3DWURQODUD NDUü× NHQGLPL]L NRUX\DO×P

Transkript

3DWURQODUD NDUü× NHQGLPL]L NRUX\DO×P
%XUMXYDLNWLGDU×Q.VHQGURPX
.UWNDG×Q.×]×OEDü
AKP Hükümeti, Kürt halkının mücadelesine karşı şovenist
olduğu kadar dinci-gerici bir çığırtkanlığa da daha yoğun
olarak başvurmaya başladı; son dönemde şovenizm,
dinci-gericilik ve erkek egemenciliğinin daha rezilce
kombinasyonlarını yapıyor.O zaman burjuvazinin "3K"
sendromunun derinleştirilmesiyle kalmayıp, en eski
göz ağrısı olan komünizmin "K"sı sendromunu da
büyütmenin zamanıdır.
.DG×QDNDUü×üLGGHW
D\×E×Q×]GHùLOJHUoHNOLùLQL]
• 10
•3
\DíDVÜQ
sosyalist
6D\Ü$UDOÜN7/
3DWURQODUDNDUü×
NHQGLPL]LNRUX\DO×P
LíÁLGHmokrasisi
(PHùLQNRUXQPDV×PFDGHOHVL
WDULKLQHNHVLWVHOELUEDN×ü
Bugün, işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımları büyük ölçüde silinerek adeta 19. yüzyılın ilk
yarısındaki durumuna itilmeye çalışılmaktadır.
İşçiler için burjuvazi ve mali oligarşisinin kör ve
yıkıcı kuvvetlerine karşı sınıfsal-toplumsal korunma ve güvence mücadelesi, bir kez daha, ücret
mücadelesinin bile önüne geçen, yakıcı bir sorun,
bir varlık-yokluk sorunu haline gelmektedir. •8
6RNDN6DQDWW×U
İşçiler ölüyor, sermaye büyüyor. İşçiler ölüyor, sakat kalıyor, hastalanıyor; alçak patronlar
böyle semiriyor. Katil sermaye! İşçiler patronlara karşı kendisini savunmak, emeğini korumak
zorundadır. İşçiler adına, işçiler için, bunu bizim yerimize kimse yapmaz. Biz nerede, hangi
sektörde, hangi işyerinde çalışıyorsak oradan mücadeleye başlamalıyız. Diğer işçi arkadaşlarımızı
bilinçlendirmeliyiz. Yeter ki, biz işçiler işin peşini bırakmayalım, başaramayacağımız iş yoktur! • 9
'HUVLP|]UYHNUHVHOWHNHOFL
QHROLEHUDO|]USROLWLNDV×
Erdoğan da küresel neoliberal demokratik teamül gereği, Dersim katliamı için "velev ki" özür diledi.
Bunu, "böyle bir literatür varsa" diye, küresel tekelci kapitalist ve mali oligarşik yönetişim trendini
referans göstererek yaptı. İkincisi, CHP'nin Dersim kriziyle çalkandığı bir sürece denk getirme burjuva
ultra pragmatizmiyle, CHP faresiyle kedi gibi oynamak fırsatçılığıyla yaptı. Üçüncüsü, Dersim'de
katledilenlerin Kürt, Zaza ve Alevi kimliklerini söz konusu dahi etmeden, Necip Fazıl Kısakürek'in
bir kitabına referansla "din mazlumları" diye yine katliamı dinle dolandırarak yaptı. Yani katliamı
kemalist laikçiliğe havale ederek, bunun karşısına adını bile anmadığı Kürt, Zaza ve Aleviliği değil,
egemen din ve mezhebi de el çabukluğuyla dahil ederek, neoliberal dinciliğin sırtını sıvazlayarak
yaptı. Tam da neoliberal post modern burjuva demokrasisinin kitabına uygun olarak!
• 12
Sokak sanatı/sanatçıları dünyanın diğer
ülkelerinde kültür olarak kabul görmüş olsa da
Türkiye'de henüz çok yeni. Bugünlerde sokak
sanatçıları için sokağı yakalamak pek mümkün
görünmüyor. Ankara'da zabıta ile yaşanan "tezgah
kavgası" sonrası Kızılay'da tezgahlar kapandı. Bu
durum sokak sanatçılarına da yansıdı.
• 14
2
NƦNRJHQNXN
%L]GÐQGÖNDPD
\ÖUHðLPL](UFLí
WHNDOGÜ
SES, Eğitim-Sen, BTS, Haber-Sen,
İHD Adana Şubesi yönetici ve üyeleri ile İşçi Meclisi okurları olarak
10 kişilik bir grupla 5 Kasım günü
deprem merkezi Van Erciş bölgesine
gitmek üzere yola çıktık. Bu bayramı
Erciş halkıyla birlikte geçirmek, acılarını paylaşmak istedik.
6 Kasım günü yol boyunca Van Gölünün muhteşem manzarasını izleyerek
Pazar sabahı saat 07:00 gibi Erciş'e
ulaştık. Deprem bölgesi Erciş'te tüm
sokaklar, caddeler pislik içindeydi.
Bayramın ilk gününde Erciş halkı
AKP Belediyesinin kurduğu ekmek
alma yerinde sabahın ayazında bir
ekmek için uzun kuyruklar oluşturmuşlardı. Depremin ardından 15 gün
geçmesine rağmen yıkıntılar olduğu
gibi duruyor, sokaklarda karşılaştığımız kişiler boş gözlerle, ne yapacağını
bilmeden dolaşıyordu.
Zilan Park içerine kurulan SES, TTB
Diyarbakır Belediyesi Sağlık Merkezine vardığımızda gönüllü olarak
gelen sağlık ekibi sabahın ayazında
çorba hazırlığı yapıyorlardı. İlk olarak SES ve TTB olarak gönüllü çalışma yürüten sağlık ekibiyle tanıştık.
Bizlere kağıt tabaklarda çorba ikram
ettiler. Kısa bir tanışma sohbetinin
ardından kurulan çadıra geçtik. SES
genel merkezinden gelen gönüllü
arkadaşlar bizleri karşıladı. Bizle beraber aynı gün Cizre Belediyesinden
gönüllüler de gelmişti. Çay eşliğinde
kısa bir tanışma faslı oldu. Sonrasında Van 100.Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Ali bize kısa bir bilgilendirme yaptı.
Ali: Depremin ilk gününden beri buradayım. İlk günden itibaren devlet
tarafından hiçbir yardım gelmediği
gibi devlet tarafından dışlanan bir
bölge. İlk günlerde basın dahi buraya
gelmedi. Basına yansıdığı gibi kurtarma çalışmaları yapmadı. 3-4 gün
önce bile hala burada insanlar kurtarıldı. Hatta üçüncü günde bizi buradan kaldırmak istediler. Burada halk
iki gruba ayrılmış durumda. Birinci
grup bir yandan dışarıya göç eden,
bir tarafta ise devlet yanlısı halk var.
İlk günden beri burada kriz masası
kuruldu. 1000'in üzerinde ölümler
var. Deprem bölgesi Erciş'te yıkılan
ev sayısı çok. Van'da 6-7 ev yıkıldı
ama köylerde basına yansıyan kısımdan çok daha fazla yıkımlar var.
Cizre belediyesinden çalışan bir
işçi: Deprem günü gece 2-3 gibi
Erciş'e geldik. Devlet tarafından çalışmalarımız sürekli engellendi. Biz
de telsizlerimizi sürekli açık tutarak
kendimize iş çıkarıyorduk.
Anadilde sağlık
Devletin Ana Sağlık Merkezine günde 4-8 hasta başvururken SES, TTB ve
Diyarbakır Beleyesi Sağlık Merkezine
günde ortalama 400 hasta başvuruyor.
Buraya gelen hastalar başta anadilde
sağlık hizmeti gördükleri ve daha nitelikli hizmet aldıkları için tercih ediyor.
Annelerin deprem sonrası sütleri kesilmiş. Çok iyi donatılmış ilaç konteynırı
mevcut sağlık merkezinin. Burada çok
iyi olmasa da iyi denilecek şekilde sistem otutturulmuş. Döneceğimiz gün
30 kişilik bir gönüllü grup geldi.
Birlikte geldiğimiz 2 sağlık işçisi arkadaşı görev almaları için sağlık merkezine bırakarak en çok yardım bekleyen Çelebibağı Belediyesi ile BDP
Belediyeleri Afet Destek Noktasına
geldik. Burada bizi koordinasyondan
sorumlu bir arkadaş karşılayarak kısa
bir bilgi verdi. 7 komisyon oluşturmuşlar öncelikle. Mahalle, halkla ilişkiler
gibi. İlk etapta ne yapacağımızı bilmeden etrafımıza baktık. Bizden önce
Diyarbakır'dan bir grup gelmiş, buradaki birtakım işleri (dağıtım vs.gibi)
onlar üstlenmiş. Önce burada bulunan
Diyarbakır grubuyla ortak nasıl bir
çalışma yürütebileceğimizi konuştuk.
Gelen yardımlar çok dağınık üst üste
istif edilmiş. İlk önce gelen yardımlardan giyecekleri, erzakları, çocuk
mamalarını ve bezlerini, ayakkabıları
sınıflayarak tanzim ettik. Dağıtım yapılacak ana depoya taşınmak üzere hazırladık. Bu arada da Diyarbakır grubuyla kolektif bir çalışma grubu olduk.
Yerel gençlikle mola aralarında sohbet
ederek tanıştık. Çalışma grubumuzun
içerisinde tanıştığımız gençlerden biri
de Ceylan Önkol'un abisiydi. Kısa bir
öğle yemeğinin ardından tekrar işe
koyulduk. Bu kez biraz daha organize
çalışıyorduk. Hem sohbetlerle, çalışma
gurubuyla dostluklar artıyor hem de
neyin nerde olduğunu öğreniyorduk.
Yorucu bir günü sonunda akşam olmuştu. Aş evinden gelen akşam yemeği için çağrı yapıldığında biz elimizdeki işleri bırakmak istemiyorduk. Ancak
hava kararmıştı, bir de akşam soğuğu
bıçak gibi kesiyordu. Mecburen işi bıraktık yemek yemeye gittik.
Akşam yemeğinin ardından yerel
gençlik bir bidon içerisinde ateş yaktı.
Ateş etrafında sohbetler başladı. Çay
eşliğinde Kürtçe şarkılar da. Gençlikten biri Kürtçe şarkısını söylerken biri
Kürtçe rap söyledi. Hava soğuktu ama
dostluk çok sıcaktı. Sakarya, Kars, Van
üniversite öğrencilerinin okullarını
bırakarak yardıma geldiklerini öğrendik. Uzun yolun üzerine bir de çalışma
olunca oldukça yorulmuştuk. Akşam
kalacağımız çadırlar gündüz yağan
yağmurdan ıslanmıştı. Bizden gelen
bir arkadaşın Tatvan'da oturan akrabalarında geceyi geçirdik.
İkinci gün sabah 06:00'da kalktık. Kahvaltının ardından Erciş'e geri gelerek
dağıtım yapılacak gruba dahil olduk.
Adana grubu olarak ikiye ayrıldık. Bir
grup köylere dağıtıma gidenlere bir
grup olarak da mahalle dağıtımlarına
çıktık. Dahil olduğumuz grupla Çelebibağı beldesine bağlı Cumhuriyet
mahallesine dağıtıma çıktık. Kamyonla tek tek evleri dolaşarak 150'nin
üzerinde eve geceden hazırlanan erzak ve battaniyeleri dağıttık. Her eve
uğradığımıza bahçelere halkın kendi
imkânları ile brandalarla çadır kurduğunu gördük. Kızılay çadırları çok
azdı. Erciş'i depremden daha çok yoksulluğun vurduğunu girdiğimiz evlerde gördük. Sabah çıktığımız dağıtım
akşam 16:00 gibi bitti. Akşam tekrar
Çelebibağı Belediyesi ile BDP Belediyeleri Afet Destek Noktasına döndük.
Akşam raporumuzu hazırlayarak bulunduğumuz afet destek noktasına
teslim ettik. Raporumuzda eksikleri
ve yaşanan olumsuzlukları belirterek,
bundan sonra gelecek gönüllülerin
daha iyi çalışabilmesi için alınacak önlemler ve yapılacak organizasyon önerilerinde bulunduk. Gece ana depoyu,
diğer depoları, aş evlerini gezdik. Devlete ait binalarını çok sayıda asker ve
polisin koruduğu gördük.
Erciş'te sarsıntılar devam ediyor. Gittiğimiz gün hafif sarsıntılar olurken
ikinci gün 4,6 ölçekli bir sarsıntı oldu.
Erciş sokakları ilk gün çöpten ve pislikten geçilmiyordu. Bizim geldiğimiz
sabah Diyarbakır Belediyesi temizlik
işçileri de gelmişti. Tüm sokaklar ve
caddeler Diyarbakır Belediye işçileri
tarafından temizlendi. Avea, Turkcell,
Ziraat Bankası kuruluşlar da gezici
para makinelerini de getirmeyi ihmal
etmemişler! Hemen yanında Enkaz
No:32 Emrah Apt. yazılı tabela var. 14
katlı bina yerle bir olmuş, kurtulan var
mı bilinmiyor.
Dağlarda ovalarda zincirlerini kır
Bayramın ikinci günü dağıtım ekipleri akşam yemekte buluştuk. Bugün
işe yarar bir şeyler yapmanın gönül
hoşluğu ile hep birlikte yemekler yenildi. Ankara'dan 3 kişilik bir grup da
gelmişti. Hep beraber yakılan ateş etrafında sohbetlerimiz yaptık, çaylarımızı
içtik. Gece boyunca Diyarbakır grubu Kürtçe ve Türkçe şarkılar, marşlar
söylerken yerel gençlik de onlara eşlik
ettiler. Bir marş oldukça anlamlıydı. 30
yıl öncesine dayanan PKK'nin ilk kurulduğu yıllardan bir marştı bu. "Dağlarda ovalarda zincirlerini kır da gel".
Şarkılar, marşlar gece boyunca sürdü.
Gece saat 02:00 sularında yatmak için
çadırlarımıza geçtik, ama sohbetler
burada da devam etti.
Üçüncü gün sabah Sağlık Merkezinde
kahvaltımızı yaptıktan sonra ana depoya gittik. Burada gelen erzakları depolara taşıma işlerine yardım ettikten
sonra erzakları ayrıştırarak dağıtıma
hazırladık. Saat öğlen 12:30 olmuştu.
Yapacağımız işi bitirdikten sonra dostlarla vedalaşmak üzerek konumlandığımız Çelebibağı Belediyesi ile BDP
Belediyeleri Afet Destek Noktasına
döndük. Ayrılık zordu. Diyarbakır grubuyla iyi bir ekip olmuş, yerel gençlikle
gönül bağını geliştirmiştik. Vedalaşma
abartısız 1 saat sürdü. Biz dönüyorduk
ama yüreğimiz Erciş'te kalıyordu.
Kaldığımız 2.5 gün boyunca Erciş'e
bağlı Çelebibağı Belediyesi ile BDP
Belediyeleri Afet Destek Noktasında
görev aldık. Bulunduğumuz yerde yapılacak çok iş olunca çevre köylere ve
Van merkeze gitme imkânımız olmadı.
Dolayısıyla çok fazla gözlem de yapamadık. Ancak şu da gerçek ki devlet
Erciş'te yok. Burada başta Diyarbakır
Büyükşehir belediyesi olmak üzere
Nusaybin Belediyesi, Silvan Belediyesi, Cizre Belediyesi, Batman Belediyesi
Sağlık ekibi gece gündüz çalışma yürütüyorlar. Geleceğimiz gün Batman
TTB odası çalışanları geldi.
Deprem merkezi Erciş ve Van merkezde görev alacak gönüllülere çok ihtiyaç
var. Özellikle çadıra ve sağlık ekiplerine, öncülere daha çok ihtiyaç var.
Buradan Adana ve Diyarbakır grubu
dostlara, yerelden tanıştığımız tüm yürek dostlarına sevgiler.
Adana'dan İşçi Meclisi okurları
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:16 - Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
NƦNRJHQNXN
%XUMXYDLNWLGDUÜQ.VHQGURPX
.ÖUWNDGÜQNÜ]ÜOEDí
Ş
ovenizm, dinci-gericilik ve erkek
egemenciliği, burjuva gerici sınıf
egemenliğinin bileşenleridirler. Bunlar işçi sınıfı ve ezilen cins, ezilen ulus
mücadelelerine karşı kitlelerin en ilkel
ve geri korku ve saldırganlıklarının
kışkırtılmasında, burjuva politika ve
egemenlik araçları olarak kullanılır.
Bununla da kalmıyor. Kürt halkının
mücadeledeki önemli demokratik kazanımlarından olan, Kürt kadınların
mücadeledeki yeri ve öne çıkışını hedefe çakan iğrenç bir erkek-egemenci
propaganda el altından yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Komünistlerin, devrimcilerin, demokratların, muhaliflerin "kadın ve çocukları kullandıkları,
devlete karşı öne sürüp kalkan olarak
kullandıkları" türünden beylik gerici
lâfebeliği giderek daha sık biçimde
kullanılıyor.
Burjuva devlet ve hükümet, Kürtlere
ve kadınlara baskı ve saldırganlığın
yanında Alevileri de boş bırakmıyor. AKP Hükümeti, referandum ve
seçimlerden itibaren, dinci-gerici
medyanın Alevi avcılığı kampanyalarının eşliğinde devlet bürokrasisi
ve kurumları içindeki Alevilere karşı
bir operasyon yürütüyor. Dinci-gerici
medya ordu, polis, bürokrasi içinde
sanki çok Alevi varmış da "Aleviler
devleti ele geçirecekmiş" gibi abartılı
bir kampanya yürütüyor, tek tek bürokrasi ve kurumlar içinde Alevileri
hedef gösteriyor, çok geçmeden Hükümet de hedef gösterilenleri görevden uzaklaştırıyor! Dinci-gerici bir
burjuvanın "Mihri Belli'nin cenazesini
şeytan kaldırdı" sözlerinin dinci-gerici
medyada manşet olması, öldürülen
Alevi gerillalara dönük "teröristin cenazesi cem evinden kalktı" başlıkları,
ölen Alevi askerlerin ailelerine bile
zorla Sünni cenazesi yaptırılması, bu
saldırganlığın örnekleri…
Erdoğan, Dersim katliamı tartışmasını
"bu görevin de işçi sınıfının bağımsız
sosyalist devrimci ideolojisi, siyaseti,
örgütlenmesi ve mücadelesinin omuzlarında olduğu" anlamına gelmektedir.
Bir "K" daha lazım!
AKP Hükümeti, Kürt halkının mücadelesine karşı şovenist olduğu kadar
dinci-gericilik çığırtkanlığına da daha
yoğun olarak başvurmaya başladı; son
dönemde şovenizm, dinci-gericilik
ve erkek egemenciliğinin daha rezilce
kombinasyonlarını yapıyor.
Erdoğan ve bakanları son dönemde
Kürt yurtseverlerin "Müslüman olmadığı, Zerdüşt olduğu" türünden dincigerici propagandayı iyice yoğunlaştırdı. Türk burjuva şoven ve dinci-gerici
medyasında, KCK operasyonlarında
tutuklananların, "Müslüman olmadığı, Kürtleri Zerdüştlüğe geçirmek için
zor kullandıkları" türünden iğrenç bir
dinci-gerici propaganda, KCK operasyonlarının yarattığı hoşnutsuzluğu
tamponlamak, kitlelerin en ilkel ve
gerici içgüdülerini körükleyerek Kürt
düşmanlığını rasyonalize etmekte kullanılıyor.
Burjuvazinin "3K"
sendromunun
derinleşmesiyle de
kalmayıp, en eski göz
ağrısı olan komünizmin
"K"sı sendromunu da
büyütmenin zamanıdır.
İşçi sınıfı, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen mezhep ve dinci gericilik
sorunlarının çözümünü birey ve grupların alt kimliklerinin özerkliğinde
gören liberal çoğulcu demokratizmden köklü bir biçimde ayrışır.
Şovenizm, erkek egemenciliği ve dinci-gericiliğe karşı mücadeleden
çekinerek bu alanlarda kendine düşen görevi unutmaz.
da şovenizm ve dinci gericilik ağlarına
dolayarak tanınmaz hale getiriveriyor. Kılıçdaroğlu'na "Sen Tuncelili
değil misin, aşiretini söyle, mensubu
olduğun dini söyle" diye tepiniyor.
Kılıçdaroğlu'nun yanıtı da aynı telden:
"Başbakan ayrımcılık yapmaktadır.
Sayın başbakanın zihin haritası Ermeni diasporası ile aynı paraleldedir." İşte
size burjuva partiler arasında Dersim
katliamı tartışmasının mahiyeti ve düzeyi! Katliamın suçunu her biri diğerinin tarihsel öncüllerinin üzerine atarak pek bir üzüntüler dile getirirken,
katliamı nasıl perdeleyip şovenizm ve
dinci gericilik sosuna bulayarak servis
ettiklerinin kısa bir özeti!
biçimlerine olduğu kadar, tüm yeni
biçim ve bileşimlerine karşı sosyalist
devrimci demokrasi mücadelesi yakıcı
görevini ortaya koyar.
İşçi sınıfının görevi
İşçi sınıfı, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen mezhep ve dinci gericilik sorunlarının çözümünü birey ve grupların
alt kimliklerinin özerkliğinde gören
liberal çoğulcu demokratizmden köklü bir biçimde ayrışır. Şovenizm, erkek
egemenciliği ve dinci-gericiliğe karşı
mücadeleden çekinerek bu alanlarda
kendine düşen görevi unutmaz. İşçileri ürkütmemek, kaçırmamak, tedirgin
etmemek gibi sefil ve soysuzlara yaraşır bir hesaplılıkla davranan küçük
burjuvanın ya da liberal aydının fırsatçılığına ve ikiyüzlülüğüne de düşmez.
Ve tüm bunlar, bir kez daha, tıpkı
ezilen ulus, ezilen cins sorunları gibi
dinci-gericilik sorununda da, işçi sınıfının burjuva sınıf egemenliğine karşı
sosyalist devrimci demokrasi mücadelesinin, bu eksenden demokratik eğitim ve mücadelesinin yakıcı önemini,
yakıcı görevini ortaya koyuyor. Burjuvazinin çözülen önceki tekçi egemenlik biçimini, tek ulus, tek cins, tek
dinciliğin her birini diğeri ile takviye
ederek sürdürmeye ya da neoliberal
çoğulculuk ile iç içe geçirerek yeniden
üretmeye çalışması, demokrasi mücadelesinin önemini azaltmaz. Tam tersine burjuva sınıf egemenliğinin eski
Bugün Kürt ulusal hareketi, Türkiye
burjuvazisi, devleti ve hükümetinin en
pervasız biçimde kullandığı dinci-gericilik kartına karşı mücadele etmekle
birlikte; bunu dinle uzlaşarak ve liberal reformist bir din anlayışı ile yapmaktadır. Orta sınıftan kadın hareketleri, ezilen cins sorununun da önemli
bir bileşeni olan dinci-gericiliğe karşı
mücadele etmekle birlikte; ufku liberal-demokratik bir din anlayışının
ötesine pek geçmemektedir. Diğer
yanda ise sınıfı zehirlemek üzere dinci-gericiliğe muhalefet adı altında toplaşmış ulusalcı, Kemalist, sosyal şoven
laikçilik anlayışları vardır. Sonuç,
Komünistler ve sınıf bilinçli
işçiler, ezilen ulus, ezilen cins,
ezilen mezhep ve din-gericilik
sorunlarında tekçi egemenliğe
karşı mücadeleyi, neoliberal
burjuva demokrasisine karşı
ve onu yıkma mücadelesi
temelinden, sosyalist devrimci
demokrasi mücadelesi
ekseninden ele almalıdır.
Küresel tekelci kapitalizmin mali oligarşik egemenliği koşullarında, din
sorununun burjuva demokratik çözümünün olanak ve sınırları daralmıştır.
Bu, örneğin Türkiye'de Diyanet kaldırılsa ve din zorunlu ders olmaktan
çıkartılsa bile -demokratik mücadele
talepleridir-, dinin ve dinci-gericiliğin
bin bir bağla bağlanmış ve kaynaşmış
olduğu sermayenin egemenliğinin
bir biçimi ve bileşeni olmaktan çıkmayacağı anlamına gelir. Dine ve
dinci-gericiliğe karşı mücadele her
zamankinden fazla onun burjuva sınıf
ve sermaye temeline karşı mücadele
koşuluna bağlı hale gelmiştir. Burjuva
sınıf egemenliğin yıkılması ve tüm
sermaye ilişkilerinin kaldırılması ise
her türlü dinsel ayrımcılıktan başlayarak ve onunla iç içe her türlü dinin ve
sosyal gericilik biçimlerinin ortadan
kaldırılmasının, sönümlendirilmesinin olmazsa olmaz koşuludur.
Sosyalist devrimci işçi sınıfı, bugünün dinci-gericiliğine karşı mücadele
görevinin üstünden atlamadan, tam
tersine, özellikle de ezilen ulus ve ezilen cins mücadelelerini bastırma ve
engellemede dinci-gericilik sopa ve
çığırtkanlığının kullanılmasına karşı
da özel bir hassasiyet ve enerjiyle, bu
eksenden mücadele edecektir.
Evet, burjuvazinin sınıf egemenliğinin
tek ulus, tek cins, tek din vb. tekçi biçimleri, emperyalist kapitalizmin içsel
dönüşümüyle, sarsıntılarla, mücadelelerle çözülüyor, çözülmeye devam
edecek. Komünistler ve sınıf bilinçli
işçiler, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen
mezhep ve din-gericilik sorunlarında
tekçi egemenliğe karşı mücadeleyi,
neoliberal burjuva demokrasisine
karşı ve onu yıkma mücadelesi temelinden, sosyalist devrimci demokrasi
mücadelesi ekseninden ele almalıdır.
Burjuvazinin "3K" sendromunun derinleşmesiyle de kalmayıp, en eski göz
ağrısı olan komünizmin "K"sı sendromunu da büyütmenin zamanıdır.
4
NƦNRJHQNXN
ñíVL]YHJÖYHQFHVL]
ÐðUHWPHQOHU$QNDUD
GD\GÜ
İşsiz ve güvencesiz öğretmenler Ankara'da Ücretli öğretmenliğin kaldırılması, tüm
öğretmenlere kadro ve güvence
sağlanması talepleriyle örgütlenen ataması yapılmayan ve
güvencesiz öğretmenler 26
Ağustos'taki eylemin ardından
yine Ankara'daydı. Yaklaşık 60
ilden Ankara'ya gelen 1500'den
fazla öğretmen 19 Kasım
sabah 09.30'da Demirtepe
Köprüsü'nün altında bir araya
geldi.
"Kadrolu atama, güvenceli
çalışma", "Güvenceli iş güvenceli gelecek istiyoruz", "Susma
haykır, atama haktır", "Ücretli
köle olmayacağız", "Öğretmenler işsiz, okullar öğretmensiz",
"AKP'den hesabı öğretmenler
soracak", "11 bini aldınız, 44
bini çaldınız", "KPSS mezara,
öğretmenler okula" sloganları
ve dövizleriyle yürüyen öğretmenlerin coşkulu kortejine
Ankaralılar da alkışları ile
destek verdi. Özellikle güzergah üzerindeki dershanelerin
öğrenci ve öğretmenlerinin
sloganlara eşlik etmesi dikkat
çekti.
Öğretmenlerin yürüyüşü Güvenpark girişinde polis tarafından kesildi. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'in "O öğretmenler hiçbir şekilde bakanlığın bahçesine girmeyecek"
talimatı vermesi nedeniyle
durdurulan öğretmenler, uzun
bir süre boyunca bakanlığa
gitmek için ısrar etti. Saatler
süren bekleyişin ardından 81
úQVDQFDDVJDUL
FUHWLoLQVRNDùD
Dev Sağlık-İş Sendikası, "İnsanca asgari ücret istiyoruz" şiarıyla başlattığı kampanyaya ilişkin birçok
ilde açıklamalar yaptı.
Dersim'de Devlet Hastanesi Poliklinikler önünde
bir araya gelen Dev Sağlık-İş üyeleri, "Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız. Ya siz?", "Tayyip sen yaşa 690 liraya", "Susma sustukça sıra sana
gelecek" şeklinde sloganlar attı.
Asgari ücretle yaşamaya mahkum edilmelerini protesto eden taşeron sağlık işçileri, "İnsanca yaşayacak
asgari ücret istiyoruz" sloganıyla kampanya başlattıklarını duyurdu.
Adana'da ise Dev Sağlık-İş ve SES ortak basın açıklaması düzenledi. Çukurova Üniversitesi Balcalı
Hastanesi önünde toplanan sağlık emekçileri adına
Dev Sağlık-İş Genel Örgütlenme Sekreteri Mustafa
Hotlar açıklama yaptı.
ili temsilen 200'e yakın temsilci Milli Eğitim Bakanlığı'na
gidebildi.
Milli Eğitim Bakanlığı bahçesinde yapılan açıklamayı
İstanbul Ataması Yapılmayan Güvencesiz Eğitimciler
Meclisi'nden (AYGEM) Yasemin Çim okudu. Ataması
yapılmayan 300 bin öğretmeni
temsilen Ankara'ya geldiklerini
söyleyen Çim, eğitim fakültelerinden mezun olmalarına
ve diploma almalarına karşın
KPSS'ye tabi tutulduklarını ve
11 bin gibi sınırlı atamalarla
karşılaştıklarını belirtti.
Çim, sosyal güvenceden yoksun, dershanelerde ya da devlet
okullarında ücretli öğretmelik
yapmak zorunda kaldıklarını
ifade etti. Milli Eğitim Bakanı
Ömer Dinçer'in Atanmayan
öğretmen gibi bir uyduruk sorun yarattılar" sözüne de tepki
gösterdi ve "2,5 milyon işsizin
300 bini öğretmendir. Yani her
8 işsizden birisi öğretmendir"
dedi.
"Bizim umutlarımızı hayallerimizi seçim meydanlarında
kullanan siyasiler bizi çözümsüzlük sürecine mahkum etmiş
ve 27 hayatın solup gitmense
sebep olmuştur" sözlerini sarf
eden Yasemin Çim, güvencesizliğin en acı deneyimini
Van'da yaşadıklarını da hatırlattı.
Maliye Bakanlığı'nın 2012 bütçesine göre 2012 atamalarında
da adaletsizliğin süreceğini dile
getiren öğretmenler; ücretli
öğretmenliğin kaldırılması,
yıl sonuna kadar 44 bin atama
yapılması, kadronun ve güvencenin sağlanması ve atamalara
2012 bütçesinde yer verilmesi
taleplerini sıralayarak eylemini
sonlandırdı.
Asgari ücretin insanca yaşam koşullarına göre belirlenmesi gerektiğini kaydeden Hotlar, eğitim, sağlık,
ulaşım ve barınma gibi temel hizmetlerin parasız
olması gerektiğini vurguladı.
İşçi ve emekçileri açlığa mahkum eden asgari ücreti
ve çalışma koşullarını kabul etmeyeceklerini ifade
eden Hotlar, herkesi sermayenin yararına emekçilerin zararına olan bu politikalara karşı mücadele
etmeye çağırdı.
Asgari ücretin belirleme toplantısının yapılacağı
gün Ankara'da Çalışma Bakanlığı'nın önünde olacaklarını duyuran Hotlar, "En temel ihtiyaçlarımızı
paralı hale getiren programları ve bizleri açlığa
mahkum eden asgari ücreti kabul etmeyeceğiz"
dedi.
Dev Sağlık-İş üyesi taşeron sağlık işçileri, Ankara'da
Hacettepe Üniversitesi Hastanesi, Samsun'da Gazi
Devlet Hastanesi, Bursa Uludağ Üniversitesi Hastanesi, Kocaeli'de Kocaeli Üniversitesi Hastanesi,
Diyarbakır'da Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi, Çanakkale'de Çanakkale Devlet Hastanesi, Antalya'da Akdeniz Üniversitesi Hastanesi,
Ağrı'da Ağrı Devlet Hastanesi, Ağrı Patnos Devlet
Hastanesi, Hakkari'de Yüksekova Devlet Hastanesi,
Mardin'de Kızıltepe Devlet Hastanesi önünde basın
açıklamaları yaparak kampanyanın startını verdi.
6HQGLNDO*o%LUOLùL3ODWIRUPXH\OHPL
Sendikal Güç Birliği Platformu,
kıdem tazminatının gasp edilmemesi, insanca yaşanacak asgari
ücret, gelir vergisinin yüzde 15
olarak sabitlenmesi ve demokratik
bir anayasa talebiyle topladığı 75
bin imzayı Meclis'e gönderdi.
Galatasaray Lisesi önünde toplanan Platformu bileşeni sendikalar Taksim Meydanı'na yürüdü.
"Sendikalaşma nedeniyle işten atmaları kınıyoruz", "Kıdem tazminatımıza dokundurtmayız" pankartlarını açan işçiler, "İnsanca
yaşamak istiyoruz", "Zafer direnen
emekçinin olacak", "Birleşe birleşe
kazanacağız", "Hak verilmez alınır
zafer sokakta kazanılır" şeklinde sloganlar attı. Kortejlerden en
çok, "Kumlu gidecek başka yolu
yok", "Suskun Türk-İş istemiyo-
ruz", "Türk-İş uyuma işçiye sahip
çık" sloganları atıldı.
Eyleme TÜMTİS, Tez-Koop-İş,
Belediye-İş, Harp-İş, Tek Gıdaİş, Hava-İş, Yol-İş, TGS, Selülozİş, Petrol-İş sendikaları katılım
sağladılar.
Taksim Meydanı'nda Sendikal
Güç Birliği Platformu adına basın
açıklamasını Tez-Koop-İş Sendikası İstanbul 5 Nolu Şube Başkanı
Rabia Özkaraca Över yaptı.
Kıdem tazminatlarının fona devredilmesi ve yeniden yapılandırılmasına dair kanun tasarısının
tüm çalışanların haklarını geriye
götüreceğini vurgulayan Öven,
"Kıdem tazminatımıza dokundurtmayacağız" dedi.
Öven, temel ihtiyaç harcamalarına sürekli zam yapıldığını,ancak
asgari ücretin küçük güncellemelerle geçiştirildiğini söyleyerek,
asgari ücretin insanca yaşanacak
bir düzeye çekilmesini ve asgari
ücretten vergi kesilmemesini istedi.
Öven açıklamasının devamında
Türk-İş yönetimini eleştirdi. Türkİş'in sendikal anlayışının değiştirilmesi için oluşturdukları Sendikal Güç Birliği Platformu'nun
çalışmalarından Türk-İş yöneticilerinin rahatsız olduğunu belirten Öven, 8 Aralık'ta başlayacak
olan genel kurula katılımlarının
engellemek için Ankara dışında yer ayarlandığını, Başkanlar
Kurulu'nun ise halen toplantıya
çağırılmadığını açıkladı.
5
NƦNRJHQNXN
6DðOÜNHPHNÁLOHUL*Ð5(9GH\GL *HU]HOLOHU
6HUPD\HQLQGRNWRUXROPD\DFDðÜ] \DüDP×VDYXQGX
27 Kasım günü Sinop'un Gerze ilçesinde yaklaşık on bin kişinin katıldığı mitingde Anadolu Grubu'nun Sinop, Gerze'de kurmak istediği
kömürlü termik santral protesto edildi. Mitinge
Türkiye'nin farklı il ve ilçelerinden yaklaşık on
bin kişi katıldı. "Gerze'de Termik İstemiyoruz,
Termiğe İnat Yaşasın Hayat" sloganlarıyla tepkilerini dile getirdi. Miting alanında, Hopa'da öldürülen Metin Lokumcu'yu selamlayan pankartlar da
yerini aldı. Köylülerin ve Yeşil Gerze Platformunun kortejin önünde yer aldığı yürüyüşte coşku
hakimdi. Yeşil Gerze Platformu (YEGEP) tarafından düzenlenen mitinge Yaykıl köylülerinin yanı
sıra, ÖDP, TKP, EHP, Halkevi, Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz İsyandadır Platformu,
Gençlik Muhalefeti, Yeşiller Partisi, Ekoloji Kolektifi, Greenpeace de yer aldı.
Çapa'da sağlık emekçileri, 22
Kasım sabah 9.00'dan itibaren
işyerlerindeki "GöREV" çadırlarının önünden harekete geçtiler.
Hastane bahçesini defalarca
dolaşan öğretim üyeleri, uzman
hekimler, asistanlar, öğrenciler ve
taşeron işçiler sağlıkta ve tıp eğitimindeki yıkıma karşı sloganlar
attılar, alkışlı ve yuhalı protestolar yaptılar, özgün dövizleriyle
öfkelerini ve mücadele isteklerini
yansıttılar.
AKP hükümetinin geceyarısı operasyonu ile Sağlık
Bakanlığı'na bağlanan ve iş
güvencesi dahil bütün kazanımlarını kaybetmekle karşı karşıya
kalan her yaştan ve vasıftan
sağlık emekçileri, yaptıkları konuşmalarda eylemlerin devam
edeceği mesajını verdiler. Eylem
sırasında 9 Eylül Üniversitesi ve
Antalya Akdeniz Üniversitesi Tıp
Fakültelerinde de iş bırakıldığı
duyuruldu. Sağlık emekçileri
KHK geri çekilmediği takdirde
süresiz genel grev de içinde olmak üzere bir dizi eylemle yanıt
vereceklerini duyurdular.
Eylem sırasında "Tıp Öğrencileri"
imzalı "Şimdi bize ne olacak" ve
"Çapa Öğrencileri" imzalı "Peki
Türk hekimlerini kime emanet
edeceğiz" pankartları taşındı.
Taşeron işçiler güvenceli çalışma talebini ifade eden kendi
pankartlarıyla eylemde yer aldılar. Eylemde "Sağlıkta ticaret
ölüm demektir", "Sağlık haktır
satılamaz", "Sağlık emekçilerine
şiddete hayır", "Hocalarımızı geri
istiyoruz", "Başka Cerrahpaşa,
başka İstanbul Tıp yok", "Baba
beni tıbba gönderme", "Beni kim
muayene edecek" gibi döviz ve
pankartlar taşındı.
Fındıkzade'de her iki üniversite
emekçilerinin buluşmasından
sonra Çapa Tıp Fakültesi'ne
dönüldü ve yürüyüş burada
da devam etti. Eylem sırasında
"Hastaneler halkındır satılamaz",
"Sağlıkta ticaret ölüm demektir"
"Sağlıkta yıkımı durduracağız"
sloganları atıldı. "Sermayenin
doktoru olmayacağız" sınırlı düzeyde atılan, fakat etkili sloganlardan biri olarak yükseldi.
İstanbul Tıp Fakültesi'nden Prof.
Dr. Raşit Türkel'in okuduğu basın açıklamasında hastanelerin
Sağlık Bakanlığı'na devredilmesiyle kar amaçlı kuruluşlar haline
getirildiğine ve eğitim ve sağlığın
düzeyinin düşürülmesine vurgu
yapıldı. Daha sonra İTO Başkanı
Taner Görgün söz aldı ve eylemin uyarı niteliğine işaret etti.
SES Genel Başkanı Çetin Erdolu
da yaptığı konuşmada mücadelelerinin süreceğini belirtti.
Heyecan ve öfke her üç konuşmanın ortak yanını oluşturuyordu.
Tıp öğrencileri adına konuşan
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi Ahmet Gürbüz, tıp eğitiminin düzeyinin düşürüldüğünü
ve mezuniyet sonrasında da
mecburi hizmeti tamamlamadan
diplomalarının verilmediğini, el
koyulduğunu belirtti. Taş-İş-Der
adına yapılan konuşmayı yapan
kadın işçi Güneş Cengiz de en
ağır ve pis işlerin kendilerine verilerek güvencesiz çalıştırıldıklarını söyledi ve güvenceli çalışma
taleplerini ifade etti. Bir asistan
hekimin Asistan Hekim Kurultayı Sonuç Bildirgesi'ni okumasının ardından İlkay Akkaya
ve Grup Yorum'un türküleriyle
eylem sona erdi.
7ÖPHQJHOOHUHUDðPHQ
LOHUOH\HQELUGLUHQLí
Liman direnişi 4 ayı devridi. Liman
işçileri bir yandan işe iade davalarının sonuçlanmasını beklerken, diğer
yandan 120 gündür süren onurlu
direnişlerinin işe geri dönerek sonuçlanmasını istiyorlar.
Direniş her türlü engeli dayanışma
ve kardeşleşme duygusuyla aşmasını bildi. MIP patronunun işçileri
bölme çabası boşa çıkarılması, ekonomik sorunlar, mevsim koşulları,
ama en çok da sendikanın işçileri
tatmin edecek bir duruş göstermemesi bu engellerin başında geliyor.
Çadırın önüne konulan tenekede
yakılan ateş sadece ısıtmıyor, süren
onurlu direnişin de simgesi oluyor.
Liman-İş Sendikası direnişe ilgisiz,
görmezden gelen ve idareci bir tutumu var. Ancak, direnişteki işçilerin
direnişi devam ettirmekteki ısrarları
sendikayı da zorluyor.
Ancak işçilerin giderek sabırlarının
tükenmesi sendikayı giderek daha
fazla zorluyor. İşçilerin taleplerini
dile getirdikleri her an MIP patronunun ve ortaya çıkan teslimiyetçi
sendikal gerçeğin teşhir olmasına
neden oluyor. Patronun ve sendikanın işçilerin taleplerine karşı takındığı her yeni tavır işçileri birbirlerine yaklaştırırken, tek ve yegâne
çözümün çadırın çatısı altında
ortaya çıkacağı fikri daha bir bilince
çıkarılıyor. Öneriler zenginleşiyor,
Mitingde konuşan Gerze Belediye Başkanı Osman
Belovacıklı, denizi, havası, suyu, insanları tertemiz olan Gerze'yi kirletmeye kasteden termikçi
şirketi protesto ettiklerini belirterek "Halkımızın
bu karalı direnişi olduğu müddetçe buraya termik
santral yapamayacaklar. Mücadelemize katılan
destek veren herkesi selamlıyorum" dedi.
YEGEP Sözcüsü Şengül Şahin ise 3 yıldır Gerze'yi
termik santral ile kirlettirmemek için gecelerini gündüzlerine kattıklarını vurgulayarak "Yaykıl köyünde her daim nöbete kalarak mücadele
vermekteyiz. Mücadelemize üniversite öğretim
üyelerinden, diğer termik santral karşıtı platformlardan, Derelerin Kardeşliği Platformu'ndan,
Karadeniz İsyandadır Platformu'ndan, gençlik
örgütlerinden, siyasi partilerden, sendikalardan,
kitle örgütlerinden destekler geldi, hepsine teşekkür ederim. Biz de bu destek ve kararlılık olduğu
sürece bu santrali kurdurmayacağız" diye konuştu.
Yaykıl Muhtarı Ahmet Tiryaki, tüm ülke çapında
gelen desteklerin kendilerine moral verdiğinin altını çizerek "Termik santrale karşı mücadelemizde
ölmek var dönmek yok diyoruz. Termikçi şirket
buraya santral yapamayacağını görsün ve defolup
gitsin. Öyle üç beş kişinin tarlasını satın almak ile
bu işin başarılamayacağını görsün, parayla emellerine ulaşamayacağını görsün" dedi.
"var mıyız arkadaşlar?", "hep birlikte
miyiz!" çağrısı "sonuna kadar!" biçiminde cevap buluyor.
Sendika ile patronun görüşmelerinden Aralık ayında 7, Ocak ayında
8 işçinin alınması, sonrasındaki 3
ay içinde de diğer işçilerin Taşeron
Uğur-San adlı şirkette işe alınması
için protokol imzalanacağı teklifi çıktı. Bunun koşulu ise çadırın
kaldırılması. Sendika tarafından
ileri bir kazanım olarak sunulmaya
çalışılan bu durum işçiler tarafından
kabul görmedi. 17 Kasım günü direnişçi işçiler ile, Liman-İş yöneticilerinin bir araya geldiği toplantıda bu
teklif işçiler tarafından reddedildi.
Sert tartışmaların yaşandığı toplantıda işçiler, direnişin sürmesinin ve
kazanımla sonuçlanmasının sigortası olarak gördükleri çadırı net bir
sonuç alana kadar kaldırmayacaklarını ifade ettiler. İşçiler teklifi ise 15
işçinin hemen, geriye kalan işçilerin
ise yapılacak protokolün ardından
3 ay içinde taşerona değil MIP
bünyesinde işe geri alınması. Bu
sonucu alana kadar da çadırın kalkmayacağını net biçimde ifade eden
işçiler, "kazanana kadar mücadeleye
devam" diyorlar.
6
NƦNRJHQNXN
$UW$NVHVXDU
GD
*($LíÁLOHUL\OH
GLUHQLüND]DQG×
XOXVODUDUDVÜGD\DQÜíPD
Topkapı'da kurulu Art Aksesuar isimli
fabrikada gasbedilen ücretleri için mücadele yürüten işçiler, patronun işten
çıkarma saldırısı ile karşılaştılar. Bu
saldırıyı protesto eden işçiler fabrika
önünde bir basın açıklaması yaparak
atılan işçilerin geri alınması ve ücretlerinin ödenmesi talepleriyle direnişe
başladılar.
LabourStart Küresel Dayanışma
Konferansı'na katılmak için ABD, Kanada, Ortadoğu ve Afrika başta olmak
üzere dünyanın birçok ülkesinden
İstanbul'a gelen sendikacı ve emek
dostları, Gebze OSB'deki GEA Klima
önünde direnişte olan Birleşik Metalİş Sendikası üyelerine dayanışma ziyaretinde bulundu.
Burada açıklama yapan Birleşik Metalİş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,
yüzde yüz Alman sermayesi olan GEA
Klima'nın patronunun, Almanya'da
olsa işçi kıyımı yapamayacağını belirterek "Türkiye'de böyle bir olumsuzluğun, pervasızlığın yaşanmasının
nedeni sermaye ve iktidarın sendikal
örgütlenmeye engel olmak için yaptıkları işbirliğidir" dedi.
Türkiye'de işçilerin örgütlenmesinin
önünde hukuki engellerinde olduğunu söyleyen Serdaroğlu, "Dünyanın
hangi ülkesinde notere 50 Euro verip
sendikaya üye olunuyor, kaç ülkede
yüzde 10'lara varan iş kolu barajı söz
konusu" diye sordu.
GEA Klima şirketinin Çayırova Emniyet Müdürlüğü'ne hibe etmek üzere
10 bin 342 TL'ye 10 adet telsiz ve 10
adet kulaklık alarak "rüşvet" verdiğini hatırlatan Serdaroğlu konuşmasını
şöyle sürdürdü: "Ey devlet yetkilileri,
ey parayla tutulmuş satılmış köpekler
bizi yıldıramazsınız. Size bağırmaktan
sesimiz kısıldı, ama mücadelemizi engelleyemeyeceksiniz. Bizler bu ülkede
adaletsiz güce adalet öğretmeye karar-
lıyız. İşçinin alınterine göz diken hükümete adam gibi hükümet olmasını,
alınterimizi sömüremeyeceğini öğretmeye kararlıyız."
Serdaroğlu'nun ardından uluslararası
sendikacılar birer konuşma yaptı.
Uluslararası Metal Federasyonu (IMF)
adına Kristyne Peter, GEA patronunun işçilere karşı tavrından dolayı çok
öfkeli olduklarını söyledi. Yaşananların utanç verici olduğunu belirten
Peter, GEA'nın işçi haklarını tanıyacağına dair konfederasyonları ile anlaşmalı olduğunu kaydetti.
Peter ayrıca şunları söyledi:
"GEA dünyanın değişik yerlerinde faaliyetlerini sürdürmek istiyorsa talebimize yanıt vermeli. Biz sadece bir ülkeden değiliz, dünyanın her yerinden
olan işçileriz, güçlüyüz. Birleşen işçiler
yenilmezler. Sen bu işçilerin haklarına
saygı göstermek zorundasın."
Uluslararası Gıda Federasyonu adına konuşan Kirill Buketor ise, "GEA
güçlü görünüyor çünkü uluslararası ve
parası var. Ama işçi sınıfı daha güçlü,
çünkü biz daha çok ve güçlüyüz. GEA
biz işçilere savaş açtı. Bu savaşı kabul
ediyoruz" dedi. Adalet yoksa barış da
yok" sloganı ile sözlerini noktaladı.
Yaklaşık 50 ülkede üretim yapan
GEA Klima Sanayi ve Ticaret, Almanya sermayesine ait bir şirket.
Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze
Organize Sanayi Bölgesi'nde kurulu olan GEA'da 2009-2011 dönemi
toplu sözleşme sürecinde tüm işçileri
sendikaya üye yaptı. 6 Haziran'da 4
işçiyi ekonomik gerekçelerle işten çıkaran GEA patronu, 17 işçiyi daha teminatsız işten çıkardı. 19 Temmuz'da
ise sabah işbaşı yapmaya gelen tüm
işçiler fabrikaya alınmadı. Birleşik
Metal-İş Sendikası'na üye olan 68 işçi
fabrika önüne kurdukları çadırda direnişlerini sürdürüyor.
Fabrika önünde "Kölece çalışmaya ve
yaşam koşullarına hayır" pankartını
açıp bir süre slogan atarak bekleyen
işçiler etrafta bulunan işçilere yaptıkları eylemin içeriğini anlattıktan sonra
basın açıklaması gerçekleştirdiler.
Açıklamayı okuyan işten atılan ART işçilerinden Zeynel Nihadioğlu işçilerin
sigortalarının yapılmadığı, ücretlerin
geciktirilerek aylar sonra verildiği, iş
kazalarının bol olduğu iş yerinde tam
anlamı ile ortaçağ koşullarının hakim
olduğunu söyledi.
Nihadioğlu ayrıca "Evlerimizin kirasını
ödeyemedik. Kredi kartı borçlarımızdan dolayı evlerimize icra geldi. Günde
on buçuk saat her türlü sosyal güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırıldık.
Servis hakkımız bile yok. Bu ağır çalışma koşullarına karşı çıktığımız için,
işten atıldık. Bizler işten atılan işçiler
olarak işe geri alınıncaya kadar direnişimizi sürdüreceğiz. ART, Efe Galvano
ve Emre Toka'da çalışan tüm işçi arkadaşlarımıza sesleniyoruz; 'Artk yeter'
diyerek sesimizi yükseltelim." dedi.
Açıklamanın ardından işçiler açtıkları
pankartla fabirka önünde bekleyişlerine başladılar. Kısa bir süre sonra patron
işçileri işe geri alacağına dair haber yolladı. Bunun üzerine işçiler işbaşı yaptı.
7HNVWLOúüoLOHUL
'D\DQ×üPD3ODWIRUPX
Adana'da çeşitli firmalarda çalışan
tekstil işçileri sendikasız sigortasız
çalışmaya karşı bir kaç ay önce bir
araya gelerek talepleri doğrultusunda
çalışma başlattılar. Çalışma ayağının
ilk halkalarından biri tek tek atölyeleri gezerek diğer işçilerle konuşmak,
bildiriler dağıtmak oldu. Daha sonra
Adana yerelinde çeşitli televizyon ve
radyolarda çalışma koşullarının yaratmış olduğu sorunları ve taleplerini
dile getiren programlar yapıldı. İşçilerin talepleri arasındaysa; sigortasız işçilerin sigortalarının yapılması, uzun
çalışma saatlerinin düşürülmesi, esnek ve kötü olan çalışma koşullarının
düzeltilmesi, sendikal örgütlenmenin
önündeki engellerin kaldırılması, iş
güvencesinin verilmesi, ücretlerin
işçilerin yaşayabileceği seviye getirilmesi, yemeklerin düzeltilmesi, işçilere servis hakkının tanınması yer aldı.
26 Kasım günü ise saat 15:00'de İnönü Parkı'nda bir araya gelen Tekstil
İşçileri Dayanışma Platformu bileşenleri yaptıkları basın açıklamasıyla
taleplerini bir kez daha haykırdılar.
Yaklaşık 100 işçinin katıldığı açıklamada, işciler "Tekstilde sömürüye hayır", "Çok çalışıp az
kazanıyoruz","Tekstil işçisi köle değildir", "Sigortasız çalışmaya hayır",
"Çalışma koşulları iyleştirilsin" ve
"Biz çizgi film kahramanı değiliz"
dövizleri açtı. Açıklama sırasında ise
sık sık "Sigortasız çalışmaya hayır",
"Sömürüye hayır" sloganları atıldı.
Platform adına açıklamayı işçilerden
Reşit Kaplan okudu. Açıklamada kısaca şu vurgulara yer verildi. Binlerce
tekstil işçisi arkadaşımız uzun yıllardır sigortasız sendikasız çalışmaktadır, yurt genelinde 3 milyon 600 bin
tekstil işçisinden yalnızca 600 bini
kayıtlı çalışmaka kayıtlı işçilerinse
yüzde 10'u sendikalı olarak çalışmaktadır. Sigortasızlığın kural haline
geldiği tekstil atölyeleri, kendine has
kurallara göre şekillenmekte haftalık
50 saatin üzerinde çalışma saatleriyle
kendimize ve ailemize zaman ayıramamaktayız. Yemeklerimiz kötü ve
düzensiz mesai saatlerimiz, çalışma
koşullarımız kötü. İş kazalarının sık
yaşandığı sektörümüzde sosyal güvenceye sahip değiliz çocuk ve kadın
arkadaşlarımızın yoğun olduğu atölyelerde çalışma koşulları dahada ağırlaşmakta ve bizler çoğu aman asgari
ücret dahi olmayan bir ücretin altında
çalışmaya zorlanan işçiler olarak, yaşadığımız sorunlara kalıcı çözüm bulmak için bir araya geldik, 8 saat çalışmak, ailemize ve kendimize zaman
ayırmak, sosyal güvencemizin olduğu
çalışma yaşamı istiyoruz. İstediğimiz
emeğimizin karşılığını alabilmek,
üreten işçiler olarak emeğimizin üretimimizin karşılığını almak istiyoruz
buradan Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı'na çağrımız taleplerimize
çözüm üretmeleridir. Bizler tekstil
işçileri olarak kurduğumuz Tekstil
İşçileri Dayanışma Platformu ile
tüm bu taleplerimizin gerçekleşmesi
için mücadele edeceğiz, haklarımızı
almak için başlattığımız haklı mücadelemiz bundan sonrada sürecektir.
Adana'da çalışan tüm tekstil işçisi arkadaşlarımızı platformumuza ve haklarımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Adana Tekstil İşçileri
Dayanışma Platformu
7
NƦNRJHQNXN
(PHðLQNRUXQPDVÜPÖFDGHOHVL
WDULKLQHNHVLWVHOELUEDNÜí
İ
şçilerin sermayenin kör terörüne
karşı mücadelesi salt yoksullaşmaya
karşı ücret mücadelesi ile sınırlı kalamazdı ve kalmadı. İşçilerin sendikal,
sosyal, siyasal hak ve güvenceleri için,
kazanımlarının yasal olarak tanınması
için, siyaset alanında varolma ve bağımsız sınıf siyaseti için mücadeleleri
biçiminde gelişti. Ancak bu gelişim
kendiliğinden özsavunma mücadelelerin tek yanlı ve tedrici olarak siyasal
mücadelelere evrilmesiyle de olmadı.
Burjuvazinin büyük çaplı sermaye ve
iktidar yoğunlaşmasının, her düzeyde
sınıf karşıtlığını iç içe geçirmesi ve
şiddetlendirmesi, büyüyen siyasaltoplumsal sorunlar ve özgürlüksüzlük,
baskılar, krizler, savaşlar, yıkımlar, geleceksizlik, ekonomik olduğu kadar siyasal-toplumsal sarsıntılarla; işçi sınıfı
içerisine Marksist fikirlerin ve sosyal
devrim ve iktidar bilincinin taşınmasıyla, sosyalist özlem ve örgütlenmelerin yaygınlaşmasıyla da sıçramalarla,
iki yönden gelişti. Bugün burjuvazinin
son kalıntılarını da kaldırmakta ya da
biçimsel varlığını bile fiilen işlevsizleştirmekte olduğu; 8 saatlik işgünü,
kısmi iş güvencesi, kısmi işçi sağlığı ve
korunması, kadın ve çocukların ağır
ve tehlikeli işlerde çalışmasının yasaklanması, sosyal sigorta, emeklilik, toplu sözleşme ve grev, genel oy, burjuva
demokrasisinin sınıf güçleri dengesine
dayalı biçiminin – tüm bu kısmi hak
ve güvencelerinin her birinin arkasında, 100 yıllık, 150 yıllık, 200 yıllık
sınıf mücadeleleri, işçi kalkışmaları ve
devrimler vardır. Özellikle de 20. yüzyılın ilk yarısındaki Ekim Devrimi ve
proleterya ve sosyalizm mücadeleleri
dalgası vardır.
Kapitalizmin işçi sınıfına vermek
zorunda kaldığı emeğin kısmi korunması tavizleri, aslında işçi sınıfının
devrimcileşmesi ve sosyalizm tehdidine karşı kendi sistemini koruma ve işçi
sınıfını kapitalist sistem içinde tutma
çabasından başka şey değildi. Ancak
sosyal devrim hedefinden uzaklaşma
ile bu kolektif hak ve mekanizmaların
kapitalizmin yeniden üretimini sağlayan ve güvenceye alan burjuva devlet
aygıtına bağımlı ve onun bir uzantısı
olarak var olabilmesinin beslediği
burjuva demokrasisi ve "sosyal devlet"
reformizmi (burjuva meta, burjuva
demokrasi fetişizmi) biri ötekini besleyen şeyler oldu. "İşçi hareketi üzerinde
hegemonya kuran sosyal demokrasi,
modern revizyonizm ve sendikalizmle karakterize olan reformizm, işçi
sınıfını devrimci mücadeleden uzak
tutma ve sisteme bağlama misyonunu
yerine getirdi.(…) Sosyal devrim ve
proletarya diktatörlüğü yerine reformizm, kapitalizmin siyasal, toplumsal,
ekonomik tüm egemenlik biçimlerine
komünizm ekseninden karşıtlık yerine
güdük bir ekonomik-demokratik sınıf
mücadelesi, sosyal reformist muhalefet
anlayışı, sosyalist enternasyonalizm ve
Bugün ise, işçi sınıfının tarihsel
mücadele kazanımları büyük
ölçüde silinerek adeta 19. yüzyılın
ilk yarısındaki durumuna itilmeye çalışılmaktadır. Burjuvazinin
küresel azami sermaye birikimine
geçişi, dünya çapında muazzam
genişlemiş işçi kitlelerinin azami
sömürülmesi ve azami köleleştirilmesi temelindedir. Küresel tekelci sömürü çarkları, işçi sınıfının
kazanılmış hak ve güvencelerini
de öğüterek, giderek daha uzun,
daha hızlı, daha gergin biçimde
dönüyor.
sosyalist dünya devrimi yerine ulusal
dar görüşlülük ve sosyal şovenizm
geçirildi."
Geri bir ülkeden başlayan sosyalizm
deneyiminde de, sosyalizmin inşasının ekonomik olduğu kadar siyasal
ve toplumsal düzeyde de geri düzeyde
kalması, kapitalizm tarafından çözülmemiş sorunlar tarafından geri çekilmesi ve büyük oranda onları çözmekle
sınırlanması da bunda etkili oldu.
Emeğin korunması da bunlar arasındaydı. Ekim Devrimi derhal 8 saatlik
işgünü uygulamasından başlayarak,
işsizliğin ortadan kaldırılması, çarlık
rejimi altında dünyanın en ağır ve
despotik olan çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, sağlık ve sosyal
güvenlik organizasyonlarıyla emeğin
korunmasında o dönem hiçbir kapitalist ülkede olmayan düzenlemeler
gerçekleştirdi. Fark yalnızca iş saatlerinin şu kadar daha kısa olması, sağlık
ve sosyal güvenlik organizasyonlarının
şu kadar daha fazla olması değildi. Kapitalizmde işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımları burjuvazi ve devleti
tarafından kabul edilmek zorunda
kalındığında bile, bunlar yasalaştırılırken çarpıtılır, uygulamada binbir
biçimde patronlar tarafından ihlal edilir ve işçilerin bu haklarını kullanması
engellenir, sağlık ve sosyal güvenlik
fonları da sermaye olarak kullanılır, ve
en önemlisi bu haklar da işçilerin daha
derin bir sömürüye katlanmasının ve
bu haklardan yararlanan ve yararlanmayan işçileri bölmenin aracı olarak
kullanılır. Sosyalizm deneyiminde
emeğin korunması biçimsel-hukuki
değil, işçi ve emekçilerin de devrimci
inisiyatif ve denetimiyle fiilen uygulandı. Kapitalizm üzerinde yarattığı
basınçla, onları da oflaya puflaya en
isteksiz olduğu konulardan biri olan
emeğin korunmasında arkasından
gelerek -ve bugün halen tasfiye ede
ede bitiremedikleri- çarpıtılmış düzenlemeler yapmak zorunda bıraktı.
Ancak sosyalizm deneyimi de, emeğin
korunmasında kaydedilen ilerlemelere karşın, bunlar hem oldukça sınırlı
kaldı, hem de emeğin korunmasının
ötesinde (işgücünün meta, insanın
işgücü olmaktan çıkarılması) bir
gelişmeyle iç içe geçirilemedi. Emeğin
kapitalist biçimine, kapitalist üretim,
emek, bilgi, yönetim organizasyonu ve
işbölümüne, burjuva demokrasisine
köklü bir alternatif geliştirilemedi.
Yaşanan sıkışmalar karşısında giderek
bunları sosyalizmin tanım ve gündemi
olmaktan çıkarması da, emek sorunundaki bu farkı sınırladı ve görelileştirdi. Kapitalist üretim ilişkileri ve
emeğin kapitalist karakterine sosyalist
karşıtlık, komünizm ekseninden,
üretim ve yönetimin fiili toplumsallaştırılmasından, sosyalist işçi konseyleri
demokrasisinin gelişim gereğinden
kopartıldı. Devlet mülkiyeti ve emeğin
korunmasına doğru indirgendi, giderek daraldı ve eklektikleşti. Emeğin
korunması, emeğin bir üretim faktörü
olmaktan çıkarılması komünist hedefinden koptu.
Bugün ise, işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımları büyük ölçüde silinerek adeta 19. yüzyılın ilk yarısındaki
durumuna itilmeye çalışılmaktadır.
Burjuvazinin küresel azami sermaye birikimine geçişi, dünya çapında
muazzam genişlemiş işçi kitlelerinin
azami sömürülmesi ve azami köleleştirilmesi temelindedir. Küresel tekelci
sömürü çarkları, işçi sınıfının kazanılmış hak ve güvencelerini de öğüterek,
giderek daha uzun, daha hızlı, daha
gergin biçimde dönüyor. Gerilim yalnız ücretlerde değil istenmedik bir işte
tüm yaşam enerjisine el konulmasındadır. Otomatlaşmakta ve zamansızlıktadır. İşçinin işçinin kurdu olmasında, yabanıl bencillik ve yalnızlıktadır.
Sermayeye artan bağımlılıkta ve onun
şiddetlenen krizleri, yıkıcılığı ve kör
kuvvetleri karşısında güvencesizliktedir. Emek gücünün ne kadar yığınsallaşırsa o kadar değersizleştirilmesinde,
özgürlüksüzleşmesindedir. İşçiler için
burjuvazi ve mali oligarşisinin kör ve
yıkıcı kuvvetlerine karşı sınıfsal-toplumsal korunma ve güvence mücadelesi, bir kez daha, ücret mücadelesinin
bile önüne geçen, yakıcı bir sorun, bir
varlık-yokluk sorunu haline gelmektedir.
%('$û
WDND]DQ×P
BEDAŞ'taki taşeron
şirketin sözleşme
süresinin dolmasıyla
işten çıkarılan 156
işçinin direnişi kazanımla sonuçlandı.
İşçiler, 9 Ekim'de BEDAŞ Genel Müdürlüğü önünde çadır
kurarak direnişe
başlamışlardı.
Enerji-Sen, 4 Kasım'da, BEDAŞ Genel Müdürlüğü önünde kazanımlarını açıklayan bir basın açıklaması yaparak, direniş çadırlarını kaldırdı.
Enerji-Sen, Dev Sağlık-İş ve Nakliyat-İş başkanlarının taşeronluk sistemine karşı mücadeleyi vurgulayan konuşmalarının ardından, direnişçi
BEDAŞ işçilerinden Selami Öğretici, direniş sürecini ve kazanımı aktaran basın açıklamasını okudu. Ardından halaylar çekilerek, direniş çadırı
kaldırıldı. İşçiler, bayramdan sonra yeniden işbaşı yapacaklar.
BEDAŞ'ta bin 800 taşeron işçi çalıştırılıyor.
8
NƦNRJHQNXN
ñíÁLVDðOÜðÜYHÁDOÜíPD
JÖYHQOLðLLÁLQPÖFDGHOH\H
İşçi sağlığı ve çalışma güvenliği ile sermayenin "iş sağlığı ve güvenliği" birbirinden tamamen ayrı ve karşıt şeylerdir. Emeğin burjuvaziye karşı proleter öz ve fiili
korunması mücadelesi ile burjuvazi için burjuva biçimsel ve dolaylı, burjuvaziye daha fazla köleleştirici sözde korunması, birbirinden tamamen ayrı ve karşıt
şeylerdir. Yasa tasarısı, işçilerin sağlığı ve çalışma güvenliğinde, çalışma koşullarında hiçbir gerçek düzelme getirmeyecek, sadece köleliklerini perçinleyecektir.
Ç
alışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, "İş Sağlığı ve Güvenliği"
yasa tasarısına son şeklini verdi.
Bu yasa nereden icap etti? Burjuvazi
ve devleti, insafa gelip korkunç biçimde tahrip ve yok ettiği işçilerin sağlığını ve can güvenliğini mi düşünmeye başladı?
Tabii ki hayır.
Yasa tasarısının başlığı bile, hangi
sınıfın hangi sınıfa karşı "sağlığı ve
güvenliği"nin düşünüldüğünü ortaya koyuyor: "İşçi sağlığı ve güvenliği"
bile değil, "İş sağlığı ve güvenliği"!
Burjuvazi ve devleti için, işçi sağlığı
diye bir şey yoktur. Sadece sermayenin karlarının sağlığı ve güvenliği
vardır. İşçiler ise olsa olsa bir üretim
faktörüdür.
Tamamen sermaye çıkarlarına uyarlanmış yasa tasarısının başlıca nedenleri şunlardır:
1- Türkiye kapitalizminde özellikle
de son yıllarda çok yoğunlaşan iş cinayetleri, iş katliamları, bilimum iş
"kazaları" ve bu nedenle işin durması, sermayenin bile maliyet ve zararlarını artıran bir düzeye ulaşmıştır.
Türkiye'de iş cinayetlerinde resmi
istatistiklere göre günde 3 işçi ölmekte, 5 işçi sakat kalmaktadır. Meslek
hastalıklarında ölen ve kronik hastalıklarla çalışamaz hale gelen işçilerin sayısının bunun iki katı olduğu
tahmin edilmektedir. Burjuvazi ise
karlarını artırıp maliyetlerini düşürmek için parçaladığı işçilere değil, iş
"kazaları"nda kaybettiği sermayeye
veya sömürüsünün kesintiye uğramasına üzülmektedir. Bu yüzden yasa tasarısının başlığı da "işçi sağlığı" değil
"iş sağlığı"dır.
2- "İşçi sağlığı ve çalışma güvenliği"
değil fakat "iş sağlığı ve güvenliği"
küresel tekelci sermaye birikim alanının gelişmesi, bir dizi geri kapitalist
ülkenin orta, orta-ileri gelişmiş kapitalizme geçiş yapması ile, başlıbaşına
dev çaplı bir azami kar sektörü haline
gelmiştir. Küresel tekelci "iş sağlığı ve
güvenliği" tekelleri, son uluslar arası sempozyum ve fuarlarını boşuna
Türkiye'de yapmadılar! Söz konusu
yasa, Türkiye'den ve dünyadan sağlık
ve iş güvenlik tekellerine dev çaplı bir
azami kar piyasası açmaktadır.
3- Türkiye kapitalizmi, emperyalist
kapitalizmin alt bölge merkezi olarak
örgütlenmektedir. Küresel tekeller,
Türkiye'deki şube ya da ortaklıklarını
bölgesel yönetim ve organizyon mer-
kezi olarak yeniden düzenlemekte,
çok sayıda küresel tekel de Türkiye'ye
bölgesel yönetim ve dağıtım merkezi
kurmaya hazırlanmaktadır. Küresel
tekellerden sonra küresel sendikalar,
AB sendikaları, STK'lar da Türkiye'ye
akın etmeye başlamışlar, çeşitli sempozyum ve organizasyonlar gerçekleştirmeye başlamışlardır. Küresel tekeller hem Türkiye'deki bölge merkezi olarak sermaye güvenlikleri hem de
"marka ve imaj değerleri" için asgari
bir "iş sağlığı ve güvenliği" standartını
şart koşmaktadırlar.
4- Türkiye kapitalizmin emek tahribatı ve kıyıcılığı akıl almaz boyutlardadır. Sermayenin işyerlerindeki terörü,
işçileri 30'lu yaşlara bile gelmeden
ıskartaya çıkarmaktadır. Çoğu kapitalist şirket, çalışma temposuna dayanamaz hale geldikleri için 30 yaş üstü
işçileri atmakta ve 30 yaş üstü işçileri işe almamaktadır. Kırsal nüfusun
yüzde 30'ların altına inmiş olması,
emeğin tahrip edilme hızının, kırdan
"taze kan"la telafi edilmesinin de bir
sınıra dayanmaya başladığını göstermektedir. Erdoğan'ın "3 çocuk" teşvik
ve ısrarının bir boyutu da işte budur:
Türkiye kapitalizminin ve küresel
tekelci kapitalizminin emek tahribatı hızına genç ve taze kan yetiştirme
ihtiyacı! İşte bu yüzden yasa tasarısı,
emeği hem daha derin hem de daha
uzun süre sömürülebilir kılmaya dönüktür. Sermayenin emek üzerindeki
sömürüsünü ve terörünü hafifletmeye değil sürdürelibilir ve büyütülebilir
kılmaya dönüktür.
5- Burjuvazinin iş cinayetleri, iş katliamları, iş terörü, burjuva devletin
bunları denetlemek bir yana teşvik
etmesi, işçi sınıfının tepki ve hoşnutsuzluğunu artıran, bugün alt düzeyde de olsa gelişmekte olan bir sınıf
mücadelesi dinamiğidir. Neoliberal
jargonda "sosyal içerme politikası"
denilen, neoliberal işçi siyaseti ve ne-
oliberal demokrasi, işçi sınıfının en
yakıcı mücadele istem, gereksinme
ve özlemlerini tamponlayıp sisteme
içerme ve bağlama üzerine kuruludur. İşçilerin neoliberal işçi siyaseti
ve neoliberal demokrasi ile "kapitalizmin kendi kendini düzelteceği" burjuva hayallerini besleme ve böylelikle
daha derin bir köleliğe rıza göstermelerini sağlama üzerine kuruludur.
Yasa tasarısı, burjuvazi ve neoliberal
burjuva demokrasisinin, "herkesin
(hem sermayenin hem de işçilerin!!!)
çıkarına"ymış gibi gösterdiği, ancak
gerçekte tamamen sermayenin stratejik ve taktik çıkarına göre, işçi sınıfı
üzerinde sermayenin yeni bir zinciri
ve boyunduruğudur. İşçi sağlığı ve
çalışma güvenliği ile sermayenin "iş
sağlığı ve güvenliği" birbirinden tamamen ayrı ve karşıt şeylerdir. Emeğin burjuvaziye karşı proleter öz ve
fiili korunması mücadelesi ile burjuvazi için burjuva biçimsel ve dolaylı,
burjuvaziye daha fazla köleleştirici
sözde korunması, birbirinden tamamen ayrı ve karşıt şeylerdir. Yasa tasarısı, işçilerin sağlığı ve çalışma güvenliğinde, çalışma koşullarında hiçbir
gerçek düzelme getirmeyecek, sadece
köleliklerini perçinleyecektir.
Komünistler yasa tasarısının işçiler
içinde, en enerjik teşhirini yapmalıdır.
Ancak liberal reformist "yetmez ama
evet"cilikle olduğu gibi, geleneksel dar
"hayır"cılıkla da sınırlar çekilerek, sınıfa karşı bağımsız sınıf, kapitalizme
karşı sosyalizm mücadelesi ekseninden işçi sınıfının emeğin korunması ve
işçi sağlığı ve çalışma güvenliği mücadelesinin somut program, politika ve
mücadele talepleri ortaya konmalıdır.
Çünkü -Türkiye burjuvazisi ve devletinin geri ve güdük neoliberal demokrasisinin bir yanda ezilen ulustan, ezilen
cinsten, ezilen mezhepten … kitlelerde
beklentilerle birlikte hayal kırıklığını
ve siyasal-toplumsal sarsıntıları artırması gibi- neoliberal "sosyal içerme"ci
işçi siyaseti de, işçi kitlelerinde sistemden beklentiler ile birlikte hayal
kırıklığını da artıracak, neoliberal demokrasi ve neoliberal işçi siyasetinin
kendileri için işe yaramazlığı, kendileri için değil sermaye ve sömürüsü
için olduğunu, kendileri için yeni bir
boyunduruktan başka bir şey olmadığını öz deneyimleriyle görmesini sağlayacaktır. Sermayenin kendi karları
ve egemenliğinin sağlığı ve güvenliği
için yaptığı bu neoliberal "iş sağlığı ve
güvenliği" organizasyonu, diğer taraftan konunun geniş işçi kitleleri içinde
gündemleşmesini sağlayacak, işçilerin
işçi sağlığı ve çalışma güvenliği konusundaki ilgi ve özlemlerinin de canlanmasının bir dinamiği olacaktır.
Komünistler ve sınıf bilinçli işçiler,
işçi kitlelerinin burjuvazinin neoliberal işçi siyaseti ve yasa tasarıları
(taşeronluk sisteminde burjuvazinin
vaatettiği "iyileştirmeler" de bunlar
arasındadır) konusunda hiçbir beklenti ve hayale kapılmadan, bu yasa
tasarısı ve düzenlemeleri de, işçi sınıfının burjuvazinin sınıf egemenliğine
karşı bağımsız sosyalist bilinç, örgütlenme ve mücadelesini ilerletmenin
bir aracına dönüştürmelidir.
9
NƦNRJHQNXN
3DWURQODUDNDUíÜNHQGLPL]LNRUX\DOÜP
B
iz işçiler, patronlara karşı kendimizi korumalıyız.
Öyleyse bizler çok sayıda fabrikanın
toplaştığı büyük işçi havzalarında,
oluşturacağımız işçi meclislerinde bu
konuyu başta biz gündeme almalıyız.
İşçiler kendi denetim komisyonlarını fiilen oluşturmalı, engel çıkartan,
uyarılara rağmen koşulları düzeltmeyen patronlarla anlayacakları dilden
konuşulmalı. Zaten üzerimizden para
kazanıyorlar, bir de çıra gibi insanların yaşamını yakmaya kimsenin hakkı
yok, bunu hissettirmeli, göstermeliyiz
onlara.
Çünkü patronlar tarafından öldürülüyoruz, sakat bırakılıyoruz, hasta
ediliyoruz.
İnanmayanlar için, buyurun, rakamlar ortada:
Dünyada her yıl 350.000 işçi iş kazasında ölüyor.
Dünyada her yıl 1.700.000 işçi meslek hastalıklarından dolayı ölüyor.
Dünyada her yıl 270.000.000 (270
milyon!) iş kazası meydana geliyor.
Dünyada her yıl 160.000.000 (160
milyon!) işçi meslek hastalıklarına
yakalanıyor.
Katil kim?
Dünyada her yıl 438.000 işçi, işyerindeki zehirli maddelerden dolayı hayatını yitiriyor.
Bu yüzden işçiler patronlara karşı
kendisini savunmak, emeğini korumak zorundadır. İşçiler adına, işçiler
için, bunu bizim yerimize kimse yapmaz. Yapsa da en iyi niyetli yardım
bile sınırlı olur. Devlet durduk yere
hiç yapmaz, bizim yaşam hakkımızı
devlet-anayasa-mahkeme savunmaz;
çünkü devlet de patronların devletidir.
Her yıl slikozis hastalığının neden
olduğu akciğer kanseri ve ölümcül hastalıklardan 10 milyonlarca
insan hayatını kaybediyor. Latin
Amerika'da maden işçilerinin %37'si,
Hindistan'da taş kalem işçilerinin
%50'si ve taş kırma işçilerinin %36'sı
bu hastalığa yakalanmış durumdadır.
Dünyada her gün yaklaşık 6000 işçi,
iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle ölüyor. Her gün altı bin işçi!
Her bir saat başına 250 işçi ölüyor…
Bu rakamları biz uydurmuyoruz. ILO
(Dünya Çalışma Örgütü)'nün resmi
rakamları bunlar.
Türkiye'de durum nasıl? Dünya ortalamasından daha kötü:
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) istatistiklerine göre, her yedi dakikada
bir iş kazası olmakta, her 10,8 saatte
bir işçi ölmekte ve her 5,5 saatte ise;
bir işçi sürekli iş göremez şekilde sakat kalmaktadır. En yüksek iş kazası oranı ise; toplam işyeri sayısının
%98'ini oluşturan ve 50'den daha az
işçi çalıştırılması nedeniyle İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu oluşturma,
işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı,
işyeri hemşiresi veya sağlık memuru bulundurma gibi zorunlulukların
bulunmadığı, küçük işletmelerde görülmektedir.
Bu rakamlar resmi rakamlar.
Türkiye'de kayıt dışı çalışmanın yaygınlığı, meslek hastalıkları hastanelerinin ve kayıtların yetersizliğinden
dolayı gerçek sayıların bu sayılardan
çok daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.
Sonuç: İşçiler ölüyor, sermaye büyüyor.
İşçiler ölüyor, sakat kalıyor, hastalanıyor; alçak patronlar böyle semiriyor.
Katil sermaye!
Emeğin korunması mücadelesini
işçiler kendileri verir. Bu mücadele
işçi sınıfının öz savaşımı, özgüveni,
öz onuru, öz örgütlenmesinin geliştirilmesi mücadelesidir. Kapitalizmde yaşam hakkımızı ancak örgütlenmemizi, bilincimizi, eylemimizi
geliştirdikçe, emeği katledenlere,
tahrip edenlere, çürütenlere karşı
emeğin yumruğunu konuşturarak,
ilgili kurumların kapılarına dayanarak, işgallerle, yolların ve ana arterlerin kesilmesiyle, fiili durum
yaratma eylemleriyle savunabiliriz.
İşçiler arasındaki rekabet tuzağına
düşmeden, hepimiz patronlara karşı
birlik olursak bunu başarabiliriz. Bu
işin kökten kurtuluşu ve asıl çözümü
patronların iktidar olduğu bu düzeni yıkarak sosyalist bir işçi devrimi
yapmaktır. Gücümüzü toplayarak
ilerlemeli, kendimizin ve çalışma arkadaşlarımızın sağlığı ve güvenliği
söz konusu olduğunda, yaşamımız
tehdit altındaysa patronlara karşı
şahin kesilmeli, kendi taleplerimizi
kabul ettirmeliyiz.
Neler yapabiliriz?
Her işçinin ve her bir fabrikadaki,
atölyedeki, çalışma alanındaki işçi
topluluğunun kendisinin ve arkadaşlarının her gün canını alan, sakat
bırakan, çürüten kapitalist çalışma
koşullarına karşı mücadele etme sorumluluğu vardır. Bu bir görevdir.
Öte yandan her işçi ve her işçi topluluğunun yaşamını, emeğini, sağlığını
koruma hakkı da vardır. Kapitalist
çalışma sürdükçe, çalışmanın kapitalist biçimi değişmedikçe, bizler patrona sermaye biriktirmek için çalışmayı
sürdürdükçe bu sorumluluğumuzun
gereğini, hakkımızın savunusunu tam
olarak yapamayız. Ancak henüz bir
işçi devrimi olmadı diye de, dişimizi
sıkıp her gün ölmeye, sakat kalmaya,
çürümeye ses çıkartmayacak değiliz,
bu ahmaklık olur. Bu yüzden bu konu
önemlidir.
Başlangıç olarak patronların hazırladığı mevcut yasalarda bile işçiler olarak bizim farkında dahi olmadığımız
hükümler, kazanılmış ama kullanmadığımız, bilincinde olmadığımız
haklar var. Örneğin 4857 sayılı yasaya göre işçilerin iki durumda işi durdurma hakkı vardır. Birincisi ücret
verilmemesi, ikincisi de işçi sağlığı ve
güvenliği önlemlerinin alınmaması.
Bizler bu önlemlerin alınmadığı koşullara müdahale etmeli, işi derhal ve
örgütlü biçimde durdurmalı, sorunu
patrona fiilen bastırarak çözdürecek
bir duruş içerisinde olmalıyız. Aksi
durumda rakamlar ortada; işçilerin
çoğu 50 yaşına dahi gelmeden ölüyor.
Mukadderat değil, meslek hastalığından!
İşçi eğitimleri düzenlenmeli. Sendikaların bu konuyu gündeme alması
için baskı yaratmalı, biz fiilen gündeme sokmalıyız. Sendikaların işçi
sağlığı ve güvenliği komisyonları kurulmalı, işletilmeli, bu komisyonlar
fiilen fabrika ve işletme baskınları,
ziyaretleri düzenlemeli. Patronların
devleti, sınıf karakteri gereği denetim
yapmıyor, bugün Türkiye'de bir denetçiye 50 bin işyeri düşüyor! İş müfettişleri var, ama ekonomik krizden
bu yana, neredeyse 10 yıldan beri Bakanlık iş müfettişlerine teftiş-denetim
yaptırmıyor! Hekimlerden oluşan iş
güvenliği müfettişliği var, ancak işletilmiyor, patronlarca önlerine engeller
koyuluyor!
Memur statüsündeki 657'liler resmen
işçi sayılmadıkları için iş kazası tazminatları yok, meslek hastalıkları hastanesinden faydalanamıyorlar, istatistiklere bile girmiyorlar. Oysa sadece
demiryollarında son 10 yılda 98 kişi
öldü, ancak bir kez bile iş durmadı,
TCDD'nin sermaye büyümesi böyle
sağlandı, şimdi de özelleştirecekler.
Statü izin verir/vermez, kamuda çalışan tüm emekçiler sınıf bilinciyle
kendi haklarını mücadele içerisinde
kazanmayı ve bunlardan milim geri
adım atmamayı alışkanlık haline getirmelidir.
Sorun sadece iş kazaları veya tespit
edilen bariz meslek hastalıkları değil.
Birden değil, usul usul öldürme diye
bir şey var: Öğretmeninden, sağlıkçısına tüm kamu işçilerinde, bir bütün
olarak işçi sınıfında yıpratıcı işin getirdiği hastalıklar, masa-başı çalışanlar dâhil, çağrı merkezlerinden diş
teknisyenlerine her sektörün özgün
sorunları var. Anlatılan tüm işçilerin
hikâyesidir. Hep birlikte mücadele
edilmelidir.
Biz nerede, hangi sektörde, hangi işyerinde çalışıyorsak oradan mücadeleye başlamalıyız. Diğer işçi arkadaşlarımızı bilinçlendirmeliyiz. TTB gibi
konuyla ilgili meslek kuruluşlarından
yardım da alabiliriz. İşyeri hekimi
-yasalar ne diyorsa desin- her işçi için
bir haktır. İşçi sağlığının sağlanması,
sağlık hizmeti bir haktır, patronun
sömürüsünün bize borcudur. İş güvenliğinin sağlanması yine patronun
yükümlülüğüdür. İşçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili maddeler toplu sözleşmelerin temel bir başlığıdır, TİS sadece ücret demek değildir. Sendika yoksa, güvencesiz/kayıtsız çalışılıyorsa
dahi, işçiler birlik olduğunda patrona
gereken adımları burnunu sürte sürte
attırmak her zaman mümkündür. Yeter ki, biz işçiler işin peşini bırakmayalım, başaramayacağımız iş yoktur!
.DSLWDOL]PúüVL]OLNYHXPXWVX]OXN
Resmi istatistiklerde işsizlik "azalır" görüne dursun, dikkat çeken daha
farklı bir nokta var: İşsizlerin işsiz kalma süresinde uzama!
En son açıklanan Ağustos ayı istatistiklerine göre işsizlerin yüzde 27.3'ü
bir yıldan fazla süredir iş arıyor!
2 milyon 521 bin işsizden, 688 bin kişi bir yıldan fazla, 165 bin kişi 2
yıldan fazla, 84 bin kişi ise 3 yıldan fazla süredir iş arıyor ve umudunu
kaybetmiş durumda…
10
NƦNRJHQNXN
.DGÜQDNDUíÜíLGGHW
D\ÜEÜQÜ]GHðLOJHUÁHNOLðLQL]
B
undan en fazla on yıl önce 25
Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü'nden pek az
kimsenin haberi vardı. Hele emekçi
kadınların hemen hiç!
Ölüyorlar, hayır, öldürülüyorlar.
Bir avuç özgürlük için öldürülüyorlar. Ama "rakamlara"
dönüşmüyorlar! Arkalarında
cinsel-sınıfsal baskı ve sömürüye
karşı, şiddete karşı öfkeyi çığ
gibi büyütüyorlar. Artık şiddetin
ve ezilmenin her türüne karşı
bu kadar savunmasız, edilgen
ve sessiz olmamak gerektiğini
göstererek. Tekelci burjuvazi
kadınların özgürlüğünü tanıdığını söylüyor. Onlar için projeler
üretiyor. Bu projelerin hiçbirinde
emekçi kadınların kurtuluşu yok.
Oysa o gün, 25 Kasım 1960'ta Dominik Cumhuriyeti faşist diktatörlüğü tarafından tecavüz edilerek
katledilen Mirabel kardeşlerin
katledildiği gündü. Tam 39 yıl sonra
Birleşmiş Milletler 25 Kasım'ı "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü"
olarak kabul etmişti.
Kadınların şiddete karşı bir kazanımı, binlerce yıllık insanlık tarihinde
ancak vahşi bir katliamın ardından
elde edilebilmişti.
Elbette ki yine sınıflı toplumların
hiç değişmeyen bir gerçekliği olarak
kadınlara yönelik şiddet, her biçimiyle uygulanmaya devam etti. Kağıdın mürekkebi kurudu, kadınların
kanı kurumadı.
Bu yazısız yasa, Türkiye'de de geçerliliğini sürdürdü. Cinsel, fiziksel,
duygusal şiddet, kadınların yaşamından bir an bile eksilmedi.
Dahası bu hep gizli kaldı. Kadınların yaşamını kabusa çeviren aile içi
şiddet için "kutsal aile"ye sarılındı.
"Karı koca arasına girilmez"di! Sırt
sırta emekçi evlerinden yükselen
kadın çığlıklarını kadınlar bile duymazlıktan, yüzü gözü şişmiş komşularını, akrabalarını, hatta kendi
evlatlarını görmezlikten geldiler.
"Kutsal aile" korunmalıydı!
Gözaltında taciz ve tecavüz, devrimci kadınlara yönelik silahlardan
biriydi hep. Savaşlarda kadınlara
ganimet gözüyle bakıldı. Bosna'da
50 bin kadın toplu tecavüzlerden
geçirildi.
Cinsel şiddet, 3. sayfa haberi sayıldı.
Tek tek kişiler arası bir sorun olarak
görüldü. Şöyle bir okundu, geçildi.
Yasalar ve toplumsal kurallar tecavüze uğrayanı değil tecavüz edeni
koruduğundan, kadına karşı şiddet
toplumsal bir suç olarak görülmediğinden, kadınlar uğradıkları saldırıyı şikayet etmekten hep kaçındılar.
12-13 yaşında çocuklara tecavüz
edilen insafsız şehirler, bu alçakça
sırrı yıllarca sakladılar.
Sınıflı toplumun kahrolası dili de
kadını ezdi, saldırının bir aracı oldu.
Dünyanın bütün dillerinde küfürler
kadın cinselliği üzerinden edildi. Bir
başarı elde ettiğinde bu "kadın olmasına rağmen"di. Hata yaptığında
ise "kadın olduğu"na vurgu yapıldı!
Bu gerçeklik değişti mi?
Hayır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile kadına karşı şiddet
hükmünü yürütmeye devam ediyor.
Yasaların detaylandırılması, cezaların ağırlaştırılması bu durumu
ortadan kaldırmaya yetmiyor.
timden yoksun bırakıldığı, yüzünü
bile görmediği, tanımadığı biriyle
evlendirildiği ve hiçbir güvencesi
olmadığı için ömür boyu buna
mahkum kaldığı, çocuk yapmakla
yükümlü olduğu, dünyadan bihaber ev yükünü sırtladığı, sokağa
izinle ve merasimle çıktığı… zamanlar geride kalıyor.
Peki değişen hiçbir şey yok mu?
Var! Kadına karşı şiddet, cinsel-sınıfsal baskı ve sömürü, yok sayma
ve edilgenleştirme, artık toplumsal
bir suç olarak görülmeye başlandı.
Binlerce yıldır ev hizmetine koşulmuş iken kapitalizmle birlikte
üretime katılan, sınıf mücadelesi
ile yüz yüze gelen emekçi kadınlar
sorgulamaya, başkaldırmaya ve koşullarını değiştirmeye başladılar.
Cin şişeden bir daha girmemek
üzere çıktı.
Şimdi Türkiye'de de yaşanan budur.
Kadınla erkek arasındaki: Kadının
kimi yasal hak ve kazanımlarına
karşın bunları kullanamayacak
derecede edilgen yetiştirildiği, eği-
Kapitalizm, kadınların özgürlüğüne kapıyı açarken, emekçi kadının
şahsında kendi mezarını derinleştiriyor.
Bugün Türkiye'de kadınların ancak
dörtte biri çalışıyor. Gitgide daha
fazlasına da esnek, yarı zamanlı,
güvencesiz işlerin "kapısı" açılıyor.
Kapitalizm ve onun ayakta tuttuğu
erkek egemenliği yerli yerinde dururken, kadınların kuzu sessizliği
üzerine kurulu eski sıcak aile yuvası çatırdıyor. Emekçi kadınlar sınıf
mücadelesinin, erkek egemenliğine
karşı mücadelenin tozunu yutmaya
başlıyorlar.
Ölüyorlar, hayır, öldürülüyorlar. Bir
avuç özgürlük için öldürülüyorlar.
6XÁOXEXOXQGX1¡
Yargıtay Başsavcılığı, N.Ç davasında
Yargıtay 14. Ceza Dairesi'nin kararını onayladı. 2002 yılında Mardin'de
13 yaşındaki N.Ç.'ye tecavüz eden
26 kişi, en alt sınırdan ceza almış ve
iyi hal indirimi de uygulanarak 4
yıl 2 ay ila 4 yıl 10 ay arasında hapis
cezası almıştı. Mahkeme, N.Ç.'nin
tecavüze uğradığını kabul etmeyerek "rızası vardı" diyerek karar
vermişti.
N.Ç.'yi alenen suçlu ilan eden mahkeme ve Yargıtay 14. Ceza Dairesi
kararları, kadınlar başta olmak
üzere kamuoyunda yarattığı tepkiye
rağmen Yargıtay Başsavcılığı tarafından onaylandı. Tecavüzcülerin
buna rağmen pervasızca kollanması, kadına yönelik cinsel şiddete karşı mücadelenin haklılığını, ancak hala yeterli düzeyde
olmadığını da göstermiş oldu.
N.Ç. davası bu kararla bitmedi.
13 yaşındaki bir çocuğa tecavüz edenlerin de, tecavüzcüleri
kollayıp koruyanların da hesap
vermesi için yürütülecek mücadelede!
Ama "rakamlara" dönüşmüyorlar!
Arkalarında cinsel-sınıfsal baskı
ve sömürüye karşı, şiddete karşı
öfkeyi çığ gibi büyütüyorlar. Artık
şiddetin ve ezilmenin her türüne
karşı bu kadar savunmasız, edilgen
ve sessiz olmamak gerektiğini göstererek.
Tekelci burjuvazi kadınların özgürlüğünü tanıdığını söylüyor. Onlar
için projeler üretiyor. Bu projelerin
hiçbirinde emekçi kadınların kurtuluşu yok. "Kararınca özgürlük"
var. Onlar bilmiyorlar ki özgürlüğün "fazlası" diye bir şey yoktur.
İşçi sınıfı, emekçi kadınlar, ancak
kadın ve erkeğin eşit olduğu yeni
bir yaşamı kurarak ve onun uğrunda savaşarak özgür olabilirler,
kazanımlarına yenilerini ekleyebilirler. Ancak kadınların her özgürlük adımının arkasında durarak ve
bu yolda kendileriyle de savaşarak
erkekler, erkek işçiler özgür olabilirler. Toplum, ancak kendi yarısını
yokluğa ve azaba mahkum etmeye
son vererek barbarlıktan çıkabilir.
Özgürlük dünyasına yürüyebilir.
İşte emekçi kadının uğruna savaşacağı o dünya, komünizmdir.
11
NƦNRJHQNXN
Patronsuz
.DVÜP
GDNDGÜQODUVRNDNWD\GÜ
Kadınlar burada, Türk-İş nerede?
İçinde yaşadığımız toplumda egemen
sömürücü sınıf burjuvazi, kendi düzenini sürdürmek ve yetkinleştirmek
için işçileri/emekçileri körleştirmek,
sağırlaştırmak, dilsizleştirmek ister.
Burjuvazi işçilerin gerçekleri görmemesini, gerçekleri duymamasını,
gerçekleri dile getirmemesini ister. Bir
tek amaçları vardır: Bu sömürü düzeni
devam etsin!
Bu amaçla patronlar, yazılı-sözlü-görsel-işitsel vb. çok çeşitli araçlarla işçi
sınıfı başta olmak üzere kent ve kır
yoksullarının beyinlerini yıkamak,
gözleri önüne perdeler koymak, bizim
rekabeti içselleştirmemizi sağlamak,
sömürü ve baskı düzenini gizleyen,
sömürüyü kolaylaştıran ve meşrulaştıran propagandaları ile biz işçileri oyalayıp aldatmak, kandırmak, uyutmak
istiyorlar.
Ama dünya değişiyor. Tüm dünya işçileri gibi Türkiye coğrafyasındaki işçi
sınıfı da değişiyor, gelişiyor, bilinçleniyor. Patronların gözler önüne koymak istedikleri perdeleri teker teker
yırtmaya, ekonomik/siyasi/toplumsal/
ideolojik sınıf mücadelesini bilinçli bir
şekilde sürdürebilmek için kapitalist
sömürü mekanizmasının nasıl işlediğini derinlemesine öğrenmeye çalışıyor.
İşte biz köşemizde kapitalist sömürü
mekanizması üzerine konmak istenen
perdeyi, maskeyi indireceğiz. Kapitalist toplumda işçilerin neden ve nasıl
sömürüldüğünü anlatmaya çalışacağız.
Patronlara karşı, iktidardaki sömürücü
sınıf ve tabakalara, onların devletine
karşı güçlü bir mücadele verebilmeleri
için işçilerin içinde yaşadıkları toplumu çok iyi tanımaları, kapitalist sömürü mekanizmasını çok iyi öğrenmeleri
gerekir. Bu düzeni değiştireceksek,
kapitalist sistemin ne olduğunu, kapitalizmin hangi esaslar üzerine kurulu
olduğunu ayrıntılarıyla öğrenmek zorundayız. Sınıflar nasıl ortaya çıkmıştır? İnsan toplumları nasıl gelişmiştir?
Kapitalizm nedir? Sömürü nedir? Artıdeğer nedir? İşçiler bunları açık-seçik
bilmelidir. Ekonomik olayları, siyasal
gelişmeleri, bu olayların nasıl ortaya
çıktığını, nasıl gelişebileceğini derinlemesine öğrenmelidir. Yaşadığımız
toplumda sömürünün işçi sınıfından,
tüm emekçilerden nasıl gizlenmek istediği işçilerin kafasında pırıl pırıl yer
etmelidir.
İşçiler, işçi sınıfının bilimsel yöntemini
kullanarak tüm doğa ve toplum olaylarının nedenlerini, oluş süreçlerini
kavrayabilir. Unutmayalım ki, bilmek,
sırları çözmek, olayları açıklayabilmek
işçi sınıfını güçlü kılacaktır. Çünkü bilen insan korkmaz. Ukalalık yapmak,
bilgiçlik taslamak için değil, dünyayı
değiştirmek için öğrenecektir işçi sınıfı.
(Köşemizde Faruk Pekin'in "İşçiler
neden ve nasıl sömürülüyor?" isimli
broşüründen faydalanılmaktadır)
Sendikal Güç Birliği
Platformu'ndan kadın işçiler, 256
gündür direnişte olan Kampana
Deri işçilerini, direniş çadırlarında
ziyaret ettiler. "Yaşasın Kadın Dayanışması", "Güvenceli iş, güvenli
gelecek", "Erkek vuruyor devlet
koruyor", "Kadınlar burada Türkİş nerede" sloganlarıyla Kampana
Deri direnişindeki kadın işçilerin
direniş çadırına gelen SGBP üyesi
kadınlar, ortak basın açıklaması yaptılar. Hava-İş'ten Eylem
Enül'ün okuduğu basın açıklamasında, kadına yönelik şiddete karşı
mücadele vurgulandı: "Sendikal
Güç Birliği Platformu kadınları
olarak aile içinde, sokakta işyerinde kadına yönelik her türlü şiddete
karşı mücadele etmek, birleşmek
için yola çıktık." Kadınlara esnek,
güvencesiz, sendikasız çalışma koşullarının dayatıldığı, işyerlerinde
şiddete, tacize, tecavüze, psikolojik
baskıya uğradıkları, aile içinde de
şiddetin arttığı, kadınları koruyacak yasa ve uygulamaların olmadığı vurgulandı; ve kadına, işçilere
yönelik baskı ve şiddet uygulamalarının bağlı bulundukları sendika
konfederasyonunun gündeminde
dahi olmaması eleştirildi.
eylemde, BTS Genel Kadın Sekreteri Alev Emre, basın açıklamasını
okudu. Açıklamada, kadına yönelik şiddetin son 8 yılda yüzde bin
400 arttığı, 30 yıldır süren savaşın
en çok çocuk ve kadınları etkilediği vurgulanırken; kadına yönelik
aşağılayıcı yazılar yazan TCDD
Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirinin tüm tepkilerine karşın hala
görevde tutulması eleştirildi.
Kadın kırımına son
Eylemde, Petrol-İş üyeleri hazırladıkları tiyatro oyununu sergilediler.
Diyarbakır'da, çeşitli kadın örgütlerinin, Diyarbakır Adliyesi'ne
yürüyüşü polis tarafından barikat kurularak engellendi. "Kadın kırımına son" pankartının,
"Savaşa hayır", "Jin jiyan azadi"
dövizlerinin taşındığı; KCK operasyonlarında gözaltılan alınanlarla dayanışmak için düzenlenen
eylemde, polis barikat kurarak
adliye önüne gidilmesini engelledi. Barikat önünde yapılan basın
açıklamasında, kadına yönelik
şiddet protesto edildi. EPİDEM
temsilcisi Ruken Zahlı tarafından
okunan açıklamada, "Kadın kırımı
politikası dünyanın her yerinde
farklı şekillerde devam etmektedir.
Kadınların hak arama mücadelelerinin bedeli ölüm oluyor. Biz Kürt
kadınları olarak kültürümüze,
kimliğimize, tarihimize sahip çıkıyoruz" denildi.
"Artık Yeter!" fotoğraf sergisi
Katillerimizin ortağı devlet
Red Fotoğraf üyesi fotoğrafçıların,
kadına yönelik şiddeti aktaran
"Artık Yeter!" adlı fotoğraf sergisi,
Sakarya Caddesi'nde açıldı. Sergilenen fotoğraflar arasında, gözaltında katledilen Hasan Ocak'ın
annesi Emine Ocak, gözaltında
katledilen Metin Göktepe'nin annesi Fadime Göktepe, Desa direnişçisi kadın işçiler, eylemci Kürt
kadınları bulunuyor.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, İstanbul Tünel'den
Taksim Meydanı'na yürüyüş
düzenledi. Öldürülen kadınların
fotoğraflarının taşındığı, "Kadın cinayetlerini durduracağız",
"Kadın katiline indirim değil
ağır ceza", "Asla yalnız yürümeyeceksin" sloganlarının atıldığı
eylemde, kadınlara yaşam hakkı
için örgütlenelim çağrısı yapıldı.
Platform adına Tuba Gümüş'ün
yaptığı açıklamada, kadına yönelik şiddet protesto edildi: "Biz
kadınların canı erkekler için
gözden çıkarılacaklar listesinde
ilk sırada yer alırken, devlet katillerimizin ortağı oluyor. Kadınlara
hala koruma vermeyen savcılıklar,
katillere ceza indirimi uygulayan
mahkemeler, şiddet gören kadınları ölüm yerleri olan evlerine geri
gönderen kolluk kuvvetleri, hala
kadını değil de aileyi korumayı
Kampana Deri direnişçi işçilerinden Dilek Göl, işyerinde her türlü
işin yaptırıldığını, hakarete, taciz
ve şiddete maruz kaldıklarını, bu
nedenle Deri-İş'te örgütlendiklerini anlatarak; "Bu süreçte bir çok
kadın arkadaşlarımız ailesiyle sorunlar yaşadı, baskı gördü. Kadın
arkadaşlarımız eşlerinin baskısıyla
karşılaştı ama biz insanca yaşamak
için tüm haklarımız için halen bir
birimizden kopmadan mücadelemizi sürdürüyoruz" dedi.
Cinsel, ulusal, sınıfsal
sömürüye son
Birleşik Taşımacılık Çalışanları
Sendikası, TCDD Genel Müdürlüğü önünde yaptığı bir basın
açıklaması ile kadına yönelik şiddeti protesto etti. "Evde, işyerinde
cinsel şiddete son", "Cinsel, ulusal,
sınıfsal sömürüyü son", "Kadını
aşağılayan TCDD bürokratı görevden alınsın" sloganları atılan
öncelik kabul eden Meclis; ölümlerimizin üst düzeydeki sorumluları."
KESK'li kadın tutuklulara
kart atma eylemi
Resmi rakamlara göre Nisan 2011
itibariyle Türkiye'de 124 binin
üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Kapitalizm kendini var
etmek için silaha ve kirli savaşa
yatırım yaparken, en küçük hak
aramalarda ise gözaltı ve tutuklamalarla gözdağı veriyor. En
son Eğitim-Sen üyesi Prof. Dr.
Büşra Ersanlı'nın tutuklanmasıyla
KESK'li tutukluların sayısı 33'e
ulaşmış durumda. Bunların 8'i kadın tutuklu.
25 Kasım Uluslararası Kadına
Yönelik Şiddetle Mücadele Günü
kapsamında Adana'da KESK'li
emekçi kadınlar Büyük Postane
önünde bir araya gelerek bir basın
açıklaması yaptı. Basın açımlamasının ardından KESK'li emekçi kadın tutuklulara dayanışma amaçlı
kart gönderildi.
Platform adına basın açıklamasını
SES üyesi Gülistan Atasoy okudu. Atasoy açıklamada şunlara
yer verdi: Unutulmamalıdır ki,
yürürlükte olan baskı sürgün ve
gözaltı politikası sendikal hak ve
özgürlükler ile düşünce ve ifade
özgürlüğünü kısıtlarken kadınların zaten düşük olan çalışma ve
siyasal yaşamdaki temsiliyetinin
büsbütün daralmasına hizmet etmektedir. Kadına yönelik şiddetin
% 1400 arttığı günde 5 kadının
öldürüldüğü, çalışan kadınların
yarısından fazlasının kayıt dışı
istihdam edildiği, yoksulluğun
adının kadın olduğu bir ülkede ne
demokrasiden ne de insan haklarından bahsedilebilir. KESK'li
kadınlara yönelik geliştirilen baskı, sürgün, gözaltı, tutuklamalar
kadınların bir bütün olarak sosyal
ekonomik ve siyasal yaşamdan
uzaklaşmalarına ve eve kapanmalarına hizmet etme potansiyeli
taşımaktadır."
Eylemde kadın tutukluların fotoğraflarına yer verildi. "KESK'li kadınlar yalnız değildir", "İçerde dışarıda hücreleri parçala", "Yaşasın
örgütlü mücadelemiz" sloganları
eşliğinde eylem sonlandırıldı.
12
NƦNRJHQNXN
.ÖUWKDONÜQDEDVNÜYH
RSHUDV\RQODUGHYDPHGL\RU
K
ürt halkına yönelik baskı ve
operasyonlarda sıra PKK lideri Öcalan'ın avukatlarına geldi.
Erdoğan'ın bir süre önce Kandil'le
Öcalan arasındaki bağlantıyı sağladıkları gerekçesiyle hedef gösterdiği 70 avukatın da aralarında
bulunduğu 100'ü aşkın kişi, çeşitli
illerde gözaltına alındı. 16 ildeki
ev ve işyeri baskınları yine "KCK
operasyonu" adı altında gerçekleştirildi. İstanbul Beyoğlu'ndaki Asrın
Hukuk Bürosu'nun yanı sıra Özgür
Gündem gazetesi merkez bürosu,
Demokratik Modernite dergisi de
basıldı. Operasyonlarda Öcalan'ın
avukatlarından Cengiz Çiçek, Hüseyin Çalışçı, Özgür Erol, Mehmet
Sani Kızılkaya, Mustafa Eraslan ve
Fırat Aydınkaya, Ayşe Batumlu ile
Özgür Gündem yazarı Cengiz Kapmaz da gözaltına alındı.
Diyarbakır'da da BDP Diyarbakır İl
Eş Başkanı Ömer Önen, BDP Bağlar
İlçe Başkanı Ali Yüce, DTK Daimi
Meclisi Üyesi Bedia Akaya, Bağlar
Belediye Başkan Yardımcısı Derya
Tamriş ve avukatların da bulunduğu
çok sayıda kişi gözaltına alındı. Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından
Cemo Tüysüz Urfa'da, Şakir Demir
Siirt-Kurtalan'da, Sabır Taş Siirt'te,
Servet Demir, Mehmet Bayraktar,
Nezahat Paşa Bayraktar ve Mizgin
Irgat İzmir'de, Veysel Vesek ve Hakzan Sadak Şırnak-İdil'de, BDP İl
Başkanı Mehdi Öztüzün Batman'da,
Selahattin Kaya Van'da ve Cemal
Demir Şırnak'ta gözaltına alındılar.
Hakkari eski Baro Başkanı ve DTK
daimi meclis üyesi Avukat Nevzat
Anuk Ankara'da, Davut Uzunköprü, Ergün Canan ile Erdal Sefalı
Yüksekova'da gözaltında tutuluyor.
Iğdır'da İHD Doğubayazıt Temsilcisi Avukat Şaize Önder ile Muş'ta
Avukat Mansur Işık'ın evleri basıldı.
Kars'taki evinin basıldığını belirten
eski milletvekillerinden Mahmut
Alınak, İstanbul'da gözaltına alınmayı beklediğini açıkladı.
Özgür Gündem gazetesindeki aramada birçok bilgisayar ve yayına el
konuldu. Özgür Gündem gazetesi
tarafından baskının ardından yapılan açıklamada, hiçbir baskının
kendilerini yollarından döndüremeyeceği belirtildi. Açıklamada "Bizim
düsturumuz gerçeklerdir. Kan ve
gözyaşlarıyla sulanmış bu topraklarda, barış, özgürlük ve demokrasi
mücadelesi verenlere yönelik hiçbir
kalıba sığmayan baskılar devam ettiği sürece, zalimlerin karşısında di-
renmeye devam edeceğiz. Bedeli ne
olursa olsun, gerçekleri ifşa etmek
için üzerimize düşeni yapmaktan
milim bile imtina etmeyeceğimizi
bilinmesini isteriz" denildi ve basın
ve düşünce özgürlüğünden yana
olan herkes dayanışmaya davet edildi.
Operasyonlar bir kez daha, bir kez
daha Kürt halkının özgür iradesini
kırmak, Kürt sorununun çözümünde onu kırıntıların en küçüğüne,
formüllerin en gerisine mahkum
etmek için yapılıyor. 4.500 kişinin
gözaltına alındığı, tutuklamaların
2.000'i bulduğu operasyonların açık
ve belirgin hedefi, Kürt halkının attığı "demokratik özerklik" adımının
geri alınmasıdır.
Kürt ulusunun burjuva demokratik
hak ve reform taleplerinin üzerine
baskı ve terörle gidilmesi nedensiz
değildir. Türk devleti, anayasa ile
ilgili son açıklamaların da gösterdiği
gibi, birikmiş bütün sorunlarda kapak bir yerinden açılırsa arkasının
geleceğinden korkuyor. Kürt işçilerin, kır ve kent yoksullarının, emekçi kadınların içindeki yanardağın
lavlarından korkuyor. İşte bunun
için, Kürt halkının ulusal talepleri-
ni daha da geriye itmek için "Kürt
sorununu arayıp bulamamak" dahil
her yönteme sarılıyor. Tüpten çıkan
macunu nafile geriye itmeye çalışıyor. Medyada bunun "analizleri"
yapılıyor.
Boşuna! Krizin işçi ve emekçilerin
üzerine kabus gibi çöktüğü, dünyanın dört bir yanında kriz faturalarına, işsizliğe, sosyal hak ve kolektif
kazanımların yok edilmesine karşı
harekete geçen kitlelerin burjuva
demokrasisinin albenisini bozup
sınırlarını gösterdiği ve birbirine
ilham verdiği bir dönemde boşuna!
Baskı ve operasyonlar Kürt halkının
iradesini kıramayacaktır. İşçi sınıfı,
başka bir ulusu ezen bir ulusun özgür olamayacağı bilinci, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının
tanınması ve tam hak eşitliği, sınır
ötesi olanlar dahil operasyonların
durdurulması ve tutuklananların
serbest bırakılması talebiyle Kürt
halkına yönelik baskılara karşı harekete geçmelidir. Sınıfın ve Kürt halkının düşmanlarının en büyük korkusu olan işçilerin birliği, halkların
kardeşliği bunu gerektirmektedir.
Yaşasın işçilerin birliği,
halkların kardeşliği!
'HUVLP|]UYHNUHVHOWHNHOFL
QHROLEHUDO|]USROLWLNDV×
K
üresel tekelci kapitalizmin neoliberal demokrasisinin özürler
kervanına AKP Hükümeti ve Erdoğan da katıldı.
Daha önce ABD kızılderili katliamları için, Papa Katolik Kilesesi'nin
geçmişteki mezalimlerinden bazıları
için, İngiltere başbakanı Keşmir'deki
katliamları için, Belçika hükümeti
eski sömürgelerindeki katliamlarından bazıları için, Japonya Güney
Kore'deki kadınlara tecavüzleri için,
Almanya Nazi faşizmi için ve en son
Merkel de Almanya'daki Neonazi seri
cinayetleri ve bunlara Alman istihbaratının da karışmış olması nedeniyle özür dilemişti. Guatemala'dan
Brezilya'ya, Güney Afrika'dan
Endonezya'ya kadar hükümetler de,
geçmişteki faşist diktatörlülüklerin
katliamlarından bazıları için özür
dilediler.
Burjuva mali oligarşik neoliberal
demokrasinin yükselen özür trendi,
küresel tekelci kapitalizm ve burjuva demokrasisinin kendini aklama
stratejisi olarak da kalmıyor. Sistemi
küresel tekelci kapitalizm ve mali
oligarşisinin yeni azami sömürü ve
egemenlik isterleri doğrultusunda
yeniden yapılandırmanın da bir
aracıdır. Tıpkı şu kapitalizmin küresel kriz sürecinde bir takım küresel
mali oligarkların çıkıp "vicdanlı
kapitalizm" akımını başlatması gibi,
tıpkı küresel marka sahibi tekellerin
"uzakta bir yerde", örneğin Çin'deki
"çağdışı atelyelerde kadın ve çocukların vahşice sömürülmesine" pek
üzülmeleri ve buna karşı "önlemler
almaları" gibi, tıpkı devletlerin kurtardıkları banka ve tekel ceolarının
aldığı milyon dolarlık maaş çeklerini
pek "etik-dışı" bulduklarını açıklamaları gibi, geçmişteki sömürgeci ve/
ya faşist katliamlar için özür politikasının da mesajını tahmin etmek zor
değil: "Neoliberal demokrasiye inanın
ve güvenin. Sistemde aksayan bir
şeyler varsa da, neoliberal demokrasi
çerçevesinde mücadele edin. Kapitalizm neoliberal demokrasisi sayesinde
kendi kendini düzeltir!"
Erdoğan da küresel neoliberal demokratik teamül gereği, Dersim katliamı için "velev ki" özür diledi. Bunu,
"böyle bir literatür varsa" diye, küresel
tekelci kapitalist ve mali oligarşik
yönetişim trendini referans göstere-
rek yaptı. İkincisi,
CHP'nin Dersim
kriziyle çalkandığı
bir sürece denk getirme burjuva ultra
pragmatizmiyle, CHP faresiyle kedi
gibi oynamak fırsatçılığıyla yaptı.
Üçüncüsü, Dersim'de katledilenlerin
Kürt, Zaza ve Alevi kimliklerini söz
konusu dahi etmeden, Necip Fazıl
Kısakürek'in bir kitabına referansla
"din mazlumları" diye yine katliamı
dinle dolandırarak yaptı. Yani katliamı kemalist laikçiliğe havale ederek,
bunun karşısına adını bile anmadığı
Kürt, Zaza ve Aleviliği değil, egemen
din ve mezhebi de el çabukluğuyla
dahil ederek, neoliberal dinciliğin
sırtını sıvazlayarak yaptı. Tam da neoliberal post modern burjuva demokrasisinin kitabına uygun olarak!
Geri düzeyde neoliberal demokrasi
özürüne karşı tepkiler de klasik: Bir
yanda liberal reformist "evet ama
yetmez"ciler var, "iyi bir adım ama
burjuva demokrasisi sınırları içinde
şunlar şunlar da yapılmalı" diye tam
da "düzeltilmiş kapitalizm, düzeltilmiş demokrasi" havariliği yapıyorlar.
Diğer yanda dar "hayır"cılar var, "bu
bir özür değil, samimi değil" deyip
AKP'nin ikiyüzlülüğünü sergiliyorlar.
Ancak onların da yaklaşımı neoliberal burjuva demokrasisini idealize
etmekten, Kürtlere, Alevilere, kadınlara, işçi ve emekçilere baskının ve
eziyetin olmadığı, haklarının tanındığı bir "düzeltilmiş burjuva demokrasisi" beklentisi ve hayalinden öteye
gitmiyor.
Komünistlerin ve sınıf bilinçli işçilerin tutumu ise nettir: Bunun burjuva
demokrasisi olmadığı değil, Türkiye'deki geri düzeydeki neoliberal
burjuva demokrasisinin tam da bu
olduğu; bunun yalnızca ve basitçe bir
aldatmaca, sahtekarlıktan ibaret de
olmayıp, burjuvazinin sınıf egemenliğinin yeni biçimi olduğunu ortaya
koyup, asıl burjuva demokrasisine
karşı sosyalist devrimci demokrasi
ekseninde mücadeleyi yükseltmek gerekir. Bunun dışındaki her yol, sistem
içinde erimeye, neoliberal demokrasinin sağ ya da sol muhalefeti olarak
ona yedeklenmeye götürür.
13
NƦNRJHQNXN
#FOJNBEðNLBQJUBMJ[N
Burası benim köşem kardeşim, işçi
gazetesi falan anlamam, fikrimi
buradan da yayar, hepinizi buradan
da ezerim. Var mı bir diyeceğiniz!
Bir Kasım günü, bundan neredeyse yüz yıl
kadar önce, Rusya denen bir yerde, işçiler benim egemenliğime başkaldırmaya cüret ettiler.
Hepsini lanetliyorum!
Benim adım kapitalizm; SGK istatistiklerine
göre Türkiye'de her yedi dakikada bir iş kazası
oluyor.
Benim adım kapitalizm; Latin Amerika'da maden işçilerinin %37'si, Hindistan'da taş kalem
işçilerinin %50'si ve taş kırma işçilerinin %36'sı
slikozis hastası!
Benim adım kapitalizm; her yıl işyerlerindeki
zehirli maddelerden dolayı 438.000 işçi ölüyor.
Her yıl sadece asbest yüzünden 100.000 kişinin
yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.
Benim adım kapitalizm; her yıl 270 milyon
iş kazası meydana geliyor ve 160 milyon kişi
meslek hastalıklarına yakalanıyor.
Benim adım kapitalizm; dünyada her gün yaklaşık 6000 kişi iş kazası ve meslek hastalıkları
nedeniyle yaşamını yitiriyor.
Benim adım kapitalizm: Ekim ayı içinde 53
işçi, 15 kadın katledildi. Günde neredeyse iki
işçi, her iki günde bir kadın!
Benim adım kapitalizm; burjuva toplum, kadına karşı tutumu ile insanlığın gerisindedir: Bir
işçi devrimi kadar gerisinde!
Marx "kadın özgürlüğünün toplumun genel
özgürlük derecesini tayin ettiğini ve onun bir
göstergesi" olduğunu söylermiş. Hadi canım…
Kapitalizm kadın cinayetleri, şiddet, aşağılama
sonrası aile-babası, saygın-kişi, ekmek-sağlayan-işveren kılığında serbestçe gezme toplumudur.
Benim adım kapitalizm; CEO'ların, büyük büyük genel müdürlerin işçilerinin 300 katı para
almalarının nedeni, onların bana 300 kat daha
sadık olmaları…
Benim sistemimde öğretmenler çocuklara
zararsız, sakin ve sadık tüketiciler olmayı öğretmek için varlar. Eh, benim adım kapitalizm;
öğretmenlerin burnunu sürtmek için atama
peşinde koşturtmak da benim işim.
Seçme özgürlüğü diye bir şey var: Benim adım
kapitalizm; size Pepsi ile Coca Cola, Cumhuriyetçilerle Demokratlar, Muhafazakâr liberaller
ile liberal muhafazakârlar, Migros'la BİM,
DGM ile Özel Yetkili Mahkemeler arasında
seçme özgürlüğü sunuyorum.
Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Thomas Sargent,
kapitalist krize karşı mucize buluşunu açıkladı:
Bakkala yazdırıyoruz, sonra ansızın taşınıyoruz.
Twitter'da @ben_kapitalizm
kullanıcı adındayım…
DYXNDWYH
ELUJD]HWHFLWXWXNODQGÜ
İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı'nın "KCK" adı
altında yürüttüğü soruşturma ve İstanbul 11. Ağır Ceza
Mahkemesi'nin kararı ile 22
Kasım Salı günü ev ve bürolarına yapılan baskınların ardından
gözaltına alınan PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın 41 avukatı, gazeteci Cengiz Kapmaz ve Asrın
Hukuk Bürosu çalışanları Zeynep Arat ile Hüseyin Karasu Adli
Tıp'ta sağlık kontrolünden geçirildi ve ardından savcılıkta ifadeleri alınmak üzere Beşiktaş'taki
İstanbul Adliyesi'ne sevk edildi.
Savcılıktan tutuklanma talebiyle İstanbul 11. Ağır Ceza
Mahkemesi'ne sevk edilen 41
avukatın müdafiliğini üstlenen
Avukatlar yaptıkları yürüyüşle
mahkemeyi protesto etti.
"Bu hukuksuzluğa ortak olmayacağız" diyerek tutuklama talebiyle İstanbul 11. Ağır Ceza
Mahkemesi'ne sevk edilen PKK
Lideri Abdullah Öcalan'ın 41
avukatının müdafiliğini üstlenen
avukatlar mahkemeyi boykot
etti. Boykot kararının ardından
avukatlar ile nöbetçi hakim arasında yapılan görüşmelerden bir
sonuç çıkmaması üzerine mahkemeye sevk edilen avukatların
sorgusu başlayamadı.
"Mahkeme sorgusuna girmeme"
kararı alan avukatlar, kararlarını açıklamak ve mahkemenin
tutumunu kınamak amacıyla
Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi
ön kapısından arka kapısına kadar "Baskılar bizi yıldıramaz" ve
"Savunmayı savunuyoruz" sloganları eşliğinde yürüdü. Burada
bir açıklama yapan ÇHD Genel
Başkanı Selçuk Kozağaçlı, şu
an olağan olanın meslektaşlarının yanında olmak olduğunu
belirtti. Bunun imkansız hale
getirildiğini kaydeden Kozağaçlı, "Bu yargılama, hukuka aykırı
biçimde hazırlanmış, siyasi saldırı niteliğindedir. Bu tiyatroda
figüran olmayacağız. Meslektaşlarımız gerçek dayanak ile suçlanmamışlardır. Kabul edilmesi
mümkün olmayan soyut siyasal
yorumlar, hükümetin iradesini
ve Başbakan'ın hedef göstermesini temsil ettiği son derece açık
olan değerlendirmeler, son derce
yakışıksız savcı yorumları, kabul
edilemez anayasa hak ve özgürlüklere, Avukatlık Kanunu'na,
CMK'ya aykırı uygulamalarla
muhatap olduk" diye konuştu.
Meslektaşlarının tutuklama talebiyle sevk edildiğini belirten
Kozağaçlı şöyle devam etti: "Bugün bu binada hukuk namına
hakkaniyet namına savunma
hakkı için hiçbir gelişme bulunmamaktadır. Arkadaşlarımızın
tutuklama yargılamasına bütün
bu hukuka aykırılıkları, siyasal
sebepleri, sonuç zaten belli olduğu için böyle bir saldırıda cüppelerimizle, kanun kitaplarımızla
durabilmek mümkün olmadığı
için yargılamayı terk ettik. Siyasal iktidarın hedef göstermesi
üzerine savcılar, yargıçlar tarafından oluşturulmuş tiyatrolarda
figüranlık yapmayacağız."
İstanbul Barosu'ndan görevlendirilen 5 avukat da savunmadan
çekildi. Fakat, mahkeme heyeti,
gözaltındaki avukatların müdafileri olmamasına rağmen, yargı-
lamaya devam etti.
Mahkeme, Avukatların katılmamasına karşın, jet hızıyla bitirildi
ve 34 avukat ve gazeteci Cengiz
Kapmaz için tutuklama kararı
verildi.
Gözaltı Koordinasyonu avukatlarından Sinan Zincir, tutuklamalar ile ilgili olarak yaptığı
açıklamada, "Önceden kararı
verilen bir soruşturma ile ilgili
müdafaa yapmayacağız, orada
sadece figüran rolünde olmayacağız, birer özgürlük ve adalet
aktivisti olarak Adalet ve Özgürlük Platformu'nu oluşturarak
meslektaşlarımızın özgürlüğü
için nöbet tutacağız" dedi.
Gözaltına alınan meslektaşları
için Baro'nun gereken dayanışmayı gösterememesini eleştiren
Av. Zincir, tüm girişimlere rağmen İstanbul Baro Başkanının
meslektaşlarının yanında yer almadığını belirterek, İstanbul'da
Çağdaş Hukukçular Derneği,
İnsan Hakları Derneği, Özgürlükçü Hukukçular Derneği,
Çağdaş Avukatlar Grubu, Katılımcı Avukatlar Derneği,
Savunma Avukatları Derneği,
Demokrasi için Hukukçular
Dayanışma Avukatları, Toplumsal Hukukçular ve savunma
avukatları olarak meslektaşlarının özgürlüğü için kampanya
başlattıklarını söyledi.
dDG×U\RNOXùXQXQQHGHQL.RUNDN9DQO×ODU
Van'da, deprem sonrasında
çadır ihtiyacını bile karşılamayan devlet; karşılanmayan
çadır ihtiyacını, insanların
korkaklığıyla açıklarken;
neden sonra kurulan çadırkentlerdeki yoksunlukların
ortaya çıkmasının engellemek
için de, gazetecilerin girişini
yasakladı.
Van, İskele Mahallesi'ndeki
Şahabettin Özarslaner Spor
Tesisleri'nde kurulan, dikenli
tellerle çevrili, jandarma ablu-
kasındaki çadır kente girmek
isteyen gazeteciler, zorla dışarı
çıkarıldılar. Gazetecilere, Van
valiliğinin çadırkentlerde
haber yapılmasını yasakladığı,
girişlerinse valiliğin yazılı iznine bağlandığı açıklandı.
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, çadır ihtiyacının karşılanmamasının sorumluluğunu
depremzedelere attı: Çadırların yetersiz olmasının nedeni,
"evlerine girmeye korkan
Vanlılar"mış!
14
NƦNRJHQNXN
'Bizler sokağı
yakalayabilen insanlarız'
diyorlardı kendilerine.
Yolda aceleyle yürüyen
birisinin, bir an için her
şeyden sıyrılıp onlara
katılması, oradaki keyfe
ortak olmasıydı sokağı
yakalamak onlar için.
Elinde gitarı ile sanatını
sokakta icra eden
üniversitesi öğrencisi
için de böyleydi bu,
pandomim yapan, kukla
oynatan için de böyle.
H
epimiz pek çok kere karşılaşmış, denk gelmişizdir onlara.
Bazen gürültücü, sıkıcı gelmişlerdir
bize, bazen keyif verici… Ama
mutlaka, en azından bir kere de
olsa durup izlemiş, dinlemişizdir.
Hem de hiç ummadığımız, hiç
beklemediğimiz bir anda. Evet hiç
beklemediğimiz bir anda; çünkü
"sokak sanatının" doğası böyledir.
Sizi tanımağınız insanlarla, hiçbir
planlama yapmadığınız bir zamanda aynı topluluğun üyesi haline getirebilir. Gergin olduğunuz
bir anda karşılaşıp moralsizliğinizi
unutturabilirler size, ya da keyifli bir gününüzde keyfinize keyif
katabilirler… Yapacak bir işiniz
olmadığında, boş boş gezerken de
takılabilirsiniz onlara, veya acele yetişmeniz gereken bir yere "o
anda, orada bulunanı" kaçırmamak için geç kalmayı tercih etmiş
de olabilirsiniz. Eşsizliği de budur
zaten: O anda, orada bulunması.
Ne bilet ayarlayabilirsin, ne de
seans saatini. Bir programlama
yapman da gerekmez, geç kalma
derdin de olmaz. Sanatla sokakta
karşılaşmış olursun. Bir diğer deyişle sokak seni sanatla buluşturmuş olur…
Sokak sanatı/sanatçıları dünyanın
diğer ülkelerinde kültür olarak
kabul görmüş olsa da Türkiye'de
henüz çok yeni. Dahası bu yeniyi yer açılmak istenmemekte,
kabul edilmemektedir. Özellikle
Ankara'da sanatçıları "rahatsızlık
verici" olarak gören, yaptırımlar ile
onları barındırmak istemeyen uygulamalar yer alıyor. Kabahatler
kanunu uyarınca gözaltına alınıp,
para cezalarıyla karşı karşıya
kalıyorlar. Kimi sanatçılar 'kaba-
Sokak6DQDWWÜU
hati' kendisine müzik grubu ismi
yaparak, 'kabahatlerine' devam
ediyor…
Sokakta sanatın suç olmadığı bir
Ankara'da tüm sokak sanatçılarına iyi çalışmalar…
Mayıs 2011
Bu metinle bitirmiştim fotoğraf
dersindeki proje ödevimi. Dörtbeş aya yakın sürmüştü sokak
sanatçıları ile ilgili çalışmam. Yer
yer, köşe köşe sokak sanatçısı aramıştım. Elimde makine, gözümün
önünde Siya Siyabend grubundaki elamanın santur çaldığı kare
ve kulağımda yine Siya Siyabend
grubundaki 'bonus kafa'nın her
cümleyi "…anlıyomusun" ile bitirdiği ses. Zaten Fatih Akın'ın
İstanbul Hatırası (2004) adlı
yapımı ilham verici olmuştu benim için. İlk kez bu denli orada
dikkatimi çekmişti sokak sanatçıları.
İzlerken en
sevdiğim
bölüm burası olmuştu. Müzikleri, tavırları, konuşmaları… Çok
keyifli gelmişti bana. Daha sonra keyif alan tek kişinin de ben
olmadığımı anlamıştım, etrafta
dönen "…anlıyor musun?" geyiklerinden.
Ankara'da başlamıştım fotoğraflara. Tunalı ile Karanfil arasında
bir güzergahtı çekim yaptığım
yerler. Daha doğrusu sokak sanatçılarının bulunduğu yerler.
Fotoğrafı yadırgamıyor, sohbet
etmeyi seviyorlardı. 'Bizler sokağı
yakalayabilen insanlarız' diyorlardı kendilerine. Yolda aceleyle
yürüyen birisinin, bir an için her
şeyden sıyrılıp onlara katılması,
oradaki keyfe ortak olmasıydı
sokağı yakalamak onlar için.
Elinde gitarı
ile sanatını
sokakta
icra eden üniversitesi öğrencisi
için de böyleydi bu, pandomim
yapan, kukla oynatan için de böyle.
Bugünlerde ise sokak sanatçıları için sokağı yakalamak pek
mümkün görünmüyor. Ankara'da
zabıta ile yaşanan "tezgah kavgası" sonrası Kızılay'da tezgahlar
kapandı. Bu durum sokak sanatçılarına da yansıdı. Onları bulundukları yerlerde görebilmek zorlaştı. İstanbul'da ise Beyoğlu'nda
yaşanan "masa-sandalye" tartışmalarıyla birlikte sokağa da yüksek ses ayarı getirildi. İstiklal'deki
sanatçılar yanlarında hoporlör vs
bulunduramıyor. Bütün bunlar
da bize değişimin/dönüşümün
sokağa yansıyan kısımlarını
gösteriyor. Yapılacak olan
düzenlemeler (ki Beyoğlu'ndaki masa-sandalye tartışmalarının
arkasında Taksim'in
trafiğe kapatılacak olması vardı)
bundan sonra
sokakta, nelerin
ve kimin bulunacağının
işaretlerini
veriyor
bize.
15
NƦNRJHQNXN
%HGHOOLDVNHUOLNYLFGDQLUHGe
<DGDVÜQÜUODUÜQRUGXODUÜQYHVDYDíODUÜQROPDGÜðÜELUGÖQ\D
400
bin kişinin beklediği ve en
az 100 bin kişinin yararlanacağı tahmin edilen bedelli askerlikte 30 yaş sınırı uygulanacak, bedeli ise
30 bin TL olacak. Böylece kapitalist
devlet bütçesine 2,5 milyar lira aktarılacağı bekleniyor. Bu meblağın
gideceği adres olarak ise kirli savaşta
ölen ve sakat kalan askerlerin aileleri
anılıyor. 4 taksit halinde yapılacak
olan bedel ödemesi bankaları da harekete geçirdi. Bankalar bir aylık kredi ödemesi asgari ücret tutarına denk
düşen 60 aylık vade dahil seçenekleri
hazırlıyorlar. Bu, orta sınıflar ve yüksek ücretliler için ödenmesi mümkün
bir meblağ tabii. Vicdani reddin ise
bir defadan fazla ceza almayı ortadan
kaldırarak AB'nin istediği koşulları
yerine getirecek tarzda, ve tabii ki
gerek süre gerekse de koşulları bakımından "bezdirici olma" bazında
düzenleneceği görülüyor.
Orta sınıflar, mülk sahipleri, aralarında Blackberry'nin Rum patronu
Lazaridis'in de bulunduğu açıklanan
her boydan kapitalistler, burjuva sanatçılar, askerlik kredisini rahatlıkla
ödeyebilecek olanlar, zaten uzun
yıllardır "Bedelli çıksın" basıncı yapıyorlardı. "Bedelli çıksın"ın açılımı,
insanların en verimli çağlarında aylar
boyunca işlerinden, yaşam projelerinden vb kopuyor olmaları ve bunun
kapitalizmin mantığı ile açıklanamayacağı idi. Ve tabii bununla birleşik
olarak burjuvalarımız Kürt halkına
karşı kirli savaşın canla başla yürütülmesini, fakat bu "canın ve başın"
kendilerine ait olmamasını istiyorlardı. Gencecik yaşta, ucu bucağı görünmeyen ve her gün yeni cenazelerin
geldiği, beden ve ruh sakatlıklarının
toplumun her yanına yayıldığı bir
savaşta yaşamını kaybetmek, sakat
kalmak istememek gibi bir birey
açısından son derece anlaşılabilir bir
duygu, haliyle burjuvalarımızın dolu
cüzdanlarında "İşyerimde canını her
gün tehlikeye attığım işçi ve emekçi
çocukları varken niye ben?" olarak
şekilleniyordu.
Sanki Kürt halkının haklı mücadelesini desteklemek ve Kürdistan'a
askere gitmeme tutumu almak da
bir yana, aynı yaşam kaygısı, aynı
verimli çağ, bütün şoven propagandaya rağmen kirli savaşın yarattığı
aynı ürküntü işçilerin, kent ve kır
yoksullarının çocukları için geçerli
değilmiş gibi!
"Bedelli çıksın"ın karşısına, Genelkurmay direnci ile birlikte şovenizm
zehri ve Kürt halkına karşı intikam
hissine bulanmış, kirli savaş aygıtının
bir parçası olarak ölüme gönderilen,
katliamlara bulaştırılan, canını, beden ve ruh sağlığını, özsaygısını ve
onurunu yitiren, geri döndüğünde ise
yüzüne bile bakılmayan işçi ve emekçi çocuklarının aileleri çıkıyordu en
başta.
Öncü işçiler, savaşların,
orduların ve sınırların
ancak kapitalist sınıf
egemenliğini ve burjuva
devleti yıkmaktan geçtiğini
biliyorlar. Bu onları "her
türlü şiddete ve savaşa
karşı olma" adı altında
bu mücadeleyi ve bilinci
karartan pasifizmden kalın
çizgilerle ayırıyor.
Burjuvaların arka cebinde duran bir
aylık kredi ödemesi ile bir ay ailece
yaşamaya çalışan, sırf bu miktarı ödeyemeyeceği, askerlik yapmadıysa iş
bulamayacağı için korkusunu "Asker
gidecek geri gelecek" sloganları, şoven
bağırtı ve tekbirlerle kapatmaya çalışarak otogarları dolduran asgari ücret
tutsaklarının, işçilerin, kent ve kır
yoksullarının şovenizmle kirlenmiş
kör öfkesi, kirli savaş generali Osman
Pamukoğlu gibilerinin "Ne bedelli ne
vicdani red, herkes askere" böğürtüsüne karışıyor. Ümit Boyner ise, bir
yandan profesyonel askerlik sistemini adres gösterirken aynı zamanda
burjuva çocuklarının "hurra" dediği
bedelli askerliğin "vicdanını" rahatsız
ettiğini belirterek bu öfkeyle inceden
köprü kurmaya çalışıyor.
İşte tam da burada, bu şoven böğürtünün sahiplerini yumruğumuzla
susturup bedelli askerliğin karşısına
"Siz hiç iş kazasında ölen patron, kirli
savaşta ölen patron çocuğu gördünüz
mü?" öfkesiyle, kirli savaşa son, Türk
ordusu Kürdistan'dan çekilsin, Kürt
halkına tam hak eşitliği ve özgürlük
talebiyle dikilmek gerekiyor.
Bedelli askerlik ve onun yanında da
"bezdirici" tarzda tanımlanıp uygulanacak vicdani red düzenlemesi, fakat
daha önemlisi, Türk ordusunun operasyonel ve teknik gücünü artırmaya
yönelik profesyonel askerlik adımları
birbirini tamamlayarak sürdürülecektir.
Bedelli askerlik burjuva düzen partileri içerisinde genel bir kabul iken,
vicdani red ise yarılmalara yol açıyor.
Örneğin MHP bedelli askerlik konu-
Bugün ABD, İsrail, Rusya
vd ülkelerde emperyalist,
gerici, haksız ve kirli savaşlara
katılmayı reddederek
vicdani red açıklamasında
bulunanların tarihsel arka
planında pasifistlerin değil
savaşa karşı mücadeleyi sınıfa
karşı sınıf mücadelesi, ezilen
halkların demokratik kurtuluş
mücadelesini destekleme
tutumu olarak yürütenlerin kanı
ve kararlılığı yer alır.
sunda Osman Pamukoğlu'yla, daha
önemlisi "şehit aileleri" ile aynı topa
girmezken, vicdani redde kesinlikle karşı olduğunu açıkladı. En son
Dersim krizi ile yeniden çatırdayan
ve seçim öncesinde de açıkladığı
resmi görüşü vicdani reddi de içeren
CHP'de de karşıt sesler yükseldi.
Vicdani red konusunda en büyük
kaygıyı "halkın askerlikten soğuması"
ve bunun gençlik içinde artan bir
kitlesel tutuma dönüşmesi oluşturuyor. İşte tam da bu saikle, vicdani
redcileri "vatan hainliği" ile damgalayarak tecrit etmek ve iş bulamama,
fişlenme vd. ile yıldırmak, eşcinsellik
konusundaki gerici ve ilkel toplumsal
önyargılara seslenmek gibi en iğrenç
yöntemler deneniyor.
Vicdani red, insanlık tarihinde dini
gerekçelerle çok eski tarihlerden beri
var olmakla birlikte asıl gündeme
gelişi, büyük emperyalist savaşlardaki
zorunlu askerlik uygulaması ile oldu.
Savaşa gitmeyi ve öldürmeyi reddedenler askeri mahkemelere çıkarıldılar, ölüm ve hapis cezalarına çarptırılıp siyasal baskı ve toplumsal tecritle
karşılaştılar.
Bugün ABD, İsrail, Rusya vd ülkelerde emperyalist, gerici, haksız ve kirli
savaşlara katılmayı reddederek vicdani red açıklamasında bulunanların
tarihsel arka planında pasifistlerin
değil savaşa karşı mücadeleyi sınıfa
karşı sınıf mücadelesi, ezilen halkların demokratik kurtuluş mücadelesini
destekleme tutumu olarak yürütenlerin kanı ve kararlılığı yer alır. Burjuva
demokrasileri, salt dini gerekçeleri
hesaba katmak zorunda oldukları için
değil, işte asıl bu gerçeklikten dolayı
vicdani red hakkını tanımak zorunda
kalmışlardır.
Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk,
''Türk ordusunun başlıca görevleri
uluslararası misyonlara katılmak ve
sınırda veya sınırın hemen ötesinde
terörizmle savaşmak. Her iki operasyon türü de, büyük miktarlarda kötü
eğitimli piyadeyi değil, küçük, esnek
ve yetenekli birimleri gerektiriyor''
diyor. Bilgesam'ın raporunda ise,
"Günümüzün savaşları teknoloji savaşlarıdır; pasif, düşünmeyen, şaşkın
insanlar sürüsüne değil, yüksek derecede eğitimli personele ihtiyaç göstermektedir. Bu nedenle, orduların post
modern askerlik çağındaki misyonuna göre, büyüklüğü değil, işlevsel
savaş gücü ve muharebe etkinliği çok
daha fazla öne çıkmaktadır" deniyor.
Öncü işçiler, savaşların, orduların ve
sınırların ancak kapitalist sınıf egemenliğini ve burjuva devleti yıkmaktan geçtiğini biliyorlar. Bu onları "her
türlü şiddete ve savaşa karşı olma"
adı altında bu mücadeleyi ve bilinci
karartan pasifizmden kalın çizgilerle ayırıyor. Operasyonel ve işlevsel
savaş gücü misliyle artmış -buna
karşılık emperyalist işgallerde burnu
bataklıktan çıkmayan- bir burjuva
ordu ve devlet aygıtına karşı mücadele ise, gençlik içinde yaygınlaşan
orduya katılmama isteğini burjuva
demokrasisine karşı sosyalist demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olma
yönünde, devrimci sınıf çizgisinde
dönüştürmeyi zorunlu kılıyor.
Çitlerin ve silahların olmadığı bir
dünya, komünizmden başkası değildir.
Mali sermayenin saldırılarını püskürtmek için işçi ve emekçiler on binler olup sokaklara aktılar
.DSLWDOLVWEDUEDUOÜðDNDUíÜGLUHQLíKHU\HUGH
A
frika ve Ortadoğu'da başlayan
mücadele, Avrupa ve Amerika
kıtasında büyüyerek devam ediyor.
İşçi sınıfı ve emekçiler sokaklardan
ayrılmıyorlar. Biri biterken bir diğeri başlıyor. Kapitalistlerin ekonomik
krizi işçi sınıfı ve emekçilere fatura
etmesi her seferinde daha kitlesel direnişlerle karşılaşıyor.
ve emekçi kapitalist sistemin emekçiler üzerinde yarattığı yıkım politikalarına karşı sokaklara çıktılar.
Alman bankaları ve Avrupa Merkez
Bankası'nın bulunduğu Frankfurt
kenti gerçekte devasa bir finans merkezidir. Gösterilerin bu kentte yoğunluk kazanması elbette ki tesadüf değil.
Kapitaist sistemin finans merkezi ve
kalbinin Almanya'daki üssü olduğu
işçi sınıfı ve emekçiler tarafından da
bilince çıkarılmış durumda.
Mali sermayenin aktörleri öyle ellerini kollarını sallayarak iktidarlarını sürdüremiyorlar. İşçi sınıfının ve
emekçi halkların direnişi hükümetler
düşürüyor, dikta rejimlerini değiştiriyor. Direnişler karşısında acze düşen
diktatörler ülkelerini bırakıp kaçmak
zorunda kaldılar.
Yunanistan: Küresel mali sermayenin atadığı Lucas Papadimos başbakanlığında kurulan ulusal birlik hükümetinin parlamentodan güvenoyu
almasının hemen ardından başlayan
gösterilerin ikincisi çok daha kitlesel
ve çatışmalı gerçekleşti.
Başkentte toplanan on binlerce emekçi parlamentoya yürüdü. Göstericiler
ile devlet güçleri arasında yoğun çatışmalar yaşandı. Polisinin saldırısı
sonucu birçok kişi yaralandı, çok sayıda gösterici de gözaltına alındı. Dişe
diş yürütülen mücadeleyle Papandreou hükümetini düşüren işçi sınıfı ve
emekçiler küresel mali sermayenin
aktörleri tarafından atanan Papadimos hükümetine de gerekli cevabı
vermeye hazırlanıyor.
İtalya: Berlusconi'nin istifa etmek zorunda kalmasının ardından mali sermayenin Başbakanlığa atadığı Mario
Monti, sokak gösterileri ve grevlerin
gölgesinde iş başı yaptı.
İtalya'nın 8 büyük kentinde on bin-
Kapitalist sistemin yarattığı sömürü ve eşitsizliğe, hak gasplarına
ve işsizliğe karşı 'Wall Street'i işgal et' hareketini organize eden
göstericiler, polisin estirdiği terör ve saldırganlığa rağmen
direnişlerinden vazgeçmeyeceklerini ifade ediyorlar.
lerce işçi ve emekçinin "bankacıların
hükümeti" olarak ifade ettikleri yeni
kabinenin gerçekleştireceği sosyal
hak gaspları ve kesintilere karşı kitlesel bir gösteriyle protesto etti. Sokaklar adeta göstericiler tarafından işgal
edildi. Roma'daki gösterilere binlerce
öğrenci katılırken, Toplu taşımadaki
grevler hayatı felç etti.
Eylemcilerden biri, "Monti'nin programı oldukça kapitalist ve kirizin bedelini en zayıfların ödemesi gerektiğine dair korkunç bir fikri takip ediyor"
derken burjuvazinin işçi sınıfına saldırısının kapsamını ve içeriğini özetlemiş oluyordu.
ABD: 'Wall Street'i işgal et' hareketi bir kez daha sokakları işgal etti.
Yaklaşık iki aydır süren işgal hareketi, New York'un finans merkezi olan
bölgedeki çadırların polis zoruyla
kaldırılmasının ardından eylemciler
kitlesel bir gösteri düzenlendi.
"Caddeler, sokaklar bizim; biz %
99'uz" sloganlarıyla Wall Street'e doğru yürüyüşe geçen göstericiler polis
barikatlarıyla karşılaştı. Wall Street'te
çalışanların işe gitmelerini engellemek için oturma eylemi yapan göstericilere polis saldırarak alandan uzaklaştırmaya çalışırken, çıkan çatışmada
onlarca gösterici de gözaltına alındı.
Kapitalist sistemin yarattığı sömürü
ve eşitsizliğe, hak gasplarına ve işsizliğe karşı 'Wall Street'i işgal et' hareketini organize eden göstericiler, polisin
estirdiği terör ve saldırganlığa rağmen direnişlerinden vazgeçmeyeceklerini ifade ediyorlar.
Almanya: 12 Ekim günü Frankfurt
ve Berlin kentlerinde on binlerce işçi
17 Kasım'da Köln'deki 'Harçları durdurun", "Herkese ücretsiz eğitim
hakkı", "Bize ait olanı satın almayız"
sloganlarıyla yapılan yürüyüş ve mitinglerde öğrenciler, yüksek öğrenim harçlarını protesto etti. Yüksek
harçlar üniversite kapılarının yoksul
öğrencilere kapatılmasının, eğitim
sisteminin paralı hale getirilmesinin
ve meslek eğitiminin katlanılmaz bir
sömürüye dönüştürülmesinin protesto edildiği gösterilerde kapitalist
sistemin, öğrencilerin geleceğini ipotek altına almasına izin verilmeyeceği
vurgulandı.
Portekiz: İşten çıkarmalar, vergi artışı
ve maaşların düşürülmesi… Bunlar,
11 milyon nüfuslu Portekiz'de kemer
sıkma politikaları kapsamında gündeme gelen önlemler…
Yunanistan ve İrlanda'dan sonra kurtarma paketine ihtiyaç duyan üçüncü
ülke olan Portekiz'de hükümete göre,
bu acı reçeteyi işçi ve emekçiler içecek.
İşçi ve emekçiler ise faturanın kemer
sıkma adında kendilerine ödetilmesine tepkili ve bunu kabul etmeyeceklerini genel grevin bir uyarı olduğunu
belirtiyorlar. Kamu işçilerinin yoğun
katılım gösterdiği 24 saatlik grev kapsamında uçaklar havalanmadı, tren
seferlerine ara verildi.
7DKULU\HQLGHQ
Mısır'da Tahrir Meydanı'nda son
eylemlerde hayatını kaybedenlerle
birlikte siyasal dizilim belirginleşmiş oldu. Bir tarafta ordu ve yapılacağını umduğu seçimlerle hükümet
olmayı bekleyen Müslüman Kardeşler, diğer tarafta ise halk eylemliliği!
Gösteriler Yüksek Askeri Konsey'in
Başkanı Mareşal Hüseyin
Tantavi'nin en geç önümüzdeki haziran ayına kadar cumhurbaşkanlığı
seçimini yapacakları sözünü vermesine rağmen dinmedi.
Cunta lideri Tantavi'nin "Son günlerde yaşanan karışıklıklardan dolayı birçok yatırım Mısır'dan kaçtı.
Grevlerin artması ve üretim azalmasıyla birlikte görevimizin daha
zor hale gelmesine rağmen, niyetimizden kuşku duyanlara karşı tepki
göstermeden, sıkılmadan ülkeyi şu
kritik dönemden çıkarmaya çalıştık" diyerek patronlarının kimler
olduğunu gösterdi.
Mısır'da çoğunluğunu sol, liberal
ve laik partilerin oluşturduğu gruplar, ülkede iktidarda olan cuntanın
görevini bir an önce sivillere devretmesini istiyordu. Olağanüstü
bir gençlik katılımıyla birlikte aynı
gruplar, yapılacak yeni anayasada
askerin meşru koruyucu olarak
gösterilmesine karşı çıkarak ülke
genelinde gösterilere başladılar ve
Yüksek Askeri Konsey istifa edene
kadar Tahrir Meydanı'ndan çekilmek gibi bir hata yapmayacaklarını
ifade ediyorlar.
Mübarek'in Şubat ayında devrilmesiyle sonuçlanan halk ayaklanmasının ardından, eylemlerin halkçı
nitelik taşıyan bir demokratik devrime veya ötesine doğru ilerlemesini engellemek amacıyla ordu cunta
eliyle yönetimi üstlenmişti. Küresel
mali oligarşi, Ortadoğu'da neoli-
beral demokrasiye geçiş adımlarını
attığı ölçüde, iç dinamikleri, özellikle de işçi hareketlerini bastırmak
üzere Mısır'da ordunun yönetimi
ele almasına onay vermişti.
Bu çerçevede burjuva demokratik
seçimlerin sürekli ertelenmesi, grevlere saldırılar, gözaltılar,
Tahrir'in boşaltılması, örgütlenme
ve toplanma özgürlüğünün engellenmesinin üzerine; ordunun
Türkiye'ye benzer şekilde askeri
bütçenin parlamentonun denetiminden muaf tutulmasını istemesi
ve silahlı kuvvetlerin anayasanın
"koruyucusu ve kollayıcısı" sayılarak pozisyonunu sağlamlaştırmaya
dönük attığı adımlar bardağı taşırdı.
Mücadeleyle kazandıklarının da ellerinden alınmaya çalıştığını gören
kitlelerin dinamizmi sokağa taştı ve
Tahrir İşgali yeniden başladı. Şimdi
"O (Tantavi) gitmeden meydanı
terk etmeyeceğiz" sloganı yükseliyor
Tahrir'den.

Benzer belgeler