dosyayı indir - Gürcan DAĞDAŞ

Transkript

dosyayı indir - Gürcan DAĞDAŞ
Babam
Mehmet Dağdaş ve
Biricik oğlum
Buğra Can Dağdaş’a
İÇİNDEKİLER
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
Önsöz
Gazetecilik!
Güven
Tarihin İçinde Yolculuk
Rödizli mi olsun Şönizli mi?
Savaş
Düyun-u Umumiye
Sosyal Çürüme
İtiraf!
Üniversiteler
Liselerimiz
Saddam Sonrası Irak
Savaş Silahları!
Irak Türkleri
Sarsıntı!
Sun Tzu
Melekler Erkek mi Dişi mi?
Türkiye'de Eğitim
Dıgıdak Dıgıdak
Evimiz
Ateş Topu!
ABD'nin Askeri Müdahaleleri!
Titre Ve Kendine Gel!
Türkiye’ni Stratejik Önemi
21. Yüzyıl, Kimin Yüzyılı Olacak !
Savaş Ne Getirir?
Yüz Yüze Görüşme
Telgraf Ve Gazete Başlığı
Canlı Bomba!
Herkes versin ben de vereyim!
Komedi!
Ekonomi
Doğduğun Yer
Tarihten Ders Almak
Saddam Gitti!
Sevindirik!
Dayanışma
Mezopotamya
En Büyük Başkan!
Yüzleşme
Irak'ta Son Durum
Kendi Değerini Bilmek
Yatağınızda Rahat Uyuyun!
Borcumuz 250 Milyar Dolar mı?
Yeniden Hatırladım
ABD Türkiye
Ortak Dil
2023
6. Uyum Paketi!
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
Cumartesi
Gençlik!
Tarz-I Siyasetimiz!
Kim Kimin Devamı?
Ölüler zannediyorlar ki diriler helva yiyor!
İmparatorluk
e-Devlet
Merkez Siyaset
İp İle Küfenin Hesabı
Nazım Hikmet
Devlet
Madenlerimiz
Türk Boğazları
Yoldan Güzel Geçmek
Yaşamı Tersten Yaşamak!
Üçüncü Yol!
Dürüstlük!
Dostluklar!
Johnny Florida'ya Mehmetçik Irak'a
Kasa Boş!
Yeni Vietnam!
ABD'nin Miladı, 11 Eylül
1933 Krizi Yaşanıyor
5 Bin Kişi İntihar Etti!
'Çin İşi'
Güney Afrika-Türkiye
Avrupa Birliği'nin Geleceği!
Washington'daki Abdülmecid
Secrets of a Christian Terrorist State Armenia
Ekonomi iyi mi
Fitneye dikkat!
Bilge Kral
Gülmeye Başlamak!
Asgari Ücret
Padişah Sofrası!
Şaron ve Bush Filistin ve Irak
Gelir dağılımı düzeldi mi!
Hakkı Baba
Oyun Biter!
Şalgamı bilirler mi
Aziz Nesin Haklı Mı Çıkıyor!
Sokağın Nabzı!
AB, Türkiye'yi nasıl görüyor!
Türkiye'nin Birliği...
Afganistan
Japon Balıkları ve Felsefesi
İşin ciddiyetini anlamak
Siyasetin Magazinleşmesi
Muhalefet Boşluğu...
Ayak Ayak Üstüne...
Yugoslavyalaşma!
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
Muhafazakar Demokrat
Et Bulamıyorlarsa Patates Yesinler!
Kars Kalkınma Vakfı
Yapabilsek!
Büyük Ortadoğu Projesi!..
Siyasetin Adabı..
Kendi Kalemize Gol Atmak!..
Yorumsuz!
Fişleme!
Bugün Seçim!..
28 Mart Seçim Sonuçları...
Türkiye Ve Fransa
Cumhuriyeti Yıktırmayız!...
Vatansever!..
Müslüman!...
Türk...
İnek Olmak!..
Muhasebe!
Önsöz
"Halka ve Olaylara Tercüman" gazetesinde yayınlanan makalelerimi bir
araya toplamaktaki maksadım, amatör bir ruhla ve içtenlikle yazmış olduğum
makalelerin daha geniş bir okuyucu kitlesi ile buluşmasını sağlamak ve tarihe kayıt
düşmekten öte değil.
Sevgili dostum Şakir Süter’in, gazetede yazmam konusunda yaptığı teklife
“evet” dediğimde, bu yazıların bir gün kitap olacak sayıya ulaşacağını
düşünmemiştim.Yazı yazmanın ciddi bir disiplini gerektirdiğini biliyordum; bu
disiplini oluşturabilecek miyim diye tereddüt ederek, ilk yazı için klavyenin tuşlarına
dokundum. İlk makale, gazeteci denince ne anladığımı içeren bir yazı olmalıydı.
Okuma fırsatını bulduğum ve keyif aldığım Zekeriya Sertel’in hatıralarındaki
“gazeteci” tanımı ile başlamalıydım. Zekeriya Sertel “Gazeteci kimdir?” sorusuna
kendi hatıralarında şöyle cevap vermiş:
" Gazetecilik iyi bir meslektir, hürriyet içinde çalışabilmek şartıyla. Hürriyet
olmayan, geri kalmış memleketlerde gazetecilik zevkli ama tehlikelidir. Zevklidir,
çünkü hayatınız bitmeyen bir savaş içinde geçer. Tehlikelidir, çünkü her an
başınızın üstünde Demokles’in kılıcı sallanır. Ölüm, hapis ve her türlü işkence sizi
bekler. Ben böyle bir dönemde gazetecilik yaptım. Dört kez hapse girdim. Yüzlerce
kez gazetem kapandı, sonsuz kayıplara katlandım. Tehdit gördüm, tahkir gördüm.
Böyle şartlar altında eğer karakteriniz zayıfsa, çabucak mesleğinizi değiştirir,
kendinize başka bir geçim yolu ararsınız.
Gazeteci yalnız olayları kaydeden bir sicil memuru değildir. Gazeteci tarih
yapan ve yazan adamdır. Memleketin kaderi üzerinde söz sahibidir. Onun için de
görevi nazik, sorumluluğu büyüktür."
Yapacağım işin önemini kavramam için Zekeriya Sertel’in tanımı yeterince
açıktı.Asla gazeteci sıfatını kullanmayı hak ettiğimi düşünmeden, sadece
düşüncelerimi aktarabilmek arzusu ile çıktığım bu yolculukta okuyucularımla
birlikte olmanın keyfini ve tarihe kayıt düşmenin heyecanını yaşadım
Yazılarımı özeleştiri gayreti içinde olduğum bir dönemin ruh haliyle yazdım.
Objektif tespitleri içinde barındırmasına özen gösterdim. Ülkem ve insanları için
duyduğum kaygıları dile getirmeye ve ötekini anlamaya gayret ederek yazdım.
21’inci yüzyılın ilk yıllarında ortaya çıkan yeryüzü fotoğrafını irdelediğim
yazılarımda; olaylara Türkiye merkezli bakmaya gayret ettim. ABD ve AB gerçeğini
taraf olmadan, objektif olarak değerlendirmeye çalıştım. Yeryüzünün yeni güç
dengelerini ve insanlığın başına bela olan terörü irdeledim. Özellikle 11 Eylül
2002’de ABD’deki ikiz kule saldırısı ve Irak’ın işgaliyle başlayan yeni döneme farklı
bir pencere açmayı denedim. Türkiye’nin menfaatleri açısından yapılması gereken
özeleştiriyi içim yansa da, bir kısım okuyucularım kızsa da yaptım. Olup bitenle
ilgili sorular sormayı ve cevaplarını bulmayı hedefledim.
Yazılarımın tek harfine bile müdahale etmeden yayınlayan “Halka ve
Olaylara Tercüman" gazetesi yöneticilerine ve değerli çalışanlarına bu vesile ile
teşekkür ederim. Düşüncelerimi özgürce ifade etmeme fırsat verdiler.
.
Sözün hülasası;
Neyi ne kadar anladığımın ne kadarını yansıtabildiğimin takdirini yapacak
olan değerli okuyucu; makalelerimin bir araya geldiği kitapla nihayet baş başasın.
Kitap seni sıksa bile lütfen sonuna kadar okumaya gayret et. Amatör bir yazarın bu
ricasına alaka gösterdiğin için teşekkür ederim.
.
Gürcan DAĞDAŞ
Temmuz 2004
GAZETECİLİK !
Basının içinde bulunduğu durum anlaşılıyor ki önüne kalkan olarak koyduğu
siyaset esnafının çekilmesi halinde daha net olarak vatandaşlarımızın anlayacağı
bir görüntüye bürünecek.
Siyaset esnafının ötenazi kararı, basınımızın içler acısı halini çok yakın
zamanda daha net anlayacağımız ve tartışacağımız bir döneme bizi taşıyacak.
Çünkü önündeki kalkan kırıldı, döküldü, fonksiyonunu kaybetti.
Bu doğal olarak nasıl bir siyaset adamı sorusuyla türdeş olan nasıl bir
gazeteci sorusunu önümüze getirecektir. Bu soruya gerçek bir gazeteci olarak
bildiğimiz Zekeriya Sertel kendi hatıralarında şöyle cevap vermiştir.
"Gazetecilik iyi bir meslektir, hürriyet içinde çalışabilmek şartıyla. Hürriyet
olmayan, geri kalmış memleketlerde gazetecilik zevkli ama tehlikelidir. Zevklidir,
çünkü hayatınız bitmeyen bir savaş içinde geçer. Tehlikelidir, çünkü her an
başınızın üstünde Demokles’in kılıcı sallanır. Ölüm,hapis,her türlü işkence sizi
bekler. Ben böyle bir dönemde gazetecilik yaptım. Dört kez hapse girdim. Yüzlerce
kez gazetem kapandı,sonsuz kayıplara katlandım. Tehdit gördüm,tahkir gördüm.
Böyle şartlar altında eğer karakteriniz zayıfsa, çabucak mesleğinizi
değiştirir,kendinize başka bir geçim yolu ararsınız.
Gazeteci yalnız olayları kaydeden bir sicil memuru değildir. Gazeteci tarih
yapan ve yazan adamdır. Memleketin kaderi üzerinde söz sahibidir. Onun için de
görevi nazik, sorumluluğu büyüktür." (*)
Kıssadan hisse "eğer karakteriniz zayıfsa, çabucak mesleğinizi değiştirir,
kendinize başka bir geçim yolu ararsınız." yani kartvizitinizdeki gazeteci sıfatı sizi
bu mesleğin mensubu yapmaz sadece maskeler. Sizin asıl mesleğiniz “gazete
esnafı“ olur.
Asıl mesleği gazeteci olan tüm üstatların, hoşgörüsüne sığınarak,
Tercüman’a ve okuyucularına Merhaba !
18.01.2003
(*) Zekeriya Sertel « Hatırladıklarım »
GÜVEN !
Güven, toplumsal sermayeyi oluşturan işbirliğine yönelik toplumsal
normların yan ürünüdür. Eğer insanların taahhütlerini yerine getireceğine, sadakat
normlarına saygı duyacağına ve çıkarcı davranışlardan kaçınacağına
güvenilebilinirse grupların oluşması daha kolaylaşır. Oluşan gruplar da ortak
hedeflere daha etkin biçimde ulaşabilir.
Güvenin, toplumsal sermayenin önemli bir ölçütü olduğunu kabul edersek,
toplumsal sermayede bir çöküş olduğu kesindir. Başta hükümet olmak üzere, her
türden kuruma olan güvenin sürekli olarak azaldığını 2000’lerde ise tarihin en
düşük düzeyine indiğini kabul etmemiz gerekmektedir.
Kamusal güven erozyona uğrarken öyle anlaşılıyor ki, vatandaşların
birbirleriyle işbirliği amacıyla kurdukları ilişkilerin yan ürünü olan, özel güven de
çöküş halindedir. “Genel anlamda insanların güvenilir olduklarına mı
inanıyorsunuz, yoksa insanlarla ilişkilerinizde fazla dikkatli olmadığınızı mı
düşünüyorsunuz?” sorusunu yönelten anket çalışmaları, güvenmeyenlerin
güvenenlere göre %30 düzeyinde fazla olduğunu göstermektedir.
Güven ile gelir arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Eğitim ile güvenin ilişkisi
daha da önemlidir. Yüksekokul ve daha üstünde eğitim görmüş insanların daha
ılımlı bir dünya görüşüne sahip oldukları saptanmıştır. Kırsal kesim insanının
büyük kentlerde yaşayan insanlara göre daha güçlü güven duyguları olduğu da
biliniyor.
Unutmayalım ki, güven tek başına ahlaki bir erdem değildir, erdemin yan
ürünüdür; insanların namus, dürüstlük ve sadakat normlarını paylaştıkları, böylece
de birbirleriyle kolayca işbirliğine girebildikleri zaman güven de artar. Güven aşırı
bencillik ve çıkarcılıkla zedelenir. Bencilliği doğrudan ölçmek kolay değil, ama
Türkiye’de insanların giderek daha bencil olduğu inanışı iyice yaygınlaşmıştır.
Toplumsal çöküşü tetikleyen güvensizliği ortadan kaldıracak adımların hızla
atılması gerekmektedir. Güvensiz bireyler toplumsal refleks veremezler. Toplumsal
refleksi olmayan Türkiye ciddi hiçbir iddiayı ortaya koyamaz.
20.01.2003
TARİHİN İÇİNDE YOLCULUK!
Bu yazımda, içinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlayabilmemiz için
Osmanlı’nın son iki yüzyılından bazı tarih kesitlerini, sizinle paylaşacağım.
Osmanlı devletinin kuruluşundan itibaren, geçen yaklaşık dört asırlık
dönemde, toplam devalüasyon oranı %84.5 iken 1710’dan itibaren son iki yüz yıl
içinde %3000’lere varan, toplam devalüasyon yapılmıştır.
1850’lerde devletin gelir ve giderleri arasındaki farktan bütçe dikiş
tutmamaktadır. Saray içi harcamalar, şehvet arzuları, rüşvet ve yolsuzluk gibi
suiistimallerin artmış olması, hazineyi boşaltmıştır. O dönemin debdebeli
yaşantısının, en belirgin ölçülerinden biri, İstanbul ailelerinin yanında çalışan
hizmetçi ve köle sayısının yüz bine ulaştığıydı.
İç ve dış borç sarmalına giren Osmanlı, 1875 yılında Moratoryum ilan etmek
zorunda kaldı. Moratoryum ilanı ile birlikte, faiz ödeme oranları yarı yarıya indirildi.
Moratoryum ilanından önce dönemin bakanlarının bir kısmı, hazineye borç olarak
vermiş oldukları, kendi paralarının faiz gelirlerini almış ve kazançlarına halel
getirmemişlerdi.
Moratoryum, hükümetle saray arasında bir kriz tetikleyicisi oldu. Bu krizin
sebebi Moratoryum ilanından Padişahın haberdar edilmemesiydi. Çünkü Padişah
da yüksek faizden yararlanmak için kendi devletine borç vermişti. Padişahın
hükümetten talebi, kendi faiz alacağına, yarı yarıya indirim uygulanmaması,
kazancına halel getirilmemesiydi.
Ne hükümet ne de padişah, Osmanlı maliyesinin disiplin altına alınmasıyla
meşguldü, kendi faiz alacaklarının kaygısına düşmüşlerdi.
Osmanlı maliyesi, 1881 de Berlin’de alınan karar gereği, artık Duyûn-ı
Umûmiye adı altındaki uluslararası kuruluşun denetimi altına alınmıştı.
Bu dönemde, İngiliz hükümetinin
baskısından da söz etmek gerekir.
Kıbrıs
adasını,
tamamen
alma
Osmanlı maliyesi o kadar kötü durumdadır ki artık, devlet 1911-1912
bütçesine ek kaynak olarak, BEDELLİ ASKERLİK uygulamasına geçilmesini
kararlaştırmıştır. Bu olanaktan otuz bin kişinin yaralandığını, tarih yazmaktadır.
Bugünü tasvir etmek için tarihin içinden birkaç kesiti ifade etmeye çalıştım.
Bilmem anlatabildim mi?
22.01.2003
RÖDİZLİ Mİ OLSUN, ŞÖNİZLİ Mİ?
Siyasetimiz nasıl olmalı diye sorguladığımız bu dönemde sevgili Nihat
Genç’in “Memleket Hikayeleri" adlı kitabından; okuduğunuzda keyif alacağınız, bir
hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
1950’li yıllarda Fındıkzade’de yaşlı bir bakkal sucuk almak isteyenlere
sorarmış: "şönizli mi olsun, rödizli mi?" Her şeyin çeşidinin çıktığı yıllar, halkımız
“çeşit kültürüyle" dalgasını geçiyor. Müşterilerden biri bakkalın şakasını anlar,
“rödizli olsun, dün şönizli yemiştik" der. Espri mahallede herkesin diline dolanır, biri
berber koltuğuna oturduğunda berber sorar:“şönizli mi keseyim, rödizli mi?"; “Bu
yaştan sonra şönizliyi ne yapayım, rödizli kes! "... Sigara mı istiyor, “ağabey bir
şönizli ver, rödizli çok içtik, kesmiyor!"... Herkesin ağzında şönizli, rödizli...
Fındıkzadeli bir muhterem zat, Antalya’da bir yapı kooperatifinin ortağı
olarak mukavelenin hazırlandığı ilk toplantıya katılır. İnşaat ve yapı tekniklerinin
terimlerini bir türlü anlayamaz, maddeler de yavaş yavaş tartışılıp kaleme alınır.
Toplantı boyu anlamadığı bir sürü şeyi tasdikleyen Fındıkzadeli muhterem, son
maddeye sıra geldiğinde yapıların pis su borularının ne olacağı tartışılırken, hem
toplantıda bir sürü yabancı terim kullananlara hava atmak, hem de kendisi lafa
girip bir şeyler söylemek ister. El kaldırır “pis su boruları şönizli mi olsun, rödizli
mi?" diye sorar. Toplantıyı yönetenler bütün maddeler geçtiği için, hem de bu
beyefendinin hiç lafa girip kendi düşüncelerini söylemediği için “hadi, pis su
boruları da hem şönizli, hem de rödizli olsun" diye son maddeye yazarlar.
Ancak bu mukavele yapı kooperatiflerinde ilk mukavele örneği olduğu için,
bundan sonra kooperatif kuranlar hep bu mukaveleyi örnek alıp çoğaltırlar.
70’li yıllara gelindiğinde kooperatiflerde bir sürü anlaşmazlık çıkar,
mahkemeler, avukatlar... Maddelerin her biri dava konusu olur. Bir zaman sonra
bir avukat grubu! “yahu her maddeden dava açtık, şu son maddeden de bir dava
açalım!" der.
Mahkemeye gidilir. Hiç kimse, "şönizli mi, rödizli mi"nin ne olduğunu
bilemez. Bilirkişi olarak İstanbul Teknik Üniversitesi’nin hocalarına sorulur. Hocalar
da bilemez, ama uygun bir görüş bildirirler. “O yıllarda ülkemize çokça gelen
Alman bilim adamlarından kalma bir deyim olabilir, ya da eskimiş bir tabir olabilir,
her iki durumda da fark etmez..." gibi bir karar çıkar.
Ancak, avukatlardan biri merak edip, işi ciddiye alır. İlk mukaveleye imza
atanların adreslerini bulur, birçoğu ölmüştür. Takibi bırakmaz, Fındıkzade
semtinde bulur kendini, aradığı kooperatif üyesi beyefendiyi bulamaz, ama bir
arkadaşını bulup sorar: “Yahu, nedir bu şönizli, rödizli!"... Adam da anlatır, her
şeyin bir çeşidi çıkmıştı, bizim bakkal da bu çeşitlerle dalgasını geçmek için, sucuk
isteyenlere sorardı: "şönizli mi olsun, rödizli mi?"...(*)
Çeşidi bol bir ülkede yaşamanın haklı gururu ile soruyorum.
Türkiye ile ilgili siparişimiz ŞÖNİZLİ mi olsun, RÖDİZLİ mi?"
(*) Memleket Hikayeleri", Nihat Genç, LeMan"
28.01.2003
SAVAŞ
Gerçekte iç savaş çoktan metropollere girdi; metastazları büyük kentlerdeki
günlük yaşamın bir parçası haline geldi.
Hans Magnus Enzensberger, İletişim yayınları tarafından çevirisi yapılan ve
1995 yılında yayınlanan "İç Savaş Manzaraları” adlı kitabında, zamanın ruhuna
nüfuz ediyor ve onu insanlık namına sorguluyor. Zamanımızın ruhu, yani zengin
metropollerden, üçüncü dünya ülkelerine kadar bütün dünyada hüküm süren iç
savaş hali, barbarlık ve nefret kültürü, Enzensberger'in üzerinde durduğu önemli
noktalardır. Yaşadığımız dünya halini ve zamanın ruhunu daha iyi anlayabilmek
için Enzensberger'in önemli bazı tespitlerini aktarmanın yararlı olacağına
inanıyorum.
Dünya haritasına bakıyoruz. Uzak bölgelerdeki savaşların yerlerini
belirliyoruz, en kolayca görebildiklerimiz de üçüncü dünya ülkelerindeki savaşlar.
Gelişmemişlikten, eşzamansızlıktan, fundamentalizmden söz ediyoruz. Anlaşılmaz
kavga sanki çok uzaklarda yapılıyormuş gibi geliyor bize. Fakat bununla kendimizi
aldatıyoruz. Gerçekte iç savaş çoktan metropollere girdi; metastazları büyük
kentlerdeki günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Yalnızca Lima ve
Johannesburg'da Bombay ve Rio'da değil; Paris ve Berlin'de, Detroit ve
Birmingham'da Milano'da ve Hamburg'da da. Bu iç savaşı yürütenler arasında
yalnızca teröristler ve gizli örgütler, mafya ve dazlaklar, uyuşturucu çeteleri ve
ölüm mangaları, neo-naziler ve kara şerifler değil, bir gecede holiganlara,
kundakçılara, gözü dönmüşlere ve katillere dönüşen sıradan vatandaşlar da var.
Günümüzdekilerle karşılaştırıldığında eski saldırganlar inançlı insanlardı.
Birtakım idealler uğruna öldürmeye ve ölmeye büyük değer veriyorlardı. Bir
zamanlar dünya görüşü diye adlandırılan şeye, ne kadar nefretlik olursa olsun,
"katı" "fanatik" "sarsılmaz" vb. biçiminde sarılmışlardı. Hitler ve Stalin'in taraftarları,
liderlerinin vaazlarını parlayan gözlerle izliyor ve gerektiğinde hiçbir cinayetten
kaçınmıyorlardı. Altmışlı yılların gerillaları ve teröristleri haklılıklarını el ilanları ve
bildirilerle, titiz ve bürokratik dille yazılmış itiraflarla yaptıklarının ideolojik
nedenlerini anlatıyorlardı. Günümüzün saldırganları buna gerek duymuyor.
Onlarda en fazla dikkat çeken özellik, her türlü kanaate/inanca uzak olmalarıdır.
İslami fundamentalizmin ideolojik dozunun da, Batı'da sanıldığından çok
daha zayıf olduğu görülüyor. Bugünkü İslam'ın tarihteki yüksek din ile hiçbir
ilgisinin kalmadığını her entelektüel Müslüman dan duyabilirsiniz. Günümüzdeki
durum, modernleşme baskısına karşı radikal bir modern tepki oluşumudur.
Saddam Hüseyin'in dindar Müslüman olarak poz vermesi baştan aşağı küfre varan
bir pozdur. Benzer şeyler Mağrip ve Yakın Doğu'daki diğer yönetimler için de
söylenebilir. Savaş açtıkları batıya yönelmek en büyük hayallerini süslüyor.
Özlemleri batının en ölümcül buluşlarına sahip olmak: Atom bombaları, roketler ve
zehirli gaz fabrikaları. Değişik fundamentalist tarikatlar, fraksiyonlar, milisler en
başta kendi din kardeşlerini boğazlamaya çalışıyor. Demek ki, bunun
kanaatlerle/inançlarla değil, onların taklidi ile ilgisi var.
Metropollerdeki moleküler iç savaşın da benzer biçimde dayanaksız olduğu
ortaya çıkıyor. Kuzey Amerika kenar mahallelerinin çete savaşları, tarihsel sınıf
savaşları şemasına göre anlaşılamıyor. Siyah-beyaz karşıtlığı da yeterli bir
yorumun dayanağı olamıyor. Soygunların, yağmaların ve cinayetlerin kurbanları
çoğunlukla siyahların kendileri. Los Angeles ayaklanmasının hedefi zenginlerin
villa semtleri değildi; saldırganlar öncelikle kendi mahallelerinin binalarını ateşe
verdi. Bunların arasında siyahların mülkiyetinde olan Amerika'nın en eski kitapevi
ve semtin en militan yerel politikacısının bürosu da vardı. Çeteler savaşında her
yerde kaybedenler kaybedenlere ateş ediyor.
Otuzlu yıllardan farklı olarak günümüzün saldırganları ne törenlere, resmi
geçitlere, üniformalara, programlara, ne de vaatlere ve bağlılık yeminlerine gerek
duyuyorlar. Liderlerinden de vazgeçebilirler. Nefret onlara yetmektedir. O zamanlar
terör, totaliter yönetimlerin tekelindeyken, günümüzde özelleştirilmiş biçimde
karşımıza çıkıyor.
Böylece her metro vagonu küçük çapta bir Bosna'ya dönüşebilir. Soykırım
için Yahudilere, temizlik için karşı devrimcilere artık gerek yok. Birisinin başka bir
futbol takımını tutması, bir manav dükkanının komşusundan daha çok müşteriye
sahip olması, insanların farklı giyinmesi, başka bir dil konuşması, tekerlekli
sandalye kullanması ya da baş örtüsü takması yeterli oluyor. Her farklılık,
yaşamsal bir tehlikeye dönüşüyor.
Fakat saldırganlık yalnızca diğerlerine değil, nefret ettikleri kendi
yaşamlarına da yöneliyor. Hannah Arendt'ın sözleriyle konuşacak olursak, failler
için sanki yalnızca yaşamak ya da ölmek arasında değil, doğmuş olmakla dünyaya
hiç gelmemiş olmak arasında bile fark yok.
Her devlet, en zengini ve huzurlusu bile, sürekli envai çeşit yeni somut
eşitsizlik, özgüven yaralanması, haksızlıklar, uygunsuzluklar, hayal kırıklıkları
üretiyor. Aynı zamanda vatandaşların biçimsel eşitliği ve özgürlüğü ile birlikte
beklentileri de artıyor. Bunlar yerine getirilmezse, sonuçta neredeyse herkes
kendisini aşağılanmış hissedebiliyor. Tanınmaya olan ihtiyaç doymak bilmez.
Muhtelif haberler bize bunu söylüyor. Gettoda belli bir marka spor ayakkabısı
giymek arzusu, cinayet için yeterli neden oluyor ve pop yıldızı olarak kariyer
yapmayı beceremeyen büro çalışanı bu aşağılanmanın intikamını almak için, bir
banka soyuyor ya da kalabalığa ateş açıyor.
Bütün açıklamaların en maneviyat bozucusu olan son bir açıklama
denemesi, dünya nüfusunun görülmemiş biçimde artmasını bütün bu olanlara
neden olarak gösteriyor. Hannah Arendt daha 1950'de, totaliter yönetimlerin
canice mantıklarını bu kadar kolay kabul ettirebilmelerinin, bu hızlı nüfus artışı ve
yığınların topraksız ve yurtsuz kalmaları ile ilintili olduğu kuşkusunu dile getirmişti,
zira yararcı kategoriler açısından bu kitleler gerçekten de "gereksiz" hale
geliyordu. Sanki ne kadar çok insan dünyaya gelirse, kendilerinin ve başkalarının
yaşamlarına biçtikleri değer o kadar hızla azalıyordu.
Böyle bir düşünceyi anlamak güç görünüyor. Fakat gezegenin ne kadar
kalabalıklaştığını yalnızca nüfus ve göç istatistiği göstermiyor. Günlük yaşam da
bunu gözler önüne seriyor. İşsizlik ve barınaksızlık, megapollerin teneke
mahallelerle dolması, dolup taşan kamplar ve gemiler de bilinçsizlerin kafasındaki
"çok kalabalık" olduğumuz kanısını yeniden doğruluyor, buna karşı oluşan kör
tepki ise, etrafa psikopatça saldırmak biçiminde oluyor. Böyle bir eğilime her yerde
rastlanıyor. Görünürde normal insanlar bile, gizlice kendilerini de onlardan biri
saydıkları o "gereksizlerin" ortadan kaldırılmalarını sağlamak için ellerinden geleni
yapıyor.
Bu durumda ortaya çıkacak olan mevcut güvenlik politikalarının iflasına
eşlik edecek olan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel bir kargaşa ya da kaotik bir
atmosfer olacaktır.
Bu kaotik atmosferde, yeni kurulacak düzen için Wallerstein'in belirttiği gibi
farklı vizyonlar mücadele edecektir. Türkiye; Amerika'ya mektup göndermek, hava
sahasını ve hava limanlarını kullanıma açmak, istihbarat alanında iş birliğine hazır
olmak, Jeopolitik konumunun öneminden dem vurmak gibi yaklaşımlarla, yeni
kurulacak olan düzenin mimarları arasında kendisine yer bulamaz. Türkiye,
yaşadığımız dünya halini ve zamanın ruhunu iyi kavrayarak her açıdan kendi
içinde tutarlı bir vizyon geliştirmelidir.
Bu vizyonun odak noktası, Avrupa ve Amerika'nın tercih edeceği güvenlik
politikaları doğrultusunda görevli bir ülke rolü oynamak yerine, her alanda
dünyanın ayrılmaz bir parçası olmayı hedeflemek olmalıdır.
02.02.2003
DUYÛN-I UMÛMİYE
Siyasal bir kurum değildir Duyûn-ı Umûmiye. Devletin vekili ya da temsilcisi
de değildir. Düpedüz özel bir şirkettir. Ancak Avrupa diplomasisi Duyûn-ı
Umûmiye'yi özel bir şirket gibi değil de kendi temsilcileriymiş gibi görüyordu.
Tarihin içinde yolculuk başlıklı yazımızda, Osmanlı devletinin son iki
yüzyılından bazı tarih kesitlerini yazmıştım. Bugün bu tarih yolculuğuna devam
edeceğim.
1881 yılındaki Muharrem Kararnamesi, Osmanlı devletinin mali ve siyasal
gelişiminde yeni bir dönem açmıştır. Ülkede hükümetten ayrı, hükümete bağlı
bulunmayan, fakat devletin gelir kaynaklarının büyük bir bölümünü ele geçiren yeni
bir kurum ortaya çıkmıştır. Alacaklılar tarafından seçilmiş bir yönetim kurulunca
yönetilen DUYÛN-I UMÛMİYE.
Bu özel şirket nedeniyle ülkede iki maliye yönetimi ortaya çıkmıştı. Onlardan
biri, Avrupa yönünden açıktan açığa korunan Duyûn-ı Umûmiye, diğeri ise
Avrupa'nın sürekli olarak baskı altında tuttuğu ve sıkıştırdığı Osmanlı Maliye
Nezareti idi.
Duyûn-ı Umûmiye adı altındaki uluslararası kuruluşun kontrolüne verilmek
zorunda kalınan gelirler şunlardır: Alkol, ipek, balıkçılık vergileri, tuz ve tütün
gelirleri, posta ve telgraf gelirleri ve tüm gümrük gelirleri.
Daha sonra alacaklı ülkelerin Osmanlı devlet işletmelerini “yap-işlet-devret”
modeli ile kontrol altına aldıkları dönem başlar.
Demiryolları, liman inşaatları, telekomünikasyon ve ticaret/sigorta şirketleri,
bankalar, tersane ve karayolları yatırımları buna dahildir. Bu durum; Osmanlı'nın
bağımsızlığının sona erdiği, tutsak olduğu ve iflasının (mali, siyasi, askeri) ilan
edildiği süreci başlatmıştır.
Osmanlı’yı bu duruma düşüren yönetim anlayışını ve yönetenleri tarih
negatif bir çizgide değerlendirmektedir.
Özelleştirmeye, dünyaya entegre olmaya asla karşı olmayan biri olarak, bu
tarihi gerçekler karşısında soruyorum.122 yıl sonra tekrar başa dönen, hazinesi
başta olmak üzere, havaalanları, kara ve demir yolları, limanları ve tüm siyasi
iradesini bir veya birkaç yabancı güce teslim eden bir millet olarak ;
Bir doların , bir milyon yedi yüz bin Türk Lirası değerine ulaştığını
görmeyerek, bir Türk dünyaya bedel demeye devam edecek miyiz?
Yirmi birinci asrı ıskaladığımızı görmeyip, ısrarla bu yüzyılın Türklerin
olduğu iddiasını sürdürecek miyiz?
Tarihin bizim ve bize benzeyen milletler için tekerrür anlamına geldiğini
idrak etmeyerek, tarih yazdığımız iddiasını sürdürecek miyiz?
04.02.2003
SOSYAL ÇÜRÜME
TÜRKİYE'DE, kısa bir süre öncesine kadar herhangi bir bireye hayatın
zorluklarını ve sıkıntılarını anlatmaya çalıştığınızda genellikle şu iyimser cevabı
alabiliyordunuz: "Aman! Açlıktan kim ölmüş?" Bu cevap, ortalama her Türk
vatandaşının "açlık korkusu" denilen korkuya sahip olmadığını ifade ediyordu.
Oysa, geçmişte İrlandalıların, günümüzde Afrika ve Asya'daki insanların yaşadığı
açlık, yürekleri parçalayan bir insanlık trajedisidir.
Acaba, Türk toplumu yakın zamanlara kadar açlık korkusuna neden sahip
değildi? 20’inci yüzyılın ilk çeyreğini, peş peşe gelen dört savaş (1911
Trablusgarp, 1912 Balkan, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919-1922 Kurtuluş
Savaşı ) ile geçiren Türk toplumu, özellikle 1950 ve 1960'lı yılları tarımda
gerçekleştirilen büyük atılımlarla geçirdi. Türkiye, tarımda kazanılan başarıların
sonucu, dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden birisiydi. Geçen zaman içinde
Türk toplumunun tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmesi gerekiyordu.
Sosyal illüzyonistlerin ürettiği "Çağ Atlamak', "Teşekkürler Türkiye', "At şişeyi dön
köşeyi" sloganlarının eşliğinde Türkiye, kökleri toplumun dokularına derinlemesine
nüfuz eden bir sosyal çürümeye doğru hızla yol aldı. Son bir yılda 1.5 milyon
kişinin işinden olduğu Türkiye'de milyonlarca insan yarınlarına güvenemediği gibi
derin bir "açlık korkusu" da yaşamaktadır.
Yaşadığımız bu derin kriz ortamında bazıları, umudu korumak adına acı
gerçeklerimize sırtımızı dönmemizi ima etmektedir.
Türkiye'nin IMF'ye en fazla borcu olan ülke olması, İngiltere yüzde 1.8'lik
yıllık enflasyon oranıyla son 38 yılın en düşük enflasyonunu yaşarken, Türkiye'nin
2002'de yüzde 50'lerin üzerinde yıllık enflasyon yaşaması, kayıt dışında 16.5
katrilyon lira ile ülkemizin birinci olması gibi konulara birilerinin itirazının olması
gerekir. Siyasette yaşanan ve buradan giderek topluma yayılan itiraz kültürünün
eksikliği, yaşadığımız toplumsal çürümeyi daha da derinleştirmektedir.
Psikiyatri Profesörü Nevzat Tarhan, itiraz kültürünün eksikliği ve bunun
toplumumuz açısından ortaya çıkardığı durum konusunda şunları söylüyor:
'...Toplum olarak itaat kültüründen geliyoruz. Yani sorunların çözülmesi için
toplum, kendisi çabalamak yerine, Türkiye'yi yönetenlerden bekleme eğilimi var.
"Sorma, düşünme, itaat et!" Bu Mezopotamya kültürü. Ve bu kültür aileden
başlıyor. Anne-babaların çocukları "sorgulamadan" yetiştirme tarzı var. Bu nedenle
sorunlar karşısında umursamaz, hissiz ve heyecansız gibi görünüyorlar... Sorunu
daha çok aile içerisinde, eşlerine ve çocuklarına tepkiye dönüştürüyorlar. İçkiye,
sigaraya yönelme fazla oluyor. Bizim toplumun bir özelliği de şu: Kendisi alkolik de
olsa, suç da işlese, yalancı da olsa; kendini yönetenlerin dürüst olmasını istiyor.
Bizim toplumun ilginç bir özelliği bu ...'
Yüzyılın sonunda para tapıncının evrenselleştiği bir noktaya gelindi.
Açgözlülüğe dayanan, tüm insanları ve ülkeleri aşındıran bir değerler sistemi
kutsallaştırıldı. Ben bir meta olmayı reddediyorum. Fiyatı olmayan şeylerin
değerinin de olmayacağı düşüncesini reddediyorum. Şair Antonio Machado, bazı
ahmakların fiyat ile değeri karıştırdıklarını daha 30'lu yıllarda söylüyordu. Yarım
yüzyıl sonra bugün herkes karıştırıyor.
2002 yılı ÖSS'de 9000 öğrenci 0 (sıfır) almayı başarmış! Ortalama cevap
oranı Matematik sorularında 7, Fen sorularında 4, Türkçe'de 20, Sosyal grubunda
13 olmuştur.
Çok vahim bir olayla karşı karşıyayız. Bunu görmek, söylemek, meselenin
üzerine gitmek, açıkça yaşanmakta olan bu olayın ayıp olur diye üstünü örtmekten
vazgeçmek gerekiyor. Eğitim sistemi dökülüyor ve fakirlik yaygınlaştıkça cehalet
de doğal olarak artıyor. Bilgili, birikimli insanların sistemden yedikleri darbe
sonucunda fakirleşmeleri de onların normal olarak verdikleri tepkileri değiştirdi.
Rasyonel düşünce, yerini irrasyonel sinirliliğe terk etti. Okumuş-yazmış çoğunluk,
düşünme deyince yarın borsada ne olup biteceğini hesaplamayı anlıyor.
Haksız mıyım?
15.02.2003
İTİRAF
Türkiye'deki siyasi aktörlerin neredeyse hiçbiri, uzunca bir süredir, toplumun
tansiyonunun makul seviyelerde kalmasını sağlayacak işler yapamamaktadır.
Demokrasilerde, insanlar kendilerini yönetecek olanları seçmezler,
yaptıkları seçimle, kendilerini ifade eder, oyunda rol alırlar. İnsanlar tasarruflarını
güvenmedikleri hisselere yatırmak zorunda kaldıklarında kendilerini nasıl
hissederlerse, bugün Türkiye'de de bu psikoloji hakimdir. Üstelik bu psikoloji yeni
bir şey de değildir. 1991 sonlarından bu yana Türkiye'de yaygın ruh durumu
güvensizlikti ve bu güvensizlik 13 yıldır istikrarlı bir biçimde yayılmaktadır. Üyeleri
bu kadar ümitsiz ve teyakkuz halinde olan bir topluluğun randımanlı olması
imkansızdır.
Türkiye'de yaşanan bunalımın özü, siyasetin fonksiyonunu yerine
getirememesinden ibarettir. Bunun sebepleri çeşitlidir; ama siyasetin fonksiyonu
hakkında yanlış varsayımlarla hareket edilmesi de önemli bir faktördür.
Siyaset kimin işi?
Siyaset kamusal alanın paylaşımında tayin edici olan faaliyetlerin
bütünüdür. Böyle bakıldığında politikacı kategorisinde sayılan kişiler hiçbir
toplumda tek başlarına siyaset yapamazlar. Despotik düzenlerde siyaseti
yürütenlerin sınırları daha net bir biçimde tarif edilebilir. Ancak demokratik
toplumlarda siyaset neredeyse bütün topluma nüfuz etmiştir. Yine de siyaset
yapma faaliyetinin yoğunlaştığı sosyal bölgeler vardır. Siyasi partiler ve medya,
bütün demokratik toplumlarda siyasetin asli ve alışılmış ortaklarıdır.
Toplumsal dokunun karmaşıklaşmasıyla birlikte, çeşitli kesimlerin temsilcisi
vasfı kazanan sivil toplum örgütleri siyasete müdahil olabilecek enerjiyi kazanırlar.
Ayrıca hemen hemen bütün ülkelerde, silahlı kuvvetler de siyasi alanda az ya da
çok, önemli bir aktördür.
Netice olarak bütün siyasi aktörler, kuralları az çok belirlenmiş bir oyun
oynar ve bu oyun vasıtasıyla da toplumun toplam tansiyonunun olabildiği ölçüde
optimum düzeyde kalmasını sağlamaya çalışırlar. Siyasetin işi budur ve bundan
ibarettir.
Bu tanımdan işleyişe baktığımda, kısa bir süre siyasetin içinde bulunmuş bir
fani olarak, kendimin de dahil olduğu, siyasi aktörlerin mesuliyetlerini yerine
getirmediklerini itiraf ediyor ve vatandaşlarımdan özür diliyorum.
Türkiye'deki siyasi aktörlerin neredeyse hiçbiri, uzunca bir süredir, toplumun
tansiyonunun makul seviyelerde kalmasını sağlayacak işler yapamamaktadır.
Bunalımın asıl sebebi, tansiyonun yükselmesini müteakip, siyasi aktörlerin
sergiledikleri tavırlardır.
Siyasi aktörler, temsil ettikleri toplumsal kesimi tanımamaktadır. Dolayısıyla
siyasi aktörler toplumsal dokudaki desen değişikliklerini okuyamamış, uygun
zamanda uygun ipliklerin tezgaha ulaşmasını sağlayamamış ve ahengin
bozulmasına yol açmışlardır. Ancak sadece toplumsal dokunun değil, aynı
zamanda onu dokuyan siyaset tezgahının da ahengi bozuk olduğu için, her
parçanın birbirinden bağımsız olarak yürüttüğü faaliyetler, kendilerinin bile
istemediği neticeleri doğurmuştur. İtiraf ediyorum!
18.02.2003
ÜNİVERSİTELER
ÜLKEMİZDE çoğunluğu taşrada olmak üzere çok sayıda üniversite
kuruldu. Türkiye'de bulunan 77 üniversitenin özellikle taşrada kurulu olanları,
erozyona uğramış meslekleri öğrencilere kazandıran fakülteleri bünyelerinde
barındırmaktadır. Prof. Dr. Reşat Genç, bu kadar fazla sayıda üniversite
açılmasının nedenlerini şu şekilde açıklamaktadır:
'... Bir zamanlar ortaokullar için söylenen "bir müdür ve bir mühürle okul
açmak" sözünü artık bugün yüksekokul, fakülte ve hatta üniversiteler için
kullanmaya başlamış olmamızdır. Gerçekten de, yeterince öğretim elemanı
yetiştirmeden, gerekli asgari alt yapıyı hazırlamadan ve biraz da politikacı tercihleri
doğrultusunda açılan yeni yükseköğretim kurumlarının, bugünkü iyi yetişmiş insan
eksiğimizin temel nedenlerinden biri olduğu kanaatindeyim... Halbuki 1932 yılında
Atatürk, bir tek üniversitemiz (İstanbul Darülfünunu) varken bile, keyfiyet (kalite)
uğruna darülfünunu kapatmış ve onun yerine yurt dışından gelen bilim adamlarının
da akademik kadrolarında yer aldığı İstanbul Üniversitesi'ni kurmuştur. İkinci
üniversitemiz olan Ankara Üniversitesi'nin kuruluş tarihi ise (bazı fakülteleri daha
erken kurulmakla birlikte) 1946'dır. Yani, meşrutiyet öncesinden beri var olan ama
meşrutiyetin prensip haline getirdiği (kalite yerine sayı) hastalığını Atatürk dönemi
tedavi etmiş idi. Ama, hastalığı teşkil eden hücreler varlıklarını bir ölçüde de olsa
korumuş olmalı ki, giderek çoğalıp bugün "bir dekan bir mühür ile fakülte', hatta
"bir mühür bir rektör ile üniversite" açmak raddelerine varmıştır. Şüphesiz bu son
cümleler mübalağalıdır. Ama, belli bir hakikati de ifade etmektedir. Herhalde bu
gidişe de bir çözüm bulunmak ve mevcut üniversiteler, süratli tedbirlerle belli
seviyeye getirilmeden yeni üniversiteler açılmamak zarureti idrak edilmelidir...'
Ülkemizdeki üniversitelerin verdiği diplomaların uluslararası geçerliliği,
mühendislik fakültelerinin ABET (The Accreditation Board of Engineering and
Technology Inc.) standartları doğrultusunda akreditasyonu gündeme getirilmeyen
önemli bir konudur. Teknoloji, mühendislik bilimlerinin yanı sıra fizik, kimya,
matematik, psikoloji, pazarlama, hukuk, işletme gibi pek çok bilimin entegrasyonu
ve bir arada kullanımı ile rekabet silahı haline gelmektedir. Teknolojinin etkin
kullanımı ve üretim içinde en önemli girdi kalifiye işgücüdür. Bu nedenle
mühendislik, teknoloji ve teknolojiyle ilişkili alanlarda eğitim veren kurumların ve bu
kurumlardan yetişen elemanların akreditasyonu giderek önem kazanmaktadır.
Akreditasyon girdilerle, yani öğrenci seçimi, öğretim üyelerinin özellikleri,
akademik ve fiziki alt yapı üzerinde odaklanmıştır. Akreditasyonda, yüksek
öğretime ayrılan kaynakların ve girdilerin kalitesi ile miktarının belirli bir düzeyin
üstünde olacağı varsayımı vardır. Bir başka deyişle, yüksek öğretimdeki kaliteyi
ona ayrılan kaynakların ve girdilerin kalitesi ve düzeyi belirler.
AMERİKA Birleşik Devletleri'nde mühendislik programlarının akreditasyonu
ABET tarafından yapılır. Bu kurum bir mühendislik konseyi olarak 1930'larda
kurulmuştur. ABET'in amacı:
1. Mühendislik eğitimi veren akademik kurumların eğitim programlarını
planlamalarına yardım etmek,
2. Mühendislik ve mühendislikle ilişkili mesleklerde entelektüel gelişmeyi
teşvik etmek, mühendislik ve mühendislikle ilişkili düzenleyici kurumlara teknik
yardım yapmak,
3. Derece veren mühendislik programlarının müfredat ve eğitimlerini
akredite eden akreditasyon programını organize etmek ve uygulamaktır.
Türkiye'de, ABET standartları doğrultusunda akreditasyonu olan 3
üniversite (ODTÜ, Boğaziçi ve Bilkent) var. Ne hazin bir durum! Ülkemizdeki 77
üniversiteden 3 tanesinin uluslararası standartlara uygunluğu var. Öğrencilerle
kılık-kıyafet standardı için mücadele edenler biraz da eğitimde uluslararası
standartları yakalamayı düşünseler iyi olur. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne
entegrasyonunun tartışıldığı bir dönemde, ülkemiz, Edirne ile Ardahan arasındaki
üniversiteleri uluslararası kalite ve standartlarda birbirine entegre edememiştir.
Türk üniversitelerinin verdiği diplomayı bırakın uluslararası sermayenin kabul
etmesini, yerli sermayemiz kabul etmemektedir. HAKSIZ MIYIM?
23.02.2003
LİSELERİMİZ!
TÜRKİYE'DE liseler, kağıt üzerinde "3 yıl"dır. Oysa, herkes bilmektedir ki
lise ikinci sınıfın ikinci yarı yılından itibaren öğrencilerin zamanı ve enerjisi özel
dershane ve özel dersler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Alınan sağlık raporları,
sonuna kadar kullanılan devamsızlık hakları sonucu lise eğitimi 3 yıldan 1,5 yıla
inmektedir. Çoktan seçmeli test kültürünün gençliği, yazılı ve sözlü olarak kendini
ifade etmekte büyük zorluklar yaşamaktadır. Bir eğitimci, gençlerin durumunu şu
şekilde açıklamaktadır:
Ortaokulu takiben yollar çatallanır. En çalışkan ve zekiler Fen Liselerine
giderken, bir kısmı da Anadolu Liselerine ve Süper Liselere, Askeri ve Mesleki
(İmam Hatip, Ticaret, Kız Teknik, Erkek Teknik...v.s. ) liselere uçuşurlar,... ve
sonra yarıdan çoğu yüz binlerce ortaokul mezunu bir zamanların gözde okulları
bugünün perişan genel liselerine doluşurlar. Gayesiz, yarınından endişeli, üç sene
sonra ne olacağından habersiz, hazırlıksız... Daha lisenin ne olduğunu
anlayamadan üniversiteyi kazanamamak korkusu yürekleri sarar.
Programlar ve öğretmenler ikide bir değişmektedir. Boş geçen derslerin
acısına, dolu derslerin ihmal ve acemiliklere kurban edilmiş zorlukları eklenir.
Kimisi Lise-2’de uyanır, çare arar. Parası varsa okul kursu, yahut dershaneye
gider. Varlıklı ise özel öğretmen peşine düşer. Bazen de ne yazık ki öğretmen
onun peşine... Fakir, mustarip ve mütevekkil ailelerin çocukları da boy boy, yer yer
bekleyişler içinde Hele bir o günler gelsin de... derken aylar akar, gider. Kimse
kimsenin umurunda değildir. Herkes bir başkasında sorumluluk arar. Öğrenci
beğenilmez, öğretmen beğenilmez, veli beğenilmez, idareciler beğenilmez... Bu
kadar memnuniyetsizlik elbette girift problemlerle iç içe olmaktır, gerginliktir,
ümitsizliktir; arabeske, öfkeye, hırçınlığa davetiye çıkarmaktır...'
Türkiye'nin bozuk eğitim sistemi artık gelip duvara dayanmıştır. Sorunları
gizleyerek bir yere varılamamıştır. Cılk bir yumurtayla ne kadar omlet
yapılabiliyorsa, bozuk eğitim sistemimizle de çağı o kadar yakalayabiliriz.
Toplumun eğitimde reform yapılması yönündeki baskısını azaltmak için yapılan
basit değişiklikleri reform olarak sunmak alışkanlığından vazgeçilmelidir.
Eğitimdeki fırsat eşitsizliği, devlet okulları ile özel okullar arasındaki uçurum,
Cumhuriyet projesinin eşitlikçi toplum modelinden ziyade Orta Çağ'ın imtiyazlı,
hiyerarşik toplum modelini anımsatmaktadır.
Azİz Nesin, 1967 yılında kaleme aldığı romanına Şimdiki Çocuklar Harika
adını vermişti. 2002 yılının Türkiye'sindeki çocuklar ve gençler, Veli Efendi'deki
yarış atları misali bir sınavdan diğerine koşarak çocukluk ve gençliklerini
yaşayamadıkları için harika olmak yerine depresif durumdadırlar.
Devlet kaynaklarının hortumlanması ekonomik hasar yarattı ama genç
beyinlerin ve heyecanların hortumlanması toplumsal var oluşumuzu ve
yarınlarımızı hasara uğratmaktadır. YANILIYOR MUYUM?
25.02.2003
SADDAM SONRASI IRAK
SADDAM Hüseyin'den sonra Irak'ta neler olabilir?
Savaşla eşdeğer ağırlıkta üzerinde kafa yorulması gereken bu soruyla ilgili
"Petrol ve İslam" ismiyle Türkçe'ye çevrilmiş kitabın yazarı, bölgeyi iyi tanıyan,
akademisyen Qystein Noreng'in görüşlerini sizinle paylaşmak istedim.
“Saddam Hüseyin sonrası Irak hakkında yapılacak her tartışma spekülatif
olacaktır. Ülke büyük bir yeniden inşa sorunuyla karşılaşacaktır ve yalnızca Kuveyt
ve Suudi Arabistan tarafından değil, tüm alacaklıları tarafından bağışlanmadığı
sürece büyük bir yabancı borç yükü altındadır ve savaşın yaralarını sarması
gerekmektedir. Ekonomik koşulların kötüleşmesi, laik geleneklere rağmen, İslamcı
diriliş için Körfez Savaşı öncesinden daha uygun bir zemin hazırlamaktadır. Bu,
kısmen gelir dağılımı sorunlarından, kısmen de savaşın sebep olduğu Batı karşıtı
duygulardan kaynaklanmaktadır.
Tarihsel olarak Irak'ta dini bir muhalefet söz konusuydu, özellikle Şii
Müslüman topluluk içersinde. 1960'lara gelindiğinde İslamcı siyasal parti, laik Baas
rejmine muhalif olarak kuruldu. Şii imamların hiyerarşik yapısına Baascı müdahale
sebep olmuştu. 1970'lerde ve 1980'lerin başında, Saddam Hüseyin iktidara
geçmeden önce ve sonra çok sayıda önde gelen Şii imam idam edildi. Irak'taki
farklı dinsel guruplar arasındaki siyasal denge hâlâ kurulamamıştır. Irak'ın 1990
yılında ABD önderliğindeki güçler tarafından işgali hem Şii hem de Kürt nüfus
arasında isyanlara yol açmıştır.
Dolayısıyla Saddam sonrası Irak'ta ekonomik ümitsizlik, Batı karşıtı
duygular ile toplumsal ve dinsel gerilimin bileşimi İslamcı hareket için, özellikle Şii
Güney Irak'ta uygun zemin hazırlayacaktır. Iraklı Şii imamlar ve İranlı imamlar
arasında geleneksel olarak yakın olan bağlar, yakın siyasal ilişkiler için potansiyel
taşımaktadır. Sonuç ne olursa olsun, Saddam sonrası Irak, Körfez devletlerinin iç
politikalarının yanı sıra, Körfez bölgesindeki bölgesel politikalar üzerinde etkili
olacaktır. "
Noreng'in Irak'ın güneyi ile ilgili tespitleri bunlar. Bu tespitlerden yola çıkarak
Irak'ın kuzeyinde de Türkiye'nin güneydoğusunu ve doğusunu içine alan bir Kürt
Devleti'nin çıkması ihtimali ağırlık kazanmaktadır.
Saddam sonrası Irak'ın konumu; Türkiye ve İran'ı da içine alan, tüm bölge
ülkelerinin haritalarını değiştirecek, federatif yapılar adı altında etnisite ve dinsel
temelli mini devletçikleri ortaya çıkaracaktır.
Yeryüzünün küreselleşme yolundaki yolculuğu bu bölgede bitecek ve
ayrışma, kabileleşme dönemine yolculuk başlayacaktır. Mini milli devletlerin
birbirlerinin boğazına çöktüğü kanlı bir tarih bu bölgede yeniden yazılacaktır.
Bu kanlı tarihin şahidi olmak "aklımı ve yüreğimi" zorluyor!
27.02.2003
SAVAŞ SILAHLARI!
Herkesin bir ölçüde avcı ve savaşçı olduğu ilkel çağlardan, profesyonel
ordulara ve askerlik sınıfına geçiş, hep uygarlığa paralel olarak gelişen
uzmanlaşma içinde anlamını bulur. Uygarlığını geliştiren insan, aynı zamanda, en
az çabayla en fazla insanı nasıl yok edebileceğini de bu süreç içinde öğrenmiştir.
Belki bir paradoks, ama uygarlaşan insan giderek daha uygar ama acımasız savaş
yöntemlerini bulmuştur.
Halk deyişlerimizden olan "delikli demir çıktı, mertlik bozuldu" sözünü
hatırlatırcasına geliştirilen her yeni savaş yöntemi; kalleş, acımasız, sinsi ve de
kahpece!
İnsanlık tarihindeki tüm ahlak öğreticileri ve dinler yaşamayı ve yaşatmayı
insanoğluna öğretmeyi hedefler. İnsanlığı uygarlık yarışına daha huzurlu bir dünya
çıkarın diye sokar. Oysaki insanlığın geldiği nokta huzursuz bir dünya olmuştur.
Acı!
Taş devri insanının garip törensel çarpışmalarından, çağdaş dünyanın yok
edici savaşlarına dek geniş bir zaman sürecinde insanların saldırganlığı çeşitli
biçimlerde ortaya çıkmıştır.
Roma lejyonlarının kurallara bağımlı çarpışmaları, İslamiyet’in savaşlara
kattığı "inanç" gücü, Atilla'dan Cengiz Han'a kadar bozkır atlılarının sınır
tanımayan savaşları, belirli kültürlerin savaşma yöntemlerini iç içe geçirmiştir.
Tunç, demir ve barutun bulunuşu, yirminci yüzyılda toptan katliama neden olan
silahların yapımı için bilim ve sanayiinin seferber edilişi ve atom bombasının ortaya
çıkmasıyla insanlığın gelmiş olduğu uygarlık noktası "Drakula" mertebesine
inmiştir.
Drakula mertebesine inmiş insanlık! Buna direnen var mı? Var ama,
çaresiz. Ahmet Hamdi Tanpınar "Ne içindeyim zamanın" başlıklı şiirinde;
"Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim."
diyerek yaşamak ve yaşatmak üzere bir dünya tasavvur ediyor. Olmayacak
bir dünya, hayal ama yine de okuyunca insana huzur veriyor.
Drakula mertebesini reddeden insanlara da ancak Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın veya başka bir şairin dizelerinde huzurlu bir dünya aramaktan başka
yapacak bir şeyde kalmıyor, canlı kalkan olmak hariç!
Canlı kalkan olarak ölümünüzle yaşamayı ve yaşatmayı öğretebilmeyi
düşünebilirsiniz, böyle bir karar verme hakkınız var. Bunu hayata geçirmeye
kalktığınızda huzurlu bir dünya çıkar mı? Onu bilmem! Mesajınız anlaşılır mı?
Irak’a giden canlı kalkanların mesajı anlaşılmadı, hatta ödleklikle suçlanarak tek
sermayeleri olan cesaretleri yok sayıldı.
Şiir dizelerindeki dünyayı aramak adına tekrar Ahmet Hamdi Tanpınar'a
kulak vermekten başka çaremiz yok, ödlek "canlı kalkan" olmak hariç.
'Selam olsun bizden güzel dünyaya
Bahçelerde hâlâ güller açar mı
Selam olsun sonsuz güneşe, aya
Işıklar, gölgeler suda oynar mı'
Uygarlığın geliştirmiş olduğu savaş yöntemleri drakula olmadan huzurlu bir
dünyada yaşama şansını ancak sanal olarak mümkün kılıyor.
Acı ama!
Uygarlık denilen tek dişi kalmış canavar bu.
01.03.2003
IRAK TÜRKLERİ
Türkmenler, Irak nüfusunun yüzde onunu teşkil etmektedir.1957'de yapılan
ve 1959 yılında açıklanan genel sayım sonuçlarına göre nüfusları 567.000 idi.
Irak'taki iktidarlar çeşitli yöntemlerle, Türkmenlerin gerçek nüfusunu her zaman
saklamışlardır. Bu sayımlarla da Türkmenlerin etnik yapısını, uygar olmayan
yollarla değiştirmeye yönelmişlerdir. Türkmen toplumunun sürekli nüfus artışı
karşısında tüm bu oyunların sonuçsuz kaldığını gören yönetim, Türkmenleri çeşitli
yöntemlerle göçe zorlamış ve uyguladığı baskılarla asıl yerleşim yerlerinden
uzaklaştırmıştır. Nüfus artışlarının oranı göz önüne alındığında; Irak
Türkmenlerinin nüfusu 4 milyonun üstündedir.
Tarım ve ticaretle uğraşan Türkmenler, Telefer'den başlayarak
kuzeybatıdan Musul, Sarılı ve Şebek aşiretlerinin yerleştiği onlarca köyden sonra,
Erbil şehri, Altunköprü, Karatepe nahiyeleri, Mendeli ilçesi, Kızlarbat, Şehraban,
Celavla ve Bayat aşiretinin yaşadığı birçok köyde bulunmaktadır.
Türkmenler, Irak'ın eski ve yeni tarihinde siyasi alanda etkinlikler
göstermişlerdir. Kerküklü İzzet Paşa, Abdurrahman El- Nakip tarafından 25 Ekim
1920'de kurulan ilk geçici hükümette Sağlık ve Maarif, 29 Ocak 1921'de de
Bayındırlık Bakanı oldu.
Türkmenler, Prens Faysal'ın Irak Kralı olmasını onaylamadıklarından dolayı,
zamanla iktidar İngilizlerin teşvikiyle Türkmenlere karşı tavır değiştirdi. İkinci kez
El-Nakip Kabinesi'nde Bayındırlık Bakanı olan Kerküklü İzzet Paşa istifa etti.
Türkmenler o tarihten başlayarak, Irak'ta aydın ve kültürlü kesimin az olması ve
okuma yazma bilenlerin oranının çok düşük olmasına rağmen, bir daha hiçbir
hükümet kabinesinde yer alamadılar.
1921'de Irak'ın ilk Anayasa'sı Arapça, Kürtçe ve Türkçe basıldı. 1933'de
yapılan değişikliklerle Arapça, ülkenin resmi dili sayıldı. Özel yasa hükümleri göz
önüne alınarak 74 sayılı karara göre 1931'de Kerkük ve Erbil gibi çoğunluğu
Türkmen olan bölgelerin mahkeme ve okullarında Türkçe konuşulması karara
bağlandı.
Ellili yıllarda hükümet, eğitim müdürlüklerinde eğitim ve ders açıklamalarının
yapılmasını istemiştir. 24 Ocak 1970 "de çıkarılan bir kararla ilkokullarda eğitimin
Türkmence yapılması karara bağlandı. Ancak bir yıl sonra bu karar iptal edildi ve
Türkçe eğitim yasaklandı.
KERKÜK halkı, tarihin çeşitli dönemlerinde katliama ve baskılara uğradı. İlki
4 Mayıs 1924 tarihinde olmak üzere, 1926 ve 1941 yıllarında birçok öğretmen ve
aydın tutuklandı ya da sürgüne gönderildi. 14 Temmuz 1959 katliamı, tarih
boyunca Türkmenlerin uğradığı en vahşi ve kanlı kıyımdı. Bu kıyımda birçok
Türkmen soykırım uygulamasının kurbanı olarak öldürüldü.
1970'te Irak Devrim Komuta Konseyi tarafından çıkarılan karar gereği
ilkokullarda Türkmence okutulacak, Milli Eğitim bünyesinde Türkmen Araştırma
Müdürlüğü kurulacak, Irak Edebiyatçılar Birliği Türkmen yazar ve şairlerine ait
eserleri bastıracak ve Tanıtma Bakanlığı'na bağlı Türkmen Kültür Müdürlüğü
kurulacaktı. Ancak gerçekleşen tam bunların tersi olmuştur. Kerkük'te yüzde
doksan okulun Türkmence eğitim yapması, iktidarı bu kararı geçersiz kılma
çarelerini aramaya yöneltti. Okulları kapatan hükümete karşı, aydın kesim ve
öğrenciler ayaklandı. Böylece Kerkük ve diğer Türkmen şehirlerinde Ekim 1971'de
boykot kararı alındı. Bunu fırsat bilen rejim, çok sayıda öğrenci ve öğrencileri
destekleyen öğretmenler sendikası üyelerini tutukladı.
Asırlardan beri varolan başta Kerkük'ün adını el-Tamim olarak ve birçok
Türkmen kasaba ve köy adlarını da değiştirdi.
Yetmişli, seksenli ve doksanlı yıllarda çok sayıda Türkmen genç ve aydın
yargısız tutuklandı, işkence gördü ve idam edildi. Aydın kesimden birçoğu, artan
zulüm ve kıyım karşısında ev ve mallarını terk ederek başka ülkelere sığınmak
zorunda bırakıldılar.
Kısaca ciddi kaynaklardan topladığım Irak'taki Türkler ile ilgili bilgiler bunlar,
Saddam sonrası Irak konuşulurken olur ki yönetenlerimizin ihtiyacı olur.
Duyurulur!
08.03.2003
SARSINTI!
ABD'nin Irak'a müdahale kararıyla başlayan süreç, yeryüzünün tamamında
sarsıntılar oluşturmaya başladı. Bu sarsıntıların insanlığın 21'inci yüzyıla taşıdığı
örgütsel yapıların tamamını içine alan çözülmeleri, karşımıza çıkarma ihtimali
yüksek!
Birleşmiş Milletler'den, NATO’ya, Avrupa Birliği’nden, Arap Birliği'ne
devletlerin yüzyıllık birlikte getirmiş olduğu ilişkiler kopma noktasına geldi. Daha
düne kadar düşman olan devletlerin bugün dost, dün dost olanların ise bugün
düşman noktasında birbirlerine baktığı büyük bir çözülmeyi yaşıyoruz.
Tespih dağıldı;
Küreselleşen dünya gitti!
Yerine ayrışmak, parçalanmak isteyen dünya geldi. Tespih dağıldı!
ABD, Irak’ta tetiği çektiğinde Sovyetlerin çözülme hızını aratmayacak
ölçüde Birleşmiş Milletler'den, NATO’ya, Avrupa Birliği’nden, Arap Birliği’ne
blokların hızla dağıldığını görme ihtimali her geçen gün artıyor. Sarsıntı, şiddetini
artırarak devam ettiriyor.
Gerçi dünya bu sarsıntıyı son on yıldır belirli dozda ekonomik boyutuyla
yaşıyordu. Bu ekonomik sarsıntıyı bazı ülkeler toprak satmak noktasına taşıyacak
kadar ağır geçiriyorlardı. Arjantin’in borçlarına karşılık Patagonya’nın mülkiyetini
Amerikan bankalarına satacağını tartışmaya başlaması bunun en yakın örneğidir.
Patagonya, yaklaşık Türkiye büyüklüğünde bir toprak parçası ve sınırsız petrol ve
su kaynaklarına sahip.
Sarsılan dünyada rota tutturmak, kendini muhafaza etmek ülkelerin ve
toplumların kolayca altından kalkacağı bir iş olmaktan çıkmıştır. Bugün
Türkiye’deki kırılmaların sebebi de tüm diğer örneklerde olduğu gibi işin
zorluğundandır.
Türkiye’de uzun bir süredir ekonomik sarsıntıyı ağır bir dozda yaşamaktadır.
Bu durum, toplumun ahlaken çözülmesine sebep olan tehlikeli bir boyuta doğru
hızla ilerlemektedir. Bunun yanı sıra Irak’ta olup bitenlerin sonuçları coğrafya
olarak da bir çözülmeyi Türkiye’nin karşısına çıkaracak riski taşımaktadır.
Yukarıda ifade ettiğim Türkiye'nin stratejik ilişkileri olan AB'den Birleşmiş Milletler'e
kadar var olan kurumlarda beklenen çözülme de işin bir başka sıkıntılı tarafı.
AB yaşayacak mı?
ABD güçlü olmaya devam edecek mi?
NATO olacak mı?
Irak toprak bütünlüğünü muhafaza edecek mi?
Ortadoğu’da bugün var olan sınırlar korunacak mı?
ABD-Türkiye ilişkisi Türkiye’yi yalnızlaştırır mı?
İki yüz elli milyar dolar borç nasıl ödenir?
Birleşmiş Milletler dağılacak mı?
Kuzey Irak’ta Kürtler ne yapar?
Velhasıl rota tutturmak, zor mu zor iş!
Gerçeklerle yüzleşmek.
"Çok mu karamsarım?", "Sarsıntıyı abartıyor muyum?" diye kendime
sorduğumda gerçekle yüzleştiğimi idrak etmenin verdiği güvenle karamsar
olmadığımı düşünüyorum. İşin zorluğunu anlatmaya çalışıyorum. Türkiye bu
sarsıntıyı en hafif hasarla atlatmak için gerçeklerle yüzleşmek zorundadır, onu
vurgulamak istiyorum.
"Duvar ne kadar yüksek olursa olsun, gökyüzü ondan yüksektir." sözünden
yola çıkarak yine de umudu muhafaza etmenin; ama yeryüzünün büyük bir sarsıntı
geçirdiği gerçeğinden de uzaklaşmamanın gereğini vurgulamak istiyorum.
Umarım içinizi karartmıyorum.
11.03.2003
SUN TZU
Bir Çinli savaşçının günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce yazdığı Savaş
Sanatı, Sunzi Bingfa Sun-Tzu ping–fa önümüzdeki Irak muammasından dolayı bu
ara önemle okunması gereken bir baş yapıt.
Kitle psikolojisini iyi kavramış, insan merkezli bir strateji kitabı. Kitabı
okuduğunuzda göreceksiniz ki; ABD'nin Irak'a yapacağı müdahaleden dolayı,
bizim de içinde bulunduğumuz bölgedeki gelişmeleri, lehimize çevirecek stratejileri
geliştirmemiz mümkün olabilir.
İnsan merkezli bakış, önlenmesi mümkün olmayan savaşların sonuçlarını
bile en az hasarla karşımıza çıkarmaktadır.
Yeter ki insan merkezli bakalım!
Kitaptaki stratejik mesajları okumaya başladığınızda medyada var olan
savaş sunumundan hızla uzaklaşır, kendinize daha derin sorular sorar ve daha
derin cevaplar ararsınız. ABD'nin Irak'a yapacağı müdahale karşısındaki
duruşunuzu yeniden gözden geçirir ve doğru çözüme yönelirsiniz.
Ülkenizin birliğini, bütünlüğünü korumanın şartlarını doğru kavrarsınız.
Kürt meselesinden, gelir dağılımına, dış politikadan, siyasete, baş
örtüsünden, laikliğe, çatışmanın ve uzlaşmanın kökenlerine nüfuz ederek
birliğimizi koruyacak tedbirleri alacak reçeteler yazarsınız. Şimdi kitaba, bugün
içinde bulunduğumuz duruma uygun olan bilgece mesajlara dönersek:
Refah ve adalet halkın tümünü kucakladığında, kamu çalışmaları ulusal
gereksinimleri karşılamaya yeterli olduğunda, görev atamaları zeki kişileri tatmin
edecek biçimde gerçekleştiğinde, planlama kuvvet ve zaafları kestirmeye yeterli
olduğunda, bu kesin zaferin temelidir.
'Kuvvet salt bir geniş toprak ve fazla nüfus sorunu, zafer salt etkin silahlar
sorunu, güvenlik salt yüksek surlar, derin hendekler sorunu, otorite salt kesin
buyruklar ve sık cezalandırmalar sorunu değildir. Yaşayabilir bir örgüt
oluşturabilenler, küçük dahi olsalar hayatta kalacak, ölüme mahkum bir örgüt
oluşturanlarsa, büyük dahi olsalar, yok olup gideceklerdir.'
Eski günlerde, iyi yönetenler silahlanmaz, iyi silahlananlar savaş hatları
oluşturmaz, iyi savaş hattı oluşturanlar savaşmaz, iyi savaşanlar yenilmez, iyi
yenilenler yıkıma uğramazlardı.
'Zoru henüz kolayken tasarla, büyüğü henüz küçükken yap. Dünyanın en
zor işleri, henüz kolayken gerçekleştirilmeli ; dünyanın en büyük şeyleri, henüz
küçükken yapılmalıdır. Bu nedenle bilgeler asla büyük olanı yapmazlar, ve
ululuklarına bu yolla ulaşırlar.'
'Gerçekten de, bir şeyi var olmadan önce yapabilme, etkinleşmeden önce
duyumsayabilme, ortaya çıkmadan önce görebilme, birbirine bağımlı olarak
gelişen üç yetenektir. O zaman her şey duyumsanmadan kavranır, hiçbir şey
tepkisiz gerçekleştirilmez ve kimse bir yarar sağlamadan bir yere gitmez.'
'Erzağını yüksek fiyatlarla tedarik etmek durumunda kalan bir ülke,
kaynaklarını tez zamanda tüketir; erzağını uzak mesafelerden sağlamak
durumunda kalan bir ülke, yoksullaşır. Saldırılar tekrarlanmamalı, muharebeler
çoğaltılmamalıdır. Kuvveti, aşırı kullanılması durumunda israf olacağının bilinciyle,
kapasiteye göre kullan. Değersizlerden kurtul ki ülke huzura kavuşabilsin;
beceriksizlerden kurtul ki bundan ülke yararlansın.'
Önümüzdeki problemlerle ilgili doğru reçeteleri çıkarmamız için bilgece
mesajlardan birkaçını sizinle paylaştım. Daha fazlası kitapta var.
13.03.2003
MELEKLER ERKEK Mİ, DİŞİ Mİ?
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un surlarını toplarıyla döverken, Bizans
yetkililerinin, meleklerin cinsiyetini sorguladığı ve bu konu üzerine uzun uzun
toplantılar yaptığı rivayet olunur.
“Melekler erkek mi, dişi mi?" sorusu Bizanslı yetkililer için Fatih'in İstanbul'u
kuşatmasından daha önemli bir iş olarak algılanmıştı. Bizanslılar bu tartışmayla
vakit geçirirken, Fatih'in askerleri İstanbul'u Osmanlı topraklarına çoktan katmıştı.
Sonuçta ortada ne Bizans kalmıştı, ne de melek!
ABD askerlerinin topraklarımızdaki hareketliliği yoğun bir şekilde sürerken,
bizim tartıştığımız konular Bizans'ı aratmayacak sığlıkta ve komiklikte!
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Bakanlar Kurulu sayısı 24+1 mi olsun, yoksa 22+1 mi olsun?
Tayyip Erdoğan mı karizmatik, Abdullah Gül mü?
Eurovision şarkı yarışmasına İngilizce sözlü parçayla mı, Türkçe sözlü
parçayla mı katılmalıyız?
ABD'ye mi yakın olsak, yoksa AB'ye mi?
Beşiktaş mı, yoksa Galatasaray mı şampiyon olacak?
ABD askerleri silahlarına şarjör takmalı mı, takmamalı mı?
Tarlama nohut mu eksem karlı olur, ABD'ye kiraya versem mi karlı olur?
AKP bölünür mü, bölünmez mi?
Genç parti bir sonraki seçimin favorisi mi, değil mi?
Ahmet Necdet Sezer'le Tayyip Erdoğan'ın burçları uyuşur mu, uyuşmaz
mı?
Türkiye uyanır mı,uyanmaz mı?
Yukarıdaki ifade etmeye çalıştığım komik ve sığ tartışmaların kuşattığı,
gerçekle yüzleşmekten kaçınan Türkiye'yi şair Abdurrahim Karakoç "Anadolu Dedi
ki" başlıklı şiirinde;
Kargalar, sülükler, itler uyandı;
Uyan öz yurduna garibim uyan.
Gün kuşluk yerine vardı dayandı;
Uyan uyutulmuş sahibim uyan.
Davalar uykuda, düşte kalmasın;
Özenin, emekler dışta kalmasın;
Umutlar tufanda, kışta kalmasın...
Uyan kurtarıcım, tabibim uyan.
Mısralarıyla tarif etmeye ve uyandırmaya çalışmaktadır. Türkiye uyanır mı,
uyanmaz mı? Bu sorunun cevabı, var olan tartışma konularına bakınca bizi
umutsuz kılabilir. Ancak bin yıl bu coğrafyada yaşama becerisini göstermiş bir
toplumun, umutlu olmasını gerektiren önemli bir sermayenin üzerinde oturduğu
gerçeğini unutmamak lazım. Yeter ki gerçek gündemimizi belirleyelim. Gerçek ve
tek gündemimizin, Türkler ile Kürtlerin arasına sokulmak istenen fitne olduğunu
kavradığımızda ve buradan yola çıktığımızda;
Türkler ve Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti'ni birlikte kurduklarını ve bunu asla
fitneye malzeme etmemeleri gerektiğini anlamalıyız. Türkiye Cumhuriyeti'nin
sınırları içinde yaşayan ve kendini Türk, Kürt, Çerkez, Abaza, Laz, Arnavut,
Romen, Rum, Ermeni diye tanımlayan insanların ortak evi olduğunu kavramalıyız.
Evimize bundan önce sokulmak istenen fitnelere karşı verdiğimiz mücadeleyi
yeniden hatırlayıp, aynı ruhla bu sıkıntıları aşmalıyız.
Bu coğrafyadaki bin yıllık ortak hikayemiz hepimizi duyarlı hale getirecek
ibret vesikaları ile dolu. Birbirimizi kategorize etmenin faydasının olmadığı, bu ibret
vesikalarından anlaşılmaktadır. Bin yıllık ortak tecrübe, Bizans'ın durumuna
düşmememiz için önemli bir sermayedir. Bunun kıymetini bilmeliyiz ve hızla gerçek
gündemimizle buluşmalıyız.
15.03.2003
TÜRKİYE'DE EĞİTİM
Türkiye'yi yönetenler, 19’inci yüzyıldan beri eğitimi toplumsal ihtiyaç ve
sorunların merkezine yerleştirerek, bu sorunu çözmek suretiyle her türlü sorunun
çözülebileceğine inanmaktadır. Oysa gelinen noktaya bakıldığında, eğitim
anlayışımızın kendisi, ciddi bir eğitime ihtiyaç duymaktadır.
Ülkemizdeki hastalıklı alışkanlık ve anlayışlardan birisi, başarıyı sadece
rakamlarla ilan etmektir. Cumhuriyet Dönemi’nde ilk nüfus sayımı 1927, ikincisi ise
1935 yılında yapılmıştır. 1927 yılında 13.648.000 olan ülke nüfusunun,
Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılında 12 milyon dolayında olduğu tahmin
edilmektedir. Uzun sürmüş çok sayıdaki savaşlardan geriye kalan dul ve yetim
ordusu niteliğindeki bu nüfusun yüzde 90’dan fazlası okuma-yazma bilmiyordu.
Çünkü okul ve öğretmen yoktu.
Prof.Dr.Mahmut Adem’in verilerine göre; Cumhuriyet’in kurulduğu 19231924 öğretim yılında toplam 4.894 ilkokulda 341.941 öğrenci öğrenim görüyordu.
72 ortaokulda 5.905, 28 lisede 331’i kız 1241 öğrenci öğrenim görüyordu. Lise,
hatta ortaokul, yalnızca kimi ayrıcalıklı kentlerde bulunuyordu. Nüfusun yüzde
90’ının yaşadığı 40 bin dolayındaki köyün yüzde 90’ında okul yoktu.
Eğitim alanında bugün gelinen noktayı anlamak için Milli Eğitim
Bakanlığı’nın verilerine baktığımızda; 1997 yılı genel nüfus sayımı sonuçlarına
göre, Türkiye nüfusunun 62.606.157 olduğu ve 2001-2002 öğretim yılında
okulöncesi, ilköğretim, ortaöğretim ve yaygın eğitimde toplam 15.820.534 öğrenci,
543.277 öğretmen bulunduğu belirlenmiştir. Buna göre; ülke nüfusunun yüzde
25.3’ünü öğrenci, yüzde 0.9’unu öğretmen olmak üzere toplam nüfusun yüzde
26.2’sini öğretmen ve öğrenciler oluşturmaktadır.
Türkiye’deki 15 milyondan fazla öğrenci ve 500 binden fazla öğretmenin,
toplam nüfusun yüzde 26’sına tekabül ediyor olması önemli bir sayısal gelişmedir.
Bu boyuttaki öğrenci kitlesi, komşularımız Yunanistan ve Suriye’nin sahip oldukları
nüfusa eşdeğerdedir.
İflas etmeden önceki Mudurnu Tavukçuluk’un üretim hızıyla Türkiye’deki
öğrenci sayısının artış hızı arasında pek bir fark bulunmamaktadır. Türkiye’de
bazıları eğitimde nitelik boyutunu unutup, sayısal gelişmeyle mutlu olurken ;
ilkokuldan üniversiteye tüm eğitim tür ve düzeylerinde eğitimciler, veliler, öğrenciler
büyük bir kaygı yaşamaktadır.
Bazı uzmanlar, eğitimde nitelik ve kalite yerine niceliğe önem verilmesinin,
Cumhuriyet öncesi dönemde de rastlanan bir politika olduğunu belirtiyorlar.
Mümtaz Turhan, "’Kültür Değişmeleri’" adlı eserinde, Meşrutiyet Dönemi’yle ilgili
olarak "’...Meşrutiyet Devri’nde de maarifte memleket ihtiyaçlarına uygun bir
prensip hakim olamamış ; önceden hazırlanmış bir plana, muayyen bir hedef ve
gayeye göre hareket edilememiş; keyfiyet (nitelik, kalite) ihmal edilerek kemiyete
(nicelik, sayı) ehemmiyet verilmiştir "" demektedir. Osman Ergin de, "’Türkiye
Maarif Tarihi adlı eserinde aynı dönemle ilgili olarak : "’Bu devirde kemiyete
(sayıya) çok ehemmiyet verildiği için miktar itibariyle çok mekteplerimiz oldu. Fakat
bu bir terakki (ilerleme, gelişme) midir? Ben burada tereddüt ediyorum...’" şeklinde
benzer bir görüş beyan etmektedir.
16.03.2003
DIGIDAK DIGIDAK
ABD'nin Irak'a müdahale arzusuyla başlayan süreç, dünyadaki dengeleri
yerle bir eden bir sonuca doğru hızla evrilmektedir. Tek kutuplu ve tek süper güçlü
dünyadan, çok kutuplu ve çok süper güçlü bir dünyaya doğru gidiş, Birleşmiş
Milletler'de ABD tasarısı karşısındaki direnişle kendini iyiden iyiye hissettirmeye
başladı.
ABD, yeryüzünün nizamını belirlemek adına jandarmalığa niyetlendiğinde;
kullandığı tanımlar ve silahlarla, kaçınılmaz olarak karşısında farklı güç
merkezlerinin oluşmasını tetikledi. ABD;
Hukuku yok saydı.
Demokrasi ve insan haklarıyla hiç ilişkisi olmadı.
Dünyanın tüm yer altı ve yer üstü kaynaklarını, kendi halkı için meşru hak
saydı.
Terörü destekledi.
Yeryüzü nüfusunun % 5'lik bölümünü oluşturmasına rağmen, geri kalan %
95'i yok saydı. Yeryüzünün % 100'ünün sahibiymiş gibi davrandı.
Okyanus ötesinde kendisine bir cennet kurarak, kendi topraklarının
dışındaki alanların cehenneme dönmesine engel olmadı, ve bu duruma katkı
sağladı.
Tüm bu olup biten dünya insanlığını, ABD'den nefret eden ve onun tek
süper güç kimliğini elinden almaya çalışan bir duyguya taşıdı. Mahalle artık yeni
kabadayıların racon kesmesine münhal hale geldi. Mahallede ortaya çıkan yeni
kabadayılar karşısında, etrafı yakıp yıkmak tehdidinde bulunan ABD;
Tehdit etmek yerine, raconun ne olması gerektiğini sorgulamadı.
Dünya insanlığının, kendisinden neden nefret ettiğini anlamak istemedi.
Yeryüzündeki açlığı umursamadı.
Kukla yönetimlerle, farklı ülke insanlarını, kendi çıkarları için uzun süre köle
olarak çalıştıracağını düşünmeye devam etti.
Bir canlı bombanın, en gelişmiş silahtan daha büyük tahribat yapacağın
düşünemedi.
Yeryüzünü, Amerikan filmlerindeki sahneler; insanlığı da oyuncular gibi
düşündü. Senaryoyu yazmayı, kendisi açısından yeterli saymaya devam etti.
Filmin sonunda, kovboyun kızı kurtaracağını, mutlak değişmez bir son
olarak düşündü ve buna inandı.
Öyle anlaşılıyor ki bu sefer film, senaryodaki gibi bitmeyecek!
Filmden bahsetmişken, bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum: Ortaokul
öğrencisi olduğum yıllarda, Kars'ta iki sinema vardı. Bunlardan biri, sahibinin
ismiyle anılırdı. İsmihan'ın Sineması. Bu sinemada genellikle kovboy filmleri
gösterilirdi. O yıllar, elektrik kesintilerinin çok sık olduğu yıllardı. Elektrik
kesildiğinde, İsmihan Amca el feneri ve başında fötr şapkasıyla, sahneye çıkar;
yarısını izlediğimiz kovboy filminin sonunu bize anlatırdı:
"Kovboy atıyla dıgıdak dıgıdak geldi, kızı elinden tutarak atın terkisine aldı,
dıgıdak dıgıdak gitti ve cullump suya yuvarlandı.“ Dıh end dedikten sonra fötr
şapkasıyla seyircileri selamlar, tüm seyircileri dışarıya çıkarırdı. Elektriğin ne
zaman geleceği belli olmadığı için, kimse beklemez ve evlerimize doğru yola
çıkardık. Yolda bir yandan elektik kesintisine kızarken, diğer yandan da İsmihan
Amca’nın sahnedeki sözlerini gülümseyerek tekrarlardık: “Dıgıdak, dıgıdak
cullump su ve dıh end.„
18.03.2003
EVİMİZ...
Bugün, Türkiye coğrafyası üzerinde bulunan 65 milyon insandan ve onların
yaşadığı Türkiye evinden bahsetmek istiyorum. Ev halini açık etmemek gerektiğini
biliyorum. Buna rağmen, evimizi konuşmamızın zamanı geldiği kanaatindeyim.
Konuşmazsak, evimizin hasar göreceğini, ailemizin parçalanacağını idrak etmemiz
mümkün olmayacak ve bütün aile fertlerinin canı yanacak.
Yeryüzünde yaklaşık 1.5 milyar insanın vatanım diyeceği bir toprak
parçasına sahip olmadığını, yüce Rabb'ın bahşetmiş olduğu bu toprakların ne
büyük bir nimet olduğunu hepimizin anlaması için, İsrail-Filistin savaşını veya
Yugoslavya'nın parçalanmasını hatırlamamız yeterli olacaktır. Yaşanan dramın ve
acıların bir benzerini ortak Türkiye evimize bulaştırmak istemiyorsak, evimizin
içinde huzursuzluğa zemin hazırlayan, aile üyelerini birbirine karşı kızgın hale
getiren tüm rahatsızlıkları konuşmak zorundayız. İşte bu sebepten, ev halini açık
açık konuşmak istiyorum.
Evimizde fukaralık almış yürümüş.
Evimizde yalan ve dedikodu gırla gidiyor.
Evimizde güven yok satıyor.
Evimizde iltimas ve rüşvet işportaya düşmüş.
Evimizde kirlerimizden arınacak ne su var, ne de sabun.
Evimizde bölücülük (Türk –Kürt, İrtica-Laik, Sünni-Alevi vs.) fitnesi fır
dönüyor.
Evimizde şımarıklık, aymazlık, vicdansızlık birbiriyle dans ediyor.
Evimizde ufuksuzluk, çapsızlık, plansızlık aranan meziyet olmuş.
Evimizde % 10'luk bir kesim Lale Devri yaşarken, geriye kalan % 90'ı icra
memurunun karşısına her an düşecek gibi muz kabuğunun üzerinde yaşıyor.
Evimizde üst katta şiş kebap-parfüm kokusu, alt katta ise küflü ekmek-kuru
soğan kokusu birbirine karışmış.
Evimizde başlar ayak, ayaklar baş olmuş.
Evimizde yetkililer etkisiz, etkililer yetkisiz pozisyona göre oturmuş.
Evimizde söz sabun köpüğü olmuş, güç ise Ali kesen baş kıran rolüne
soyunmuş.
Benim evimizin içinde görebildiğim rahatsızlıklar bunlar. Sizler bu
rahatsızlıklara daha fazlasını ekleyebilirsiniz. Velhasıl evimizin pür melali bu! 65
milyonluk büyük nüfusun barındığı Türkiye evinde yaşayanlar olarak; fitneye bu
kadar müsait bir zeminde evimizin yıkılmasını, ailemizin parçalanmasını önlemek
için ev halini açık açık konuşmak ve tedbir almak zorunda mıyız, değil miyiz? Bana
göre önümüzdeki soru bu.
Ben konuşmaya başlayarak sürçü lisan etmiş olabilirim, ancak; Türklerin,
Kürtlerin, bu evde yaşayan farklı etnik kökenden her ferdin bilmesi gereken şu ki ;
evimizin içindeki rahatsızlığı birbirimizi yok sayarak ortadan kaldırmamız mümkün
değildir.
%10'luk bir alanda Lale Devri yaşayan hane halkı, %90'lık bölümdeki diğer
hane halkıyla bu evin içinde daha fazla bu şekliyle (Uganda şartlarıyla, AB şartları)
birlikte yaşayamayacağını fark etmez ise, evimizi dirlik içinde tutmamız mümkün
olmayacaktır.
Yalanı, dolanı, rüşveti ve suiistimali sürdürerek güveni ortaya çıkaramayız ;
güven olmayınca da aileyi bir arada tutmak mümkün olamaz.
Sürçü lisan eğlediysem affola!
20.03.2003
ATES TOPU!
Kuzey Irak'taki gelişmeler, Türkiye'nin de içinde bulunduğu tüm bölgeyi
istikrarsızlığa sürükleyecek sinyaller vermeye başladı. Hiçbir yorum yapmadan,
sadece yapılan açıklamaları ve meydana gelen olayları değerlendirdiğimizde bu
sinyalleri açık seçik görmekteyiz. Gelin şimdi olayları ve yapılan açıklamaları
birlikte gözden geçirelim :
14-17 Aralık tarihleri arasında ABD'nin Londra'da topladığı Irak muhalifleri
toplantısında ve geçtiğimiz günlerde Erbil'de yapılan toplantıda Amerikalılar, Irak’ta
federal bir yapı kurulmasını desteklediler.
ABD’li yetkililer saldırıdan sonra Irak'ı üçe ayıracaklarını ve geçici
hükümetin başına ABD'nin eski Yemen Büyükelçisi'ni getireceklerini açıkladılar.
Türkiye aleyhine gösteri :
İkinci tezkere TBMM'de reddedilince Kuzey Irak'ta hemen Türkiye aleyhine
gösteriler ve bayrak yakma olayları başladı.
Kürt guruplar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'a girmesine karşı
koyacaklarını açıkladılar.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman: “Türkiye'nin tek başına
Kuzey Irak'a girmesine izin vermeyiz.’" dedi.
ABD'li Irak operasyonu komutanı Tommy Franks, Türkler ile Kürtlerin
çatışma ihtimalinden bahsetmeye başladı.
New York Times, Kuzey Irak'ta Kürtlerle Türklerin birbirlerini öldürmeye
başlayacaklarını ve bunu Amerika'nın bile durduramayacağını yazdı.
İran, Kuzey Irak'ın Türk ordusunun kontrolüne girmesine önlem olarak
Kuzey Irak'a 5000 asker yolladı.
Suriye, gelişmeler böyle devam ederse İran gibi Kuzey Irak'a asker
göndereceğini açıkladı.
Irak Muhalifleri Başkanlık Konseyi’ne Türkmenler alınmadı.
ABD; Barzani ve Talabani'ye bağlı peşmergelerden yüz bin kişilik bir düzenli
ordu kurmak için eğitim faaliyetlerine başladı.
Ankara'da Türk Dışişleri Bakanlığı'nın organize ettiği Irak muhaliflerinin
toplantısına Barzani katılmadı.
Ankara'da yapılan Irak muhalifleri toplantısında, Türkiye'nin tüm çabasına
rağmen Türkmenler Başkanlık Konseyi'nde temsil hakkı elde edemedi.
Türkiye'nin, mülteci akınını bahane ederek Kuzey Irak'a girmesine engel
olmak için, Barzani ve Talabani'ye bağlı güçler, Türkiye sınırına gelmek isteyen
mültecilere engel oluyorlar.
Yukarıda bir kısmını sıralamaya çalıştığım olaylar ve açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere, Kuzey Irak, başta Türkiye olmak üzere; İran ve Suriye'yi de
içine alan geniş bir bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyecek bir ateş topuna dönme
sinyalleri vermektedir.
ABD-Irak savaşının boyutları nereye varır? Bunu net bir fotoğraf olarak
ortaya koymamız, savaş yeni başladığı için zor. Ama şu gerçek ki; Kuzey Irak'taki
gelişmelerin Türkiye'yi sıkıntıya sokacak sonuçları olacaktır. Kuzey Irak'taki Kürt
nüfus bir devlet kurma fırsatı yakalamış gibi bir taraftan tahrik edilecek, diğer
taraftan Türkiye'deki Kürt ve Türk vatandaşlarımız arasına Kuzey Irak'taki
gelişmeler bahane edilerek fitne sokulmağa çalışılacaktır. Bu fitneye karşı duyarlı
olmak ve gelişmeleri şüpheci bir gözle değerlendirmek, Türkiye'nin en önemli
hayati meselesi haline gelmiştir
22.03.2003
ABD'NİN ASKERİ MÜDAHALELERİ!
ABD'nin 1890’dan bugüne kadar, yeryüzünün farklı bölgelerindeki ülke ve
topluluklara karşı yapmış olduğu askeri müdahaleleri hiç merak ettiniz mi? Ben
merak ettim ve elde ettiğim bilgileri de sizinle paylaşmak istedim.
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Güney Dakota (1890)- 300 Dakota Hintlisi, Wounded Kneede katledildi.
Haiti (1891)- ABD’nin boyunduruğundaki Navassa Adası'nda zenci
işçilerin ayaklanması bastırıldı.
Havai (1893)- Krallık devrilerek ada Amerikan topraklarına katıldı.
Çin (1894-95)- Japonya savaşına müdahale edildi.
Panama (1895)- Deniz Kuvvetleri, Kolombiya'ya çıkarma yaptı.
Nikaragua (1896)- Deniz Kuvvetleri, Cortino Limanı'na çıkarma yaptı.
Çin (1898-1900)- Boxer İsyanı yabancı orduların yardımıyla durduruldu.
Filipinler (1898-1910)- İspanya'dan getirilen askerlerin yardımıyla 600
bin Filipinli öldürüldü.
Küba (1898-1902)- İspanya'dan getirilen askerlerin yardımıyla
donanmanın üssü işgal edildi.
İdaho (1899-1901)- Birlikler, Coeur d’Alene maden bölgesini işgal etti.
Oklahoma (1901)- Creek İndian ayaklanması ordu tarafından bastırıldı.
Honduras (1903)- Ayaklanma bastırıldı.
Dominik Cumhuriyeti (1903-04)- Amerikan yatırımlarını korumak üzere
ordu müdahale etti.
Kore (1904-05)- Rus-Japon savaşını takip etmek üzere deniz kuvvetleri
çıkarma yaptı.
Küba (1906-09)- Demokratik seçimler yapılırken deniz kuvvetleri
bölgede mevzilendi.
Nikaragua (1907)- Dolar diplomasisi uğruna birlikler harekete geçirildi.
Panama (1908)- Seçimlere müdahale edildi.
Honduras (1911)- İç savaş sırasında Amerika yatırımlarını korumak
üzere asker çıkarıldı.
Çin (1911-41)- Hızı yıllara göre değişen bir işgal başlatıldı.
Küba (1912)- Havana'daki Amerikan yatırımlarını korumak için asker
çıkarıldı.
Panama (1912)- Seçimler devam ederken kara kuvvetleri çıkarma yaptı.
Nikaragua (1912-33)- 20 yıllık savaş sona erdirildi, gerillalarla savaşıldı.
Dominik Cumhuriyeti (1914)- Deniz Kuvvetleri Santo Domingo'daki
asilerle çatıştı.
Meksika (1914-18)- Milliyetçilere karşı müdahalelerde bulundu.
Haiti (1914-34)- Ayaklanmaları bastırmak üzere işgal başladı.
Dominik Cumhuriyeti (1916-24)- Sekiz yıllık deniz kuvvetleri istilası
yaşandı.
Küba (1917-33)- Ekonomik nedenlerle kara kuvvetleri çıkarıldı.
1.Dünya Savaşı (1917-18)- Almanlara karşı savaşıldı.
Rusya (1918-22)- Bolşeviklerle savaşmak için deniz kuvvetleri çıkarma
yaptı.
Yugoslavya (1919)- Dalmaçyadaki Sırpların İtalyanlar tarafından
rahatsız edilmesini engelledi.
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Salvador (1932)- Deniz Kuvvetleri, Faribundo Marti ayaklanmasını
bastırmak için gönderildi.
2.Dünya Savaşı (1941-45)- Japonya'ya karşı dünyada ilk kez atom
bombası kullanıldı. Başka kullanan olmadı.
Kore (1950-53)- Çin ve Kuzey Kore'yi köşeye sıkıştırmak üzere Amerika
ve Güney Kore nükleer tehditte bulundu.
Lübnan (1958)- İsyancılara karşı deniz saldırısı gerçekleştirildi.
Vietnam (1960-75)- Güney ve Kuzey Vietnam arasındaki savaşa
müdahale etti, Amerika'nın katıldığı bu en uzun savaşta yaklaşık 2
milyon insan öldü.
Libya (1981)- Manevralar sırasında iki Libya jeti düşürüldü.
İran (1984)- Körfezde iki İran jeti düşürüldü.
Panama (1989-90)- Milliyetçi hükümet 27 bin asker tarafından devrildi,
liderleri yakalandı, 2 binden fazla kişi öldü.
Suudi Arabistan (1990-91)- Kuveyt'in işgalinden sonra Irak'a karşılık
verildi; 540 bin asker Umman, Katar, Bahreyn, BAE ve İsrail'de
mevzilendi.
Irak (1990)- Kuveyt'i işgal eden Irakta 200 binden fazla kişi öldürüldü.
Bosna-Hırvatistan (1993-95)- Sırbistan bombalandı.
Irak (1998)- Irak'a hava saldırısı gerçekleşti.
Afganistan (2001) - Taliban yönetimine ve El Kaide’ye karşı savaş
başlatıldı.
Irak (2003)- Irak'a toplu saldırı başlattı.
ABD askeri müdahalelerinin tamamını bana ayrılan sütün imkan vermediği
için yazamıyorum.
23.03.2003
TİTRE VE KENDİNE GEL
Gelecek yüzyıl vizyonu olmayan ülkeler, mevcudiyetlerini korumayı büyük
başarı sayar ve bu başarıyı uzun ömürlü zannederler. Oysaki, gelecek yüzyıl
vizyonu olmayan ülkelerin, mevcudiyetlerini çok uzun süre korumasının mümkün
olmadığını, tarih birçok ölü devletten bahsederek açık seçik önümüze
getirmektedir. Tarih, üzerinde oturduğumuz Anadolu'da yaşamış ve ölmüş, çok
sayıda topluluktan ve devletten bahsederken, onların neden uzun süre
yaşayamadıklarını da sorgular ve hükmünü verir.
Hüküm ölüler için hiç değişmez. Yaşadığı yüzyıl ile gelecek yüzyılı,
planlayacak vizyonları yoktu! O yüzden öldüler.
Devletler adına 18'inci yüzyılın kavranması gereken en önemli gerçeği,
sanayileşmeydi. Yaşadığı yüzyılı idrak eden devletler, hızla sanayileşme sürecini
tamamladı. Sanayileşme sürecini tamamlamayan ülkeler ise, hızla ölüme doğru
ilerlediler. 14'üncü yüzyılın ikinci yarısıyla, 15 ve 16'ıncı yüzyılları iyi planlayabilmiş
Osmanlı İmparatorluğu, 17'inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yaşadığı çağı ve
gelecek yüzyılı şekillendirecek vizyonu olmamasından ve mevcudiyetini koruma
telaşına kapılmasından dolayı, tasfiye sürecine yani ölüm sürecine girmişti.
Sanayileşmesini tamamlamış, yaşadığı yüzyılı ve gelecek yüzyılı
planlamayı beceren devletlerden İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi
ihtiyaçlarından dolayı hedef seçti ve ölüm fermanını imzaladı. Osmanlı
İmparatorluğu mevcudu koruyacağım derken sonuçta tasfiye oldu ve öldü!
İngiltere; üretimin, çağın en büyük silahı olduğunu biliyordu ve üretim için
sanayileşme şarttı. Osmanlı İmparatorluğu bunun çok geç farkına vardı. Osmanlı
pamuklu dokuma sanayiini kurduğunda, İngiltere sanayileşmesini tamamlamış ve
Osmanlı İmparatorluğu'nun kapısına, 18'inci yüzyılın başında iki taleple dayanmıştı
bile. İngiltere'nin talebi, sanayiinin talebiydi. Bu talepler;
• İngiltere sanayisinin ihtiyacı olan, enerji kaynaklarına ulaşacak kanalların
açılması.
• İngiltere sanayisinin ürettiği malın, tüketilmesi için gerekli olan pazarı
oluşturmak için gümrüklerin sıfırlanması.
Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere'nin bu talepleri karşısında, ilk önceleri
direndiyse de, 1839'da evet demek zorunda kaldı. İngiltere ile yapılan ticaret
anlaşmasında, gümrükler sıfırlandı. Ortadoğu'da İngiliz şirketlerinin petrol arama
ve çıkarmalarına izin verildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiltere ile geldiği
konum, doğal olarak sanayileşmiş diğer ülkelerin, Osmanlı İmparatorluğu'nu hedef
haline getirmesine sebep oldu. Sanayileşmiş ülkelerin, karşısında mevcudu
koruma kaygısına düşen Osmanlı İmparatorluğu, bir ileri, iki geri düzeniyle, eriye
eriye tükendi.
Ve tarih hükmünü verdi, koca Osmanlı öldü!
Zaman zaman karşımızdaki insana, zaman zaman da kendimize
söylediğimiz uyarıcı, düşündürücü güzel bir sözümüz var. Titre ve kendine gel.
Osmanlı'nın bakiyesi olan bizler için, tarihin yukarıda ifade etmeğe çalıştığım,
kesin hükmü karşısında, bu günlerde sıkça titre ve kendine gel sözünü,
tekrarlamamız gerekmektedir.
Ağustos sıcağında titrenir mi be kardeşim demeden!
25.03.2003
TÜRKİYE'NİN STRATEJİK ÖNEMİ
ABD ile Türkiye arasında su yüzüne çıkmayan ama gerçekte var olan
ayrışma, doğal olarak Türkiye'nin stratejik önemini tartışmalı hale getirdi. AB ile
ilişkilerini kopma noktasına getirmiş, İslam dünyasıyla sağlıklı bir ilişki
geliştirememiş, sınır komşularıyla her an çatışmaya girebilecek bir Türkiye, kimin
adına stratejik önem taşıyor sorusunu ister istemez akıllara getirmiş oldu.
Bu, haksız bir soru mu?
Coğrafi konumunun önüne çıkarmış olduğu köprü avantajını belirli bir süre
kullanan Türkiye, stratejik önem için coğrafi konumun dışındaki faktörleri hiç aklına
getirmedi. Stratejik önem için, ekonomiden dış politikaya kadar var olan
parametreleri yerli yerine koyamadı. 250 milyar dolar borçlu bir ülkenin bağımsız
olamayacağını, bağımsız olmayan bir ülkenin de stratejik öneminin zayıflayacağını
düşünemedi. Kendi içinde bir bütün olamamış, iç barışını bozmuş bir Türkiye,
doğal olarak bölgedeki yeni kadastro çalışmasında coğrafi olarak da önemini
yitirmesi ihtimali ile birlikte köprü mü, engel mi tartışmasının adresi haline geldi.
Türkiye, Irak ve diğer bölge ülkelerindeki gelişmeler ve yukarıda ifade
ettiğim hakikatler karşısında yeniden yeryüzü için stratejik önemi olan köprü
konumuna gelebilir mi?
Türkiye yapması gerekenleri idrak eder ve gereğini yerine getirirse neden
olmasın? Yeter ki mevcut durumunu idrak etsin, kendisiyle yüzleşme cesaretini
göstersin.
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
250 milyar dolar borcumuzun var olduğunu ve bunun ödenmesi için her
vatandaşın fedakârlık yapması gerektiği gerçeği ile yüzleşebilirsek,
Yaşadığımız coğrafyada kendisini inanç ve etnik köken olarak farklı
tanımlayan insanların olduğunu içimize sindirebilirsek,
Gelir dağılımının ortaya çıkarmış olduğu korkunç sefaleti, kendimizi ve
ailemizi o sefaleti yaşayanların yerine koyup vicdan muhasebesi
yapabilirsek,
Üretmeyen, tüketime bu kadar gömülmüş bir toplumun yeryüzünde
yaşama şansının olmadığını fark edebilirsek,
Yalan konuşmanın güveni ortadan kaldırdığını, güven olmadan da bir
arada yaşamanın mümkün olmayacağını kavrayabilirsek,
Yöneticilerimiz, sadece kendilerini seçip oraya getirenlerin değil, tüm
Türkiye'nin yöneticileri olduklarını içlerine sindirip buna göre
davranabilirse,
Ders alabilseydik
Emek vermeden elde edilen kazanımların sabun köpüğü gibi bir gün
uçup gideceğini, etrafımızdaki yüzlerce binlerce örnekten ders alarak
anlayabilir ve emeğin kutsallığına inanabilirsek,
İnsan hakları ve demokrasi kavramının içini boşaltmayı bırakıp
içselleştirebilirsek,
Sistemin 65 milyon insanın birlikte ortaya koymuş olduğu bir toplu
işleyiş ve her ferdinde sistemin bir parçası olduğunu kavrayıp, sistem
diye bir düşman yaratmaktan vazgeçebilirsek,
•
•
•
•
Her an ülkemiz parçalanacak psikolojisinden çıkıp bölgesel ve yeryüzü
ölçeğinde projeler yapabilecek ruh halini gelebilirsek,
Yeniden ahlak değerleriyle buluşarak, o değerleri yaşabilirsek,
Sloganların arkasına sığınarak yapılan iç ve dış siyasetin iflas ettiğini,
geçekler üzerinden siyasetin yapılması gereken bir dünyada
yaşadığımızı anlayabilirsek,
Ve hızlı davranabilirsek,
Türkiye yeniden hiçbir patlayıcının ortadan kaldıramayacağı güçte stratejik
önemi olan bir köprüye dönüşür.
27.03.2003
21’İNCİ YÜZYIL, KİMİN YÜZYILI OLACAK
Yirminci yüzyıl amerikan yüzyılıydı. Yüzyılın kronolojik başlangıcından kısa
bir süre önce Amerikan halkı ve politikacıları, Birleşik Devletler'in bir dünya gücü
olmasına karar verdiler. Artık Amerika Kıtası'nın en büyük gücü olmakla
yetinmiyorlardı. 1898’de Birleşik Devletler, Küba ve Portoriko'yu işgal edip
Pasifik'te sıçrama yaptı. Bu, Birinci Dünya Savaşı'na uzak bir başlangıçtı ; ama
yine de bir başlangıçtı.
Birleşik Devletler 1917'de İngiltere ve Fransa ile ittifak yapıp Birinci Dünya
Savaşı'na girdi ve Almanya'nın yenilmesine yardımcı oldu. Aradan yirmi beş yıl
geçmeden İngiltere ve Rusya ile ittifak yapan Birleşik Devletler, İkinci Dünya
Savaşı'na girdi ve Almanya'nın yenilmesine yardımcı oldu, Japonya'yı hemen
hemen tek başına yendi. Amerikan savaş gemilerinde dalgalanan Amerikan
bayrağı, 1945'te Tokyo Körfezi'nden Boğaziçi'ne kadar denizlere egemendi.
Bunun ardından İkinci Dünya Savaşı ganimetlerinin paylaşılması
konusunda Rusya ile bir çatışma oldu. Amerika ve Rusya liderleri bu çatışmayı
azaltma yoluna gittiler.
Yirminci yüzyılın, Amerikan yüzyılı olması sadece Birleşik Devletler'in büyük
gücünden değil aynı zamanda Amerikan olan her şeyin büyük etkisinden ve
prestijindendir de. Amerikan doları tüm dünyada evrensel para standardı olmuştu.
Avrupa sanatının en değerli nesneleri ve en büyük Avrupalı sanatçıların çoğu
Atlantiği aşıp Birleşik Devletler'e gelmişlerdir.
Amerikan üniversiteleri küresel araştırma ve çalışma merkezleri oldu.
Amerikan gelenekleri, Amerikan uygulamaları, Amerikan müziği ve Amerikan
popüler kültürü, kürenin en uzak köşelerinde taklit edildi. Daha 1925'te Avrupa'da
milyonlarca insan kendi başbakanlarının adlarını bilmezken Amerikan sinema
yıldızlarının adlarını biliyor, yüzlerini tanıyordu. Bunun büyük bir kısmı hâlâ devam
etmektedir.
Birleşik Devletler'in kuruluşundan yüz yıldan fazla bir süre sonra
Amerikalıların çoğu, kendilerini eski dünyanın ve onun günahlarının karşıtını temsil
eden bir şey olarak görmekteydiler. Yüz yıl kadar sonra bu görüş yavaş yavaş
değişmiştir; Birleşik Devletler eski dünyanın ve belki de tüm dünyanın ileri bir
modeli olmuştu.
En uygar insanlar bile barbarlığa en parlak madenin pasa olduğu kadar
yakındırlar özdeyişinden yola çıktığımızda tüm dünyanın ileri bir modeli olan
Birleşik Devletler yirminci yüzyılı barbarlıkta en pik noktada dünyaya yaşattı.
Amerika yirminci yüzyılın yeryüzündeki tek hakimiydi. Amerika bu
hakimiyeti, yirmi birinci yüzyıla da ipotek koyacak ölçüde planlamasına rağmen
yeryüzünün nerdeyse tamamına yakınında var olan anti Amerikan dalga buna
engel olacak bir sonucu ortaya çıkaracak sinyaller vermeye başladı.
Amerikan ekonomisinin gerçek değerleri hızla negatif çizgiye doğru gitmeye
başlarken, dünyanın her bölgesinde asker bulundurmak zorunda kalması ve bu
ağır maliyeti uzun süre devam ettirmesinin mümkün olamayacağı ve uluslararası
kuruluşlarda saygınlığının hızla azalması yirmi birinci yüzyılı da Amerikan yüzyılı
olarak değerlendirme imkanını bize vermemektedir.
Yirmi birinci yüzyıl, kimin yüzyılı olacak sorusunun cevabını şimdi vermemiz
mümkün değildir. Amerika'nın yüzyılı olmayacağını söylemek ise mümkündür.
29.03.2003
SAVAŞ NE GETİRİR?
AMERİKA'NIN 1991 yılında Irak'a yapmış olduğu müdahalenin maliyeti 40
milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Bu harcamaların %25'lik kısmını (10 milyar
dolar) Amerika karşılamıştı, geriye kalan %75'lik kısmını (30 milyar dolar) ise Arap
ülkeleri karşılamıştı.Tabii ki ceplerinden değil!
Savaştan önce bir varil petrolün fiyatı yaklaşık 15 dolardı. Körfez Savaşı ile
petrol fiyatları 42 dolara çıktı. Bu da Ortadoğu'da çıkartılan petrolden 60 milyar
dolar kâr edilmesini sağladı.
Arap ülkelerinde, fifty-fifty (yüzde elli-yüzde elli) kuralı geçerlidir. Çıkan
petrolün %50'si devlete, %50'si de petrolü çıkaran ve kontrol eden çok uluslu
şirketlere, Körfez Savaşı'nın ortaya çıkan 60 milyar dolar karının 30 milyar doları
petrol şirketlerine, 30 milyar doları da Arap ülkelerinin hükümetlerine
(Kuveyt+Suudi Arabistan) gitti.
Sahipleri kimdir?
Ortadoğu'da petrolün çıkarılması ve ticareti 7 kardeş şirketin elindedir,
(Shell, Tamoil, Esso...) bunların hepsi Amerikan şirketidir ve beşinin sahibi
devlettir. Petrol şirketlerinin kârı olan 30 milyar doların 21 milyar doları Amerikan
Devleti'nin, yaklaşık 9 milyar doları ise Amerikan özel sektörünün hissesine
düşmüştür.
Peki, Körfez Savaşı'nın maliyetinin paylaşımı ile kârının paylaşımını
karşılaştırınca ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?
Arap ülkeleri, petrol fiyatındaki artıştan elde edilen kârı, yani 30 milyar doları
savaş harcamaları için Amerika'ya vererek kâr veya zarar hanesini 0 olarak
kapatmış, Amerikan Devleti ile özel sektörü ise 10 milyar dolarlık harcama
karşılığında 20 milyar dolar (30-10=20) kâr elde etmişlerdir. Amerika'nın kârı
bununla sınırlı kalmamıştı. Savaşın toplam harcaması içinde en ağırlıklı kalem
olan silah satışından da Amerikan silah şirketleri, petrolden elde ettiği kâr kadar
para kazandılar.
40 milyar dolar harcamanın yapıldığı Körfez Savaşı'nın sebebi; Irak'ın bir
başka ülkenin toprağını işgal etmesi idi.
ABD'nin müdahalede görünen amacı ise, işgalci Irak'a haddini bildirip,
Kuveyt topraklarından çekilmesini sağlayarak bölge barışına katkı sağlamaktı.
Amerika, dünya kamuoyunun savaşı böyle algılaması için propagandada hiçbir
eksik bırakmadı ve Irak'la ilgili ikinci müdahale planına uygun olarak da Saddam'ın
iktidarını devirecek girişimi sonuçlandırmadı.
Şimdi gelelim asıl can alıcı soruya, yukarıda ifade etmeğe çalıştığım
bilgilerin ışığında Körfez Savaşı'nın gerçek sebebi nedir?
Suudi Arabistan, Ortadoğu'da petrol çıkaran ve satan en büyük ülkedir.
Suudi Arabistan'ın, Amerika ile ilişkilerinin bozulması hali, tamir edilemez sonuçları
Amerika'nın önüne getirebilir. Suudi Arabistan'ın uluslararası kamuoyu nezdinde
insan haklarına kayıtsızlığından dolayı, endişe doğuran bir ülke konumunda
olması (Bin Laden terörist hareketine karışmış ülkelerden bir tanesidir), ayrıca
Amerika'nın kontrolünde olan mevcut Suudi yönetiminin idaresi altında bulunan
halk tarafından da Amerikan işbirlikçiliği ve petrol gelirlerini çalmakla suçlanması,
Amerika'yı Suudi Arabistan'ı elinden kaçıracağı bir sona hızla yaklaştırmaktadır.
Bu durum karşısında Amerika, hızla Ortadoğu'da Suudi Arabistan'ın dışında
alternatif bir petrol dağıtıcısı bulmak zorundaydı! Ve bu ülkeyi buldu. Bulduğu
petrol dağıtıcısı ülke Irak idi. Para harcamadan kolonileştireceği Irak'ta Saddam
yönetimi, Amerika'nın bu amacını gerçekleştirmesi için neredeyse her fırsatı baba
Bush'un önüne getirdi ve 1991'de Körfez Savaşı başladı.
Amerika'nın, Irak'a ikinci müdahalesinin sebebini şimdi daha iyi anladığınızı
düşünüyorum.
30.03.2003
YÜZ YÜZE GÖRÜŞME
ABD, İngiltere ve İspanya ortak yapımı korku filminin dehşet sahnelerini tüm
dünya çaresizce izlemektedir. Yüzlerce sivil vatandaşın öldüğü bu korkunç savaşın
yayılma ve tüm bölgeyi içine alma ihtimali hızla yükselirken, 1917-18 şartlarının
içine sürüklenmek istenen Türkiye, kendine bir çıkış yolu aramanın çırpınışı içinde
sarsılmaktadır.
Türkiye'nin elitleri sığ ve komik tartışmaların esiri olma yolunda hızla
ilerlemektedir. ABD ile AB arasında gidip gelen akıllar, nefislerinin araçları haline
dönmek için adeta yarışmaktadır.
Bu ahval içinde; 1920 yılında Fransız Le Temps gazetesinde yayınlanan,
Mustafa Kemal Paşa ile Fransız gazeteci Marie-Laure Oiselet'in yapmış olduğu
yüz yüze görüşmenin notlarını dikkatinize getirmek istedim.
Ankara, 10 Kanunuevvel 1336 (1920)
Marie- Laure Oiselet'in özel haberi: “Kemal, Londra'ya karşı Moskova kartını
oynuyor.”
Ankara'da kurulmuş olan TBMM ve onun Hükümeti'nin reisi Mustafa Kemal
Paşa, kendisiyle yaptığımız yüz yüze görüşmede , Fransa'ya sitemde bulunarak;
Fransa Hükümeti, Fransız Devrimi münasebetiyle, istiklal ve hürriyet fikirlerinin
müjdecisi olmuştur. Halbuki bugün aynı gaye için savaşan Kemalist askerlere,
Fransız generali Geaudou'nun topları ateş yağdırıyor, dedi.
Fransızca anladığı halde, bizimle Fransızca konuşmayan Kemal; Fransız
yetkililerinin Paris Konferansı'nda, Sevres andlaşma şartlarının Türkler lehine
değişmesini talep teklifini teşekkürle karşılamakla beraber; Türk halkı için Sevres
teklifini, hiçbir surette kabul edilemez olduğunu tekrarladı.
Meclis'te kurulduğu bildirilen Komünist Partisi münasebetiyle, Türkiye'nin
Bolşevikliği tercih edip etmeyeceği istikametinde sorduğum soruya , Mustafa
Kemal Paşa "...bu sorunun cevabını, emperyalizmin tavrı ve Anadolu halkının
tercihi tayin edecektir" cevabını verdi. Kafkasya'da Türk/Rus ortak harekatının,
Fransa'nın Kilikya'daki Ermeni provokasyonunu müşkülata uğrattığına dikkati
çeken Kemal; Londra'nın, Fransa'yı Mezopotamya'da oyuna getirdiğini ileri sürdü.
Mahalli isyanlara rağmen Milli Kuvvetler (Kuva-yı Milliye), Yunanistan'da
Venizelos'un, seçimi kaybetmesi üzerine, vaziyeti zora giren Yunan taarruzuna
direncini sürdürüyor. İstanbul'daki hükümetin Sevres teklifini, Ankara nezdindeki
ısrarından, olumlu bir netice beklenmiyor. Anadolu'dan bakınca, Ankara ile
İstanbul arasında bir uçurum farkı var; İstanbul, şimdiden mazi, Ankara ise istikbal.
Söyleşi gazetecinin son paragraftaki değerlendirmesiyle bitiyor.
TÜSİAD sayın üyelerine,
Türk medyasının sayın köşe yazarlarına,
Siyasetin sayın temsilcilerine,
Devletimizin sayın yöneticilerine,
Türkiye üzerinde hesabı olan devletlerin sayın yöneticilerine, Türkiye'de
yaşayan sayın 65 milyon insana, DUYURULUR!
01.04.2003
TELGRAF VE GAZETE BAŞLIĞI
Anadolu toprağına sokulmak istenen Türk-Kürt fitnesinin, 1920'lerdeki
versiyonu ile ilgili o döneme ait belgeler, hepimizin ibret alacağı derslerle doludur.
Ne gariptir ki, Anadolu'da yaşayan ve kendini farklı etnik kökenden tanımlayan
insanlar; hep dışarıdan belirli güçlerin fitnesiyle bir biriyle kavga eder hale gelmiş,
tarihten ders alarak, bu fitnelere malzeme olan sıkıntılarını ortadan kaldıracak
adımları bir türlü atamamışlardır.
Fitneye kanıp birbiriyle kavga eden Anadolu insanı, kavganın sadece fitneyi
çıkarana yaradığını bir türlü görmemiştir.
İçimize sokulmak istenen fitneyi anlayabilmemiz için gelin şimdi birlikte tarihi
belgelere bir göz atalım.
Kazım Karabekir Paşa 10 Mart 1336 (1920) tarihinde Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti'ne çekmiş olduğu telgrafta bakın neler anlatıyor:
"Ankara'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti'ne şifreli telgraf
Erzurum
10 Mart 1336 (1920)
Acildir.
'... planın esas hattı önce Kürt'ü, hatta Çerkez'i ayırmak, Türkleri birbirine
düşürmek, Anadolu'yu paylaşmak, en sonra da Endülüs'teki gibi Engizisyon
mezalimini tatbik ile, Anadolu'daki Türklüğü ve Müslümanlığı bitirerek, (onları) Rum
ve Ermeni gibi kendilerine sadık kültürlü yapmaktır...'
'... bu planın tatbikini Kuva-yı Milliye durdurdu, Bolşevizmin üstün gelmesi
ise, bir mani olarak meydana çıktı. Bolşevikliğin Kafkas'ı aşmaları ile doğacak
netice, hayallerindeki bu lanetlenmiş planı altüst etti. Ve değil Türklük, belki
İslam'ın zaruri olarak birleşmesine sebep olacak korkusu, esas planı ilk fırsata
erteleyerek daha basit ikinci bir plan tertip ettirdi...'
'... o da Anadolu'nun Bolşevikler'le ittifakına karşı, Boğazları ve Batı, Güney
Anadolu parçalarını elden kaptırmamak ve bu suretle bugün Rus milletine tatbike
başladıkları, birbirine vuruşturma planını tatbik etmek! Yani Anadolu Bolşeviklerle
birleşince İngilizlerden fazla İngiliz olan lanetlileri, Türk Hükümeti diye tanımak ve
başta padişah olmak üzere, hükümet gücüyle toplayabilecekleri kuvvetle bir
müdafaa tesis etmek, bir Türk soysuzunun ordusuyla tehlikeyi durdurmaya
çalışmak!..'
15'inci Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir. "
Ders almamız gereken bir başka ibret belgesi de matbuata ait, 22 Mart Salı
1336 (1920) tarihinde, İstanbul'da yayınlanan Albayrak gazetesinin başlığı,
günümüzdeki gazetelere söylenecek en güzel söz niteliğindedir.
"...Bugün çekilen zulüm, kan ve ateş silahı, bütün İslam alemine bütün
Turan'a karşıdır. Bu mazlumlar içerisinde Kaşgarlı, Semerkandlı, Tebrizli, Kazvinli,
Erzurumlu, Bakülü, Buharalı , Hiyveli, Konyalı; Arap, Çerkez, Kürt aynı
durumdadır: Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter/ Ey Şark uyan yeter, ey
Şark uyan yeter!.."
Kıssadan hisse;
Türkiye coğrafyasında yaşayan bizler, var olan ihtilafları kendi aramızda
halledemediğimiz müddetçe tarih boyunca fitne yakamızı bırakmadığı gibi bundan
sonrada bırakmayacak!
Kürt'ü kandıracak, Türk'e vurduracak!
Türk'ü kandıracak, Kürt'e vurduracak!
Alevi'yi kandıracak, Sünni'ye vurduracak!
Sünni'yi kandıracak, Alevi'ye vurduracak!
03.04.2003
CANLI BOMBA!
ABD-Irak savaşının, ne zaman biteceği sorusunun cevabını arayan
Türkiye'nin seçkinleri için, bir süre önce İstanbul/Ortaköy'de oturduğum bir
mekanda, yanıma yaklaşıp falınıza bakabilir miyim ısrarını sürdürerek, beni ikna
eden falcıyı salık veriyorum. Aradıkları cevabı bulma şansları ancak falcıda var.
Falcıya evet dediğim o an, elindeki baklaları sallayarak masaya bıraktı. Ben
de merakla onu izlemeğe başladım. Falcı, hayatımla ilgili öngörülerini sıralarken,
papağan gibi her cümlesinin başında aynı kelimeleri kullanıyordu:
...............Üç vakte kadar,
...............Üç vakte kadar,
...............Üç vakte kadar,
Dayanamadım ve her üç vakte kadar dediğinde falcıya sordum! Üç vakitle
ilgili bir takvim söyleyebilir misin? O yine, otomatiğe bağlanmışçasına benim her
soruma hep aynı cevabı verdi.
Üç gün mü desem, üç ay mı desem, üç yıl mı desem?
Falcılığa meraklı seçkinlerimizin; kum fırtınası çıkarsa veya çıkmazsa,
havalar ısınırsa veya ısınmazsa, Şiiler yardım ederse veya etmezse, nükleer
bomba kullanılırsa veya kullanılmazsa, kuzey cephesi açılırsa veya açılmazsa
üzerine oturttukları değerlendirmeler, bu savaşın seyrini belirleyecek esas ölçüler
değildir. Seçkinlerimizin yaptıkları değerlendirmeler, bakla falına bakan falcının
değerlendirmelerinden farklı şeyler değil.
Kuzey cephesi açılırsa, yaza kalmaz savaş biter!
Kum fırtınası, savaşı bir iki ay daha uzatır!
ABD nükleer kullanırsa, savaş birkaç günde biter!
Şiiler yardım ederse, kısa sürede biter!
vs...
Bu savaşın ne zaman biteceğini sorgulamak için, 21'inci yüzyılda savaş
kavramının ne anlama geldiğini bilmek gerekir. 60 yıldır süren İsrail-Filistin
savaşının, ruhuna nüfuz etmek gerekir. Savaşların, sadece düzenli orduların
yaptığı bir iş olmaktan çıktığını, canlı bomba haline getirilmiş bir kişinin, yer yer
düzenli ordunun vereceği zarardan daha fazlasını verebileceğini görmek gerekir.
Irak'taki savaşın, karakteri itibariyle, bir başka olguyu da dünyanın önüne
getireceği görülmektedir. Bu olgu, İsrail-Filistin savaşının Ortadoğu'da bir miktar
hissettirdiği Arap ulusçuluğu rüzgarının hızla artacağı ve ABD'nin, Saddam'ı
ortadan kaldırsa bile, tüm Arap toplumunda oluşan anti-Amerikancı duygunun
hedefi olmaktan kurtulamayacağıdır. Dolayısıyla, savaşı başlatma kararını veren
Amerika, savaşı bitirme tarihini belirleyecek güce sahip olamayacaktır.
Tarihteki yüzyıl savaşlarını hatırlatan uzun ömürlü bir savaşın içindeyiz.
Savaş, üç vakte kadar bitebilir gibi değerlendirmeler, fal bakmaktan öte bir anlam
ifade etmez. Canlı bomba haline gelmiş insanların rol aldığı savaşı ciddiye almak
gerekir! Arap milliyetçiliğini önemsemek ve savaşın Ortadoğu'da tek bir işgalci
kalmayacağı güne kadar devam edeceğini anlamak zorundayız.
Türkiye'nin, bu gerçekler karşısında tüm planlarını gözden geçirmesi ve
Arapların hasmı durumuna gelmenin ağır maliyetinin olacağını görmesi
gerekmektedir. ABD'nin elindeki silahlar, hiç kimseyi savaş konusunda
yanıltmasın! Filistinlilerin karşısındaki İsrail'in elinde bulunan silahlar 60 yıldır
savaşı bitiremedi.
Canlı bomba diye bir silah var, bunu klasik silahlar gibi tanımlamak ve
önlem almak ise mümkün değil.
05.04.2003
HERKES VERSİN BEN DE VEREYİM!
250 milyar dolar borcu olduğunu yeni yeni anlamaya başlayan Türkiye'de,
toplumun her kesiminden insanların, kendilerine ait menkul ve gayrı menkullerinin
bir kısmını hazineye vermek istediklerini ve bunu yüksek sesle ifade etmeğe
başladıklarını görüyoruz. Sevindirici!
Kimisi servetinin %20'sini,
Kimisi altınlarını,
Kimisi maaşını,
Kimisi evini,
Kimisi arabasını,
Kimisi buğdayını,
Kimisi dükkanının hasılatını, vs.
Ancak, bu vaatlerde bulunanların şartlarının olduğunu söylemeleri,
sevincimizin uzun sürmesine engel oluyor.
Şartları; herkesin vermesi kaydıyla, herkes verirse ben de veririm.
Peki bu şartı tersinden okursak nasıl bir anlam çıkar? Herkes vermezse,
ben de vermem. Peki herkes kim? Cevap;
Türkiye'de yaşayanlar. Tuhaf! Sakın yanlış anlaşılmasın. Türkiye'nin içine
düştüğü onursuzluğu içine sindiremeyen insanların duygularını hafife almıyorum,
onlara en azından 250 milyar dolar borcumuz olduğunu idrak ettikleri için saygı
duyuyorum. Benim anlatmak istediğim şart olarak öne sürülen şeyin, mümkün
olamayacağıdır. Yani, rızaya bağlı olarak herkesin bunu yapması söz konusu
olamaz.
Bir an için, bu şartın yerine getirileceğini varsayarsak bile, eminim ki vaat
edenlerin ikinci bir şartı olacaktır.
Verdiklerimizin doğru yere gittiğinden nasıl emin olacağız? Peki, bunu
söyleyenler haksızlar mı? Ülkemizde yaşanan deprem felaketinde toplanan
yardımların, doğru dürüst hesabının verilmediğini hatırlarsak tabii ki haksız
değiller.
Şimdi, bir tarafta fedakârlık yapmak isteyen insanlar, diğer tarafta da onların
öne sürdüğü şartlar! Peki, ne yapmamız lazım ki bu paradoks ortadan kalksın,
oluşmaya başlayan bu duygunun sonuçları alınabilsin?
Herhalde, öne sürülen şarttan başlamak ve bunun şeffaf bir şekilde
yapılacağı güvenini vermek gerekiyor. Bu güven olmadan herkesin katkı vermesi
mümkün olmaz. Herkes vermeyince de, ortaya çıkacak rakam, 250 milyar doların
binde birini bile geçmez. Peki bu güveni kim verecek?
Demokratik ülkelerde bu güveni hükümetler verir. Yani icra gücünü elinde
bulunduran, borç alma ve ödeme yetisine sahip olan iktidar. Türkiye demokratik bir
ülke olduğuna göre, bu görev doğal olarak 59'uncu Hükümet'indir.
Peki, yapılan kamuoyu yoklamalarında uzun bir süredir hükümetleri ve
siyasileri güven sıralamasında en alt sıraya yerleştirmiş, Türk halkının 59'uncu
Hükümet'e güvenmesi mümkün olabilir mi?
Ben şahsen bunun mümkün olmayacağı kanaatindeyim! 59'uncu Hükümet
uzun süren koalisyonlar döneminden sonra, arkasında Anayasayı değiştirecek
güce sahip, tek başına iktidar avantajını taşımasına rağmen, aranılan güveni
sağlayamayacaktır. Bunun en önemli delili, hükümet ile ilgili toplumda başlayan,
bunlarda herhalde beceremeyecekler şüphesinin, zihinlerdeki mevcudiyetinin,
söze dönüştürmesidir. Toplumu bu noktaya, 59'uncu Hükümet kurulduktan hemen
sonra, iç ve dış politikada sergilediği tavırlarla getirdi. Yanılıyor muyum?
Boş işlerle uğraşmayı bırakıp 250 milyar doların; bilezikle, pirinçle, 1984
model arabayla, üç oda evle, kağıt üzerindeki servetiyle gerçek servetinin hesabını
vermeyen işadamlarının uyduruk %20'leriyle, ödenmeyecek kadar büyük para
olduğunu anlamalıyız.
06.04.2003
KOMEDİ!
TÜRKİYE'DE olup bitenler, Yeşilçam'a yapacağı bir komedi filmiyle "oscar"
alabilecek bir imkanı çıkardığını ve bu zor günlerinde kendisini kurtarması için de
ciddi bir fırsat olduğunu, film sektörünün yetkilileri idrak etseler ve hemen işe
koyulsalar! Emin olun ki, dünyanın kahkahalarla gülebileceği bir film ortaya çıkar.
Malzeme o kadar bol ki!
Senaryo yazma kabiliyetim olmadığı için ben sadece görebildiğim
komiklikleri sizlerle paylaşabilirim. Bu benim Yeşilçamseverliğimin gereği olarak,
yapmam gereken bir görevdir. Bunu seve seve yaparım. Ancak burada asıl görev,
Yeşilçam'ın Türkiye'yi kurtarmaktan oscarlık senaryo yazmaya vakit bulamayan
değerli üstatlarına, yapımcılarına düşmektedir.
Sözü fazla uzatmayıp, görebildiğim komiklikleri yazayım.
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Urfa'ya düşen Amerikan füzesinin parçalarını almaya gelen Amerikalı
askerlere, köylüler yumurta attılar.
Kastamonulular, Türkiye'nin borçlarından kurtulabilmesi için bir kamyon
pirinç vereceklerini, herkesin vermesi şartına bağlayarak vaat ettiler.
Amerikalı askerlere genelev
BAKANLAR Kurulu üyeleri, bir devlet memurunun zarfın içine koyarak
gönderdiği paradan dolayı duygulu anlar yaşadılar.
Mardin'e gelecek Amerikalı askerler için genelev açmak isteyen bir
vatandaş, valiliğe dilekçe verdi.
Futbol Federasyonu, içinde sanatçıların ve milletvekillerinin de
bulunduğu 90 kişilik kafileyi İngiltere'ye götürdü. Tüm masrafları devlet
karşıladı.
Kastamonu milletvekili, kendi partisinden bir milletvekili arkadaşına
kafana sıkarım diyerek silah çekti.
Ankara Ticaret Odası, Türkiye'nin 250 milyar dolar borcunu ödemek için,
Ankara Sanayi Odası ile proje yarıştırıyor.
Solcu aydınlarla, İslamcı aydınlar ittifak yaparak, ABD'nin Irak'a yaptığı
müdahaleyi protesto ettiler.
Başbakanlık konutunda oturmayacağını açıklayan Tayyip Erdoğan'a,
Keçiören'de 250 metrekare dubleks bir ev hazırlandı.
Üzerinde bulunan birkaç tane mumla Türk Hava Yolları'na ait uçağı
Yunanistan'a kaçıran hava korsanını, Başbakan ikna etmeye çalışırken,
uçaktaki yolcular, televizyon kanalları ile canlı bağlantı kurmak için
telefonlarına sarıldılar.
Ekonomimizin içinde bulunduğu durumu dikkate alan sosyetemiz, yaz
tatillerini yurt dışında geçirip geçirmemeyi tartışmaya başladılar.
15 bin kilometre duble yolun startı verildi. Hükümet, 100 milyar dolarlık
gizli bir kaynağının olduğunu açıkladı.
Türkiye küme düştü. ABD'nin stratejik ortaklıktan çıkardığı Türkiye,
koalisyon ortağı konumuna geriledi.
Dünya Bankası yetkilisi, 2003 bütçesini Türkiye'nin % 80'ini yok sayan
bir bütçe olarak değerlendirdi.
Savaşa hayır diyen anaokulu öğrencilerinin velileri ve öğretmenleri
hakkında yasal işlem başlatıldı.
Eminim ki sizler, bu yazdıklarıma daha fazlasını ekleyecek durumdasınız.
Şimdi soruyorum; Yeşilçam, Yeşilçam olalı bu kadar malzemeyi, bir arada bir daha
bulabilir mi?
Ne dersiniz üstatlar yanılıyor muyum? Buradan "oscar" çıkmaz mı?
08.04.2003
EKONOMİ
Türkiye'yi, içinde bulunduğu ekonomik kriz, ateşini yükselterek bir
kilitlenmeye doğru götürürken, bu gidişi durdurmakla görevli olanlar, kendilerinden
öncekiler (görev yaptığım 54'üncü Hükümet dahil) gibi pansuman tedbirlerle bu
ateşi düşürmenin yollarını arıyorlar.
Pansuman tedbirlerle bu ateş düşer mi? Bundan önceki hükümetler bunu
denedi ve başaramadı. Bugünkü hükümetin almaya çalıştığı tedbirlerin bir
benzerini, önceki hükümetler de aldı. Peki neydi bu tedbirler?
O kadar çok ki...
• ABD'den mali yardım almak.
• IMF ve Dünya Bankası kaynaklarına müracaat etmek.
• Özelleştirmeyi hızlandırmak.
• Kamuda tasarrufa gitmek.
• Kamuya ait arazi ve arsaları satmak.
• Yerel yönetim yasasını çıkarmak.
• Vergi affı getirmek.
• Ek vergiler almak.
• Kamuda çalışanın sayısını azaltmak.
• Norm kadro uygulamasına geçmek.
• Turizm gelirlerini arttırmak.
• İnşaat sektörünü canlandırmak.
• Sosyal yardımlaşmaya önem vermek.
• Enflasyonu düşürmek.
• Ücretlilere enflasyon artışı kadar zam vermek, vs.
Peki, 59'uncu Hükümet'in almaya çalıştığı tedbirlerle, yukarıda ifade etmeğe
çalıştığım önceki hükümetlerin almış olduğu tedbirlerin özünde bir farklık var mı?
Hayır yok!
Ateşi düşürmek için, önce hastalığa doğru teşhis koymak gerekmektedir.
Ateş neden yükseliyor?
Dünyada üç yıllık bir program ile enflasyonu düşürebilmiş hiçbir ülke yoktur.
Son on yılda Meksika, Brezilya, Rusya, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Filipinler ve
İsrail enflasyon oranında önemli düşüşler sağlamışlardır. Ancak bu ülkelerin hepsi
birer yıllık programlar uygulamışlardır.
Bir istikrar programını üç yıla yaymak, yapılması gereken fedakârlıkları
azaltmaz; zor kararları erteletir. Çözümün ertelenmesi zararın faturasını yükseltir.
Devletin bütçe açığı vermesi, sade vatandaşın hayat standardını yükselten
bir mekanizma değildir. Tam tersine, devlet bütçe açığını borçlanarak karşıladığı
için, bütçe açıkları, devlete borç veren varlıklı bireylerin daha da varlıklı hale
gelmesini sağlar.
TÜRKİYE'NİN bugün yaşamakta olduğu kriz, büyük ölçüde kamu
sektörünün düzensizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu düzensizlik, devlet
mekanizmasına hakim olanların yakınlarına iltimas geçme imkanını sağlar, bu da
kamu kesimindeki gereksiz derecede yüksek istihdamı ortaya çıkarır ve
kirlenmeye neden olur.
Yüksek faiz ortamında tasarruflar büyük oranda sabit sermaye yatırımları
yerine, Hazine bonosu ticaretinde kullanılır. Bu yüzden istihdam düşük seviyede
kalır, işsizlik artar.
Fiyatlar hızla değiştiğinden kâr/zarar hesabı yapmak zorlaşır. Bu da
dolandırıcılığı kolaylaştırır, sahtekârların dürüst insanlara karşı üstünlük sağladığı
bir ekonomik düzene dönüşür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin borç yükü katlanarak artmaktadır.
Borçlanma bu tempoda giderse, devletin bir süre sonra iflas etmesi ya da
moratoryuma gitmesi kaçınılmaz hale gelir.
Pansumancılara duyurulur!
10.04.2003
DOĞDUĞUN YER
"Doğduğun yer değil, doyduğun yerdir memleketin" atasözünün, aslında
insan tabiatına uygun olmayan ve maddeten söylenmiş bir söz olduğunu, hepimiz
kendi yaşamımızda defalarca hissetmişizdir. Doğduğumuz yerden ayrılıp,
doyduğumuz yere geldiğimizden itibaren, ifade etmediğimiz; ama her vesile ile
hissettiğimiz doğduğumuz yerin özlemi, kimi zaman oraya ait bir resimde, kimi
zaman bir türküde, kimi zaman bir çocukluk arkadaşımızla sohbette kendisini
hissettirir.
Hissettiğiniz özlem, sizi kimi zaman güldürür, kimi zaman hüzünlendirir, kimi
zaman size ah çektirir, kimi zaman da oraya yolculuk planları yaptırır. Bir dergide
okuduğum, doğduğumuz yere olan hissiyatımızı tam olarak anlatan çok güzel bir
söz var: "Doğduğunuz toprak ana kucağı sıcaklığı taşır, ölü veya diri anne gibi
kendisine çeker."
Ana sıcaklığını hissettiren yere olan özlemimiz, nerelisiniz sorusu
karşısında, doyduğunuz yerin ismini söylemeye izin vermez. Ankara'da veya bir
başka yerde uzun süre yaşıyor olsanız bile, doğduğunuz yerin ismini söylersiniz.
Karslıyım, Iğdırlıyım, Ardahanlıyım, Samsunluyum, Erzurumluyum...
Bunu söylerken biraz keyif aldığınızı hissedersiniz, biraz gururlanırsınız,
biraz heyecanlanırsınız, biraz hüzünlenirsiniz; ama söylemekten asla
vazgeçmezsiniz. Doyduğunuz yerde biriyle karşılaşırsınız, selamlaşırsınız.
Doğduğunuz yerden gelen biriyle karşılaştığınızda ise onunla kucaklaşırsınız. En
fazla, doğduğunuz yerden tanıdıklarınıza gönül koyarsınız, onlara kahırlanır,
onlara dertlenirsiniz. Bir yakınınızı kaybettiğinizde ya da bir mutlu gününüzde,
yanınızda en çok onlar olur. Elinize geçen imkanları, ilk önce onlarla paylaşırsınız.
Öldüğünüzde, doğduğunuz yere gömülmek istersiniz.
Doğduğunuz yeri görmeyen çocuklarınıza veya bir yabancıya orayı
anlatırken, kimi zaman bir ressamın hassasiyetiyle, ufacık bir dereyi nehir gibi,
ufacık bir fidanlığı orman gibi, ufacık bir stadyumu, olimpik bir stadyum gibi
anlatırsınız. Kimi zaman da bir şair gibi, orada yaşanılmış olayları bezeyerek,
süsleyerek ve biraz da abartarak anlatırsınız.
Doğduğunuz yeri anlatırken, annenizi anlatır gibi oranın eksiklerini
görmeden anlatırsınız.
Doyduğunuz yerdeki yaşamınızda beraber olduğunuz kişileri, uzun süre
görmediğinizde, hafızanızda kalmaz, unutabilirsiniz. Ama doğduğunuz yerdeki
kişileri, aradan kaç yıl geçerse geçsin unutmaz, o kişiler sorulduğunda, bir çırpıda
ağzınızdan hatırladığınızı, hatta hiç unutmadığınızı gösteren sözcükler dökersiniz;
çaycı Altan'ın küfrünü, Şahvelet'in yukarı fırlayarak dizlerinin üstüne düşüşünü,
Ballo'nun kafiyeli yakıştırmalarını, deli Celal'in parkasını, Cello'nun sımışkasını,
İsmihan'ın fötrünü anlatırsınız.
Bugün Türkiye'nin can sıkıcı gündeminden biraz uzaklaşarak farklı bir
konuyu işlemeye çalıştım. Doğduğum yere (Kars) olan duygularımı yazdım.
12.04.2003
TARİHTEN DERS ALMAK
Siz değerli okuyucularımın yazılarımı son zamanlarda karamsar bulduğuna
dair eleştirilerine kulak vererek, sizi gülümsetmek ve pazar keyfinize ufacık bir
katkı sağlamak amacıyla, bugün sizinle bir şapkacının öyküsünü paylaşmak
istiyorum.
Şapka satarak geçinen bir adamın yolu bir gün bir ormana düşmüş. Bir süre
yürüdükten sonra sıcaktan ve yorgunluktan bunalmış, ilk gördüğü ağacın altına
oturmuş ve şapkalarla dolu sepetini de yanına koymuş, derin bir uykuya dalmış.
Birkaç saat sonra tuhaf sesler duyarak uykusundan uyanmış. Bir de bakmış ki,
yanındaki sepet bomboş, şapkalardan eser yok! Kafasını kaldırıp ağaca
baktığında, ağacın dallarında bir sürü maymun ve her birinin kafasında adamın
şapkaları. Adam kendi kendine konuşmaya başlamış: Ben şimdi ne yapacağım,
şapkaları bu maymunlardan nasıl alacağım...? Düşünceli bir şekilde kafasını
kaşırken bir de bakmış, maymunlar taklidini yapıyor ve kafalarını kaşıyorlar...
Adam ellerini havaya kaldırmış, maymunlar da aynısını yapmış. Birden
aklına bir fikir gelmiş. Kendi başındaki şapkayı çıkartıp yere atmış, tabii maymunlar
da hemen kafalarındaki şapkaları çıkarıp yere atmışlar. Adam böylece bütün
şapkaları toplayıp sepetine koymuş.
Aradan 50 yıl geçmiş. Adamın bir torunu varmış, o da dedesi gibi şapka
satıcısı olmuş. Günlerden bir gün onun da yolu aynı ormana düşmüş. Hava yine
çok sıcakmış ve genç adam da dinlenmek için bir ağacın altına oturmuş,
şapkalarla dolu sepetini de yanına koymuş ve uykuya dalmış. Bir saat sonra
uyandığında bir de bakmış ki sepetin içinde şapkalar yok!.. Derken tuhaf sesler
duymuş, bir de kafasını kaldırmış ki ne görsün, ağacın üstünde bir sürü maymun,
hepsinin kafasında birer şapka. Adam düşünmüş: Dedem yıllar önce bana bir
hikaye anlatmıştı. Ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Adam kafasını kaşımaya
başlamış, maymunlar da aynısını yapmışlar. Adam ellerini havaya kaldırmış,
maymunlar da ellerini kaldırmış. Adam gülümseyerek kendi başındaki şapkayı
çıkarmış yere fırlatmış.
O anda maymunlardan biri hızla ağaçtan inmiş ve adamın yere attığı
şapkayı kapmış, adama da bir tokat atmış ve: Sadece senin mi deden var!.. demiş.
Öyküden çıkan ders
Gülümsediğinizi, bir kısmınızın da kahkaha attığını hissediyorum!
Ben eleştirilerinizin gereğini yerine getirdim sizi gülümsettim. Ancak bu
öyküden bir ders çıkarmamız gerekir dediğimde, beni mızıkçılık yapıyor, yine
karamsar şeylerden söz edecek diye düşünmeyin.
Kıssadan hisse!
Dedenizin anlattıklarının her zaman geçer akçe olduğunu düşünürseniz
yanılırsınız. Dedenizin anlattıklarından ders almaz ve ormanda uyumanın
bedelinin, şapkaların maymunların eline geçmesi anlamına geldiğini idrak
etmezseniz, şapkaları kaybedersiniz.
Maymunun gözü açıldı!
13.04.2003
SADDAM GİTTİ!
YERYÜZÜNÜN illüzyon becerisine sahip yegane ülkesi, ABD'dir. Bunun
aksini söyleyebilmek mümkün mü?
Hayır!
Daha bir hafta öncesine kadar, Saddam adında bir diktatör ve onun 500 bin
askeri, 2500 tankı, bilmem ne kadar uçaksavarı, biyolojik ve kimyasal silahları
vardı.
Bir hafta öncesine kadar, hepimiz canlı kanlı halkının arasında dolaşan bir
Saddam ve onun korumaları olan eli silahlı askerlerini televizyon kanalarından
izledik.
Şimdi onlar yoklar! Kayboldular! Bulunamıyorlar!
Diyelim ki Saddam ve yakınları bir başka ülkeye sığındılar veya bir yere
saklandılar. Peki, 500 bin asker ve 2500 tank hangi ülkeye sığındı veya saklandı,
bu mümkün mü?
Peki, o gördüklerimizi aslında görmemiş, hepimiz hayal görmüş olabilir
miyiz? Aklım karıştı, işin içinden çıkamıyorum, zannediyorum ki sizler de
çıkamıyorsunuz.
Savaşın dünya kamuoyuna yansıyan insan zayiatı 3- 5 bin civarında. 3- 5
bin civarında yaralı, bir o kadar da esir. Bunların hepsini asker sayarsak, topu topu
15 bin insan. 500 bin askerden, 15 binini çıkarınca, geriye 485 bin asker kalıyor.
Yanlış anlamayın, hamsi balığı demedim, insan dedim. Kayseri ilimizde yaşayan
insanların toplamı kadar insan. Şimdi onlar ölü ya da diri bulunamıyorlar.
Buharlaştılar, yok oldular.
100 civarında tank imha edilmiş, yani 2500 tanktan ortada sadece 100
tanesi var gerisi bulunamıyor. Sizce tüm bu olup bitenlerde bir tuhaflık yok mu?
Sizin de aklınız karışmıyor mu?
Bu karışıklığının içinden bir an için sıyrılmak mümkün olsa ve insan zayiat
raporu önümüzde olmasa, şahsen ben 500 bin askerin bombalarla imha edildiğini
düşünürüm. Atılan onca bomba, 3- 5 bin ölümle bu savaşı bitirmez. Bir mutfak
tüpünün patlaması bile yakınındaki 3- 5 insanı öldürürken, ağırlıkları 100 ile 10 bin
kilogram arasında değişen ve yaklaşık 100 ile 2 bin metrekarelik bir alanı tahrip
edebilen binlerce bomba atılacak ve 3- 5 bin insan ölecek, komik!
Dünyada yaşayan insanlar, tüm dönemlerin en büyük illüzyon numarasıyla
karşı karşıya kalmışlardır. Bu numara, daha bir hafta öncesine kadar var olan 500
bin askeri ve 2500 tankı birden yok etti . Müthiş bir numara bu! İnsanlar bir haftadır
gözlerini ovuşturuyor ve soruyorlar, onlar nereye gitti?
Bu sorunun muhatabı olan ABD, haklı olarak yapmış olduğu numaranın
keyfiyle kasım kasım kasılıyor.
Bakalım rakam ne çıkacak?
"Birinci Körfez Savaşı'nın gerçek insan zayiatı nedir?" diye sorduğumuzda,
cevap olarak kimi kaynaklar 3-5 bin, kimi kaynaklar 40-50 bin, kimi kaynaklar ise
150-200 bin gibi rakamları önümüze çıkarmaktadır. Yıllardır gerçek rakamın kaç
olduğu bir türlü öğrenilemedi. ABD, büyük numarasının provasını Birinci Körfez
Savaşı'nda yapmış ve başarılı olmuştu. Binlerce insanı, tankı, uçaksavarı birden
yok etmişti ve gerçeği asla söylememişti.
Şimdi, İkinci Körfez Savaşı'nın gerçek insan zayiatı nedir diye soracağız ve
yine birinciye benzer cevaplar alacağız. 3- 5 bin diyen de olacak, 40- 50 bin diyen
de olacak, 150- 200 bin diyen de. Ama gerçek sayı bir türlü bilinemeyecek.
Çünkü, büyük
açıklamayacak!
illüzyonist
ABD,
numarasının
sırrını
hiçbir
zaman
Aklım epey karışık değil mi?
Yoksa sizinki karışık değil mi?
15.04.2003
SEVİNDİRİK!
TÜRKİYE enteresan bir ülke, neye sevinmesi, neye üzülmesi gerekli, bunu
ayırt etme becerisini bir türlü gösteremiyor! Bir arkadaşım, Dünya Kupası maçları
esnasında Kars'ta yaşanan bir olayı anlatmıştı. Türkiye çeyrek finale kalmış,
gençler sokakta şampanya patlatıp, en büyük Türkiye diye bağırıyorlarmış, tam o
esnada, benim de daha sonra tanışma fırsatı bulduğum, ortaokul mezunu
olmasına rağmen, her sözü bir münevveri işaret eden, yaşı 70'in üzerinde olan
Hikmet Demiral, eğlenen gençlere yaklaşarak sormuş:
Hayrola niye seviniyorsunuz?
Bir yerde çalışacak iş mi buldunuz?
Enflasyon mu düştü ?
Türk parası mı kıymetlendi?
Türkiye borçsuz bir ülke mi oldu?
Kişi başına düşen milli gelir 5000 dolara mı çıktı?
Kars tezekle ısınmaktan kurtuldu, doğalgazla mı ısınıyor?
Gençler, Hikmet Bey'in ince mesajlarını anlamayarak, Hikmet Bey'in onların
neden eğlendiklerini bilmediğini düşünerek, tüm bu sorulara cevap olarak;
Türkiye'nin tur atladığını ve çok sevindiklerini, bunun için de kutlama yaptıklarını
söylemişler.
SAVAŞ bitti diye sevindirik bir ruh haline giren Türkiye'nin yönetenlerini
gördüğümde, Hikmet Bey'in ince mesajlarını hatırladım ve sormaya başladım:
Hayrola niye seviniyorsunuz?
Savaş gerçekten bitti mi?
250 milyar borç; turizmde iptal edilen rezervasyonların bir kısmının
yenilenmesi ile Irak'ın yeniden imarından dolayı bize bir şey düşüp düşmeyeceği
belli olmayan, ama bizim alacağımıza inandığımız işlerden gelecek paralarla mı
sıfırlanacak?
Kuzey Irak'ta Türkiye'nin bundan sonra canını sıkacak hiçbir şey olmayacak
mı?
Bakü-Ceyhan boru hattı projesi devam edecek mi? vs.
Savaşın bitmesinden dolayı, her insanın, cani değilse mutlu olması gerekir
buna itirazım yok. Benim itirazım bitmeyecek ve alanını hızla genişletme eğilimi
taşıyan bir savaşın içinde olduğumuzun idrakinde olunmamasıdır. Kaldı ki bu
savaşı bitti kabul etsek dahi, savaş öncesine göre problemleri daha da ağırlaşmış
bir Türkiye önümüzde durmaktadır. Tüm bunlara rağmen biz sevinmeye devam
ediyoruz bunu anlayamıyorum!
Hep sevindik!
ABD'yi zora sokan tezkereyi reddederken sevindik...
ABD ile yeniden el sıkıştık diye sevindik...
Turizmde yeni rezervasyonlar var diye sevindik...
ABD'den gelecek 1 milyar dolardan dolayı sevindik...
Irak'ın yeniden imarında iş alacağız diye sevindik...
Sevindik, sevindik, sevindik...
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1958 yılında arkadaşına yazdığı bir mektupta
şunları belirtiyor: "...Bu kısa ömrümde dört devir gördüm: Hürriyet devri, Mütareke
devri, Cumhuriyet devri, Demokrasi devri. Buna az çok bildiğimi sandığım
Tanzimat ve Abdülhamid devirlerini de ilave edersek, altı devir olur. Aziz
vatanımızda işlerin nasıl başladığını ve nasıl gevşeyerek gittiğini az çok bilirim.
Almanca bir darb-ı mesel öğrendim: Türkler gibi başlamak, Almanlar gibi devam
etmek ve İngilizler gibi bitirmek. Bizi hakikaten iyi anlamışlar. Hiçbir millet bizim
kadar ateşle işe koyulmaz ve yine hiçbiri bizim kadar rahatça vazgeçmez... Türkiye
III. Ahmed'den beri daima yeniden başlar..."
Neye sevineceğini ve neye üzüleceğini bilmeyen Türkiye!
Sürekli tekrarı yaşayan Türkiye!
17.04.2003
DAYANIŞMA
Millet olarak dayanışmaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz
bir dönemde, belki bir kısım katı vicdanların yumuşamasına katkısı olur diye Dr.
John M. Eades'in "Göğün yedinci katı, meleklere yüksek gelmez" adlı kitabından
bir öyküyü sizinle paylaşmak istiyorum.
Öldükten sonra cehenneme giden adamı, şeytan nefis yemek kokularının
olduğu bir odaya götürmüş. Odanın ortasında büyük bir tencere ve çevresinde çok
zayıf, bir deri bir kemik kalmış, acıyla inleyen insanlar varmış. Yeni gelen adam,
tencerenin çevresindeki insanların ellerinde kepçeye benzer, uzun saplı kaşıkların
olduğunu görmüş. Kaşıklar insanların ellerine bağlıymış, kaşığı tencereye daldıran
insanlar hiçbir şey yiyemiyorlarmış. Çünkü kaşıkların sapları çok uzunmuş ve bir
türlü kaşıkları ağızlarını götüremiyorlarmış.
Adam şeytana dönmüş, "Beni birkaç dakika için, bir de cennete götürür
müsün?" demiş. Şeytan düşünmüş, "Sonsuzlukta birkaç dakikanın ne önemi var,
seni cennete götürürüm" demiş.
Şeytan adamı cennete götürmüş. Cennete giren adam hem şaşırmış, hem
de kafası çok karışmış. Çünkü, buradaki insanlar mutlu, sağlıklı ve kahkahalarla
gülüyorlarmış. Şeytana dönüp "'Anlayamadım, burada da her şey aynı, herkesin
ellerine bağlı uzun saplı kaşıklar var, hepsi de bir tencerenin çevresinde
oturuyorlar. Farklı olan nedir?... Bu insanlar neden sağlıklı ve mutlu? Neden burası
cennet?'
Şeytan adamın sorusunu yanıtlamamış. Adam tam çıkarken, başını bir kez
daha odaya çevirmiş ve sorusunun cevabını bulmuş. Odadaki herkes ellerine bağlı
uzun saplı kaşıklarla bir birlerini besliyorlarmış.
Öykünün, hepimize vermeye çalıştığı mesaj çok açık; hepimiz, birbirimizin
tek kanatlı meleğiyiz, uçabilmemiz için kucaklaşmamız gerekir. Hepimiz bir
bütünün parçasıyız ve hepimizin bir başkasına gereksinimi var.
İslam'ın verdiği mesajla diğer dinlerin ve ahlak öğretilerinin vermeye çalıştığı
mesajlar, öyküyle aynı mealdedir. İmkanı olan, ihtiyacı olana yardım etmelidir.
Gelir dağılımının bozulması ve buna bağlı olarak nüfusun büyük bölümünün
açlık sınırına dayanması; Türkiye'de bir kısım vicdanları hiç mi hiç rahatsız
etmemekte ve yaşadıkları ülkenin, cennet olmaktan hızla uzaklaştığını
görememektedirler. Burası cehennem ızdırabını yaşatan bir yer olursa, kendi
başlarına gelecek sıkıntıları anlattığınızda sizi felaket tellalı olarak
değerlendirmektedirler.
Onlara, birbirine 50-100 metre mesafede, Afganistan ile Fransa şartlarını
yaşayan insanların, uzun süre birlikte yaşayamayacaklarını, tok insanların
sayısının azaldığı, buna karşın aç insanların sayısının hızla çoğaldığı bir ülkede
tok insanların adına can ve mal güvenliğinin olamayacağını söylediğinizde ise bu
ülkede sosyal patlama olmaz, İnsanlar kanaatkârdır, tezini ileri sürerler. Az sayıda
olan bu insanlara, bir an için yaşadıkları şatafatlı yerlerden çıkıp, çok
yakınlarındaki Afganistan fotoğrafını andıran varoşlara bakmalarını ve bu aç
insanların hızla kendilerini kuşattıklarını görebileceklerini söylediğinizde ise, sizi
duymamaktadırlar.
Şimdi diyeceksiniz ki, olup biteni görmek ve duymak istemeyenler, cennetcehennemi anlatan bir öyküye mi duyarlı olacaklar?
Zor olduğunu biliyorum. Ama yine de, dayanışmaya
duyduğumuz bir dönemde olduğumuzu, vurgulamak istedim!
çok
ihtiyaç
22.04.2003
MEZOPOTAMYA
Uygarlıkların doğduğu yer Mezopotamya'dır. İnsanlık tarihinin bu kutsal
mabedi, binlerce yıl öncesinden başlamak üzere, uygarlık adına bugün sahip
olunan birikimin oluşmasına öncülük etmiştir. Yazı'nın bilinen ilk örneği, Basra'da
bulunan yaklaşık M.Ö. 3300 tarihinde Uruk kil tabletleri üzerinde yer almaktadır.
Yazı bu tarihte bile, 700'ün üstünde değişik işarete sahip, bütünsel bir sistemdi.
Cebir, Mezopotamya'da doğdu. M.Ö. 2000'lerde, çarpma ve ters sayı
cetvellerinden başka, kare, karekök, küp ve küpkök cetvelleri kullanılıyor, bileşik
faiz hesapları yapılabiliniyordu. "Pi sayısı"nı bulmuşlardı. Hesaplarında iki tabanlı
logaritma kullanıyorlardı.
İlk bağcılık burada yapılmış, biranın doğum yeri Mezopotamya olmuştur.
Mönülerinde, 20 farklı bira olduğu tespit edilmiştir. Bira ile ilgili ilk yasayı, yine
Mezopotamyalılar yapmışlardır.
Mezopotamyalılar, elektriği bilinenden yaklaşık 2 bin yıl önce keşfetmişlerdi.
1938'de, Alman arkeologlar tarafından Bağdat'ın biraz dışında bulunan, 13 santim
yüksekliğinde demir bir çubuğu saran, bakır bir silindirin pil olarak kullanıldığı
anlaşıldı. Mezopotamyalılar, pili iki amaçla kullanıyorlardı. Pilin ürettiği elektrik
akımı, tıpta bir tür ağrı kesici olarak kullanıldığı gibi, altın ve gümüş gibi değerli
metalleri parlatmak içinde kullanıyordu.
Eski Mezopotamya'da, dev kanallarla sulama yapılıyordu. Boşa akan suları
bugünkü baraj sistemine benzer bir yöntemle bir havuzda toplayarak tarımda
kullanıyorlardı. Liman yapmışlardı. Boyalı seramik kullanıyorlardı.
Mezopotamya'da kurulan Babil Devleti'nde, tek eşlilik esastı. Kadın dava
açmak, çeyizinin gelirini veya kocasından kalan mirası yönetmekte özgürdü.
Tecavüzün cezası ölümdü. Eğer mağdur kişi affederse, bir bedel karşılığı hayatı
bağışlanıyordu.
İlk tapınaklar ve kentler Mezopotamya'da kuruldu. Sanat adına ne varsa
(resim, müzik, tiyatro, heykel, edebiyat) orada başladı. Tekerlek M.Ö. 3500'de
orada bulundu. İlk düzenli ordu orada kuruldu. İlk kızaklar, tekneler, kalyonlar,
savaş arabaları Mezopotamya'da imal edildi.
Avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe geçiş, Mezopotamya'da başladı. İlk
madenci, ilk örsün üzerine koyduğu madene, ilk çekici orada salladı. Hz.
Muhammed'den önceki tüm peygamberler, Mezopotamya'da doğdu. İlk krallar,
imparatorlar orada görüldü.
Mezopotamya uygarlığı, tabii ki sadece yazdıklarımla sınırlı değildi. 21'inci
yüzyılın uygarlık düzeyinin tüm köşe taşlarını Mezopotamya var etmişti.
Ne yazık ki Mezopotamya, 21'inci yüzyılda insanlığın geldiği uygarlık
düzeyinin tüm köşe taşlarını var etmenin bedelini, ağır bir şekilde ödemekten
kendisini kurtaramadı. 21'inci yüzyıl uygarlığını temsil eden ABD, 21'inci yüzyıl
barbarlığının simgesi olan Saddam'ı yok etme adına, temsil ettiğini iddia ettiği
uygarlığın köklerini yok etti.
Mehmet Akif'in "Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar." sözünü
hatırlatırcasına Mezopotamya, kendi eseri olan uygarlığın canavara dönüştüğünü,
ABD ve Saddam vesilesiyle görmüş oldu. Yazık!
24.04.2003
EN BÜYÜK BAŞKAN!
Türkiye yeniden başkanlık sistemini konuşmaya başlayınca, aklıma bir
tımarhane hikayesi geldi; Tımarhaneye hasta müracaatları çoğalınca, yatak
sıkıntısını aşmak için doktorlar kendi aralarında çare aramaya başlamışlar.
Doktorlardan biri, bir formül önermiş. Uzun süre hastahanede yatan
hastalara bir soru soralım, soruya doğru cevap verenleri iyileşmiş kabul edip,
taburcu edelim ve onlardan boşalan yataklara da yeni hastaları alalım. Bu formül
beğenilmiş ve hemen uygulamaya konulmuş. Doktorlar, uzun süre yatan hastaları
sırayla imtihana başlamışlar.
Birinci hastaya sormuşlar: Üç kere üç kaç eder? Hasta cevap vermiş: İki yüz
yetmiş sekiz. Doktorlar hemen sormuş: Bu rakamı nasıl buldun? Hasta cevap
vermiş: Benim işlemimin sonucu bu.
İkinci hastaya sormuşlar: Üç kere üç kaç eder? Hasta cevap vermiş:
Perşembe. Doktorlar şaşırmış ve hastaya bu sonuca nasıl ulaştın diye sormuşlar?
Hasta cevap vermiş: Benim işlemimin sonucu bu.
Sıra üçüncü hastaya gelmiş, ona da aynı soruyu sormuşlar. Üç kere üç kaç
eder? Hastadan cevap: Dokuz. Doktorlar bu kez gerçekten çok şaşırmışlar ve
hastayı kutlayarak ve biraz da merak içinde, bu sonuca nasıl ulaştığını sormuşlar?
Hasta, iki yüz yetmiş sekizden, perşembeyi çıkardım dokuz kaldı demiş.
Avrupa'nın birçok ülkesinin, parlamenter sistemi fevkalade iyi işlettiğini,
koalisyonlara rağmen, parlamenter sistemi değiştirmek istemediklerini görünce,
Türkiye'de sıkıntının sistemden mi, yoksa işlemden mi kaynaklandığını
sorgulamamız gerekmektedir.
İki yüz yetmiş sekizden, perşembeyi çıkararak dokuza ulaşmak doğru
cevabı karşımıza çıkarsa bile, doğru olmayan işlemi ortadan kaldırmaz.
Başkanlık sisteminin tartışılmasına karşı olmadığımı peşinen söylemeliyim.
Ancak, en büyük başkan bizim başkan lafından haz aldığımı da söyleyemem!
Başkanlık sistemini tartışmaya açan, merhum Turgut Özal da, Sayın
Süleyman Demirel de Sayın Tayyip Erdoğan da tek başlarına, üstelik güvenoyu
sayısının çok üstünde bir sayı ile iktidar olma imkanını yakalamış kişiler.
Türkiye'deki particilik anlayışına göre, üçü de partilerinin tartışmasız patronu
olarak, başkanlık sisteminin gücünü kullanabilecek imkana sahiplerdi. (Sayın
Erdoğan halen bu güce sahip).
Parlamentoyu yasa makinesi olarak kullanacak sayısal güce sahip oldukları
gibi, tüm devlet bürokrasisini görevden alma ve yerine istediğini getirme yetkisine
de sahiplerdi. İsteseler, parlamento dışından kabineye adam alabilecek
yetkideydiler. Hatta, yargıyı bile maniple edecek güçteydiler. Devlet Hazinesi'yle
ilgili tüm kararları alabilecek yetkiye de sahiptiler.
Şimdi önümüzdeki soru: Başkanlık yetkilerini kullanacak güce sahip olan bu
üç ismin, başkanlık sistemini talep etmesinin ne anlama geldiğidir? Cevap çok
şıklı!
a)
Gündemi değiştirmek için,
b)
Kendi partisine gözdağı vermek için,
c)
Kabine üyelerini korkutmak için,
d)
Siyasetin dışındaki güçleri tehdit etmek için,
e)
Başarısızlığına kılıf hazırlamak için,
f)
Kartvizitine başkan yazdırmak için,
g)
Hepsi,
Sizce hangisi doğru?
27.04.2003
YÜZLEŞME
TBMM'de yapılan 23 Nisan resepsiyonuna, Silahlı Kuvvetler'in ve muhalefet
partisinin katılmayarak tavır koyması, akıllara, "Yeni bir 28 Şubat sürecine mi
giriyoruz?" sorusunu düşürdü.
Resepsiyona katılmayanların gerekçeleri, türbandan başlayıp kamudaki
kadrolaşmaya kadar uzanmaktadır. Ne garip! 54'üncü Hükümet dönemindeki
gerginliğin gerekçeleri yine karşımıza çıktı. Kategorize edilmemizi zorlayan
tanımlar tekrar bizi kuşatmaya başladı. Yazık!
- Yine türban,
- Yine Milli Görüş,
- Yine kadrolaşma,
- Yine irtica,
- Yine laiklik,
- Yine Atatürkçülük,
- Yine Cumhuriyet,
- Yine Demokrasi,
Kendisiyle yüzleşmesini beceremeyen bir toplumun, bir devletin gidip
geleceği yer, tabii ki sil baştan olacak. Başka ne olabilir ki? Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın tespitiyle Üçüncü Ahmet'ten beri tekrarı yaşayan zavallı ülkem
insanının, konuşması gereken;
Rejim-İslam ilişkisini, Kürt meselesini, soygunu, talanı, siyaseti, 250 milyar
dolar borcu, eğitimi, sağlığı, adaleti, fukaralığı, kurumları, açık açık konuşmadıkça,
bu tekrardan kurtulup, bir arpa boyu yol alınması, asıl sorulması gereken soruları
sormadıkça da korkularından sıyrılıp aynaya bakması, kendisiyle yüzleşmesi
mümkün olmayacaktır.
Kuzey Irak'taki kırmızı çizgilerimize ne oldu?
Kıbrıs'ta vaziyetimiz ne?
Irak'ta, ABD başarısız olur da, İran benzeri bir yönetim gelirse, ihtimali
üzerine bir projemiz var mı? ABD'nin planlarının içinden bir Kürt devleti çıkarsa,
buna karşı bir planımız var mı?
AB-Türkiye ilişkisinde neredeyiz?
Yeni dünya düzeninde ayakta kalabilecek miyiz? Vizyonumuz ne?
Evimizin içindeki dağınıklığı ortadan kaldıracak bir ulusal projemiz var mı?
Sorulması gereken sorular bunlar. Bu soruların cevapları maliyet
gerektirdiği için, yurdum insanı bu maliyeti ödemekten korkuyor. Bu sebepten,
sembollerin üzerinden konuşmaya, birbirini kategorize etmeye temayüllü hale
gelerek gerçeklerden uzaklaşıyor.
Bir zamanlar televizyonda izlediğim Erkan Yolaç'ın "evet-hayır" yarışma
programını şimdi daha iyi anlıyorum. Soru ve cevabını iki üç kelimeye sıkıştıran
yurdum insanı, derin düşünemiyor ve kendini sembollerle ifade ediyor. Bu hep
böyle olmuştur.
Şimdi başa dönüyorum. "Yeni bir 28 Şubat sürecinde miyiz?" sorusunun
cevabına: Yukarıda ifade etmeğe çalıştığım nedenlerden dolayı, bugün değilse
yarın muhakkak o sürece gireceğiz. Bunun böyle olmamasının tek yolu var,
konuşulması gerekenleri açık açık konuşmak.
Yarın toplanacak MGK, bunun için bir fırsat. Türkiye kendisiyle yüzleşmek
için daha fazla geç kalmamalı. Karnından konuşan siviller için de, askerler için de
kırmadan dökmeden gerçek konuşulması gereken konuların konuşulduğu bir
toplantı olmalı.
Türkiye kendiyle yüzleşmeli!
29.04.2003
IRAK'TA SON DURUM
Saddam döneminin kapanmasıyla birlikte, Irak'taki gelişmeler ABD'nin
kontrolünden çıkarak hızla bir bilinmezliğe doğru gitmektedir.
ABD'nin, Irak'taki Saddam muhaliflerini biraraya getirerek oluşturmaya
çalıştığı geçici yönetim, bir türlü ortaya çıkarılamamakta, ABD'nin Irak'ı kontrol
etmek üzere çıktığı yolda, İran benzeri bir yönetimle karşılaşabileceğini ve bunun
bir sürpriz olmayacağını söyleyen, önemli analistlerin, tezlerini kuvvetlendiren
gelişmeler de birbirini takip etmektedir.
ABD'nin Irak nüfusunun %60-65'ini teşkil eden Şiileri, İslami bir devlet
talebinden uzaklaştırıp kendi çizgisine çekmesi çok kolay gözükmemektedir.
ABD'yi işgalci diye tanımlayan ve her an çatışmaya hazır, örgütlü Şiilerin, bir İslami
devlet arzuları, geçmişte İran'daki Şii iktidarın oluşum sürecinde kendini
hissettirmişti. İran'daki İslami hareketin iktidara gelmesini sağlayacak fikri ve lojistik
desteğin büyük bir bölümü, Irak'ta ki Şii mollalar tarafından karşılanmıştı.
'Irak'taki Şiileri, Arap-Fars diye tefrik etmenin mümkün olamayacağını, Şii
itikadının etnisite üstü birleştirici bir disiplin olduğunu, bu meselelere vakıf olanlar
bilirler." Bu sebepten İran'ın bölgedeki ağırlığı, hızla ABD'ninkini aşacak noktaya
doğru gelmektedir.
Her ne kadar ABD sözcüleri demokratik, laik bir Irak arzularından
uzaklaşarak, kavgacı olmayan, yumuşak bir İslami yönetim arzuladıklarını
açıklayarak, İran'ın bölgedeki ağırlığını azaltacak adımlar atmaya çalışsa da, şu
ana kadar Irak'taki Şiilerle, masaya oturacak bir ilişki geliştirememiştir.
ABD'nin İran'ı sıkıştırarak Şiileri kontrol etme hamlesi, İran yönetimince çok
ciddiye alınmamış gözükmektedir. İran yönetimi, Irak'tan sonra sıranın kendisine
geleceğin bizzat ABD Başkanı'nın ağzından duymanın telaşıyla, ABD'yi bu
arzusundan Irak'ta onu başarısız hale getirerek, uzaklaştırmayı amaçlayan, bir
stratejiye yönelmiştir.
Irak'taki Şii hareketlenmesinin, ekranlara yansıyan görüntülerine dikkatli
bakınca, İran'da, Şah rejiminin yıkılışındaki ekranlara yansıyan görüntülerden, çok
farklı olmadığı görülmektedir. Tüm bu olup biten de gösteriyor ki, bu gidişle fena
mı olur ABD komşumuz olacak derken İran benzeri bir rejimle yönetilen bir komşu
devlete sahip olacağız.
Irak'ın % 50'ye varan bir bölümünde şimdiden, Şii mollaların oluşturduğu
yönetimler idareyi ele almış durumdadır. ABD ile birlikte fotoğraf veren kimi Şii
temsilcilerin, Şiiler üzerinde hiçbir ağırlıklarının olmadığı ayan beyan ortaya
çıkmıştır.
Irak'ın güneyinde bunlar yaşanırken, kuzeyde yaşananlar ise tam bir arı
kovanı!
Kürtlerin temsilcileri kendi aralarında, bir gün kanlı bıçaklı, bir gün sarmaş
dolaş. Kah Barzani ABD karşıtı oluyor, kah Talabani, zaman zaman ortak bir Irak
yönetimi arzuladıklarını söylüyorlar, zaman zaman da kendi adlarına bağımsız bir
devlet arzu ettiklerini hissettiriyorlar. Barzani ve Talabani taraftarları her an
birbirinin boğazına çökecek bir ruh hali içinde ABD'nin planını zora sokuyorlar.
Türkmenler ise varlıklarıyla yokluklarını hissettiremeyen hiçbir belirleyici
konuma sahip olamayan kendi güvenliğinden yoksun bir noktada duruyorlar.
İşin hülasası Irak'taki son durum bu!
01.05.2003
KENDİ DEĞERİNİ BİLMEK
Türkiye'nin içinde bulunduğu can sıkıcı durum, fert fert hepimizi karamsar
ve kendine güvenini yitirmiş insanlar konumuna sürüklemektedir. Türkiye hızla
bezgin, umutsuz, bitmiş ve tükenmiş insan yüzlerinin olduğu bir fotoğraf karesine
dönüşmektedir. Yoğun bakımdaki hastaların, gördüğü her beyaz önlüklüden iyi
olduğuna dair sözler duyma arzusuna benzer bir çaresizlik, hepimizi hızla esir
almaktadır.
Hepimizin, ciddi manada motivasyona ihtiyacı var. Bu durumu dikkate
alarak, bugünkü yazımda hayata dair bir anekdotu sizinle paylaşmak istiyorum.
Tanınmış bir konuşmacı, seminerine elindeki 100 dolarlık banknotu
göstererek başlamış. Yaklaşık 200 kişinin bulunduğu salona, bu parayı kim ister?
diye sormuş. Salonda bulunan herkes elini kaldırmış. Konuşmacı, bu parayı
sizlerden birine vereceğim fakat, önce bazı şeyler yapacağım demiş.
Parayı, önce buruşturmuş ve dinleyicilere hâlâ bu parayı isteyen var mı?
diye sormuş. Eller yine havadaymış. Bu sefer, konuşmacı, peki bunu yaparsam
demiş ve 100 doları yere atmış, paranın üstüne basmış, ezmiş ve kirletmiş. Para
şimdi pis ve buruşukmuş, fakat eller yine havadaymış. O parayı herkes istiyormuş.
Konuşmacı sözlerine şöyle devam etmiş, arkadaşlar, burada çok önemli bir
şey öğrendiniz, paraya ne yaptıysam hiç önemli değil, onu yine de istiyorsunuz.
Çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi ve o hâlâ 100 dolar.
Hayatımızda, çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle,
hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere savruluruz ve kendimizi kötü hissederiz.
Fakat, hiçbir zaman değerimizi kaybetmeyiz. Temiz ya da pis, hırpalanmış ya da
kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Hayatımızın değeri, hangi şartlarda
yaşadığımız veya kimi tanıdığımızla değil, kim olduğumuzla alakalıdır.
Kaybetmeyi, ahlaksız bir kazanca tercih etmenin tabii ki bir bedeli olacaktır.
Bunun acısı bir andır, diğerinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler, o
yolda mağlup olsak bile zafer sayılır.
Görmeye çalışmalıyız ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen, dünya yine
de hepimizin en güzel mekanıdır. Baharın geldiğini, çiçeklerin açtığını fark
etmeliyiz.
Yaptığımız
şeylerin,
yapabileceklerimizi
engellemesine
izin
vermemeliyiz. Ara sıra isyana yönelecek olsak bile, bilmeliyiz ki evreni yargılamak
imkansızdır. Onun için kavgalarımızı sürdürürken de, kendi kendimizle barışık
olmalıyız.
Unutmamalıyız ki, geçmiş ve gelecek yoktur, her ikisiyle sürekli iç içe
sonsuz bir şimdi vardır!
Unutmamalıyız ki, duvar ne kadar yüksek olursa olsun, ondan daha yüksek
gökyüzü vardır!
Unutmamalıyız ki, her tünelin bir sonu, her gecenin bir sabahı, her inişin bir
çıkışı vardır!
Unutmamalıyız...
Unutmamalıyız...
Unutmamalıyız...
03.05.2003
YATAĞINIZDA RAHAT UYUYUN!
Bingöl depreminin ölü ve yaralı bilançosunun, ağırlıklı olarak yatılı bölge
okulundan kaynaklandığını duyunca, o an biricik evladım gözümün önüne geldi.
Celallendim, hiddetlendim, ağladım, kasıldım, yandım, kahroldum. Depremde
çocuklarını kaybeden tüm anne ve babaların yandığını, kahrolduğunu, tükendiğini,
hissettim.
Çarşambayı perşembeye bağlayan gece, yatılı okulun yapımında
sorumluluğu olan ve yataklarında keyifle uyuyan bir kısım insan kılığındaki
yaratığa terbiyemi bozarak küfrettim. Bu yaratıklara acımın ağırlığını hissettirecek
en ağır sözün, kendilerinin başına böyle bir felaketin gelmesini temenni etmek
olduğunu biliyordum, ama yapamadım, çocuklarının ne suçu var dedim. Birden
hissettiklerim, söz oldu ve ağzımdan çıktı.
Sizi katiller...
Sizi hırsızlar...
Sizi et yığınları...
Sizi insan kılığında dolaşan yaratıklar...
Sizi sürüngenler...
Sizi kan emiciler...
Sizi caniler...
Sizi kirliliğin tüm öğelerini bünyesinde barındırarak, yatağında rahat yatan
insan müsveddeleri,
Biran düşündüm ve sordum, acaba bu yaratıkların ahlakı, ekranlarda
seyrettikleri deprem görüntüleri karşısında nasıl bir tepki veriyordur? Bu soruma
yine hissettiklerim cevap verdi.
Ekranda çocuklarını kaybeden anne ve babaların feryatlarını, bu yaratıklar
pavyon muhabbetlerindeki cırtlak mikrofon sesi gibi algılamışlardır.
Bu yaratıklar, kendini yerlere atan ölü yakınlarını, sirkte akrobat seyreder
gibi seyretmişlerdir.
Yaptıkları binanın yıkık görüntüsünü, bu yaratıkların bir kısmı evlerine asalet
belirtisi hissettirmek için astığı ve ne olduğu belli olmayan bir kısım kendilerine
benzer sanatçı müsveddesinin çiziktirdiği tablolar gibi algılamış, bir kısmı ise bu
yıkılan binanın yerine yapılacak binanın ihalesinin hayalini kurarak, tıpkı köpeğin
kemiği gördüğünde ağzının sulanması gibi seyretmişlerdir.
Bu yaratıklar, ekrandaki kurtarma çalışmalarını
hareketliliğini yatılı okulun temel atma töreni gibi algılamıştır.
ve
oradaki
insan
Bu yaratıklar görüntüleri seyrederken, karşılarına çıkacak soruların cevabını
hazırlamak için, yatılı okulun yapıldığı zemini suçlayacak kareleri kaçırmamak
amacıyla pür dikkat kesilmişlerdir.
Kurtarma çalışmaları esnasında, katların arasını açmakta kullanılan çelik
dolapları ekranda görünce, bu yaratıklar ne kadar dayanıklı malzeme
kullandıklarının delilini bulmanın heyecanını yaşamışlardır.
Bu yaratıklar, deprem bölgesini ziyaret eden yetkilileri ekranda görünce,
okulun ihalesi ve yapımı esnasında yetkililere yaptıkları yalakalıkları düşünerek
gülümsemişlerdir.
Daha fazla sinirlerinizi bozmak istemiyorum. Bu yaratıkları Allah bildiği gibi
yapsın, demekten başka çaremiz yok. Adalet cezasını versin, deme imkanına
sahip olmadığımızı, Marmara depremi sonrası ne yazık ki gördük!
Ulusça başımız sağ olsun.
04.05.2003
BORCUMUZ 250 MİLYAR DOLAR MI?
Türkiye gibi, kendini çelişkili ölçülerle ifade eden başka bir ülke var mı
bilmiyorum? Herhangi bir soruyu rakamla cevaplamaya çalıştığımızda, çelişkili
rakamlar söylemekte mahiriz. Bu çelişkilerden dolayıdır ki, Türkiye'ye ait rakamsal
değerlere hep şüpheyle bakmamız gerekmektedir.
Ülkemizdeki yetkililere: "Türkiye'nin toplam borcu ne kadar?" diye
sorulduğunda, aldığımız cevaplar muhtelif oluyor! "200-250 milyar dolar civarında"
diye cevaplayanın yanında, "220-240 milyar dolar" ya da "190-210 milyar dolar"
diyene de rastlayabiliyoruz.
Türkiye'nin nüfusu ne kadar diye sorulduğunda; "65-70 milyon kişi
civarında" veya "63-65 milyon kişi', hatta "67-70 milyon kişi" şeklinde cevaplar
alabiliyoruz.
Türkiye'de kamuya ait toplam lojman sayısı ne kadar denildiğinde; "270-300
bin civarında" diyene, "290-320 bin" veya "300-320" diyenine de
rastlayabiliyorsunuz.
Arkadaşlar arasında, yakın birinin ölüm haberini duyduğunuz zaman "Ölen
kaç yaşındaydı?" diye sorduğunuzda; "20-25 yaş civarında" diye cevaplayana,
"23-27 yaş arasında idi" ya da "26-27 yaşındaydı" diyenine de rastlarsınız.
Kars kökenli olup, Ankara'da ikamet eden nüfusun ne kadar olduğunu
sorduğunuzda; "150-200 bin kişi civarında" diyenine, "180-220 bin kişi" veya "100150 bin kişi" diye cevaplar alabiliyoruz.
Bir tanıdığınız borcu yüzünden zora düştüğünde, "Ne kadar borcu var?"
diye sorduğunuzda;'12-20 milyar lira civarında" diyenine, "20-25 milyar lira"
diyenine, ya da "30-40 milyar lira" diyenine de rastlarsınız.
Yapılan bir toplantıya katılan insan sayısını merak edip sorduğunuzda; "1520 bin kişi civarında" veya "25-30 bin kişi" hatta, "40-50 bin kişi" diyenine de
rastlarsınız.
Bu listeye, hayatımıza dair rakam içerikli soruların tamamını eklemek
mümkündür. Bu çelişkili rakamsal tanımlamalarımıza bakıldığında, mizah konusu
bir durumumuzun olduğu ortaya çıkmaktadır.
"Türkiye'nin borcu ne kadar?" sorusuna verdiğimiz cevapları ele alacak
olursak, bakın ne kadar komik bir tablo ortaya çıkıyor. 1 milyar doların içinde kaç
tane milyonun olduğunu, kaç tane binin olduğunu, kaç tane liranın olduğunu bir an
kalem kağıda döktüğünüzde, eminim ki şaşıracaksınız. Hele 190 milyar dolar ile
250 milyar doların arasındaki farkı kağıda dökmeye kalkarsanız yazacak kağıt
bulmakta zorlanacaksınız.
'Türkiye'nin nüfusu ne kadar?" sorusuna verdiğimiz cevaplara bakınca,
kesin kahkaha atacaksınız. Düşünsenize, çelişkili rakamların ortaya çıkardığı
farklılıklar hemen hemen Ankara, Kayseri, Kocaeli, Aydın, Samsun illerimizin
nüfusu kadar bir sayıya ulaşmaktadır.
Türkiye'de kamuya ait lojman sayısına verdiğimiz cevapların arasındaki
fark, hemen hemen Sinop ilimizdeki konut sayısına yakın bir rakama ulaşmaktadır.
Bu kadar büyük bir çelişki herhalde bize has bir durum olmalı. "Ölen kaç
yaşındaydı?" sorusuna verdiğimiz cevap bir yılın 365 gün, 52 hafta, binlerce saat,
milyonlarca dakika, milyarlarca saniye olduğunu fark edemediğimizin en açık
delilidir.
Zaman zaman anlattığımız güzel bir "darb-ı mesel'imiz var; sokakta yürüyen
iki arkadaşın karşısına çıkan yirmi kişilik grup onlarla kavga etmek istediklerini
söyleyince, iki arkadaştan biri kabul demiş, diğeri hayır kavga etmeyelim diye itiraz
etmiş. Kavga etmek isteyen, arkadaşına "Korkuyor musun?" diye sorunca,
arkadaşı: "Yahu ya sen sayı saymayı bilmiyorsun ya da ömründe hiç dayak
yememişsin." diye cevap vermiş.
Türkiye'nin gerçek borcunu söyleyebilmek için, önce sayı saymayı bilmek
lazım!..
06.05.2003
YENİDEN HATIRLADIM!
İnsanoğlu, doğası gereği, acılarını uzun süre yüreğinde ve hafızasında
muhafaza etme imkanına sahip değil. İnsan, acıların bir benzeri durumla
karşılaşınca, geçmişte yaşadığı acıyı hatırlar ve tekrar yüreğinde hisseder.
Bingöl depremi, Marmara Bölgesi'nde yaşanan deprem sırasında şahit
olduğum iki farklı tabloyu, bana yeniden hatırlattı. Marmara depreminin hemen
ertesi günü o bölgeye gittiğimde, ilk olarak gördüklerim; haykıran insanlardı, feryat
eden insanlardı, yakınının altında kaldığı enkaza bakışlarını sabitlemiş insanlardı,
çaresizce koşuşturan insanlardı, zor durumdaki insanlara yardım etmek için
koşuşturan duyarlı insanlardı.
İkinci olarak gördüğüm ve beni hayrete düşüren tablo ise depremin üçüncü
günü İzmit'ten İstanbul'a giderken, mola vermek için durduğumuz Derince
yakınlarındaki bir lokantada gördüğüm insanlardı.
Hafif bir yamacın üstünde olan lokantadan, Tüpraş'taki yangın
görülebiliyordu. Lokantadaki insanların bir kısmı, oturmuş içki içiyor ve müzik
dinliyor, bir yandan da sanki şöminedeki odunların yanışını seyreder gibi,
Tüpraş'taki yangını seyrediyordu. Aman Allah'ım!
İlk gördüğüm tablo beni ne kadar üzdüyse, lokantada karşı karşıya kaldığım
tablo da beni bir o kadar üzdü ve düşündürdü! Bir tarafta büyük acı yaşayan
insanlar, diğer tarafta ise eğlencelerine devam eden insanlar... Bu durum, hepimizi
düşündürmesi gereken vahim bir gidişatı işaret ediyordu.
Neler oluyordu?
Hani, bizler iyi günümüzde ve kötü günümüzde birbirimize destek olan, acıyı
ve mutluluğu paylaşan bir toplumduk! Hani, Kars'ta yaşanan kötü bir olay,
Edirne'deki vatandaşımızın yüreğini sızlatıyordu.
Yoksa, bu ortak duygular hiç yoktu da, laf olsun diye mi söyleniyordu? Bu
soruyu kendi kendime sorduğumda; bundan 30 yıl evvel, babamı kaybettiğimde
yaşadıklarım, bu toplumun acıyı ve mutluluğu ortak hisseden bir duygu birlikteliği
yaşadığını işaret etmesinde, önemli bir kanıttı.
Kars'ın Yeni Mahallesi'nde, babamın ölümünden önce kararlaştırılmış ne
kadar düğün merasimi varsa, babamın ölüm haberiyle birlikte, düğün sahiplerinin
kendi arzularıyla iptal edildi. Davulsuz, zurnasız, sade bir törenle insanlar
evlendirildiler. Bizim acımız belirli bir zaman içinde közleninceye kadar,
komşularımız evlerindeki televizyonlarını, radyolarını açmadılar.
Bu yaşadıklarımın, hepimizin geçmişe ait hatıralarında farklı farklı şekillerde
yer aldığını biliyorum. Peki şimdi ne oldu da, 20-30 yıl öncesinde, 5000 kişinin
yaşadığı bir mahallede, bir kişinin ölümü üzerine yaşanan duyarlılığı, binlerce
insanımızın öldüğü son yaşadığımız depremlerde, insanlarımız gösteremiyorlar?
Neden?
Bingöl'de incelemelerini tamamladıktan sonra, Gaziantep'teki içkili
eğlenceye katılan yönetenlerimizin fotoğraflarını görünce ve bu eğlencede olup
bitenleri medyadan öğrenince, Marmara depreminde şahit olduğum görüntüleri
hatırladım.
İlhan Şeşen'in düşündüren güzel şarkısındaki "Neler oluyor bize?" sözünü,
hepimizin hissedip, soruya dönüştürmemizin zamanıdır. Hem de geç kalmadan!
Neler oluyor bize?
08.05.2003
ABD - TÜRKİYE
Amerikan Savunma Bakanı Yardımcısı Wolfowitz’in açıklamaları,
zannediyorum ki, ruhunu ABD'ye satmayan; ama ABD-Türkiye ilişkisinin doğru bir
zeminde sürdürülmesini arzulayan insanların da canını sıkacak ağır sözlerdi.
ABD-Türkiye ilişkisi doğru tanımlanamadığı müddetçe, Türkiye daha çok, bu
tür açıklamaların muhatabı durumuna düşecektir. Wolfowitz'in açıklamalarına
karşılık, haddince bin türlü cevaplar vererek, Türkiye'nin kendisini bu zelil
durumdan kurtarması mümkün değildir.
Süper gücün anlamı; ortaksız, tek güçtür. Eğer bu tanım doğru ise;
buradan, "ABD'nin yeryüzünde hiçbir ortağı yoktur." hükmünü çıkarmamız, sadece
zaman zaman belli projeler için parça başı birliktelikleri ve çalıştırdığı taşeronları
olabileceği gerçeğini kavramamız gerekmektedir.
İşveren-çalışan ilişkisini ortaklık diye algılamanın, Bay Wolfowitz'in sözlerine
muhatap olmaktan bizi kurtaramadığını gördüğümüze göre, şimdi bu ilişkiyi doğru
tanımlamak zorundayız.
Türkiye'nin bu tanımı yapabilmesi için, önce kendini tanımlaması ve neyi
niçin istediğine karar vermesi gerekmektedir. Son gelişen olaylar karşısında,
Türkiye'nin sürdürdüğü politikaları ivedilikle gözden geçirmesi zorunluluğa
dönüşmüştür.
Hiç vakit geçirmeden, ABD ile hem pazarlık yapıp, hem cızdım
oynayacağımız bir dünyada olmadığımızı, ABD'nin ortaklık tanımını, taşeronlarını
onore etmek için kullandığını, bundan ileri neticelerin çıkarılamayacağını kabul
edip, karnımızdan konuşmayı bırakmalıyız.
Türkiye'nin menfaatlerini hedefleyen duruşunu, duygusallıktan ve
geçmişteki alışkanlıklarımızdan uzaklaşarak ve de dünyanın yeni fotoğrafını çok iyi
anlayarak ortaya koymalıyız.
ABD ile ilişkileri ortaklık düzeyine taşıyabilmenin yolunun, ortaklık ağırlığına
ulaşmaktan geçtiğini kabul etmemiz lazım. Yalnız ABD'nin değil, farklı ülke ve
toplulukların ortaklık önerisi getireceği Türkiye'yi ortaya çıkarmanın da bir bedelinin
olduğunu ve bu bedeli ödemeden ortak olunamayacağını hazmetmeliyiz.
ABD veya başka herhangi bir ülkeyle bugüne kadar sürdürdüğümüz
ilişkilerin, kâr zarar bilançosunu acilen çıkarıp, muhataplarımızla bunu açık açık
konuşmalıyız.
Kahrolsun ABD veya yaşasın ABD demenin, pratikte bir anlamının
olmadığını görmeli ve bunun dışında bir üçüncü yol bulmalıyız.
2004 yılının başı AB-Türkiye ilişkisinde, artık bugüne kadar getirdiğimiz
noktadan, somut müzakere aşamasına geçilmesi için istenen yasal ve idari
düzenlemelerin tamamlanıp tamamlanmadığının son tarihi olduğunu, burada
ağırlıklı olarak sivil-asker ilişkisinin, Türkiye-AB ilişkisini koparacak veya
bütünleştirecek bir önem arz ettiğini idrak etmeliyiz.
Artık birbirimizi gaza getirmenin karın doyurmadığını anlayıp, Türkiye'yi bu
zelil durumdan çıkarmanın çaresini aramalıyız!
10.05.2003
ORTAK DİL
Çektiğimiz bunca sıkıntı, ortak bir lisanımızın olmamasından kaynaklanıyor.
Hepimiz yaşamımızda onlarca kez bununla karşılaşırız. Ortak dille kastım; sadece
Türkçe'nin konuşulması değil, tek dilli bir Türkiye de değil. Ortak dille kastım; ortak
bir anlayıştır. Herkesin, birbiriyle açık ve korkusuzca konuşacağı bir iklimi
oluşturacak ortak bir iradedir. Maskelenmemiş, yalın bir dildir. İçinde virgülünü,
ünlem işaretini, soru işaretini, iki nokta üst üste işaretini, tırnak işaretini ve nokta
işaretini barındıran bir bütündür.
Bakın, Kandevski ne diyor!
"Bir gün, insan virgülü kaybetti. O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve
basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleleri basitleşince, düşünceleri de basitleşti.
Bir başka gün, ünlemi kaybetti. Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden
konuşmaya başladı.
Bir süre sonra, soru işaretini kaybetti ve soru soramaz oldu. Hiçbir şey, ama
hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kainat, ne dünya ne de kendisi umurundaydı.
Birkaç yıl sonra, iki nokta üst üste işaretini kaybetti ve davranış sebebini
başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru, elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı, ama kendine
özgü tek bir düşüncesi yoktu.
Son olarak, noktaya geldiğinde, düşünmeyi ve konuşmayı unutmuş
durumdaydı."
Düşünmeyi ve konuşmayı unutmuş olmak, doğal olarak kategorize bir
sözcük yığınının dil olarak algılandığı bir anlayışı karşımıza çıkarır. Nasıl mı?
Asker-siville, sivil-askerle, siyaset-medyayla, medya-siyasetle, sendikaişçiyle, işçi-sendikayla, zengin-fakirle, fakir-zenginle, öğrenci-öğretmeniyle,
öğretmen-öğrencisiyle, çocuk-ailesiyle, aile-çocukla.
Herkes herkesle, semboller üzerinden konuşmaya çalışır! Kullanılan
sözcükler: kimi zaman başörtüsü, kimi zaman Atatürkçülük, kimi zaman kirli
siyasetçi, kimi zaman satılmış medya, kimi zaman vatan haini, kimi zaman
ulusalcılık, kimi zaman irtica, kimi zaman iyi, kimi zaman kötü, kimi zaman yalancı,
kimi zaman dürüst, kimi zaman özürlü, kimi zaman da zeki olur. Yani aklınıza ne
kadar kategorize edilecek sözcük geliyorsa!
Bu sebepten dolayı, konuştuğumuzu zannederek, içinde bulunduğumuz
durumu daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getiriyoruz. Avazımız çıktığı
kadar bağırıyoruz; ama muhatabımız sesimizi duymuyor!
Zaman zaman ortak bir dil sıkıntımızın olduğunu hissettiğimiz anlar oluyor
ve bu ihtiyaca cevap olabilecek arayışlara giriyoruz. Bu arayışların sonunda, Bedri
Koraman'ın karikatürlerini, tiplemelerini hatırlatırcasına vücut dili veya tarz
türü absürt ortak dil tanımlarını buluyoruz!
Sözün hülasası, KONUŞAMIYORUZ !
11.05.2003
2023
TÜRKİYE'NİN nüfusu bu hızla çoğalırsa, 2023 yılında 92 milyon kişiye
ulaşacak. Kayıtlı işsiz sayısının 3 milyon, kayıt altında olmayanların da yaklaşık
1.5 milyon olarak tahmin edildiği ülkemizde, bu sayıya her yıl yaklaşık 1.5 milyon
kişi daha ekleniyor.
Durumun vahametini düşünebiliyor musunuz?
Ülkemizde bir kişinin iş bulabilmesi için, yaklaşık 35 bin dolar yatırıma
ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye'nin, sadece nüfus artışından doğan iş ihtiyacını
karşılamak için, yılda 35 milyar dolar kaynağı yatırıma yönlendirmesi
gerekmektedir. 2001 yılında, yaklaşık 37 milyar dolar kaynak yatırımlara
yönlendirilmiş olmasına rağmen, 4.5 milyon kişi halen işsizdir.
2002 yılı rakamları tam açıklanmadığı için, ne kadar kaynak
yönlendirildiğini bilmiyoruz. Ancak 2002'nin ekonomik göstergelerine dikkatli
baktığımızda, 2001 yılındaki kaynaktan çok daha düşük bir miktarın yatırıma
yöneldiğini görmekteyiz.
TÜRKİYE'DE, kamunun içinde bulunduğu sıkıntıyı hepimiz görüyoruz.
Hazine, borç faizi ödemek üzere otomatiğe bağlanmış durumdadır. Yatırımlara
kaynak ayırmayı düşünecek mecali yoktur. Türkiye sınırlarından içeriye de,
yatırım amaçlı yabancı sermaye girmemektedir.
Bu tablo karşısında, hiç telaşlanmadan ha bire beline kuvvet birader
edebiyatıyla çoğalan Türk insanı, Allah rızkını verir temennisini ağzından
düşürmemekte ve 100 milyonluk Türkiye hayali kuran devlet büyüklerinin
hayalini yerine getirmek için, gece gündüz demeden çoğalmaktadır. Vahim!
Bu gerçekleri konuştuğumda, ne demek istiyorsun diye diklenen
insanlara ve 100 milyonluk büyük Türkiye hayali kuran kıymetli zevata, şimdi
buradan sesleniyorum..
•
Türkiye'nin nüfusunun çoğalması, yani 100 milyon olması, büyük ve
güçlü ülke olmasını nasıl sağlayacak?
•
Hindistan'ın nüfusunun 1 milyar olması, onu büyük ve güçlü bir ülke
yapmaya yetti mi?
•
İşsiz ve aç insanların sayısının çoğalması, bir ülkeyi nasıl büyük ve
güçlü kılabilir?
•
İşsiz ve aç insanların sayısının çok olduğu bir ülkenin, birlik, bütünlük
iddiasının olması mümkün olabilir mi?
MUSTAFA Kemal'in Norveçli bilim adamlarına hazırlattığı raporda;
Türkiye coğrafyasının 100 milyon insanın Norveç şartlarında yaşamasına,
(barınma, doyma) imkan veren yeterlilikte olduğu belirtilmiştir.
Zannediyorum ki çoğalmaya bu kadar meyilli bir toplumu ve önderlerini,
Norveçlilerin hazırlamış olduğu rapor, heyecanlandırmış ve raydan çıkarmıştır.
Toplum olarak fark edemediğimiz gerçek şu ki, 65 milyonun yaşadığı
Türkiye, Norveç'e benzemek şöyle dursun, Pakistan benzeri bir ülke
görünümüne hızla yaklaşmaktadır.
Sözün özü: İş ve barınma imkanını oluşturmadan, çoğalmaya devam
eden toplumlar, huzuru bulamaz, barış içinde yaşayamaz ve de asla büyük ve
güçlü olamazlar.
13.05.2003
6. UYUM PAKETİ!
TÜRKİYE, 55 yıllık AB yolculuğunun son durağına doğru yaklaşmaktadır.
Türkiye’nin, AB üyeliği müzakerelerinin başlaması için, 2004 yılının Ekim ayında
hazırlanacak olan izleme raporuna "Türkiye istenilenleri yerine getirmiştir." kaydını
düşürmesi gerekmektedir. 2004 yılının Aralık ayında, AB devlet ve hükümet
başkanlarının yapacağı zirve toplantısında, Türkiye’nin üyelik durumu
netleşecektir.
Ya, bir daha binmemek üzere AB trenindeki mevkii düşük koltuğundan
inecektir, ya da birinci sınıf koltuğa geçecektir!
Bu kararın netleşme tarihi olan Aralık ayına kadar, 18 ayda Türkiye’nin
yapması gerekenler kısaca:
• 2003 Haziran ayı sonuna kadar, ulusal programı açıklayacak,
• 2003 Temmuz ayı sonuna kadar, uyum yasalarını çıkaracak,
• 2003 Ekim ayı izleme raporunda, tüm yasal düzenlemeleri tamamlamış
olacak,
• 2003 Ekim ile 2004 Aralık ayları arasında yapılan yasaların
uygulanması ile ilgili eksi not almayacak,
Kısacası, Türkiye'nin 55 yıl süren bu uzun yolculuğunda, vitesi birden beşe
çıkarması gereken zahmetli bir süreç.
Vadenin kısalması, Türkiye'nin iç dinamiklerini, AB karşısındaki tutumunu
netleştirecek, zorlu ve de çatışmacı bir döneme doğru hızla taşımaktadır. 59.
Hükümetin hazırladığı 6. Uyum Paketi, iç dinamiklerin saflaşmasının ilk işaretlerini
önümüzdeki günlerde verecektir.
6. Uyum Paketi'nde sırasıyla; Terörle Mücadele Kanunu'nun 8. maddesinin
tamamen kaldırılması, özel televizyonlara Türkçe dışında farklı dil ve lehçelerde
yayın hakkının verilmesi, Kürtçe isim yasağının kaldırılması, Mülkü İdari amirlerinin
iznine tabi olmak koşuluyla, kilise açılmasına izin verilmesi, Milli Güvenlik
Kurulu'nun RTÜK ve Sansür Kurulu'na üye seçme yetkisine son verilmesi.
Türkiye'nin iç dinamiklerinin yüzleşeceği, zorlu olan 18 aylık tarihi dönemin
ilk tetiği 6. Uyum Paketi'yle çekilmektedir.
Hükümet, yasama, yargı, Silahlı Kuvvetler, sermaye, sivil toplum örgütleri,
tüm kurumlar ve bireyler, bu yüzleşmenin sıkıntısını yaşayacakları bir dönemin
içine girmektedir. Kimsenin birbirinden bir şey saklamasının mümkün
olamayacağı, TBMM'nin, AB ile ilgili görüşmeleri 15 dakikada tamamlamak gibi bir
lüksünün olmadığı, bilakis saatler alacak tartışmaların yapılacağı zorlu bir süreç!
Yalanın, iki yüzlülüğün, dedikodunun, şantajın, iftiranın, hakaret ve küfrün
en ileri düzeyde sahneleneceği bu zorlu dönem çok can yakacak.
Kısaca, Türkiye Sinan Çetin'in "Film Gibi" programında açılan kapı benzeri
bir kapıyla karşı karşıyadır. Karar anı geldi ve kapı açılacak!
15.05.2003
CUMARTESİ
HEPİMİZ, hayatın koşuşturması içerisinde zamanın nasıl hızla akıp gittiğini
fark edemiyoruz. Yoğun ve stresli günlerin fark ettiremediği bu gerçeği, rakamlarla
ifade etmeye çalıştığımızda görmemiz mümkün olacaktır. Bugün sizlerle, hayata
dair bu gerçeği; hatırladığım bir öyküyü paylaşarak irdelemek istiyorum. cumartesi
hatta bazı zamanlar pazar günü de çalışmak zorunda olan bir adam, bir cumartesi
sabahı uyandığında, keşke bugün pazar olsaydı diye aklından geçirmiş, ve o an
bugüne kadar geçirdiği hayatını sorgulamaya başlamış.
Bugün 55 yaşındayım, eğer 75 yaşına kadar yaşarsam, daha kaç
cumartesim kaldı" diye içinden geçirmiş... Bir yılda 52 hafta var, 75 ile 52'yi
çarparsam 3900 hafta eder. Yaşadığım 55 yıla tekabül eden 2860 haftayı
3900'den çıkardığımda, 1040 hafta kalır. 75 yaşına kadar yaşadığımı var
sayarsam, yaşayacağım cumartesilerin sayısı sadece 1040!
Adam birden telaşlanmış ve ilk iş olarak bir oyuncakçı dükkanına gitmiş ve
oradaki tüm misketleri satın almış. Birkaç dükkan dolaştıktan sonra, 1040 tane
misketi bir araya getirebilmiş. Eve geldiğinde misketlerin hepsini, büyük şeffaf bir
kavanozun içine doldurmuş.
O günden sonra her cumartesi, kavanozun içinden bir misket almış,
misketlerin yani cumartesilerinin azaldığını izlemeye ve hayatındaki önemli şeyleri
daha fazla düşünmeye başlamış. Bu süreç içinde anlamış ki, insanın zamanının
akıp gittiğini seyretmesi kadar, önceliklerini düzene koymasına hiçbir şey yardım
edemez.
Gelecek cumartesine kadar yaşarsak, hepimizin bir hafta zamanı var
demektir. Unutmayalım ki, hepimizin kullanabileceği en önemli şey, biraz daha
fazla zamandır. Bugünü bir başlangıç sayarak önceliklerimizi yeniden belirleyip,
onlara gerekli özeni göstermek, yaşamımızın bundan sonraki bölümünde
yapacağımız en doğru ve de faydalı iş olacaktır.
Hayatı anlamlandırmak ve içini doldurmak, zamanın idrakinde olmayı
gerektirir. Vadesi, üç aşağı beş yukarı belli bir ömrün sahipleri olarak, zaman
zaman hiç ölmeyecekmiş gibi düşünmemiz, belki motivasyon açısından önemlidir.
Ancak ömrün bir vadeyle sınırlı olduğunu unutacak düzeye getirmemek şartıyla,
bu sonsuzluk duygusunu yaşamamız lazım.
Ahmet Hamdi Tanpınar "Ne İçindeyim Zamanın" isimli şiirinde, bakın
zamanın ruhuna nasıl nüfuz etmektedir.
"Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir anın /
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil / Rüzgarda uçan tüy bile /
Benim kadar hafif değil.
Başım sükutu öğüten / Uçsuz, bucaksız değirmen / İçim muradına ermiş /
Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim / Mavi, masmavi bir
ışık / Ortasında yüzmekteyim."
Büyük şairin mısralarında verdiği mesajın dinginliğini hissederek, gününüzü
dilediğiniz gibi geçirmeniz arzusuyla.
17.05.2003
GENÇLİK!
Sokaklarda, kahvelerde, dershane önlerinde, üniversite kantinlerinde genç
nüfusumuza mensup birini gördüğümde konuşmak için bahaneler uyduruyorum.
Konuşma fırsatı bulabildiklerime kendimi tanıtırken, tebdil kimliğimle değil, gerçek
kimliğimle, yani çok kızdıkları siyaset kimliğimle tanıtıyor ve soruyorum...
-Türkiye niye bu hale geldi?
-Türkiye bu bataktan nasıl çıkar?
-Türkiye'nin yarınlarına dair hayallerin ne?
-Kendi geleceğine dair hayallerin ne?
-Yaşam senin için ne anlama geliyor?
Bu soruların cevaplarını duyduğumda, Mustafa Kemal'in, Cumhuriyet'i
emanet ettiği gençlerimizi ne hale getirdiğimizi görüyor ve bunun derin ıstırabını
yaşıyorum. Necip Fazıl Kısakürek'in "Bir gençlik arıyorum" mısrasıyla başlayan
şiirinde tarif ettiği gençliği bulamamanın derin düş kırıklığını hissediyor ve onlar
adına korku duyuyorum.
Ve kendime soruyorum, nerede yanlış yaptık?
ABD başkanlarından Lincoln'ın, oğlunun öğretmenine yazdığı mektubu
okuduğumda, sorumun cevabını buldum. Lincoln'ın mektubu, eğitimin salt kitabi
bilgileri vermek anlamına gelmediğini vurgulayan, tarihi bir belge.
"Öğrenmesi gerekli biliyorum, tüm insanların dürüst ve adil olmadığını...
Fakat şunu da öğret ona, her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya
karşılık kendini adamış bir lider vardır. Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da
öğret ona.
Zaman alacak biliyorum fakat, eğer öğretebilirsen ona kazanılan bir doların,
bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret
ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.
Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin
zorbaların görünüşte galip olduklarını...
Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona sessiz
zamanlar da tanı; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve
yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği...
Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret
ona. Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu
söylediğinde dahi...
Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı da sert olmasını öğret ona.
Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye
çalış oğluma...
Tüm insanları dinlemesini, fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden
geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret. Eğer yapabilirsen,
üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç
olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara, dudak
bükmesini öğret ve aşırı ilgiye dikkat etmesini...
Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir
zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret..."
Lincoln'in mektubu, gençlerimize öğretemediklerimizin neredeyse bir listesi.
Öğretemediklerimizi aramaya kalkan bizlere ders verircesine!
18.05.2003
TARZ-I SİYASETİMİZ!
Bugün tarz-ı siyasetimize dair birkaç tespitimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Söyleyeceklerimi dışardan gazel okumak tarzında algılayanlar olabilir. Buna bir
itirazım olmaz. Ancak hem yasamada görev yapmış, hem de yürütmenin içinde
bulunmuş bir insan olarak, sadece objektif tespitlerimi söylemekten başka bir
amacımın olmadığını ve bu tespitleri kişileri zan altına sokacak bir üslupla,
yapmayacağımı peşinen belirtmeliyim.
Ülkemizdeki siyasi, sosyal ve idari yapının, bir türlü kurumsallaşamamasının
müsebbibi, kim diye sorulduğunda, benim cevabım tereddütsüz, siyaset
adamlarıdır olur. Kendini bu kusurlu siyaset adamlarının içinde görüyor musun,
diye soracak olursanız, buna da hiç tereddütsüz "evet" derim.
Yanlış anlaşılmasın! Ben Türkiye’de olup bitenlerin tek kusurlusu var, o da
siyaset adamlarıdır demiyorum. En fazla kusuru olan onlardır diyorum.
Ülkemizdeki, çarpık tablonun mimarının, tek olması işin tabiatına aykırıdır. Benim
kanaatim toplum olarak, kolektif suç işlediğimiz doğrultusundadır.
Kimi zaman, bu suç ortaklığına, seçerken iştirak ediyoruz, kimi zaman da,
seçilerek iştirak ediyoruz.
Seçen-seçilen ilişkisini, alışveriş düzeyine oturtmuş bir toplumun, ortaya
çıkardığı hiçbir yapı kurumsallaşamaz. İslam dini; yöneten-yönetilen ilişkisini,
hesap günü geldiğinde, bakın nasıl tasnif ediyor: "Tanrı mesul olanlarla, mesuliyet
altında olanların hesabını, ayrı görecektir. Şüphesiz ki, mesul olanların hesabı
daha ağır olacaktır.'
Mesul olanlar, yani seçilenler, mesuliyet altında olanları, yani seçenleri,
alışveriş ahlakından uzaklaştırmakla görevli olmalarına rağmen, alışveriş ilişkisinin
daha geniş bir alana yayılmasına katkı sağlıyorlarsa, doğal olarak en fazla kusur
işleyen durumuna düşerler.
İş yeri talep etmesi gerekirken, iş talep eden seçmen karşısında, sırf
seçilebilmek için evet diyen siyaset adamları; en başta ülkenin bugünkü durumunu
anlatmaktan kaçtıkları ve promosyon alışkanlığına katkı sağladıkları için suçludur.
Hizmet götürmekle görevli olmalarına rağmen, bu görevini vaat eden bir
tarzda seçmen karşısına çıktıkları için suçludur. Sırf seçilmek için asla yerine
getiremeyeceği, vaatlerde bulundukları için suçludur. Bürokrasiyi oluşturma,
yönlendirme ve idare etme tarzından dolayı suçludur.
Türkiye’nin normalleşmesi, toplumun tansiyonunun optimum düzeyde
tutulması ile görevli olmalarına rağmen, kategorize edici ve gerginleştirici
politikalar uyguladıkları için suçludur.
Adil üleşim ve adil hizmeti sağlamakla görevli olmalarına rağmen,
kayırmacılık yaparak, adalet duygusunu zayıflatmak ve gelir dağılımının
bozulmasına neden olmaktan dolayı suçludur.
Türkiye’nin önceliklerini ve buna uygun projeleri belirlemek için
seçilmelerine rağmen 21'inci yüzyılın gerçeklerini okuyamadıkları için suçludur.
Partileri, bayilik sistemine dönüştürdükleri için suçludur.
Siyaseti dükkanlaştırdıkları için suçludur.
Velhasıl suçludur...
20.05.2003
KİM KİMİN DEVAMI?
ADALET ve Kalkınma Partisi'nin kendisini tanımlarken, Demokrat Parti'nin
devamı olduğunu söylemesi, kamuoyunda sadece basının verdiği haber niteliğinde
akis buldu. Oysa, parlamentoda 365 milletvekiliyle tek başına iktidar olan bir
partinin, kendisini DP'nin devamı olarak tanımlaması, daha geniş akis bulması ve
tartışılması maksadıyla, siyasi ve sosyal mesajlar içeren bir açılımı vurgulamak
için yapılmıştı.
Bu açılım arayışının akis bulmamasının, AKP yöneticileri tarafından
sorgulanıp sorgulanmadığını işaret eden bir bilgiye sahip değilim. Ancak bu durum
DP geleneğinden gelmiş bir insan olarak, bazı soruları sormak ve cevabını aramak
zorunluluğunu önüme çıkardı.
Cevap bekleyen sorular:
• 27 Mayıs 1960 darbesiyle siyasi hayatına son verilen Demokrat Parti,
nüfusunun %75'i 35 yaşın altında olan ve mensubiyet duygusunun çok
zayıfladığı Türkiye'de, siyasi mensubiyet açısından ne anlama
gelmektedir?
• %50'nin üzerinde oy almış, Demokrat Parti'nin devamı olduğunu
bugüne kadar söyleye gelmiş DYP'nin, 3 Kasım ve ondan önceki
seçimlerde sağladığı oyları dikkate aldığımızda, bu sayısal sonuç
DP'nin siyasal karşılığı açısından ne anlama gelmektedir?
• 1950 Türkiyesi'nin oturduğu parametrelerle, 2003 Türkiye'sinin oturmuş
olduğu parametreler dikkate alındığında, DP ile AKP'nin simgesel
benzerliklerin ötesinde, hangi siyaset anlayışı ve hangi uygulama tarzı
birbiriyle benzerlik göstermektedir?
• 1995 seçimlerinde, RP'nin bu tür bir arayışı, sadece simgesel ve söylem
düzeyinde hayata geçirme teşebbüsünün sonuçlarını dikkate
aldığımızda, AKP'nin aynı duygularla çıktığı bu yolda DP'yi sahiplenme
iddiası kendini DP ile irtibatlı hissedenler için ne anlama gelmektedir?
• DP'nin devamıyım demek, AKP'nin yeni bir parti olduğu iddiası ile tezat
oluşturmaz mı?
• DP'yi ortaya çıkaran şartları ve DP'nin oluşturduğu konsensüsü,
AKP'nin çıkış şartları ve oluşturduğu konsensüsle mukayese ettiğimizde
önümüze nasıl bir tablo çıkar?
• Başka yere konuşlanmak AKP kadrolarının, içinden çıktıkları geleneğe
mesafeli olma arzularını dikkate aldığımızda, bir başka geleneğin
arazisine konuşlanma gayreti, Türkiye'yi değiştirmek ve dönüştürmek
adına kendilerini bir başlangıç kabul ettirme iddialarıyla çelişen bir
sonucu çıkarmaz mı?
• Geçmişi yok saymak arzusunun, ne kadar maskelenirse maskelensin,
toplum vicdanında hoş karşılanmadığının yüzlerce örneğini yaşadığımız
Türkiye'de, AKP'nin siyasi parametreleri oluşturmak için DP'nin
devamıyım demesinin kamuoyu nezdinde bir getirisi olabilir mi?
• Bir türlü kurumsallaşmayı başaramamış Türk siyaseti için, bir partinin
devamı olmak bir anlam ifade eder mi?
Sorular! Sorular! Sorular!
24.05.2003
ÖLÜLER ZANNEDİYORLAR Kİ DİRİLER HELVA YİYOR!
ORTAOKUL yıllarının yaz tatillerinde, Kars’ta günlük olarak çıkan Nesip
Varkır'a ait gazetede mürettip olarak çalışıyordum. Hafta sonları, Nesip Bey
haftalık ücretimizi ödemek için elini cebine attığında, birlikte çalıştığımız
arkadaşlardan bazıları haftalığının dışında avans talep ederlerdi. Nesip Bey de
veremeyeceğini bir tekerlemeyle anlatmaya çalışırdı. "Ölüler zannediyorlar ki,
diriler helva yiyor!" Nesip Bey, avans talep eden arkadaşımıza, imkanının
olmadığını anlatmakta zorlandığında da "Haftalığınızı aldığınıza şükredin, dışarıda
kar var boran var" derdi!
Yaşadığımız dünyayı, hiç rakamları dikkate alarak görmeye çalıştınız mı?
Eğer yapmadıysanız, gelin şimdi birlikte dünyanın sakinleri olarak rakamların
gerçekleriyle tanışalım!
Dünya nüfusunu, mevcut halkların oranlarını muhafaza ederek, 100 kişilik
bir köy kadar küçültebilseydik, bu köy şöyle olacaktı:
57 Asyalı,
21 Avrupalı,
14 Amerikalı(kuzey, orta, güney)
8 Afrikalı.
Bunların 52'si kadın, 48'i erkek olacaktı.
30 beyaz, 70 beyaz olmayan,
11 homoseksüel,
6 kişi, bütün köyün servetinin %59'una sahip olacaktı ve bunların hepsi ABD
kökenli olacaktı.
80 kişi, kötü evlerde yaşayacaktı,
70 kişi, okuma yazma bilmeyecekti,
1'i ölmek üzere, 1'i de doğmak üzere olacaktı.
1 kişi bilgisayar sahibi, 1 kişi de (evet sadece 1 kişi) üniversite mezunu
olacaktı.
Şimdi şunları göz önünde bulundurun:
Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, bir hafta sonrasını
göremeyecek olan 1 milyon insandan daha şanslısınız.
Bir harp tehlikesiyle, işkence görme ihtimaliyle ya da aç kalma korkusuyla
karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyi durumdasınız.
Buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup
uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyadaki insanların %75'inden daha
zenginsiniz.
Bankada ve cüzdanınızda para varsa, dünyanın en imtiyazlı %8'i
arasındasınız.
Anneniz ve babanız sağ ise, siz bu dünyanın nadir kişilerinden birisiniz.
Okuma ve yazma biliyorsanız, okuma yazma bilmeyen 2 milyar kişiden biri
değilsiniz.
İnsanlık tarihinin sayısal gerçeklerine bakınca, insanlığın var olduğundan
günümüze kadar toplam nüfusu ile şimdiki nüfusu hemen hemen aynı rakamlara
tekabül etmektedir. Yani binlerce yılda yaşayan toplam 6 milyar insan kadar
büyüklükte bir nüfusu barındıran ve hızla kaynakları tükenen bir dünya.
Nesip Varkır Bey'in tekerlemesinde vurguladığı gibi, dirilerin helva yemediği
bir dünyada yaşıyoruz.
Rakamların ortaya koyduğu gerçekler bunlar, acı ama gerçek!
25.05.2003
İMPARATORLUK
İmparatorlukların gerilemesinin ve çözülmesinin, tarihi sonuçları çok
büyüktür ve yüzyıllar boyunca sürer. İspanyol İmparatorluğu'nun iflası ve yıkılması,
Fransa ile İngiltere arasında büyük Atlantik dünya savaşlarına yol açmıştır. Tarihin
bu büyük bölümünün bir parçası da Birleşik Devletleri ortaya çıkarmıştır.
İngiltere ile Fransa arasındaki 18’inci yüzyıl dünya savaşları, 126 yıl sürdü;
İspanyol İmparatorluğu'nun zayıflaması ve çöküşü, 1588'de Armada'nın
yenilgisinden 1898 İspanyol-Amerikan savaşına kadar, üç yüzyıldan fazla bir
zamana yayılmıştı. Sonuçta İspanyol İmparatorluğu'nun büyük bir bölümünü, bu
arada Akdeniz'deki donanmasının varlığını da, ta Filipinlere kadar Birleşik
Devletler miras almıştır.
Avrupa'nın öteki ucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi ve
çözülmesi, 1673'ten 1923'e kadar 250 yıl sürmüştür. Bu durum Ortadoğu sorununa
yol açmıştır. Osmanlı'nın gerilemesi ve çözülmesi, birçok şeyin yanı sıra Birinci
Dünya Savaşı'nın kopmasına neden olmuştur.
Ruslar ve Avusturyalılar (ve hatta 1914'te Türkiye'deki Almanlar) Balkanlarla
ilgilendiklerini açıklıyorlardı. Bunların uydularını desteklemeleri, çatışmalara ve
önce küçük savaşlara, sonra daha büyük savaş tehditlerine, en sonunda da
1914'te, Avusturya arşidükü ve veliahdının öldürülmesine yol açtı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son bulması daha doğuda, şimdi Ortadoğu'yu
simgeleyen mantıklı ve mantıksız çatışmaların çıkmasına yol açtı. (Osmanlılar
hâlâ Mezopotamya'nın, İspanyollar Küba'nın, İngilizler Hindistan'ın başında
olsalardı, bu hepimiz için daha iyi olmaz mıydı? Ve bu ülkelerdeki tebaaların
durumu daha rahat olmaz mıydı?)
Yirminci yüzyıl sona erdi. Yüzyılın iki büyük olayı, iki dünya savaşıydı.
Bunlar yüzyılın tüm manzarasına hakim dev sıradağlardı. Rus devrimi, atom
bombası, sömürge imparatorlukların sonu, komünist devletlerin kurulması, iki
dünya süper gücü olan Birleşik Devletler'in ve Sovyetler Birliği'nin hakimiyeti,
Avrupa'nın ve Almanya'nın bölünmesi; bütün bunlar, gölgesinde yaşamakta
olduğumuz iki dünya savaşının sonuçlarıydı.
Yirminci yüzyıl resmen 2000 yılında sona erdi. Ancak uygarlıkların,
milletlerin ya da tek bir insanın yaşamındaki gerçek dönüm noktaları ondalık
takvimle uyumlu değildir. Ayrıca, tarih de tek parçalı değildir ve dönüm noktaları
mutlak sayılmaz. Ortaçağ'ın fiziksel ve ruhsal pek çok alışkanlıkları 17’inci
yüzyıldan sonra da devam etmiştir.
İki dünya savaşının gölgeleri tümüyle yok olmamıştır; ama bu gölgeler
gerilemektedir. Artık tarihi manzaraya hakim değillerdir. İşte o nedenle 20’inci
yüzyıl sona ermiştir.
ABD'nin imparatorluk iddiasının, 21’inci yüzyılda nasıl bir şekil alacağını
şimdiden kestirmek güç. Ancak tarihin bize öğrettiği bir gerçek var ki,
imparatorlukların da bir ömrü var ve vadesi gelince ölür!
31.05.2003
E-DEVLET
Taylor Nelson Sofres'in, 27 ülkede gerçekleştirdiği e-devlet araştırmasına
göre, Türkiye İnternet üzerinden kamusal hizmetlerin kullanımında, % 3 ile
Endonezya ve Rusya ile birlikte sonuncu sırada yer almaktadır. Araştırmaya alınan
ülkeler genelinde, yetişkin nüfusun % 26'sı İnternet üzerinden kamusal
hizmetlerden faydalanırken, Türkiye'de nüfusun % 3'ünün bilgi almak veya
kamusal hizmetlerden yararlanmak amacıyla, İnternet üzerinden devlete ait siteleri
ziyaret ettiği görülmektedir.
Devlet Planlama Teşkilatı'nın; kamuya ait 158 kuruluşu dikkate alan
araştırmasından çıkan sonuca göre, 158 kuruluşun yaklaşık olarak %75'inin web
sayfasına sahip olduğu belirlenmiştir. Erişilebilen web sayfalarının % 4'ünde,
sadece bilgi verilmekte ve elektronik posta uygulaması dahi sunulmamakta, %
21.5'inde elektronik ortamda belge sunulabilmekte ve elektronik belge sunabilen
24 kuruluştan, yalnız 3'ünde on-line işlemler yapılabilmektedir.
Dünyada e-devlet sürecini başarıyla uygulamış, Singapur ve Portekiz
dışında ABD, İngiltere, Malezya, İrlanda, Kanada, Japonya, Yeni Zelanda ve
birçok ülke e-devlete geçiş süreci içerisindedir.
Portekiz örneğinden hareket ettiğimizde, e-devlet sisteminin vatandaşın
günlük yaşamına getirmiş olduğu kolaylıklar; ülkemizde herhangi bir kurumdan,
yüz yüze bilgi almak için, günlerce uğraşan bizler için sanki hayal bile
edemeyeceğimiz uzaklıkta!
Portekiz'de:
- Vatandaşlık ve aile
- EĞİTİM
- Seçimler
- İstihdam
- Vergiler
- Konut
- Tüketicinin korunması
- Belgeler ve izinler
- Askeri ve sivil hizmetler
- Çalışma hayatı
- Sosyal güvenlik
- Yasalar ve adliye
- Ekonomik faaliyetler
- Çevre
Ve diğer kamu hizmetleri İnternet üzerinden yapılmaktadır. Portekiz'de
aşağıdaki bilgi ve belgelere İnternet üzerinden her vatandaşın ulaşması
mümkündür.
- Portekiz kamu yönetiminin her kademesindeki isim, adres ve telefonlara,
- Avrupa Birliği ile ilgili her türlü bilgiye,
- Portekiz Parlamentosu yasama bilgilerine,
- Bakanlar Kurulu'nun resmi belgelerine,
- Yürürlükte olan tüm Portekiz mevzuatına,
- Yargı ile ilgili bilgilere,
- Yıllık bütçeye ilişkin bilgilere,
- Vergiler ile ilgili bilgilere,
- Sosyal güvenlik ile ilgili bilgilere,
- Şirket kuruluşu ile ilgili bilgilere,
- Ülke coğrafyasına ilişkin bilgilere,
- Yararlı olabilecek diğer adres ve bilgilere, ulaşmak mümkün olmaktadır.
Türkiye'de, zaman zaman yöneticilerimizin ağzında geveledikleri e-devlete
geçtik iddiasının, Portekiz'i dikkate aldığımızda, ne kadar komik düştüğü
görülmektedir. AB'ye girmeyi, kısa zamanda başarmak için çırpınan yöneten
zevatın; umarım e-devleti lafz-ı boyuttan uzaklaştıran bir iradeyi de koymaları
mümkün olur.
01.06.2003
MERKEZ SİYASET
Siyasetin dinamikleri merkez-çevre ilişkileri çerçevesinde incelendiğinde; bu
teorinin varsayımına göre özetle, her bir siyasal toplumda iktidarı kontrol eden bir
merkez, farklı derecelerde onun dışında kalan, yahut bütünüyle dışarıda bırakılan
bir çevre vardır.
Bir toplumda merkez ile çevrenin ilişki biçimi, oradaki siyasetin dinamiklerini
açığa çıkartır ve geleceğe yönelik projeksiyonlarda gerçekçi bir tahlil ancak bu
zemin üzerinde kurulabilir.
Türkiye'de merkez denildiğinde burada mütalaa edilebilecek güçler, siyasi
partiler, TBMM, hükümet, Anayasa Mahkemesi, dernek ve sendikalar, işadamları,
ordu, basın, üst düzey bürokrasi olarak sayılabilir.
Merkezdeki unsurlar eşit şekilde ve yan yana yer almazlar, duruma ve şarta
göre bir hiyerarşi oluştururlar. Normal zamanlarda sivil nitelikli güçler merkezdeki
hiyerarşide daha yukarıda yer alırken, olağanüstü zamanlarda, ordu, basın, dernek
ve sendikalar, işadamları daha fazla etkinlik kazanabilir, resmi hiyerarşi tersine
çevrilebilir.
Nitekim bugünkü Türkiye tablosunda merkezdeki piramidin tersine
döndüğüne şahit olmaktayız. Bu tersine çevrilmeyi yaratan şartlar, elbette
öncelikle genel düzeydeki istikrarla, hükümetin performansıyla ilgilidir ve burada
doğabilecek sorunlar güçler hiyerarşisini tersine çevirebilir.
Osmanlı'nın son döneminden Cumhuriyet'e merkezin yapısının ve siyasete
bakış tarzının çok fazla değiştiği söylenemez.
Osmanlıda, Bab-ı Ali bürokrasisi, padişah, asker, eşraf ve ayan takımının
oluşturduğu merkez, Cumhuriyet'le birlikte politikacı, bürokrat, asker ve tüccar
olarak neredeyse aynı kalıplarla sürmüştür.
Bir anlamda toplumsal kaynakları doğrudan veya dolaylı olarak kontrol
edenler iktidarı tasarruf hakkını da kendilerinde görmüşler, aynı şekilde bu
tasarrufu yığınlarla paylaşmak istememişlerdir.
Geleneksel iktidar anlayışında, "iktidarın parçalanma kabul etmez kutsal bir
bütün" olduğu yolundaki anlayış, modern demokrasilerde, her bir politik cemaatin
iktidarının ancak sınırlı olabileceği yolundaki bir denge durumuna dayanmakla
birlikte, bizde bugün bile, iktidarın kutsal bütünlüğü ve olabildiğince fazla elamanı
iktidarı paylaşım mücadelesinin dışında bırakma ve bunu ulvileştirme anlayışı
devam etmektedir.
Merkezde yer alan güçlerin hiyerarşisini ve aralarındaki ilişki biçiminin
sertliğini ya da yumuşak oluşunu belirleyen, merkez ile çevre arasındaki
diyalogdur. Bu diyalogun azaldığı, çevrenin iktidara katılım yollarının kısıtlandığı
dönemlerde merkezdeki iktidar da sertleşir, aralarındaki mücadeleler de rijit
yöntemlerle yürütülür. Buna karşılık çevreyle ilişkilerin yumuşadığı, çevreye
iktidara katılabilmesi için daha fazla şans ve fırsat verildiği dönemlerde,
merkezdeki mücadele de yumuşar ve normal seyrine girer.
Sözün özü...
Merkez siyaset iddiasında olanlara Machiavelli'nin gönlündeki hükümdar
için söylediği şu sözü hatırlatmakta yarar var.
Onda rakiplerinde bulunmayan yüksek bir ahlaki amaç mevcuttur.
07.06.2003
İP İLE KÜFENİN HESABI
Açlıkla karşı karşıya kalmış milyonlarca insanın yaşadığı Türkiye'de
kuyumcudan doktora, müteahhitten işletme sahibine kadar vergi mükellefi olan kişi
ve kuruluşların beyan ettikleri gelir ve gider rakamlarını görünce hatırladığım bir
anekdotu sizinle paylaşmak istedim.
Şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp;
"Ey ahali", diye bağırmışlar. "Biliyorsunuz Veli Efendi öldü. Bir vasiyeti var.
Ahiret hayatına alışabilmek için, kendisine bir günlük yardımcı arıyor. Kim ki,
mezardaki ilk gecesini onunla beraber geçirirse, Veli Efendi'ye ait servetin yarısı
kendisine verilecektir. Ey ahali, duyduk duymadık demeyin..."
Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete
kulak vermemiş. En sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış. Çok
fakir olan bu adamın, hayatta sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şeyi
yokmuş. Adamcağız, "hamal olarak yatıp, ertesi sabah zengin olarak kalkarım"
diye düşünmüş ve razı olmuş... Genişçe bir mezara, iyice kefenlenen zengini ve
yanına hamalı yatırmışlar. Gece olmuş, sual melekleri gelmiş, aralarında "ikisi de
bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan
başlayalım" demişler ve sorularına başlamışlar;
- Dünyada malın mülkün var mıydı?
- Alay etmeyin, demiş, hamal.
- Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiçbir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz.
Peki diye eklemiş melekler,
- O ipi ne karşılığında aldın? Sonra, küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin?"
Anlatmış hamalcağız.
- Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım. İkisini yedim, sekizini sakladım.
Ertesi gün de ayni işleri yaptım. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları
aldım. Melekler:
- Olmadı... Hasan Efendi'den aldığın para, hak ettiğinden çok düşük. Biz
ondan bunun hesabını soracağız. Mehmet Efendi'yle de ucuza anlaşmış ve ucuza
taşımışsın...
- İyi ama, hak ettiğim parayı isteseydim, bana taşıttırmazdı. Taşıttırmayınca
da aç kalırdım...
- O bizim işimiz, demiş melekler.
- Nasıl olsa buraya o da gelecek. Biz senin adına ona sorarız.
Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş.
- Söyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın?
- On kuruş aldıysam, yarısını sakladım... İki kuruş aldığımda da, bir
kuruşunu biriktirdim...
"Yine olmadı", demiş melekler...
- Hem ucuza taşımışsın, hem de gıdandan kesmişsin... Yani kendi nefsine
zulmetmişsin...
- Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?...
Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken, sabah
olmuş.
Açılan mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün herkes orada... Kadı Efendi
ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor. Bir kıyamet ki sormayın. Hep birlikte
"kutlu olsun" demişler... "Bu gece kimsenin yapamayacağı bir işi başardın ama,
bak artık zengin oldun."
- Yoo, diye bağırmış hamal.
- İstemem, sizin olsun... Ben, bir iple küfenin hesabını sabaha kadar
veremedim, ya o kadar zengin olursam onun hesabını nasıl veririm?
Sahi, açlık sınırında olduklarını beyan eden bu vergi mükellefleri,
hesaplarını nasıl verecekler bileniniz var mı?
14.06.2003
NAZIM HİKMET
Nazım Hikmet ismi ile ilk karşılaşmam, "cılık" hastalığına yakalandığım
1970'li yıllarda oldu. Sağcılık tanımının içine yerleştirmeye çalıştığım kavramların
esareti altındaki; slogancı, kategorize dünyama Nazım Hikmet ismi; şair
müsveddesi, vatan haini, komünist, Rusçu gibi ek ünvanlarıyla girdi.
Aynı dönem "culuk" hastalığına yakalanmış solcular için de, Necip Fazıl
Kısakürek aynı konumdaydı.
"Cılık-culuk" hastalığı bireylerin takım tutma alışkanlığını hayatın her
alanına yaymasını sağlayan vahim sonuçları olan yaman bir hastalıktır.
Bu hastalık:
İnsanların içini boşaltır,
İnsanları Kategorize eder,
Slogancılılaştırır,
Düşmanlaştırır,
Çatıştırır,
YANİ karşı fikirdeki insanları içerikten uzak, tamimiyle kategorize edici,
sembollerin arkasına sığınarak bilmeden, tanımadan, anlamadan birbirine
düşmanlaştırır ve diğerini yok saydırır.
Nazım Hikmet ile ikinci karşılaşmam Nietzsche'nin "Sadece ölüler ve deliler
tekamül etmez." sözünü idrak etmeye başladığım 90'lı yılların başına rastlar. İlk
kez okuduğum ve beni çok etkileyen bir şiirinde bu toprağın yetiştirdiği ve çok
önemli ürünler vermiş bir insanı uzun süre ihmal ettiğimi anladım ve üzüldüm.
Nazım'ın okuduğum şiiri;
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne / Allı pullu bir balon gibi
verelim oynasınlar / Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında / Dünyayı
çocuklara verelim / Kocaman bir elma gibi verelim sıcak bir ekmek somunu gibi /
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar...
Şiiri, edebi bir gözle irdelemek yetisine sahip değildim. Ancak vermiş olduğu
mesaj benim ilk karşılaşmamdaki kızgınlığımı ortadan kaldıracak ve haksızlık
ettiğimi itiraf ettirecek bir eleştiriyi yapmam için yeterince açıktı! Barışı ve sevgiyi
bu kadar güzel ifade eden bir şiiri yazan Nazım Hikmet'in bu toprağın çocuğu
olması gurur vericiydi.
Alaska'dan, Hint Adaları'na kadar şiirleri tüm dünya dillerine çevrilen,
UNESCO'nun 2002 yılını "Nazım Hikmet Yılı" olarak ilan ettiği bu büyük şairin,
"cılık-culuk" hastalığının sonucu olarak, hâlâ tasnif edilmesi ve bu topraklardan
ayrı tutulması üzüntü verici!
Bir de, şairin vasiyeti üzerine mezarının "Anadolu'da bir köy mezarlığına"
getirilmesi beklenirken, şiirlerinin yeniden kitaplardan çıkarılması ve
yasaklanmasının izahı; cılık-culuk hastalığı devam ediyor olmasıyla mümkündür.
Bu hastalıktan kurtulmanın yolunu bir türlü bulamayan Türkiye, kendi öz evladının
bir başkaları tarafından himaye edilir ve korunur durumda olmasından acı
duymuyor demektir. Yazık!
15.06.2003
DEVLET
Milletin, saygın bir millet olarak yaşama ve hedeflerini gerçekleştirme arzu
ve iradesinin en üst organizasyonal ifadesi olan devlet, hadim-i millet olarak
meşruiyetini milli iradeden alır. Devletin bu fonksiyonunun ifadesinde ihmal
gösterilmesi, vatandaş ile siyasetçiyi birbirinden koparıp uzaklaştırır; bugün
siyasetin temsil yeteneğini kaybetmesinde ve vatandaş nezdinde parlamentonun
oldukça düşük bir güvenirlik yüzdesine sahip olmasında, sağlıklı bir devlet
anlayışından uzak siyasi tutumların payı çok büyüktür.
Devlet anlayışının, asla toplumla zıtlaşan bir biçimde kavranmadığı, devletin
vatandaşlarıyla, hiçbir faaliyet alanında rekabet ilişkisi içine girmemesi ilkesine
dayandığı tam bir netlikle ifade etmelidir. Devletin tam tersine, bireylerin faaliyet
gösterdikleri alanlarda başarılı olmaları için engelleri kaldırıcı, çabalarını teşvik
edici ve haksız işlemleri caydırıcı, düzgün işleyen ve herkes için geçerli olan
faaliyet ortamlarını, yine onların milli irade şeklinde tezahür ettirdikleri kurallar
(hukuk) çerçevesinde tesis etmek amacını taşıması gerekmektedir.
Bizzat devlet tarafından yerine getirilecek faaliyetlerin kapsamı tespit
edilirken, devletçe yapılması gereken işler değil, ancak etkin ve verimli olarak
devlet tarafından yapılabilecek işler esas alınmalıdır. Ayrıca bu faaliyetlerde
etkinliğin sağlanabilmesi için, devletin, kullandığı kaynaklar ve harcamalar
bakımından mümkün olduğunca küçük, faaliyetlerin sonuçları itibarıyla mümkün
olduğunca güçlü olması gereği vardır.
Devletin vazgeçilmez işlevlerinden birinin de siyasal süreçleri ve talepleri
belirlemek değil, milli iradenin serbestçe tezahürünü mümkün kılacak biçimde
muhtelif siyasal talepleri birbiriyle uyumlaştırıcı bir yasal ve anayasal etkinliği
yerine getirmek olmalıdır.
Devlet, siyasi süreçlere ve taleplere herhangi bir ideolojik kimlik adına
müdahale etmemeli; hiçbir alanda vatandaşlarına herhangi bir ideolojik kimlik
dayatmamalıdır. Zira son yaşanan AKP olayı ile millet, bir kere daha ideolojilere
dayalı devlet anlayışının imkansızlığını ve saçmalığını görme fırsatı bulmuştur.
Etnik, mezhebi ve ideolojik tutumlar, kutuplaşmalara yol açmakta ve yalnızca
sorunları derinleştirmektedir.
Artık her politika kendine özgü maliyet/yarar orantısına göre tartışılmaktadır.
Devlet anlayışının topyekün millet yararına olduğunu ve ortada bir maliyet
hesabına gerek olmadığını göstermelidir. Çünkü bu anlayış doğrudan millet lehine
tek çözümdür ve "milli güçlerin en üst düzeye ulaştırılması" konusunda oluşacak
ortak kanaatin teminatıdır.
21.06.2003
MADENLERİMİZ!
Ülkelerin, kalkınma ve refah düzeylerinin belirleyicisi olarak kabul edilen;
sanayi, enerji ve tarım sektörlerinin temelini madenler oluşturmaktadır. Madencilik,
çok önem verilmesi gereken bir sektördür. Türkiye'nin madencilik fotoğrafına
baktığımızda; Cumhuriyet'imizin kuruluş yıllarında önemle üzerinde durulan bu
sektörün, bugün ki hali üzüntü vericidir. Bu hal, Anadolu Madenciler Derneği
Yönetim Kurulu Başkanı Selahattin Kaya'nın "Madencilik Politikaları" başlıklı
değerlendirmesinde açıkça ortaya konulmaktadır.
"Geç kalmamız, süratli hareket imkanımızı engelliyor. Başta çevrenin
korunması, yanlış bir algılama ile yatırımların engellenmesi şeklinde tezahür
etmeye başladığından, bunları aşmak zorlaşmıştır. Bor, kömür, ve taşkömürü gibi
tek maden çalışmak gayesi ile alınmış milyonlarca hektar ruhsat alanlarındaki
yüzlerce diğer maden atıl durumda kalmaktadır.
Yeterli boksit cevheri var iken yılda 200 bin ton metal alüminyum ithal
ediliyor ve yurt dışına 300 milyon Amerikan Doları ödüyor isek, eğer biz bakır
sahalarımızı tek elde toplayıp gerekli tedbirleri almıyor ve yılda 75/80 bin ton
blister (ham bakır) ithal edip, 125-150 milyon dolar yurtdışına ödüyor isek
milyonlarca ton demir cevheri ile linyit kömürü ithal ediyor, milyonlarca metreküp
mermer potansiyelimiz mevcut iken, yılda 250 milyon dolarlık ihracata yeni ulaşmış
isek ve hâlâ granit mermer ithaline milyonlarca dolar ödüyor isek, altın ülkesi
olduğumuz anlaşıldığı halde, altın ithaline döviz ödüyorsak, 15 yıldır varlığı bilinen
tronayı hâlâ üretime sokamamış isek, bor yataklarımıza rağmen dahilde fiyat
politikamızı doğru saptayamamamız nedeni ile yerli bor sanayiinin gelişmesini
sağlayamamış isek, ferro-krom tesislerimizde üretilen mamulleri kendi ülkemizde
kullanılacak kalitede çelik sanayiimizi geliştirememiş isek, yüzlerce ton toryum
rezervine sahipken bunu bugüne kadar nükleer santrallerde ucuz enerji için
kullanamıyor isek, bir şeylerin yanlış yapıldığı ve yapılmaya devam edildiği kesin
olarak anlaşılıyor.'
Yılların madencisi Selahattin Kaya'nın tespitlerine katılmamak mümkün
değil. Var olan sorununun Türkiye boyutunu resimlemiş. Bu sorunu daha iyi
anlayabilmek için tarihsel sürece baktığımızda ise orada farklı bir boyut karşımıza
çıkmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Marshall Planı'ndan yararlanması için, Türkiye
Cumhuriyet'i ile ABD arasında 4 Temmuz 1948'de imzalanan Ekonomik İşbirliği
Anlaşması'nın 2. maddesinde "Türkiye, tasarrufunda bulunan bilumum kaynakların
müşahedesi ve tetkikine imkan tanıyacaktır..." hükmü mevcuttur.
Bu durumun günümüze yansımasını örneklemek gerekirse; 53. Hükümet
1996 yılında bir Amerikan şirketine Türkiye'nin 7 ayrı bölgesinde 1.2 milyon
hektarlık bir sahada maden arama, çıkarma ve her türlü şekilde değerlendirme
hakkını satmıştır. Anlaşma yapan şirket sayesinde ABD, Türkiye'nin elinde
bulunan madenler üzerindeki tasarruf hakkını, fiilen elinden almıştır.
Bu bilgilerin ışığında şimdi soruyorum:
Madenciliğimizi kimin maniple ettiğini ve Türkiye'nin senede 1.5 milyar
dolarını kapanın kim olduğunu söylememe gerek var mı? Bu duruma imkan
tanıyanın da kendimiz olduğunu itiraf etmeme müsaadeniz var mı?
22.06.2003
TÜRK BOĞAZLARI
Değiştirilmesi mümkün olmayan; coğrafi, topoğrafik ve oşinografik özellikleri
nedeniyle, çok riskli bir yapıya sahip Türk Boğazları Bölgesi'ni; 31 km.
uzunluğunda İstanbul Boğazı, 70 km. uzunluğunda Çanakkale Boğazı ve 224 km
uzunluğunda Marmara denizi olarak tanımlayabiliriz. Türk Boğazları Bölgesi'nde
zaman zaman hızı saatte 6-7 mile ulaşan çok güçlü akıntılar, dar geçitler, sert
rüzgarlar ve yer yer sığlıklar nedeniyle seyri engelleyen birçok unsur
bulunmaktadır.
Türk Boğazları'nın doğal yapısından kaynaklanan unsurların yanı sıra, son
yıllarda giderek artan trafik yoğunluğu da güvenli seyri kısıtlayıcı önemli bir
nedendir. Şöyle ki; Montreux Sözleşmesi'nin imzalandığı 1936 yılında ortalama
olarak yılda 4400 civarında gemi geçerken günümüzde ortalama 47 bin civarında
gemi geçiş yapmaktadır ve bu sayı bölgenin ekonomik değişimine paralellik
göstermesinin yanı sıra genelde artış trendi içerisindedir.
Türk Boğazları'ndan geçiş yapan gemilerin yıllara göre dökümüne
baktığımızda; Türk Boğazları'nda meydana gelecek herhangi bir kazanın ortaya
çıkaracağı çevresel risklerin ne kadar acı sonuçlar çıkaracağını ve bunun çok
düşük bir ihtimal olmadığını düşünmek bile ürkütücüdür. İsterseniz sözü fazla
uzatmadan yıllara göre eldeki istatistik bilgilere bir göz atalım:
2000 yılı içerisinde geçiş yapan 48 bin 079 gemiden 6 bin 093'ü, 2001
yılında geçiş yapan 42 bin 637 gemiden 6 bin 516'sı ve 2002 yılında geçiş yapan
47 bin 283 gemiden 7 bin 427'si tehlikeli madde taşıyan gemilerden oluşmuştur.
Yıllara göre tehlikeli madde taşıyan gemilerin sayılarının artması, işin vahametini
bir kere daha ortaya koymaktadır.
2000 yılı içerisinde İstanbul Boğazı'ndan geçiş yapan 48 bin 079 gemiden,
bin 588 gemi (yüzde 3), 200-250 metre arasındaki gemi olup, bu gemilerden bin
046 (yüzde 2) adeti ise tehlikeli madde taşıyan gemidir. Çanakkale Boğazı'ndan
geçiş yapan 41 bin 561 gemiden, bin 890 gemi 200-250 metre arasındaki gemiler
olup, bu gemilerin bin 171 adeti ise tehlikeli madde taşıyan gemilerdir.
2001 yılı içerisinde İstanbul Boğazı'ndan geçiş yapan 42 bin 637 gemiden,
bin 811 gemi 200-250 metre arasındaki gemi olup, bu gemilerden bin 154 adeti ise
tehlikeli madde taşıyan gemidir. Çanakkale Boğazı'ndan geçiş yapan 39 bin 249
gemiden 2 bin 065 (yüzde 5) gemi 200-250 metre arasındaki gemi olup, bu
gemilerden bin 117 adeti (yüzde 3) ise tehlikeli madde taşıyan gemidir.
2002 yılı içerisinde İstanbul Boğazı'ndan geçiş yapan 47 bin 283 gemiden 2
bin 217 gemi (yüzde 4) 200-250 metre arasındaki gemi olup, bu gemilerden bin
430 adeti (yüzde 3) ise tehlikeli madde taşıyan gemidir. Çanakkale Boğazı'ndan
geçiş yapan 42 bin 669 gemiden 2266 (yüzde 5) gemi 200-250 metre arasındaki
gemi olup, bu gemilerden bin 471 adeti (yüzde 3) ise tehlikeli madde taşıyan
gemidir.
2003 yılının ilk üç ayı içerisinde İstanbul Boğazı'ndan geçiş yapan 10 bin
351 gemiden, 534 gemi (yüzde 5), 200-250 metre arasındaki gemi olup, bu
gemilerden 375 adeti (yüzde 4) tehlikeli madde taşıyan gemidir. 2003 yılının ilk üç
ayı içerisinde Çanakkale Boğazı'ndan geçiş yapan 9 bin 455 gemiden, 616 gemi
(yüzde 6) 200-250 metre arasındaki gemi olup, bu gemilerden 390 adeti (yüzde 4)
tehlikeli madde taşıyan gemidir.
Bu istatistiklerden de görüleceği üzere, coğrafi, topoğrafik ve oşinografik
özelliği hiçbir şekilde değişmeyen Türk Boğazları'ndan geçiş yapan tehlikeli madde
taşıyan gemi ve miktardaki artış nedeniyle, Türk Boğazları'nda meydana
gelebilecek kaza riskinin her geçen yıl arttığı görülmektedir.
11 Eylül'de Amerika Birleşik Devletleri'nde uçağın İkiz Kuleler'e çarpması ile
meydana gelen terör olayı sonrası ortaya çıkan enerjiden, Türk Boğazları'nda
tehlikeli madde taşıyan bir geminin patlamasıyla ortaya çıkacak enerji yaklaşık bin
500 kat daha fazla olacaktır. Bu durum Türk Boğazları'nda meydana gelebilecek
bir kazanın ne kadar tehlikeli olabileceğini çok açık göstermektedir.
28.06.2003
YOLDAN GÜZEL GEÇMEK!
Toplumun içinde bulunduğu ruh hali, Türkiye’yi sorumluluk duygusuna sahip
insanların yaşadığı bir ülke olmaktan hızla uzaklaştıran, kaotik bir yapının
oluşmasına katkı sağlayacak insanların yaşadığı bir toprak parçası haline
dönüştürmektedir. İnsanlarımız, birbirine pusu kurmak da dahil, sorumluluk
duygusundan uzak, her türlü yanlışlığa açık hale gelmiş. Öyle ki;
Hiç kimse, emek vererek bir şeylerin sahibi olmak istemiyor,
Hiç kimse, işini doğru dürüst yapmıyor,
Hiç kimse, karşısındakinin sözünü ciddiye almıyor ve inanmıyor,
Hiç kimse, işlerin düzelmesine kendi eksiklerinin engel olduğunu fark
etmiyor,
Hiç kimse, kendi aklından başka aklı beğenmiyor,
Hiç kimse, başta kendi olmak üzere hiç kimseye güvenmiyor,
Hiç kimse, şikayet etmekten başka bir şey yapmıyor.
Yazık ki, ne yazık!
Oysa aktaracağım anekdotta, var olan sıkıntılarımızın aşılması için,
yapılması gerekenlerin, çok da zor olmadığını, kendimizden başlamamız halinde
bunun mümkün olabileceğini göreceğiz.
Bir ülkenin kralı, halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar vermiş. Bir süre
sonra yolun yapımı tamamlanmış. Kral, yolu halka açmadan önce, herkesin
hatıralarında kalacak bir yarışma düzenlemeye karar vermiş. İsteyen herkesin bu
yarışmaya katılabileceği ilan edilmiş. Bu yarışma, yeni yapılan geniş yoldan “En
güzel geçen insan”ı tespit etmek için yapılacakmış.
Yarışma günü, ülkenin her köşesinden insanlar gelmiş. Bazıları en güzel
arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmiş. Bazıları saçlarını en iyi şekilde
taramış, bazıları da en güzel yiyeceklerini yanında getirmiş. Yarışma başlamış.
Tüm gün, insanlar yoldan geçmişler. Yolu kat edip tekrar kralın yanına dönen
insanlar, krala yol üzerinde bulunan büyükçe bir taş ve moloz yığınının yoldan
geçmelerini engellediğini ve çok zorlandıklarını söyleyerek, şikayette bulunmuşlar.
Günün sonuna gelindiğinde, bir kişinin, üstü başı toz-toprak içinde, yolun
bitiş çizgisine doğru yorgun adımlarla yaklaştığını görmüşler. Herkes yolda tek
başına yürüyen bu adamı takip ediyormuş. Adam, Krala doğru saygıyla yönelerek
içi altınla dolu bir torba uzatmış ve anlatmaya başmış; “Yolculuğum sırasında yolu
kapayan, insanların yolculuk etmesini zorlaştıran bir taş ve moloz yığını gördüm.
İnsanlar rahat etsinler diye bu taş ve moloz yığınını kaldırmak için durdum. Yolu
temizlerken, taşların altında bu altınla dolu torbayı buldum. Halktan kimseye ait
olamayacağına göre, bu altınlar size ait olmalı” demiş.
Kral gülümseyerek cevap vermiş; “O altınların hepsi sana ait.” Yolcu
hemen; “Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar altınım olmadı.” diyerek
itiraz etmiş. Kral gülümseyerek cevap vermiş; “Bu altınları sen kazandın, zira
yarışmanın galibi sensin. Bu yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en
güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir!” demiş.
Yoldan güzel geçmeyi denemek için, yeni bir başlangıç yapmayı arzu eden
insanların yaşadığı Türkiye özlemiyle soruyorum;
Yoldan güzel geçmeye ne dersiniz?
28.06.2003
YAŞAMI TERSTEN YAŞAMAK!
Yaşamın belki de en tatsız tarafı, sona eriş şeklidir. Hiç düşündünüz mü?
Yaşamı tersten yaşamak mümkün olsaydı, daha mı güzel olurdu? Şüphesiz ki
yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Camide, musalla taşında bir tahta sandık içersinde uyanıyorsunuz ve
herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş
vaziyette.
Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes
etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş
bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır
maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız
gittikçe düzeliyor. Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe başladığınız ilk gün, patronunuz size
hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın bir kol saati veriyor...
Ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da hoşa giden bazı gelişmeler oluyor, gittikçe zayıflıyor ve
forma giriyorsunuz. Aktiviteler artıyor, fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor...
Bir gün, babanız ortaya çıkıyor ve "fazla çalıştın" diyor, "artık eve dön, işi
bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun... Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor, ekmek elden su gölden bir dönem
başlıyor. Derken anne ve babanız sizinle daha fazla ilgilenmeye başlıyor, araba
kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde, sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur, keyfine bak,
oyuncaklarınla oyna" diyorlar...
Yemeğiniz ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Ve bir gün anneniz size süt verme kararını alıyor, mama artık her yerde, her
an ve en taze şeklinde hazır, keyfe bakar mısınız?
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık
gürültüsüz ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz. Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir
hücre halini alıyorsunuz.
Nasıl ama ; İŞTE YAŞAMAK ...
06.07.2003
ÜÇÜNCÜ YOL!
Türkiye ile AB arasındaki takvimin yaprakları hızla açılmaya başladı.
Takvimin hızlanması, AKP ile devletin kimi kurumları arasında açıkça kendini
gösteren bir kırılmayı karşımıza çıkardı. 6.Uyum Paketi ile başlayan şüphe dolu
gerginlik, bundan sonra gelecek uyum paketiyle daha da derinleşecek gibi!
Devletin bir kısım kurumlarının, Türkiye-AB ilişkilerinde iki önemli endişeyi
taşıdığını ve bunu zaman zaman seslendirdiğini görmekteyiz.
Bu endişeler;
- AKP, AB şemsiyesinin altına kendi gizli emeli için mi sığınıyor?
- AB, Türkiye’yi içine almak için mi, yoksa ulusal bütünlüğümüzü bozmak
için mi bu değişiklikleri dayatıyor?
Var olan endişeyi ortadan kaldırmakla görevli AKP Hükümeti, bu iki sorunun
cevabını inandırıcı bir şekilde ortaya koymadığı müddetçe, TBMM’den çıkan uyum
yasalarının uygulaması için gerekli olan ulusal mutabakatın oluşması, mümkün
olmayacak gibi gözükmektedir.
Biz değiştik demek, şüphe ortamını güvene çevirmek için yeterli
olamamıştır. Bunu, hem AKP’nin, hem de devlet kurumlarının reflekslerinden
açıkça görmekteyiz.
Türkiye’nin iç dinamikleri açısından bu süreç eğer normalleştirilemez ise,
önümüzdeki bir yıl içinde, hiç kimsenin görmek istemediği bir Türkiye tablosu
çıkabilir!
Kırk yıl sonra “Genç subaylar” tartışmasının yaşandığı bir süreçte
olduğumuzu, İngiltere’de faaliyet gösteren ve uluslararası saygınlığı olan bir
araştırma merkezinin “askeri darbe” olabilir değerlendirmesi yaptığını, Türk
toplumunun rejim değil, geçim derdine düştüğünü, yeni bir ekonomik kriz riskinin
olduğunu kimsenin gözardı etmemesi gerekir.
"Kim haklı? Kim haksız?" tartışmasının, bu süreci normalleştirmeye hiçbir
katkısının olmayacağını, geçmişte yaşadıklarımız bize açıkça göstermektedir.
Kaldı ki, kimi zaman sizin haklı olmanız sonucu değiştirmeyebilir. Haklı-haksız
tartışmasının sadece tribünlere “selam”dan başka bir getirisi olmaz.
Büyük Türkiye ailesinin sıkıştığı bu alandan çıkabilmesi için “üçüncü yol”u
düşünmesi gerekmektedir. Dış yönelimlerinden, iç işleyişine kadar, ahlakı olan ve
21’inci yüzyıl gerçeğini kavrayan yeni bir projeye ihtiyaç vardır.
Bu proje;
Siyasete boşluk bırakmayacak,
Devletin kurumlarının asli işleriyle meşgul olduğu,
AB-ABD denklemini doğru okuyabilmiş,
Demokrasiyi ve Cumhuriyet'i içselleştirmiş,
İç barışı oluşturacak hazmı gösterebilmiş,
Gerçek adalet kavramına ve ölçüsüne inanmış,
Fedakârlığı ulus için ibadet saymış,
Cami yapma yerine, insanların yüreğine cami temizliği kazandırmayı
hedeflemiş,
Türkiyeci, bağımsız, dünyayla ve kendisiyle barışık,
Aç ve ihtiyaçlı insanını fark etmiş,
Kağıt üzerinden Türkiye’yi okumaya çalışmayıp, gerçek Türkiye’yi idrak
etmiş,
Namusluların ölçülerini içselleştirmiş,
Vaadi ve yalanı ayıp kabul eden,
Kategorize etmeyen, karnından konuşmayan, ölçülerin üzerine oturmuş bir
"PROJE " olmalıdır.
12.07.2003
DÜRÜSTLÜK!
Hırsız ve dürüst. Uzunca bir zamandan beri, ülkemizde yaşayan insanların
birbirlerini ağırlıklı olarak bu iki kelimeyle kategorize etmeye çalıştıklarına şahit
olmaktayız. Hırsız-dürüst değerlendirmesini, sağlıklı parametrelerin üzerine
oturtmadan, kendi duruşunu ve ilişkilerini ölçü alan bir bakış açısıyla yapan
insanımız, ne yazık ki koyduğu ölçülerin kendisinde ne kadar tezahür ettiğini bir
türlü sorgulamamaktadır.
Dürüstlük hangi terazide tartılırsa, o terazinin başındaki kişinin ölçü ayarına
göre bir ağırlıkla tedavüle girmektedir. Doğal olarak, standardı oluşmamış
dürüstlük tanımıyla kendini kategorize eden toplumun, yaşanılabilir bir Türkiye'yi
ortaya çıkarması mümkün olamamaktadır.
Aşağıdaki sorulara vereceğiniz cevaplar, ne demek istediğimin daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olacaktır!
- Alışveriş yaptığınız marketteki kasiyer, 10 milyon lira fazla para üstü
verirse, iade eder misiniz?
- İçkiyi su gibi içtiğiniz mekandan evinize dönerken, arabanızı kullanır
mısınız?
- Emlak vergisini ödememeyi düşünür müsünüz? Bunun için ne kadar
çaba sarf edersiniz?
- Güç bela boş park yeri buldunuz. Ama tabelada buranın sadece özürlü
sürücüler için geçerli olduğu yazılı. Ne yaparsınız?
- Yakınlarınızın kullanması için, çalıştığınız işyerinden eve, ofis
malzemesi götürür müsünüz?
- Kaldığınız otel odasındaki havluları veya askıyı çok beğendiniz.
Ayrılırken bavulunuza koyar mısınız?
- Çok yağmur yağıyor, duraktaki otobüse yetişmek için kuyrukta
bekleyenleri görmezden gelip, otobüse binmeye çalışır mısınız?
- Bilgisayarınızda kopya yazılım ya da korsan VCD kullanır mısınız?
- Korsan kaset ya da kitap alır mısınız?
- Boş yolda hız sınırını aşar mısınız?
- Özel işleriniz için, işyerine ait telefonu kullanır mısınız?
- Gayrimenkul aldığınızda, tapuda gerçek fiyatı beyan eder misiniz?
- Başkasına ait bir otomobili kullandığınızda, kendi otomobilinize
gösterdiğiniz özeni gösterir misiniz?
- Bahçenize duvar yaptırırken, komşunuzun fark etmeyeceğini
düşünerek, biraz daha yer kazanmak için onun toprağına taşar mısınız?
- Çay içtiğiniz kıraathanede, garsonun "Kaç çay içtiniz?" sorusuna, doğru
cevabı verir misiniz?
- Bir malı başkasına satarken, aldığınız fiyatın çok üstünde bir kârla
sattığınızı söyler misiniz?
- Zor durumda kaldığınızda yalan konuşur musunuz?
- Bir başkasıyla ilgili görmediğiniz bir olayı, görmüş gibi anlatır mısınız?
Soru, soru, soru...
Sözün hülasası...
Hırsızı, yalancıyı, kötüyü tanımlamadan evvel; dürüstü, doğruyu ve iyiyi
doğru tanımlamak gerekir.
19.07.2003
DOSTLUKLAR!
Ülkemizin içinde bulunduğu şartlar, hepimizin ruh halini bozdu. Hepimizi
çileden çıkardı, kırılgan yaptı. İnsan İlişkilerimiz yıprandı, dostluklar bitme
aşamasına geldi. Birbirimizle laf olsun diye, ağız ucuyla konuşan insanlar haline
geldik.
Kırk yıllık dostluklar eften püften sebeplerle düşmanlığa dönüştü. Aynı evin
içinde yaşayan insanlar, birbirine tahammül edemez hale geldi. Aynı amaç için bir
araya gelmiş insanlar, ayrı hesap yapar hale geldi.
Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanların yaşadığı bir toprak parçasına
doğru giden Türkiye, dünyada hızla yalnızlaşan bir ülke durumuna geldi. Hepimiz,
korkuların esiri, yaşadığımız toprak ise, hapishaneye dönüştü. Kurduğumuz
ilişkilerde “dostu, post; postu, dost” kabul eder hale geldik. Sabırsız ve peşin
hükümlü olduk.
Birliğimiz, dirliğimiz bozuldu. Güven, bilinmeyen bir adrese saklandı.
Kırmızıyı gören boğa misali, birbirimize kinle bakar hale geldik. Dost diye bilmemiz
gerekenlerin en ufak bir yanlışını deve yaptık. Dostumuz olmayanların deve
büyüklüğündeki yanlışını ise, pire gibi görmeye başladık.
Dost kim?
Düşman kim?
Vahim ki, vahim!
Türkiye’yi yönetenlerin bu vahim tabloyu idrak ettikleri kanaatinde
olmadığım için, size bugün dünyanın gelişmiş sekiz ülkesinin arasına giren
Japonya’nın, belki de bu işi başarmasında en önemli itici güç olan “motivasyon”u
ortaya çıkaran öğelerden biri olan “dost”u nasıl tanımladıklarından bahsedeceğim.
Eski Japon kültürüne göre parıldayan her şey değersiz ve bayağı kabul
edilirdi. Yeni bir fincan veya vazo ürküntü verirdi. Çünkü parıldayan bir nesne
yenidir ve yeni olduğundan, henüz kullanımının ona kazandırdığı soylulukla değer
kazanmamıştır. Eskimiş, pek çok kez çay içmekten ötürü kararmış bir fincan,
bizimle yaşamış, sabrımızı ve özenimizi aktardığımız bir eşyadır ve zamanla hem
bizim huyumuzu, hem de duygularımızı yüklenmiş ve bize hizmet ederek bunun
karşılığını vermiştir.
Uzun süreli bir dostluk, zamanın karattığı bir fincanınkiyle eş değerde izler
taşır. Gündelik eşyalarda da, arkadaşlıklarda, dostluklarda olduğu gibi çatlaklar ve
gölgeler bulunur. Bir fincanı fırlatıp atmamak ve bir arkadaşı yaşantından
uzaklaştırmamak için sabır ve sadakat gibi son derece önemli; ama artık sık
rastlanmayan iki duyguya ihtiyaç vardır.
Sabır, yüklendiği rol gereği bir tuğlaya, sadakat ise bir köke benzer. Sabır
acelenin, sadakat ise tüketimin panzehiridir. Bu iki duyguyu fiziksel bir imge olarak
düşünürsek; “Dostluk tuğlalarla örülür, kökler sayesinde gelişir.”
Arz olunur!
20.7.2003
JOHNNY FLORİDA'YA, MEHMETÇİK IRAK'A
Türkiye'nin, ABD karşısında düştüğü durum; çocukluğumda dinlemiş
olduğum bir öyküyü hatırlamama sebep oldu. Hatırladığım bu öyküyü sizinle
paylaşmak istiyorum:
Eski zamanların birinde, geniş bir otlakta, büyük bir öküz sürüsü yaşarmış.
Yaşarmış yaşamasına ama, civardaki aslanlar, bu büyük sürüyü bir türlü rahat
bırakmazmış. Hemen hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin, öyle
yabana atılır bir hayvan değil ki; bir araya toplandılar mı, kolayca def etmesini
bilirlermiş o koca aslanları.
Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. “Herhalde bize bu otlağı terk etmek
düşüyor” demiş aslanlardan birisi. “Evet” diye, tasdik etmiş diğerleri.
“Nereye gideriz?” diye düşünürlerken “Bir dakika!” diye bir ses duymuşlar
gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa, sürünün en çelimsiz, ama
kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan topal aslanmış söze atılan. “Hayır” demiş, “Hiçbir
yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi.” İnanmamış kimse ona
ama “Hadi bir şans verelim ne çıkar” diye düşünmüşler.
Topal aslan elinde beyaz bayrak, gitmiş öküzlerin yanına. Öküzlerin lideri
olan boz öküz, sormuş ne istediğini. Topal aslan “Saygıdeğer öküz efendiler” diye
başlamış lafa; “Bugün buraya, sürüdeki aslanlar adına sizlerden özür dilemek için
geldim. Evet size defalarca saldırdık; ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin
aranızdaki sarı öküz yüzünden. Onun rengi gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı
başımızdan alıyor. Onu gördük mü, ne kadar barışsever olduğumuzu unutup, size
saldırıyoruz. Bütün bu olanlar sarı öküzün suçu. Verin onu bize; siz de kurtulun,
biz de barış içinde yaşayalım!..” Boz öküz, sürünün önde gelenleriyle görüşmek
üzere geri çekilmiş. Hepsi de sıcak bakmışlar bu teklife. Bir tek yaşlı benekli öküz
“Olmaz!” demiş ama kimseye dinletememiş sözünü. Zavallı sarı öküz, teslim
edilmiş aslanlara. Diğerleri üzülmüşler üzülmesine ama elden ne gelir ki? Bütün
sürünün selameti için bir öküz... Gerekliymiş bu. Gerçekten de günlerce sürüye
saldıran olmamış. Huzur içinde geçer olmuş günleri. Ama aslan milleti bu, ne
kadar sabreder ki? Hele öküz etinin tadını aldıktan sonra... “Acıktık.” demişler.
Topal aslan boz öküzün yanına giderek “Selam” diye girmiş söze:
“Gördünüz ya, biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Yalnız, buraya bunu söylemek
için gelmedim. Büyük bir problemimiz var!..” “Nedir?” demiş boz öküz merakla.
“Şu sizin uzun kuyruklu öküz” demiş, topal aslan ve devam etmiş: “Öyle uzun bir
kuyruğu var ki, nereden baksak görünüyor. O kuyruğunu salladıkça, bizim de
aklımız başımızdan gidiyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi
zor tutuyoruz. Gelin, verin onu bize, bu konuyu burada kapatalım. Eskisi gibi barış
ve huzur içinde, iki tarafta hayatını sürdürsün.” Boz öküz yine istişare yapmış
sürünün ulularıyla. Yine sadece benekli öküz olmuş karşı çıkan. Hepsi de “Verelim
gitsin.”
demişler.
İstişare daha da kısa sürmüş bu defa. Dışlamışlar uzun kuyruğu sürüden. Saatler
sürmüş zavallının çırpınışları; ama sonunda o da yenik düşmüş aslanlara.
Birer birer gitmiş...
Tekrar tekrar yinelenmiş bu olanlar. Her geçen gün daha da semirmiş aslanlar,
alabildiğince güçlenmişler. Öküzlerse her geçen gün daha da zayıflamışlar,
seyreldikçe seyrelmişler. Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış. Artık bir
sebep bile söyleme gereği duymuyorlarmış. “Verin bize şu öküzü sonra
karışmayız.” diyorlarmış. Zavallı öküzlerin “Hayır” diyebilecek güçleri kalmamış,
hepsi birer birer can veriyorlarmış aslanların pençesinde. Boz öküz de aralarında
olmak üzere birkaçı kalmış en sona. “Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu savaşı
aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük?” diye sormuş biri boz öküze. “Biz
demiş boz öküz, gözleri nemli ve sesi pişmanlıkla titreyerek, “Sarı Öküz”ü
verdiğimiz gün kaybettik bu kavgayı!..”
Sürçü lisan ettiysem affola!
26.07.2003
KASA BOŞ!
Türkiye, adeta kasası boş ve harcaması çok olan bir işletme durumuna
düşmüştür. 20’inci yüzyılın son yarısını içine alan bir dönemi ve 21’inci yüzyılın ilk
iki yılını boş kasa ve bol borçla tamamlayan Türkiye'nin bu hali, kaotik bir döneme
doğru hızla sürüklenmekte olduğumuzu işaret etmektedir. İşin acı veren tarafı,
kaotik gidişatın emarelerini ara ara hissetmemize rağmen, yöneticilerimiz bu gidişe
dur diyecek bir çıkışı ortaya koyamıyor ve promosyon kültürünü devam ettirme
yarışını en üst noktada nasıl tamamlarım diye, tribünlere selam vermeye devam
ediyor.
Ey Türkiye sakinleri, “Türkiye Cumhuriyet'i Devleti’nin kasası boş!” deme
cesaretini, hiçbirimiz gösteremediğimiz için “Ona var da bize yok mu?” anlayışının
tutsağı olmaktan kurtulamıyor, demokratik sistemin dışındaki arayışlara yönelme
noktasına geliyor ve yaşadığımız çağdan uzaklaşıyoruz.
Promosyoncu siyasetle, darbelerin arasına sıkışmış zavallı bir ülke
konumuna gelmemize sebep olan 250 milyar dolar borcu ödemenin yolunun, gece
gündüz demeden aç sefil kalma pahasına çalışmaktan, üretmekten ve satmaktan
geçtiğini idrak etmiyor, avanta peşinde koşmaya devam ediyoruz. Sonra ne mi
oluyor?
Başına çuval geçiriliyor, kırmızı çizgileriniz siliniyor, Kore'den başlamak
üzere tabutunuza fiyat biçiliyor. Ayıp ki ayıp!
Arlanma, utanma, sıkılma duyguları, adresini bilmediğimiz bir yere gitmiş
olmalı ki; ar damarımız çatlamışçasına ortada salınarak dolaşıyor ve boş kasadan
talep etmeye devam ediyoruz. Beni ilgilendirmez tabut mu satarsın? Borç para mı
bulursun? Yeter ki yeşil doları bul ve bana ver! Borcumu sil, bankamı kurtar,
şirketimi kurtar, maaşıma zam yap, mahsulüme fazla para ver, kredi ver, ihale ver,
ver, ver, ver...
Promosyona dayalı siyasetin verme becerisine göre iktidarda kaldığı, yeni
promosyoncu siyasetçilerin pusuda yattığı, promosyon alışkanlığından uzak
olmayan darbecilerin yaşadığı, çalışmadan talep etmeyi alışkanlık haline getirmiş
insanların ülkesi: Türkiye!
Yok efendim! 21’inci yüzyıl, Türklerin yüzyılı olacakmış.
Bir Türk dünyaya bedelmiş.
ABD bize muhtaçmış.
Türkiye olmadan bu bölgede bir şey yapılamazmış.
AB'nin eli mecburmuş.
Türk tekstili dünyada bir numaraymış.
Bizim koylarımızın dünyada eşi benzeri yokmuş.
Komşusu aç iken, tok yatan bizden değilmiş.
Türkler çalışkanmış.
Bin yıllık devlet geleneği imiş.
Faziletli olmakmış, onurmuş, ahlakmış.
Demokrasiymiş, Cumhuriyetmiş.
Dini bütünmüşüz, imanlıymışız.
İmtiyazsız, sınıfsız bir toplummuşuz.
Türkler dünyanın en zeki milletiymiş.
Miş, miş, miş miş...
Küçüklere masallar!
Bir varmış, bir yokmuş....
27.07.2003
YENİ VİETNAM!
IRAK'TA, Amerika'nın saplandığı bataklığı Vietnam'a benzetenlerin sayıları,
her geçen gün artıyor. Irak'ta, hemen her gün, Amerikalı asker öldürülüyor. Irak'ta,
Saddam'a bağlı olmayan farklı direniş örgütlerinin sayısı hızla çoğalıyor.
Sadece, Kuzey Irak'ta kontrolü elinde bulunduran ABD, derinliği olmayan
duygusal politikalarıyla, Irak'ta ve Ortadoğu'da işi içinden çıkılmaz hale getirmeye
başladığını bir türlü fark edemiyor.
ABD, işgalci görüntüsüne yeni suç ortakları ekleyebilmek için, başta Türkiye
olmak üzere, çeşitli ülkelerden asker talep ederek, bataklığın büyümesine ve
kontrolden çıkmasına yardımcı oluyor.
ABD, artık düşünemiyor, sadece hareket ediyor!
İşgalci konumuna düşen ABD ve ortaklarının, Arap milliyetçiliğinin birinci
hedefi olduklarından, artık kimsenin şüphesi olmasın.
Sakın Arapların gevşekliğine bakarak: “Bunlardan bir şey olmaz. Bunların
milliyetçiliği, Şiiliği kaç yazar?” diye düşünmeyin. 60 yıldır süren Arap - İsrail
Savaşını bir an için düşündüğünüzde, bunu çok açık görürsünüz.
İmparatorluk histerisine tutulmuş ABD'nin imparatorluk kurgusu, güce ve
kana dayalı olduğu müddetçe; yeryüzünün huzura kavuşması mümkün
olmayacak. İmparatorluklar mezarlığının en yaşlı üyesinin adalete ve üleşime
dayalı imparatorluk olduğunu göremeyen ABD, şuurunu ve izanını yitirmiştir.
Özellikle bizim de içinde yer aldığımız bölge başta olmak üzere, yeryüzünün
korkunç sarsıntılar geçirmesine sebep olan gidişin, aslında durdurulması o kadar
da zor değildi.
Yeryüzü nüfusunun yaklaşık 1/4'nün açlıkla iç içe olmasının, bu savaş halini
ortaya çıkardığını ABD kabul etmiş olsa ve bu insanların dünyadaki diğer
insanların standardına ulaşacak hale gelmesine yardımcı olsa idi, münferit
çatışmaların olduğu bir dünya ortaya çıkardı. Büyük çatışmaların olduğu dünya
yok olurdu.
ABD, Irak'a askeri müdahale yapma yerine; ülkelerin ve toplumların
sanayileşmesine, karnını doyurmasına, üretmesine, alışveriş yapmasına,
demokratikleşmesine yardımcı olsa; bu hem daha az maliyet gerektiren, hem de
gerçekten ABD'ye imparatorluk tacını giydiren bir sonucu önümüze çıkaracaktı.
Kâr-zarar hesabını iyi yapan ABD'nin de, anlaşılıyor ki şimdiki yönetimi,
kabile yöneticisi derinliğine sahip insanlardan oluşmuş. Kâr-zarar hesabı
yapamıyorlar. Hoş, bu yönetici tipi, sadece ABD halkının başına iş açmıyor;
kendisine benzer farklı ülke yöneticilerinin de azmasına sebep oluyor.
21’inci yüzyılda yeryüzünün, eksikliğini en fazla hissettiği şey; 20’inci
yüzyılın krizlerini aşabilen derinlikte ve becerideki yöneticilere sahip olmamasıdır.
Bu eksikliğin, çıplak gözle bakınca, aynaya yansıyanı ABD'nin liderliğidir.
Bu liderlikten, imparatorluk çıkmaz!
Kan ve gözyaşı çıkar!
VİETNAM çıkar!
03.08.2003
ABD'NİN MİLADI, 11 EYLÜL
Beni haddimi aşmaya ve Amerika izlenimleri yazmaya zorlayan;
ülkemizdeki anlatımların genelde Amerikalı siyasi figürlerin ve düşünce
kuruluşlarının gözüyle kağıda ve söze düşmesi oldu. Amerika izlenimlerini
aktaranların ağırlıklı bir bölümü, ziyaretine gittiği veya toplantısına katıldığı
kuruluşun sunduğu Amerika'yı ölçü alır ve o pencereden bakarak yazar.
Oysa, bir de Amerikan vatandaşlarının gözüyle bir Amerika
değerlendirmesini kağıda dökmek gerekiyordu. Bu gerçekten yola çıkarak
yazmaya karar verdim. Bunu yaparken de mümkün olduğunca objektif olmaya
gayret ettim.
Zenci, beyaz, dinli, dinsiz, zengin, fakir, şu milliyetten, bu milliyetten tüm
Amerikan coğrafyasında yaşayan insanların, Amerika'ya ve dünyaya ait
düşünceleri ve tespitleri nelerdi?
Çok farklı sosyal kesitlerde ve konumlarda bulunan insanlarla yaptığım
görüşmeler ile ilgili izlenimlerimi ve kendi tespitlerimi, “İçeriden Amerika nasıl
görünüyor?” sorusunun üzerine oturtmaya gayret ettim.
Irak'a rağmen, 11 Eylül gündemin birinci maddesi ve Amerikalıların örtülü
kızgınlığı Birleşik Devleler coğrafyasının dışa açılan önemli kapılarından biri olan
Şikago-Ohare uluslararası havaalanında uçaktan indiğim an ilk fark ettiğim şey, 11
Eylül’deki ikiz kule saldırısı Irak'a rağmen hâlâ ABD'nin gündeminin birinci
sırasındaki yerini koruduğudur. Havaalanında ABD pasaportuna sahip olmayan ve
“diğerleri” diye adlandırılan, içinde biz Türklerin de bulunduğu ağırlıklı olarak Asya
kökenli insanların pasaport işlemleri için -ellinin üzerinde banko olmasına rağmen
sadece dört tanesini açık tutarak- saatlerce üst üste bekletilmesi, ABD yetkililerinin
adeta “Niye geliyorsunuz ne işiniz var?” dercesine “örtülü” bir kızgınlığını
hissettiriyordu. Pasaport kuyruğunda tanıştığım bir Türk, 26 yıldır Amerika'da
yaşadığını; 11 Eylül'den sonra 24 yılda görmediği sayıda polisle karşılaşmaya
başladığını, polisin büyük köpeklerle dolaştığını ve sertleştiğini anlattı.
Yetkililerin davranışları da sert ve şüpheciydi. Amerika'ya farklı tarihlerde
yaptığım seyahatlerle, şimdikini mukayese ettiğimde bunu çok daha açık
görüyordum. Daha sonra Amerikan vatandaşı olmayan Asya kökenlilerle yaptığım
sohbetlerden edindiğim izlenim beni şaşırttı.
Gerek Amerikan yetkilileri gerekse Amerika'da yaşayan insanlar 11 Eylül'ü
çok önemsiyor. Buna karşılık, Irak ve Irak'ta yaşananlar, Amerikan kamuoyunun
gündeminde asla 11 Eylül kadar yer tutmuyor.
Tüm mekan ve otomobillerde asılı duran ABD bayrağı, yabancıların da
sığınağı haline gelmiş.
Amerika'da kamuoyu oluşturma gücüne sahip kişi ve kuruluşların, ABD'nin
21’inci yüzyıl vizyonunu oluşturmaya çalıştıkları tartışmaların da ana eksenine 11
Eylül oturmuş. Gittiğim her yerde göze ilk çarpan şey Amerikan bayrağının, tüm
mekanlarda ve otomobillerde görülür şekilde asılı olmasıydı. Milli refleksin
tezahürü olarak görülen bu durum, ABD vatandaşı olmayanların da kendilerini
korumak ve yanlış anlaşılmamak için yaptıkları zorunlu bir işe dönüşmüş.
Amerikan medyasının ve siyasetinin içinde oluşan kırılmalarda, 11 Eylül’ün önemli
bir yeri olduğunu, yansımalardan çok rahat görmek mümkün.
Kısaca, 11 Eylül Amerika için bir milat!
ABD; farklı din, dil, ve renge sahip milyonların yaşadığı küresel köy veya
ada devletinin adı.
Amerika'nın içinden Amerika'ya ve dünyaya bakmak,
Amerika'ya ve dünyaya bakmakla hiçbir şekilde mukayese edilemez.
Türkiye'den
İçinden baktığımda gördüğüm Amerika; insanlığın teknolojide yakaladığı en
üst noktanın sergilendiği bir fuar gibi, insanlığın yerleşim, çevre ve ulaşımda en
ideal ölçüleri yakalamış olduğu bir coğrafya gibi, mimarinin ve estetiğin sergilendiği
bir müze gibi, farklı dil, din ve renge sahip milyonlarca insanın bir arada yaşadığı
bir küresel köy gibi, yaratıcı insanların yarıştığı büyük bir okul gibi, çalışanla
çalışmayanın farkının hissedildiği bir terazi gibi, küstahlığın ve nezaketin bir arada
yaşandığı bir masal gibi, yeryüzünde kendi ülkesinin insanlarına hukuku en iyi
hissettirmiş olan bir ada devleti gibi, halkının yüzde 80'inin iş ve yemek dışında bir
şey düşünmediği bir kurgu gibi, yönetenlerle yönetilenlerin asla yüz göz olmadığı,
ağır bir makinenin çalışma hızına sahip mekanik insanların yaşadığı bir ayrı
galaksi gibi, korkaklığın ve güvensizliğin saklandığı gizli bir yer gibi, sahip olduğu
gücü her alanda baskıya dönüştüreceğini hissettiren bir kabadayı gibi...
New York'taki elektrik kesintisini o bölgede olmam münasebetiyle yaşadım.
Enteresandı! "Elektrik kesintisi" 11 Eylül şokuna dönüştü ve Amerikalılar, korkular
ülkesinin vatandaşı oldu.
İnsanların korkaklığı ve güvensizliği, saklandığı yerden çıkarıp ruhlarına
yapıştırdığı ve bunu sergilediği bir tiyatro gibiydi. Teknoloji fuarının nadide
ürünlerinden biri yok olunca hayat durdu. İnsanlar huzurlu ve güvenli bir ülkenin
vatandaşı olmaktan çıkıp, korkular ülkesinin vatandaşı olma noktasına en çok 3-5
dakika içinde geldiler. Düzen, bir dakikada karmaşaya ve kaosa dönüştü. Oysa
birkaç dakika evvel, 2002 yılında ülkemizden bir milyon insanın vatandaşı olmak
için müracaat ettiği, milyonlarca insanın yerleşmeyi istediği, tıkır tıkır çalışan bir
sistemin olduğu bir ülke söz konusuydu. Milyonlarca insanın 11 Eylül’ün şokunu
hâlâ üzerinden atamadığını görmek için New York’taki elektrik kesintisi sonrası
ortaya çıkan tablo yeterince açıktı.
Bush yönetimi ABD kamuoyunda, bir dönem Ecevit hükümetinin Türkiye'de
yaşadığı güven sıkıntısına benzer bir sıkıntı ile karşı karşıya kalmış. Halk ile
yönetim arasındaki güven sorunu derinleşmekte. Özellikle dış politikada, Bush
yönetiminin uygulamaları sürekli şüphe içinde karşılanmakta. Bush'un göreve
gelişinde 99 cent olan benzin, şu anda 2 dolar 10 cent. Benzindeki yüzde yüzden
fazla olan artışı, Amerikalıların yüzde yüz hayat pahalılığı içinde olması anlamına
geliyor. Vergilerin artması, zamların neden olduğu hayat pahalılığı Bush
yönetiminin itibarını zayıflatıyor. Amerikalı, Bush'un birlikte olduğu ve arkasındaki
güçleri de sorgulamaya başlamış.
Vergilerin artışı ile halk gayrimenkule yönelmiş. Emlak piyasası canlanan
Amerika'da, "1933 ekonomik kriz" sendromu yaşanıyor. 1933 yılında Amerika'da
yaşanan büyük ekonomik kriz benzeri bir krizin kapıda olduğu dillendirilmeye
başlanmış.
Amerika'da yüksek maaşla çalışan insanlar da tedirgin. Tıpkı Türkiye'de
olduğu gibi, yüksek maaşla çalışanlar işten çıkarılıp, yerine daha düşük maaşla
çalışan insanlar işe alınıyor. Amerikalı, ucuz iş gücüne karşı işini kaybetme
korkusu da yaşıyor.
Şikago borsasında çalışan Bülent Altınkaya'nın anlattıklarından ve çeşitli
sektörlerde işveren ve işçi olarak çalışan insanlarla yaptığım sohbetlerde, ciddi bir
ekonomik daralmanın yaşandığı, işsizliğin hızla arttığı, alım gücünün azaldığını
gördüm. Amerikalılarda müthiş derecede “işimi kaybedebilirim” korkusu hakim
olmuş. Tüketim histerisine tutulmuş bu toplumda işsizlik, global bir korku haline
dönüşmüş. Yüksek saat ücreti olan işçiler çıkarılarak asgari ücretle yeni işçi alımı
çok yaygın bir hal almış. Mevcut iktidarın, seçimlerde işinin epey zor olduğunu,
eğer ekonomiyi ve Irak'ı halledemezse baştan kaybedeceği yaygın bir görüş haline
gelmiş.
Kaliforniya Eyalet Valiliği seçimine katılan ve ülkemizde "Terminator"
filmlerinden tanıdığımız Arnold Schwarzenegger'in seçimin favorisi haline gelmesi
medyanın yoğun gündeminde. Seçim kampanyasının tüm masraflarını, kendi
kaynaklarından karşılayacağını söyleyen Schwarzenegger'in yumuşak karnı savaş
yanlısı olması. Bush yönetiminin kendi seçimleri öncesi bir "pi-ar" denemesi olarak
da düşündükleri California seçimlerine ölümüne asıldıkları görülmekte.
Amerika'nın politikalarının belirlenmesinde çokseslilikten, çok başlılığa
doğru giden bir sistem kırılması yaşanıyor. Bush'un etrafındaki çalışma arkadaşları
ayrı ayrı kaskların temsilcisi gibi davranmakta ve bu kamuoyu tarafından
bilinmektedir.
Amerika'nın dünyaya dair politikaları, içerden bakıldığında çok netleşmiş ve
oturmuş gözükmemekte! Mevcut iktidarın şahin kimliğinin, Amerikan halkının
büyük bir bölümü tarafından tasvip edilmediği çok açık görülüyor. Bir milyona
yakın Amerikan askerinin dünyanın farklı noktalarına gönderilmesi, bu askerlerin
ailelerinin ve kamuoyunun şiddetle tepkisini çekmekte.
Asker ailelerinin serzenişleri ve korkuları, Türk milletinin tarihi acısını
hatırlatan "Yemen türküsü"nü çağrıştırıyor gibi. Bu ailelerin evlerinin önündeki
ağaçlara astığı "sarı kurdele", tüm Amerikalıların yaptığı bir iş haline dönüşmüş.
Ciddi bir şekilde savaş karşıtı kamuoyu oluşmakta. Amerikan kamuoyu belki de
tarihinde ilk defa iç ve dış politikayla bu kadar ilgili.
Türkiye ile ilgili olarak Amerikan halkı nezdinde bir problem gözükmemekte.
Aksine Türkiye'nin kaybedilmemesi gereken bir müttefik olduğu düşüncesi hakim.
Amerikan siyasetinin belirleyici odaklarında Türkiye gündemde. Asya'da Türkiye ile
birlikte ortak hareket etme fikrini savunanların sayısı hiçte azımsanmayacak
oranda. Mevcut iktidarın Türkiye'ye "parya muamelesi" yapmaya kalkması,
Amerikan kamuoyunda tepki çekiyor. Türkiye'de bazı çevrelerin "Amerika bize
kızdı, eyvah öldük bittik" feryatları buradan bakınca çok inandırıcı değil. TBMM'nin
çıkarmış olduğu 6. ve 7. Uyum Paketleri Amerika'da bin kişinin gündeminde bile
değil. Oysa TBMM'nin reddettiği tezkere milyonlarca insanın gündeminde.
Yayılmacı bir Amerika'nın maliyetinin çok yüksek olduğu buradaki
entelektüel çevrelerde yaygın bir kanaat. Amerika'nın, Irak'taki gelişmelerden
dolayı bir başka ülkeye askeri müdahale yapması, ne kamuoyu nezdinde ne de
ekonominin şartları içinde mümkün gözükmektedir. Irak'ta yaşananlarla ilgili ciddi
bir medya sansürünün olduğu bizzat Amerikalılar tarafından ifade ediliyor.
ABC TV'nin yaklaşık üç saatlik Ermeni kaseti yayınladı. Bu kaset, Ermeni
tarihini anlatılıyor: Ermenistan'ın asıl başkentinin Ani olduğu ifade ediliyor. Kars,
Ermenilerin en çok alaka duyduğu yer deniliyor. Abdulhamit'i, Ermeni katliamcısı
ve tehcir padişah ilan etmişler. Bu kaseti ulusal televizyon kanalı üç saat
yayınlıyor. Program kaseti de, marketi yapılacak şekilde yüz dolara satışa sunuldu.
Programın yayınlanmasını bir Ermeni komitesi programlıyor. Programı
seyrettirerek telefonlarla zengin Ermeniler'den para topluyorlar. Seyrettiğim saatte
180 bin dolar toplanmıştı.
Daha önceki seyahatlerimde tespit ettiğim hızla yaygınlaşan İslam'ın büyük
fotoğrafı 11 Eylül'den sonra ortadan kaybolmuş. Sanki Amerika için bir iç tehdit
noktasına gelen İslam'ın 11 Eylül ile beraber uzun bir süre hareket edemeyecek
hale geldiği görülmekte.
Müslüman kimlikli insanların kendilerini kamufle etmek için çeşitli yollara
başvurduğu ve korktuğu yaygın bir görüş. İslam'ın terörü çağrıştırdığı kanaati
Amerikan kamuoyunda epey yaygın. Bu kanaatin yanında İslam ülkeleriyle
ilişkilerde doğru rotanın bir türlü tutturulamadığını düşünenlerin sayısı da oldukça
fazla.
İsrail politikalarının Amerikan kamuoyunda kritize edilmesine pek sık
rastlanmazken, 11 Eylül'le birlikte Amerikan-İsrail ilişkilerinin de geniş şekilde
tartışıldığını ve İsrail'in ağırlıklı olarak eleştirildiğini görmek artık mümkün.
Anlayacağınız İsrail'in güdümünde bir Amerikan iddiası gittikçe zayıflıyor.
Artık "Amerika'yı kim yönetiyor?" sorusuna cevap arayan ve İsrail'in
ağırlığını tartışan bir Amerika var. Amerika-Avrupa ilişkileri, sanki Amerika'nın çok
ciddiye aldığı bir konu değilmiş gibi!
Şikago ve New York'ta yaşayan Türkiye kökenli insanlarımızla yaptığımız
konuşmaların ağırlıklı kısmı Türkiye idi. Söylediklerine bakınca bu insanların
Amerika-Türkiye ilişkilerinden Türkiye'nin ekonomisine kadar her konuda bilgi ve
fikir sahibi oldukları görülüyordu.
Amerika'daki sistemden örnekler vererek Türkiye'nin birçok meselesinin
aşılabileceğine olan inançlarını sık sık vurguluyor ve bunun başarılamamasının
sebeplerini bulmaya çalışıyorlardı.
New York Türk Ocağı Başkanı Aziz Demirbulaklı, ikinci ve üçüncü neslin
büyük bir kültür şokuyla karşı karşıya olduğunu söylüyor, bunu önleyecek
faaliyetler için Dışişleri Bakanlığımızı daha duyarlı olmaya davet ediyordu.
New York'ta Amerika'nın siyaset adamları ile yakın ilişkisi olan ve New York
Belediye Meclisi Üyeliği önerilen işadamı Menderes İnci ise, Türkiye'de yatırım
yapma heyecanlarının çeşitli bürokratik engeller ve suiistimallerden dolayı
kırıldığını söylüyordu. Çalıştığı mekanlardan, mutfağına kadar Türkiye diyen
Menderes İnci'nin bu noktaya gelmesi üzücü.
Şikago'da faaliyet gösteren Güzeldere ailesine ait şirketin Konya-Huğlu'dan
getirip sattıkları tüfeklerin hızla beğeni kazanması sevindirici. Mehmet Ali
Güzeldere'nin, doğru üretimin ve iş ahlakının prensip alınması halinde Türk
mallarının giremeyeceği pazarın olamayacağını söylerkenki heyecanı insanı
gururlandırıyor.
Anadolu Ajansı'nın temsilcisi sanat adamı Yücel Dönmez'in medikal üzerine
yaptığı çalışmaların, Amerika'da ses getirmesini duymak güzel.
Ökkeş Kaya'nın, Amerika'daki taksicilik sistemiyle ilgili tespitleri ve
Türkiye'ye dair önerileri adresini bulamamış bir mektup gibi. Kavgacı zencilerin
bulunduğu semtte 20 yıldır otomobil tamirhanesi bulunan Özer Taşdelen'in barışçı
kimliği ile hiçbir kötü olayla karşılaşmaması, gururlanmama sebep oldu.
Atilla Dönmez'in kış sporundaki başarıları, Durdağı Acar'ın limuzin
servisinde yakalamış olduğu kalite, Bülent Altınkaya'nın Şikago borsasındaki
başarısı, Türkiye adına birçok mesajı barındırıyor.
30.08.2003
5 BİN KİŞİ İNTİHAR ETTİ!
Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü tarafından yurt genelinde
yapılan araştırmanın sonuçlarına göre; Türkiye'nin dünya ülkeleri arasında intihar
edenlerin sayısı bakımından ilk 20'ye girmiş ve geçen yıl Türkiye'de yarısından
çoğu erkek olmak üzere 5 bin 16 kişi canına kıymıştır. Araştırmanın intihara
götüren sebeplerle ilgili tespitlerinin ilk sırasında, ekonomik sorunlar yer
almaktadır. İntiharların 15-35 yaş grubu ile 65 ve üzeri yaş gruplarında daha sık
görüldüğü de araştırmanın ortaya çıkardığı bir başka gerçek!
Merak ediyorum, Türkiye'de her şey güllük gülistanlık diyenler bu
araştırmadan haberdar mı? Bence değiller!
Yönetenler, bu acı gerçek karşısında "Türk Lirası'ndan 2004 yılında 6 sıfır
atacağız" diyorlarsa, haberdar değildirler. Yönetenlerin haberi olsa, banknotun
üzerinde değişiklik yapınca paranın kıymetli hale geleceğini düşünmezler. Çünkü
paranızın değerini, sizin ekonomik hacminiz ve yeryüzünün diğer kıymetli paraları
karşısındaki taşıdığı değer belirler. Eğer haberdar olsalardı, ekonominin gerçek
fotoğrafına göre davranırlardı.
Türkiye'nin "show-room" larında yaşayanlar haberdar mı? Zannetmiyorum!
Gazetelerin üçüncü sayfalarındaki haberler olmasa, intiharı ancak filmlerden
izledikleri kanaatindeyim. Belki biraz da arada sırada komşunun veya bir tanıdığın
tüketim histerisinin sonunda geldiği intihar vakalarının, dedikodularının sayesinde
haberdar olmaktadırlar. Kaldı ki bu haberdarlık da kalıcı haberdarlık değildir.
Anlıktır! Birkaç dakika sonra unuturlar!
Araştırmanın ortaya koyduğu gerçekleri fark etmeden fanusta yaşayanların
yön verdiği, rotasını belirlemeye çalıştığı Türkiye'de, işimizin ne kadar zor olduğu
acı bir gerçek.
Yeniden araştırmanın acı sonuçlarına dönecek olursak;
İntiharların yaş dağılımına bakınca 15-35 yaş grubunun ağırlıklı olarak
karşımıza çıkmasının yegane sebebinin işsizlik, buna dayalı olarak evlenememe
ve geçim sıkıntısının olduğu ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Bu yaş grubundan
hemen sonra gelen 65 yaş ve üzeri grubun ise ağırlıklı olarak geçim sıkıntısı ve
sahipsizlikten kaynaklanan sebeplerden intihar noktasına geldiği görülmektedir!
Sonuçların ortaya koymuş olduğu bir başka gerçek de, kentlerde intihar
oranının daha yüksek olmasıdır. İşte, tüketim bombardımanıyla karşı karşıya
kalmış kentin savunmasız sakinlerinin acı dramı, "Kentin taşı toprağı altındır"
hikayeleriyle kente taşınmış insanların acı sonları. Yazık!
Araştırmayı yapan kurumun ilgili olduğu bakanın, bu araştırmanın
sonuçlarını kabine arkadaşlarıyla paylaştığına dair bir veri elimde olmadığından,
hükümetin ve bazı çevrelerin haberdar olmasını sağlamak için bu acı gerçeği
sizlerle paylaşıyorum.
Nafile olduğunu bilerek!
14.09.2003
ÇİN İŞİ
Dünya Ticaret Örgütü, 1 Ocak 2005 tarihi itibariyle tekstil ve konfeksiyon
sektörleri önündeki bütün kotaları kaldırmayı hedefliyor.
Bu durum, arkasına ucuz işgücünü alan Çin'in, Türkiye'nin de yer aldığı
pazarlarda büyük şans sahibi olmasını sağlayacaktır. Türkiye'nin pazarını
kaybetmesi hali, 2 milyon kişinin de işini kaybetmesine neden olacaktır.
"Nereden çıktı bu Çin?" demeyin. Evet, yeryüzünde kocaman bir güç
merkezi, kendisinden haberi olsun olmasın tüm pazarları istila edecek hale gelmiş
durumda, bu güç merkezinin adı Çin.
Ülkemizde, Amerika, Avrupa Birliği ve Ortadoğu dışında başka yeryüzü yok
algılaması uzun süredir hakim. Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'ün,
zaman zaman Türkiye'nin gündemine Çin'i getirme gayreti gözardı edilmemeli.
Ama, anlaşılıyor ki, o da sesini duyuramıyor! Ankara Ticaret Odası'nın, Çin
mallarıyla ilgili saha araştırmasının sonuçları oldukça ilginç! Bisikletten, seramiğe,
çantadan elektronik eşyaya kadar, Türk mallarının yerini alan Çin malları, 25
sektörü etkilemektedir. Çin mallarının en fazla yer aldığı sektörlerin başında;
saraciye, cep telefonu, oyuncak, elektronik ve bilgisayar yer almaktadır. Saraciye
sektörünün yüzde 100'ü Çin'den ithal edilen ürünlerden oluşurken, oyuncak
sektörünün yüzde 80'i, cep telefonu sektörünün yüzde 80'i ve diğer elektronik
cihazların yüzde 50'si Çin mallarının istilasına uğramış durumdadır.
Türkiye, kayıtlı olarak Çin'den yılda 1 milyar dolarlık ithalat yapıyor. Kayıt
dışıyla birlikte bu rakamın yaklaşık olarak 3-4 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor.
Bugün Çin'den iki dolara bisiklet ithal etmek mümkün. Evet yanlış anlamadınız! 3
milyon Türk Lirası'na, bizim 100 milyon lira civarında sattığımız bisikletleri almanız
mümkün.
Tonu 200 dolardan seramik ithalatı yapmak mümkün. Oysa aynı seramik
hammaddesinin ton fiyatı Türkiye'de 600-800 dolar arasında değişiyor. Velhasıl
durum bu! Çin mallarının, yeryüzünü istilasında büyük hedef haline gelmiş
Türkiye'nin, Çin'i gündemine oturtturamamasının özel bir sebebi olduğu
kanaatinde değilim. Ancak, hem iç pazarda, hem de dış pazarda bizi un ufak
edecek böyle büyük bir gücün, Türkiye'nin gündemine sadece protokol ve bir
miktarda dişe dokunmayan ticari anlaşmalardan dolayı gelmesini doğrusu
garipsiyorum.
Çin'in uyanan bir dev olduğu zaman zaman gazetelerimizin sayfalarına
düşmüş olsa da, Çin'in pazardaki yayılmacılığını fark edememenin ağır faturasını
ödemek zorunda kalmamız ve bundan sonra daha da ağır fatura ödeyeceğimizi
görmek, aklı başında olan her vatandaşımızın canını sıkacağı gibi, benimde
canımı sıkıyor! Bende bu can sıkıntısını sizlerle paylaştım.
Çin'i fark edemeyenler "Cin'e çarpılır!
20.09.2003
GÜNEY AFRİKA-TÜRKİYE
Dünya Bankası'nın raporunda, Türkiye'nin, 2001 yılında yaşadığı kriz
nedeniyle, dünyanın en büyük ekonomileri arasında, 18'inci sıradan 20'nci sıraya
gerilediği belirtiliyor.
Türkiye,1996 yılında dünyanın 16'ıncı büyük ekonomisi konumundayken,
1999 ve 2001 yılı krizleri sonucunda küçülerek, 20'nci sıraya geriledi. Dünya
Bankası rakamlarına göre, Brezilya 9, Rusya 10, Kanada 11, Meksika 12, İspanya
13, Güney Kore 14, Endonezya 15, Avustralya 16, Güney Afrika 17, Hollanda 18,
Arjantin 19 ve Türkiye 20. sırada.
Dünya Bankası verileri, Türkiye'deki yetkililerin ifade ettiği verilerle,
mukayese edilmeyecek kadar, güvenilir ve objektif verilerdir. İllüzyonu, içinde
barındırmaz, rakamların yerini değiştirmez.
Anlayacağınız, Türkiye'ye ayıp olur, Güney Afrika'yla yerlerini değiştirelim
numarası, Dünya Bankası'nın koridorlarında dolaşamaz. Dünya Bankası gerçek
ederiniz neyse, o rakamları verir.
Şimdi; bu veriler ortadayken, ekonomimiz büyüyor, aslanız, kaplanız
havasına girerek, kendi kendimize niye gaz veririz ve bundan ne umarız, anlamak
mümkün değil. Rakamların önümüze koymuş olduğu gerçek, çok açık. Türkiye,
dünya ekonomi liginde, "küme düştü" Güney Afrika'dan, iki basamak daha alta.
Efendim, iyi de bu bizim suçumuz mu? Bizden öncekiler bu hale getirdiler,
demek hakkına sahip olan şimdiki yöneticilerimizin, bu serzenişlerindeki hakikati,
kimsenin inkar etmeye hakkı yoktur. Ancak, gerçeğin farkında olmak ve bunu
bizimle paylaşmak, görevlerinin gereğidir, bunu unutmamaları gerekir.
Bizim rakamlarımızın, ekonomimizin büyüdüğünü işaret etmesi, yeterli değil.
Dünya Bankası'nın, değerlendirmelerinin, büyümeyi doğrulaması gerekir. Kaldı ki,
kağıt üstünde büyümek, gerçek büyüme midir?
Nüfusun 20 milyonunun günlük geliri; 1 dolar seviyesine inmiş, İşsiz sayısı;
10 milyonun üzerine çıkmış, 5016 kişinin, bir yılda intihar ettiği, insanların
çöplükten ekmek topladığı, okula kayıt parası veremeyen annelerin; kayıt parası
karşılığında okul temizlediği, binlerce çocuğun; sokakta yaşadığı, milyonlarca
insanın; tefecilerin elinde inim inim inlediği bir ülkenin ekonomisi, kağıt üzerinde
büyümüş olsa bile, bunu o ülkede kime inandırabilirsiniz?
Sözün bu noktasında, hatırladığım bir öyküyü sizinle paylaşmak istiyorum;
Yalan yarıştırması yapan iki kişi; yalanlarını anlatmaya başlamışlar. Birinci
yalancı demiş ki: Benim dedemin bir ahırı vardı, At, giriş kapısından girip, çıkış
kapısına vardığında, doğum yapardı. Yani ahırın, bir ucundan diğer ucuna, ancak
11 ay yürüyerek varılırdı.
İkinci yalancı, sözü almış: o da iş mi demiş. Benim dedemin bir bastonu
vardı, Bulut, Güneş'in önüne geçtiğinde, dedem bastonunu uzatır, bulutu güneşin
önünden çekerdi.
Birinci yalancı, kendi yalanın hafif kaldığını görünce, sormuş: peki deden o
bastonu nerde saklıyordu? İkinci yalancı cevap vermiş: Dedem bastonu senin
dedenin ahırında saklıyordu.
Kıssadan hisse...
Yalan yarıştırmaktan vazgeçmeyen Türkiye, gerçek manada büyümeyi, asla
yakalayamaz!
21.09.2003
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN GELECEĞİ!
Avrupa Birliği'nde, Euro'yu kullanmaya başlamamış üç ülkeden biri olan
İsveç'te yapılan referandumda, halkın Euro'ya geçişe hayır demesi, AB ülkelerinde
tartışmaların yeniden alevlenmesine neden oldu.
Referandumdan hayır oyu çıkması, kimi AB kaynaklarına göre Euro'ya
duyulan güvensizliğin açık belirtisi olarak gösterildi. AB'nin, iki büyük ekonomisi
olan Almanya ve Fransa'nın, Euro'ya geçtikten sonraki performansları, yeni para
biriminin yakın gelecekteki gücü konusunda olumsuz sinyaller vermektedir.
Euro kullanmaya başlayan ülkelerin, iç sorunlarını halledebilmek için,
önemli araç olan para politikasının tamamen Avrupa Merkez Bankası'na
devredecek olması, üye ülkeleri korkutmaktadır. Ulusal egemenliklerine bağlı bu
ülkeler ekonomik anlamda denetimin, geleceği belirsiz bir merkez bankasına
verilmesinden rahatsız olmaktadırlar.
"İngiliz Telegraph" gazetesi, İsveç'teki referandumdan ders çıkarılması
gerektiğini kaydederek, "Euro'nun kaçınılmaz olmadığını gördük" yorumunu yaptı.
Telegraph;
İngiltere'nin, Avrupa'nın merkezi olma isteğinden vazgeçerek alternatif bir
gurubun liderliğini üstlenebileceğini,İsveç, Danimarka ve aday ülkelerin bir kısmını
yanına çekerek bir "Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi" oluşturabileceğini,
Bu gurubun, Norveç gibi AB'yi reddeden ülkelerin ilgisini çekebileceği,
Ayrıca İngiltere'nin, Amerika ve Kanada ile sağlam ilişkilerini kullanarak bu
topluluğun gücünü arttırabileceği,
değerlendirmesiyle AB'nin geleceğini tartışmaya açtı.
İngiltere'deki, bazı önemli kuruluş yöneticileri ve ekonomistler, Euro'yu
reddeden İsveç ve Danimarka'yı da yanlarına alıp ve bir blok oluşturarak, 2010'a
kadar kendi para birimlerini koruyacaklarını ve İsveç'in kararından cesaret alan
yeni aday ülkelerin de, bu oluşuma katılarak AB'yi, ekonomik anlamda,
parçalanmış bir yapıya götürebileceğini iddia ediyorlar. İşin ilginç tarafı; Euro
kullanan 12 ülke, 2002'de, ortalama 0.8 büyürken, kendi para birimini koruyan
İngiltere %1.8, Danimarka %1.6, İsveç %1.9 oranında büyüdüler.
Türkiye'nin, AB'nin içindeki bu tartışmalara kulağını açması ve kendi
gündemine bu tartışmaları taşıması gerekir diye, tüm bu gelişmeleri yazma ihtiyacı
içerisinde oldum! Türkiye'nin, üyeliğinin 2010 yılından sonra, belki gündeme
gelebileceğini söyleyen AB yetkililerinin, kendi aralarında AB'nin geleceğiyle ilgili
kuşkulu sözler sarf ettiği, her nedense Türkiye'de bazı çevrelerin gözünden
kaçmaktadır.
Girmek istediğimiz kulübün dağılma riskinin olduğunu kulüp üyeleri bu
açıklıkla tartışırken, Türkiye'nin rotasını sadece AB'ye çevirmemiz, ilerde işin
sonuçları
önümüze
getirmesi
ihtimalini
içinden
çıkamayacağımız
güçlendirmektedir.
AB standartlarına ulaşmış bir Türkiye, hepimizin arzuladığı ve ortaya
çıkması için mücadele etmesi gereken bir hedef olmalıdır. Buna kimsenin itirazı
yok. Ancak, dağılma riski her geçen gün artan AB'yi Türkiye'nin tek kurtuluşu diye
sunmaya da kimsenin hakkı yoktur.
Türkiye, dış yönelimleri açısından sadece AB merkezli bakamaz. Uzun bir
dönemdir, tek partner olarak seçtiği ABD ile düştüğü duruma, AB ile de düşmesi
hali, yalnızlaşmış ve içine kapanmış bir Türkiye'nin çıkmasına sebep olur.
İçine kapanmış bir Türkiye de, maalesef kısa ömürlü bir Türkiye olur.
27.09.2003
WASHİNGTON'DAKİ ABDÜLMECİD
Washington abidesi, ABD'nin ilk cumhurbaşkanı adına yaptırılmıştır. 1848
yılında yapımına başlanmış, 1885 yılında tamamlanmıştır. 196 metre
yüksekliğinde olup, tepesine asansörle 70 saniyede çıkılabilen, ucu sivri, mermer
bir sütundur. İç duvarlarında, 193 adet çeşitli ülke ve kuruluş adına, hatıra mermer
levhalar yerleştirilmiştir. Biz Türklere ait olanı alfabesi, yuvarlak hatlarının
belirlediği üslubuyla fark edilen tek levhadır.
Bizim levhayı, diğerlerinden ayıran farklı bir özelliği de, diğer levhalarda
George Washington'a selam ve saygı ifadeleri dile getirilirken, Sultan
Abdülmecid'in hediyesinin iki satırlık yazısında, Washington'un değil, padişahın
methi yapılıyor.
"Devam-ı hulleti te'yid içün Abdülmecid Han'ın
Yazıldı nam-ı paki seng-i balaya Washington'da "
(Dostluğumuzun devamı için Abdülmecid Han'ın temiz adı, Washington'daki
taşa yazıldı.)
Osmanlı'nın hasta adam diye nitelendirildiği ve büyük yenilgileri yaşadığı bir
dönemde, eğilip bükülmeyerek, o anıta kendisini metheden levhayı nazik, fakat
vakarlı koydurabilmiş Abdülmecid'in yetkilerini taşıyan torunları olan bugünkü
yöneticilerimizin, büyükelçiler karşısındaki tavırlarını, yabancı devlet yetkililerinin
karşısındaki ezikliklerini, başlarına çuval geçirildiğini gördüğümde Washington
abidesini yazmak istedim.
Söğüt'teki Ertuğrul Gazi'yi anma törenlerinde, kürsüye çıkan her yetkilimizin,
ecdad diye birbirinin elinden almaya çalıştığı Osmanlı'nın Abdülmecid'inin,
vakarıyla ve nezaketiyle ne kadar miras ilişkisi geliştirebildikleri ortada!
Ecdada sözle sahip çıkmanın kıymetinin olmadığını, yaşadığımız bu çağ
bize binlerce kere öğretmesine rağmen, hâlâ sözün arkasına sığınan
yöneticilerimizin olması üzücü.
Ecdadın vakarını ve nezaketini, aklına, ahlakına ve yüreğine oturtamamış
bir Türkiye tabii ki; Barzani'den, Talabani'den, Zabari'den, Kaddafi'den, Alman
milletvekilinden, ABD Bakan yardımcısından, şundan bundan azar işitecektir.
Türkiye'yi yönetenler tabii ki şu devlet başkanı benim hediye ettiğim kravatı
taktı diye paye ararsa, şu devlet başkanı bana deli kardeşim diye hitap etti diye
gururlanırsa, oturduğu koltuğu şu bu devletin sözcülüğü noktasına taşırsa,
hazinesini şu bu devletin tayin ettiği adama teslim ederse, ecdada sadece sözde
sahip çıkmaktan başka bir şey yapamaz!
Yöneticilerimizin idrakten uzaklaştığı bir dönemde, yönetilen bizlerin, idrak
ve izan noktasına gelmemizin her zamankinden daha aciliyet kazandığını
vurgulamak için sizinle dertleştim.
Sürçü lisan ettimse, affola.
28.09.2003
SECRETS OF A CHRISTIAN TERRORIST STATE ARMENIA
SAMUEL A. Weems'ın yazdığı St.John Press tarafından 2002 yılında
basılan "Hıristiyan Adı Altında Gizlenen Terörist Ülke Ermenistan" adlı kitaptan
önemli gördüğüm tespitleri bugün sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu kitabı dikkatinize getirmemin sebebi, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi'nin
"Ermenistan kapısının açılması gereklidir" sözüdür!
Ermeniler ile ilgili Müslüman ve Türk olan birinin yazdığı kitap ne kadar
gerçekleri içermiş olursa olsun taraflı bir değerlendirme olarak algılandığı için,
Samuel A. Weems'in kitabındaki tespitleri dikkate almak zorundayız.
Sözü uzatmadan yazarın kitaptaki tespitlerine geçelim;
1. Ermenistan'ın 1700 yıl önce iddia ettiği ilk Hıristiyan ülke olduğu
yaklaşımı yanlıştır.
2. Ermeniler, Osmanlı devletine ihanet etmiş; gelecekteki tehlikeyi gören
her devletin yapacağı şey yapılmış ve sürgün meydana gelmiştir.
3. Pek çok İngiliz ve Amerikalı yetkiliye göre Ermeniler, Osmanlı
topraklarını kendi istekleriyle terk etmişlerdir.
4. 1973-2001 yılları arasında Ermeni teröristler, 100'den fazla saldırı
düzenlemiş ve 70'e yakın kişiyi öldürmüşlerdir.
5. Ermenilerin yaptıkları katliamlar, Rus arşivlerinde de bulunmaktadır.
6. Ermeni Devrimci Federasyonu'nun arşivlerini halka açmaması, belki de
İkinci Dünya Savaşı'nda, Nazi Almanya'sına Ermenilerin verdiği
desteğin
dürüst
tarihçiler
tarafından
ortaya
çıkarılmasının
engellenmesidir.
7. Ermeniler, Yahudilerin Naziler tarafından katledilmesine
yardım
etmişlerdir.
8. Ermeniler,
1948
yılına
kadar
hiçbir
şekilde
soykırımdan
bahsetmemişlerdir.
9. Tüm Osmanlı kayıtlarına göre, sözde soykırımı konusunda sadece 4
münferit olay vardır ve planlı hiçbir katliam yoktur.
10. İlk ve tek resmi Ermeni kilisesi, terörist eylemleri desteklemektedir.
11. Rus Kızıl Ordusu, tek kurşun atmadan Ermenistan'a girmiştir.
12. Osmanlıların, Ermenileri sürgün etmesi, ABD'nin 1941'de Japon asıllı
vatandaşlarına yaptığı sürgünle aynı anlam taşımaktadır.
13. Ermeni lobisi, ABD-Türkiye-Azerbaycan ilişkileri konusunda problem
çıkarmayı bir strateji olarak uygulamaktadır.
14. Ermenistan, Hıristiyan milletlerden ve kiliselerden Hıristiyanlığı
kullanarak yardım toplamaktadır.
15. ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Türkiye'de arşivler araştırmacılara
açık olup, Ermenistan'da Ermeni arşivleri kapalıdır.
16. Paralı Ermeni ajanları, ABD'de kamuoyu oluşturuyorlar.
Yukarıda maddeler halinde yazdığım tespitler, Türk ve Müslüman olmayan
bir araştırmacıya aittir. Bu tespitleri naklederken hiçbir negatif düşünce
taşımadığım gibi, aksine Türk- Ermeni ilişkilerinin normalleşmesini, iyi komşuluk
ilişkilerinin gelişmesini, tarihin içinde boğulup kalma yerine çözümler üretmemiz
gerektiğini arzu ederek vurgulamak istedim.
Tarihin içinde boğulup kaldığımızda, bahse konu olan kitap gibi, birçok
yayının ve belgenin Ermenilerin iddialarını çürütecek ölçüde piyasada olduğunu
görmemiz gerekir.
Türkiye-Ermenistan ilişkisinin normalleşmesinin yolu, tarihte yaşananları
araştırmacılara ve tarihçilere bırakıp, günümüze gelmek ve bugünü konuşmaktan
geçer. İki halkın küslüğü sadece kendilerine zarar verir!
05.10.2003
EKONOMİ İYİ Mİ?
DEĞERLİ ekonomi uzmanlarımızın affına sığınarak aklıma takılan birkaç
soruyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Gerçi bu sorular ekonominin iyiliğinden dem
vurduğumuz bugünlerde biraz can sıkıcı olacak ama, dedim ya aklıma takıldı!
Soru bir: Döviz fiyatının inmesi, borsanın yükselmesi, faizin düşmesi,
enflasyonun düşmesi bir ülkenin ekonomisini değerlendirirken ölçü alınması
gereken başlıca parametreler midir?
Eğer böyle ise,
Soru iki: 2001 krizinden hemen önce, yukarıdaki parametreler pozitif
olmasına rağmen neden bu krizi yaşadık?
Soru üç: Bizim gibi borçlu ülkelerde borç miktarının artmasına rağmen
borcu çevirmek, ekonominin iyiye gittiği anlamına mı gelir?
Soru dört: Alım gücü düşmüş on milyonlarca insanın tüketmemesi, doğal
olarak enflasyonun düşmesine yardımcı bir etken midir?
Soru beş: Maliyetinin altında fiyatlarla yapılan ihracatın önümüze koyduğu
rakamları, bir önceki yıl ile mukayese edip, ihracatımız arttı, ekonomimiz iyiye
gidiyor denilebilir mi?
Soru altı: Bankalarda batırılan 25 milyar doların karşılığında hiçbir şey tahsil
edemeyen bir ekonomi, ABD'den şartlı olarak; 18 ay sonra başlamak üzere ve dört
yıllık bir takvim içinde kullanacağı 8,5 milyar dolarlık krediyi, hangi yarasına
merhem edecek?
Soru yedi: Borçlanma fiilinin devam ettiği ve altından çıkılamayacak hale
geldiği ekonomi, nasıl iyiye gidiyor diye tanımlanabilir?
Soru sekiz: Yatırımın ve tüketimin olmaması, faizleri doğal olarak düşürmez
mi?
Soru dokuz: Borsadaki yükselişin, sıcak para operasyonu olma ihtimali var
mı?
Eğer bu böyle ise,
Soru on: Borsadaki yükseliş ekonominin iyiliği için bir ölçü müdür?
Soru on bir: Gereksiz bir iyimserlik aynı zamanda popülizmi ve rehaveti
getirmez mi?
Soru on iki: İşsiz sayısının her geçen gün artması, üretimin ve yatırımın
düştüğü anlamına gelmez mi?
Sorularım bunlar dedim ya, ekonomiden anlamayan, ama soruları olan bir
vatandaş olarak soruyorum!
Rivayet olunur ki Sultan Abdülaziz, Fransa Kralı'ndan ikinci kere borç talep
ettiğinde, Fransa Kralı, Padişahın adına borç talebini ileten elçiyi dinlemiş ve
hemen peşinden sormuş:
"Dışarıdan temin edilecek kaynakla ekonomik krizden çıkmayı düşünmek,
delik bir miğfere su doldurmak gibi bir şeydir. Acaba Osmanlı Padişahı bunun
farkında mıdır?"
Kıssadan hisse...
Borç stokunun azalmayıp, aksine arttığı; üretimi kısıtlı, pazar imkanı dar,
üstelik iç barışını bozacak derecede adaletsiz bir gelir dağılımına sahip
ekonomilerde, "Ekonomi iyi" demek, delik bir miğfere su doldurmakla eş anlama
gelir.
Sürçü lisan ettikse affola!
12.10.2003
FİTNEYE DİKKAT!
Türk askerinin Irak'a gönderilmesi kararıyla Türkiye'de yaşayan Türk olsun,
Kürt olsun her aklı başında insanın dikkatini Kuzey Irak'taki Kürt temsilcilerinin ve
PKK/KADEK mensuplarının üzerine yoğunlaştırması gerekir. Türk Silahlı
Kuvvetleri'ne yönelik muhtemel Kürt kökenli bir saldırı, sadece Irak'taki askerimizi
riske sokmakla kalmaz, sınırlarımızın içinde bir Türk- Kürt gerginliğinin
yaşanmasına da neden olur.
Bin yıldır birlikte hareket eden Türkler ve Kürtlerin arasına sokulmak istenen
fitne, Türkiye evinin içinde büyük sarsılmaların olmasına fırsat verebilir. Bu
gerginliğin yaşanmasına bir Kürt kökenlinin sebebiyet vermesi ise fitnenin geniş
alana yayılmasına neden olabilir.
ABD'nin, Türkiye'nin de içinde bulunduğu geniş bir alanda uygulamaya
koyduğu projede, bir Türk- Kürt gerginliği ihtimali ABD'li yetkililer tarafından da
zaman zaman seslendirilmektedir!
Türkler ile Kürtlerin bin yıllık yolculuğunda zaman zaman fitneyle
karşılaşmaları söz konusu olmuş, bu fitnelerden dolayı hem Kürtler hem de Türkler
çok zarar görmüştür. Fitneyi çıkaranlar kâr, fitneye kananlar ise zarar etmişlerdir.
Anlayacağınız, fitneyi çıkaranlar, Türk ile Kürdü birbirinden ayırma
arzularında iki tarafa iyilik yapma düşüncesini değil, tam tersi ikisini de bağımlı ve
tutsak etme arzusunu taşımışlardır!
Tarih boyunca, Türk-Kürt gerginliği asla bu ikilinin kendi arzularından
kaynaklanmamış, ama yaptıkları hatalar fitnecilere fırsat yaratmıştır.
Son yirmi yıldır, Türkler ve Kürtler karşılıklı hatalarıyla bu fitnenin yeşermesi
için fitnecilere önemli fırsatlar vermişlerdir!
PKK/KADEK, Türklerin ve Kürtlerin kendi başlarına açtığı ortak belanın
adresidir. Bu adresin kurgulayıcısı fitneciler olsa bile, bunun bu hale gelmesi
önemli ölçüde bu ikilinin eseridir. Bu durumun tabii ki siyasal, sosyal, idari ve
ekonomik sebepleri de bulunmaktadır.
Ancak olayları bu hale getirmeden çözebilecek aklı göstermek yerine, bu
ikili yine silah üzerinden konuşma hatasına yakalandığı için, fitnecinin arzu ettiği
projenin realize olmasına fırsat çıktı.
Oysaki;
Türkler
ve
Kürtler
aklı
öne
çıkarsalardı,
Talabani/Barzani/PKK/KADEK hiçbir zaman Türklerle Kürtlerin arasındaki irtibat
adresi olmayacak, ABD- AB hiçbir zaman Türkler ile Kürtlerin arasında hakem
rolüne soyunamayacaktı!
Tüm aklı başında Türk ve Kürt aydınlarının önündeki en önemli görev, hiç
vakit kayıp etmeden Türkiye evinin içindeki dağınıklığı ortadan kaldıracak,
fitnecinin projesini yırtıp atacak duyarlılığı gösteren sesi vermektir.
Bunun için tedavülde olan yukarıda ismini zikrettiğim adresleri devre dışı
bırakmaktan başlamak ve evin içine barış getirecek girişimlere yönelmek,
Türklüğü, Kürtlüğü aşan bir Türkiye evi gözlüğüyle olayları değerlendirmek lazım.
Asker gitmeden, fitneci tetiğe basmadan, hepimiz aklımızı başımıza alıp
yeniden kardeş olduğumuzu idrak edecek adımları atmalıyız. Hemen şimdi!
18.10.2003
BİLGE KRAL
Bosna - Hersek'in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'in cenaze töreni...
Sağanak yağmura rağmen, çeşitli din ve etnisiteden 80'nin üzerinde ülke insanının
bir araya gelerek ortaya çıkardığı insanlık fotoğrafı, barışı sağlayan bilge devlet
adamına karşı saygısını ifade ediyordu.
Cenaze töreni, halkların hayatlarını hiçe sayan ve birbirlerine düşman
olmalarını isteyenlerin kurduğu tuzağa düşmeyen, bir dava ve barış adamına
gösterilen saygının yanı sıra, barışçı çoğunluğun da gövde gösterisiydi.
Ömrünün dokuz yılını Yugoslavya hapishanelerinde geçirerek, barışa
zindanlardan katkı sağlayan düşünce adamı İzzetbegoviç, aynı zamanda savaş
meydanlarında barış için çarpışan insanlarla aynı havayı teneffüs edecek kadar iç
içe yaşayan bir kahramandı.
Barış için canlarını veren şehitlerin yattığı şehitliğe defnedilmesini vasiyet
etmesi, O'nun bir gönül adamı ve kahraman olduğunu bir kez daha dünya
insanlığına ispatlıyordu.
Haykırıyor gibiydi Bilge Kral.
“İnsanlık ölmedi!..”
Osmanlının barışçı yüzünün, Avrupa'daki sancağının bekçisi Bilge Kral, fizik
olarak yok oluyordu. Oysaki, O'nun sancaktarlığının ışığı, Avrupa'nın göbeğinde
var olmaya devam ettiği, bu cenaze törenine katılanların heybetli fotoğrafıyla
açıkça ortaya çıkıyordu.
Barış yanlısı, aklı başında pekçok Sırpın bu bilge kişinin ölüm haberini
aldıklarında hissettikleriyle, Slobodan Miloşeviç'in ölüm haberini aldıklarında
hissedecekleri asla birbirine benzemeyecektir.
İnsan olmanın gereği, bilge krala saygılı, Miloşeviç'e acımaklı bakacaktır!
Slobodan Miloşeviç'in, Ratko Mladiç'in, Radovan Karaciç'in cenazeleri
dünya insanlığının hiç alaka duymadığı ve kötü sözler söylendiği cenazeler
olacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Bunun en açık delili Bilge Kral'a gösterilen
saygıda yatmaktadır.
Cenaze törenine katılanların söylediği sözler arasında bir tanesi var ki,
insanlığın merhametinin ve şefkatinin en güzel örneğini işaret ediyor:
- Aliya cephede çekilen görüntüleri sık sık izler ve ağlardı!
Ağlamayı bilen, cephede yaşananları unutmayan, zindanda çile çeken,
barış için canını hiçe sayan, düşünen, inanan bir koca çınarın yeryüzünden fizik
olarak yok olması insanlık adına büyük kayıp!
Osmanlı'nın Azerbaycan’daki sancaktarı Elçibey'in vefatından sonra
hissettiğim duyguların bir benzerini, Bilge Kral'ın vefatında yaşadım. İki bilge kişiyi
fiziki olarak tanıyacak imkanı bulamamanın derin ıstırabı içinde hislerimi kağıda
dökmeye gayret ettim.
İki bilge kişinin aziz naaşları önünde saygıyla eğiliyor ve Yüce Rabbimin
onları mükafatların en iyisiyle mükafatlandırmasını niyaz ediyorum.
Ruhun şad olsun Elçibey,
Ruhun şad olsun Aliya İzzetbegoviç,
Başın sağ olsun barış ve demokrasi yanlısı insanlık!
25.10.2003
GÜLMEYE BAŞLAMAK!
Malum hikayedir.. Kral, hazinesi boşaldıkça halktan aldığı vergileri
arttırıyormuş, adamları da, her yeni vergi toplanırken halkın arasında dolaşıyor,
halkın durumunu Kral'a anlatıyorlarmış.
Her yeni vergiden sonra, insanların yüzleri biraz daha asılıyor ve biraz daha
suskunlaşıyormuş. Kral ise bu duruma aldırmadan vergileri arttırarak halktan
toplamaya devam ediyormuş. Vergilerin ardı arkası kesilmeden devam ederken,
halk da her geçen gün daha çok yoksullaşıyormuş. Yine yeni bir vergi toplanması
için haber salınmış. Kralın adamları da halkın arasında dolaşmaya çıkmışlar, ama
bu defa İnsanların garip bir şekilde güldüklerini, hatta kahkaha attıklarını görmüşler
ve hemen bu yeni durumu Krala haber vermişler!
Kral, bu yeni durum karşısında güvendiği adamlarını toplamış "Bundan
sonra vergi almak iktidarımın sonu olur. Gülmeye başlayan halk, iktidarım için
tehlike sinyalidir, derhal halktan para toplamayı durdurun!" demiş.
Ülkemizdeki durum çok da farlı değil. Son zamanlarda sokaklarda,
mekanlarda, çevremizde ve kendimizde hissettiğimiz garip gülüşleri, iktidarın keyfe
keder gülüşler olarak değerlendirmesi büyük yanılgı olur. Geçim sıkıntısı hepimizi
uzun süredir suskunlaştırmıştı. Şimdi bir kısmımızı anlamsızca güldürüyor!
Gülen insanlara bakıp, her şeyi gülistan görmek, gelen fırtınanın farkında
olmamak demektir. Türkiye'nin kasasının boş ve borcunun fazla olduğu her
dönemde, sokaklarda tansiyon yükselmiştir. Sokaklar, kimi zaman sağ-sol, kimi
zaman Türk-Kürt, kimi zaman da Alevi-Sünni olarak kendisini ifade etmiştir.
Unutulmasın ki, 12 Eylül öncesi boş kasa ve büyük borç yükünün ortaya
çıkardığı sağ sol kamplaşmasının, iç savaş görüntüsünü andıran fotoğrafında, 5
binin üzerinde insanımızın biten yaşamları ve on binlerce ailenin dramı var.
Gençlerin en güzel yıllarını hapishanelerde harcadığı, sakat kaldığı ve ruhsal
travmalar geçirdiği ise fotoğrafın bir başka yüzü!
Unutulmasın ki, 1990'lı yıllarda doğu ve güneydoğuda yaşadığımız terör,
boş kasanın ve büyük borç yükünün eseridir. Bu yaşanan terör, 30 bin insanımızın
canına, yüz binlerce insanımızın da büyük acılar yaşamasına sebep oldu!
Sağ-sol çatışmalarındaki tarafların %90'nının varoş diye nitelendirilen büyük
şehirlerin kenar semtlerinde ve fukara kentlerimizde yaşadığı unutulmamalıdır!
Otuz bin insanımızın ölümüne sebep olan terörün de, yoğun olarak doğu ve
güneydoğudaki fukaralıktan beslenmiş olduğu unutulmamalıdır!
Fukara insanlarımız kendilerine, zaman zaman "sağ-sol, Alevi-Sünni, TürkKürt" gömleği giydirirler ve bu gömleği özgürlük, demokrasi, insan hakları, eşitlik
aksesuarlarıyla süsleyerek, kendilerini fukaralaştıran sisteme başkaldırırlar. Bu
başkaldırının 80'li ve 90'lı yıllarda yaşadıklarımız gibi, ağır can ve mal kaybını
ortaya çıkaran sonuçları olduğu unutulmamalıdır!
Geçmişte, sokağın tansiyonu yükseldiğinde, bu tansiyonun normal
tedbirlerle kontrol altına alınamadığını, askerin devreye girerek ülke yönetimine el
koyması sonucuyla karşı karşıya kaldığımız unutulmamalıdır!
Sözün hülasası...
Yaşadıklarımız unutulmamalıdır!
26.10.2003
ASGARİ ÜCRET
Ankara Ticaret Odası'nın yapmış olduğu araştırmaya göre, Türkiye'de bir
asgari ücretli 225 milyon lira kazanırken, aynı ücretli Portekiz'de 630 milyon,
Slovenya'da 782 milyon, İspanya'da 798 milyon, Yunanistan'da 892 milyon,
Malta'da 959 milyon, İrlanda'da 1 milyar 948 milyon, İngiltere'de 1 milyar 990
milyon, Fransa'da 2 milyar 151 milyon, Belçika'da 2 milyar 183 milyon, Hollanda'da
2 milyar, Lüksemburg'da 2 milyar 422 milyon lira kazanıyor!
Türkiye'yi, Avrupa Birliği'ne alacaklar diye bıkmadan, usanmadan konuşan,
yazan zevatın, dikkatini çekmemiz açısından, Ankara Ticaret Odası'nın "Asgari
Ücret" araştırmasının sonuçları umarım uyarıcı olur!
Türkiye'nin AB'ye girmesi, daha açık olması açısından; İstanbul
Sultanbeyli'de yaşayanların Etiler'e taşınması anlamına gelmektedir. Bu zaviyeden
bakacak olursak, hangi Alman, hangi İngiliz, hangi Hollandalı, hangi Belçikalı,
hangi Etilerli, Sultanbeyli şartlarında yaşayanlarla birlikte olmak ister?
Dürüst olmak lazım... Bu kadar ucuz işgücü, işi olan ve bir milyarın üzerinde
asgari ücretle çalışan hangi Avrupalıyı korkutmaz. Siz olsanız korkmaz mısınız?
Efendim, AB ile müzakereleri başlatırsak, 3- 5 yıl içinde biz de diğer
ülkelerdeki asgari ücret seviyesini yakalayacağız, kişi başına 5- 6 bin dolar gelir
seviyesine ulaşacağız demek; 15 milyon insanın var olan asgari ücreti bulabilmek
için kapı kapı dolaştığı Türkiye'de yaşamamak, cam bir fanusun içinden dünyaya
bakmak demektir! İş bulan asgari ücretlinin fotoğrafı ise tam bir sefalet!
Dünya Bankası, günlük bir doların altındaki kazancı, uluslararası yoksulluk
sınırı olarak kabul ediyor. Türkiye'de asgari ücretle çalışan bir kişinin, dört kişilik
ailesinde günlük kişi başına 1 milyon 800 bin lira düşüyor. Buna göre; Türkiye'de
yaşayan 5.5 milyon asgari ücretli, aileleriyle birlikte yaklaşık 22 milyon insanımız,
Türkiye nüfusunun üçte biri, uluslararası yoksulluk sınırında yaşıyor.
Bu şartlarda; AB, Türkiye'yi içine alacak diyenler ellerini vicdanlarına
koyarak düşünseler, böyle yoksul bir komşuyla aynı binada oturmanın mümkün
olamayacağını ve bunu kimsenin arzu etmeyeceğini görürler!
Eğer, akıl ve vicdanı cüzdanla değiştirmemişseniz; kültürel sebepleri, tarihi
husumetleri bir kenara bırakarak, sadece iktisadi durumun bile buna izin
vermediğini açıkça görmeniz gerekir!
Kars'a film festivali için giden Norveç Büyükelçisi'nin, tahta kulübeden bir
tuvaletin kapısında beklerken çekilmiş fotoğrafını, bir gazetemizin manşetinde
görünce, 3 Kasım seçimlerinde Kars'ın Arpaçay'a bağlı Kıraç köyünde, bir eliyle
tezeği tutarak haykıran vatandaşın sözleri kulaklarımda çınladı.
- Bakan Bey Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne alacaklar diyenlere, Allah aşkına
şunu sorun bizi bu tezekle AB'ye nasıl alırlar!
Sayfalar dolusu kitaplarla anlatamayacağınız derinlikte bir cümleyle ABTürkiye ilişkisini anlatan köylü vatandaşın dediği gibi, bu asgari ücretle, bu işsiz
sayısıyla, bu kadar büyük borç yüküyle ve iç barışı bozulmuş haliyle, siz AB
olsanız Türkiye'yi içinize alır mısınız?
08.11.2003
PADİŞAH SOFRASI!
Başbakan'ın, "Padişah sofralarını hatırlatan iftar sofralarını doğru
bulmuyorum" açıklamasından sonra, büyük otel ve lokantaların peşpeşe
rezervasyon iptali aldıklarını açıklamaları, bir kısım zevatın bu ülkede "milyonlarca
aç, insan" olduğunu fark ettiklerini işaret etmektedir!
Bu bir kısım zevat kim, diye soracak olursanız:
Bu kişiler, milyonlarca insanın iftar sofralarında değil, belki bir yıl içinde bile
bir arada görme imkanına sahip olamadıkları yiyeceklerin bulunduğu iftar
sofralarında, ud ve ney eşliğinde, hiç düşünmeden, çokça kahkaha, methiye,
siyaset, dedikodu, ayartma ve süfli ilişkileri yaşayan, medyatik arzularını da bu
vesileyle gideren ve "Oruç" ile sadece seremoni boyutuyla ilgilenen insanlar.
Bu insanların, Başbakan'ın ikazı üzerine, nefis kokan iftar programlarını iptal
etmeleri, fukaraları gözleri önünde oynanan bu tiyatronun hiç olmazsa bir kısmını
seyretme ıstırabından kurtarmıştır.
Şimdi bu bir kısım zevat için söylenecek bir çift sözüm var!
Yemek ve içmek, hayatın gayesi değil, vasıtasıdır. Onun için, kişi önüne
gelen ve eline geçen her şeyi değil, rızkların helal ve temizini yiyip içmelidir.
Yenilen şeylerin ve alınan gıdaların insanın maddi vücut yapısında ve
teşekkülünde olduğu gibi manevi terakkisinde de çok büyük tesiri vardır.
İnsanların yedikleri, amellerinin tohumudur. Eğer, o tohum güzel bir
mahsulün ve tatlı bir meyve ağacının tohumu olursa, mahsulü hoş ve meyvesi
güzel olur. Eğer, o tohum acı bir meyve veya zehirli bir ağacın tohumuysa doğal
olarak mahsul acı ya da zehirli olacak, yiyenleri zehirleyecek ve onlara zarar
verecektir.
Gözleri görmeyen adamın hikayesi, bu zevat için söyleyeceğim son sözler
olacaktır!
Gözleri görmeyen birisi, karanlık gecede elinde fener, omuzunda testi, yolda
giderken bir adama rastlar. Adam köre sorar:
- Yanında geceyle gündüz, aydınlıkla karanlık bir olan senin gibi bir adama
fenerin faydası nedir?'
Kör cevap verir:
- Bu fener benim için değil, senin gibi kalbi kör olanlar içindir. Bana
dokunmasınlar, testimi kırmasınlar diye taşıyorum.'
Kalbi kör olanların ortaya çıkarmış olduğu Türkiye fotoğrafında “Ramazan”,
maalesef iftar çadırlarının ve fakirlere yapılan yardımların görüntüleriyle,
çocuklarımızın belleğine bizim yaşadığımız ve anlattığımız eski “Ramazan”
fotoğraflarıyla hiç örtüşmeyecek bir kayıtı düşürmektedir.
Yazık!
'Komşusu açken, kendisi tok yatan bizden değildir" sözü acaba kimler için
söylenmiştir!
09.11.2003
ŞARON VE BUSH, FİLİSTİN VE IRAK
ABD Irak'ta, askerlerine yapılan saldırılara karşılık veriş yöntemlerinde,
insanların kafasına çuval geçirmekten, toplu yerleşim yerlerini bombalamaya
kadar, tam bir İsrail fotoğrafı çıkardı.
Irak'a demokrasi ve barış götüreceğiz diye sunulan projenin, aslında yeni bir
İsrail yaratma projesine dönüştüğünü, Bush'un Şaronlaştığını yaşam alanlarımızda
bulunan televizyon ekranlarında, ne acı ki daha net görmekteyiz!
Ekrandaki görüntüler bunlarla sınırlı değil. Yansıyan görüntülerin bir diğer
cephesinde ise intihar eylemcileri ve onların seçmiş oldukları hedefler var. Yani
Filistinleşen bir Irak var. Filistinleşen Irak'ın ekranlara yansıyan görüntülerinde tek
eksik, Arafat'ın ortada olmamasıdır.
Anlayacağınız artık; ABD = İsrail, Bush = Şaron, Irak = Filistin demektir!
Savaş, Ortadoğu'nun tümüne yayılma eğilimi göstermektedir. Neredeyse
yarım asırdır süren İsrail - Filistin Savaşı'nı barışla sonlandıramamış dünyamızın
önünde, yeni İsrailler ve Filistinler var artık!
21'inci yüzyılda insanlığın bu savaş fotoğraflarıyla geldiği nokta, ancak
çılgınlık olarak değerlendirilebilinir! Çok değil, 2000 yılının son gecesi, yani 3 yıl
önce insanlık adına konuşma yetkisi olan tüm yöneticiler, 21'inci yüzyıl dünyasının
barış ve sevginin küreselleşeceği bir yüzyıl olacağını söylemişlerdi!
Bu yöneticilerin arasında, 2002 yılında Irak'a müdahale edip, savaşın tüm
Ortadoğu'ya yayılmasına sebep olan Bush'tan tutun da Saddam'dan, Şaron'a
kadar kimler yoktu ki!
21'inci yüzyılda barış vaat edenlerin, savaş başlatan ve bunu sürdüren
konuma gelmiş olması, insanlığın bu yüzyılda yaşadığı trajedi olmalı! Bu tablonun
medeniyetler arası çatışma veya demokrasi düşmanlarıyla savaş kılıfına
sokulması, bir gerçeği asla ortadan kaldırmıyor! Bu gerçek de, insanlığını yitirmiş
makineleşmiş bir savaş çetesinin tüm insanlıktan intikam almasıdır
İnsanlık tarihi, dönem dönem bu tür çetelerin şu veya bu sebepten
kuşatmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu çete reislerinin adı kimi zaman Firavun,
kimi zaman Hitler, kimi zaman Miloseviç kimi zaman da Bush olmuştur. Bundan
önceki insanlık düşmanı çeteler nasıl yok olmuşlarsa, emin olun ki şimdikiler de
öyle yok olacaktır. Bu çeteleri, içinden çıktıkları kendi toplumları bile nefretle
hatırlamaktadır ve hatırlayacaktır...
Ortadoğu'nun hızla savaş alanına dönüşmesi, bizim coğrafyamızı da etki
altına almakta, kendi içinde illiyetleri olan bir durumu karşımıza çıkarmaktadır. Bu
durum, doğal olarak Türkiye'yi bitişiğinde tüp patlamış bir ev durumuna
düşürmüştür. Türkiye, patlamadan dolayı camına, duvarına, canına gelebilecek
zararlara karşı kendisini korumak için çok hassas davranması gereken bir döneme
girmiştir.
Sözün hülasası...
Türkiye kendisini, yukarıda ifade ettiğim savaş çetelerinin Filistinleştirme ve
İsrailleştirme projelerine müsait hale getirmemek için, hem içeride, hem dışarıda
kılı kırk yaran hesaplara acilen yoğunlaşmalıdır. Hem de geç kalmadan.
Bundan sonraki Ramazan Bayramlarını, son yaşanan terör acılarının
olmadığı bayramlar olarak ağız tadıyla geçirmenizi diliyorum. Geçmiş bayramınız
mübarek olsun.
29.11.2003
GELİR DAĞILIMI DÜZELDİ Mİ?
Başımıza gelen ağır terör felaketinden dolayı, arada kaynayıp giden gelir
dağılımı tartışmasına geri dönecek olursak; Devlet İstatistik Enstitüsü'nün Tüketim
ve Gelir Anketine göre, ulusal gelirin yarıdan fazlasını alan en üst gelir gurubunun
payı yüzde yarım azalmış. En alt gelir dilimindeki 13.5 milyon kişinin payı ise
yüzde yarım artmış!
DİE'nin bu açıklamasının hemen akabinde, siyaset erbabımızdan ve
kıymetli ekonomistlerimizden gelir dağılımının iyileşmeye başladığını işaret eden
açıklamalar duymaya başladık. Gazetelerimiz ve televizyonlarımız anket ve
sonrası yapılan açıklamaları önemli bir habermiş gibi sundular.
Anlayacağınız her şey gülistan!
Türkiye ekonomisi iyiye gidiyormuş, gelir dağılımı düzeliyormuş, üretim ve
istihdam problemimiz çözülüyormuş!.. Vah ki vah!
Bu açıklamaları yapanların kesinlikle bakar kör olduklarını düşünüyorum.
Bilmiyorum siz de aynı kanaatte misiniz?
Bunları söyleyenlerin gazete ve televizyonlara yansıyan ve benim de
aşağıda vereceğim bilgileri içeren haberleri görmemeleri doğal karşılanabilir,
çünkü muhteremlerin yoğun tempolarından okumaya, televizyon izlemeye vakitleri
olmayabilir!
Ancak evlerinin hemen yakınındaki ekmek büfesinin önünde ucuz ekmek
alabilmek için sabah dörtten itibaren kuyruğa girmek için yarışan insanları
görmemelerini anlamakta zorluğum var! İşte bunu hiç anlayamıyorum!
Şimdi "muş, miş, çak, çık” lardan uzak, var olan gerçek, Türkiye fotoğrafına
yine istatistik bilgilerle bakalım ve bu bakar körlerin görmediği gerçeği bir kez daha
tekrarlayalım!
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü, sokağa terk
edilen çocuk sayısının bir yılda 8 binden 35 bine çıktığını açıkladı. Yoksul insanlar
daha çok sayıda çocuğu terk ediyor. Genel Müdür, bu çocukların giderek büyük bir
sosyal sorun, bomba haline geldiğini açıkladı!
İstanbul, Ankara, İzmir, Adana Emniyet Müdürlüklerine, genelevlerde
çalışmak için "vesika" başvurusunda sıra bekleyen kadınların gayriresmi
sayılarının 27 bin civarında olduğu açıklandı!
Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün araştırmasına göre;
2002 yılında 5016 kişi intihar yoluyla hayatına son vermiş. İntihar etme nedeninin
ise ağırlıklı olarak ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığı açıklandı!
Ey bakar körler, yukarıdaki rakamları daha net ifade etmek gerekirse;
Bu ülkenin çocukları, hayat mekanı olarak artık sokak diye bir gerçekle karşı
karşıya kalmıştır!
Bu ülkenin çaresiz kalmış kadınları, genelevde çalışma vizesi almak için
kuyruklar oluşturur hale gelmiştir!
Bu ülkenin insanları, ölümün tek çözüm olduğunu ve bundan başka çare
kalmadığını düşünür ve uygular hale gelmiştir!
Bu ülkenin insanları, yaşamak için bir başkasının canını almanın gerektiği
inancıyla, birbirinin canına kast eder hale gelmiştir!
Bu ülkenin insanları, servet düşmanlığı noktasında dünyanın tüm milletlerini
geride bırakacak kızgınlığa gelmiştir!
Sözün hülasası...
Ey bakar körler, bu ülkenin insanları, bakar kör olanları fena halde kafaya
takar hale gelmiştir!
Benden söylemesi!..
30.11.2003
HAKKI BABA
ERDEM kelimesi "Ahlakça övülen yiğitlik, doğruluk, alçak gönüllülük, nitelik
ve değerlerin tamamı" olarak lügatta karşılık bulmuştur.
Anadolu'da doğru insanları tarif ederken "adına yakışanı yapan adam" diye
bir ifade kullanılır.
Bugün, bu tanımı fazlasıyla hak eden bir adamı, "Hakkı Erdem”i sizlere
anlatmak istiyorum!
Emin'den, "Hakkı'yı kaybettik" sözünü duyduğumda, bir hafta önce
tesadüfen dinlediğim Yusuf Hayaloğlu'nun "Rıza" isimli şiirindeki "Ulan Rıza ne
yaptın?" mısrasını hatırladım.
“Hakkı Bey, ne yaptın!”
Tüm yaşamında olduğu gibi, hiç kimseye yük olmadan, çaktırmadan
aramızdan ayrılıp gittin! Yaşadığımız bu çağda, erdemli bir hayatın insan ömrünü
kısalttığını çok iyi bilerek, ölümüne erdemli olmaya çalıştın. Ömrünü kısalttın, bizi
yetim bıraktın. Kuş gibi uçtun gittin!
Hakkı Bey,
“Yenildik" dediğinde, içim yanardı. Oysa, cenaze töreninde tabutunun
arkasında yürüyen kalabalık senin yenilmediğini, seni yendiklerini sananların
aslında yenildiğini ilan ediyordu.
Hakkı Bey,
Tabutunun arkasındakiler, seni içine sindiremeyen medyanın anlı şanlı
isimlerinin cenaze törenindeki sentetik kalabalıkla asla mukayese edilemeyecek
insanlardı. Gönenlisi, solcusu, sağcısı, Türk'ü, Kürdü, zengini, fakiri gözyaşlarını
kaybedilen evlada, kaybedilen kardeşe, kaybedilen dosta, kaybedilen erdemli
yurtsever vatandaşa akıtıyorlardı.
Hakkı Bey,
Medya kulelerinin tepesindekilerin sır arkadaşı olma yerine, medya
emekçilerinin gönlünde yer almanın doğruluğunu orada gözyaşı döken
meslektaşların neredeyse haykırıyor gibiydi.
Hakkı Bey,
Gönen'de sokakta Romen kökenli vatandaştan, esnafa kadar herkes
Gönen'imiz kaybetti sözlerini dile getirirken seni içine sindiremeyen siyaseti,
CHP'yi tel'in ediyorlardı.
Hakkı Bey,
Nadir Bey'in, fakir öğrencilere burs projeni hayata geçirmek için çalışacağını
söylemesi, Damalı Hüseyin'in Hakkı ağabeyimin düşüncelerini hayata geçirmek
için görevliyiz ifadesi, Turgut'un kararlı bakışları, Mustafa Kemal'in ona yakışır biri
olacağım sözleri, attığın mayanın tuttuğunu gösteriyordu.
Hakkı Bey,
Cemil Meriç'in "Mekanla zamanı aşacak insan. Bu kanatlanış, birleşmenin,
birlikte düşünmenin eseri olacak. Birlikte düşünmek, kişiliği ortadan kaldırmaz,
geliştirir. Ama düşüncelerini başkalarınınkilerle birleştirmek için, onları sevmek
onlarla kaynaşmak gerek.
Kurtuluş bu şuurlanışta. Düşünen insanlığı hayata bağlayacak olan, maddi
bir rahat değil kendi kendini aşma, bütünleşmedir" sözlerinin tecelli etmesini
yüzlerce farklı yapıdaki insanı "Hakkı sevgisi" etrafında birleştirerek sağladın.
Hakkı Bey,
Kemal amca büyük bir metanet ve tefekkürle, senin yokluğunu gelenlere
hissettirmemeğe çalışıyor. Pamuk anne, ıstırabını hissettirmemek için suskun. Sarı
boyalı evinin içinde, yokluğunun acısıyla metanet şimdi bir arada.
Hakkı Bey,
Unutmadan söyleyeyim, Hasan Bey seni taklit etmeğe devam ediyor.
Ve hepimiz seni çok özlüyoruz, Hakkı Bey!
06.12.2003
OYUN BİTER!
Türkiye-AB ilişkisinin kırılma noktası olarak tasvir edilen KKTC için çok
önemli bir zaman aralığındayız. Yarın KKTC'de genel seçim yapılacak. Seçimin
sonucu ne olacak, bunu sandıklar açıldığında göreceğiz! Dışişleri Eski Bakanı
Sayın İsmail Cem'in Kıbrıs'la ilgili Gürcistan vurgusu ne kadar gerçekleşir
bilemeyiz. Ancak bildiğimiz bir tek şey var ki KKTC'de kim kazanırsa kazansın,
Türkiye'nin şu iki sorunun cevabını dünyaya net olarak deklare etme zamanı
gelmiştir:
1. Türkiye'nin Kıbrıs'a bakışını seçim sonuçları değiştirir mi?
2. AB ve ABD için önem arz eden Kıbrıs, Türkiye için önemsiz olabilir mi?
Türkiye bu soruların cevabını verirken "Yeni Dünya Düzeni" adı altında
oynanan oyunun varlığından da haberdar olduğunu ilan etmelidir. Eğer, Türkiye
aşağıda anlatacağım hikayenin son cümlesini dikkate alıp, oyunun bitmesine izin
vermeyecek iradeyi koyamazsa daha büyük açmazlarla karşılaşacaktır.
Bir berber, müşterisini tıraş ederken, bir yandan da onunla sohbet
ediyormuş. O sırada dükkanın önünden ağır ağır geçmekte olan bir çocuk
görmüşler. Berber, "Bu çocuk var ya, dünyanın en saf çocuklarından biridir. Bak,
dikkat et şimdi.” diye adamın kulağına fısıldamış ve çocuğa seslenmiş: "Ali, buraya
gel.” Bunun üzerine çocuk sakin biçimde dükkana girmiş ve berberi selamlamış.
Berber yine adamın kulağına sessizce "bak şimdi" diye fısıldamış ve bir eline beş
yüz bin, diğer eline de beş milyon liralık banknotları alarak çocuğa dönerek,
“Hangisini istiyorsan alabilirsin?" demiş. Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bin liraya
bir de beş milyon liraya bakmış ve beş yüz binlik banknotu berberin elinden hızlıca
çekerek almış. Berber, müşterisine gülerek dönmüş, "Gördünüz mü, size
söylemiştim" demiş.
Tıraş bitince berberden ayrılan adam, biraz ileride kendi kendine oynayan
Ali'yi görmüş ve yanına giderek, neden beş milyonluk değil de beş yüz binlik
banknotu aldığını çocuğa sormuş. Çocuk gülümseyerek ve hiç de saf olmayan bir
şekilde "He he he... Eğer beş milyonluğu alsaydım oyun biterdi!" diye adamı
yanıtlamış.
Sözün hülasası...
AB'yi kapacağım tuzağına düşüp, Kıbrıs'ta geri adım atmak oyunu
bitirecektir. Türkiye, elindeki en önemli kozu doğru kullanamazsa oyunun dışında
kalır.
Kıbrıs'ta çözüm diye sunulan Annan Planı'na "evet" demek, ancak bir şartla
mümkündür. O şartta; Türkiye'nin, AB üyeliği için müzakerelere başlaması ve en
kısa zamanda Türkiye'nin üyeliğinin gerçekleşmesidir.
Kıbrıs, Türkiye'nin elini zayıflatan değil güçlendiren bir kozdur. AB,
Türkiye'yi bir milyon kişinin yaşadığı kara parçası için yok sayma noktasına gelirse,
kendisine zarar verir ve kaybeden kendisi olur.
Ezcümle...
Türk askerinin adadaki varlığından kurtulmanın yolunu arayanların oyununa
gelmemek için "Uyanık Ali" olmak gerekir. Duyurulur!
13.12.2003
ŞALGAMI BİLİRLER Mİ?
Yerel seçimler yaklaşıyor. Mevcut belediye başkanlarının alışık olduğumuz
promosyon atağı, tüm hızıyla devam ediyor. Belediyelerimiz adeta "gross market"
benzeri alışveriş merkezlerine dönüşmüş durumda!
Sakat arabasından kömüre, oyuncaktan işitme cihazına, çimentodan halıya,
düdüklü tencereden giyeceğe kadar ne ararsanız belediyelerimizin depolarında
bulmanız mümkün!
Belediyelerin asli görevleri içinde olan, ancak hiçbir zaman vaktinde
yapılmayan kaldırım ve asfalt yenileme, alt ve üstgeçit yapımları da bu
promosyonlara dahil edilmiş durumda. Promosyon çılgınlığı kasabalardan büyük
şehirlerimize kadar ülkenin her yerinde icra ediliyor!
Harcanan rakamlar korkunç! Bu rakamlara bakınca bir an için 250 milyar
dolar borçlu bir ülkede değil de, 250 milyar dolar bütçe fazlası olan bir ülkede
yaşadığınızı düşünebilirsiniz.
Komedi, bir meydanda ahaliyi tek sıra dizerek başlatılıyor. Ahali epey
bekledikten sonra sayın başkan geliyor, ahalinin elini sıkarken gözlerinin içine
bakarak yaptığı promosyonun bir karşılığının olduğunu onlara hissettiriyor ve
karşılığı olmayan borçla temin ettiği promosyon malzemelerini ahaliye dağıtıyor.
Başkan, promosyonu takdim sırasında "şimdilik bununla idare edin, ben seçilirsem
daha iyileri de olacak" diyor ve ahaliyi selamlayarak gidiyor.
Ve ahali alkışlıyor!
Promosyon turunu tamamlayan başkan, huzuru kalp içinde marabasıyla
sözleşme yapmış ağa edasıyla istirahata çekiliyor. Tekerlekli sandalyeyle
gidilebilecek kaldırım ve yol yokmuş, dağıtılan kömür hava kirliliğini arttırıyormuş,
üstgeçit kullanılmıyormuş, dökülen asfalt altı ay sonra delik deşik olacakmış...
Bunların hiçbirini düşünmeden sayın başkan mışıl mışıl uykuya dalıyor.
Vah, ki vah!
Tirajikomik bu durumu uzun süredir devam ettiren Türkiye, aralarına girmek
için çırpındığı AB ülkelerindeki yerel yönetim seçimlerinde, promosyona ihtiyaç
duyan insanların sayısını azaltmak için projelerin yarıştırıldığını, kollektif
çözümlerin tartışıldığını nedense hiç görmüyor ya da görmek istemiyor.Yazık!
Yazımı bir anekdotla bitirmek istiyorum... Padişah, vezirinin ısrarla muz
ithalatı için birilerine izin koparma gayretine bir son vermek için sorar:
- Ahali muzu bilir mi, hiç muz yemiş mi?
Vezir, "Padişahım bizim ahali muzu çok iyi bilir ve çok da hoşlanır." der.
Padişah bu cevabı kuşkuyla dinler ve vezirine "Bu konuda benimle bir kese
altınına iddiaya girer misin?" diye sorar . Vezir kabul eder ve ahalinin sarayın
önünde toplanması için herkese haber gönderir.
Padişah, toplanan kalabalık içinden bir kişiyi çağırır ve büyük bir tabağın
içine konulan meyvelerden istediğini alıp yemesini söyler.
Adamcağız tabaktan bir iki meyve alır. Bunlardan biri “muz”dur ve yemeğe
başlar. Padişah adama sorar: -Yediğin meyvenin ismini biliyor musun?
Adam cevap verir:
- Evet, şalgam.
Vezir hemen bir kese altını çıkarıp padişaha sunar. Padişah gülümseyerek
iddiayı kaybeden vezirine döner ve bir kese değil, iki kese altın vermesi gerektiğini
söyler.
Vezir şaşırarak "Neden iki kese?" diye sorar.
Padişah, "Ahali, bırak muzu, şalgamı dahi bilmiyor" der.
14.12.2003
AZİZ NESİN HAKLI MI ÇIKIYOR!
Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin liderlerinin, Türkiye'nin gönlünü hoş etmek
adına, Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirgesi üzerinde bazı değişiklikler yaptıklarını, kulis
haberlerinden öğrendik.
Yapılan değişikliklerin en önemlisi, AB bildirgesinde Türkiye'nin itiraz ettiği,
üyeliğinin ilişkilendirildiği Kıbrıs ile ilgili maddede, kelimelerin daha muğlak hale
getirilmiş şekliyle yeniden dizilmesidir. 5 Kasım tarihli ilerleme raporunda "Kıbrıs
çözülmez ise engel teşkil eder." ifadesi "Kıbrıs'ta çözüm, üyeliği kolaylaştırır."
şekline getirilmiştir.
AB liderleri, Kıbrıs konusunda niyetlerinde ufacık bir değişiklik olmamasına
rağmen, sırf bizim yöneticilerimizin arzularını yerine getirmek için kelimeleri
farklılaştırarak bildiriye koymuşlardır.
Açıkça, Türkiye'ye saf muamelesi yapılmıştır. Bizim yöneticilerimiz ise bu
değişikliği Kıbrıs şart olmaktan çıktı şeklinde algılayarak, AB'nin yaptığı saf
muamelesine haklılık kazandırmıştır. Yazık!
Kıbrıs ile ilgili maddede değişiklik yapmış gözüken AB, daha evvel insan
hakları ifadesinin arkasına sakladığı düşüncesini daha da netleştirerek,
Güneydoğu meselesi ibaresini bildirgeye yerleştirmiştir.
Ve böylece Kıbrıs'tan sonra ikinci şart da, Güneydoğu Meselesi adı altında
kayda geçirilmiştir! Şimdi, Türkiye olarak önümüzdeki soru şu... AB'ye bir adım
daha yaklaştık dediğimizde ve AB üyeliğini bu saatten sonra hâlâ hayal
ettiğimizde, Aziz Nesin'in Türk milleti ile ilgili çirkin değerlendirmesini haklı çıkarmış
oluyor muyuz, olmuyor muyuz?
Millet olarak "hayır, bu doğru değil, haksızlık olur" diyorsak, AB'nin yaptığı
muameleden dolayı canı sıkılmış bir Türkiye fotoğrafını, acil olarak ortaya koymak
ve bir tavır geliştirmek zorundayız. Yoksa, AB yemeğinin Türkiye'ye faturası epey
kabarık olarak yansıyacaktır.
Bu faturanın içinde etnisite orijinli terör, ayrılıkçı hareketler, Türkiye'nin daha
da dağınık hale gelmesi gibi, birçok sorun yer alacaktır.
Etnik gerginliğe doğru sürüklenmek, tespih ipinin kopmasına benzer.
Yugoslavya'da yaşananlar, tespih ipinin kopmasıdır ve sonuçları, o ülke halkına
çok ağır bedeller ödetmiştir.
Önümüzdeki tuzağı fark edip ona göre tavır geliştirmek zorundayız. Tuzağın
daha iyi anlaşılması için, 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa'nın 10
Mart 1920'de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne göndermiş olduğu telgrafı okumamız
yeterli olacaktır:
“Ankara'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Hey'et-i Temsiliyesi'ne şifreli telgraf,
Erzurum, 10 Mart 1336 (1920) ...planın esas hattı önce Kürt'ü, hatta Çerkez'i
ayırmak, Türkleri birbirine düşürmek, Anadolu'yu paylaşmak en sonra da
Endülüs'teki gibi Engizisyon mezalimini tatbikle, Anadolu'da ki Türklüğü ve
Müslümanlığı bitirerek (onları) Rum ve Ermeni gibi kendilerine sadık kültürlü
yapmaktır...”
Sonuçta; Kazım Paşa'nın bu tespitlerinin icra edildiğini ve Osmanlı evinin
dağıldığını hepimiz biliyoruz. AB kriterleriyle hiçbir problemi olmayan ancak bu
dayatılan kriterlerin arkasındaki plandan rahatsız olan biri olarak düşüncelerimi
sizlerle paylaştım.
Sürçü lisan ettiysem affola!
20.12.2003
SOKAĞIN NABZI!
Asgari ücretle ilgili işverenlerin ve IMF'inin itirazıyla karşılaşan hükümet,
sokağın nabzının yükselmesinden telaşlanarak bir ara yol bulmaya çalışıyor!
“Açın halinden tok ne anlar." sözünü doğrularcasına, IMF ve işveren kesimi,
hükümeti popülist politikalara yönelmekle suçluyor. Bu rakamın üretimi düşüreceği,
buna dayalı olarak ihracatı azaltacağı, işsizliği artıracağı mazeretlerini sıralıyorlar.
“Açın halinden tok ne anlar." sözü, hepimizin yaşamında var olan bir
gerçeklik haline geliyor!
Ürkütücü!
Peki, yukarıdakilerin bu asgari ücret tartışmasını, aşağıdakiler nasıl
değerlendiriyor? Onlar aldıkları asgari ücretle ilgili neler diyorlar? Bu asgari ücret
onlara nasıl bir yaşam imkanı veriyor?
Her gün çevremizde, televizyonlarda ve gazetelerde asgari ücretle çalışan
insanların yaşamlarına ait kesitler görüyoruz. Onlarla yaptığım sohbetlerde ve
yaşam şartlarını gözlemlediğimde sokağın nabzının yükseldiğini hissetmemek,
görmemek mümkün değil. Gördüklerim bazılarının hoşuna gitmeyecek biliyorum,
ama manzara gerçekten tam bir sefalet!
Aşağıdakilerin yaşadığı dramı kağıda dökmek o kadar zor ki!
Tabii ki, her türlü olumsuzluğa rağmen eğilmemiş insanların, küçük bir borç
para alabilmek için nasıl eğilip büküldüklerini, ucuz ekmek alabilmek için böbrek
hastası annenin saat 03'te girdiği kuyrukta çektiği acıdan kıvranışını, çocuğuna
ayakkabı alabilmek arzusuyla, taksitle alışveriş imkanı için kefil arayanların
mahcubiyetlerini, aile bağlarının kopuşunun ortaya çıkardığı savruluşları, asgari
ücretli ebeveynlerin çocuklarını sokaktaki kötü yaşamdan uzak tutmayı
başaramamasından dolayı kahroluşlarını, yalanın ve hayalin insanları nasıl esir
aldığını dile getirmek, kelimelerin harcı olmasa gerek.
Ancak, çevremdekilerle spontane gelişen sohbetlerden birkaçını "toklara"
duyurmak gerekli diye düşünüyorum! Belki "açları" anlamalarına yardımcı olur!
Garson Ahmet "Ağabey, bu varlıklı insanların bizi görmesi için parmağımızı
gözlerine mi sokalım, ne diyorsun?" dediğinde, gözleri kızgınlık hissettiriyordu!
Hastanede asgari ücretle özel güvenlik görevlisi olarak çalışan Okan, iki çocuğunu
okula gönderebilmek için hastanedeki görevi bittikten sonra bir kumarhanede
sabaha kadar çalıştığını ve günde 2- 3 saatlik uykuyla yaşadığını, bu duruma ses
çıkarmayıp kader sayabileceğini, ancak 6 ile 8 yaşındaki çocuklarıyla pazar günü
bile birlikte olma fırsatı bulamamasını hazmetmesinin mümkün olamayacağını,
aşağıdakilerle yukarıdakilerin kesin bir hesaplaşmaya gitmesi gerektiğini bağırarak
ifade ederken gözlerindeki kızgınlık, garson Ahmet'in gözlerindekinin aynısıydı!
Yukarıdakilerin yaşadığı bir sokağın temizliği ile görevli Mahmut'un, o
sokakta yaşayan insanların attığı çöplere bakarak "Ağabey bu adaletsizlik daha ne
kadar sürecek zannediyorlar? Elime bir balyoz alıp bu sokaktaki arabaları
parçalamak istiyorum. Biliyorum yanlış, ama bu çöplerdeki yiyecek artıklarını
gördüğümde, bu şekilde düşünüyorum, elimde değil" dediğinde, kızgınlığını ve
kararlılığını yine gözleriyle hissettiriyordu!
Sibel de çalıştığı mağazada alış veriş yapan insanlara kızgınlık hissettiğini
aynı bakışlarla ifade ediyor ve kendi çocuklarının mağaza sahibinin çocuklarının
eskilerini giydiğini, bunun böyle olmaması gerektiğini, hiç olmazsa kendisinin de
çocuklarına ucuz ama yeni bir şeyler alabilecek bir imkana sahip olması gerektiğini
isyan edercesine haykırıyordu!
Yukarıdakilere duyurulur!
21.12.2003
AB, TÜRKİYE'Yİ NASIL GÖRÜYOR!
AB ile ilgili negatif bir yazının, AB karşıtlığı olarak algılandığı bu süreçte, AB
ile Türkiye ilişkisine objektif olarak yaklaşabilmenin sanırım tek yolu, AB'nin kendi
içindeki tartışmaları ve bunların oluşturduğu yankıları izlemek olmalı.
Alman tarihçi Prof. Hans Ulrich Wehler, AB'nin mefkuresini oluşturan önemli
kişilerden biri. Ayrıca Wehler, AB'nin Türkiye ile ilgili gerçek bakışını seslendiren
cephenin teorilerini oluşturan birkaç kişiden biri ve etkili bir ismi.
Wehler'den bahsetme nedenim, geçenlerde Almanya'nın en büyük
gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung'ta çıkan, Türkiye'nin AB üyeliği
aleyhindeki makalesinde değindiği konulardır. Wehler'in, yedi başlık altında
topladığı düşünceleri, AB'nin Türkiye'ye bakışının özeti gibi. Türkiye'nin, AB için
her şeyimiz hazır dediği noktada; "AB, Türkiye'yi nasıl görüyor?" sorusunun
cevabını, Wehler makalesinde veriyor:
1. Dünyada yedi büyük dinden sadece İslam, koyu bir batı düşmanı. Buna
karşı İslam içinde bir aydınlanma hareketi görünmemektedir.
2. Avrupa hukukuna ters çok köklü gelenekleri var. Okullarda din dersi
zorunlu. İslamcı okulları devlet finanse etmektedir.
3. Türkiye çok geri kalmış bir tarım ülkesidir. Halkın yüzde 35'inden fazlası
çok ilkel metotlarla tarım sektöründe çalışmaktadır.
4. Türkiye'nin AB'ye alınması durumunda, 10 ila 18 milyon arasında fakir
Anadolu çiftçisinin Avrupa'ya göçeceği tahmin edilmektedir.
5. Avrupa, niçin ne olacağı bilinmeyen Irak ve Suriye diktatörlüğüne,
teokratik rejimli İran'a, erozyona uğramış Gürcistan ve Ermenistan'a komşu olsun?
6. 25 üyeyle karar almakta zorlanan AB, niçin "devamlı bakıma muhtaç"
Türkiye'yi alsın?
7.Türkiye ile müzakerelere başlanması, Avrupa'daki demokrasi açığını
arttırır.
Wehler makalesini; Türkiye'nin AB üyeliği sorununu, gelecek yıl yapılacak
olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir halk oylaması kampanyasına
dönüştürülerek çözülmesi gerektiği, emir hükmüyle tamamlamıştır.
Evet, AB'nin Türkiye'ye bakışı bu... Wehler, bu bakışın sözcüsü olarak
makalesinde her şeyi açıkça ifade etmiş. Şimdi şapkamızı önümüze koyup,
Wehler'in düşüncelerini dikkate alarak, bir AB ile Türkiye değerlendirmesi yapmalı
ve buna göre bir duruş oluşturmalıyız. Boşa kürek çekmenin bir bedeli var. Eğer,
bu bedeli ödemek istemiyorsak; AB ile Türkiye ilişkisini kategorize etmeden, AB'nin
kendi içindeki yansımaları dikkate almalı ve değerlendirmeliyiz.
AB yanlısı ve AB karşıtı tartışmalarının, başta Türkiye olmak üzere hiç
kimseye fayda sağlamayacağını, tam tersi, kategorize olmuş Türkiye fotoğrafından
herkesin zarar göreceğini bilmemiz lazım.
Sözün özü...
Bu dönem, AB yetkililerinin bize söylediklerinden ziyade, kendi aralarında
konuştuklarına kulak vermemizi gerektiren bir dönemdir.
28.12.2003
TÜRKİYE'NİN BİRLİĞİ...
SON 28 yılın en düşük enflasyonu!
Müthiş sevindirici bir haber. Yeni yılın ilk hediyesi, düşük enflasyon. Ülke
olarak sevineceğimiz bir hediye. Düşük enflasyon, özellikle 28 yaşın altındakiler
için özel bir anlam taşıyor. Doğdukları günden bugüne kadar, her aybaşı açıklanan
ve rekor yükseklikte olan enflasyon oranları ve yeşil enflasyon canavarı artık yok!
“Enflasyon olmayınca fukaralık azalıyor mu?" diye bir soruyu, sakın
aklınızdan geçirmeyin. Büyük bir ihtimalle bu soruya cevap ararken sevinciniz
kursağınızda kalır. Türkiye'nin birliğini ve dirliğini tehdit eden fukaralığın gittikçe
yayıldığını, hatta kendinizin de her geçen gün daha da fukaralaştığınızı anlarsınız.
Her geçen gün dayanma sınırları daha da zorlanan, fukaralıkla karşı karşıya
kalmış on milyonlarca insanın, yaşama dair sevinçlerini kaybettiğini, yarına dair
hiçbir ümitlerinin olmadığını görürsünüz ve gördüğünüz manzara karşısında
korkarsınız.
İsyankârlığın ölçüsü, insanların sokağa dökülüp, yağmalayıp, yakıp
yıkmaları ise buna ramak kalmış bir gerçeğe doğru sürüklenme yaşandığını
hissedersiniz. Tehdit olarak algıladığımız düşünce ve davranışları var eden asıl
nedenin, fukaralık olduğunu göremediğimizi anlarsınız. Fukaralığın, kimi zaman
sağ sol, kimi zaman Alevi Sünni, kimi zaman laik-anti laik, kimi zaman ise TürkKürt kimliğiyle sokaklara çıktığını, şehirleri yakıp yıktığını, on binlerce insanı
öldürdüğünü, yüz binlerce insanı göçe zorladığını hatırlarsınız.
Görecekleriniz sadece bunlarla sınırlı değil. Gelinen noktanın, bizim millet
edebiyatının tedavülden kalktığı, gerçeklerle yüz yüze kaldığımız ve ne yazık ki
Türkiye ile hesabı olan her güç odağının istediği fitneyi çıkarabileceği bir kavşak
olduğunu görürsünüz.
Yüzyıllardır birlikte yaşayan Türk ile Kürdü karşı karşıya getirmekten tutun
da servet düşmanlığına kadar birçok imkanın Türkiye ile ilgili hesabı olan adresler
için hazır olduğunu, bu adreslerin ellerindeki senaryolar için; oyuncudan, dekora
kadar her türlü gereksinimin hazır olduğu bir Türkiye fotoğrafı görürsünüz.
Fukaralığın yaşandığı batakta; ayrılıkçı, bölücü ve İslam adına ya da başka
bir şey adına hareket ettiğini iddia eden birçok sapkın düşüncenin oluşturduğu
yapıların taraftar bulmasının hiç de zor olmadığını, hatta insanların açlık, sefalet ve
çaresizlik içinde kandırılmaya çok hazır olduğunu görürsünüz.
Özellikle dış dinamikler tarafından yol ayırımına doğru sürüklendiğimiz bu
süreçte, fukaralığın, Ankara'nın gündeminde "düşük enflasyonun" onda biri kadar
bile yer almadığını görürsünüz.
Ankara'nın gündeminde olmayan fukaralığın, Boğaz'ın iki yakasının
gündeminde ise hiç olmadığını, gazetelerin üçüncü sayfalarına düşen birkaç
haberin ve geçiştirilerek sunulan istatistiki bilgilerin dışında, fukaralığın bu
çevrelerde esamisinin dahi okunmadığını görürsünüz.
Zenginlerin sayısının binlerle, fukaraların ise milyonlarla ifade edildiği
toplumların ne birliğinden, ne de dirliğinden söz edilebileceğini, açla tokun elli
metre arayla barış ve huzur içinde uzun süre yaşayamayacağını görürsünüz.
“Sevinciniz kursağınızda kalır."
10.01.2004
AFGANİSTAN
Bugün size okuduğum "Ah Afganistan" isimli kitaptan bahsetmek istiyorum.
Umarım sabrınızı zorlamam!
Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, gazeteci
Yavuz Selim'in Afganistan konusunda Türkiye'nin aydınlanmasına katkı
sağlayacak yoğun bir emeğin ürünü olan "Ah Afganistan" adlı kitabının
yayınlanmasına yardımcı olmakla, önemli bir hizmeti yerine getirmiştir.
Yavuz Selim ciddi sıkıntılara göğüs gererek, aslında bugün değil, yıllardır
ihmal ettiğimiz ve sağlıklı bilgiye sahip olmadığımız Afganistan'a dair son bilgileri,
objektif bir bakışla kaleme aldığı kitabının ön sözünde adeta Türk Hariciyesi'ne
seslenmiş;
"Batı'nın Afganistan'da yaşananlar konusunda dünya ve tabii ki Türk
kamuoyunu yönlendirme faaliyetleri, bugün de var hızıyla devam ediyor... Geçmişi
bırakın, Afganistan'da son iki yıldır nelerin yaşandığı biliniyor mu acaba?.. Irak
gündemde ya, gözler hep güney komşumuzda...
Bir yandan 'taraflı' bakışlarımız, öte yandan sağırlığımız... Özellikle iki yılı
sansür altına alınan Afganistan'ın bundan sonra Türkiye'de hakiki gündemine
oturması gerekiyor. Tabii, iç savaş yıllarını ve özellikle Taliban dönemini de tekrar
tekrar irdeleyerek... Bugün bütün gözler Irak'a kilitlenmişse, bilinmeli ki, Irak'ta
yaşananlar Afganistan ile tam bir bütünlük arz etmektedir ve oynanan "Büyük
Oyun'un bir üssü Ortadoğu'da Irak'taysa, diğer üssü de Orta Asya'da
Afganistan'dadır..."
Yavuz Selim kitabında, Afganistan'a ait haberlere uygulanan medya
sansürü nedeniyle bizim bilmediğimiz; ABD-Taliban örtülü ilişkisinden etnisiteler
arası çatışmaların arka planına kadar, ABD'nin Afganistan politikasında oluşan
tıkanıklar ve bu tıkanıkların yansımalarından, Türkiye'nin Afganistan
politikasızlığının Afgan halkı üzerinde özellikle nüfusun üçte birini oluşturan Özbek
ve Türkmen kardeşlerimiz üzerinde yarattığı sıkıntılara kadar her konuya
değinmiş.
Kitap; Afganistan'ın sosyal hayatına, ekonomisine, kültürüne, jeo-stratejik
konumuna, idari yapılanmasına, eğitimine ve güvenliğine ait bilgilerin dünü ve
bugününü içermekte, sağlam kaynaklardan derlenmiş ve çok sayıda insanla
görüşmeler yapılarak hazırlanmış bir başucu kaynağı niteliğinde.
Kitabın ortaya çıkardığı hakikat, Danimarka'dan Belçika'ya kadar tüm
ülkelerin olduğu Afganistan'da, Türkiye'nin olmamasıdır. Almanların Afganistan'la
illiyet kurmak için Tacikleri kardeş ilan ettiği bir ortamda, nüfusun üçte birini
oluşturan Özbekler ve Türkmenler ile öz kardeş olan Türklerin, Afganistan'da
esamisinin okunmaması gerçekten üzücü!
Yavuz Selim'in eline sağlık. Uzun zamandır objektif bilgi akışının olmadığı
Afganistan ile ilgili taze, sansürsüz bilgilere ve görüntülere ulaşmamıza yardımcı
oldu. "Ah Afganistan"ı başta hariciyemiz olmak üzere, tüm ilgililerin okumasını
öneririm.
11.01.2004
JAPON BALIKLARI VE FELSEFESİ
Tercüman gazetesinin hazırlanmasında emek veren değerli kardeşim Yazı
İşleri Müdürü Volkan Karsan'ın ve farklı insanların yazılarımla ilgili yaptığı
değerlendirmeyi dikkate alarak, pazar günkü yazılarımda can sıkıcı mevzulara
değinmemeye karar verdim.
Pazarınızın keyfini kaçırmamak için bundan sonra özen göstereceğim.
Umarım bunu başarabilirim!
Yoğun problemlerle boğuştuğumuz bu zor günlerde var olan mücadele
azmimizin güçlenmesine katkısı olur düşüncesiyle bugün sizlere Japonlara ait bir
anekdotu aktarmak istiyorum.
"Japonlar taze balığı çok severler, fakat Japonya sahillerinde bol balık
bulmak mümkün olmamakta. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha
büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılmışlar. Balık için uzaklara gidildikçe, geri
dönmesi de daha çok vakit alır olmuş. Dönüş bir iki günden daha uzarsa, tutulan
balıkların da tazeliği kayboluyormuş.
Japonlar, tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişler. Bu problemi
çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlar. Böylece
istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş
olarak saklayabileceklermiş.
Ancak Japon halkı taze ile donmuş balığın lezzet farkını çok iyi anlıyor ve
donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyormuş.
Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırmışlar. Balıklar
akvaryumda biraz sıkışacaklar, hatta birbirlerine çarpa çarpa birazda
aptallaşacaklar, ama yine de canlı kalabileceklermiş. Japon halkı canlı olmasına
rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlamış. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette
günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti iyi değilmiş.
Balıkçılar nasıl olacak da açık denizlerde avladıkları balıkları, Japonya'ya
taze ve lezzetli olarak getireceklerdi?
Japonlar balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tutmuşlar, ancak içine
küçük bir de köpekbalığı atmışlar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuş,
ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişler."
Anekdottan anlaşılacağı üzere problemlerden uzaklaşmaktansa içine
atlamak, boğuşmak ve onları yenmek gerekir.
Problemler çok ve çeşitli olabilir. Ümitsiz olmayın. Onları tanıyın, organize
edin, kararlı olun, daha çok bilgi ve yardım desteğiyle onlarla savaşın. Ne kadar
akıllı, uzman, inatçı iseniz, iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız.
Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız, bundan
da o derece mutluluk duyarsınız, heyecan duyarsınız, enerji dolu ve canlı ayakta
kalırsınız.
Beyninize bir köpekbalığı atın ve nelere ulaşabileceğinizi o zaman görün.
İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa büyük çabalar sarf eder.
18.01.2004
İŞİN CİDDİYETİNİ ANLAMAK
Batı ülkelerinden birinde, matematikten sürekli zayıf not alan çocuğu, ailesi
bir faydası olur düşüncesiyle Katolik okuluna gönderir. Katolik okuluna giden
çocuğun ders notları iyileşmeye, hatta matematikten tam not almaya başlayınca,
ailesi çocuğa sorar: "Ne değişti?"
Çocuk cevap verir: "Okulun ilk gününde artı işaretine çivilenmiş adamı
görünce, durumun ciddiyetini anladım."
Irak'ın parçalanmasına göz yumulması hali, Türkiye'nin de içinde bulunduğu
bu bölgede çatışmaların yaşanacağı bir sürecin başlamasına neden olacaktır.
Birçok ihtimali içinde barındıran bu süreçte, Türkiye'nin "artı işaretine çivilenmiş
adam"ı gören çocuğun durumuna gelmeden, işin ciddiyetini kavraması ve buna
göre tedbirler alması gerekmektedir.
Şüphesiz ki, Türkiye her türlü gelişmeye karşı tedbir alacak güç ve birikimi
taşıyan bir ülkedir. Bu tedbirleri de alıyordur muhakkak! Ancak bugüne kadar
gelişen olaylar gösterdi ki, Türkiye'de bu tedbirleri alma sorumluluğunu taşıyanların
bir kısmı, ABD'nin uygulamaya çalıştığı projenin ciddiyetinin idrakinde değil.
ABD'nin, Irak'ın toprak bütünlüğünü hedefleyen bir projesinin olmadığını bu
sütunda defalarca yazdım. ABD, küreselleşme olgusunu, bizim içinde
bulunduğumuz bölge başta olmak üzere yeryüzünün belirli bir bölümündeki
ülkelerin içinde olmadığı bir alan içinde düşünüyor. Avrupa Birliği ülkelerini ve
bunların ortaklarını da içine alan bir alanda küreselleşmeyi hedefleyen ABD,
yeryüzünün büyük bir kısmını kabileler, aşiretler şeklinde parçalamak için zorluyor.
Mini milli devletçiklerin birbiriyle boğuştuğu, savaşın ve çatışmanın eksik
olmadığı, var olan mini devletçiklerin yeryüzünün küreselleşen bölümündeki güç
odaklarına bağımlı olacağı bir proje. ABD'nin yeni sömürge planı, eline silah
vererek kavgalı hale getirdiği toplumları ekonomik olarak borçlandırarak bağımlı
hale getirmek ve o toplumların bulunduğu bölgelerdeki yer altı ve yer üstü
kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek.
Irak bu projenin kilididir. Irak'ın parçalanması, orta vadede Türkiye, İran,
Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan ve birçok ülkeyi de içine alan alanda yeni yeni
parçalanmalara neden olabilir. Arap-Kürt çatışması, Sünni-Şii çatışması, Türk-Kürt
çatışması bu projenin önemli unsurlarıdır. Kuzey Irak'ta kurulacak bir Kürt devleti,
sıraladığım grupların birbirine girmesi için tetiğin çekilmesi anlamına gelir.
ABD'nin ayrışmaya zorladığı Sünnilik, Şiilik, Kürtlük, Araplık, Türklük bu
bölgenin tümünde iç içe yaşayan, tarihi süreçte de birbiriyle eften püften
sebeplerle savaşmış mensubiyet duygularının adresleridir.
ABD'nin bu projesini idrak edemeyenlere ve Irak'a barış ve demokrasi
getirecek diye algılayanlara son bir kez daha seslenmek istiyorum. Irak
parçalanırsa, artı işaretine çivilenmiş Türkiye'yi görecek ve işin ciddiyetini
kavrayacaksınız ama iş işten geçmiş olacak!
24.01.2004
SİYASETİN MAGAZİNLEŞMESİ
Partilerin; belediye başkanı, belediye ve il genel meclis üyelikleri için aday
belirlemelerinin son aşamasına gelindi. Gelindi gelinmesine de, siyasetin de
şirazesi çıktı.
"Başımı açarım, dedin", "demedim" tartışmalarından tutun da, işi mahalleyi
kurtarmaktan, ilçeyi, ili hatta tüm memleketi kurtarma iddiasına kadar götüren,
kerameti kendinden menkul bir kısım aday adaylarının gazino afişlerini
aratmayacak büyüklükteki resimleri duvarları, panoları kapladı. Hangi gazeteyi
elinize alsanız onlar, hangi televizyon kanalını açsanız onlar, ne tarafa baksanız
onlar. Mübarekler her yerde. Bize gülümsüyor, veciz sözler söylüyor, ahkam
kesiyorlar. Mahallemizi, ilçemizi, ilimizi nasıl kurtaracaklarını anlatmaya
çalışıyorlar. Kurtarıcılarımız olduklarının altını kalınca çiziyorlar! Bol bol promosyon
yapıyorlar!
Bugüne kadar ne işle meşgul olduklarını laf ve kartvizit kalabalığına getirip,
bir türlü anlatmayan ama birikmiş bütün sorunları ortadan kaldıracağını vaad eden
bu zevatın insafına kalmış durumdayız. "Kentleşmenin idrakindeler mi, değiller
mi?" sorusunu sormamıza fırsat vermeyecek şekilde bizleri kuşattılar. Partileri
tarafından aday adaylığından, adaylığa laik görülen esas kurtarıcılarımızla
beraber, 27 Mart akşamına kadar bu magazinsel süreç devam edecek ve biz de
bu kuşatılmaya katlanacağız. Yazık!..
Oysa, 28 Mart yerel seçimleri, Türkiye'nin Pakistan ve İran benzeri üst ve alt
yapı fotoğrafından uzaklaştığı, İtalya, Yunanistan, İspanya benzeri bir fotoğrafa
doğru yöneldiği bir sürecin başlangıcı olan önemli bir kavşak olarak görülmeliydi.
İnandırıcı projelerin ve vizyonların konuşulduğu, batı ülkelerindeki kentleşme
sürecini doğru çalıştıran, yerel yöneticilik yapmış insanların donanımına sahip ve
kararlı yerel yönetici adaylarının yarıştığı bir yarış olmalıydı.
Çarpık kentleşmeyi, kültürel ve tarihi dokuyu, yağmurda, karda felç olan
şehir trafiğini, hava kirliliğini, sık sık yenilenen altyapıyı, kaçak yapılaşmayı,
peyzajı, sanatsal faaliyetleri, birçok derdimizi ve çarelerini konuşmalı, tartışmalı ve
çözüm bulmalıydık.
Maalesef olmuyor. Eski tas, eski hamam. Mevcut belediye başkanlarının
hepsi kötü, bu mübarekler iyi. Tartışma bu minvalde ve de siyasetin
magazinleşmesini sağlayan bir formatta oturdu.
Öyle görünüyor ki, bol makyajlı yüzlerle, jöleli saçlarla, cafcaflı sözlerle 27
Mart akşamına kadar siyaset magazinleşmesi en yüksek noktaya ulaşacak.
Yeşilçam'ı aratmayacak jönlerin rol aldığı bu yarışa, Mahalli İdareler Reformu
yapmaya çalıştığımız bu dönemde çıkmış olmamız da, ayrı bir mizah konusu!
"Türkiye'nin idari yapısını değiştirecek Mahalli İdareler Yasası'nı biliyor
musunuz?" diye aday adaylarına soracak olsanız, onda sekizi cevap olarak "Hık
mık, kem küm"den başka bir şey söyleyemez.
Vah ki vah!..
25.01.2004
MUHALEFET BOŞLUĞU...
Hazine, iç ve dış borçlarımızın 2003 yılı sonundaki durumunu açıkladı: 2003
yılı iç ve dış borçlarımızın toplamı, yaklaşık 202 milyar dolara ulaşmış. Bir yılda
ürettiğimiz mal ve hizmetlerden elde ettiğimiz gelir ise (GSMH) 238 milyar dolar
olarak tahmin ediliyor.
Çok önemli bir gösterge olan iç ve dış borçlarımızın GSMH'ye olan oranı,
%86'ya ulaşmış. İç borcumuz, gelirimizin yüzde 59'u, dış borcumuz ise gelirimizin
yüzde 27'si büyüklüğünde.
Sultan Abdülaziz'in, Fransa Kralı'na borç istemek üzere gönderdiği elçisine,
Fransa Kralı'nın sorduğu soru, bir ibret vesikasıdır.
Kral, elçiye "Sultan dışarıdan alınan borçla sıkıntıyı aşma arayışının, delik
bir miğfere su doldurma anlamına geldiğini ne zaman fark edecek?" demiştir.
EVET, Türkiye borç batağına kötü saplanmış durumda. Borcu çevirmeyi
beceri sayan iktidarlarla, bu tablonun vahametini anlamak ve anlatmakla görevli
olmasına rağmen, bu çağda gerilla savaşından bahseden, eskimiş muhalefetin
arasına sıkışmış bir vaziyette, hızla batağa doğru sürükleniyoruz. Üstelik delik bir
miğfere su doldurmanın mümkün olamayacağını bilerek!
Siyaset zemininde, iktidarların karşılarında bir alternatifin olmamasının ne
gibi mahsurlar teşkil edeceğini daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Tekrar o
konuya girmek istemiyorum. Anlatmak istediğim, muhalefet partilerinin zavallılığı.
Muhalefeti, Leman dergisinin kıymetli yazar ve çizerlerine emanet etmiş yaşlı
amcaların ve onların aslında emekli kulübüne dönüşmüş olan partilerin eften
püften sebeplerle arada sırada muhalif gibi gözüktükleri garip manzarayı,
dikkatinize getirmeye çalışıyorum.
Hazine'nin açıklamış olduğu rakamlara baktığınızda; dünyanın hiçbir
yerinde hiçbir muhalefet partisi için bundan daha iyi bir malzemenin olması
düşünülemez.
2002 yılının sonunda; iç borcumuz 149 katrilyon lira idi. 2003'te bu borcun
anaparası için 113 katrilyon lira ödendi. Böylece borcun anaparası 36 katrilyon
liraya düştü. Ancak, bu anapara ödemesini ve de buna ek olarak tahvil ve bono
sahiplerinin 52 katrilyon liralık faizlerini ödeyebilmek için Hazine yıl içinde tekrar
158 katrilyon liralık borçlanmaya gitti. 158 katrilyon yeni borca, kalan 36 katrilyonu
eklediğimizde, borcumuz 194 katrilyona çıktı. Anlayacağımız tahvil ve bono
sahiplerinin cebine bir yılda 52 katrilyon lira girmiş oldu.
Muhalefet partileri, iktidarı silkeleyecek bu rakamları konuşmak, bu gidişatın
doğuracağı sıkıntıları anlatmak ve Türkiye'nin dikkatini bu alana çevirmek yerine
gerillalığa soyunduğunda, doğal olarak halkın muhalefetini seslendirecek bir adres
olmaktan çıkar.
Sadece adı muhalefet olur. Yazık..!
31.01.2004
AYAK AYAK ÜSTÜNE...
Türkiye-ABD ilişkisinde, Sayın Başbakan'ın ABD'ye yapmış olduğu ziyaretin
ne gibi kazanımlara yol açtığı, medyamızın sunumundan da çok açık olarak
görülmektedir. Ayak ayak üstüne attı, benim getirdiğim hediyeyi kullandı
muhabbetlerinin çokça yapıldığı daha önceki başbakanların gezisinden hiç farkı
olmayan, hem ABD hem de Türkiye'nin iç siyasetinde simülasyon oluşturmak
amacıyla yapılmış bir gezi..!
Bush rakibi olan demokratların "ABD'yi yalnızlaştırdın" suçlamalarını
diskalifiye etmek için, seçim öncesi dekorlarından biri olan, bir gün önceki Polonya
Cumhurbaşkanı'nın Beyaz Saray'a yaptığı ziyaretin bir benzeri!..
- PKK ne olacak?
- Nisan'ı bekleyin.
- Irak ne olacak?
- Toprak bütünlüğü korunacak.
- Kıbrıs ne olacak?
- Annan Planı'nı eğip bükmeden anlaşmanıza yardımcı olacağız.
- Ekonomimiz ne olacak?
- Ekonominiz iyi yolda.
- Nitelikli Teknoloji Kentleri Projesi ne olacak?
- Bakacağız.
- Ticari işlerimiz ne olacak?
- Bakacağız.
Aynı kelimelerin yer değiştirdiği "cekli, caklı" sözler...
Washington abidesi, ABD'nin ilk Cumhurbaşkanı adına yaptırılmıştır. 1848
yılında yapımına başlanmış, 1885 yılında tamamlanmıştır. 196 metre
yüksekliğinde olup, tepesine asansörle 70 saniyede çıkılabilen, ucu sivri, mermer
bir sütundur. İç duvarlarında, 193 adet çeşitli ülke ve kuruluş adına, hatıra mermer
levhalar yerleştirilmiştir.
Bu levhaların arasında, hemen hemen tüm ziyaretçilerin dikkatini üzerinde
toplayanı, Sultan Abdülmecid tarafından gönderilmiş olanıdır. Bu levha, iki
sebepten dolayı dikkatleri üzerinde topluyor; yazının sanatı ve içeriği!
Diğer levhalarda, George Washington'a selam ve saygı ifadeleri dile
getirilirken, Sultan Abdülmecid tarafından gönderilen de, Washington'un değil,
padişahın methi yapılmış.
'Devam-ı hulleti te'yid içün Abdülmecid Han'ın
Yazıldı nam-ı paki seng-i balaya Washington'da'
Dostluğumuzun devamı için Abdülmecid Han'ın temiz adı, Washington'daki
taşa yazıldı.
Nereden, nereye!..
Osmanlı'nın hasta adam olarak nitelendirildiği ve büyük yenilgilerin
yaşandığı bir dönemde; eğilip bükülmeyerek o anıta kendisini metheden levhayı,
nazik fakat vakarla koydurabilmiş Abdülmecid'e ve O'nun torunları olan
yöneticilerimizin yapmış oldukları Washington çıkarmasının medyaya yansıyan
yüzüne baktığımızda, Abdülmecit'in vakarı ve nezaketiyle, ne kadar miras ilişkisi
geliştirebildiğimiz çok açık olarak görünüyor..! Bundan önceki başbakanlarımızdan
biri, "Başkan benim hediye ettiğim kravatı takıyor" diye paye aramadı mı? Zavallı
Ecevit, ayak ayak üstüne atmadı diye az mı paralandı? Şimdiki başbakanımız da
ayak ayak üstüne attı diye alkışlanıyor. Yazık!
Simaların değiştiği, ama rollerin değişmediği başbakanlar, başkanlar ve
söylenen aynı sözler. Değişen hiçbir şey yok.
Başbakanın ABD gezisinin bende bıraktığı izlenim bu. Sürçü lisan ettimse,
affola!
Hayırlı Bayramlar.
01.02.2004
YUGOSLAVYALAŞMA!
Erbil kentinde, Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği (IKYB) ve Irak Kürdistan
Demokrat Partisi'nin (IKDP) binalarında, geçen hafta sonu düzenlenen intihar
saldırılarında 109 kişi öldü, 200'den fazla kişi yaralandı.
Bu vahim ve insanlıkdışı eylem sonrası, İnternet'te maniple maksatlı
kurulmuş, asılsız haberleriyle meşhur bir sitenin, bu işin arkasında Türklerin
olduğunu işaret eden bir haberi çıktı. Sonra, Barzani ve Talabani'nin bu saldırının
arkasında Türkiye varmış türü beyanlarının yer aldığı yalan haberler tedavüle
konuldu. Daha sonra da, işin arkasında Arapların olduğu haberleri ve yorumları
yayıldı. Bu olay sonrası bize ulaşan bilgilerin değişik versiyonları, hem Kürtlere,
hem de Araplara servis yapıldı.
Anlayacağınız geçen hafta; fitnecinin arzu ettiği ve daha önce Necef'te
Şiilerin üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı, sonra Kerkük'te Türkmenlerin
üzerinden yapmaya çalıştığı, bölgeyi Yugoslavyalaştırma projesi için yeniden
hamle yaptığı, can sıkıcı bir hafta idi!..
Allah'a şükür ki, fitnecinin tüm gücüyle seferber olmasına rağmen, Türklerin,
Arapların, Kürtlerin duyarlılığı sonunda, gerçek ortaya çıktı. Saldırıyı yapan
fitnecinin bu seferki taşeronu "Ensar el Sünnet" adlı örgüttü. Örgütün İnternet'teki
sitesi aracılığıyla olayı üstlenmesinin hemen sonrası, Kerkük'te bu eylemlerle ilgili
olduğu anlaşılan bir Yemenli bol miktarda patlayıcı ile yakalandı. Örgütün El Kaide
ile ilişkisinin olduğu iddia ediliyor.
Irak'ın merkeze oturtulduğu tüm bölgedeki dengeleri ve ilişkileri imha
edecek sonuçları önümüze çıkaracak Türk, Kürt, Arap ve Sünni, Şii çatışmasına
yönelik bu tür saldırıların ve kurguların önümüzdeki günlerde farklı coğrafyalarda
uygulamaya koyulacağı ihtimalinin her geçen gün arttığı bir süreçteyiz.
Ne yazık ki, asırlardır bu bölgede yaşayan insanlar üzerinde denenmiş,
zaman zamanda netice alınmış bir aşiretleştirme, kabileleştirme, ayrıştırma
projesiyle karşı karşıyayız. Fitnecinin arzusu, daha rahat kontrol edebileceği
bağımlı ve birbirleriyle kavgalı mini milli devletlerin olduğu bir coğrafyadır. Tarihte
yaşananlar bu durumun en açık delilidir.
Yaşadığımız bu hakikatin karşısında, tüm bölge ülkelerindeki yöneticilerin,
söylemlerini kuyumcu hassasiyetiyle tartarak ve çok dikkatli yapmaları gereken
hassas bir dönemden geçiyoruz. Toplumların, eften püften sebeplerle birbirinin
boğazına çöktüğünü tarihin sayfaları yazıyor. Yöneticilerin ağzından çıkan eften
püften sözler, fitnecinin işine gelen bir sonucu çıkarabilir. Buna herkesin dikkat
etmesi gerekir.
Sözün hülasası...
Hiç olmazsa bu sefer, fitnecinin projesini boşa düşürmek için bu bölgede
yaşayan ve aklı başında olan her insan görevini layıkıyla yapsın. Şu veya bu
sebepten dolayı fitnecinin oyununa gelmesin. Ne olur!..
07.02.2004
MUHAFAZAKAR DEMOKRAT
Eskiden Şirket-i Hayriye vapurlarının, şimdinin ise şehir hatları vapurlarının
değişmez dekoru olan satıcılar, yolcuların arasında dolaşarak kucaklarındaki tabla
üzerinde bulunan ürünlerini pazarlamaya "her derde deva" diye başlarlardı.
Bundan on beş yıl evveline kadar, bu satıcıların ürünlerden biri de "GRİPİN" idi.
Mübarek Gripin; baş ağrısına, mide bulantısına, karın ağrısına, diş ağrısına, sinir
hastalığına, bayılmaya, ayılmaya, romatizmaya anlayacağınız bilumum
hastalıklara çare idi!
İnsanların bir kısım ağrısını dindiren ve çok benimsenen bu ilaç "her derde
deva" olduğu gibi, halk arasında yanlış bir kanaatin oluşmasına neden olmuştu. Bu
durumda diğer satıcılar gibi, bizim vapur satıcılarının çok işine yaramıştı.
Uzunca bir süredir siyaset; Şirket-i Hayriye vapurlarındaki satıcıların
söylediği gibi "Her derde deva GRİPİN" benzeri "Her derde deva DEMOKRASİ"
satmaktadır.
Liberal Demokrat,
Muhafazakâr Demokrat,
Sosyal Demokrat,
Çağdaş Demokrat,
Ulusalcı Demokrat,
Kemalist Demokrat,
Laik Demokrat,
............ vs. Demokrat,
Pilav üstü döner gibi, liberallik üstü az demokrasi ya da sosyalistlik üstü az
demokrasi! Kavramların içini boşaltmaktaki maharetimizin son örneği;
muhafazakârlık üstü az demokrasi!
Bu kafayla Avrupa Birliği, komik!..
İçine girmek için çırpındığımız AB'nin ifade ettiği demokrasi tanımıyla hiçbir
şekilde örtüşemeyecek olan demokrasi anlayışıyla Türkiye, yolcuları kandıran
satıcıya benzemektedir. Bu kafayla AB'nin kapısından içeri girilemez, sadece
kapının önünde beklenir. Demokrasi; bir şeyleri saklamak için, gölgelemek için var
değil. Tam tersi demokrasi; açık olmak ve şeffaflaşmak için var.
Muhafazakârlığınızı saklamak, sosyalistliğinizi saklamak, liberal olduğunuzu
saklamak için demokrasiyi kullanmanız sizin demokrat olduğunuz sonucunu
çıkarmaz. Kimseye de kâr ettirmez. Bunun yerine, muhafazakârlığı, sosyalistliği ya
da liberalliği toplumla mutabık hale getirecek özgün bir proje olarak sunmayı
deneseniz, saklamaktan elde edeceğiniz kârdan daha fazla kâr edersiniz. Nerde o
akıl, o yürek, o samimiyet!..
Dedim ya içini boşaltmakta mahiriz. Demokrasinin içini boşaltmakta geri mi
kalacaktık? Evvel Allah onu da hallettik. Tabii demokrasinin içini boşaltırken,
muhafazakârlığın, sosyalistliğin, liberalliğin içini boşaltmış olduğumuzu fark
edemiyoruz veya işimize gelmiyor!
Anlaşılıyor ki, bundan sonra epeyce bir müddet, muhafazakârlık üstü az
demokrasiyi tartışacağız.
Ne yaparsınız burası Türkiye!..
08.02.2004
ET BULAMIYORLARSA PATATES YESİNLER!
İstanbul Büyükşehir Belediyesi-APK Daire Başkanlığı tarafından, İstanbul'un
27 ilçesinde yaşayan 1272 kişi üzerinde "Alt Sosyo-Ekonomik Guruplar
Araştırması" yapılmış. Araştırma kapsamında İstanbul'un varoşlarında yaşayan alt
sosyo-ekonomik gruptaki insanlara; eğitim, sağlık, gıda, sigara, içki ve benzeri
türden harcama kalemlerine ilişkin sorular yönetilmiş.
Araştırmaya katılan kişilerin; yüzde 81'i kırmızı et, yüzde 40'ı beyaz et
alamadığını söylerken; kırmızı et alanların yüzde 5'i haftada, yüzde11'i 15 günde,
yüzde 60'ı ayda, yüzde 7'si yılda, yüzde 5'i çok nadiren, diğer yüzde 5'i de ihtiyaca
göre aldığını belirtmiş. Yıllık et alma miktarları ise, 1 ile 3 kilogram arasında
değişmekte.
Araştırma, alım gücü çok düşük olan bu insanların yüzde 69'unun, en çok
çorba, makarna, pilav ve patatesle beslendiği gerçeğini bir kez daha gün ışığına
çıkardı.
Majestelerinin; "Et bulamıyorlarsa patates, makarna, çorba yesinler"
dediğinin somut bir göstergesi olan araştırma sonuçları; beslenme sorunun bu
coğrafyada ne düzeye geldiğini bir kez daha göstermektedir.
Acı olanı "Açlıktan kim ölmüş" söyleminden, "Allah kimseyi aç bırakmasın"
sözünü çok sık söyler hale gelmemize sebep olanların, sırça köşklerinde keyiflerini
edepsizce sergilemekten geri kalmayışlarıdır.
21’inci yüzyıl insanlığının en önemli korkusu açlıktır. Açlık insanı ölüme terk
etmenin en kolay yoludur. Bugünün dünyasında 1 milyara yakın insan aç
bırakılarak ölüme terk ediliyor. Ülkemizde, milyonlarca insan yetersiz beslenmeden
kaynaklanan sağlık problemleriyle savaşmaktadır. Yeterli beslenemeyen
insanların, sağlık hizmetlerine ulaşmasının da mümkün olmayacağı gerçeğini
yaşadığımız bu süreç; vicdanlarını karartmış bir kısım insan müsveddesinin,
aksırıncaya, tıksırıncaya kadar işkembelerine et attıkları, milyonlarca insanın ise
patates bulabilirliyim diye çırpındığı tirajı-komik bir tabloyu ortaya çıkarmıştır.
Bu tabloyu, uzun süre ve sayısal olarak çoğalan şekliyle sürdürmenin
mümkün olmayacağını tarihin birçok evresindeki örneklerinden görmemiz
mümkündür. Bu hal, Türkiye evine zarar verecek sonuçları karşımıza çıkaracak bir
haldir. Fanus içinde yaşayanların, Türkiye gerçeğini görmemeleri, işi daha da
içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Yazık ki yazık!..
Yeryüzünde kendi kendini besleyebilen birkaç ülkeden biri olan Türkiye'de,
insanların geldiği nokta aç kalarak ölmek olmamalı.
Majesteleri "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" demiş ya!..
15.02.2004
KARS KALKINMA VAKFI
Kars Kalkınma Vakfı'nın Ankara'da düzenlemiş olduğu toplantıda, salona
hakim bir noktada bulunan ekrana yansıyan sözler, salonda bulunan tüm
insanların bakışlarını konuşmalar öncesi ayıramadığı tek adresti. Katılımcılar
birbirilerini selamladıktan sonra yansıtıcıdaki sözlere dalıp gittiler. Şair J.
Hergashimer'in "Öyle yerler vardır ki taht kurarlar gönüllerde. Sadece varlıklarıyla
bile, önceden görülen hiçbir yerin kurmadığı kadar kocaman bir taht ya da
sonradan görüleceklerin" sözleri Kafkas müziğinin güzel melodisiyle birleşince,
çocukluk günlerimi, gençlik yıllarımı geçirdiğim Kars'a ve hatıralarıma daldım
gittim!
Vakıf Başkanı Tuncer Güvensoy'un aydın kişiliğinin yansımasıyla oluşan
atmosferle vakıf yönetiminde bulunan arkadaşların gösterdikleri misafirperverlik
birleşince, tüm katılımcıların da aynı görüşte olduğuna inandığım çok kaliteli bir
toplantı gerçekleşti.
Hemşehri vakfı gibi algılanan ancak bilimsel toplantılara zemin olacağını
hissettiren Kars Kalkınma Vakfı'nın ilk defa bir toplantısına katılıyordum. Vakıf
Başkanı Tuncer Güvensoy'un açılış konuşmasındaki Kars değerlendirmesi
katılımcılara adeta "titreyin ve kendinize dönün" çağrısı niteliğindeydi. Birleştirici,
Kars kimliğini vurgulayan çok güzel bir konuşmaydı.
Kent Bilimcisi Oktay Ekinci'nin edebi bir üslupla vurguladığı ve slaytlarla
desteklediği sunuşu muhteşemdi. Sayın Ekinci; batıcıyla batı kavramı arasına
Kars'ı yerleştirerek batı medeniyetinin gerçek kaynağının doğu olduğunun altını
çizdi. Kars-Bakü-Tiflis üçgenindeki mimari benzerliğin Kafkasya'nın ortak karakteri
olduğunu ve Aras ile Kura nehirlerinin Kafkasya medeniyetinin oluşmasındaki
önemini doyurucu bir şekilde açıkladı. Kars'ın yok olmak üzere olan mimarisini
yeniden ortaya çıkarmak için katılımcılara sorumluluklarını bir kez daha hatırlattı.
Kafkas Üniversitesi bünyesinde tüm Kafkasya'yı içeren bir konservatuar açılması
düşüncesi ilginçti.
Prof.Dr.Celal Göle'nin Üniversite ve Kent başlıklı konuşmasında Kafkas
Üniversitesi'nin, tüm Kafkas ülkelerinin bilimsel olarak önemsediği bir adrese
dönüşmeye başladığını ifade etmesi, sevindirici bir haberdi. Sayın Göle'nin
üniversite kent ilişkisini irdelediği konuşması katılımcıların ufkunu açacak sadelikte
idi.
Her iki konuşmacının, Türkiye'nin gündeminde olmayan, oysa Kafkasya'nın
merkezi olan medeniyetler bileşkesi Kars'ın önemini işaret eden değerli sunumları,
çok yararlı bir toplantıya katılmış olmanın mutluluğunu yaşattı.
Tüm konuşmacıların ortak ifadesi; Kars'ın "Kimlikli Kent" olduğu idi.
Bu tarihi gerçek karşısında kimlikli bir kentte doğma şansını yakalamış
olmanın keyfiyle doğudan ses vermeğe çalıştım. Umarım sıkılmadınız.
21.02.2004
YAPABİLSEK!
Yakamıza yapışan öldük, tükendik duygusundan kendimizi kurtarıp, tüm
sıkıntılarımıza rağmen yeryüzünün en kıymetli mülkünün üzerinde yaşayan çok
önemli değerlere sahip bir millet olduğumuzu hissedebilsek; kaybettiğimiz
özgüveni yeniden yakalayıp 21'inci yüzyılın gerçekleriyle buluşabilsek, yeniden
birbirimizle kucaklaşıp, bu ülkenin bizim hepimizin ortak evi olduğunu
haykırabilsek!..
Fakirimizi görebilsek, yaptığımız yanlışlıklardan nedamet duyabilsek,
tasarrufu ve tutumlu olmayı yaşama geçirebilsek, hak ve hukuk tanıyabilsek,
bugüne kadar konuştuğumuz eften püften işleri bir kenara bırakıp gerçek
dertlerimizi konuşabilsek, sıkıntılarımızı ortadan kaldıracak projeler için
yarışabilsek, kendi kendimizi gaza getirmekten vazgeçip gerçeği görebilsek,
kendimize ayna tutabilsek!..
Yeryüzünde yaşayan yaklaşık 500 milyon insanın vatanım diyebileceği bir
toprağa sahip olamadığını, mülteci veya kaçak olarak yaşamaya çalıştığını fark
edip; bu toprağın kıymetini anlayabilsek, Türkiye evinin içini derleyip
toparlayabilsek, kavramları, tanımları yerli yerine oturtturabilsek, kapı komşumuza
düşman gözüyle bakmasak, bizim gibi düşünmeyeni öcü saymasak, Türk'ü, Kürt'ü,
Sünni'yi ve Alevi'yi konuşmasak, körü körüne sağcılık ve solculuk yapmasak!..
Kurbanın farz mı, sünnet mi olduğunu sorgulamak yerine; fukaramızın
odununu, kömürünü, aşını, işsizliğini ortadan kaldıracak adımların farz olduğunu
cesaretle söyleyebilsek!..
Sevgi sözcüğünün içini doldurabilsek, vatanı, milleti, ezanı, bayrağı, laikliği,
demokrasiyi, cumhuriyeti istismar etmesek, daha az konuşup daha çok çalışsak,
dedikodu yapmasak, yalan söylemesek, tuttuğumuz takıma gösterdiğimiz
hassasiyeti ve ilgiyi sevdiklerimize gösterebilsek, birbirimize itimat edebilsek,
hesap yapmayı, borcu ve alacağı öğrenebilsek, üretmeden yemenin mümkün
olmadığını görebilsek, yıkılan binaların enkazı karşısında yanıp kavrulmayı
bırakıp, yıkılmayacak binaları yapma ahlakına gelebilsek, dostumuzu düşmanımızı
seçebilsek, kuşkuyu aklımızdan uzaklaştırabilsek, birbirimizi kategorize etmesek,
aklı ve sağduyuyu öne çıkarabilsek!..
Türk cumhuriyetleri başta olmak üzere komşularımızla kalıcı ortaklıklar
geliştirmenin yolunu arayabilsek, AB ve ABD ile işbirliğini gözeten onurlu bir duruş
geliştirebilsek, tarihin içinde saklı kalan misyonumuzu idrak edebilsek, Türkiye'nin
önemini anlayabilsek!
Kendimize gelip yeryüzüne biz de varız diyebilsek!..
İfade etmeye çalıştığım duygularımı Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Rıhtımda
uyuyan gemi" şiirinin ilk iki kıtasıyla sonlandırıyorum:
Rıhtımda uyuyan gemi
Hatırladın mı engini,
Sert dalgaları, yosunu,
Suların uğultusunu...
N'olur bir sabah saati
Çağırsa bizi sonsuzluk,
Birden demir alsa gemi
Başlasa güzel yolculuk.
29.02.2004
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ!..
BÜYÜK Ortadoğu Projesi, ABD'nin, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır,
Ürdün, Lübnan, Suriye, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri,
Suudi Arabistan, Yemen, Umman, İran, Afganistan, Pakistan ve Türkiye'yi içine
alan büyük bir coğrafyanın üzerinde yaşayan insanlara sözde demokrasi getirmek
için çalışacağı yeni projesinin adı.
Proje, Afganistan'da daha sonra da Irak'ta uygulamaya konuldu. ABD,
demokrasi getireceğim iddiasıyla Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etti. İşin ilginç yanı
demokrasi götürmek istediği halklar, işgalin ilk gününden bugüne kadar geçen
sürede, bu projeye inanmadıklarını müthiş bir direnişle haykırmaktalar. Ölen
askerlerin ve sivillerin sayısına bakıldığında bu durum çok net anlaşılmaktadır.
ABD, demokrasi ihracı maskesiyle işgal ettiği Irak'ı, kendi kontrolünde olan
bir yönetimle idare ettirerek, örtülü işgalini sürdürmek istemektedir. ABD, yukarıda
sıraladığımız ülkelerde fiili bir işgale kalkışmadan, örtülü işgali gerçekleştirmenin
adını demokrasi koymuştur.
ABD'nin Büyük Ortadoğu'ya demokrasi getirme iddiası; tarihin sayfalarına
kayıt düşmüş Büyük Britanya'nın, Avrupa'dan Uzakdoğu'ya kadar olan coğrafyada
koloni arzusunu maskelemeye çalıştığı yabani dünyayı uygarlaştırma projesinin bir
benzeri...
İngilizler, yüzyıllar boyunca birçok milleti köle- efendi statüsüne tabi tutarak
uygarlaştırmaya çalıştılar. Milyonlarca insan bu süreçte can verdi. Koloni ahlakını
acımasızca uygulamaya koymaktan kaçınmayan İngilizler, bunu uygarlaştırma
maskesinin arkasına saklanarak yaptılar.
Başarabildiler mi?
"HAYIR, başaramadılar." İngilizlerin sözde uygarlaştırmaya
köleleştirmeye çalıştığı toplumlar, geç de olsa bu oyunu bozdular.
özde
Kendi benliklerine döndüler. Büyük Britanya'yı topraklarından söküp attılar.
Bu yüzyılları içine alan bir süreçte gerçekleşmiş olsa bile, sonunda başardılar.
Velhasıl...
Büyük Ortadoğu Projesi'ni bölgeye demokrasi getirecek gibi algılayan ve
seslendirenler; ABD'nin 21’inci yüzyıl için tasarlamış olduğu yeni kolonileşme
politikasını seslendirdiklerini; biraz tarih bilgisine sahip olsalar, biraz da yeryüzünü
anlasalar görecekler. Kaldı ki, bu hayali satmaya çalışanların görmesi gereken,
ABD bu projesinde gerçekten samimi ve koloni ahlakı taşımamış olsa bile
dayatmayla demokrasi iddiası ancak kağıt üzerinde kalır, tıpkı Irak'ta,
Afganistan'da olduğu gibi.
Ekonomik açıdan tükenmiş, despot yöntemlerle yönetilen toplumları,
demokrasi ve uygarlık gibi maskelerin arkasından ekmek uzatarak köleleştirmenin
yolu olan Büyük Ortadoğu Projesi'ni ben böyle algılıyorum.
Kalkınmış ve demokratik bir Ortadoğu'ya evet, köleleşmeye hayır!..
06.03.2004
SİYASETİN ADABI !..
SİYASET küfrün ve saldırganlığın adresi haline geldi. Adaba,
geleneklerimize nezakete hiç uygun olmayan sözlerin havada uçuştuğu can sıkıcı
bir süreci yaşıyoruz.. Lafın, sözün bini bir para!..
Vatan hainliğinden, ajanlığa kadar bir dizi suçlamalar, köksüz CHP ve
Taliban Başbakan türü, ağza alınmayacak birtakım sözler (!..) kişilerin ağzında
sakıza dönüşmüş. Sözde siyaset erbabı olan kişiler, mikrofonu görür görmez
açıyor ağzını, yumuyor gözünü.
Kocaman laflar ettiğini sanarak söylenmemesi gereken ne varsa söylüyor!..
Söylenenlerin hiçbirinde bu ülke ve var olan sıkıntılar sözkonusu değil.
Vehimle, dedikoduyla, garezle, iş olsun torba dolsun tarzıyla, ülke adına
konuşuyormuş edasıyla siyaset yaptığını zanneden iktidar ve muhalefet partilerinin
temsilcileri avazı çıktığı kadar bağırıyor!..
HER işte olduğu gibi siyasette de nezaketin ölçülerini koymayı
becerememiş olmamızın bir göstergesi olan bu durum "siyaset= küfür" gibi
anlaşılmakta veya en azından öyle bir izlenim bırakmaktadır.
Oysa 3 Kasım seçimlerinin hemen akabinde, iktidar partisi yeni bir dönemin
açıldığını artık siyasetin öznesinin küfür ve dedikodu olmayacağını söylemişti.
Muhalefet parti yetkilileri de bu dönemin yapıcı ve seviyeli bir siyaset dönemi
olacağını ifade etmişlerdi!..
Tabii ki bu sözler de, halka karşı söylenmiş diğer sözler gibi unutuldu ve
çöpe atıldı. Kapandığı iddia edilen dönemin küfür tarzlı siyaseti, daha kırıcı ve
tahrip edici bir üslupta ortaya çıktı. Sazı eline bir iktidar alıyor, bir muhalefet!
-CHP, köksüzdür,
- Sen de kravatlı talibansın.
- CHP, 1970 model siyasetin adresidir.
- Sen de 1929 Almanya'sının Hitler'isin.
- CHP, fitne yapıyor.
- Sen de tek parti diktatöryası peşindesin.
- CHP, askerin arkasına saklanarak siyaset yapıyor,
- Sen de demokrasinin arkasına irticacı yüzünü saklıyorsun.
BU ve buna benzer birçok sözle siyaset yapılmaya çalışıldığı bu dönemde,
ne yazık ki ülkemiz 80 yılın en ağır sıkıntılarıyla karşı karşıyadır. Hem içte hem de
dışta çok ağır faturalar ödemek zorunda kalan Türkiye'nin, bu şekilde yapılan bir
siyasetin sorunlara gerçekçi bir boyutta eğilmesi ve çözümler üretilebilmesi
mümkün değildir.
Sözün hülasası...
28 Mart yerel seçimlerine kadar devam eden süreçte, Türkiye'nin alt ve üst
yapısının 21'inci yüzyıla hazırlanmasının tartışılması gerekirken, bunun yerine
küfür tarzını seçen siyaset, doğal olarak 3 Kasım 2002 seçimlerinde kapandığını
düşündüğümüz dönemin devamını yaşatmaya ve yaşamaya mahkum olacaktır.
Türkiye'yi ve sorunlarını özne yapan, çözümler üreten, projeler geliştiren ve
nezaketi içinde barındıran siyaseti, bu saydığımız özellikleri içselleştirmiş kadrolar
gerçekleştirebilir. Siyasetin son günlerdeki fotoğrafı, sözde değil, özde bir şeylerin
olması gereğini daha açık ortaya koymuştur.
KENDİ KALEMİZE GOL ATMAK!..
Kendi kalemize gol atmakta çok başarılı bir ülkeyiz. Son olarak, Kıbrıs
konusunda kendi kalemize gol attık.
Nasıl mı?
Elimizdeki en önemli koz olan Kıbrıs'ı, Avrupa Birliği'nin bize karşı
kullanmasına müsaade ettik. AB'nin kapısını açacak Kıbrıs'ın, AB'nin kapısını
kapatacak bir unsura dönüşmesine izin verdik.
Güney Kıbrıs'ı (Rum kesimini) üyeliğe kabul edeceğini ilan eden AB,
Türkiye'nin önüne aslında müthiş bir pas atmıştı. AB'nin kuruluş felsefesinin en
önemli ayaklarını imha edecek olan Rum kesiminin üyelik kararı, Türkiye için tarihi
bir fırsattı.
Kendi kuruluş felsefesini de (barış, güvenlik, adalet, insan hakları, halkların
kendi kaderlerini tayin hakkı) ortadan kaldıran AB'nin bu kararını Türkiye, kendi
üyeliği için bir avantaja dönüştürerek, Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin askıya alınmasını
sağlayabilirdi.
Nasıl mı?
Rum kesiminin üyelik kararına direnmeyi gerçekçi bir teze dönüştürüp,
gerekirse Türkiye- AB ilişkilerini gözden geçireceğini, gümrük birliğinin faturasını
sorguladığını ve bu durumu değiştirecek adımları atabilme iradesine sahip
olduğunu, hem AB'ye hem de yeryüzüne söyleyerek.
AB'nin kuruluş umdelerinin ortadan kalktığına dair uluslararası bir tartışmayı
başlatarak, AB'yi kendi umdeleriyle sıkıştıracak bir kuşatmayı gerçekleştirebilmeli
idi.
TÜRKİYE- AB müzakerelerinde, Kıbrıs konusunu ne olacak bu Kıbrıs'ın hali
çerçevesinde muhafaza edebilmeli, Rum kesiminin içeriye alınması arzusu devam
ettiği müddetçe, Türkiye için Kıbrıs'ın, Türkiye-AB ilişkisinin mütemmim cüzi bile
olamayacağını, geri adım atılmayacak bir iradeyle AB yetkililerine ihsas etmeli idi.
Türkiye, bunları yapmadı, yapamadı. Yazık!..
Ekonomik tutsaklığın korkaklığı ve AB yutturmacısının hayaliyle onurlu bir
duruş geliştirmekten yoksun kalınca, AB Kıbrıs'ı sopaya dönüştürdü. İş bununla
sınırlı kalmadı. AB'nin Kıbrıs'ı sopa olarak kullanmaya başlamasının arka planında
bir başka amacının olduğu da ortaya çıktı; Kıbrıs'ı dayatarak Türkiye'nin iç
dinamiklerini çatışmaya sürüklemek ve kaotik bir durumun ortaya çıkmasını
sağlamak.
Haksızlık ediyorsun diyenler olabilir. AB, neden Türkiye'nin iç dinamiklerini
çatıştırmak istesin, neden kaos istesin diyenler olabilir.
AB'nin amacı bu değilse bile, Türkiye'deki Kıbrıs tartışmasının seyri, iç
dinamiklerin karşıtlık saflaşmasına doğru gittiğini işaret etmektedir. Sonuçtan
sebebe gitme yolunu seçersek; Türkiye'nin iç dinamiklerinin Kıbrıs konusunda bir
kırılma yaşadığı çok açık.
Ez cümle...
İç dinamiklerde yaşanan kırılmanın, Türkiye'nin 21'inci yüzyılı ıskalamasına
sebep olacak sonuçları ortaya çıkarma ihtimali, her geçen gün artmaktadır. Kendi
kalesine başarıyla (!) gol atan Türkiye'nin, karar vericilerine duyurulur!.. 20.03.2004
YORUMSUZ!
Bugün bir okurun mektubunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Mektubun
içeriği, bu topraklarda yaşayan her aklı selim insanın hislerine tercüman olacak
sadelikte ve içtenlikte.
Bu değerli okurun yüreğinin boşalması olarak gördüğüm bu mektubunu,
sizlerin hislerine tercüman olur düşüncesiyle ve boşalan yüreklerinizle buluşturmak
arzusuyla paylaşıyorum.
"Geçmişten günümüze kadar ağzına bal çalınan ama o baldan zehir tadı
alan bir toplum var ortada... Ekmek ve soğanı en kral Fransız yemeği gibi, bir
Japon'a göre en lezzetli suşi yer gibi yiyen, anasının oğlunu, oğlunun anasını
düşündüğü, ben dert çekeyim de kardeşim rahat olsun diyen, ayda yılda bir et
yiyen, bürokratı, milletvekili, bakanı geldiğinde ayda yılda bir et yüzü görüp de,
önünde bir ineğini, koyununu kurban eden, onlardan, kendilerinin aç karnı için
değil de, çocuklarının karnı için aş isteyen ana babaların olduğu fedakâr bir toplum
var ortada.
İşte, bu toplum ne istiyor? Bu toplum, dünyanın hiçbir yerinde olmayan, bir
gelinlik kız gibi dokunulmayan yer altı ve yer üstü değerlerine sahip, görünürde
fakir ama gerçekte çok zengin olan güzelim bu ülkenin hak ettiği yere gelmesini
istiyor... AB olsun ABD olsun demokrasiden söz ediyor... Demokrasi ne demektir...
Demokrasi Türk halkı demektir. Hakkı, hukuku herhangi bir medeni kanun
olmadan Allah korkusuyla, insan sevgisiyle eksiksiz uygulayabilen bir toplum...
Demokrasi bizleriz... Ne AB'nin ne de ABD'nin demokrasisine ihtiyaç duymayacak
ve Atatürk'ün dediği gibi "Yurtta sulh cihanda sulh" zihniyetiyle de komşularına bu
ihtiyacı duyurmayacak değerlere sahip bir ülkeyiz... Ama ortada olan şeyler, layık
olmadığımız bir yerde olduğumuzu gösteriyor...
Hayatta en sevmediğim atasözü ya da bu sözü atasözü olarak kabul
etmiyorum, ki atalarımız böyle bir söz söyleyemez "bana değmeyen yılan bin
yaşasın" sözüdür. Aklım erdiğinden beridir görüyorum ki, ortada bir yılan var...
Edebiyatı ve parası çok olan bir yılan. Şu an bize dokunmayan bir yılan. Ama
ortada öyle yılan zehriyle falan felç olmayacak bir de toplum var. Şimdilik ağzımıza
bal çalınıyor, halkın midesi bulanıyor... Ama halkın midesinin bulanmasının ne
faydası var ki... Önemli olan midesi bulanması gerekenlerin midesinin
bulanmasıdır. Ki kussun o zehir kökenli balı ve zehirlenmesin..."
Sevgili okurun yüreğini boşaltan bu mektubu, umarım sizin de yüreklerinizi
boşaltmıştır.
Sevgiyle kalın.
21.03.2004
FİŞLEME!
Genel Kurmay'ın fişleme haberinin hemen arkasından, bu sefer de İçişleri
Bakanlığı'nın bir fişleme haberi gazetelere düştü!..
Haber, evlilik işlemleri için talep ettiği vukuatlı aile nüfus kaydında, hakkında
örgüt üyesi yazan Mahmut Karahan'ın, İçişleri Bakanlığı aleyhine 10 milyar liralık
manevi tazminat davası açtığı idi.
Kocaeli'nde yaşayan Karahan, 18 Mart 2003 tarihinde nikah işlemleri için
Ankara Adliye Sarayı'ndaki nüfus temsilciliğinden, vukuatlı aile nüfus kaydını talep
etmiş. Kaydı alan Karahan belgeyi incelerken, belgenin düşünceler bölümünde
kendisi için Dev Sol Örgütü Üyesi nitelemesinin yapıldığını görmüş. Karahan, Türk
Ceza Kanunu'nun 168. Maddesi'nde düzenlenen terör örgütü üyeliğinden bugüne
kadar aldığı hiçbir cezanın olmadığı itirazıyla manevi tazminat davası açmış.
Vah ki vah!..
Yine mi fişleme, bu ne cüret! Lafın bini bir para. İnsan haklarından dem
vurandan tutun da, demokrasiye kadar bir sürü laf.
Fişleme, aslında bu ülkede yaşayanların birebir özel yaşamlarında çok sık
karşılaştıkları bir realitedir. Tek farkı bunun kağıda yazılması ve bir kurum
tarafından yapılmasıydı. Nasıl mı?
Başkalarına ait bilgileri arşivlemek yani fişlemek, bu coğrafyada yaşayan
insanların bünyesine yerleşmiş ciddi bir rahatsızlık. Bu rahatsızlık o kadar ileri bir
düzeyde ki, kapı aralığından veya perde arkasından komşuyu gözetlemek, onunla
ilgili olumsuzlukları hafızaya kaydetmek ve kaydettiklerini bir başkasına nakletmek
derecesinde.
Kamuda çalışanlar için; memurun şefi hakkında, şefin müdürü hakkında,
özel sektörde; bir işadamının rakibi olan diğer bir işadamı hakkında, bir
siyasetçinin bir başka siyasetçi hakkında, bir akademisyenin ya da bir yargı
mensubunun veya toplumun herhangi bir kesitinde yaşayan sade bir vatandaşın,
aynı soyadı taşıyan, aynı yatağı paylaşan insanların birbirleriyle ilgili data bank
oluşturduğunu, hepimiz yaşamın farklı alanlarında görüyoruz. Hatta bu işin zaman
zaman da bir parçası oluyoruz. Ya bizzat bunu yaparak ya da bir başkasının
söylediğini bir başkasına taşımakta aracı olarak veya dinleyerek!..
Anlayacağınız fişleme, bu toprağın insanlarının huyuna suyuna işlemiş. Bu
gerçeği görmek gerekir. Fişlenmemek için, fişleme hastalığından kurtulmamız
gerekir. Unutulmasın ki, fişleyenlere bilgiler fişlenenler tarafından ulaştırılmaktadır.
Fişlemeyi karikatürize edersek, hepimiz biliyoruz ki, içinde bulunduğumuz
ekonomik krizin önemli sayılacak nedenlerinden biri de, yaptığımız alışverişlerin
belgelendirilmemesidir. Kasa fişini almayı akıl edemeyen, ama bir başkasının
özelini fişlemeyi amaçlayan bireylerden meydana gelen toplumlarda, kurumların
fişleme arzusu da bitmez. Ta ki o toplumu oluşturan bireylerin kendisinde bitene
kadar!..
Sürçü lisan ettiysem affola!
BUGÜN SEÇİM!..
Bugün seçmenler sandığa gidecek ve yerel yönetimleri emanet edecekleri
kadroları seçecekler. Huzur ve sükutun hakim olduğu bir seçim dileğiyle hepimize
kolay gelsin!..
Sandık başına giden seçmenin kararını etkileyecek bir değerlendirme
yapmamaya dikkat ederek, son bir ay içinde yapılan siyasi faaliyetleri irdelemek
istiyorum.
21'inci yüzyıl gerçeklerine uygun yerel yönetim anlayışının parametrelerini
oluşturmayı ve yerleşim alanlarımızı gelişmiş ülkelerin standartlarına ulaştırmayı
amaçlayan bir hedefe ve stratejiye yoğunlaşmamız gereken 28 Mart seçimlerine
geliş süreci, tıpkı eski tas eski hamam sözünü hatırlatır bir üslupla geçti.
Köyleşen şehirlerimizi,
Köyleşen ilçelerimizi,
Köyleşen beldelerimizi,
Konuşamadık!..
Pakistan'ı, Mısır'ı, Suriye'yi, İran'ı hatta yer yer Afganistan'ı hatırlatan
yapılaşma ve yerleşim fotoğrafına sahip Türkiye'yi; Yunanistan'ın, İspanya'nın,
İtalya'nın, Almanya'nın fotoğrafına nasıl yaklaştırabileceğimizi konuşamadık.
YANLIŞ kurgulanmış kentleşme sürecinin ortaya çıkardığı çarpıklıkları
hangi gerçekçi projelerle ortadan kaldırabileceğimizi konuşamadık. Yerleşim
alanlarının kadastrosunu, imarını, altyapısını, yeşilini, çevresini, yaşam kalitesini,
üretim ve istihdam imkanlarını, eğitimi, sağlığı velhasıl hiçbir derdini konuşamadık.
Yaşadığımız alanı insana yakışır hale getirecek hiçbir ciddi projeyi, uçuk da olsa
hayallerimizi bile konuşamadık.
Diğer seçimlerin benzeri, siyasi jargonun ve yöntemlerin hakim olduğu bir
propaganda ve tartışma dönemi geçirerek sandığa gidiyoruz. 28 Mart'a gelinceye
kadar geçen süreçte partilerin ve adayların söylediği sözler, yaşam alanımızı
birebir ilgilendiren yerel yönetimlerle ilgili hafızamıza kayıt düşüremedi. 28 Mart'la
ilgili şahsen benim hafızamda kalan sözcükler şunlar:
"Köksüz, cumhuriyetçiler, cumhuriyet düşmanları, kravatlı taliban, Atatürk,
demokrasi, hortum, imam hatip, sol birleşmeli, merkez sağ, Kıbrıs, büyük
Ortadoğu" ve bu minvalde söylenmiş sözler. Hafızamı zorlamama rağmen,
maalesef bunlarının dışında hiçbir sözcüğü hatırlayamıyorum. Zannediyorum ki
sizler içinde aynı durum sözkonusu. Oysa, bunların hiçbiri yerel yönetimleri
hatırlatan sözcükler değil.
Film şeridi gibi; 1994, 1999 yerel seçimlerinin propaganda sürecini
gözünüzün önüne getirdiğinizde, 28 Mart yerel seçimlerinden farklı bir sahne
görmeyeceksiniz. Değişen sadece kullanılan sözcükler, tanımlar ve değişen
simalar. Sadece o kadar. Bu kafayla bu üslupla 21'inci yüzyıl, vah ki vah!..
Bu gerçeklerin ışığında oy vermek epey ağır bir yük!.. Vatandaşlık görevi
olarak böyle ağır bir sorumluluk yüklenmiş bizler için ne diyebiliriz ki; yük taşıma
günümüz hayırlı olsun!..
28.03.2004
28 MART SEÇİM SONUÇLARI..
28 Mart'ta yapılan yerel seçimler, 3 Kasım 2002'de yapılan genel
seçimlerin sonuçlarını, var olan siyasi partiler açısından daha da berraklaştırdı.
AKP, 28 Mart'ta oylarını daha da artırarak belediye başkanlıklarının dörtte
üçünü almış olarak sandıktan çıktı. Bu seçimin en kârlı partisi olan AKP, meşruluk
tartışmalarını ortadan kaldıracak bir sayıya ulaşmış oldu.
CHP, AKP" ye karşı olanların, içselleştirmeden yaptığı tercihlere rağmen, 3
Kasım seçimlerinde almış olduğu oyu muhafaza edememiş ve kale dediği, başta
liderinin memleketi Antalya olmak üzere, elinde bulundurduğu birçok belediyeyi de
AKP" ye kaptırarak, büyük bir hezimetle seçimden çıkmıştır.
SHP şemsiyesi altında seçime giren DEHAP, 3 Kasım seçimlerindeki oyunu
koruyamamış, başta Van olmak üzere, iddialı olduğu bir kısım belediye
başkanlığını da AKP" ye teslim etmiştir.
DYP ve MHP, 3 Kasım seçimlerindeki oylarını bindelik oranda artırarak,
ancak yok denilecek kadar az sayıda belediye başkanlığı alabilmişlerdir. MHP ve
DYP, ellerindeki beş yüzün üzerinde belediye başkanlığını ve bunların içinde
kalemiz dedikleri, Yozgat'ı ve Isparta'yı da AKP" ye teslim etmişlerdir.
DSP ve ANAP ise ölü kategorisine itilmişlerdir.
28 Mart yerel seçim sonuçları; Türkiye, coğrafyasının dörtte üçünde, AKP,
geriye kalan bölümünde ise CHP, MHP, DSP, DYP, DEHAP'ın olduğu, bir siyasi
fotoğraf çıkardı. Seçmenin yaklaşık yüzde otuz ikisinin, sandığa gitmediği
gerçeğini de içinde barındıran 28 Mart seçimlerinin, kağıt üzerine düşen sonuçları
bunlar!..
Bu sonuçları, seçmen davranışları ve partiler açısından irdelediğimizde;
28 Mart seçimlerinin sonuçlarının en kârlı partisi olan AKP için, soruların
yoğunlaşacağı bir süreç başladı!.. AKP, bu büyüklükte devşirilmiş seçmen kitlesini
kurumsallaştırabilecek mi? AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde ciddi ölçüde siyasi
kadroları tasfiye edebilmeği başarmış bir seçmen karşısında , gelecek hayali
satarak ayakta kalmayı başarabilecek mi?
Kimliği oluşmuş ve kalıcı bir AKP'yi mevcut yapı oluşturabilecek mi?
AKP, iç dinamiklerle bu seçim sonuçları üzerine bir kırılma yaşayacak mı?
Sandığa gitmeyen seçmenin oranının AKP'nin, aldığı oyun üstünde olması
AKP yönetimi tarafından dikkate alınacak mı?
CHP'ye gelince, dünyanın hiçbir yerinde, sol bir hareketin, müesses nizamın
aktörlerinin sözcülüğüne soyunmasının örneği yokken, CHP, neden sol kimliğini
çelişkili hale getiren galiplerin ve tuzu kuru olanların, partisi haline geldi?
Sürekli kaybeden ama tabelayı indirmemek için direnen CHP, sadece
kurultay histerisiyle ve rejim korkusu salarak bu süreci daha ne kadar devam
ettirebilir? Solu birleştirme gevezeliği ve genel başkan değiştirme gayretlerinin bir
netice vermediği ortadayken, 28 Mart seçim sonuçlarının çıkardığı büyük yıkıma
rağmen, aynı tartışmalarla CHP'yi yaşatmak mümkün olabilir mi?
Yüzde 10, başarı mı?
DEHAP, açısından ise ciddi sosyolojik analize muhtaç bir durum söz
konusudur. Cevabı aranılması gereken sorular; bundan sonra, etnisite eksenli
siyaset tarzıyla sonuç alınabilir mi? Demokrasi talebiyle yola çıkan tabanının,
dinsel argümanları öne çıkaran muhafazakâr AKP tarafından, devşirilmesinin
sebebi hikmeti nedir? Bundan sonra Kürtlerin reel taleplerinin, demokrasi, özgürlük
taleplerinin önüne geçmesi dikkate alınacak mı? 28 Mart seçim sonuçları, bu tür
birçok sorunun cevabını DEHAP yöneticilerinin aramasını zorunlu hale getirmiştir!..
MHP ve DYP 3 Kasım seçim sonuçlarına dayalı olarak bu partiler öldü
görüntüsünü bir nebze de olsa ortadan kaldıran 28 Mart seçim sonuçlarının, aynı
zamanda ölüm riskini de içinde taşıyan bir süreç olduğunun idrakiyle hareket
edebilecekler mi? Özelikle dış politikamızda Kıbrıs ve Kuzey Irak hassasiyetiyle
oluşan milli dalganın ve Genç partinin çözülmesinin sandığa yansıması olan bu
sonuç bu partiler tarafından gerçek bir kazanç gibi mi algılanacak? Bu partiler
adına sadece kırsalda var olmak, siyasette bundan sonra da var olmak anlamına
mı gelecek? Reddiye üzerine milliciliğin, bu çağın gerçekleri ve bu ülkenin çeşitliliği
ile ne kadar örtüştüğü sorgulanacak mı? Seçimlerde yüzde 10 barajını geçen oyu
almak, başarı diye alkışlanması gereken bir sonuç olarak mı algılanacak?
Hülasa...
28 Mart seçim sonuçları, siyasal sistemimiz için bir sürü soruyu içinde
barındıran ve tek başına bir siyasi partinin nerdeyse tüm sahaya hakim olduğu
garabet bir durumu karşımıza çıkardı. Hayırlı olsun!..
03.04.2004
TÜRKİYE VE FRANSA
Aralarına alsınlar diye çırpındığımız Avrupa Birliği'nin önemli bir üyesi olan
Fransa'nın, yaşam standardı ve yerleşik kurallarıyla ilgili, Fransa-Türkiye
kıyaslamasını içeren bazı bilgileri sizlerle paylaşacağım. Amacım, AB karşıtlığı
yapmak veya AB karşıtlarına malzeme hazırlamak değil. Sadece, bizzat içinde
yaşamadığımız ya da ilgilenmediğimiz için bilmediğimiz bir ülkede oluşmuş
standartları, fikir verir düşüncesiyle aktarıyorum.
Alelade bir Fransız'ın evinin bir odasının tüm duvarları mutlaka
kütüphanedir. Televizyonda, yazılı izni olmadan kimsenin yüzünü dahi
gösteremezsiniz (haber ne olursa olsun).
Fransız televizyonlarında paparazzi programı yoktur, bulunmaz.
Fransa'da iki banka hesabı açtıramazsınız. Nedenini açıklamadan 500
Euro'nun üzerindeki parayı bir başkasına gönderemezsiniz. Bir hafta içinde
bankamatikten 250 Euro'dan fazla para çekemezsiniz. Daha fazlasını çekmek için
hesabınızda para olsa dahi, bankaya nedenini bildirmek zorundasınız. Bankaya
durup dururken, 500 Euro nakit para yatıramazsınız. O parayı nereden ve kimden
aldığınızı söylemek zorundasınız.
Fransa'da yıllık geliri 20 bin Euro'nun altında olanlara, kazancının oranına
göre yüzde 65'e varan miktarlarda devlet kira yardımı yapmaktadır. Devlet, her
çocuğa daha doğmadan ayda 130 Euro para verir. Ama bu paranın kullanılacağı
yerleri de denetler (Çocuk bakıcısı, kreş, okul makbuzu v.s).
Fransa'da enerji, Türkiye'de üretilen enerjinin yarı fiyatınadır. Fransa'da özel
okul, dershane, özel ders, özel hoca kavramları yoktur. Her çocuk eşit derecede
eğitim alır. Temel eğitim lise sonuna kadardır ve ücretsizdir. 26 yaşına kadar her
genç, öğrenci sağlık sigortası kapsamındadır ve tüm sağlık giderleri sigortasından
karşılanır.
Fransa'ya ait bilgiler bunlarla sınırlı değil ama Türkiye'nin fotoğrafıyla ilgili
mukayese açısından yukarıdaki bilgilerin yeterli olacağı kanaatindeyim. Nasıl
yeterli olmasın ki!..
Türkiye'de bırakın bir evin odasının duvarlarının kitapla dolu olmasını;
ufacık bir kitaplık diyebileceğimiz kütüphaneye sahip olmayan binlerce köy, belde,
yerleşim yeri ve okul var. Türkiye'de, bırakın televizyonları, neredeyse yaşamın
tüm alanları paparazzileşmiş. İnsanların yazılı iznini bir tarafa bırakın, hakkınızdaki
bir yalan yayını durdurmak için aldırdığınız mahkeme kararını, tekzibi
yayınlatmakta zorluğunuz var.
Türkiye'de banka hesabı açtırmak, leblebi çekirdek almak kadar kolay. Kredi
kartı almak ve kontrolsüz harcamak ise her yaştan ve her gelir gurubundan insanın
kolaylıkla yaptığı bir işe dönmüş. Bankaya yatırılan ve çekilen parayla ilgili hesap
sormadığımızın en büyük delili, batan bankalarımızdır.
Kişi başına düşen gelirin 3000 dolar olarak ifade edildiği, asgari ücretin 170
dolar olduğu Türkiye'de kira geliri, çocuk yardımı, 26 yaşa kadar sağlık sigortası
gibi fantezilerin yerinin olmadığını ve yine parası olmayanın devlet okullarında bile
okuma şansının bulunmadığını, katkı payı adı altında paralı bir eğitim süreci
yaşandığı gerçeğini tekrarlamak zorundayım.
Hâlâ yüz binlerce insanın tezekle ısındığı bir Türkiye'de, enerjinin Fransa
halkına maliyetini konuşmaya da gerek yok!..
Ez cümle...
AB, sadece Kopenhag kriterlerinden müteşekkil değildir. AB, ekonomik,
sosyal, kültürel, coğrafik ve insani gerçekleri de ölçü olarak içinde bulunduran bir
sunumdur. Fransa ile ilgili bilgilerden yola çıktığımızda, AB üyesi olmak,
Türkiye'nin sadece Kopenhag kriterlerini yerine getirmesiyle pek mümkün
olamayacakmış gibi gözüküyor!..
04.04.2004
CUMHURİYET'İ YIKTIRMAYIZ!..
Türkiye, gitgide ilgi çekici bir hal almakta!.. Bazı kurum, kuruluş ve bireyler
Cumhuriyet'i yıktırmayız, ülkenin bölünmesine izin vermeyiz, Kıbrıs'ı sattırmayız
iddiasıyla çeşitli etkinlikler, çıkışlar, açıklamalar, protestolar yapmaktalar.
Milli Güvenlik Belgesi'nin Cumhuriyet için tehdit olarak gördüğü bölücülük,
irtica, aşırı milliyetçilik, aşırı sol tanımlarının resmi belgelerde yerini muhafaza
etmesine ve mevcut siyasetin de bu tehdit tanımlarına bugüne kadar bir itirazının
olmamasına rağmen, acaba bu kaygı neden duyulmaktadır?
Merakıma mucip olan, bizim göremediğimiz veya bilmediğimiz bazı veriler
mi mevcut?
Cumhuriyet düşmanı tehdit odaklarının, yasadaki tanımını dikkate alırsak,
acaba karşımızda devleti ele geçirmek veya parçalamak isteyen örgütler mi var?
Bu örgütler, Cumhuriyet'i ortadan kaldıracak güce ulaşmış olabilirler mi, bu
kaygı neden?
Gelin hep beraber, 80 yıllık Cumhuriyet'in parçalanma korkusu neden hâlâ
önümüzde duruyor dan başlayarak, bu enteresan durumu sorgulayalım;
Hep, birileri bizi parçalayacak korkusu içinde, sınırlarımızın dışından tehlike
beklerken, bir türlü Türkiye evinin içinde olup biteni doğru dürüst teşhis edemedik.
Korkularımıza sebep olan bataklıkları, hırsızlığı, yolsuzluğu, ahbap çavuş ilişkisini,
iç tehdit sıralamasında birinci sıraya koyamadık!..
Fukaralaşan insanların üzerinden Türkiye'nin çökertilmesinin daha kolay
olacağını İktisadi bağımsızlığı olmayan bir devletin, bağımsız ve bütün
kalamayacağını göremedik!..
Tüketim bombardımanına tutulmuş ve alım gücü sıfırlanmış insanların,
gelecek hayaliyle kandırılabileceğini düşünemedik. Fukara insanların hayatlarını
devam ettirebilmek için hassasiyetlerinden vazgeçebileceklerinin idrakine
varamadık!..
Yobazla inançlı insanı ayıramadık. İrticayla İslam'ı zaman zaman aynı
fotoğraf karesinin içine koyduk!..
Aşırı solu önleyelim diye, İmam Hatip Okulları açtık. Oraların desteğine
sığındık. Sonra da bu okullar Cumhuriyet'e düşman yetiştiriyor diye kapatmaya
çalıştık. Yani, solun önünü kesmek için İmam Hatiplere sığınmayı Cumhuriyet'in
yararına gördük.
PKK'nın gücünü zayıflatmak için Kuzey Irak'ta Barzani'ye ve Talabani'ye
yardımda bulunduk. Sonra da bu ikiliyi Cumhuriyet'i yıkmak için bölücülüğü
destekliyorlar diye düşman ilan ettik. Anlayacağınız, PKK'dan kurtaralım diye
çıktığımız yolda, PKK'nın yanına iki PKK daha ekledik.
Komünizm tehlikesine karşı, Cumhuriyet'i korumak için aşırı milliyetçilikle
yan yana ve iç içe olmaktan geri kalmadık. Tehlike geçince de yan yana
olduğumuz aşırı milliyetçiliği, Cumhuriyet düşmanı ilan ettik.
Uzun süre, bu ülkede Türkler yaşıyor diye dağa taşa yazdık. Sonra birden
bu ülkede Türklerden başka etnik kökendeki insanların da yaşadığını, ancak
hepimizin kardeş olduğu tezini konuşmaya başladık ve bunu yasalarımıza derç
ettik!..
Sözlerimize, benim de annemin başı kapalıydı diye başlayıp, kahrolsun
türban, Cumhuriyet'i yıktırmayız ile bitirdik. Annemin de başı kapalıydı
dediğimizde, baş örtüsü gerçeğini kabul ettiğimizi hiç üstümüze almadık!..
Cumhuriyet için tehdit olarak gördüklerimizle işimize geldiğinde müttefik
olmaktan geri durmayarak, tehdit iddiamızda samimi olmadık!..
Sapla samanı karıştırdık. Cumhuriyet'in gerçek sahibinin "cumhur" olduğunu
lafla ifade ettik ama bunu bir türlü içimize sindiremedik, sonunda bu ülkede
yaşayanların neredeyse yarısından fazlasını Cumhuriyet düşmanı ilan edecek hale
geldik!..
Ez cümle...
Türkiye evinin içini derleyip toparlamayı hedef olarak seçmediğimiz
müddetçe, gittikçe cılızlaşacak olan Cumhuriyet'i yıktırmayız sözcüklerimizle bazı
şeylere engel olamayacağımızı hepimizin görmesi gerekir. Türkiye evinin içini
toparlamanın ön şartı, reddiyeden vazgeçmektir!..
11.04.2004
VATANSEVER!..
Vatanseverliğin, hiçbir toplumda bizimkinde olduğu kadar; içi boşatılmış,
sloganlaştırılmış ve kuru bir sözcüğe dönüştürülmüş olduğunu zannetmiyorum!
Yeryüzünde bir milyara yakın insanın, "vatanım" diyebileceği bir toprak parçasına
sahip olamadan mülteci, ilticacı, kaçak statüsünde başka ülkelerde yaşamaya
mecbur kaldığı gerçeğine rağmen, vatanı ve vatanseverliği bu denli
sentetikleştiren bir toplum. Yazık!..
Vatan denilince ne anlıyoruz?
Vatanseverliğin ölçüsü nedir?
Bu soruların cevabı, toplumumuzun her ferdine göre değişik anlamlar
taşımaktadır. Kimimiz için vatanın ölçüsü, sadece yaşadığı mekan, hatta mide
sınırlarına kadar inmiş, kimimiz için yasa ve kuralın olmadığı güçlülerin yaşadığı
bir toprak parçası, kimimiz için geçici bir mekan, kimimiz için uğruna ölünmesi
gereken bir emanet, kimimiz için yaşadığına pişman olduğu bir sıkıntı adası,
kimimiz için çakıl taşı edebiyatı, kimimiz için ezan sesi, kimimiz için ihtiyaç halinde
yeraltı ve yerüstü kaynaklarının satılacağı miras, kimimiz için bölünmesi gereken
tapu, kimimiz için adres!.. v.s...
Türkiye doğal olarak, bu kadar çeşitli vatan tarifinin seslendiricisi olan
naylonlaşmış vatanseverlerin yaşadığı bir toprağa dönüşmüştür. Ne yazık ki 80
yılın sonunda geldiğimiz nokta bu. ABD'de ve Avrupa ülkelerinde yaşamak için o
ülkelere ait büyükelçiliklerin önünde vize kuyruklarında bekleyen binlerce insanın
ve bir yolunu bulup buradan kaçabilir miyim diye düşünen milyonlarca gencin
yaşadığı bir ülke...
Kaçmak isteyenlerin kaçış sebebini sadece fukaralık olarak değerlendirirsek
hata olur. Fukaralık, vatanı ve vatanseverliği ortadan kaldırsaydı, İkinci Dünya
Harbi'nin yerle bir ettiği Japonya ve Japon halkı, hâlâ bugün var olmazdı. Oysa
mensubiyet duygusunu içselleştirmiş Japonlar; yıkılmış, yok olmuş, fukaralaşmış
bir halden 21'inci yüzyılın süper devletini ortaya çıkardılar. Vatan ve
vatanseverliğin içini doldurmakta başarılı olan Japonlar gözlerimizin önünde!..
Almanların, İkinci Dünya Harbi sonrası yıkıldıkları yerden nasıl ayağa
kalktığını, ABD doları karşısında paralarına kazandırdıkları değerle ölçtüğümüzde
görürüz. Ellerinden alınan Doğu Almanya topraklarını, kendi topraklarına
kattıklarını gösteren sahneler gözümüzün önünde hâlâ tazeliğini koruyor.
Anlayacağınız, vatan ve vatanseverlik adına ahkam kesen onca kurum ve
kuruluşa, tedrisata ve ayrılan kaynağa rağmen vatan ve mensubiyet duygusunu
içselleştirememiş olmamızın günahı, bu duyguyu hissedemeyenlerden ziyade,
ahkam kesenlerin üzerindedir. Yeri geldiğinde Osmanlıyı beğenmeyen bu
günahkârlar, bilmezler ki Osmanlı devşirdiklerinde bile yüzyıllar süren bir Osmanlı
mensubiyeti oluşturmuştu.
80 yılda mensubiyet duygusu ve bu duyguya dayalı olarak milli refleksin
oluşmadığı bu tabloda, ne yazık ki vatan ve vatanseverlik sentetikleşmekten öte
bir anlam ifade edemez.
Yaşayan tüm Türk büyüklerine duyurulur. Acı ama gerçek bu!..
17.04.2004
MÜSLÜMAN!..
ÇOĞUNLUKLA İslam dinine mensup olanların yaşadığı Türkiye'de, kimse
diğerinin Müslümanlığı'nı beğenmiyor ve kendisinden başkasını samimi Müslüman
olarak kabul etmiyor! İstisna olan insanları tenzih ederek, genel bir tespiti ifade
etmeğe çalışacağım!..
Ötekinin Müslümanlığını eleştirirken ölçü alınan şeylerin başında, ötekinin
ibadet ve davranışları gelmektedir. İbadetin ve davranışın seremoni boyutunu ölçü
olarak alan terazi, doğal olarak kişinin kendisini eksen alıp ötekini eksik bulmasına
neden olmaktadır. Namazı kaç rekat kıldığından, kaç gün oruç tuttuğuna, giyim
kuşamından, sakallı olup olmamasına, gittiği camiden okuduğu gazeteye, zekat
verdiği adresten kurban derisini verdiği adrese kadar aklınıza ne gelirse, diğerini
noksan ilan etmek için bir neden teşkil ediyor.
Sarıklı namaz kılıyorsa; sarıksız namaz kılanı...
Eli bağlı namaz kılıyorsa; eli açık namaz kılanı...
Beş vakit namaz kılıyorsa; üç vakit namaz kılanı...
Hac'a gitmişse, Hac'a gitmeyeni...
Başı kapalıysa, başı kapalı olmayanı, hatta kendisi gibi bağlamayanı...
Başı açıksa, başı kapalı olanı...
Mensubu olduğu cemaatten olmayanı...
Aynı partiye oy vermeyeni, aynı televizyon kanalını seyretmeyeni, aynı
gazeteyi okumayanı...
Maltepe Camii'nde namaz kılan, Hacı Bayram Camii'nde namaz kılanı...
Kurban derisini kuran kursuna veren, Türk Hava Kurumu'na vereni... vs...
Bu bakış açısı bizim gibi olmayanı, ötekini noksan Müslüman, hatta zaman
zaman da İslam dışı kabul etmemiz için mazeret teşkil ediyor. Oysa İslam'ın
sadece seremoniden ibaret olmadığını, iman denilen bir ön şartla başladığını ve
bu imanın sahibi olanın Müslüman kabul edilmesinin gerektiğini idrak
edemiyoruz!..
Camiye gitmiyor diye ötekini noksan buluyor, kendimiz camide namaz
kıldıktan sonra saf arkadaşımızı ezercesine caminin kapısına yüklenerek bir an
evvel camiden çıkmak için çırpınıyoruz. Ve bir an evvel kaçmak için camiye giren
insanla camiye girmeyen insanın farkı olmadığını düşünemiyoruz. Milyonlarca
insanın evinde soba yakma imkanının olmadığını, aç olduğunu bilmemize rağmen
Kurban keserek görevimi yaptım, biraz da mangal keyfi yapayım türü komiklikleri,
Müslümanlık sanarak birbirimizin Müslümanlığını tartmaya devam ediyor, gerçek
İslam'ın bu coğrafyada anlaşılabilmesine bir türlü izin vermiyoruz.
Aslında bizim de içinde bulunduğumuz bu coğrafyada birkaç yüzyıldır
yaşayan Müslüman toplumların durumunu dile getiriyorum. Kanımca tefrikaya,
egoizme, ötekini eksik bulmaya izin vermeyen İslam dinine mensup olanların, bu
hastalıklara yakalanmasının sebebi: Asıl kaynaktan uzaklaşıp, rivayet olur ki türü
bir İslam'ı benimsemelerindendir.
Sürç-i lisan ettiysem affola!..
18.04.2004
TÜRK...
KİM Türk, kim değil?
Son dönemlerde, bu sorunun zihinleri meşgul etmesi amacıyla bugüne
kadar rastlamadığımız ölçüde bir yayın patlamasıyla karşı karşıyayız. Bu
coğrafyada yaşayan insanların Türk olmadığının ispatı yönünde dedikoduları esas
alan birçok belge, bilgi havada uçuşuyor. Ortada dolaşan lafın haddi hesabı yok!..
İsminiz, dedenizin lakabı veya doğduğu yer, sizin Türk olmadığınızın ispatı
için malzeme oluşturur hale gelmiş.
Kendisini Kürt diye tanımlayan arkadaşınızın aslında Ermeni olduğunu,
Türküm diyen dostunuzun aslında Kürt olduğunu, Müslümanım diyen mahalle
bakkalınızın ise aslında Yahudi olduğunu birileri size fısıldamaya başladığında ve
siz de buna kulak verdiğinizde, bu coğrafyada yaşayanların nerdeyse tamamının
Türk olmadığı hükmüne varmış olursunuz.
Bir anda komşunuzun Ermeni, yöneticinizin dönme, dedenizin Arap,
arkadaşınızın Kürt, dayınızın Çerkez, eşinizin ailesinin Süryani, öğretmeninizin
Rum olduğunu düşünmeye başlarsınız.
Bu coğrafyada yaşayan insanların uzun süredir mensubiyet duygusundan
uzaklaşması için gayret gösteren odaklar, şimdi mensubiyet duygusundan
uzaklaştırdığı insanlara yeni aidiyetler empoze etmeğe çalışmaktadırlar. Türk'ü,
Türklüğü, Türkiyeliliği sloganlaştırarak içini boşaltma gayretlerinin maalesef epey
bir mesafe aldığını görüyorum.
Yazık!..
BÜTÜN bu faaliyetlerin ortak hedefi haline gelmiş Türklüğün, zihinlerden ve
gönüllerden silinmesi için yürütülen çabalara, bir de Türklük adına konuştuğunu
iddia eden adreslerin yanlışı, tutarsızlığı eklenince...
Vah ki vah!..
Etnisite refleksiyle olaylara yaklaşmayan, insan merkezli bakmaya çalışan
birisi olarak sadece durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Amacım ırkçılık yapmak
değil. Bu coğrafyada yaşayan insanları ayrıştırma faaliyetlerine dikkati çekmektir.
Birbirimize kenetlenmemiz gereken zor bir dönemden geçtiğimiz idrakiyle
yazıyorum.
Sözün hülasası...
Bu faaliyetlerin yolunu kesmek için kişinin kendini nasıl tanımladığı, bu
tanımında samimi olup olmadığı, yaptığı tanımın içinde yaşadığımız coğrafyaya ve
bu coğrafyanın değerlerine mensubiyet duyup duymadığı tek ölçü olmalıdır.
Birilerinin şu veya bu kökenden gelmesi bir mana ifade etmemeli, neye ve nereye
mensubiyet duyduğu önemli olmalı. Aksi hal, bizi birbirimizden uzaklaştırmaya
çalışanların ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlama gelmez. Birbirinden
uzaklaşan toplumların başına gelenlerin canlı örneği olan Irak'taki gelişmeler,
hepimizin bu tür ayrıştırma faaliyetleri karşısında azami dikkati göstermemizi
zorunlu kılmaktadır.
İyi pazarlar dileği ile hoşça kalın.
02.05.2004
İNEK OLMAK!..
Dünya Bankası eski Başkan Yardımcısı Nobel ödüllü iktisatçı Joseph
Stiglitz'in, ABD'nin IMF eliyle yeryüzünde yürütmeye çalıştığı ekonomik
politikaların yıkıcı sonuçlarına vurgu yapmak amacıyla verdiği örnek; Avrupa'da
inek başına verilen 2 Euro desteğin, yoksul ülkelerde kişi başına verilen destekten
daha büyük olduğunu, Avrupa'da inek olmak, yoksul bir ülkede insan olmaktan
daha değerli bir gerçeğin uygar dünyayla paylaşımıdır.
İslam'ın terörle ilişkisinin peşine düşen ABD'nin kendi içinden gelen bu ses,
insanlığın başının belası olan terörün gerçek sebebini tüm çıplaklığıyla gözler
önüne sermektedir. İnsanın inekten daha değersiz olduğunu işaret eden tüm
politikalar, devlet terörü dışında her türlü terörü var eder.
Fukaralık, zaman zaman etnik, zaman zaman dinsel, zaman zaman da
ideolojik bir gömlek giyerek, kendini var eden ortama itirazını kanlı bir biçimde
seslendirir. Bu gerçek, tarihin tüm evrelerinde farklı gerekçelerle de olsa hükmünü
yerine getirmiştir. Bu gerçeği yok sayan politikaların acı faturasını ödemek zorunda
kalan insanlık, 21’inci yüzyılı kan, gözyaşı ve de barutla anarak tarih sayfalarına
yazacaktır.
İnekten aşağı bir muameleye tabi tutulmuş milyonlarca insanın yaşadığı
Türkiye özeline bakarsak, bu acı fotoğrafı birebir görmemiz mümkün. Bir tarafta
karnını doyurabilmek için çırpınan milyonlar, diğer tarafta köpeğinin mamasını
Avrupa'dan getiren bir avuç azınlık.
Vah ki vah!..
1980 öncesinde binlerce insanın ölmesi, yüz binlerce insanın sakat kalması,
milyonlarca insanın mağdur olmasının gerçek sebebi, ideolojik bölünme değil,
onun arkasına saklanmış fukaralıktı. Sağ-sol kamplaşmasının adresi, fukara
yerleşim yerleriydi. Fukara ailelerin çocukları terörün uygulayıcılarıydı. Kurtuluşu
bir ideolojinin arkasına saklanarak arayan milyonlarca aç insanın yaşadığı o
dönemde, terörü durdurmak yerine maalesef demokrasiyi durdurduk. Bunlar o
dönemi yaşayanların hafızalarından silinmemiştir.
1980'den sonra, önümüze çıkan bölücü terörün geniş bir alana
yayılmasındaki en büyük sebebin fukaralık olduğunu, teröre bulaşan insanların
gelir düzeyine ve yaşam koşullarına baktığımızda çok açık olarak görebiliriz.
Afganistan'dan yeryüzüne yayıldığı iddia edilen El Kaide terörünün
katılımcıları da, fukaralığa isyan eden insanlardır. Yaşanan gerçekleri onları,
şunlar ya da bunlar kullandı da terörist oldular gibi, basit izahlarla, çarpıtarak
ortadan kaldırmak mümkün değildir. Hindistan'da da bu böyledir, Pakistan'da da!..
Fukaralığın ürettiği terör, doğal olarak sadece
yaşanmıyor, okyanusu aşıyor, ABD'ye kadar ulaşıyor.
fukara
bölgelerde
Ez cümle...
İnsanları ineklerden aşağı gören bir bakış, terörden şikayet etme hakkına
sahip değildir!..
08.05.2004
MUHASEBE!
Nereden nereye!.. 21’inci yüzyılın "Türklerin Yüzyılı" olacağı iddiasıyla
20’inci yüzyılı uğurlamıştık. Umutluyduk!..
Sovyetler Birliği dağılmış ve bağımsız Türk devletleri ortaya çıkmıştı.
Yıllarca "Esir Türklere Özgürlük" diye haykırarak yollarını gözlediğimiz
kardeşlerimiz, bağımsız devletlerini kurmuşlar, özgür olmuşlardı. Adriyatik’ten Çin
Seddi'ne kadar, geniş bir coğrafyada ekonomik ve siyasi nüfuz alanımızı
genişletecek rahat bir iklim ortaya çıkmıştı.
Demokrasiyle tanışma imkanı bulamamış, teknolojisini yenileyememiş,
yeraltı ve yerüstü kaynaklarını pazara taşıyamamış, uzun yıllar dünyadaki
gelişmelere kapalı kalmış kardeşlerimize, sahip olduğumuz imkanları götürmek ve
onlarla kenetlenmek için tarihi bir fırsat yakalamıştık!..
İki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla birlikte, Ortadoğu ve Asya
üzerinde ittifak arayışları içinde olan ABD ve AB, gözlerini Türkiye'ye çevirmiş,
bizim üzerimizden o bölgelerde ittifaklar oluşturmayı düşündüklerini telaffuz
etmeye başlamışlardı.
Rusya bile yaklaşık yüzyıl birlikte olduğu toplumların kurduğu devletlerle
olan ilişkilerinde Türkiye'yi dikkate alan bir bakış açısını hissettiriyordu.
Yakamıza yapışan bölücü terörü önemli ölçüde temizlemiştik. Suriye başta
olmak üzere, bölge ülkeleriyle aramızdaki problemleri asgariye indirecek bir süreci
çalıştırma niyetimiz karşılık bulmuştu. Bölgesel bir güç konumuna gelmemiz için
pürüz oluşturacak konular yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştı.
Gürcistan, Romanya, Bulgaristan gibi ülkelere kredi açarak bu vesileyle o
ülkeleri uluslararası platformlarda arkamıza almayı bile düşünebiliyorduk.
Yeni kurulan Türk cumhuriyetlerinin yöneticileri tarafından yapılan aynı
millet, iki ayrı devlet türü açıklamaların sıcaklığıyla 300 milyonluk bir pazarın
kapısının açıldığını görüyorduk.
Avrupa ile Asya arasında enerji köprüsü olabilmemizi sağlayacak, başta
Bakü-Ceyhan Boru Hattı olmak üzere, birçok uluslararası projede söz sahibi
olacak güçte görünüyorduk.
Dostumuz ve düşmanımız bizi bir dev uyanıyor düşüncesiyle izliyordu.
Ağabeyleri olduğumuzu iddia ettiğimiz ülkeler, neredeyse tüm imkanlarını
önümüze koymuş bize ümitlerini bağlamıştı. Kimi ordumu, kimi bankacılık
sistemimi kur diyordu. Kimileri ise pamuğunun, petrolünün, altınının satılmasına
yardımcı olmamızı istiyordu.
Velhasıl, 20’inci yüzyılın son on yılındaki Türkiye fotoğrafının özeti buydu.
21’inci yüzyıla bu imkanlarla merhaba dedik!..
Dedik de ne oldu?
2004 yılına geldiğimizde, yukarıda ifade etmeye çalıştığım imkanların
tamamını tüketmiş, ianeye muhtaç, AB kapısından içeri girmek için yalvaran bir
Türkiye vardı. Türkiye'den başka yeni kurulan Türk devletlerine ulaşmak isteyen
ABD, Rusya ve AB ülkeleri hedeflerine ulaştı. Biz ise seyirci olarak kaldık. Eksik ve
yanlış kararlarımızdan ve tutumumuzdan dolayı kardeşlerimizle aramız açıldı. Ne
onlara faydalı olabildik ne de kendimize.
Bırakın 21’inci yüzyılın "Türk Yüzyılı" olmasını, Türkiye'nin, dünyada
yaşananları ve yaşanacakları planlayanların masasına, bir yanaşma gibi
oturtturulduğu hale geldik.
Yazık!..
09.05.2004

Benzer belgeler