyor. Dünyada izzet, ahirette
zıd (zillet) oluyor. Dünyada, DûniHİ algıyla sen
birisini ne kadar çok sevmişsen sana o, orada o
kadar düşman olacaktır.
“O zaman kendilerine tabi olunanlar, azabı
görerek kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp
gitmişlerdir. Ve aralarındaki (dûniHİ) sebepler
parçalanıp kopmuştur. Tabi olanlar (müstakilen varım ve muhtarım iddiasını savunanlar):
“Keşke bize bir kere daha fırsat verilseydi de (şu
uydurmuş olduklarımızın) bizden uzaklaşmala160
YILMAZ DÜNDAR
rı gibi biz de (zamanında) onlardan uzaklaşsak”
dediler. Böylece; Allah, onlara amellerini, kendilerine hasretlik/acı pişmanlıklar olarak gösterdi.
Nar’dan çıkacak da değillerdir.” (Bakara; 166,
167).
Dünyadayken fayda görürüz zannıyla DûniHİ
algı ve zann’larına vehmettikleri GÜÇ, ahirette
boş bir hayal olarak karşılarına çıkar, umdukları
faydayı dünyada da ahirette de bulamazlar:
“Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi nefslerine zulmettiler. Rabbinin emri geldiği
vakit dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannıyla güç vehmettikleri) ilahlarına
kulluk etmeleri (hayat tarzı oluşturmaları) kendilerine hiç bir fayda sağlamadı. (Bu hayat tarzı)
onların helak olmalarından başka bir şeylerini
artırmadı.” (Hud-101).
“Ötelerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler (dünya hayatında oluşturdukları kuvvet
ve itibar) da, dûnillah (algı sonucu müstakilen
var ve muhtar zannıyla edindikleri) dostları da
onlara hiç fayda sağlamadı. Onlar için azıym bir
azab vardır.” (Casiye-10).
“DûniHİ algı” Kur’an’da “DûniY” ile de ifade
edilmiştir. Bu ifade ediş tarzında Allah DûniHİ
algıyı “BEN” kelimesiyle belirtmiş ve işin önemini daha kuvvetli ortaya koymuştur, “el-Veliyy”
esmasının manasına da dikkat çekmiştir.
“Gerçeği örten şu kafirler, kullarımı dûniY
(algıyla Ben’im dışım var zannederek, orada da
161
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
müstakilen var ve muhtar güçler vehmederek)
veliler edinebileceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kafirler için bir konak olarak hazırladık.
De ki: “Ameller itibarıyla en hüsrana uğrayanları
size haber vereyim mi? Onlar ki (dûniY veli edinenler) dünya hayatında tüm çalışmaları boşa
gidenlerdir. Oysa onlar güzel amel yaptıklarını
sanıyorlar.” (Kehf; 102-104).
“Onlar kendilerini güzel amel yapıyor sanıyorlardı” ifadesinde daha önce paylaştığımız
bir manayı görüyoruz: DûniHİ Algının Kuvveti!
Gerçekten, dûniHi algı insanda o kadar kuvvetli
ki. Onun o algısı normal insanların Allah’a imanından daha kuvvetlidir, o algıya kişi daha sıkı
inanır. Bu yüzden bütün yaptıklarını doğru ve
güzel zanneder.
Ayette DûniHİ Algının Akıbeti de anlatıldı:
DûniHi algının akıbeti cehennemdir. Elbette!
Bu ayette farklı olarak “DûniY” (Benim dışım
var zannederek) ifadesinin kullanılması vurguyu kuvvetlendiriyor ve özelleştiriyor. Bu vurgu
“dûnillah/dûniHi” gibi genel değildir, “Allah’ın
dışı var zannederek” denilmiyor. Allah özel müdahale etti: “DûniY; Benim dışım var zannederek”... İleride “dûniKE; senin dışın var zannettik”
diyen bir başka ayeti göreceğiz.
“DûniY veli” ifadesi ayetteki önemli vurgu
olduğuna göre ne anlamalıyız? Buyuruyor ki:
DûniY zannıyla (benim dışım var zannederek)
birilerine ‘Müstakilen Var ve Muhtar Güç’ etiketi yapıştırarak onu dost, veli edindiler. Ayeti
162
YILMAZ DÜNDAR
duyunca onunla amel etmeye talip olan hemen
soruyor; hiç mi dost edinmeyeceğiz, dostumuz
olmayacak mı? Böyle düşünmek doğru olmaz.
Buradan doğru meal çıkarmak için “dost”u ikiye
ayıralım: “DûniHİ dost” ve “Billahi dost”. Ve basit
özelliklerle bunları tefrik etmeye çalışalım.
DûniHİ dost “birisinin dostu” demektir. Siz
birisini dost edinmişsinizdir, sorarlar: Nerede tanıştınız, nasıl tanıştın, onu nasıl tanıdın da dost
edindin? Dersiniz ki: O, çok önem verdiğim şu
kişinin dostudur, o tanıştırdı. O onun öyle müthiş dostudur ki, onun için benim de dostumdur.
“DûniHİ dost” bunun gibidir, birisinin dostudur.
Dikkat edelim ve tüm dostlarımızı inceleyelim...
Eğer birisine “dost” diyecekseniz.
Billahi dost Allah Dostu’dur, birinin dostu değildir. Birisi Allah Dostu ise dost edinebilirsiniz.
Sana “Bu kişi niye dostun?” dendiğinde cevabın
nettir: Çünkü Allah dostu! Bunu halk arasındaki
gibi anlayıp “mutlaka evliyaullah mertebesinde
birisini dost” olarak düşünüp, sonra da “nereden bulacağız?” demeyin, öyle değil. Düzgün
inananı, Efendimiz’i seveni ve O’na mümkün olduğunca uymaya çalışanı, ayet ve hadislere göre
haline baktığınız zaman ona “Allah Dostu” muamelesi yapmanız gerekir. Çünkü o aynı zamanda
dua olur. Siz öyle birisine “Allah Dostu” derseniz inşaAllah o mertebelere gelir. Ama şunu da
unutmayın: Sizde görevli bir melek “sana da,
sana da” diyor. Siz birisine bir duada bulunduğunuzda, bir selam verdiğinizde, Billahi manasında
güzel davranışlarda bulunduğunuzda “sana da,
163
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sana da” diyeni unutmayın. Birisine Allah Dostu
muamelesi yaparsanız, “sana da, sana da “denirse kârlı çıkarsınız, çok yönden kârlı olursunuz...
“DûniY ifadesindeki El-Veliy manası önemlidir” dedik. Sana doğru yolu göstereceğini zannedip Benim dışımda güç var zannetme! Bu
“doğru yol” sizin hayattaki her türlü işinizle ilgili
doğru seçenektir, ne tür doğru olursa olsun hepsini içerir; bir iş, bir sınav, bir karar olabilir. Mesela, bir dünya işindesin, birisiyle iştiraktesin, bir
akıl alacaksın tam o anına da seslenir: “Benim
dışımda sana akıl verecek öyle müstakil bir güç
yok!” diyor. Ona “akıl veren müstakil güç” etiketi
yapıştırırsan “DûniHİ Güç” edinmiş olursun, bu
yüzden “DûniY güç edinebileceğini mi sandın?”
diyor. Bu durumda bütün amellerin boşa gider,
iflas etmiş tüccar gibi olursun. “O gittiğin yerde,
müracaat ettiğin kişide de Ben’i gör, oraya giderken de bana gel!” diyor. Çünkü El-Veliy, doğru
yolu gösterecek olan Allah’tır; Sahibi’dir. Dolayısıyla, DûniHi algı yöntemleri ve kişileriyle doğru
yolu aramak Batıl’dır. Bu kapsama tüm felsefeler ve felsefeciler de girer. Bu ayetten çıkan bir
mana da budur ki, çok dikkat edin, çok!
Eğer siz, doğru yolu gösteriyor diye bir felsefecinin fikirlerine bakarsanız “DûniY veli” edindiniz demektir, bütün amalleriniz boşa gider.
“Şu kadar şu ameli yapıyorum, şu kadar şu zikri
yapıyorum ama orada yazan sonucu alamadım”
diyorsunuz değil mi? O zaman sevgini incele, velilerini incele! Hayatının bir yerinde “DûniY veli”
mi var incele! Sahibi uyarıyor: Böyleyseniz boşa
164
YILMAZ DÜNDAR
gider! Bu yüzden, dosdoğru olan Billahi ilmini ve
halini bırakıp, görmeyip başka düşünce, idrak ve
felsefelere gidene derler ki: Sana Rasulüllah yetmedi mi? Sana Allah yetmedi mi? Oralarda ne
aradın, neyi aradın? Eğer kişi “Ama o da önemli
şeyler söylüyordu, o da doğru söylüyordu” derse şu cevabı alır: “Siz nefsinize bakın (kendinizi
aklamayın)!” Maide-105.ayet böyle söylüyor. Bu
yüzden, başka felsefeleri önemsemek, onlarda doğru ve hakikat aramak, onları Efendimiz
(SAV)in yerine koymak, O’nunla aynı yerde
tutmak, “şu kişiden de yararlanıyorum” demek,
hatta o felsefecileri başkalarına da öğütleyip
anlatmak, referans olmak, yani onun düşüncelerini tebliğ etmek bu ayete göre onları “dûniY
veli” edinmektir. Ayette “dûniY” geçiyor olması
çok güçlü bir uyarıdır, demek ki çok büyük bir
tehlike var, bu kadar önemli: Benim dışımda! Bir
başka fikir söyleyene karşı Allah dedi ki: Bu benim dışımda bir fikir söyleyen buldu! Bitti! Onun
amelleri boşa gider! Ayetteki “DûniY” uyarıda ElVeliy isminin bu yanları da vardır. Bu uyarı İsra-2
ve Kehf-50. ayetlerinde de vardır.
DûniHİ algı ve zann’ları için Enbiya-43. ayette de “Bizim dışımız var sandılar” manasına
DûniNÂ geçmektedir: Bizim dışımız! Kur’an’da
geçen BİZ kelimesi çok anlaşılmış bir mana
değildir. Özellikle Fatiha kitapçığının “iyyaKE
na’budu” bölümünde BİZ’i geniş olarak paylaşmıştık: Allah’ın BİZ demesi nasıl anlaşılmalıdır?
“İyyaKE na’budu” ayetinde kulların “BİZ” demesi
nasıl anlaşılmalıdır? Rabbimiz orada bize neden
165
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“biz” dedirtiyor, o nereye giden bir manadır ve
bize nasıl bir hediyedir, neyin hediyesidir? Bunlar yerlerinde açıklanıyor, bakarsanız faydalı olur
inşaAllah. Konumuz olan DûniHi manada da
“bizim dışımız var zannettiler” ifadesiyle Enbiya-43. ayetle uyarılıyoruz: DûniNA.
Kısaca şunu söyleyelim ki, konu biraz anlaşılsın. Kısaca söyleyelim, çünkü detayları önceki paylaşımlarımızda var: Ehadiyet’te Allah’ın
“BEN” dediği halle Vahidiyet’te “BİZ” dediği hal
aynı şeydir; yani Kur’an’da geçen “BİZ” de tekildir. Bu BİZ, bizim birbirimize dediğimiz “biz, siz,
onlar” ifadesinde olduğu gibi kesret sisteminin
çoğulu değildir. Hep söylüyoruz: Kur’an’daki kelimeler bizim anlamamız için bizim dilimizdir,
ama manayı İhlas Suresi’ne göre vermek zorundayız. Kur’an ayetleri için İhlas Suresi’ne uymayan bir meal verilmez. “Ama halk dilinde bu kelimenin manası böyle, halk öyle anlıyor” deniyor.
Olabilir! Ama İhlas Suresi’ne uymayan olmaz! Bu
bakışla BİZ; kesret aleminde “BEN” diyen Tevhid
Dili’dir, mana budur; “BEN” demektir. Alt sınır
budur ama neden “BİZ” denilmiştir? Detaylarını
biraz paylaştığımız o manayı tefekkür ettiğiniz
zaman yakalarsınız. Dikkat edeceğiniz şey “alt
sınır”dır, alt sınır çok önemlidir. Eğer o sınırı siz
DûniHİ oluşturursanız, yani burada “BİZ” kelimesini kesret aleminin çokluğu olan “biz” gibi
oluşturursanız olmaz! Vahidiyet pozisyonunun
seslenişi olan “BİZ” “BEN”dir, Tevhid Dili’dir. İşte
bu vurgu bu konu kapsamında “DûniNA” olarak
geçmektedir. Dolayısıyla “BİZ, bütün yaratılan166
YILMAZ DÜNDAR
ların Allah’ın dışında olmayan bir tekliğini ifade
eder; Allah’ın dışında olmayan tekliği ifade eder!
Yaratılan sistemin anlaşılmasını sağlar; çokluktan Tevhid’e gidebilme yolunu gösterir. Kim
için? İnceleyen Talib için!
Allah’ın “Ben’im dışım var ve orada da ‘müstakilen var ve muhtar olan güçler’ mi var sandınız?” diyerek, daha biz dünya hayatı mühleti
içerisindeyken uyarıldığımız bu konuyu dikkate almamış ve korunmamış olanların akıbet ve
itirafları Nahl-86. ayette bildirilmiştir ve dûniHİ
algıdakiler bu soruya: “Rabbimiz senin dışın var
sandık” diyerek itiraf eden bir cevap vermişlerdir. Bu anlamda DûniKE kullanılmıştır.
“DûniY” ile “benim dışım mı var sandınız?”,
“DûniNA” ile “bizim dışımız mı var sandınız?”
dedi. DûniHİ algısıyla bu soruya muhatap olan
ise “DûniKE; senin dışın var sandık” diyerek ahirette cevap veriyor:
“Şirk koşanlar, ortak koştuklarını gördükleri zaman: “Rabbimiz! İşte bunlar dûniKE (senin
dışın var zannederek müstakilen var ve muhtar
güçler olarak çağırdığımız) ortaklarımız.” (Ortakları da) onlara söz atar: “Muhakkak ki, siz yalancılarsınız.” (Nahl-86).
Ötelememek için konumuz çerçevesinde biraz genişletelim. Ortakları “Siz yalancılarsınız”
diye laf attıklarına göre, demek ki, hepsi hesap
yerinde, her ikisi de hesaba çekiliyor. Buradan
önemli bir tanımlamaya ulaşacağız, lütfen dikkatlerinizle bana yardım edin. Öyle bir korku ki,
167
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“senin dışın var sandık” diyorlar. Çocuk bir şey
isteyeceğinde veya çok korktuğunda ortamı yumuşatmak ve pozisyonu belirtmek için “Anneciğim, babacığım” gibi kelimeler kullanır, işte ona
benzer ama ahirete ait bir korkuyla, o dehşetle
itiraf: Senin dışın var sandık! “Bir dış var sandık”
demiyorlar, çok ileri bir itiraf var: “Senin dışın var
sandık!” deyip ekliyorlar: Ve şunları ortak edindik, onlara “müstakilen var ve muhtar güç” ilan
ettik, onlara böyle baktık ve yaklaştık. Nelere
böyle yaklaşmış, böyle demişlerse onlar da hesapta! Ama onlar, “siz yalancılarsınız” diyor!
Eğer onların “dûniKE” deyip itiraf ettikleri bu
güç “Güneş” ise, biliyorsunuz günümüzde ona
tapanlar var, Güneş’i gösterip “biz onu müstakil
bir güç zannettik, muhtar zannettik de Güneş’e
taptık; ona yöneldik, ona secde ettik” diyecekler.
Oysa Fussilet-37. ayette Rabbimiz “Güneş’e ve
Ay’a secde etmeyin” buyurmasına rağmen ona
yönelmişlerse bunu itiraf ettikleri zaman Güneş
onlara “siz yalancısınız” diyecektir. Ama: Eğer
onların rab ilan ettikleri Hazreti İsa aleyhisselam ise? Çünkü ayet onların ortak edindiklerini
ayırmıyor. Eğer Hazreti İsa aleyhisselam ise, O’nu
bu ayetteki mana içerisinde bulamayız, O’nu bu
hesap alanında bulamayız. Onların “DûniKE”
kapsamındaki ortakları olan putlar, heykeller
gibi şeylerse onlar orada onlarla hesaptadır, her
biri Güneş gibi cevap verir. Çünkü o gün herşey
şahid olacaktır, hiç tahmin etmediğiniz şeyler
sahidlik yapacaktır. O putlar o gün onlara; “Biz
size sizin dediğiniz gibiyiz dedik mi? Demedik!
168
YILMAZ DÜNDAR
Siz yalancısınız, bunlar yalan söylüyor!” diyecekler. O gün bir başka önemli ortak vardır: Kişinin
kendinde “var” saydığı müstakil güç! Var sayılan
böyle bir güç var, bir de o orada olur. Lütfen zihinlerinizi şu konuda zorlayın: Her fikir suret bulur... Allah ona “suretlen” dedi mi o suret bulur.
Biz de öyleyiz! Diledi, “Suretlen” dedi (“Kün fe
yekûn”) suret bulduk. Her fikir suret bulur. Senin “Müstakilen Var ve Muhtar” zannına Allah
“suretlen” derse o suret bulur... Ve bu suret sana
der ki: “Ben sana, ‘ben senin müstakilen var ve
muhtar olan gücünüm’ demedim ki! Yalan söylüyorsun, beni sen uydurdun.” Bu yüzden Bakara-166 ve 167. ayet: “Keşke bize bir kere daha fırsat verilseydi de (şu uydurmuş olduklarımızın)
bizden uzaklaştıkları gibi biz de (zamanında)
onlardan uzaklaşsak” derler” buyuruyor. Orada
o gün bunu diyeceksiniz: Allahım bir fırsat versen de onların bize sırt dönüp gittikleri gibi biz
de onlardan kaçıp kurtulsak! Şimdi şuna dikkat
edin: Biz de diyoruz ki: O halde sen şimdi kaç
ondan ve onlardan! Senin kendinde var saydığın
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” zannın orada
senden kaçacak! Ayette gördük, o gün o senden
uzak duracak, kaçacak! Dolayısıyla, buradan şu
noktaya gelmeye çalışalım ki, konu çok detaylanmasın:
DûniHİ algı ile sen her neye veya her kime
“Müstakilen Var ve Muhtar bir Güç’tür” demişsen ona sen bir etiket yapıştırmış olursun. İşi ona
yapıştırdığın bu etiketle anlamaya, çözmeye çalışacağız ve onu önemli bir yere getireceğiz. Bir
169
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
varlığa sen bir etiket yapıştırıyorsun: Bu dûniHİ
(Allah’ın dışında, O’ndan ayrı, O’nun gücü dışında bir varlığa ve bir güce sahip müstakilen var ve
muhtar) bir güçtür” deyip bir etiket yapıştırdın.
Bu bir insan olabilir, bir eşya veya herhangi başka
bir şey de olabilir. Dolayısıyla, iki şey çıktı: Etiketlenen ve etiketleyen. İki tane fikir var; etiketlenen ve etiketleyen. Allah diledi mi bunların ikisi
de suretlenir. Lütfen burada şimdiden başlamak
üzere şu çalışmayı içinizden yapmanızı öneririm:
Kendinizde Etiketleyen ve Etiketlenen’i ayırmaya gayret ediniz. Gayret edersek buluruz onu ve
onları... Ki ahirette o sizden kaçmadan siz şimdi
kaçın inşaAllah.
Bu ayetteki bir başka ipucuyla yolumuza devam edelim: Bu ayeti bir inanmayan okuyup da
“eyvah, böyleymiş! Öyleyse ben şimdi o etiketleyenden ve etiketlenenden kaçayım” der mi?
Böyle bir şey olmayacağına göre inanmayanın
bu ayetle işi yoktur. Biz de inananlar olarak “bu
ayet inanmayanlara sesleniyor” dersek, etiketleyen ve etiketlenen dediğimiz dûniHİ ortakları
onların fark edip onların kaçması gerektiğini düşünürsek ayet boşa çıkmış olmaz mı? Ayet boşa
mı düştü? Lütfen fark edin: Merhametiyle, onun
üzerinden anlatımla Allah seni uyarıyor. Onu
uyarmıyor ki! Çünkü o Kur’an’dan ancak nefret
eder, o Kur’an’a iman etmez ve Kur’an’ı sevmez
ki. Rabbin o inanmayan üzerinden seni uyarıyor
diyor ki: O böyle kaçacak. İşte sen, onun orada
kaçacağını şimdiden kendinde ara bul ve ondan
kurtul. Çünkü kişi o gün diyor ki: Bir fırsatım olsa
170
YILMAZ DÜNDAR
şu uydurmuş olduklarımın benden kaçıp uzaklaştıkları gibi ben de onlardan kaçardım. Aslında
onu bu cümlesiyle bize yol gösteriyor: Eğer sen
onun haline düşmek istemiyorsan, şimdi hayattayken sen o etiketleyeni ve etiketleneni kendinde ara bul ve sen ondan kaç! Göreceksiniz ki, etiketleyen de etiketlenen de Allah’ın kuludur. Ve
bu ikisi, bir insanın kendisinde vardır. Kimde ve
nerede olursa olsun onlar, ikisi de kuludur, Allah
her ikisini de sorgular. Şimdi şu ayetleri hatırlayalım:
“Talib de Taleb edilen de zaif (aciz)dir.” (Hac73).
Talep eden de talep edilen de gücü olmayan
şeylerdir. Ayet bize bunu zaten öğretiyor: Etiketleyen de etiketlenen de zaiftir (güçsüzdür, çaresizdir); kuldur!
“Ey, insanlar! Siz Allah’a fakirlersiniz. Allah ise
Ğaniyyül Hamiyd!” (Fatır-15).
Etiketleyen de etiketlenen de varlığını Allah’a
muhtaçtır. Allah ise onları dışında olmaksızın
yaratır. Çünkü Allah’ın Dûn’u yoktur. Ğaniyyül
Hamiyd’i ise şimdilik söyleyip geçiyoruz...
Küfrünüzde (fazla) ısrarcı olmayın, “ama şöyle, ama böyle” diyerek kendini aklayan olmayın.
Çünkü:
“Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir
halk getirir. Bu Allah’a Bi aziyz değildir. (Fatır; 16,
17).
171
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Bu “B” de çok farklı bir konudur. Ama; bu öğrendiklerimizle Kur’an’ın önce orijinaline sonra
mealine bakarak incelediğinizde “B” sırrını kendinizde keşfetmiş, açmış olacaksınız. Buradaki
“B”ye biraz bakalım: Ayetin orijinali şöyledir:
“Ve ma zalike alallahi Bi Aziyz” Bu ifade meallerde normal yaşadığımız hayat için meallendiriliyor ve deniyor ki: Allah dilerse sizi yok eder,
yerinize yeni bir halk getirir, bu da Allah’a hiç
zor değildir. Evet böyledir, kimse de buna itiraz
etmiyor. Bu meal doğrudur ama noksandır. “Bi
Aziyz” dediği için manaya şu mealle yaklaşmaya
çalışmalıyız: Bu işler O’nun dışında olmadığı için
(O’nun Dûnu olmadığı için) O’na hiç zor değildir. “Bi Aziyz” diyor, “B” var. “B” varsa O’nun dışarısı yok! Dışında böyle bir şey olmadığı için O
neyi murad ederse, irade ederse ona “Kün” der,
“feyekûn” olur. Dışınıza öyle bir şey yapabilir misiniz? İllüzyonları saymayın... Böyle yaklaşırsanız
Kur’an’daki özelliği, Efendimiz’e gelen özelliği Bi
Aziyz’den bile çıkarabilirsiniz. Bu işler Allah için
her noktada Bi Aziyz’dir. Yani “O’nun dışarısı” olmadığı için, ne düşünürse “ol” dediğinde olduğu
için O’na bir meşakkati yoktur.
“(O) yaptıklarından sual edilmez, onlar (yaratılanlar) sual edilirler.” (Enbiya-23).
O zaman: Etiketleyen, etiketlenen hepsi sual
edilecek demektir...
Ayetteki “Allah sual edilmez” ifadesi de biraz
önceki manayı vurgular. Neden sual edilmez?
Kim sual edecek? Sual edecek yok ki! Dışı yok ki,
172
YILMAZ DÜNDAR
birisi gelsin de sual etsin... Manalara bu şekilde
baktığınız zaman Tevhid’i yakalarsınız. Değilse
buradaki mana “kimin haddine! Kimse cesaret
edemez, birisinin Allah’a sual etmeye gücü yetmez” değildir. Öyle anlarsanız bir varlık oluşturmuş olursunuz. Allah’a sual edecek müstakil ve
muhtar bir varlık yok! Mana budur. Fatiha’da
Maliki YevmidDiyn bölümüne bakarsanız göreceksiniz, o Zor Gün’de, o Azıym Gün’de, Diyn
Günü’nde; o şiddetli günde kimse konuşamaz,
Allah’ın dilediği hariç! Onlar da doğru ve Hakk
olanı söyler. Başka bir müstakil varlık yok ki, itiraz etsin, gelsin de sual etsin...
Etiketlenen’in hesabı için bir misal verelim:
“(Kulluk yaptıkları nesneler) dediler ki: “Sen,
Subhan’sın! DûniKE (senin dışın var zannıyla
müstakilen var ve muhtar güç olarak) dostlar
edinmek bizim için olur şey değildir. Fakat sen
onları ve onların babalarını metalandırdın. Nihayet zikri unuttular. Ve helak olan bir kavim
oldular.” (Furkan-18).
Etiketlenen, kendine yapıştırılan (Müstakilen
Var ve Muhtar Güç) etiketini hesap zamanı kabul etmiyor, reddediyor: Bizim için ne mümkün
öyle bir şey! Çünkü sen Subhan’sın diyor.
“Etiketlenenin sorgusu”na dair bir misali de
Hazreti İsa aleyhisselam ile ilgili olarak, yine
Kur’ân’dan görelim:
“Ve Allah şöyle dedi: Ey, Meryemoğlu İsa!
İnsanlara “dûnillah (Müstakilen Var ve Muhtar
173
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Güç olarak) beni ve annemi iki ilah edinin” diye
sen mi söyledin?” (İsa) dedi ki: “Sübhaneke. Hakk
olmayanı söylemek benim için nasıl olur? Eğer
onu söylemişsem, muhakkak sen onu bilmişsindir. Sen nefsimde olanı bilirsin, fakat ben senin
nefsinde olanı bilmem. Muhakkak ki, ğaybların
en âlâ bileni sensin, sen.” (Maide-116).
Öyleyse: Etiketleyen ve etiketleneni lütfen
kendinizde arayın, onları birbirinden ayırın. Bulduğunuz iki ayrı yapıyı kıyaslayın, sorgulamayı
şimdiden yapın...
DûniHi algı sonucu “Müstakilen Varım ve
Muhtarım” diyen kişi mütekebbir davranışıyla ilgili akıbeti hakkında uyarılır. Okuyacağımız
ayette, manasını bilmemizde fayda olan iki kelime var. İSTİNKAF Allah’a kulluk etmeyi tercih
etmeyendir. İSTİKBAR “Müstakilen Varım ve
Muhtarım” zannına, itibar ve kuvvet kazandırma hırsına girendir. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” halini yükseltme hırsına girmiş...
KULLUK ETMEK aynı zamanda hayat tarzı
demektir. Eğer siz, Allah’ın dediği şekilde hayat
tarzı kurmamışsanız Allah’a kulluk etmiyorsunuz demektir. İbadet adı altındaki bazı uygulamaları yapıyor olmak “kulluk yapmak” demek
değildir. Hayat tarzı oluşturacaksınız. Hayat tarzınız Allah’ın ve Rasulü’nün dediği şekilde bir
hayat tarzı değilse o Allah’a kulluk olmaz! Neyin
hayat tarzı varsa ona kulluk ediyorsunuz demektir. Dolayısıyla “istinkaf” Allah ve Rasulü’ne
göre hayat tarzı oluşturmamanın adıdır.
174
YILMAZ DÜNDAR
“(Billahi anlamında) iman edip salih amel işleyenlere gelince, (Allah) onlara ecirlerini tam
olarak verecek ve lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. İSTİNKAF (Allah’a kulluk etmeyi
tercih etmeyen) ve İSTİKBAR edenlere (dûniHİ
algı sonucu Müstakilen Var ve Muhtar zannına
itibar ve kuvvet kazandırma hırsına girenlere)
gelince, onlara acı bir şekilde azab edilecektir. (Düştükleri bu zor durumda) kendileri için,
dûnillah (algı sonucu müstakilen Var ve Muhtar
zannıyla vehmettikleri güçlerden) bir dost ve bir
yardımcı da bulamazlar.” (Nisa-173).
Lütfen şimdiki ayeti çok önemseyin ve bunu
tefekkür edin, inceleyin. Ayetin bir özelliği var ki,
meallendirirken kimse ona başka mana veremiyor, onu yumaşatamıyor, gevşetemiyor:
“Onlardan kim: “Muhakkak ki; ben, dûniHİ
(Allah’ın dışında) bir ilahım (Müstakilen Varım
ve Muhtarım)” derse, Biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.”
(Enbiya-29).
Ve Hesap Günü, bu ayet gereği:
“Dûnillah (Müstakilen Var ve Muhtar zannında) olanlar! Onları cehennem yoluna yönlendirin.” (Saffat-23).
“Muhakkak ki; siz de, dûnillah (algı ile) kulluk
yaptıklarınız da cehennem yakıtısınız. Siz oraya
gireceksiniz.” (Enbiya-98).
Bazı mealler “cehennem yakıtı” yerine “siz
de onlar da cehennem odunusunuz” gibi daha
175
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
anlayacağımız bir ifade kullanmışlar: Cehennem
odunusunuz! Ayette iki grup var; siz ve kulluk
yaptıklarınız! Yani: Etiketleyenler ve etiketledikleriniz! Meali böyle verirsek: Etiketleyen de
etiketlenen de cehennem odunudur! Etiketleyen tamam da, etiketlenen nasıl cehennem
odunu olur? Görüyoruz ki, dûniHİ algının zannları (etiketlenen) karşımıza cehennem odunu
olarak çıkmaktadır. Bu; “Müstakilen Varım ve
Muhtarım” zannıyla yaşarken oluşturduğumuz
etiketin pişmanlık olarak azaba dönüşmesidir.
Büyük, çok büyük bir “demeseydim, yapmasaydım” pişmanlığı... Ama bu pişmanlık öyle bir şey
ki, lütfen çok dikkat buyurun: Ahiret hayatında
pişman olmayacaklar sayılamayacak kadar azdır. Ama cennet ehli de dahil, yani orayı gören
de dahil hep diyecekler ki: “Ah, daha yapsaydık.
Ne işim vardı da AVM AVM dolaştım durdum?
Daha yapsaydım; biraz daha salavat, biraz daha
İhlas.... Pişmanlık orada önemli bir duygudur.
Ama tabi, cennetin pişmanlığı ile cehennemin
pişmanlığı, Allah muhafaza etsin, kısaylanabilir mi? Çok farklı! Anlatmak istediğimiz şu ki: O
Gün o zann; “Müstakilen Varım ve Muhtarım
zannı, Allah’tan başka bir güç ilan etme zannı
büyük bir elem, ızdırap ve pişmanlığa dönüşecektir. Kavuran! Yakan! Allah muhafaza etsin. Günümüz hayatında insan bir işe, bir şeye
pişman olup üzülüyor da dayanamıyor ölüyor.
Borcunu ödeyemiyor, o oluyor bu oluyor da kişi
dayanamıyor, yaşayamıyor! Bu bir işi yapmanın
buradaki pişmanlığıdır! Bunu ahiret için sonsuz176
YILMAZ DÜNDAR
la çarpın... O öldü, buradaki sıkıntıdan kurtuldu,
ahirette ölmek de yok! Cehennem odunu olan
bu kişi bir firavun ise? O günkü gerçek firavun
da olabilir, günümüz firavunları da olabilir, ayet
onlar için diyor ki: Ona ve ehline sabah-akşam
ateş gösterilmektedir, Onlar sabah-akşam ateşe arz olunuyorlar. Yani: Hem böyle bir azab,
hem de kendisiyle birlikte ehlini de cehenneme
sürükleyip götürüşleri çok düşündürücü, çok
korkutucudur... Putlar, çeşitli heykeller, günümüzde Allah’ın yerine güç olarak gördüğünüz,
gücünden yararlandığınız, gücünü kullandığınız,
medet umduklarınız, “şu beni koruyor, şu benim
uğurum” dedikleriniz hepsi ateşe dönüşecektir,
İlla Allah...
O ateş nasıl söner, onu söndüren nedir? Cehennemin ateşi cehennemde sönmez, o bu
dünyada söner. İşte onu söndüren budur: Ve La
Havle ve La Kuvvete İlla Billah! Biliniz ki, bunu
söyledikçe onu söndürüyorsunuz. Bildiğiniz
bilmediğiniz ne kadar dûniHİ güç iddianız varsa, ne kadar güç edinmişseniz; ve La Havle ve
La Kuvvete İlla Billah! İnsanların yaygın olarak
dûniHi ilah edindikleri örnekleri düşününce aklınıza Hazreti İsa aleyhisselam gelirse o şöyledir:
Ona soruldu; “onlara sen mi söyledin, “ben ilahım” diye?” O, Rabbine; “ben öyle şey der miyim,
sen Sübhan’sın” dedi. Bu yüzden O, bu olaydan
muaftır. Ama firavun “ben sizin ilahınızım” diyor! Bu iddiasıyla ayetin tam içine düşüyor. Bu
tür ilahlar, insanın kendisi dahil zahiri ve zihni
177
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
putlar edinmemekle ilgili şu ayetlere imkan bulunca bakabilirsiniz:
Al-u İmran; 64 ve 79, Maide-76, En’am-71,
Tevbe-31, Nahl-73, Meryem; 48-49, Enbiya-66,
Hac-71, Furkan-17, Ankebut; 17 ve 25, Yasin-23,
Mümtehine-4.
Yeri geldiği için dûniHi ilah edinme konusunda bir açıklamayı tekraren paylaşalım, pekişmiş
olsun: Bu işte, bir Birincil Suç vardır bir de İkincil
Suç vardır. Birincil Suç, dûniHİ algıyla “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmak
ve bu iddiaya göre hayat tarzı oluşturmaktır. Birincil bu suçu işleyen insan, herhangi bir yaratan kabul etmiyor olabilir, bir yaradana inanmadan hayatını sürdürüyor olabilir. İkincil Suç, ise
kaynağını birincil suçtan almaktadır. Bu suçun
kapsamına “Müstakilen Varım ve Muhtarım”
diyerek birincil suçu işleyenin, yine bu iddiasına uygun tarzda bir yaradana yönelmek arzusu girmektedir. “Benim de bir yaratanım olsun”
kapsamındakiler kendi içinde üç gruba ayrılır:
Bu arzusunu yerine getirirken, yaratan olarak
Allah’a inanmayanlar bir grup oluştururlar. Diğer grup; yaratan olarak Allah’ı kabul ettikten
sonra, ayrıca dûniHİ bir yaklaştırıcı daha edinir.
Allah’a inanır ama Efendimizin zamanındaki
müşrikler gibi! “Biz onlara tapmıyoruz ki, onlar
bizi Allah’a yaklaştırıyor” bahanesiyle kendilerine bir de “yaklaştırıcı ilah” ilan ederler. Öyleyse,
günümüzde, bizde ona benzer Allah’a yaklaştırıcı ne kadar put varsa temizlemeniz gerekir;
siz, onlara “mübarek insan” deseniz bile! Onla178
YILMAZ DÜNDAR
ra “Müstakilen Var ve Muhtar” etiketi yapıştırır
sonra da “o beni kolumdan tutup kurtaracak”
derseniz, ona dûniHİ bir özellik verirseniz siz de
bu sınıfa girersiniz. Kalbler (mecazen) Allah’ın
parmakları arasındadır. İnsanların kalbi Mukallibel Kulub olan Allah’ın yetkisindedir. Böyleyken, bir insandan hidayet beklemek, hidayeti
ondan bilmek veya ahirette sizi kurtaracağını
düşünmek hep bu konulara girer. “Şefaat” mekanizması ayrı bir şeydir. Siz Allah’ın ona şefaat
izni vereceğini nereden biliyorsunuz? Nasıl, “o
beni kurtaracak” dersiniz, nasıl böyle düşünürsünüz? Ayette şefaat için “izin verilenler” hariç
kimse şefaat edemez deniyor. Şefaat çok başka,
çok farklı bir şeydir. O şefaate izin verilen siz bile
olabilirsiniz. Öyle bir noktada olursunuz ki, size
inşaAllah “ateşin içinden beş kişiyi al” denir. O
çok ayrı bir iştir, onu bunlarla karıştırmayın. İlah
edinen bir üçüncü grup daha vardır ki; bunlar,
yaratan olarak Allah’ı kabul edip, ancak dûniHi
algı ve zann’larını devam ettirirler. Şu ayet bu
grup içindir:
“Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak
(dûniHİ algı ve zann’larıyla birlikte) Allah’a iman
ederler.” (Yusuf-106).
Bir başka ayette ise, Rabbimiz bizi Yusuf-106.
ayet kapsamına girmememiz için uyarmaktadır:
“Allah’a haniyfler olarak, O’na şirk koşmaksınız (iman edin) yönelin.” (Hac-31).
Yani: DûniHi algı ve zann’larına sırtınızı dönerek, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddia179
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sında bulunmadan, her an “Billahi algı”da olmaya gayret ederek Allah’a yönelin, iman edin.
“Bir şey yaratamayan, kendileri yaratılan,
kendi nefsleri için bir zarar ve faydaya malik
olmayan; öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri
yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen, dûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar güçler vehmederek bu zannlarını) ilahlar edindiler.” (Furkan-3).
Bu ayet, ikincil suçu işleyenleri konu alan bir
misaldir. Ama biliyoruz ki, aslında ikincil suçun
olduğu yerde kendiliğinden birincil suç ta vardır.
Bu yüzden, “ilah” geçen ayetlere bu gözle bakmalıyız. “Bu ayette “ilah” deniyor, benim ilahım
yok” deyip ayeti ötelemek yanlış olur. Çünkü
bahsedilen ikincil suçtur. Bu ayetler karşısında
kendimizi önce birincil suç açısından sorgulamalıyız. İster ikincil suç, ister birincil suç olsun,
Fussilet-23 onların hepsi için diyor ki:
“İşte Rabbinizle ilgili beslediğiniz zannınız sizi
mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.”
(Fussilet-23).
Ve:
“Eğer şükrederseniz ve iman ederseniz Allah
size azabı neylesin? Allah Şâkiran Aliyma’dır.”
(Nisa-147).
Şükrederseniz ve iman ederseniz Allah size
niye azab etsin ki; şükrettiniz bir kere! Peki, nasıl şükredeceğiz? ŞÜKRETMEK; kesinlikle dûniHi
algıyla olmaz. Şükretmeyi günlük dille anlatmak
180
YILMAZ DÜNDAR
onu daha iyi anlamamızı sağlayacaksa ona “teşekkür etmek” diyelim. Dışarıdan Allah’a bakıp
da teşekkür etmek olmaz. Dışındaki bir Allah’a
“Allahım bana şunları verdin, teşekkür ederim”
olmaz. Yani, küfür ehliyken teşekkür olmaz! Bu
önem yüzünden ayette bizi uyarıyor: “Eğer şükrederseniz” dediği zaman “dûniHİ algıyı atın”
manasını anlayın! İMAN ise, ancak Billahi anlamında olmalıdır ki, yılardır hep onu anlattık.
Dolayısıyla, dışarıdan iman da olmaz. Kendinizi
Allah’ın dışında bilip, öyle sanıp, sonra da “Ben
Allah’a inanıyorum” olmaz, o algıyla “Allah’a inanıyorum” diyemezsiniz.
Billahi algı öyle bir şey ki... Billahi algı Keşif
Kapısından giriş olup o algının kendisi Şükür ve
Hamd halidir. Şükür ve hamd söylenen bir şey
değildir aslında, onlar bir haldir, bulunduğunuz
bir pozisyonun adıdır. Şükür açısından bakarsak:
Sürekli Billahi algıda yaşıyorsanız başka bir “veren” düşünebilmeniz mümkün olur mu? Hamd
açısından ise: Sürekli Billahi algıda yaşayan nasıl bir başka “emir veren” düşünebilir? Bu yüzden; Billahi anlamındaki algıda yaşamak şükür
ve hamd halidir; siz dilinizle söylemeseniz de o
yaşantı zaten Şükür ve Hamd’dir, kendiliğinden.
Şu uyarıyı da dikkate almalıyız: İnsan, her şeyi
Allah’tan bilmeyi; dünya hayatı ve ahiret için
gereken rızkımızı verenin Allah olduğunu bilmeyi ne yazık ki, çok mekanik düşünmektedir.
Çok mekanik... Bu işler hep “algı işi” olduğundan bunları üst üste söylüyorum ki, algılarımızı
inceleyelim ve onaralım. Maalesef onu meka181
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
nik, kendiliğinden yürüyen bir mekanizma gibi
düşünüyoruz. Meşrubat otomatları vardır, öyle
düşünüyoruz: Allah’a söyledim, alırım, O’na söyleyince gelir, Dünya böyle, Güneş şöyle... Allah
ve Sistemi zihnimizde o kadar mekanik ki; bir
makina gibi cansız! Bu bizi çok yanlış bir yere
götürüyor. Niye? Çünkü onu böyle mekanik düşünmek sizi şükretmekten uzak tutuyor, engelliyor. Dikkat edin, siz makinaya şükretmezsiniz.
Çok susadınız, düğmesine bastınız ve bir su aldınız, makinanın sırtına vurup da “teşekkür ederim” demezsiniz ki. Ama bir insan gelir de size
su verirse ona teşekkür edersiniz. Çünkü insanı
mekanik düşünmediniz. Allah’ı makina gibi mekanik düşünen O’nun verdiklerinin farkında değil ki, şükretsin... Makineden alıyor gibi yaşayıp,
gidiyor. Dışarıdan oksijen gereksinimi duyan bir
hastaya o zor anında kanül veya maske ile oksijen uygulasalar, oksijen tedavisinde kullanılan
makina ve ekipmana teşekkür etmez, doktora
ve sağlık ekibine teşekkür eder. Dikkat edin, bir
duygu var, duygu! Kişi o duyguyu yakalamazsa,
hele de “yeni” etiketli tasavvuf anlatımlarının
yanlış tuzağına düşüp “duygu şudur, o şöyle
şirktir” diye düşünüp günümüzün “yeni” din
anlatımıyla Allah’a karşı duygularını yok ederse
şükredemez. Eğer siz, duyguları dûniHi algıda
kullanırsanız, o duygulara “müstakil ve muhtar”
etiketi yapıştırırsanız o şirktir. Billahi algıda duyguların hepsi Esma’ül Hüsna’dır, onlara siz duygu
diyorsunuz. Onların Billahi alandaki adı başkadır, hepsi birer esmadır. “Esma’ül Hüsna’larla
182
YILMAZ DÜNDAR
Allah’a yönelin, dua edin” ayetleri, bu manadaki
hadisler ne olacak, onlarla nasıl amel edeceğiz.
Sizin duygu dedikleriniz Allah’ın kanunlarıdır ve
hepsi bizim gibi canlıdır. Zihnimizde oluşturduğumuz makina evrende yoktur, çünkü herşey
canlıdır. Siz Allah’ın bir yerini nasıl “cansız” kabul
edersiniz? O bizim cahil kafamız...
Allah ve sistemini böyle mekanik düşünen
o insan, oysa dûniHi algının zann’larında daha
duygusaldır. İnsan bu mekaniklikten, ancak
Allah’ın merhametini fark edebilirse ve görebilirse kendisini kurtarabilir. Allah’ın merhametini fark edebilirse insan şükrün manasını kavrayabilir. Bu sebepten, göreceğimiz ayetlerde
“dûniHİ algı kapsamında “merhamet” de ele
alınmıştır. Ayetlerde DûniHİ anlamında merhametin ele alındığı tanım “dûnirRahman”dır. Meallerde beşeri bakışa ait manalar görünce lütfen
yanılmayın. Kur’an’da “dûnirRahman” özellikle
belirtilmiştir ve her bir tanım gibi tam yerinde
kullanılmıştır. Bu tanımın kullanıldığı iki ayetten birisi Mülk Suresi’ndedir, Mülk-20. ayette
“dûnirRahman” geçer. Eğer mealde bu manadan
hiç bahsetmezseniz kişi fark edemez, perdelenir.
Halbuki Mülk Suresi 20. ayetinden son ayetine
kadar sizi “Allah’ın verdikleri”ne karşı uyarır, hatta son ayette de vurucu uyarıyı yapar:
“Suyunuz çekilirse kim verecek?” (Mülk-21).
İnsan o kadar suyun içindeki balık gibidir ki,
hiç farkında değildir. Suyunuz çekilirse kim verecek?” ayetini okur, geçer gider, korkmaz... Çe183
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
kilirse” denilen su yalnızca içtiğiniz su değil, suyun çekilmesinin bir çok manası var... Uyarıyor,
ve merhametini hatırlatıyor. Mülk Suresi-20’de
“dûnirRahman”ı kullanarak bize merhametini
hatırlatıyor: Sen dışarıda bir merhamet mi aradın? DûnirRahman bir güç mü buldun?
“Senden önce irsal ettiğimiz Rasullerimize
sor! DûnirRahman (Rahman olan Allah’ın dışında müstakilen var ve muhtar olan merhamet
sahibi güçler var zannıyla) kulluk yapılacak ilahlara müsaade ettik mi?” (Zuhruf-45).
Rivayetlere göre: “Rasullere sor” denilince
Efendimiz (SAV) Cebrail (AS)a “sormam” diyor:
Çünkü kesinlikle mutmainim ve inanıyorum.
“Rasullere sor” ifadesi çeşitli manalar içerir. Birisi: Gelen bilgileri incele, sana bazı rasulleri kıssa
ettik, oralarda öyle bir müsaade var mı? Yok! Bir
diğeri: Mirac’tan önce İsra’da Efendimiz (SAV)
tüm Rasul ve Nebi’lere İmam’lık yaparken, onlarla iken, “hiç böyle bir izin vermedik” manasına; “Bütün rasul ve nebiler burada, onlara sor
bakalım, böyle bir şey denilmiş mi, böyle bir şeye
izin verilmiş mi?” denmiştir. Konumuza dönecek
olursak, bu ayetlerde “Allah’ın merhametinin dışında bir şeylere sanki onun merhametinin dışı
varmış gibi yönelmeyin!” uyarısı vardır. “Öyle bir
şeye hiç izin vermedik!” diyor.
“DûnirRahman (Rahman olan Allah’ın dışında müstakil ve muhtar merhamet sahibi güçler
var zannıyla) size yardım edecek askerleriniz
(Allah’a karşı size nimet veren) kimlerdir? İnkar184
YILMAZ DÜNDAR
cılar ancak derin bir gaflet içerisinde bulunmaktadırlar” (Mülk-20).
DûniHi “Müstakilen Varım ve Muhtarım” diyenin akıbetini şu cümleyle tamamlamış olalım.
Ama bu cümleyi çok sıkı uygulamaya çalışalım.
Ben o gayretteyim ve size de öneriyorum, İnşaAllah Rabbim hepimize lutfeder: Yaşarken kendini
dûniHİ algı ve zann’larından kurtarırsan, dünya
ve ahiret azabından da kurtarmış olursun. Ayetlerde göreceğiz, deniyor ki: “Onlara bir korku ve
mahzunluk yoktur.” O işte budur! O ayetlerin
mealleri ve günümüz yanlış tasavvuf anlatımları
o hali yalnızca bir veliye mahsus kılarak “o bir veli
halidir” demektedir. Elbette veli için bir korku ve
mahzunluk yoktur, ama bu ayet yalnız onu kast
etmez. Onu onlar yorumlarıyla, tefsir olarak eklerler. Yanlış değildir, ama noksandır. Kur’an’da
geçen bu tanım, yani “bir korku ve mahzunluğun olmayışı” özellikle ahiret içindir, Diyn Günü
içindir, o zor gün içindir, “orada onlara bir korku
ve mahzunluk olmaz” demektir. Ama: Kişinin
bu dünyada dûniHİ algısı temizlenirse onda bu
dünya hayatında da bir korku ve mahzunluk
kalmaz. Neye karşı? Allah’a karşı değil, Allah’ın
yarattıklarına karşı! Bu ayetlere verilen eksik
meallerden esinlenerek “Allah’tan korkmuyorum” noktasına ulaşanlar vardır, cahildir onlar.
DûniHİ algıdan kurtulan kişi “Allah’ın yarattıklarına karşı” sistem içerisinde emniyette ve güvende durur. Buradaki mana “o Allah’tan korkmaz” değildir. Çünkü: Efendimiz sallallahu aleyhi
185
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
vesellem buyuruyor ki; “Allah’ı en iyi tanıyanınız
benim, en çok korkanınız da benim...”
Allah korkusu böyle çok ayrı bir şeydir...
186
YILMAZ DÜNDAR
7.
KURTULUŞ YOLU
“Esfele Safiliyn”den; yani “dûniHİ algı”dan;
yani kendimizi ve diğer yaratılan her şeyi
Allah’ın dışında bir mekanda sanmaktan kurtulmak mümkün müdür? Elbette! Cevabı yine
Kur’an’dan öğreneceğiz. “Birisine göre” kurtulmak yok. El-Veliy; Allah...
“(Rabbi) dedi ki: “İkiniz cemîan inin aşağı oradan.. Birbirinize düşmansınız. Benden size bir
huda geldiğinde, kim benim “huda”ma tabi oldu
ise, işte o sapmaz ve şakıy olmaz.” (Ta-Ha; 123).
Ayetten konumuzla ilgili çıkaracağımız sonuçlara bakalım. Birisi şudur: İNİN AŞAĞI: Bu,
bulunduğunuz idraktan aşağı idraka inin demektir. Bu idrak inişine Kur’an’ın diğer ayetleri ışığında baktığımızda anlıyoruz ki; “Esfele
Safiliyn’e reddedildiniz, dûniHİ idraka indiniz,
dünya hayatına başladınız” manaları da vardır.
Ayetteki “Birbirinize düşmansınız” ifadesinin
de çok iyi anlaşılması gerekir ki, bir sonuç çıkarabilelim. Bir insanın düşmanını tanıması önemlidir. Düşman nedir? Kur’an’a göre DÜŞMAN, seni
Allah’tan uzaklaştırandır, başka düşman olmaz.
Kendi kendinize düşman tarif etmemelisiniz,
187
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
kendinizce düşman ilan etmemelisiniz. Hele
de dûniHİ algı ve zann’larına göre düşman ilan
edilmez. Böyle olunca, “Birbirinize düşmansınız,
bu şekilde inin”i nasıl anlamalıyız? Daha önce de
paylaşmıştık, iki tane “var” biliyoruz: “Birbirinize
göre var” hal ve “kişinin kendinde kendine göre
var” hali. Birbirinize göre “var” olan hal, siz birbirinize baktığınız zaman bu aleme “Kesret Âlemi”
denmesini sağlayacak olan bu TEKASÜR, bu birbirine göre varlık sizin düşmanınızdır. Yani: İşte
bu varlık sizi Allah’tan perdeler. “Birbirinize düşmansınız, bu şekilde inin”i o zaman şöyle anlarız:
Varlığınızla birbirinizi Allah’tan perdeleyecek şekilde inin! Ayetteki bu ifadenin konumuzla ilgili
yanı böyledir.
Birbirinize göre “var” görünüşünüz size perde
olarak DûniHİ algınızı kuvvetlendirecek ve sizi
“Allah”dan perdeleyecektir. Böyle ineceksiniz!
Peki, böyle birbirini Allah’tan perdeleyecek
şekilde indi, bu neyi ifade eder? Öğreniyoruz ki;
hayata başladığımız bu hal “yasal yanlış”tır; kendimizi içinde bulduğumuz format budur. Bunun
“yasal yanlış” olduğunu giriş bölümünde ayet
ve hadisleriyle detaylı gördük. Bu böyle olduğu
içindir ki; ayet bize kurtuluşu öğretiyor. Kurtulmuş olarak doğana Kurtuluş Yolu öğretilir mi?
Daha doğarken hayata hidayet üzere başlayana
“kurtuluş” öğretilmez ki! Kur’an ayetlerinde bize
hep “çıkış/kurtuluş” öğretiliyor dikkat edin. Hiçbir hadiste ve hiçbir ayette “şöyle inersiniz” diye
düşüş anlatılmaz, göremezsiniz. Neden? Çünkü;
zaten düşmüş! Ayet ve hadislerde “bu düşüşte
188
YILMAZ DÜNDAR
nasıl ısrarlı kalırsın veya düştüğün bu halden
nasıl kurtulursun?” görülür. Ama daha çok çıkış
anlatılır, hep çıkış/kurtuluş anlatılır; yol çıkıştır.
“Nasıl yükselirsin?” o anlatılır. Biz de yolumuzu
basamak basamak, idrak seyahatiyle ayetlerden
alacağız.
Ta-Ha; 123 bize diyor ki: “Kendinizi içinde bulacağınız DûniHİ algı sebebiyle idrakınızı doğru
yolda zannedeceksiniz; ancak gerçek doğruyu ve
bu dunihi algıdan kurtulma yöntemini bildiren
Nebi ve Rasuller, sizin içinizden size geldiğinde,
fıtratınızdaki “Evet, Bi-Rabbimizsin!” bilgi ve şehadetinden de istifade ederek onlara tabi olun.
“İşittik ve tabi olduk” derseniz Hakk’tan sapmaz
ve mutsuz olmazsınız.”
Birinci basamak budur; gelen bilgiye tabi olmak! Şu manayı da çıkarıyoruz; demek ki, kurtuluş yolu var. Çıkardığımız önemli bir sonuç da
budur, çünkü o izi arıyoruz; acaba kurtuluş yolu
var mı? Anlıyoruz ki, var. Yaradanımız, “Size
Kurtuluş Yolu göndereceğim” diyor.
“Hakikaten Biz insanı ahseni takviym üzere
yarattık. Sonra da onu esfele safiliyn’e reddettik.
Ancak, iman edip salih amel işleyenler müstesna. Onlar için kesilmeyen bir ecir vardır.” (Tiyn;
4-6).
Yine bir kurtuluş yolu! Buradaki Kurtuluş
Yolu şöyle tanımlanıyor: Ancak, Billahi anlamında iman eder ve bu imanına uygun bir hayat tarzı oluşturursa, insan esfele safiliyn’den kurtulabilir ve hiç kesilmeyen bir mükafata da ulaşabilir.
189
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Bu ayet vesileyle öğreniyoruz ki: DûniHİ algıdan
sıyrılmak; aşağıların aşağısı idraktan yukarıya
tırmanmak; esfele safiliyn’den ahseni takviym’e
kabul edilmek; Allah’a karşı, edepsiz yaşantıdan
çıkıp, edebe dahil olmak mümkündür. Çünkü
bu konuda Rabbimiz bizi müjdelemektedir:
“Allah iman edenlerin Veliy’sidir. Onları zulmetten Nur’a çıkarır. Fiilen küfür halinde olanlara (DûniHİ algı ve zann’larına göre yaşayanlara)
gelince, onların dostları Tağut’tur. (DûniHİ olarak müstakilen var ve muhtar zannettikleridir).
(Bu kabulleri ise) onları Nur’dan zulmete sokar.
İşte onlar ashabun nar’dır; onlar orada ebedi kalıcılardır.” (El Bakara-257).
Yine öğreniyoruz ki, kurtuluş mümkündür!
Ancak: İnananları kurtaran Allah’tır, onları Allah
kurtarır. Zulme düşenleri ise düşüren kendisidir.
Dikkat edin, bu kesret dilidir. Kur’an’da iki anlatım dili olduğunu İnsan Suresi 29, 30 ve Nisa
Suresi 78, 79 ayetlerini örnek ayetler göstererek
etraflıca ele aldık, bu kitapçığımızda da paylaştık. “Zulme düşenleri düşüren kendileridir” ifadesi Nisa-79’daki Kesret Dili’yledir. Burada Bakara-257. ayette söyleneni ancak bu iki dili fark
etmişsek anlayabiliriz: Kurtulacak olanı Allah
kurtarır. Yanlışa gideni, zulmete düşeni kendisi
düşürür.
“O, sizi zulmetten Nur’a çıkarmak için apaçık ayetleri Kulu’nun üzerine tenzil edendir.
İnnellâhe Biküm le Raûfun Rahiym.” (Hadîd-9).
190
YILMAZ DÜNDAR
Kurtuluş Yolu var, Hadîd-9 da aynı gerçeği beyan ediyor ama bize bir de usul öğretiyor:
“Sizi zulmetten Nur’a getirecek olan şeyi Biz
Kulumuz’un üzerine ayetleriyle tenzil ettik, indirdik.” Bir kez daha görün ki; yöntem Kur’an’da!
“Kur’an’dan öğrenin” denilen noktaya geldik:
Evet, kurtuluş var, yol Kur’an’da! Erken ipucu verir gibi olacak, ama konuyu pekiştirir diye düşünüp varacağımız sonucu söyleyelim; Kurtuluş
Yolu “La ilahe illallah” telkinidir. Ve Billahi anlamında imandır. Ve bu aynı zamanda DûniHİ algı
ve zann’larını reddetmektir. Bütün bunlara göre
bir hayat tarzı oluşturmaktır! Bu reçeteye talip
olana ayet sonunda sesleniyor: “Siz o kurtuluş
yolunu ararken, bulurken ve uygularken Allah;
kesinlikle, hiç şüphesiz size Billahi anlamında
Raufun Rahıym’dir: İnnallahe Bi-küm le Raufun
Rahıym.”
“B” ile olduğu için “Bi-küm” ifadesinin dikkatimizi çekmesi lazım, bu dikkate alışalım. Allah
Raufun Rahıym’dir. İki isim de ahiretimiz için
çok önemli bir sığınaktır: “İnnallahe Bi-küm le
Raufun Rahıym” ayeti meallendirilirken; “Allah kuluna Rauf ve Rahimdir” şeklinde yazılıyor. Doğrudur ama noksandır. Çünkü bu ayet
o kadar demiyor. Bu meal şu nedenle noksandır: Çünkü kişi bu meali, bu cümleyi okuyunca
onu DûniHİ anlar: Kendisi Allah’ın dışındadır,
Allah da ona Raufun Rahim davranıyordur. Bu
nedenle onarılması gereken bir mealdir. Bilgiyi
biraz ileri götüren mealler bunu nasıl yazıyor?
Oralarda ise; “Allah sende, senden, sana Raufun
191
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Rahim’dir” yazıldığını görürsünüz. Bu da doğrudur, ama bu da noksandır. “Senden, sende,
sana” ifadesi yeterli bir tanım değildir, olmaz.
Bu tanımlama sanki “kulun dışı yokmuş” gibi bir
mana içerir. Kulun dışı vardır! Allah’a, O’nun bir
özelliğine Esma’ül Hüsna ile ilgili (B kapsamında) meal verirken bu yüzden dikkat etmek gerekiyor. Allah’ın dûnu (dışı) yoktur, ama kulun dışı
vardır. Kulun dışıyla irtibatını kesmesi önerilir
ama o irtibatı kesmek böyle olmaz. Kul o irtibatı
dışına bakarken keser, gözünü kapatarak değil!
“Raufun Rahıym”i şöyle özetleyelim: Raufun
Rahıym; Allah seni kurtarırken adalet aramaz,
hiç adalet olmadan hediyeyle, lütufla, nimetle
seni kurtarır demektir. Rahim isminde adalet
olmaz, Rahman isminde olur. “Raufun Rahim”e
dûniHİ algı ile yaşayan da ona inanabilir, dûniHİ
duran da bu ismi kendisine hitap ediyor zannedebilir. Halbuki öyle bir meal vereceksiniz ki, bir
kişi onu dûniHİ algıyla okuyamasın, dinleyemesin. Dinleyebiliyorsa idrakı kendiliğinden yerine
otursun; Billahi olsun.
Kur’an’ı da dûniHİ algıyla dinleyememelisin.
Kur’an dinlemek seni Billahi algıya sokmalıdır.
“Senden, sende, sana” deyiş doğrudur, ama bu
sefer de kişi “dışında yok”muş zanneder: Ne
ararsan içinde! Doğru, ama bu bir mahkumiyettir, dışında yok mu? Bu yüzden, bu bakış da
ayrı bir şirktir, Allah’ı içine hapsetmektir: Herşey
bende! Demek ki sen varsın, O da sende, sen
olmasan Allah olmayacak, herşey sende. Oysa
senin dışın da var. Öyle bir “B” düşünmelisin
192
YILMAZ DÜNDAR
ki, yani Allah öyle Raufun Rahim ki; senin her
yerinde sana karşı Raufun Rahim. Ve görebildiğin göremediğin her yerde de sana karşı Raufun
Rahim! Kaplamadığı yer yok, Raufun Rahim’in
kaplamadığı yer yok. Burada “B”den anlayacağımız çok önemlidir: Bir kere “sende, senden,
sana” değildir, o işin gereğidir. “B”den anlayacağımız şudur: Allah öyle Raufun Rahimdir ki
O’nun dışı yoktur. Onun dışı var zannedip başka
bir merhamet arama. O’nun dışı yoktur, Raufun
Rahim olması her yeri kaplamıştır, sen de zaten
ilminde bir suretsin.
Kurtuluş yolu var ve Kur’an’da! Öğrendik,
şimdi sıra Kur’an’dan ipucu aramaya geldi.
“Sonra biz, Rasullerimizi ve iman etmişleri böylece kurtarırız. Mü’minleri kurtarmamız,
üzerimize bir haktır. De ki: “Ey, insanlar! Benim
diyn’imden (inanışım ve hayat tarzımdan) şüphe içerisindeyseniz, (bilin ki) ben sizin dûnillah
(algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedip) kulluk yaptıklarınıza kulluk yapmam. Fakat
sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Ve
ben mü’minlerden olmakla emrolundum.” Ve
(şununla da emrolundum): “Vechini hanif olarak (dûniHİ algı ve zann’larına sırtını dönerek)
Diyn’e çevir ve sakın müşriklerden olma.” Ve
dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar
zannedilen) şeylerden ilgini kes/onlara yönelme. Eğer yönelirsen, o zaman muhakkak ki sen
zalimlerden olursun.” (Yunus; 103-106).
193
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
İlk ipucumuzu aldık, buradan ilerleyeceğiz:
Vechini hanif olarak Diyn’e çevir. Yani bize buyuruyor ki: DûniHİ algı ve zann’larının ürettiği,
Allah’ın dışında “Müstakilen Var ve Muhtar varlıklar vardır” iddiasına idrakın sırtını dönsün. İdrakın önce bu iddiaya sırtını dönsün, bu iddiayı
hiç görmesin, bu iddia hiç yokmuş gibi baksın;
böylece, dûniHİ algı sonucu “müstakilen varım
ve muhtarım” diyen bir zann ile irtibatını kessin.
Bir kere onunla irtibatını kes! “Şu arkadaşla hiç
görüşmeyeceğim” de bir kere! “Dayanamıyorum,
ikide bir görüşüyorum” olsa bile o ayrıdır. Allah
diyor ki: Silerim, affederim, sen önce kararını ver
ve “onunla görüşmeyeceğim, lanet ona” de ona
sırtını dön. Çünkü dûniHİ algı Allah’a küfürdür.
“De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller
gelince, dûnillah (algı sonucu müstakilen var
ve muhtar zannıyla) isimlendirilenlere (göre)
kulluk (hayat tarzı) bana yasaklandı ve Rabbül Âlemiyn’e teslim olmakla emrolundum.”
(Mü’min-66).
“Sana vahyolunana tabi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hayrlı hükmedendir.”
(Yunus-109).
Esma’ül Hüsna’lar meallendirilirken dikkat
edilmesi gereken bir noktadır burası, burayı bu
yüzden biraz farklı meallendirdik. Burayı “Hükmedenlerin en hayırlısıdır” şeklindeki çevirmeler yanlıştır. Çünkü kıyas yapıyorsunuz, Allah’ı
birileriyle yarıştırıyorsunuz ve Allah’ı birinci yapıyorsunuz. Bu yaklaşımlar dûniHİ’dir, dûniHİ
194
YILMAZ DÜNDAR
meallerdir. Biz böyle söyleyince bazı arkadaşlar “Ama böyle yazılmış” diyorlar. Hayır, İhlas
Suresi’ne uymayan meal olmaz! Kim yazarsa
yazsın, olmaz. Bir örneğini şimdi göreceğiz.
Bu okuduğumuz ayette bize şöyle deniyor,
bir iki cümleyle manayı şöyle açıklayalım: Rasulullah (SAV) vasıtasıyla size söylenenlere uyun,
bu yolda Allah sizin nefsinizi mutmain edinceye kadar da bu uygulamanıza azmederek gayret
edin. Hayrın hükmünü Allah verecektir. Anladık
ki: Hayr hükmünü Allah verir, Hayr konusunda
Allah birileriyle yarışmaz. Bu yüzden meal; “En
hayırlı yapan” değildir, “hayr hükmünü Allah verir” şeklinde olmalıdır. Bir başkası hayr yapıyorsa
bile hükmünü Allah verir, o hükmü yerine getirir. Yunus-109 bize “Siz böyle yapın; Kur’an’a ve
Rasulüne uyun” dedi. Çünkü:
Allah sana bir zarar dokundurursa, onu
O’ndan başka keşfedecek (açacak) yoktur.” (Yunus-107).
Bu ayete “DûniHİ algı bir zararsa” gözüyle bakarsak meal farklı olur: “Eğer sana bir zarar dokundurursa o zararı açacak/keşfedecek ancak
Allah’tır.”
“Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannedilen güçler) keşfedemez (açamaz)lar. (Necm-58).
Bu ayet çok önemli bir şekilde uyarıyor bizi:
Bu iş senin dûnillah algı ile müstakil zannettiğin
güçlerle keşfedilmez, açılmaz! Necm-58 de mea195
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
li onarılması gereken ayetlerdendir, çünkü ayette dûnillah tanımı geçiyor.
Bu geldiklerimizden ulaştığımız sonucu şimdi bir yerde düğümlüyoruz: Öyleyse çare nedir?
Kur’an’dan öğrendiğimiz çare nedir? Sonra da o
çareyi nasıl yapacağımızı göreceğiz.
İnsanda bir bilgi veya bir fiili geçersiz hale
getirebilmek için, o bilgi veya fiili insanın gündeminden çıkarabilmek için o bilgi veya fiilin
beyinde yaptığı izden daha derin bir iz yapabilmek gerekir. Amacımız zaten, dûniHİ algı ve
zann’larından ve ona ait fiillerden kurtulmak değil mi? Bizde var olan o bilgi ve fiillerini geçersiz
yapmak için, dûniHİ algıdan kaynaklanan fiiller
var, onları geçersiz yapmak için o bilgi veya fiilin
beyinde yaptığı izden daha derin bir iz oluşturmak şarttır.
Bunu yapabilirsek; o durumda kişide yeni
oluşan derin ize göre fiiller görülür. Konuyu
derinleştireceğiz, ama şimdi kabaca söyleyeyim. Algı ve onun fiilleri beyinde bir iz yapar
ve artık kendiliğinden o yürür. Bir algıya ait izi
silmek istiyorsak, beyinde ondan daha derin bir
iz oluşturmalıyız. Bazen denir ki; “Ben de biliyorum ama yapamıyorum.” Çünkü öğrendiğin ve
yapmak istediğin şeyin izi derin değil, küfrün izi
daha derin. Bu haldeyken doğruyu bilsen de yapamazsın. Billahi algı beyninde küfürden daha
derin iz yapmalı ki bu dûniHİ algının izi inaktif
olsun. O zaman kişide Billahi algıya uygun fiiller
oluşur. Billahi algıyı daha derin iz haline getirme196
YILMAZ DÜNDAR
liyiz ki, dûniHİ algı hayattan silinsin. O zaman bir
çareye, bir yola geldik demektir: Beyinde bir iz
yapacağız, Billahi algıya öyle bir iz yaptıracağız ki
dûniHİ algıdan daha derin bir iz olsun. Geldiğimiz nokta burasıdır, çare/yol budur. Bizim şimdi
sorunumuz nedir? DûniHİ (batıl) bilgi ve fiiller!
Sorunumuz bu olduğu için biz, dûniHİ algı ve
zann’larını ve buna göre oluşan hayat tarzını
inaktif yapacak derin bir iz yapmalıyız. Bu nedenle, Batıl izi daha derin Hakk iz ile silmeliyiz,
yöntemimiz bu.
Ulaştığımız sonuç şu ki; beynimizde oluşan
ve bütün fiillerimize sebep olan batıl izi daha
derin Hakk iz ile silmeliyiz. Bu konuyu bilmek
değildir, bu iş için konuyu bilmek yetmiyor, hele
duymak hiç yetmiyor. Ulaştığımız bu sonuçla ilgili Kur’an’dan bir laboratuar çalışması görelim:
“(Musa): “Siz atın” dedi. (Sihirbazlar) atınca,
insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku
saldılar. (Sihirbazlar) aziym bir sihir getirdiler. Biz
de Musa’ya: “Asa’nı at” diye vahyettik. Bir de ne
görsünler, o asa onların uydurdukları şeyleri kapıp yutuyor! İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti.”
(A’raf; 116-118).
Bir çok meselenin çözümü için buradan sonuç ve fikir çıkarmak mümkün. Şimdi çözmeye çalıştığımız sorunla ilgili sonuca bakalım.
Bu kıssayı anlaşılması için ana hatlarıyla özetleyelim: Hz. Musa firavun’un karşısında ve sihirbazlara “haydi siz başlayın” diyor. Sihirbazların
197
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
oluşturdukları illüzyonları, konumuzun diliyle
“batıl görüntü”lerini daha derin bir iz olan Hz.
Musa’nın Asası yuttu...
Biraz sonra Yusuf Suresi’nde de hatırlatacağız; önce Kur’an’ın mesajını anlamak gerekiyor,
yani bize lazım olan esas fikri Kur’an’dan almak
gerekiyor. Kur’an’ın esas mesajını aldıktan, anladıktan sonra o fikirle ayetlere baktığınızda “bir
çok şey göreceksiniz” demiyorum; Rabbim size
bir çok şeyi gösterecektir. Kuran’dan görülecek
olanı Rabbim gösterir. Onu o zaman bizzat yaşayacak ve göreceksiniz inşaAllah.
Sihirbazlar firavun’un önünde bir illüzyon
yaptılar. Ama onların oluşturdukları görüntüleri, illüzyonu, sihirle oluşturdukları korkuyu Hz.
Musa’nın Asası yuttu. Çünkü o derin bir izdi, o
derin Hakk izin temsiliydi. Sihirbazların yaptıkları batıl fiillerin temsilidir, konumuz için böyledir. Bu olaylar olmamıştır demiyorum, o da
çok ayrı bir konudur. Ayette anlatılan olaylar
zahiren aynen olmuştur ve o çok incelememiz
gereken ve incelediğimiz zaman da hayretimizin artacağı ayrı bir konudur. Şimdi biz oradan
bize lazım olanı, konumuz için gereken kadarını
çekiyoruz. Küfür ehlinin oluşturdukları illüzyonu, Hz. Musa’nın Asası yuttu, Hakk iz daha derin bir iz olarak onları yuttu. Musa’nın Asası’na
Allah “Kün” dedi ve feyekün; Asa bir ejderhaya
dönüştü. Sihirbazların oluşturduğu yılancıklara
benzer şeylerin/görüntülerin hepsini o ejderha teker teker yuttu ve yok etti. Sihir ile temsil
edilen batıl bir idrak vardı. Yani, illüzyon olarak
198
YILMAZ DÜNDAR
batıl bir algı vardı, o algıdan kaynaklanan bir
yanılgı ve görüntüler vardı, ama Hakk iz geldi,
onları sildi, götürdü. Bu yüzden, bu ayetin sonunda diyor ki: İşte böylece, Hakk vaki oldu ve
onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa)
gitti. Hepsi boşa gitti... Ayetler Hakk ve Batıl’la
sonuçlanınca yaşanan olayın ve o görüntülerin
neyi temsil ettiğini de böylece anlıyoruz: Hz.
Musa’nın Asası Hakk, sihirbazların yaptıkları da
Batıl’ı temsil ediyor. Ancak dikkat edin: İllüzyonları sihirbazlar yapmıştı, ona dûniHİ algıdakiler
sebep olmuştu. Fakat Hakk’a Allah emir verdi.
Ayet Hz. Musa yaptı demiyor, Musa’ya “asanı at
dedik” diyor. “Hakk ortaya çıktı ve Batıl silindi”
prensibi bizim için çok önemlidir. Öyleyse onu
çok önemsemek lazım ve o prensibi kullanabilmek lazım. Bu prensip İsra Suresi’nde bizim için
vurgulanır:
“De ki: Hakk açığa çıktı, Batıl silindi. Muhakkak ki, batıl silinmeye çok mahkumdur.” (İsra81).
“De ki: Hakk ortaya çıktı! Batıl ne yeni bir şey
oluşturabilir, ne de eskiyi yeniden ileri sürebilir.”
(Sebe-49).
Hakk olan derin izin gücünü gördük, fark
ettiniz mi? Bu bölüme kadar dûniHİ algının ne
kadar güçlü olduğunu ve bizi nasıl yönettiğini
görmüştük, şimdi onu silecek olan Hakk izi tanıyoruz. Hakk iz öyle bir şey ki, ortaya çıkarsa Batıl
kaybolur. Beyinde bu derin (Hakk) izi oluştura-
199
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
bilmek için ne yapmamız lazım? Bu derin iz için
ne gerekiyor, basamaklarıyla görelim.
İşi yalnızca beyin zannedenler bunu çözemez.
“Her iş beyinde başlıyor ve bitiyor” zannedenler ancak insanca çözümler bulurlar. Esas olan
Kur’an’ın çözümüdür, ayetlerle olan o çözümü
birlikte inceleyeceğiz. Beyinde iz oluşturmanın
Kur’an’dan öğrendiğimiz yolunu da göreceğiz.
Beyinde yeni derin bir iz oluşturabilmek için
Fuad’ı yanlış zapturapttan kurtarıp yeni bir
zapturapta almak gerekiyor. Esfele Safiliyn hal,
dûniHİ algı ile Fuad’ı bağlamış, zapturapt altına almıştır. Bu işleyişi “Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb
Mekanizması” olarak İnşirah kitapçığında incelemiştik, “Fuad nedir, Kur’an onu bize nasıl
öğretiyor?” bakabilirsiniz. Yine de bir cümleyle
hatırlatalım: Fuad kalıbımızın, kalbimizin analizsentez merkezidir. Bu analiz-sentez merkezi işini
yaparken “doğru mu, eğri mi?” diye bakmadan
Sadr’da ne hakimse, o hakimiyet doğrultusunda
sonuçlar çıkarır. Esfele Safiliyn hal, dûniHİ algı
Sadr’ı kapladığı için Kalbi de, kalbin analiz-sentez işlevi olan Fuad’ı da esir etmiştir:
“Hayır (asla)! Bilakis, kazanmakta oldukları
(dûniHİ algı sonucu zann’larıyla oluşturdukları
kişilikleri), onların kalblerinin üzerini (bir kılıf
gibi) örtmüştür.” (Mutaffifîn-14).
Siz bir algıyla bir kişilik oluşturuyorsunuz, kazanmakta olduğunuz budur. Bu kişiliği dûniHİ
algıdan ulaştığınız zann’larla oluşturuyor, onlarla bir hayat, bir kimlik inşa ediyorsunuz; sonuçta
200
YILMAZ DÜNDAR
size ait bir kişilik çıkıyor. Oluşturduğunuz DûniHİ
bu hayat tarzına bir etiket yapıştırıyorsunuz; kişilik. İşte oluşturduğu kişilik, yani bu kazandığı,
kulun “kalb”ini bir kılıf gibi kaplamıştır. Bahsedilen bu KALB; insanın ahseni takviym yapısını
ortaya çıkaracak olan fıtratını taşıyan kalıbıdır.
Fuad bu kalbta çalışan bir sistemdir, oradaki
analiz-sentez sistemidir. Oluşturulan bu kişilik
o kalıbın, yani kalbinizin üstünü kapladığında
aynı zamanda Fuad’ı da kapladığı için, onu da
örttüğü için, artık Fuad’dan dışarı çıkacak olan
sonuçlar bu hakimiyete göre çıkar, onu örten bu
kılıfa göre çıkar. Çünkü: Fuad bu kılıfı doğru zanneder ve buna göre sonuçlara ulaşır, o sonuçları
da fiile dönüştürmesi için beyne gönderir. Sürekli böyle sonuç göndereceği için, Fuad’ın devamlı gönderdiği bu algı sonuçları beyinde bir iz
yapar. Nihayet beyin, otomatik olarak o ize göre
fiil üretir hale gelir. Öyleyse biz, önce Fuad’ı bu
esaretten kurtarmalıyız. Sonra da Fuad’a beyne
göndermesi için öyle analiz-sentez sonuçları çıkarttırmalıyız ve bu öyle sürekli olmalı ki, öncekinden daha derin iz oluştursun. Derin bir Hakk
iz oluşturuncaya kadar buna çalışılmalıdır ki,
kendimizi içinde bulduğumuz DûniHİ algıdan
sıyrılabilelim. Eğer biz Fuad’ı bu esaretten kurtarıp Hakk ile bağlamayı, Hakk ile zapturapta
almayı başarırsak kalb beyne Hakk emirler gönderecektir, kendiliğinden.
Şu çok önemlidir: Beyin ne yapacağını
Kalb’ten öğrenir, Kalb söylemeden beyin bir şey
yapamaz, ne yapacağını ona Kalb söyler. Günü201
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
müzde insanlar beynin nasıl çalıştığını inceliyorlar, yaptıkları doğrudur. Ama iki farklı konuyu
karıştırmayalım: “Beynin nasıl çalıştığı” ve “beyni
kimin çalıştırdığı” birbirinden çok farklı iki şeydir. Beynin nasıl çalıştığı tamam, ama onu kim
çalıştırıyor? Beyni sizin kalbiniz, sizin kalıbınız çalıştırır, ne yapacağını o kalıp bildirir. Ancak: Kalıbınızın üstünü dûniHİ algı kapladığı için, beyne
giden emirleri gönderen sanki kalbmiş gibi bir
durum olur, Sadrınız böyle davranır. Bu durumda beyniniz, kendisine emir Kalb’ten geliyormuş
zannederek, Kalbin üstünü kaplayan Esfele Safiliyn emirlerini alır ve yapar. Yani, bu durumda
beynin yerine getirdikleri aslında dûniHİ algının
emirleridir. Kalb’ı ve Fuad’ı esir etmiş olan bu kılıftan Kalb’ı kurtarmamız gerekiyor. Kurtarırsak,
yani Sadr’da Kalb hakim ve hükümdar olursa
beyin Kalb’ten Hakk emirler almaya başlar ve
bizden çıkan fiiller Hakk fiillere dönüşür. Bu demektir ki, o zaman Kalb, beden sistemini Bil-Kıst
yönetir. Bil-Kıst yönetimin sürekliliği ve sürdürülebilirliği sonucunda beyinde derin bir Hakk
iz oluşur, Batıl silinir. Yani: Bu Bil-Kıst yönetim,
Kalb’in beyni Bil-Kıst yönetişi sürekli ve sürdürülebilir olursa, Kalb’in sürekli gönderdiği bu
emirler yüzünden, bu sürekli baskı ile beyinde
yeni bir iz başlar. Böylece, beyinde Hakk bir iz
oluşmaya, “Billahi anlam” beyinde bir iz oluşturmaya başlar. “Hakk” beyinde iz oluşturunca “Batıl” silinir. Batıl silinirse, o insan için bir korku ve
mahzunluk kalmaz; bu insan, dünya hayatında
da, Diyn Günü’nde de mahzun olmaz inşaAllah.
202
YILMAZ DÜNDAR
Yöntemimiz gereği, basamak basamak yeni
sonuçlara ulaşmaya çalışıyoruz, “nasıl olacağını
gördük ama böyle davranabilmek için ne yapacağız?” diyerek başka bir sonuca ulaşıyoruz. Bu
sonucu da görelim ve ilerletelim.
Dünya hayatındaki insanın bir tek sermayesi,
bir tek malzemesi vardır: Zannetmek! Yalnızca
bu! Onun zannetmekten başka kullanabileceği
hiçbir şey yoktur. Dünyada biz sadece “zannetme” malzemesini kullanıyoruz. Onunla bir şeye
“var”, bir şeye “yok” diyoruz. Ne yapıyorsak bu
malzemeyle; zannetmekle, algıyla! Malzememiz
dünyada yalnızca algı. Biz kurtuluş için beyinde
derin bir Hakk iz, Billahi iz oluşturmak istiyoruz,
bunun için de kullanabileceğimiz tek malzeme
zannetmektir, algıdır.
ZANN bir mekanizmadır ve iki ana ürünü
vardır, Allah ve sistemi idrakıyla bakınca zann iki
ana gruba ayrılır: Batıl Zann ve Hakk Zann. “Yok”
olanı varmış zannı BATIL ZANN’dır. “Yok” olanı
çok kuvvetle gerçekten varmış zannı Batıl’dır,
bir ürün budur: Allah’a göre yok olanı, Allah’ın
“yok” dediği şeyi kuvvetle var zannetmek! Diğer
ürün ise Hakk Zann olup; “Asıl Var Olan”ın varlığının iman ve his ile zannıdır, algılanmasıdır.
Dünya sistemi gerçeği içerisinde Batıl Zann’ı
gözünüzle görebildiğiniz için onu tanımlarken
“iman ve his” ifadelerini kullanmıyoruz. Batıl
zann bu yüzden çok kuvvetlidir, sistem o zanndan yanadır ve aslında sistem o zannın somutudur. Bizim derin iz oluşturmak istediğimiz
203
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sistemin, o zannın somutu değildir bu dünya.
Yani; zanndan başka sermayemiz yok! Demek
ki, bu durumda biz Hakk Zannı somut kullanamayız, yaşadığımız şartlar öyle değil. Kişi “ikan”
boyutuna gelince öyle olabilir ama başlangıçta işimiz öyle somut değil. Bu yüzden biz önce
“Asıl Var Olan”ı, “Asıl Var Olan”ın varlığını iman
ve his ile zann edeceğiz. Çünkü başka malzememiz yok. Batıl Zann veya Hakk Zann’dan başka
malzeme yok. Bu yüzden, biz “Asıl Var Olan”ın
varlığını iman ve his ile zann edeceğiz ki, daha
derin Hakk bir algı izi oluşturalım. Çünkü: Hakk
gelecek batıl silinecek... Ama sistem gereği içinde bulunduğumuz hayatta Batıl kuvvetli! Onun
malzemeleri somut, o zanlar suretlenmiş, suret
bulmuş; o algının zannları suretlerde etiketlenmişler. Oysa Hakk için bizim öyle bir avantajımız
yok. O nedenle, “iman ve his” yöntemini çok
kuvvetle uygulayacağız, yaşarken Hakk zann
malzemesini kullanacağız.
İnsan hayata DûniHİ algı ile başlıyor. Bu yüzden, DûniHİ algı ile başlayan insanın, DûniHİ algının zann’ları için bir gayret göstermesi gerekmez;
DûniHİ algı üretmek için ve bunun zann’ları için
onun hiç bir gayret göstermesi gerekmez. Çünkü o kendiliğinden çalışır ve “gerçekten var”mış
gibi de algılanır, bu yüzden de somut zannedilir.
Yaratılanların “birbirlerine göre var” oluş özelliği
de DûniHİ algı ve zann’larını kuvvetlendiren bir
avantaj oluşturur. Dolayısıyla Fuad bu sistem ile
bağlanmış olur. Fuad’ı bu sistem bağlamıştır. Bu
durumda Kalb gibi davranan Sadr, Fuad’ın bu
204
YILMAZ DÜNDAR
bağlanmışlığının yanlış sonuçlarını uygulanmak
üzere beyne gönderir. Böylece beyin, kendiliğinden DûniHİ algının fiillerini yerine getirir.
Özetlememiz gerekirse: Anlamış olduk ki,
tek malzememiz algıdır. Böyle olduğu için biz
de mecburen beyinde daha derin bir algı izi
oluşturmalıyız. Bu yeni ve derin iz için, Fuad’ı
zapturapta almak zorundayız. Onu zapturapt
altına almak için de algı, zann malzemesinden
yararlanmalıyız. Fuad’a öyle bir algı pompalamalıyız ki, nihayet Fuad pes etsin. Yine öyle bir
algı pompalamalıyız ki, Kalb’teki Lüb faaliyete
geçsin. Ve öyle bir algı pompalamalıyız ki, bu faaliyetten Allah razı olmalı ve yardım eylemelidir.
Geldiğimiz noktada soru şudur: Bunun için
nasıl bir yol izlemeliyiz? Yöntemlerini on madde
halinde görmeye çalışacağız:
1. Malzememiz “algı” olduğu için, ilkin bize
“yeni bir algı” gerekiyor, çaremiz yeni bir algıdır. Bu nasıl bir algı olmalıdır? Bu Billahi algısıdır. Çare; kendimizi içinde bulduğumuz DûniHİ
algıya karşı Billahi algı ile mücadele etmektir.
Bunun için de bize “Billahi algı ile mücadele”yi
anlatan, öğreten ayetlere bakalım:
“Âminû Billahi ve RasûliHİ (Billahi anlamında
Allah ve O’nun Rasulü’ne iman edin) ve sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı şeylerden infak edin.
Sizden iman eden ve infak eden kimseler var ya,
onlar için ecr-u kebiyr vardır.” (Hadîd-7).
205
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Âminû Billahi ve RasûliHİ” özellikle bizim
için çok önemlidir. İdrakımız için bir onarım olsun diye ona yüklediğimiz manayı mealde parantez içinde verdik. Bu ayet genellikle “Allah’a
ve Rasulü’ne iman edin” şeklinde meallendiriliyor, halbuki öyle değildir. “Âminû Billahi ve
RasûliHİ” daveti “Allah’a ve Rasulü’ne iman edin”
diye anlaşılırsa olmaz, “yanlış” olmasa da “noksan” olur. Böyle çevirirseniz yanlış iman eden
birisi de “ben Allah’a ve Rasulü’ne iman ediyorum” der. Oysa ayet diyor ki: “Allah’a Billahi anlamında iman edin, Billahi anlamında algıyla iman
edin.” Meal yapılırken bu vurgulanırsa, o zaman
“iman ettim” diyen veya iman etmek isteyen
düşünecektir: Billahi anlamında iman nedir ve
acaba benim imanım Billahi midir? Ama genellikle “Allah’a iman edin” yazıldığı için “okuyan
“tamam, ben zaten o sınıftayım” deyip geçiyor,
ayette verilen öğüdü alamıyor.
Bu ayete konumuz kapsamındaki vurgu ile
bakınca “Âminû Billahi ve RasûliHİ” ile bize öğretilen şudur: Allah’a dışı varmış gibi düşünmeden iman edin. Rasul’ü de O’nun dışında biri
gibi algılamadan, ona da Billahi anlamında iman
edin.
Kurtuluş için izleyeceğimiz yolu öğrenmeye
çalıştığımıza göre, bu ayette bize önerilen kurtuluş yolu nedir? Ayetten anlıyoruz ki, kurtuluş
yolu “Billahi algı”dır, öğrendiğimiz bir kere budur, Kur’an’ın bize fark ettirdiği gerçek, gösterdiği yol budur: Siz DûniHİ algıdasınız, Billahi algıya
206
YILMAZ DÜNDAR
geçin, yolunuz budur. Demek ki, yolumuz Billahi
algı ile ilerliyor.
Öğrendiğimiz diğer bir öğüt var ki; zannediyorum o öğüt Kur’an’da yalnızca bu ayette geçiyor: “Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin.” Bunun nasıl göz ardı edilen bir mana
olduğunu Fatiha kitapçığında “İyyaKE na’budu
VE iyyaKE nestaiyn” ayeti içinde geniş gördük.
“Tasarruf sahibi kılındığınız” demek; “tercihini
size bırakarak yetkili kıldığımız” demektir ki, bu
bizim Muhtariyeti Tercih Gücü dediğimizdir.
Ayette kurtuluş için önerilen budur: Billahi algıya girin ve tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden
infak edin.
Hadîd-7 bize sonucu da bildiriyor: Billahi algıya girersen ve tasarruf sahibi kılındığın şeyden
de infak edersen senin için ecr-u kebiyr vardır...
ECR-U KEBİYR; çok büyük, anlayamayacağın,
kavrayamayacağın bir sonuçtur. Demek ki, bu
yolda böyle bir mükafat var.
“Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak
edin” denildiğinde kişi eğer yaptığı başka hayrları düşünürse noksan düşünmüş olur ve sonuca varamaz. Bir kişi düşünün, bu ayet gereği, bu
ayete uymak için bir malından hayır yapacak.
Bu hayrı yaparken: “Bu maldan hayır yapıp yapmamak benim elimde. Dolayısıyla ben ayete uydum, işte tasarruf sahibi kılındığım şeyden hayır
yaptım.” Be adam! Diyorsun ki; bu mal hakkında
ben tasarruf sahibi kılındım, hayr yapıp yapmamak elimde. İşte vermen gereken önce o! “Şu
207
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
maldan hayr yapabilirim” derken bunu sana dedirten bir yetki var, işte esas infak etmen gereken
odur! Diğer infak ettiklerin zaten hep bu yetki
kapsamındadır, buna bağlıdır. Ne tür infak yapıyorsan hepsi bunun altındadır; onları hep Muhtariyeti Tercih Gücü’nle yapıyorsun.
Yaptığın bütün infaklar için “isteyerek mi
yaptın?” diye sorulsa “evet” dersin. “Kimin için
yaptın?” dense “elbette Allah için” dersin. Peki:
Senin “isteyerek yaptım veya Allah için yaptım”
demeni sağlayan mekanizma nedir hiç düşündün mü, fark ettin mi? İşte sen onu infak edeceksin, onu infak etmen isteniyor... Ama kişi ona
öyle sahip çıkmış ki! Dikkat et, sen oraya “BEN”
diyorsun, “O güç, o yetki benim” diyorsun, bu
yüzden de orayı vermiyorsun. Ve Kur’an onu
vermeyene CİMRİ diyor. Demek ki, “cimrilik”
denince akla önce gelecek olan budur.
Öneriliyor ki: Önce Billahi algıya gireceksin ve
seni ne için tasarruf sahibi yapmış, yetkili kılmışsa onu Allah için infak edeceksin. Bunu duyan
insan, eğer kendisini iyi analiz ederse, aslında
bütün verdiklerinden daha fazla o yetkiyi sevdiğini görür. Esas sevdiği şeyin kendisindeki MTG
yetkisi ve gücü olduğunu görür. İNFAK; Allah’ın
verdiklerini Allah için kullanmaktır ve siz sevdiklerinizden infak etmedikçe olmaz...
Yanlış bir anlaşılma oluşmasın: O güç Allah’ın
insana verdiği yetkidir; Muhtariyeti Tercih Gücü
yetkisidir.
208
YILMAZ DÜNDAR
Peki, tasarruf sahibi kılındığımız o yetkinin
infakı nasıl olur? “İşittik ve itaat ettik” diyerek!
Zihninizi konumuzun ilk kısmına taşırsanız
“semi’na ve eta’na; işittik itaat ettik”i hatırlarsınız. Allah’ın buyruklarını duyuncaya kadar bu
yetki sana aittir, duyar duymaz “işittik ve itaat
ettik” diyerek onu infak edersin. O yetkinin infakı için gerekenin ilki budur: İşittik ve itaat ettik...
Bir diğeri bu yetkinin haddi aşan kısımlarından vazgeçmektir. Vazgeçeceksin! Sileceksin! Haddi aşan kısmı Allah için silmek de bir
infaktır, çok önemli bir infaktır. Sende bir Tercih Gücü var, o gücün yetkisi var. Ve sen dünyada bir “mühlet sistemi” içerisinde olduğun
için onu haddi aşan biçimde kullanabiliyorsun.
Onun haddi aşan kısmından vazgeçmek, orayı
silmek önemli bir infaktır, hatta “işittik ve itaat
ettik”ten ileri bir infaktır, kanaatimce. Çünkü
orayı silmekle çok önemli bir ayetin kapsamına
girersin. Öyleyse orayı sileceksin! Yapamıyorsan
bile “Allahım, sildim” demelisin. Sonra da: “Allahım, ‘sildim’ dedim ama silmemde bana yardım
et, sildirtiver” diye dua edeceksin: “Onu sildim,
bana onu sildirt Allahım” dediğinde hiç değilse
“Sildim” diyenler sınıfına girmiş olursun. Çünkü
“Sildim” diyenler sınıfı doğru caddededir, önce o
caddede olmak önemlidir. O caddedekiler “yapan” ve “yapamayan” olarak ayrı sandalyelerde
oturuyor olabilir, ama önce doğru caddeye bir
düşmek lazım. Bu yüzden “Sildim” de, “Sildim”
dersen seni bekleyen bir ayet vardır:
209
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Sevdiklerinizden infak etmedikçe asla BİRR’e
(hayra) eremezsiniz.” (Al-u İmran; 92).
Ayeti okuyunca; “ben neyi seviyorum acaba?” diye arayıp, bulup vereceğin şey bir mal değildir, istenen bu değil. Önce en sevdiğiniz şeyi
fark edin ve infak edin. Ki; insanın en sevdiği
“özgürlük” ve “muhtariyet” zannıdır. Dolayısıyla
en sevdiğin, sevdiğini zannettiğin, diğer şeylere
hükmeden sendeki bu yetkidir, “Sizi hakkında
tasarruf sahibi kıldığı” yetkidir! İşte sen en sevdiğin o şeyden, o yetkinden infak etmedikçe “asla”
diyor! Sana verilen bu yetkinin dünyadaki mühlet yüzünden “kullanıyorum” zannettiğin fazlasını, haddi aşan kısmını seviyorsun ya, işte o sevdiğinden infak etmedikçe, yani orayı silmedikçe
asla! Ondan vazgeçmedikçe asla Birr’e (Hayr’a,
Doğru’ya, Hakk’a) eremezsin. Çünkü oranın fazlası küfürdür.
Bize bu yolda gereken ilk şey bir algı değişikliği idi. Hadîd-7’den, Billahi algı ve İnfak’ı kurtuluş
yolunun şartı olarak gördük. Ra’d Suresi de hem
soruyor, hem bize öğretiyor:
“Ancak, Rabbinden sana inzal olunanın Hakk
olduğunu bilen kimse, (senin tebliğine) âmâ
(bakan) kimse gibi midir? (Bu farkı) yalnızca Lüb
sahipleri tezekkür eder. Onlar (Lüb sahipleri)
Allah ahdi’ni (ezeli hükmü) ifâ ederler, miysak’ı
(söz verdikleri fıtratı) bozmazlar.” (Ra’d; 19-20).
“Amentü Billahi” diyerek iman etmiş bir kişinin hayat tarzı, ölümü, dirilişi, hesabı ve ahiret
hayatı ile dûniHİ algı ve zann’larını benimsemiş
olanınki bir olmaz. Eğer bir kul Billahi algıya gir210
YILMAZ DÜNDAR
mişse, diğeri de dûniHİ algıda ısrarlıysa; bunların
hayat tarzları, sonra ölümleri, sonra dirilişleri,
sonra hesap ve ahiret hayatları bir ve aynı olmaz.
Ayet bu öğüdüyle bize yararlanabileceğimiz bir
ipucu gösteriyor. Ama yararlanan var mıdır? Billahi ve dûniHİ algılar arasındaki bu farkı daha
dünyada yaşarken fark eden olur mu? Ayet bize
“evet, var ve olur” diyerek Lüb Sahipleri’ni tanıtıyor. Bu hayatların farkını Lüb sahipleri “gözleriyle görür gibi” görürler ve onu size “gözünüzle görüyor gibi” anlatırlar, Lüb sahipleri bunu yapabilir. “Öyleyse, onların özelliklerini öğrenin, örnek
alın” diye bize bir yol gösteriliyor. Ayet öğretiyor:
Onlar Allah ahdi’ni yerine getirirler; yani onlar iyi
bir “işittik, itaat ettik” grubudurlar. Allah Ahdi’ni
yerine getirmek zaten böyle olur. Onlara hiçbir
şey söylemezsiniz, yine de durmadan “işittik,
itaat ettik” derler... “İşittik, itaat ettik” zikri ve
yaşantısındadırlar, daima. Bu, en zâhirî hayat
tarzı için de böyledir, daha bâtınî manalardaki
ileri hayat tarzlarında da böyledir. Dolayısıyla
İŞİTTİK ve İTAAT ETTİK demek; “zâhirî olandan
bâtınî olana kadar bütün manalar, ancak daima
Billahi kapsamındadır” demektir.
“Onlar Miysak’ı (fıtratı) bozmazlar.” MİYSAK;
Allah fıtratı üzere, söz verdiği halidir. Ahseni
Takviym ile ona verilmiş olan Allah’ı hakkıyla
bilebilme özelliğini taşıyan fıtratı, dûniHİ algı
yüzünden örtülmüştü. Lüb sahipleri bunu fark
eder ve o fıtratın dûniHİ algı yüzünden bozulmasına izin vermez; onu saf tutar. Kur’an talibe
bu özellikleri anlatıp “sen de böyle yap” diyor.
211
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Onlar “Kâlû belâ, şehidnâ: Evet, Rabbimizsin
ve buna şahit olduk” demişlerdi Verdikleri bu
sözü daima takip ederek fıtratlarını devam ettirirler. Bu amaçla ne yaptıklarını Ra’d Suresinin şu
ayetinden öğreniyoruz ki; bu, bizim için önemli
ve dikkat edilmesi gereken bir noktadır:
“... Seyyie’yi Hasene ile yok ederler.” (Ra’d-22).
Meal ve tefsirlerde en zahiri manadan başlayarak bu ayetin meallerini ve açılımlarını görürsünüz. Hepsi doğrudur, ama idrakımız için
bazen yeterli olmayabiliyor. Günümüzün çok
önemli sözü var; evet ama yetmez, doğru ama
yetmez. “Nasıl yetmez, neden yetmez” şimdi
onu bu ayetteki tanımlarla görelim. Seyyie ve
Hasene! Siz, Seyyie’ye kötü/çirkin, Hasene’ye
güzel/iyi diye meal verirseniz ayetten alınması
gereken sonuç çıkarılamaz. Ki genellikle böyle
meallendiriliyor: Onlar kötülükleri iyilikle yok
ederler. Bu mealler karşısında “çok önemli olan
test”imizi yapmalıyız: Muhammedî olmayan birisi bunu yapabilir mi? Meal böyle olursa yapar!
Çok dikkat ediniz: Bir Muhammedî olmayan da
yapabiliyorsa o Kur’an’ın öğüdü değildir, Efendimiz (SAV)’in öğüdü değildir! Bu size çok önemli
bir ipucudur, önemseyin: Kur’an’ın ve Efendimiz
(SAV)in öğüdünü yalnızca Muhammedî’ler yapabilir. Çünkü, onu yaparsa kişi Muhammedî
olur, o zaman Muhammedî olacaktır. “Hem
Muhammedî değil hem Kur’an’ın dediğini yapıyor” gibi bir durum mümkün değil, olmaz! Öyle
bir şey yoktur! Ama öyle bir meal yazılmış ki,
o orada yazılanı yaşıyor, yapıyor. Olmaz, böyle
meal yeterince doğru olmaz. “Onlar kötülükleri
212
YILMAZ DÜNDAR
iyilikle yok ederler”, demek ki onlar Polyanna gibiler. Öyle değil bu yol, bu iş öyle değil. Bir imanlı
için o cümle de doğrudur, ama başlangıç o değildir. Şimdi paylaşmaya çalıştığımız “algı” değişikliğinden sonra o meal de doğrudur.
“Onlar Seyyie’yi Hasene ile yok eder” ifadesini
Muhammedî mana ile şöyle anlamaya çalışalım:
SEYYİE, özellikle dûniHİ algı ile yapılmış olan şeylerin hepsidir. HASENE ise, Billahi algı ile yapılmış olanlardır. Çünkü tek sermayemiz “algı”dır.
Böyle yaklaşınca ayet diyor ki: Onlar Seyyie’yi,
yani dûniHİ algının ürettiklerini Hasene ile, Billahi algı ile yok ederler. Bunu öğrenen sen, hayatında “seyyie” olan dûniHİ algı ve zann’larından
çıkan fikir, düşünce, arzu, istek, heva, heves, fiil
ne varsa onları Billahi algı ile silmeye başladıktan
sonra, ayrıca normal hayatta insanlarla olan ilişkinde de bunu prensip edinirsen yine “güzel” bir
şey yapmış olursun. Ama bu algı değişikliğinden
sonra! Sen, bu dûniHİ algıyı silmeye gayret etmiyorsun, ama “ben kötülükleri iyilikle siliyorum”
diyorsun. Eğer böyle yaparsan sana o zaman, yaşadığın dûniHİ algının dünyasında “salak” derler.
Onun için, o dünyada oluşmuş bir söz, bir kural
vardır: Kazık yemek istiyorsan merhamet et! Bu
onların dûniHİ dünyasının sözüdür. O yaşantıda insanlar bu yüzden birilerine iyilik yapmazlar,
yapmaya korkarlar. Sen öyle bir ortamda “kötülükleri iyilikle yok etme”ye çalışırsan gününü
görürsün... Oranın kuralı “ben varım demektir,
ben en üstünüm” demektir ve bunun gereğini
yapmaktır. Allah muhafaza etsin, orada küfür
yarışı vardır. Eğer o dûniHİ algı dünyasında ya213
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
şayacaksan oyunu oradaki küfür yarışına göre
oynayacaksın. Ama sen futbol oynamaya girmişsin, topa elinle değiyorsun, olmaz. Orada kural neyse oyunu kurallarına göre oynayacaksın.
DûniHİ algı ve zann’larının “Varım ve Muhtarım” yarışı yapılan dünyasında sen “kötülükleri
iyilikle yok” edemezsin. Böyle bir gayrete girersen seni; “Ferrari’sini satmış adam” diyerek yalnızca anarlar, işte o kadar. Bir salak olursun. Bu
anıştaki nüansa da dikkat edin: Bağışlayamamış
da satmış! Vazgeçip gidememiş yani! Kitabın ismini bile doğru koyamıyor, çünkü dûniHİ algıda!
Dolayısıyla: “Seyyie’yi Hasene ile yok ederler”
kuralı DûniHİ algıyı Billahi algıyla silmek, yok etmektir. Ayetten bu kuralı fark edip yaşayanların
Lüb sahipleri olduğunu görüyoruz.
2. “DûniHİ algı”yı tanıyarak başladık.
DûniHi algı, insanın kendisini, Allah’ın dışarısında “müstakilen var ve muhtar” zannederek
böyle bilmesidir ki: İnsan bu algısı için bir gayret
göstermez, olay kendiliğinden yürür.
Kurtuluş için tespit ettiğimiz yöntemin ilk
maddesinde dûniHİ algıyı Billahi algı ile silmemiz gerektiğini gördük. Silmemiz, kurtulmamız
gereken algının kendiliğinden su gibi aktığını bilmek ve takip etmek, o algıyla mücadele etmede
ve o mücadeleyi sürekli kılmada önemlidir; yani
tanımak ve önemsemek şarttır.
3. “Billahi algı” için ise özel bir gayret göstermek gerekir. Ayrıca, “Billahi algı” kesintisiz
yürütülebilmelidir. Ancak; bu durumda Fuad,
Billahi algının tesiri altında kalabilir ve sonuçta
214
YILMAZ DÜNDAR
Fuad Billahi algıyla bağlanabilir. Kulun “Billahi
anlamda gayreti” demek; o kula Rabbi destek
verecek demektir. Buyuruyor:
“Kulum bana yürürse, Ben ona koşarım.”
(Hadis-i Kudsi).
“O halde zikredin BEN’İ (ki), zikredeyim sizi.
Şükredin bana. Ve (sakın) küfretmeyin.” (Bakara-152).
Bize bu kapsamda bir yöntem öğretiliyor:
Zikredin Ben’i ki, sizi zikredeyim. Eğer Ben’i hatırlarsanız sizi hatırlarım, Ben’i anarsanız sizi
anarım. Ben’i unutmazsanız sizi unutmam.
“Kulun Allah’ı zikretmesi” ne demek ki? Ve
“Allah’ın kulunu zikretmesi” nedir, nasıl bir şeydir acaba? Ve bu ikisi kıyaslanabilir mi? Bu öyle
bir şeyi bize müjdeliyor ki: Eğer siz Billahi algıya
girerseniz, Ben de sizi zikrederim...
ALLAH’I ZİKRETMEK kesinlikle Billahi algı
demektir; bunun başka bir yolu, başka bir yeri,
başka bir kelime ile tanımlaması yoktur. Bizim
kul olarak dünyada “Billahi algı”dan başka zikrimiz olmaz. “Billahi algı” ile gelen ikramı fark
edin: Eğer siz DûniHİ algıdan kurtulur da Billahi
algıya girerseniz Ben de sizi zikrederim, Ben de
sizi anarım, Ben de sizi umursarım.
“Şükredin bana. Ve sakın küfretmeyin.” Şükretmek; her şeyi Allah’tan bilmek olduğuna göre
“ŞÜKREDİN” uyarısı “her şeyi Ben’den bilin” demektir: Ben’den bilin! Ben’i anmaya başladınız ve
Billahi algıyla meşgulsünüz. Bu algıyla beraber
size ulaşanları DûniHİ güçlere bağlamayın; size
215
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
ulaşanı, verileni, geleni DûniHİ algı sonucu başka güçlere, başka sebeplere bağlamayın.
Ve sakın KÜFRETMEYİN! Sakın DûniHİ algıya
yaklaşmayın!
Bakara-152 bize, gayret ettiğimiz zaman yardımın açılacağını, böyle bir müjdeyi hissettirir.
Enfal Suresi ise bize bu müjdeyi açıklar:
“Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz (fıtrî ahdinize ve Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, hıyanet etmezseniz)
(Allah) sizin için FURKAN (Hakk ile Batıl’ı hızla
ayırt eden ve Hakk’tan yana davranan akıl) oluşturur, Seyyie’lerinizi siler ve sizi mağfiret eder.
Allah, Zül fadlil Aziym’dir.” (Enfal-29).
Billahi algı için özel gayret göstermek gerektiğini ayetlerden görüyoruz: “Ey, iman edenler!
Siz Allah’tan ittika ederseniz..” buyruğu bu gayretin ne olduğunu somutlaştırıyor: İttika etmek!
Bu çağrı Kur’an-ı Kerim’de o kadar çok geçer ki...
Önemi yüzünden onu anlamamız, fark etmemiz
gerekiyor. Şimdi onu içinde yaşadığımız hayattan bir örnekle anlamaya çalışalım: Birisine bir
konuda söz verdiniz. Söz verdiniz ama bir türlü
de yerine getiremiyorsunuz. Oysa vaadiniz var,
vaadinizle ilgili bir zaman var ve verdiğiniz söz
de önemli. Yerine getiremediğiniz bu söz yüzünden onunla karşılaşmamaya çalışıyorsunuz,
ama karşılaştınız. Ne yaparsınız? Sözü yerine getirememişseniz sakınırsınız, ondan çekinir, utanırsınız, bir an önce de o sözü yerine getirmeye
çalışırsınız. Bu halinizle siz ondan ittika ediyorsunuz demektir. Kur’an’ın “İttika edin” dediği de
216
YILMAZ DÜNDAR
bu duruma benzer gibidir: “Söz verdiniz, sakının. Bana söz verdiniz, ona göre edepli durun”
manasını taşır, en fazla bu manadadır. İttika
etmek, o verdiğimiz sözle ilgili olarak Allah’tan
öyle bir sakınmaktır ki.. Kul böyle bir ittika ile
yaşama gayretine girmişse o zaman müjde verir: Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz; yani fıtratınızda işlenmiş olan o sözünüze,
ahdinize sadık davranırsanız, o sözle ilgili olarak
Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız,
desteklerseniz, o gelenlere hıyanet etmezseniz
Allah sizin için FURKAN oluşturur. “Furkan”
Allah’ın çok önemli, çok güzel bir hediyesidir.
Bu öyle bir şeydir ki: Eğer size Furkan lutfedilmişse, ne duyarsanız duyun, ne ile karşılaşırsanız karşılaşın o Hakk mıdır, Batıl mıdır hemen
anlarsınız. Bu ilk kez duyduğunuz, gördüğünüz
yeni bir bilgi, bir fikir, bir arzu, bir iş olabilir ve o
bir yerlerde yazılı da değildir; ama sizde Furkan
oluşmuşsa o Hakk mı, Batıl mı hemen anlarsınız ve davranışınız kendiliğinden Hakk’tan yana
olur, Hakk tarafa uygun fiil ortaya koyarsınız.
Ayetin müjdelediği budur: Eğer ittika ederseniz
böyle bir akıl size verilir! Allah size öyle bir akıl
verir ki; onunla hayatınızdaki dûniHi ve Billahi
olanları anlarsınız ve vücudunuz otomatik bir
şekilde Billahi fiile kayar, kendiliğinden. Bunu yapan “Furkan Sistemi”dir. Siz o gayrette olursanız
Allah size bu Furkan’ı ikram eder, verir. Gayret
edersen, kıpırdar,san kalkar davranırsan yardım
edecektir, ikram edecektir.
Müjde henüz bitmedi: Furkan’ı verir, ayrıca
dûniHi oluşturduklarını da senin için siler; onları
217
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
da bağışlar, mağfiret eder. Ve sonuçta Zül Fadlil
Aziym olan Allah senin dûniHi algını da siler...
4. Bir gayretle oluşturulan Billahi algısının
beyindeki izi dûniHi algıdan daha derinde olmazsa, fiiller dûniHi algıya göre şekillenir, Billahi
algı beyinde bilgi olarak kalır. “Biliyorum ama
uygulayamıyorum” sonuçlarıyla karşılaşırsınız.
Bu madde işi çok önemsememiz için bize
onun mekanizmasını anlatıyor: Gayret et, sabırlı
ol, işi önemse ve üstüne git, mutlaka daha derin
bir iz yap! Eğer derin iz yapmazsan, konuyu iyi
bildiğin halde, sorulduğu zaman da bir bilgi yarışmasına katılmışsın gibi cevabı söylediğin halde senden öyle fiiller çıkmaz. O zaman senin için
“söylediğiyle yaptığı uymuyor” derler. Aslında,
en başta bunu kendine kendin söylersin. Çünkü
oluşturduğun dûniHi iz, yeni oluşturmaya çalıştığın Hakk izden daha derinde.
5. Billahi algıda insan eğer gerçekten o algıyla meşgulse o algı içerisinde bilir ki; Allah’ın
dışı, dışarısı diye bir şey söz konusu değildir.
“Allah’ın dışarısı” konusu zihinden çıkarılınca,
“müstakilen var ve muhtar” olabilecek varlık iddiaları kendiliğinden düşer.
Eğer zihninizden “Allah’ın dışı”nı silebilirseniz,
ki, sileceğiz inşaAllah, onu görüyoruz, o zaman
“dışı” zannettiğiniz yerde oluşturup rol verdiğiniz herşey kendiliğinden düşer, sizin onları artık
tek tek silmeniz gerekmez; kendiliğinden silinir.
218
YILMAZ DÜNDAR
Yine insan bilir ki; kendisi de, bütün yaratılmış kullarda İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretidirler ve İlmullah’ta “var gibi” görünenlerdir.
Ve yine insan bilir ki; var görünen bu haline
“BEN” demesi, Allah’ın BEN demesinden insana verdiği “Sen de Ben diyebilirsin” yetkisidir.
“İzzet’in Allah’a ait” olduğunu paylaşırken gördüğümüz bir ayeti şimdi yeniden hatırlayalım:
“Kibriya (Benlik) Semavat’ta ve Arz’da O’na
aittir. O Aziyzül Hakiym’dir.” (Casiye-37).
Dolayısıyla: İnsanın “BEN” demesi bu çerçevededir. Billahi algısında “BEN” böyle söylenir.
Billahi algıda olan da düşüncesinde, hayalinde,
zannı ve yaşantısında “BEN” der, dûniHi algıda
olan da! Billahi algıdaki kul bilir ki; bu “BEN” demesi, Allah’ın kendi “BEN” deyişinden ona verdiği bir izindir, “Sen de bu haline ‘Ben’ diyebilirsin”
yetkisidir.
Dolayısıyla: Önemli olan mesele “BEN” kelimesini telaffuz edip etmemek değildir, bununla
uğraşmak boş iştir. Önemli olan; “BEN” diyebilmek için neye sahip olman gerekiyor, onu bilmendir. Bir kişinin “BEN” diyebilmesi bir sonuçtur. Sende ne var ki senden bu sonuç çıkıyor ve
“BEN” diyebiliyorsun? Bu sonucu çıkarabilmen
için sende ne var acaba? Bir bak bakalım ona...
Bu konuda bütün bulunması gerekenleri içeren
en önemli mesele budur. Sende ne var ki, Allah
sana “BEN” dedirtiyor. Kul, kendisindeki ne ile
“BEN” diyor? İncele, bak; nasıl “BEN” diyorsun?
Şu cümle başlangıç için çok yumuşak bir alt sı-
219
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
nırdır: Sana “sen de BEN diyebilirsin yetkisi verilmiştir, bu yüzden BEN de!
6. Beşinci maddede “İnsan bilir ki” diyerek
bir yöntem olarak sıraladıklarımız için şöyle devam edelim: O işin önemli noktası şu açıklıyor
olduğumuzdur: “İnsan bilir ki” dediğimiz bilgiler,
Billahi algıda aynı zamanda mutlaka bir hayale
dönüştürülerek zihinde devamlı tutulmalıdır.
Mutlaka bir Billahi hayal! Talibin başka bir hayali olmayacak, o bütün bu anlatılanları hayale
dönüştürecek ve sürekli o hayal zihninde olarak
yaşayacak! Çünkü bu iş algı işidir, malzememiz
yalnızca algıdır ve hayal bunun önemli bir yanıdır. O mutlaka bir Billahi hayalle yaşayacak:
“Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin sureti olarak
var görünenim. ‘Ben’ deyişim, O’nun “BEN” deyişinden bana verdiği bir yetkidir. Allah’ın dışarısında, dışında, “müstakil var ve muhtar” bir
varlık değilim”i bir hayale, kendince bir hayale
dönüştüreceksin ve sürekli zihninde bu hayali
devamlı tutacaksın. Öyle tutacaksın ki bu hayali
ve öyle kuvvetlendireceksin ki; bu hayale göre
davranmaya başlayacaksın. Bu hayal çok önemli bir ZİKRULLAH’tır. Zihninde başka bir şey ve
elinde tesbih, olmaz! Yalnızca tesbih tutma sevabı alırsın. O tesbihte söylediklerin neyse, hayalinde onu mutlaka yapabilmelisin ki o da bu
söylediğimizdir. Bunun dışındaki bir şey dûniHİ
algı kapsamında olur.
“Billahi hayal” şarttır. BİLLAHİ ANLAMINDA
HAYAL KURMAK; Allah’ta, Allah’la, Allah’tan
olan bir yaşantının, bir kul olmanın hayalini kur220
YILMAZ DÜNDAR
maktır. Özellikle salatta mutlaka böyle durabilmek gerekiyor, mutlaka. Bunun için de Biiznillah
gayret, gayret, gayret...
7. Ayrıca talib; “Billahi algıda mıyım, yoksa
dûniHİ algıya mı düştüm?” diye devamlı bir test
uygulamalıdır. Ve DûniHİ algıya düşerse, o düşüşüne ve düşüşlerine kuvvetle buğz etmelidir. Ve
derhal Billahi algıya, hayaline dönmelidir. Billahi
algı hayaline bürünüp düştüğü dûniHİ haline
levm etmelidir, tövbe etmelidir ve dua etmelidir. Yani: “Levm, Tövbe, Dua” üçlü mekanizmasını çalıştırmalıdır.
Bir yöntem olarak bu anlattığımız, normal
yaşadığımız hayatta başka kelimelerle ifade ettiğimiz ve günlük normal yaşantımız içerisinde yaptığımız şeylerdir. Yaşadığın hayatta bir
konuda başarılı olmak istiyorsan bunları zaten
uyguluyorsun, o yaşantıda bunları fark etmeden
kendiliğinden yapıyorsun. Basit bir örnek verelim, bir öğrenci sınıfın birincisi olmak istiyor.
Yolu nedir? Bir: Önce sınıfın birincisi olamadığı
için çok ciddi rahatsız olacak. “Birinciyim veya
değilim” rehavetiyle bu olmaz. Rahatsızlık en
önemli ilk şarttır. Bu örneği verince yanlış da
anlaşılmasın; “mutlaka her çocuk birinci olsun”
demiyorum, bir örnek vermek için söylüyoruz.
Önce çok rahatsız olacak: “Neden birinci olamıyorum, birinci olmalıyım...” Elbette ki konumuz
içerisinde bu rahatsızlığı dûniHİ algıyla değil
Billahi algı içerisinde duyacak ve yaşayacaksınız, dûniHİ yaşarsanız çok yanlış bir iştir, tümü
boşa gider... Billahi kapsamında rahatsız oldu,
ama LEVM ETMEK hedefe ulaşmak için yetmez,
221
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sonra bir şey daha yapmalıdır; karar almalıdır.
Bu yolda karar TÖVBE’dir. Kararlı olmaya karar
veriyorsun, tövbe ediyorsun. Sonra da kendine
bir hedef koyacaksın; hedef de DUA’dır. Mesela, birinci olmalıyım. Böyle deyip o hedefe giden yolların gayretine girecektir. Fark ettik ki bu
yöntem, normal hayatta zaten kullandığımız bir
teknikmiş; bir işi başarmak için önce rahatsız
olmak, sonra karar vermek ve bir hedef sahibi
olmak. Şimdi soruyoruz: Bunu normal hayatta
yapıyoruz da isimleri değişince niye korkuyoruz,
yapamayız zannediyoruz. Rahatsız olmak levm
etmektir, karar vermek tövbe etmektir, hedef
koymak dua etmektir, öyleyse niye korkuyoruz?
Eğer; rahatsızlık, karar ve hedef işini Allah’la ilişkilendirirsen anlarsın ki: Levm etmek, “Allah’a
karşı yanlışım” rahatsızlığıdır. Tövbe etmek, kendine “bir daha yapmamalıyım” deyip karar vermektir. Sonra da dua ederek Allah’tan Billahi algı
hayalinle, hedeflerinle ilgili nusret, ikram ve lütuf talep edersin: “Allah’ım şöyle yapayım, böyle
yapayım, bana yardım ediver” demekle hedefini
oluşturdun ve istiyorsun. Bu bir mekanizmadır;
Allah ve sistemi hakkındaki yanlışına, dûniHİ
algı haline hemen levm etmek, tövbe etmek ve
dua etmek. Bunu çalıştırmalıyız... Bunu kişi alışkanlık edinirse, bir ileri hali fark eder:
8. “Billahi algı”nın bilgisi, hayali ve uygulanan test, insanı “Daima Allah Huzuru’nda” tutar. Elbette bu da hayaldir, bir zann’dır, ama bu
Hakk zann’dır. Siz bu anlatılanların gereğini yaşayınca artık daima Allah huzurunda olursunuz.
Aslında onu zannedersiniz. Siz o zannla yaşama222
YILMAZ DÜNDAR
ya başlayınca Allah’ın Huzuru’na yeni geldiniz
zannedersiniz. Oysa bütün kulları zaten daima
Allah huzurundadır. Öyledir ama, bu gerçeği
başlangıçta insan hayalen, zannla gerçekleştirir
ve çok önemli bir makam başlar.
Bu zann, bu hayal önemlidir. Eğer siz bu hayalle Allah’ın huzurunda olmaya başlarsanız,
daima ve Billahi algıdaysanız, önemli bir olayın,
önemli bir mertebenin başlangıcına gelmişsiniz
demektir: İHSAN MAKAMI. Siz o zaman İhsan
makamını yakalıyorsunuz demektir. Ve İhsan
Makamı, İhsan Hali ancak böyle başlar.
Ayetlerle yaptığımız bir laboratuar çalışması
vardı, Hz. Musa aleyhisselam’dan bir kesit görmüştük, bir de Yusuf Suresi’nden göreceğiz. Yusuf Suresi de farklı bir özellik taşır. O özelliği sure
başlarken üçüncü ayetinde Rabbimiz bize söyler: “Kıssaların en güzelini sana kıssa ediyoruz.”
Ve yedinci ayette de şöyle buyurur:
“And olsun ki; Yusuf ve Kardeşleri hakkında,
sual edip isteyenler için ayetler vardır.” (Yusuf-7).
O günün şartlarında daha çok Efendimiz
(SAV)’i kendilerince köşeye sıkıştırmak için, o
amaçla yahudiler ve diğer müşrikler sorular
oluştururlardı. Günümüzde ise; Billahi anlamda
çözülmesini istediği soruları olan varsa, şüpheleri değil de soruları olan varsa ve bu kapsamda
ne tür sualiniz varsa cevaplarını Yusuf Suresi’nde
bulursunuz. Yusuf Suresi’nin zahiren anlattığı
Yusuf ve Kardeşleri’dir. Hz. Yusuf aleyhisselam
ve kardeşlerinden Hz. Bünyamin aleyhisselam
bir annedendir, diğerleri başka annedendir ve
223
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
bize ders olacak kesitlerle sure onları anlatır. Sureye konumuz açısından baktığımızda olaylar
tamamen Billahi algı ve dûniHİ algı özelliklerini sergilemektedir. “DûniHİ algı ve zann”larının
oyunlarını, kumpaslarını, heva ve heveslerini
“diğer kardeşleri” üzerinden anlatılıyor görürüz,
“Billahi algı”yı da özellikle Hz. Yusuf aleyhisselam
ve anladığımız kadarıyla kardeşi Hz. Bünyamin
aleyhisselam üzerinden açıklanıyor buluruz:
“(Yusuf) ergenlik çağına erişince ona bir hüküm ve ilim verdik. Muhsinleri işte böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf-22).
“Muhsin” kelimesini özellikle kullandık; ihsan
sahibi; muhsin. Bu kelimeyle Kur’an’da çok karşılaştığımız için bir onarımda bulunmak istiyorum: Meallerde genellikle “muhsin” yerine “güzel davranan” gibi ifadeler yazılıyor; “güzel davrananları böyle mükafatlandırırız” gibi yazılıyor.
Peki, o yazılan Muhammedî midir? Siz öyle meal
yazdığınızda İslam’da olmayan kişi de kendince
güzel davranıp mükafat bekleyebilir. “Muhsin”
başka bir manadır; ihsan sahibidir, hayatı Billahi algıda olandır. Muhsin Billahi algıda neye
bakarsa önce Allah’ı, sonra Allah’ın o surette ne
yarattığını görendir. Şimdi bu tanıma göre siz
ihsan sahibine “güzel davranan” deyip geçebilir
misiniz, doğru olur mu?
Ayetten edindiğimiz önemli sonuç: Eğer sen
Billahi algıyı sürekli yaparsan, sürekli Fuad’a onu
pompalar da bu hayali oluşturursan Allah’ın
huzurunda olursun, bu idrakta olursun. Böylece İhsan Sahibi olmaya başlarsın. Yusuf-22’den
224
YILMAZ DÜNDAR
ihsan sahipleri ile ilgili olarak öğreniyoruz ki:
“Allah İhsan Sahipleri’ni hemen mükafatlandırır.
Eğer bu Hakk hayalle yaşamaya devam ederseniz, Biz İhsan Sahiplerini mükafatlandırırız.” Bu
ilk ikramdır, başka mükafatlar da gelecek.
Yusuf aleyhisselam ile ilgili şu hissettirme de
dikkatimizi çekmelidir: Ayet bize “Yusuf ileride
ihsan sahibi bir muhsin olacaktı, onu bu yüzden
mükafatlandırdık” demiyor. O zaten Muhsin,
öyle doğmuş ve Billahi algıda yaşıyor, ama farkında değil. Nasıl, biz dûniHİ algıda yaşıyoruz
farkında değiliz, o da Billahi algıyla yaşadığının
farkında değil. Hazreti İsa aleyhisselam örneğini
ders yaptığımız ayetleri hatırlayın lütfen: Billahi
algıda yaşıyor; o da kendiliğinden ihsan sahibi.
Bu ayetten, Yusuf aleyhisselamın doğuştan Billahi algıda bir muhsin olduğunu anlıyoruz, mananın birisi budur: Algısı bizden farklı.
Ayette, “Biz sadece Yusuf’u mükafatlandırdık” denmiyor; “Biz muhsinleri mükafatlandırırız.” Bu bizim için de bir müjdedir. Eğer biz bu
şekliyle İhsan Makamı’nı önemsersek, “bu işler
benim işim değil” demezsek, o zaman bu mükafatların kapısı bize açılır. Dikkat edin, ayet bize
“bunlar başkasının işi, başkasının özelliği, başkalarının hayat tarzı” demiyor. “Bunlar muhsinlerin işi, bunlar sizin işiniz” diyor.
“...Biz böylece ondan kötülüğü ve fahşa’yı
uzak tutarız. Çünkü o ihlaslı kullarımızdandı.”
(Yusuf-24).
225
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Yusuf aleyhisselamın başına gelen olayların
içerisinden nasıl kurtarıldığını görüyoruz: İhlaslı
kullardan olduğu için mükafatlandı, korundu.
Önceki ayette ihsan sahibi “muhsin” ile, burada ise “ihlaslı kul” ile karşılaştık. İhsan sahibi gibi
İhlas’ın manasına da bir kaç cümleyle hemen, yerinde bakalım: İhlas “samimiyet” demek değildir
ve bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Muhammedî
olmayan birisi bir işi yaparken samimi olamaz
mı? “Şu işi ihlaslı yap” denildiğinde “samimi
yapmak” anlaşılırsa bu yüzden doğru olmaz. Bu
konudaki iki ipucunu değerlendirelim. Bir: Önce
yapılan tanımlamanın Muhammedî olup olmadığına bakacağız. Görüyoruz ki değil. Çünkü
başkası da bunu yapar, kendince daha samimi
de yapar. İki: Bu tariften bir amel çıkıyor mu?
Dikkat ediniz, Allah’ın söylediğinden amel çıkar.
Oysa buradan bir amel çıkmıyor. “Samimi yap”
denildiğinde deyin ki, haydi bana bir tarif et de
öyle yapayım. Çünkü herkes “samimiyim” diyor.
Bir bakın çevrenize, “samimi yapmadım” diyen
birisi var mı, yani “ayranım ekşi” diyen var mı?
Bu yanlış tarif yüzünden herkes kendisini “ihlaslı” zannediyor. “İhlas, samimi olmaktır” meali
yanlış olduğu için herkes samimi, ihlaslı. Değil!
İHLASLI kişi halis kişidir, yaptığı işe “DûniHİ”
karışmamıştır. İşi o kadar halis ki hep Billahi,
hiç DûniHİ yok... Ve Hazreti Yusuf aleyhisselam
öyle bir Billahi anlamda ki; o bir muhsin, bir ihsan sahibi. O kadar Billahi anlamda ki; duygu ve
düşüncelerine, arzu ve heveslerine, hal hareket
ve davranışlarına DûniHİ algı ve zann’ları girmiyor; işte HALİS KUL! “Halis zeytinyağı nasıl
226
YILMAZ DÜNDAR
olur?” denince biliyoruz: İçine başka yağ karışmamış olan! İşte bu da öyle: Halis müslüman nasıl olur, o kimdir? İçine küfür karışmamış olandır,
samimi olan değil! Samimiyet ne demektir ki?
Bir kere ondan bir amel çıkmıyor. Tarifi doğru
yapıldığında “ihlas”tan bir amel çıkarırsın, işte
şimdi kendine bir amel çıkarabilirsin: DûniHİ
algı ve zann’larından uzak yaşayacağım. Ayette
Yusuf aleyhisselam için “O ihlaslıydı” denirken
bu anlatılıyor ve böyle ihlaslı kulların korunup
kurtarılacağı, onların kötülük ve fahşa’dan uzak
tutulacağı müjdeleniyor.
Öyleyse: Bu geldiğimiz noktada ayetlerden
öğrenmiş olduk ki; biz bu yola böyle devam
edersek, sırf hayaliyle bile gayret ettiğimizde
bize mükafatlar vardır. Çünkü, Talib bu söylediklerimizle şu ayet kapsamına girer:
“...O halde nereye dönerseniz VECHULLAH
oradadır. Muhakkak ki; Allah Vâsiun Aliym’dir.”
(Bakara-115).
Billahi anlamda yaşamaya, o idrakta tutunmaya kendisini zorlayan birisi, başlangıçta zorlamayla da olsa, nereye dönerse (Allah’ın dışı/
dışarısı olmadığına göre) Vechullah’ı görür.
Vechullah’ı görmek önce şöyle başlar: Allah’ın
Emri’ni görür, Talib önce onu görür. Ne varsa...
Bu yüzden önce de ki; ne varsa bunu Allah emretmiştir, bunun sahibi Allah’tır. Önce emr’ini
görürsen sonra vech genişler, vech’in vechi genişler. Yeter ki bir yerinden tut onu, yeter ki, bir
yerinden vech’e gir... Talib bu noktaya geldiğinde
artık o ne yöne dönerse, nereye bakarsa böyle227
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
dir. Bu öyledir ki; kesret aleminde en zahiri manada insanın bir yere/yöne dönmesinden, mekansızlık hali neyse oraya kadar (bilir ki) DûniHİ
bir vech yoktur, herşey Billahi...
Bakara-115 bir esma ile tamamlanıyor;
Vâsiun Aliym. VÂSİ; DûniHİ bir vech yok demektir: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym’dir. Allah
Vâsi’dir esması her yeri kaplamıştır, kaplayandır,
boşluk yoktur; Vâsi... “Her yeri kaplamışlık” dışı/
dûnu yok demektir. Kur’an “Vâsiun Aliym” derken bize yine bu konuyla ilgili bir şeyi öğretiyor:
ALİYM: Allah bilir; her yeri kaplamış olarak bilir;
Vâsiun Aliym’dir. Nasıl? “Allah’ın bilmesi” dışındaki bir şeyi bilmesi değildir, dışındaki bir bilgiyi
bilmesi de değildir. Bildiği kendi ilmidir. Kendisi
dışında bir şeyi biliyor değildir, öyle bir şey “yok”
çünkü. Onun yokluğunu bize öğretiyor: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym’dir.
Billahi algının hayalini çok önemsemeli ve
kendimizi “Billahi algı” halinde tutmak için büyük bir gayretle zorlamalıyız, kendimizi o hayalde yaşatmak için çok zorlamamız gerekiyor...
Onu çok önemsediğinizde ve bu gayreti gösterdiğinizde yaşantı ve rüyalarınızda o hayalinizle
ilgili onu kuvvetlendiren çok farklı destekler göreceksiniz...
9. Ancak: DûniHİ algı ile varlığına vehmedilen Müstakil ve Muhtar güç hayalinden kurtulmak için “VE LA HAVLE VE LA KUVVETE
İLLA BİLLAH” zikrullahı yapılarak DûniHİ Güç
iddialarını ret etmek ve silmek gerekir.
228
YILMAZ DÜNDAR
Yöntemlerimizden birisi artık bir “Zikrullah”
cümlesi oldu. Bunlara “zikir” çalışmaları denir,
ama doğrusu Zikrullah’tır. Başka öğretilerin de
zikirleri var, Muhammedî yolda onun adı Zikrullah: Allah’ı anmak, bilmek; unutmamak! EN
ÖNEMLİ ZİKR Allah’ı unutmamaktır.
Başlangıçta; düşüncelerinizde, fikirlerinizde,
hayatınızın neresinde filiz veriyorsa “DûniHİ
olan bir güç varmış” algısını fark edip siliyoruz.
Çünkü işimiz algıyla. Mesela gün içerisinde biriyle konuşuyorken baktınız ki, ona DûniHİ bir
güç öneriyorsunuz, yani onu Allah’tan uzaklaştırıyorsunuz. Bir an dalınca kendinizi böyle bir
konuşmanın içinde buldunuz. Bunları silmek
için “testi kırılmadan önce” kendimize onun
dersini vermek lazım. Kırılınca iş ayrıdır... Siz kırılmadan bunu yapın ki; onun yolu, “Ve La havle
ve La kuvvete illa Billah”tır. Artık işimiz yalnızca
algı. Billahi bir iz için DûniHİ algıda neler varsa
sileceğiz. DûniHİ algıdaki tüm güçlere La havle
ve La kuvvete! “İlla Billah” ile Billahi hayalimize
döneceğiz. Bunu çok önemseyerek ve daima yapacağız. Sonra da “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla ilahlık makamında bulunmayı
“LA İLAHE İLLALLAH ve LA İLAHE İLLA HU”
Zikrullahı ile reddedeceğiz. Sabırla ve devamlı! Sonuca bakmadan devamlı Zikrullah... Böyle
uyumak, hemen aklınıza gelince bunlara devam
etmek... Talibsek, devamlı bu hayaller ve bu zikrullah ile yaşayacağız.
“La havle ve La kuvvete İlla Billah” ile tüm
DûniHİ güçleri sildik, “La ilahe illallah/illa HU”
ile DûniHİ varlık ve ilahlık iddiasını reddettik.
229
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
10. Billahi algı ve gösterilen bütün gayretler,
öncelikle DûniHİ algıyı yenmek içindir. Çünkü
DûniHİ algı sıfırlandıktan sonra ALLAH lutfederse biiznillah, artık “Billahi” anlamı, algı olmaktan kurtularak ikan halinin ilk basamağına
ulaşır, Talib artık onu “hayal” etmekten kurtulur;
“Aslı”yla karşılaşır. Billahi algı “gerçek var”ın algısı
olduğu için “gerçek var” konusunda Talib nefsini mutmain bulmaya başlar ki; böylece, algısı
olmayan ve ikan sistemine dayalı yeni bir hayat
tarzı başlar. Bu yeni hayat tarzı, yeni ve çok farklı
bir konu olarak yürür...
Bu yöntemlerden sonra, uygulamada dikkat
edilmesi gereken bazı hususları göreceğiz.
Bir imanlının karşılaşmak istemediği olaylara
“musibet” gözüyle bakması doğaldır. Musibet’in
iyi anlaşılması ve mücadelemizde ondan yararlanmak için onunla ilgili dört temel tanımlama
yapacağız.
BİR: “Musibet” dendiğinde anlaşılanlardan
birisi şudur: Amentü Billahi demiş olanın, Billahi
algı gayretinde olanın, Billahi anlamında iman
edenin karşılaşmak istemediği olaylar onun için
musibettir, bir tarifi budur: İmanlının karşılaşmak istemediği olaylar ona göre musibettir.
İKİ: Oysa: İnsanın başına gelen en önemli
musibet “DûniHİ algı”dır. “Esas Musibet” kişinin
kendisini içinde bulduğu DûniHİ algıdır.
ÜÇ: Şimdi musibetin ne olmadığı üzerinden
bir başka tarif yapıyoruz. DûniHİ algının bir musibet olduğunu fark eden, artık musibet olarak
230
YILMAZ DÜNDAR
bunu gören bilir ki; musibet Esfele Safiliyn’in
hoşuna gitmeyen şeyler değildir. Öyle zannediliyor ama değildir, bu yaklaşım Kur’an’a uygun da
değildir, yanlıştır. Çünkü; DûniHİ algıda yaşayan
Esfele Safiliyn bir kişi, o algı ve zann’larıyla yaşarken beğenmediği, arzu etmediği şeylere “musibet” diyor ve o musibetlerle ilgili de Kur’ân’da
çare arıyor. Kur’ân onun musibet diye anladığına musibet demiyor ki. “Senin her halin musibet” diyor. Diğeri musibet içinde musibettir.
DÖRT: Musibet denilenin gerçek musibetle
ilişkisinin olmadığını, asıl musibetin DûniHİ algı
ve zann’ları olduğunu anlayan Talib Kur’an’a döner, ondan bir çare arar. Ve bulur inşaAllah.
“B” imanında olanın musibet dediği şeyi tanımladık: Billahi algıda olan kul karşılaşmak istemediği şeylere musibet gibi bakar, ama Billahi
kapsamında olduğu için Rabbi ona çok destek
verir. Bu yüzden de o hal onunla Rabbi arasında
çok ayrı bir muhabbettir. Bu iş için Allah “Kulum
neyi sevmiyorsa Ben onu sevmem” diyor. Fark
eden kul için bu ayrı bir iştir, bu o kula göre özel
bir muhabbet işidir... Ama bir tarif daha yaptık,
dedik ki: Esfele Safiliyn’de yaşayanlar da hoşuna
gitmeyen şeylere “musibet” derler. Ancak bu tarif bizi ilgilendirmiyor. Bu da bir tariftir ama bizim için değildir. Biz konumuz olan dûniHİ algı
ile ilgili olan “esas musibet” tarifine talibiz: Başına gelen esas musibetin DûniHİ algı ve zann’ları
olduğunu fark eden Talib, musibetin esas tarifine şimdi ulaşmıştır. Öğrenir ki; musibet, kendisini Allah’tan uzak düşüren her şeydir. Onu
ne perdeliyorsa onun için o musibettir; zengin231
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
likse zenginlik, güzellikse güzellik... Fizyonomisi
öyle güzel insanlar vardır ki, onunla ulaştıkları
ün, şöhret ve hayat tarzları yüzünden Allah’tan
uzak düşüyorlar. Çok yakışıklı, çok güzel görülen
o insanlara özenle bakanları Hz. İsa aleyhisselam
efendimiz uyarmıştır: Neyine özeniyorsunuz,
bunların çoğu yanacak! Çünkü onlar o güzellikle perdelenmişler. Hz. Yusuf aleyhisselam’ı da
düşünün, o da çok güzel; ama Billahi anlamda
yaşıyor, o algıda! Demek ki, Allah’tan uzak düşürmeyen önemli! Allah’tan uzaklaştırıyorsa o
musibettir. İnanın ki; bu gerçeği görmüşseniz,
ahirette o sağlığı bile istemezsiniz. Seni Allah’tan
uzaklaştıranın sağlığın olduğunu ve onun musibet olduğunu görünce onu bile istemezsin...
Dolayısıyla, yaşarken bir şeye “şu musibettir” etiketi yapıştırılamaz, adı böyle konulamaz, çünkü
herkese göre musibet değişir. Ama genel tarif
değişmez: Kulu Allah’tan uzak düşüren herşey
musibettir. Ve nihayet kişi dedi ki: Benim için
musibet DûniHİ algı ve zann’larıdır. Billahi’ye
talib kul musibeti öğrenince döner Kur’an’dan
çare arar, kurtuluş için yolu ayetlerde arar:
“Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman “İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciûn”
“Doğrusu biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz”
derler.” (Bakara-156).
Bu öğüte dikkat edecek olursak: Onların
“İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciûn” demeleri tamamen Billahi algıdır ve sonuç olan da “İkan”dır.
Kur’an bize “Billahi algı”yı çare olarak göstermektedir. Yani bir bakıma bize; “Sen dûniHİ algıdan kurtul, çaren Billahi algıdır” demektedir.
232
YILMAZ DÜNDAR
Sorunu ne olursa olsun,Talib kişi sorununu
duaya dönüştürüp o manada Kur’ân’a yönelirse, Kur’an’a bakarsa hemen hemen her okuduğu
ayetin kendi sorununa cevap olan bir mealini
bulur. Şimdi, bu yöntemle bir örnek uygulama
yapalım. DûniHİ algı musibetinden kurtulmak
istiyoruz, bu kurtuluşu hedef yapıp, yani duaya
dönüştürüp, o gözle Vel Asr Suresi’ne bakıyoruz:
“Yemin ederim O Asr’a ki; muhakkak ki, insan
bir hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel
işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve
Sabr’ı tavsiye edenler müstesna.” (Asr; 1-3).
“Asr” kelimesinin ifade ettiği birçok manadan
birisi de, her insanın kendi zamanı, kendisinin
ömrü, ona dünya hayatı için verilen mühletin
zamanıdır. İşte bu insan kendisine tanınan bu
dünya hayatı zamanı içerisinde bir hüsranın, bir
musibetin içerisindedir. Bu musibet o insanın
dûniHi algısı ve ürettiği zann’larıdır. Ancak, bu
hüsrandan kurtulmak istiyorsa hüsranına sebep
olan algısını silmeli, Billahi anlamında bir iman
ve bu imanı sürdürülebilir yapacak Billahi algı
sahibi olmalı ve bu idrakına göre de bir hayat
tarzı oluşturmalıdır. İnanan kardeşlerine ve devamlı olarak da kendisine “Müstakilen Var olan
ve Muhtar olan ancak Vahid’ül Kahhar olan
Allah’tır; bu durum onun Hakkı’dır” tavsiyesini,
telkinini yapmalı ve Allah’ın, bu dûniHi algı musibetinden kendilerini kurtarması için vereceği
hükmü, sabrla beklemek gerektiğini tavsiyelerine eklemelidir. Bu amaçla A’raf Suresi 205 ve
206. ayetlere bakalım. Secde ayetidir, inşaAllah
fırsat bulduğunuzda secde yapınız.
233
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek,
yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini
an. Gafillerden olma. Muhakkak ki, Rabbinin indindekiler O’na kulluk etmekte müstekbir davranmazlar. O’nu tesbih ederler ve O’na secde
ederler.” (A’raf; 205, 206).
Konumuzla ilgili bir meal kompozisyonu
oluşturursak: Kul, “DûniHi algı” musibetinden kurtulabilme duasıyla Allah’a yalvarırken
“dûniHi algı’da kalmamalıyım” korkusunu da
yaşar ve öğrendiği Billahi anlamının haşyetiyle
ürperir; sabah-akşam, her an Billahi algı oluşturmak amacıyla Rabbini hep hatırında tutar, Rabbinin huzurunda durur. Böylece, “Rabbinin dışına atılmış algısı”ndan kurtulup Rabbiyle olanlar
artık “müstakilen varım ve muhtarım” diyen
bir müstakil vech ile bakmazlar; “İşittik ve itaat
ettik” hayatı yaşarlar. Allah’a “Sen Sübhan’sın”
derler ve kendilerinde bu gerçeğe uymayan her
şeyden sıyrılarak SübhanAllah’a teslim olurlar.
“SübhanAllah’a teslim olurlar” için bir küçük
hatırlatma yapalım: DûniHi algıda olan birisi, işte
o algısı yüzünden İhlas’ı tarif edemez, Muhsin’i
tarif edemez, İhsan’ı tarif edemez; SübhanAllah’ı
da tarif edemez, Elhamdülillah’ı da tarif edemez.
Çünkü dûniHi algıdan tarif olmaz, hem o algıda
olup hem de Allah’ı hakkıyla tarif edemezsiniz.
DûniHi algıda olanın “SübhanAllah” diyeceği
hiçbir şey yoktur. “Neye sübhanAllah diyorsun?”
diye sorsanız; neden ve neye söylediğini bilmez,
tarif de edemez. “SübhanAllah”ı ancak Billahi
algıdaki söyler, ona o ihtiyaç duyar. O idrakta
kul yanlış düşünmekten korkar, çünkü ne yana
234
YILMAZ DÜNDAR
baksa Vechullah’tır. “Allah’ı kayıt altına alacağım” diye korkar ve “SübhanAllah” diye seslenir.
Bu yüzden; “İnşaAllah, MaşaAllah, SübhanAllah,
ElhamdüLillah” Billahi algıda yaşayanın dilidir,
bunlar onun sevdiği şeylerdir. Bundan rahatsız
olan dûniHi algıdadır. O duyunca rahatsız olur
ve “bizim inşallahla maşallahla işimiz yok” diyerek tarafını belli eder. Doğru söylüyor; onun
inşaAllah’la maşaAlllah’la işi yok! Peki, senin
onunla ne işin var? O doğru söylüyor, “benim
bunlarla işim yok” diyor. Senin Allah’la işin varsa
onunla ne işin var? O ağzıyla söylüyor; “ben şeytanım” diyor: “Ben inşallahı maşallahı sevmem,
nereden çıkarıyorsun bunları?” diyor. Çünkü: O
manaları severek dile getirmek Billahi algı’nın
işidir. O; olan her işi Allah’ın izniyle oluyor bildiği
için MaşaAllah der. Yanlış yapmamak için SübhanAllah der: Her emri, her şeyi takdir edenin
Allah olduğunu, takdir etme yetkisinin Allah’ta
olduğunu bildiği için ElhamdüLillah der. Bu yüzden, Billahi algıda SübhanAllah’a teslim olmak
ve SübhanAllah sığınışı çok önemlidir, o algıyla
yaşayanın işidir. Çünkü: “Dışı yok, dûniHi değil”
yaşanınca Allah’ı kayıt altına alma tehlikesi ile
karşılaşılır, insan bundan korkar o zaman.
Ayetlerden örnekleri çoğaltabiliriz. Eğer siz
dûniHi algıdan kurtularak “Billahi algı ve ikânı”nı
oluşturmak konusunda belge ararsanız tüm
ayetleriyle karşımıza Kur’ân çıkar. Çünkü:
“Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki:
“Haydi siz de onun misli on sure getirin. Dûnillah
(algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannet235
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
tikleriniz) kim varsa çağırın. Eğer, sözlerinizde
sadıklarsanız.” (Hud-13).
“De ki: “Onu Ruh’ul Kudüs, senin Rabbinden
Bil-Hakk indirmiştir; iman edenlere sebat vermek ve müslimler için de hüdâ ve müjde diye.”
(Nahl-102).
“Bu Kur’ân dûnillahi (algı sonucu müstakilen
var ve muhtar zannettiğiniz) güçler tarafından
uydurulmadı. Ancak, kendinden öncekileri tasdik eden ve (Ümmül) Kitab’ı açıklayandır. Onda
şüphe yoktur, O Rabbül Alemiyn’dendir. Yoksa,
“O’nu (Muhammed) uydurdu” mu diyorlar?
De ki: “Haydi siz de onun misli bir sure getirin.
Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar
zannettiğiniz) kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde
sadıklar iseniz.” (Yunus; 37, 38).
“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, haydi onun mislinden bir sure getirin. Eğer
sadıklarsanız dûnillah (algı sonucu müstakilen
var ve muhtar zannettiğiniz) şahitlerinizi de çağırın.” (El Bakara-23).
Billahi algı oluşturma yolunda, anlattıklarımızı yaşarken dikkat edilmesi gereken şunları da
paylaşmak istiyorum ki, düşündüğümüzde bize
başka hususları açar, benzetir.
Bu önemli hususlardan birisi şudur: Talib, kendisindeki dûniHİ algı sonucu, kendisini
Allah’ın dışarısında müstakilen var ve muhtar
zannederek Tanrılığını ilan edişini ret ettiği gibi,
başka insanların dûniHi algılarını ve tanrılıklarını
da ret etmelidir. Burayı çok iyi yakalayalım. Talib
236
YILMAZ DÜNDAR
kişi kendisinde inceledi, aradı, buldu ve “bunlar
dûniHi’dir, bunlar tanrısaldır, bunlar Allah’a karşı varlık güç gösterisidir” deyip onları reddedişi
gibi diğer insanlardakini görünce de reddetmelidir. Aksi halde hedefe hiç bir zaman ulaşamaz.
ESAS BUĞZ sendeki veya başkasındaki
dûniHi olana yapılır. Eğer tüm dûniHi’ler böyle
ret edilmezse hedefe hiçbir zaman ulaşılamaz.
Başkalarının dûniHi algı ve zann’larıyla ortaya
koydukları fikirler, eylemleri takdir etmek, onlara hayran olmak, özenmek hatta örnek göstermek tam manasıyla dûniHİ algı ve iddiasını tasdiktir; “gizli tasdik”tir. Kendisinde ret ediyor ama
başkasının dûniHİ algıyla yaptığı “Ben Varım ve
Muhtarım” iddiasına dayanan fikirleri, görüşleri, hareketleri ve davranışları takdir ediyor, başkasına da övüyor, hatta gizlice hayran! Talib’sen
olmaz, yani başaramazsın. Billahi algıdaysan
çevren de Billahi algıda olacak, her şeyin Billahi
olacak yalnız kendin değil. Demek ki: Billahi algıyla yaşamak demek, kendin dışında da nerede
dûniHİ algı varsa, nerede Allah’ın Vahid’ül Kahhar oluşuna, Ehad oluşuna, Samed oluşuna karşı
bir fikir, bir yorum, bir fiil varsa ona en azından
buğz edecek, “ben katılmıyorum, bunlar küfürdür, bunlar İhlas Suresi’ne uymaz “ diyecek. Bir
de bunun yanında onlara hayran olmak, onları takdir etmek, birilerine “şunun gibi ol” deyip
önermek dûniHİ algı ile yaşıyor olmanın göstergesidir. Adam Efendimizin açıkladığı Allah’a
inanmıyor, yani dûniHİ algıda, ama onun yazdığı
felsefi kitaplar elinden düşmüyor. Olmaz. Kendinde dûniHİ algıyı reddettiğin gibi, kendinde
237
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
“müstakilen varım ve muhtarım”a dayalı fikirleri
reddettiğin gibi başkasınınkini de reddedeceksin. Hatta bir kimsenin dûniHİ algısını kuvvetlendirecek, motive edecek veya kışkırtacak davranışlardan da sakınmak gerekir. “Çok önemli”
dediğim husus budur. Bunları sadece kendinde
reddetmen yeterli olmaz, çünkü bu reddediş
ihlaslı değildir. Ayrıca şunu önemseyiniz; “reddetmek” onlarla yanlış bir savaşa girmek demek
değildir.
Bunları okuyan Talib hemen der ki; ben bu
reddi nasıl yaparım? “Bunu nasıl yapacağım acaba?” dediğinizde önemli olan önce niyettir, önce
buna niyet etmektir. Sonra önünüze çıkan ama
ayet ve hadislere uymayan şeyleri reddetmektir.
Bunu yapınca, bu gayrette olunca artık sizde
FURKAN açılacaktır, bunu gözünüzle göreceksiniz: Konu ne olursa olsun hemen Hakk’la Batıl’ı
ayırabileceksiniz ve “Hakk’tan yana akıl” kendiliğinden çalışacaktır inşaAllah.
Talib; Hakk ile Batıl’ı çok hızlı ayıran, fark
eden Furkan Sistemi’ni kendisinde geliştirmeli ve karşılaştığı dûniHİ algı ve zann’larına karşı
hemen buğz etmelidir. İdrak yükseltmek ve korunmak amacıyla Kâfirun Suresi’ne de Zikrullah
olarak müracaat etmelidir. Salâtlarımıza veya
Zikrullah olarak ödevlerimize koyarsak Kâfirun
Suresi dûnillah algı ve zann’larına karşı iyi bir
hücumdur. Dûnillah olana karşı hassasiyet (reddetmekle beraber hassasiyet) o kadar önemlidir
ki, önemini ayetten öğreniyoruz:
238
YILMAZ DÜNDAR
“Dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannederek) isimlendirdiklerine, dua
ettiklerine sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek
Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi
işlerini cazip gösterdik. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am-108).
Öğüdümüzü aldık: Bir; buğz ve reddediş
esnasında büyük bir hassasiyet lazımdır. İki;
DûniHİ algı ve zann’larıyla onur kırarak, rencide ederek gizlice kavga etmeler de yanlıştır. Tam
aksine bu reddedişte, bu buğzda o kadar hassas
davranacağız ki...
DûniHi algı sahiplerini reddetmek, fikirlerine
“katılmıyorum, kabul etmiyorum” demek başka
şeydir, onlarla kavga etmek, onlara hakaret etmek başka şeydir. Ayet bize “onlara hassas davran, onun dûniHİ yaşantısına küfretmeyin” diye
uyarıyor: Onun yaşantısını dürtme, yoksa o da
Allah’a küfreder. Böylece onu günaha sokmuş
olursun. Bir de, onu günaha soktuğun, dürttüğün ve dûniHİ algısında ısrarına sebep olduğun
için yanlış yapmış olursun. Böyle yapmakla sen
de dûniHİ algıya bulaşmış olursun. Ayet uyarıyor: DûniHİ olana bu kadar bile bulaşmayın.
Diğer bir husus, dûniHİ algı ve zann’larıyla
gerçekleştirilen bir davranışın, insanın kulvarını
derhal dûniHİ algı yönüne kaydırmasıdır. Siz çok
büyük zorluklarla Billahi algıda durmaya çalışırken, dûniHİ algıyla ilgili bir özentiniz, bir fiiliniz
sizin her şeyinizi o algıya kaydırır, artık Billahi
239
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
algıda kalamazsınız, duramazsınız. Bu konuda
düşülen bir yanlış var, uyarılıyoruz:
“Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden,
mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay
ayırıyorlar. Allah’a andolsun ki; iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl-56).
“Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan
Allah’a pay ayırıp zanlarınca, “bu Allah’a, bu da
ortaklarımıza (putlarımıza)” dediler. Ortakları
için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için
ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar.” (En’am-136).
Daha iyi anlayabilmemiz için Efendimiz (SAV)
o dönemde bu ayetle ilgili bir açıklama yapıyor:
“Muhakkak ki; Allah, şöyle buyurdu: Ben ortağın hayrlı olanıyım. Her kim benimle beraber
bir ortak koşarsa, o (ameller) ortağıma aittir
(onu ortağıma bırakırım). Ey, insanlar! amellerinizi Allah’a halis kılınız. Çünkü; Allah, ancak
kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. “Bu
Allah için bu da akrabalık hakkı için” demeyin;
çünkü, o sadece akrabalık için olur, ondan Allah için hiçbir şey olmaz. Bu “Allah için ve sizin
hatırınız için” demeyin; çünkü, o “sizin hatırınız
için” denilen yerin olur, ondan Allah için birşey
olmaz.” (Hadis).
Hayatımızda bir işi halis yapmak, onu Allah’a
halis kılmak çok önemlidir, ama halis olmak nedir? İhlaslı olmak (halis olmak) çoğu kere “samimi olmak” denilerek, anlaşılmaz ve uygulana240
YILMAZ DÜNDAR
maz bir şekilde tarif ile geçiştirilmektedir. “Ben
samimi değilim” diyen birsini hiç gördünüz mü,
hiç böyle birisi çıkar mı? Münafık bile kendisini
samimi biliyordur. Kulluğu Allah’a halis özellikte
yapmak İHLASLI olmaktır. Bunun için de; ancak,
dûniHİ algı ve zann’ları karışmamış haller HALİS olur, buna “ihlaslı” deriz. Bu bakışla: “Allah’a
halis kılınız” demek “dûniHİ algı karıştırmayın”
demektir, HALİS KILMAK budur. DûniHİ algı ve
zann’ları olmaksızın yapmak “halis kılmak” olarak tanımlanmıştır ki: Allah, ancak kendisi için
halis olarak yapılanı kabul eder. Ancak dûniHİ
algı karışmamışı kabul ediyor.
Uyarı: “Bu Allah için bu da akrabalık hakkı
için” demeyin, o sadece akrabalık için olur. Bu
“Allah için ve sizin hatırınız için” demeyin, o “sizin hatırınız için” denilen yerin olur, bunlardan
Allah için birşey olmaz.”
Hayatımızın her anı için nasıl önemli bir uyarı
ile karşı karşıyayız: Kime ne yapıyorsanız, kime
ne söylüyorsanız önemseyin. Dilimizi Billahi’ye
alıştırmalıyız, normal cümlelerde bile “Allah’ım
senin için..” diyerek dilimizi alıştırmalıyız: Uyanıyoruz Allah’ım senin için, yatıyoruz Allah’ım
senin için, yiyoruz Allah’ım senin için... Nihayet
“Allah’ım senin için” hali hayat tarzımız olur:
Konu neyse, iş neyse hep senin için Allahım. Birisi için değil hep senin için Allah’ım...
Konumuz için öncelikli ve her zaman da
önemli olan şu manayı tekrar edelim: “Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder.”
Konumuzun diline bir paragraf olarak çevirirsek:
241
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
DûniHİ algı ve zann’larıyla yapılan amelleri, hayr
niyetiyle dahi olsa Allah kabul etmez, boşa gider.
Billahi algısı ile yapılanlar halistirler; ancak onlar,
yalnız Allah’a aittir, Allah bu amelleri kabul eder.
Bu gerçekten hareketle şu tarifi yapalım:
DûniHİ algı ve zann’larıyla yapılanların karşılığı
günah olarak yazılır ve bunlar dünya hayatında
da, ahirette de pişmanlığa dönüşür. “Billahi algı
ve ikanı” ile yapılanların karşılığı ise sevab olarak
en az on misli ile yazılır ve dünya hayatında ve
muhakkak ahirette mükafata dönüşür.
Bu hadisteki son bir notu paylaşıp yeni bir
önemli hususu paylaşacağız. Hadisi Kudsi’de
Rabbimiz “Ben ortağın hayrlı olanıyım” buyurdu.
Bu ifadeler meallerde “en hayırlı olanı” şeklinde
yazılıyor. Ama bu tariften esas çıkacak mana
“Ben ortağın hayrlı olanıyım”dır. Şöyle ki: Bunu
normal hayatımızdan bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişi “varım ve muhtarım” diyerek bir
ortak oluşturmuşsa, Allah’a karşı “var ve müstakil bir güç” oluşturmuşsa en az iki tane varlık var
demektir. Bu durumda en az iki tane zat var; Allah ve diğer zann, yani diğer ortak. Rabbimiz buyuruyor ki: Bu ortaklardan Hayr olan benim, o
Batıl’dır. “Ortakların hayrlı olanı benim” demek
“Hayr olanı, Hakk olanı benim” demektir. Bu asla
“ben daha iyiyim” demek değildir, bu ifadede bir
kıyas yoktur. Onu, çocuklarından birisi için “şu
daha hayrlı” demek gibi anlamayın. Küfürle Allah kıyaslanmaz.
Kurtuluş yolundaki Talib için bir başka önemli husus da şudur: Eğer bir insan, kendisindeki
242
YILMAZ DÜNDAR
dûniHİ algı ve zann’larını hala önemsiyor ve gizli
bir sevda ile dûniHİ fiiller ortaya koyuyorsa veya
başkalarının dûniHİ algı ve zann’larını kabulleniyor, hatta takdir ediyorsa; en acısı, “dûniHİ
algı ve zannları olmazsa hayat çekilmez” zannediyorsa, “ama onlarsız da olmuyor ki” diyorsa,
bütün bunların sebebi inanan o insanın ARA
YERDE olmasıdır. Yeni ve önemli bir tabirle karşılaştık; Ara yer! “Ara yer” dünya hayatının hemen hemen en huzursuz yeridir.
“DûniHİ algı ve zannları”nı özümsemiş, buna
göre bir hayat oluşturmuş, batılı benimsemiş
kişi için batıl kolaylaştırılmıştır; arzuladığı fırsat
ve imkanı buldukça dünya hayatı onun için huzurludur. “Billahi algı” oluşturma yoluna girmiş
ve “ikan” için gayret sarf eden kişiye de Hakk yol
ve amelleri kolay gelir. Ve bu kul Billahi algıdan
çıkmazsa dünya hayatında cenneti yaşamaya
başlar. Ancak, bir kişi var ki: Öğrendikleri yüzünden batıldan korkuyor ama kopamıyor, Hakkı
istiyor ama yapamıyor. Bu kişi ara yerde kalmış
insandır, bu insan huzursuzluğun içine düştü
demektir. Batıl için “Neden yaptım?” pişmanlığını duyarken, Hakk için de “Neden yapamadım,
neden yapamıyorum?” pişmanlığını yaşar. Yani
her halükarda hayatı pişmanlıktır. Amelleri de,
ondaki dûniHİ algı vazgeçilmezliği yüzünden
boşa gitme tehlikesi altındadır.
İki tane “ara yer” karakteri vardır: Birisi, ara
yerde ve huzursuz olandır. Bunlar, inanmak isteyen ancak yeterince başaramayanlardır ve bizim
sesleneceğimiz bunlardır. Bir grup daha vardır
ki, onlar ara yerde huzuru bulmuşlardır, bizim
243
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
muhatabımız değillerdir. Onları Kur’an şöyle tanımlıyor:
“Onlar ki, Allah ve Rasulünü inkar ederler;
Allah ile O’nun Rasulünü birbirinden ayırmak
isterler ve “bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız” derler. (Böylece) arada bir yol
edinmek isterler. İşte onlar hakiki kafirlerin ta
kendileridirler. (Biz) kafirler için alçaltıcı bir azab
hazırladık.” (Nisa; 150,151).
Ayette anlatılan “ara yerde” bulunanlar; kendilerinin doğru olduklarına inanıyorlar ve hallerini savunuyorlar, bunlar için bir huzursuzluk
da söz konusu değildir. Günümüzde bu ayet
kapsamına giren çok önemli ekoller var: Allah
ve Rasulünü ayırmaya çalışan, “Kur’an yeter”
diyen, Efendimiz (SAV) yokmuş gibi davranan,
yalandan hürmet gösteren, yani hürmet ediyor
ve önemsiyor gibi konuşup O’nun Sünneti’ni
bozmaya çalışan düşünce tarzlarını duyuyoruz,
görüyoruz. Onlar da bu ayetin kapsamına girer,
hep arayı bozmaya çalışanlardır. Ve onlara bakın
hiçbir huzursuzlukları yoktur, mutlu yaşadıklarını zannederler. Onlar bizim gündemimiz değil,
biz ara yerde huzursuz olanlara sesleneceğiz. Bu
yüzden, “Allah’ım bizi o grupta bulunmaktan ve
o grubun şerrinden koruyuver” diye yalvararak
onlara ait ara yerden uzaklaşalım. Ve seslendiğimiz gruba bakalım.
“Muhakkak ki, münafıklar Allah’ı aldatmaya
çalışırlar, oysa O onları aldatır. Ve (o münafıklar)
salata kalktıklarında tembelce kalkarlar, insanlara riya yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler. Ara244
YILMAZ DÜNDAR
da yalpalayıp duranlardır. Ne bunlara, ne onlara
(katılırlar). Allah kimi saptırırsa, artık onun için
bir yol bulamazsın.” (Nisa; 142, 143).
Bizim hedefimizdekiler bu ayetin bahsettiği
“ara yer” ve ara yerdekiler. Burada bir “münafık” kelimesi geçiyor ama bundan ürkmeyelim
ve ötelemeyelim, şimdi onu biraz inceleyeceğiz
Ancak; ayetten öğreniyoruz ki, bu durumda yaşamakta ısrar ederse bir kişi Allah onu saptırır ve
ona da birisi kurtuluş bulamaz. Burada da şöyle
sığınalım: Allahım bizi ara yerde bırakma, ve derecelerimizi yükseltiver. (ÂMÎN).
Ara yerden kurtulabilmenin bir yolu:
“Ey, iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah’a
aleyhinize açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?”
(Nisa-144).
Bir diğer ipucu şudur: Kafirler “ruhen, Billahi anlamında” çok temizlenenleri sevmezler.
Onlar dûniHİ algının kirini çok severler. Bir kişi
o dûniHİ algıdan ısrarla kurtulmaya, çok temizlenmeye çalışıyorsa o temizliği onlar sevmez.
Kafirlerin bu manada çok temizlenenleri sevmediklerini Hz. Lut aleyhisselam için söylediklerinden anlıyoruz:
“Kavminin cevabı ancak: “Çıkarın onları şehrinizden. Çünkü onlar çok temizlenen insanlardır” demek oldu.” (A’raf 82).
Hz. Hud (AS) da kavmine meydan okumuştu:
“DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve
muhtar zannettiğiniz) şeylerinizden (beriyim).
245
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra da hiç
mühlet vermeyin.” (Hud-55).
Onlarla dost olmayacaksınız, zaten isteseniz
de olamazsınız. Çünkü sizi sevmiyorlar; dûniHİ
algı seni sevmiyor, onlar temizlenenleri sevmiyor.
Kur’ân bize Rasullerin dûniHİ’lere meydan
okuyuşlarından bahsederken der ki: Hazreti İbrahim de kavmi için “üff!” demişti:
“Üff, size ve sizin dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güçler zannedip) taptıklarınıza! Hâlâ akletmiyor musunuz?” (Enbiya-67).
Ve Allah, Rasulüne dedi ki:
“Allah kuluna kafi değil mi? Seni dûniHİ (algı
sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri) kimselerle/güçlerle mi korkutuyorlar? Allah
kimi saptırırsa onun için hidayet edici yoktur.”
(Zümer- 36).
“(Ey, Allah’a eş koşanlar!) DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiklerinizden) dilediğinize kulluk edin.” (Zümer-15).
Rasulullah Efendimiz (SAV)’e de dedi ki:
“De ki: “Muhakkak ki ben, dûnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek)
çağırdıklarınıza kulluk etmekten nehyolundum.
De ki: “Sizin hevalarınıza (dûniHİ algı sonucu
uydurduklarınıza) asla uymam. Uyarsam gerçekten sapmış olurum ve ben doğru yolu bulanlardan olmam.” (En’am-56).
246
YILMAZ DÜNDAR
Kur’an’ı incelediğimizde ilgili ayetlerden öğreniyoruz ki; ara yerde bulunmanın önemli bir
belirteci salât ikamesinde tembel olmaktır,
salâta kalkarken isteksiz davranmaktır. Çünkü
dûniHİ algı salâtı sevmez, ona salâtı sevdiremezsiniz. Ve hatta dikkat edin: Eğer dûniHİ algı salâtı
sevecek olursa, öyle hissederseniz size bir tuzak
kuruyor demektir, sizi “Allah’la kandıracak” demektir. Çünkü o salâtı sevmez, istemez. Ancak;
bu isteği kuluna verecek Allah olduğu için, öyleyse korkarak duamızı yapalım: Allahım salâtı
bize çok kolaylaştır, çok sevdiriver. Senin indinde makbul olacak şekilde salât ikame edebilmemizi bize lutfediver ve salâtı gözümüzün nuru
yapıver Allah’ım. (ÂMÎN).
Kendimizde izleyeceğimiz, görebileceğimiz
önemli “ara yer” belirteçleri vardır:
Konuşma arzusu! Lütfen konuşma arzunuzu
izleyin. Ancak kendinizi izlerken çok iyi hâkim ve
hakem olmanız lazım. Yalan yere kendinizi aklamamak için kendinize hakem ve hâkim olmayı
öğrenmek lazım. Bu hassasiyetle konuşma arzunuzu inceleyin.
Bir cümle söyleyeceksiniz ve o cümle birinin
hakkını teslim ediyor, birinin güzel yaptığını söylüyor veya sana menfaat sağlamayan bir uyarı
içeriyor. Bir bu nitelikteki cümlenizi izleyin, bir
de sizin menfaatlerinizi koruyan, sizi haklı yapan,
siz güçlüyken yaptığınız konuşmaları, oralardaki
konuşma enerjilerini izleyin, hangisinde konuşma enerjiniz fazla? Birinin hakkını teslim eden
cümlelerin konuşma enerjisini zihninizde ince247
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
lediğinizde, size menfaat sağlamayan o cümlelerde düşük/sönük bir enerji bulacaksınız. Niye?
Birini takdir ediyorum, birinin hakkını veriyorum, bunun bana bir menfaati yok ki. Ona bir
uyarıda bulunuyorum, kendim için değil. Kendim için bir şey istemiyorum... Bu yüzden düşük
bir enerji var. Ama dikkat edin. Eğer suçlayacak,
incitecek ve alaya alacaksanız, intikam amacıyla
konuşacaksanız enerjinizin peşinden zor yetişirsiniz. Peşinden zor yetişeceğiniz bir enerjiyle konuşuyorsunuz, cümleleri takip edemiyorsunuz;
dûniHİ algıyı tanıdınız mı, esfele safiliyn’i gördünüz mü? Daha dûniHİ algı içindeki yaşantıda
bile size iyi bir şey yaptırtmıyor, hücum edeceğiniz zaman size nasıl bir enerji veriyor gördünüz
mü? Dikkat edin: Allah muhafaza etsin, birisine
kötü bir dua yapacak olsanız, kötü dua cümlelerini peş peşe sıralarsınız. Sonra da “Ne söylediğimi bende fark etmedim” dersiniz. Ama bir
hayr duası yapacak olsanız ağzınızdan bir hayr
cümlesi çıkmıyor, bir cümle kuramıyorsunuz.
İşte bunları yakalayıp da levm etmezseniz, sonra
tövbe etmezseniz, sonra da dua, hedef oluşturmazsanız olmaz.
Şu da önemli bir göstergedir: Yaşarken zor ve
zavallı anlarınızı, bir de işlerin çok iyi gittiği güçlü
anlarınızı araştırın, hatırlayın. Zavallı anlarınızda
iyi, munis bir insan mısınız? Çünkü sizi zavallı
hale getirdiler, bir şeyiniz gitti, size birşey oldu,
sesin kısıldı, zavallı bir haldesin, herkese “evet
efendim” davranışındasın. Ama güçlendiğinde,
birşey öğrenip de güçlendiğinde, bir şey olup da
güçlendiğinde, bir de o zaman bedenine bak?
248
YILMAZ DÜNDAR
Dikleşti, işaret parmağın kalktı, ukala olmaya
başladı. Bunlar Esfele Safiliyn’i yakalaman için.
Çünkü o durdukça kurtuluş yoktur. Gör, fark et
ki, o sende yaşıyor. Dolayısıyla: sendeki gücün
hangi güç olduğunu araştırmalısın. Eğer sende
“Rahmani Güç” varsa o korur, merhametlidir,
Hakk’ı gözetir. Çünkü Rahmani Güç Allah ahlakındandır. Ama sendeki Esfele Safiliyn ahlaklı
güç ise; o EZER, YOK EDER, İNSANI KULLANIR.
Hatta şunu fark edersiniz ki; Esfele Safiliyn için
diğerinin bir şeyi hep alay konusudur, hep insanları “ti”ye alır. Birisinin bir şeyi hep sizin alay konunuzdur. İki arkadaş yan yana gelse birisinin bir
şeyini konuşur konuşur gülerler. İşte Esfele Safiliyn, o kişinin etini çiğ çiğ yiyorlar. Ayet gereği
“ölü kardeşinin” etini yiyor.. Bunları kendimizde
sürekli aramamız gerekiyor.
Yine iyi inceleyin: Birşey izliyorsunuz veya
camdan bir yere bakıyorsunuz, dikkat edin. Siz
camdan bakıyorsunuz, yolda da birisi yürüyor.
Bir anda bir şey oldu, ayağı kaydı, elinden bir
şey düştü, onu camdan izleyen hemen güler.
Birisinin kusuruna nasıl gülüyorsun? Birisi konuşurken dili sürçüyor veya bir kelimeyi şaşırıyor, hemen kahkahayı basıyorsun veya yüzünde
müstehzi bir ifade kendiliğinden beliriyor. Oysa
o halden dolayı kişi üzüldü. Bir kardeşinin üzüldüğü, mahcup olduğu şeye sen nasıl gülersin?
Bunu Billahi anlamındakinin aklı alır mı? Şu
reflekse bak ki, senin haberin yok ama o çalışıyor. Esfele Safiliyn boş durmuyor, çalışıyor... Sen
kiminle mücadele ediyorsun, bir farkına var! O
249
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sende canlı, ölü olan sensin. Bunları kendinde
daima mücadele ile yakalayacaksın...
Ve işte bu zalim en fazla kimi ezer biliyor musunuz? Sevenlerini! Biri onu sevsin onu ezer, çünkü ezecek birisini buldu. Ama aynı Esfele Safiliyn
kişi zalimlere ise yaranmaya çalışır, bir zalimin de
gözüne girmeye çalışır. Bu yanlarınızı yakalayın...
Karşılıklı şikayetleşmek onun sohbet tarzıdır;
işi budur. Saatlerce telefonda şikayet, bir yerde
buluşurlar şikayet ve bunun adı sohbet!
Bütün bu işler için kendi bilgi ve gücü yetmez, artırmak için sihir, büyü, fal gibi yanlışlardan da medet umarlar, Allahım muhafaza buyur Rabbim. Bunlara meyilli oldukları için Esfele
Safiliyn’ler Din’i de böyle algılar, Din’e de böyle
yaklaşırlar. Biraz dindar birini bulursa gider ona
sorar: Şu işimin falı nasıldır; şu işimde en iyi seçenek hangisidir? Hep bir güç peşinde olduğu
için Din’den de böyle yararlanmaya çalışır. Bunun için ayette; “Onlar Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar, ama Allah onları kandırır” deniyor. Ona
sorulsa, “Allah’ın sisteminden yararlanıyorum”
der, ama sistemden yararlanarak kendi gücüne
bir şeyler katmaya çalışıyor, o iş halis olmaz! Dikkat edin, “sihir, büyü, fal” vardır, hatta sonuçları
doğru da çıkabilir. Ama yine dikkat edin ki; “sihir, büyü, fal gibi şeyler nelerse” bunların hepsinin veri tabanı ve hedefi dûniHİ algıdır. “Ama
doğru çıkıyor, bildi” deseniz de, bu gibi yöntemlerle süper başarılar elde ediyor olsalar da onun
veri tabanı Billahi değil dûniHİ algıdır, hedefi de
dûniHİ algıdır, sonu da dünya ve ahirette hüs250
YILMAZ DÜNDAR
randır. Oradaki doğrulara, başarılara bakıp da
Allah’tan perdelenmeyin. Neden bunların bu
kadar üzerinde duruyoruz? Seslendiğimiz ara
yerdekiler bunlarla uğraşıyor olduğu için.
Çok derinlere nüfuz etmiş bir diğeri Şikayet’tir.
Lütfen karar alalım; “hiç şikayet içeren cümle
kurmayacağım” diyelim ve konuşurken hemen
kendimizi deneyelim. Çocuğunuzla, arkadaşınızla, anne babanızla, tanıdığınızla, sevdiğinizle
konuşurken bir cümle kuruyorken kendimizi
test edelim. Şikayet edecek gibi olan cümle ve
kelimelerinizden hemen vazgeçin, başka bir söyleme tarzı bulun, söyleyecek başka birşey bulun.
Çünkü şikayet kesinlikle Şaki’nin dilidir, şikayet
küfür ehlinin dilidir. Billahi anlamındaki kul şikayet dili kullanmaz. Bilir ki, o tür cümlelerin
hepsi Allah’a isyandır. Öyleyse, şikayet cümlelerini silin. O kadar çok köşe yazarı var ki, şikayet
cümlesini silsin bir satır yazı yazamaz. O kadar
konu anlatan var ki, şikayeti kaldırsın konuşacak
bir cümle kalmaz. Etiketi ne olursa olsun, onlar
Şaki’nin dili ve göstergesidir.
Konuşma arzunuzu ve konuşanı kontrol
edin. Cümle kurarken “BEN” diyen, o sırada
dûniHİ mi, Billahi mi? DûniHİ olandan vazgeçin,
Billahi algıyla “BEN” demeye çalışın. Yani: Allah
adına, Allah için, Allah’ın verdiğini kullanarak
“BEN” deyin. “Varım ve Müstakilim” algısıyla”
BEN” diyeni boş verin, ona ters dönün.
Bu sözümüz de gençleredir ve ara yerde kalmak veya kurtulmakla ilgili olarak önemlidir: Eş
seçiminde önce kendi çelişkini düzeltmelisin. Bu
251
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
henüz o fırsatı olanlar için: Birisini şikayet etmeyi bırakın ve eş seçiminde önce kendi çelişkinizi
düzeltin. “Evleneceğim ama o öyle, bu böyle, şu
şöyle” değil, önce kendi çelişkini kaldır. “Bu çelişki nedir, nasıl düzeltilir?” anlatacağız. Ancak
bu söylediklerim ara yerde olup da kurtulmak
isteyen Talib insan içindir, seslenişimiz onadır!
İnanan birisi var, evlenecek. Bir kriter buluyor:
Evleneceğim kişi dindar olsun ama topluma da
uyum sağlasın. Dışarıda böyle bir kural var, o da
kendince kuralı koyuyor ve buna uygun da birini
buluyor. “Dindar ama topluma uyum sağlamış
olanlar”ın sayısı çoktur, bu yüzden kolay bulursunuz, bunlar birbirlerini çok çabuk bulurlar.
Buldu, evlendiler. Genellikle ne olur biliyor musunuz? Kadının “topluma uyum sağlasın” yanı
evlendikten sonra gittikçe artar. Onun o kadar
uyum sağlamasını kıskanan erkek eğer ara yerdeyse o kıskançlıkla gittikçe dindar olur. Kadının o kadar uyum sağlayacağını bilmiyordu! Bu
kadar toplumsal uyuma dayanamaz, işin içinde
dindarlık olduğundan bir kıskançlık da geliştirir,
kıskandıkça daha dindar olur. Kıskançlığını anlatabilmek için eşine dini anlatır, “kıskanıyorum”
diyemez “hani sen dindardın, ne oldu?” der. Süreç böyle gelişirse kadın gittikçe topluma uyar,
erkek gittikçe dine... Ve başlarkenki eşitlik bozulur, hem de yakın zamanda. Başlarkenki eşitlik
yanlışta eşitlikti, bozuldu ve uçurum büyümeye
başladı. Bu hikaye hep böyle değildir, elbette
tersi örnekler de vardır.
Efendimiz (SAV) bu konuda önemle uyarıyor: “Hayrlı mal edinin.” Sahabe efendilerimiz
252
YILMAZ DÜNDAR
sürekli O’na bakıyorlar. Olarınki de ayrı bir şans...
Risalet Nuru’nun içerisinde bizzat sahibinden; o
ağızdan, o dilden, o nurdan öğrenmek için devamlı bakıyorlar. Hatta, arının peteğe veya çiçeğe yapışması gibi o kadar çok yapışıyorlar ki;
uyarılıyorlar: Rasülü rahat bırakın da dinlensin.
İşi öyle fark etmişler ki böyle yapışıyorlar. İşte
onlara Efendimiz (SAV) dünyada edinileceklerin hayrlı olanından bahsedince telaşlanıp iyice
öğrenmek için soruyorlar: Neye dikkat edelim?
Efendimiz (SAV): “Cennete gitmenizi kolaylaştıracak kadınlar edinin” buyuruyor. Çok önemli
bir şey... Henüz o şansı olan için bundan daha
önemli bir şey yoktur! Kriter, “şöyle malı, şöyle
kariyeri” değil, “şunum var, bunum var” değil!
Cennete gitmenizi kolaylaştıracak eşler...
Biz böyle anlatınca ara yerde olup şöyle de
diyenler elbette olacaktır, şu mazeretler ileri sürülecektir: “Ama çoğunluğa baksanıza, herkes
böyle yapıyor.” Evet, ama bu da bir aldatmacadır.
Ara yerde olup da mazeret uyduranlar uyarılır:
“Eğer sen Arz’da bulunanların ekseriyetine
itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar...
(Çünkü) onlar ancak zanna tabi olurlar ve onlar ancak tahmin üzere konuşup, saçmalarlar.”
(En’am-116).
Çünkü:
“...İnsanların ekseriyeti iman etmezler.” (Ra’d-1).
“...Muhakkak ki, insanların çoğu gerçekten
fâsıktırlar.” (Maide-49).
253
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Şimdi oluşan tabloya bakın: İnsanların çoğu
iman etmiyor, çoğu da fâsık ve sen de “çoğunluk böyle yapıyor” diyorsun. Doğru olur mu?
Çoğunluk iman olarak yanlıştaysa onların yaptığını nasıl ölçü alırsın? Hatta insan ölçü alacak
bir kişi bile bulamaz, doğruyu yapan tek başına
kalır, tek başına... O tek başına halinle doğruyu
yaparken öyle tek başına olmalısın ki, senin o
doğruyu yapmandan kimse rahatsız olmamalıdır, o hassasiyetle yaşamalısın. Öyle güzel, saklı
bir sevdayla; Allah sevdasıyla...
Hicret edeceğimiz algıya “Billahi algı” dedik
ve bir hedef koyduk: Billahi algı sürdürülebilir
olmalı ve o algı ikana dönüştürülebilmelidir. İşte
bunun olabilmesi için dikkat edilmesi gereken
iki önemli husus vardır.
Billahi algının sürdürülebilir olması ve ikana
dönüşebilmesinde dikkat etmemiz gereken iki
husustan birisi, talibin mümkün olduğunca kesintisiz olarak kendisine telkinde bulunmasıdır.
Talip bu amaçla kendisine daima telkinde bulunacak: Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah! Bütün
yaratılanlar İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretleridir, İlmullah’ta var gibi görünenlerdir. Güç
Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır.
Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah! Müstakilen var
ve muhtar olan yalnız Allah’tır. Bu telkinlerle
yaşayan talib için artık Allah’ın dışı olmayınca,
Allah’tan başka “müstakilen var ve muhtar” bir
varlık düşünmek boştur, BATIL’dır.
İşte bu telkin, yapılacak zikrullah çalışmasının
ANA MANASINI, TEMELİNİ, ESASINI oluşturur.
254
YILMAZ DÜNDAR
İşte bu telkin Kelime-i Tevhid’dir: La ilahe illalllah. Yukarıdaki telkin, “La ilahe illallah” Zikrullahı sırasında zihnimizde olması gereken bilinçtir:
Onu artık “Allah’tan başka ilah yoktur” diye de
manalandırabiliriz. Çünkü Allah’ın dışı yok! İlah’ı
tanımladık: Müstakilen Var ve Muhtar olan!
Allah’tan başka “müstakilen var ve muhtar”
olan olmayınca, Allah’ın dışarısı olmayınca, başka “müstakilen var ve muhtar” olan da yoktur.
Sonuç tek cümle olacaksa; “Allah’ın dışı yoktur,
ancak Allah”tır. İşte bu telkin “Zikrullah”tır ve
kalbler ancak Zikrullah ile mutmain olur:
“Dikkat edin! Kalbler zikrullah ile mutmain
olur.” (Ra’d-28).
Sen bu telkini yaparsan, işte bu telkin ile;
•
Rabbine yönelenlerden olursun; İnsan-29
ayeti gereği,
•
Haniyf olursun, Rum-30 ayeti gereği,
•
Allah’a firar etmiş olursun; Zariyat-50 gereği,
•
Allah ve Rasulüne hicret etmiş olursun; Nisa100 ve Ankebut-26 gereği,
•
“Senden sana sığınırım” demiş olursun; Tevbe-118 gereği,
•
Evvabiyn (özüne dönen) olursun; İsra-25 ve
Kaf-32 gereği,
•
Kalbin Kalb-i Munîb (hakikatine dönen kalb)
olur; Kaf-33 gereği,
•
Kalbi ihbat edenlerden (dûniHİ algı ile irtibatını kesmiş ve böylece kalbi mutmain) olmuş
olursun; Hac-54 ve Hud-23 gereği,
255
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
•
Kalb-i Selim (marazdan kurtulmuş kalb sahibi) olursun; Şuara-89 ve Saffat-84 gereği.
Özetlersek, bu telkinle sen:
•
Muttaki olursun; Bakara-2 gereği,
•
Nefs-i Levvame’ye girmiş olursun, Kıyamet-2
gereği,
•
Umulur ki, Rabbim sana Nefs-i Mutmain kapısını açar da O senden razı, sen de O’ndan
razı cennete dahil olursun; Fecr; 27, 28, 29 ve
30. ayetler gereği.
Bu telkine/zikre uyan Talib için hal böyleyken,
bu telkine karşı âmâ davranıp da görmezden gelen insanın akıbeti ayette bahsedildiği gibidir:
“Onlara “La ilahe illallah” (denildiğinde) telkin edildiğinde muhakkak ki, onlar müstekbir
(Allah’ın dışında ben de müstakilen var ve muhtarım idrakiyle) davrandılar.” (Saffat-35).
Eğer durum Saffat-35 ayetindeki gibi olursa;
“Kim dûniHİ (algı ve zann’larıyla) Rahman’ın
zikrinden (Kur’ân’ın öğrettiği Billahi algı ve ikanı
yaşantısından) âmâ (uzak) olursa, ona yanından
ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz
ki şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da
onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf; 36, 37).
Yanlarından ayrılmayan şeytan nedir? İki
tanedir, ikisini birden düşünmek lazım. Birisi
kendisindeki Esfele Safiliyn yapıdır, diğeri cin
taifesinden olan şeytandır. Aslolan onun Esfele
Safiliyn yapısıdır. İşte o zaman onun bu yapısını
256
YILMAZ DÜNDAR
o kadar kuvvetlendiririz ki, o yapı onda öyle bir
kişilik olur ki ve kişi o kişiliği öyle yaşar ki ve yaşadığını da öyle doğru zanneder ki... Bu söylenen
tablo, kişi ne yaparsa oluşur? Rahman’ın zikrinden âmâ olursa! Bu durumda; Kur’ân’ın “bu sizin düşmanınızdır, cin taifesindendir, secde edin
dedik etmedi” dediği, cin taifesinden şeytanlık
görevini yüklenmiş bir görevli size verilir ki, sizi
daima saptırtsın.
Ancak bilmelisiniz ki, size görevlendirilmiş
cin taifesinden olan o şeytan; sizden daha akıllı, sizden daha sinsi, sizden daha kurnaz, sizden
daha kafir değildir. Sizin Esfele Safiliyn yapınız
o şeytana pabucunu ters giydirir. Çok enteresandır ki; insanlar kendi Esfele Safiliyn yapılarını
korumak için o şeytandan Allah’a sığınırlar, adeta “Allahım, benim şeytan yapımı o şeytandan
koru” derler. Oysa Billahi algıda olan “Eûzü Billahi” ile her ikisinden korunmaya çalışır. Kişi Esfele
Safiliyn’de yaşıyor ve şeytandan da korunmaya
çalışıyorsa buna hiç gerek yok, çünkü bu halinde
şeytan senden kaçıyor. Onun seninle ayrıca uğraşmasına gerek yoktur, senin Esfele Safiliyn yapın zaten çok kuvvetli bir şeytandır. O yüzden,
“Allahım beni kendimden koru, Allahım beni
kendimden ve şeytandan koru” deyip sığınmak
lazım. Özellikle “Allahım beni kendimden koru”
sığınışını unutmamak gerekiyor.
Billahi algının sürdürülebilir olması ve bir
algıyken ikana dönüşebilmesi için ilk husus
“La ilahe illallah” anlamındaki telkinlerin ve
Zikrullah’ın kesintisiz olmasıydı. Bu hayalin beyinde kesintisiz olması ile Billahi algı oluşacak!
257
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
O algı oluşmadan olmaz. Billahi algı olmadan,
onun derin beyin izi olmadan dûniHİ algı silinmez. İşte bu kesintisizlik için:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları
üzere yatarken Allah’ı zikrederler (her vakit Billahi algıdadırlar).” (Al-u İmran; 191).
“Billahi algı”nın sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesi için ikinci husus; Billahi algı
kapsamında fikir, fiil ve amel içeren hayat tarzının mümkün olduğunca kesintisiz olmasıdır,
buna gayret etmektir. Billahi anlamında telkinleri kesintisiz hale getirdikten sonra şimdi de ona
uygun hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz
olmasına gayret ediyoruz. Bu hayat tarzını sağlayan ve sürdürülebilir kılan bir şey vardır: Billahi
algıya ait hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasını, “daimî rukû halinin muhafazası”
sağlar. Yeni bir davranış biçimi ile karşı karşıyayız: Daimî rukû… Daimî rukû hali… Daimi Rukû
Halini Muhafaza Etmek…
RUKÛ HALİ aslında bir hayat tarzıdır ve
Allah’tan utanmak diye kısaca tanımlanabilir. İşin esas tanımı budur. Tanım ne kadar kısa
olursa anlamak o kadar kolaylaşır deyip çok
kısa bir tanım yapıyoruz: Rukû Allah’tan utanmaktır. Salât ikamesinde de (Efendimiz (SAV)’e
ve Muhammedî’lere lutfedilmiş bir hediye olarak) rukû vardır ve aslında “salâttaki rukû” da
bu manadadır. Salâttaki rukû, “hayat tarzı olan
rukû”nun Rabbimize sunuluşunu ve Rabbimizin
de inşaAllah kabulünü bize yaşatır. Bu manada
bakıldığında o bir dildir, o dili göreceğiz. Salât
258
YILMAZ DÜNDAR
hali zaten kendisi öyle bir şey ki; siz isteseniz de
istemeseniz de, başka şey düşünseniz de orada
“Billahi algı”da kabul ediliyorsunuz, salâtın böyle bir özelliği var; aklınıza ne gelirse gelsin orada
siz “Billahi algı ehli” kabul ediliyorsunuz. Bu kabul müslümana nasıl bir hediyedir... Salâttayken
“Billahi algıdaymış gibi” muamele görmek nasıl
bir ikramdır... Dolayısıyla: Bu kabulledir ki; sizin
yazınız okunur, salâtın hareketleriyle yaptığınız
harfler okunur. İşte o salâtın içindeki rukû; siz
normal hayatta “daimi rukû” halinde Allah’tan
utanma rukûsunu yaşadığınızda onu Allah’a
sunma noktasıdır, sizin “daimi rukû” halinizin
kabulü noktasıdır. Onun içindir ki, rukûdan
kalkarken “Allahuekber” demezsiniz, yani müjdenizi alarak kalkarsınız; Size; “Allah hamdınızı
kabul etti/işitti” denir: “Semiallahu limen hamideh” kabulü sizin ağzınızdan size söylenir ve
siz secde için kalkarsınız. Oradaki dil; sizin hayattaki rukûnuzun kabul olduğunun ifadesidir.
Rukûnun kabulünden sonra size secde yolu açılır. O ayrı bir hayattır; ama rukû ile açılır.
“Sizin Veliy’niz ancak Allah’tır, Rasulü’dür ve
(şu) iman edenlerdir ki, onlar salatı ikame ederler ve rukû halinde zekatı verirler.” (Maide-55).
Rukû bir hayat tarzıdır. Bu ayetteki tariften
hayat tarzı olan rukûyu öğreniyoruz. Bir de
ayet bize “velilerimizi” öğretiyor. Daha önceki
ayetlerden “dûniHİ velileriniz yok”u öğrendik,
şimdi ise; sizin veliniz ancak Allah’tır: “Ancak
Allah; O’nun Rasulü ve O’na iman edenler; sizin
veliniz dûniHİ olmaksızın bunlardır” buyrulup
Rasulullah’ın ve mü’minlerin özellikleri, hayat
259
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
tarzları tanımlanıyor: Onlar salâtı ikame ederler
ve rukû halinde zekatı verirler: Dikkat edilirse,
“Rukû halinde zekatı verirler” tarifi ile biz yeni
bir özellik öğreniyoruz. Bu öğretilen aslında bir
hayat tarzıdır: Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarlar. Onlar Allah’ın verdiğini Allah
yolunda harcarken rukû halindedirler.
Ancak: Hayatta Allah’tan utanma işini başlatan esas şey bir halin fark edilmesidir, insan
onu fark ettiği zaman hayatta rukû hali başlar:
DûniHİ algı ve zann’larıyla Allah’a karşı ilahlık
tasladığını fark eden insanın bu tasladığı ilahlık
yüzünden Allah’tan utanmasıyla dûniHİ algıya
sırt dönen yeni bir yaşantı başlar, rukû hayat
tarzı başlar. Allah utanmasını başlatan esas şey
budur ve bu sırt dönüşün edebidir. Olması gereken de budur, ulaşılması gereken de budur...
Ancak: Normal hayattaki, yaşantımızdaki
günahlar buna ulaşmayı engeller. Dolayısıyla, biz önce hayatımızdaki normal günahların
utanmalarını yapmalıyız. Bunun için kişi nafile
salâtlarından yararlanabilir. Kurtulmak istediği bir günahını utanç noktasına getirip normal
hayatta ondan utanırken onu rukûsuna taşır.
O utançla, o günahın utancıyla salâtta rukûya
gider; kabul olduğunu öğrenir; birinci secdeye
gittiğinde o günahın yokluğunu yaşar; o günahın yokluğunu görünce ikinci secdede Allah’ına
şükrederek secde eder. Böylece salât aynı zamanda normal günahlarınızdan kurtulmanın
da yöntemidir. Salât Miraç’tır, Mirac’a gitmenin
yoludur ama aynı zamanda da Burak’tır. Salât
sizi Mirac’a taşıyacak Burak’tır, önce Burak’a
260
YILMAZ DÜNDAR
binmek lazım. Biz Burak’a binmeden Mirac’a
gitmek istiyoruz. Salat’ı önce Burak olarak kullanıp, sonra Mirac’ı görmemiz gerekir. BURAK;
Rukû’da bütün günahlarımızdan kurtulmanın
utancını yaşamaktır, utanarak Allah’tan af dilemektir. Bu utanma öyle bir hale gelir ki, siz artık salata durduğunuzda “müstakilen varım ve
muhtarım” iddiasının utancıyla durursunuz. Bu
utanma yüzünden “birinci secde”de o iddia yok
olur, o yüzden ismi YOKLUK SECDESİ’dir, daha
doğrusu onun adı YOK EDEN SECDE’dir. Birinci
secdeye “Yok Eden Secde” demek daha manalı olur, “Yokluk Secdesi” denildiği zaman kişiler
onu tam anlayamaz, neyin yok olacağını tam
fark edemez. O Yok Eden Secde’dir, “YOK” eden!
Oraya bir şey götürmek lazım ki, “YOK” olsun...
“Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcamak”
olayı bütün harcama çeşitlerini kapsayınca, o
olay “Billahi anlamında hayat tarzı” yani, “Billahi algı ile yaşamak” diye tanımlanabilir. Billahi
anlamında yaşamak isteyen Talib vermeye başlıyor, dûniHİ hayata ait ne varsa hepsini vermeye başlıyor; Allah için hepsini terk ediyor! Bunun
diğer bir ismi HİCRET’tir. Esas Hicret dûniHİ’den
Billahi’ye gelmektir. Dolayısıyla, bu geldiğimiz
yerde “Billahi algı ile rukû halinde yaşamak”
sonucuna varırız. “Billahi algıda ve Allah’tan
utanarak, huzurda edeble duruş” RUKÛ HALİ
olur. Onun tarifi artık budur: Billahi algıda ve
Allah’tan utanarak huzurda edeble duruş! Burayı biraz açacağız ki, anlatılanı, yaşayabilelim.
261
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Bize rukû hayat tarzını öğreten Maide-55.
ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerden bir tanesi
şimdi konumuza ışık tutacaktır:
Ebu Zerr radıyallahu anh’den: Bir gün
Mescid’de öğle salâtı ikame etmiştik. Bir dilenci:
“Ey, Rabbim! Şahid ol, Rasulullah’ın mescidine
geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi”
diye şikayet etti. Hz. Ali daha salât ikamesindeydi ve rukûda idi. Dilenciye serçe parmağındaki
bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı...”
Mübarek insanlar fiillerde çok önemli canlandırmalar yaşamışlardır, sırf “biz öğrenelim”
diye. Biz Büyük Hacet Duası’na sahip olalım
diye, hacet duasından yararlanalım diye Efendimiz (SAV) Taif’te taşlanmış olarak kanlar içinde
dua etmiştir. Düşünün, Rasulullah o pozisyonda
dua ederek “bir dua” oluşturuyor; bunu yaşıyor
ki, biz o duayı yapalım. Böyle bir hal vardır. Bu rivayette anlatılanı da ona benzetirseniz böyle bir
olay rukûda cereyan ediyor. Hz. Ali radıyallahu
anh efendimiz rukûdayken bir dilenci inananları Allah’a şikayet ediyor ve Hz. Ali efendimiz
bir mü’min olarak Allah’a karşı utanıyor; çünkü,
Rablerine şikayet edildiler; yani öğretmenlerine
şikayet edildiler. Bu duygularla, rukûda parmağındaki yüzüğü işaret ediyor, kişi de gidip o yüzüğü alıyor.
Bu olaya bir yöntem dahilinde bakarsak: Bir;
Müslümanları Allah’a bir şikayet eden var. İki;
bu şikayeti duyup Allah’tan utanan var. Üç; bu
utanan kişi rukû halinde. Dört; bu utanan, bu şikayete karşı ne yapacak? Nihayet: Rukû halinde
262
YILMAZ DÜNDAR
telaş gösteriyor; Elhamdülillah. Serçe parmağında bir yüzük var, onu veriyor. Yaşanan olayları,
Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin halini ve bu
durumla ilgili gelen bir ayeti halimize, amellerimize, idrakımıza taşırsak yukarıdaki sonuçları
elde ederiz...
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “İman yetmiş
küsur şubedir. Utanmak da imanda bir şubedir.”
“Allah’tan utanmak” olan rukû, Haşyetullah
ile ulaşılan bir sonuç haldir. Haşyetullah ile ulaşılan ilk ve esas sonuç Allah Korkusu’dur. “Allah’tan
utanmak” hali, işte bu “Allah Korkusu”nun beden dilidir. Yani; “Allah Korkusu”nun elbisesidir.
Burası çok önemli, lütfen dikkat buyurun. Sizinle Rukû’yu, “saf rukû”yu anlamaya çalışıyoruz. O
sadece bir “insanca utanma” değildir. Bir kere
Haşyetullah’la başlıyor ki; Haşyetullah Allah ilminin kişide oluşturduğu duygu demektir. O
ilmin karşılığı olan duygudur haşyetullah; Allah
ilminin, kul Allah’ı tanıdıkça, öğrendikçe onda
oluşan duygusudur. Kul’da o ilmi tanımanın karşılığı bir duygu bütünü oluşur, o duygulardan
birisi Allah Korkusu’dur. Allah Korkusu bedendir. O bedenin dışarıya verdiği görüntü, o bedenin dili Allah’tan Utanma’dır. Bu da Rukû Hayat
Tarzı olarak tanımlanmıştır. Bütün bunları açan
Allah’ı Tanımak’tır; Billahi Anlam’dır.
İşte bu “Allah’tan utanma” hali Allah
Korkusu’nun beden dilidir, Allah Korkusu’nun
elbisesidir. Ve Haşyetullah bu durumda; öyle
bir haldir ki, Allah ilminin duygusudur ve Allah
ilmiyle ilgili her sonucu da içerir. Ancak, bütün
263
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
sonuçlar birleşince “Allah Korkusu” bedenini,
üstünde de “Allah’tan Utanmak” elbisesini oluşturur ki, bu da rukû halidir. Bu rukû hali müttakiyi âlim, sonra ârif, sonra da arif-i billah’a taşır
inşaAllah.
Şimdi bu hali heceler gibi tekrar tanımlayalım. Kaynağı Haşyetullah, ve içi “Allah Korkusu”,
dışı “Allah’tan Utanmak”, bakışları ise “Allah’tan
UMMAK” olan bu “RUKÛ” halini Kur’an “Takva
Libası”, yani “Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva
Kişiliği, Takva’nın Görünüşü” diye tanımlar.
Önemi nedeniyle: Bu hallerin hepsinin başlatıcı sebebi Haşyetullah, onun oluşturduğu iç
beden Allah’tan Korku, onun elbisesi Allah’tan
Utanmak, onun Allah’a bakışı ise Ummak’tır.
Şimdi kul bu yüksek Korku ve Umuş’la Allah’tan
umuyor; rahmetini, merhametini, hidayetini,
mükafatlarını umuyor... İşte bütün bunları uman
bir bakıştır Rukû hali; o bu halin adıdır. Şuna dikkat etmeliyiz ki, Allah’tan Umma halinde Korku
ve Umma (Havf ve Reca) eşit olmalıdır. Bu yüksek korku ve umma haline Kur’an aynı zamanda
Takva Libası, Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva
Kişiliği, Takvanın Görünüşü diye de tanımlar getirmiştir:
“Takva Libası elbette en hayrlısıdır.” (A’raf-26).
Ayrıca, dûniHİ algi ve zann’ların oluşturduğu
korku ile Billahi algı ve ikanı’nın Allah korkusu
tabiatı gereği birbirinden çok farklı ve birbirinden çok uzaktadırlar. DûniHİ algının korkusu
bir ızdıraptır. DûniHİ algıdakiler Billahi kapsamındaki korkuyu da ızdırap zannettikleri için
264
YILMAZ DÜNDAR
“Allah’tan korkutmayın” derler. Bilmedikleri için!
Allah’tan korku huzur sebebidir. Ama dûnillah
idrakla korkanın korkusu, o korkunun tabiatı ızdıraptır.
“Allah bir şehri misal verdi: “Bu ülke güvenli,
huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi.
Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşılık nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü
açlık ve korku libasını tattırdı.” (Nahl-112).
Allah onlara “açlık ve korku elbisesi” giydirdi.
Dolayısıyla; nankörlüklerinden dolayı giydikleri
libas o dûniHİ algının korkusudur/elbisesidir, bu
elbise de o algının göstergesidir. Bu korku elbette bizim bahsettiğimiz Allah Korkusu’ndan farklı ve uzaktır. Bir kere bu korku onlara bir azap
olarak tattırılmıştır, giydirilmiştir. Ama yine de
biz, bu iki korkunun farkını biraz anlayabilmek
için şunları paylaşalım:
•
Billahi algıda olan talib, yaratılmış olanlardan
değil, yaratılmışların Sahibi’nden korkar.
Biz “bir şeyden korkmayın, Allah’tan korkun”
dediğimizde söyleneni iyi anlamak için bazıları
soruyor: Bir uçurumun başındayız, uçurumdan
korkmayacak mıyız? Veya: Bir aslanla karşılaştık yani aslandan korkmayacak mıyız? Daha iyi
anlamak için soruyorlar. “Uçurumdan, aslandan
korkma” demiyoruz ki! Uçurumun Sahibi’nden
kork, aslanın Sahibi’nden kork! Yani “her şeyin
Sahibi”nden korkun... O korktuğun şeyde bile
hemen Allah’ı bul ve O’ndan kork, O’na sığın.
Demek ki: Billahi algıda olan yaratılanların yaratıcısı olan Yaratan’dan korkar.
265
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
•
DûniHİ algıda olan kişi ise, yaratılmışlara vehmettiği, “müstakilen var ve muhtar” zannettiği güçlerden korkar.
Lütfen dikkat buyurun. DûniHİ algıdaki kişi,
“müstakilen var ve muhtar” diye güçler oluşturup etiketler yapıştırmıştı değil mi, şimdi işte o
kendi yapıştırdığı etiketlerden korkuyor. Gitti,
bir adamın kapısına çok önemli bir mevkii etiket olarak yapıştırdı, içerdeki adamın haberi bile
yok. Ayeti gördük, inkar edecek. İşte o DûniHİ
algıyla yapıştırdığı etiketten korkar, çünkü onu
gerçek zanneder. Onun korkuları hep onun zanlarının, oluşturduğu güçlerin korkusudur. Billahi
algıya ait korkuyla arasında böyle bir fark vardır,
aslında bu iki korkunun birbiriyle hiç ilişkisi yoktur.
•
Billahi algıda olan talib için “kimsenin olmadığı bir yer” diye bir kavram yoktur. Bu yüzden o kendisini kendi denetler.
Allahtan korkan için böyledir; “kimsenin olmadığı yer” kavramı yoktur ve bu durumda pek
tabiidir ki; kul kendisini kendisi denetler. Basit
bir örnek verelim. Salât ikame edeceğiz camiye
giriyoruz. Kapıda “abdestimiz var mı, yok mu?”
diye bir denetleyen var mı? Kendimizi kendimiz
denetleriz ve abdestsiz girmeyiz. Denetçiye gerek yok, herkes abdestiyle girer.
Bu vesileyle yaşanmış bir olayı da paylaşayım. Birisi abdestsiz girip namaz kılıp çıkıyor. Biz
“böyle iş olur mu?” deriz, ama bu kişi hele de bu
bilgilerle ilgilenen biriyse “abdestsiz de salat ikame edilir, ben yaptım oldu” der. Yaparsan olur
266
YILMAZ DÜNDAR
tabii, olmaz diye bir şey yok! Ama o DûniHİ bir
iştir, boş iştir, Çünkü niye biliyor musunuz? Bunun cevabı olarak “iki korku” arasındaki başka
bir farkı görüyoruz:
•
DûniHİ algıda olan kişi için “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır ve o an onun için
tam da kuralların çiğneneceği bir fırsattır.
Örneğimizdeki kişiye göre, camide kimse
yok, kimse onu kontrol etmiyor, bu nedenle abdestsiz girebilir. Çünkü o algının yaşama tarzına
göre “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır
ve oralar önemli bir fırsattır. Kendinizde bunu
inceleyiniz, var bu; Esfele Safiliyn’de bu özellik
var, buna meyil var! Nasıl biliyor musunuz? Toplumsal yaşantıda uyması gereken kuralları kimse yoksa çiğner ve onu açıkgözlülük zanneder.
Polis varsa kırmızı ışıktan korkar, yoksa korkmaz. Çünkü o DûniHİ olduğu için korkularını
birisine göre yapmıştır, Allah’a göre değil! Onun
korkuları DûniHİ’dir. Sonra da diyor ki, insanları
Allah’tan korkutma! Bizim yaşamaya çalıştığımız
“Billahi kapsamındaki korku”nun senin DûniHİ
algına ait korkuyla hiç ilgisi var mı, bre cahil? Senin korkun zaten Batıl’dır, o korku kullanılacak
bir malzeme değil ki! Senin korkun birisine dayanıyor. Kimsenin olmadığı yer ve an, denetleyenin olmadığı bir yer ve an anlamına geldiği için
o anda korktuğu bir şey de yoktur. Fırsat elinde
olunca kuralları rahatlıkla çiğneyebilir ve onu
açıkgözlülük olarak yazar.
Bu sebeplerden dolayı DûniHİ algıdakiler
kendi aralarında bu kişiye UTANMAZ ADAM
267
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
derler. Bunu onlar derler, biz demeyiz. Böyle
davrananlara, bu işleri yaşantı haline getirenlere
halk arasında “utanmaz adam” derler.
Bizim “Rukû Hali” diye bu anlattıklarımızın
hepsi aslında tamamen imanlı kul içindir. Bunlar, utanmaz adamın ancak küfrünü artırır ve:
“Kalblerinde hastalık (kafirlik ve münafıklık)
olanlara gelince, onların inkarlarını büsbütün
artırır ve onlar artık kafir olarak ölürler.” (Tevbe-125).
DûniHİ algıyla öldü... Allah’ı ve Rasulünü
duydu, O’nlar onun nefretini artırdı ve o DûniHİ
algıyla kafir olarak öldü. Bitti! Sonsuza dek bitti!
DûniHİ algı o derece yüksek bir musibettir
ki, bu hal üzere ölmemek gerekir; Kur’an “Billahi
algı veya ikanı üzere ölün” demektedir. Ve uyarıyor: DûniHİ algı üzere ölmeyin! Bu yüzden son
nefes çok önemlidir. Son nefesinde insan, kendisini Allah’ın dışında zannederek ölürse, artık
idrakı bu seviyede kalır ve ahiret hayatında bu
idrakın sonucunu yaşar.
“Son nefes”i doğru götürebilmek için de; Billahi algı hayali, onun Zikrullah’ı, Billahi algı ve
hayallerini ikana dönüştürmek için onları hayat
tarzı haline getirme gayretleri; hepsi çok önemlidir. Durup durup da “ben o anda yaparım” diye
bir şey yoktur. Dikkat edin, o anda aklınız başınızda değildir. Ancak otomatikleştirmişseniz yaparsınız, otomatikleşmemişse o anda olmaz. Bu
yüzden Efendimiz buyuruyor ki:
268
YILMAZ DÜNDAR
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölmüşseniz öyle dirilirsiniz.”
Dolayısıyla:
“Ey, iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika
edin ve ancak müslimler olarak (Billahi algıyla)
ölün. (Al-u İmran; 102).
Sözün sonu, inşaAllah...
EL FATİHA
269
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç
basamakta incelemek mümkündür.
Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi,
3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir.
Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz
özellikte bir hayat tarzı haline gelmesi, diğer
basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi
için olmazsa olmaz bir şarttır. “Vehmin Zulmeti
şartlarında Nefsin Şerri program” gereği
“Sözde Tanrılık İddiası” ile dünyadaki yaşantısına
başlayan insan, hakikate talip ise, Tanrı İlmi
onun en öncelikli meselesidir.
Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir
müfredat ile sunulmuştur.
kitap talebi için
www.birdusunyansimasi.com
[email protected]
270
YILMAZ DÜNDAR
Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn”
yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile
başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan
kurtulması gerekir. Kalbdeki bu maraz sebebiyle
insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah
VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve
buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise,
yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve
Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve
Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.
Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr,
Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet
ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde
dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır.
kitap talebi için
www.birdusunyansimasi.com
[email protected]
271
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
Salât “Diyn”in direği, mü’minin miracıdır.
“Fatiha”sız salât olmaz, noksan olur. “Amentü
Billahî ve Rasûlihi” diyen mü’min için salât hayat
tarzı olunca, Fatiha da onun biricik müracaat
kitabı ve kurtuluş duası olur. Kurtuluş kapısının
açılmasına vesile olabilecek en alt sınır ise,
mü’minin salâtta Fatiha’yı okurken “Mâliki
YevmidDiyn” ve “İyyaKE na’budu VE iyyaKE
nesta’iyn” ayetlerini o anda yaşayabilmesidir.
Bu kitapçıkta “Talib” için, bu en alt sınırı
oluşturabilmek adına,
bir paylaşım sunulmaktadır.
kitap talebi için
www.birdusunyansimasi.com
[email protected]
272

Benzer belgeler