- Deviniş Projesi
Transkript
- Deviniş Projesi
1 ÖMER ÇELEBİ DEVİNİŞ PROJESİ 2 - SON DARBE Siyasi kurgu Bu roman, hiç kimseyi ve hiçbir devleti küçük düşürmek amacıyla yazılmamıştır. Açıklamaya gerek olmasa da; romanda gelişen olaylar, gizli mekânlar, şahıslar ve anayasa, bütünüyle hayâl ürünüdür. Bu roman izinsiz çoğaltılamaz ve dağıtılamaz Her hakkı yazara aittir - 2010 2 Weddell Denizi, ANTARKTİKA Amiral John Davis, uçak gemisinin güvertesinde yapılmakta olan töreni izlerken, üzerindeki kalın giysilere rağmen üşüdüğünü hissetti. Sirenler susup, selam duruşu sona erdiğinde, komuta ettiği dev geminin sancak tarafındaki denizaltıya doğru dönerek kaptanın selamına karşılık verdi ve hiç vakit kaybetmeden içeri girdi. Hemen ardından, denizaltının kaptanı Albay Yevgeny Simirnov da, periskop kulesinden inerek denizaltının sıcak ortamına girmeyi tercih etmişti. Günün tam ortasıydı. Kuzeydeki bulutların arasından sıkça kendini gösteren Ekim güneşi, zamanı anlamlı ve havayı aydınlık hale getirirken ısıtmada oldukça yetersiz kalıyordu. Özellikle 60.paralelin güneyinde hava sıcaklığı her zaman sıfırın altındaydı. Bunun nedenlerinden biri de güney kutup akıntısı olarak bilinen, batıdan doğuya doğru akan bir soğuk su akıntısının varlığıydı. Kilometrelerce genişlikteki bu akıntı, Antarktika kıtasının etrafında adeta görünmez bir duvar oluşturarak, kuzeydeki sıcak hava ve suyun güneye inmesine izin vermezdi. Bu yüzden, insan yaşamı için uygun olmayan Antarktika kıtasının çevresindeki deniz trafiği de sadece mevsimsel olarak görülen birkaç büyük balıkçı gemisinden ibaretti ve onlar da 60.paralelin güneyine nadiren inerlerdi. İşte şimdi bu ıssız ve soğuk sularda iki savaş gemisi, sonsuz gibi görünen yeknesaklığı bozmak istercesine, arkalarında beyaz köpükler bırakarak, doğuya doğru seyrederlerken güzel bir tablonun canlanmış figürleri gibiydiler. 140 metre uzunluktaki denizaltı, devasa uçak gemisiyle paralel bir rotada süzülürken, sanki ana kuğunun himayesindeki bir yavru kuğuyu andırıyordu. Fakat gerektiğinde, bu kuğular yok edici birer canavara dönüşebiliyorlardı. Vurucu gücü çok yüksek olan her iki gemi de son teknoloji ile donatılmış, ancak nükleer silahlardan arındırılmışlardı. Birleşik Dünya Yönetiminin almış olduğu kararlar uyarınca, artık dünyada nükleer silah üretmek de bulundurmak da yasaktı. Zaten yeryüzünde, Birleşik Dünya Ordusu’ndan başka bir ordu da yoktu. Nükleer güçle çalışan UWS-Kitty Hawk(1) uçak gemisi ile, Rus yapımı UWSProject 667 sınıfı, Navaga-5 adlı denizaltı, bölgede radyasyon ölçümlemesi yapmakla görevlendirilmişlerdi. Gemiler 62 derece güney enlemini geçtiklerinde, rotalarını doğuya çevirmiş ve akıntı yönünde seyrederek bir miktar yakıt tasarrufu sağlamışlardı. Fakat burada asıl amaç, radyasyon ölçümleri yaparken, aynı zamanda akıntı içerisinde seyir eğitimi yapmak ve personelin deneyimini artırmaktı. İki yıl önceki Büyük Operasyon sırasında teslim olmayı reddederek, karşı saldırıya geçen USS Louisiana denizaltısının, uydu silahıyla vurulduğu yerin çok yakınındaydılar. Başka bir ifadeyle; burası, nükleer denizaltının ve personelinin atomlarına ayrışarak, atmosfere karıştıkları yerdi. Olayın ikinci yıl dönümü olması dolayısıyla ve Güvenlik Konseyi’nin kararıyla, Louisiana personeli anısına düzenlenen saygı töreni az önce sona ermişti. Gemilerin içerisindeki 24 santigratlık sı1 Uçak gemisinin orijinal adı G.W.Bush olduğu halde; ABD eski başkanlarından baba ve oğul Bush, işledikleri savaş suçları yüzünden yargılanarak mahkum olduklarından, geminin ismi de, Güvenlik Konseyi tarafından “Kitty Hawk-II” olarak değiştirilmiş ve eski Kitty Hawk’ın görevden alınmış olması nedeniyle, artık kısaca “Kitty Hawk” olarak anılıyordu. 3 caklığa karşın, dışarıdaki soğuk hava, özel giysilerine rağmen, güvertedeki askerlerin içine işliyor, açıkta kalan yüz ve dudaklarını morartmaya yetiyordu. Aralarında Türklerin de bulunduğu bu askerler, dondurucu soğuğa karşı inatla direnerek, töreni tamamlamış, bayrakları yarıya indirmişler, şimdi de ısınmak için içeri giriyorlardı. Amiral Davis köprüye geldiğinde, üzerindeki kalın giysilerin de etkisiyle, her zamankinden daha heybetli bir görünüşü vardı. Beyaz tören eldivenlerini, parkasını ve başlığını çıkarttıktan sonra Albay Lancer’ın, kahve makinesinden alıp ikram ettiği kahveyi yudumlarken, fincanı iki avucunun arasına almış, hem o iri ellerini ısıtmaya çalışıyor hem de güney ufkundaki manzarayı izliyordu. Antarktika kıtasına senede iki kez, güneş ışınları teğet olarak vurduğunda, oldukça uzun süren tan yeri görüntüsünü ve güneşin yere paralel hareketini izlemek mümkündü. Aslında, kutup noktasından bakıldığında, eğik gelen ışınlar atmosferde daha çok kırıldığından, güneş olduğundan daha yüksekte ve kızıl renkte görünecekti, ama gene de ufka paralel olarak tam bir daire çizecekti. Tabii bulutlar onu izlemeye izin verirse… Amiral için bunu hayal etmek bile müthiş heyecan vericiydi. Dünyada çok az insana kısmet olabilecek bir fırsat şimdi önündeydi. Fakat sorumlu bir asker olarak, kesinlikle aldığı emirlerin dışına çıkamazdı. Görevinde böyle romantik duygulara da yer yoktu. Elindeki kahve fincanıyla Amiralin yanına yaklaşan Albay Lancer de bir süre ufka baktıktan sonra sakin bir sesle konuşmaya başladı. “Efendim, tören sırasında güney yönünden çok zayıf bazı sinyaller aldık. Sonra da kaybettik.” Amiral Davis hayallerinden sıyrılıp, Albay Lancer’e döndü ve kısa bir süre Albay’a bakarak düşündükten sonra gözlerini tekrar ufka çevirerek konuşmaya başladı. “Karargâha sordunuz mu?” “Evet Amiralim. Bölgede hiçbir gemi olmadığını söylüyorlar.” “Sinyali ne zaman kaybettiniz?” “Tören bitmeden hemen önce… Çok zayıftı efendim.” “Güneyden mi geliyordu?” “Evet efendim.” “Tekrar yakalayınca hemen bana bildirin Albay.” “Tekrar yakalarsak, tabii ki efendim.” “Yakalayacağız Albay. Çünkü güneye gidiyoruz!” Tören kıtası tümüyle içeri girdikten sonra Amiral Davis, köprünün arka duvarında dizili saatlerden yerel zamanı gösteren saate baktı. Günün kalan yarısında ne kadar bir alanı tarayabileceklerini hesapladı. Özellikle hava kararmadan önce akıntıdan kurtulmak ve bunu bir eğitim manevrası olarak yapmak istiyordu. Kahvesinden büyük bir yudum daha aldı ve dudaklarını hafifçe şaplattıktan sonra iri cüssesiyle albaya dönerek emirlerini vermeye başladı. “Şimdi, şu kutup akıntısından kurtulalım ve de bir tatbikat yapalım Albay Lancer. Senaryomuz şöyle: Bu bir Beta-21 olayı, acil durum nedeniyle en kısa sürede doksan derece güneye çark edeceğiz. İskele baş tarafımızda, on mil uzaklıkta, güneye doğru yol alan bir düşman destroyeri bizi izliyor. Navaga’yı henüz fark etmediler. Bu yüzden denizaltı sancak tarafımızda kalmalı, bu avantajımızı korumaya çalışacaksınız. Şimdi komuta sizde Albay Lancer.” “Emredersiniz Amiralim!” 4 Bütün askeri gemilerde, şartlar uygun oldukça, eğitim çalışmalarına yer verilirdi. Gerçi artık dünyada başka ordu yoktu, fakat sanki varmış gibi, hayali düşmanlara karşı eğitim ve tatbikatlar sürdürülmek zorundaydı. Çünkü eğitimsiz bir ordu, hiçbir işe yaramazdı. Bu yüzden her iki gemide de terfi bekleyen subaylar, yolculuk boyunca çeşitli şekillerde deneniyor ve personele savaş manevraları eğitimi veriliyordu. Amiral bu defa, akıntının içindeki bu riskli manevrayı, yarattığı senaryo ile daha da riskli hale sokmuş ve Kitty Hawk’ın ikinci kaptanı olan Albay Lancer’ın gemiyi yönetmesini istemişti. Yakında Tuğamiralliğe terfi etmesi beklenen Albay için de bu çok önemli bir sınavdı. Tatbikat kuralları gereğince; acil bir durum olmadıkça, Amiral Davis, Albay’ın yöneteceği manevraya müdahale etmeyecekti. Uçak gemisinin ikinci kaptanı olan Albay Lancer, Amiral kadar olmasa da, iri yapılı bir adamdı. Personelle şakalaşmayı severdi. Bu tutumu astları ile arasında sıcak bir ortam yaratır ve ona daha çok sevgi beslemelerine yol açardı. Ancak, bu önemli sınavda espriye pek yer yoktu. Albay Lancer, tatbikat koşullarını kafasında çabucak değerlendirerek planını yaptıktan sonra dümen subayına döndü: “Yüzbaşı, sancak tarafına doksan derecelik dönüş için hazır ol! Navaga ile senkronize olarak ve talimatımla çark edilecek! Denizaltı akıntıyla sürüklenerek bize bordalayabilir. Bu yüzden biraz açıktan alacağız. Çok dikkatli olmanızı istiyorum. Radar, siz de şu destroyere odaklanın ve her hareketini bana bildirin.” Hayali destroyerin hareketlerini Amiralin talimatları belirleyecekti. Albay Lancer hazırlık talimatlarını vermeye devam etti: “Binbaşı, tüm sistemleri alarm durumuna geçirin.” “Emredersiniz Kaptan,” dedikten sonra, kırmızı renkteki dâhili mikrofonu açan binbaşı, tüm personele alarm durumunu bildirirken, Albay Lancer de iletişim subayına sesleniyordu: “Bana Albay Simirnov’u bağlayın!” Navaga’da ise, Albay Simirnov manevrayı kendisi yönetecekti. İki gemide birden kontrolün deneme subayında olması bu riskli manevra için uygun değildi ve zaten kurallara da aykırıydı. Az sonra Albay Lancer’ın emriyle dönüş başladığında, önce Navaga dümen kırmıştı. Akıntıyla fazla sürüklenmemek için Albay Simirnov’un hızlı bir dönüş yapması gerekiyordu. Fakat bu sırada açığa çıkma riski vardı. O yüzden hızını uçak gemisine göre ayarlamak zorundaydı. Kitty Hawk ise, denizaltının sürüklenişini izleyerek, kontrollü bir şekilde manevra yapıyordu. Onlar da denizaltının hızına uymak zorundaydılar. Gemilerden birinin küçük bir hatası bile çarpışma tehlikesi anlamına geliyordu. Manevra devam ederken birden, ana güvertede yangın çıktığı anonsu duyuldu. Bu da Amiralin önceden vermiş olduğu talimat gereği ve senaryonun sürpriz bir parçasıydı. Albay Lancer yangınla ilgilenmesi için bir binbaşıyı görevlendirdi. Ayrıca güvenlik subayı ve geminin yangın söndürme ekibi de tatbikatın bu kısmına aktif olarak katılıyorlardı. Albay Lancer yangınla daha fazla ilgilenmedi ve bütün dikkatini, yapacağı manevraya yoğunlaştırdı. Navaga dönüş pozisyondayken, sürüklenmesi de hızlanmıştı. Denizaltı, uçak gemisine doğru yan yan kayarken Albay sakin, fakat oldukça dikkatliydi. “Dikkat et Yüzbaşı, Navaga bize doğru sürükleniyor! Ana motorlar üçte bir, sancak motoru tam yol! Dümen on beş derece iskele!.. Güzel…” Biraz sonra: “Dümen, on derece sancak! Böyle devam edin!” 5 Bu sırada Kitty Hawk da sürükleniyordu, fakat denizaltıya göre çok daha iri ve ağır olan gövdesi akıntıya daha fazla direnebiliyordu. O sırada denizaltı, beklenmeyen bir şekilde hız kesti ve aralarındaki mesafe açılmaya başladı. Amiral Davis bu durumu fark ettiğinde bıyık altından gülümseyerek, yan gözle Albay’ı izliyordu. Albay ise köprüdeki subaylara emir yağdırmaya devam ediyordu. Fakat bu değişikliği çabucak fark etti. “Mesafe açılıyor… Ne yapıyor bunlar! Navaga hemen hızını arttırsın! Yarım yolla gitmesini ve hız kesmemesini bildirin!” Telsizdeki subay emri hemen iletti. Denizaltı hızını arttırdığında Albay Lancer devam etti: “Şimdi ana motorlara yarım yol ver Yüzbaşı! Dümen eski rotasında… Sancak motoru stop… Güzel! İyi durumdayız… Yüzbaşı, destroyerin durumunu bildirin!” “Destroyerin rotasında ve hızında hiçbir değişiklik yok efendim.” Amiral, bu zor manevrayı iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmemek için, destroyerin rotasını değiştirmemişti. Daha doğrusu: bu yönde bir talimat vermemişti. Fakat, bir ara hız kesmesi için Navaga’nın Kaptanına, önceden, gizlice emir vermişti. Albay Lancer büyük bir dikkatle manevrayı yönetmeye devam ediyordu: “Dümen on derece sancak, motorlar üçte iki yol!” Telsiz subayı talimatı Navaga’ya iletirken, Albay bir ara yan gözle Amirale baktı. Amiral Davis hiç oralı değildi, arada bir saate bakıyor ve yenilediği kahvesini keyifle yudumlamaya devam ediyordu. Albay daha da rahatlamıştı. Talimatlarına devam etti: “Yüzbaşı, yeni rotamız bir, sekiz, sıfır, Navaga’ya bildirin...” Telsiz operatörü talimatları Navaga’ya iletirken, Amiral de kenardan manevrayı izlemeye devam ediyordu. O sırada radar subayının sesi duyuldu. “Zayıf bir radar sinyali alıyoruz efendim. Tören sırasında yakaladığımız sinyal bu!” Albay Lancer Amirale baktı. Amiral Davis hiç ilgilenmiyordu. Sanki orada yokmuş gibi davranarak tüm inisiyatifi Albay’a bırakmıştı. Kısa bir sessizlikten sonra Albay Lancer tekrar ilgisini manevraya vererek talimatlarına devam etti: “Hız yirmi knot, mesafe yüz metre.” Emir tekrarlandı ve telsizci Navaga’ya bildirdi. “Akıntı baş tarafı iskeleye zorlayacaktır. Rotayı koruyun!” Emir tekrarlandıktan sonra Albay seyir subayına seslendi. “Binbaşı, rota sapmasını bildirin.” Seyir subayı önündeki ekrana bakarak cevapladı: “Rota sapması üç derece iskele efendim. Baş kanat açısı sekiz derece.” “İskele baş kanadını sekiz derece açın ve rota düzeltmesini Navaga’ya bildirin.” Geminin baş kısmının her iki yanında, dümene benzer iki kanat bulunuyordu. Su kesiminin altında bulunan bu kanatlar, seyir halindeyken açıldığında, geminin baş tarafına yön vererek dümene yardımcı olmaktaydı. Özellikle akıntılı sularda veya şiddetli yan rüzgârlarda rotayı dengelemek ve sabit tutmak için kullanılırlardı. Albayın emri ile, kanatları hareket ettiren dev pistonlar çalışmaya başlamış ve on iki ton ağırlıktaki iskele kanadı, geminin gövdesi ile sekiz derecelik bir açı yapacak şekilde, tıpkı bir solungaç gibi açılmıştı. Bu kanat şimdi, baş tarafı sancak yönüne doğru iterek akıntının etkisiyle oluşan rota sapmasını engelliyordu. Radar subayı tekrar araya girdi: “Güney yönündeki radar sinyalini tekrar kaybettik efendim.” 6 Albay Simirnov da rota düzeltmesi yaptıktan sonra her iki gemi, yeniden paralel konumda ve güneye doğru seyrediyorlardı. Son birkaç dakika sessizlik içinde geçtikten sonra, Albay manevranın tamamlandığını gururla ilan etti: “Akıntıdan çıkıyoruz. İskele baş kanadını kapatın. İşte bu kadar, hepinizi kutlarım evlatlarım!” Dönüş tamamladığında, güvertedeki hayali yangın da söndürülmüştü. Seyir subayı, manevranın başarılı bir şekilde tamamlandığını ve düşman destroyerinin denizaltıyı fark edebilmesi için uygun açının oluşmadığını bildiren raporunu verdiğinde herkesi rahatlatan son noktayı koymuş oldu. Amiral Davis manevradan memnun görünüyordu: “Tebrik ederim Albay! Güvertedeki yangına rağmen manevrayı iyi idare ettiniz. Yangının dikkatinizi dağıtmasına izin vermediniz ve kritik manevraya odaklandınız, bu çok iyiydi. Yalnız, personele evlatlarım diye hitap etmeniz kurallara aykırıdır, biliyorsunuz! Ama hoşuma gitmedi dersem yalan olur. Bu yüzden duymamış gibi yapacağım ve raporuma da yazmayacağım. Şimdi Navaga’ya dalış izni verin de, biraz ölçüm yapsınlar. Komuta hâlâ sizde.” Albay, hâlâ diken üstünde olduğunu gösteren bir gerginlikle itiraz etti: “Hayır Amiralim, ben bu tuzağa düşmem! Navaga şimdi dalarsa, destroyer onu sonarda görür ve avantajımızı kaybederiz. Benim terfi de Weddell Denizi’ne düşer, balıklar da onu yer, değil mi efendim? Ama ben, yemem!” Amiral önce şaşkın gözlerle albaya baktı, sonra da kahkaha atmamak için kendini zor tuttu. Gülümseyerek yaklaştı ve albayın omzuna iki defa hafifçe dokundu. “Tamam, tamam Albay, söylemeyi unuttum: Tatbikat bitmiştir, komuta hâlâ sizde… Dediğimi yapın.” Amiral köprüden ayrılıp, kamarasına giderken hâlâ gülüyordu. Aslında tatbikatın bittiğini söylemeyi unutmamıştı. Zeki bir adam olan Albay Lancer’ın bu klişeleşmiş oyuna gelmesini de beklemiyordu. Amirali eğlendiren şey, albayın ona itiraz etme şekliydi. Aralarında geçen bu diyalog, kısa zamanda gemide yayılacak ve beş bini aşkın personel bir süre bunu konuşacaklardı, bundan hiç şüphesi yoktu. Goose Green, Doğu Falkland Adası Arjantin’in güney ucunun 400 kilometre kadar doğusunda yer alan Falkland adaları, Doğu ve Batı Falkland olmak üzere iki ana parçadan oluşmuştu. Doğu Falkland adasında küçük bir sahil kasabası olan Goose Green, hiç eksik olmayan rüzgârı nedeniyle bazı tecrübeli sporcuların, ─özellikle yörenin sıcak aylarında─ yeteneklerini denemek istedikleri, küçük ve şirin bir yerdi. Adanın doğu ve batı kıyısından iç kısımlara kadar, adeta büyük bir nehir gibi sokulmuş olan okyanus, neredeyse adayı ikiye bölüyordu. Kasaba, adanın orta kısmında yer almasına rağmen, içine kadar sokulan deniz nedeniyle, bir sahil kasabası özelliğini kazanmıştı. Beyaz boyalı ve en çok iki katlı sahil evleri ise, çok az sayıda olmasına rağmen bu yemyeşil yörenin şirinliğini bir kat daha arttırıyordu. Fazla yüksek olmayan dağlarla kaplı adanın hemen her yerinde, otlayan koyun sürüleriyle karşılaşmak olağandı. Kıyıdan yaklaşık yüz metre kadar uzaklıktaki bir evden, sabah sessizliğini bozan, oldukça tiz sinyaller duyulmaya başladığında, evin çevresindeki horozlardan başka tepki veren olmadı. Bu sesler aslında her gün aynı saatlerde duyulduğu için 7 insanlar artık alışmıştı. Eddie’nin amatör bir telsizci olduğunu bildiklerinden, kimse bu sinyallerle ilgilenmez, olağan karşılarlardı. Eddie, sinyallerin ısrarıyla uyandığında, çoktan sabah olmuş, güneş epeyce yükselmişti. Yatağında doğrularak, yanında yatmakta olan genç kıza baktı. Siyah saçları yüzünü örtmüş, bir bebek gibi uyuyordu. Onu uyandırmadan, yavaşça kalktı. Henüz yirmi beş yaşında olmasına rağmen, oldukça kaslı ve iri bir vücudu vardı. Saatine baktı; sinyallere aldırmadan, doğruca banyoya gitti. Yüzünü yıkadıktan sonra aynanın karşısında uzunca, sarı saçlarını eliyle düzeltti ve şişmiş dudaklarını inceledi. “Tanrım, ne kadar ateşli bir kız bu Amy” diye düşünerek gülümsedi. Eddie, memur bir ailenin tek çocuğu olarak Texas’ta doğmuş ve orada büyümüştü. Annesini ve babasını bir trafik kazasında kaybettikten sonra amcası onu spor akademine yazdırmıştı. Bu Eddie’nin kendi isteği idi. Spor akademisinden mezun olduktan sonra, bir süre yüzme dersleri vermiş, sonra da kendisi gibi sporcu olan arkadaşlarıyla birlikte, yeteneklerini Goose Green’de denemeye karar vermişlerdi. Gruptakiler, yüzmekten ve sörften kalan zamanlarının çoğunu da telsizlerinin başında geçiriyorlardı. Çocuk yaşta başladığı yüzme sporunun etkisiyle Eddie’nin vücudu atletik bir görünüm kazanmıştı. Yüzü ise vücuduyla uyumsuz, sevimli ve masum bir ifadeye sahipti. Bu da onu daha çekici biri haline getiriyordu. Sahilde karşılaştıklarında kız, Eddie’nin görünüşünden öylesine etkilenmişti ki, hayallerindeki erkeği bulduğunu düşünerek hemen ona yaklaşmış, havadan sudan konuşmuşlar ve böylece arkadaş olmuşlardı. Birkaç gün içerisinde arkadaşlıkları ilerlemiş, flört etmeye başlamışlardı. El ele tutuşmalar ve masum öpüşmelerle başlayan ilişki çabucak alevlenmiş, çok kısa bir süre olmasına rağmen, genç bedenlerindeki hormonların dayanılmaz baskısıyla, birbirlerinin kollarına atılmak için yanıp tutuşmuşlardı adeta… Amy, hem güzel ve sıcakkanlı hem de kafasına koyduğunu yapan bir kızdı. Duygularını safça ortaya vurur, asla kontrol etmeye uğraşmazdı. Bu yüzden son derece doğaldı. Zaman zaman hüsrana uğrasa da, genelde yaşama sevincini ve mutluluğunu bu özelliğine borçlu olduğunu biliyordu. Hiç kimse için değil, sadece kendisi ve sevdikleri için yaşaması gerektiğini düşünüyordu. Zaman ve gençlik onun en değerli hazinesiydi. Onları boşa harcamaya hiç tahammülü yoktu. Eddie, duş yapmak için kabine girerken, hâlâ devam eden sinyallerdeki değişikliği de henüz fark edememişti. Fakat bu kez çok uzun sürdüğünün farkındaydı. Sonunda Amy de bu inatçı ‘bip’ seslerine daha fazla dayanamadı. Uzun, siyah kirpikleri hafifçe aralandı ve bir çift yeşil göz, mahmur bakışlarla etrafı dolaştı. Yemyeşil gözleri bronz teniyle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Eddie’nin yatakta olmadığını görünce yavaşça kalktı, üzerine hiçbir şey giymeden doğruca banyoya gitti. Duş kabininin sürgülü kapısını açarak, hayran bakışlarla, bir süre Eddie’yi izledi. Göz göze geldiklerinde Eddie, Amy’nin elinden tutarak kabinin içine çekiverdi. Köpükler ikisinin de vücudundan kayıp giderken, gülüşerek birbirlerini okşamaya başladılar. Az sonra ılık suyun altında hoyratça sevişirlerken çıkardıkları sesler, telsizden gelen sinyallere karışarak banyonun akustiğinde yankılanıyordu. Duş kabinindeki sevişme faslından sonra Eddie, bornozunu giyerek telsizin başına gitti. Saatine baktı, sonra da sinyalleri not etmeye başladı. Sinyal kesildikten sonra frekansı değiştirdi ve mikrofonu eline alarak çağrı yapmaya başladı. “Ed, Tam’i arıyor… Ed, Tam’i arıyor.” “Merhaba Ed. Yeni mi uyandın?” “Hayır Tam, neredeyse bir saat oldu.” 8 “Ya!.. Sabah faslı desene, nasıl gidiyor dostum? Amy nasıl? Yaşıyor mu?” “Evet. İkimiz de hâlâ hayattayız. Şu malum sinyal sabah gene başladı. Üstelik bu kez çok uzun sürdü ve sabah keyfimizi zehir etti Tam.” “Ya, biz de o frekansı yokladık. Kimse cevap vermiyor. Niye kafanı buna takıyorsun Ed. Yanındaki fıstıkla ilgilensene!” “Fakat sinyal bu kez değişikti Tam. Anlıyor musun? İlk defa bir değişiklik oldu. İlginç değil mi?” “Bak arkadaşım, ben senin yerinde olsam bu sinyal yerine yanımdaki fıstığın sinyaliyle ilgilenirdim. Yoksa o sana hiç sinyal vermiyor mu?” “Tamam, tamam, bunu seninle niye konuşuyorum ki sanki. Haydi, sonra görüşürüz.” “Kendine dikkat et Ed. Kondisyonunu kaybetme!” “Sen kendine bak dostum. Hoşça kal.” Bu sırada Amy de banyodan çıkmış, salonda saçlarını kurutmakla meşguldü. Eddie, kanalı değiştirdikten sonra Amy sordu: “Kim bu şakacı? Arkadaşın mı?” “Evet. Kanadalı bir arkadaş, o da bizim kulüpten.” “İsmi Tam mi? Ne garip bir isim.” “Bu onun takma adı. Tam, yani Tamer… Köpekleri çok sever. O yüzden önce ona Dog Tamer (köpek terbiyecisi) ismini taktık. Sonra kısalttık, Tamer oldu. Daha da kısaltınca Tam oldu.” “İlginç! Peki, sabah sabah öten şey neydi öyle? Bunun Dog Tamer ile ilgisi ne?” “O bir sinyaldi Amy. Sevişme vaktinin geldiğini haber veriyordu.” “Yaa… O zaman şimdi niye yok?” “Çünkü şimdi kahvaltı zamanı.” “Bırak şimdi dalga geçmeyi ya! Sinyal ne mesaj veriyordu, onu söyle? Meraktan ölüyorum.” “Bilmiyorum Amy. Neden soruyorsun?” “Nasıl bilmiyorsun? Not aldın ya.” “Sadece sinyalin mors kodlarını ve saatini not alıyorum. Aynı sinyal her gün dört defa tekrarlanıyor. Hep aynı saatlerde… Ama mesajın gerçek anlamını bilmiyorum. Ve bu çok ilginç geliyor bana…” “Çok esrarengiz bir adamsın Ed.” “Gerçekten bilmiyorum ve anlamaya çalışıyorum Amy. Mesajda ‘Şimdi saat kaç?’ diye soruluyor. Sence bunun bir anlamı var mı?” “Mademki bilmiyorsun, babama soralım.” “Bu ne demek şimdi?” “Biliyorsun, babam bir haberleşme uzmanı. Yardımı olur mu bilemem, ama istersen ona sorabiliriz. İşine yarar mı?” “Yani, şimdi sen beni babanla tanıştırmak mı istiyorsun?” Amy bu imaya sinirlenmişti. “Ne yani? Sen beni ne sanıyorsun? Koca arayan, evde kalmış bir geri zekalı mı?.. Unut gitsin! Teklifimi geri aldım.” “Dur, hemen kızma Amy. Sadece şakaydı… Ama kızınca daha çekici oluyorsun, biliyor musun?” “Pis Goril!” 9 Weddell Denizi Bir saat kadar sonra Navaga tekrar yüzeye çıktığında, Kitty Hawk’ın sancak tarafında pozisyonunu aldı ve yeniden doğuya döndüler. Bu sırada uçak gemisinin radar subayı aynı esrarengiz sinyali tekrar yakalamıştı. “Güney istikametinde bir radar sinyali efendim! Şimdi daha kuvvetli alıyoruz.” Bu defa sonar subayı da bir uyarı yapıyordu: “Güney istikametinde bir yükselti var Kaptan. Beş, altı mil kadar uzakta ve sığ bölgede. Su altında oldukça büyük bir kütle. Sanki bir aysberg gibi…” Amiral Davis köprüye dönmüş ve komutayı almıştı: “Herhangi bir aysberg uyarısı aldık mı Binbaşı?” Seyir subayı önündeki haritaya bakarak cevapladı. “Hayır Amiralim, fakat haritada da böyle bir yer yok!” “Hay Allah, o halde bu yüzen bir aysberg olmalı? Navaga’yı uyarın...” “Navaga da fark etmiş, onlar da bize bildiriyorlar.” “Pekâlâ, şuna bir de dürbünle bakalım. Acaba hareket halinde mi?.. Bu arada radyasyon raporunu da verin Albay.” Az sonra Albay Lancer, gemideki ölçümleme merkezinden gelen bilgiyi özetledi. “Yüzey ve atmosfer değerleri normal sınırlarda Amiral… Ancak, yüz metrenin altındaki değerler hâlâ biraz yüksek, Louisiana’nın battığı yerde ise, maksimum düzeyde. Buradaki radyasyon değerleri hâlâ, dalış için tehlikeli seviyede.” Amiral, dürbünüyle bölgeyi incelemeye başladığında, denizaltının kaptanı Albay Simirnov da denizaltının kulesine çıkmış, dürbünüyle aynı yöne bakıyordu. Amiral belli belirsiz bir ışık görmüştü. “Ufukta kırmızı bir ışık var Albay! Gördünüz mü?” “Evet Amiralim. Bu bir fener olabilir.” Tam bu sırada birdenbire, denizaltının kulesinde bir hareketlenme oldu. Ardından, alarm sireninin bed sesiyle birlikte denizaltının kaptanı Albay Simirnov gözden kayboldu. Tümamiral Davis bu hareketliliği fark ederek tüm dikkatini denizaltıya vermişti ki, Kitty Hawk’ın sonar subayı birden ayağa fırlayarak, panik bir sesle bağırdı. “Suda iki torpil var! Güneyden tam üzerimize geliyorlar!” “Olamaz!..” Amiralin mavi gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yeni dünya düzeninde böyle bir saldırı, hiç beklenmedik bir durumdu. Çünkü artık dünyadaki tek ordu Birleşik Dünya Ordusuydu. Peki öyleyse bu düşman kimdi?.. Amiral Davis sirenlerin sesini bastırmak istercesine bağırdı: “Mesafe ve temas zamanı?” “Mesafe dört mil, tahmini temas zamanı üç dakikadan az Amiralim!” Amiral, “Epeyce uzaktan fırlatılmışlar, bu kadar uzun menzilli torpiller basit bir denizaltıdan geliyor olamaz,” diye düşündü. Bu sırada sonar subayı, yeşil renkteki ekranın sol tarafında görünen bilgileri inceliyordu. STAT : HIGH RISK EVEN : TORPEDO ATTACK UNIT : TWO WNC : USA TYPE : N/A CATE : VHE (Durum (Olay (Adet (Silah (Tip (Sınıf : Yüksek risk) : Torpido saldırısı) : İki) : Amerika Birleşik Devletleri kodlu) : Bilgi yok) : Çok Yüksek Patlayıcı) 10 Amiral, “Sonarda başka bir cisim var mı?” diye sordu. “Hayır efendim! Fakat bu torpiller USS kodlu sinyaller yayıyorlar Amiralim. Eski Birleşik Devletler Donanmasına ait…” Bu bilgi Amiral Davis’i biraz rahatlatmıştı. İki saniye daha düşündü. Kitty Hawk’ın manevra yaparak torpillerden kurtulabilmesi zaten imkânsızdı. Ancak anti-torpil silahlarını kullanarak saldırıyı önleyebilirlerdi. Aklına gelen ilk planı uygulamak üzere hemen emirlerini vermeye başladı. “Sonar, eski USS koduna geçin! Güvertedeki uçaklar hemen havalansın! Navaga’ya da derhal dalmasını bildirin! Torpil avcılarını hazırlayın! Komutanlığa acil durum mesajı gönderin!” Albay Simirnov da gerekli emirleri vermişti. Denizaltı dalmaya hazırlanıyordu. Kesik kesik çalan acil durum sireninin sesi kulakları tırmalarken hem denizaltıda hem de uçak gemisindeki sonar subayları aynı anda tekrar bağırmaya başladılar. “İki torpil daha!” “Amiralim, iki torpil daha geliyor!” Denizaltıdakiler harekete duyarlı torpil avcılarının sayısını dörde çıkartarak 700 metre mesafede aktifleşecek şekilde ayarladılar. Fakat bu durum dalmalarını biraz daha geciktirmişti. İkinci Kaptan Gorshkov da fırlatma işine yardımcı olmaktaydı. Herkesin adrenalin seviyesi tavana vurmuştu. “Torpillerin üzerine yönlenelim Yüzbaşı. Temasa bir mil kala ateş edeceğiz!” “Anlaşıldı Kaptan! Kitty Hawk USS sinyaline geçti Kaptan!” “Tamam, bizde aynı sinyali verelim Yüzbaşı!” Bu sırada Amiral Davis sonar subayının yanına gitmiş, USS koduna geçtikten sonra iki defa bip sinyali vermiş olan bilgisayarın ekranına bakıyordu. Kitty Hawk’ın bilgisayarında şöyle bir değişiklik olmuştu. STAT : LOW RISK UNIT : FOUR TYPE : FRIEND (Düşük risk) (Dört) (Dost) Denizaltının sonar subayı geri saymaya başladığında, herkes son derece gergindi ve silah subayları ise tetikteydi. “Bir mil için; Beş, dört, üç, iki, bir…” “Birinci torpil ateş!” “Gönderildi Kaptan!” “İkinci torpil ateş!” “Gönderildi Kaptan!” “Geri sayıma devam edin!” Kaptan Simirnov, iki torpil avcısı daha göndermeyi planlıyordu. Oysa denizaltının hemen dalması gerekiyordu. Fakat Rus Kaptan, Kitty Hawk’ın kaçamayacağını düşünerek riske girmeyi göze almıştı. Bu sırada Tümamiral Davis, Navaga’nın geciktiğini görerek denizaltı ile torpillerin arasında pozisyon almaya karar verdi. “Motorlar tam tornistan, dümen iskele alabanda! Denizaltı ile torpillerin arasına girelim. Onlara siper oluşturacağız!” “Kitty Hawk’ı feda mı ediyorsunuz Amiralim?” “Hayır Albay! Merak etmeyin, o torpiller bizi vurmaz!” “Emin misiniz Kaptan?” “Evet! Sonar ekranına bak, anlarsın! Anti-torpil mayınlarını yarım mile ayarlayın ve Navaga aradan çıkar çıkmaz gönderin.” “Anlaşıldı Amiralim. Navaga’dan sıyrılmak üzereyiz.” 11 “Açığa çıktığımızda, motorlara tam yol verelim Albay!” Az sonra güney yönünde ardı ardına iki büyük patlama duydular. İki ayrı noktadan deniz suyu onlarca metre yükseğe fışkırmıştı. Bu sırada Navaga’nın sonar subayı rapor veriyordu. “İlk iki torpil yok edildi. Fakat Kitty Hawk tornistan yaparak açığa çıkıyor Kaptan. Şimdi onlar da iki avcı torpil gönderdiler.” Kaptan Simirnov mesajı almıştı. “Öyleyse bizim hemen dalmamız gerekiyor. Dalın! Dalın!” Kaptan Simirnov diğer torpil avcılarını göndermekten vazgeçip dalış manevrası için emirlerini vermeye başladı. “Derinlik yüz metre, motorlar tam yol! Burun otuz derece aşağı. Son hızla dalıyoruz!” Üzerlerine gelmekte olan torpillerden ilk ikisi hedeflerine ulaşamadan patlatılarak yok edilmişti. Fakat Kitty Hawk’ın gönderdiği avcılara rağmen diğer iki torpil yoluna devam ediyordu. Görünüşe göre son torpil avcıları işe yaramamıştı. Denizaltı hızla dalışa geçti, ama biraz geç kalmışlardı. Henüz yirmi metre derinlikte olmalarına rağmen, sonar yardımıyla hedefi izleme ve dalma kabiliyetleri olan bu torpillerin etki alanındaydılar. Kitty Hawk ise Navaga’nın sancak tarafına geçmeye çalışıyordu ki, büyük bir patlamayla birlikte, köprüdeki dâhili hoparlörden yankılanan çok şiddetli bir sonar darbesi kulakları ve yürekleri tırmaladı. Patlama çok yakınlarında olmuştu. Şok dalgası bir saniyede Kitty Hawk’ı da yakaladı. Fışkıran deniz suyu sağanak gibi üzerlerine yağarken, güvertedeki bazı askerler yere savrularak çeşitli yerlerinden yaralandılar. Bu sırada diğer torpil de Kitty Hawk’a sancak baş tarafından yaklaşıyordu. Fakat son anda, ani bir manevrayla batıya döndü ve uçak gemisini neredeyse sıyırıp geçtikten sonra kendisine yeni bir hedef aramaya koyuldu. Torpil, uçak gemisini tanımıştı! Eski ABD kuvvetleri, kendi silahlarıyla kendilerini vurmamak için özel bir yazılım ve özel bir sinyal kullanıyorlardı. İşte bu sayede torpil Kitty Hawk’ı dost olarak algılamış ve yön değiştirmişti. Fakat Rus yapımı Navaga denizaltısı da dost sinyali vermesine rağmen kurtulamamıştı. Torpiller bu hileyi yutmamıştı. Bunun nedeni, o yıllarda Amerikan torpillerine yüklenen yazılımların, hedefi sadece verdiği sinyal ile değil, fiziksel özelliklerine göre de tanıyabiliyor olmasıydı. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanı Profesör Celal Yaşlıkaya, Mali Konsey Başkanı Hoshi Akira’nın sabah getirmiş olduğu, Mali Yapılanma Tasarısı’nın son sayfasını da çevirdikten sonra yorgun gözlerini kaldırarak, yuvarlak camlı gözlüklerinin üzerinden, önce Japon misafirine sonra da, klasik döşenmiş odadaki antika saate baktı. Çenesini çevreleyen beyaz sakallarını dalgın bir ifadeyle okşadı ve tekrar Mali Konsey Başkanı Akira’ya döndü. “Tamamdır Sayın Başkan, toplantıya geçebiliriz. Vakit geldi, arkadaşlarımızı bekletmeyelim.” “Evet, cenk vakti geldi, kılıçlarımızı çekelim!” “Ne o? Savaşa mı gidiyoruz Sayın Akira?” Altmışlı yaşlarda olan Akira, yavaşça Yaşlıkaya’ya döndü ve bastonunu hafifçe sallayarak cevap verdi. 12 “Bizde bir söz vardır; savaşmayı bilmeyen barışı da bilemez! Savaşmadan barış olmaz dostum.” “Hım… ABD’nin son başkanına, durup dururken Nobel Barış Ödülü’nü verdiklerinde o da böyle söylemişti, hatırlarsın. Sonra da dünyayı büyük bir savaşa sürüklemişti…” “Peki, senin fikrin nedir?” “Bence, ateşin tehlikeli olduğunu anlamak için yanmak gerekmez.” “Aynı fikirde değilim dostum. İlk insanların canı yanmadan önce, ateşin tehlikeli olduğunu anladıklarını hiç sanmıyorum. Aksi doğru olsaydı, insan zekâsını kontrol eden bu kod sayesinde geçmişteki kaoslar yaşanmazdı.” “Demek ki, sana göre insanlığın sorunları genetik, öyle mi?” “Eğer evrim teorisine inanıyorsak öyle olmalı. Hayvanlar yaşamak için nasıl avlanmak zorundaysa, insanlar da tarih boyunca birbirleriyle bu yüzden savaşmış, yaşamak ve sahip olmak için didişip durmuş. Genlerindeki hayvani dürtüler ve egoları buna sebep olmuş, ya da tersi; yani yaşamaları için gerekli olan bu vahşi güdüler zamanla genlerine işlemiş. Bu yüzden hiçbir uygarlık ayakta kalamamış. Kuvvetli olan zayıfı ezmiş daima... Bence bunu değiştirmenin yolu medeniyet veya çağdaş bir düzen kurmanın yanı sıra, genetik bir değişim sağlamaktır. Köklü bir çözüm için bu gerekli diye düşünüyorum. Aksi halde, kuracağımız her düzen bir gün mutlaka yıkılacaktır.” Akira, insanların genetik yapısının değiştirilmesinden bahsediyordu. Bu sözler Yaşlıkaya’nın düşüncelerine ve ilkelerine tamamen ters olduğu gibi, onun açısından hiç de etik değildi. Gözlüklerini cebine yerleştirirken, zeki bakışlarını Mali Konsey Başkanı’na yöneltti ve nazik bir üslupla konuştu: “Sana hiç hak vermiyor değilim dostum. Hepimizin ideali, insanların daha mutlu olduğu, huzurlu bir dünya düzenini oluşturmaktır, buna hiç şüphe yok. Biz insanlar, en yaratıcı ve en üstün varlıklar olmamıza rağmen, fikirlerimiz ve eylemlerimiz açığa çıktığında, zaman onları elimizden alır ve acımasızca mühürler! Bilinen hiçbir güç bunu engelleyemez! İnsanoğlunun bugünkü bilinç düzeyinde ne yaparsak yapalım suçu engellemek mümkün değildir. Buna karşın, genetik tasarım tanrısal bir güçtür. Biz o güce erişemediğimiz sürece, eylemlerimizin amacı doğru olsa bile, eğer yöntem yanlışsa, sonuçta fikir suçlanır. Hükmedemediğimiz tek güç olan zaman, bize düşmanlaşır. Bu da düşünceyi acıtır... Eminim ki, zamanı olgunlaştırmak varken, onu kendine düşman etmek istemezsin Bay Akira.” Hoshi Akira, kısa bir süre suskun kaldı. Yaşlıkaya’nın, tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. Az sonra gülerek, “Kafama vursaydın daha iyiydi dostum,” dedi ve birlikte kalktılar; ortak kurul toplantısına gitmek üzere odadan çıktılar. Başkanlar Kurulu ve Para Komisyonu’nun ortak toplantısı Mali Konsey binasının üçüncü katındaki M2 adlı toplantı salonunda yapılacaktı. Akira, yol boyunca esprili konuşmalar yaptı. Şakayı seven, çok renkli kişiliği olan bir siyasetçi ve ekonomi konusunda dünyaca tanınmış bir uzmandı. Fakat genetik değişim konusuna bir daha hiç değinmedi. Deviniş Projesi’nin Kozmik Operasyon safhasından hemen sonra Brüksel’deki eski Avrupa Birliğine ait olan binaya yerleşen Birleşik Dünya Konseyi (BDK), daha sonra, tarafsız bölge olarak ilan edilen Kudüs’teki yeni binalarına taşınmıştı. İki yıl önceki nükleer patlamaların bölgede yarattığı tahribat tamamen giderilmiş, radyasyonlu bölge, teknolojik olanaklar sayesinde ve kısa sürede temizlenerek eski yaşanabilir haline kavuşturulduktan sonra, şehir yeniden inşa edilmişti. Dinler 13 açısından kutsal kabul edilen Kudüs şehri ve civarı, artık yasal olarak, yeryüzündeki birkaç tarafsız bölgeden biri idi ve dünya buradan yönetilmekteydi. Her biri on beş katlı, on üç ana bloktan oluşan konsey binaları, Kudüs’ün güneyindeki bir tepenin üzerine inşa edilmişti. 358 dönümlük bir alanı kaplayan, altıgen şekilli ve bir mimarlık harikası olarak nitelendirilen bu kompleks, hem estetik hem de çok sağlam bir yapılanma idi. Dışarıdan bakıldığında hepsi birbirinin kopyası olan bu binalarda yaklaşık 20 bin personel görev yapıyordu. Her blokta 500 ofis bulunuyordu. Dünya, bu on üç bloktaki toplam 6500 ofisten yönetiliyordu. Tüm bloklarda, toplantı salonları sadece üçüncü katlardaydı. Bir peteği andıran kompleksin üçüncü katları arasında direk bağlantı koridorları vardı. Otuz metreyi bulan ve her yanı kapalı bir köprüyü andıran bu koridorlar, tüm binaları birbirine bağlayarak bütünleştiren özelliklerinden dolayı, dünya birliği açısından, sembolik bir anlama da sahipti. Altı adet yarım bloktan oluşan otopark binalarının çatılarında ise helikopter pistleri bulunuyordu. Bu sayede komplekse, altı helikopter birden aynı anda iniş kalkış yapabiliyor, çatıda yer alan bir güvenlik kulesi ise havaalanındaki kontrol kulesi gibi görev yaparak bu trafiği yönlendiriyordu. Otuz iki ekonomistten oluşan Dünya Para Komisyonu üyeleri, tasarıyı Genel Kurul’a sunmak üzere hazırlıklarını tamamlamış ve sonra da Anayasa Komisyonuna Başkanlık eden Profesör Yaşlıkaya ile Mali Konsey Başkanı son hazırlıkları birlikte gözden geçirmişlerdi. Çünkü Anayasa gereği, tasarılar Genel Kurul’a indirilmeden önce Anayasa Komisyonu’nda görüşülmek ve onaylanmak zorundaydı. Daha sonra da Genel Kurul’da tartışılarak oylanacaktı. Mali Konsey binasının üçüncü katındaki M2 salonu, amfi düzenindeydi. Önde bir platform ve üzerinde bir konuşmacı kürsüsü, onun önünde otuz altı kişilik bir masa, diğer tarafta da danışman ve bürokratların oturması için kademeli olarak 14 yükselen sıralı koltuklar vardı. Yan taraftaki sıralar ise basın mensuplarına aitti. Para Komisyonu Üyeleri ve Yaşlıkaya masadaki yerlerini aldılar. Güvenlik Konseyi Başkanı Safa Ilgın Koray, Bilim Kültür ve Eğitim Konseyi Başkanı Güreli ile Enerji ve Çevre Konseyi Başkanı Göktuna da masadaki yerlerini almışlardı. Salondaki üç adet kamera ile toplantı baştan sona kaydedilerek aynı anda haber kanallarına da canlı bağlantılar yapılıyordu. Artık her şey halka açık olarak ve onları gözleri önünde cereyan ediyordu. Sadece Güvenlik Konseyi toplantıları gizliydi. Masaya henüz oturmuşlardı ki, toplantıya başkanlık yapacak olan Mali Konsey Başkanı Hoshi Akira, hemen her toplantıda yaptığı gibi kendine özgü bir espriyle söze başladı. “Sayın Yaşlıkaya, toplantıya bir soru ile başlamak istiyorum. Siz bu projenizle önce orduları ortadan kaldırarak savaşları bitirdiniz. Hepimiz buna sevindik. Fakat şimdi de parayı ortadan kaldırarak bizi de mi bitirmek istiyorsunuz?” Salondakilerin çoğu bu sözlere güldüler. Mali Konsey Başkanı, Japon Ekonomist Hoshi Akira şaka yaparken hiç gülmezdi. Bu yüzden onu tanımayanlar şaka yaptığını bile anlayamazdı. Yaşlıkaya, kurula bazı hatırlatmalar yapmak için bu fırsatı kaçırmadı. Arkasına yaslandı ve kalemiyle oynayarak cevapladı. “Biz mi yaptık Sayın Akira? Yanlış hatırlamıyorsam, siz de bize büyük bir destek verdiniz…” “Demek ki, bizi de kendi emellerinize alet etmişsiniz…” Sanki bir tiyatro oyunuymuş gibi bu diyalogu herkes ilgiyle ve tebessümle izliyordu. Yaşlıkaya daha da ciddileşerek, fakat sakin bir ses tonuyla ve Mali Konsey Başkanı’nın yüzüne bakarak anlatmaya başladı. “Evet Sayın Başkan. Adına Demokrasi dediğimiz ‘Seçilmiş Krallar’ dönemini insanlığın yararına olacak şekilde yeniden düzenleyebilmek için, önce iki büyük vahşi gücü ortadan kaldırmak gerekiyordu. Çünkü insanların kendi dünyasında, kendi yarattıkları bir düzende ıstırap çekmeleri çok ahmakça bir şeydi. Bu hedeflerden birincisi silahlı güçler, yani savaş; ikincisi de acımasız kapitalist sistem idi. Yani yoksulluk ve ekonomik krizler… Hep birlikte birincisini başardık çok şükür. Şimdiki hedefimiz ise ekonomik düzeni bütün insanların lehine işleyen, sağlıklı bir yapıya oturtmaktır. Bu yapı, mevcut kapitalist düzende mümkün değildir. Bildiğiniz gibi, geçmişte tüm çabalara rağmen, ancak geçici iyileşmeler yapılabildi, fakat genelde halkın sorunları çözülemedi. Tüm önlemler sadece varlıklı sınıfın daha da zenginleşmesine yaradı. Çünkü kapitalist dünyadaki ekonomik sistem son derecede karmaşık, pragmatist ve her zaman parası çok olanın lehine işleyen, parası az olanı ise ezerek tümden yok etmeye çalışan, acımasız ve ahmakça bir sistemdi. Kapitalistler aslında kendi kuyularını kazdıklarının farkında bile olamadılar. İşte bu yüzen ahmakçaydı diyorum. Oysa biz, tek para sistemine geçerek ortamı oldukça rahatlattık. Kapitalizmin insanlığı kemirmesini frenledik… Bakın, yıllar önce bir dostum şöyle demişti: Bazı insanlar, her şeyi para için yaparlar. Bazı insanlar ise, para için her şeyi yaparlar. Burada kastedilen şey yanlış ve tehlikeli uygulamalardır! İşte bu yüzden, insanları paranın esiri olmaktan kurtarmayı, herkesin refah seviyesini artırmayı ve değer yargılarını değiştirmeyi hedefliyoruz. Çünkü bizler bu düzenin hem kurucuları hem de bekçileri olacağız… Evet, bu aşamada sizi değil, ama paranızı bitireceğiz Sayın Başkan! Parayı yeryüzünden sileceğiz!” 15 Salondakiler ilgiyle dinliyorlardı. Hepsi de, dünyanın en radikal, en önemli, tarihi kararlarının arifesinde olduklarının bilincindeydiler ve oldukça heyecanlıydılar. Bu defa bir başka ekonomist üye Yaşlıkaya’ya laf attı. “Biliyor musunuz en çok neye üzülüyorum? Para ortadan kaldırılınca artık kimseye sadaka veya bahşiş de veremeyeceğiz… Öyle değil mi Sayın Yaşlıkaya?” “Evet! Ne kadar üzücü(!) Ama şunu da unutmayınız ki; artık sizden sadaka veya bahşiş isteyen kimse de olmayacak! Hatta islam geleneği olan fitre ve zekât gibi sosyal yardımlaşma uygulamaları da uygulanamaz olacaklar. Çünkü buna muhtaç kimse kalmayacak ve islamın bu gibi sosyal kuralları tümden gerçekleştirilmiş olacak.” Güney Afrika Temsilcisi: “Halkını korumayan bir devlet ayakta kalamaz. Sizi yürekten destekliyorum efendim.” Yaşlıkaya: “Unutmayın ki; devletini korumayan halk da ayakta kalamaz Sayın Büyükelçi.” Akira: “Yani halka rağmen devlet olmaz; devlete rağmen de halk olmaz demek istiyorsunuz…” Yaşlıkaya: “Hayır, halkın devletine sahip çıkmasını kast ettim. Oysa devlete rağmen halk olur Sayın Akira. Halk istemezse devletini değiştirebilir; tıpkı Osmanlı’yı bırakıp Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdukları gibi... Buna devrim deniyor… Devlet ise halkını değiştiremez! Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır.” Brezilya Temsilcisi söze karıştı. “Siz bu yeni rejimi demokratik parlamenter sistem olarak lanse ettiniz, ama aslında bu farklı bir şey. Öyle değil mi Sayın Yaşlıkaya?” “Haklısınız. Bu demokrasi değil. Zaten demokrasi denen yönetim şekli dünyamızda hiç var olmadı ki… Gerçek anlamda demokrasi bir masaldır… Bir hayaldir… Ve eski düzende bunun tam olarak gerçekleşmesi mümkün değildi. Ama demokrasi diye diye insanlar yüzyıllarca kandırılmışlardır. Biz şimdi bir geçiş dönemini yaşıyoruz. O yüzden, bütün devletlerde seçimlerin demokratik parlamenter sistemle yapılacağını söyledik. Ama ileride yapacağımız değişikliklerle parlamenter sistem yerine, eğitime dayalı daha rasyonel bir sistem koyabiliriz. Bu bir süreçtir. Biz şimdiden bunun hazırlıklarını da yapmak durumundayız.” “Peki, siz tam olarak bu sistemi nasıl adlandırıyorsunuz?” Yaşlıkaya ciddi bir yüz ifadesiyle anlatmaya başladı. “Sistemin adının ne olduğunu değil de, ne olmadığını söyleyebilirim arkadaşlar. Bakın, bu sistem, birçoğunuzun sandığı gibi komünizm değil, çünkü özel mülkiyet hakkına dokunulmuyor; her tür özgürlükler güvence altına alınıyor. Bir sınıfın üstünlüğü söz konusu bile değil. Sınıf ayrımı diye bir şey yok. Özel mülkiyet ve diğer insan hakları yeni anayasamızın güvencesi altındadır… Kapitalizm de olamaz, büyük sermayenin devleti kontrol etmesi artık söz konusu bile değil. Hatta biz burada kontrolden çıkmış ve acımasızlaşmış olan büyük sermayeyi dizginlemeye ve güçlerini kırmaya çalışıyoruz. En büyük yatırımları artık devletler yapacaktır diyoruz... Faşizm hiç değil, çünkü anayasamıza göre, insan yeryüzündeki en değerli varlıktır ve tüm insanlar eşittir. Irkçılığa en büyük engel gene bu anayasadır ve insan hakları en ön plandadır. Geriye ne kaldı? Sosyalizm. Bu sistem, ağırlıklı olarak sosyal yönleri olmakla birlikte tam olarak, bilinen anlamda bir sosyalizm de değildir. Çünkü bu sistem sosyalizm kavramını da aşan, birçok yönüyle daha yenilikçi ve küresel bir sistemdir. Önemli olan sistemin akılcılığı, gerçekçili- 16 ği, herkes tarafından kabul görmesi ve yürütülebilir olmasıdır. Şimdi bu sistemin ne olduğunu artık siz bulun bakalım. Fakat sakın Celalizm falan demeye kalkmayın, çünkü bu büyük bir cahillik olur! Bazı kulislerde böyle laflar dolaştığını duyuyorum. Bunu kesinlikle onaylamam!” Çin temsilcisi söz aldı: “Bizim görüşümüz, bu rejimin adının Küresel Üniter Rasyonalizm olabileceği yolundadır Sayın Yaşlıkaya.” Prof. Yaşlıkaya cevap vermeden Başkan Akira, muzip bir eda ile araya girdi. “Celalizm de hiç fena değil bence. Niye istemiyorsunuz?” Yaşlıkaya ciddi bir yüz ifadesiyle anlatmaya başladı: “Gaflarıyla ünlü bir siyasetçiye sormuşlar: - Siyasette hiç sevmediğiniz şey nedir? Adam cevap vermiş: - Ben, iki şeyi hiç sevmem. Birincisi: ırkçılık; ikincisi: Zenciler.” Kahkahalar sürerken Yaşlıkaya devam etti. “Siyahi kardeşlerim alınmasınlar, bu bir paradoksu dile getirmek için kullandığım bir espridir sadece.” Hemen, salondakilere dönerek konuşmasına devam etti. “Şaka bile olsa bunu aklınızdan çıkartın. Türkçe’de celal kelimesi öfkeyi, kızgınlığı ifade eden bir anlam taşır. Hem ismimi kullanmanız son derece yanlış olur. Artık o devirler bitti arkadaşlar. Bu düzen ortak bir çabanın ürünüdür. Hiç kimseye mâl edilemez. Kurmak istediğimiz sistemin ruhuna da aykırıdır. Aslında bu gibi şeyleri tarihe bırakmak daha doğru olur.” Para Komisyonunun Türk üyesi: “Hangi tarihe Profesör? Biz burada zaten tarih yazıyoruz. Öyle değil mi?” Bir grup üye bu sözleri alkışlarken, Yaşlıkaya kaşlarını çattı. Ünlü bir ekonomist olan Türk üye, Yaşlıkaya daha cevap veremeden ekledi. “Peki, peki, hemen celallenmeyin Hocam. Küresel Üniter Rasyonalizm de hiç fena değil. Bunu tartışmaya değer herhalde. “Fakat şimdiki konumuz bu değil Sayın Üyeler.” Para Komisyonu’nun İsviçreli üyesi bu neşeli ortamı sürdürmek istercesine Yaşlıkaya’ya takılmaya devam etti. “Sayın Yaşlıkaya, birinci aşamada orduları yok ettiniz. İkinci aşamada parayı yok ediyoruz. Üçüncü aşamada neler var acaba? Merak ediyorum, bundan sonra neyi yok edeceksiniz?” “Üçüncü aşamada da sizi yok edeceğiz efendim… İhtiyaç kalmağı gerekçesiyle para komisyonunuz lağvedilecek. Beğendiniz mi?” Gülüşmeler arasında İsveçli ekonomist söz aldı. “Asında bu proje birçok insana göre çılgınca, hem de çok çılgınca bir şey Profesör. Böyle eşi benzeri görülmemiş bir uygulama sadece romanlarda ya da filmlerde rastlayabileceğimiz cinsten bir şey diye düşünüyorum hâlâ... Ama buna rağmen bizi ikna etmeyi başardınız. Genel kurulda neler olur bilemiyorum, fakat şu anda arkadaşlarımla birlikte sizi yürekten destekliyor ve projenize katkıda bulunmak istiyoruz. Çünkü bu proje gerçekleşirse insanlık tarihinde görülmemiş bir refah artışı, küresel bir kalkınma meydana gelecek. Aslında bu henüz adı konulmamış büyük bir devrimdir. Bu bir ekonomik devrim olduğu kadar, bir dünya devrimidir. Eskiden ülke yönetimlerinin yıllarca anlaşamadıkları en hayati konularda bile, şimdi çok hızlı bir şekilde mesafe ve sonuç alıyoruz. Örneğin; çevre sorunları… Örneğin; küresel standartlar, evrensel insan hakları gibi… Diğer taraf- 17 tan, zenginleşmenin doğuracağı enflasyonist baskıyı da önleyecek tedbirlere ihtiyaç var. Önemli konulardan biri de, kamu hizmetlerinin nasıl fiyatlandırılacağıdır. Bu konuda neler yapılabileceğini de bir rapor halinde hazırlamış ve Mali Konsey Başkanlığına sunmuş bulunuyoruz Sayın Yaşlıkaya.” Yaşlıkaya durumdan gayet memnun olduğunu gizlemeyen bir ifadeyle: “Yani, bazı insanlar hâlâ akıllanmadılar mı demek istiyorsunuz? Haklı olabilirsiniz. Bu kafalar yıllarca dünyayı krizden krize sürüklediler. İnsanlar şartlandırıldı ve çarpık düzene boyun eğmek zorunda bırakıldılar. Sürekli kandırıldılar… Ve galiba henüz akıllanmadılar! Haklısınız, bu zenginleşme bazılarını dejenere edebilir. Yalnız şunu önemle belirtmeliyim ki; biz zenginleşme derken orta ve alt gelir düzeyindeki insanların, yani genel halk kitlelerinin refahının arttırılmasını kast ediyoruz. Yoksa zenginleri daha da zengin etmeyi değil! Bu asla olmayacak! Fakat sanırım bu konuda da çözüm için biraz zamana ihtiyaç var. Ancak unutmayınız ki; artık en büyük güç Birleşik Dünya Yönetimi’dir. Hem siyasi ve militarist açıdan hem de mali açıdan… Bu bir risk midir? Kesinlikle hayır! Çünkü Birleşik Dünya Yönetimi, tüm ülkelerin eşit temsil edildiği ve eşit haklara sahip olduğu, rasyonel bir yönetimdir. Eşi görülmemiş derecede adil, tarafsız ve ideal bir idare şeklidir. Üstelik her şey halkın gözü önünde cereyan etmektedir. Bu nedenlerden dolayıdır ki sağlıklı ve çok güçlüdür. Yeryüzündeki en dengeli ve en büyük güçtür. Merak etmeyin, sağlıklı insanlar intihar etmez… Sonuçta herkes için iyi olacağını düşünüyorum. İyimser olmamak için hiçbir neden yok! Bakın, Konsey’de alınan kararlar sonucunda, atmosferimizdeki karbon emisyonu artışını durdurduk. Dünyayı nükleer silahlardan arındırdık. Bunları eski düzende asla başaramazdık! Göz göre göre dünya bir felakete doğru gidiyordu. Bunu kim inkâr edebilir? Fakat her şey bitmiş değil. Henüz işin başındayız. Şimdi eski uygulamaların aksine, büyük sermaye dikkatle kontrol edilmelidir. Artık ipler Birleşik Dünya Yönetimi’nin kontrolünde olmasına rağmen eğer bir risk varsa işte buradadır. Gerekirse onların boynuna tasmayı takarız. Gerçi, ayı iki ayağının üzerine kalksa da gene ayıdır, ama birleşik insan gücü ile başa çıkamaz. İyi ki bizim sorunlarımızın hepsi genetik değil.” Tekrar gülüşmeler yükselirken Yaşlıkaya göz ucuyla Akira’ya baktı. Akira alt dudağını ısırarak, “Eyvah! Ne yaptın?” der gibi bakıyordu. Salondakilerden bazıları, özellikle Profesör Yaşlıkaya’yı yakından tanıyanlar onun ne demek istediğini anlamışlar ve aralarında fısıldaşıyorlardı: Üyelerden biri, yanındakinin kulağına eğilerek, “Şu Yaşlıkaya çok cesur bir adam doğrusu. Az önce söylediği sözler onun hayatına mal olabilir. O bunu bildiği halde cesurca çıkışlar yapmaya devam ediyor. Bravo be!” dediği sırada Profesör Yaşlıkaya İsveçli üyeye cevap vermeye devam ediyordu: “Şaka bir tarafa, sizin raporunuzu ben de okudum. Enflasyonist baskı hiç de hafife alınacak bir risk değil. Bu tehlikenin varlığına ben de inanıyorum. Esas olan Para Komisyonunun görüşü olmakla birlikte, raporunuzu şahsen çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bazı kamu hizmetlerinin fiyatlarının dondurulması, toplu taşıma, şehir içi ulaştırma gibi hizmetlerin de ücretsiz olması şeklindeki önerinizi yürekten destekliyorum. Fakat enerji ve doğal kaynaklarımızın sorumsuzca kullanılmaması için sabit bir ücret olmalı diye düşünüyorum. Katkılarınızdan dolayı size ve ekibinize teşekkür ederim.” Weddell Denizi 18 Kitty Hawk’ın personeli, denizaltıda kaybettikleri arkadaşları için üzülürken, diğer taraftan da Tümamiral Davis’in emriyle, deniz yüzeyindeki sağ kalabilen personeli kurtarmaya çalışıyorlardı. Kitty Hawk’tan havalanmış olan savaş uçakları da, alçak uçuş düzeninde ve hızla çevreyi taramaya başlamışlardı. Hem kızılötesi taramalarda hem de radarda henüz bir hedef saptayamadıkları için, gittikçe genişleyen, dairesel bir rotada uçmaya devam ettiler ve daha sonra, uçaklar ikili gruplar halinde yükselerek, değişik yönlere dağıldılar. “Key2’den Key3’e, daha güneye doğru açılarak, buzul kütlesini de tarayalım, tamam. “Anlaşıldı Key2, orada saklanmış bir denizaltı olduğunu mu düşünüyorsun, Key3, tamam.” “Eğer varsa, çıldırmış, lanet bir kaptanı olmalı. Key2, tamam.” Yirmi dakika sonra: “Key2’den Key3’e, burada hiçbir şey yok. Sen ne buldun?” “Negatif, Key3, tamam.” “Bu lanet torpilleri hayaletler mi gönderdi dersin?” “Key1’den Key2’ye, komutanınız konuşuyor, torpillerin çıkış noktasının tahmini koordinatlarını gönderiyoruz. Verilen koordinatlardan güneye doğru tarayın. Tamam!” “Key2’den Key1’e, emir anlaşıldı, şifre onaylandı. Koordinatlar, sisteme otomatik olarak girdi. Umarım işe yarar.” “Pekâlâ Key2, bu sonuç bizim de aklımıza yatmıyor, fakat radar verileri böyle. Başka bir hedef bulamadık.” “Anlaşıldı Key1. Şimdi hedefe yöneliyoruz. Tamam.” Uçaklar arka arkaya dalarak, tekrar alçak uçuşa geçtiler ve termal kameralarını açarak, derinlerde bir denizaltı aramaya başladılar. Termal kameralar, saatler önce oradan geçen bir denizaltının izlerini bulabilecek kadar hassas cihazlardı. Fakat henüz hiçbir iz bulamamışlardı. Yaklaşık on dakika sonra pilotlar, denizin üzerinde yanıp sönen kırmızı ışığa odaklandılar. Bu bir buzul tepeciği üzerindeki bir deniz feneriydi. “Key2’den Key1’e termik tarama sonucu negatif. Burada sadece üzerinde fener olan bir buzul tepesi var. Görünürde başka hedef yok. Bu hedefe ateş pozisyonuna geçmek için izin istiyorum, tamam!” “Ne diyorsun Key2. Haritada böyle bir şey yok! Tanımlayın, Key1, tamam.” “Tekrarlıyorum, verilen koordinatlarda küçük bir buzul tepesi var. Üzerinde de bir fener var. Key2, tamam.” “Fener aktif durumda mı?” “Onaylandı. Key2, tamam!” “Fener bölgesinde aktif personel olup olmadığını rapor edin. Key1, tamam.” “Termal tarama sonucu negatif, Key2, tamam.” Key1 koduyla konuşan filo komutanı o sırada köprüdeydi. Birkaç saniye düşündü. Çevrede başka bir hedef yoktu. Koca denizin ortasında bulabildikleri tek hedef o fenerdi. Tehdit sadece oradan gelmiş olabilirdi. Filo komutanı, Amiral Davis’e baktı, Amiral de kararsızdı. Dudaklarını bükerek, bu kararı komutana bıraktığını anlatırcasına bir hareket yaptı. Bunun üzerine, filo komutanı kararını vermekte fazla gecikmedi. 19 “Pekâlâ, ateş izni verilmiştir. Hedefi vurun. Key1, tamam.” “Anlaşıldı Key1, Key2 tamam.” “Key2’den Key3’e, emri duydun. Koruma pozisyonunda kal, tamam.” “Anlaşıldı Key2. Key3, tamam.” İki uçak geniş bir yay çizerek, hızla yükseldiler ve K-2 sağa yatarak hedefe yöneldi. Az sonra ateşlenen füzenin çıkardığı egzoz alevleri hafif bir kavisle buzul tepesine doğru hızla küçülerek gözden kaybolurken, birden havada bir patlama oldu. Akabinde telsiz trafiği aniden yoğunlaştı. “Füze ateşlendi. Sonuç olumsuz. Key2, tamam. “Kahretsin! Orada neler oluyor?” “Efendim, cruise hedefe ulaşamadan havada patladı. Sanırım hedefte bir savunma sistemi var. Kahretsin! Üzerimize doğru iki füze geliyor! Dikkat! Key3 kaç! Kaç!” “Hemen geri çekilin. Key1, tamam!” “Savunmam aktif. Yükseliyorum! Key3, tamam!” İki F35 aniden yükselerek, füzelerden kurtulma manevrasına başladılar ve çıplak gözle görünmez hale geldiler. Nanoteknolojik sistemler de dâhil olmak üzere, tüm savunma sistemlerini devreye sokmuşlardı. Az sonra, füzeler onların izlerini kaybederek havada bir yay çizmeye başladılar ve bir süre sonra da suya düşerek gözlerden ve radardan kayboldular. Güvenlik Konseyi, Kudüs Saldırı haberi Güvenlik Konseyine ulaşmış, Harekât Dairesi tarafından ikinci derece pasif alarm düzeyine geçilmiş ve Kitty Hawk’a uzaklaşması talimatı verilmişti. Harekât planlama dairesinde toplanan üst düzey komuta kademesi, durumu inceleyerek, olay yerine destek kuvvet gönderme kararı almışlardı. Çoğu F35 savaş uçaklarından oluşan on iki filoyu taşıyan Enterprise CVN65 uçak gemisi ile Oscar-II sınıfı, nükleer güçle çalışan iki denizaltı ve iki destroyer, Arjantin’in güneyindeki 17.Atlantik Üssü’nden hareket ederek Weddell Denizi’ne gitmek üzere yola çıktılar. Bunlardan Oscar-II sınıfı denizaltılar Rusya’dan, diğerleri eski Amerika Birleşik Devletleri Donanması’ndan devralınan askeri gemilerdi. Fakat hızlı bir müdahale için bunlar yetmezdi. Bu nedenle Harekât Dairesi Başkanı Orgeneral İvanov Andrey, Türklerin Güvenlik Konseyi emrine verdikleri uydu silahlarının da kullanılmasına karar vermişti. En yakın yörüngedeki TR-A4 uydusu hemen, verilen koordinatlara yönlendirildi. Türk, Rus ve Japon ortak yapımı olan, yarım ton ağırlığındaki uydunun yarı ağırlığını Rusların geliştirdiği YSF reaktörü ile yakıt stoku oluşturuyordu. Toplamı 80 kiloyu bulan, PBDM ve UFY adlı özel silahlar ise, Türk bilim adamları tarafından geliştirilen, ilk defa Kozmik Operasyon sırasında kullanılan, Özellikle Amerikan ordusunu tesirsiz bırakarak bir anda çökertmiş olan çok etkili özel silahlardı. Bunlardan başka, itici güç sağlayan ana motoru, 4 adet yönlendirme jeti ve 8 mini jeti olan uydu, süper optik gözleri, haberleşme sistemleri ve bilgisayar donanımıyla süper bir uydu özelliğini taşımaktaydı. Sahip olduğu yüksek enerji ve güçlü motorları sayesinde istediği yörüngede kalabilen ve her yörüngede yersabit duruma geçebilen altı uydudan biri olan TR-A4 uydusu, otuz dakika gibi bir sürede 20 hedefin üzerinde pozisyonunu almış, süper optik gözlerden sağlanan görüntüler Harekât Merkezi’ndeki dev ekranlardan izlenmeye başlamıştı. Bu uyduları, içlerinde Türk subayların da bulunduğu karma bir askeri teknik personel grubu kontrol etmekteydi. Az sonra, Orgeneral Andrey dev ekrana bakarak başındaki telsiz mikronuyla, operatörlere emirler vermeye başlamıştı. “Biraz daha yaklaş, evet yaklaş, fenere zum yap! Biraz daha… Güzel… Şimdi kamerayı yukarıdan aşağıya doğru yavaşça gezdir. Her şeyi görmek istiyorum. Lanet olsun, ışık az!.. Görüntüyü biraz daha aydınlatın… Güzel! Evet, daha yavaş, daha yavaş, evet işte böyle devam et… Devam et… Dur! Biraz yukarı al. Tamam, şimdi dur! Tanrım, bu da ne böyle?” “Komutanım, bu bir telsiz vericisine benziyor. Bakın, hemen altında küçük bir anten daha var. Bir de ne olduğunu anlayamadığımız tuhaf bir disk var. Görüntüyü kaydediyoruz. Sanırım uzmanlarımızın bunu incelemesi gerekecek.” Weddell Denizi Bu sıralarda Kitty Hawk’ın kurtarma personeli, Navaga denizaltısından sağ kalanları denizden toplamış, denizaltı ise tamamen batmıştı. Doksan iki personelden sadece on sekizi kurtarılabilmiş, Kaptan Simirnov ile diğerleri kayıptı. Bir saat daha geçtikten sonra Amiral, Kitty Hawk’ı on mil daha kuzeye götürdü. Bu sırada Kitty Hawk’ın üst düzey subayları toplantı halindeydiler. Tümamiral Davis diğer subaylarla durum değerlendirmesi yapıyordu. “General İvanov da bu fenerin haritalarda yer almadığını söyledi. Gerçekten de bizim haritalarda yok...” “Sanırım küçük bir fener olduğu için atlanmıştır Amiral. Zaten bu bölge trafiği çok az olan ıssız bir kesimdir. Bu nedenle...” Telsiz subayı araya girerek konuşmayı böldü. “Amiralim, Orgeneral Andrey özel hatta.” “Ben Tümamiral Davis, buyurun efendim.” “Amiral, öncelikle Navaga’daki askerlerimiz için üzüntülerimi bildirmek isterim. Size de geçmiş olsun demek istiyorum. Yaralı askerlerimize her türlü ilgiyi titizlikle göstereceğinizi biliyorum.” “Teşekkür ederim Generalim. Elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Bu çok talihsiz ve beklenmedik bir olaydı.” “Bizim burada uydu üzerinden yaptığımız incelemede fenerde alıcı ve verici antenler bulunduğunu tespit ettik. Ustaca gizlenmişler. Bunlar eski model, kısa dalga vericileri. Yani uydu bağlantıları yok, ama iyonosferden direkt sinyal alıp verebiliyorlar diye tahmin ediyoruz. Garip ama bu da bize orada personel olması gerektiğini düşündürüyor. Ancak personel izine rastlanılmadı. Bu daha da garip!.. Bu durumda uzmanlarımız operasyon kararındalar.” “Generalim, oradaki savunma sistemine rağmen, birkaç Tomahawk füzesiyle buzulu, tepesindeki fenerle birlikte derhal yok edebilirim, eğer istediğiniz buysa…” “Hayır Amiral! Sakın böyle bir hataya düşmeyin. Önce, orada ne var, ne ile karşı karşıya olduğumuzu öğrenmek zorundayız. Yani, orada başka silahlar da olabilir, anlatabiliyor muyum?.. Planımız şu: Sizce de uygunsa, TR-A4 uydusun- 21 dan yönlendireceğimiz PBDM ışınıyla fenerin olduğu bölgeyi bloke edeceğiz. Sonra da siz fenere yaklaşarak bir tim çıkartacaksınız.” “Evet, size katılıyorum Generalim, en doğrusu bu galiba. Orada iyi bir savunma sistemi olduğu ortada. Ancak bu sistem neyi savunuyor bunu da anlamış değiliz. Orada savulmaya değer ne olabilir?” “Bunu öğrenmenin en iyi yolu oraya asker çıkarmaktır Amiral. Bunu yapabilmek için de savunma sistemini işlemez hale getirmeliyiz.” “Sanırım haklısınız Generalim.” “Teşekkürler Amiral. Şimdi havadaki uçaklarınızı geri çağırın. Sizinle sürekli bağlantıda olacağız.” Güvenlik Konseyi, Kudüs Yarım saat sonra askeri ve sivil uzmanlardan oluşan bir grup, görüşlerini üst makamlara bildiriyorlardı. “Vardığımız ortak görüş, bu yapılanmanın nispeten eski bir haberleşme sistemi olduğu yolundadır efendim. İlginç olan, bu sistemin uydularla bağlantısı olmayıp, daha ilkel bir sistemin oldukça geliştirilmiş bir hali olmasıdır. Özel bir şifre ve özel bir frekans kullanıyorlar diye tahmin ediyoruz. Aksi halde şimdiye kadar fark edilmeleri gerekirdi. Uydu bağlantısı yerine iyonosferin yansıtma özelliğini kullanarak sinyallerin sadece tek bir hedefe yönlendirilmesini sağlamışlar. Bu nedenle resmi kurumlarca önemsizleşerek, izlenmeleri engellenmiş ve bugüne kadar fark edilmiş olsa da üzerinde durulmamış olmalı. Sistem belli bir bölge ile haberleşiyor. Frekans değerine bakılırsa, mors veya Q kodlarını kullanıyor olabilir. Bu sistemin bir ara istasyon vasıtasıyla uyduya bağlanıyor olması da olasılık dâhilinde. Bu antenlerin teknik çözümü ise, Arjantin’i işaret ediyor.” Orgeneral Andrey’in kafası karışmıştı. “Arjantin mi?.. Çok ilginç! Peki, bu sistemi kim kontrol ediyor? İnsansız mı, yoksa fenerin altında personel olması mümkün mü?” “Bunu net olarak cevaplayabilmemiz bu aşamada olanaksız efendim. Bunu için gidip yerinde inceleme yapmak gerekiyor. Öncelikle bu düzenlemenin ne amaçla yapıldığını bilmemiz lazım. Ne işe yaradığını bilirsek ayrıntılarına daha kolay ulaşırız. Şu disk şeklindeki dönen parça da bir çeşit radar sistemidir. Düşmanı bununla algılayıp, bu radar sayesinde hedefine saldırı yapabiliyor. Ayrıca güneş pili olduklarını sandığımız iki unsur daha tespit ettik. Gerekli enerjiyi buradan depoluyor olmalılar. Başka kaynakları da olabilir. Mesela, derinlerdeki kuvvetli akıntılar… Rüzgâr enerjisi elde ettiklerine dair bir ize rastlayamadık. Otomasyon sistemleri kurmuş ve insansız bir kontrol sağlamış da olabilirler, bu da mantıklı. Aksi halde o bölgeye belli aralıklarla ulaşım sağlanmış olmalı ki, bunun gizlenmesi imkânsız. Hem bu durumda gizli bir örgütten, bir kadrodan bahsediyor oluruz.” “Zaten bir örgütten bahsediyoruz baylar. Buna emin olun!” “Bilimsel çalışmalar yapan gizli bir grup da olabilir Amiral, hatta NASA’ya bile sormak da fayda var.” “Zayıf bir olasılık, ama gene de soralım. Hemen eski NASA yöneticilerini bulun ve bizimle teması kesmeyin.” 22 Orgeneral Andrey bunları söyledikten sonra yanındaki subaylara dönerek talimat verdi. “Başkan Koray’a bilgi vermek lazım. Acilen kendisini bulup durumu anlatın. Ayrıca İstihbarat Dairesine de haber verin. Derhal Harekât Merkezi’ne gelmeleri gerekiyor.” “Efendim Başkan Koray şu anda Mali Kurul toplantısında bulunuyor.” “Siz de çağırın o zaman. Ama olayı basın önünde açık etmeyin. Bu aşamada bir süre için gizliliğe ihtiyacımız var. Bundan böyle konu, küresel güvenlik kapsamındadır.” Orgeneral Andrey yaverine döndü: “Bize yiyecek bir şeyler temin edin. Anlaşılan bu gece buradayız.” Sonra da Operasyon Müdürüne talimat verdi. “Her ihtimale karşı; en yakındaki bir uyduyu daha bölgeye yönlendirin ve PBDM için hazır olun. Oldukça dar bir alanı hedef alacağız ki, gemilerimiz etkilenmesin.” Goose Green Orta boylu, esmer adam oturmakta olduğu koltukta, ayağını hafifçe yere vurarak bir Amy’ye bir Eddie’ye bakarken, biraz sinirli olduğu gözden kaçmıyordu. Eddie’nin az önce sorduğu sorulardan ziyade, onların aralarındaki arkadaşlığı ve ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu düşünüyordu. Aslında açık fikirli ve modern görüşlü bir baba idi. Ama konu kendi kızının geleceği olunca, her baba gibi, endişelenmemesi olanaksızdı. Bu sevimli, atletik yapılı, sporcu genç ilk bakışta hoşuna gitmişti aslında, ama bu yetmezdi. Bir baba olarak onu daha yakından tanıması gerekirdi. Sonra birden olayı abarttığını düşündü. Belki de aralarında sadece bir arkadaşlıktan başka bir şey yoktu. Hem bu konuda karar vermesi gereken kişi de Amy idi. Ona ne oluyordu ki bunu üzerine vazife yapıyordu. Kızı da her kadın gibi birileriyle flört edecek ve sonunda evlenip kendi yuvasını kuracaktı işte. İyi bir baba olarak ona sadece yol gösterip tavsiyelerde bulunabilir, zor durumunda ise yardımına koşardı. Kızı bile olsa, onun yaşamına daha fazla müdahale etmemesi gerekiyordu. Bunu kendi babasından görmüş ve değerini sonradan anlamıştı. Arkasına yaslanıp, bacak bacak üstüne attıktan sonra, sakin bir sesle ve az önce Eddie’nin söylediklerini tekrarlayarak konuşmaya başladı. “Demek bu sinyallerin gerçek anlamını ve kimden geldiğini öğrenmek istiyorsun öyle mi? Bak delikanlı, bu hiç de merak edilecek bir konu değil, üzerinde vakit harcamaya bile değmez bir şeydir büyük olasılıkla… Dünyada kaç yüz bin amatör telsizci var biliyor musun?” “Tabii ki efendim. Ama şunu da görmenizi istiyorum, Defterime not almıştım. Bakın bunlar sanırım Q kodları. Çok basit bir haberleşme yapıyorlar. Altı saatte bir, yani her gün dört defa, biri saati soruyor, diğeri ‘saat şu anda dört,’ şeklinde hep aynı yanıtı veriyor. Yanıt, her seferinde dört defa tekrarlanıyor. Ancak dünden beri yanıtta bir değişiklik oldu. Yanıtlar, ‘saat şu anda üç’ şekline döndü. Bu sabah altıncı defa bu yanıt geldi. Ve bu kez, yanıt dört yerine üç defa tekrarlanır oldu… Ben bunun bir şifre olduğunu düşünüyorum. Başımı derde sokmak gibi bir niyetim yok, ancak askeri bir şey olduğunu da sanmıyorum. Çünkü askeri birimler artık çok ileri teknolojiyle çalışıyorlar. Bunu biliyorum. Bu başka bir şey olmalı.” 23 Bay Garry şimdi de konuşmasını beğendiği bu zeki delikanlının aslında kötü biri olamayacağını ve belki de kızının doğru bir seçim yaptığını düşündü. Ama hiç belli etmedi. “Hey Tanrım!.. Pekâlâ, pekâlâ, mademki bu kadar çok merak ediyorsun ve de Amy’nin arkadaşısın, o halde ilgileneceğim. Yalnız, sana şu anda bir şey söyleyemem, ama kabul etmem gerekir ki; gerçekten ilginç bir olay… Araştıracağım. Eğer askeri bir kaynaktan geliyorsa, bunu anladığımda araştırmayı keserim, tamam mı? Daha fazlasını benden bekleme. Hangi frekans demiştin?” “Dört bin hertz efendim. Çok eski bir kanal.” “Frekansın eskisi yenisi olmaz delikanlı. Frekans, frekanstır.” “Haklısınız, özür dilerim efendim. Ukalalık yapmak istememiştim. Garry, Eddie’yi tekrar süzerken, bu delikanlıya iyice ısındığını hisseti. Amy’nin iyi bir seçim yapmış olduğuna güvenmek istiyordu. Bu sırada birbirlerine çok yakıştıklarını fark etti birden.” “Söyle bakalım delikanlı. Sen Katolik misin?” “Ailem Katolik’tir efendim. Ama ben, onları protesto ederek, sonradan Protestanlığı tercih ettim. Bana daha mantıklı geldi.” Garry’nin yüzü hafifçe asıldı. Cevap vermeden bir süre Eddie’ye ve sonra da Amy’ye baktı: “Giderken eve de uğra kızım. Annen seni merak ettiğini söyledi.” “A, evet baba. Anneme uğrarım, sen merak etme.” Çıktıkları bina, bir şantiye lojmanı görünüşünde, küçük ve bakımsız bir yapıydı. Aslında burası geçici olarak kullanılmak üzere dizayn edilmiş küçük bir istasyondu. Bay Garry ile birlikte dönüşümlü olarak mesai yapan dört görevli bulunuyordu. Toprak yolda yürürlerken Eddie, Amy’ye babası hakkındaki fikrini söylüyordu. “Biraz ukala biri galiba, ama iyi niyetli bir adam gibi göründü bana. Ne dersin?” Toprak yoldan geçen koyunların arasında yan yana yürürlerken Amy, Eddie’nin koluna girerek cevap verdi: “Sen de ukala olduğuna göre belki iyi anlaşırsınız ileride, kim bilir… Bu arada, biz Ortodoks’muşuz. Aslında benim dinle bir ilgim yok ama, babam öyledir. Katolikleri sevmez, ama seni sevdiğine eminim.” “Zaten, ben Katolik değilim ki?” Gülüşerek, kol kola yürümeye devam ettiler. Weddell Denizi Harekât Merkezi’nde PBDM silahı için hazırlıklar devam ederken, Köprüdeki subaylar dürbünleriyle deniz fenerinin bulunduğu buzul tepesine doğru gözlem yapıyorlardı. Tümamiral Davis, beyaz üniformasının içinde köprüdeki subayların hepsinden daha iri yapılı olmasıyla hemen göze çarpıyordu. Mavi gözleri ve kepinin altından taşan beyaz saçları ile tam bir denizci tipine sahip olan amiral, güneş gözlüklerini çıkarttı ve ikinci kaptana dönerek sordu: “Albay, siz PBDM silahını çalışırken hiç gördünüz mü?” “Hayır Amiralim, ama Umman Denizi’ndeyken etkisi altında kalmıştım. Nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyorum. Bu çok müthiş ve mükemmel bir silah. Canlı- 24 lara dokunmadan bütün elektronik sistemleri susturuyor ve savaşı bir anda kesip, bitiriyor. İnanılmaz bir etkisi var. Doğrusu bunu yapan profesörlere birkaç Nobel ödülü verilmesi gerekir herhalde. Çünkü dünya bu sayede insanca yaşanır bir yer oldu.” Amiral gülümseyerek konuştu: “Haklısınız Albay… O halde, şimdi gökyüzüne doğru bakın. Noktasal hedeflere yönlendirildiğinde, kullanılan dar açı nedeniyle, ışınları açık havada çıplak gözle görmek mümkünmüş. Öyle diyorlar. Aslında biz ışının kendisini değil, anladığıma göre, sadece atmosferde yarattığı izi görebileceğiz.” “Öyleyse az sonra tarihi bir olaya tanık olacağız demektir Amiralim.” “Gene haklısınız Albay, bu silah bir daha ne zaman kullanılır hiç bilinmez. Belki de hiç gerek olmayabilir.” “Umarım öyle olur efendim.” Az sonra, gökyüzünde beyaz renkte, soluk bir iz belirmişti. “Bakın! İşte başladı. Artık oradaki savunma sistemi işlemez hale gelmiş olmalı.” Bütün subaylar dürbünlerini ufka çevirmiş, heyecanla ışın demetini izliyorlardı. On bin kilometre uzaktaki bir uydudan gelen bu ışın, atmosferin yoğun tabakalarına girdikten sonra ince bir çizgi olarak beliriyor, hafif bir kavis çizerek gittikçe genişliyor ve canlılara hiçbir zarar vermeden, taşıdığı o tuhaf enerjiyi hedefine ulaştırıyordu. Aslında ışın, suyun üzerinde bitiyor gibi görünse de, etkisini otuz metre derinliğe kadar gösteriyordu. Fakat bunu gözle görebilmek olanaksızdı. “Işın neden kavis çiziyor Amiralim?” “Aslında ışın kavis çizmez, biz öyle görüyoruz Binbaşı. Buna atmosfer neden oluyor. Yani göz yanılması…” Amiral bunları söyledikten sonra ekledi: “Haydi bakalım, şimdi sıra bizde. İstikamet fener buzulu, motorlar üçte iki yol ileri. Albay, yirmi kişilik silahlı bir su altı timi hazırlayın. İnceleme amacıyla buzula çıkacaklar. PBDM altında çalışabilen özel telsizleri alsınlar. Hemen hazırlıklara başlayın.” Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Konsey Başkanları ve Para Kurulu ortak toplantısı karşılıklı esprilerle devam ediyordu. Tasarının Genel Kurul’da görüşülmesine beş gün kadar bir süre vardı ve komisyonlarda gündemin en önemli konusu Mali Yapılanma Tasarısının görüşmeleriydi. Bir yılı aşkın bir süredir çeşitli komisyonlarda tartışılarak belli bir çizgiye getirilmiş olan tasarının, Anayasa Komisyonu’nda görüşüldükten sonra Genel Kurul’da da görüşülmesiyle, dünya tarihindeki en büyük devrimlerden biri daha, hatta abartısız en büyüğü gerçekleşmiş olacaktı. Bu düzenlemenin yürürlüğe girmesiyle para, yeryüzünden tamamen kaldırılmış olacaktı. Bundan sonra “para” yerine “puan” kullanılacaktı. Yeni anayasa uyarınca dünya zaten bir ortak para birimine (UWD: Birleşik Dünya Doları) geçmişti. Bu da Amerikan Dolarıyla eşdeğer bir sistemdi. Şimdi de banknot ve metal paranın yerini bu puan sistemi alacaktı. Bu sistemde bir dolar, bir puan demekti; her şey elektronik ortamda gerçekleşecek, ortada para adında bir cisim olmayacak, dolayısıyla para kasası, para cüzdanı vb. gibi şeyler de artık kullanılmayacaktı. Nakit para ve nakit ödeme ile birlikte banknot matbaaları ve darphaneler de tarihe karışıyordu. Tasarıya göre, her insana 25 verilmiş olan elektronik kimlik kartlarındaki kimlik numarasıyla, insanlar dünyanın neresinde olursa olsun, hangi bankaya giderse gitsin, bu kart ile parasını aktarabilecek, elektronik ortamda parasını kontrol edebilecek, alış verişlerde de bu kart ile ödemesini yapabilecekti. Hatta sürücü bilgilerinin de yüklü olduğu bu kartlar sürücü belgesi yerine de geçecek, sağlık bilgilerinin yüklenmesi sayesinde hastanelerde ve ilk yardım gerektiren durumlarda da kullanılacaktı. Bu kimlik kartları bildiğimiz kredi kartlarına benzer, üzerinde mikro cip bulunan, taklit edilemez ve kopyalanamaz özellikteki özel kartlardı. Bu kartlar herhangi bir terminalde kullanıldığında, merkezi veri transferiyle ekrana kart sahibinin güncel bir fotoğrafı çıkacaktı. Bu veriler, merkezi bilgisayarlarda kayıtlı bilgiler olması dolayısıyla yetkili kurulun haricinde kimsenin bu bilgileri değiştirebilmesi mümkün değildi. Bu nedenle sahte kart kullanımı da söz konusu değildi. Gene de bunların kopyalanması veya izinsiz kullanılması yasaya göre çok ağır bir suçtu. Suç işleyenlerin kaçabilecekleri bir yer de yoktu artık dünyada. Çünkü merkezi hukuk düzenine göre, Dünya’nın her yerinde aynı yasalar geçerliydi. İnsanlar nereye giderse gitsin bu kimlik kartlarını kullanmak zorundaydılar ve bu sayede güvenlik güçleri kimin, ne zaman ve nerede bulunduğunu anında tespit edebiliyorlardı. Bu uygulamalar sonucunda suç işleme oranları büyük bir hızla düşmüş, terör olayları da tamamen bitmişti. İnsanların refah düzeyinin gittikçe artması da bunda çok etkili ve destekleyici olmaktaydı. Projenin baş mimarı olan Yaşlıkaya ve arkadaşları, Mali Konsey Başkanı ile birlikte, kuruldaki diğer üyelere bilgi vererek onların son düşüncelerini alıyorlardı. Yaşlıkaya devam etti. “Şimdi gelelim Devletlerin Bütçelerine. Kişi başına yirmi dört bin puan önerimizi yeterli bulmadığınız anlaşılıyor. Sizin görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?” İsveçli temsilci yanıtladı. “Mademki böyle bir ekonomik devrim yapıyoruz, bari tam yapalım ve iyi bir denge oluşsun diye bizler aramızda, bu miktarın kişi başına otuz altı bin puan olması gerektiğini düşünmekteyiz Sayın Yaşlıkaya. Bu durumda refah seviyesi ileri derecede kalkınmış ülkelerin seviyesine getirilmiş ve denge sağlanmış olacaktır diye düşünüyoruz.” Profesör Yaşlıkaya ve arkadaşları projeyi hazırlarken başlangıçta zaten bu teklife çok yakın bir rakam düşünmüşlerdi. Fakat diğer ülkelerin de fikirlerini almak ve onların katkılarını sağlamak amacıyla, taktik olarak rakamı düşürmüşlerdi. Yani bu teklifin onlar tarafından yapılmasına fırsat sağlamak istemişlerdi. Yaşlıkaya, şimdi zaten istedikleri bir noktaya gelmiş olan teklife sıcak bakıyordu. “Pekâlâ… Projeyi hazırlarken, insanların birden bire zenginleşmelerinin yaratacağı olumsuzlukları ve enflasyonist baskıyı da düşünerek bunun iki kademeli olarak yapılmasını düşünmüş ve olması gerekenin altında bir öneri yapmıştık. Ama anlıyorum ki zaten bu düzeyde zenginleşmiş olan ülkelerin haklarının da korunması gerekiyor. Onları geriye götüremeyiz. Bence bunu talep etmekte haklılar. Eşitlik ilkesini de bozamayacağımıza göre bazı riskleri göze almak zorundayız,” dedikten sonra Başkan Akira’ya dönerek talebini iletti: “Öyleyse değişiklik teklifini oylamaya sunabiliriz Sayın Başkan.” Bunun üzerine, Başkan Akira oylama öncesi sunuş konuşmasına başladı: “Sayın Kurul Üyeleri, İsveç temsilcisi tarafından, yıllık devlet bütçelerinin kişi başına yirmi dört bin puan yerine, otuz altı bin puan olarak yasalaşması şeklinde bir değişiklik teklifi yapılmıştır. Bu teklifi kabul etmeyen var mı?..” “Yok! Peki, kabul edenler?.. Öyleyse, değişiklik teklifi oy birliği ile kabul edilmiştir. Teşekkür ederim.” 26 Bu sırada toplantı salonunun kapısı açıldı ve içeriye Güvenlik Konseyi sekretaryasında görevli olan bir Bayan Tuğgeneral girdi. Hafif kırlaşmış, siyah saçlarını arkadan topuz yapmış ve yüzüne de kurallara uygun, hafif bir makyaj uygulamıştı. Şapkasını elinde tutarak doğruca Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Safa Ilgın Koray’ın yanına gitti ve kulağına bir şeyler söyledi. Koray sakince dinledikten sonra ayağa kalktı, toplantıya başkanlık eden Akira’ya “Sayın Başkan, izninizi istemek zorundayım,” diyerek diğerlerine de başıyla bir selam verdi ve bayan general ile birlikte salondan çıktı. Weddell Denizi Kitty Hawk, ardında beyaz köpükler bırakarak, hızla buzula yaklaşıyordu. Gemi tümüyle alarma geçirilmiş, beklenmeyen bir duruma karşı tüm tedbirler alınmıştı. Sonar subayı oldukça gergin, fakat dikkatliydi. Köprüde büyük bir sessizlik hâkimdi. Sadece, geminin durumu ve pozisyonu hakkında bilgi veren subayların sakin sesleri duyuluyordu ara sıra. “Buzula üç mil… …Hedef kütlede hiçbir hareket yok…” …Buzula iki mil…” …PBDM sınırına bir mil...” Amiral baskın bir sesle araya girdi. “Motorlar dörtte bir yol, dümen elli derece iskele.” Emirler tekrarlanmış, dev gemi buzul kütlesinin soluna doğru dönüşe başlamıştı. Tekrar Amiralin sesi duyuldu. “Albay, feneri sancak tarafımıza alınca pruvamızı fenere çevirip, duracağız. Alarm durumu devam ediyor. Herkes görevinin başında ve çok dikkatli olsun. Sualtı timi hazır mı?” “Evet, hazır Amiralim.” “Bana Harekât Merkezi’ni bağlayın.” “Baş üstüne Amiralim.” Az sonra Tümamiral Davis, Orgeneral Andrey ile konuşuyordu. “Hazırız General. Bizi ekranda görebiliyor musunuz?” “Evet Amiral, Şu anda görüş açık. Köprüde sinek uçsa görebiliriz. O kadar net!” “Sualtı timi hazır, emirlerinizi bekliyoruz General.” “Bir dakika Amiral, lütfen bekleyin.” Az sonra generalin sesi tekrar duyuldu. “Tamamdır Amiral. Uydudan yaptığımız gözlemlerde hiçbir aktiviteye rastlanmadı. Timi gönderebilirsiniz.” “Emredersiniz General!.” On dakika sonra sualtı timi, dört adet şişme bot ile Kitty Hawk’tan ayrılıyordu. Botların kıç tarafınki güçlü motorlarını çalıştırarak fenere doğru yol almaya başladılar. Biraz sonra PBDM etkisine girdiklerinde motorları durdu, fakat botlar kazandıkları ivme ile bir süre daha yollarına devam ettiler. Hızları iyice kesildiğinde, 27 fenere yaklaşık beş yüz metrelik bir mesafe kalmıştı. Botların yanlarına monte edilmiş olan yüksek basınçlı hava tüplerinin vanalarını açtılar ve tekrar hızlanarak bir süre daha ilerlediler. Daha sonra, sualtı komandoları hava maskelerini takarak birer birer kendilerini botlardan suya bırakmaya başladılar. Doğrudan fenere yönelen iki dalgıç komando hariç, diğerleri dalarak buzulun etrafında ilk incelemelerini yapmaya başladılar. Botlarda kalan ikişer komando ise çevreyi dikkatle gözleyerek buzula yaklaşmaya devam ettiler. Buzulun su altındaki kısmı aslında düzgün bir kaya parçası görünümündeydi ve derine doğru aniden genişliyordu. Sanki kubbe şeklindeki büyük bir ada suya gömülmüş de, sadece adanın tam ortasındaki sivri bir tepecik su üstünde kalmış ve o da buzlarla kaplanmış gibi bir hali vardı. Deniz feneri de bu buzul tepeceğinin üzerine oturtulmuştu. Bir süre sonra, dalgıçlar ilk raporlarını vermek üzere su üstüne çıktılar ve fenerin etrafında toplandılar. Tim komutanı su geçirmeyen plastik poşetten çıkardığı özel telsizi kullanarak hemen Kitty Hawk’ı aradı. Telsizde Albay Lancer vardı. Konuşmalar dâhili hoparlöre aktarıldığından köprüdeki personel tarafından duyulabiliyordu. “Albayım, derinde büyük bir kaya kütlesi var. Bunu bir memeye benzetmek pek yanlış olmaz. Sırt üstü yatan bir kadının memesi gibi. Bu memenin ucunda da deniz feneri yer alıyor. Yaklaşık otuz metre derinlikte, torpido deliklerine benzer tüneller var. Bunlar çok sayıda ve her yönde. Biz tünellere henüz ulaşamadık. Buraya bir basınç kabini gerekiyor. Yoksa tünellere ulaşmak, vurgun yememize neden olabilir. Ayrıca belli bir derinlikte, sonar alıcılarına benzer bazı aygıtlar gördük. Başka birtakım bağlantı kabloları da gördük, fakat kuvveti akıntı nedeniyle bunları henüz tam olarak inceleyemedik. Tamam.” Albay biraz muzipçe bir tavırla, fakat ciddi bir sesle sordu: “Şu memeyi biraz daha tarif et Yüzbaşı.” “Anlaşılmadı albayım.” “Yani nasıl bir meme? Yaşlı kadın memesi gibi yayılmış mı, yoksa silikonlu filan mı?” Diğer subaylar ister istemez gülümsemeye başlamışlardı. Albay bu tür espriler yaparak, personeli rahatlatmayı ve içinde bulundukları matem havasından kurtarmayı amaçlıyordu. “Silikonlu bir meme gibi diyebilirim Albayım. Daha doğrusu bir kubbeye benziyor. Oldukça düzgün ve şişkin, sanki insan eliyle yapılmış gibi…” Albay ciddiyetini bozmadan devam etti. “Estetik raporunuz anlaşıldı Yüzbaşı. Yüzeyde durum nedir? Tamam.” “Fener oldukça eski bir çelik yapı. Fakat çok sağlam görünüyor. Sanırım korozyona karşı korumalı… Üzerinde eski bir metal plaka var. Büyük harflerle yazılmış bir kod var. Metal paslanmış. İlk harfi okunamıyor ama diğerleri U, P… Hayır P değil, bu R, son harf ise F… Bu E de olabilir, zorlukla seçebiliyoruz. Bir de tarih var ancak o da okunamıyor. Plaka fenerin gövdesine vidalanmış, iç tarafta. Bu yüzden sanırım uydudan görülemiyor. Plakayı görebilmeniz için söküyoruz. Fenerin üst kısımlarında bazı antenler var. Bir de dönen bir disk var Albayım, daha doğrusu bir metal çember, tıpkı büyük bir bilezik gibi. Öyle güzel tasarlanmış ki çok yanına gelmeden döndüğü bile fark edilemiyor. Bu bir radar anteni olabilir. Ayrıca tepede iki adet güneş pili bulunuyor. Bunlara bağlı kablolar fenerin direklerinin içinden zemine kadar iniyor ve orada kayboluyor. Kablolar büyük ihtimalle yapının içinde devam ediyor diye düşünüyorum. Feneri taşıyan direklerin üzerin- 28 de, zemine yakın yerlerde, yaklaşık iki santim çapında, küçük delikler var. Tamam.” Albay Lancer durumu değerlendirmek için kısa bir ara verdi ve Amirale danıştıktan sonra: “Pekâlâ Yüzbaşı, Size bir basınç kabini ile teknik ekip gönderiyoruz. Onlar gelene kadar yüzeyde bekleyin. Tamam.” “Anlaşıldı Albayım.” Yüzbaşı telsizini dinlemede bırakarak göğsüne astıktan sonra ekibine yüzeyi araştırmaya devam emrini verdi. Bu sırada kayalıkta biraz uzaktaki bir komandonun sesi duyuldu. “Bu da ne!.. Komutanım burada tuhaf bir şey var.” Yüzbaşı hemen o yöne ilerledi ve komandonun gösterdiği şeye baktı. Yerde siyah bir yüzey gördü. Etrafındaki buzları kırarak temizleyince siyah yüzeyin eşit boyutlardaki parçalardan oluşan bir karelaj görünümünde olduğunu fark etti. Buzları kazıdıkça alttan hep aynı siyah yüzey çıkıyordu. Biraz sonra bu siyah yüzeyin aslında çok kalın bir cam olduğunu anladılar. Fakat camın iç tarafı görülemiyordu. “Aman Tanrım! Galiba burası tamamen camla kaplı!” Yüzbaşı ayağı ile buzları kırmaya devam ederken diğer komandolar da aynı şeyi yapmaya başladılar. Bir süre sonra, buzlarla kaplı bir kayalık zannettikleri yüzeyin, aslında karelerden oluşan bir cam doku olduğu ortaya çıkmıştı. Hepsi de şaşkındı. Tim komutanı bir çekiç getirmelerini istedi ve bekledi. Çekiç geldiğinde kare camlardan birinin ortasına birkaç defa vurdu. Her seferinde daha hızlı vurduğu halde camda hiçbir hasar olmamıştı. Hemen telsize sarılarak Kitty Hawk’ı aradı. “Albayım, yüzeydeki buzun altında, kare şeklindeki parçalardan oluşan bir cam yüzey bulduk. Buzun altındaki her yer bununla kaplı. Burada önemli bir yapılanma olmalı. Camı çekiç darbeleriyle bile kırmak imkânsız. Oldukça kalın ve sağlam bir camdan bahsediyoruz. Camların birleşme yerlerinde siyah renkte ve çok sert bir plastik madde var. Özel bir silikon olabilir. Birileri bunu yapmak için epeyce uğraşmışlar. Birleşme yerinden bir delik açmaya çalışacağız. Bu durumda takviye güvenlik istiyorum. Bazı ilave aletlere de ihtiyacımız olacak. Tamam.” “Anlaşıldı Yüzbaşı. Merkezle bağlantıdayız. Onlar da sizi duyabiliyor. Tamam.” Bu sırada telsizden Orgeneral Andrey’in sesi duyuldu. “Ben Orgeneral Andrey, cam yüzeyin altında ne var? Görebiliyor musunuz Yüzbaşı? Tamam.” “Olumsuz! Camın altı oldukça karanlık ya da siyah bir alt yüzey daha var. Başka bir şey göremiyoruz Generalim, tamam.” “Pekâlâ Yüzbaşı, talebinizi değerlendireceğim. Şimdilik hiçbir girişimde bulunmayın ve destek timinin gelmesini bekleyin. Tamam.” Orgeneral Andrey telsizi bırakır bırakmaz yanındaki üst düzey subaylara döndü ve onlarla bilgi alış verişine başladı. Bu sırada, uydudan alınan yüksek çözünürlüklü fotoğrafların incelenmesine başlanmıştı. Kompleksteki bütün uzmanlar bu konu üzerinde çalışıyorlardı. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs 29 Yaşlıkaya önündeki bir başka dosyayı açarak kurul üyelerine hitap etmeye devam ediyordu. “Sayın Konsey Başkanları ve Sayın Para Komisyonu Üyeleri, bu okumuş olduğunuz taslak madde, özellikle kalkınamamış olan ülkeleri, ekonomik açıdan kalkınmış ülkelere yaklaştırmayı hedeflemekledir. Bakın bu tasarı hangi ülkelere neler sağlıyor, bu konuda kısa bir bilgi vermek isterim. Bu tasarı aynen yasalaşırsa, Meksika, Bolivya, Brezilya, Moldova, Rusya, Çin ve Türkiye gibi ekonomileri göreceli olarak geri kalmış sayılan birçok ülkenin ekonomilerini çağdaş bir seviyeye getirerek refah düzeyini önemli ölçüde arttıracaktır. Örneğin; Türkiye’nin 400 milyar puana eşdeğer olan devlet bütçesi, 2 trilyon 700 milyar puana çıkmış olacaktır ki bu yedi kat artış demektir ve çok önemli bir gelişmedir… Bunun altını çizmek isterim. Daha fakir ülkelerde ise bu artış oranı çok daha fazladır. Üstelik vergi toplama filan gibi sorunlar da olmayacak, Mali Konsey tarafından bu bütçeler her yıl aynı şekilde yenilenecektir. Bu devletlerden ziyade insanlığa yapılmış büyük bir jesttir. Ancak bu bütçe yüklemelerinin yararlı olabilmesi için yönetimler çok rasyonel yatırımlar yapmalı ve bu puanları iyi değerlendirmelidir. Zaten bu husus Mali Konsey tarafından denetlenecek ve yakından izlenecektir. Tasarıya göre, yıl sonunda harcanamamış puanlar bir sonraki yıl için tekrar yasal bütçe rakamlarına tamamlanacaktır. Ayrıca Mali Konsey, büyük projeler için her zaman destekleyici krediler kullandıracak ve insanlığın yararına olan hiçbir proje geri çevrilmeyecektir. Takdir edersiniz ki bu refah düzeyine erişildiğinde yeryüzünde işsizlik diye bir sorun da kalmayacaktır. Durumu böyle özetledikten sonra, şimdi gelelim diğer maddelere…” Moldova Temsilcisi merakla sordu: “Sayın Yaşlıkaya, biz bu kadar çok puan ile ne yapacağız? Artık ordumuz yok, Savunma giderlerimiz yok? Peki, bu puanları ne yapacağız, insanlara mı dağıtacağız?” “Evet, ama öyle bahşiş dağıtır gibi değil. İstihdam yaratacaksınız, onlara iş vereceksiniz. Örneğin; şehirlerinizi yeniden inşa edeceksiniz. Yeni hastaneler, sağlam konutlar, otoparklar inşa edeceksiniz. Metrolar, fabrikalar kuracaksınız. Kazaları önleyen akıllı yollar yapacaksınız. Yeni ormanlar yaratacaksınız. Barajlar, santraller kuracaksınız. Modern tarımı teşvik edeceksiniz. Ozon tabakasını onaracaksınız. Standartlarınızı yükselteceksiniz. Dünyayı yeniden yapılandıracaksınız. Hatta isterseniz dağlara şekil bile verebilirsiniz. Yapacak çok işiniz var aslında. Burada saymakla bitmez, gün gelir bu puanlar bile size yetmez…” Bu sırada Fransız üye, yüzündeki müstehzi bir ifadeyle söz aldı. “Sayın Yaşlıkaya, şiir gibi konuşuyorsunuz. Çok güzel, ama bu puanları nereden buluyoruz? Kaynak belli değil, böyle bol keseden atıyoruz, ama bunun bir karşılığı olması gerekmez mi? Bizim bildiğimiz ekonomik sistemlerde bu hep böyledir. Siz nasıl bir ekonomik sistem kuruyorsunuz ki herkese bol keseden puan verebiliyorsunuz? Yani, şunu öğrenmek istiyorum; bu puanların tam olarak karşılığı, yani kaynağı nedir, lütfen bize açıklar mısınız?” Salonda çıt yoktu. Herkes Yaşlıkaya’nın bu soruya vereceği cevabı merakla bekliyordu. Çünkü herkesin kafasında bu soru vardı. Profesör Yaşlıkaya gözlüklerini çıkartarak Fransız üyeye baktı. Sonra da bilgiç, fakat şefkatli bir ses tonuyla konuşurken gözlerini salondakilere çevirdi. “Sevgidir Değerli Üyeler… Bunun karşılığı sadece sevgidir... Yüreklerimizdeki sevgi tükenmediği sürece kaynak sorunumuz olmaz. Sevgi dünyanın en büyük hazinesidir. Puanlar da onu kullanma yetkisidir. Biz insanlara aslında puan ya da para değil, yetki vereceğiz. Bunun adı harcama yetkisi ya da satın alma yetki- 30 si… İşte bu yüzden merkezi bir otoriteye ihtiyaç vardı. Deviniş Projesi bu nedenle hazırlanmıştır. Şimdi bütün yetkiler BDK kontrolündedir. Mali Konsey, satın alma yetkisi olarak tanımladığımız bu puanları tüm devletlere, dolayısıyla insanlara yasalara uygun olarak dağıtacaktır. Burada en önemli konu, adil ve ölçülü olmaktır. Yasalar çerçevesinde, insanlara insanca yaşayabilecekleri bir harcama yetkisi sunmak bu dünyaya yapılacak en büyük iyiliktir. Zira yasalardaki sınırlamalardan başka hiçbir sınırı yoktur ve asla krize yol açmaz! Böylece, tahsisat sıkıntısı diye bir konu da olmayacak ve hiçbir hizmet aksamayacaktır. Sonuçta, yeryüzünde fakir ve muhtaç insan da kalmamış olacaktır. Çünkü bebeklerden en yaşlı bireylere kadar herkesin, başka bir deyişle: kimliği olan herkesin belli bir maaşı olacaktır. İşin özü budur.” Salonda hâlâ çıt yoktu ve Yaşlıkaya bir yudum su içtikten sonra konuşmasına devam etti. “Arkadaşlar, eski sistemleri, eski ekonomik yapılanmaları artık unutacağız. O devirler bitti… Şimdi yeni bir ekonomik çağa giriyoruz. Bütün dünya birleştiğine ve merkezi bir yönetime kavuştuğuna göre, bizim dışımızda bir başka yapılanma veya güç merkezi olmadığına göre, neyin karşılığından bahsediyoruz ki? Kime hesap vereceğiz? Sadece kendimize ve halkımıza, öyle değil mi? Bu halk da yeryüzünde yaşayan ve yaşayacak olan insanlardır. Bu durumda her şeyin karşılığı, sadece yasalardır. Bizim yasalarımız… Onlar da bilgi, akıl ve sevgiyle oluşturulurlar! Bunu iyi kavrayınız ve iyi anlayınız! Biliyorum, alışılmış sistemleri bir çırpıda değiştirebilmek ve bu radikal değişimleri özümseyebilmek kolay değil. Fakat çaba göstermeli ve çalışmalıyız. Başka yolu yok. Parayı biz insanlar yarattık, Tanrı değil! Eskiden teknolojik olanaklar sınırlı olduğu için para diye bir nesnenin kullanılması gerekliydi ve iyi bir çözümdü. Ama şimdiki teknolojik olanaklar sayesinde para denen nesne artık bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla, gene biz insanlar tarafından ortadan kaldırılabilir. Buna hiçbir engel yoktur. Para, tıpkı otomobil gibi, telefon gibi, kullandığımız diğer aletler gibi bir araçtır. Modası geçince değiştirdiğimiz araçlardan pek bir farkı yoktur ve artık onun da modası geçmiştir. Üstelik günümüzde banknot dediğimiz kağıt paraların hiçbir değeri de yoktur. Onlar da karşılığı olmayan, yani sanal, yani uydurulmuş değerlerdir. Hepimiz, kafalarımızdaki eski yargıları silip atmak ve bu yeni sistemi anlamak zorundayız… Bunu layıkıyla yaparsak sınıf atlarız, yapamazsak yerimizde sayarız. Artık ok yaydan çıktı arkadaşlar. Bizler bunu başarmak zorundayız!” Salonda hâlâ derin bir sessizlik vardı. Biraz sonra üyeler aralarında fısıldaşmaya başlarken, Profesör Yaşlıkaya gözlüklerini taktı ve okumaya devam edeceği sırada, Akira’nın sekreteri salona girdi. Seri adımlarla doğruca Başkan Akira’nın yanına giderek önüne bir not bıraktı. Akira notu okuduktan sonra salondakilere açıklama yaptı. “Bir dakika arkadaşlar, önemli bir gelişme için Başkanlar Kurulu gündem dışı olarak toplanıyormuş. Tüm Konsey Başkanlarını acilen Güvenlik Konseyi’ne çağırmışlar. Bu durumda toplantımıza ara vererek Güvenlik Konseyine gitmemizi öneriyorum. Sonra devam ederiz. Basın mensubu arkadaşlar burada kalabilirler. Biliyorsunuz Güvenlik Konseyi toplantıları basına kapalıdır.” Bu açıklamadan sonra başta Akira ve Yaşlıkaya olmak üzere diğer Konsey Başkanları toplantıyı terk ettiler. Basın mensupları şaşkın ve meraklı gözlerle onları izliyorlardı. Kalan komisyon üyeleri ve bürokratlar da yavaş yavaş salondan çıkarak kendi makamlarına doğru dağılmaya başladılar. Bu sırada Madencilik, Enerji ve Çevre Konseyi Başkanı Prof. Ender Göktuna Prof. Yaşlıkaya’nın yanına gelerek merakla sordu. 31 “Neler oluyor Celal, Bilgin var mı?” “Hayır dostum, hiçbir bilgim yok. Ben de merak ettim doğrusu.” Bazı gazeteciler uyarılara rağmen salonda beklemek yerine koridora fırlayarak grubun arkasından koşmuşlardı. Yanlarına giderek yolda bilgi edinmeye çalışıyorlardı. Tabii kimse bir şey bilmediği için bilgi de alamıyorlardı. Güvenlik konseyinin bulunduğu 11’nci blok, kompleksin güneyinde ve Mali Konsey binasının hemen arkasında bulunuyordu. Üçüncü katları birbirine bağlayan köprü koridorun girişine geldiklerinde, görevliler gazetecileri koridora sokmadılar. Dört konsey başkanı, güneybatı koridorunu geçerek Güvenlik Konseyi binasına ulaştılar. Salona girerlerken kapıda da ek güvenlik önlemi alınmış olduğunu gördüler. İçeri girdiklerinde diğer konsey başkanları, genel başkan ve genel sekreter orada bulunuyordu. Yaşlıkaya, Güreli, Göktuna ve Akira da gelince, Güvenlik Konseyi Başkanı Koray, hemen ilk bilgileri vermeye başladı. “Sayın Başkanlar, Değerli Çalışma Arkadaşlarım; birkaç saat önce, Antarktika’da Birleşik Dünya Donanması’na ait iki gemimize hain bir saldırı yapılmış ve bir denizaltımız vurulmuştur. İlk değerlendirmelerimize göre, bu menfur saldırı, gizli bir örgütün marifetidir. Bazı bilgilere ulaştık. Şimdi bu bilgileri sizlere açıklayacağız ve muhtemelen bazı kararlar alacağız. Kitty Hawk-II adlı uçak gemimiz ile Navaga sınıfı bir denizaltımız Weddell Denizinde bir fener keşfetmişler. Haritalarda yer almayan bu küçük kara parçasına yaklaştıklarında ise gemilerimize bir saldırı yapılmış. Maalesef bu beklenmeyen saldırıda, Kitty Hawk’ın kaptanı Amiral Davis ile denizaltımızın kaptanı Albay Simirnov arasında bir anlaşmazlık olmuş. Hatalı manevralar yapılmış ve sonuçta, denizaltımız bir torpile hedef olarak batmış. Albay Simirnov ve elli civarında personelimiz kayıp. Bu bilinmeyen düşmanı etkisizleştirmek amacıyla, uydudaki PBDM silahını kullanmak zorunda kaldık. Kitty Hawk şimdi PBDM etki alanının dışında, emniyetli bir mesafede bulunuyor. Yirmi kişilik bir su altı timi, fenerin olduğu kara parçasına çıkarak, araştırmalara başlamış durumda. Ayrıca, destek kuvvetlerimiz de yolda. Durum şimdilik kontrolümüz altında.” Profesör Göktuna: “Allah Allah, hâlâ mı?.. Kim bunlar?” Bu soruyu Orgeneral Andrey cevapladı. “Kalıntılar efendim… Öyle sanıyoruz ki bunlar kalıntılar. Kendi başlarına hareket ediyor olmalılar.” “CIA mi?” “Henüz belli değil, ama Amerikalı olmaları olasılığı üzerinde duruyoruz.” Profesör Yaşlıkaya, “O spastik dev, hâlâ dünyayı tehdit mi ediyor yani?” diye sordu. “Kim olduklarını kesin olarak bilmiyoruz. Fakat gelişmiş teknolojik olanaklara sahipler.” “O zaman, kuyruk acısı olan birileri… Mesela, İsrailliler de olabilir… Ya da büyük sermaye…” “Az sonra Harekât Planlama yetkililerinden ve istihbarat servisimizden durum hakkında ayrıntılı bilgi alacağız. Sonra da bazı kararlar almamız gerekebilir.” Salondaki ışıklar hafifçe karartılmış ve bir sinevizyon ekranına görüntüler yansıtılmaya başlamıştı. Yaşanan olay bütün ayrıntılarıyla bir film gibi ekranda izlenmeye başlamıştı. Herkes susmuş tekrar tekrar görüntüye gelen olayın çeşitli sahnelerini izliyorlardı. Bu sahneler, F35 savaş uçaklarının kaydettiği görüntüler ile uydudaki süper optik göz denilen kameranın sağladığı görüntülerden oluşuyor- 32 du. Konsey Başkanları ve generaller sanki oradaymış gibi, ekranda her ayrıntıyı oldukça yakından ve net olarak izleyebiliyorlardı. Bu sırada, buzul üzerinde ve su altındaki incelemeler bütün hızıyla devam ediyordu. Yüzeydeki ekip buzları kırarak, cam yüzeyi tümüyle ortaya çıkartmışlardı. Güney yönünde bir kapak bulmuşlar ve uzun uğraşlardan sonra açmayı başarmışlardı. Ancak içeri girebilmek için güvenlik destek timinin gelmesini bekliyorlardı. Bu arada bir komando, fener direğine takılı olan küçük plakayı yerinden sökmüş, bir süre inceledikten sonra uydudan görülebilecek şekilde yere bırakmıştı. Operasyon merkezindekiler tüm ayrıntıları izlemeye devam ediyorlardı. Kamera yerdeki plakaya zum yaparak yakın plan göstermeye başladığında İstihbarat Dairesi Başkanı Jarmundsen birden ayağa kalktı. Sanki o plakayı daha öncede görmüş gibi ilgiyle ekrana bakıyordu. “TURF” yazısını fark eden bir Albay: “Efendim galiba bu plakada çimenlik yazıyor.” “Evet Albay! Eskiden orası çimenlik bile olsa, bir çimenliğe, çimenlik diye yazıldığı nerede görülmüş! Bu, olsa olsa, bir kod olmalı.” Jarmundsen: “Burada enteresan bir durum var. Aklıma bir şey geldi. Sayın Generalim, tim içeri girmeden evvel beni beklemenizi rica edeceğim. Size faydalı bilgiler getireceğimi umuyorum,” diyerek odadan çıktı ve koridorda kendisini beklemekte olan emir subayının yanından geçerken ona bakmadan konuştu: “Binbaşı, bana hemen bir at bulun, ama yaşlı olsun. Ben odamda olacağım,” diyerek şifreli bir talimat verdi. Sonra da ofisine gitti. Jarmundsen, konseydeki en genç başkanlardan biriydi. Uzun sayılabilecek boyu, kaslı vücudu, bakımlı ve dinamik görünüşüyle belki de içlerinde en yakışıklısıydı. Uzun yıllar İsveç İstihbaratında önemli görevlerde bulunmuştu. Olayları çok çabuk kavrama yeteneği, bu meslekte onu yükselten özelliklerin başında geliyordu. Tabii ki; dürüstlük, sadakat ve güvenilirlilik de bu meslekte çok önemliydi. Jarmundsen, bu gibi özellikleriyle ön plana çıkmış, yüzlerce istihbaratçı arasından, İstihbarat Başkanlığına oy birliği ile seçilmişti. Göreve seçildikten sonra, tüm üst düzey yöneticiler gibi, ailesiyle birlikte Kudüs’teki lojmana yerleşmişti. Az sonra kendisine özel hattan bir telefon bağladılar. Jarmundsen, oldukça düzgün İngilizcesiyle telefondaki kişiye durumu anlattıktan sonra, uzun bir süre konuşmadan karşı tarafı dinledi. Bazı notlar aldı. Terlemişti. Boğazını sıkan düğmeyi açarak, kravatını gevşetti. Gerekli bilgiyi aldıktan sonra telefonu kapatarak, hızla odasından çıktı ve koşar adımlarla Harekât Merkezi’ne yöneldi. Telaşla içeri girdiğinde bütün gözler ona çevrilmişti. “Durun! Operasyonu sakın başlatmayın! Oradaki timi hemen geri çekin, PBDM’yi de kaldırın! Acele edin, yoksa nükleer füzeleri harekete geçirebilirsiniz!” Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Koray: “Nasıl? Sen ne diyorsun Jarmundsen? Hangi nükleer füzelerden bahsediyorsun? “Orası insansız bir nükleer füze üssüymüş Başkanım! Uydu kontrol merkezimizi uyarmamız lazım. Buna benzer dört üs daha varmış. Birbirleriyle haberleşiyorlarmış. Uzun bir süre bağlantı kuramazlarsa, otomatik olarak diğer üslerdeki nükleer füzeler de ateşlenecek! UFY silahlarını hazır tutsunlar. Gemilerin fenerden yirmi mil uzağa çekilmesi gerekiyor, ondan sonra da PBDM kaldırılsın. Her şey anlaşıldı mı? Yoksa dünya çok büyük bir felakete uğrayabilir. Çünkü, bu robotik üsler aktif hale getirilmiş!” Herkes gibi Oramiral Daniel Raven de şaşkındı. 33 “Bu bilgiyi nereden aldınız Sayın Jarmundsen?” “Bilgi çok sağlam ve güvenilir bir kaynaktan sağlandı Amiralim. Ben sağlamlığına kefilim!” Bunu duyan Orgeneral Andrey: “Öyleyse sözümüz yok. Hemen söylenenleri yapın! Kitty Hawk’a talimat gönderin, timi geri çektikten sonra yirmi mil kadar uzaklaşsın, orada demirlesin. Sonra da PBDM kaldırılsın. Bölgeye hiçbir uçak filan girmeyecek.” Orgeneral Andrey, bu emirleri verdikten sonra İstihbarat Daire Başkanı Jarmundsen’e dönerek, “Ee, sonra ne olacak? Ne yapacağız General?” diye sordu. Bu sırada Genel Başkan Akyürek de yanlarına geldi, fakat hiç konuşmadan sadece konuşmaları dinliyordu. Jarmundsen omuzlarını silkerek yanıtladı: “Şimdilik hiçbir şey Generalim. Sadece bekleyeceğiz. Ayrıntılı planların gelmesini sağlayacağım. Olayı tam olarak çözdükten sonra bir operasyon planı yaparız. Unutmayın ki biz harekete geçmedikçe bir tehlike yok. O üslerin adı DownPoint imiş ve seksenli yıllarda yapılmışlar. Yani yıllardır oradaymışlar.” “Bu TURF yazan plaka ne anlam ifade ediyor?” “O başka bir örgütün kod adı Generalim. Eski bir Amerikan yeraltı direniş örgütü. Adı: Tripplet Underground Resistance Force. Bu örgütün yöneticileri, yıllar önce oraya bir ziyaret yapmışlar ve bir anı olarak o plakayı bırakmışlar. Şimdi dağılmış olan bu örgütün eski bir elemanı ile ilişkideyiz. Bize bilgi sağlıyor.” “Anlıyorum… Demek bu bilgiler bize o kaynaktan geliyor. Peki, ona nasıl güvenebiliyorsunuz? “Aynı eleman bize Kozmik Operasyon sonrasında da çok önemli bilgiler vermişti, hatta saklanmakta olan CIA yetkilileri ile Birleşik Devletler Başkanının yerlerini bildirerek yakalanmalarını da o kaynak sağlamıştı. Uzun süre kendisini test ettik. Kısacası, bu çok güvenir bir kaynaktır ve demin de söylediğim gibi ben ona kefilim.” Orgeneral Andrey bir süre sustu ve düşündü. İstihbarat Daire Başkanı’nın çok daha fazlasını bildiğini tahmin ediyordu. Fakat herkesin içinde ona her şeyi soramazdı. Neticede, Jarmundsen’e ve elde ettiği bilgilere güvenmek zorundaydı. Birleşik Dünya Yönetimi'nde ana ilke buydu. Her birimin kendi içerisinde profesyonelce çalışması ve birimler arasında güvene dayalı bir işbirliği öngörülmüştü. Genel Başkan da bu koordinasyonu sağlamak ve kontrol etmekle yükümlüydü. Bu yüzden bütün diğer kurumlarda olduğu gibi, Jarmundsen ve ekibi de titizlikle seçilmiş, işinin ehli olan ve çok deneyimli istihbaratçılardı. Orgeneral Andrey konuyu teknik ayrıntılara getirdi. “Peki, bu çapta bir üs, yani nükleer füzelere sahip bir üs yeterli enerjiyi nereden alıyor? Şu uyduruk iki güneş pili ile bu işler olmaz!” “O uyduruk piller sadece feneri besliyor Generalim. Asıl kaynak derindeki akıntılardan enerji elde eden türbinler. Su üstündeki kubbe, yani meme diye tarif edilen yapının su üstündeki kısmı da gizli bir enerji kaynağı. Buzun altındaki cam yapı aslında büyük bir güneş pili, konkav yapısı sayesinde gün boyu güneşi görebiliyor. Fakat bölgede güneş fazla etkili olmadığı için bu kaynağın yeterli olamayacağı açık. Cam yüzeyin ikinci bir özelliği de korozyona son derece dayanıklı olması. O yapının üzerindeki buzlar suni olarak oluşturulmakta. Sanırım direkteki şu küçük delikler bu iş için kullanılıyor. Yani o deliklerden arıtılmış su püskürtülerek yüzeyde donması sağlanıyor. Böylece yapı kamufle ediliyor.” 34 Weddell Denizi Fenerdeki komandolar araştırmaya devam ederlerken tim komutanı sabırsızlanarak elindeki telsizle Kitty Hawk’ı arıyordu. “Tim, merkezi arıyor, tamam” “Merkez dinliyor, devam edin, tamam.” “Güvenlik desteği nerede kaldı? Bekliyoruz, tamam.” Tümamiral Davis araya girerek az önce aldığı talimata uygun olarak yeni emirlerini iletti. “Ben Amiral Davis. Takımını hemen topla Yüzbaşı. Gemiye dönüyorsunuz! Tamam.” “Anlaşılmadı Amiralim. Tamam.” “Buradan gidiyoruz Yüzbaşı! Hemen takımını topla ve gemiye dön! Tamam.” “Anlaşıldı Amiralim. Tamam.” Yüzbaşı beklenmedik bir durum olduğunu düşünerek hemen çekilmeleri gerektiğini anlamıştı. Herhalde büyük risk altında olmalıydılar. Bu düşünce onu biraz heyecanlandırmıştı. Adamlarına seslendi: “Toplanın, gidiyoruz. Çavuş, dalgıçları geri çağır! Siz de o kapağı kapatın. Hemen!” Fenerin etrafında bir koşuşturma başladı. İçeri girmek için kapağın başında emir beklemekte olan komandolar hayal kırıklığı içerisinde kapağı kapatarak hızla toparlandılar. Malzemeleri ve silahları su geçirmez torbalara doldurarak bağladıktan sonra botlara taşımaya başladılar. Telsize benzer, siyah bir cihazı eline almış olan Çavuş, cihaza bir kablo ile bağlı olan küçük, metal bir diski suya attıktan sonra elindeki cihazın düğmelerine basmaya başladı. Bu cihaz, su altındaki dalgıçlara sinyal göndermek için kullandıkları bir ultrasonik vericiydi. Dalgıçların üzerindeki mini hidrofonlar bu sinyalleri alarak başka bir cihaz yardımıyla titreşime çeviriyor ve dalgıçları uyarıyordu. Bu özel cihazlar da, tıpkı kullandıkları telsizler gibi, PBDM yayınından etkilenmeyecek şekilde yapılmıştı. PBDM yayını, şifresi çok gizli tutulan bir “periyodik kesintili kodlama” sistemiyle çalıştığı için, ona uygun elektronik sistemler dizayn edilmesi mümkün olabiliyordu. Bir saat sonra botlar uçak gemisine ulaşmış ve komandolar gemiye alınmışlardı. Amiral hemen iskele tarafından çark ederek kuzeye dönme emrini verdi ve dev gemi ağır ağır dönerek fenerden uzaklaşmaya başladı. Daha sonra da PBDM yayınını kesmişler ve her şey normale dönmüştü. Daha doğrusu öyle görünüyordu. Fakat gelen yeni bilgiler, büyük bir tehdidin varlığını anlatmaya yetiyordu. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Güvenlik Konseyi durumu yeniden gözden geçirmiş, Konsey Başkanlarına bilgi verilmiş ve etkili bir plan yapmak üzere istihbarat yetkilileriyle birlikte özel olarak toplanıp çalışmaya devam kararı almışlardı. Diğer Konsey Başkanlarına da hiçbir şey yokmuş gibi, olağan çalışmalarına devam edebilecekleri söylenmişti. İnsanları ürkütmeden bu sorunu çözme işi artık tümüyle Güvenlik Konseyi, Birleşik Dünya Ordusu ve istihbarat servisine aitti. Profesör Yaşlıkaya, kaldığı yerden yasa taslağını okumaya devam ediyordu: 35 “Madde 3: Ücretler 1) Asgari ücret 2000 puan olarak saptanmıştır. Hiç kimse asgari ücretin altında bir ücretle çalıştırılamaz. 2) 18 yaşını doldurmuş olan tüm işsizlere, iş buluncaya kadar, asgari ücretin yarısı tutarında aylık ödeme yapılacaktır. Yaşlıkaya yasanın bu maddesini okuduktan sonra başını kaldırdı ve gözlüklerinin üzerinden salondakilere bakarak: “Burada şunu belirtmeliyim ki, bu yasa yürürlüğe girdikten çok kısa bir süre sonra işsizlik diye bir problem olmayacak ve yeryüzünde işsiz bir tek insan bile kalmayacaktır. Dünya nüfusu ne kadar artarsa artsın, mali kaynak sorunu olmayacağından, büyük bir yatırım ve kalkınma hareketi tüm dünyayı saracak ve bu durum uzun yıllar boyu sürecektir. Buna rağmen çalışmak istemeyenlere asgari ücretin yarısı kadar, ömür boyu ödeme yapılacaktır.” Yaşlıkaya okumaya devam etti: 4) Ayrıca, eğitim görmekte olan her çocuğa, yeterli miktarda eğitim bursu, bağlı bulunduğu devlet tarafından verilecektir. 6) Sosyal Güvenlik primleri kaldırılmıştır. Emekli olma yaşı elli, asgari çalışma süresi ise yirmi yıldır. Hiç pirim ödemeksizin, elli yaşını dolduran herkes, isterse emekli olabilir. 7) Emekli maaşları, çalışırken aldıkları son aylık tutarında ve kişinin en uzun süre çalıştığı ülkenin yönetimi tarafından ödenir. Yaşlıkaya tekrar gözlüklerinin üzerinden kurul üyelerine bakarak sordu: “Sayın üyeler, buraya kadar bir sözü olan var mı?” Arjantinli komisyon üyesi söz aldı: “Yani otuz yaşında işe girmiş birisi yirmi yıl sonra elli yaşına gelince, isterse emekli olabilecek. Doğru mu?” “Evet, Sayın Üye. Aynen söylediğiniz gibi, şu anda çalışmakta olanlar da bu yasadan yararlanacaklar. Hem de artık pirim filan ödemeden… Tabii çalışamaz duruma gelenler ile hayatını kaybedenler hariç. Onlar bu şartlara bakılmaksızın emekli statüsüne geçebilecekler.” Yaşlıkaya salondaki diğer üyelerden ses çıkmadığını görünce devam etti. “Şimdi de devlet görevlilerinin ücretleri hakkındaki yeni düzenlemeyi okuyorum. 1) Genel Konsey Başkanı asgari ücretin 30 katı, 2) Konsey Başkanları ile Yüksek Yargı Organlarının Başkanları asgari ücretin 25 katı, 3) Yüksek Yargı Üyeleri ve Devlet Başkanları asgari ücretin 20 katı, 4) Meclis Başkanları asgari ücretin 18 katı, 5) Hükümet Üyeleri ile Yargı Organlarının Başkanları, asgari ücretin 16 katı, 6) Millet Vekilleri asgari ücretin 14 katı, 7) Birinci derece devlet memurları, asgari ücretin 12 katı, … 18) On ikinci derece devlet memurları, asgari ücret tutarında aylık alırlar. 19) Memurlar, sicillerinin uygun olması halinde, üç yılda bir ve birer derece terfi ederler. 36 Yaşlıkaya zaman zaman okumasına kısa aralar vererek komisyonun nabzını ölçmeyi de ihmal etmiyordu. Fakat donanmaya yapılan saldırı haberi herkesin neşesini kaçırmış, yüzler asıktı. Yaşlıkaya devam etti. “Bildiğiniz gibi bütün ücretlerin asgari ücrete bağlanmasıyla hem tüm dünyada standart hale getirilmiştir hem de artık ayrı ayrı zamlar söz konusu değildir. Ücret artışı gerektiğinde asgari ücreti artırmak suretiyle tüm gelirleri aynı oranda arttırmış olursunuz. Böylece en alt gelir seviyesindeki insanların gelirini arttırmadan kimsenin gelirini arttırma şansınız yoktur. Enflasyonist baskıyı da önlersek, çok uzun bir süre ücretleri artırmaya da gerek olmayacaktır diye düşünüyorum. Diğer önemli görevlerdeki personelin terfi ve derecelendirilme işlemleri de bu yasa çerçevesinde ve yeniden düzenlenecektir. Buraya kadar bir diyeceği olan var mı?” Texas Temsilcisi: “Bu ücret artışları birçok ülkede fiyatları etkileyerek, dengeleri altüst edecek bir enflasyon ortamı yaratmaz mı?” “Evet ama, biz bütün vergi ve kesintileri kaldırarak, bunu büyük ölçüde dengeliyoruz efendim. Mal fiyatlarının da bir defaya mahsus olmak üzere, bir katına kadar artışına izin veriyoruz ve hizmet sektörü ile tarım sektörü haricindeki tüm ürünlerin fiyatlarını böylece sabitliyoruz. Tarım sektörünün, eski çarpık politikalar nedeniyle özel bir durumu var. Yeni bir çalışmayla tarımı teşvik edecek bir fiyat standardı getirildikten sonra bu fiyatlar da dondurulacaktır. Bu suretle yeni bir başlangıç yaparak bundan sonraki enflasyonu sıfıra yakın tutacağız ve yıllarca bu fiyatlar değişmeyecek. Çalışanlar açısından bakıldığında, en alt gelir grubundakilerin gelirleri ortalama üç-dört kat arttığı halde, fiyatlar dünya standartlarına getirilmiş ve sadece bir kat arttırılmış olacak, üstelik vergi yok, sigorta pirimi yok, kıdem tazminatı filan yok! Bu iyi bir dengedir! Bu sayede zenginleşen halk ekonomiyi daha da canlandıracak ve daha kaliteli ürünlere yönelecektir. Böylece dünyadaki kalite düşüşü de yönünü yukarıya çevirecektir. Artık ipler bizim elimizde. Dış etkenler diye bir faktör de yok. Bu durumda üretici ezilmeyecek. Ekonomi canlanacak, ticaret hacmi hızla büyüyecektir. İşte esas olan da budur. Halkı zengin etmeyen hiçbir ekonomi, ayakta kalamaz! İşte, o kalın kafalılar geçmişte bunu bir türlü öğrenemediler.” Başkan Akira: “Fiyatları dondurmak pek de demokratik bir yöntem değil Sayın Yaşlıkaya, öyle değil mi? Tabii ki arttırarak dondurmak iyi bir fikir, ama gene de buna bazı tepkiler gelebilir. Üretici açısından baktığınızda bu konuda ne söylemek istersiniz?” “Tabii ki demokratik değil Sayın Akira. Ama biz de demokratik filan demiyoruz ki, zaten bu rejimin adı da demokrasi değildir. Bu, dünyada eşi benzeri görülmemiş yeni bambaşka bir sistemdir Sayın Akira!.. Üreticiler açısından baktığımızda, fiyatların yaklaşık ikiye katlanarak dondurulmasına tepki mi gelir sanıyorsunuz? Birçok ülkedeki yüzde elliyi aşan çeşitli vergilerin tümden kaldırılmasına tepki mi gelir sanıyorsunuz? Kaldı ki, bu vergilerin kaldırılması üreticinin net gelirini bir kat daha arttırmış olacaktır. Ayrıca, halkın zenginleşmesi, ticaret hacminin büyümesi demek değil midir? Bunu da esnafın kazanç hanesine yazmak gerekir. Üstelik fiyatlar, sistem oturuncaya kadar, yani sınırlı bir süre dondurulacaktır. Sistem oturunca zaten herşey kendi dengesini bulacaktır. Tüketici açısından bakınca da; fiyatların bir kat artmasına karşılık asgari ücret ortalama olarak iki kat, hatta bazı ülkelerde dört kat artmış olacak. Üstelik vergi ve sigorta gibi kesintiler artık yok! Sağlık giderleri, eğitim giderleri gibi harcamalar da artık yok! Dengeyi iyi kurarsanız tepki filan olmaz Sayın Akira.” 37 Başkan Akira, gülümseyerek elindeki kalemi masaya bıraktı ve söyleyecek söz bulamamış gibi yerinde şöyle bir kıpırdandı. Bu sırada Alman temsilci Schenker söz aldı. “Sayın Yaşlıkaya, bu sizin projeniz gayet iyi ve dengeli bir proje olarak görülüyor… Bunu hepimiz saygıyla ve takdirle karşılıyoruz. Fakat izin verirseniz, gözden kaçmış gibi görünen bir konuda ben önemli bir eleştiride bulunmak isterim… Eskiden, halk kendi kazancından vergi ödeyerek, yönetime kaynak yaratırdı. Şimdi ise, merkezi yönetim parasal kaynağı, adeta kendisi yaratarak, halkına bir lütufmuş gibi sunacak. Bence bu tehlikeli bazı gelişmelere neden olabilir! Yönetimler, halkın gözünde Tanrılaşır ve olay amacını aşar diye düşünüyorum. Kendinizi Tanrı’nın yerine koymak durumunda kalmanız, sanıyorum ki sizin de felsefenize uymaz. Bunu nasıl değerlendireceksiniz?” “Teşekkür ederim Sayın Schenker. Çok önemli bir konuya değindiniz. Bakın, bu çağda, bu hukuk düzeninde, bu eğitim anlayışı çerçevesinde, hiç kimse kendisini veya bir başkasını Tanrı yerine koyamaz. Kimse de birilerini tanrısal özelliklere sahip görme eğiliminde olamaz. Halkın bilinç düzeyinin gittikçe yükselmesine rağmen, bazı kesimlerde bu eğilim vardır, doğru… Ama bunu isteseler de artık yapamazlar. Kaldı ki; bu sistemde yönetimler halkın içinden ve onların oylarıyla göreve gelecektir. Onların hizmetinde olacaktır. Kuralları da yasalar koyacaktır. Yasalar zaten halkın beklentilerini karşılamak üzere çıkartılırlar. Bu durumda kaynağı, halk kendisi için, gene kendisi yaratmış olacaktır. Yani demek istiyorum ki; birisi kendisini Tanrı yerine koyacaksa bu sadece halk olabilir. Halkın bütünü zaten Tanrı’dır. Çünkü onların her biri tanrıdan bir parçadır. Tanrı, her şeyi içine alan bir bütündür. Bizler de onun küçücük birer unsuru değil miyiz? Yeni yönetimler eskiden olduğu gibi halkı arka plana atarak, onları kullanarak veya kandırarak politika üretemeyecekleri için, daha doğrusu halk gerçek değerini bu yeni düzende bulacağı ve doğru eğitileceği için böyle bir risk olmayacaktır. Bunu böyle düşünmekte büyük fayda görüyorum. Lütfen sizler de böyle anlayınız ve böyle anlatınız!.. Biz tanrı filan olamayız, biz sadece insanlara hak ettikleri değeri veriyor ve onları seviyoruz. Tanrıyı seven, onun yarattıklarını da sever. Daha önce de belirttiğim gibi, yegâne kaynağımız sevgidir Sayın Schenker. Sevgi ise herkeste bulunabilecek bir zenginliktir. Gerçek ve sonsuz bir hazinedir.” Bu konuşmanın üzerine herkes susmuş, kimseden bir itiraz gelmemişti. Haklı olarak bazı komisyon üyelerinde bir çekimserlik, bir ürkeklik vardı. Projenin uygulanmasında nelerle karşılaşacaklarını, ne gibi sorunlar çıkacağını, halkın nasıl karşılayacağını merak ediyorlar ve projenin ayrıntılarını tam olarak anlamaya çalışıyorlardı. Projenin daha önce eşi görülmemiş, büyük ve radikal bir uygulamayı içermesi sebebiyle insanların, hatta ekonomistlerin bile onu anlaması kolay olmuyordu. Tabi birçok muhalif ekonomistler de vardı. Onların söylevleri kafaları karıştırıyor, bazı yetkilileri endişelendirmeye yetiyordu. Bunları yavaş yavaş ve zamanla aşmak gerekiyordu. Yaşlıkaya devam etti: “Şimdi gelelim vergilere; Madde 4: Tüm vergi, stopaj ve harçlar tamamen kaldırılmıştır. Hiçbir kurum ve kişiden, hiçbir şekilde vergi, stopaj harç gibi ödemeler talep edilemez, kesinti yapılamaz. Her türlü ücret, kira, gelir, bedel ve ikramiyeler, hak sahiplerine kesintisiz olarak ödenir. Mal ve hizmetler, üzerindeki tüm vergilerden arındırılarak yeniden fiyatlandırılır.” 38 Bu madde okunur okunmaz salonda bir alkış daha koptu. Yaşlıkaya tekrar elini kaldırarak alkışların kesilmesini sağladı. “Teşekkür ederim Sayın Üyeler, sağ olun! Böylece vergi dairesi, vergi memuru, matrah, vergi beyannamesi gibi kavramlar da tarihe karışmaktadır.” Alkışlar kesilince İspanya Temsilcisi söz aldı. “Sayın Yaşlıkaya’ya sormak istiyorum. Bu yasayı uygulayabilmek için anayasada değişiklik yapmak gerekmez mi?” “Hayır Sayın Üye. Birleşik Dünya Anayasası sadece temel kuralları koymuş olan, kısa ve öz bir anayasa olduğu için, yani gereksiz ayrıntılara girmeyen, gerçek bir anayasa olduğu için, öyle zırt pırt değişikliğe gerek yoktur. Zaten, Anayasa Komisyonu’muz tasarıyı incelemiş ve uygun bulmuştur. Dikkat ederseniz; bugünkü ekonomik sistem, geçici-5 ve 6’ıncı maddeler ile düzenlenmiştir. Biz bu geçici maddeleri yürürlükten kaldıracağız, işte hepsi bu. Vergiler konusunda, anayasanın 32’inci maddesi vergilerin kaldırılması konusunda Genel Konsey’e yetki vermiştir. Yani, problem yok.” Yaşlıkaya aynı heyecanla devam etti. “Bakın Sayın Üyeler, eski düzende, orta gelir seviyesinde ve iki çocuklu bir ailenin yasal olarak, bir yılda yapması gereken zorunlu işlem sayısı kaç idi biliyor musunuz?.. Dikkat edin: Tam 260 işlem! Oturdum, üşenmedim bunun hesabını yaptım. Peki, hafta sonu tatillerini çıkartınca bir yılda kaç gün kalır? Tam 261. Ortalamaya vurursak, eski düzende her gün bir işlem yapılması gerekiyordu. Yazıktır bu insanlara, yazık! Şimdi bu düzenlemelerden sonra yıllık işlem sayısı kaç olacak biliyor musunuz? Sadece iki… Evet, sadece iki işi zorunlu olarak bizzat yapacaksınız. Onlar da, aracınızı servise götürmek ve periyodik teknik kontrolünü yaptırmaktır. İşte hepsi bu kadar. Diğer bütün ödemeleriniz ve resmi işlemleriniz, otomobil, gayrimenkul alım satımı dâhil hepsi devlet kurumları ve bankalar tarafından, talep edenin talimatıyla yapılacaktır. Nasıl? Beğendiniz mi?” Bir üye: “Gerçekten çok sayıda işlem vardı. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Fakat sizin yaptığınız çalışmayı da merak etmekteyim. Bu 260 işlem nedir, bize de açıklar mısınız?” “Tabii. Çeşitli beyannameler, vergi ödemeleri,sigorta primleri, elektrik, su, doğalgaz, otoyol geçiş kartları, kira, aidatlar gibi daha birçok işlem… Listenin fotokopisini size verebilirim. Sekreterime müracaat ederek aldırabilirsiniz.” Yaşlıkaya elindeki kâğıdı havada sallayarak gösterdikten sonra görevliye uzattı ve bir cihaz sayesinde uzun bir liste, arkadaki dev perdeye yansıdı. Yaşlıkaya okumaya devam etti. “Madde 5: Yerel kamu hizmetleri Yerel yönetimler tarafından halkın kullanımına sunulan, şehir içi toplu taşımacılık ve otopark hizmetlerinin tümü ücretsiz olacaktır. Halkın malını halka parayla satmanın mantığı da yok artık! Ancaak; Elektrik, su, doğalgaz ve orman ürünleri gibi bilinçsizce tüketilmemesi gereken kaynaklara dayalı hizmetler ise ilgili konseyler tarafından, maliyetler oranında ücretlendirilecektir. Madde 6: Büyük sermayenin kontrolü Her türlü anonim şirketlerin ve bunların oluşturduğu grupların yönetim kurullarında, Mali Konseyi temsil etmek üzere, adı geçen konsey tarafından görevlendirilecek olan en az iki üyenin bulundurulması zorunludur. Bu üyelerin ücret ve ödenekleri Mali Konsey tarafından karşılanacak olup, kurum tarafından hiçbir ödeme 39 yapılmayacak, hisse ve kâr payı verilmeyecektir. Ancak alınacak her türlü kararda bu üyelerin de imza yetkisi olacak ve şirket merkezinde birer ofisleri bulunacaktır. Üyelerin temsil yetki ve sorumlulukları ayrıca yönetmelikle belirlenir. Madde 7: Herhangi bir sermaye kuruluşunun, anayasa ve yasalarla ortaya konulan ilkelere aykırı faaliyette bulunduğu saptanırsa Mali Konsey veya Etik Kurul’unun başvurusu ve ilgili mahkemenin kararıyla bu şirketler kamulaştırılır veya kapatılır. Bu gibi durumlarda şirket yöneticilerinin ve temsilcilerin cezai sorumlulukları ortadan kalkmaz. Madde 8: Aşırı zenginleşmenin önlenmesi Bu düzenlemenin amacı, her şeyden önce insanların insanca yaşamasını sağlamaktır. Aşırı zenginleşme ise bu amaca, yani geniş kitlelere zararlı olmaktadır. Bu nedenle, aşırı zenginleşmenin önlenmesi ve bireysel gelir dengesinin sağlanması için; puan sistemine geçiş sırasında ve sonraki yıllarda, nakit toplamı bir milyon puanı aşan özel şahısların puanları, her yıl en çok bir milyon puan olmak üzere, yıllara bölünerek harcama yetkisi verilir.” Yaşlıkaya bakışlarını salondakilerin üzerinde dolaştırarak: “Bu düzenlemelerin amacı: büyük sermayenin, amacını aşacak şekilde bir güç haline gelmesinin ve yasa dışı faaliyetlerinin önlenmesi ile etik değerlerin korunmasıdır,” diye kısa bir açıklamadan sonra, komisyondakilere bakarak sordu: “Buraya kadar bir sözü olan var mı, sayın komisyon üyeleri?” Texas temsilcisi söz aldı. “Sayın Yaşlıkaya, Örneğin Bill Gates, elli milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengin adamlarından biri olarak, şimdi bu yasa uyarınca, her yıl bir milyon dolar karşılığı puan harcayarak servetini tam elli bin yıl sonra tüketmiş olacak. Doğru mu anladım?” “Evet doğru anladınız! Bill Gates çok özel bir örnek oldu, hoş bu servetin hepsi nakit değil mutlaka, ama olayın özü bu. Yani elli bin yıl boyunca bütün Gates sülalesi zengin olarak yaşayacak. Bunu garanti ediyoruz. Oysa eskiden bu servet bile risk altındaydı. Bu yasanın diğer bir yararı ise tekelleşmeyi önleyici yönde bir sonuç doğuracak olmasıdır. Bildiğiniz gibi; tekelleşmenin çok büyük sakıncaları vardır.” İsveç temsilcisi: “Bu tekelleşmeyi önleyici etkisini biraz daha açar mısınız?” “Hay hay, bakın gene Bill Gates’i ele alalım. Eskiden böyle bir yasa olsaydı, acaba Bill Gates elli milyar dolarlık bir serveti olmasını ister miydi?.. Elli bin yıl sonrasını düşünerek para biriktirmesi, bunun için çalışması çok anlamsız olmaz mıydı? Buna cevabınız evet ise, işte o zaman Microsoft tekeli de olmazdı. En azından bugünkü düzeyine varamazdı, doğal olarak alternatifleri olurdu, rakipleri olurdu. Öyle değil mi? Siz bir üreticiye makul bir sınır koyarsanız, sınırın dışını başkaları doldurur. Ama meydanı boş bırakırsanız işte böyle Bill Gates doldurur. Mesele budur. Ben Bill Gates’e karşı olduğumdan değil, eski sistemi eleştirmek ve size bir örnek vermek için bunu söylüyorum. Zira Bill Gates, bazı güçler tarafından suni olarak oluşturulmuş bir tekeldir. Diğer büyük tekeller gibi, bunun en büyük faydası eski Birleşik Devletler yönetimine olmuştur.” Basın temsilcileri bu sözleri hararetle not aldılar. Ertesi gün bazı gazetelerin manşetinde öncelikle bu sözler yer alacaktı. O sırada İtalya temsilcisi söz aldı. “Diyelim ki büyük bir ev almak istiyoruz. Fiyatı da, örneğin on iki milyon puan olsun. Bu kadar paramız da bankada duruyor. Şimdi bunu alamayacak mıyız?” 40 “Eğer ödeme gücünüz varsa tabii ki alacaksınız efendim. Şöyle anlatayım; Sizin ödeyeceğiniz ilk peşinattan sonraki kalan miktarı banka sizin yerinize satıcıya ödeyecek. Buna karşılık sizin bankadaki paranızı veya gelirinizi teminat olarak kabul edecek. Faiz söz konusu olmaksızın bu parayı sizden gelecek yıllardaki bir milyon puanlık hakkınızdan taksitler halinde tahsil edecek. Bu arada satıcının hesabı da bir milyon puanı aşacağı için, aşan miktar bankada bloke olacak ve o yıl kullanamayacaktır. Sistem işte böyle işleyecek. Tabii ki, şirketler bunun dışındadır. Onların da her hareketi bankalar tarafından denetlenecek ve kayıt altında olacaktır… Bakın, yılda bir milyon puan hiç de azımsanacak bir rakam değildir. Bu kadar puan ile yirmi hizmetçisi olan bir şatoda bile yaşayabilirsiniz. Rahatça yeter. Ama bir ordu kuramazsınız! Bilmem anlatabildim mi?” Mali Konsey ve Para Komisyonu Başkanı Akira: “Sayın Yaşlıkaya, şahsım ve dünya halkları adına size tekrar teşekkür ederim. Bu yasalar paranın, yeni deyimle puanların tamamen konseyin kontrolünde olmasını sağlayacaktır. Böylece yasa dışı gizli örgütlerin de gücü kalmamış, kötü emellerine son verilmiş olacaktır. Şahsen ben de serveti her yıl sadece bir milyonla sınırlandırılan grupta olmama rağmen, yasayı doğru bulduğumu ve içtenlikle desteklediğimi belirtmekten onur duyarım.” Tekrar alkış sesleri duyuldu. Sesler kesilmeye yüz tuttuğunda Yaşlıkaya konuşmaya başladı. “Para yerine puan sistemine geçilmesinin en büyük faydası nedir, biliyor musunuz Sayın Üyeler? Bakın, size kısaca anlatayım. Dünyada her türlü insan, her karakterde yöneticiler daima vardır. Yani çok iyiler olduğu gibi, sapık düşüncelere sahip, kötü niyetli, hasta ruhlu liderler de olmuştur. Tarih bunlarla doludur. Puan sistemi olmasaydı, günün birinde, bir veya birkaç ülke yöneticisi veya illegal, dini, fanatik örgütler gibi, maddi olanakları çok yüksek olan bazı gizli veya legal gruplar halkı kandırarak, kendi çıkarları uğruna düzene başkaldırabilirlerdi. Biz bu sistemi istemiyoruz diyerek bir isyan başlatabilirlerdi. Puan uygulaması bunu olanaksız hale getiren, bağlayıcı bir sistemdir. Birleşik Dünya Yönetimi'nin üzerinde başka hiçbir güç olamaz! Amaç, halkın zenginleşmesini ve gelir adaletini sağlamasının yanı sıra, aynı zamanda sistemin kendi kendisini korumasıdır. İşte bu maddenin en büyük fonksiyonu bence budur. Bu bir gasp değildir. Sadece aşırı paranın kontrol altına alınmasıdır. O yüzden, bu madde genel kuruldan mutlaka geçmelidir. İnanın bana, 8.madde bu sistemin temel direğidir. Bu olmazsa, sistem bir gün mutlaka yıkılacaktır.” Kısa bir sessizlikten sonra bir başka üye, Yaşlıkaya’ya hitaben sordu: “Dünyadaki bu hızlı nüfus artışını önlemek için düşündüğünüz tedbirler nelerdir Sayın Yaşlıkaya, lütfen açıklar mısınız?” “Teşekkürler Sayın Üye, dünya nüfus artışının elbette kontrol altına alınması gereklidir. Öncelikle iki çocuktan fazlasına hiçbir destek veya yardım ödemesi yoktur. Az önceki yasalarda bu konu geçti. Ayrıca aile hekimliği sistemi bu konuda önemli hizmetler ve bilgilendirmeler yapacaktır. Ailelere yol gösterici olacaktır. Ayrıca şunu da söylemeliyim ki, dünya bu düzende olduğu sürece, nüfusu ne kadar artarsa artsın, artık işsizlik veya fakirlik diye bir sorun da olmaz. Bunu da bir kenara koyun.” Yaşlıkaya önündeki başka bir dosyayı açarak devam etti. “Şimdi de geldik devlet personelinin tayin ve terfi yasasında yapılacak değişikliklere… Arkadaşlar öncelikle, başta hâkim ve savcılar olmak üzere adli persone- 41 lin tayin ve terfi kurallarını kısaca özetlemek istiyorum. Hepinizin de taslak metinden okumuş olduğunuz gibi, yerel adli personelin, infaz ve güvenlik personelinin tümü doğrudan Adalet ve Hukuk Konseyine bağlıdır. Hükümetler maaş konusunda olduğu gibi, tayin ve terfi konusunda da bu tür personele karşı hiçbir tasarrufta bulunamaz. Askeri personel zaten doğrudan Güvenlik Konseyi emir ve tasarrufundadır. Eğitim personelinin tayin ve terfi işleri ise, yasalar çerçevesinde ülke yönetimlerinin, yani Maliye Bakanlıklarının kontrol ve yetkisindedir. Bunlar zaten bildiğiniz konulardır. Sadece bu yasada yeniden zikredilmişlerdir. Ancak en önemli maddelerden biri şudur: “Madde 27: Ücret Tavanı Birleşik Dünya Yönetimi dışındaki tüm sektörlerde aylık ücret tavanı, asgari ücretin 30 katı olarak saptanmıştır. Özel sektör de dâhil olmak üzere hiçbir kuruluş, örgüt, vakıf veya dernek, hiçbir personeline, aylık olarak; asgari ücretin 30 katından fazla, yıllık bazda ise, asgari ücretin 360 katından fazla maaş, ücret, pirim veya ikramiye adı altında ödeme yapamaz. Bu miktarı aşan değerdeki menkul veya gayrimenkulü bedelsiz olarak veya düşük bedelle dahi veremez. Bu tavan sınırına uymayan yöneticiler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Suçun tekrarı halinde ceza arttırılarak üst sınırdan uygulanır, ayrıca işletmeleri süresiz olarak kapatılır ve mal varlıklarına el konur.” Yaşlıkaya gözlüklerinin üzerinden salondakilere bakarak: “Sizler bu maddenin de gerekçesini çok iyi anlıyorsunuz.” Sonra önündeki başka bir dosyayı açarak devam etti. “Şimdi kısaca sağlık hizmetlerinden de bahsetmek gerekiyor. Biliyorsunuz Dünya Anayasasında sağlık konusundaki 61.madde aynen şöyledir: Her yaştaki insanların, çalışsın veya çalışmasın, tüm sağlık, tedavi ve ilaç giderleri ilgili ülke yönetimlerince karşılanır. Yönetimler bu amaçla gerekli düzenlemeleri yapmak ve yatırımları gerçekleştirmek zorundadır. Beden ve ruh sağlığını tehdit eden hiçbir rahatsızlık kapsam dışı tutulamaz. İşte şimdi yapmakta olduğumuz yeni ekonomik yapılanma projesi sayesinde bu da tam olarak gerçekleştirilmiş olacaktır. Tüm hastanelerin her türlü giderleri devlet tarafından karşılanacaktır. Yeryüzündeki her insan, beden ve ruh sağlığı açısından tedavi olmak için hiçbir ücret ödemeksizin istediği ülkede ve istediği hastanede veya sağlık merkezinde tedavi olabilecektir. Tüm ilaçlarını da ücretsiz olarak istediği yerden temin edebilecektir. Her ailenin bir aile doktoru olacak ve bu doktorlar tarafından insanlar ilgili hastanelere yönlendirilecektir. Önleyici hekimlik ön planda olacak ve bu amaçla her türlü tıbbi kontroller de ücretiz olarak yapılacaktır. Parayla tedavi devri bitmiştir arkadaşlar! Ayrıca, doğum kontrolü konusunda da bu aile hekimleri, aileler için yönlendirici ve yardımcı olacaklardır. Bu konuya özel bir önem vermek zorundayız.” Tüm üyeler bu maddeyi de alkışlamışlardı. Yaşlıkaya devam etti: “Şimdi de geldik bankacılık ve finansman yasasında yapılacak değişikliklere. Sayın Temsilciler, sizlere dağıtılmış olan kitapçıkta da yazılı olduğu üzere, bu maddeyi de kısaca özetlemek gerekirse; tüm bankacılık faaliyetleri Mali Konsey tarafından yürütülecek, özel bankalar ticari kazanç kurumu olmaktan çıkarılarak, bir yıllık süre içerisinde Mali Konsey’e devredilecektir. Dünyanın her yerinde “BANKA” adı altında ve yirmi dört saat süreyle hizmet verecek olan bu yeni ve resmi kurum, bir merkezden yönetilecektir. Banka, her ilçede, en az iki şubesi olacak şekilde, standart hizmet verecektir… Yeni sistemde tüm faizler kaldırılacaktır. Çünkü faizler enflasyonu tetikler, üstelik paranın yerini puan sisteminin aldığı ve her şeyin kontrol altında olduğu böyle bir ekonomik yapılanmada hiçbir 42 anlamı da yoktur. Aslında faiz, ekonomiyi yıpratan bir faktördür. Tıpkı zaman gibi… Zaman, nasıl bizi yıpratıyor, yaşlandırıyorsa; ekonomiyi de faiz yıpratır ve yaşlandırır. Bizler faizi kaldırmakla ekonomideki zamanı durdurmuş olacağız… Dolayısıyla, artık vadeli mevduat da olmayacaktır. Bu sayede puanların daha dinamik bir ortamda insanların hizmetine akması sağlanmış olacaktır. Bu tasarı ile çekler, borç senetleri ve kredi kartları da kaldırılmaktadır. Böylece, vadeli satışlar da artık tarihe karışmaktadır. Ancak, taksitlendirme yapılabilir. Her türlü alış veriş, sadece, gerçek veya tüzel kişilerce, kimlik kartları veya banka aracılığıyla yapılacaktır.” Almanya temsilcisi: “İslamiyet’te de faiz yasaktır. Yani bu değişim, sizin için dini bir zorunluluktur, öyle değil mi Sayın Yaşlıkaya?” “Hem evet hem de hayır Sayın Schenker. Az önce anlattığım gibi; faiz bu düzende artık gereksiz olduğu kadar, insanlık için de zararlı bir faktördür. Biz rasyonel bir düşünceden hareketle ve altyapısını mükemmel bir şekilde hazırladıktan sonra faizi kaldırıyoruz. İslamiyet’in bunu bin dört yüz sene önceden görmüş ve yasaklamış olması ise, bu dinin faiz konusunda ne kadar rasyonel bir görüşe sahip olduğunu gösterir sadece. Buna başka bir anlam yüklemek gereksizdir, zira faiz sadece islamiyette yasaklanmamıştır, başka dinlerde de aynı yasak vardır.” Bu defa İsviçre temsilcisi sordu: “Dünyada on binden fazla özel banka olduğunu biliyorsunuz. Bu özel bankalar, sermaye birikimi açısından yeni düzene uymadığı için kapatılıyor sanıyorum. Bunun yerine özel tedbirler alınarak bu bankaların faaliyetlerinin sürmesi ve düzene uyumlu hale getirilmesi sağlanamaz mı? Bu kadar özel banka sahipleri ne olacak?” Bu soruya Mali Konsey Başkanı Akira cevap verdi: “Özel Bankalar ile borsalar eski kapitalist düzenin en acımasız ve en tehlikeli kurumlarıdır Sayın Üye. Onlar adeta acımasız kapitalist düzenin simgesi haline gelmişlerdir. Özellikle son yıllarda iyice çığırından çıkmışlardır. Serbest piyasaya bir katkıları da kalmamış, adeta üretime köstek olmuşlardır. Kapitalist düzeni sürdürmek istiyorsanız başka! Ancak bu yeni düzende hiçbir şekilde yerleri olamaz, olmamalı. Banka sahiplerinin maddi hakları tabii ki korunacak. İsterlerse başka şirketler kurabilir, başka işlere yönelebilirler. Tabii iş denince, üretim akla gelmeli. Yeni düzende faiz değil, üretim esastır.” Yaşlıkaya, Akira’yı destekledi: “Evet, Sayın Başkan konuyu çok iyi özetledi. Söylediklerine aynen katılıyorum.” Başka bir üye sordu: “Anladığım kadarıyla bu düzende para olmadığı için borsa da olmayacak, değil mi Sayın Yaşlıkaya?” “Haklısınız, paranın ve kâğıdın olmadığı yerde para borsası da olmayacak elbette. Malını satmak isteyen ticaret erbabı için yeni pazarlar oluşturulabilir. Bu pazarlar sadece mal alım satımı yapılan ticari kurumlar olmalıdır…” Bu sırada Türk ekonomist söz alarak, keyifli bir tonda anlatmaya başladı: “Sayın üyeler, biz eskiden, öğrencilerimize ekonomideki dengeleri anlatırken dört ayaklı bir masa benzetmesi yapardık. Bu masanın bir bacağı, Kamu Kesimi, yani Bütçe Dengesi; ikinci bacağı Reel Kesim, yani Enflasyon; üçüncü bacağı Dış ödemeler dengesi, yani Cari Açık; dördüncüsü ise Finansal Piyasalar, yani Faiz ve Kur etkisi olurdu. Bu dört bacağın dengelemesiyle masa, yani ekonomi, düz dururdu. Bacaklardan biri kısalır ya da uzarsa denge bozulur, üzerindekiler yere 43 dökülür, buna da kriz denir, diye anlatırdık… Şimdi bu bacaklardan Bütçe Dengesi diye bir bacak yok. Çünkü bu yasa ile tüm bütçeler açık vermeyen, denk bir yapıya kavuşmuş olacak. Cari Açık diye bir şey de olmayacak, çünkü artık Dış Ödemeler diye bir kavram yok. Faiz ve Kur ise zaten tarihe karışmış olduğuna göre, masamız artık tek bacaklıdır. Hani şu ortasında tek bacağı olan yuvarlak masalar var ya, işte öyle bir masaya dönüşmüştür. Ve bu tek bacak Enflasyon bacağıdır. Fakat o bacağın kısalması veya uzaması, masayı sadece alçaltır veya yükseltir, ama devirmez. Üzerindekileri yere dökemez, yani ekonomik kriz filan olmaz. Kaldı ki biz sadece enflasyonla baş edebilmek konusunda da artık çok avantajlıyız. İşte denge budur. Bunu, yeni ekonomik modelin daha kolay anlaşılmasını sağlamak amacıyla ve en basit şekliyle anlattım.” Profesör Yaşlıkaya memnun bir ifadeyle: “Teşekkür ederim Sayın Üye. Bir ekonomist olarak olayı çok iyi örneklediniz. Herkesin anlayabilmesi açısından, bu açıklamanızın çok faydalı olacağı kanısındayım. Basınımızın da, bu örneklemeyi en yaygın şekilde değerlendireceğini umuyorum.” Saatler süren toplantının sonuna doğru, Yaşlıkaya tekrar söz aldı: “Bakın Sayın Üyeler, değinmek istediğim bir diğer önemli konu da yasaların dilidir. Şimdi bu ne demek? Açıklayayım: Bir insan hâkim karşısına gelince, ben bu yasayı bilmiyordum, diyebilir mi? Derse bile, hukuken geçerli midir? Hayır!.. Çünkü genel hukuk kurallarına göre, her vatandaş yasaları bilmek zorundadır. Bilmiyorsa bile, biliyormuş gibi kabul edilir ve buna göre işlem yapılır. Bu doğru mu? Evet! Peki, o halde yasaları neden halka öğretmeyiz? Niye, ilk ve orta öğretimde genel hukuk dersleri yoktur? Bu bir çelişki değil mi? Vatandaş kendisi alsın okusun efendim, derseniz, peki, alsın her gün bir resmi gazete, okusun da anlasın bakalım. İmkân var mı? Hukukçuların bile zorlukla takip edebildikleri o son derece ağır dili, karmaşık ve etkileşimli sistemi herkesin anlayabilmesi mümkün mü? Kesinlikle hayır! Ama herkes bilmek ve uymak zorunda! Böyle bir saçmalık olamaz! Bu saçmalığa da bir son verme zamanı gelmiştir arkadaşlar. Yasalar, sade ve basit bir dille, herkesin anlayabileceği şekilde hazırlanarak, genel yayın araçları vasıtasıyla halka anlatılacak ve her değişiklikten sonra kitap haline getirilerek halka ücretsiz dağıtılacaktır. İlk ve orta öğretimde ise çok basit olarak, genel hukuk dersleri verilebilir. Hukukçular bize kızmasın ama aslında bu sistemin onlar için de çok iyi sonuçlanacak bir uygulama olacağına inanıyorum. Artık insanları bir sürü olarak değil, değerli bireyler olarak kabul etmeye mecburuz. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi, Dünya Anayasası’nın birinci maddesine göre; İnsan, yeryüzündeki en değerli varlıktır. Öyleyse her insan, bu 79 maddelik anayasanın özünü bilmelidir. Bakın arkadaşlar, bu konu çok önemlidir. Çocuklarımızı gereksiz yere zorlayan birçok lüzumsuz ders yerine, artık bu konulara yer vermeliyiz. Zira günlük yaşamda onlara bitkilerin anatomisi veya indirgenme reaksiyonları’ndan ziyade bu gibi bilgiler lazım olacaktır. Yasalarımızın özünü ana hatlarıyla da olsa bilmek, her insanın hem hakkı hem de görevidir. Bunu temin etmek için her araçtan faydalanmalı, gereken her şeyi yapmalıyız.” Kenosha, Wisconsin Şehrin kuzeyinde, Michigan gölü kıyısındaki geniş arazinin içinde yer alan iki katlı büyük bina, çevresindeki yüksek duvarlar nedeniyle sürekli olarak yerel hal- 44 kın ilgisini çekerdi. Çevre halkı tarafından “zengin adamın sarayı” olarak tanımlanan bu malikâne, bahçesi ve ek binalarıyla birlikte 250 dekarlık bir arazinin üzerine kurulmuştu. Halk arasında, kırk odası ve iki büyük salonu olduğu söylenirdi. Gerçekte ise otuz iki odası ve üç büyük salonu olan bu malikâne, GMA Uluslararası havaalanına kuş uçuşu 33 kilometre, Kenosha Belediyesi havaalanına da 12 kilometre mesafedeydi. Araziyi çevreleyen taş duvarın toplam uzunluğu iki kilometreyi bulmaktaydı. Duvarın iç tarafında, otuz metre genişlikteki bir arazi şeridi, güvenlik amacıyla boş bırakılmıştı. Bu alan, iç taraftan duvara paralel olarak devam eden yüksek bir tel örgü ile sınırlanmıştı. Duvarla tel örgü arasındaki güvenlik şeridinde, özel eğitilmiş otuz adet Rottweiler cinsi köpek bulunurdu ve bu yüzden kapının haricinde bir yerden içeriye girmek intihar etmek gibi bir şeydi. Malikânede bunlardan başka, özel güvenlik personeli ve elektronik koruma sistemleri de vardı. Uşaklar, aşçılar, garsonlar, bahçıvanlar ve korumalar gibi otuz kişinin çalıştığı bu evde bazı toplantıların düzenlendiği özel günlerde ise personel sayısı altmışa kadar çıkabiliyordu. Burası dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Redroot’ların ünlü malikânelerinden biriydi. 5.caddeye açılan bahçe kapısı beş metre yüksekliğinde, otomatik olarak açılıp kapanan, iki kanatlı ve iç içe geçmiş üçgen motiflerle süslü, devasa bir çelik kapıydı. Bu kapıdan giren araçlar, on metre ilerideki benzer bir kapı nedeniyle tekrar durmak zorundaydı. Gelen bütün araçlar ve ziyaretçiler bu iki kapı arasında güvenlik personeli tarafından kontrol edilir, talimatlara göre girmelerine izin verilir veya geri gönderilirdi. Bu kapılardan iki yüz metre kadar içeride bulunan ana binayı görebilmek, sık ağaçlar ve bahçede yükselen beton anıt nedeniyle, mümkün değildi. Yedi metre yüksekliğindeki bu anıtın uzunluğu tam otuz metreydi. Anıt duvarın her iki yüzeyine ailenin arması kabartma olarak işlenmişti. Giriş yolu burada ikiye ayrılıyor, anıt duvarın etrafından dolaşarak, iki yarım daire şeklinde ana binanın merdivenlerine ulaştığında, orada birleşerek bir çember oluşturuyordu. Bu çemberin ortasında heykellerle süslü, yuvarlak bir süs havuzu vardı. Yolun her iki yanı sanki bir ormanı andırırcasına, alabildiğine ağaçlıktı. Michigan gölü ile malikâne- 45 nin arka duvarı arasında kalan 300 metre genişlikteki sahil şeridinde ise bir demiryolu vardı. Evin baş kâhyası Edward Leonardo, bahçeye açılan çift kanatlı büyük kapıdan çıkarken saatine baktı. Yanık tenine yakışan beyaz saçları ve beyaz takım elbisesiyle, daha çok yaşlı bir garsona benziyordu. Zayıf vücuduna tezat oluşturan kuvvetli kaslara sahip olduğu, çevik hareketlerinden ve kapının önündeki merdivenleri ritmik hareketlerle, koşar gibi inişinden anlaşılabiliyordu. Hızla binanın arka tarafına yöneldi. Ön bahçeden farklı olarak arka bahçede hiç ağaç yoktu. Özel taşlarla kaplanmış olan geniş yolun dışındaki her yer çimlendirilmiş, yemyeşil bir görünümdeydi. Evin arkasındaki yolun hemen başında, otopark olarak kullanılan iki beton bloğun arasında siyah bir minibüs duruyordu. Edward beklemekte olan araca binerek direksiyondaki genç sürücüye ‘gidelim’ anlamında bir işaret yaptı. Minibüs taş yolda ilerlemeye başladığında, Edward tekrar saatine baktı. Oldukça heyecanlıydı. İki yüz metre kadar ilerledikten sonra, taş yolun bittiği yerde başlayan daire şeklindeki beton zeminde durdular. Bu sırada siyah üniformalı ve silahlı bir grup güvenlik görevlisi, beton pistin etrafına yerleşmeye başlamışlardı. Edward otoriter bir ses tonuyla: “Biraz geri gel Simon. Bay Redroot piste girmeni istemiyor. Aracı da çevir ve öyle bekle. Bunu sana yüz defa söyledim, ama kafan almıyor ki!” “Baş üstüne şefim. Özür dilerim.” Baş Kahya Edward’ın oğlu olan sürücü, oldukça genç ve tecrübesiz olduğundan, henüz eğitim aşamasındaydı ve bu nedenle şimdilik sadece bahçe içerisinde araç kullandırılmaktaydı. “Helikopter ne zaman gelecekmiş şefim?” “On beş dakika önce uçak inmiş. Bir on dakika içerisinde de helikopter burada olur sanırım. Bak tekrar söylüyorum. Geldiklerinde sağa sola bakmayacaksın. Sadece önüne bak ve işini yap tamam mı? Ön kapıya gelince tarif ettiğim gibi yanaşacak ve merdivenlerin tam önünde duracaksın. Ben gitmeni söyleyene kadar yerinden bile kıpırdamayacaksın. Klima 23 dereceye ayarlı olacak. Müzik filan da açmayacaksın. Sana bir şey sorulmadıkça hiç konuşmayacaksın. Soru sorulursa, çok kısa ve net cevap vereceksin. Herkese efendim diye hitap edeceksin. Anladın mı?” “Çok iyi anladım şefim. Aynen dediğin gibi yapacağım.” “İyi o halde şimdi sus ve dikkatimi dağıtma.” “Son bir soru sorabilir miyim şefim?” “Sana sus dedim Simon, sus artık! Şu camı da biraz aç ki helikopterin sesini duyabilelim.” “Peki şefim.” Az sonra: “İşte helikopter göründü şefim.” “Sus ulan! Kör değilim ki, benim salak oğlum! Motoru çalıştır, klimayı aç ve çeneni kapa! Bir daha sesini duyarsam seni görevden alırım, ona göre!” Helikopter iyice yaklaşıp ta köpeklerin hepsi birden havlamaya başladığında baş kâhya şapkası elinde, seri bir hareketle minibüsten inerek, kapının yanında beklemeye başladı. Helikopter beton piste indiğinde, motorunun sesi köpeklerin havlamasını bastırmıştı. Onlar da bu beyhude çabadan vazgeçtiler. Bu sırada siyah üniformalı korumalar, pistin tüm çevresini sarmış durumdaydılar. Güvenlik şefi helikopterin yanına koşarak, kapısını açtı. Gelenler Bay Redroot ile birlikte dört 46 kişiydiler. Hepsi de çok şık giyimli ve dünyaca ünlü iş adamlarıydı. Hep birlikte minibüse doğru yürümeye başladıklarında, Baş kâhya Edward şapkasını takmış, bir asker gibi dimdik ve hiç kımıldamadan kapının yanında bekliyordu. Adamlar minibüse ulaştıklarında Edward kapıyı açtı ve selam duruşuna geçti. Dört adam da hiç konuşmadan minibüse binerek lüks koltuklara oturdular. Helikopter tekrar havalanırken minibüs de eve doğru hareket etti. İki dakikalık yol boyunca kimse konuşmamıştı, herkesin yüzü asıktı. Yarım saat sonra, Redroot ile misafirleri zemin kattaki salonda içkilerini içerek dinleniyorlardı. Bu sırada yaşlı bir uşak, altın sırmalı, beyaz üniformasıyla kapıda göründü. “Kapıdan bildirdiler, bir misafiriniz daha gelmiş Bay Redroot.” “Güzel, onu karşıla ve buraya getir Sam.” Diğer misafirlerin ilki bir limuzin ile bahçe kapısına gelmiş ve görevlilere önceden bilgi verildiği için otomobil aranmadan geçmişti. İki güvenlik görevlisinin bulunduğu bir araç, öne geçerek limuzine kılavuzluk görevi yapmıştı. Daha sonra beş, on dakikalık aralarla iki otomobil daha gelerek aynı şekilde giriş yaptılar. Bu arada helikopter de bir sefer daha yapmıştı. Grup, fazla dikkat çekmemek için ve özellikle de güvenlik açısından, değişik zamanlarda ve değişik araçlarla gelmeyi adet edinmişti. Bir saat sonra, salonda oldukça şık giyimli, on adam vardı. Her birinin üzerindeki kıyafetleri bile birer servet değerindeki bu adamların hepsi de elli yaşın üzerinde ve ünlü kimselerdi. Redroot içlerinde en yaşlılarıydı. Ev sahibi olarak onları salonun girişinde ayakta karşılamış, teker teker ellerini sıkmış ve yanaklarından öperek, oturmaları için yer göstermişti. Fakat hiç kimsede en ufak bir tebessüm bile yoktu. Öyle ki, görenler bunun bir taziye töreni olduğunu filan sanırlardı. David Redroot, altmışlı yaşların sonunda, buğday tenli ve kısa boyunlu bir adamdı. Başı omuzlarına gömülüymüş gibi duruyordu. Yuvarlak yüzü de oldukça küçüktü. Keskin bakışlı kahverengi gözleri ile incecik dudaklarındaki acımasız ifade, sanki onun özgün karakterinin tipik yansımasıydı. Kestane rengi boyanmış, bakımlı saçlarıyla yaşını biraz olsun gizleyebiliyordu. Çok usta terzilerin elinden çıkmış ve mükemmel bir işçilik eseri olan elbisesinin de yardımıyla, sırtının tam ortasındaki kamburunu gizlemeyi de çok iyi başarıyordu. Öyle ki onu çıplak görenler dışında, ancak çok dikkatli inceleyen biri belki fark edebilirdi. Kendisi için özel yapılmış olan ve dünyada bir eşi daha bulunmayan Girard Perregaux marka saatine baktıktan sonra salondakilere hitap etmek üzere ayağa kalktı. “Evet kardeşlerim, artık başlayabiliriz. Şimdi hep birlikte toplantı salonumuza geçelim,” Kapıda beklemekte olan yaşlı uşak, kalktıklarını görünce hemen salon kapısının yanındaki merdivenlere yöneldi. Geniş bir kavisle dönerek alt kata inen merdivenler, son derece gösterişliydi. Tutamak ve korkulukları altın kaplama, basamakları ise çok pahalı cinsten kırmızı bir halı ile kaplıydı. Uşak onlardan önce, aşağı inerek, merdivenlerin bittiği yerin tam karşısında ve on adım kadar ötesindeki toplantı salonunun altın işlemeli, son derece görkemli, büyük kapılarını açtı. Işıklar otomatik olarak yanmıştı. İçerideki aydınlatmayı, altın kaplamalı, on adet kristal avize sağlıyordu. Salon oldukça büyük ve son derecede lüks döşenmişti. Zeminin altında yer aldığı için doğal olarak hiç penceresi yoktu. Kapının tam karşısındaki duvarda altından yapılmış, altı köşeli kabartma bir yıldız ve yıldızın ortasında 47 bir göz bulunan büyük bir amblem hemen dikkati çekiyordu. Bu amblemin altında da Latince bir yazı vardı: ORDO AB CHAO(2). Bu slogan, örgütün yüzyıllar öncesindeki kuruluş zamanından bugüne kadar gelen ve yöneticileri tarafından ana ilke olarak kabul edilen bir talimat idi. Diğer duvarlarında çok değerli tabloların asılı olduğu görülüyordu. Çoğu masonik semboller içeren bu tabloların çerçeveleri bile altındandı. Bu tabloların birinde Işık Tanrısı’nı sembolize eden bir güneş figürü vardı. Bir diğerinde çift başlı bir kartal figürü bulunuyordu. Salonun zemini de dünyanın en pahalı halıları ile kaplanmıştı. Tam ortada, daire şeklinde, büyük bir masa ve etrafında eşit aralıklarla yerleştirilmiş on koltuk bulunuyordu. Maun ağacından yapılmış olan masanın üzerinde, aynı merkezli çemberlerden oluşan bir desen vardı. En içteki çemberin içinde de altından yapılmış, kabartma bir güneş motifi göze çarpıyordu. Güneşten çıkan ışınlar ok şeklinde uzanıyor ve masayı on eşit parçaya bölüyordu. Yan taraftaki tekerlekli servis masalarında akla gelebilecek her türlü yiyecek içecek servis edilmiş, bazıları da büyük masanın üzerine yerleştirilmişti. Salonun diğer kısımlarında deri kaplı oturma grupları ile aralarına serpiştirilmiş kristal sehpalar, çeşitli antik heykeller ve büyük bir ekran, bu ihtişamlı dekoru tamamlıyordu.. Adamlar salona girdikten sonra, yaşlı uşak sessizce çıktı ve kapıları kapattı. Sonra da duvardaki bir düğmeye bastı. Hafif bir tıslama duyuldu. Kapının altındaki zemin birkaç santim yükselerek, kapıyı çelik bir kelepçe gibi kavramış ve içindeki özel bir madde ile tampon yaparak hava girişine imkân bırakmayacak şekilde boşluğu kapatmıştı. Aynı anda tavanda da benzer bir olay cereyan ederek, üst boşluk da tamamen kapanmıştı. Artık içeride konuşulanları hiç kimse duyamazdı. Düğmeye basılmadıkça kapıların açılması da imkânsızdı. Bu nedenle, düğmenin aynısından bir tane de salonun iç tarafında vardı. Parmak izini okuyarak çalışan bu düğmeleri, yaşlı uşak Samuel, baş kâhya Edward ve Redroot’tan başkası kullanamazdı. Masanın etrafındaki on koltuğun üzerine altın sırmalı, son derece şık işlemeli, beyaz cüppeler yerleştirilmişti. İçerdeki on adam bu cüppeleri giydiler. Redroot, duvarın kenarında dik olarak duran, silindirik şekilli metal kutunun içerisindeki altın saplı asalardan birini aldı ve masaya doğru ilerledi. Diğerleri de sıra ile, altın saplı asalardan birer tane aldılar. Herkes masadaki yerini aldıktan sonra kendisi de koltuğuna oturdu ve asasını dikey durumda tutarak, üç kere yere vurdu. Böylece toplantıyı açış konuşmasına başladı. “Zaman, ışık ve sevgi bize ödülümüzü getirsin kardeşlerim!” Hepsi birden, aynı anda bağırdı: “Kardeşliğe ve Işık Tanrımıza!” Kısa süren bir ritüelden sonra Redroot, asasını üç kere daha yere vurdu. “Saygıdeğer Kardeşlerim, bugün burada yedi yüz yirmi üçüncü aydınlanma toplantımızı yapmak üzere sizleri davet ettim. Bu olağanüstü toplantıda konuşacağımız şeyler, her zamankinden daha önemli ve daha gizlidir. Bu nedenle, bazı özel önlemler de almış bulunuyorum. Kısaca bahsetmek gerekirse; bu salonun duvarları, tavanı ve tabanı on santimetre kalınlıkta saf kurşunla kaplanmıştır. Ayrıca içeriden ve dışarıdan çok sıkı bir izolasyon yapılmıştır. Bunun için tam altı yüz ton 2 Ordo Ab Chao (Latince) : Kaostan düzen yarat. (Karmaşa düzeni.) 48 kurşun, yüz ton kadar da ısıya dayanıklı çelik levha, tonlarca beton, perlit ve kaya yünü kullanıldı. Ve şimdi çok daha emniyetlidir. Buraya ne gaz ne de bomba işler. Redroot’un solundaki adam sordu: “Nükleer bir tehlike mi öngörüyorsun Redroot?” “Olabilir! Bugün burada alacağımız kararlardan sonra, dünyada neler olacağını kestirmek zor. Ama biz, bu duvarlar sayesinde hem yangın ve radyasyona karşı hem de elektronik dinlemeye karşı güvendeyiz. Önceki toplantılarımızda kullandığımız elektronik kalkandan daha güvenilir bir yapılanmadır. Üstelik personel gerektirmiyor. Biliyorsunuz işin içine personel girince her zaman güvenlik riski vardır.” Redroot’un solundaki 2.adam: “Güzel… Emniyette olduğumuza göre konumuza geçebiliriz o halde.” Redroot kaşlarını daha da çatarak asasını iki kere daha yere vurduktan sonra konuşmaya devam etti. “Kardeşlerim, şu Türklerin Projesi bizi altüst etti. Başlangıçta böyle olacağını hiçbirimiz öngöremedik. Hatta bizim amacımıza hizmet ediyorlar diye hoşumuza bile gitti. Orduları kaldırdılar, silah sanayimiz çöktü. Haydi, ordusuz bir dünya olsun biz zaten bunu amaçlıyoruz dedik. Birleşik Dünya Yönetimi’ni kurdular. Olsun, bizim işimiz daha da kolaylaştı, içlerine sızarız ve yönetimi kontrol ederiz dedik. Tek hukuk sistemine geçtiler. Satın alacağımız adamlar bize gereken yasaları çıkartır dedik, hatta bütün konsey başkanlarını satın alabiliriz ve imparatorluğumuzu daha erken kurarız diye düşündük. Bunların hepsi zaten bizim planlarımızda da yer alan şeylerdi. Ama artık amaçlarımız farklılaştı. Bizim devreye girme ve müdahale etme zamanımız geldi. Hatta geç bile kaldık. Teşkilatımızın bazı örgütleri, tam olarak çözüldü. Kutsal toprakları kaybettik. Bugün anlıyoruz ki; bunlar bizi bitirmeye kararlı. Şimdi de parayı yok ediyorlarmış! Paramız puan olacakmış. Bizler paramızı, sanal ortamdaki bu puana çevirirken servetlerimiz de ortaya çıkacaktır. Aksi halde elimizdekiler geçersiz bir yığın kâğıt parçası olacak. Daha da kötüsü: bu dönüşüm sırasında paralarımıza da sınırlama gelecek. Yani bir anlamda paralarımıza el koyacaklar.” 7.adam: “Evet. Bu doğru. Her yıl sadece bir milyon doları kullanma hakkımız olacakmış.” 4.adam: “Dolar değil puan kardeşim, puan…” 7.adam: “Puan veya dolar, ne fark eder? İkisi de aynı değerde değil mi? Bu proje gerçekleşirse biz mahvoluruz kardeşlerim, durum çok ciddi.” Adamlar birbirlerinin sözünü hiç kesmeden, son derece saygılı, sabırlı, oldukça ağır ve dramatik bir sesle konuşuyorlardı. Redroot: “Evet zaten amaçları da bu. Bizi yok etmek istiyorlar! Bizi başka yollardan yok etmeleri imkânsız çünkü.” 2.adam: “Öyleyse ne yapacağız? Bunu konuşalım.” 5.adam: “Önce hedeflerimizi saptayalım.” 3.adam: “İlk hedefimiz servetimizi korumak olmalıdır. Lanet olsun, o kadar çok paramız var ki altın, elmas veya mücevhere yatırsak bile, dünyadaki tüm değerli madenleri satın alsak bile bitmez.” 2.adam: “Haklısın. Ama ne kurtarırsak kârdır. Birinci yol bu olsun. Dünyanın bütün ülkelerinde, alabildiğimiz kadar altın ve mücevher gibi şeyler alıp kasalarımızda saklayalım. Peki, başka ne yapabiliriz?” 9.adam: “Onlarla görüşelim derim. Gerekirse tehdit edelim. Bize bir ayrıcalık tanırlarsa bizim de onlara bir zararımız olmaz. Aksi halde onları rahat bırakmayız ve teker teker ortadan kaldırırız.” 49 8.adam: “Ne diyorsun? Yani asıl planlarımızdan vaz mı geçelim?” 9.adam: “Hayır, sadece zamana yayacağız. Başka çare var mı? Dünyayı ancak böyle yönetebiliriz kardeşim. Ordo ab chao! Ama önce kendimizi kurtaralım.” 6.adam: “Beyin takımını yok ederek büyük bir kaos yaratabilir ve düzeni bozabiliriz. Kaos her zaman bizi besleyen bir ortam oldu. Ama bunu nasıl yapacağımızı çok iyi planlamalıyız. Artık eski yöntemlerimiz sökmez!” 2.adam: “Bu çok zor değil! Ama çok riskli! Sonra geriye dönemeyiz. Biliyorsunuz müthiş bir silahları var.” 6.adam: “Biz de gizli bir ordu kurarak o silahların kontrolünü ele geçirelim. O zaman ne istersek onu yapmaya mecbur kalırlar. Dünyaya hâkim oluruz. Yoksa bu paralarımızı zaten kullanamayacağız.” Redroot: “Nasıl bir plan öneriyorsun kardeşim?” 6.adam: “Bakın planımız şu olmalı: Her yolu, her imkânı kullanarak şu silahı ele geçirmek için en iyi teknik adamları, uydu bilimcileri, bilim adamlarını toplayalım. Onlara o kadar çok para verelim ki severek ve isteyerek bizim kölemiz olsunlar. Zaten şimdiden Birleşik Dünya Yönetimi içerisinde dört adamımız var. Ayrıca son derece profesyonel bir ordu oluşturalım ve uydu kontrol merkezini ele geçirelim. Bizim adamlarımız kontrolleri ele geçirsin ve uyduları yönetsin. Bir anda tüm dünyayı silahın etkisine alarak Birleşik Dünya Yönetimini ve ordusunu tesirsiz hale getirebiliriz. Beyin takımından birkaç kişiyi de ortadan kaldırırız. O zaman şartlar bizden yana değişir.” Redroot: “Evet! Bunu yapabiliriz kardeşlerim! Fakat, öncelikle yapılması gereken çok önemli bir şey var… Bu yasanın çıkmasını engelleyebilmek amacıyla hemen küçük bir operasyon yapılması lazım. Bu bize zaman kazandırır ve asıl planımızı uygularız. Asıl planımız ise yeni bir silahla ilgili… Size az sonra açıklayacağım bu yeni silah Türklerin uydu silahından da etkili, korkunç, müthiş bir şey! Bence bizim en güzel çıkış yolumuz budur!” 4.adam: “Yani militarist bir darbe yapalım diyorsun. Bu durumda başarılı olursak, dünyayı yönetme idealimizi de çok daha kısa sürede gerçekleştirmiş oluruz. Bence de güzel bir fikir. Zaten pek fazla bir seçeneğimiz de yok gibi.” 9.adam: “Bu hiç de iyi bir plan değil kardeşlerim. Bence gerçek olamayacak kadar uçuk bir plan.” 10.adam: “Peki sence ne yapmalıyız kardeşim?” 9.adam: “Sanırım aceleci davranmamalıyız. Paniğe hiç gerek yok. Kurtarabildiğimiz kadar parayı kurtarıp şimdilik köşemize çekilmeye ve olayları zamanın akışına bırakarak daha sağlıklı bir plan yapmaya ne dersiniz?” 2.adam: “Hah… Neden toplandık sanıyorsun? Korkaklık etmemeliyiz. Hâlâ dünyadaki en büyük güç biziz.” 9.adam: “Yanlış kardeşim!.. Yanlış! Biz en büyük güç idik, ama artık değiliz… Yüzyıllarca dünyayı istediğimiz gibi yönettik. Devletler kurduk, devletleri yıktık. Savaşlar çıkardık, sınırları değiştirdik. Savaşan ülkelere krediler verdik ve bu sayede onları kontrol ettik. Birleşmiş Milletler örgütünü kurduk. NATO’yu şekillendirdik ve yönlendirdik. Para ile oynadık, insanlarla oynadık. Ama şimdi şartlar değişti. Artık bize ne danışan var ne de etrafımızdaki o büyük devlet adamları… Oyunun dışına itildik. İpler elimizden kayıp gitti… Şu anda zor da olsa bunu kabul etmek zorundayız. Nasıl ömrümüz eriyip gidiyorsa, nasıl bir gün her şey bitecek ve bu hayata elveda diyeceksek, nasıl bütün bunlar bizim elimizde değilse, bugünkü durum da işte böyle bizim elimizde olmayan bir durumdur. Ve bu durum gerçektir.” 50 Bu sözler Redroot’un canını sıkmıştı. Ayağa kalktı, asasını iki kere yere vurduktan sonra masanın etrafında ağır ağır yürüyerek konuştu: “Öyleyse bunu kabul ederek köşelerimize mi çekileceğiz?” 9.adam: “Hayır. Bunu demek istemiyorum kardeşim. Bence asla olmayacak tek şey budur. Fakat gerçekleri iyi anlamak zorundayız… Önce ileriyi görmeliyiz. Olgun ve sakin davranmalıyız… Asıl cesaret budur. Zamanı geldiğinde adam gibi yenilmeyi de bilmek lazım! Ama bu zaman o zaman değildir! Bizim için savaş yeni başlıyor!” Redroot ellerini dramatik bir şekilde açtı ve herkese hitaben: “Yani, şimdi Feller kardeşimiz bize, ‘yenilmiş gibi görünelim, ama gelecek için planlar yapalım’ mı diyor?” 9.adam: “Evet kardeşim. Şimdi kritik bir durumdayız. En küçük bir hata bizi bitirir. Oysa biz ölsek bile hedeflediğimiz yeni dünya düzenini, planlarımızı ve otoritemizi varislerimiz sürdürecek. Yıllar önce büyüklerimiz böyle kararlaştırılmış, hep böyle olacak!. Ben yeminimi unutmadım, tıpkı sizler gibi…” Redroot konuşmasına ayakta devam etti. “Uyarını tabii ki dikkate alacağız kardeşim. Ama öncelikle bütün alternatifleri konuşmalıyız. Senin bu sözlerin sevgili kardeşim, bana ilham ve şevk verdi. Şimdi size kızılcık suyu içmeyi öneriyorum. Böylece biraz daha sakinleşmiş oluruz. Zira az sonra söyleyeceklerim çok önemlidir ve kaderimize ışık tutacaktır. Size yeni planımdan söz edeceğim.” Redroot asasını yere iki kere vurduktan sonra kadehini kaldırarak konuştu. “Hepimize ve Işık Tanrımıza…” Kitty Hawk Uçak Gemisi Amiral Davis ve subayları, durum değerlendirme toplantısından sonra subay lokantasına inmişlerdi. Toplantıda ve yemekte konuşulan tek konu ise, esrarengiz fenerdi. Kim yapmıştı, ne amaçla yapılmıştı, kimler tarafından, nasıl kontrol ediliyordu gibi birçok cevapsız sorular tartışılmaktaydı. Bu sırada yapılan bir anonsla Amiral Davis acil olarak kaptan köprüsüne çağrılıyordu. Köprüde, üçüncü Kaptan Amirale selam verdikten sonra bir zarf uzattı. “Amiralim birinci öncelikte ve gizli bir mesaj geldi. Talimatlar gereği bunu size köprüde teslim etmem gerekiyordu. Kimseyle gönderemezdim. Affedersiniz.” “Teşekkür ederim Albay. Siz devam edin.” Mesajın olduğu zarfı alan Amiral Davis, geminin komutasının üçüncü kaptanda olduğunu bildirdikten sonra doğruca kamarasına gitti. Yaklaşık on beş metrekarelik, fakat her türlü konfora sahip ergonomik bir odaydı. Mesajın yazılı olduğu kağıdı zarftan çıkarttıktan sonra duvardaki çelik bir kapağı anahtarıyla açtı, oradaki yazıcıya benzer bir cihazı düğmesine basarak çalıştırdı. Sonra elindeki kağıdı cihaza yerleştirdi ve tuşlara basarak bir şifre girdi. Cihaz hemen tıkırdamaya başladı ve birkaç saniye sonra cihazın içinden başka bir kâğıt çıktı. Amiral Davis merakla bu kağıdı aldı ve şifresi çözülmüş olan gizli metni okumaya başladı… Okudukça yüzü asılıyordu. Bitirdikten sonra tekrar okudu ve sonra da iki kâğıdı birden imha kutusuna atarak yok etti. Hemen köprüye döndü ve komutayı ele aldı. İlk olarak iletişim subayını ve ikinci kaptanı yanına çağırarak talimatlarını verdi. “Baylar! Şu andan itibaren üçüncü seviye acil durum prosedürünü yürürlüğe sokmuş bulunuyorum. Ben ve Albaylar dışında hiç kimse dışarıyla iletişim kurma- 51 yacak. Her türlü iletişim kesin olarak yasaklanmıştır. Ancak bunu personele duyurmadan uygulayacaksınız. Bunu yapabilir misiniz?” “Sanırım bir süre için bu mümkün Amiralim. Onlara iletişim cihazlarında bir sorun var. Üzerinde çalışıyoruz filan gibi bir şeyler söyleriz. Fakat sorabilir miyim Amiralim; bu durum ne kadar sürecek?” “Belli değil Albay… Ne yazık ki hiç belli değil. Siz bu uygulamayı çaktırmadan sürdürebildiğiniz kadar sürdürün. Sonra durumu açıklarız. Şimdi de bana Lojistik subayını çağırın.” Az sonra geminin iaşe ve lojistik subayı köprüdeydi. “Erzak durumumuz nedir Binbaşı?” “Program gereği yirmi beş günlük standart iaşemiz var. Ayrıca acil durumlar için altmış günlük acil stokumuz var Amiralim.” “İçme suyu ne durumda?” “Üç yüz bin litre içme suyumuz var, bu da otuz gün kadar yeterli olur. Acil durumlar için içme suyu üreten şu sistemi de devreye sokarız. Yetmese de takviye eder Amiralim.” “İyi, fakat siz gene de dikkatli kullanın. Bir süre karaya çıkamayacağız. Bu sürenin ne kadar olacağını şu anda bilemiyorum. Şimdilik size kısıtlayın demiyorum, ama savurganlık da yaptırmayın. Yemekleri de az tuzlu yaptırın. Anlaşıldı mı Binbaşı?” Goose Green Donald Garry’nin yüzünde her zamanki gibi ciddi bir ifade vardı. Bir süre konuşmadan, Eddie’ye sonra önündeki kâğıtlara baktı. Sonra da evraklarını toplayıp bir dosyaya yerleştirdi ve dosyayı masanın arkasındaki metal dolaba koydu. Bunları yaparken düşünmek için zaman kazanmak istiyormuş gibi bir hali vardı. Koltuğuna oturdu. Kalemini gömleğinin ön cebine yerleştirip, ellerini kavuşturduktan sonra konuşmaya başladığında, Eddie oldukça meraklanmıştı. “Bak Eddie, iyice araştırdım, bu sinyali kimse bilmiyor. Uluslararası frekans tahsisi kurumuna da başvurdum. Onlar bu lokasyonda, bu frekansı ancak eski askeri birimlerin kullanabileceğini, sivil hiçbir kayıt olmadığını söylediler. Ben de araştırmayı kestim. Sonra ne oldu biliyor musun? Birkaç saat sonra beni, Arjantin’deki bir veri aktarma merkezinden, bir iletişim subayı aradı. Neyi araştırdığımı öğrendiğini ve benimle görüşmek istediğini söyleyerek randevu aldı. Onunla görüşünceye kadar kimseye bir şey söylemememi de sıkı sıkı öğütledi. Söylediğine göre bu askeri bir konuymuş. Yarın buraya geliyor. İşte hepsi bu.” “Ya! Çok ilginç değil mi? Demek ki bir şey yakaladık. Yoksa adam Arjantin’den buraya neden gelsin? Öyle değil mi?” “Bak Eddie, beni neye bulaştırdığını bilmiyorum. Ama o görüşmede senin de bulunmanı ve her şeyi anlatmanı istiyorum. Tamam mı?” “Acaba başımıza kötü bir şey gelir mi Bay Garry, ne dersiniz?” “Hiçbir fikrim yok Eddie. Ama adamın ısrarlı öğütleri beni korkutmuyor dersem yalan olur. Belli ki bu gizli bir şey, sen beni neye bulaştırdın acaba Eddie?” “Bay Garry, acaba Birleşik Dünya Yönetimi’ne bilgi versek de fazla riske girmesek, nasıl olur sizce? Çünkü başımıza ne geleceğini bilemeyiz değil mi? Bu adamı da tanımıyoruz. Hatta ordu mensubu olduğu bile ne malum?” Bay Garry biraz düşündükten sonra: 52 “Haklı olabilirsin tabii, fakat adam doğru söylüyorsa yanlış bir şey yapmış olmaz mıyız?” “Bence buna değer. Diğer olasılık daha riskli diye düşünüyorum.” “Peki o halde… UIC(3) web sitesine girelim ve online bilgi hattından, bu olayı hemen bildirelim.” “Evet Bay Garry. Bence de öyle yapalım. Elimizde bir koz olur. En azından, iyi niyetle hareket ettiğimizi ispatlamış oluruz.” “Gel bakalım Eddie, birlikte yazalım o halde. Ne yazacağız?” Bu karar üzerine Eddie oldukça rahatlamıştı. “Olayı baştan sona, olduğu gibi anlatmak iyi olur herhalde.” “Tabii de, nasıl başlamalı, onu soruyorum?” Eddie, Garry’nin endişeli haline inat, oldukça sakin ve rahat görünüyordu. Biraz da şımarık bir tavırla konuştu: “Şöyle olabilir mi Bay Garry? Serin bir Ekim sabahıydı. Horozlar yanık yanık öterken…” “Tamam, tamam, sen sus Eddie, ben yazarım!” Los Angeles, California Responsible Security Company (RSC) adlı özel güvenlik kuruluşuna ait olan görkemli binanın uzun gölgesi, 8.caddenin önemli bir kısmını kaplıyordu. Özellikle öğleden sonraları caddeyi epeyce rahatlatan bu gölge, park eden araçlar ile yayalar için önemli bir çekim merkeziydi. Birkaç basamak yükseklikte olan bina girişinde, yarım daire şeklindeki markizin altında yer alan döner kapının her iki yanında, daima şık üniformalarıyla nöbet tutan iki güvenlik görevlisi bulunurdu. Özellikle şirketin reklamı olması açısından bu seçkin ve şık nöbetçiler gündüz saatlerinde sürekli kapının dışında tutulmaktaydılar. Herkese tebessüm ederek, selam veren bu genç adamlar titizlikle seçilmiş, iyi eğitilmiş, son derece nazik, ve oldukça yakışıklı kimselerdi. Arthur Colonel’ın A8 model, siyah Audi’si kapının hizasında durduğunda, nöbetçilerden biri hemen merdivenleri inerek otomobilin arka kapısını açtı. “Hoş geldiniz Bay Colonel.” “Teşekkür ederim Norman.” Bu sırada diğer nöbetçi ise aldığı eğitime uygun olarak, dikkatli gözleriyle etrafı kontrol ediyordu. Colonel’ın şoförü otomobili binanın alt katındaki garaja götürmek üzere hareket ettirdiğinde, Colonel de merdivenleri seri adımlarla çıkmaktaydı. Doğrudan ofisine çıkan özel asansörü olmasına rağmen Colonel asla garaja inmez, o gibi yerleri güvenlik açısından sakıncalı görürdü. Döner kapıdan girerken diğer nöbetçiye de bir selam vermeyi ihmal etmedi. Yanında çalışan tüm personelin isimlerini ezbere bilir ve her fırsatta onlara isimleriyle hitap ederdi. Ofisinin bulunduğu en üst kata ulaştığında, orta yaşlı, olgun tavırlı ve oldukça bakımlı sekreter her zamanki gibi onu ofis girişinde karşıladı. “Hoş geldiniz Bay Colonel. Misafirleriniz odanızda bekliyor.” “Sen nasılsın Neely?” “Teşekkür ederim Bay Colonel. Bir arzunuz var mı?” “Yok Neely. Sağ ol.” 3 UIC : United Intelligence Center: Birleşik İstihbarat Merkezi 53 Neely, Colonel’ın çantasını elinden alarak arkasından yürüdü. Odaya girdiklerinde Colonel sıcak bir gülümseme ile misafirlerine yönelirken, Neely çantayı masanın üzerine bıraktı ve odadan çıktı. Colonel, “Baylar, uzun bir aradan sonra sizleri tekrar gördüğüme çok sevindim! Hoş geldiniz,” diyerek onlarla kucaklaştıktan sonra devam etti. “Bu ziyaretiniz benim için olduğu kadar sizin içinde çok önemlidir. Henüz bilmiyorsunuz ama, ben sizin hayatınızı değiştireceğim.” Ziyaretçileri Colonel’ın yaşlarında, şık giyimli ve atletik yapılı iki Amerikalıydı. Colonel teker teker onları kucaklarken ikisi de önceden tanıştıkları halde Colonel’a isimlerini söylediler. Colonel bu isimleri aklında tutmak için özel bir çaba göstermedi. Aslında ikisinin de sahte isimler olduğunu biliyordu. Gene de kuvvetli hafızası sayesinde gerektiğinde bu iki ismi rahatça hatırlayacaktı: Robert ve Albert… Robert gülümseyerek konuştu: “Sen geçmişte de bizim hayatımızı değiştirirdin zaten. Bu yüzden senden kurtulur kurtulmaz evlendim.” “Yapma yahu!.. Beni yalnız bıraktınız demek… Neyse, tebrik ederim dostum. Gelmenize gerçekten çok sevindim.” “Eski liderimiz olarak senin davetine gelmemezlik yapamazdık değil mi Colonel? Yeni ismin de sana çok yakışmış doğrusu.” “Hah ha! Bu babamın ismiydi biliyor musun?” “Tahmin edebiliyorum Colonel.” Albert sadece tebessüm ediyordu. Colonel ona doğru ilerledi. “Sen ne yapıyorsun görüşmeyeli Leo?” “Artık benim ismim Albert. Bildiğin gibi Dallas’da bir güvenlik şirketi kurdum. İşler fena değil, çalışıyorum işte, tıpkı senin gibi…” “Güzel. İşinizden memnun musunuz dostlarım? Herhangi bir sıkıntınız filan var mı?” Robert atıldı: “Biliyoruz, dağıldıktan sonra hepimiz kendi yolumuza gidecektik, ama kader bizi gene aynı yolda birleştirdi dostum. Tesadüfen üçümüz de aynı mesleği seçmişiz. Sanırım bu yüzden bizi bulman kolay oldu. Ayrıca birbirimize yardımcı olmamız, bazı durumlarda paslaşmamız iyi olur. Biliyorsun, birlikten kuvvet doğar. Sanırım, hepimizin desteğe ihtiyacı var.” Colonel: “Doğru! Ben de sizi bunun için çağırdım zaten.” Albert: “Vay canına! Her zamanki gibi, işin peşini bırakmıyorsun Nag! Hâlâ çimenlikte mi oynuyorsun yoksa?” diyerek TURF’ü ima etti. Colonel: “Ne yapalım? Can çıkmadan huy çıkmazmış. Bizler doğuştan istihbaratçıyız. Bu kanımıza işlemiş!.. Artık benim adım Colonel baylar. Arthur Colonel. Lütfen bunu kullanın! Size ne ikram edeyim dostlarım?” Colonel barın arkasına geçerek içkileri hazırlarken Albert masanın üzerindeki güzel bir kadının tanıdık resmine bakarak sordu: “Hâlâ bekâr mısın Colonel?” “Evet dostum… Maalesef! Neel ve ben bir türlü evlenemedik.” Az sonra viskilerini içerlerken, artık var olmayan gizli örgütün eski başkanı Nag, yeni adıyla Colonel konuya girdi. “İki önemli konu var baylar. Birincisi şu: Biliyorsunuz Konsey yeni bir yasa ile parayı kaldırmaya ve kişisel servetleri sınırlamaya hazırlanıyor.” Robert: “Evet, biliyoruz. Yani?” 54 Colonel: “Dinle dostum. Puanlarımız bloke olacak ve her yıl için sadece bir milyon puan kullanabileceğiz. Servetimizden her yıl sadece bir milyon dolar karşılığında puan… Anlatabiliyor muyum?“ Albert: “Zaten o paralar senin servetin değildi ki… Örgüte tahsis edilen ödeneği paylaşmıştık.” Colonel: “Evet, o zaman ben sizi ikna edebilmek için buna razı olmuştum. Ama gerçek bu! Hak ettik mi? Bence sonuna kadar hak ettik dostlarım. Hem de son kuruşuna kadar… Hepimiz aynı gemideyiz. Ben de her yıl paramın sadece bir milyonunu alabileceğim. Redroot’lar da, Rockefeller’ler de, Onassis’ler de… Bu bizim için katlanılabilir bir şeydir. Ama onlar buna asla katlanamazlar.“ Albert: “Ne demek istiyorsun?” Colonel: “Demek istiyorum ki; Konsey’in bu uygulaması aşırı zenginleşmenin bir frenidir. Onlar açısından bakılınca, yapılması gereken bir hamledir... Çünkü dünyanın en zengin adamları olarak bildiğimiz gizli listedeki ilk on kişi, daha doğrusu on aile, dünyayı ekonomik açıdan yönetiyorlardı, biliyorsun.” Robert: “Trilateral ve İlluminati’den mi bahsediyorsun?” Colonel: “Evet onlar ve vakıfları… Daha başka örgütler de var. Rakip örgütler ve hatta cemaatler…” Robert: “Biliyorum. Evet?” Colonel: “İşte bu nedenle bu yasa çıkarılıyor. Akıllarınca dünyayı bu domuzlardan kurtaracaklar. Size bir şey daha söyleyeyim mi? Bunların maden ve petrol gibi kaynaklarına da el koyacaklar. Yakında hepsi kamulaştırılacak.” Albert: “Vay canına! Bu onları tümden bitirir. Sen bunu nasıl öğrendin?” Colonel: “Ben eski bir istihbaratçı olarak yeni bazı bağlantılar kurmadan edemedim dostum. Ne yaparsın, alışkanlık işte…” Robert: “İnan bana bu herifler öğrendiyse rahat durmazlar. Mutlaka bir girişimleri olur.” Albert: “Sanırım haklısın!” Colonel: “Pekâlâ dostum. Bu bizim için o kadar önemli bir konu değil. Zaten yapabileceğimiz şeyler de belli. Birbirimize destek olacağız ve paramızı şirket hesaplarında tutarak, fazlasını yatırım projelerimize aktaracağız. En akıllı çözüm bu şimdilik.” Colonel küçük bir kağıda bir not yaparak onlara uzattı. Albert notu okuyunca Colonel’e baktı. Colonel işaret parmağını dudaklarına götürerek onlara konuşmayın anlamında bir işaret yapıyordu. Hemen ikisi de üzerlerindeki cep telefonlarının pillerini çıkartarak cihazları sehpanın üzerinde durmakta olan porselen görünümündeki bir kabın içine koydular ve kapağını kapattılar. Çünkü kâğıtta bunu yapmaları yazıyordu. Robert: “Bu yeterli mi?” Colonel “Evet Zed. Ben diğer önlemleri aldım. Merak etme konuştuklarımızı artık kimse dinleyemez.” Robert: “O zaman anlat bakalım dostum. Bizi meraklandırdın.” Colonel: “John Channe beni aradı ve görüşmek istediğini söyledi.” Robert: “Senatör John Channe mi? O adam hem Bilderberg, hem de CFR(4) üyesiydi. İlluminati’ye çok yakın biridir. Onlara çalıştığından şüphem yok.” Albert: “Ah zavallılar, paçaları sıkıştı değil mi? Peki sen ne yaptın? Gittin mi?” Colonel: “Evet gittim.” Robert: “Eee?” 4 CFR: ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin kısaltması 55 Colonel: “Orada kiminle görüştüm bilin bakalım?” Albert: “Sorduğuna göre, herhalde senatör Channe ile değil.” Colonel: “Senatörün evinde Bay Redroot vardı!” Albert heyecanlanmıştı. “Nee!.. David Redroot mu?” “Ve bana ne teklif etti biliyor musunuz? Tam iki yüz milyar dolar!” Robert: “Bu herif kafasını bir yere çarpmış galiba... Hala dolar mı kullanıyor? Herhalde ayakta rüya görüyordur.” Colonel: “Yahu, adam yeni düzene adapte olamadığı için dolar diyor sanmayın. O düzeni tekrar değiştireceklerini ve dünya parasının yeniden dolar olacağını söylüyor. Bu yüzden bütün dolarlarını puana çevirmeyip, değişik yerlerdeki yeraltı depolarında saklıyacakmış. Dünyanın bütün bankalarındaki nakitlerini yavaş yavaş taşıyor ve bilinmeyen yerlerdeki bu depolarına aktarıyormuş. Bana teklif ettiği bu iki yüz milyar dolar da onun için pek önemli bir para değilmiş. Ailenin toplam nakit servetinin on dört trilyon dolar civarında olduğunu söyledi. Birleşik Devletler bütçesinden bile çok fazla!.. İlluminati’nin kontrol ettiği toplam ise, yüz trilyon dolar civarındaymış. Bu konuda çok ciddi idi ve ben de ona inanıyorum. Dünyanın en büyük bankaları onların elinde, yoksa bu ekonomik krizleri nasıl yaratabilirlerdi?.. Bana bu parayı hemen ve peşin olarak ödeyebileceğini söyledi.” Robert: “Vay canına! Şimdi boku yedik işte! Söyle bakalım Colonel, senden ne istedi?” “Gizli bir ordu kurmamızı ve Birleşik Dünya Yönetimi kontrolündeki uydu kontrol merkezlerini ele geçirmemizi istiyor. Ancak bundan önce, Kudüs’de bir operasyon yaparak söz konusu yasanın çıkmasını engellememiz gerekiyor. Bunu başarabilirsek, sonrasında orduyu beslemek için her yıl yüz milyar dolar ödemeye devam edeceğini söyledi. Ayrıca şu Down Point üslerini kullanarak Türkiye’ye birkaç füze göndermemizi ve…” Albert: “Nasıl? Hangi üs, sen neden bahsediyorsun dostum?” “Ah, sen son toplantıda yoktun, unutmuş olabilirsin. DIA’in Karşı operasyonlar servisinin planladığı şu Down Point Projesi’nden bahsediyorum. Bu nükleer savunma noktalarından biri de Weddell Denizinde idi. Eski ve kullanılmayan bir üs olması sebebiyle toplantılarımızda pek gündeme gelmezdi. İnsansız olarak işleyen robotik üslerden biri. Zaten hiç ihtiyaç da olmamıştı.” Robert: “Hatırlıyorum… Peki, o üsler Konsey’e devredilmedi mi?” “Hayır dostum. O karambolde unutuldu… Bu işten sorumlu kişiler de ya kaçtı, ya saklandı, ya da öldüler. Bu yüzden kimse konuşmadı. Çünkü herkes kendi paçasını kurtarma derdine düşmüştü. Ben de, o dağılma kararı aldığımız toplantıdan önce bu üsleri pasivize ettiğim, daha doğrusu ettiğimi sandığım için üzerinde durmamıştım. Tabii ki çok büyük bir hataydı.” Robert, bir an için Colonel’in bu bilgiyi koz olarak kendine saklamayı istemiş olabileceğini düşündü. Şeytanca fikirleri olan bu adamı iyi tanıyordu çünkü. Fakat bu konuda şimdilik bir şey söylememeyi tercih etti. Albert: “Üsler aktif durumdaydı. Değil mi?” “Ne yazık ki, evet dostum.” Robert: “Bu işi yapabilmek için küçük bir ordu gerekir. Ayrıca biz bunu yapmalı mıyız, doğrusu bilemiyorum? Sen ne düşünüyorsun? İki yüz milyar dolar için buna değer mi?” Robert, Colonel’den önce atıldı: “Bu para, eskiden birçok devletin askeri harcamalarından da fazla!” “Evet bu doğru!.. Ne diyorsunuz?” 56 Robert: “Senin düşüncen nedir Colonel?” “Bu son derecede riskli bir iş biliyorum, ama karşılığında teklif edilen para da çok çok iyi. Biz eskiden de zaten böyle riskli işleri severdik. Öyle değil mi? Dünyanın kaderiyle oynamak gibi...” Robert tepkisini sakin bir şekilde göstermeyi başardı. “Gibisi fazla Colonel!.. Fakat bu artık bizim felsefemize ters düşer. TURF’ü dağıtırken aldığımız kararla bağdaşmaz! Ne yani, tükürdüğümüzü yalayacak mıyız?” Albert ise daha tepkiliydi ve fazla dayanamadı. “Evet, Robert haklı, uğrunda bizi öldürmeyi bile göze aldığın yeni dünya düzenine, bu barış dünyasına ne oldu Colonel?! Birkaç dolar verilince fikrin mi değişti? Yoksa buraya da bir bomba mı yerleştirdin? Ha?! Kabul etmezsek bizi de öldürecek misin şimdi? Söylesene!” Colonel, kafasına ağır bir yumruk yemiş gibi hissetti, gözleri irileşti ve şaşkın bakışlarını Robert’a çevirdi. “Ona sen mi söyledin Zed? Bunu nasıl yaparsın?” der gibi bakıyordu. Çünkü bu sırrı bilen tek kişi, o zamanki kod adıyla Zed, yani Robert idi. Colonel, büyük bir hayal kırıklığına uğramış halde ve oldukça kızgın sesle konuşuyordu. “Bunu nasıl yaparsın Zed?! Aramızda kalması gereken bir sırdı bu! Sana güvenmekle hata yaptığımı şimdi anlıyorum. Başka kimlere anlattın adi herif! Gazetelere de ilan verdin mi?” Colonel ayağa kalkmış, sinirli bir şekilde ileri geri yürüyordu. “Sana güvenmekle ne kadar büyük bir hata yapmışım meğer!” Robert ise oldukça rahat görünüyordu. Hafifçe tebessüm etti ve sakin bir sesle, Colonel’in duymak istediğini düşündüğü şeyleri söylemeye başladı. Çünkü onu iyi tanıyordu. “Bak Colonel, iki kişinin bildiği şey sır değildir. Bunu bize hep sen söylerdin. Her şey bitti ve geçmişte kaldı. Üstelik ben bu hareketinden dolayı hâlâ seninle gurur duymaktayım. Çok cesur bir plandı. Kendini feda etmeyi bile göze almıştın, hem de gözünü bile kırpmadan. Sırrını açık etmek için değil, onun da seninle gurur duymasını istediğim için, bunu sadece Albert’a anlattım. Anlıyor musun? Sadece Albert’a… Tamam mı dostum! Sen benim gözümde hâlâ büyük bir kahramansın. Albert için de öyle. O gün, sen en doğru kararı verdin ve cesaretle uyguladın! Olağanüstü bir durumdu. Eğer o gün beklenmedik bir olay olsaydı, kendin de içerdeyken o bombayı patlatacaktın. O gün, bunu gözlerinden anlamıştım. Planını uyguladın ve örgütü sessizce tasfiye ettin. Bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu bugün çok daha net olarak anlıyoruz. Şimdi bir devrim sürecindeyiz. Bu öyle büyük bir devrim ki, hiçbir güç onu engelleyemez. Yeni yapılanmaya karşı direnmemiz beyhude olurdu. İşte sen bunu daha o zaman görmüştün. O kararı verirken, insanlığa da büyük bir hizmette bulunmuş oldun. Hiç de kolay bir karar değildi dostum!.. Samimi düşüncelerim bunlardır.” Colonel arkadaşını dikkatle dinledikten sonra bir süre düşündü. Fikir ayrılığına düşerek yanlış bir eyleme kalkışan iki örgüt arkadaşının ölüm kararını vermiş olmak, onu oldukça sarsmıştı. Hiç belli etmiyordu ama o olayı her hatırladığında hâlâ içi burkuluyordu. Yere bakarak başını iki yana salladı. Sonra çenesini sıvazlayarak bara doğru yürüdü, son derece rahatsız olmuş bir insanın ruh haliyle ve dramatik bir sesle konuşmaya başladı. “O zaman siz bu konuyu artık unutmalısınız. O çok ciddi bir durumdu ve kritik bir karardı. Orada kaderlerimiz aynı idi ve sadece bir işti... Artık bu konuyu unutalım arkadaşlar. Gerçekten beni rahatsız ediyor. Lütfen!” 57 Colonel viskisini yenileyip tekrar eski yerine, koltuğuna oturmuştu. Onu dikkatli gözlerle izleyen Robert yeniden konuşmaya başladığında, ortam daha da sakinleşmişti. “Sen bakma Albert’ın böyle konuştuğuna. Az öncesine kadar o da sana hayrandı. Ancak bugün burada tam tersi bir karar alman bizi üzer dostum. İşte söylemek istediğim diğer bir şey de budur. Bize böyle bir iş teklif ediyorsan, bil ki, ben yokum…” Albert da asık bir yüzle kararını tekrar vurguladı ve Robert ile birlikte ayağa kalktılar. “Ben de…” Colonel de birden ayağa kalktı. Yüzü aydınlanmıştı. Robert’e doğru elini uzatarak ilerlerken: “Sizden de bunu beklerdim dostlarım. Beni yanıltmadınız,” derken oldukça duygulu bir tonda konuşmuş ve ikisinin de sırtını sıvazlamıştı. Arkadaşları şaşkın gözlerle Colonel’e bakıyorlardı. Albert: “Yani şimdi sen bizi testten mi geçirdin? Redroot’un teklifini ret mi ettin?” “Sorunun birinci kısmına cevabım, evettir. Sizleri tekrar test etmek zorundaydım. Şimdi anlattığımda bana hak vereceğinize eminim.” Robert, Colonel’ın yolundan sapmadığını öğrendiğine sevinmişti. “Bak, buna içerim işte!” diyerek bara giderken ekledi: “Redroot’u reddettiğine göre, o şimdi başka bir yoldan hedefine gitmeye çalışıyordur sanırım. Peki, biz ona engel olacak mıyız?” “Hem evet, hem hayır dostum. Redroot’un teklifini reddetmedim. Hatta parayı da aldım. Alt kattaki sandıkların içinde tam iki yüz milyar dolar tutarında Birleşik Dünya Banknotları var.” Albert ve Robert gene şaşkındı. Colonel’ın ne yapmak istediğini çözmeye çalışıyorlardı. Robert: “Nasıl yani? Teklifi kabul mü ettin?! Nasıl olur? Gene neler planlıyorsun Colonel?!” “Evet dostum. Kabul ettim. Çünkü… Ya da, şöyle yapalım arkadaşlar; şimdi içkilerinizi tazeleyin, yerlerinize oturun ve hiç konuşmadan söyleyeceklerimi dinleyin. Asıl bombayı az sonra duyacaksınız!” İkisi de hâlâ şaşkındı. Şok üzerine şok geçirmiş insanların ne yapacağını bilmez halleri vardı üzerlerinde. Düşünceli bir halde içkilerini aldılar. Yerlerine oturup içkilerini içmeye başladılar. Robert daha heyecanlıydı: “Bana anlatmadan önce şunu bilmesin ki Colonel, seni konseye ihbar edebilirim dostum. Hem de gözümü bile kırpmadan,” diyerek, içkisini bir dikişte bitirip kalktı ve tekrar bara gitti. Bu sırada Colonel de eline bir kadeh içki alıp, sakince onların oturmalarını bekledi. Robert ve Albert tekrar oturduktan sonra birbirlerine baktılar. Kısa bir sessizlikten sonra Albert konuştu. “Biz hazırız Colonel. Hemen anlatsan iyi olur.” “Dileyin dostlarım. Ben RSC’yi paravan bir şirket olarak kurdum. Yani, RSC bir maskedir. Asıl görevim ise… Ben, Birleşik İstihbarat Örgütü’nün Kuzey Amerika’dan sorumlu Bölge Şefiyim.” Albert gözlerini patlatmış, Robert’ın da ağzı açık kalmış, her ikisi de şoktaydı. “Bu nasıl oldu? Merak ediyorsunuz biliyorum. Şöyle oldu dostlar. Konseye ihbarda bulunup Başkanın ve CIA yetkililerinin sakladığı yerleri ve bunlarla ilgili 58 elimizdeki belgeleri ilettiğimde, oradaki Türk istihbaratçılar benim izimi çabucak buldular. Adamlar müthişti. Tam dokuz ay hapishane gibi bir odada, gözetim altında kaldım. Çok büyük sorgu ve testlerden geçirildim. Doğrusu zor günlerdi. Sonunda güvenlerini kazandım ve bana bu görevi teklif ettiler. Bir de cesaret ve onur madalyası verdiler. Yemin ederek bu şerefli göreve başladım. Onlar da benim bilgi ve birikimlerimden yararlandılar. Hâlâ da yararlanmaktalar. İşte böyle dostlar. Şimdi, sizleri niye çağırdım. Bunu da açıklayayım. Konseyin kararı ile İllüminati ve uzantısı örgütlere karşı bir operasyon yapılacak. Ancak bu adamlar da boş değil. Onların da önemli haber kaynakları var. Bir süredir onları izliyoruz. Sonunda mutlaka tasfiye edilecekler. Ama sizin de tahmin ettiğiniz gibi rahat durmayacakları belli. Bu yüzden bizim kendi personelimizin dışında adamlar gerekiyor. Onların teklifini kabul etmiş olarak silahlı bir kuvvet, özel bir birlik kuracağız. Onların istediği suikast ve ele geçirme operasyonlarını yapacağız. Sonuçta, zafer kazandıklarını sanarak ortaya çıktıklarında, hepsini tutuklamak için elimizde yeterli kanıt, tanık ve belge olacak. İşte planın özeti bu.” Robert’ın şaşkınlığı geçmiş, durumu kavramıştı. “Bu planda bizim pozisyonumuz tam olarak nedir?” “Sizler Birleşik İstihbarat Örgütünün ‘özel operasyonlar’ timi olarak görev yapacaksınız. Ancak bu göreviniz, dünya tümüyle bu pisliklerden kurtuluncaya kadar kimseye açıklanmayacak. Yani resmi görevli olacak, fakat gayrı resmi olarak çalışacaksınız. Hiçbir kayıt, belge filan yok. Madalyalarınız da siz öldükten sonra ailelerinize verilir herhalde… Hah ha…” Colonel’ın soğuk esprisi ve attığı kahkaha diğerlerinin tebessüm etmeleriyle karşılık bulmuştu. Albert: “Bize şu Down Point operasyonunu anlatarak devam et istersen.” Colonel içkisinden bir yudum aldı. “Evet. Bildiğiniz gibi toplam beş üs var. Üslerin kontrolü radyo dalgalarıyla sağlanıyor. Bunlar otomatik çalışan ve tehlike karşısında kendiliğinden harekete geçen robotik üslerdir. Ancak, harekete geçebilmeleri için önce aktiflenmeleri gerekiyor. Belli merkezlerden sinyal göndererek harekete geçirilebiliyor. Biz bu üslerin hep pasif durumda olduklarını sanıyorduk. Dün bir uçak gemisi ile bir denizaltı tesadüfen bu üslerden birine yaklaştı ve üs savunmaya geçti. Çünkü üsler aktif duruma geçirilmişti. Birleşik Dünya Donanması bu yüzden bir denizaltısını kaybetti. Programlandığı üzere savunma durumuna geçerek, düşman sandığı bu gemilere saldırdı. Batan denizaltının mürettebatının çoğu öldü.” Robert, “Son toplantıda bana bu üsleri Yew’in aktiflediğini söylemiştin.” Colonel, “Haklısın. Ama ben onları tekrar pasif hale getirmek için iletişim istasyonuna talimat göndermiştim.” Robert, “Demek ki talimatın yerine getirilmedi. Ya da birisi onları tekrar aktifledi, olamaz mı?” Colonel, “Doğrusu bilemiyorum. Bu istasyonlarla temas tek yönlü olarak ve şifreli mesajlarla sağlanıyor. Cevap gelmesi mümkün değil. Oradaki personel talimatın nereden geldiğini bile bilmez. Talimatı veren de nereye ve kime gittiğini bilmez. Sadece gerekli şifreler kullanılır ve o şifre mesajın doğru adrese gitmesini sağlar. Haberleşme sisteminin nasıl çalıştığını da bilmiyorum. Projenin gizli kalması için böyle planlanmış.” Robert, “Belki de şifreyi değiştirmişlerdir. Senin talimat da yerine gitmemiştir.” 59 Colonel, “Olabilir… Hayır olamaz! Çünkü ben Yew’in aktiflerken kullandığı şifreyi biliyordum. Aynı şifreyi kullanmıştım. Ama hâlâ anlayamadığım bir nedenle başarılı olamadığım anlaşılıyor.” Robert: “Bak bu kötü olmuş… Örgüt bu olayı öğrenirse kaos yaratmak için kullanır. Fakat sanırım sen bu olayı hemen gizlemişsindir. Değil mi Colonel?” “İyi tahmin ettin. Bilgi almak için merkezden beni aradılar. Olayı öğrenir öğrenmez bu bilginin çok gizli kalması gerektiğini söyledim. Sadece Konsey ve Kitty Hawk personeli biliyor. Onlara da gizlilik uyarısı yapıldı. Hatta bu yüzden personelin haberleşmesine yasak getirildi. Operasyonlar bitene kadar da gemi karaya uğramayacak!” “Çok iyi… Bu aşamada bir sızma olursa bizim hayatımız da riske girer!” “Haklısın. Hatta operasyon da yatar.” Albert başını öne eğip bir süre düşündükten sonra: “Neden bizi seçtin Colonel?” “Bu ne saçma bir soru! Haydi, planın ayrıntılarını konuşalım. Sonra da çıkıp güzel bir yemek yiyelim. Sofistike yerlerde birlikte görünmemiz iyi olur.” Birkaç saat sonra üç arkadaş Pasifik kıyısındaki lüks bir lokantada aynı masadaydılar. İçkilerini ve yemeklerini sipariş ettikten sonra Albert sohbeti başlattı. “Bu Santa Monica’yı çok seviyorum dostlarım. Eğer günün birinde emekli olursam kesinlikle buraya yerleşeceğim.” Colonel: “İyi edersin Albert. Burası tam bir emekli yeri, tabii çok parası olanlar için.” Albert, “Ah, paranın canı cehenneme! Zaten, o zaman para diye bir musibet olmayacak ki... Doğrusu, o günleri iple çekiyorum dostlar. Ölmeden, şu dünyada paradan daha önemli bir şeyler olduğunu göreyim yeter!” Gülüştüler. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Güvenlik Konseyinde olağanüstü durum sürüyordu. Harekât Merkezi’ndeki tüm yetkililer acil bir operasyon için planlar hazırlıyor ve üzerinde tartışıyorlardı. Fakat diğer dört üssün yerlerini henüz bilmedikleri için genel çerçevede nasıl bir operasyon yapılması gerektiği gibi konuları belirleyemiyorlardı. İstihbarat Dairesi Başkanı Jarmundsen elinde birkaç harita olduğu halde içeri girdi ve heyecanlı bir sesle konuştu. “Beklediğimiz bilgiler geldi Sayın Başkan.” Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Koray hemen İstihbarat Dairesi Başkanı Jarmundsen’in yanına gitti. Diğer subaylarda etrafında toplandılar. Jarmundsen elindeki paftaları masanın üzerine yaydı. “İşte, diğer dört üssün yerleri burada. Şu kırmızı işaretli noktalar. Hepsinin altına koordinatlarını tam olarak yazdım.” “Çok iyi Jarmundsen. Gerçekten harika bir iş başardın. Tebrik ederim.” “Teşekkür ederim Sayın Başkan.” “Vay canına!.. Şu lokasyonlara bakın. Kim tahmin edebilirdi? Bunlar dünya’nın en ücra köşeleri… Peki, biz buralara PBDM yönlendirebiliyor muyuz?” Harekât Dairesi Başkanı Orgeneral Andrey: 60 “Evet Sayın Başkan. Ama bir sorunumuz daha var. Uydularımızın enerji kaynakları tükenmek üzere, operasyonu tamamlamaya yetmeyebilir. Bu sorunu nasıl aşacağız, henüz bilmiyoruz.” “İşte bu kötü haber, bunu en kısa sürede aşmalıyız. Rus ve Türk bilim adamlarıyla temas kurun. Onları buraya davet edin ve ne gerekiyorsa hemen yapın.” “Emredersiniz Sayın Başkan…” Jarmundsen: “Ah, bir konu daha var efendim. Dün, Doğu Falkland adasından bir bilgi geldi. Ne olduğunu çözemedikleri, periyodik bir sinyali, sürekli olarak aldıklarını bildiriyorlar. Bir amatör telsizci ile bir iletişim teknisyeni, web online sayfasından bize ulaşmışlar. Bu sinyal, son birkaç gündür şekil değiştirmiş. Bunun bir şifre olduğundan şüpheleniyorlarmış. Arjantin’deki bir askeri iletişim subayı da bu olayla ilgileniyormuş. Yer ve zamanlama olarak bizim fener olayı ile tam örtüşen bu bilgiyi incelemek ve o kişileri dinlemek amacıyla, adaya üst düzey bir ajan gönderdim. Bu bilgi bizim için önemli olabilir.” “Peki Jarmundsen. Siz bu bilgiler ışığında operasyonu planlarken ben de Genel Başkana bilgi vermek istiyorum. Sonra görüşürüz. Goose Green Ertesi gün, Eddie yeniden Garry’nin ofisindeydi. Arjantin’den gelecek olan iletişim subayını bekliyorlardı. Aslında, randevu saatine bir saatten fazla bir zaman vardı. Fakat Garry, Eddie’nin daha erken gelmesini istemişti. Çünkü yeni gelişmeleri ona anlatmak istiyordu. Eddie’ye kahve ikram ederken anlatmaya başladı. “Bu sabah bir elektronik posta geldi Eddie. Nereden biliyor musun?” “Birleşik İstihbarattan değil mi?” “Bravo, nasıl bildin?” “Tahmin ettim Bay Garry, sadece tahmin.” “Bugün buraya onlar da birini gönderiyorlarmış. Az sonra gelir. Seni o yüzden biraz erken çağırdım. Yoksa ela gözlerine bayıldığımdan değil.” Eddie, fırsatı yakaladığında sözünü hiç esirgemedi. “Amy bayılıyor ama…” Garry, bu söz üzerine irkildi ve suratını astı. “Öyle mi? Ukalalık etmek zorunda değilsin Eddie!” “Affedersiniz Bay Garry. İstihbarattan birinin gelmesine sevindim doğrusu. Şimdi kendimizi daha güvende hissedebiliriz.” Garry aslında Eddie’ye oldukça ısınmış, hatta onu sevmeye başlamıştı. Kızıyla arkadaşlık etmesine de bir itirazı yoktu. Zaten Amy yetişkin ve aklı başında bir kızdı. Yirmisini çoktan doldurmuştu, artık onun kararlarına da karışamazdı. Kahvelerini içerlerken kapı vuruldu ve Garry hemen seslendi: “Girin!” Kırklı yaşlarda, oldukça düzgün hatlara sahip, dinamik bir yüz göründü önce. Sonra da bu yüzden beklenmeyecek kadar kalın bir ses geldi: “Bay Garry’i arıyordum.” “Buldunuz bayım… Siz kimsiniz?” Adam, odaya hızlıca bir göz attıktan sonra yanıtladı: “Ben Birleşik İstihbarattan Tony Marks.” Ajan, kimliğini Garry’ye gösterirken gülümsüyordu. Oldukça uzun boylu ve yapılıydı. Takım elbisesinin üzerinde açık renkte, ince bir pardösü vardı. Garry kendini tanıtarak görevini de söyledikten sonra eliyle Eddie’yi göstererek konuştu. “Bu delikanlı da Eddie. Sinyali o keşfetti.” Adam Eddie’ye döndü ve başıyla bir selam verdikten sonra: 61 “Memnun oldum baylar,” dedi. Garry: “Nasılsınız Bay Marks? Şöyle oturun lütfen. Pardösünüzü alayım… Diğer misafirimiz de biraz sonra gelmiş olur herhalde.” Eddie atıldı: “Brüksel’den geliyorsunuz değil mi? Yolculuk nasıldı Bay Marks?” Adam, Eddie’ye sert bir bakış fırlattıktan sonra gülümsedi: “Sanırım beni test ediyorsun delikanlı. Güzel!.. Bu hoşuma gitti… Hayır, bildiğiniz gibi ben Kudüs’ten geliyorum. Oldu mu?” “Affedersiniz. Doğru adam olduğunuzdan emin olmak istemiştim. Yani, her ihtimale karşı… Galiba biraz acemice oldu.” “Doğrusu evet, ama bu gibi durumlarda şüphecilik iyidir… Evet Bay Eddie, olayı bütün ayrıntılarıyla sizden dinlemek isterim. Ama önce bir şey soracağım. Arjantin’den gelecek olan subay beni biliyor mu?” Bay Garry cevapladı. “Hayır, bilmiyor. Burada öğrenecek.” Bu cevaptan sonra Marks, onlara hiç sezdirmeden koltuk altındaki kılıfında duran silahını hafifçe yokladı. Yüzündeki tebessüm hâlâ kaybolmamıştı. Ceketini düzeltti ve konuşurken koltuğa iyice yerleşti. Kalın fakat, sakin bir ses tonu vardı. “Sanırım sporcusunuz Bay Eddie, doğru mu?” “Doğru tahmin ettiniz Bay Marks, ben yüzme antrenörüyüm.” “Güzel… Şu yüzbaşı gelmeden evvel, sizi biraz dinlemek isterim Bay Eddie. Öncelikle, şu telsiz merakınız nereden geliyor?” Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Tasarı Genel Konseyde okunduktan sonra Profesör Yaşlıkaya uzun bir konuşma yaparak hem ülke temsilcilerine hem de basına ayrıntılı bilgiler vermiş, getirilmek istenen yeni ekonomik düzen ile yeni siyasi düzeni ve seçim yasasını anlatmıştı. Sonra birkaç temsilci söz alarak lehte ve aleyhte konuşmalar yapmışlardı. İngiltere temsilcisinin aleyhteki konuşmasından sonra şimdi de Fransa Temsilcisi söz alarak kürsüye çıkmış ve tasarı hakkındaki eleştirilerini bildiriyordu. “Sayın Başkan, Sayın Temsilciler, Profesör Yaşlıkaya ve arkadaşlarınca hazırlanan tasarıyı hep birlikte dinledik. Siz ikna oldunuz mu bilmiyorum, ama ben hiç ikna olamadım. Öncelikle söylemeliyim ki bu tasarının iyi yönleri olmakla birlikte olumsuz yönleri ağır basmaktadır… Parayı ortadan kaldırmak büyük bir maceradır. Sorumsuzca ve iyi düşünülmeden yapılan bir tekliftir. Bu çocukça bir hayalden başka bir şey değildir. Bu, olmayan bir değeri insanlara bir lütuf olarak sunmaktır. Düş satmak gibi bir şeydir. Onlara olmayan bir para vereceksiniz ve ‘alın bunu harcayın’ diyeceksiniz. Doğrusu buna çocuklar bile güler! Sayın Yaşlıkaya siyasi partileri kaldırmaktan bahsetti. Sayın Temsilciler, siyasi partileri kaldırmak da bir maceradır. Bu demokrasiye darbe vurmaktır. Ya da Türklerin dediği gibi; pişmiş aşa su katmaktır. Sayın Temsilciler, siyasi partiler bir süzgeçtir. Partiler olmazsa demokrasi olmaz. Halk ne yöne gideceğini, kime oy vereceğini bilemez! Özetle şöyle söylemek zorundayım ki; bu yasa ile getirilmek istenen uygulamalar gerçekleşebilecek uygulamalar değildir. İnsanlığa karşı tarih önünde sorumlu bir kişi olarak, bu yasaya ölsem de kabul oyu vermem. Bu nedenlerle ülkem adına bu 62 yasaya karşı oy vereceğimi burada kesin olarak ifade etmek istiyorum. Hepinize saygılarımı sunarım.” Bu konuşmadan sonra Genel Kurul’daki hava biraz gerilmişti. Yaşlıkaya hemen söz istedi ve kürsüye çıktı. “Üzülerek söylüyorum ki; Birleşik Dünya Konseyi’ne Temsilci olarak seçilmek suretiyle bu şerefli göreve nail olmuş olan bazı arkadaşlarımdan duymak istemediğim şeyleri duymuş olmanın şaşkınlığı içerisindeyim. Biz burada kendi çıkarlarımızı bir kenara atarak tüm insanlığın çıkarlarını savunmak üzere çalışıyoruz ve de çalışmaya bütün gücümüzle devam edeceğiz. Ama Fransa Temsilcisi, ‘ölürüm de oy vermem’ dedi. Neden bu kadar önyargılı, doğrusu bilemiyorum. Bu uğurda ölecek birisi varsa o da benim Sayın Temsilciler, Fransa Temsilcisi değil!.. Ben ve arkadaşlarım yıllar önce bu amaçla yola çıktık, hayatımızı ortaya koyduk ve gerekirse gene bu amaç uğruna ölürüz. Bundan hiç şüpheniz olmasın! Hedefimiz ise gayet açıktır: Yaşanabilir, mutlu ve zengin bir dünya yaratmak, huzur içinde kardeşçe yaşayacağımız bir düzen kurmaktır. Eğer bazılarının söylediği gibi dünyaya hâkim olmak isteseydik, elimizde fırsat vardı… Bütün silahlar elimizdeydi ve dünya kılını bile kıpırdatamıyordu! Ama bunu yapmadık… Birleşik Dünya Projesini ortaya atarak, bütün imkânlarımızı, hatta uydu silahlarımızı dünyanın hizmetine, yani ortak aklın kullanımına sunduk. Çünkü insanlık için en doğrusu buydu… Fakat ne yazık ki; bazı arkadaşlarım bu olaydan hiçbir ders çıkaramamış! İtirazı olan arkadaşlarımı dinledikten sonra şunu düşündüm. Bu arkadaşlar eskiden kalma muhalefet anlayışından henüz sıyrılamamış ve bu hızlı değişimin verdiği aşırı heyecanla konuşmuşlardır. Bu da bizi haklı çıkarıyor. Onlara biraz zaman verirsek, inanıyorum ki ne yapmak istediğimizi daha iyi kavrayacaklar ve hatalarını görerek yıkıcı değil, yapıcı olmayı tercih edeceklerdir. Çünkü herkes gayet açık şekilde görebilir ki; eski düzende bu gibi çekişmeler yüzünden dünya zarar görmüş ve hatta acılara boğulmuştur. Dünyadaki politik çekişmeler, siyasi polemikler otoriteyi zayıflatmış, siyaset, özellikle siyasi çekişmeler yüzünden adeta laf üretmekten başka bir iş yapamaz hale gelmiştir. İşin esef verici yanı ise, dünyayı yönetenlerin ya da yönettiğini zannedenlerin, daha önce dünyayı birçok dertten kurtaracak olan benzer bir projeyi asla öngörememiş olmalarıdır. Onlar sadece kendi çıkarlarını düşünerek politikalar ürettiler. Birilerinin maşası olmaktan öteye gidemediler. Diğer insanları, başka ulusları göz ardı ettiler. Bu uğurda birçok insanın yok yere acı çekmesine, hatta masum insanların ve hatta çocukların ölmesine göz yumdular. Ama merak etmeyin, onlar şimdi cezaevlerinde yaptıklarının bedelini ödüyorlar. Bizim yaptıklarımızı gördükçe belki hücrelerinde utanırlar diye düşünüyorum… Ama hâlâ bu tarihi gelişmelerden ders almamış bir grup olduğunu da görebiliyorum. Onlar dünyayı kendileri yönetmek istiyorlar. Yani kendi imparatorluklarını ilan etmek sevdasındalar. İşte onlar ve onlara hizmet edenler, bu yasa ile son darbeyi alacaklar ve hezimete uğrayacaklardır. Bunu engellemeye çalışanların çabaları da beyhudedir. Sayın Temsilciler, hayatta herkes hata yapabilir, esas olan hatayı sürdürmemektir. Ama unutmamalıyız ki; her hatanın da bir bedeli vardır. Geç veya erken, bir gün mutlaka karşımıza çıkar ve biz o bedeli öderiz. Hata yapan yöneticileri üç grupta mütalaa edebiliriz. Birincisi; İçinde fesatlık olanlardır. Yani sadece kendi çıkarını gözeten, satılmış, kötü niyetli kişiler. İkincisi; Çapsızlardır. Yani vizyonsuz ve ufuksuz kişiler. Üçüncüsü ise; bir anlık heyecanla ya da bilgisizlik nedeniyle hata yapanlardır ki, bunlar hatalarını fark ettiğinde düzeltebilen insanlardır. Bu hatalar da masum hatalardır. Ama ne sebeple olursa olsun, yönetimlerin yaptığı hataların bedelini tüm insanlar birlikte öder. Bu yüzden artık hata yapmamalıyız!.. 63 Bu insanlara yazıktır. Onlara daha fazla acı çektirmemeliyiz. Buna hakkımız yok! Hiç kimsenin böyle bir hakkı yok! Biz işte bundan dolayıdır ki; ayrımcılığa neden olan bu particiliği yeryüzünden tamamen kaldırmak ve yöneticilik eğitimi almış profesyonel kişilerin, partisiz bir ortamda, bilgi düzeylerine göre derecelendirilerek aday olabilecekleri ve halk tarafından seçilecekleri bir sistem getirmek zorundayız. Yani önce eğiteceğiz ve sonra da içlerinden en iyisini seçeceğiz! Partinin keyfine göre değil, paranın gücüne göre de değil! Eğitim başarısına göre, objektif kriterlere göre aday gösterilecekler, halk da tercihini buna göre yapacaktır. Bu adayların tüm propaganda çalışmalarını da sadece devlet finanse edecektir. Bağış filan yok! Kimse, bu yönetici adaylarını kendi çıkarları uğruna kullanamayacak veya satın alma girişiminde bulunamayacaktır. Bunlar eskiden halkın parasıyla, vergileriyle yapılmıyor muydu zaten? Ama bu düzenleme ile kimsenin cebinden bir puan bile çıkmayacak. Çünkü vergileri de kaldırıyoruz! Bunun adına da ister demokrasi deyin, ister memokrasi deyin, ister rasyonalizm deyin, yeni sistem böyle olmalıdır! Çünkü dünyanın ihtiyacı budur. Sayın Temsilciler, bu yasalar zinciri ile dünya gerçek bir tarafsız düzene, huzurlu bir ortama, güvenli bir yaşama ve dünya kardeşliğine doğru büyük bir adım daha atmış olacaktır. En güzel sonuçlarından biri de dünyada fakir insan kalmamış olacaktır. Savaşlar zaten bitti! Artık savaşa yol açabilecek büyük sorunlar da bitti!.. Dünyamız insanlar için yeteri kadar büyük, yönetmek içinse yeteri kadar küçüktür! Bizler bu ortamda artık kardeş olarak yaşayacak ve torunlarımızı büyüteceğiz. İnsanlar yaşamanın ve özgürlüğün tadına tam olarak varacak, istisnasız herkes, mutlu olma şansına sahip olacaktır. Sorunlarımız olsa bile, sanki bir aile gibi, konuşarak, uzlaşarak, görüşmeler yoluyla, hukuk ile çözeceğiz. Düzenimiz güvenilir ve tarafsız oldukça çözülemeyecek sorun yoktur! Sevgiye dayalı bir baba otoritesiyle Yüce Konsey’imiz tüm sorunlarımızı çözebilir. Öyle değil mi Sayın Temsilciler? Sizlerin yüce teveccühleriyle yasalaşacak olan bu tasarı, en başta fakirliği yok edecektir. Şimdi tereddüt eden arkadaşlarıma soruyorum, fakir insan olsun mu istersiniz Sayın Temsilciler? Dünyada ekonomik kriz, para sıkıntısı, kaynak yetersizliği diye bir şey kalmayacak… Yoksa kalsın mı istersiniz Sayın Temsilciler? Artık kimse kimsenin emeğini sömüremeyecek! Herkes hakkını rahatça alacak! Yoksa eskiden olduğu gibi, alamasın mı istersiniz Sayın Temsilciler? Büyük sermaye çevreleri artık insanları köleleştiremeyecek, siyasal oyunlar, pis operasyonlar yapamayacak. Yoksa yapsın mı istersiniz Sayın Temsilciler? Eski düzenin yarattığı bozuk ortamın sonucu olan suça eğilim ve buna dayalı birçok adi suçlar artık neredeyse yok olmak üzeredir. Ekonomik krizlerin getirdiği ahlaki çöküntüler de olmayacaktır! Yoksa olsun mu istersiniz Sayın Temsilciler? Getirilen düzenleme ile hâkimler, savcılar, devlet başkanları gibi üst düzey yöneticiler çok geniş imkânlara kavuşmuş ve devlet yöneticilerinin güdümünden kurtarılmış, tam bağımsız birimler haline getirilmiş olacaktır. Bu durumda rüşvet olayları da önlenmiş olacaktır. Çünkü tüm yargıç ve savcıların maddi bir sıkıntısı olmayacak, gelirleri oldukça üst düzeyde olacağından, böyle bir ortamda hangi akılsız rüşvet alır? Sizlere soruyorum Sayın Temsilciler, kim rüşvet alır da şerefini, mevkiini ve kariyerini riske atabilir?! Ben söyleyeyim: Sadece deliler…” Salonda bravo sesleri ile alkışlar birbirine karışırken Fransa, Belçika, Yunan, Texas ve Illinois Temsilcileri salonu terk ediyorlardı. Yaşlıkaya onları görmezlikten gelerek konuşmasına devam etti. 64 “Bugün burada vereceğimiz kararla bütün bunları gerçekleştirmiş olacağız. Bu tarihi değişimi, bu siyasi ve ekonomik devrimleri hep birlikte yapmış olmanın gururunu taşıyacağız! Dünya’yı insanca ve kardeşçe yaşanır bir yer haline getirmiş olacağız! Daha ne istiyorsunuz Sayın temsilciler? Haydi söyleyin Allah aşkına, daha ne istiyorsunuz!?” Yaşlıkaya bu son cümleyi heyecanla ve bağırarak söylemişti. Sonra da herkese saygılarını sundu ve hızla çıktığı kürsüden aynı hızla inerek yerine oturdu. Salonda kısa bir sessizlikten sonra tekrar alkışlar çınlamaya başlamıştı. Bu kez alkışlar daha da yüksekti. Temsilciler büyük oranda ikna olmuşlardı. Başkan Akyürek, toplantıya iki saat ara verdiğini açıkladığında birçok televizyon kanalı da canlı yayına ara vererek Yaşlıkaya’nın konuşmasını yorumlamaya başladılar. Verilen arada Yaşlıkaya ile yakın arkadaşları Profesör Göktuna ve Profesör Güreli dördüncü kattaki konsey lokantasında birlikte yemek yiyerek biraz sohbet etmişler ve daha sonra Yaşlıkaya’nın ofisine geçmişlerdi. Kahvelerini içerlerken Yaşlıkaya’nın sekreteri içeri girerek bir ziyaretçisi olduğunu bildirdi. “Efendim, Güvenlik Konseyi’nden Bay Jarmundsen sizinle özel görüşmek istiyor.” “Konu neymiş?” “Bilmiyorum efendim. Bana söylemedi.” Yaşlıkaya arkadaşlarına dönerek sordu: “Sizce bir sakıncası var mı arkadaşlar?” “Hayır Celal, ne sakıncası olabilir ki. Jarmundsen istihbarat başkanımız değil mi? Her halde önemli bir şey olmalı.” Yaşlıkaya sekreterine dönerek, “Peki, gelsin,” diye cevapladı. Jarmundsen içeri girdiğinde Yaşlıkaya’nın arkadaşları kalkmaya yeltendiler. Fakat Yaşlıkaya kalmalarını söyleyerek onları tekrar oturtturdu. “Sizden saklı, gizli bir şeyim olamaz, İstihbarat Başkanımızı hep birlikte dinleriz. Öyle değil mi Sayın Başkan?” Jarmundsen: “Bence hiçbir sakıncası yok efendim. Hatta daha iyi olur.” Goose Green Ajan Marks, Eddie’nin anlattıklarını dikkatle dinlemiş ve bu şifreyi çözebilmek için Arjantin’deki iletişim subayının vereceği bilgiye ihtiyaç olduğunu anlamıştı. Tek çözüm yolu şimdilik buydu. Bir süre daha konuşarak beklediler. Sonunda iletişim subayı geldi ve kendisini tanıttı. Yüzbaşı Cruz oldukça genç bir subaydı. Ordular dağıtıldıktan sonra, kritik görevlerdeki subaylara, aynı rütbeleriyle Birleşik Dünya Ordusunda görevlerine devam etme emri verilmişti. Bu iletişim subayı da onlardan biriydi. Bay Garry, Ajan Marks’ı veri istasyonunun bir çalışanı gibi tanıtmıştı. Hep birlikte kahvelerini içerken Eddie ve Garry ona durumu özetlediler. Yüzbaşı ilgiyle dinledikten sonra konuşmaya başladı. “Ben Birleşik Ordu’ya mensup bir subayım. Bu sinyaller, orduyu ilgilendiren bir konu olup çok gizlidir. Bu frekansı araştırmak bile ağır bir suçtur. Sizi uyarmak isterim.” Ajan Marks: “Bu talimatlar konseyin talimatları mı Yüzbaşı?” 65 “Hayır. Bu talimatlar yenisi verilinceye kadar geçerli olan çok gizli ve hayati önemdeki askeri talimatlardır.” “Yani konsey size bu konuda bir talimat vermedi öyle mi?” “Vermedi. Ama bundan size ne?” “Bu sinyalleri siz mi yayınlıyorsunuz?” “Bunu size söyleyemem! Hem siz kim oluyorsunuz da beni sorguya çekiyorsunuz?.. Ben buraya, askeri bir bilgiye ulaştığınız ve bununla ilgilenmemeniz için sizi uyarmaya geldim. Aksi halde tutuklanacaksınız. Tutuklama yetkim var ve dışarıda askerlerim bekliyor. Ancak beni ikna ederseniz sizi tutuklamaktan vazgeçebilirim. Buraya geliş nedenim de budur.” “Bizi hangi suçlamayla tutuklayacaksınız, merak ediyorum?” “Sizi askeri sırları araştırmak ve casusluk suçlamasıyla derhal tutuklarım.” Bunun üzerine Ajan Marks, gerçek kimliğini açıkladı: “Bakın bayım, ben Birleşik İstihbarat’tan Özel Ajan Tony Marks’ım. Konsey tarafından bu iş için görevlendirildim. Benim de sizi tutuklamaya yetkim var Yüzbaşı!.. Şu işi akıllıca çözelim isterseniz. Aldığınız talimatlar çok eski. Konseyin böyle bir askeri sırdan ve size verilen talimatlardan haberi bile yok. Ben bu durumu aydınlatmak için görevlendirildim. Artık siz de BDK emrinde bir subaysınız, derhal bütün bildiklerinizi bana veya Güvenlik Konseyi yetkililerine anlatmalısınız. Aksi halde sizi, ‘bilinmeyen güçlere hizmet etmek’ suçlaması ile tutuklayarak Kudüs’e götürmek zorunda kalacağım. Bunun için de gerekirse zor kullanacağım.” Ajan Marks bunları söylerken silahını çıkartmış ve kucağına koymuştu. Gözlerinde sert bir ifadeyle yüzbaşıya bakıyordu. Eddie ve Garry de oldukça ürkmüşlerdi. Onlar birbirlerine bakarlarken Yüzbaşı Cruz şaşkındı. Bir süre ne yapacağını bilemedi. Şüpheci bakışlarını uzun uzun ajanın yüzünde dolaştırdıktan sonra kısık, fakat sinirli bir sesle konuştu. “Kimliğinizi kontrol etmeme izin verir misiniz Bay Marks?” “Gayet tabii. Bu sizin hakkınız. İşte alın,” Kartı alan Yüzbaşı, Bay Garry’ye dönerek sordu. “Terminalinizi kullanabilir miyim?” Yüzbaşı, açılan BDK özel sitesine, kimlik kartındaki numarayı klavyeden girerken, Ajan Marks da elinde tabancası olduğu halde onun arkasında ayakta duruyordu. Az sonra ekranda yetki şifresini soran bir pencere açıldı. Ajan Marks cebinden çıkarttığı bir elektronik anahtarın düğmesine bastı ve her kullanımda değişen şifreyi okudu. “Yaz Yüzbaşı; iki, dokuz, iki, dört, üç, altı…” Yüzbaşı bu şifreyi klavyeden girdiğinde ekranda Ajan Marks’ın yüzü belirdi. Resmin sağ tarafında kimlik bilgileri, görevi ve yetkileri yazılıydı. Ajan Marks, acil durumlarda geçici tutuklama ve silah kullanma yetkisine sahipti. Yüzbaşı kartını geri verirken Ajan Marks’a hitaben: “Sizinle Kudüs’e gelmeye hazırım efendim, beni götürün. Çünkü ancak en üst düzey yetkililere konuşurum,” dedi. Ajan Marks, Yüzbaşının burada, sivillerin yanında konuşmak istemediğini anlamıştı. Gizlilik kurallarını o da en az Yüzbaşı kadar biliyordu. “Pekâlâ Yüzbaşı, askerleriniz havaalanına kadar bize eşlik edebilir. Beni getiren özel uçak alanda bekliyor.” Sonra Garry ile Eddie’ye döndü. “Size teşekkür ederim baylar. Bundan sonrasını ben hallederim. Sadece, size bir tavsiyem var: Şimdilik bu sinyalleri unutun. Her olasılığa karşı bunu bir önlem 66 olarak söylemek zorundayım. Aksi halde başınız büyük bir derde girebilir. Sizinle tekrar temas kuracağım.” Cebinden çıkarttığı küçük bir usb aygıtını Garry’e uzattı. “Bunu alın Bay Garry. Haberleşmelerimizde şifreyi bununla açarsınız. Bu alette, bu iş için oluşturulmuş, geçici bir şifre var.” Beyrut Havaalanı, Lübnan Uçağın tekerlekleri piste temas ettiğinde güneş de tam tepelerindeydi. Özel bir petrol şirketine ait küçük, fakat uzun menzilli jet, pistin yan tarafındaki tenha bir bölüme yanaşarak orada beklemekte olan iki adet siyah helikopterin yakınında durdu ve yolcularını indirmeye başladı. Uçaktan inen siyah üniformalı adamlar, ellerinde büyük siyah çantaları olduğu halde ve hiç konuşmadan helikopterlere doğru yürüdüler. Hepsi de uzun boylu, atletik yapılı olan bu adamlar, uçaktaki bazı malzemeleri alıp helikopterlere taşırlarken sanki bu tür işleri defalarca yapmış insanların rahatlığı içindeydiler ve oldukça profesyonel bir ekip oldukları izlenimini veriyorlardı. Herkes ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor ve duraksamadan yapıyordu. Takımın lideri olduğu anlaşılan orta yaşlı ve siyah gözlüklü adam ise, kenardan onları izlerken yanındaki pilotlarla kısa konuşmalar yapıyordu. Taşıma işi bittikten sonra bütün adamları etrafına topladı ve onlara açıklamalar yapmaya başladı: “Tekrarlamakta fayda görüyorum. Plana göre, önce benim helikopterim kuzeydoğu pistine inecek. Siz de hemen arkamızdan güneydoğu pistine iniş yapacaksınız. Bu arada ateş açılırsa derhal karşılık vereceksiniz. Hazırlıklı ve tetikte olun. İçeri girince üçüncü kata inecek ve oradaki koridoru kullanarak bu iki bloğun arasında yer alan Adalet Konseyi binasına geçeceksiniz. Orada buluşacağız. Bu koridorlarda güvenlik elemanları vardır. Size engel olmaya kalkacaklardır. Bu yüzden onları gördüğünüz anda hemen etkisiz hale getirin. Alarm vermelerine fırsat bırakmayın ve silah kullanmakta hiç tereddüt etmeyin. Unutmayın, P1 tipi özel mermileri kullanacaksınız. Kafaya ateş etmek yok! Susturucu kullanmak yok! Şimdi hepiniz kurşungeçirmez yeleklerinizi giyin!” Adamlardan biri sordu: “Neden susturucu yok, işimizi kolaylaştırmaz mı?” Lider, bu soruyu cevaplarken yeterli ve sınırlı düzeyde açıklama yapmaya özen gösterdi: “Gerekli değil! Oradakiler bunu bir tatbikat olarak bilecekler. Bu yüzden, fazla ses çıkartan fakat öldürücü olmayan mermiler kullanıyoruz. Silah sesleri operasyona daha gerçekçi bir hava verecektir ve insanları ister istemez ürkütecektir. Bu da bize avantaj sağlar. Fakat tatbikat görüntüsünü bozmamak için öldürmek yok. Aksi halde planımız bozulur. Planımızın başarısı, onların bunu bir tatbikat sanmalarına bağlı, anlaşıldı mı? Haydi çocuklar, gidiyoruz!” Güvenlik Konseyi, Kudüs Harekât Merkezi’ndeki gergin toplantı nükleer fizik, elektronik ve astronomi uzmanlarının da katılımıyla devam ediyordu. Konu, uydu silahlarının durumuydu. 67 Uzmanlar aralarında tartışıyorlar, Başkan Koray ve diğer generaller de onları dikkatle dinliyorlardı. “Hemen paniklemeye gerek yok baylar. Bu uyduların ömrü çok daha uzundur. Siz bunların enerjilerinin biteceğini neye dayanarak söylüyorsunuz, doğrusu anlamış değilim?” “Bakın Profesör, bu uyduları dört yıldır, on bin kilometrede, yersabit yörüngelerde tutuyoruz. Süper optik gözleri kullanarak bazı kritik yerleri sürekli izliyoruz. Zaman zaman da uzaydaki kirliliği önlemek için foton silahını kullanıyoruz. Hatta yeryüzündeki nükleer atıkları bile foton silahıyla yok ediyoruz. Bizim hesaplarımıza göre enerjileri tükenmek üzere. Yapılacak en doğru iş, bu silahları derhal yenilemektir.” “Silahları yapmak kolay da, uzaya gönderilmeleri hemen olmaz. Bu iş en az altı ay gibi bir zaman alır. Sizin söyleminize göre bu kadar vaktimiz yok. Fakat bütün bu anlattıklarınıza rağmen bizim hesaplarımıza göre, uydularımızın daha iki yıllık enerjileri olması gerekiyor. Yoksa bizim bilmediğimiz şeyler mi var General?” Orgeneral Ivanov, Orgeneral Andrey’e; ne yapacağız, der gibi baktı. Andrey başıyla olumlu bir işaret yapınca biraz mahcup bir tavırla yanıtladı: “Evet, size söylemediğimiz bir şey var Profesör... İtiraf etmeliyim ki; biz bu uyduların yaklaşık yirmi aylık enerjisini özel bir iş için kullandık.” “Nasıl? Altısının da mı?” “Evet Profesör. Bakın, tam 1800 gigajul’a eşdeğer bir enerji ürettiğimizi bilin ve hesaplarınızı ona göre yapın.” “Yani, her uydu için 300 gigajul, öyle mi General?” “Evet, aşağı yukarı öyle, her uydudan eşit miktarda enerji kullanmaya çalıştık diyebilirim.” “Vay canına! Bu 400 milyon kilokaloriden de fazla eder. Siz bu kadar enerji ile bir dağı bile yok edebilirsiniz. Ne yaptığınızı çok merak ettim doğrusu?” Ivanov yanıtlarken, şimdi fırçayı yedik işte, diye düşünüyordu: “Kısaca açıklamak gerekirse Profesör, Kudüs’teki radyasyonlu bölgeyi temizledik. Öncelikle, yağmurları bekledik. Böylece havadaki partiküllerin toprağa inmesini sağladıktan sonra, UFY ile şehrin tamamıyla birlikte, toprağın üst tabakasınıda kazıyıp, yok ettik. BDK Merkezi’nin kurulacağı tepeyi düzelttik. Bütün bu çalışmalar iki ay sürdü. Sonra da, tarihi ve kutsal yapıların orijinal hallerine sadık kalarak Kudüs’ü yeniden inşa ettik... Aksi halde bölgeye daha yirmi sene giremezdik.” “İki ayda, neredeyse iki yıllık enerjiyi tüketmişsiniz. Keşke bunu bize o zaman söyleseydiniz… Neyse… Olan olmuş, şimdi bize kalan enerji miktarına odaklanalım. Bakalım neler yapabiliyoruz.” “Biz, hız jetleri ve PBDM için kalan enerji miktarını hesapladık. Lütfen siz de kontrol edin Profesör. Sadece hız jetleri kullanılırsa on iki aylık enerjimiz var. Sadece PBDM için kullanılırsa, dört saatlik enerjimiz var. Eğer UFY silahını kullanırsak her uydu, sadece on saniyelik bir atış yapabilir ve sonra yerçekimine kapılarak Dünya’ya düşer.” “Evet! Hesap doğru. Bu durumda foton silahını kullanamayız. Onu şimdilik unutacağız! Gelelim diğer alternatiflere. PBDM’yi iki saat kullanmak operasyon için size yeterli süreyi sağlıyor ise; kalan enerji de uyduyu altı ay daha yörüngede tutmaya yeter. Bu sürede de uzaya yenisi gönderilebilir. Ne dersiniz?” “Evet Profesör. Biz de böyle düşünüyoruz. Ancak bu durumda, operasyonu iki saat içerisinde tamamlayacak şekilde plan yapmalı ve ona göre hareket etmeliyiz. Galiba başka bir seçeneğimiz yok. Siz ne düşünüyorsunuz Sayın Başkan?” 68 “Kararı işin uzmanlarına bırakmak en doğrusu olur diyorum. Lütfen buradaki görüşler doğrultusunda gereğini yapın General.” “Emredersiniz Sayın Başkan. Hazırladığımız plana göre, beş noktaya da olabildiğince yaklaşarak PBDM ile birlikte timlerimizi aynı zamanda harekete geçireceğiz. Bunun için en az beş uçak gemisi ile otuz civarında Zodyak tipi şişme bot kullanacağız. En iyi adamlarımızdan oluşan beş ekibi ve yedeklerini hazırlayacağız. Operasyonu eşgüdümlü olarak ve en kısa sürede gerçekleştirmek zorundayız. Şimdi üzerinde durmamız gereken konu, oraya götürülecek olan teknik ekipmandır. Hiç zaman kaybetmeden üslere girebilecekleri ve oradaki cihazları işlemez hale getirecekleri tüm aletleri eksiksiz olarak hazırlamalıyız.” “Her olasılığı dikkate alın ve hemen hazırlıklara başlayın. Size ve tüm ekibinize başarılar diliyorum General.” Başkan Koray, generale bunları söyledikten sonra diğer bilim adamlarına dönerek devam etti. “Sizlere de teşekkür ederim baylar. Şimdi yapmanız gereken en önemli işlerden biri de, derhal yeni uyduların uzaya gönderilmesi çalışmalarına başlamak olmalıdır. Bence hiç vakit kaybetmeyin.” Başkan Koray son olarak da Birleşik İstihbarat Başkanı Jarmundsen’e sordu: “Güvenlik tatbikatı ne zaman başlayacak Bay Jarmundsen?” “Şu dakikalarda başlamış olmalı Sayın Başkan.” Doğu Akdeniz Akdeniz üzerinden güneye doğru uçmakta olan iki helikopter, 32 derece kuzey enlemini geçtikten biraz sonra doğuya dönerek Kudüs’ün güneyinde yer alan BDK kompleksine yöneldiler. Bu sırada Birleşik Güvenlik Servisinden uyarılar almaya başlamışlardı. “Dikkat! Burası Birleşik Güvenlik Ofisi USO-1. Yasak bölgeye giriyorsunuz. Kendinizi tanıtın, tamam.” “Burası Alfa bir, yedi, beş. Tatbikat için giriş iznimiz var, tamam.” “Anlaşıldı Alfa bir, yedi, beş. Rotanızda kalın, tamam.” Az sonra bir peteği andıran binalar görünmüştü. Bu binaların çatılarında çok iyi gizlenmiş ve gelişmiş bir füze savunma sistemi vardı. Herhangi bir hava aracının komplekse izinsiz yaklaşması mümkün değildi. Pilot tekrar telsizle konuşmaya başladı. “Burası Alfa bir, yedi, beş. İki numaralı Kuzeydoğu pistine iniş yapmak için izin istiyorum, Alfa bir, yedi, yedi, üç numaralı güneydoğu pistine inecek, tamam.” “Anlaşıldı Alfa bir, yedi, beş. Kuzeydoğu pisti onaylandı. İnebilirsiniz, tamam.” “Burası USO-1. Alfa bir, yedi, yedi, cevap verin, tamam.” “Burası Alfa bir, yedi, yedi, dinliyorum USO-1, tamam.” “Üç numaralı güneydoğu pistine iniş izni verilmiştir. Tamam.” “Anlaşıldı USO-1. Burası Alfa bir, yedi, yedi. Tamam.” Helikopterler peteği andıran kompleksin etrafında yarım tur attıktan sonra ardı ardına iniş pistlerine yöneldiler. İniş izni verilen pistlerde yeşil ışıklı dev rakamlar görülmekteydi. Diğer dört pistte ise kırmızı ışıklar vardı. Takım lideri eliyle aşağıyı işaret ederken, sesini duyurabilmek için bağırdı. 69 “İşte görüyor musunuz? Bu altıgen kompleks, Pentagon’dan bile daha büyük! Planı hatırlayın ve içeride sakın yönünüzü şaşırmayın!” İki helikopter de iniş yaptıktan sonra kapıları aynı anda açıldı ve tim dışarı çıkmaya başladı. Kuzeydoğu pistine inen helikopterden dört, diğerinden ise altı kişi inmişti. Hepsi on kişiydiler ve bellerinde silahları vardı. Böylece özel bir polis timi görüntüsü veriyorlardı. Onları karşılamaya gelen güvenlik görevlileriyle selamlaşarak kısa bir görüşme yaptıktan sonra yollarına devam ettiler. Fakat asansöre binmeyip merdivenlere yönelmişlerdi. Bu sırada kuzey pistindeki takım lideri cep telefonuyla konuşuyordu. “Geldik! Patron yerinde mi? Çok güzel, beş dakika sonra oradayız.” İlk engeli başarıyla aşan siyahlı adamlar büyük bir hızla merdivenlerden inmeye başladılar. Doğal olarak insanlar asansörleri kullanmayı tercih ettiği için merdivenlerde kimseyle karşılaşmadan üçüncü kata kadar inmeleri iki dakikadan daha az sürmüştü. Merdivenlerden inmelerinin asıl sebebi, kaçış yolunu iyice öğrenmekti. Kuzey pistine inen helikopterdeki dört kişi güney istikametindeki koridora yöneldiler. Koridorun girişindeki nöbetçileri görür görmez vurdular. Vurulan nöbetçiler bayılmıştı. Onları koridorun iç tarafına sürükleyerek hızla yollarına devam ettiler. Koridorun çıkışındaki nöbetçileri de aynı şekilde, gözlerini dahi kırpmadan vurarak onları da iç tarafa sürükledikten sonra yerlerine iki adam koyarak yola devam ettiler. Aynı anda diğer grup da kuzey taraftaki koridora ulaşmış, girişteki ve çıkıştaki nöbetçileri vurarak Adalet Konseyi binasına ulaşmışlardı. İki grup burada birleştikten sonra, hızla diğer bağlantı koridorlarına doğru yayılmış, birkaç saniye içerisinde dört koridorun da girişini kontrol altına almayı başarmışlardı. Bu sırada güvenlik kontrol odasında olayı ekranlardan izleyen bir görevli durumu biraz yadırgadığını belli ederek şüpheci bir tarzda konuşuyordu. “Bu nasıl bir tatbikat böyle, bizimkiler çok pasif kalıyor.” Bu sırada telsizden bir acil çağrı duyuldu. “Alarm! Baskına uğradık. Arkadaşlarım vuruldu. Sekizinci blok, güney köprüsüne acil destek gönderin tamam!” “Acil destek isteniyor Albayım. Ne yapacağız?” “Acil destek gönderin sersemler, bana niye soruyorsunuz!” “Fakat çok gerçekçi bir tatbikat oluyor komutanım. Tatbikat olduğunu önceden bilmesem bu sahneleri gerçek sanırdım.” Sekiz adam koridorları tutarken diğer ikisi merdivenleri kullanarak bir üst kata çıktılar. Sanki bu yapıyı çok iyi biliyormuş gibi yönlerini çabucak buluyorlardı. Koşarak geldikleri bir kapının önünde durdular. İki saniyelik bir hazırlık süresinden sonra, şef pozisyonunda olan Robert kapıyı açarak hızla içeri daldı. Albert ise, koridoru emniyete almak için dışarıda bekliyordu. Kapıdaki levhada ise “Prof. Dr. Celal Yaşlıkaya” yazılıydı. Az sonra içeriden gelen silah sesleri, bir kadın çığlığı ile karışarak koridorda yankılandı. Siyahlı adam tekrar koridora çıktığında, dört güvenlik görevlisi silahlarını çekmiş halde, koşarak onlara doğru gelmekteydi. Hemen onları da vurdular ve geldikleri yoldan koşarak kaçmaya başladılar. Bu sırada katta bulunan sivil görevliler arasında da panik başlamıştı, Bazı insanlar bağırarak koşuştururken bazıları da uyarılara uyarak yere yatıyorlardı. Suikastçılar rastladıkları bütün sivillere, “yere yatın, yere yatın!” diye bağırarak üçüncü kata indiklerinde, orada da çatışmaların başladığını görerek destek ateşine başladılar. Bu yoğun ateş karşısında güvenlik personelinin savunmaya geçmesini ve diğer insanların yarattıkları kargaşayı fırsat bilerek, hepsi birden koridora doğru koştular. Artık Konsey binasından çıkmış, otopark bloğuna geçmişlerdi. İşin en zor kısmı şimdi başlıyordu. Asansörler kilitlenmiş, tüm çıkış kapıları alarma geçiril- 70 mişti. Üstelik on adamda aynı bloğa doğru kaçmışlardı. Bu durumda diğer bloktaki helikoptere ulaşmaları imkânsızdı. On iki kat merdiveni koşarak ve katları sayarak çıktılar. Çatıya ulaştıklarında, gelişlerinde selamlaştıkları iki güvenlik görevlisini de şaşkınlıklarından yararlanarak hemen vurdular. Sonra da siyahlı adamlardan dördü çatıda mevzilenerek, arkalarından gelen güvenlik güçlerini yoğun bir ateş altında tutmaya başladılar. Bu sırada diğer altısı, helikoptere binerek kısa bir sürede havalandılar. Helikopter deniz yönünde hızla uzaklaşırken telsiz trafiği oldukça yoğunlaşmıştı. “Komutanım, helikopter kaçıyor, füze ateşi açalım mı?” “Tatbikat kapsamında, gereken her şeyi yapın.” Az sonra helikopterin arkasından fırlatılan bir roketin egzoz alevleri görüldü ve kısa sürede havada kayboldu. Çatıda kalan dört adam bu sırada hâlâ direnmeye devam ediyorlardı. Onlar için durum hiç de parlak değildi. Aslında bu dört adam plan gereği feda edilmişlerdi. Durum onu gösteriyordu. Çatıdaki çatışma on dakika kadar daha sürdükten sonra, birden büyük bir patlama oldu ve güvenlik güçleri bir şok daha yaşadılar. 200 metre uzaklıkta olan diğer çatıdaki helikopter paramparça olmuş, çatıya dağılan bazı küçük parçaları da yanıyordu. Kontrol odasındakiler de şaşkındı. Herkes birbirine bu patlamanın senaryoya dâhil olup olmadığını soruyordu. Gözler yanan helikopterden teröristlere çevrildiğinde, dördünün de hareketsizce yerde yatığını gördüler. Ağızlarından beyaz köpükler geliyordu. Güvenlikçiler dikkatle yaklaştılar ve şef pozisyonundaki güvenlikçi elindeki telsizle amirlerine bilgi vermeye başladı. “Altı terörist helikopterle kaçtı efendim. Dördü elimizde, fakat sanırım ilaç içerek intihar ettiler efendim. Şu anda ölüyorlar ya da öldüler, bilemiyorum. Hepsinin ağzı köpürmüş durumda. Bu durum tatbikata dâhil miydi bilmiyorum, ama kalıbımı basarım ki bunlar gerçek terörist komutanım. Bence bu bir tatbikat olmaktan çıktı. Galiba oyun içinde oyun oynanıyor ve sanırım biz bir tuzağa düştük!” “Merkez konuşuyor. Seni duydum Yüzbaşı. Şu andan itibaren bu konuda konuşma yasağı getirilmiştir. Tatbikat gizlilik kapsamındadır. Açıklama yapmak yasaktır! Anlaşıldı mı?” Tam o sırada çok sayıda ambulans, sirenlerini çalarak Konsey binasının etrafına doluşuyorlardı. On dakika sonra dünya basını ayağa kalkmış, suikast olayını flaş haber olarak veriyorlardı. Gelen ilk bilgilere göre Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanı Profesör Celal Yaşlıkaya ile sekreteri teröristler tarafından vurulmuşlardı. Daha sonra BDK Genel Başkanı Necati Cevher Akyürek tarafından yapılan basın açıklamasında; Yaşlıkaya’nın durumunun çok ağır olduğu, az önce bitkisel hayata girdiği, sekreterinin ise hayatını kaybettiği açıklanmıştı. Olayla ilgili daha sonra geniş çaplı bir basın toplantısı yapılacağı da verilen bilgiler arasındaydı. Kudüs’ün en büyük hastanesi olan World Medical Center’ın önü ana baba günü gibiydi. Tıp Merkezini tamamen sarmış olan kalabalığı, askeri birliklere ve panzerlere rağmen kontrol etmek kolay olmuyordu. Bir basın ordusu da bunların arasındaydı. Dünyanın her tarafından ziyaretçiler gelip gidiyor, basın mensupları daha çok bilgi almak için durmadan sorular soruyordu. Az sonra BDK Genel Başkanı merkezin kapısında göründüğünde, basın mensupları da dış çemberi yararak kapıya üşüştüler. Başkan bir açıklama yapacağını söyleyerek herkesi sakin olmaya davet ettikten sonra açıklamasına başladı. 71 “Sevgili Dünyalılar, maalesef bugün Birleşik Dünya Yönetimi’ne hain bir saldırı yapılmıştır… Çok değerli başkanlarımızdan Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanımız, aynı zamanda Anayasa Komisyonu Başkanımız ve Birleşik Dünya Yönetimi’nin baş mimarı olan Sayın Profesör Doktor Celal Yaşlıkaya bu saldırıda hedef alınmıştır. Kendisi göğsünden, boynundan ve başından aldığı üç kurşunla ağır şekilde yaralanmıştır. Maalesef şu anda bitkisel hayata girmiş durumdadır. Bu saldırı sırasında orada çalışmakta olan sekreter kardeşimiz de ne yazık ki hayatını kaybetmiştir. Ayrıca güvenlik personelimizden de beş kardeşimiz yaralanmış, beş kardeşimiz de gene ne yazık ki hayatını kaybetmiştir. Kendilerine tanrıdan rahmet, ailelerine taziyelerimizi sunarım. Yaralı kardeşlerimize de acil şifalar dilerim. Onlar için gereken her şey en iyi şekilde yapılmaktadır… Bunu yapan canilerin on kişilik bir grup olduğu anlaşılmıştır. Dördü güvenlik güçlerimiz tarafından ölü olarak ele geçirilmiş ve altısı da geldikleri helikopterle kaçmayı başarmışlardır. Diğer bir helikopter ise güvenlik kuvvetlerimiz tarafından imha edilmiştir… Bu canilerin güvenlik güçlerimizi nasıl aşabildiği ve binalarımıza nasıl olup da böylesine kolayca girebildiği de çok yönlü olarak araştırılmaktadır. Tam o saatlerde yapılması planlanan bir tatbikata dâhilmiş gibi, ustaca bir planla tesise girdikleri ve emellerine ulaştıklarını tahmin ediyoruz. Gelen ilk bilgiler bu yönde. Bu da bize içeriden bilgi sızdırıldığını düşündürmektedir. Kaçan canilerin yakalanması için dünya ordusunun en usta birimleri ile istihbarat servisimizin nereyse tamamı harekete geçirilerek peşlerine düşülmüştür. Şimdilik izlerini kaybettirmeyi başarmış olan bu canilerin sonuçta elimizden kurtulması mümkün değildir. Onları er veya geç bularak cezalarını vereceğiz. Bundan hiç kimsenin en küçük bir şüphesi bile olmasın! Hepiniz gibi ben de çok üzgünüm arkadaşlar. Söyleyeceklerim bu kadar, teşekkür ederim.” Gazeteciler sorular sormaya başlamışlardı. “Efendim, Yaşlıkaya şu anda nerede ve durumu ümitsiz mi?” “Tanrıdan ümit kesilmez. Biz ümitliyiz arkadaşlar.” “Doktorlar bir açıklama yapacaklar mı efendim?” “Evet, sanırım zaman bulunca bir açıklama yapacaklardır.” “Efendim içeriden görüntü alabilecek miyiz?” “Hayır arkadaşlar. Bu, güvenlik nedeniyle mümkün değil. Ama hastane kameraları, her gün, size görüntü kaydı aktaracaklar.” “Bu saldırının amacı ne olabilir? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” “Amaç gayet açık arkadaşlar. Bu düzene karşı olan bir grup, bir gizli örgüttür bu. Dünyaya huzuru çok gören, insanların mutluluğunu istemeyen, kendi imparatorluklarını kurarak insanları kendilerine köle yapmak isteyen, savaşlardan nemalanan, bazı çirkin insanlardır bunlar. Bu düzen onların işini bozdu. Onların çıkarlarına dokunduk. İşte nedeni de bu.” “Onlar kimdir? İsim verebilir misiniz?” “Bu düzenden kimler şikâyetçi ise onlardır. Kimlerin çarkına taş koyduysak işte onlardır.” “Saldırıların tekrarlanması olasılığı var mı? Başka suikastlar beklenebilir mi?” “Hayır. Sanmıyorum, ama tedbirli olmakta fayda var tabii.” “Yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalıştığınızı biliyoruz. Bu durumda bu yasa ertelenebilir mi? Ayrıca bu yasanın içeriği hakkında bize biraz bilgi verebilir misiniz?” “Evet, yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalışıyorduk. Fakat bu olay bizi asla vazgeçiremeyecek. Bu yasa çok yakında çıkarılacaktır. Görürsünüz.” “Efendim yasada neler var?” 72 “Bu yasa herkesi ilgilendiren, herkesin gelirini ve vergileri düzenleyen çok önemli bir yasadır. İçinde neler olduğunu herkes gibi siz de biliyorsunuz. Ama şunu tekrar söylemeliyim; bu yasa mutlaka çıkarılacaktır.” “Bu yasa ile vergilerin kaldırılacağı ve para sisteminin tekrar değişeceğini öğrendik efendim. Bu doğru mu?” “Evet, doğru. Siz her şeyi öğrenmişsiniz işte…” “Efendim biraz daha açıklar mısınız?” “Bu kadar arkadaşlar. Zaten bugün acı bir gündü. Yasayı başka bir zaman konuşuruz. Hepinize teşekkür ederim.” Kenosha, Wisconsin Duvarlarındaki rafların tamamen kitaplarla dolu olduğu, son derece gösterişli çalışma odasında sadece üç kişiydiler. Redroot, telefonu kapattıktan sonra arkadaşlarına dönerken, günlerdir ilk defa gülümsüyordu. “İşte oldu kardeşlerim! Onlara gücümüzü göstermiş bulunuyoruz. En önemli adamlarından birini, kendi yuvalarında vurduk! Bu onlara verilmiş en önemli mesajdır. Şimdi biraz aksayacaklar. Yasanın çıkması gecikecek. Biz de bu arada planımızın ikinci aşamasını gerçekleştirerek tüm kontrolleri elimize geçireceğiz. Diğerlerine bu güzel haberi birlikte verelim.” “Bu zat bize ayı demişti değil mi?” “Gerekirse boynumuza tasmayı takarmış, aynen böyle söylemişti.” Redroot hâlâ gülümsüyordu. “Hah! Şimdi kendi boynunu kurtarsın bakalım. Biz ona tasmayı taktık bile… Onu, özellikle boynundan vurmalarını söylemiştim.” “Çok güzel uygulanmış bir plan olduğu anlaşılıyor Redroot. Dört adamımız da kendilerini feda ederek, ölü ele geçmişler. Bütün ordumuz böyle ise, bizi kimse durduramaz artık.” Redroot: “Dış bağlantılarımıza ve kardeş örgütlerimize hemen bir mesaj geçmeliyiz. Onların tam desteğini tekrar sağlamak artık daha kolay. Bu operasyondan sonra hepsi daha cesaretlenecektir.” “Pekâlâ, şimdi ikinci aşamaya geçelim. Operasyon ne zaman yapılabilir, bir öngörünüz var mı?” Redroot: “Sanırım özel ordumuzun hazırlıkları bitmek üzere. Ben onlara kendi servetimden iki yüz milyar dolar verdim. Kuruluş harcamaları ve silahlar için… İleride bu para yetmezse tekrar vermek gerekecek. Bu konuda daha sonra örgülerimize duyuru yapmalıyız.” Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs İki saat sonra Genel Konsey tekrar toplandığında, salondaki başkanlık sekreterlerinin önünde çok sayıda elektronik posta ve faks mesajları birikmişti. Masadan taşan kâğıtlar yerde bir tepecik oluşturmaktaydı. Bunlar dünyanın her tarafından gelen yüz binlerce mesajdan sadece bir bölümü idi. Başkanlık Sekretaryası hızlı 73 bir şekilde bunları tasnif etmekle meşguldü. Zira Temsilciler bu mesajların istatistiksel sonuçlarını öğrenmek için soru sorup duruyorlardı. Sonunda Konsey Başkanlığına yazılı bir önerge vererek gelen mesajların içeriğinin özet olarak açıklanmasını talep ettiler. Gelen tepkilerin ezici bir çoğunluğu yeni yasaya destek veriyor ve suikast girişimini lanetliyordu. İnsanlar, gelecekteki parlak ışığı görmüş, eski kısır çekişmelere, sahtekâr politikacılara, savaşlara ve sömürü düzenine artık pirim vermek istemiyordu. Başkan kısa bir konuşma yaparak suikast girişimi nedeniyle resmi yas ilan ettiklerini ve oturumlara üç gün ara verdiklerini açıkladı. Salondakiler yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Profesör Göktuna ve Güreli, Güvenlik Konseyi Başkanı Koray’ın odasında oturmuş, durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Bir ara Koray, telefonla bir talimat verdi ve odasındaki büyük ekranda, baskın sırasında kameraların kaydettiği görüntüler akmaya başladı. Başkan Koray: “İşte arkadaşlar tüm uzmanlarımız bu görüntüleri izleyerek ipuçlarını değerlendirmeye çalışıyorlar. Adamlara tesise giriş izni verilmiş. Bunu nasıl başardıklarını insanlar çok merak ediyor. Nasıl olup da silahlarıyla içeri girebiliyor, güvenliği aşarak suikastı gerçekleştiriyor ve tekrar helikopter ile kaçabiliyorlar diye halk haklı olarak sorular soruyor. Şiddetli tepkiler alıyoruz. ‘İçerideki hainleri bulun ve açıklayın, yoksa biz gelip buluruz,’ şeklinde demeçler veriliyor. En şiddetli tepki ise Türkiye’den geliyor. Bu olay nedeniyle halk ayaklanmaları bile olabilir. Bunu nasıl atlatacağız bilemiyorum doğrusu.” Bu sırada görüntüleri izlemekte olan Profesör Güreli heyecanlı bir sesle bağırdı. “Vay canına! İşte odaya girip önce Celal’in sekreterini öldürüyorlar! Kızcağız vurulurken nasıl da avazı çıktığı kadar bağırmış. Sonra da Celal’in bulunduğu iç odaya giriyorlar. Vay canına! Celal nasıl da sıçramış! Hemen kendini yere atmış, ama gene de vurulmaktan kurtulamamış. İşte, yerdeyken bile üzerine ateş ediyor bak!” Göktuna: “Çok feci bir şey yahu!.. Şu akan kanlara bak!.. Bu görüntüleri basına verecek misiniz?” Koray: “Önce vermeyi planlamıştık, fakat bu tepkilerden sonra vazgeçtik, çünkü halkı galeyana getirmemek lazım. Biraz daha zaman geçsin hele. Sonra el altından sızdırırız. Çünkü bazı odakların bunları görmesi gerekiyor. Aksi halde planımız aksayabilir.” Güreli: “Evet, çok haklısın. Bizler de çok metanetli ve olgun davranmak zorundayız. Halkı galeyana getirmek iyi olmaz.” Göktuna: “Zaten öyle yapıyoruz işte! Yoksa böyle bir olay karşısında ben kıyameti koparıp, ortalığı toz duman ederdim, biliyorsun.” Güreli: “Evet dostum, ben de…” Koray: “Siz bir süre basına görünmeseniz iyi olur bence. Soranlara; yas tutuyorlar, bu nedenle kimseyle görüşmüyorlar, deriz.” 74 “Haklısınız Sayın Başkan. Bizim de bu arada hastaneye gidip, Yaşlıkaya’nın ailesine, geçmiş olsun dileklerimizi iletmemiz gerekir. Biliyor musunuz, en çok da onlar için üzülüyorum. Eşi ve oğulları için bu olay tam bir şok olmuştur mutlaka…” Birkaç gün sonra, Ankara Şehrin doğusunda, ıssız sayılabilecek kadar tenha bir bölgedeki inşaatın şantiyesinde yoğun bir hareketlilik vardı. Rüzgârın kaldırdığı toza rağmen, kafalarında beyaz baretleri olan tulumlu adamlar, kamyonlardaki sandıkları depoya taşıyorlardı. Şantiyede yaklaşık elli civarında adam vardı. Girişteki tabelada “Universal Film Studio Construction Area” yazılıydı. Şantiyenin tam ortasında yer alan ve bazı eğitim çalışmalarının yapıldığı geniş düzlükte altı helikopter park edilmişti. Bunlar ordunun sattığı, ihtiyaç fazlası askeri helikopterlerdi. Her biri on beş kişiyi taşıyabilen bu helikopterler, silahlarından arındırıldıktan sonra sivil amaçlarla kullanılmak üzere, bazı özel firmalara satılmışlardı. Birkaç nöbetçi etrafı gözetlerken, sakallı bir adam elindeki küçük kamerayla durmadan görüntü alıyordu. Bir süre sonra bir düdük sesi ile taşıma işini bıraktılar ve akşam yemeği için temizlenmeye gittiler. Kamyonların başında duran ve etrafta gezinen nöbetçiler ise yerlerini terk etmediler. Yan yana dizilmiş olan barakalardan birinde üç adam yemek yerken konuşuyorlardı. “Malzemelerin depoya indirilmesi işi bu gece bitmek zorunda Albert. Fazla vaktimiz yok. İşi sıkı tutmalıyız.” “Tamam Colonel, merak etme bu gece hallederiz.” “Yarın sabah şantiyede operasyonun provası yapılacak biliyorsun. Etrafta sıkı önlemler alın.” “Operasyon tarihini belirledin mi Colonel?” “Evet. Çok yakında! Ama önce tam olarak hazır olduğumuzu görmek istiyorum.” Bu sırada Colonel’ın telefonu çalmaya başladı. “Ben Nag, Nasılsınız Albayım?.. Evet… Evet doğrudur. Mors türü bir haberleşme yöntemi kullanılıyor. Q olabilir. Siz anlatın ben deşifre edeyim… Evet… Haklısınız… Aynen dediğiniz gibi Albayım, haberleşiyorlar, ama doğrudan değil. Zaten sizinde söylediğiniz gibi bu mümkün değil. Birkaç ara istasyon var. İstasyonların yerlerini bilmiyorum, ama o istasyonlar vasıtasıyla uyduya çıkıyorlardı. Eski USA sivil haberleşme uydularını ve sistemlerini kullanıyorlardı. Yanlış hatırlamıyorsam bir telekomünikasyon şirketi… Evet… Hatırladım. ‘Birleşik Telekom’ gibi bir şeydi. Uydu kontrol sinyalleriyle karıştırılıyor… Evet, maskelemek için. Hâlâ faal… Evet Albayım… Rica ederim.” Güvenlik Konseyi, Kudüs Jarmundsen koridorda hızlı adımlarla yürürken heyecanlı olduğu yüz ifadesinden anlaşılıyordu. Üzerinde kırmızı bir ışık yanan ve “Toplantı var Girilmez” yazı- 75 lı kapının önünde durdu. Nöbetçiye kapıyı açması için bir işaret yaptı. İçeriye girer girmez, Güvenlik Konseyi Başkanına doğru ilerleyerek konuşmaya başladı. “Operasyon için hazırız Sayın Başkan. Beş noktanın da yirmi mil yakınında gemilerimiz ve adamlarımız konuşlanmış durumda. Sadece hareket emrinizi bekliyorlar.” İçeride Başkan Koray ve Jarmundsen’den başka, yaklaşık otuz subay ve bir o kadar da istihbarat yetkilisi vardı. Hepsi de planın ayrı bölümleri üzerinde kümelenmiş durumda ve ayaktaydılar. Harekât Dairesi Başkanı Andrey: “Uydularımız da hazır durumda. Ama tekrar uyarmak istiyorum. PBDM yayınını sadece iki saat için kullanabileceğiz. Bu süreyi aşmak demek, uydu silahını kaybetmek demektir. Her şey bu süre içerisinde bitmeli. Aksi halde ya yayını keserek üsleri harekete geçirmek veya süreyi aşarak uyduyu riske atmak ikilemi içerisinde olacağız.” Koray: “Varsayalım ki iki saatte bitiremedik. O zaman ne yapacağınıza karar verip, bir B planı yaptınız mı?” Andrey: “Evet Sayın Başkan. Hatta üçüncü bir alternatif var ve ben onu son çare olarak düşünüyorum.” “O nedir?” “UFY ile ateş ederek üssü yok etmek. Bu son çaredir.” Genel Kurmay Başkanı Grigory hiç konuşmamıştı. Bakışlarını Başkan Koray’a çevirdi. Her ikisinin de yüzünde çok ciddi bir ifade belirmişti. Başkandan önce Jarmundsen konuştu. “O zaman hem uydumuzu hem de adamlarımızı kaybederiz!” Andrey: “Böyle bir duruma düşersek, uyduyu zaten kaybedeceğiz. Ama dünyayı ve milyonlarca insanı da riske atmaktansa… Başka çare var mı baylar?” Herkesin yüzü asılmış, konuşmalar kesilmişti. Sessizliği bozan Başkan Koray’ın sesi oldu. “Böyle bir durumda kalmayı temenni etmiyoruz tabii, ama eğer bu operasyonları iki saatte bitiremezsek, gelişmelere göre PBDM’ye devam veya UFY kullanmak kararını o anki koşullara göre vermeliyiz. Dediğiniz gibi bu son çare olmalı. Eğer olaylar böyle bir noktaya doğru giderse, önceden kestirerek adamlarımızı geri çekme şansımız var mı?” Orgeneral Andrey: “Hayır Sayın Başkan. UFY kullandığımızda üslerdeki nükleer başlıklar patlayacaktır. Adamlarımızı ve hatta gemilerimizi de kaybedeceğiz.” Genel Kurmay Başkanı Grigory: “O zaman bu alternatifi unutacağız. Bunu yerine konvansiyonel silahlarla üsleri tahrip etmeyi düşünmeliyiz.” “Evet Sayın Başkan, ancak adamları geri çekmek için de bir süre öngörmüş olmalıyız.” Jarmundsen: “Karar verilmesi durumunda ben adamlarımı on beş dakikada boşaltabilirim.” Andrey: “Evet bu sürede biz de adamlarımızı geri çekmiş oluruz.” Başkan Koray: 76 “Sayın Başkan Grigory, bu durumda operasyon süresini bir saat, kırk beş dakika olarak verin ve başlayın. Artık daha fazla zaman kaybetmeyelim.” “Emredersiniz Sayın Başkan! Operasyon otuz dakika sonra başlamış olacaktır.” Orgeneral Andrey komuta subaylarını toplayıp son talimatlarını vermeye başladığında Jarmundsen de telefona sarılıp adamlarına, operasyon süresinin on beş dakika kısaltıldığını ekiplere bildiriyordu. Ancak PBDM yayını tam iki saat sürdürülecekti. Weddell Denizi Kitty Hawk on gündür okyanusta kısa turlar atıyordu. Amiral Davis ve subaylar sıkıntılı bir bekleyiş içerisindeydiler. Mürettebat ise haberleşme yasağı yüzünden tepkiliydi. Amiral Davis birkaç defa personele hitaben anonslar yaptırmış, onlara sınırlı açıklamalar yaparak oyalamaya çalışıyordu. Sık sık aldıkları telsiz talimatları standart prosedürün ötesine geçmiyor, durum değişmiyordu. Fakat bol bol manzara seyrederek vakit geçirmeye çalışıyorlar, hatta bazı mürettebat buradaki olağanüstü manzaradan etkilenerek şiir bile yazıyorlardı. Sabaha karşı, hava aydınlanmak üzereyken, iletişim subayı Amiralin yanına gelerek bir selam verdikten sonra bir zarf uzattı. “Gizli bir mesaj daha geldi Amiralim.” “Teşekkür ederim Yüzbaşı.” Amiral zarfı eliyle biraz yokladıktan sonra, “beklediğim emir nihayet geldi galiba,” diye düşündü ve sonra da üçüncü kaptana hitaben, “Komuta sizde Albay. İkinci kaptanı köprüye çağırın,” diye seslendi. “Emredersiniz Amiralim! Umarım iyi haberdir.” Amiral cevap vermeden köprüden ayrıldı ve kamarasına giderek dolaptaki şifre çözücüyü bir kez daha çalıştırdı. Çıkan mesajı okurken hem sevinmiş hem de gerilmişti. Hemen dâhili telefona sarıldı ve köprüdeki ikinci kaptana talimat vermeye başladı. “Albay, rotamızı fenere çevirin, motorlar yarım yol. Yirmi mil kala motorlar stop. Orada biraz bekleyeceğiz. General Andrey’e şöyle bir mesaj gönderin. ‘Emirler anlaşıldı. Amiral John Davis.’ Sonra da Özel tim komutanlarını ve ilgili subayları toplantı odasında beklediğimi söyleyin. Size daha sonra açıklayacağım. Anlaşıldı mı Albay?” Az sonra toplantı odasında sekiz subay ve amiral bir aradaydılar. Özel tim subayları oldukça keyifliydiler. Amiral’in gerginliği ise sürüyordu. “Baylar en önemli nokta, operasyon süresinin oldukça sınırlı olmasıdır. Her şey, yüz beş dakika içerisinde olup bitecektir. Burada size kalan süre sadece kırk beş dakikadır. Tekrarlıyorum, siz kırk beş dakika içerisinde üsse girerek onu tamamen işlemez hale getirmek zorundasınız. Eğer bu süre içerisinde işi bitiremezseniz; artı on beş dakika içerisinde üssü terk edeceksiniz. Çünkü böyle bir olasılık karşısında üs, on beş dakika sonra uydu silahı ile vurularak yok edilecek. Bu aşamada bir aksaklık olması durumunda ise, uçaklarımız üssü bombalayacak. Anlaşıldı mı?” “Amiralim, Kitty Hawk fenere ne kadar yaklaşabilecek?” “Bu kez PBDM sınırını daha dar tutacaklar. Sanırım biz üç mil kadar yaklaşabileceğiz. Bu da size epeyce zaman kazandırır. Yirmi dakikada fenere ulaşırsanız, yirmi dakika kadar da size kalır.” 77 “Üssü işlemez hale getirmek için yirmi dakika çok kritik bir süre Amiralim.” “Evet, haklısınız, ama yapacak başka bir şey yok. Bu operasyonda hep limitlerde olacağız. Herkes görevini aksatmadan ve zamanında yapmalı. Bunun için rolünüzü iyi ezberleyin! Şimdi operasyonun başlamasına yaklaşık otuz dakika var. Benim söyleyeceklerim bu kadar! Siz devam edin Yüzbaşı!” Amiral Davis odadan çıkarken Tim Komutanı olan Yüzbaşı konuşmaya başladı. “Arkadaşlar, şimdi kronometrelerinizi yüz beş dakikaya ayarlayın. Operasyon başladığında talimatımla harekete geçeceksiniz. Yüz beş dakika sonra, kronometreleriniz sinyal verdiğinde, ne yapıyor olursanız olun, hemen bırakıp dışarı çıkacaksınız. İşinizi bitirmiş olursanız hiç problem yok. Ağırdan alabilir, hatta zafer dansı bile yapabilirsiniz. Ama eğer işinizi bitiremediyseniz, kıçınızı kurtarmanız için sadece on beş dakikanız olacak. Amiral’in de söylediği gibi, bu sürenin sonunda uydudan ateş açılarak fener yok edilecek. Kendinizi özletmeyin bana!” “İçeride nasıl haberleşeceğiz?” “İkişerli gruplara ayrılacaksınız. Her gruba bir özel telsiz verilecek. Hem birbirinizle hem de Kitty Hawk ile iletişiminiz olacak. Ayrıca biliyorsunuz ki; botlarınıza yüksek basınçlı hava tüpleri monte edildi. Bunlar size daha fazla zaman kazandıracaktır. Yola çıkmadan evvel, bu tüpleri iyice kontrol edeceksiniz. Bir tanesi bile aksarsa, tüm ekip tehlikeye düşebilir. Şimdi herkes görevine tekrar çalışsın. Planı ezberleyerek, adeta yutmanızı istiyorum. Her grubun bir elemanı, ekipmanı taşıyacak ve ondan sorumlu olacak. Ekiplerin adlarını şimdi size okuyacağım. Sonra da herkes kendi malzemesini kontrol edecek.” Amiral Davis köprüde komutayı tekrar ele aldıktan sonra ikinci kaptana da bilgi vererek, gelecek olan emri beklemeye başladılar. Merkezden gelecek olan bu emirle, beş adet noktada operasyonun aynı anda başlaması gerekiyordu. Aksi halde, üslerde bulunan otomatik haberleşme sistemleri operasyonu fark ederlerse; bir üsten fırlatılacak olan bir nükleer füze bile, dünyayı kaosa sürüklemeye yeterdi. Harekât Merkezi, Kudüs Orgeneral Ivanov saatine bakıyordu. Harekâtın başlaması için, Weddell Denizinde havanın aydınlanması bekleniyordu. Merkezde çıt yoktu. Herkesin gözü Ivanov’un üzerindeydi. Vakit geldiğinde Ivanov sağ elini yavaşça yukarı kaldırdı ve hızla aşağı indirerek bağırdı. “Tamam! Başlayın!” Beş ayrı noktadaki gemilere hareket emri verilmişti. Herkes önüne dönerek, önceden planlanmış olan eylemlerini yapmaya başladılar. Bu sırada bir Türk subay, önündeki ekrana bakarak, yüksek sesle geri sayıyordu. “Yirmi dokuz, yirmi sekiz…” Tam bu sırada, Albay rütbeli bir emir subayı, Jarmundsen’in yanına gelerek, etrafı rahatsız etmeden, yavaş bir sesle bir bilgi iletmeye başladığında, Jarmundsen de ona doğru eğilmişti. “Efendim, üslerin haberleşme sistemini ve şifrelerini çözdük.” “Yaa! Çok güzel, peki test edildi mi? Yüzde yüz güvenebilir miyiz?” “Hayır efendim. Ne yazık ki buna vakit bulamadık. Ama operasyonu ertelersek…” 78 “Hayır Albay, artık geri dönüşü olmayan bir noktadayız. Ama siz bütün hazırlıklarınızı yapınız. Bir terslik olursa, sinyal vererek üslerdeki sistemin harekete geçmesini engellemeye çalışırız. Tabii gelen bilgi doğruysa…” “Bilgi, Falkland’a gönderdiğimiz ajanımızdan geldi. Yanında bir de tutuklu bir Yüzbaşı getirmiş. Yüzbaşı bu işin içindeymiş ve her şeyi anlatmış. Ben de bu bilgileri Yaşlı At’a doğrulattım efendim.” “Güzel… O halde güvenebiliriz. Dediğim gibi yapın Albay.” Geri sayım sıfıra geldiğinde, Türk General yüksek bir sesle, operatörlerin bekledikleri emri verdi. “PBDM başlasın!” Bu emir, beş ayrı subayı ve onların komutasındaki teknisyenleri bir anda harekete geçirmişti. Değişik yörüngelerde ve hazır durumda bekleyen beş uydudan birden, aynı anda, PBDM yayını başlatılmıştı. O sırada, iletişim görevlileri de bu bilgiyi, hedeflerine doğru gitmekte olan gemilerin komutanlarına iletiyorlardı. Weddell Denizi Kitty Hawk’ın iletişim subayı, dâhili telefon elinde olduğu halde, telsizin yanında bekliyordu. Beklenen emir geldiğinde, hemen Amirale bildirdi. Amiral Davis, önceden belirlediği rota için hareket emrini verdi. “Başlıyoruz, motorlar tam yol ileri,” Kitty Hawk yavaş yavaş hızını arttırarak suları yarmaya başladı. Tüm tribünlerini, kapasitelerinin limitlerinde çalıştırarak tarihinde görülmemiş bir hıza ulaşma emrini almışlardı. Gemideki herkes alarm durumundaydı. Artık zamanla bir yarış başlamıştı ve bu yarışı zaferle sonuçlandırmaktan başka çareleri yoktu. Görev başarısız olursa işi uçaklar bitirecekti. Bu amaçla, uçak gemisinden altı uçak füze ve roketleriyle birlikte havalandı. Geminin hızını kesmemesi için güvertedeki diğer uçakları hangarlara indirdiler. Gemiyi dengeleyen stabilizör sistemleri bile devre dışı bırakarak hızın daha da artmasını sağlamışlardı. Fakat bu yüzden gemi biraz sallanacaktı. Kitty Hawk harekete geçer geçmez, özel tim komutanı, takımına “kronometreleri çalıştır,” emrini vermiş ve ekipmanlarını son kez kontrol etmelerini istemişti. Görünürde hiçbir aksaklık yoktu. Beş ayrı noktada da, görevli gemilerin hepsi son hızla, hedeflerine doğru ilerliyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra, gemilerin beşi de hedeflerine üç mil kadar yaklaşarak, demir atmış durumdaydılar. Bu sırada özel timler, lastik botlarıyla gemilerden ayrılmış ve olabildiğince hızlı bir şekilde üslere yaklaşmaya başlamışlardı. Her tim otuz kişiden oluşuyordu ve bunların bir kısmı komando, diğerleri de teknik personeldi. Kitty Hawk’tan ayrılan tim, PBDM etkisine girip de motorları durduğunda, botlara sabitlenen basınçlı hava tüplerinin vanalarını açarak, bu tüplerin yarattığı itici güç sayesinde, hızlarını fazla düşürmeden yol almaya devam ediyorlardı. Bu sayede epeyce zaman kazanıyorlardı. İlk önce 1.Tim hedefine ulaştı. Fenerin olduğu yüzeye çıkarak, hemen malzemelerini taşımaya başladılar. Yerini önceden bildikleri kapağı bu kez kolayca açtılar, birer birer içeri girmeye başladılar. Diğer timler, kapak aramakla vakit kaybetmemek için patlayıcı kullanmışlar ve açılan deliklerden üsse girmişlerdi. 79 PBDM nedeniyle, hiçbir elektrikli cihaz çalışmadığı için kimyasal ışıkları kullanmak zorundaydılar. Goose Green Amy olanları çok merak ediyordu. Babası bütün gece ağzını bile açmamıştı. Sabah Eddie’yi görmek üzere evden çıkarken, babası çok dikkatli olmalarını ve kendisinden habersiz bir şey yapmamalarını söylemişti. Bu sözler Amy’yi daha da meraklandırmıştı. Oturdukları evden yaklaşık yüz elli metre uzaklıkta olan Eddie’nin evine ulaşmak için, toprak yolu yürüyerek geçti. Hava serin, fakat berraktı. Eddie kapıyı uykulu gözlerle açtığında Amy bütün gerginliğine rağmen ona şaka yapmaktan geri duramadı: “Uyandırdım galiba? Gorillerin bu saatte uyuduklarını bilmiyordum doğrusu.” Eddie ‘içeri gel’ anlamında bir işaret yaptıktan sonra dönüp banyoya doğru yürüdü ve Amy içeri girip kapıyı kapadı. Az sonra kahvaltı ederek konuşuyorlardı. “Bu iş boka sardı galiba Amy… Ajan, Yüzbaşıyı tutuklayarak götürdü. Bize de, ‘sakın bir yere kaybolmayın’ dedi. Baban da, ben de çok korktuk. Adam silah çekti ya… Düşünebiliyor musun?” “Gerçekten durum çok ciddi demek… Zavallı babam, sana da bana da çok kızmıştır herhalde.” “Bilmiyorum Amy. Hiçbir şey söylemedi. Sanki dili tutulmuş gibiydi adamcağız…” “Peki şimdi ne yapacağız?” “Hiç... Ne yapabiliriz ki Amy? Burada oturup bekleyeceğiz. Telsizi de kapattım. Artık bu iş bitene kadar hiç açmayacağım. Bakarsın bizi de tutuklarlar. Hiç belli olmaz.” “Neden? Biz kötü bir şey yapmadık ki.” “Çok gizli bir şifreye ulaştık. Onu not ettik ve soruşturduk. Daha ne olsun?” “Eskiden olsaydı korkmakta haklısın derdim. Ama şimdi dünyada insancıl bir düzen var artık. Korkma, bu yönetim insan yaşamına en yüksek değeri veren, iyi bir yönetim. Öyle değil mi? Artık öyle şeyler olmaz!” “Galiba haklısın Amy. Eskiden olsaydı ve biz böyle bir şeye karışsaydık, şimdi belki de ölmüştük. Hem de hepimiz!” “Biraz rahat ol Ed. bir şey olmaz, merak etme.” “Acaba bu işin, Türk Profesöre yapılan suikast ile bir ilgisi olabilir mi, ne dersin? Hani geçen gün Kudüs’deki binalara bir saldırı yapılmış ve bir Türk profesörü vurmuşlar ya… Şu ünlü profesörlerden birini, hani şu Birleşik Dünya Projesi’ni hazırlayan. Haberlerde duymadın mı?” “Duydum canım. Ama şimdi bunları bırakalım… Bizim görevimiz yaşamanın tadını çıkarmak. Görevimiz tehlike değil!.. Bak, ne güzel bir gün. Haydi, gidip yüzelim Ed. Haydi bebeğim, bakalım bugün beni geçebilecek misin, ha? İstersen okyanusa yelken açalım ve enginde rüzgârlarla sevişelim, ne dersin?” Weddell Denizi 80 Birinci Takım’ın bulunduğu fenerin altındaki yapı, içerden bakıldığında oldukça büyük bir mağaraya benziyordu. Kalın metal profillerden oluşan bir kafes, bu yapının ana iskeletini oluşturmaktaydı. Dış duvarlar fiber, iç duvarlar ise tamamen paslanmaz çelik levhalarla kaplıydı. İlk kat güneş pillerinin ve kalın kabloların bulunduğu kubbemsi bir yerdi. İlk katın tam ortasında yer alan helezonik merdivenden bir kat alta indiklerinde büyük bir kontrol merkeziyle karşılaştılar. Daire şeklindeki odanın duvarları çepeçevre cihazlarla doluydu. Altı kişilik bir ekip, kimyasal fenerlerin ışığında, hemen bu cihazları incelemeye başladılar. Diğerleri bir kat daha inerek çok sayıda büyük tüplerin ışınsal olarak dizildiği, daha geniş bir odaya ulaştılar. Altı kişilik ikinci bir ekip derhal tüplerin başına giderek çalışmaya başladılar. Tim komutanı elindeki özel telsizi kullanarak ve ana gemiyle bağlantılı olarak Harekât Merkezine bilgi vermeye başladı. “İçerdeyiz. İlk katta sadece güneş pilleri var. Bir alt kat kontrol merkezi gibi, birçok cihaz ve pano bulunuyor. Şimdi de onun altındaki kata iniyorum… Burada da karadan havaya füze kovanları var. Çok sayıda… Bu kesim su altında olduğu için vakumlu tüpler kullanılmış. Bütün füzeleri sökmeye vakit yetmez. Kuzey duvarında iki tane silindir, dikey konumdalar. Çapları büyük bir roketi içine alabilecek kadar… Bir alt kata iniyorum. Aşağı indikçe mekânlar genişliyor… Şimdi de son kattayım. Burada çok sayıda su altı torpilleri var. Her yöne konuşlandırılmış durumda. Tam on altı kovan saydım. Bunların dört tanesi boş, dikey durumdaki büyük silindir tüpler burada da devam ediyor. Odanın kuzey kenarındalar. Silindir şeklindeki tüpler zemine gömülü durumda. Her iki kattaki toplam boyları on metreyi buluyor. Füzeler bu tüplerin içinde olmalı. Üzerindeki yazıları okumak için yaklaşıyorum.” Komutan, yeşilimsi bir ışık veren kimyasal fenerlerin yardımıyla, bir ızgara görünümündeki zeminde güçlükle ilerleyebiliyordu. Kuzey yönündeki silindire ulaştığında, üzerindeki radyoaktif madde işaretini görerek heyecanlandı. “Tüplerin yanına ulaştım. Üzerlerinde zemine yakın mesafede birer kapak var. İnsan girebilecek büyüklükte. Kapağın üzerinde radyoaktif madde işaretleri var. Kapağın birini açıyorum… Kapağı açtım… Hafif bir hava akımı oluştu… Şimdi kesildi. Bunlar füzelerin vakumlu alev tüpleri olmalı. Evet, içerideki füzeyi görebiliyorum. Koyu yeşil renkte askeri bir füze… Füzenin üzerlerinde USA harfleri görülüyor. Birçok da kod var. Bazı kodlar zamanla silinmiş, kesinlikle okunmuyor. Füzenin alt ve üst kısımlarında radyasyon sembolleri var. Tüpün iç duvarındaki sabit merdiveni kullanarak yukarı çıkıyorum. Başlığın olduğu üst kısımda da radyasyon sembolü var… Nükleer başlık taşıdığı kesinleşti. Ancak bu aşamada kaç başlık taşıdıklarını anlayamıyoruz… İniyorum… Gördüğümüz bütün kabloları kesmeye başladık. Kronometre seksen beş dakikayı gösteriyor. Yirmi dakikamız kaldı. Adamlar ışınsal kovanları boşaltıyorlar. Bu arada biz de füzelerin ateşleme mekanizmalarına ulaşmaya çalışıyoruz. Enerji kablolarını arıyoruz. Bizi yönlendirin, tamam.” “Eşgüdüm Merkezinden Birinci Takım komutanına… Gayet iyi gidiyorsunuz. Enerji ana kablolarını en alt ve en üst katlarda arayın. Dairesel alanlarda dış duvarın alt kısımlarından veya tavandan geçiyor olmalı... Alternatörler olmalı. Görebildiniz mi? Vakit azalırsa bütün ekibinizi füzelere yönlendirin. Ayrılırken kontrol katını, patlayıcı kullanarak tahrip edin. Bu mutlaka yapılması gereken bir eylemdir. Anlaşıldı mı? Tamam.” “Anlaşıldı merkez, PBDM kaldırıldığında otomatik olarak ateşlenecek olan sıfır saniye fünyeleri kullanacağız, tamam.” 81 Harekât Merkezi, Kudüs Komuta kademesinde heyecanlı ve gergin bir bekleyiş hâkimdi. Tüm ekranlarda, üslere girmiş olan timlerin çalışmaları izleniyordu. Harekât Merkezi beş ana gruba ayrılmış, her grubun başında bir General, bir Amiral ve onlara danışmanlık görevi yapan uzmanlar bulunuyordu. Harekât Dairesi Başkanı Orgeneral Andrey ise ekibiyle birlikte koordinasyonu sağlamaya çalışıyordu. Ayrıca, Andrey’e bağlı olan bir “Eşgüdüm Merkezi” oluşturulmuştu. Bu merkez, bir ekibin yaptığı keşif ve sonuçları hızla değerlendirerek, diğer ekiplere bildiriyor ve onların daha hızlı çalışmalarını sağlıyordu. Ekiplerden biri, ana enerji kablolarını bulmuştu. Bu bilgi Eşgüdüm Merkezi tarafından hemen diğer ekiplere ulaştırıldı ve onlar da vakit kaybetmeden, bildirilen yerdeki kabloları bulup kesmeye başladılar. Bu sırada Bilgi İşlem Merkezinde de yoğun bir çalışma vardı. Buradaki uzmanlar, bilgisayarlara Q kodlarını yükleyerek Down Point üslerine aracılık eden veri merkezleriyle bağlantı kurmaya çalışıyorlardı. Çözdükleri şifrelere göre mesajlar göndermek suretiyle üsleri kontrol etmek mümkündü ve operasyonda bir terslik olursa üsleri bu şekilde kontrol altına almayı planlamışlardı. On beş dakika daha, son derece gergin bir havada geçti. Harekât merkezindekiler izleyici durumunda kaldıkları için, timlere göre daha huzursuz ve endişeliydiler. Bu sırada beş üste de işler neredeyse bitmiş, ana kabloları bulup kesmeleri kısa yoldan çözüm getirmişti. Gene de kontrol ünitelerinin bulunduğu yerlere plastik patlayıcıları yerleştirmeye başladılar. Bu patlayıcılar amaca yönelik, sınırlı bir etkiye sahip, küçük plastik kalıplardı. Her biri sadece bir tek cihazı tahrip edecek güçteydiler. Özellikle bu şekilde dizayn edilmişlerdi. Fakat ekstra bir önlem olarak da elektromanyetik bombalar kullanacaklardı. Cihazların tam olarak işlemez hale getirilmesi şarttı. Hiçbir şey şansa bırakılamazdı. Aksi halde, çok büyük bir risk vardı. Az sonra telsizlerden sevindirici haberler gelmeye başlamıştı. “Üç numaralı ekipten merkeze… İşimiz bitti. Patlayıcıları aktif hale getirip çıkıyoruz, tamam.” “Burası iki numara, işi bitirdik, çıkıyoruz, tamam.” “Dört numaralı ekip çıkıyor, tamam.” “Bir numara, çıkıyoruz, tamam.” Harekât merkezindekiler sevinçle haykırıyorlar, birbirlerini tebrik ediyorlardı. Bu sırada telsizden tekrar sesler yükseldi. “Takım-dört, lider konuşuyor, bir aksilik oldu. Thomas’ın ayağı ızgaraya sıkıştı. Onu kurtarmaya çalışıyorum. Diğerleri çıktı, tamam.” Az sonra telsizden takım liderinin sesi tekrar duyuldu. “Thomas’ın ayağı kırık, sanırım bayıldı. Yardıma ihtiyacım var, tamam.” “Merkez konuşuyor, süreniz bitti. Acele edin, tamam.” Bu sırada bütün kronometreler alarm vermeye başlamıştı. Dört numaralı takımın şişme botlarından sadece biri, yani altı kişi henüz üsten ayrılamamıştı. Diğerleri, hem kürek çekerek hem de hava tüplerini kullanarak çoktan uzaklaşmaya başlamışlardı. Yüzeyde beklemekte olan dört kişiden ikisi Lidere yardım etmek için tekrar aşağı inerlerken takım lideri en alt kattan bağırıyordu. “Bir ip sarkıtın. Tom’u bağlayarak yukarı çekmemiz gerekiyor.” 82 “Tamam şef.” Az sonra bir üst kata çıkmışlardı. Aynı işlemi tekrarlayarak kontrol katına kadar ulaştıklarında ekiptekilerden biri sordu: “Patlayıcıları kapatalım mı şef? Zamanında kaçamayacağız!” “Kapatırsak tekrar açamayız. Açsak bile, PBDM kaldırıldığı anda patlayacaklar. Değişen bir şey olmayacak!” “Öyleyse kapatalım ve merkeze bildirelim. Gerekirse uçaklar bombalasın.” “Olmaz, bu çok riskli! Üs aktif hale geçerse ne olacağı belli olmaz!” “Ana kabloları kesmemize rağmen mi şef?” “Evet! Çünkü yedek besleme üniteleri olabilir. Üssü tam olarak inceleyemedik. Hiçbir şey garanti değil!” Takım lideri bunu söyledikten sonra telsizle merkezi aradı. “Dört numaradan merkeze, Zamanında çıkamayacağız. Biz biraz gecikeceğiz, tamam.” “Anlaşıldı dört numara, yardım ekiplerini hazır tutuyoruz. Merkez tamam.” Thomas’ı tekrar iple yukarı çekmeye başladılar. Yüzeye çıktıklarında kronometreleri tam yüz on sekiz dakikayı gösteriyordu. “Merkezden dört numaraya, dinleyin! PBDM az sonra kaldırılacak! Hemen şu lanet bota binin! Patlama sırasında suda olmanızı istiyoruz. Tamam.” Bu sırada harekât merkezinde bütün gözler ekrandaki dijital göstergedeydi. Geri sayım bitmek üzereydi. Bu kez birkaç subay hep bir ağızdan saymaya başladılar. “Beş, dört, üç, iki, bir, KESİN!” PBDM kesildiği anda beş üsteki patlayıcılar, görevlerini aynı anda yapmışlardı. Down Point üslerindeki kontrol ünitelerinin tümü aynı anda havaya uçurulmuştu. Merkezde bir dakika kadar süren gergin bir sessizlikten sonra, dâhili hoparlörden gelen ses herkesi rahatlattı. “Burası Bilgi İşlem merkezi, dört bin hertz de hiçbir sinyal yok!” Bu sırada Jarmundsen’in cep telefonu ısrarla titreşiyordu. Bir ara telefonu eline alıp kimin aradığına baktı. Eşiydi. Cevap vermeden kapadı. Az sonra telefon yeniden titreşmeye başladı. Operasyon başarıyla tamamlanmıştı ancak, resmi olarak kesin sonuç henüz açıklanmamıştı. Uydudan gelen görüntülerde, üslerin bulunduğu bölgelerde hareket görülmüyordu. Sadece dördüncü üssün yakınında bir bot, motorunu çalıştırmış, hızla uzaklaşmaya çalışıyordu. Anonslar belli aralıklarla sürüyordu. “Burası Bilgi İşlem Merkezi, üslerde hâlâ hiçbir sinyal yok…” Az sonra, operasyonların tam bir başarıyla sonuçlandığı resmen açıklandığında, coşkulu bir şekilde kutlamalar başladı. Bu sırada Jarmundsen cep telefonundan eşi ile konuşuyordu: “Hayatım, ne zaman geleceğim hiç belli değil. İşim uzayabilir. Kızımızı benim yerime de tebrik et ve onu öp. Söz veriyorum, işim bittiğinde bunu telafi edeceğim. Kapatmak zorundayım, hepinizi seviyorum.” Jarmundsen telefonu kapatır kapatmaz Başkan Koray’a baktı. O da ona bakıyordu. Koray’ın bir işaretiyle, masadaki özel telefondan bir numara tuşladı ve sadece üç kelime söyledi: “Son darbeyi başlatın!” Mesajın alındığını anladığında hemen telefonu kapattı. Başkan Koray’ın yanına giderek operasyon sonuçları hakkında gelen bilgileri dinlemeye başladı. Üslerin tesirsiz hale getirilmesi operasyonu tam bir başarıyla sonuçlanmıştı. Şimdi ise, sıradaki çok önemli bir başka operasyon başlatılmıştı. Bu operasyon yeni rejime 83 zararlı örgütleri bitirmek amacıyla planlanan büyük bir harekâttı. Hazırlıklar günler önceden ve çok gizli olarak sürdürülmekteydi. Operasyonun başlatılması için, Down-Point üslerinin çökertilmesi bekleniyordu. Başkan Koray Jarmundsen’e döndü: “Senin bu akşam özel bir durumun var galiba.” “Evet Sayın Başkanım, bugün küçük kızımın doğum günü de...” “Ya! Kızın kaç yaşında Jarmundsen?” “Küçük kızım on üç, büyüğü de on altı yaşında Başkanım. ” “Ah, en kritik yaş! Eminim ki şimdi babasının yanında olmasını ister… Bak, eğer istersen evine gidebilirsin Jarmundsen. Şu anda her şey yoluna girmiş durumda.” “Hayır gerek yok efendim. Şu sıra görevimden ayrılamam. Ailem bunu anlayacaktır, eminim.” “Haydi Jarmundsen! Yapılacak bir operasyonumuz daha var. Yarından sonra kızını belki de günlerce göremeyeceksin. Oysa evin buraya on dakika uzaklıkta. Seni bu gece için gönderiyorum. Bu bir emirdir.” “Ama efendim!” “Merak etme en ufak bir gelişmede sana haber veririz. Kızını kutla ve bu geceyi evinde geçir. Ona bizim tebriklerimizi de ilet.” “Teşekkür ederim efendim. İletirim.” Jarmundsen evine ulaştığında büyük bir sevinçle karşılandı. Eşi, iki kızı ve kızların arkadaşlarıyla birlikte güzel bir doğum günü partisi düzenlemişlerdi. Jarmundsen’in eşi hediyeyi önceden almış, partiye yetişince de kızına vermesi için kocasına teslim etmişti. Bu son model görüntülü telefonu aldığında küçük kız sevinçten havalara uçtu ve babasına sarılarak onu öpücüklere boğdu. Goose Green Amy, zaman zaman zorlansa da kuvvetli rüzgârın şişirdiği yelkeni tek başına idare edebiliyordu. Eddie ise teknenin kıç tarafında hem dümeni idare ediyor hem de Amy’ye ne yapması gerektiğini söylüyordu. Rüzgâra karşı bir seyir şekli olan orsa’yı deniyorlardı. Bu seyirde hız düşük, fakat tekne oldukça yatık durumda olduğundan yelkenin idaresi oldukça zordu. Buna karşın yelken kullanmanın en heyecan verici, en maceralı şekliydi. Eddie, fırsat buldukça Amy’ye yelken dersleri veriyordu. Amy de okyanusun bu en güzel zamanında, tatilinin tadını alabildiğine çıkartmaya çalışıyordu. Bu sırada Eddie’nin neşesi yerine gelmiş, bir gün önceki olayı unutmuştu bile. Dümeni kontrol ederken diğer teknelerdeki arkadaşlarıyla da şakalaşmayı ihmal etmiyordu. Karşı yönden hızla yaklaşan teknede Tam ve Bill vardı. Eddie, onlara sesini duyurabilmek için nefesinin yettiği güçle bağırmak zorunda kaldı. “Rüzgârı arkana aldın uçuyorsun ama dikkat et, düşme Tam!” “Merak etme Ed. Benim arkam sağlam. Sen kendine bak!” “Marifet, bizim gibi orsa gidebilmektir adamım!” “Rüzgâr sabit olmasa zorsa gid…” Tam’in son sözleri rüzgârda kesildi ve Eddie onun ne dediğini anlamadı. Tekneler birbirinden hızla uzaklaşırken Eddie neşeli bir çığlık attı, Amy de onu taklit etti. Nefesleri kesilinceye kadar çığlık çığlığa gittiler. 84 Vaktin nasıl geçtiğini, Amy ancak yorgunluktan kollarını kaldıramaz hale geldiğinde fark edebildi. Yelkenin idaresini Eddie’ye bıraktı ve dümene geçti. Öyle yorgundu ki, dümeni düz tutabilmek için ağırlığını yekenin üzerine verdi ve neredeyse yekenin üzerine yattı. Koya girdiklerinde rüzgârın hızı kesilmişti. Sahile yaklaşırlarken, dümende epeyce çaba göstermek gerekiyordu. Fakat Amy dümeni de bıraktı ve teknenin güvertesine sırtüstü uzandı. Eddie ayaklarıyla dümeni elleriyle de yelkeni kontrol ederek, Amy’nin hayran bakışları altında ve büyük bir ustalıkla tekneyi iskeleye yaklaştırdı. Iskotayı laçka ederek yelkeni söndürdü. Çapayı saldıktan sonra kanca sapını kullanarak, iskeleye çarpmadan tekneyi bordaladı. Yelkeni topladı ve güzelce bağladı. Bu sırada Amy mızmızlanıyordu. “Oh, Ed korkunç yoruldum. Eve gidip hemen uyuyacağım.” “Aa, olur mu bebeğim. Birlikte yemek yiyecektik ya. Artık bu kadar bedava dersten sonra yemeği de sen hazırlarsın herhalde.” “Affedersin Ed. Parmağımı bile oynatacak halim yok.” “Çelimsiz fare…” “Pis goril...” Eve geldiklerinde Eddie mutfağa giderek makarna ve salata hazırlarken, Amy onu öptü ve özür diledikten sonra kendisini kanepeye bıraktı. Hemen kendinden geçmişti. Gidebilseydi kendi evine gidip yatacaktı, fakat orası epeyce uzaktı. Eddie sofrayı hazırladıktan sonra Amy’nin uyanmasını bekledi. Player’ı açtığında, hareketli bir Latin müziği odayı doldurdu. Los Pinguos adlı, beş gençten kurulu, Arjantinli bu grup, oldukça hareketli müzikleriyle o bölgede çok sevilmiş ve büyük bir ün yapmıştı. Fakat Amy bu müziğe rağmen uyanmıyordu. Eddie can sıkıntısıyla etrafına bakınırken gözü telsize takıldı. Hemen saatine baktı. Tam da sinyal zamanıydı. Dayanamadı, telsizi açtı ve dört bin hertz’e ayarladı… Şaşırmıştı. Çünkü sinyal yoktu. Bu frekans, bu saatte, ilk defa böyle sessizdi. Amy’nin üzerine bir örtü örttü ve evden sessizce çıktı. Doğruca Bay Garry’nin ofisine doğru yürümeye başladı. Toprak yoldan yürüyerek yarım saat sonra Bay Garry’nin yanındaydı. Adam hâlâ kızgındı. Bir taraftan işini yapmaya devam ederken, arada Eddie ile konuşuyordu. “Sinyal kesilmiş Bay Garry.” “Sen hâlâ onunla mı uğraşıyorsun Eddie, akıllanmadın mı?” “Hayır, hayır Bay Garry. Bugün tesadüfen bir bakayım dedim, sinyal kesilmişti. Demek ki kaynağını bulmuşlar. Size bir haber geldi mi diye bir sormak istedim. Meraktan…” “Hayır Eddie, bana kimse bir şey söylemedi. Söylemesine de gerek yok. Ayrıca bu konuda bir şey de duymak istemiyorum artık. Anladın mı?” “O Yüzbaşıya ne oldu acaba? Merak etmiyor musunuz?” “Beni ilgilendirmiyor!” “Peki o halde, sizi daha fazla meşgul etmeyeyim, ben gideyim.” Eddie ağır hareketlerle kalktı ve kapıya yöneldi. Tam bilgisayarın önünden geçerken bir sinyal duydu. Eddie durdu ve başını Bay Garry’ye çevirerek soğuk bir tarzda konuştu: “Size bir mesaj var galiba Bay Garry… Hoşça kalın.” Eddie kapıdan çıkarken, Garry ekrana bakıyordu. Birden bağırdı. “Eddie dur! Ajan Marks’tan geliyor. Hem de sana!” “Demeyin! Ne yazıyor?” “Şifreli… Biraz bekle de şifresini çözeyim.” Ajan Marks’ın verdiği usb belleği PC’ye takarak mesajı birlikte okudular. 85 Sayın Bay Donald Garry aracılığı ile Eddie Packer. Bay Garry ile birlikte keşfinizi bize haber vermekle çok faydalı ve örnek bir iş yapmış bulunuyorsunuz. Bu nedenle sizlere, Konseyimiz adına şükranlarımızı sunmakla görevlendirilmiş bulunuyorum. Sayenizde çok önemli bir bilgiye ulaşılmış ve değerlendirilmiştir. Olayın gizliliği nedeniyle size şimdilik daha fazla bir açıklamada bulunamıyorum. Bunu da anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Kısa bir süre sonra, ödülünüzü sunmak üzere Goose Green’de olacağım. O zamana kadar bu olaydan kimseye bahsetmemenizi rica ediyorum. İkinize de samimi saygılarımı sunarım. Görüşmek ümidiyle. Tony Marks Birleşik İstihbarat Merkezi Eddie yumruklarını havaya kaldırarak bağırdı. “Yaşasın! Bize bir de ödül veriyorlar. Gördünüz mü Bay Garry, uğraştığımıza değdi. Biliyor musunuz, ödüle değil de, daha çok bu işin iyi bitmesine seviniyorum Bay Garry. Yaşasın!...” Bu sırada Bay Garry ayağa kalkmıştı. Sevinçle, Eddie’ye kollarını açarak haykırdı. “Aslanım Eddie! Gel bir öpeyim seni.” Garry Eddie’ye sarılırken ikisi de çok sevinçliydi. “Gidip Amy’ye de müjdeyi vereyim hemen…” “Sahi Amy nerede?” “Evde, makarna pişiriyor Bay Garry. Ona yelken dersi verdiğim için bana jest yapmak istedi. Siz de gelmek ister misiniz?” “Teşekkür ederim Eddie. Ben eve gitmeliyim. Amy’ye söyle o da fazla geç kalmasın olur mu?” “Olur efendim.” Eddie kapıdan çıkarken mırıldanıyordu. “Uyandırabilirsem tabii…“ Kudüs Göktuna ve Güreli, sabah erkenden Yaşlıkaya’nın yattığı hastaneye arkadaşlarını ziyarete gitmişlerdi. Her günkü gibi bir buket çiçek alarak yola çıkmışlar, hastaneye geldiklerinde Yaşlıkaya’nın eşi ve oğulları ile sarılarak ağlaşmışlardı. Güreli hüzünlü bir sesle sordu: “Bir gelişme var mı?” Kadın ağlayarak: “Hayır Aydın Bey, hep aynı… Hâlâ komadan çıkamadı.” “Doktorlarla bir konuşalım bakalım. Durumu nasılmış.” “Sabah bize biraz bilgi verdiler. Birkaç gün daha uyanamazmış, ama böyle olması onun yaşama şansını arttırıyor dediler. Kendine gelirse daha kötü imiş… Aman ne bileyim ben, çok üzülüyorum. Elimde değil.” Profesör Göktuna: “Merak etme Mefkûre, kurtulacak! Göreceksin! Bak, bütün dünya seferber oldu onun için. Her teknolojiyi, her imkânı kullanıyorlar. O kurtulacak. Ben buna yü- 86 rekten inanıyorum… Bir düşünür şöyle demişti; ‘Bir idealist hedefine ulaştığında yaşama gücünü kaybeder ve ölür.’ Ben bunu değiştirerek şöyle diyorum; O bir idealisttir ve daha hedefine ulaşamadı. Yaşayacak!” Bir süre sonra, yoğun bakım odasının koridora bakan penceresindeki perde içeriden açıldı. Koridorda beklemekte olan bir kameraman hemen görüntü almaya başladı. Eşi ve oğulları Yaşlıkaya’yı görünce tekrar ağlamaya başladılar. Kafası ve göğsü beyaz bir bandajla sarılı idi. Gözleri de bu bandajın altında kalmıştı. Sadece burnu ve ağzı açıktaydı. Oralara da ince hortumlar takılıydı. Yatağın yanındaki askıda duran iki şişe serum, her iki kolundan da hastaya veriliyordu. Boynunda ise sarı bir boyunluk olduğu görülüyordu. Vücuduna çok sayıda elektrotlar bağlanmış ve başucunda da birkaç tane elektronik cihaz vardı. Bir hemşire de sürekli yanında bekliyordu. Yaşlıkaya hiç kıpırdamıyordu… Beş dakika sonra perde kapandı. Her gün aynı saatlerde, bu perde bir kez açılıyor, yakınlarının onu beş dakika için görmesine izin veriliyordu. Bu sırada da bütün televizyonlar canlı yayın yaparak Yaşlıkaya’yı ekrana getiriyorlardı. Fakat odaya hiçbir ziyaretçi alınmıyordu. En yakınlarını bile yanına sokmuyorlardı. Ankara Hava kararmaya yüz tutmuştu. Şantiyedeki bir konteyner ofisin içindeki Nag, oldukça kalın ve kaslı kollarını göğsünde bağlamış, masanın başında otururken, Albert ve Robert bir haritanın üzerine eğilmişler, tavandan sarkan ampulün zayıf ışığına rağmen, yaptıkları plan üzerinde çalışıyorlardı. Hepsi de siyah tulumlarını giymişler, her an harekete hazır durumdaydılar. “Bu kez kanlı bir baskın olmayacak, bu iyi.” “Şüphesiz Albert! Yoksa çok fazla adam ölür. Bu plan bence de mükemmel. Tebrik ederim Nag.” “Durun yahu, bu planı tek başıma yapmadım, biliyorsunuz.” “Biliyoruz, biliyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki, onları sen yönlendirmişsindir mutlaka. Çünkü bu konularda senin üstünde bir yetenek düşünemiyorum bile!..” “Eh, fazla tevazua da gerek yok sanırım. Gerçekten de, bu işlerde iyi olduğumu kabul ediyorum… Robert, şu turizm firmalarıyla görüştün mü?” “Evet, İstanbul’daki firma en uygunu, arayıp bilgi aldım ve fiyat sordum. Diğer üç şirketi de aradım. Rezervasyon yaparken gerçekçi olsun diye.” Tam bu sırada bir cep telefonunun hoş melodisi duyuldu. Nag, telefonu açıp “alo?” dedikten iki saniye sonra kapattı. Üç kelimelik talimat için bu süre yetmişti: “Son darbeyi yapın!” Ayağa kalktı, ellerini birbirine vurduktan sonra keyifli bir tonda konuşmaya başladı. “Evet arkadaşlar, yeşil ışık yandı, başlıyoruz!.. Operasyonun adı: Son Darbe.” Albert birkaç saniye düşündükten sonra: “Ah, çok güzel bir isim bulmuşsun Colonel. Doğrusu bu her iki taraf için de son darbe… Taktik olarak iyi bir seçim.” Colonel hemen ona sus işareti yaptı. Bu gibi şeylerin ulu orta söylenmemesi gerekiyordu. Çünkü Colonel, İlluminati’nin onları dinliyor olabileceğinden endişe 87 ediyordu. Hatta adamlarının içinde muhbirleri bile olabilirdi. Colonel, biraz da Albert’in bu kadar rahat konuşmasına şaşırmıştı. O bu gibi konularda deneyimli bir istihbaratçıydı. Nasıl olur da böyle bir şeyi ortalık yerde söylerdi, bir anlam verememiş ve kızmıştı. “Yarın sabah şirketi arayıp, rezervasyonu yapın. Üç yıldızlı bir otel uygundur. Fazla dikkat çekmeyiz. Sandıkları da kargo şirketine teslim edin. Yalnız, sağlam ve kilitli durumda olmasına dikkat edin. Bizim Kudüs’e vardığımızın ertesi günü sandıklar da verdiğimiz adrese gelmiş olmalı. Konşimentoyu, muhtelif makine parçaları şeklinde düzenleyin. Burada dört adam bırakın. Helikopterleri silahlı olarak, sabahtan itibaren ikişerli gruplar halinde gönderin ve taktik olarak Irak’taki birliklerimize de hazır olmaları talimatını verin. Hepsi bu kadar.” Robert: “Patrona haber verecek misin?” Colonel: “Ne için?” Robert: “Operasyona başlıyoruz diye.” Robert’ın kimi kast ettiğini biliyordu. Cevabını da ona göre verdi: “Gerek yok. O bu tür görüşmelerden hoşlanmaz. Sadece sonucu bilmek ister. Onu da televizyondan öğrenecek zaten.” Kudüs Kudüs, bölgeye hâkim bir tepeye kurulmuş ve bazı dinler için kutsal sayılan bir şehirdi. Gece manzarası da oldukça güzeldi. Colonel ve ekibinin kaldıkları üç yıldızlı otel, sıradan bir yerdi. Odalar fazla büyük olmamakla beraber, temiz sayılırdı. Colonel, kırk kişilik ekibini film şirketinin set çalışanları olarak tanıtmış ve konusu Kudüs’de geçen bir filmin bazı gece sahnelerini çekeceklerini söylemişti. Hava karardıktan sonra Colonel dışarı çıkıp, yürüyüş yaptı. Hem biraz temiz hava almak hem de manzarayı seyrederek, bir gece sonra yapacakları operasyonu düşünmek istiyordu. Güvenlik açısından da artık kimseyle haberleşmemesi gerekiyordu. Bu saatten sonra planda bir değişiklik de yapılamazdı. İçinden bir terslik olmamasını diledi. Gözleri, taraçalar şeklinde kademeli olarak alçalan şehir ışıklarına daldı. Kozmik Operasyon’dan sonra yeniden inşa edilen Kudüs, şimdi çok daha düzenli ve güzeldi. Tepenin eteklerindeki diğer ışıklarla karışarak uzanan düzenli bir ışık kümesi, gittikçe zayıflayarak gözün alabildiğince uzaklara uzanıyordu. Fakat Colonel nedense biraz huzursuzdu. Bu duyguyu operasyonun gerginliğine bağlamayı tercih etti. Bütün ekip gece ve gün boyu dinlendi. Ertesi gece saat 23.00 olduğunda, üzerinde general üniforması olduğu halde Colonel, arkadaşlarının bulunduğu odaya gitti. Onlar da hazırdı. “Haydi arkadaşlar, gidiyoruz.” Üç subay birlikte otelden çıktılar. Gündüzden kiraladıkları otomobillerden birine binerek Birleşik Dünya Konseyi binalarının bulunduğu yere doğru yola koyuldular. Otomobili, binbaşı kıyafetindeki Albert kullanıyordu. Colonel ve Robert ise general kıyafetleriyle arkada oturuyorlardı. On beş dakika sonra şehrin güneyinde yer alan kompleksin kuzey kapısına ulaşmışlardı. Kapının hemen yan tarafında kale gibi çok sağlam ve büyük bir yapı vardı. Kompleksin her iki giriş kapısında da, yüzer kişilik (birer bölük) silahlı askerler bu binaların içinde bulunurdu. Fakat dışarıda sadece dört, beş asker görülebiliyordu. Colonel camı açarak nöbetçi subayla konuştu: 88 “Bay Jarmundsen ile görüşeceğiz. Geleceğimizden haberi var.” “Kimliklerinizi alabilir miyim efendim.” “Tabii, işte alın.” Nöbetçi subay kimlik kartlarını alarak binaya girdi. Bir dakika sonra nöbetçi binasından çıkarak kimliklerini geri verdi ve çelik engelleri indirmeleri için askerlere bir işaret yaptı. “Girebilirsiniz efendim. Çevre yolunu takip ederek güney otoparkına gireceksiniz. Bay Jarmundsen az sonra on birinci blokta olacak, oraya çok yakındır. Yolu biliyor musunuz?” “Evet biliyoruz Çavuş, teşekkürler.” Hidrolik olarak çalışan, yaklaşık doksan santim çapında ve bir metre yüksekliğindeki çelik silindirler aşağıya doğru inerek zeminle sıfır hale geldiklerinde otomobil içeri girdi. Aracı park ettikten sonra, her iki tarafı çimlendirilmiş beton yolda yürüyerek “11. Blok” yazan yön tabelalarını takip ettiler. Jarmundsen onları Güvenlik Konseyi binasının önünde karşıladı. Hiç konuşmadan, hep birlikte yürüyerek, Bilgi İşlem Merkezi’nin bulunduğu, bir arka bloka gittiler. Yedi numaralı bu blok, kompleksin tam ortasında yer alıyordu. Kurşun geçirmez camdan yapılmış olan otomatik kapıyı Jarmundsen kimlik kartı ile açtı. Her blokta üç giriş kapısı bulunuyordu. Güneybatıya bakan 2 numaralı kapıyı kullanmışlardı. Bütün blok kapılarındaki nöbetçiler ve devriyeler silahlıydı. Ziyaretçilerin geleceği önceden bildirildiği için, hiçbir hareket yapmadan nöbete devam ettiler. Fakat gözleri duvardaki alarm panosunun ışıklarındaydı. Bütün girişlerde bulunan bu sistem sayesinde içeriye bir tek silah dahi sokulamazdı. Aksi halde sistem alarm verir ve anında onlarca silahlı asker o kapıya üşüşürdü. Alarm sistemini kapatmak ise imkânsızdı. Çünkü bilgisayar tarafından oluşturulan ve her ay değiştirilen şifreyi, bilgisayar otomatik olarak altıya bölüyor ve altı ayrı zarf halinde, altı ayrı yetkiliye veriyordu. Zarfı kaybetmek veya emir almadan açmak, en azından işten atılmayı gerektiren ağır bir suçtu. İçeri girdiklerinde Robert cep telefonu ile bir numara aradı ve konuştu. “Tamam gelebilirsiniz!” Kompleksin bir hayli uzağında ve yavaş seyretmekte olan dört adet minibüs, içerisindeki kırk adamla birlikte hızlanarak girişe yaklaşmaya başladılar. Bu sırada Jarmundsen elindeki küçük bir telsizle güney kapısının nöbetçi çavuşunu aradı ve gelen dört aracı bekletmeden içeri almalarını bildirdi. Araçların plakalarını da vermişti. Fakat nöbetçi çavuş gene de silah araması yapmadan araçları içeri sokmadı. Gündüzden kargo ile gelen sandıkların geçici olarak depolandığı oda giriş katındaydı. Jarmundsen’in rehberliğinde oraya giderlerken Robert: “Bu askerler az sonra başlarına ne geleceğini bilselerdi, acaba ne yaparlardı?” diye düşünmekten kendini alamadı. Jarmundsen sandıkların olduğu bölüme girdiklerinde durdu ve Colonel’a döndü. “İşte kargonuz burada. Şimdi beni gönderip işe başlayın. Bu bloktaki kameralar on beş dakika daha kapalı olacak. Sonra tekrar kayıt yapmaya başlayacaklar. Siz sadece dışarısı ile iletişimi kesin. Kamera kayıtları ileride bize lazım.” Üçü birden sandıkları açmaya başladılar. Bu sırada Robert, sandıktan çıkarttığı bir kelepçe ile Jarmundsen’in ellerini arkadan kelepçeledi. Anahtarı da Jarmundsen’in ön cebine koydu. Albert ise üç adamıyla birlikte, üç adet jammer cihazlarını 89 katlara yerleştirmek üzere götürdü. Esir alınan personelin dışarıyla haberleşmesini önlemek için bu cihazları kullanacaklardı. Birer otomatik tabanca, bol miktarda şarjör, bayıltıcı gaz ve kelepçeleri alarak çıktılar. Jarmundsen de yanlarındaydı. Kapıdaki nöbetçileri silah tehdidi ile tesirsiz hale getirerek boş bir odaya tıktılar. Daha sonra Albert ve Robert’i bir üst kattaki kontrol odasına ani bir baskın yaptılar. Oradakileri de etkisizleştirdikten sonra, Albert bir cihazın başına geçti ve kompleksteki tüm binaların merkezle iletişimini kesti. Sonra da başka bir cihazın başına giderek internet dâhil, tüm dış bağlantıları da kesti. Bu sırada dört minibüs 7.bloğun güneybatı kapısına gelmişlerdi. Colonel kapıya gitti ve iç taraftaki düğmeye basarak kapıyı açtı. Minibüsten inen siyah üniformalı adamlar hızla içeriye girmeye başladılar. Tamamen silahsız oldukları için alarm devreye girmemişti. Bu sırada Colonel silahını, girişteki nöbetçinin yerini almış olan adamına verdikten sonra Jarmundsen’in kelepçelerini çözdü ve birlikte dışarı çıktılar. Kimse görmeden onu minibüslerden birine bindirdi. Sonra geri döndü ve silahını nöbetçiden geri aldı. Yeni gelen adamlar Colonel’ın işaret ettiği depoya girdiler. Silahları ve gerekli mühimmatı alarak tekrar koridorda dizildiler ve beklemeye başladılar. Kısa sürede kırk adam da silahlanmış durumdaydı. Bu sırada Colonel ve arkadaşları üzerindeki üniformaları çıkartmış, dışarıdaki minibüsler de gitmişti. Colonel’ın bir işaretiyle, Bilgi İşlem ünitelerinin ve teknik destek ekiplerinin bulunduğu alt katlara yöneldiler. Buldukları herkesi kelepçeleyerek yere yatırıyorlardı. Direnmeye kalkan olursa sprey kullanarak bayıltıyorlardı. Alt katlarda vardiyalı olarak çalışan teknik personel sayısı altmış yedi idi. Bunlardan yirmi biri kadındı. Binadaki güvenlik personeli de on beş kişiydi. Adamlar kontrolü tamamen sağladıktan sonra, sandıklardan aldıkları plastik patlayıcıları kapılara, asansörlere ve merdivenlere yerleştirmeye başladılar. Uzaktan kumanda ile patlatılabilen bu patlayıcılara ek olarak, bazı kritik buldukları yerlere bubi tuzakları ve insan algılayıcı detektörlerle çalışan bombalar da yerleştiriyorlardı. Sadece, hücre adıyla anılan ve bilgilerin depolandığı hizmet ünitelerinin bulunduğu en alt katlardaki güvenli odalara hiç dokunmadılar. Tüm hazırlıklar bitince Robert ve Albert Colonel’ın yanına geldiler. “Tamam Colonel, biz hazırız.” “Güzel. Şimdi şu alarm çalışıyor mu, bir test edelim.” Kapıya yerleştirdikleri adamlardan biri Robert’ın işaretiyle düğmeye basarak cam kapıyı açtı. Elindeki otomatik silahıyla birlikte iki adım dışarı çıkıp, hemen içeri girdiğinde tüm sirenler çalıyordu. Cam kapı otomatik olarak hızla kapandı. Kapılar artık sadece yetkili kişilerin kartlarıyla açılabilir bir moda geçmişti. Siyahlı adamlardan biri elindeki iki adet plastik patlayıcıyı cam kapıya içeriden monte etti. Patlayıcılar dışarıdan da görülebilecek şekilde cama yapıştırılmıştı. Bunlardan biri uzaktan patlatılabilen, diğeri ise kapı açıldığında patlayacak cinsten düzeneklere sahipti. Patlayıcıların büyüklüğüne ve cinsine bakılırsa her ikisi de çok güçlü patlayıcılardı. Bir tanesi bile katı tamamen tahrip edebilecek güçteydi. Çok geçmeden kapının önünde kırk, elli kadar asker mevzilenmiş, telsizleriyle amirlerine bilgi vermeye başlamışlardı bile. İçeridekiler giriş katının ışıklarını söndürdüler. Birkaç dakika sonra dışarısı ana baba gününe dönmüş, koşuşturmalar ve bağrışmalar duyuluyordu. Az sonra iki dev projektör yandı ve giriş katı tamamen aydınlandı. On dakika sonra ise blok, yüzlerce asker tarafından tamamen sarılmıştı. Güvenlik Konseyi Başkanı Koray gelene kadar, yetkili nöbetçi subay olarak bir albay olaydan sorumluydu. Az sonra içerisiyle telefon bağlantısı sağlanmıştı. Ku- 90 ral gereği, tüm görüşmeler kayıt edilecekti. Albay, teröristlerin lideriyle konuşmak istediğini söyledi ve az sonra telefonda Colonel ile konuşuyordu. “Ben Nöbetçi Albay Musa Kurt, lütfen kendinizi tanıtınız ve bu eylemi hangi amaçla yaptığınızı açıklayın.” “İyi geceler Kurt Albay. Bana kısaca Nag diyebilirsiniz. Yıktığınız eski düzenin kahramanlarından biriyim. Bu yeterli mi?” “Amacınız nedir? Ne yapmak istiyorsunuz?” “Bu düzeni değiştirmek!” “Anlıyorum! Sizler insanların mutlu ve huzurlu bir dünyada yaşamasına karşısınız. Peki bunu nasıl yapacaksınız? Çünkü artık oradan canlı çıkabilmeniz mümkün değil!” “Biz burada dünyanın kontrolünü ele geçirdik bile Kurt Albay! İstersem bir tuşa basarak tüm ekonominizi durdurabilirim. Dünyayı felç edebilirim. Bakın Kurt Albay, size tavsiyem, hemen amirlerinizi çağırın.” Albay terlemeye başlamıştı. Telefonun bekletme tuşuna bastı ve konuşmaya ara verip yanındaki yetkililere döndü: “Ulaştırma Konseyine bilgi verin. Bütün hava alanlarında uçuşları durdurmalarını bildirin. Havadaki uçakları da en yakın meydanlara indirsinler. Bütün Devlet Başkanlarına da bilgi versinler. Bunlar uyduların kontrolünü de ele geçirmiş olabilirler. Panik yaratmayın. Başkana haber verdiniz mi? Geliyor mu?” “Evet efendim az sonra burada olur.” Albay tekrar telefondaki konuşmasına döndü. Colonel’ı dinlemeye devam etti. “Evet Albay, önlemlerinizi aldınız mı? Tahmin ettiğiniz gibi, bütün elektronik kontrollerinizi ele geçirmiş durumdayım. Uydularınızı da… Şu anda istediğim yeri vurup, yok edebilirim. Denememi ister misiniz?” “Dinle beni Nag! Bu yaptığının fazla bir anlamı yok! Biz sonunda seni yok ederiz ve gerekirse dünyayı yeniden kurarız. Boşa çabalıyorsun. Böyle bir yere varamazsın, anladın mı? Şimdi bizden ne istediğini söyle.” “Çatıya da nöbetçiler koydum. Herhangi bir hava aracı hatta kuş filan yaklaşırsa burayı derhal havaya uçuracağımı bilin. Bundan sonrasını sadece Başkanlarınızla konuşurum.” Colonel telefonu kapatmıştı. Güvenlik Konseyi Başkanı olay yerine geldiğinde yanında diğer konsey başkanlarından birkaçı daha vardı. Binayı saran askerlerin sayısı da gittikçe artıyordu. Birleşik Dünya Yönetimi tümüyle alarma geçmişti. Kudüs’de de çok büyük bir hareketlilik vardı. Bir basın grubu da olay yerine gelmek üzereydi. Koray biraz ağırdan alıyordu. Kısa bir sürede BDK kompleksine ikinci kez yapılan saldırı onu ve güvenlikten sorumlu diğer görevlileri çok zor bir duruma sokmuştu. Fakat buna rağmen Koray rahat davranıyordu. Önce yetkililerden bilgi aldı ve onlarla uzun görüşmeler yaptı. Basın mensupları geldiğinde komplekse girmelerine izin verdi ve daha sonra teröristlerle görüşmek istediğini söylediğinde televizyon kameraları çalışmaya başlamıştı. Koray teröristlerin lideriyle konuşmaya başladığında ilk cümleler klasik, bilinen şeylerdi: “Siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz? Amacınız nedir?” Fakat Colonel’ın verdiği cevap çarpıcıydı: “Hepinizin istifa ederek yönetimden çekilmesini istiyorum. Bizim dünyayı yok etmek gibi bir niyetimiz yok. Ama bize direnirseniz onu da yaparız. İçeride seksen iki rehine var. Onlardan başlamamızı ister misiniz?” 91 Colonel telefonu kapattı. Bütün görüşme kayıt edilmişti. Çok geçmeden dünya basını olayı öğrenmiş, ortalık karışmıştı. Telefon görüşmesinin ayrıntıları da hemen basına sızmış ve canlı yayınlarda açıklanmaya başlamıştı. Birleşik Dünya Yönetimi çok güç bir durumdaydı. Acımasız eleştiriler hemen başlamıştı. Başkan Koray, Genel Başkanla görüşmek üzere üçüncü bloğa gitmeye karar verdi. Bu sırada Genel Başkan Akyürek de Güvenlik Konseyi’ne gitmek üzere yola çıkmıştı. Karşılaştıklarında, Güvenlik Konseyi binasında bir kriz merkezi oluşturarak, orada toplanmaya karar verdiler. Basın mensuplarının bir kısmı adım adım başkanları izliyordu. Sorulara cevap vermeyen Genel Başkan, üçüncü blokta bir basın masası oluşturacaklarını söylemekle yetindi. Redroot Malikânesi, Kenosha Redroot, sabah saatlerinde televizyondan haberi duyar duymaz, on kişiden oluşan grubu hemen toplantıya çağırmıştı. Malikânenin alt katındaki güvenli toplantı salonunda şimdi bir aradaydılar. Bu seferki toplantı, daha ciddi ve kapsamlıydı. Gene pagan ayinlerini andıran bir törenle başlamıştı. Hepsi de altın sırmalı, beyaz cüppelerini giymişler, kapüşonlarını başlarına çekmişler, ellerindeki altın saplı asaları ile zaman zaman yere vurarak ve Latince sözler söyleyerek, Işık Tanrısına tapıyorlardı. Bu örgütün temel felsefesi, Aydınlanma Ülküsüne dayanıyordu. Bu ülkü, birleşik bir dünya düzeni kurma ve dünyayı yönetme ülküsüydü. Yüzyıllardır var olan örgüt, hep bu amaç için çalışmıştı. İçinde bulundukları döneme de Aydınlanma Çağı adını vermişlerdi. Şimdi ise, hedefe ulaşmak üzere olmanın zafer sarhoşluğu içerisindeydiler. Ayin on beş dakika kadar sürdü. Sonra yuvarlak masanın etrafındaki koltuklara yerleştiler ve masaya servis edilmiş olan kızılcık suyunu içtiler. Redroot elindeki asayı üç kere yere vurduktan sonra konuşmaya başladı. “Saygıdeğer Kardeşlerim, Işık Tanrısının bana verdiği güç ve yetkiyle bugün, burada, yedi yüz yirmi dördüncü aydınlanma toplantımızı açıyorum… Sevinerek bildirmek isterim ki; planımız çok iyi gidiyor. Şu anda askerlerimiz Kudüs’ü fethetmiş bulunuyor. Kudüs’ü fethetmek, dünyayı fethetmekle eşdeğerdir. Çok yakında Kudüs’de, zafer şarabını altın kadehimizden içiyor olacağız ve artık buradan, sadece Kudüs’e gitmek için çıkacağız!” Redroot, asasını bir kere yere vurdu ve devam etti. “Kudüs, kurbanlarımızın kanıyla yıkanacak!” Asayı tekrar yere vurdu. “Kudüs, bizim varlığımızla aydınlanacak!” Tekrar vurdu. “Ve biz, dünyanın kaderini ellerimizde tutacağız!” Tekrar vurdu. “Ve insanlığı aydınlatacağız!” Bu cümleden sonra asayı üç defa vurdu ve aynı dramatik sesle haykırdı: “Işığınla kutsa bizi! Ey, her şeyi gören, ölümsüz ve yüce Tanrı’mız!” Hep bir ağızdan haykırdılar. “Kardeşliğe ve Işık Tanrımıza!” 92 Güvenlik Konseyi, Kudüs Genel Başkan ve Güvenlik Konseyinin tüm üst düzey görevlileri, Harekât Merkezinde kurulan kriz masasında bir aradaydılar. Bütün kurmaylar bu işgale karşı alternatifli planlar üzerinde çalışırlarken, başka bir masada oturan Genel Başkan Akyürek, Güvenlik Konseyi Başkanı Koray, bazı general ve amiraller aralarında tartışarak, kurmayların getirecekleri önerileri bekliyorlardı. Orgeneral Andrey de diğerleri gibi oldukça sinirliydi. “Lanet olsun! İyi ki, uydularımızın birer atımlık ömrü kaldığını bilmiyorlar bari!” Oramiral Raven: “Gene de bu, altı atış yapabilirler demektir. O kadar da kötü değil.” Başkan Koray farklı görüşteydi. “Ama biz de uyduları kaybetmiş olacağız.” Genel Başkan Akyürek sordu: “İstihbarat Başkanımız nerede?” Orgeneral Andrey cevapladı: “Efendim, sanırım Jarmundsen isyancıların elinde. Fakat tuhaf bir durum var. Gelen bilgilere göre isyancıları içeri o almış. Hiç inanamıyorum ama galiba onların adamı. Kanıtlar bunu gösteriyor.” Koray itiraz etti: “Hayır! Bu olamaz Sayın Başkan. Jarmundsen bir hain olamaz! Onu kandırmış veya mecbur bırakmış olmalılar.” Orgeneral Andrey: “Jarmundsen’in hain olmadığını ben de kabul ediyorum. Fakat, bu adamlar içeriye nasıl girebilmiş? İkinci kez böyle bir şey nasıl olabiliyor? Bir zaafımız olduğu ortada! Yarın, basın bizi acımasızca eleştirecektir. Bu silahları ve patlayıcıları nasıl olup da böylesine korunan bir merkeze sokabiliyorlar? Jarmundsen’in yardımcılarından Tümgeneral Orvin ve Tedrick’den bu konuların ayrıntılı olarak araştırılmasını ve en kısa sürede rapor edilmesini istedim.” Koray: “İyi yaptınız General. Onları hemen buraya çağırın!” Andrey: “Tedrick şu anda Kudüs’deki otelde soruşturma yapıyor. Ama Orvin burada, hemen çağırtırım Sayın Başkan.” Az sonra istihbaratçı Tümgeneral Orvin, kriz masasındaki heyete ilk raporunu sözlü olarak veriyordu. “Efendim, dün gündüz saatlerinde bir kargo şirketi, sandıklar içerisinde bazı malzemeler getirmiş ve onları Jarmundsen teslim almış. Bu sandıklarda makine ve bilgisayar parçaları olduğunu rapor ederek alarmı kapattırmış ve böylelikle sandıkları içeri taşıtmış. Tahminlerimize göre o sandıklarda silah ve patlayıcılar vardı. Çünkü aynı gece binayı basan isyancıları da Jarmundsen içeri almış. Bu olayı, standart nöbet raporuna, ‘gizli bir sistem kurmak üzere gelen teknik ekip’ olarak kaydettirmiş. Böyle olunca kimse de şüphelenmemiş. Oysa adamlar Kudüs’deki bir otelde kalıyorlarmış ve kendilerini bir film şirketinin set ekibi olarak tanıtmışlar. Sinema filmi çektiklerini söyledikleri için kimse onları değişik kıyafetlerle görünce yadırgamamış. Dün akşam üçü, otelden subay kıyafetleri içinde çıkmışlar. Diğerleri de siyah tulumlar içerisindeymiş. Adamlar BDK kompleksine girerlerken kimlik ve silah kontrolü de yapılmış. Bu durumda silahlar önceden içeri sokulmuş 93 olmalı. Bu kesin. Bu da bize silahların gündüz gelen sandıklarda olabileceğini düşündürüyor efendim. Başka türlü olamaz.” Başkan Koray: “Yani Jarmundsen bir hain, öyle mi General?” “Ne yazık ki öyle efendim, tarih böyle örneklerle dolu.” “Başka bir ihtimal yok mu General? Nasıl bu kadar tek yönlü bir kanıya çabucak vardınız?” “Kanıtlar ve gelişmeler bizi bu sonuca götürüyor Sayın Başkan. Üstelik Profesör Yaşlıkaya suikastında da helikopterlere iniş izninin Jarmundsen tarafından verildiği yolunda ciddi kanıtlarımız var efendim.” “Bu kadar basit mi? Jarmundsen gibi bir istihbarat uzmanı bu kadar basit kanıtlar bırakır mı sizce? Bence birileri size böyle düşündürmek ve yanıltmak istiyor da olabilirler, değil mi General? Ben olsam; tam aksine, başka bir ihtimal olabilir mi diye, farklı bir gözle araştırırdım General. İstihbaratçılık bu değil mi?” “Eee, Evet… Sanırım haklısınız Sayın Başkan. Galiba biraz acele ettik. Zaten bunlar ön bilgiler ve ön değerlendirmelerimizdi. İzin verirseniz, makamınıza çok yönlü bir rapor sunmak üzere, olaya bir de bu açıdan bakalım efendim. Müsaadenizle.” Bu konuşmaları dikkatle takip etmiş olan Genel Başkan Akyürek, Başkan Koray’ın ne yapmak istediğini anlamıştı: “Hem Jarmundsen’e vakit kazandırıyor hem de istihbaratçıları test ediyor. Onlara, adeta istihbarat dersi veriyor,” diye düşünüyordu. Akyürek belli belirsiz bir gülümseme geçirdi. Bu sırada Koray’ın önüne bir mesaj getirdiler. “Acil bir mesaj var efendim.” Koray merakla okumaya başladı: Sevgili Babacığım, Sağlığım şimdi daha iyi. Kestane şekerleri için teşekkür ederim. Onları dolaba koydum. Doktorum izin verince hepsini yiyeceğim. Beni merak etmeyin. JR. Mesajı okur okumaz Genel Başkan Akyürek’in yanına gitti ve kimsenin duyamayacağı kadar yavaş bir sesle: “Sayın Başkan, Jarmundsen’den mesaj geldi. Şu anda hedef, beklediğimiz yerdeymiş. Operasyona hazırız diyor. Adamlar yerlerini almış. Bizden emir bekliyorlar,” diyerek mesajı yorumladı. “Siz ne diyorsunuz?” “Hemen başlatalım derim Sayın Başkan. Jarmundsen ‘hazırız’ diyorsa bir bildiği vardır. Operasyonu başlatmak için izninizi istiyorum.” “Pekâlâ, öyleyse başlatın.” “Emredersiniz efendim.” Koray bir kâğıda iki satır yazıp emir subayına verdi. Sevgili Oğlum, Doktor, hiçbir sakıncası yok dedi. Şekerleri yiyebilirsin. Seni çok özledik. Baban. “Bunu hemen JR’ye gönderin.” 94 Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Operasyon ikinci gecesini bitirmiş, güneş neredeyse doğmak üzereydi. Uzandığı bir duvar dibinde dinlenmekte olan Colonel saatine baktı ve Robert’a bir işaret yaparak harekete geçmesini sağladı. Robert doğruca kontrol ünitesine giderek oradaki adamlarına tüm banka bağlantılarını kesmelerini söyledi. Az sonra dünyadaki bütün bankalarda işlemler durmuştu. Bölgedeki bankalarda ise mesai başladığında şok yaşanacaktı. Zaten bunu önceden tahmin eden bazı yorumcular, televizyonlarda yaptıkları konuşmalarla halkı paniğe sevk etmişler ve çoğu paralarını çekmişti bile. Gene de bu kesinti birçok kişiyi etkileyecek, ticarette ve ulaşımda büyük aksamalara neden olacaktı. Dört saat daha geçtikten sonra Colonel ve arkadaşları alt katlardan birinde toplanmış, durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Robert: “Ekonomik panik başlamış olmalı. Fakat bizi arayan olmadı hâlâ. Acaba ne planlıyorlar? İnşallah bu iş boka sarmaz.” Albert: “Merak etme Colonel, her şey planlandığı gibi gidiyor. Endişe edecek bir durum yok. Sonunda dize geleceklerdir. Başka yolu yok.” “Başkanlar toplantı halinde olmalı. Dışarıda basından kimse var mı?” “Evet sadece iki kamera ve üç gazeteci olduğunu gördüm.” “O zaman mesajı gönder, helikopterler gelsin. Sonra da üç rehine seçin ve giriş katına çıkartın.” Biraz sonra üç rehine, cam kapının tam karşısındaki duvarın dibinde, gözleri bağlanmış olarak duruyordu. Dışarıdaki gazeteci ve kameramanlar hemen hareketlenerek canlı yayına başladılar. Projektörler sayesinde cam kapının dışından zemin kattaki bütün olan biteni görebiliyorlardı. Bu sırada giriş katındaki telefon çalmaya başladı. Güvenlik Konseyi Başkanı Koray’dan bir telefon gelmişti. “Düşündüğünüz şeyi sakın yapmayın. Bu sizi de bizi de çok kötü bir duruma düşürür. Anlaşmaya hazırız.” Colonel cevapladı: “Güzel. Az sonra silahlanmış olarak altı helikopter çatıdaki pistlere inecek. Onları sakın engellemeye kalkmayın Başkan. Anlaşıldı mı? Yoksa fişi çekerek bütün enerjinizi keserim. Bütün verilerinizi kaybedersiniz ve bu adamlara da güzel bir cenaze töreni bile yapamazsınız.” “Tamam… Başka?” “Daha sonra söyleyeceğim. Şimdilik bu dediğimi yapın, yeter. Aksi halde dünya büyük bir kaosa sürüklenecektir. Bundan hiç şüpheniz olmasın.” Basın bu bilgiye ulaşınca ortalık tekrar hareketlenmişti. Az sonra altı helikopter kompleksin üzerinde tur atarlarken tüm televizyonlar tekrar canlı yayına geçmişlerdi. Helikopterler silahlıydı ve bölgede büyük bir tedirginlik yaratmışlardı. Heyecan doruktaydı. Tüm dünya bu olaya odaklanmıştı. Herkes ne olacağını merak ediyordu. Bir ara helikopterlerden biri, göz korkutmak amacıyla blokların arasındaki çimenlik bölgeye kısa bir ateş açtı. Makineli tüfek mermileri çimleri ve üzerindeki çiçekleri toz duman içinde havaya savurduğunda, on metre uzaktaki kameramanlar ve basın muhabirleri panik içinde bağrışarak kaçıştılar. Bir kameraman düştüğü yerde sırt üstü yatarken hâlâ çekmeye devam ediyordu. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. 95 Redroot Malikânesi, Kenosha Güneş batmış, hava hızla kararıyordu. Redroot malikânesinin alt katındaki güvenli toplantı salonunda bulunan on kişi, bazıları ayakta, bazıları da koltuklara oturmuş, Kudüs’ten yapılmakta olan canlı yayını heyecanla izliyorlardı. Bu sırada malikânenin dışında büyük bir harekât başlamıştı. Önce, malikâneye yaklaşan karavan tipi bir araçtan başlatılan elektromanyetik yayınla, güvenlik sistemi ve kameralar devre dışı bırakıldı. O sırada, yüksek duvarları dört bir yandan aşan komandolar susturuculu silahlarıyla köpekleri vurmaya başladılar. Vahşi köpekler daha havlamaya vakit bile bulamadan yere seriliyorlardı. Aynı anda kapıya gelen iki otomobilden inen sivil giyimli komandolar, dört güvenlik personelini birkaç saniyede etkisiz hale getirdikten sonra, iç taraftaki demir kapıyı da özel aletleriyle çabucak açıp içeri girdiler. İki koldan ve hızla ana binaya ulaştıklarında, iki askeri helikopter de arka tarafa on kişilik bir timi indiriyordu. Malikânenin arkasından geçen demiryolu ile çevredeki bütün yollar trafiğe kapatılmıştı. Operasyon başlar başlamaz gelen bir yük treni, tam malikânenin hizasında durmuş ve yük vagonlarından indirilen üç tank, dış duvarları yıkarak üç ayrı yerden binanın bahçesinde girmişti. Tanklar ana binayı hedef alacak şekilde konuşlandıktan sonra, çeşitli araçlarla gelen yüzlerce asker de hızla binayı sarmaya başladı. Ana binaya ilk giren siviller, giriş katındaki görevlilerin hepsini kelepçeleyerek yere yatırdılar. Sonradan gelen bir başka ekip de bunları toplayıp, bahçede beklemekte olan araçlara bindirerek malikâne dışında bir yere götürdüler. Bina etrafında devriye görevi yapan silahlı güvenlikçiler de görüldükleri yerde derhal vuruluyorlardı. Bu ateşe tanklardaki makineli tüfekler de katılıyordu. Bütün askerlerde ve tanklarda gece görüş sistemleri vardı. Ana binanın çevresindeki bütün hizmet binaları tamamen boşaltıldıktan sonra, komutanlarının içeri girmesiyle timler alt kata indiler. Salon kapısının ihtişamı karşısında bir an şaşkınlık geçiren Jarmundsen duvardaki hareket detektörünü fark ettiğinde hemen bir tüfek dipçiği ile onu param parça etti. Fakat detektör onları görmüş ve çoktan devreye girmişti. Çünkü kapalı devre kablo bağlantısıyla çalışan bu sistemler, jammerden etkilenmiyordu. PBDM ise böyle yakın operasyonlar için uygun değildi. Zaten uyduların ömürleri de çok azalmıştı. Altı kişilik bir ekip hemen buradaki kamera ve güvenlik sistemlerini işlemez hale getirdiler. Komandolar ise Jarmundsen’in işaretiyle pozisyon alıp beklemeye başladılar. Jarmundsen kapının etrafını dikkatle araştırıyordu. Kapıyı açan düğmeyi bulduğunda adamlarını uyardı ve düğmeye bastı. Bu sırada dışarıdaki askerler malikâneyi kuşatmaya devam ediyordu. Ana binanın hemen dışındaki birinci kuşatma tamamlanmıştı. Gelmeye devam eden askeri birlikler de, ikisi duvarların dışında olmak üzere toplam üç çember oluşturmaktaydı. Bunun için üç komando taburu kullanılmıştı. Gölün malikâneye yakın kıyılarında ise yedi hücumbot hazır bekliyordu. Civardaki meraklı insanların malikâneye yaklaşmalarına kesinlikle izin verilmiyordu. Komandoları indiren helikopterler de havada tur atarak geniş bir bölgeyi gözlem altında tutuyorlardı. Jarmundsen duvardaki düğmeye bir kez daha bastı. Kapı açılmıyordu. “Parmak izini okuyan bir sistem olmalı”, diye düşünerek uğraşmayı bıraktı. Ses geçirmeyen salondaki on adam, dışarıda olan bitenden habersiz olarak Kudüs’den yapılmakta olan canlı yayını izlemeye devam ediyorlardı. Engelleyici elektromanyetik dalgalar buradaki kurşun kaplı duvarları aşıp içeriye tesir edemi- 96 yordu. Kudüs’de helikopterin ateş açması, medyada da panik yaratmış, tüm kanallar bu olaya odaklanarak heyecanlı yorumlar yapmaya başlamışlardı. Salondakiler bu yorumları büyük bir ilgiyle izliyorlardı. Bu sırada yuvarlak masanın üzerindeki kabartma armanın tam ortasında bulunan bir kırmızı ışık yanıp sönmekteydi. Haberlere öylesine dalmışlardı ki bu küçük kırmızı ışığı henüz fark etmemişlerdi. Adamlardan biri, bir ara tuvalete gitmek için kalktı, salon kapısının beş, altı metre kadar sağında yer alan tuvalete girdi. Diğerleri televizyon izleyerek arada bir olayı yorumluyor ve aralarında konuşuyorlardı. Adam tuvaletten çıkıp koltuğuna dönerken kırmızı ışığı fark etti ve Redroot’a sordu: “Burada yanan bu ışık nedir kardeşim?” Redroot, “Hangi ışık?” diye sordu. Sonra da koltuğundan fırlayıp masanın yanına gitti. Heyecanlanmıştı. Eğilerek kamburunu çıkarmış bir halde ve gözlerindeki korkutucu ifadeyle, bir kapıya, bir masaya bakıyordu. “Dışarıda birileri olmalı! Acaba neler oluyor?” diye homurdandı. Sonra masanın arkasındaki bir dolabı açarak oradaki bir monitörü çalıştırdı. Ekran aydınlandı, fakat hiçbir görüntü yoktu. Kumanda aletini alıp tuşlarına bastı, sonuç aynıydı. Redroot birden sarardı. Kamburu iyice çıkmış, gözleri dehşetle açılmış ve göz bebekleri büyümüştü. “Dışarıda bir şeyler oluyor!” diye haykırdı. Salondaki herkes donup kalmıştı. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Üçüncü bloktaki kriz yönetim karargâhında Yaşlıkaya haricindeki tüm konsey başkanları bir aradaydılar. Önlerindeki büyük bir ekranda, uydu bağlantısı sayesinde Redroot malikânesinde yapılmakta olan operasyonu izliyorlardı. Güvenlik Konseyi Başkanı Koray haricindeki herkes gergindi. Bir ara Profesör Güreli, Güvenlik Konseyi Başkanına dönerek sordu: “Bu plan kimin eseriyse tebrik ederim Sayın Koray. Her şey incelikle düşünülmüş. Tanklar, helikopterler, tren, hücumbotlar dahi kullanılmakta. Sanırım çok iyi bir istihbarat yapılmış. Bu plan bir ekip işi olmalı. Bunu ne kadar bir zamanda hazırladınız?” “Teşekkür ederim Başkan Güreli. Operasyon hazırlıkları yaklaşık bir ay gibi bir zaman aldı. Ama dediğiniz gibi bir ekip çalışması yaptık. İstihbarat çalışmaları ise Birleşik İstihbarat Örgütü kurulur kurulmaz başladı. Yaşlıkaya ve eski istihbaratçıların uyarısıyla başladığımız ilk ve en önemli görevimiz bu idi. Bu çalışmalarda tabii ki en büyük pay Jarmundsen ve ekibine aittir. Ayrıca ordumuzun çok değerli subaylarının da büyük katkısı oldu. Özellikle uydu kontrol merkezi bize çok faydalı bilgiler sağladı.” “Ne gibi bilgiler Sayın Başkan?” “Malikâneyi oldukça uzun bir süre, uydudaki süper optik gözlerle izledik, attıkları her adımı kaydettik. Beş adet Down Point üssüne operasyon yapılırken bile altıncı uydumuz bu görevi yapıyordu. Edindiğimiz bilgiler çok önemliydi. O kadar çok kamyon girip çıktı ki, içeride çok büyük bir inşaat yapılıyor sandık. İşçi kılığında ajanlarımızla malikâneye sızdık. Bu sayede alt katta bulunan ses geçirmez duvarları ve toplantı salonunu öğrendik. Bu iş hiç de kolay olmadı baylar, Redroot’un güvenlik önlemleri de yabana atılır cinsten değil, fakat biz binadaki bu ayrıntıyı öğrenmeyi başardık. Bu yüzden tankları devreye soktuk. O tanklarda, iki metre kalınlıktaki bir betonu bile delip geçebilen özel mermiler bulunuyor. Umarım kullanmaya gerek kalmaz.” 97 Mali Konsey Başkanı Akira: “Bu operasyondan ancak köstebekler kaçıp kurtulabilir Sayın Koray, böyle bir olasılık var mı, bunu da değerlendirmiş olmalısınız öyle değil mi?” “Yeraltından kaçma olasılıklarını soruyorsanız, hayır. Böyle bir olasılık yok Sayın Akira.” “Neden yok?” “Çünkü malikânenin dışında üç çember oluşturduk. En dıştaki çemberin yarıçapı, yaklaşık 700 metredir. Bunu aşıp gitmeleri mümkün değildir. Helikopterlerimiz termal kameralarla geniş bir bölgeyi yirmi dört saat kontrol ediyorlar. Ayrıca kaçsalar bile nereye gidecekler ki? Artık açığa çıktılar ve işleri bitti. BDK’ ya böyle bir saldırı düzenleme emrini vermekle kendi iplerini kendileri çektiler. Keşke kaçsalar, bizim için daha iyi olur. Onları suçlamak için artık elimizde her türlü kanıt ve tanık var. Emin olun, işleri bitti!” “Çok güzel… Böylece sevgili dostumuz Sayın Yaşlıkaya’nın da öcünü almış oluyoruz. Zavallı ailesi de ne acı çekiyordur kim bilir…” Bu söz üzerine Göktuna ile Güreli birbirlerine bakarak, hafifçe gülümsediler. Başkan Koray ise ciddi bir ifadeyle: “Sahi, onların acısını da dindirelim artık,” diyerek telefona uzandı ve bir numara çevirdikten sonra “Sayın Yaşlıkaya’yı buraya bekliyoruz,” dedi. Başkan Akira’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Göktuna ve Güreli’nin dışındakiler de şaşkındı. Herkes susmuş ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki salonun kapısı açıldı ve Profesör Yaşlıkaya gülümseyerek içeri girdi. Sapasağlamdı… Redroot Malikânesi, Kenosha Jarmundsen, alt kattaki büyük salonun kapısının önünde durmuş düşünüyordu. Adamlardan biri yanına geldi. “Hepsi içeride, onları kıstırdık. Ama içeriye nasıl gireceğiz?” “Girmek kolay da, adamlara zarar vermeden, onları canlı ele geçirmek zorundayız. Önemli olan bu.” “Plastik patlayıcı veya bayıltıcı gaz, ama önce kapıya bir delik açmalıyız.” “Evet Yüzbaşı, kapıya hemen bir delik açtırın. Delik tavana yakın bir yerde olsun ki içeriden müdahale edemesinler. O delikten yararlanarak içerdekilerle temas kurup onları teslim olmaya ikna edebiliriz. Mini kamera ile içerisini görüntüleyebiliriz. Son çare olarak da bayıltıcı gaz veririz.” “Matkap mı kullanalım, yoksa lazer mi?” “Lazer kullanın! Daha çabuk sonuç alırız.” Jarmundsen talimatı verdikten sonra binadan dışarı çıktı ve bahçedeki bir karavana gitti. Dış taraftaki dev jeneratörlerin beslediği çok sayıdaki ışıldaklar sayesinde bahçe ve civarı gündüz gibi aydınlatılmıştı. Jammer yayınını kısa bir süre durdurarak cep telefonuyla Başkan Koray’ı aradı. Az sonra Koray telefondaydı. “Evet, sizi uydudan izliyoruz. Fakat içeride neler olup bittiğini göremiyoruz tabii. Hedef ele geçti mi?” “Henüz içeriye giremedik. Çok sağlam ve kilitli bir kapıyı aşmamız gerekiyor. Onları canlı ele geçirmek için önce kapıya bir delik açıyoruz.” “O zaman içeridekiler artık durumu fark etmiş olmalılar. Çember tamamlandığına göre biz buradaki operasyonu durdurabiliriz.” 98 “Evet Sayın Başkan. Ben de bunu söyleyecektim. Artık operasyonu bitirsinler. İnsanlar ister istemez korkmuştur.” “Haklısın, daha fazla uzatmaya gerek yok… Yaşlıkaya yanımızda, sana selamlarını gönderiyor.” “Ha! Çok sevindim. Benden de selam söyleyin lütfen. Rolünü çok iyi yaptı, yakında film teklifleri alır. Kendisini tebrik ediyorum.” Jarmundsen tekrar malikâneye girip, salonun kapısına gittiğinde delme işlemi bitmek üzereydi. Fakat ortalık toz duman içerisindeydi. Adamlardan biri Jarmundsen’e bir maske uzattı. Lazer ışınları duvardaki kurşunu eritirken çıkan zehirli gazlar etrafa yayılıyordu. Lazeri durdurdular. Askerler, bahçeye getirdikleri bir seyyar kompresörü çalıştırmış, salon kapısına kadar kalın bir hortum çekerek içerideki havayı temizlemeye çalışıyorlardı. Hava tamamen temizlendikten sonra lazer tekrar çalışmaya başladı ve birkaç saniye sonra da delik açılmıştı. Adamlardan biri ucunda minik bir elektronik göz bulunan ince bir boruyu delikten içeri soktu ve elindeki küçük ekrandan içerisini izlemeye başladı. Az sonra sonucu bildirdi. “İçeride kimse yok efendim! Salon Boş!..” Jarmundsen şaşırmıştı. “Nasıl olur? Nereye kaçabilirler ki?” “Kapıyı uçurup içeri girelim mi?” “İyice kontrol ettin mi? Kör bir noktaya saklanmış olmasınlar!” “Olabilir efendim. İsterseniz bir de siz bakın.” “Gerek yok. Gazı verin. Kapıyı uçurmadan önce kamerayla tekrar kontrol edin, anons yapın ve sonra da uçurun.” Elinde büyükçe bir tüp olan adam kapıya yaklaştı. Cebinden çıkarttığı mavi renkteki çubuğun jelâtinini açtı ve macuna benzeyen maddeyi yoğurmaya başladı. Tüpe bağlı olan ince bir hortumu delikten içeri soktu. Sonra deliğin etrafını elindeki macunla iyice sıvadı. Tüpün vanasını açtı. Saatine baktı. Jarmundsen’e dönerek, “Salonun büyüklüğüne göre üç dakika yeterlidir sanırım,” dedi. Jarmundsen başıyla onayladı. Bu sırada bir başka uzman, elindeki plastik patlayıcıyı bir macun gibi uzatarak şekillendirdikten sonra kapının etrafına, menteşelerinin olduğu yerlerden geçecek şekilde, çepeçevre yapıştırmaya başladı. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Bilgi İşlem Merkezi’nin önündeki büyük kalabalık gittikçe artmış ve silahlı askerlerin kontrolü gevşetmeleri sonucu insanlar kapıya daha çok yaklaşmıştı. Çünkü bu baskının aslında bir tatbikat olduğu ve şimdi sona erdiği anonsu sürekli olarak yapılıyordu. Biraz sonra Colonel ve arkadaşları açılan cam kapıdan silahsız olarak çıkarlarken üçü de gülümsüyordu. Fakat yüzlerindeki maskeler nedeniyle insanlar bunu göremiyordu. Kameralara el salladılar. Robert çıkarken maskesinin arkasından; “bu bir senaryo idi arkadaşlar. Oyun bitti,” şeklinde kısa bir açıklama yaptıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte kapıda beklemekte olan araca bindi. Olay yerindeki bir General, Başkan Koray’ın emriyle, basına gerekli açıklamayı az önce yapmıştı. Dünya yeniden çalkalandı. Yüzlerce kanal, programlarını keserek canlı yayına bağlanmışlardı. Rehine durumundaki personel binadan çıkmaya başladığında, basın muhabirleri onlara sorular yöneltiyorlardı. 99 “Size, bunun bir tatbikat olduğu önceden söylendi mi? Size kötü davranıldı mı? Çok korkmuş olmalısınız, açıklama yapar mısınız? İçeride neler oldu?” Çalışanlar gayet neşeli bir şekilde cevaplar veriyorlardı. “Doğrusunu söylemek gerekirse, başlangıçta biraz korkmuştuk. Ama sonra hiç korkmadık. Bize bunun bir tatbikat olduğu ve rol yapmamız gerektiği söylendi. Biz de rolümüzü yaptık.” Bir diğeri devam etti. “Hiçbirimiz zarar görmedik. Hatta biz içeride, baskını yapanlarla sürekli şakalaşıyorduk. Çok neşeli insanlardı. İstediğimiz şeyleri yiyemiyorduk ama yiyecek içecek sıkıntımız da olmadı.” Bir başka bayan görevli: “Güzel bir yiyecek stoku yapmışlar. Her şeyi düşünmüşler, yemek yapmasını bilenler sırayla mutfağa gidip yemek yapıyorlardı. Canımız sıkılmasın diye oyunlar oynadık. Laptop’lardan film bile izledik, hatta topluca jimnastik yaptık. Ara sıra çığlık atmamızı söylüyorlardı. Biz de bağırıyorduk. Çığlık atma yarışması bile yaptık ve Bayan Suzi birinci oldu.” Daha sonra basına Kenosha’daki operasyon hakkında da bilgi verilerek buradaki tatbikat ile ilişkisi ve asıl plan anlatıldı. Basın mensupları bu açıklamalardan sonra çok bozulmuş bir halde, daha önce abartarak verdikleri terörist baskını haberlerinin bir senaryo olduğunu, plan gereği yapıldığını ve böylece İlluminati örgütüne yapılan operasyonun maskelendiğini ve sonuçta örgütün çökertildiğini açıklıyorlardı. Ancak bu operasyonda kullanıldıklarını anladıklarından beri, bunu hazmedemiyorlar ve yönetimi eleştiriyorlardı. Özellikle helikopterden üzerlerine ateş açılmasını affedemiyorlardı. Daha sonra Başkan Koray, operasyonun inandırıcı olması gerektiğini söyleyerek onları bir ölçüde ikna etti. Redroot Malikânesi, Kenosha Plastik patlayıcıların döşenmesi bittiğinde, delikteki hortumu çıkartıp tekrar kamera ile içersini kontrol ettiler. “Salon hâlâ boş efendim. Kimse görünmüyor.” “Pekâlâ, patlatıp açalım öyleyse, bakalım nereye saklanmışlar, görelim!” “Peki efendim.” Siyahlı adam bu kez delikten içeri başka bir alet soktu ve elindeki mikrofona konuşmaya başladığında sesi salonun iç tarafında yankılanıyordu. “Dikkat!.. Bir dakika sonra patlatıcı kullanarak kapıyı açacağız. Kapıdan uzak durun. Tekrarlıyorum kapıdan uzak durun. İçeri girdiğimizde herhangi bir direnişle karşılaşırsak ateş açacağız. Ellerinizi kaldırıp teslim olmanız sizin yararınızadır.” Bu anons iki defa tekrarlandıktan sonra hepsi kapıdan uzaklaştılar ve bir üst kata çıktılar. Bir düdük sesiyle birlikte patlayıcı uzmanı ateşleyicinin düğmesine bastı. Patlama sesiyle aynı anda kapının karşısındaki merdivenlere kadar alevlerle birlikte toz ve metal parçaları püskürdü. Patlamanın etkisiyle üst kattaki camlar bile kırılmıştı. Toz dumanın içerisinde tekrar alt kata indiklerinde görkemli ve devasa kapının menteşelerinden koparak olduğu gibi salonun içine doğru devrilmiş olduğunu gördüler. Gaz maskeli komandolar dumanın içinden fırlayarak hızla salona dalıp, diz çökerek pozisyon aldılar. Daha sonra girenler de ilerleyerek salo- 100 nu araştırmaya başladılar. Masanın altına, koltukların arkasına, dolaplara ve en son olarak da tuvalete baktılar. Kimse yoktu… Jarmundsen gözlerine inanamıyordu. Askerlere bütün duvarları ve döşemeyi aramalarını emretti. Askerler her tarafı didik didik ederek gizli bir kapı veya geçit arıyorlardı. Hiçbir şey bulamadılar. Fakat yuvarlak maun masanın ortasındaki güneş sembolünün üzerinde küçük kırmızı bir ışık hâlâ yanıp sönüyordu. Jarmundsen bu ışığa bakarak bir süre düşündükten sonra adamlara dönerek, inatla aramaya devam etmelerini söyledi. Sonra da telefon etmek için salondan çıktı. Çünkü buradaki kurşun duvarlar nedeniyle cep telefonları sinyal alamıyordu. Üst kata çıkan merdivenlerde ayağı takılıp düşen bir askere yardım etti. “Evladım dikkat etsene!” “Özür dilerim komutanım. Ayağım bir şeye takıldı. Göremedim. Tekrar özür dilerim.” Asker, ayağının takıldığı yere şaşkın gözlerle bakıyordu. Neye takıldığını anlayamamıştı. Jarmundsen dışarı çıktığında, önce operasyonda görevli bir generalle konuştu. “Generalim, bütün askerlerinize tekrar duyurun. Girmeye ya da çıkmaya çalışan herkes tutuklanacak. Özellikle de yaşı elliden yukarı olan herkes! Aradıklarımız on kişidir. Her olayı bana derhal bildiriniz.” Sonra da jammer yayınını kısa bir süre için tekrar kestirerek cep teflonu ile Güvenlik Konseyi Başkanını aradı. “Sayın Koray, patlatıcı kullanarak kapıyı açtık ve içeri girdik. İnanır mısınız, salonda kimse yoktu… Her tarafı aradık, aramaya da devam ediyoruz efendim.” “Yani kaçtılar mı?” “Hayır, bu imkânsız efendim. Kaçabilecekleri bir yer yok. Ancak gizli bir bölümde saklandıklarını sanıyorum.” “Personelin ifadesini aldınız mı?” “Evet efendim. Onlar da Redroot ile dokuz misafirinin salonda olduklarını söylediler.” “İyi… Eğer saklanıyorlarsa, orada yıllarca duramazlar değil mi? Onları bulana kadar ablukayı kaldırmayalım. Eğer kaçtılarsa bu da bir şey değiştirmez. İpleri pazara çıktı. Artık paraları yok, hepsini bloke ettik. Kimlikleri yok, merkezi veri ünitesine ‘aranmakta oldukları’ bilgisi girildi… Bu durumda bir hafta bile dayanamazlar. Tek çareleri teslim olmaktır.” “Evet, ama eğer kaçtılarsa onları destekleyen bir gruptan yardım görerek bir süre saklanabilirler Başkanım. Ama dediğiniz gibi, eninde sonunda teslim olmaktan başka çareleri yok…” “Evet Jarmundsen.” “Aslında bir çareleri daha var efendim. Uzaya gitmek!.. Tabii bunu da ancak kıçlarına dinamit bağlayarak yapabilirler.” “Sıkma canını Jarmundsen. Onların işi bitti artık.” “Hayır efendim, ben onları buluncaya kadar gözüme uyku girmez. Sizden bir isteğim daha var efendim. Bana uzman inşaat mühendisleri ve uzman dedektifler gerekiyor. Dünyada bu konudaki en iyi isimleri bulup ekipleriyle birlikte buraya göndermenizi istiyorum. Tabii en kısa sürede.” “Anlıyorum, binayı profesyonelce araştırmak istiyorsun. Pekâlâ, hemen talimat vereceğim.” 101 Goose Green Akşamüstü Eddie, bomboş sahildeki iskelede hasırdan yapılmış bir tabureye oturmuş, tek başına balık avlamaya çalışıyordu. Aslında bu bir huzur operasyonuydu. Rahatlamış, gevşemiş bir halde sinirlerini ve beynini dinlendiriyordu. Bir taraftan da düşünmek istiyordu, tek başına biraz düşünmek… Buna ihtiyacı vardı. Keşfettiği sinyalle ilgili gelişmeler iyi sonuçlanınca stres de bitmiş, olay neredeyse kapanmıştı. Bu çalkantı içerisinde ikinci plana düşen ilişkisini, yani Amy’yi düşünüyordu daha çok. Bu akıllı kıza gittikçe bağlandığının farkındaydı. Ona hiç söylemese de çok hoşlandığı bir gerçekti. Onun da kendisine ilgi duyduğu açık seçik ortadaydı. Ama ilişkileri nereye doğru gidiyordu ve bunu kim kontrol ediyordu? Amy ne yapmak istiyordu? Daha önemlisi, kendisi ne yapmak istiyordu? Bu sorulara cevap arıyordu. Dalmış bir halde suya bakarak düşünürken yanı başındaki bir sesle irkildi. “Nasıl, bu iş sinyal yakalamaya benzemiyor değil mi? Hâlâ iki balık tutamamışsın. Çekil bakalım kenara acemi… Sana öğreteyim.” Amy’yi yanında görünce Eddie’nin yüzü aydınlandı. Ayağa kalkarken neşeli bir sesle cevap verdi. “Gel bakalım. Mademki çok biliyorsun, sen tut da görelim.” “Bak canım, önce konsantre olacaksın. Her işte böyledir, değil mi? Yaptığın işe yoğunlaşacaksın. Romeo gibi bakınırsan hiçbir işi beceremezsin, tamam mı?” “Benim neyi becerip, beceremediğimi sen iyi bilirsin Amy.” “Ukalalık etme de öğrenmeye bak.” “Sahiden sen bu işte usta mısın, yoksa beni etkilemeye mi çalışıyorsun?” “Seni de ben avladım unuttun mu?” Eddie gülerek, “Yok ya! Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” diye sordu. “Evet, seni ilk gördüğümde, sen henüz beni fark etmemiştin bile. Hatırlasana. İlk kim konuştu?” Eddie sustu. Yan gözle Amy’ye bakıyordu. Onun güzelliğini hayran gözlerle süzerken, Amy ise bütün dikkatini oltaya yöneltmişti. Fakat o da arada bir Eddie’yi kaçamak bakışlarla süzmekten geri kalmıyordu. Bir süre öylece geçti. Az sonra Amy’nin çektiği oltanın ucunda iri bir balık vardı. “Vay canına! Sen gerçekten bu işi biliyorsun Amy. Kocan olacak adam çok şanslı doğrusu.” Amy denize bakarak aniden dalgınlaştı. Bu sözler onu derinden etkilemişti. O tuttuğunu koparan hali gitmiş, yerine romantik ve sakin bir genç kız gelmişti sanki. O kadar ani bir değişiklik olmuştu ki, pili bitip de ağırlaşan bir oyuncak gibi bütün dinamizmini kaybetmişti. Eddie bu ani değişikliğin henüz farkında değildi. Olta yavaşça suya doğru indi, ucundaki balık tekrar denize kavuştu. Amy dalgın gözlerle denize bakarken, hüzünlü bir sesle cevap verdi. “Evet, şanslıdır kendisi…” Sonra da başını çevirdi ve Eddie’nin gözlerine uzun uzun baktı. Rüzgârda saçları uçuşuyor, arada gözlerinin önüne düşerek yüzünü kapatıyordu. Amy saçlarını eliyle topladıktan sonra yüzündeki masum, fakat hüzünlü bir ifadeyle: “Ben seni seviyorum Eddie,” diye fısıldadı. Eddie, bu sözleri duymasa da dudak hareketlerinden anlamıştı. Birden içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Tüm bedenini ani bir heyecan basmış, ilk defa hissettiği bu duygu onu adeta uyuşturmuş, beyni durmuştu. Düşünemiyordu. Fakat ela gözleri değişik bir heyecanla parlıyordu. Amy ise ısrarla ona bakıyordu. Yemyeşil gözleri o ela gözlere adeta kilitlenmiş, onun hareketlerini izliyordu. Başını iki yana hafifçe sallarken tekrar fısıldadı: “Seni 102 deliler gibi seviyorum Eddie… Sana sırılsıklam aşık oldum…” Göz pınarlarında biriken iki damla gittikçe büyüyordu. Nihayet bakır rengi yanaklarından yuvarlanmaya başladığında Eddie dayanamadı ve ona sımsıkı sarıldı. Kulağını öperken fısıltıyla “ben de,” diyebildi. Amy de kollarını büyük bir arzuyla boynuna doladı, gözlerini kapadı ve dudaklarıyla sevgilisinin dudaklarını aradı yavaşça… Denize düşen olta ise ucundaki balığın sürüklemesiyle yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Az sonra iskeleye bağlanan yolun ucundaki tepede Bay Garry göründü. Garry onları arıyordu, fakat gördüğü manzara karşısında, olduğu yerde donup kaldı. Redroot Malikânesi, Kenosha Kudüs’den gelmesi beklenen ekip uçaktan iner inmez, alandaki bir helikopterle kısa sürede malikâneye ulaştırılmıştı. Bir mühendis, bir mimar, bir polis dedektifi, bir de istihbaratçıdan oluşan dört kişilik araştırma ekibi, malikânenin giriş katındaki büyük salonda karargâh kurarak çalışmalarına başladı. İstihbaratçı, eski Türk istihbaratında ün yapmış bir ajan olan Yıldırım Kaya idi. Türk Milli İstihbarat Teşkilatı kapatıldığında, özellikle Kozmik Operasyon sırasında kazandığı başarılar nedeniyle ödüllendirilerek, kendisine Birleşik İstihbarat Merkezinde eğitmenlik görevi verilmişti. O artık bir Eğitmen İstihbaratçıydı. Ekiptekiler çalışmalarına ilk olarak malikâneyi gezmekle başladılar. Girişi ve alt katı tamamen gezdikten sonra bahçeyi de dikkatle incelediler. Garaj, depo, lojman ve ek hizmet binaları gibi bütün yapıların içine girerek baktılar, fotoğraflar çektiler, notlar aldılar. Sonra da karargâh kurdukları salona dönerek, ordu yetkililerinin yerel belediyeden temin etmiş olduğu, büyük ölçekli haritaları ve malikânenin planlarını incelemeye başladılar. Bu incelmeler ve ön değerlendirmeler birkaç saat sürdü. Sonra, olayların nasıl geliştiğini ayrıntılı olarak dinlemek için Jarmundsen’le görüştüler. Anlattıklarını dikkatle dinlediler, sorular sordular ve yapacakları araştırmalara aktif olarak katılmasını istediler. Jarmundsen zaten araştırmanın içindeydi ve ekibin başıydı. İlk değerlendirmeler ışığında, olay yerinin titizlikle ve karış karış, tekrar aranmasına ve salonun rölövesinin oluşturulmasına karar verdiler. Rölöve çalışması iki günden önce bitecek bir çalışma değildi. Çünkü ayrıntılı ölçümler, büyük ölçekli, ayrıntı çizimler, çok sayıda kesitler yapılması gerekiyordu. Binada gizli bir bölüm varsa, bu ancak rölöve çalışması sonucunda kesin olarak bulunabilirdi. Diğer yöntemlerle bulmak ise, sadece tesadüf sonucu mümkün olabilirdi. Bu işler için iki gruba ayrıldılar. Dedektif, istihbaratçı ve Jarmundsen aramaları yönetirken, mimar ile mühendis de rölöveyi hazırlayacaklardı. Her iki gruba da yardımcı olmak üzere onar asker verildi ve bu askerler alt kattaki salonun eşyalarını boşaltmakla işe başladılar. Halıdan avizeye kadar her şeyi söküp dışarıdaki bir TIR dorsesine taşıyorlardı. Rölöve çalışmaları sırasında salonun boşaltılmış olması gerekiyordu. Fakat eşyaları kaldırmadan önce hepsinin yerlerini gösteren krokiler çizilmiş, notlar alınmış, eşyalar numaralandırılmış ve fotoğrafları çekilmişti. Eşyaların taşınması işlemi bitince, aynı askerler bu defa içeriye birtakım cihazlar taşımaya başladılar. Bunlar duvarların içindeki boşlukları ve mekanik düzenleri saptamaya yarayan x-ray ve manyetik rezonans cihazlarıydı. Fakat on santim kalınlıkta kurşun içeren duvarlar, bu cihazların sağlıklı işlemesine de izin vermiyor, sonuçlar sınırlı ve eksik çıkıyordu. Jarmundsen bu durum karşısında gittikçe öfke- 103 leniyor ve zaman zaman yüksek sesle söyleniyordu. Sinirleri bozulmuştu. On tane yaşlı adamı avucunun içinden kaçırmıştı. Bunu hazmedemiyordu. Adamlar sanki buharlaşıp uçmuşlardı. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Yaşlıkaya’nın ofisinde kalabalık bir arkadaş grubu ve konsey ileri gelenleri toplanmışlar, konuşuyorlardı. İlgi odağı Yaşlıkaya’nın kendisi idi ve odadakiler durmadan ona soru soruyorlardı. Yaşlıkaya’da onlara açıklamalar yapıyordu. “O baskında kimse ölmedi arkadaşlar, hepsi numaraydı.” “Peki, o kadar çatışma oldu, birçok güvenlik görevlisi vuruldu. Sizin sekreteriniz?..” “Onlar da ölmedi. Mermiler derine işlemeyen ve insanı iki saat kadar uyutan cinstendi. Onların hepsi, bir merkezde tedavi edilerek, operasyon bitene kadar saklandılar. Hepsi bu.” “Ya çatıdaki ölen teröristler? Hani, sağ ele geçmemek için kendilerini zehirleyip…” Başkan Koray: “Onlar da senaryoya dâhildi.” “Peki ya havaya uçurulan helikopter?” Bu soruya da Başkan Koray cevap verdi: “İşte o helikopter öldü arkadaşlar. Eh, o kadar da olsun artık.” Mali Konsey Başkanı Akira: “Peki, Sayın Yaşlıkaya, sizi güvenlik kamerasından izledik, vurulduğunuzda hoplayıp zıpladınız, fakat her tarafınızdan kan akıyordu. Filmlerdeki gibi teknolojik bir yöntem mi kullandınız? Doğrusu çok heyecan verici, lütfen anlatır mısınız?” “Evet, dediğiniz gibi teknik bir olaydı. Jarmundsen ofisime gelip, bana senaryoyu anlattığında bunu planlamıştık. Üzerime önceden yerleştirilmiş olan sese duyarlı kapsüller sayesinde, böyle kanlı bir sahne yarattık. Hastanede yatan da ben değildim. Dublörümdü. Ben o sırada Güvenlik Konseyi binasında gizleniyordum. Bana on beşinci katta bir süit hazırlamışlardı. Yani hep buradaydım ve gizli odamda çalışmaya devam ettim. İlk iki günlerdeki trajik sahnelerden sonra olayı eşim ve çocuklarıma açıkladık. Gizlice burada beni ziyaret bile ettiler. Onları daha fazla üzmeye hakkımız yoktu. Aslında kimseyi üzmek istemezdik ama ne yazık ki, dünyanın selameti açısından böyle olması gerekiyordu. Hepinizden özür diliyorum.” “Size de geçmiş olsun demek gerekiyor Sayın Yaşlıkaya. Hiç de kolay bir iş değildi sanırım. Mutlaka heyecanlanmışsınızdır.” “Evet, ama şimdi bunları bırakalım da yasa taslağına odaklanalım arkadaşlar. Artık bu yasayı hemen çıkartmak gerekiyor.” Goose Green Güneş batarken Garry iskeleye giden yolun son kıvrımındaki tepede durmuş Amy ile Eddie’ye doğru bakıyordu. Oraya gelirken asıl niyeti Eddie ile konuşmaktı, fakat onları ayakta birbirlerine sarılmış, öpüşürlerken görünce yanlarına gitmek- 104 ten vazgeçti ve yamaçtaki çimenlere oturarak, bir süre uzaktan izlemeyi tercih etti. “Tablo muhteşem,” diye düşündü. “Güneş batarken ufuktaki kızıllığın vurduğu deniz ve birbirlerine sarılmış iki siluet… Tıpkı romantik bir kartpostal gibi… “ Onlara imreniyordu aslında. Kendi gençliği ve yaşadığı aşklar bir biri ardına geliyordu aklına. “Hey Tanrım, genç olmak ne kadar güzel, ama o zamanlar bunun kıymetini tam olarak bilemedik galiba” diye hayıflandı. Hava iyice serinlemişti. Üşümemek için yakalarını kaldırarak kollarını göğsüne sardı ve manzarayı izlemeye devam etti. Amy ve Eddie nihayet birbirlerinden çözülerek el ele yürümeye başladıklarında, Garry ayağa kalktı ve sanki yeni gelmiş gibi yaparak onlara doğru seslendi. “Bak! Baban gelmiş, galiba bize sesleniyor Amy.” Amy, gülerek babasına el salladı ve bağırdı. “Merhaba baba! Ne kadar güzel bir akşam değil mi? Eddie’ye balık tutmasını öğretiyordum.” Yanına geldiklerinde Bay Garry sordu: “Hani, oltanız yok. Nasıl balık tutuyorsunuz?” Amy işveyle güldü ve Eddie’ye bir bakış fırlatarak: “Oltamız denize düştü baba. O kadar büyük bir balık yakaladım ki, oltayı da alıp götürdü.” Garry: “Evet, o zaman gerçekten de büyük bir balık olmalı. Sanırım o seni yakalamış.” Amy aynı neşeyle ekledi: “Evet baba, çok büyük bir balıktı, çok büyük. Ama onu ben yakaladım!” Eddie hafifçe kızarmıştı. Garry: “Bakın çocuklar bir fikrim var. Bu akşam, hep birlikte bizde yemek yiyelim. Ne dersin Eddie? Hem seninle konuşacaklarım var. Daha doğrusu sana bir haberim var.” “İyi haber mi, yoksa kötü mü?” “Ajan Marks Goose Green’e gelemeyecekmiş. Bunun yerine seni Kudüs’e çağırıyorlar Ed. Artık iyi mi, kötü mü sen karar ver.” Amy endişeli gözlerle Eddie’ye baktı. Eddie ise merakla sordu: “Sahi mi? Peki, niçin çağırıyorlarmış?” “Seni Kudüs’deki istihbarat okuluna davet ediyorlar Eddie. Kabul edersen, Güvenlik Konseyi emrinde çalışmak üzere eğitim vereceklermiş. Fiziğin ve yeteneklerin bu iş için çok uygun bulunmuş.” Eddie’nin yanakları daha da kızarmıştı. Sevinçle haykırdı. “Yaşasın! Bu harika bir teklif Bay Garry. Siz ne dersiniz?” Garry konuşurken kızına baktı. “Güzel derim Eddie. Sonuçta Bay Marks gibi bir ajan olacaksın herhalde.” Eddie, Amy’ye döndü. “Sen dersin Amy?” Amy’nin yüreği hop etmişti. Bu haber sevgilisinden uzak kalacağı anlamına geliyordu. Belki de, sonsuz bir ayrılıktı… Boğazına bir şey takılmış gibi yutkunduktan sonra kendini zorlayarak gülümsedi. O da hafifçe kızarmıştı, yanık teni bunu belli edercesine daha da bakırlaştı. 105 “Harika olur herhalde,” dedikten sonra heyecanla ekledi: “Acaba ben de ajan olabilir miyim baba?” Garry gülümsedi: “Haydi, bize gidelim ve bunu kutlayalım çocuklar. Yemekte konuşuruz. Ha unutmadan, Ajan Marks bunu fazla dillendirmememiz gerektiğini de mesajına eklemiş.” Amy yemek boyunca pek konuşmadı. Oldukça dalgın, düşünceli bir hali vardı. Eddie onun üzüntüsünü anlamıştı. Fakat konuşmak için yemeğin bitmesini bekledi. Yemekten sonra Bay ve Bayan Garry’den izin alarak Amy’yi bahçeye çıkardı. Ona, üzülecek bir durum olmadığını anlatmaya çalıştı. Amy, bir süre mahzun bir yüzle dinledikten sonra durumu çaresizce kabullendi. İkna olmuş gibi bir hali vardı. Tekrar o eski, canlı ve esprili Amy geri geldiğinde, Eddie’yi de oldukça rahatlatmıştı. Gecenin sonunda onu dudaklarından uzun uzun öptü ve ayrıldılar. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Genel Konsey toplantısı başlamak üzereydi. Beş yüz civarında temsilci, danışman ve konuk izleyicilerin tamamı salondaki yerlerini almışlar, salonda ve dinleyici localarında hiç boş yer kalmamıştı. Gündemin tek konusu, “Yeni Ekonomik Yapılanma Tasarısı” ve ilk konuşmacı da projenin baş mimarı, Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanı, aynı zamanda Anayasa Komisyonu Başkanı, Profesör Doktor Celal Yaşlıkaya idi. Genel Başkan Akyürek, açılış konuşmasını yaptıktan sonra, bütün unvanlarını sayarak Profesör Yaşlıkaya’yı kürsüye davet ettiğinde, salon alkışlardan inliyordu. Yaşlıkaya’nın sağlam ve sağlıklı oluşu bütün dünyada sevinçle karşılanmış, özellikle başta Türkiye olmak üzere, diğer kalkınmakta olan ülkelerin insanlarında daha büyük bir memnuniyet yaratmıştı. Terörist saldırısı sırasında hafif yaralandığı, fakat rol yaparak ölümden kurtulduğu halka açıklanmış, teröristleri tuzağa düşürebilmek için de ağır yaralanmış gibi yapılarak, hastanedeki senaryonun uygulandığı anlatılmış, tüm sevenlerinden bu nedenle özür dilenmişti. Bunlara Yaşlıkaya’nın ailesi de dâhildi. Onlara bile başlangıçta Profesör Yaşlıkaya’nın ağır yaralı olduğu söylenmiş ve senaryonun şüphe çekmeden, sanki gerçekmiş gibi algılanması sağlanmıştı. Aksi halde düşmanı tuzağa düşürebilmek mümkün olmazdı. Bütün bunlar Yaşlıkaya’nın onayı alınarak yapılmıştı. Planı tümüyle halka anlatmak ise güvenlik açısından doğru olmazdı. Bu acı veren, riskli senaryo, her şeye rağmen iyi sonuç vermiş ve Yaşlıkaya’nın insanlar üzerindeki olumlu etkisi ve kredisi daha da artmıştı. Olaylar nedeniyle, konseydeki ilk görüşmeleri yarıda kesilmiş olan bu yasa tasarısı, Yaşlıkaya’nın ikinci kez yapmakta olduğu sunuş konuşmasından sonra tekrar tartışmaya açılacak ve sonra da oylanacaktı. Anayasa gereği, üçte iki çoğunlukla, yani en az 200 oy alarak kabul edilmesi halinde, kalıcı olarak hayata geçirilecek ve böylece insanlık düşmanlarına karşı son darbe vurulmuş olacaktı. Ancak, 151 ile 200 arasında bir oy alırsa yasa gene yürürlüğe girecek, fakat bir yıl içerisinde Genel Konseyde tartışılarak, yeniden oylanacaktı. Yaşlıkaya’nın konuşması bu defa kısa sürdü ve tartışmalara geçildi. Sadece bir temsilci söz aldı ve tasarının lehinde konuştu. Bu konuşmacı, Mali Konsey Başkanı Hoshi Akira idi. 106 “Sayın Temsilciler, Sayın Konuklar, Adalet ve Hukuk Konseyi Başkanımız ve değerli dostum Sayın Profesör Yaşlıkaya söylenmesi gereken her şeyi söyledi. Bizi gayet iyi aydınlattı ve düşündürdü. Hepinizin kafasında bu tasarının dünya halklarına neler getireceği ve neler götüreceği fikri netleşti sanıyorum. Ben farklı bir açıdan bu konu üzerinde biraz durmak ve farklı bir açılım yapmak istiyorum. Yeryüzünde bozuk bir dengenin, bir kaos düzeninin yaygın olarak hüküm sürdüğünü hepiniz biliyorsunuz. İki yıl öncesine kadar, yeryüzünde iki milyar insan açlık sınırında yaşıyordu. Silahlanmaya harcanan paralar ise, yoksul ülkelere ve insanlara yapılan yardımlardan beş kat fazlaydı. Yeryüzündeki yoksulların yarısı, zengin ülkelerde yaşıyordu. Dünyadaki nüfusun yüzde yirmisi, kaynakların yüzde seksenini tüketiyordu. Kalan yüzde sekseni ise genellikle yoksulluk sınırının altında bulunuyordu. Bu çarpıklıklar, acımasız kapitalist düzen dediğimiz kaos düzeninin doğal bir sonucuydu. Çok şükür ki bundan kurtulduk. Şimdi, ileride bizi bekleyen tehlikelere biraz değinmek istiyorum. İstiyorum ki, bu tasarının önemini daha iyi kavrayabilelim. Bakın milyarlık nüfusa sahip Hindistan susuzluktan kırılıyor. Hindistan temsilcimiz bu kürsüden bunu dile getirdi ve Konseyimizin yardımını istedi. Öyle değil mi? Ortadoğu da aynı durumda. Ormanlarımız hızla tükeniyor. Dünyanın ekolojik dengesini biz insanlar bozuyoruz. Önümüzdeki yüz yıl içerisinde bilinen tüm madenlerimiz ve petrol rezervlerimiz tükenmiş olacak. Bunların yerine yeni rezervler bulamazsak, petrolün yerini alacak yeni enerji kaynakları yaratamazsak dünya tekrar krize girebilir. Hatta bu yüzden kanlı savaşlar yeniden başlayabilir. Para, zenginlik, güç… Tek başına bu sorunları çözmeye yetmez! Evet yetmez! Bunların yanında bir de iyi niyet ve akıl lazımdır, akıl!” Akira, gayet heyecanla yapmakta olduğu konuşmasının burasında sesini iyice yükselterek el kol hareketleriyle birlikte, arada kameralara doğru dönerek, daha da bağırıyordu. “Akıl, sevgi ve güç doğru yolda, birlikte olursa, çözülemeyecek sorun kalmaz! İşte bu tasarı bunu sağlamak içindir ey insanoğlu! Akıl, sevgi ve gücü bir araya getirelim ve insanca, insan gibi bir dünya yaratalım! Haydi! Haydi, insanoğlu, Dünya elimizden kayıp gidiyor! Kaybedecek vaktimiz yok! Bu kadar aptallık yeter, artık akıllandığımızı tüm kâinata gösterme zamanıdır! Artık akıllanma zamanıdır! Haydi arkadaşlar! Haydi! Haydi!” Son derece heyecanla ve bağırarak yaptığı konuşmasını bitiren Akira, kürsüden indiğinde salon alkışlardan yıkılıyordu. Başkan Akira, Yaşlıkaya’nın yanından geçerken hafifçe eğildi ve çınlayan alkışları kastederek “Bakın sizi geçtim,” diye takılmadan edemedi. Yaşlıkaya ise gülümseyerek ayağa kalktı ve kısa bir süre Akira’yı ayakta alkışlayarak jestini yaptı. Başka konuşmacı olmadığı için, Genel Başkan hiç vakit kaybetmeden oylamalara geçildiğini açıkladı. Tasarının her maddesi teker teker okunarak, açık oylamaya başlandı. Redroot Malikânesi, Kenosha Akşam yemeğinden sonra Jarmundsen, elinde kahve fincanı olduğu halde masanın yanında ayakta durmuş, rölöve çalışmalarına bakıyordu. Birkaç kesit bitirilmiş, salonun iç ve dış ölçüleri alınarak ölçekli çizimlere yansıtılmış, fakat ortaya kayda değer, bilinmeyen bir bilgi henüz çıkmamıştı. Yıldırım Kaya yanına geldi ve iyi düzeydeki İngilizcesinin Türklere has şivesiyle Jarmundsen’e: “Duvarlardan 107 bir sonuç çıkacağını sanmıyorum. Böyle olaylarda ilk bakılacak yer duvarlardır. Fakat bu olay sıra dışı bir olaydır. O yüzden yaklaşımımız yanlış olabilir,” dediğinde, Jarmundsen başını ilgiyle Yıldırım Kaya’ya çevirerek sordu. “Sizce nereye bakmak lazım?” “Ben yarın civardaki yapılara bakacağım.” “Bahçedeki bütün binaları aradık.” “Hayır, kast ettiğim bahçedekiler değil.” “Nedir?” “Bahçe dışında, civardaki binalara bakmak lazım, diye düşünüyorum.” “Mesela?” “Mesela kilise, sinagog, metruk ve terk edilmiş binalar, varsa tarihi yerler, müze gibi… Hatta mağara filan…” Jarmundsen başını kaşırken düşünüyordu. Göle bakan bazı dik yamaçlarda bir iki mağara olduğunu hatırlıyordu. Operasyondan önce çevreyi dolaşırken görmüştü. Yakınlarda kilise veya sinagog da olmalıydı mutlaka. Gerçi bunlara fazla dikkat etmemişti, ama bu gibi yerlere bakmak lazımdı gerçekten. “Daha önce bunu nasıl akıl edemedim,” diye içinden hayıflandı ve Yıldırım Kaya’ya bakarak: “İlginç bir düşünce… Sanırım iyi bir fikir. Evet, yarın oraları ekibinizle birlikte sizin araştırmanız iyi olur. Size çevreyi gösteren başka haritalar da temin edebilirim.” Yıldırım Kaya: “Bu çok iyi olur Başkan. Teşekkür ederim.” “Diyelim ki orada bir yerde bir şey buldunuz. Mesela bir tünel veya ona benzer bir şey. Çıkış orası ise, diğer ucu gene bu salonda olmalı öyle değil mi?” “Haklısınız. Öyle ama girişi bulamıyorsak biz de çıkışı aramalıyız diye düşünüyorum. Bir ucunu bulalım da hangi, ucu olduğu fark etmez. Çözüme büyük faydası olacaktır. Yeter ki bulalım.” “Pekâlâ, yarından itibaren siz dışarıdan, biz de içeriden aramaya devam ederiz.” “Yarın bir helikoptere ihtiyacım olacak Sayın Başkan.” “Tabii, Sayın Kaya. Arka taraftaki pistte yarın bir tane hazır olacak. Ayrıca sizin için bir de arazi aracı hazırlatırım.” “Çok iyi olur. Teşekkür ederim.” Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Yasa tasarısının oylaması bitmiş, Genel Başkan tarafından sonuçları açıklanmak üzereydi. Aslında oyların kullanılışını izleyen herkes tasarının büyük bir çoğunlukla kabul edildiğini biliyordu, fakat gene de tarihi açıklamanın yapılarak kesin sayının açıklanmasını merakla bekliyorlardı. Az sonra Genel Başkan mikrofonu açtı ve sonuçları açıklamaya başladı. “Birleşik Dünya Yönetimi, Genel Konseyinin Sayın Temsilcileri; yeni ekonomik yapılanma yasa tasarısının oylama sonuçlarını açıklıyorum. İki yüz doksan dört kabul, beş ret, altı çekimser oy kullanılmıştır. Bu durumda tasarı, kalıcı olarak yasalaşmış bulunmaktadır. Dünyamız ve insanlık için hayırlı olmasını dilerim. Bugünkü oturumumuz sona ermiştir. Hepinize teşekkür ederim.” Profesör Yaşlıkaya’nın etrafında hemen bir kalabalık oluşmuş ve herkes tebrik etmeye başlamıştı. Salondan çıktıklarında, basın mensupları Yaşlıkaya ve arkadaş- 108 larının etrafını sarıp, sorular sormaya başladılar. Yaşlıkaya, bir saat sonra birinci blokta bir basın toplantısı yapacağını duyurdu ve bütün gazetecileri oraya davet etti. Sonra da Profesör Göktuna ile Profesör Güreli’yi odasına davet ederek basın toplantısına kadar onlarla görüştü. Bir saat sonra, birinci blok olarak bilinen Halkla İlişkiler Departmanındaki basın toplantısı başlamıştı. Yaşlıkaya uzun bir konuşma yaparak, on yıllık proje geçmişini özetledi ve yeni yasanın hedeflerini anlattı. Sonra şöyle devam etti: “Şimdi gördüğünüz gibi bu hedeflerin büyük bir kısmına ulaştık. Son çıkan ekonomik yapılanma yasasından sonra Dünya Birliği daha sağlam ve daha anlamlı bir duruma gelmiştir. İnsanlık için de yepyeni bir dönem başlamıştır. Artık bu düzeni yeni kadrolar, pırıl pırıl gençler sürdürecek ve geliştireceklerdir. Sıra onlarda. Bizler de, kimlik kartımızı ve bavulumuzu alıp istediğimiz yere gidebilecek ve istediğimiz yerde yaşayabileceğiz. Üstelik kimsenin gelecek kaygısı veya maddi sorunu olmadan… İşte benim yıllar önceki hayallerim böyle başlıyordu. Tam buradan başlıyordu ve mutlu bir dünyaya doğru uzanıp gidiyordu. Ben yıllarca bu rüyayı gördüm. Yıllarca bunu gerçekleştirmek için çalıştım. Şimdi de o dünyayı gezmek istiyorum. Yani, artık emekli olma zamanım geldi. Tüm görevlerimi genç beyinlere bırakıyorum. Zaten konsey başkanları periyodik olarak her yıl belli bir sıra ile görev yapacaklardı. Böyle yasalaşmıştı. Fakat sizin de bildiğiniz gibi, bu ilk dönemin uzun hazırlık çalışmaları nedeniyle buna bir istisna getirilerek benim ve değerli arkadaşlarımın görev süresi, bir defaya mahsus olmak üzere uzatılmıştı. Sevgili dostlarım, sevgili kardeşlerim, bu uzatma süresi de artık bitti. Bu dönemde çok önemli yasalar çıkartıldı ve ben de artık yoruldum… Hepinizi çok seviyorum. Hoşça kalın!” Ertesi gün Genel Konsey Binasında Profesör Yaşlıkaya için büyük bir veda töreni düzenlenmişti. Kokteylde bütün konsey başkanları ile tüm üst düzey yöneticiler ve birçok devlet başkanı hazır bulunuyordu. Genel Başkan tarafından Yaşlıkaya’ya üstün hizmet madalyası ile çeşitli hediyeler verilmiş, teşekkür niteliğinde övücü konuşmalar yapılmış, anılar paylaşılmıştı. Tüm basında baş haber olan bu törende Yaşlıkaya için unutulmaz anılardan bir demet daha oluştu ve günün sonunda kurutularak saklanmak üzere belleğinin en güzel köşesine yerleşti. Bundan bir süre sonra da diğer konsey başkanları birer ikişer görevlerini sıradaki ülkelerin temsilcilerine devrederek emekli olmaya başladılar. İlk başkanların hepsi birer ay ara ile görevlerini yeni başkanlara devrederek emekli oluyorlardı. Genel Başkan Akyürek bir ay sonra, Güvenlik Konseyi Başkanı Koray da üç ay sonra görevini devrederek emekliler kervanına katılacaklardı. Redroot Malikânesi, Kenosha Sabah erkenden helikopterle araştırmaya çıkan Yıldırım Kaya, Malikânenin etrafında birkaç tur attıktan sonra göle yöneldi. Helikopter iyice alçarak gölün üzerinde kıyıları tarıyordu. Yıldırım Kaya iki mağara tespit ederek haritada işaretledi. Civardaki metruk binaları da haritaya işaretlemişti. Daha sonra bu yerlere karadan giderek yakından incelemek niyetindeydi. Öğlen saatlerinde malikâneye döndü ve yemekte Jarmundsen’e tespit ettiği yerler hakkında bilgi verdi. Jarmundsen de ona yaptıkları çalışmaları özetledi. Rölöve çalışması bitmek üzereydi. On iki kesit 109 üzerinde yaptıkları çalışmalarda henüz hiçbir şey bulamamışlardı. Jarmundsen şöyle konuştu: “Galiba son bir çare kaldı. O da malikâneyi yıkmak. O zaman gizli geçit mi, saklanma yeri mi, ne varsa ortaya çıkar.” Yıldırım kaya: “Bunun için mahkeme kararı veya konsey kararı gerekmez mi?” “Alırız… Yeter ki şu adamları bulalım. İçime dert oldu arkadaşlar.” Bu sırada mimar yanlarına geldi. “Salonda kesinlikle hiçbir şey yok Bay Jarmundsen, ama şu tuvaletten çok şüpheliyim.” Jarmundsen: “Öyleyse tuvaleti yıkın!” “Duvarın içindeki kurşun levhalar birbirlerine kaynaklanarak tek blok haline getirilmiş olduğundan, yıkmak için önce lazer kullanarak yıkılacak bölümün ayrılması gerekir. Ama bunun yerine, tabanı yoklamak için bir delici kullanabiliriz. Sondaj yapar gibi zemini delerek kalınlığını ve altında boşluk olup olmadığını anlayabiliriz.” “Tamam öyleyse, delin. İsterseniz yıkın. Salonu da yıkın. Gerekirse malikâneyi yıkın. Yeter ki bir şey bulun!” Jarmundsen sinirli bir halde masadan katlı ve gitti. Yıldırım Kaya arkasından endişeli gözlerle bakarken, mimar konuştu: “Başkan’ın halini hiç iyi görmüyorum. Sinirleri çok bozulmuş.” “Haksız sayılmaz. Bütün olanaklarımıza rağmen, henüz hiçbir şey bulamadık.” Öğleden sonra Yıldırım Kaya, yanına üç adam alarak bir cip ile civardaki bütün metruk binaları dolaştı. Daha sonra da göl kıyısındaki mağaralara gittiler. Helikopterden görüp işaretlediği iki mağaradan biri ancak dağcılık sporuyla ilgilenenlerin ulaşabilecekleri oldukça dik bir yamaçtaydı. Zaten arazi oldukça az engebeliydi, fakat yamaç, alçak da olsa bazı yerlerde bir duvar gibi dik yükseliyordu. Askerler her iki mağaranın da içine girmek suretiyle incelediler. Oralarda da işe yarar hiçbir şey yoktu. Ne bir iz, ne bir kanıt, ne de bir tünel bulabildiler. Hayal kırıklığı her geçen gün daha da büyüyordu. Akşam, karargâhları olan salonda tekrar bir araya geldiklerinde, komutanlar da toplantıya katılmışlardı. Herkes o günkü gelişmeleri birbirine anlatıyordu. Jarmundsen mimara sordu: “Tuvaletin zemininden ne haber? Bir gelişme var mı?” “Zemini bir metre derine kadar deldik efendim. Temel devam ediyordu. Hiç boşluk filan yok. Bugün bir şey bulamadık, yarın tekrar delmeye devam edeceğiz.” Jarmundsen bu kez de mühendise sordu: “Sizde bir gelişme var mı?” “Bütün duvarları inceledik. Hatta birkaç da delik açtık. Duvarlarda kesinlikle hiçbir boşluk yok. Bence duvarları artık unutun Bay Jarmundsen.” “Siz de bir gelişme var mı Bay Kaya?” Yıldırım Kaya, başını olumsuz anlamında salladı ve şöyle konuştu: “Galiba bu şekilde bir sonuç alamayacağız. Olaya daha farklı bakmak gerekiyor.” “Ne gibi?” “Bilemiyorum… Mesela nanoteknolojik ürünler, henüz bizim bilmediğimiz yeni bir teknoloji sayesinde görünmezlik özelliği kazandırılmış cisimler filan, bunların da üzerinde durmak gerekir diye düşünüyorum.” “O kadar çaresiz durumdayız ki, artık sihirbazlık filan düşünmeye başladık yani…” Mimar cevap verdi: 110 “Bu benim konum değil, ama olay o kadar gizemli ki, ister istemez insanın aklına UFO’lar ya da nasıl diyeyim, uzaylılar filan geliyor. Bizim bilmediğimiz çok ileri bir teknoloji yani…” Jarmundsen: “Havuzla ilgili bir şey var mı?” Mühendis: “Havuzla ana bina arasında yaklaşık yüz metrelik bir kazı yaptırdım. Havuzun derinliği 140 cm. olduğu halde biz dört metre derinliğe kadar indik. Fakat hiçbir şey bulamadık.” Jarmundsen: “Belki de kendilerini ışınlayarak kaçmışlardır, öyle mi?” Kimse cevap vermeyince Jarmundsen devam etti. “Sizde durum nedir General?” “Çemberi aynen sürdürüyoruz. Aldığım raporlara göre kediler ve kuşlar dışında çemberi aşabilen bir tek canlı yok.” Jarmundsen biraz düşündükten sonra teknik ekibe doğru döndü: “Pekâlâ, üç gün daha çalışmaya devam edin. Ben bu arada Konseyden yıkım için izin çıkartacağım. Üç gün sonra döndüğümde hâlâ bir şey bulamadıysanız, malikâneyi tamamen yıkacağım! Gene bulamazsak; uzaylılar mı kaçırdı, yoksa kendilerini mi ışınladılar tartışırız. Ama önce yapılması gerekeni yapalım.” Bir hafta sonra malikâne tamamen yıkılmış, temelleri bile kazılarak her yere bakılmış ama gene de henüz hiçbir şey bulunamamıştı. Malikânenin üst katları yıkıldığında, bütün enkaz hemen başka bir yere taşınmış, fakat zeminin altındaki büyük salon yıkıldığında, çevresi de kazılarak enkaz, yerinde bırakılmıştı. Teknik ekipler enkazı karış karış inceliyorlardı. Bir ara, inşaat mühendisi ile Yıldırım Kaya enkazın içinde bir şey buldular. “Bay Jarmundsen bakın ne bulduk!” “Bu nedir?” “Sanırım bu, zemindeki gizli bir bölme. On kişiyi alacak büyüklükte. Şu mekanizmaya bakılırsa bir asansör gibi salonun zeminine girip çıkıyor olmalı. Fakat tavan ve tabanı da aynı duvarlar gibi, kurşun levha içeren beton blok şeklinde. Bu yüzden fark edilmesi çok zor bir yapı, yıkmasaydık katiyen bulamazdık. Burada saklanmışlar.” “Peki, buradan nereye gittiler Bay Kaya?” “İşte o meçhul, zira bu yerin hiçbir çıkışı veya bir bağlantısı yok.” “İyice araştırın. Buraya odaklanın ve civarını da kazın. Gerekirse bütün bahçeyi kazın!” “Peki, Bay Jarmundsen. Şunlar nedir acaba?” “Duvar askısına benziyor, laboratuvara gönderin.” “Haklı olabilirsiniz. Bunlardan tam on tane var!” “Herhalde bu askıları bir şeyler asmak için kullanmışlardır. Bunlar her neyse yanlarında götürmüş olmalılar.” “Ne olabilir? Elbise filan mı acaba?” “Elbise olduğunu hiç sanmıyorum! Öyle olsa, neden gizlesinler ki?” Üç ay sonra, Ankara Öğleden sonraydı. Oldukça sade döşenmiş salondaki eski radyodan yayılan müzik henüz bitmiş, bayan sunucu, şakrak bir sesle sıradaki şarkıyı anons ediyordu: 111 “Bakışı çağırır beni uzaktan / Varınca çatılır kaşlar nedendir? Bir yandan hoşlanır azarlamaktan / Bir yandan gözünde yaşlar nedendir? Selahattin Pınar’ın bu muhayyerkürdî eserini, Zeki Müren’den dinliyoruz.“ Yaşlıkaya, artık evindeydi. Hedefine ulaşmış olmanın huzuru içinde, emekliliğin tadını çıkartmak ve eşiyle birlikte olmak artık onun en büyük isteğiydi. Henüz her şey tam istediği gibi olmasa da işler büyük çapta yoluna girmişti. Zaten bu bir süreçti. Uzun soluklu bir süreç… Yaşlıkaya ve arkadaşları, basınla görüşmelerini bile evlerinde yapıyorlardı. Bu görüşmelerde bir dizi röportaj yapılması ve projenin tüm aşamalarının ayrıntılı olarak basına anlatılması için Yaşlıkaya, Göktuna ve Güreli ile bir medya kurumu arasında anlaşma yapılmıştı. Bu röportajlar ve çekimler nedeniyle üç eski arkadaş da bir araya gelme fırsatını buluyorlardı. Eski günlerden bahsettikleri ve çalışmalarını anlattıkları program, belgesel bir dizi halinde, çeşitli televizyon kanallarında yayınlanacak, gelecek nesillere anlatılacaktı. Yaşlıkaya bunun dışında fazla bir görüşme yapmıyor, gelen diğer teklifleri geri çevirerek emekliliğin tadını çıkartmaya bakıyordu. Fakat gene de konferanslar vermek için sayısız davetler alıyor, çeşitli üniversitelerden teklifler yağıyordu. Yaşlıkaya ve arkadaşları bunların içinden seçerek, bazılarına katılıyorlardı. Gelen davetlerin en önemlilerinden biri de Dünya Öğretmenler Günü dolayısıyla BDK merkezinde yapılacak olan törendi. Yaşlıkaya, dünyanın geleceği açısından en önemli konunun eğitim olduğunu ve bu yolda en büyük yatırımların yapılması gerektiğini her fırsatta, bıkmadan söylüyordu. Bu nedenle, Yeni Genel Başkan Zhang tarafından bizzat yapılan davete olumsuz cevap vermesi düşünülemezdi. Arkadaşları içinde öyleydi. Bu arada Genel Başkan Akyürek, görevini resmi bir törenle Çin’in Baş Temsilcisi Zhang’a devrederek emekli olmuştu. Dünyadaki en yetkili kişi olması sebebiyle örnek bir davranış sergileyerek ve alçak gönüllülükle, kendisi için bir kokteyl veya büyük kutlamalar düzenlenmesini istememişti. Kısa bir resmi törenden sonra personeliyle vedalaşarak sessizce Kudüs’ten ayrılıp, doğum yeri olan İstanbul’a gitmişti. Anayasa uyarınca Genel Başkanlık görevi, sıralamaya göre ve birer yıllık sürelerde, tüm ülkelerin baş temsilcileri tarafından sırayla yapılacaktı. Konsey başkanları ise ikişer yıllık sürelerle ve gene sırayla göreve getirilecekti. Birleşik Dünya Yönetimi, Kudüs Birleşik Dünya Yönetimi’nin Halkla İlişkiler binasındaki büyük tören salonunda, başarılarından dolayı kendilerine ödül verilecek olan yaklaşık bin beş yüz davetli öğretmen, bazı ülke yöneticileri ve başta Bilim Kültür ve Eğitim Konseyi olmak üzere, Birleşik Dünya Yönetimi yetkilileri hazır bulunuyordu. Tören birçok televizyon kanalında canlı olarak yayınlanıyordu. Genel Başkanın açılış konuşmasından sonra, Bilim, Kültür ve Eğitim Konseyi Eski Başkanı Profesör Aydın Güreli anons edilerek kürsüye çıktı. Güreli, eğitimde yapılan reform çalışmalarını, hedeflerini ve amaçlarını ayrıntılı olarak anlattı. Sonra da bütün unvanları sayılarak anons edilen Profesör Doktor Celal Yaşlıkaya, tarihi konuşmalarından birini daha yapmak üzere kürsüye geldi. “Sevgili öğretmenler, değerli misafirler, bugün size iki anımı anlatarak sözlerime başlamak istiyorum… İlkokula başladığımın ikinci günüydü. Şimdi ismini 112 bile hatırlayamadığım bir arkadaşım vardı. Aslında sonradan arkadaş olmuştuk. İlk gün birbirimizi tanımıyorduk bile. O yıllarda her mahallede bir okul yoktu, servis falan da yoktu. Hepimiz okula yürüyerek giderdik. O çocuk da, evi epeyce uzakta olduğu için erkenden yola çıkmış ve yarım saatlik bir yolu yürüyerek okula gelmişti. Büyük olasılıkla kahvaltı da edememişti. Okulun önünde simit satan bir satıcıdan simit aldı ve yemeğe başladı. Tam o sırada zil çaldı. Öğretmenler bütün çocukları bahçede sıraya sokmaya çalışıyorlardı. Bu çocuk da elindeki simitle gelerek sıradaki yerini bulmaya çalışıyordu ki, bir öğretmen onu gördü ve Oğlum gel bakayım buraya! Nedir o elindeki! diye bağırarak çocuğa bir tokat attı. Elindeki simidi de alıp çöpe attı… Ertesi gün, o çocukla arkadaş olmuştuk. Ama zavallı, okulu hiç sevememişti. Ben okula gelmeyeceğim, okulu sevmiyorum, deyip duruyordu. Kısa bir süre sonra da bıraktı. Onu bir daha hiç görmedim. Ama hiçbir zaman da unutamadım. O çocuk bir kurbandı. Düzenin, bilinçsizliğin, cehaletin masum kurbanlarından biriydi. Hem de en masumu… Bu yüzden dünya ne kaybetti, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz? Evet, dünya ne kaybetti diye söyledim. Çünkü asıl kaybeden bence dünya idi… Ben böyle düşünüyorum. İşte o yıllarda… Büyüklerimizin neden böyle davrandıklarını bir türlü anlayamadığım o yaşlarda, dünyada bir şeylerin yanlış gittiğini sezmeye başlamıştım. Ben büyüyüp müdür olunca bu yanlışlıkları düzeltecektim. Böyle karar vermiştim. Müdür olamadım, ama çok şükür bazı yanlışlıkları düzeltecek fırsatı buldum sanıyorum… Diğer anım ise; orta ikinci sınıftayken yaşadığım ilginç bir olaydır. Şimdi siz buna yedinci sınıf diyorsunuz. Notları vasat düzeyde olan bir arkadaşım vardı. Adı Ender’di. Zeki bir çocuk olduğu halde, içine kapanık ve çekingen bir yapısı olduğu için, sınıfta hep arka planda kalırdı. Hatta bazen kimse onun varlığını bile fark etmezdi. Bir gün fizik öğretmenimiz ders anlatırken, sınıfa konuyla ilgili ve yoruma dayalı bir soru sordu. Birçoğumuz cevap vermek için elimizi kaldırdık. Ama kimse doğru cevabı verememişti. Neden sonra Ender de elini kaldırdı. Öğretmen önce onu fark etmedi ve başkalarına söz verip durdu. Ender artık neredeyse elini indiriyordu ki, öğretmen onu gördü ve sözü verdi. Ender doğru cevabı vermişti. Öğretmen çok memnundu. Senin sınav notun kaç oğlum? diye sordu. Ender, yedi efendim, diye cevap verdi. Öğretmen tekrar sordu: Neden on değil? Ender cevap vermedi. Önüne bakıyordu. Utanmıştı… Öğretmen tekrarladı: Neden on değil de yedi? Sen on alabilecek bir öğrencisin. Bu soruya verdiğin cevap, senin kafanın gayet iyi çalıştığını gösteriyor, dediğinde Ender iyice kızarmıştı. Öğretmen fazla ısrar etmedi, şunu söylemekle yetindi: Peki otur bakalım. Ama gelecek sınavda senden on bekliyorum, tamam mı? Öğretmenin verdiği bu kadarcık bir güven duygusu bile onu havaya sokmaya yetmişti. Ender o günden sonra fizik dersinden genellikle on aldı. Notu hiçbir zaman dokuzun altına inmedi ve hepimizi geçti. Kendine güveni artmış, başarısı da katlanmıştı. Ama dikkat edin, sadece fizik dersinden… Çünkü Ender, artık en çok fizik dersini seviyordu. Çünkü öğretmenini çok seviyordu… İşte o Ender, şimdi dünyanın en ünlü fizik profesörlerinden biridir. Aynı zamanda, benim en yakın dostumdur. Evet! Sevgili Ender Göktuna’dan bahsediyorum!” Yaşlıkaya eliyle zarif bir hareket yaparak protokol sıralarında oturmakta olan arkadaşını gösteriyordu. O anda başlayan alkış sesleri eşliğinde sesini biraz daha yükselterek konuşmasını sürdürüyordu. “Deviniş Projesi’nin yaratıcılarından, uydu silahını geliştiren ve dünyayı şekillendiren adamlardan biri… Bu vesile ile ona bir defa daha minnet ve şükranlarımı sunmaktan şeref duyarım. Kendisi de az sonra sizlere bu kürsüden hitap edecek.” 113 Profesör Göktuna ayağa kalkarak salondakileri selamlarken alkışlar daha da yükselmişti. Yaşlıkaya biraz bekledi ve sesler kesilmeye yüz tuttuğunda konuşmasına devam etti. “Fakat şunu unutmayın ki; fizik öğretmeninin o gün Ender’i keşfetmesi tamamen bir tesadüftü… O yıllardan bugüne dek, hep şunu düşündüm: Ender’den önce diğer çocuklardan biri doğru cevabı vermiş olsaydı, acaba ne olurdu? İşte, bir öğretmenin çözmesi gereken problem budur! Ve iyi bir öğretmen olmanın sırrı da, bu problemi anlayabilmekte yatar! Sevgili dostlarım, sayın büyüklerim, anlatmaya çalıştığım bu iki olay, öğretmenin çocuklarımız üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkisine birer uç örnektir. Öğretmenlik sevgiyle yoğrulursa, başarı beklenenden de büyük olur. Sevgi her kapıyı açar. Sevgi bizim en değerli hazinemizdir. Bakın etrafınıza; en başarılı öğretmenler, en sevilen öğretmenler değil midir? Buraya seçilerek davet edilmiş olan sizlerin hepinizin sevgi dolu, başarılı öğretmenler olduğunuzdan hiç kuşkum yok. Ama şunu da belirtmek zorundayım ki, her toplulukta iyiler de, kötüler de mutlaka vardır. Öğretmenlikte ise kötülere hiç toleransımız yok! Bu kutsal görevi yaparken, hataya hiç taviz veremeyiz. Eskiden öğrenci disiplin kurullarında çocuklarımıza ‘eğitimden uzaklaştırma’ cezası veren o akıl dışı sistem, şimdi değiştirilerek öğretmenler için işletilmekte ve hatalı öğretmenleri uyaran, yetersiz veya sevgisiz öğretmenleri ise görevden uzaklaştıran bir sistem olarak uygulanmaktadır. Sevgili öğretmenler, görevi eğitmek olan bir kurum, nasıl olur da eğitmeme cezası verebilir? Bu, akıl alacak bir şey değildir! Eğitim, devletin bir lütfu değil, yapılması zorunlu olan, hayati bir görevidir, halkına olan borcudur, varoluş sebebidir. Eğitim sadece ders çalıştırmak da değildir. Eğitimin başlıca görevlerinden biri de çocuklarımıza sevgiyi öğretmek ve hayata hazırlamaktır. Öğrenmeyi sevdirmek, sonra da öğrenmeyi öğretmektir. İçinde sevgi olmayan bir öğretmen bunu nasıl yapabilir? Otorite, sevgiye ve saygıya dayalı olmalıdır. Bunun aksi despotluktur! Bizler bu yeni düzende, öğrencilere alabildiği kadar bilgi vermeyi ve onları bunaltmadan, soğutmadan eğitmeyi hedef aldık. Az önce konuşan Sayın Güreli’nin de sizlere ayrıntılı olarak izah ettiği gibi, orta öğretimde her öğrenci istediği dersi kendi seçebilecek, istemediğini almayacak. Zorla güzellik olmaz değil mi? Tabii ki birkaç zorunlu ders de olacak. Hepsini birer dahi olarak yetiştirmeye zorlarsak; birkaç yüz dahi uğruna, birkaç bin çocuğumuzu heba ederiz. Tıpkı geçmişte olduğu gibi… Dahi çocuklarımız zaten başarılı olacaklardır. Ama bu yöntemle biz diğerlerini de kazanmış olacağız. Her öğrencimizin yetenekleri ve kapasitesi farklıdır. Bu yüzden onlara işkence yapmaya hakkımız yok. Yüksek eğitime geçerlerken, öğrencinin hangi dersleri aldığına bakarak ilgisine ve yeteneklerine uygun bir okula yerleştirilmesi sağlanacaktır. Rasyonel eğitim budur. İşte asıl yapılması gereken buydu. Biz bu nedenle yasaları değiştirdik ve öğretmenleri derecelendirdik. Belki de en kararlı olmamız gereken konuların başında bu öğretmenlik kuralları gelir. Çünkü öğretmenlik, dünyadaki kutsal görevlerin en başındadır… Hepinizi, bu şerefli görevinizden ötürü kutlarken, en içten sevgilerimi sunar ve saygıyla ellerinizden öperim. Sağ olun, var olun!” Yaşlıkaya kürsüden inerken, önce Profesör Ender Göktuna ile Profesör Aydın Güreli ayağa kalktılar, arakasından bütün salon ayaktaydı ve herkes alkışlıyordu. Güvenlik Konseyi, Kudüs 114 Yıldırım Kaya, “Fatty Maid” adlı bilgisayara bağlı terminalin ekranında “Faili Meçhul Olaylar” adlı bir listeyi dikkatle inceliyordu. Bu bilgisayar, sadece resmi kurumlar arasında bilgi akışını sağlayan, daha ziyade güvenlikle ilgili bilgi ve analizlerin depolandığı, son derece gelişmiş, nanoteknolojik bir sistemdi. Aynı zamanda dünyanın en büyük veri deposuydu. Dünyadaki bütün olayların ve insanların kayıtları bu sisteme aktarılmış ve geçmişe doğru gidilerek aktarılmaya devam ediliyordu. Ana hizmet ve yedekleme üniteleri Bilgi işlem Merkezinin, adına hücre denilen, o son derece güvenli odalarındaydı. Bilgi İşlem Merkezinin üç katını işgal eden yaklaşık dokuz yüz kişilik bir personel ordusu, dünyanın bilinen tüm belgelerini, antik çağdan bugüne kadar, gizli antlaşmalar dâhil olmak üzere hem orijinal dillerinde hem de uzmanlar tarafından İngilizceye çevrilmiş hallerini bu bilgisayara yüklemekle meşgullerdi. Bu işlem bittiğinde dünyanın geçmişiyle ilgili bilinmeyenler büyük ölçüde ortaya çıkarılmış ve tarihe ışık tutulmuş olacaktı. Yıldırım Kaya, sayfanın baş tarafındaki “Büyük Birleşme Öncesi” adlı başlık altında sıralanan ilginç siyasi komploların birçoğunu öğrencilerine problem olarak vermişti. Öğrenciler bu tür gerçek olaylar üzerinde inceleme ve analiz yapmayı çok seviyorlardı. Yıldırım Kaya şimdi de üzerinde çalışmaları için öğrencilerine yeni problemler hazırlamaya çalışıyordu. Güncel olaylara ulaşmak amacıyla “Büyük Birleşme Sonrası” adlı sekmeye tıkladı. Ekranda beliren listenin en başında, çökertilen İllüminati örgütünün en üst düzeydeki on yöneticisinin esrarengiz bir şekilde ortadan kayboluşu ve çeşitli uzmanlar tarafından bu olay için yapılan yorum ve analizler yer alıyordu. Bu on adamın her birine ait alt sayfaların baş tarafında, bilinen özgeçmişleri ve fotoğrafları vardı. Yıldırım Kaya’nın ofisindeki panoda da aynı fotoğraflar bir yıldır asılı duruyordu. Örgütü çökertmelerine rağmen, elebaşlarını yakalamakta başarısız olduklarını hatırlatan ve midesine sancılar girmesine neden olan bu sayfayı kaydırarak hızla geçti. Sıradan olaylar üzerine odaklanarak, kendince ilginç olanlarını seçmeye başladı. Büyük Birleşmeden sonra silahla işlenen suçlar yüzde doksan oranında azalmıştı. Bu nedenle suç listesi de kısalmıştı. Sonuncu olayı da seçtiğinde çıktı almak için tuşa bastı ve çalmakta olan telefona uzandı. Telefon görüşmesi bittiğinde çıktılar da hazırdı. Yıldırım Kaya çıktıları yazıcının haznesinden almak için elini uzatırken gözlerine inanamıyordu. En üstteki kâğıtta gördüğü resim kendi resmiydi!.. Heyecanla resmin altındaki yazıyı okudu. William Ness adında İskoçyalı bir çiftçi tarlada çalışırken kayboldu. 15 saat sonra yaya ve çıplak olarak evine dönen şaşkın durumdaki çiftçi, kendisini uzaylıların kaçırdığını ve üzerinde bazı deneyler yaptıklarını iddia etti. Ancak Ness’in daha önce de böyle iddialarda bulunduğu ve psikolojik tedavi gördüğü anlaşıldığından... Yıldırım Kaya hâlâ gözlerine inanamıyordu. Kimliğini çıkartmış, bir elindeki resme bir kimlikteki resme bakıp duruyordu. Benzerlik müthişti. Bir süre sonra şoktan kurtulduğunda, kafasında şimşekler çakmaya başladı. Heyecanla, tekrar Fatty Maid terminalinin karşısına geçti ve hemen bir tarama programını başlattı. Açılan pencereye “Last photograph of David Redroot” yazıp enter tuşuna bastı. İki saniye sonra Bay Redroot’un güncel bir fotoğrafı ekrandaydı. Alttaki komut satırına, “scan similar” yazdı ve enter tuşuna bastı. Tarama limitini soran satıra ise “world“ yazıp tekrar enter yaptı. Bu kez tarama birkaç dakika sürmüştü. Yaklaşık yedi milyar kayıt arasından Redroot’a benzeyen iki adet resim ardı ardına ekranda belirdi. Birincisinin altında “smilarity rate: 96%” ifadesi vardı. Bu ifade, iki resim arasında yüzde 96 oranında bir benzerlik olduğunu gösteriyordu. Diğer resimdeki benzerlik oranı ise %82 idi. Bu şahısların kayıtlı bilgilerini ekrandan okudu. Birin- 115 cisi İskoçya’da oturan, yaşlı bir çiftçiydi. İkincisi ise oldukça zengin bir İtalyan işadamıydı. Yıldırım Kaya sanki bir hazine bulmuş gibi telaşla diğer isimleri de teker teker terminale girerek, aranmakta olan on yaşlı adamın benzerlerini bulmaya başladı. Buldukça kâğıda çıkış alıyor ve gittikçe artan bir heyecanla onları dosyalıyordu. Güvenlik Konseyi Başkanı Koray, önündeki kâğıdı okumayı bitirdiği halde, hâlâ okuyormuş gibi başını kaldırmadan bir süre söyleyeceklerini düşündü. Zaman kazanmaya çalışıyordu. Birleşik İstihbarat Başkanı Jarmundsen, bir aylık izinden dönmüş, bu sürede biraz dinlenmiş ve önemli bir karar vermişti. Şimdi bu kararını bildirmek için geldiği Başkan Koray’ın odasında, onun tam karşısında oturuyordu. Başkan Koray, neden sonra Jarmundsen’in ifadesiz yüzüne baktı, ciddi ve biraz da kızgınca bir tonda konuştu. “Ben bu dilekçeyi kabul etmiyorum Jarmundsen. Benden bunu isteme lütfen. Hem senin bunu yapmaya hiç hakkın yok. Kendine haksızlık ediyorsun.” “Fakat Sayın Başkan, on tane yaşlı adamı, acemi bir avcı gibi avucumun içinden kaçırdım. Hâlâ da bulamadık. Bu bir başarısızlıktır. Kendimi affedemiyorum.” “Senin on tane yaşlı adam dediğin, dünyanın en zengin ve en şeytani zekaya sahip adamlarıdır. Kurdukları örgütlerle dünyayı yüzyıllarca yönettiler. Bilgi ve zeka düzeylerinin çok yüksek olduğunu söylememe bile gerek yok. Şöyle düşün Jarmundsen, senin yerinde başkası olsaydı sonuç değişir miydi? Sen ne hata yaptın ki, onların kaçmasına sebep oldun? Var mı bir kusurun? Yok! Onlar, bu duruma göre önceden hazırlık yapmışlar ve şimdilik çözemediğimiz bir plan ya da teknoloji sayesinde kaçarak saklandılar. Bunu kim olsa önleyemezdi, doğru mu? Öyleyse senin bir suçun yok. Kendine haksızlık etme. Bizim sana ihtiyacımız var. Senin gibi adamlarla onların üstesinden geleceğiz. Ancak bunun için azimli ve kararlı olmak gerekir. Bence, şimdi sen bir an önce kafandan bu fikri atmaya bak. Operasyon son derece başarılı oldu. Biz amacımıza ulaştık. Onları tasfiye ettik. Artık yoklar, öyle değil mi? Yakalanmamış olmaları bu sonucu değiştirmez. Her nerede saklanıyorlarsa ıstırap ve korku içinde olduklarına eminim. Onlar artık bitti ve bunu sen başardın! Sonuç budur!” Başkan Koray bunları söyledikten sonra telefona uzandı ve sekreterine bir talimat verdi. “Bana özel birimden Albay Thorn’u bağlayın.” Sonra da Jarmundsen’e dönerek açıkladı. “Birkaç gün önce gizli bir kararname ile özel bir birim oluşturduk. Bu bir izleme birimidir. Başında Albay Thorn adında bir uzman var. Thorn, önceden senin birimindeydi tanırsın.” “Evet tanıyorum. Çok yetenekli ve zeki bir istihbaratçıdır. Hakkında olumlu sicil vermiştim.” “Evet, senden o sicili bu görev için istemiştim. Şimdi Albay Thorn ve ekibinin bir tek görevi var; bu on adamın izlerini sürmek.” Aynı dakikalarda, Bilgi İşlem Merkezi’ndeki Güvenlik Sektörünün gözlem odasında kalabalık bir personel grubu, önlerindeki monitörlerden tesisteki çeşitli koridor ve odalar ile bahçe ve yakın çevresini izliyorlardı. Zaman zaman aralarında şakalaşarak veya bir şeyler atıştırarak bu sıkıcı görevi, dikkatlerini fazla dağıtmadan sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu oda, her gün, yirmi dört saat canlıydı. Bu sessiz monitörlerdeki görüntüler, başka bir katta sesli olarak kayıt ediliyordu. Kayıtlar mahkeme kararı olmaksızın kesinlikle dinlenemezdi. 116 Sarışın, orta yaşlı ve gözlüklü adam yönetici odalarını gözlemekle görevli olanlardan biriydi. Ancak bu görevli, gözlüğüne gizlenmiş bir alıcı-verici ve kulağının içindeki çip sayesinde sesleri de gizlice dinlemekteydi. Bir kibrit kutusu büyüklüğündeki ana vericiyi aylar önce sisteme gizlice yerleştirmişti. Öyle ki, özel bir arama yapılmadıkça bulunması neredeyse imkansızdı. Aslında bu yaptığı çok ağır bir suçtu ve fark edildiğinde sadece işini kaybetmekle kalmaz, yıllarca da hapis yatardı. Bu yüzden örgüt tarafından, bu hizmeti karşılığında ona ömrü boyunca kazanamayacağı kadar büyük bir para ödenmişti ve elde ettiği her bilgi için ayrıca ödeme yapılmaktaydı. Puan sistemine geçildiğinde bu ödemeler mecburen son bulacak ve görev bitecekti. Nasıl olsa az bir zaman kalmıştı. Hata yapmadan bu görevi bitirdiğinde, hem oldukça zengin hem de riski atlatmış olacaktı. Ayrıca örgüt tarafından kendisine başka güvenceler de sağlanmıştı. Yaptığı iş anlaşılırsa, onu koruyacaklarına ve hapis yatmayacağına dair garanti vermişlerdi. Bunları düşünerek bir süredir Başkan Koray’ın odasını izliyordu. Bir ara, mola vermiş olan arkadaşı yanına gelerek omzuna yaslandı ve yeni tanıştığı kız arkadaşından bahsetmeye başladığında tuşlara basarak değişik odalara geçti. Personel ihtiyaç molası verdiğinde yedeklerden biri, geçici olarak onun yerini alır ve döndüğünde görevi tekrar ona devrederdi. Sarışın adam da izlediği odaların boş olduğu saatlerde sık sık ve uzunca molalar kullanırdı. Arkadaşı gittikten sonra tekrar Başkan Koray’ın odasını hem izlemeye hem de dinlemeye devam etti. Telefon çaldı ve Koray hemen açtı. “Nasılsınız Albay? Çok teşekkür ederim. Elinizdeki son bilgilerle birlikte odama gelir misiniz lütfen? Teşekkür ederim.” Az sonra Albay Thorn, Başkan Koray’ın odasındaydı. Koray ona oturması için yer gösterdi ve konuşmaya başladı. “Biliyorsunuz benim görev sürem bir hafta sonra bitiyor Albay. Siz bağımsız bir birim olarak kuruldunuz, ancak yeni başkanla ve Başkan Jarmundsen ile uyum içerisinde çalışmaya devam edeceksiniz. Onların izlerini bulduğunuzda Jarmundsen ile birlikte operasyon yapacaksınız. Konu bu nedenle çok önemlidir. Şimdi gelelim çalışmalarınıza. Başkan Jarmundsen de izinden döndüğüne göre, bilgi alışverişine gerek var. Baştan itibaren bize çalışmalarınızı bir özetler misiniz?” “Efendim, bildiğiniz üzere, söz konusu kişileri izlemek için hem klasik yöntemleri hem de yeni teknolojileri kullanıyoruz. Çok güçlü ve büyük bir araştırma laboratuvarı kurduk. İncelemelere başlamak üzereyiz. Bu kişilere ait bazı kimlik kartlarını Wisconsin, Illinois, Nebraska ve Utah’da çöpe atılmış olarak bulduk. İki tanesinin de Michigan gölüne atıldığını saptadık. Bu kimlikleri gölden çıkartmak için özel bir çabaya şimdilik gerek görmedik. Ancak kaçış planları hakkında bazı analizlerimiz oldu. Hepsinin dağılmış ve kendi olanaklarıyla saklanmış oldukları sonucuna vardık.” Jarmundsen araya girerek sordu: “Bir dakika, siz göldeki kimlik kartlarından hâlâ sinyal mi alıyorsunuz?” “Hayır efendim. Bu mümkün değil. Biz sadece kayıtları inceleyerek bu kimliklerin izini göle kadar takip ettik ve orada sinyallerin kesilmiş olduğunu gördük. Bu bir aldatmaca da olabilir tabii, eğer bunu soruyorsanız.” “Tamam Albay, lütfen devam edin.” “Amerika kıtası üzerinde ve İngiltere’de bir yerlerde olduklarını düşünüyoruz. Birileri tarafından saklandıkları ve kollandıkları kesin. Başka türlü ortaya çıkmadan bu kadar süre gizlenebilmeleri olanaksız. Ancak sahte kimlik kartları varsa bu olabilir. Bu nedenle dünya üzerindeki yedi milyar insanın kimliklerini tek tek tarı- 117 yoruz ve kontrol ediyoruz. Fatty Maid ile çalışmamıza rağmen bu işlem daha bir yıl kadar sürecek. Çünkü herkesin soy ağaçlarını geriye doğru, inceleyebildiğimiz oranda, incelemek zorundayız. Bu da en az otuz milyar kayıt demektir. Ancak o zaman sahte kimlik kullanıyorlarsa mutlaka buluruz. Onlara bu kimlikleri kimin sağladığını da kesinlikle buluruz. Fakat bu zaman içerisinde sıradan insanlar gibi ve saklanarak yaşamak zorundalar. Onlar da bunu mutlaka biliyorlar. Nefesimizi her an enselerinde hissettiklerine eminim. Bu yüzden bir plan yapmak zorundalar. Ya bizimle mücadeleye devam edecekler ya da teslim olacaklar. Fakat mücadele etmek için o eski güçleri artık yok, diye düşünüyoruz efendim.” Gözlem Odası’ndaki sarışın adam cep telefonunu çıkarttı ve hemen tuşladı. İlk cümleleri oldukça yüksek sesle söyledi. “Merhaba baba, seni daha erken arayacaktım ama unutmuşum. Kusura bakma. Annem nasıl? Burada işler oldukça yoğun… Evet, anlat baba, dinliyorum.” Telefonu dinliyormuş gibi kulağına dayalı tutarken, gözlüğünün sapına temas ettiriyor ve monitöre bakmaya devam ediyordu. Arada bir de “Evet, anlıyorum, tabii, O Albay Thorn, gizli bir göreve atandı. Sizinle ilgili…” gibi sözler söyleyerek uzunca bir süre o pozisyonda kaldı. Jarmundsen söze girdi. “Ya da son bir deneme yaparak bizimle temasa geçmeleri ve bir anlaşma teklif etmeleri olasılığı da var. Hatta bence bu çok daha mantıklı.” “Evet efendim, size katılıyorum. Böyle bir girişimleri mutlaka olacaktır. Bunu biz de bekliyoruz. O zamanki koşullara göre bunu tartışırız ve bir karara varırız diye düşünüyorum. Tabii ki çalışmalarımızı gizli tutarsak…” “Evet Albay. Çalışmalarımızı gizli tutmalıyız. Aksi halde onların anlaşma teklif etmesinin önünü tıkamış oluruz. Bunun sonuçlarını da şimdiden kestirmek zor.” Güvenlik Konseyi Başkanı Koray: “Bu yüzden biriminiz gizli bir kararname ile kuruldu Albay. Bunu şimdilik sadece Genel Başkanımız, ben, Jarmundsen, siz ve ekibiniz biliyorsunuz. Önlemlerinizi iyi alınız. Kesinlikle bilgi sızmamalı.” “Merak etmeyin efendim. Ekibimi çok sağlam kişilerden kurdum. Ayrıca gayet titizlikle bazı denetimler yapıyoruz.” Jarmundsen sordu: “Peki, malikâneden nasıl çıktıkları yolunda bir bilgiye ulaştınız mı Albay?” “Sanırım evet efendim.” Jarmundsen’in gözleri irileşti ve koltuğunda doğrularak sordu: “Nasıl?” “Görünmez oldular efendim. Ancak bu şekilde çıkabilirlerdi. Başka türlü olamaz.” Jarmundsen kapıyı uçurup içeri girdikleri anı düşünüyordu. Gaz maskelerini takmışlardı. Birçok komando ile birlikte kendisi de içeriye ilk girenlerdendi. Kimseyi görememişlerdi. O sırada saklanıyor olmalıydılar. Çünkü öncelikle bayıltıcı gazın etkisinden kurtulmaları gerekiyordu. Tekrar sordu: “Nasıl görünmez oldular? Bayıltıcı gaz kullanmıştık?” “Bir şekilde gazın etkisinden kurtuldular. Belki onların da gaz maskeleri vardı. Bunu kesin olarak bilemeyiz, ama bu adamların çok büyük imkânlara sahip ve çok zengin olduklarını, ayrıca çok da zeki kimseler olduklarını unutmamalıyız.” 118 “Sonradan bir gizli bölme bulmuştuk. Zemine gömülü, on kişiyi rahatça alabilecek büyüklükte, asansör gibi inip çıkabilen ve hava sızdırmaz özellikte bir bölme idi. Gazı verdiğimiz sırada oraya saklanmış olmalılar.” “Evet efendim. Bu olabilir. O bölmeyi ben de inceledim. Orada saklanmış olmaları gayet mantıklı bir olasılık.” O sırada Başkan Koray’ın telefonu çaldı. Koray telefonu açıp “peki gelsin,” dedikten sonra odadakilere dönerek, “Yıldırım Kaya çok önemli bir konuyu görüşmek için buraya geliyor,” diye açıkladı. Jarmundsen başıyla onayladıktan sonra Albaya dönerek tekrar sordu: “Peki, nasıl görünmez oldular?” “Bunun ayrıntılarını şu aşamada tam olarak bilemiyoruz efendim, ama o gizli bölmede gizledikleri birtakım şeyler olabilir. Görünmezlik sağlayan nanoteknolojilerin özellikle İsrail’de geliştirildiğini ve denendiğini biliyoruz. İsrail, ABD ve Almanya’nın bu teknoloji sayesinde, bazı silahları görünmez yaptıklarını da biliyoruz. Hatta bunların bir kısmını şimdi Birleşik Dünya Ordusu da kullanıyor. Ama canlıları görünmez yapan teknoloji henüz geliştirme aşamasındaydı ve çok gizli tutulmaktaydı. Özellikle de İsrail tarafından. Ruslar da onları çok dikkatle izliyorlardı. Biz İsrail’in bu çalışmalarından, Rusların sayesinde haberdar olmuştuk. Bu aradığımız kişilerin de İsrail bağlantıları çok kuvvetliydi. Ne yazık ki, şimdilik söyleyebileceklerim bu kadardır.” Tam o anda kapı açıldı ve Yıldırım Kaya elinde bir dosya olduğu halde ve telaşla içeri girdi. Yüz ifadesi oldukça gergindi. Odadakiler Yıldırım Kaya’yı ilk defa böyle heyecanlı ve telaşlı görüyorlardı. Yılların deneyimine sahip, soğukkanlı bir istihbaratçıyı bu halde görünce çok önemli bir gelişme olduğunu anlayarak meraklandılar. Önce kimse konuşmamıştı. Yıldırım Kaya içeridekileri bir bakışta süzdü ve hepsinin yanında konuşabileceği kimseler olduğunu görerek rahatladı. Herkes bir diğerinin konuşmasını bekliyordu. Sonunda Yıldırım Kaya boğuk bir sesle konuşmaya başladı. “Sayın Başkan, sanırım onları buldum!” “Kimleri buldun Sayın Kaya?” “Aradığımız on adamı buldum sanıyorum efendim. Bu konuda çok güçlü kanıtlarım var.” “Biz de zaten bu konuyu konuşuyorduk Sayın Kaya… Şimdi hepimiz can kulağıyla seni dinliyoruz.” “Adamlar zemindeki kabinde saklanarak gazın etkisinden kurtuldular. Sonra da henüz bilemediğimiz bir şekilde malikâneden çıkıp elimizden kaçtılar. Buraya kadar zaten biliyorsunuz.” Jarmundsen: “Evet biliyoruz, ama şimdi neredeler? Önemli olan bu...” “İşte buradalar efendim, işte buradalar.” Yıldırım Kaya bunu söylerken elindeki dosyadan çıkarttığı kâğıtları ikişer, üçer odadakilere dağıtıyordu. Kâğıtlara ilk bakışta kimse bir şey anlamamıştı. Fakat az sonra Jarmundsen olayı kavradı ve birden haykırdı. “Aman Tanrım! Bu olamaz! Onlara ne kadar benziyorlar? Böyle bir şeyi çok önceden akıl etmiş ve planlamış olmalarına inanamıyorum!” “Altı milyardan fazla insan içinde birçok benzer insan bulmak olası. Ben onlara en çok bezeyenleri seçtim. Muhtemelen onlar da bu seçimi böyle yapmış olmalılar.” Diğerleri de aynı şaşkınlığı yaşadıktan sonra gerçeği kavramışlardı. Başkan Koray Yıldırım Kaya’ya sordu: “Bunu ispatlayabilir misin?” 119 “Evet efendim. Buraya gelmeden önce bu adamların banka hesaplarına baktım. Hepsinin de başka başka şehirlerde, yıllar önce açılmış, fakat olay tarihine kadar hiçbir hareket görmemiş hesapları var. Bence, sahiplerinin bu hesaplardan haberi bile yoktu. Adamların kaçış tarihinden hemen sonra hesaplara para transfer edilmiş ve kullanılmaya başlanmış. Redroot’a benzeme oranı daha düşük bir İtalyan işadamı daha var. Adı Marcell Bonetti. Fakat bence Redroot bunu, yani %96 oranında benzeyen çiftçiyi seçmiş olmalı. Öteki zengin ve tanınmış bir işadamı olduğu için, yerine geçmesi daha zor bir iş olurdu.” “Transferleri yapan kim?” “Puan Tahsis Dairesi.” “Ne! Orası Doğrudan Mali Konsey’e bağlı değil mi?” “Evet efendim. Orada adamları olduğu kesin! Hatta her yerde olabilir.” “Bunlar hangi bankalar?” “Başlangıçta bu hesaplar değişik ülkelerdeki değişik bankalarda açılmış, ama şimdi yeni düzenlemeyle tüm bankalar Mali Konsey’e bağlanarak tek banka halinde birleştirildiğinden, hesapları bulmak çok kolay oldu.” “Vay canına! Şu anda adamların kimlikleri elimizde, hem de hepsinin. Onları bulduk! Bu çok büyük bir başarı Sayın Kaya! Tebrik ederim.” Albay Thorn: “Peki, yerine geçtikleri adamlara ne oldu dersiniz?” Kaya: “Onlar, çok büyük olasılıkla şimdi toprağın altındadır.” Jarmundsen: “Peki aileleri filan yok mu? Durum en sonunda fark edilmez mi?” Başkan Koray: “Minareyi çalan kılıfını da hazırlamıştır herhalde.” Jarmundsen: “Anlamadım Sayın Başkan?” Başkan Koray: “Bizde böyle bir deyim vardır Jarmundsen. Yani, bu planı yapanlar onu da düşünmüş olmalılar, demek istedim.” Kaya: “Evet! Haklısınız Sayın Başkan. Buraya gelmeden önce Fadime’ye (Fatty-Maid adlı bilgisayara Türklerin taktığı isim) sordum; bu on zavallının da tüm ailesi kayıp ya da ölmüş. Hepsi de adamların kaçış tarihinden hemen sonra meydana gelmiş ve farklı ülkelerde oldukları için olaylar dikkat çekmemiş. Çoğu trafik kazalarında ölmüşler.” Jarmundsen: “Vay alçaklar! Kendi çıkarları için on aileyi gözlerini kırpmadan yok edebilecek kadar acımasız yaratıklar.” Koray: “Kaç on aile Jarmundsen. Bunların kıydığı insan sayısı kim bilir kaçtır?” “Öyleyse şimdi gidip hepsini tutuklayıp, kıçlarına tekmeyi vuralım o halde.” Başkan Koray: “Evet, elimizi çabuk tutmalıyız. Onlar izlerini tekrar kaybettirmeden bu işi bitirelim.” O sırada Başkan Koray’ın telefonu tekrar çaldı. Telefonu açtığında sekreteri Bilgi İşlem Merkezinden arandığını ve önemli olduğunu söyledi. Hattı bağladığında karşı taraftaki ses oldukça yaşlı bir adamın dramatik sesiydi. “Merhaba Sayın Başkan. Ben, sizin için iyi bir teklifi olan yaşlı bir adamım. İzin verirseniz sizinle gelecek ve on ışık hakkında konuşmak istiyorum.” Başkan Koray konuyu hemen anlamıştı. Bu konuşma, aradıkları on adamla ilgiliydi ve büyük ihtimalle anlaşma teklif edeceklerdi. Odadakilere bir işaret yaptıktan sonra bir tuşa basarak sesi dâhili hoparlöre yönlendirdi. “Evet, Bay Yaşlı Adam, sizi dikkatle dinliyorum.” “Kim olduğumu ve konuyu hemen anladınız Sayın Başkan. Sizden de bu beklenirdi zaten. Bu görüşmenin kayıt edildiğini ve sizin de bu ışıkların kaynağını bulmak üzere olduğunuzu biliyorum. Bundan bir endişem de yok. O yüzden rahat konuşabilirim. Nasıl olsa bir gün siz veya başkaları bizi bulup ortaya çıkaracaktı. 120 Bunun bilincindeyim. Ben sadece bunun kanlı değil, kârlı bir alışveriş şeklinde olmasını tercih ediyorum. Ve size diyorum ki; Mumları söndürmeyin! Bırakın mumlar kendiliğinden sönsün! Tek isteğim budur.” “Mademki kârlı bir alış verişten bahsediyoruz, karşılığında bize vereceğiniz şey nedir? Neyiniz var ki?” “Size bin yıllık sırları vereyim Sayın Başkan. Bütün bilinmeyenleri bilinir, görünmeyenleri görünür yapayım. Tıpkı karşınızda duran Bay Jarmundsen ve Albay Thorn gibi… Jarmundsen’in istifasını kabul etmemekte haklısınız, böyle adamlar kolay yetişmiyor Sayın Başkan. Bu kadar yeter mi?” Koray kısa bir şok yaşadı ve hemen toparlandı. Bu sırada Jarmundsen önüne bir kâğıt koymuştu. Kâğıtta, “Kesinlikle bir köstebek var. İç güvenlik ağına girmişler, görüntü alıyorlar,” yazılıydı. Sarışın adam telaşla telefonu kapatıp masasındaki bir düğmeye bastı. Mola istiyordu. Az sonra gelen yedek personel onun yerini aldı ve gülerek acele etmemesini söyledi. Sarışın adam ona tebessümle karşılık verdikten sonra kimlik kartını kullanarak Gözlem Odası’ndan çıktı ve doğruca tuvalete gitti. Kabine girer girmez cebinden bir ilaç kutusu çıkarttı ve kapağını açtı. Heyecandan elleri titriyordu. Açığa çıkmak üzereydi. İlaç yeşil renkte ve çok değişik, minik bir kapsüldü. Üzerinde hiçbir yazı veya marka filan yoktu. Boş kutunun kapağını kapattı ve onu cebine koydu. Aslında kutuyu yok etmesi talimatı verilmişti ama heyecandan bunu unuttu. Çünkü artık görevi bitmişti. Ona verilen talimat gereğince bu ilacı içerek görünmez olacak ve kaçacaktı. Kapsülü yuttu ve beklemeye başladı. Başkan Koray Jarmundsen’e başıyla anladım manasında bir işaret yaptı ve kâğıdı Albay Thorn’e uzattı. Bu kısa sessizlikten sonra telefondaki ses devam etti. “Tabii şimdi hemen bir cevap vermenizi istemiyorum. Teklifimi düşünün, tartışın. Yarın aynı saatte tekrar görüşelim.” “Tam olarak siz kimsiniz bayım?” “En yaşlı mum benim Sayın Başkan.” “Anladım. Peki, teklifinizi kabul etmezsek ne olur Bay Yaşlı Mum?” “Hiiç. Sadece bin yıllık geçmişi ve ona bağlı olan geleceği kaybedersiniz… Çünkü bizi bulduğunuzda, mumlar sönmüş olacak Bay Başkan. Siz de bu bilgileri karanlıkta asla bulamayacaksınız. Şimdilik hoşça kalın…” Odadakiler durumu bütünüyle kavrayabilmişlerdi ve hepsi de verilen mesajı anlayabilecek düzeyde kimselerdi. Bu on yaşlı adam, önceden kendilerine çok benzeyen insanları bulmuş ve gözlem altına aldırmıştı. Şimdi de onların yerine geçerek, onların kimlikleriyle yaşamaya başlamışlardı. Fakat eninde sonunda yakalanacaklarını da anlamışlardı. Eski dünya düzeninde olsaydı kolay kolay ele geçirilemezlerdi, ama şimdi durum değişikti ve gerçek buydu. Bu nedenle anlaşma yapmak istiyorlardı. Verecekleri bilgiler karşılığında alacakları yeni birer kimlikle, sıradan insanlar gibi yaşayıp gideceklerdi. İstedikleri buydu. Ya da böyle görünüyordu. Başkan Koray, Güvenlik Konseyi’ni acilen toplantıya çağırmaya karar verdi ve Genel Başkan Zhang ile görüşmek için sekreterine randevu almasını söyledi. Bunun üzerine odadakiler hep birlikte kalktılar. Önce Jarmundsen izin isteyerek odadan çıktı ve ekibindeki yöneticilerle acil bir toplantı düzenledi. Hep birlikte Güvenlik konseyinde o gün yapılan tüm görüşmelerin listesini incelediler. On beş dakika sonra aradıklarını bulmuşlardı. Koray’ın odasındaki görüşmeyle aynı dakikalarda Bilgi İşlem Merkezi güvenlik personelinden birisi İskoçya ile uzun bir görüşme yapmıştı. Bu görüşmenin kaydını getirterek dinlediklerinde, Başkan Ko- 121 ray’ın odasındaki konuşmaların karşı tarafa aktarıldığı anlaşıldı. Jarmundsen hemen o personelin tutuklanarak odasına getirilmesini emretti. Bir süre sonra görevliler eli boş olarak Jarmundsen’in odasına döndüklerinde Jarmundsen tedirgin bir sesle sordu: “Hani, adam nerede?” “Biz gittiğimizde ölmüştü Sayın Başkan. Kendisini tuvalette bulduk. Sanırım intihar etmiş. Cebinde bu ilaç kutusu vardı.” Jarmundsen boş kutuyu mendiliyle tutarak inceledi. Günlük drajelerin konulduğu, küçük ve basit bir plastik kutuydu. Zor açılan, geçme bir kapağı vardı. Kapağı açtığında içine yazılmış olan tek kelimelik yazıyı okudu. invisibility (görünmezlik) Kapağı kapatarak kutuyu karşısındaki ajana uzattı. “Bunu laboratuvara götürün. Tam olarak incelensin. Özellikle yazı kime ait, bu bilgiyi istiyorum.” Bir saat sonra tekrar Başkan Koray’ın odasında toplandıklarında Jarmundsen elindeki notlara bakarak açıklama yapıyordu. “Sayın Başkan, bu satılmış adama görünmezlik hapı diye zehirli bir hap verilmiş. Görevini yaptıktan sonra yakalanacağı zaman bu hapı içerek görünmez olacağı ve böylece kaçacağı söylenmiş olmalı. Aslında adam ortadan kaldırıldı. Kapakta da sadece kendi parmak izi ve kendi el yazısı var. Laboratuvarda yapılan incelemede, kutuda tek bir draje olduğu anlaşıldı. Adamın kan analizinde ise phyllobates terribilis adlı bir kurbağadan elde edilen, VPV1 olarak bilinen, çok etkili bir zehir bulundu. Bir damladan azı bile insanı iki dakika içinde öldürürmüş.” Albay Thorn: “Ben bu zehri biliyorum. Özel eğitimde konusu geçmişti. İki santim kadar minik bir cins kurbağa… Literatürde ‘Dort Prison Frog’ olarak geçiyor. Sadece Kolombiya’da bulunan bu hayvanın tüm derisi bu zehirle kaplı ve gerçekten de bir damlası bile insanı iki dakikada öldürüyor. Dünyada şimdiye kadar bilinen zehirlerin en kuvvetlisidir.” Jarmundsen: “Aynen dediğiniz gibi Albay. Bana söylenen de bu. Laboratuvara talimat verin, bunun panzehirini hazırlasınlar. İlerde bize gerekebilir.” Başkan Koray: “Demek ki bu adam tek kullanımlıkmış. Bu durumda içeride başka casuslar da olmalı.” Jarmundsen: “Kesinlikle efendim!” “Yarınki operasyondan sonra onların da icabına bakmalıyız.” “Kimliklerini nasıl saptayacağız?” “Patronları bize söyleyecek.” “Yani anlaşma mı yapıyoruz?” “Bence en mantıklı yol bu. Ama gene de konuyu Danışma Kurulu’na götüreceğim. İhtiyarların bize verecekleri bilgiler çok önemli. Tabii bu onların cezasız kalacağı anlamına gelmez. Mutlaka ceza görecekler. Biz sadece, onların gizlice yaşamalarına izin vereceğiz, ama her şeylerini ellerinden alıp, onları etkisiz hale getirdikten sonra… İşte hepsi bu! Şimdi ofislerinize gidin ve bir saat sonraki Kurul toplantısı için hazırlıklara başlayın. Bu arada ben de Genel Başkan ile görüşeyim.” Jarmundsen, koridora çıktığında, Başkan Koray’ın doğru söylediğini düşünüyordu. Aslında görevi başarmıştı. “Artık bu on ihtiyar, başlarına gelecekleri kendileri düşünsünler. Biz onları yeryüzünden sildik,” diye düşünüyordu. Anlaşma teklif etmeleri de onların köşeye sıkıştıklarının açık bir kanıtıydı. Anlaşma olsun veya olmasın örgüt kesinlikle bitmişti. Kuruldan aksine bir görüş çıkacağını hiç sanmıyordu. 122 Yüzünde keyifli bir ifade ile bir saat sonraki Danışma Kurulu Toplantısı’na hazırlanmak üzere koridorda odasına doğru yürürken genç bir memur ona selam verdi. Jarmundsen durup o delikanlıya bir soru sordu: “Nasıl gidiyor Eddie? Yeni görevinden memnun musun?” “Evet efendim. Şimdi şifre bölümünde staj yapıyorum. Çok memnunum, ama önemli olan, siz benden memnun musunuz efendim?” Jarmundsen onun omzuna dokunarak cevapladı: “Sen çalışmana bak Eddie, çalıştıkça biz senden hep memnun oluruz, bunu unutma ve sakın ihtiyarlama, tamam mı? Kız arkadaşın seni buldu mu?” Eddie şaşırmıştı. Hemen kafasını topladı, fakat yüzündeki şaşkınlık ifadesi sürüyordu. “Kız arkadaşım mı? Benim burada hiç kız arkadaşım yok ki.” “Var, var… Neyse, sonra görüşürüz Eddie.” Eddie bu sözlere bir anlam verememişti. Başkan, sakın ihtiyarlama’ derken ne demek istemişti? Bu kız arkadaş da neydi? Personel Müdürünün odasına gitmek üzere yürümeye devam etti. Odaya girdiğinde, Personel Müdürü bir bayan misafiriyle konuşuyordu. Misafirin arkası dönük olduğu için o sırada yüzünü göremiyordu. “Beni istemişsiniz efendim. Eddie Packer.” “Merhaba Eddie, seni yeni memur adayımızla tanıştırayım: Bayan Amy Garry.” Eddie şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Bir iki kez yutkunduktan sonra: “Amy! Burada ne işin var?” diyebildi. Personel Müdürü de şaşırmıştı: “Siz tanışıyor musunuz?” Eddie: “Evet efendim, tanışıyoruz.” Amy de destekledi: “Biz Goose Green’den tanışıyoruz Müdür Bey. Babam orada görevlidir de…” “Güzel, mademki tanışıyorsunuz, sizi tanıştırmama gerek kalmadı değil mi? Hah! Evet Bay Eddie, kısa bir süre Amy ile birlikte çalışacaksınız. Dönem başında onu eğitime alacağız. Şimdi ona tesisimizi gezdir, her yeri öğrensin.” “Memnuniyetle efendim. Haydi, gel Amy.” Koridora çıktıklarında Eddie hâlâ yumruk yemiş gibiydi. Önce birbirlerine sarıldılar. Amy her zamanki gibi çok neşeliydi. Füme rengi bir etek-ceket giymiş, beyaz gömleğinin üzerine de mavi bir kravat takmıştı. Ceketinin yakasında yelken şeklinde küçük bir broş vardı ve bu haliyle çok hoştu. “Bu iş nasıl oldu Amy?” “Çok basit. Dilekçe verdim, sınava girdim, ve de kazandım!” “Vay canına! Senden korkulur Amy.” “Ne yapalım, senden uzak olmaya dayanamazdım Ed.” “Baban bu işe ne dedi?” “Ne diyecek, seni sevdiğimi biliyor. Hatta sınava girmem konusunda bana yardımcı oldu.” “Bravo doğrusu. Ne harika bir baban var Amy. Onu da çok seviyorum, biliyor musun?” “Evet. İkiniz de ukala olduğunuz için sonunda anlaşacağınızdan emindim, söylemiştim zaten.” “Ama mezheplerimiz farklı… Seninkiler Ortodoks, benim ailem Katolik, ben de Protestan. Şimdi ne olacak?” “Bırak şimdi bunları Ed. Bütün bunlar saçmalık. Ben hiç birine inanmıyorum.” “Peki sen neye inanıyorsun?” 123 “Ben sadece Tanrı’ya ve sana inanıyorum Ed.” Bu sözler Eddie’yi gururlandırmıştı. “O halde sen bir deist olmalısın. Deist’ler Tanrı’nın varlığına inanır, fakat bütün dinleri reddederler.” “Evet, aynen öyle,” diyerek Amy sağ elini göğsüne koydu. “Deist bir hümanist, işte ben!” Yüzlerinde mutlu bir tebessümle yürürlerken elleri ara sıra birbirine değiyor ya da Amy özellikle yapıyordu. Ama Eddie her seferinde elini kaçıyordu. Yürüyerek giriş katındaki kafeteryanın önüne kadar gelmişlerdi. Eddie saatine baktı, neredeyse öğle paydosu olmak üzereydi. “Gel şurada biraz oturalım. Bir şeyler yeriz. Bu arada öğle paydosu olur ve elimi tutarsın, çünkü mesai saatlerinde bu yasak.” Amy durdu ve başını hafifçe yana eğip, yemyeşil gözlerini Eddie’ye dikerek, “Elini tutmak istediğimi de nereden çıkardın?” diye sordu. “İstemiyor musun?” Amy işveli bir gülüşün ardından yaramaz bir çocuk edasıyla: “Evet istiyorum!” “İşte bu açık sözlülüğüne bayılıyorum Amy.” “Öyleyse dinle... Benimle evlenir misin?” Eddie tekrar yumruk yemiş gibi oldu. Fakat bu şoku da kısa sürede atlatarak güldü: “Yapma Amy, sana nasıl yetişeceğim ben?” Amy, alaycı bir yüz ifadesiyle konuşuyor gibi görünse de, yemyeşil gözlerindeki sevda pırıltısını gizleyemiyordu: “Korkma Ed… Sadece bir şakaydı. Şa, ka!” Eddie onun elini sevgiyle sıktı. Bu sırada gözleri ilginç bir coşkuyla parlıyordu. Eddie bunun sadece bir şaka olmadığını biliyordu, ama gene de bunun altında kalamazdı. Bir hamle de kendisi yapmalıydı. Garsona kahve ve çörek sipariş ettikten kısa bir süre sonra: “Evet sevgilim, Kabul ediyorum.” “Ne? Neyi kabul ediyorsun Ed?” “Neyi olacak, az önceki teklifini!” Bu defa Amy bu hiç beklemediği sözler karşısında şoke olmuştu. “Dalga mı geçiyorsun?” “Yoo… Hep sen mi beni şaşırtacaksın Amy? İşte cevabım: Evet! Seninle hemen evlenmek istiyorum! Tamam mı? Teklifin senden veya benden gelmesi hiç önemli değil. Önemli olan ne istediğini bilmektir. Ben seni istiyorum! Anladın mı? Se-ni-is-ti-yo-rum.” Amy baygın gözlerle Eddie’ye bakarken, ağzı kulaklarına varmak üzereydi. Aynen Goose Green’deki iskelede yaptığı gibi fısıldadı: “Seni çok seviyorum Eddie.” Konuşurken Eddie ona hayran gözlerle bakıyordu. “Biliyorum. Bunu ispatladın zaten.” “Seni çok mutlu edeceğim, göreceksin! Bu Protestanların zaferi olacak!” “Ama sen Deist değil miydin?” “Evet. Ama Desitler de bir anlamda protestocu değiller mi? Bu sebeple, ben de birazcık Protestan olabilirim… Belki.” “Bak sen! Ben de neredeyse Deist olmayı düşünüyordum!” Gülüşürlerken, elleri tekrar sevgiyle buluştu. Az sonra gelen çörekleri yiyebilmek için birbirlerinin elini bırakmak zorunda kalmışlardı. 124 Bir saat sonra, Güvenlik Konseyi Güvenlik Konseyi Başkanı tarafından toplantıya davet edilmiş olan Üst Kurul, özel gündemle toplanmıştı. Gündemdeki tek konu, on yaşlı adamın yönetime yaptığı teklifti. Güvenlik Konseyi Başkanı Koray giderayak bu işi bitirmek istiyordu ve bu yüzden örgütle anlaşma yapmak taraftarıydı. O adamların vereceği bilgiler çok önemliydi ve dünyanın geleceği ile ilgiliydi. Bu bilgileri, intikam duygusuyla bir kenara itmek çok yanlış olurdu. Ayrıca konseydeki köstebeklerin de mutlaka temizlenmesi gerekiyordu. Bazı generaller ise, on yaşlı adamın ne pahasına olursa olsun, yakalanarak cezalandırılması gerektiği görüşündeydi. Onların insanlığa karşı yaptığı kötülükleri ve felakete sürükledikleri insanları unutmak mümkün değildi. Bu iki görüş etrafında uzun süre tartışıldığı halde bir karara varılamamıştı. Sonunda Başkan Koray’ın önerisiyle bu karar, operasyon ekibinin yöneticisine bırakıldı. Anlaşma veya operasyon yapma yetkisi oldukça geniş bir çerçeve içerisinde, yazılı olarak, hemen orada Jarmundsen’e tebliğ edildi. Gelişmelere göre son kararı Jarmundsen verecekti. Bu da ona geniş bir manevra alanı sağlıyordu. Konseyden kararın bu şekilde çıkması birçok açıdan iyi olmuştu. Çünkü konsey personeli içerisinde de köstebek olabilirdi. Başkan Koray bu teklifi önceden planlayarak ve Jarmundsen’in görüşünü de alarak yapmıştı. Sonuç olarak, ne yapılacağını artık sadece Jarmundsen biliyordu ve hemen hazırlıklara başladı. Glasgow, İskoçya Jarmundsen, sicim gibi yağan yağmurun altında koşarak köşedeki kafeterya görünüşlü yere kendini attığında, hemen saatine baktı; daha on beş dakikası vardı. Arabayı yakın bir yere park ettiği için fazla ıslanmamıştı. Kafeteryadaki masaların çoğu boştu. Caddeyi iyi gören bir masaya yerleşti, pardösüsünü çıkardı ve bayan garsona bir kahve siparişi verdikten sonra dışarısını gözetlemeye koyuldu. Oldukça geniş ve temiz bir caddeydi. Havada, yağmurun insanı ferahlatan o kendine has kokusu vardı. Islak taş kaldırımda tek tük insanlar ellerinde şemsiye veya naylon yağmurlukları ile geçip gidiyorlardı. Bunların çoğu gençlerdi. Daha seyrek olarak yaşlı kimseler de görmek mümkündü. Onların üzerinde ise genellikle trençkotları olduğu halde ellerinde şemsiyeleri vardı ve daha yavaş hareket ediyorlardı. Tam karşıdaki tuğla rengi duvarları olan büyük bina, içinde şehir kütüphanesinin de bulunduğu Belediye Kültür Binası idi. Buraya Kültür Sarayı da deniliyordu. Jarmundsen kahvesini içerken tekrar saatine baktı, randevuya on dakika kalmıştı. İç cebindeki zarfı eliyle yokladı ve Kültür Sarayı’na doğru bakarak kahvesini içmeye devam etti. Başını kaldırıp binaların çatılarına bakmak istiyordu, ama bunu yapması çok büyük bir hata olurdu. Kendisini gözleyenler olabilirdi. Bu hareketi, adamlarının yerini belli ederek onların açığa çıkmasına sebep olur, bu da anlaşmaya büyük zarar verirdi. Bu yüzden kendisini çok iyi kontrol ediyor, asla başını kaldırmıyordu. On dakika sonra telefonu titreşmeye başladı. Jarmundsen açtı. Yaşlı sesi hemen tanımıştı: “Kuzu geldi, ama avcı yok. Yoksa yolu mu şaşırdın avcı?” 125 “Hayır, ben söylediğiniz yerdeyim. Fakat sizi göremiyorum.” “Anladım. Sen binanın yanlış tarafındasın. Arka tarafa gel avcı.” “Fakat söylediğiniz gibi burada, kapının tam karşısındaki kafeteryada oturuyorum.” “Evet ama binanın arkasında da bir kapı var ve onun da tam karşısında bir kafeterya var avcı.” “Lanet olsun!” Jarmundsen oyuna getirilmek istendiğini anlamıştı. Arka tarafı kontrol etmediği için kendine çok kızdı. “Tamam, geliyorum,” dedikten sonra telefonu kapattı. Jarmundsen içinden küfürler ederek kalktı, kimlik kartını garsonun elindeki cihaza doğru tutarak kahvenin ücretini ödedi, pardösüyü giydi ve ağır adımlarla caddeye çıktı. Yağmur hafiflemişti. Yaya geçidine geldiğinde yeşil ışığın yanmasını beklerken hiç acele etmiyordu. Çünkü adamlarının kendilerini belli etmeden yeniden pozisyon almaları için onlara zaman kazandırması gerekiyordu. Fakat bunu hiç belli etmeden, profesyonelce yapmalıydı. Yayalar için yeşil ışık yandığında, hidrolik bariyerler yolu her iki yönde kapattı. Artık tüm dünyada yaya geçitleri bu şekilde yapılıyordu. Bütün kaldırımlarda da yaya geçitleri dışındaki her yerde parmaklıklar vardı. Böylece araçların kırmızıda geçme şansları da, yayaların rastgele yerlerden karşıya geçme şansları da kalmamıştı. Binanın arkasındaki caddeye geldiğinde, biraz ileride beklemekte olan siyah Ford’u gördü. Her bir tekerleğine ayrı bir motorun bağlı olduğu, elektrikle çalışan bu yeni model araç, buluşma yeriydi. Aracın koyu renk camları, içindekilerin görülmesini engelliyordu. Çevreye hızlıca göz attı. Trafik azdı. Caddede başka bir siyah otomobil de yoktu. Buradaki kapının karşısında gerçekten bir kafeterya daha vardı ve neredeyse tamamen doluydu. Yolun her iki tarafında park etmiş birkaç otomobili ve siyah Ford’un üç araç boyu arkasında duran bir kargo kamyonetini dikkatle gözledi. Çevredekilerin çoğu, hidrojenle çalışan yeni nesil araçlardı. Fakat onu alarma geçirecek anormal bir şey hissetmedi. O sırada karşı kaldırıma beyaz bir panelvan yanaştı ve park ettikten sonra, üniformalı sürücü araçtan inerek kafeteryaya girdi. “Bunlar bizimkiler, yeniden pozisyon alıyorlar,” diye düşündü. Jarmundsen siyah Ford’a doğru yürürken, çatıdaki adamların pozisyon alıp alamadıklarını merak ediyordu. Birden göğsüne bir çiçek yapıştı. Aynı anda iğne batması gibi bir acı hissetti. Bir refleksle elini atıp göğsüne yapışan çiçeği söküp aldığında, havalı silahlardan atılan bir iğnesi olduğunu gördü. Aniden düşüncelerinde oluşan panik dalgasını dışa vurmamayı başardı ve yürümeye devam etti. Fakat düşüncelerinde fırtınalar esiyordu: “Yoksa iğne zehirli miydi? Adamlarımız iğneyi görmüşler miydi? Zehirli olması olasılığına karşı tedbir alıyorlar mıydı? Eğer bu, o kurbağanın zehri ise sadece iki dakikam kalmış olmalı.“ Birleşik İstihbarat Kontrol İstasyonu, Londra UI-2A uydusundan gelen görüntüler İstasyon Müdürünün karşısındaki ekranlara yansıtılmıştı. Odadaki üç operatör, başlarındaki telsiz kulaklıkları ve mikrofonları olduğu halde, Glasgow’daki operasyonu izliyor ve uydu bağlantısı aracılığıyla, operasyon timine bilgi veriyorlardı. 126 “L1 konuşuyor. Siyah Ford’a ait termal ve manyetik tarama sonuçlarını veriyorum. Arkada bir, önde iki canlı hedef saptandı. Ateşli silah yok, patlayıcı yok, dinleme aygıtları ve kayıt cihazları tespit edildi. Arkadaki kapalı kasa kamyonettin içinde bir tüfek var, canlı hedef yok. L1 tamam.” Bu sırada, yakın plan görüntüleri izlemekte olan istasyon müdürü birden ayağa fırladı. “Dikkat! Başkanın göğsünde yabancı bir cisim görüldü. Alarm! Alarm! Bunun ne olduğunu hemen araştırıyoruz! Tamam.” Yanındakilere işaret ederek seslendi: “Uydu kayıtlarını geri alıp tekrar tarayalım. Hemen!” Az sonra, yavaşlatılmış görüntülerden çiçek şeklindeki cismin aslında bir iğne olduğu anlaşıldığında, bunun bir saldırı olduğu kesinleşmişti. Müdür hemen Glasgow’daki operasyon ekibine bildirdi: “Evet, saldırı kesinleşti. Bu bir iğne, zehirli olabilir. Nereden atıldığını tespit etmeye çalışıyoruz, L1 tamam.” İstasyondakiler, gelişmiş cihazları kullanarak, görüntüyü geriye doğru hareket ettirmeye başladılar. İğnenin çıkış noktasını bulmak için çalışıyorlardı. Hepsi de gergin bir telaş içindeydiler, çünkü zamanla savaşıyorlardı. Glasgow Jarmundsen sakin adımlarla Ford’un yanına ulaştı ve açılan sol arka kapıdan araca bindi. Arka koltukta sadece bir kişi vardı. “Bravo Bay Jarmundsen! Doğrusu çok soğukkanlısınız. Zira o iğne zehirli olabilirdi ve siz de şu an ölmek üzere olabilirdiniz.” Dinleme aygıtından bu konuşmayı duyan operasyon timi harekete geçmekten son anda vazgeçti ve Albay Thorn’un emriyle, panelvanın içerisindeki pozisyonlarını korudular. Bu sırada iki blok geride duran beyaz bir Citroen otomobil önce hareket eder gibi olmuş, sonra durup geri giderek, fazla dikkat çekmeden tekrar eski yerine park etmişti. Aynı anda bir ambulans sirenlerini çalarak yaklaşıyordu. Ambulansın içindeki sağlık görevlilerinin telsizinden heyecanlı bir ses yankılandı. “Ambulans, durmayın! Devam edin, devam edin! Alarm kaldırıldı. Sireni kapatmadan devam edin ve doğruca hastaneye gidin!” Ambulans yanlarından hızla geçerken Jarmundsen ıslanmış saçlarını eliyle düzeltiyordu. Bu sırada adama bakmadan cevap verdi: “Teşekkür ederim Bay Redroot. Çok naziksiniz!” Aracın içine hızlıca göz gezdirdi. Önde sürücüden başka bir adam daha vardı. Onu zorlukla seçebilmişti. Aradaki siyah renkli, ses geçirmeyen cam bölme görüşü engelliyordu. Yanında oturan bu adam Redroot olmalıydı, ama hiç de resimlerinde gördüğü gibi değildi. Adamın yüzü sanki yanmış gibiydi. Daha doğrusu kavrularak buruşmuş, iyice kararmış ve korkunç bir görüntü almıştı. Kafasında da hiç saç yoktu. “Bu adam da kim, yoksa bu bir maske mi?” diye düşündü Jarmundsen, ve bunun bir kamuflaj olduğunu sanarak devam etti: “Bu maske size çok yakışmış doğrusu. Adeta ruhunuzu yansıtmış gibi.” “Ben de size teşekkür ederim Bay Jarmundsen. O çiçek hâlâ ne kadar etkili olabileceğimizi göstermek için size küçük bir uyarıydı. Bizi sakın yabana atmayın 127 diye!.. Merak etmeyin, zehirli olsaydı çoktan ölmüş olurdunuz. Fakat bu hileye rağmen ekibiniz ortaya çıkmadı ve kendilerini belli etmediler. Bravo doğrusu. Ya çok iyi eğitilmişler ya da sizi gözden çıkarmışlar. Hah ha… Çiçeğin nereden gönderildiğini sanırım merak ediyorsunuz değil mi? Üstelik adamlarınızın bölgeyi kontrol etmesine rağmen… Bunlar bizim için çok basit şeyler Sayın Başkan… 1963’teki Kennedy suikastını hatırlayınız.” Redroot bir hayale dalmış gibi, bir süre camdan dışarı baktı ve sonra tekrar Jarmundsen’e dönerek ekledi: “O zamanlar ben oldukça genç bir işadamıydım. Aileyi babam yönetiyordu… Bazen bana çok gizli sırları da anlatırdı… O zamanlarda iletişim şimdiki gibi kolay değildi, ama kontrolü daha kolaydı.” Redroot tekrar bir şeyler düşünür gibi, birkaç saniye camdan dışarı baktı. Sonra Jarmundsen’e dönerek konuştu: “11 Eylül olayını bizim tertiplediğimizi biliyor muydunuz?” “Beni etkilemeye çalışıyor. Aile dediği de örgüt olmalı,” diye düşündü Jarmundsen. O sırada üç araç boyu arkada park etmiş olan kamyonet hareket ederek yanlarından geçti ve uzaklaştı. Jarmundsen aracın hareketini gözleriyle takip ederken cevapladı: “Neden peşinizdeyiz sanıyorsunuz?” Yanık yüzlü, dazlak adam oldukça rahat bir ifadeyle: “Hah! O zaman planlarımızı da biliyorsunuz demektir… Dünyayı daha iyi yönetebilmek için, gelecekte bize en büyük engel İran, Çin ve Hindistan’dı. Onları kontrol edebilmek için Ortadoğu’ya yerleşme kararını aldık ve planımızı bizim Bush’a uygulattık. Ayrıca enerji yollarını denetim altına alacak ve bu surette bir taşla iki kuş vuracaktık.” “Öyleyse neden Irak’a saldırdınız?” “Irak, bir basamaktı. Her hazırlığımız aslında İran içindi.” “Oysa herkes sizin en büyük rakibinizin Rusya olduğunu sanıyordu, değil mi?” “Evet Bay Jarmundsen, doğru, ama o bir zamanlardı. Önceki başkanlarla olduğu gibi, Pushkin’le de anlaşmıştık. Ruslar, Kafkasya ve İran’ı, biz de kalan Ortadoğu’yu kontrol edecektik. Fakat Pushkin bize büyük bir kazık attı. Eğer şu Türklerin Projesi olmasaydı…” “Siz vurup işgal edince Ruslar nasıl kontrol edecekti ki İran’ı?” “Ah genç adam! Anlamıyorsun… Biz saldırınca İran halkı doğal olarak Amerika’dan nefret edecekti. Zaten nefret ediyorlardı, ama savaştan sonra Rusya yardım elini uzatacak ve İran’la çok daha iyi ilişkiler kuracaktı. Böylece İran’ı Rusya’nın kucağına itmiş olacaktık. İyi polis, kötü polis oyunu… Dünya politikalarını bazen böyle şekillendiririz.” Adam sustu ve bir süre daha camdan dışarıya baktı. Sonra dramatik bir sesle konuşmaya devam etti. “Dünya kaç defa nükleer savaşın eşiğinden döndü, bir bilseniz…” Başını Jarmundsen’e çevirdi ve konuşmaya devam etti. “Hiç de fena değildi aslında. Siz ortaya çıkıp her şeyi alt üst edene kadar… İstediğimiz yeni kimlikleri getirdiniz mi Sayın Başkan?” “Evet ama önce eskilerini alayım sizden.” Yanık suratlı dazlak adam kucağındaki siyah metal kutuyu eliyle yokladı ve tekrar Jarmundsen’e döndü. Yüz ifadesi anlaşılamıyordu, fakat ağır darbe yemiş 128 bir adamın duyguları gözlerinden rahatça okunabiliyordu. Bu gözlerde şimdi kindar bir bakış vardı. “Hayır Jarmundsen. Onlar da bizde kalacak. İade edeceğiz diye bir şey konuşmadık zaten.” “Yani siz şimdi çifte kimlikle mi yaşayacaksınız? Bunun mantığı ne?” “Ah genç adam, bunun mantığı şu: Önce eski kimliklerimizle tedavi olacağız. Kendi paramızla yani. İyileştikten sonra da yeni kimliklerimizle yaşayacağız. Senin şu maske sandığın benim gerçek yüzümdür ve hepimiz de aynı durumdayız.” Jarmundsen konuşurken ihtiyarın ne dolap çevirdiğini düşünmeye çalışıyordu. “Vay canına! Üzüldüm demeğe dilim varmıyor doğrusu, ama gene de merak ettim. Nasıl oldu bu iş?” “Sizin yüzünüzden Bay Jarmundsen!” “Nasıl yani?” “Siz malikânemde operasyon yaparken ben ve arkadaşlarım görünmezlik sağlayan bir teknoloji sayesinde elinizden kurtulduk, bunu artık biliyorsunuz. İşte o teknoloji birkaç dakikadan uzun bir süre canlılara uygulandığında bazı tuhaf etkileri oluyor. Sanırım cihaz, sizin jammer yayınlarından etkilendi ve cildimiz üzerinde böyle kalıcı bir hasara yol açtı. Ama başka çaremiz de yoktu. Dış çemberi geçene kadar bu sistemin etkisinde kalmak zorundaydık ve süre bir hayli uzun oldu…” Jarmundsen elinde olmadan buna sevindiğini hissetti, fakat hiç belli etmedi. Kontrol İstasyonu, Londra Yavaşlatılmış kayıtları dikkatle incelemelerine rağmen, istasyondakiler henüz iğnenin nereden fırlatıldığını bulamamışlardı. Buna sebep, görüntülerdeki hafif bir bozulmaydı. Operatör, müdüre açıklama yapmak gereğini duydu: “Efendim, ortamda bozucu bir yayın var. Bunu yavaşlatılmış görüntülerdeki bozulmadan anlayabiliyoruz. Fakat normal görüntü akışında fark edilmiyor. Sanırım, çok ustaca geliştirilmiş, hassas bir cihaz kullanıyorlar. Bir saniyelik görüntüdeki iki yüz frame’den (film karesi) en az yarısı bozuk geliyor. Net göremediğimiz yüz frame, iğneyi izlememizi ve çıkış noktasını bulmamızı engelliyor. Ancak iğnenin geliş yönünü saptayabildik.” “Salak! Geliş yönü zaten belli. Bu yayının varlığını neden daha önce bildirmediniz?” “Efendim, söylediğim gibi, bu durum ancak yavaşlatılmış görüntülerde fark edilebiliyor. Önceden anlayamazdık.” “Şuna düşünemedik desene!” “Üzgünüm efendim.” “Hemen o yayının kaynağını tespit edin!” “Sanırım bu da mümkün değil efendim. Çünkü artık yayın yok.” “Vay kurnazlar vay… Demek ki, iğnenin izini süremeyelim diye sadece atış anında yayın yaptılar! Cihazın yeri belli olmasın diye yayını çabucak kestiler! Doğrusu çok zekice…” “Efendim birkaç saat zaman alır ama o bozuk görüntüleri onarmak suretiyle iğnenin çıkış yerini sonunda bulabiliriz.” “Tabii bulabiliriz… Bulabiliriz ama iş işten geçmiş, adamlar çoktan kaçmış olur bayım!” 129 “Ne yapalım istersiniz?” “Tabii ki görüntüyü onarın be adam! Başka yapacak bir şey var mı?” Glasgow Jarmundsen iç cebinden çıkarttığı bir zarfı Redroot’a uzatırken sakin bir tonda konuşuyordu: “Neyse Bay Redroot, tedavi olun ve ailenizin yanında, sıradan insanlar gibi, kalan yaşamınızı sürdürün. Ancak bir kediye bile kötülük yaptığınızı saptarsak sizi ve arkadaşlarınızı tutuklayıp hapse atmaktan büyük zevk duyarım. Şimdi bize vereceğiniz o tarihi bilgileri ve BDK merkezindeki adamlarınızın isimlerini almaya hazırım.” “Hay hay Bay Jarmundsen, tedavi olduktan sonra sadece kendi işimle ilgileneceğim. Biliyor musunuz; Süper iletkenler konusuna yatırım yapacağım.” “İyi yaparsınız. Artık çok yaşlısın Redroot. Kendi kabuğuna çekilmeli ve huzur içinde yaşamalısın.” “Tabii!.. Ancak, bu görüşmenin kaydının bir kopyasını bana da vermenizi rica edebilir miyim? Belge dediğin her iki tarafta da olur değil mi?” “Kaydettiğimizi de nereden çıkardınız Bay Redroot?” “Beni gene hafife aldığını görüyorum Jarmundsen. Bu hataya ikinci kez düşüyorsun. Seni daha akıllı sanırdım.” “Eğer sen benden daha akıllı olduğunu iddia ediyorsan, o zaman senin de bu görüşmeyi kayıt ediyor olman gerekirdi Bay Redroot. Bu durumda ben de senden bir kopya istemeliyim.” “Tamam Jarmundsen, sözümü geri alıyorum. Sen de benim kadar zekisin, kabul!.. Bu kutuda bütün sırlarımızın kayıtlı olduğu belgeler var. Adamlarımızın tüm listesi de bu kutuda. Onları deşifre etmekle aslında hayatlarını kurtardığımı bilmenizi isterim. Zira hepsinde o zehirli haplardan var.” Redroot kutuyu Jarmundsen’e uzatırken gözlerinde vahşi bir parıltı dolaştı. “Tamam Bay Redroot, bunu teslim alıyorum.” “Şimdi, bu yıl ki bir milyon puanımı serbest bırakacak mısınız?” “Hayır Bay Redroot. Size öyle bir söz vermedik. Bize vereceğiniz bilgiler karşılığında size, sadece yeni kimlikler vermeyi ve ailenizin yanında emekli hayatı yaşayabilmenize izin vermeyi kabul ettik. Öyle değil mi?” “Ama parasız nasıl yaşayacağım?” “Akrabalarınız, eşiniz size destek olurlar, merak etmeyin.” “Beni onlara muhtaç ederek mi cezalandırıyorsunuz şimdi? “Sen de malikânelerini satarsın o halde. Ne o yoksa pişman mısın Bay Redroot? İstersen al belgelerini, ver o kimlikleri geri!” Redroot cevap vermeden, yüzündeki o korkunç ifadeyle Jarmundsen’e bakıyordu. O bakışlar sanki karşısındakini öldürmek isteyen bir canavarın bakışlarından farksızdı ve adamın yüzü şimdi, yanmış bir farenin yüzüne benziyordu. Kamburu iyice ortaya çıkmış, oturduğu yerde bile göze çarpıyordu. Jarmundsen gülümseyerek otomobilin kapısını açtı ve kucağındaki kutuyla birlikte araçtan indi. Kapıyı kapatmadan önce, eğilerek Redroot’a son defa seslendi: “Sen artık çaresiz bir adamsın Redroot. Zekân bile anlamsız. Beni kızdırdığın anda, nerede olursan ol, gelip seni alırım ve içeri tıkmadan önce, bacaklarından bir ağaca asarım. Bunu hiçbir şey engelleyemez, anladın mı? Bence tedavi olmaya da 130 zahmet etme, çünkü bu yüz sana çok yakışmış! Senin gerçek yüzün bu!” diyerek kapıyı sert bir hareketle kapattı. Yağmur neredeyse dinmişti. Otomobil gözden kaybolduktan hemen sonra, arkadaki beyaz Citroen gelerek Jarmundsen’in önünde durdu. Araçtan inen bir ajan, elindeki kutuyu aldı ve bagaja yerleştirdi. Jarmundsen arka kapıyı açarak araca bindiğinde, Albay Thorn hemen konuşmaya başladı: “Her şeyi kaydettik efendim. İstasyondakiler iğnenin çıkış yerini henüz bulamadı. Galiba görüntüyü bozan bir yayın yapılmış. Ama bizim ekiplerden biri kamyoneti durdurup aradılar. İçinde bir havalı tüfek bulundu. Araçta sürücüsünden başka kimse yokmuş. Sürücü, tüfekten haberi olmadığını ve hiç bir şey bilmediğini söylüyor, ama onu sorgulamak üzere tutukladık.“ Jarmundsen birden Kennedy suikastını anımsadı. O yıllarda henüz küçük bir çocuktu, ama göreve geldikten sonra raporları defalarca okumuştu. Çiçekli iğneyi Albay’a verirken: “Eminim ki bu iğne o silahtan atılmadı. Çevrede birkaç silah daha olmalı. O kamyonet sadece bir yemdi. Bizi atlatmak içindi…” Albay Thorn yüzünü ekşitti ve kısa bir süre düşünerek sessiz kaldı. Fena oyuna geldiklerini anlamıştı. Sonra elindeki çiçekli iğneyi mendiline sarıp cebine koydu. “Bunu balistiğe gönderirim. Çevrede silah araması yapılmasını ister misiniz Başkanım?” “Tetikçi önemli değil, onunla vakit harcamaya değmez. Biz Redroot’un peşindeyiz. Fakat çok dikkatli olun, bu herife hiç güvenim yok.” “Merak etmeyin efendim. Ford’u elektronik takibe aldık, kimlik kartlarını da. Ayrıca iyi gizlenmiş altı izcimiz peşlerinde.” “Diğer ekiplerden ne haber?” “Haberler iç açıcı değil Başkanım. Diğer dokuz adresin hepsini gözlem altına aldık, fakat sizin de tahmin ettiğiniz gibi, bütün aileler ölmüş. Hiç biri doğal ölüm değil. Üzgünüm… İşin ilginç tarafı, aradığımız diğer dokuz adam da ölmüş Başkanım.” “Ne?! Nasıl ölmüşler?!” “Redroot, kendini tek koz olarak bırakmak istemiş olmalı. Bu adi herif, hayatını garantiye almak için dokuzunu da zehirleyerek öldürtmüş. Zehir aynı: VPV1… Ayrıca, hepsinin de ciltleri ciddi şekilde yanıkmış. Gelen raporlara göre buruşuk ve kararmış bir haldeymiş. Kafalarında hiç saç kalmamış. Hatta vücutlarında da bir tek kıl bile yokmuş. Yani Redroot doğru söylüyor. Görünmez olup kaçarlarken biraz yanmışlar…” Jarmundsen sessizce düşünürken Albay konuşmasını sürdürdü: “Zehirler, bulundukları şehirlere kargo ile gönderilmiş. Cesetlerin yanında birer de mektup varmış. Redroot onlara derilerinin iyileşmesi için ilaç gönderdiğini yazmış. Şimdilik bu ilacı içmelerini, daha sonra tedavi için onları Nice’e çağıracağını yazmış. Mektuplarda isim veya imza yokmuş. Üstelik görünmez mürekkep kullanılmış. Yerel polis, onları boş kâğıt sanarak, delil dosyasına bile almamış. Bizimkiler üçünü çöpte bulmuş ve olayı seyyar laboratuvarda çözmüşler.” “Vay canına! Şimdi geçmişteki sırlarla aramızdaki tek bağ Redroot mu sadece?” “Evet Başkanım, böyle olmasını sağladı ve aklınca kendini garantiye aldı.” Jarmundsen birden, kutudaki belgelerin abartıldığını ve fazla değerli olamayacağını anladı. Sinirli hareketlerle araçtan indi ve bagajı açarak siyah kutuyu çıkardı. Kilidini açamayınca, yanındaki ajana kutuyu kırarak açmasını emretti. Kutu açıldığında içinde İbranice ve Latince yazılmış bir takım yazılar olduğunu gördü. 131 Hatta, bazıları şiir formatında yazılmış şeylerdi. İngilizce yazılı sadece bir sayfa vardı ve o sayfada da el yazısıyla, şöyle bir not görülüyordu: En büyük sırlar henüz ulaşılamayanlardır. Jarmundsen sinirli bir ifadeyle Redroot’un arabasının gittiği yöne döndü ve kendini tutamayarak, bütün öfkesiyle söylendi: “Adi sahtekâr, lanet, sapık herif! Fare suratlı o… çocuğu! Seni kimse elimden alamaz! Bir gün seni parçalayıp, köpeklere yedireceğim! Saint Sepulchre Kilisesi, Kudüs Eski Kudüs’te, Hıristiyanlarca kutsal sayılan bir tepenin üzerinde bulunan Saint Sepulcre Kilisesi, ilginç bir nikâh törenine ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. İsa peygamberin çarmıha gerildiği yer olduğuna inanılan ve üç mezhep tarafından kutsal bir yer olarak kabul edilen bu tepe, bir kilise ile onurlandırılmıştı. Kozmik Operasyon’dan sonra bölgeyi radyasyondan arındırma çalışmalarında, orijinaline sadık kalınarak, yeniden inşa edilmiş olan bu tarihi kilise, pek anlaşamasalar da Katolik, Ortodoks ve Protestan din adamları tarafından yüzyıllardır ortak yönetilmekteydi. Yapılacak olan törende ise, gelin tarafı Ortodoks, damat tarafı Katolik, fakat damadın kendisi de Protestan’dı. Bu nedenle törenin bu ortak kilisede yapılması taraflarca uygun görülmüştü. Tören, bu mezhepleri temsil eden rahipler tarafından ortaklaşa yönetilecekti. Yeni düzende, belediye başkanlarının yanı sıra, bütün dini kurumların başındaki din adamlarına da resmi nikâh kıyma yetkisi verilmişti. Amy, bunun çok ilginç bir tören olacağını düşünmüş ve böyle olmasını istemişti. Ona göre bu, herkesi mutlu edecek, ortak bir çözümdü. Amy’nin büyük bir heyecanla ortaya attığı fikri Eddie de beğenmiş, böylece evlenme töreninin Kudüs’teki bu kilisede, ortak bir tören şeklinde yapılmasına karar vermişlerdi ve buna kimsenin itirazı olmamıştı. Kilise yöneticileri ise, ortak törenin karışıklığa neden olacağı gerekçesiyle epeyce nazlandıktan sonra, sonunda töreni yapmayı kabul etmişlerdi. Çünkü hem damat ve gelin hem de aileleri tarafından kiliseye bağışta bulunulacaktı. Sınırlı sayıdaki misafirleri getiren araçlar birer ikişer kilisenin önüne gelmeye başladıklarında gelin ve damadı getiren limuzin çoktan gelmiş, Amy ile Eddie içeride hazırlanıyorlardı. Bay ve Bayan Garry gelin odasındaydılar. Üç rahip onlara tören kurallarını ve formaliteleri anlatarak, nasıl hareket etmeleri konusunda bilgi verirken, ayrı bir odada bulunan Eddie’ye de diğer üç rahip tarafından aynı bilgiler veriliyordu. Bilgilendirme faslından sonra rahipler tarafından kiliseye bağışta bulunmaları istendiğinde, Garry ve Eddie kimlik kartlarını, önlerine getirilen P.O.S. cihazına takarak yüzer puan bağışta bulundular. Böylece tören için gerekli olan kimlik bilgileri de otomatik olarak, kilisenin bilgisayarına aktarılmış oldu. Daha sonra Amy de aynı miktarda bağış yaptı. Aslında, tüm dünyada din adına bağış toplanması yasaktı. Çünkü dini mekânların ve din görevlilerinin her türlü ihtiyacı artık sadece Mali Konsey Din İşleri Dairesi tarafından karşılanıyordu. Fakat sadece törenlerde ve en çok yüz puan olmak üzere sembolik bir bağış yapılmasına izin veriliyordu. Dini kurumlar, iç işlerinde ve ritüellerini uygulamada ise tamamen serbestti. Tören, Bay Garry ile onun kolundaki Amy’nin taş zeminli yoldan geçerek salona girmeleriyle başladı. Eddie ise, taş duvarları ve yüksek sütunları olan tarihi 132 salonda, rahiplerin bulunduğu kürsünün önünde ayakta bekliyordu. Krem rengi, çok şık bir takım elbise giymişti. Elinde kırmızı güllerden oluşan küçük bir buket vardı. Ceketi atletik vücuduna tam oturmuş ve zaten geniş olan omuzlarını da daha görkemli bir hale sokmuştu. Kilise orgunun çaldığı müzik, ortamı daha da mistik bir havaya sokarken, herkesin gözü ağır adımlarla kürsüye yaklaşmakta olan gelin ile babasına döndü. Bembeyaz gelinliğin içindeki Amy’nin yüzünde gülücükler, başında ise küçük beyaz güllerden yapılmış şirin bir taç vardı. Din adamları kendi aralarında bir şeyler mırıldandılar. Bir anlaşmazlık çıkmış gibi üçü de suratlarını asmıştı. Kürsünün önüne geldiklerinde Bay Garry kolundaki kızını damada teslim etti. Eddie elindeki çiçekleri geline sundu. Rahipler sıra ile kısa dualar okuduktan sonra Ortodoks olanı Amy’ye, daha sonra Protestan rahip de Eddie’ye hitap ederek sözlerini tekrarlattılar. Sonra da yüzükler takıldı. Üç rahip birlikte haç çıkartıp, gelinle damadı takdis ettikten sonra, Katolik rahip öne çıkarak kürsüdeki bilgisayarın başına geçti ve nikâhı kayda geçirmeye başladı. O sırada Ortodoks rahip elindeki büyük bir haçı öpmeleri için gelinle damada uzatıyordu. Protestan rahip öne geçerek onu engelledi ve böylece rahipler arasında tekrar bir tartışma başladı. Biri sinirlenerek diğerini itti. Diğeri de karşılık verince bir itiş kakış başladı. Kilise görevlileri koşup geldiler ve din adamlarını ayırmak isterlerken, onlarda birbirlerini itip kakmaya başladılar. Tartışma bir anda büyüdü ve bir kavgaya dönüşüverdi. Eddie şaşkın, Amy ise kıkırdayarak gülüyordu. Misafirler de ayağa fırlamış, herkes birbirine bağırırken ortalık iyice karışmıştı. Az sonra gelin tarafı ile damat tarafı da birbirlerine girmişlerdi. Bu sırada Amy, Eddie’nin elinden tuttuğu gibi koşarak onu kiliseden dışarı çıkardı. Koşarken anne ve babasına el sallamayı da ihmal etmedi. Eddie’nin arkadaşları Tam ve Bill de kavgaya karışmış, atletik yapılı bu iri gençler, önlerine geleni itip yere devirmeye başlamışlardı. Dışarı çıktıklarında Amy kahkahalarla gülerken Eddie: “Haydi sevgilim hemen gidelim. Tören çok eğlenceli oldu, ama bizim balayı seyahatine çıkmamız gerekiyor, bırakalım onlar aralarında biraz eğlensinler,” diyerek şoföre bir işaret yaptı. Az sonra gelinle damat limuzine kurulmuş uzaklaşırlarken, ikisinin de kahkahaları dışarıdan bile duyuluyordu. “Ay çok eğlenceli oldu, değil mi Ed?” Eddie birden haykırdı: “Ah! Evlilik belgesini almayı unuttuk Amy!” “Artık öyle bir belge yok ki sevgilim, unuttun mu? Kayıtlar bilgisayara girildiğinde kimlik bilgilerimize de işlenmiş oldu.” “Haklısın, o yaşlı rahip anlatmıştı. Ben heyecandan unutmuşum. Şimdi biz resmen evlendik öyle mi?” “Eveet!” Hidrojenle çalışan limuzin egzozundan sadece su buharı bırakarak hızla havaalanına doğru yol alırken, Amy hâlâ kahkahalarla gülüyordu. Ankara Adalet ve Hukuk Konseyi eski başkanı, Profesör Celal Yaşlıkaya emekli olduktan sonra her sabah olduğu gibi, eşiyle birlikte kahvaltı yapmış, biraz müzik dinleyerek Ayşe’nin yaptığı kahvelerini içiyorlardı. Ayşe bir robottu. Yaşlıkaya emekli olduktan sonra Japon dostlarının hediye ettiği, yapay zekâya sahip, çok becerikli ve konuşan bir robot. Başkan Zhang tarafından Kudüs’teki Eğitim Şurası sonunda 133 Yaşlıkaya’ya teslim edilmişti. Öylesine bilgi yüklüydü ki Yaşlıkaya ve eşi bu robotla her konuda sohbet edebiliyorlardı. Klasik Japon giysileri ile giydirilmiş robotun marifetleri saymakla bitmezdi. Türk kahvesini bile büyük bir maharetle yapıyor ve tekerlekli ayakları sayesinde istenilen yere servis verebiliyor, randevuları hatırlatıyor, telefon ve internet bağlantısı kurabiliyor, hatta eve gelen ziyaretçilerle de ilgileniyordu. Kahve faslından sonra, Profesör Yaşlıkaya ve eşi salonda oturmuş, günlük gazetelere göz gezdiriyorlardı. Artık gazetelerin haber sunumları da değişmişti. Heyecan yaratan o eski siyasi ya da ekonomik çalkantılar olmadığı için, medya da flaş haber bulmakta zorlanıyordu. Gazetelerde genellikle, yeni uygulamalar ile bunlar hakkındaki eleştiriler veya övgüler yer alıyordu. Yeni düzende artık, dünyada yapılamayacak bir şey yoktu. En büyük projelerden biri de; uzayın derinliklerine açılmak üzere, ilk adım olarak ayda büyük bir üs kurma çalışmalarıydı. Dünya bu habere odaklanmıştı. Bir ara, Yaşlıkaya’nın gözü üçüncü sayfadaki bir habere takıldı. KUDÜS’TE PAPAZLAR KAVGA ETTİ. Alt başlıkta ise; Katolik, Ortodoks ve Protestan din adamları ortak törende birbirlerine girdi. Davetliler de kavgaya karışınca olay sokağa taştı ve polis kavga edenleri ayırmakta zorlandı, diye yazıyordu ve altında da kavganın bir fotoğrafı vardı. “Bak Mefkûre papazlar kavga etmiş.” “Aman, bunlar da din adamı olacak güya! Sebep neymiş ki?” “Sen ben kavgasıdır, başka ne olacak. Tanrı onlara ‘birbirinizi dövün ey kullarım!’ demiş olmalı.” “Allah onlara da akıl fikir versin!” Yaşlıkaya bu kez de sayfanın alt tarafındaki bir habere takıldı. UFO’LAR GENE GÖRÜNDÜ İşte uzaylılarla konuştuğunu iddia eden adam Yazının altında bir de resim vardı. “Bak Mefkûre, uzaylılar bizi ziyarete gelmiş.” “Aman, bu işin de suyunu çıkardılar Celal. Gelmişse hoş gelmişler. Ne yapalım? Bize de buyursunlar bari biz de görelim.” “Artık sen, uzayda başka gelişmiş canlılar olduğuna inanıyor musun Mefkûre?” “Artık inanıyorum Celal. Baksana her gün bir başka haber yazıyorlar bu gazeteler. Ateş olmayan yerden duman tütmez derler.” Yaşlıkaya sırıtarak eşinin yüzüne baktıktan sonra: “Bravo sana Mefkûre. Sende büyük gelişme var,” diyerek alaycı bir havada konuştu. Mefkûre Hanım cevap vermemişti. Yaşlıkaya, kendi kendine konuşur gibi mırıldandı: “Şimdi hazırız sanırım!.. Artık savaşlar bittiğine ve dünya birleştiğine göre, kâinattaki diğer gelişmiş medeniyetlerle de toplu temas mümkün olabilecektir. Neden olmasın? Hatta bu birleşmeyi onlar istemiş ve bizi yönlendirmiş bile olabilirler.” “Neler mırıldanıyorsun Celal?” “Yok bir şey hayatım, gazete okuyorum işte.” 134 Gazete okumaları bitince biraz bahçede vakit geçirdiler. Öğle yemeğinden sonra Yaşlıkaya biraz şekerleme yaptı, daha sonra da kitap okuyarak vakit geçirdi. Arada bir de konuşuyorlardı. “Başkan Koray’ın veda partisi varmış…” Akşamüstü, evdeki derin sessizliği Yaşlıkaya’nın sesi bozdu: “Haydi kalk Mefkûre, biraz yürüyüş yapalım, hava çok güzel.” “Eskiden evden zor çıkardın. Yürüyüşü bırak, alış verişe bile gitmezdin. Bakıyorum emekli olduktan sonra sabah akşam demeden yürüyüşe çıkıyorsun Celal.” “Eee, o zamanlar böyle bol vaktim yoktu. Hem, artık sağlığımıza da düşünmek gerekiyor Mefkûre. Doğrusu değişik yüzler görmek ve halkın içine karışmak da çok hoşuma gidiyor.” Aslında, yeryüzünde her konuda hızla ortaya çıkan büyük gelişmeleri ve değişikleri görmek de Yaşlıkaya’yı çok mutlu ediyor, onu gururlandırıyordu. Çıkarlarken Ayşe onları kapıya kadar uğurladı. Mefkûre hanım robota dönerek, “Biz biraz dolaşacağız, ev sana emanet Ayşe,” diyerek el salladığında Ayşe de onları el sallayarak uğurladı. Evden çıktıklarında iki koruma görevlisi onları on adım kadar geriden takip ediyordu. Her gezintide Yaşlıkaya, çevrede hızlı değişikliklerin olduğunu görmekten tarifsiz bir sevinç duyuyordu. Yeni yasaların yürürlüğe girmesiyle her yerde, hemen her şey hızla değişmekteydi. Bu değişimi adım adım, gün be gün izlemek Yaşlıkaya için büyük bir zevkti. Ana caddeye geldiklerinde bir süre konuşmadan, kol kola yürüdüler. Sonra bir ara Yaşlıkaya eliyle işaret ederek anlatmaya başladı: “Bak Mefkûre, asfalt üzerinde bir tek yaya bile yok, görüyor musun? Herkes kaldırımlarda yürüyor ve sadece yaya geçitlerinden geçiyor. Otomatik bariyerli yaya geçitleri de yayaların güvenle karşıya geçmelerini sağlıyor. Güzel bir buluş değil mi? Ambulans veya itfaiye geçeceği zaman merkezdeki görevlilere telsizle bilgi veriliyor ve onlar da bariyerleri açık tutarak bu gibi araçlara öncelik sağlıyor. Eskiden buralarda, yayalarla araçlar aynı yolda iç içe giderlerdi, hatırlarsın. O zamanlar, yaya kaldırımları göstermelikti, yaya geçitleri de öyleydi. İnsanlar istedikleri yerden karşıya geçerlerdi. Kapkaç denilen o hırsızlık olayları, kavgalar, trafikteki saygısızlık ve çevreye saygısızlık had düzeydeydi. Polisler ve diğer sorumlular, sorumsuzca davranarak, bütün bunlara seyirci kalır, görmezden gelirlerdi. Çünkü alt yapı son derecede yetersizdi. Bu durum öfkesi burnunda, saygısız insanlar yaratıyordu. Bu gibi, birçok aksaklık ve uyumsuzluklar nedeniyle tüm toplumsal ve etik değerlerimizi hızla kaybediyorduk. Tam o günlerde Başbakanımız da ‘muasır medeniyetler’ seviyesine çıkmaktan bahsederdi. Oysa önce burada muasır olunur, diye hep eleştirirdim, hatırlarsın.” Yaşlıkaya son cümleyi söylerken işaret parmağı ile başını gösteriyordu. “Haklısın Celal, o zamanlar bazı sokaklarda kaldırım bile yoktu. Seyyar satıcılar hoparlörle ve o çirkin sesleriyle sabahtan akşama kadar patates, soğan satarlardı. Gürültü kirliği ömür kısaltacak düzeye gelmişti. Hiçbir yetkili de bu sorunla ilgilenmiyordu. Hatırlıyor musun? Sen bu gürültülü ortamdan çok rahatsız olurdun. Kaç defa adamlarla kavga etmiştin… Bir gün, bu sokaktan yedi sekiz otomobil sürekli korna çalarak geçmişlerdi. Hatırlarsın, sık sık oluyordu böyle şeyler. Sen çalışırken çok rahatsız olmuştun. O gün kafanın tası atmıştı. Onları polise şikâyet ettiğinde sana, ‘ya düğün vardır ya da asker geçiriyorlardır beyefendi. İdare ediverin,’ dediği için polise nasıl bağırmıştın?” 135 “Evet hayatım, hatırlıyorum. Devletimiz, kendi çıkarttığı yasaları bile uygulayamaz haldeydi. Ama o günler geride kaldı. Artık geleceğe umutla bakıyor ve daha mutlu yaşıyoruz çok şükür.” “Ah, bak geleceğe umutla bakmak dedin de aklıma geldi. Komşumuzun oğlu üniversiteyi bitirip de iş bulamayınca nasıl kriz geçirip, sokakta diplomasını yakmıştı. Sen onu teselli etmiş, iş bulmasına da yardımcı olmuştun.” “O günler, çok kara günlerdi Mefkûre… Sadece komşumuzun oğlu değildi ki, milyonlarca genç işsizdi. Gelecek endişesiyle bunalıma giriyorlardı. Ama biz muasır oluyorduk! Hah… Şu politika gerçekten iğrenç bir şeydi. Bak, şimdi hiç kimsenin, gelecek diye bir endişesi yok. Eskiden uyuşturucuya müptela olan gençler bile gittikçe azalıyor. Çoğu, daha sosyal ortamlarda eğleniyor veya sporla uğraşıyorlar. İnsanların bilinç düzeyi de gittikçe yükseliyor. Artık askerlik engeli de yok. İstedikleri yaşta rahatça iş hayatına atılıyor, kendi düzenlerini güven içinde kurabiliyorlar. Gerçekten de tam zamanında ve iyi bir iş yaptığımızı düşünüyorum Mefkûre.” “Ne diyorsun Celal. Sadece savaş ve terörün sona ermesi bile dünya için çok büyük bir başarı oldu. Halkın gözünde sen ve arkadaşların büyük kahramanlarsınız. Neredeyse size tapıyorlar. Bir markete veya çarşıya gittiğimde benim bile önümde eğilip, elimi öpmek için kuyruğa girenler var. Çünkü artık herkes insanca yaşamak için yeterli parayı kazanıyor, gelirleri arttı. Bu rahatlama ekonomiyi de acayip büyüttü. Herkesin iş hacmi birkaç kat arttı. Üstelik artık vergi falan da yok. Hepsinin yüzü gülüyor. Herkes birbirine daha dostça ve hoşgörülü davranıyor. Devletin prestiji arttı. İnsan ilişkilerinde kalite yükseldi, güven arttı. Boşuna benim elimi öpmüyorlar ya.” “Deme yahu! Elini öptürmüyorsundur umarım.” “Öptürmüyorum ama bazen zorla öpenler de oluyor. Aman, ne yapayım işte…” Yaşlıkaya başını yana eğmiş, eşine sitemle bakıyordu ki, duyduğu “beyim, beyim!” sesiyle başını çevirdiğinde yaşlı bir adamın bulundukları yere doğru koşmaya çalıştığını gördü. Bir ayağı sakat olan adam, tam karşıdaki marketten çıkmış ve Yaşlıkaya’yı görür görmez tanımıştı. Koltuk değneğinin yardımıyla, zorlukla da olsa koşarak yanlarına geldi. Değneğini ve elindeki paketi yere atarak birden diz çöktü ve Yaşlıkaya’nın ellerine sarıldı. Yaşlıkaya neye uğradığını anlayamamıştı: “Bırak be adam! Ne istiyorsun?” Bu sırada korumalar hızla adama yönelmişlerdi ki Yaşlıkaya onları bir el işaretiyle durdurdu. Yaşlı adam yerde diz çökmüş halde Yaşlıkaya’nın gözlerine bakarak konuşuyordu: “Beyim ben bu sokakta yıllarca dilenen bir adamım. Siz birçok defa bana sadaka vermiştiniz.” “Ne o, yoksa hâlâ dileniyor musun? Artık kimsede para yok ki, sen ne istiyorsun?” Adamın yeni kırlaşmakta olan saçlarına ve yüzünü çevreleyen kırçıl sakallarına bakılırsa, çökmüş görünüşüne rağmen fazla yaşlı olmadığı anlaşılabiliyordu. “Hayır beyim. Devlet bana maaş bağladı, ne istersem alabiliyorum çok şükür. Babaları öldüğü için bakmaya çalıştığım torunlarımı da devlet okutuyor artık. Bize bir de ev verdiler. Bacağımı da tedavi edeceklermiş. Hepsi sizin sayenizde beyim. Allah sizden razı olsun. Ne olur, verin de elinizi bir öpeyim beyim. Bütün fakirler adına elinizi öpmek istiyorum beyim.” “Kalk baba kalk, olmaz öyle şey! Ben seni hatırladım. Şu köşede dururdun. Seni her gördüğümde insanlığımdan ve devletimden utanırdım. Beni gene utandırma. 136 Kalk baba kalk! Bak, her şeye rağmen torunlarına bakmışsın, onları büyütmüşsün. Allah senden de razı olsun.” Yaşlıkaya’nın, kolundan tutarak kaldırdığı adam sessizce ağlıyordu. Ayağa kalkarken, kolunu tutan ele yanağını sürmeden edememişti. Adam dualar ederek uzaklaşırken Yaşlıkaya’nın da gözleri dolmuş, adamın arkasından bakarken dalıp gitmişti. Adamın geçmişinde kim bilir ne olaylar vardı. Belki önemli, belki önemsiz, belki acı dolu, belki de zaman zaman mutlu, ama mutlaka kendince önemli bir hikâyesi, anıları, belki de aşkları vardı. Bir eşi olmuştu, bir zamanlar bir oğlu varmış. Sonra kim bilir ne olmuştu ki, o köşede dilenerek torunlarına bakmak zorunda kalmıştı?.. İşte o zamanlar, ikisinin de geçmişleri o köşede kesişmişti. Yaşlıkaya ona sadaka verirken, sanki bir zaman çakışması olmuş ya da filmler karışmış gibi şimdi de kendi geçmişine sıçramıştı. Renkler siyah beyazdı. Babasının elinden tutarak ilkokula gittiği ilk günü, simit yediği için öğretmen tarafından dövülen arkadaşını, lise yıllarında okulu protesto etmek için yaptıkları eylemi, üç arkadaş başka bir okula geçişlerini, bir sonbahar akşamı yaşam çizgilerinin çakışarak Mefkûre’nin hayatına girişini, evlilik günlerini, yaşamak için yapmaları gereken saçma sapan mücadeleleri, adına devlet denilen organizasyonun onlara attığı kazıkları, uğradıkları bütün haksızlıkları ve nihayet profesör oluşunu… Üniversiteye gitmek için her sabah evden çıktığında köşedeki dilenciye para verip vermemekte tereddütte kalışını, fakat her seferinde de lanet olsun bu dünyaya, diyerek ona sadaka verişini… Bunların hepsini üç saniyede aklından geçirmiş, siyah-beyaz bir resimde sessiz bir şimşek çakarken döngü tamamlanmış ve gene aynı köşede, bu dilenciyle son bulmuştu… Ortalık dinginleşip, cisimler tekrar renklenirken ilk defa baba olduğu günü anımsadı. O gün, bilinçli olmasa da Deviniş Projesi’nin tohumlarının atıldığı gündü. Hep, oğlunun güzel bir geleceği olmasını ve bütün insanların huzurlu, iyi bir dünyada yaşamasını arzu etmişti. Bunun için bir şeyler yapmalıydı. Kendisini buna mecbur hissediyordu. Eskiden bu yüzden hep ileriye bakmış, gelecek için planlar yapıp durmuştu. Yüreği burkularak hep bugünleri hayal etmişti. Şimdi ise geçmişe düşünürken gururlanacağı yerde, gene yüreği burkuluyordu… Hiç kolay değildi, bir insanın bu yükü taşıması, ezilmeden bu büyük sorumluluğu hedefine kadar götürebilmesi, dizlerinin çökmemesi, benliğinin isyan etmemesi, beyninin buna dayanması, aynı çizgiyi koruyabilmesi çok zordu… Bunu kendisinden başka, kimsenin anlaması da kolay değildi. Kudüs Jarmundsen, her sabah önüne getirilen “günlük olaylar” raporundan, kilisede çıkan kavgayı okurken, gülmekten kendini alamıyordu. Aynı haber bazı televizyon kanallarında ve internette de vardı. Hemen Eddie’yi aradı ve ona üzgün olduğunu söyledi. Eddie’nin telefondaki sesi oldukça rahattı: “Üzülecek bir şey yok efendim. Biz hem evlendik hem de eğlendik. Amy hâlâ gülme krizinde, öyle eğlendi ki, size anlatamam. Bu koskoca, yaşlı başlı adamların çocuklar gibi kavga etmesi, bizim için unutulmaz bir anı oldu sadece.” “İkinizi de tekrar kutlarım Eddie. Amy’ye de sevgilerimi ilet. Balayınızı çok uzatmayın. İkiniz de bana lazımsınız. Tamam mı?” “Tamam Bay Jarmundsen. Merak etmeyin, bir-iki aya kalmaz döneriz.” “Yaa! Öyleyse, hemen bir ekip gönderip sizi o otelden aldırayım da görün!” 137 “Aman efendim, dil sürçmesi oldu, bağışlayın. Ben mutluluktan ne dediğimi biliyor muyum ki?” Jarmundsen gülerek telefonu kapattıktan sonra Fatty Maid terminalinin karşısına oturdu ve yapmayı düşündüğü eylemin olası sonuçlarını araştırmaya başladı. İşine yoğunlaştığında yüzüne çok ciddi bir ifade yerleşmişti. Ankara Mefkûre hanım kocasının elinden tutup yavaşça çekerken, “Herkesin bir dilencisi var Celal. Haydi, millet etrafımıza toplanmadan gidelim artık,” diyordu. Yaşlıkaya çabucak düşüncelerinden sıyrılıp, yürümeye devam ederken eşinin söylediği cümle kafasında yankılanıyordu: “Herkesin bir dilencisi var!” Ve tekrar düşüncelere dalmıştı: “Acaba Mefkûre Hanım bunu bir yerde mi okumuştu? Yoksa o anda içinden gelerek mi söylemişti? Doğrusu çok anlamlı bir sözdü. Aferin sana Mefkûre! Gerçekten de, birçok insan eskiden, kendi başlarının çaresine bakamayacak durumdaydı. İşte şimdi bu çaresizlikten kurtulmuşlardı, ama anılarından, geçmişlerinden asla kurtulamayacaklardı. Onlar yaşanmıştı ve kimse silemezdi… “ Efkârlı havayı dağıtmak için, Yaşlıkaya bir şarkı mırıldanmaya başladı: “Hiçbir şeyde gözüm yok, sen yanımda ol yeter, Kapkaranlık odama mehtap gibi doğ yeter… “ Mefkûre Hanım, kendine ithaf edildiğini düşündüğü bu şarkıyı gururlu bir tebessümle dinliyordu. Şarkı bittikten sonra: “Bak şurada bir polis merkezi var. Haydi gel, polislerimizi bir ziyaret edelim Mefkûre. Ne dersin?” İçeri girdiklerinde Yaşlıkaya’yı görür görmez tanıyan polislerin hepsi birden ayağa fırladı. Komiser olduğu anlaşılan bir rütbeli öne çıktı ve onları gülerek karşıladı: “Buyurunuz efendim. Bize şeref verdiniz.” “Rahatsız olmayın arkadaşlar, eşimle birlikte gezerken şöyle bir uğrayıp hal hatır sormak istedik sadece.” Odada birkaç polis ve birkaç da sivil vardı. Yaşlıkaya hepsini başıyla selamladıktan sonra eşiyle birlikte içeriye başka bir odaya alındılar. Odada bir baş komiser vardı. Onunla da selamlaşıp konuştuktan sonra gösterilen koltuklara oturdular. Polisler onlara kahve ikram etti. Biraz sohbetten sonra Yaşlıkaya sordu: “İşler nasıl Komiserim, çok olay oluyor mu bölgenizde?” “Eskisine oranla çok azaldı Sayın Başkanım. İnanır mısınız, daha çok psikolojik problemi olanlarla, bir de basit kavgalarla uğraşıyoruz. Büyük olaylar, çok şükür yok artık.” “Aman iyi, iyi… Şu psikolojik insanlarla nasıl başa çıkıyorsunuz? Onlara ne yapıyorsunuz?” 138 “Efendim mesela şu anda merkezimizde bir araç sürücüsü var. Köpeği kamyonun arkasına bağlayıp yolda sürüklemiş. Görevli polislerce yakalanmış, bize getirildi. İfadesi alındıktan sonra mahkemeye sevk edeceğiz. Duruşması hemen bir saat içinde görülecek. Hâkim ne karar verirse onu uygulayacağız efendim.” “Bu gibi durumlarda hâkimler nasıl bir karar veriyor, genellikle?” “Efendim, genellikle rehabilitasyon merkezlerine sevk ederler. İnsana veya hayvana zarar vermiş, hiç fark etmez. Kendisine ‘zararsızdır’ şeklinde bir rapor verilmediği sürece rehabilitasyon merkezinde kalmaya devam eder. Yani süresiz.” “Demeyin, yani hapis gibi bir şey mi?” “Hayır efendim. Yeni kurulan iki çeşit rehabilitasyon merkezlerimiz var. Çocuklar için ve yetişkinler için. Bunların hepsi de beş yıldızlı tatil köyünden farksız. Ziyaretçileriyle istedikleri zaman, istedikleri kadar görüşürler, istedikleri gibi yerler içerler, içeride her türlü imkân var, spor yaparlar, kütüphaneye giderler, televizyon, hatta tiyatro bile var. İstedikleri sosyal faaliyeti gerçekleştirebilirler, yüzme havuzu filan, kısacası ne isterlerse var. Sadece yirmi dört saat sürekli doktor gözetimindedirler. Farkı bu. Ancak topluma zarar verme olasılıkları bulunduğu sürece dışarı salınmazlar. Kesinlikle!” “Peki, bu sizce iyi mi? İyi bir uygulama mıdır?” “Aman efendim, bu da söz mü? Sanki bu işleri siz yapmamış gibi soruyorsunuz. Şimdiye kadar devletimizin aklı neredeymiş! Bundan iyisi olur mu? Böyle insanları sokağa salmak yerine, rahat, konforlu bir ortamda izole etmekten daha iyi bir çözüm düşünemiyorum. Üstelik orada her türlü tedavi olanakları da var. Siz bizlerden çok daha iyi biliyorsunuz.” “Masa başında oturup bu kararları almak başka şey, uygulamayı görmek ve yapılandırmak başka bir şeydir Komiserim. Masa başında birçok hata yapılabilir, eskiden böyleydi de, o nedenle soruyorum. Ama sonuçtan memnunsanız, halk da memnunsa mesele yok…” “Efendim siz de çok iyi biliyorsunuz ki; eskiden devletin parası böyle işlere yetmezdi. Şimdi ise tahsisat sıkıntısı diye bir şey yok. her şeyin en iyisini, en kalitelisini yapabiliyoruz. Zaten halkın geçim sıkıntısı diye bir şeyi kalmayınca, daha da önemlisi, işsizlik diye bir şey kalmayınca suçlar da çok azaldı. Şimdilerde sadece akıl hastaları ile uğraşıyoruz işte, gördüğünüz gibi. Eskiden bu gibileri bir süre gözaltında tutar, sonra salıverirdik. Onlar da tekrar suç işler, başka insanlara tekrar zarar verirlerdi. Hapse atmak ise onlar açısından hak etmedikleri ağır bir ceza idi. Şimdiki çözüm bence en iyi yoldur. Hem tedavi olanakları var hem de rahat bir yaşam ortamına sahipler. Ama en güzeli; artık başkalarına zarar veremezler.” “Evet, artık dünyada para diye bir şey yok, fakat gelir sıkıntısı da yok. Devletler oldukça zengin, dolayısıyla insanlar da… Siz ne kadar maaş alıyorsunuz Komiserim?” “Ben beşinci dereceye ulaştım efendim. Maaşım da on altı bin puan. Eski parayla yirmi dört bin liraya karşılık geliyor. Hayat biraz pahalandı ama, gene de çok iyi bir maaş doğrusu. Hiçbir eksiğimiz yok. Her ihtiyacımızı karşılayabiliyoruz çok şükür, hatta biriktiriyoruz. Geçen yaz Barcelona’ya tatile gittik. Bu yaz da, kısmet olursa, eşimle birlikte Tokyo’ya gitmek istiyoruz.” “Çok iyi yaparsınız Komiserim, bu arada sağlığınız nasıl? Sağlık hizmetlerinden memnun musunuz?” Odadaki genç polislerden biri atıldı: “Çok memnunuz efendim. Benim eşim yıllardır hasta. Eskiden işimden izin alır onu hastaneye götürür ve oralarda eşimle birlikte saatlerce sürünürdük. Şimdi ise 139 doktor evimize gelip kontrol ediyor, hastaneye gitmemiz gerekiyorsa ambulans ile götürüyorlar ve gene evimize geri getiriyorlar. Çok da iyi ilgileniyorlar efendim.” Komiser, “Evet, gerçekten de çok iyi ilgileniyorlar. Bizim ailede hasta filan yok çok şükür. Fakat ayda bir kere doktor gelir, hepimizi muayene eder. Gerekiyorsa hastaneye davet eder. Sıkıysa gitme! Görevliler hemen gelip, sizi evden alır, götürürler ve doktordan öyle bir fırça yersin ki…” Yaşlıkaya güldü. “Evet, bu koruyucu hekimlik ya da aile hekimliği dedikleri şey işte... Artık insanlar hasta olduktan sonra değil, hasta olmadan evvel muayene edilecekler. Doğrusu bu değil mi? Memur arkadaşın anlattığı gibi; eskiden tıp adamları, adeta insanı unutmuşlar, sadece hastalıkla ilgileniyorlardı. Bu da eski sistemin zaaflarından biriydi. Hele sorun psikolojik ise, devlet tedaviyi bile üstlenmez, hastalar baştan savılırdı. Neyse arkadaşlar, bunların hepsi geride kaldı. Şimdi memnunsunuz ya, çok sevindim.“ “Bunların hepsi sizin sayenizde oldu Sayın Başkanım. Bence sizin heykelinizi dikmeleri lazım.” “Haydi kalkalım Mefkûre, yoksa bu iltifatlarla şişip, patlayabilirim burada.” Gülüşerek ayrılırlarken bütün polisler kapıya kadar geldiler ve arkalarından el sallayarak onları uğurladılar. Güneşin batmasına bir saat kadar bir zaman vardı. Büyük bir kavşağa gelmişlerdi ki, korumalardan biri hızlı adımlarla Yaşlıkaya’ya yaklaşarak, elindeki cep telefonunu uzattı. “Efendim, Ulaştırma Bakanı sizi arıyor.” Yaşlıkaya eşine baktı. Ne için arandığını hemen anlamıştı. “Ben Celal Yaşlıkaya, buyurun Sayın Bakan.” “Estağfurullah Sayın Başkanım. Az önce Kudüs’ten özel bir uçak geldi. Yarın sizi ve eşinizi Kudüs’e götürmek için, Etimesgut Askeri Havaalanında bekliyor. Bildirmek istedim. Ayrıca yarın size bir araç göndereceğim, hazır olduğunuzda sizi evinizden alıp havaalanına götürecek efendim.” “Uçağı kim göndermiş?” “Yeni Genel Başkan Zhang’ın emriyle gelmiş efendim.” “Teşekkür ederim Sayın Bakan. Çok naziksiniz.” Yaşlıkaya telefonu korumaya geri verdikten sonra eşinin elinden tutup yürümeye devam etti. “Bize emrivaki yaptılar Mefkûre. Artık gitmemek olmaz.” “O zaman dönelim Celal, hazırlık yapmak lazım.” “Merak etme, vaktimiz var. Baksana, özel uçakla gideceğiz. Muhtemelen alandan tören yerine de helikopterle götüreceklerdir.” “Ay çok heyecanlandım Celal, ben ilk defa helikoptere bineceğim.” Tam bu sırada uzaktan bazı sesler duyuldu. Yaklaştıkça, bir grup gencin slogan atarak yürüyüş yaptıkları anlaşılıyordu. Yaşlıkaya sohbeti kesti ve eşine döndü: “Bak, üniversiteli gençler gene nümayiş yapıyorlar Mefkûre… Bakalım bu seferki mesele neymiş?” Yürüyüş grubu gittikçe yaklaşıyordu. Her iki yanda birer sıra polis, hem gençlere koruma görevi yapıyor, hem de trafiğin engellenmesini önlüyordu. Polisler artık ateşli silah taşımıyorlardı. Gençlerin ellerinde çeşitli dövizler vardı ve hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “YAŞASIN RASYONALİZM!” 140 “KAHROLSUN KAPİTALİZM!.. Yaşlıkaya sloganları dinledikten sonra eşine dönerek alaycı bir eda ile konuştu: “Haa, kahrolsun kapitalizm diyorlar Mefkûre. Kapitalizm çoktan kahrolmadı mı?” “Aman Celal, çocuklar yeni öğreniyorlar daha. Sen de hemen alay etme.” “Peki, peki Mefkûre, haklısın. Onlar daha yeni öğreniyor olabilirler. Evet, çocukların hevesini kırmamak lazım. Onlar, her türlü düşüncelerini özgürce dışa vurabilmeliler. Çok haklısın.” Üniversite öğrenciler, dersleri olmadığı zamanlarda bazen böyle toplanır ve yürüyüşler yaparak kendilerini ifade etmeye çalışırlardı. Bu gibi gösteriler artık çok olağan şeylerdi, hiç yadırganmaz ve oldukça sık görülürdü. Yürüyüş kolundaki gençler, elleri havada olduğu halde bağırıyorlardı. Güncel olaylara dayanan sloganları da değişmişti: “UZAYLI, EVİNE DÖN!” “UZAYLI, EVİNE DÖN!” Yaşlıkaya gülerek, “Hoppalaa! Bak, bu sefer de dünya milliyetçiliği başladı, görüyor musun Mefkûre?” dedi ve ekledi: “İnsanlar hep aynı! Eskiden biz ‘yanki go hom’ diye bağırırdık. Ama şimdiki söylemin mantığı yok ki! Dost değil de, sürekli bir düşman arayışı var. Hep, bir düşmana ihtiyacımız var. Anlaşılan bir nesil daha böyle devam edeceğiz. Fakat bu da bir aşamadır. Zamanla bu sloganlar da değişecek Mefkûre. Bak, işte böyle:” Yaşlıkaya, yürüyüş yapan gençler gibi elini kaldırıp, küçük adımlarla ve yerinde sayarak, hafif bir sesle slogan atmaya başladı: “Hoş geldin uzaylı,” “Her zaman bekleriz...” Yoldan geçenler onu tanıdıkça durup, etrafında toplanmaya başlamışlardı. Akşam kızıllığında Yaşlıkaya bu sıra dışı gösteriyi yaparken, küçük adımlarla kendi etrafında dönerek, komik bir görüntü sergiliyordu. Eşi de ona bakıp gülüyordu. Çevredekiler de gülüyordu. Bazılarının dediği gibi; içlerindeki çocuğu serbest bırakmışlardı… Korumalar tedirgin oldular ve kalabalığa yaklaştılar. İnsanlar çoğaldıkça gülüşmeler de arttı. Bir çocuk, Yaşlıkaya gibi elini kaldırıp kendi etrafında dönerek, “HOŞ GELDİN UZAYLI,” diye bağırdı. Hemen arkasından onu bir başkası izledi. Az sonra gösteriye büyükler de katılmıştı. Görünmeyen biri onlara komut veriyormuş gibi, birçoğu sırayla aynı hareketi yapıyordu. Akşam kızıllığında Ankara sokaklarında yeni bir sema töreni doğuyordu sanki. Az sonra, Yaşlıkaya bir kenara çekilmiş, dönerek slogan atan insanlara bakarak gülüyordu. Mefkûre hanım da ona… Kalabalık iyice kontrolden çıktığında Yaşlıkaya, yüzünde bir pişmanlık ifadesiyle eşinin elinden tutup, aceleyle oradan uzaklaşırken söyleniyordu: “Gördün mü Mefkûre? Bir deli, bir kuyuya, bir taş atmaya görsün…” Ertesi gün, Kudüs 141 Jarmundsen, hâlâ bilgisayar başında, geçmişteki bazı olayları inceliyordu ve bilgisayarın analizlerini dikkatle not alıyordu. Fakat sonuçtan tatmin olamamıştı. Redroot ile Glasgow’daki görüşmenin kaydını tekrar dinlemeye başladı. Özellikle arka plandaki sesleri dikkatle dinleyerek daha önce fark etmediği şeyleri arıyordu. Yeni bir şey bulamadı, ama Redroot’un bir sözüne kafası takıldı. Redroot durup dururken, süper iletkenler konusuna yatırım yapacağını söylemişti. “Hergele! Beni etkilemek için mi uyduruyor?.. Yoksa doğru mu?” Jarmundsen, Yıldırım Kaya ile görüşmeye karar verdi. Çünkü o ve öğrencileri zaten bu tür örgütlü teröre karşı olan çalışmaları ders olarak yapıyorlardı. Bu görüşme kendisi için çok faydalı olabilirdi. “Size, özel ve güzel bir şey söyleyeyim mi Sayın Başkan?” “Evet Sayın Kaya, lütfen.” “Bu konuyu derste de irdeledik. Birinci ağırlıklı sonuç olarak, bu kötü ruhlu şahsın tutuklanarak yargılanması gerekliliği ortaya çıktı. İkinci derecede ağırlıklı sonuç ise, bu şahsa karşı bir operasyon yapılarak tesirsiz hale getirilmesi gerekliliği şeklindeydi.” Yıldırım Kaya bunları söyledikten sonra sustu ve biraz bekledi. İstihbarat dünyasında “tesirsiz hale getirmek” deyiminin özel bir anlamı vardı. “Bu sonuçlar, yapılan anlaşmaya rağmen mi?” “Evet Sayın Başkan. Anlaşmaya rağmen… Çünkü bu gibi olaylar göstermiştir ki eninde sonunda bu gibi örgütlere veya şahıslara operasyon yapmak zorunluluğu doğar ve ortadan kaldırılırlar. Ama o zamana kadar da birçok masum insanın canı yanar. Özellikle eski hukuk sisteminde bu hep böyle olurdu. Bir insanı pasivize etmek için hep birilerinin canının yanması beklenirdi. Şimdi ise yasalarımızda bu tür yollar resmi kanallara şartlı olarak açılmıştır. Örneğin, kamu yararına olmak kaydıyla ve Konsey kararıyla, bu tür operasyonları yapabiliriz. Yetkimiz var.” “Yakalama yetkimiz var. Fakat olur ya; adamı ortadan kaldırmak zorunda kaldık diyelim, böyle bir durumla karşı karşıya kaldığımızda ne olur, bir öngörünüz var mı?” “Evet var efendim. Ortadan kaldırırsanız, operasyonu yapanlar sorgulanır, hatta yargılanır, ama olay da noktalanır. Problem ortadan kalkmış olur. Ortadan kaldırmazsanız, bu adam rahat durmaz. Eninde sonunda paçayı kurtarır ve mutlaka birilerinin canını yakar. O zaman da operasyon gene yapılır, fakat sonuçta birisinin daha canını yakmasına izin verilmiş olur. Asıl sonuç ise, hiç değişmez. Suçlunun akıbeti hep aynıdır. Bu tip suçluları başka türlü durduramazsın. Tarih boyunca bunun acı örnekleri olmuştur. İnanın bana, bu hep aynı sona gider. Yani eninde sonunda legal veya illegal bir yok etme operasyonu mutlaka yapılır. Geçmişte hep böyle olmuştur.” “Peki dünyanın geçmişiyle ilgili sırlar için ne diyorsunuz? Biliyorsunuz bize verdiği belgeler eksikti.” “Hiçbir zaman o belgelerin tamamını size vermeyecek Sayın Başkan. Hiçbir zaman… Çünkü verirse, kendisine ihtiyaç kalmadığından hapse gireceğini, hatta idam edileceğini düşünecektir. Bu gibiler, kendisi güvenilmez olduğu için karşısındakini de öyle değerlendirir. Bu yüzden, o bilgileri daima kendisine güvence olarak saklayacaktır. Bence o bilgileri unutun Sayın Başkan. İnanın bu daha doğru olur. Hem atladığımız bir şey daha var efendim. Uzun süredir kafamı kurcalıyor.” “Nedir?” “Glasgow’daki görüşmenizin kayıtlarını defalarca dinledim. Redroot bir ara süper iletkenlerden bahsetmiş.” 142 “Evet, hatırlıyorum Sayın Kaya. Süper iletkenler konusuna yatırım yapacağını söylemişti… Bu neden önemli?” “Emin değilim efendim, ama Profesör Göktuna’ya da sordum. O da önemsiz olduğunu söyledi. Fakat bunu söylerken çok heyecanlandığını fark ettim. Benden bir şey saklıyor gibiydi. Yanılmadığıma eminim! İsterseniz kendisiyle bir de siz görüşün efendim.” “Anladım… Açık olacağım. Ben bir operasyona karar verirsem…” “Ben de sizin yanınızda olurum efendim. Bundan hiç şüpheniz olmasın.” “Teşekkür ederim Sayın Kaya. Çok teşekkür ederim.” “Bir şey daha var Başkanım… Adam durup dururken ortadan kaybolursa, sadece bir kayıp dosyası açılır ve başka soruşturma da olmaz. Ama ortalıkta bir operasyon emri olursa…” “Anladım! Ama bunu bizim yaptığımız nasılsa anlaşılır Sayın Kaya. Doğru bir şey yaptığıma inanırsam saklanmadan, açık bir cesaretle yapmayı tercih ederim.” Odadan çıkan Jarmundsen Albay Thorn’u görmeye gitti. Onun da desteğinin tam olarak arkasında olduğunu bilmek istiyordu. Çünkü operasyon için en az üç yetkilinin imzası ve başkanın da onayı gerekiyordu. Albayın da desteğini aldıktan sonra elindeki evrak klasörüyle birlikte doğruca Başkan Koray’ın odasına gitti. Hizmet süresi dolmuş olan başkan, görevinin son gününde, ofisindeki özel eşyalarını toplamakla meşguldü. Jarmundsen ona durumu özetledi ve görüşünü sordu. Koray bu operasyonun kurallara uygun olup olmadığını düşünerek tereddüt ediyordu. Jarmundsen de onu ikna etmeye çalışıyordu. “Bakın efendim, Malikânede onu elimizden kaçırdık. Bu, on masum ailenin hayatına mal oldu. İskoçya’da izini bulduk, bizi tarihi sırlar masalıyla atlattı ve dokuz arkadaşını öldürdü. Bu defa kimlerin hayatına mal olacak bilmiyoruz, ama inanın bana birilerinin hayatını ve belki de dünyanın geleceğini kurtarmış olacağız. Bu adamla güvenilir bir anlaşma yapmakta mümkün değil. Bu aşağılık kapitalist, kendi çıkarından başka hiçbir şey düşünmüyor. Hiç kimse onun umurunda bile değil.” “Peki, bu tarihi sırlar ne olacak? Gerçekten bir masal mı?” “Bize verdiği kutuda bazı istihbarat notları ile mason listeleri vardı. Bunların hepsi zaten bildiğimiz şeylerdi. Bilmediğimiz hiçbir bilgi yoktu o kutuda. Gerçekten elinde sırlar varsa bile bunları bize asla vermeyecek, ama oyalayarak başka tavizler koparmaya çalışacaktır. Sırlar, sadece onun işine yarayacak bir koz olmaktan başka bir şey değildir. Eğer gerçekten belgeler varsa, biz onları zaten buluruz efendim.” “Nasıl?” “Ailenin tüm servetine el koyduk. Yasa gereği şirketleri de kamulaştırıldığında paraya çok ihtiyaçları olacak. Bu tür belgeleri getirenlere ödül vereceğimizi duyuralım kâfi… Bütün belgeler birer birer gelecektir, diye düşünüyorum. Çünkü, örgütün içinde aktif rol almış olan ailenin bazı fertlerinin bu sırlara vâkıf olması gerekir. Tabii, eğer sırlar varsa.” “Peki, uydularımızın gücü neredeyse bitti, biliyorsun. Ancak yenisinin fırlatılmasına kadar, yani beş, altı ay yörüngede kalabilecekler. Bu durumda onları nasıl kullanacaksın?” Jarmundsen elindeki ‘Özel Operasyon Emri’ yazılı formu başkana göstererek yanıt verdi: “Çok kısa bir atış olacak Sayın Başkan, bir saniye gibi bir süre bize yeter. Bu da uydunun ömrünü fazla kısaltmaz. İlk olarak bu uydunun yenilenmesini isteriz. Ayrıca, düşerse düşsün, umurumda bile değil açıkçası. Bu iş, bir uyduyu kaybet- 143 meye bile değer bence! Yeni düzene ve insanlığa karşı acımasızca darbe hazırlayanlara, biz de sert bir darbe vurmak zorundayız! Yoksa ayakta kalamayız ve insanlık çürüyerek, eriyip gider!” “Peki, yasaları çiğnemiş olmanın bize bir yaptırımı olmaz mı dersin? Böyle bir operasyonu yapmaya hakkımız yok biliyorsun. Eğer yaparsak yargılanır ve ceza alırız. Senin kariyerin de biter.” Jarmundsen, masanın üzerindeki formu geri alırken: “Ben, bu uğurda kendimi feda edebilirim Sayın Başkanım.” Koray, formun üzerine elini koyarak Jarmundsen’ın onu geri almasını engelledi. Bu cesur adamın gözlerindeki ışıltıya hayranlıkla bakarken aslında onun haklı olduğunu düşünüyordu. “Hayır Jarmundsen. Öyle olmaz! Eğer bu şekilde yaparsan çifte suç işlemiş olursun. Yasalarımıza göre bunun cezası çok ağırdır. O yüzden sen bunu emirle yapmış olacaksın! Bu durumda da kendini feda eden sadece sen olmuyorsun. Riski paylaşacağız! Böylesi daha iyi olur. Zaten bugün benim görevimin son günü biliyorsun. Artık gelecekle ilgili bir beklentim de yok. Ama senin parlak bir geleceğin ve bu dünya için yapacağın önemli hizmetlerin var.” “Benim en büyük hizmetim, geleceğimize yönelen tehditleri yok etmektir Sayın Başkanım. Aileme ve insanlığa karşı borcum budur. Gerisi hiç önemli değil. Bana ne olursa olsun, umurumda bile değil. Benden sonra gelenler bu hizmeti en iyi şekilde sürdürmeye devam edeceklerdir.” Koray arkasına yaslandı ve bir hikaye anlatıyormuş gibi, dramatik bir sesle konuşmaya başladı: “Kozmik Operasyon’dan önce, benim ülkemde, birçok arkadaşımla birlikte risk aldık. Hepimiz topun ağzındaydık. Genel Kurmay Başkanı olduğum dönemde, devrimin hazırlıklarını yaparken risk maksimum düzeydeydi. Çoğu geceler uykusuz geçerdi. Sen de biliyorsun, aslında o yıllarda bütün insanlık topun ağzındaydı ve her an her şey olabilirdi… Sonuçta başardık. Büyük bir devrim yaptık. Bir dünya devrimi… Her devrim önce kendi içinden kayıplar verir, derler. Bu hep böyle olmuştur nedense… Kısaca demek istediğim şu: ben topun ağzında olmaya alışığım. Benim için artık bir gelecek, bir başka ideal söz konusu değil. Ne kadar suçlanırsam suçlanayım, hesabımı sadece kendi vicdanıma vereceğim. Ama sen ve senin gibiler bu düzenin gizli kahramanlarısınız ve hep öyle kalacaksınız!” “Teşekkür ederim efendim… Size söylemem gereken bir şey daha var. Doğrusu önemini tam olarak kavrayabilmiş değilim ama Glasgow’daki görüşmede Redroot bir ara, süper iletkenlerden bahsetmişti. Yıldırım Kaya’nın bu konuda önemli bir endişesi var. Konuyu Türk profesörlerle görüşmemizi önerdi. Kendisi Göktuna’ya sormuş, ama galiba Göktuna ona açıklamak istememiş. Bir de siz sorun diyor.” “Pekâlâ, hemen soralım Jarmundsen.” Güvenlik Konseyi Başkanı Koray hemen, güvenli bir hattan Profesör Göktuna ve Profesör Güreli’yi bağlamalarını sağladı. Üçlü görüşmede her iki profesör de oldukça heyecanlanmışlardı. Güreli: “Bakın Sayın Koray, bu konuyu size telefonda değil, yüz yüze bile olsak anlatamam. Ama ucunun çok tehlikeli yerlere gittiğini bilin. Size şu kadarını söyleyebilirim ki; düşündüğüm şeyse, bu iş büyük bir felaketle suçlanabilir. Anlatabildim mi?” Göktuna: “Dostum Güreli’ye aynen katılıyorum Sayın Koray. Eğer konu tahmin ettiğimiz şeyse; bu çok gizli bir deneydi. Dünyayı felakete götürmesi ihtimali olduğundan, işin içindeki bilim adamları olarak, biz bu konuda hiçbir şey açıkla- 144 mamaya yemin ettik. Üzgünüm!.. Fakat Redroot bu bilgiye nasıl ulaşmış olabilir anlayamıyorum! Bu mümkün değildi…” Koray: “Eskiden o örgütün her yerde parmağı vardı profesör. Ama sizi çok iyi anladım. Merak etmeyin, bu konu bir daha gündeme gelmeyecek!” Koray telefonu kapattığında kaşları iyice çatılmış bir halde düşünüyordu. Eskiden olduğu gibi gene risk alması gereken bir durumdaydı. Dünyayı riske atamazdı. Az sonra kararını kesin olarak vermişti. Formu imzalarken şöyle konuştu: “Genel Başkana operasyon yapacağımızı bildirmem gerekiyor. Zhang ile törenden önce görüşeceğim... Yasa dışı bir operasyon olacağı için tepkisi sert olabilir. Ya engellemek için ısrarlı olacaktır ya da bizi destekleyerek operasyonu gizli tutacaktır. Bu durumda o da suça ortak olacağından bunu beklemek biraz fazla iyimserlik olur. Ancak her türlü sorumluluğu üzerime aldığımı ve kararlı olduğumu görünce ikna olabilir…” “Görüşmenizde ben de bulunmak isterim efendim. Faydam dokunabilir… Birlikte onu daha kolay ikna edebiliriz diye düşünüyorum.” Koray imzaladığı formu Jarmundsen’a uzattı. “Hayır Jarmundsen, genel başkanla özel olarak görüşeceğim. Çevirmen bile olmayacak.” “Emin misiniz? Bunu bir daha düşünün isterseniz.” Güvenlik Konseyi Başkanı Koray’ın aklında bir plan vardı. Ama bunu Jarmundsen’e söylemeyi o an uygun bulmamıştı. Kararlı olduğunu belli edercesine bir el hareketi yaptıktan sonra talimat verir gibi konuşmasını sürdürdü: “Unutma, bu müthiş silah, ilk defa böyle bir iş için kullanılacak! Açısını ve dozunu iyi hesaplasınlar ki, etrafa zarar vermeyelim… Bu benim son operasyon emrimdir, bu yüzden bir terslik olmamalı. Ayrıca, bu akşam seni veda törenimde mutlaka görmek isterim.” Bu sözler, zamanlama konusunda verilen bir talimattı. Jarmundsen mesajı almıştı. Koray’ın iyi bir planı olduğunu da sezmişti. Ona güveniyordu. Güvenlik Konseyi Başkanı, imzaladığı formu Jarmundsen’e uzatırken, onun kara gözlerinin içine baktı ve ekledi: “Haydi Jarmundsen, bitir şu işi!” Nice-Fransa, Yerel Saatle 14.30 Nice’in doğu sahilinde, Franck Pilatte Bulvarı üzerinde bulunan bir malikânenin bahçesindeki Redroot, bazı yardımcılarıyla birlikte siyah bir limuzine binmek üzereydi. Otomobilin her iki yanındaki güneş gözlüklü iki koruma görevlisi, bekçi köpeklerinin zincirlerinden tutmuş halde, etrafı gözlüyorlardı. Bu sırada yeryüzünden on bin kilometre uzaklıktaki TR-A2 uydusu, yersabit yörüngede, malikanenin koordinatlarına odaklanmış bir halde, olan biten her şeyi gözetlemeye devam ediyordu. Bu uydu, özellikle Redroot’u izlemekte kullanılıyordu. Güvenlik Konseyi-İstihbarat Başkanlığınca gönderilen gizli bir emirle bu konuya tahsis edilmişti. Tedavisi nedeniyle Redroot, sabah ve öğleden sonra olmak üzere her gün iki defa şehir merkezindeki bir hastaneye gidiyor ve orada üç saat kadar kalıyordu. Burası dünyanın en ünlü cilt ve estetik uzmanlarının bulunduğu, büyük bir dermatoloji hastanesiydi. Redroot, uygulanan özel tedavi seanslarından sonra, havuza 145 girerek yarım saat kadar yüzüyordu. Olabildiğince suda kalması doktorları tarafından önerilmişti. Kendisi hastanedeyken, hizmetkârları da malikânedeki havuzu hazırlamakla meşguldü. Cildi çok fazla su kaybettiği için havuza özel ilaçlar eklenmişti ve bu nedenle su hafifçe pembeleşmişti. Redroot her şeye rağmen lüksünden vazgeçmiyordu. 200 tonluk havuz suyuna katılan bu ilaçların ve malikânenin masraflarını karşılayabilmek için, tüm konutlarını kendi şirketlerine kiralamıştı. Üç saat kadar sonra Redroot hastaneden çıktığında yüzünün siyahımsı rengi biraz daha açılmıştı, ama dikkatli bir gözle ancak fark edilebilir düzeydeydi. Hâlâ buruşuk ve korkunçtu. Evine geldiğinde, doğruca yatak odasına giderek üzerindekileri çıkarttı ve mayosunu giymiş halde havuzun yanına geldi. Bütün vücudu yüzü gibi buruşuk ve yanık et rengindeydi. Şezlongun yanındaki sehpanın üzerinde durmakta olan meyvelere ve kızılcık suyuna hiç dokunmadan basamakları yavaşça inerek kendini pembemsi suya bıraktı. Eskiden iyi bir yüzücü olmasına rağmen artık, suyun içinde sadece sırt üstü yatıyor veya sadece ayakta duruyordu. Kudüs, Yerel Saatle 19.30 Halkla İlişkiler Merkezi’nin tören salonundaki büyük kalabalık, elit bir veda törenin tarihi görüntüsünü oluşturmaktaydı. Birleşik Dünya Yönetimi’nin ileri gelenleri, bazı devlet başkanları ve ülke temsilcileri, eşleriyle birlikte bu veda kokteyline katılmışlar, süresi dolan Güvenlik Konseyi Başkanı’nın madalya seremonisini izliyorlardı. Yaşlıkaya çifti de az önce kokteyle katılmış, salona girdiklerinde ise Koray çifti gibi, kuvvetli alkışlarla karşılanmışlardı. Yaşlıkaya her zamanki gibi koyu renk bir takım elbise, Mefkûre hanım ise kahverengi bir tayyör giymişti. Yakasında ise dünyayı temsil eden, çok şık bir broş vardı. Onlarca kristal avizenin yandığı ışıl ışıl salonda Koray, kısa kesilmiş bembeyaz saçları ve beyaz smokiniyle en şık erkeklerden biriydi. Eşi de oldukça şık, mavi bir tuvalet giymişti. Davetlilerin hepsi de ayakta, göz alıcı kıyafetleriyle, yüksek sehpaların etrafında kümelenmişler, kimi içkisini yudumlayarak yanındakilerle sohbet ediyor, kimi de bir şeyler atıştırarak platformdaki yeni Genel Başkan’ı ve diğer konuşmacıları dinliyordu. Onlarca garson, ellerindeki tepsilerle davetlilerin aralarında dolaşıyor, onlara çeşitli yiyecek ve içecekler ikram ediyorlardı. Aynı dakikalarda, iki blok ötede, Bilgi İşlem Merkezi’nin en üst katındaki Uydu Kontrol Bölümü’nün Operasyon Odası’nda sessiz bir çalışma sürüyordu. Odadaki altı adam tüm hazırlıklarını tamamlamışlar, sadece uygun anı bekliyorlardı. Küçük ve gizli bir operasyon için bu personel gerekli ve yeterliydi. Birbirine bitişik dört konsoldan, sol tarafta Yörünge Kontrol, onun sağında PBDM Kontrol, üçüncü konsolda UFY Kontrol, en sağdakinde de Görüntü Kontrol operatörü bulunuyordu. İri gövdeli, biraz göbekli ve sert görünüşlü bir adam olan operasyon müdürü, Görüntü Kontrol Operatörünün arkasında, ayakta duruyordu. Arkadaki büyük masada oturan bir gizli servis memuru, gerekli evrakları düzenliyordu. Ortam yarı karanlıktı, sadece ekranlardan ve masadaki lambadan yansıyan ışıklar vardı. Operatörler görevlerini yaparken odada tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Onlarca monitörden bazılarında Nice’teki malikânenin uzak görüntüsü vardı. Bazılarında Redroot, pembemsi suyun içinde ayakta dururken görülüyordu. Ana monitörde ise hedefin başı yakın plan olarak ve dairesel nişan çizgilerinin tam ortasındaydı. Üstten görüntülenen bu baş hareket ettikçe çizgiler onu tekrar yakalıyordu. 146 Aynı ekranın sol tarafında, yarı şeffaf yazılardan oluşan bilgiler sürekli olarak akmaktaydı. Operasyon Müdürü, “konuşmaları duymak istiyorum, sesi biraz açın,” dedikten sonra, sağ elinin başparmağını kaldırarak, operatörlere ‘hazır ol’ işaretini verdi. UFY operatörü elindeki immobilizer anahtarı konsoldaki yuvasına sokarak sağa çevirdi. O anda konsolun üzerinde bir dizi, minik sarı ışıklar yandı. Müdür, cebinden çıkarttığı ikinci bir immobilizer anahtarı aynı operatöre uzattı. Bu ikinci anahtar da konsoldaki yuvasına sokulup, çevrildiğinde, minik sarı ışıklar kırmızıya döndü. Şimdi odaya hafif bir kızıllık hâkim olmuştu. UFY Operatörü, konsolun üzerindeki büyük, kırmızı düğmenin saydam kapağını açtığı anda kırmızı ışıklar hızla yanıp sönmeye başlamıştı. Silah ateşe hazırdı. Bu sırada Nice’te saatler 18.40’ı gösteriyordu, henüz güneş batmamıştı. Hizmetçi kız, siyah-beyaz renkteki zarif üniformasıyla havuzun yanına geldi ve başını kaldırmadan, yere bakarak sordu: “Bir arzunuz var mı efendim?” “Yok yavrum. Eskiden olsaydı, bacaklarını aç, derdim. Hele bir iyileşeyim de sen görürüsün bak, patronun neymiş. Hah ha!” Hizmetçi kız bakışlarını yerden kaldırmadan, sessizce arkasını dönüp eve doğru uzaklaştığında, Redroot hâlâ kahkahalarla gülüyordu. Tekrar yalnız kaldıktan az sonra Redroot o bed sesiyle, sözleri anlaşılamayan bir şarkı mırıldanmaya başladı. Görüntü operatörü, operasyon müdürünün bir işaretiyle bu kareyi dondurarak kâğıda basarken, müdür sürekli kendisine bakmakta olan UFY operatörüne döndü ve sert bir gövde hareketiyle birlikte, işaret parmağını ona yönelterek sessiz bir komut verdi. UFY operatörü o anda, kırmızı düğmeye basıp bıraktı. Önündeki ekranda 0 ve 1 rakamları yanıp söndü. Sinyal birkaç mili saniyede uyduya ulaşmış ve Işın yola çıkmıştı. Redroot’un şarkısı birden kesildi ve aynı anda “pof” diye bir ses duyuldu. Suyun üzerinde bir anda oluşan küçük bir toz bulutu gibi bir şey, havada çabucak dağılıp kayboldu. Pembemsi su hafifçe çalkalandı. Artık havuzda kimse yoktu. Sadece, Redroot’un az önce durduğu yerde bir miktar idrar, altı litre kadar kan ve fark edilmeyecek kadar az miktardaki diğer vücut sıvıları vardı. Onlar da, pembemsi renkteki 200 tonluk havuz suyuna karışarak yavaş yavaş dağılıyordu. Görüntü operatörü bu kareyi de dondurarak kağıda basarken, ekrandaki ışıklar yüzüne yansıyor ve tuhaf bir efekt oluşturuyordu. UFY Operatörü, emniyet kapağını kapattı ve immobilizer anahtarı yuvasından çıkartıp müdüre uzattı. Diğer anahtarı ise kendi cebine attı. Oda tekrar eski rengine dönmüştü. Operasyon müdürü, iki adım geri çekilerek, bütün monitörleri birden izlemeye çalışıyordu. O anda uzak, yakın, tüm monitörlerde her şeyin yolunda olduğu görülüyordu. Madalya seremonisinden sonra Emekli Başkan Safa Ilgın Koray, davetlilerin aralarına karışmış, hem tebrikleri kabul ediyor hem de onlara teşekkür ederek vedalaşıyordu. Yeni Genel Başkan Zhang tarafından özel olarak davet edilen Fazıl Say, sahnedeki piyanonun başında Mozart’ın ünlü Türk Marşı’nı seslendiriyordu. Yeni başkanın bu jesti, hem davetliler hem de Koray için hoş bir sürpriz olmuştu. Fazıl Say’ın ikinci olarak seslendirdiği Bach’ın sol majör minuetinin insanda hoş duygular uyandırarak, adeta gülümsemeye sevk eden bir özelliği vardı. Bu yüzden 147 miydi bilinmez, o sırada salondaki herkesin yüzü gülüyordu. Genel Başkan Zhang ile karşılaştıklarında, Jarmundsen başıyla nazik bir selam verdi. Zhang da ona gülümseyerek cevap verdi ve dönerek diğer davetlilerle görüşmeye devam etti. Davranışı mesafeli, fakat soğuk değildi. Jarmundsen “biliyor!” diye düşündü. Demek ki operasyonla ilgili bir sorun çıkarmamıştı, şimdilik… Zaten ok yaydan çıkmıştı ve sonrası önemli değildi… Birden canı içki istedi. Yanından geçmekte olan garsonun elindeki tepsiden bir kadeh şarap aldı ve onu ağır ağır yudumlarken, uzun süredir ihmal ettiği ailesini düşünmeye başladı. Artık onlara daha fazla zaman ayırmalıydı... Ne kadar zamanı kalmış olabilirdi ki… On dakika sonra hizmetçilerden biri tekrar havuzun yanına geldiğinde bir süre Redroot’u aradı. Bulamayınca telaşlandı ve korumalara bildirdi. Gittikçe kalabalıklaşan bir grup insan, havuzda, bahçede ve evde, dakikalarca Redroot’u arayıp durdular. Nihayet polis araçları malikânenin kapısına geldiğinde tüm personel şaşkın bir telaş içerisinde, hâlâ onu arıyorlardı. Aramaya katılan korumalardan biri, zincirinden tuttuğu bekçi köpeğinin çekiştirmesiyle havuzun yanına kadar geldi. Köpek ısrarla havuzun suyunu koklayıp duruyordu. Sonra da suyu iştahla yalamaya başladı. Görüntü operatörü, gene müdürünün işaretiyle, köpeğin suyu yaladığı kareyi de kağıda bastı ve diğerleriyle birlikte dijital çıktı makinesinin tablasından alıp, üzerindeki zaman belirteçlerine göre sıraya dizdikten sonra operasyon müdürüne uzattı. Müdür resimlere hızlıca göz gezdirirken, sıra köpekli resme geldiğinde hafifçe gülümsemekten kendini alamadı. Hemen, odanın arka kısmındaki masaya giderek, oradaki memurun hazırladığı formları imzaladı ve resimlerle birlikte memura verdi. Memur, masa lambasının ışığında resimleri ve formları iki ayrı zarfın içine yerleştirirken, operasyon müdürü de cebinden çıkarttığı küçük bir telsizle konuşmaya başlamıştı: “PD-5 bildiriyor. Son Darbe dosyası, şu an itibarıyla kapanmıştır efendim. Arz ederim!” Müdür mesajı tekrarlarken, memur da zarfları kapatıyordu. Birincinin üzerinde: Birleşik İstihbarat Başkanına Özel, ikincisinde de: Güvenlik Konseyi Başkanına Özel, yazılıydı. İkisine de ‘ÇOK GİZLİ’ damgasını vurduktan sonra müdüre teslim etti. Aynı dakikalarda havuzun yanındaki koruma görevlisi, zincirini çekerek havuzdan uzaklaştırmaya çalıştığı köpeği azarlıyordu: “Gel bakayım buraya, aptal hayvan! O su içilmez!” Işının, havuzun dibinde oluşturduğu küçük bir hasar nedeniyle, su seviyesi fark edilmeyecek kadar yavaş bir şekilde alçalmaktaydı. Tam olarak boşalması ise birkaç gün alacaktı. Yaşlıkaya çifti, Koray çifti ile uzunca bir sohbete dalmışlardı. Daha sonra, Koray’ların çevresi tenhalaştığında Jarmundsen gülümseyerek yaklaştı. Fonda, Bach’ın müziği olduğu halde aralarında geçen konuşma hayli ilginçti: “Tebrik ederim hanımefendi, tebrik ederim Sayın Başkanım. Her nerede olursam olayım, sizi daima bu bembeyaz kıyafetinizle ve bembeyaz saçlarınızla hatırlayacağım.” “Teşekkür ederim Jarmundsen. Seninle çalışmak gerçekten bir zevkti. Ama sakın beni, sadece bir ihtiyar olarak hatırlama, olur mu?” Koray son cümleyi söylerken Jarmundsen’e belli belirsiz bir göz kırpmıştı. 148 “Hayır efendim. Siz tanıdığım en genç başkansınız. Biliyorsunuz, ben ihtiyarlardan nefret ederim.” “Hâlâ ediyor musun Jarmundsen?” Jarmundsen kulağındaki mikroçipten aldığı mesajı dinlemek için başını hafifçe öne eğdi, iki saniye kadar durakladıktan sonra tekrar Başkan Koray’ın yüzüne baktı ve kelimelerin üzerine basarak, ağır ağır konuştu: “Şu andan itibaren, kesinlikle, hayır efendim!..” O anda, salondaki bütün ışıklar Jarmundsen’in gözlerinde parlıyordu. SON www.devinisprojesi.com