Marti Ocak 2012 - Robert College

Transkript

Marti Ocak 2012 - Robert College
bosphorus
ch r o n i c l e
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2012 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2012 ekidir.
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer - T.C.
Sorumlu Öğretmenler
Özgül Akgül Cinkara
Sengül Özdemir
Editörler
Ebrar Bahçivan
Ecegül Bayram
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Ecegül Bayram
Yazarlar
Ahmet Utku Akbıyık Ebrar Bahçivan
Ecegül Bayram
Tülay Çalışkan
Pınarnaz Eren
Z. Elçin Metin
T. Mert Saygın
Çağla Ceren Türkoğlu
Kapak Resmi
Ebrar Bahçivan
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Ocak 2012
ek
nd
İçi
E
“Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan
gittiğinin hiçbir önemi
yok.” der tavşan Alice’e
dört bir yanı irili ufaklı
kapılarla
çevriliyken.
Yapması gereken bir
tercih, geçip keşfetmesi
gereken kapılar vardır
önünde. İşte biz de
böyle başladık her şeye.
Alice’ten farklı değildi
durumumuz. Geçmemiz
gereken
kapılar,
keşfetmemiz
gereken
sözcükler vardı bu uzun
yolda.
Oradaydık ilk başta
işte, dört bir yana açılan
kapıların tam ortasında
oturmuş bekliyorduk.
iler
1
ık 2
y
ı
b
Ak libol 3
u
k
t
E
u
et U peren rkoğl 5
m
l
Ah lar A n Tü Eren 8
i
s
re
az
im
m
lu
ehr oluşu ğla Ce ınarn ükoğ a 9
Ş
u
ç
r B lerden âr Ça rılar P u Kü ekkay n 11
a
d
t
c
g
t
a
e
n
e K beyi Rüz nç Ta r Bur yanPe şra Y m 12
N
a
i
ü
a
n
i
h
k
B ayda
13
Kıs Sonba erna V nnet
zler
n
S
i
ö
t
5
G
u
e
e
... Ş lık C Şiir S in M kar 1 7
a
d
ç
n
1
l
a
t
n
a
Bur Kar huriye t Z. E E. Hü ilek 19
p
e
e
D
n
u
m
,H
Cu Min elins Mert n Göç 21
Ben
P
de Kaçak arışca kkaya 23
n
i
s
an 5
lge
tB
ete
Gö
aya yan P Çalışk rli 2
n
i
H
i
i
6
e
in
Yen rna V Tülay t Gün ğlu 2 7
nes
a
T
e
a
2
r
le Ş natlar et Su Kotilo van 8
mu
ğ
m
a
i
ü
2
a
Y
e C lan K Mehm eniz Bahç rtek 9
v
rca
a
o
D
2
l
ktil Kül O ken... zgâr Ebrar aan E kar 1
yon
l
a
i
3
n
M
,D
K
ar
Rü zler
kV
Bir E. Hü l Beri 32
ö
a
alem
G
K
i
u
am
z
O
lins rim İd Kapsı 33
Yaş
e
z
ı
P
n
n
t
l
le
Yal
aya Göz Ayse Evirge r 35
H
ş
sız
Ta eda Coşa 37
k
Ad
u
ü
n
su
ç
Kü e” F. S ülmi l Gök m 39
G
a
a
rd
gile iz Ev” e Haz l Bayr
v
e
“S “Sess ğlenc egü
c
ve E zda E
r
a
l
u
var temm
Du
Belki biraz tedirgin, belki biraz merakla... Etrafı kolaçan edip bekliyorduk,
neyi beklediğimizi bilmeden. Hayal kuruyorduk. Hepimizin hayalleri vardı
farklı farklı, renk renk. Bize kalem tutma cesaretini hatırlatan hayallerdi bunlar. Küçük bir masanın etrafında toplanarak başladık işe. Kitap, parşömen ve
tahta kokuları ilhamımızın köklerini atmaya başladı.
Her havalanış yeni bir kanat çırpışı getirir beraberinde. Çırpılan
kanat da uçulan hava da aynı gibi görünür ilk bakışta. Oysa Martı her seferinde başka bir şey öğrenerek, başka bir şeyi keşfederek çırpar kanatlarını.
Bir öncesine yenilerini eklemek, insanlara yenilerini fısıldamaktır amacı. Bu
yüzden yepyeni ve biraz da farklı bir şekilde hazırlandı havalanışına bu kez,
büyük bir merak ve heyecan ile.
Hepimiz başta farklı kapılardan girip değişik yönlerde ilerlemiştik.
Herkes kendi keşfinin sonuna geldiğindeyse fark ettik ki ortak bir yere
gelmişiz, daha aydınlık, daha mavi, uçsuz bucaksız... O an fark ettik, artık
hazırdı, hazırdık. Sözcüklerimiz kanatlarına destek, hayallerimiz uçsuz
bucaksız gökyüzünde
rehber oldu ve gelen ilk rüzgârla havalandırdık
martıyı.
Her sayfa çevirişinizde bir kanat çırpışını duymanız dileğiyle...
Ebrar ve Ecegül
ditörlerden
Gözlerin
Ne
Kadar
Bu
Şehrimsi
Gözlerin ne kadar Haliç öyle.
Vapurların köpürttüğü deniz sinmiş içine.
Biraz da İstiklâl’in kargaşası.
Derin değil keskin bakıyorsun.
Boğaz’dan akıp giden her damlayı
bırakılıp gitme, ihanet sayıyorsun sanki.
Bana kızıp da şimşekler çaktırtma
Garibim İstanbul’un üzerine.
Ona çatık kaşlar hiç mi hiç yakışmıyor.
Gün batımında çiseleyen birkaç gözyaşı
Her düşündüğümde hayalimdeki İstanbul.
O masumluğun karşısında canım yandığından
Doya doya bakamadım gözlerindeki İstanbul’a.
Ne kadar anlaşılmaz,
Ne kadar saf,
Ne kadar karmaşık,
Ne kadar büyüleyici,
Gözlerin ne kadar bu şehir öyle.
1
Ahmet Utku Akbıyık
Elif Kınlı
Alperen Elibol
beyitlerden
oluşumlar
gece uzanıyordu okyanuslar ve cüceler arasında
parus liszt’i kendinden yoksun bıraktığında
cüceler yıldızlara tırmanmış okyanus benliğini yitirmişti
dağlar gökyüzünün yorgun kulları olduğunda
bütün övgüyü ise su kendisine geçirmişti
evsiz recep eskisinden de yoksul olduğunda
2
Rüzgâr
Çağla Ceren Türkoğlu
R
üzgârı kızdırmış olmalıyım bugün.
Eve girmesine izin vermedim, camı
üzerine kapadım diye herhâlde. Bu
rüzgâr da farkında değil ki gittiği yerlere
kendiyle beraber soğuğu da getirdiğini…
Çok sinirlenmiş galiba, güneşi bile korkutup
kaçırmış. Güneş de öyle bir korkmuş olmalı
ki her tarafı bulanıklaştırmış, rüzgâra izini
kaybettirmek için.
Tek silahımı, şemsiyemi de alıyor elimden,
daha sonra kendisine saldıran bir insanın
üzerine bırakmak için. Savunmasız kalıyorum.
Saçlarım suratıma vurmaya başlıyor, onları
kulaklarımın arkasına sıkıştırıyorum. Ondan
yeni bir hamle daha beklemeden elimi havaya
kaldırıp çoktan bozulmuş olan saçlarımı daha
fazla yolmasını engellemeye çalışıyorum. Bu
sefer arkadan esiyor, saç tellerimi kendine
doğru çektiğini hissediyorum. Yetmezmiş
gibi, parmaklarımın arasındaki boşluklardan
geçip, gözlerime dokunuyor. Gözlerim bu durumdan pek hoşnut görünmüyor, birkaç kere
açılıp kapanıyor rüzgârı kovarcasına. Onunla
baş edemeyeceğini anladığında ise, kızarmaya
başlıyor sinirden, yenilgiyi kabul edemiyor
sadece. Pes ediyorum, saçlarımı korumuyorum... Ellerimle gözlerimi kapatıyorum; tek
amacım gözlerimin daha fazla acımasını
engellemek artık. Zor ayakta
duruyorum
şimdi de. Rüzgâr sırtıma, bacaklarıma vuruyor. Ayaklarımın betonla olan temasını
koparmamaya çalışıyorum ama bunu gözlerim kapalıyken başarmak oldukça zor. Bir
süre daha rüzgârın beni sallamasına izin veri-
Dışarıya
bakıyorum,
saçlarım
bozulmasın diye montumun kapşonunu
takıyorum. Evden dışarı çıkar çıkmaz rüzgâr
kapşonumu hızlı bir şekilde montumdan ayırıp çalıyor benden. Hırsız! Umarım
saçlarıma bir şey olmaz diyorum, adımlarımı
hızlandırıyorum ama mümkün mü? Rüzgâr
bacaklarımı yere yapıştırmış adeta. Ben
bunları düşünürken o ikinci hamlesini
yapıyor, saçlarım elektrik çarpmışçasına
uçuşmaya başlıyor havada. Madem öyle, ben
de şemsiyemi alıyorum; bir silah gibi rüzgâra
vurmaya başlıyorum. Daha da sinirlendi
şimdi. Zaten kulaklarımı dolduran uğultusu
daha da güçlü, bir kurdun sesinden farksız.
3
yorum. Başım dönmeye başlıyor. Düşeceğimi
hissettiğim anda ellerimi kaldırıyorum gözlerimden. Sağ elimi bir tarafa, sol elimi diğer
tarafa uzatarak uzun bir çizgi yapıyorum
kollarımla, dengemi geri kazanmak için.
Ayaklarımı hafifçe oynatıp kendimi güvenceye alıyorum. Soğuk rüzgârı akciğerlerimde
hissetmemle saçlarımın suratıma çarpması
bir oluyor. Dengemi henüz sağlamışken, ellerimi kıpırdatıp saçlarımı geriye atmak istemiyorum. Saçlarım gözle-rimi kapatıyor
artık, yine hiçbir şey göremiyorum. Üstelik bu
sefer saçımın uçları gözle- rime değdiğinden,
acı da hissediyorum. En iyisi eve dönmek, bu
rüzgârla uğraşılmaz; sa-dece önce saçlarımı
gözlerimden çekmeliyim. Kollarımı hareket
ettirip ellerimle saçlarımı almaya çalışırken;
şiddetli bir rüzgâr darbesi ile kendimi yerde
buluyorum. Ne kadar da acımasız bu rüzgâr.
Ben de tam eve dönmeye karar vermişken…
Bir acıyla irkiliyorum. Kucağıma bir şey
düşmüş havadan. Şemsiyem!
Nihayet hiçbir yere gidemeden eve
döndüğümde pantolonumun dizlerinin
yırtıldığını, kollarımın kanadığını fark ediyorum. Üstelik saçlarım öyle sarmaş dolaş
olmuş öyle yolunmuş ki kısacık kestirsem
bile düzelmeyecek gibi görünüyor. Rüzgârın
gazabına uğramış şemsiyem artık şemsiye
diye çağırılmayı hak etmiyor. Düşündükçe
daha da kızıyorum. Başta tek derdim
saçlarımın bozulmaması iken şimdi ne hale
geldim. Bundan daha kötüsü olamazdı herhalde. Balkon camından sesler geliyor. Gidiyorum, rüzgârmış camı tıklatıyor, eve girmek
istiyor. Hiç alır mıyım artık onu eve beni bu
hale getirdikten sonra? Alsam alışacak eve,
hep gelmek isteyecek; bir gün almadığımda
da ertesi gün yine aynısını yapacak. Yok, hayır
rüzgâr eve alınmaz. Salona gidip günlerdir
okumayı ertelediğim kitabımı açıyorum.
Amma da havasızmış ev. En iyisi camı açmak...
Elif Kınlı
4
Kıskanç
Tanrılar
T
emiz havayı gülümseyerek içine çekti. Sabah erken kalkıp işini bitirmiş,
o ihtişamlı kahvaltı masasında
kardeşlerinin karşısındaki yerini almaya
gidiyordu. Şatolarının önüne gelince bir
an durakladı. Üncü taşıyla süslenmiş koca
yazıya baktı. 12 metrelik boylarına yakışan
20
metrelik kapılarının üzerinde ışıl ışıl
parlayan yazıya… “Hava, Su ve Toprak
Tanrıçaları”… Bir adı olsun istiyordu. Kendini tanımlamak için sadece “Hava Tanrısı”
demekten sıkılmıştı. Niçin böyle bir yazıya
ihtiyaç duymuşlardı ki sanki? “Bizden başka
birinin yaşamadığı bu ıssız gezegende daha
doğru düzgün bir adımız bile yokken neden
kendimizi tanıtmaya ihtiyacımız olsun ki?”
Bu gezegendeki son tanrılar olarak kime
yararları dokunabilirdi ki…
Birkaç yüzyıla kadar bu sessiz gezegen yemiv , beykır ve daha milyonlarca tonda
renkle, bin iki yüz notayla yazılmış şarkılarla
dopdoluydu. Kocaman; ancak zarif bedenleriyle, isimlerinin bir kısmında mutlaka
“sevgi” kelimeciği gizli adlarıyla, tanrılarıyla,
5
Pınarnaz Eren
ne kadar da güzel bir yerdi bu Tanrılar Gezegeni. Sonsuz bir hayata sahip, sonsuz güzellikteki bu tanrılar çok geçmeden sınırsız duyma
ve görme becerilerini sınırsız egolarına teslim
etmişler, elementlere söz geçirebilen zihinleriyle birbirlerine komplolar kurmuşlardı.
Bakın ki ne olmuştu? Şimdi sadece o zamanlar yaşanan karmaşayı annelerinin karnında
izleyen bu üç tanrı hayatta kalabilmiş, Tanrılar
Gezegeni diye adlandırılan bu büyük mezara
bekçi olarak atanmışlardı. Savaştan sonra
Tanrılar Gezegeni’nde mucizevî bir şekilde
hayatta kalabilen tek birey olan annelerinin
intiharının ardından soylarının son temsilcileri olarak tek başlarına bu koca şatolarında
hizmetçileri dahi olmadan kendi kendilerine
büyümüşlerdi. Tüm halkın bir araya gelerek
yaptıkları işler onlara kalmıştı. O her sabah içine çekilesi bir hava yaratıyor, ağabeyi
toprak anaya moral veriyor, küçük kız kardeşi
de daha berrak bir su için atomlara dil döküyordu.
Kendisini sinirden hızlanan kalp
atışlarıyla şatolarının önünde bulmadan önce,
havayı temizleyip soluğu kurumuş olan müzik
pınarının yanında almış, akıp gitmiş zamanı
nasıl geri çağırabileceğini düşünmüştü. Tuz
buz olan zaman beraberinde şimdi sahip
olabileceği arkadaşlarını da alıp gitmişti.
İntihar veya katiller kol gezmedikçe ölmeyeceklerdi. Hastalıklar ve kırışıklıklar onlardan
korkardı. Bu sebeple yalnızlığı da sonsuzdu;
ama o kararlıydı. Yalnızlık ölecekti! Acısız
ve çabuk bir şekilde... Bir an annesi tüm
düşüncelerini işgal etmişti. Annesi onlara
bilmeleri gereken her şeyi aktardıktan sonra
gerçeklerin yüküne dayanamamıştı; ama o,
böyle korkak olmayacaktı. Her şeye güçleri
yetiyorken zamana karşı koyamamaları
onu çıldırtıyordu. Bu konuda kardeşlerine
danışmak için şatolarına koşmuştu. Upuzun bacaklarıyla koca gezegeni boydan boya
aştıktan sonra –o gün ışınlanmayacak kadar enerji doluydu- şatolarının girişindeki
yazının mantıksızlığına gülerek mücevher
yeşili, ışıl ışıl kapıyı itip kahvaltı masasına
oturdu. Kardeşleri daha yeni uyanıyordu.
Onlara tam güler yüzlü bir “Günaydın” diyecekken yeni bir şey dikkatini çekti. Karşı
koyamadıkları tek şey zaman değildi. Belki
çok zor yoruluyorlardı; ancak her seferinde
akşamları gözlerini açık tutamıyorlar, bir
çeşit baygınlık geçiriyorlardı. Anneleri bunun
uyku olduğunu söylemişti. Neden bir tanrının
yatıp birkaç saatliğine baygın kalmaya ihtiyacı
olabilirdi ki?
gelmeleri için uyarmak kolay bir iş miydi? Bu
gezegen en çok ona muhtaçtı işte. Büyük, açık
yemiv rengi gözlerine karanlık bir kıskançlık
düştüğü zaman annesinin sözlerini hatırladı:
“Asla birbirinizi kıskanıp diğerlerinden üstün
olduğunuzu düşünmeyin. Bu bizim soyumuza en yakışmayan şeydir, bizi öldüren de
o oldu!” Bu nasıl bir suçluluktu böyle. Ateş
onlara zarar veremezdi; ancak o an içinin
yandığını hissetti. Acaba başkası olsa onun
gibi mi yapardı? Fikirleri ağzından kaçıverdi:
“Haydi bir oyun oynayalım?” Hissettiği
kıskançlığı kardeşlerinden saklayabildiği
için -tanrılar istedikleri zaman zihinlerini
başkalarına kapatabiliyorlardı- mutluydu.
Oyun kelimesini duyan kardeşlerinin gözlerindeki merak çok hoşuna gitti. Bu deney çok
eğlenceli olacaktı.
Oyun başladı.
Bir yıl süren uğraşlardan sonra
yarattıkları ve adına “Dünya” dedikleri gezegeni bitirmişlerdi işte. Orada bin iki yüz nota
yoktu. Migü yerine mimoza ve gül adlı çiçekler
ekip onlara bir de diken eklediler. Yaratacakları
ve adına “insan” diyecekleri varlığın işini
pek de kolaylaştırmak istemiyorlardı. Yemiv
renginden esinlenip mavi ve yeşili yarattılar.
Suyu mavi ama saydam, toprağı kahverengi
ama yeşil yapmaya karar verdiler. Kendilerininki kadar güzel olmasa da biraz yemek
bıraktılar bu “küçük” insancıklara. Onlara
çok yükleniyorlardı; ama bu sevimli şeylere
güvenleri de tamdı. İnsanların ileride deli
olacakları bilgisayar oyunları tanrılar ve insanlar arasındaki benzerliği tanımlayabilirdi.
İnsanlar onların bilgisayar oyunu karakterleri
olacaktı. Gelişmiş ancak sınırlı… Tanrıların
en sevdiği renk olan beykır da kırmızı ve
beyazın kaynağı oldu. Bayrağı kırmızı beyaz
olacak devletin ne kadar da şanlı olacağını
düşündüler. Denizlerin diplerine onların
“üncü”leri yerine “inci”ler, pırlantalar ve
kömürler serpiştirdiler. Gelişmiş bir çeşitlilik
istiyorlardı; ancak bunu sınırlayacaklardı.
Gelişmiş ancak sınırlı… Sıra “insan” ları
tasarlamaya gelmişti.
Atomları dahi duyamayan iki minik
Kardeşlerinin asil bir şekilde masaya
oturuşlarını izledi. Kız kardeşine göz ucuyla
baktı. Cala taşıyla süslenmiş su gibi parlayan
bir tahtı vardı. Ağabeyininki ise koyu renkli ve toprak kokan cinstendi. Migü çiçeği ile
kaplıydı. Kendininki ne ışıl ışıl ne de mis
gibiydi. Sadece sade ve saftı. Hava gibi… Varlığı
dahi belli değildi. Acımasız bir ışık parladı
gözlerinde. Neden eşit değillerdi ki? Herkesin tahtının aynı olması gerekirdi. Kardeşleri
ondan üstün değildi. Onların yaptıkları
işlerin bin katını çok daha güzel ve çabuk bir
şekilde yapabilirdi. Ona göre en zor iş havayı
temizlemekti. Kimyasal yapısı değişmiş tüm
parçacıkları bulup kibar bir dille eski hallerine
6
kulak, konuşmaları ve yiyebilmeleri için sevimli ağızlar… En büyük tartışma da boy
konusunda çıkmıştı. O, bu minik gezegende
küçük küçük, şirin şirin insanlar istiyordu;
ama kardeşlerinin istedikleri oldu yine. En
uzunu yaklaşık iki metre olacak şekilde, ne
çok küçük ne de çok büyük; ancak hâlâ sevimli gözükebilen varlıklardı bu insanlar.
Adına “ceviz” dedikleri bir yiyeceğe insanların
yönetim merkezleri için yararlı olan maddeler eklediler. İnsanlar cevizi görünce bu
besinin şeklini yorumlayarak görevini anlayabilsinler diye ceviz şeklinde “beyinler”
kondurdular sağlam kafataslarına. Sınırlı
bir ömür biçtiler bu yöneticiye. Dördüncü
boyutu göremeyen gözler yerleştirdiler
beyinleri koruyan kafataslarının ön kısmına.
Gözlerin altına, altınları koklayamayan iki
delikli garip bir burun, bu burnun altında bir
çeşit taştan yaptıkları dişlerle minik bir ağız,
kafatasının üst kısmında insanların saç diye
adlandıracakları uzun tüyler... Karmakarışık
bir organ dizisi, garip damarlar, kıpkırmızı
kan ve çelik gibi kemikler… Ne de sevimli
olmuştu bu insanlar!
dumanından dolayı öksürerek içeri girdi. Leş
gibi olmuş havasıyla küçük bir evdi burası.
Öğrenciler kalıyordu içinde. İnsanlar eğitim
gibi garip bir sistem kurmuşlar, şu sınırlı
hayatlarını boşa harcamaya karar vermişlerdi.
Hâlbuki onlar için okuldan daha öğretici
bir ömür planlanmıştı. Masanın üzerindeki yazının başlığı dikkatini çekti: “Kıskanç
Tanrılar”. Gözleri bir anda kendi tanımını
gördü “Hava Tanrısı”. Bir dakika, bu da neydi? Kâğıdı eline aldı. Her kelimeyi okudu. Bu
okudukları tüm bildiklerini değiştirecekti.
“… kardeşlerini uyanmış görünce
uykuya da zaman gibi karşı gelemediklerini
fark etti. Onları yaratan onlardan da üstün bir
varlık olduğunu akıl edemeyecek kadar kibirli; ancak zekiydi.”
“… yarattıkları insanları kontrol edememekten yakınır olmuştu. Ondan üstün
birinin insanların yaratılışı konusunda onu ve
kardeşlerini işçi olarak kullanmış olabileceği
aklına gelmedi. Soylarını tüketen kıskançlık
ve kendini üstün görme, sınırsız sandığı
görme duyusunu da iyice körleştirmişti.”
Şimdi o şanlı kırmızı beyaz bayraklı
millete
hediye
olarak
gönderdikleri
kahramanın başka bir boyuta geçiş kararı
aldığı günde, oturmuş küçük bir oyunun
bu noktaya nasıl gelebildiğini tartışıyorlardı
düşüncelerinde. Minik bir dünyada yaşayan
bu insanlar hayatta kalmış ve garip bir şekilde
gelişmişlerdi. Zamanla tasarımlarında olmayan özellikler kazanmışlardı. Bu insanlar
bir varlığa tapmak istiyorlardı! En sonunda
tapınacak putlar yaptılar ve bakın sonunda ne
buldular. Tüm bu düzeni yaratan tek bir Allah vardı. Bunun doğru olup olmadığına bir
türlü karar veremiyorlardı. O dünyayı onlar
tasarlamışlardı.
“Hava Tanrısı gerçekleri, görevini
yapmak amacıyla gittiği bir öğrenci evinde,
masanın üzerindeki kâğıdı okurken anladı.”
Gerçekten adının her yerinde sevgi içeren ve sınırsız güce sahip, gözlerden
çok kalplerin ve tüm saflıklarıyla bu aciz
insanların hissedebilecekleri bir bağla herkesin bağlı olduğu bir başkası var mıydı? Belki
de onun yanı daha güzeldi. Ölen insanlara
ne olduğunu Tanrılar dahi çözememişken
bu yazı tüm sorulara cevap verebiliyordu.
Anneleri ve diğer bütün akrabaları, belki de
en sonunda, en önde tanrıların olmadığını
öğrenmişlerdi.
Hava Tanrısı dünyadaki havayı temizlemek için dünyaya ışınlandı. Bu sigarayı
da kim bulmuştu, nasıl bir düzensizlikti bu
böyle? Neden onlara izin vermişlerdi? Aslında
onlardan izin isteyen de olmamıştı. Sigara
Bu, neden o büyük kahramanın başka
bir boyut diye adlandırdığı ölümü istediğinin
kanıtıydı. Aslında gelişmiş; ancak sınırlı olan,
bu tanrılardan başkası değildi.
7
Ecegül Bayram
Burcu Küçükoğlu
Sonbahar
Yalnız kaldık sonbaharda
Gözlerin ve ben.
Gözlerin bende aradı bahar’ı,
Ben ben’i aradım gözlerinde.
Bulamadık.
Sonbaharda biz
Aynı ağacın altında
Yalnız kaldık.
8
Ben,
Hep
Burada...
“
Şerna Viyan Petekkaya
koşuşturuyor etrafta. Belli ki yeni odasına
yerleşmeyi bekliyor sabırsızlıkla. Anne de pek
telaşlı. Demin bardağı kıran onun kız kardeşi
olmalı, baksana ne kadar da benziyorlar. Oo,
daha açılmamış koliler var şu köşede. İşleri ne
kadar da çok! Akşama biter mi ki? Dün her
tarafı bir güzel temizlemişlerdi gerçi, artık
yerleştirme işi o kadar da zor gelmez herhâlde… Baba nerde, hiç görmedim daha?
Başka çocuk var mıdır acaba? Ay, bak nasıl
heyecanlandım şimdi! Akşam yemeklerini
burada mı yerler dersin? Yoksa mutfağı mı
tercih ederler? Televizyon izlemeyi seviyorlar
mıdır acaba, takip ettikleri diziler var mıdır?
Dizi demişken aklıma geldi, hani şu kızıl
saçlı kadının oynadığı bir dizi vardı, “Daha
Öteye” mi “Ötedekiler” mi öyle bir şeyler…
Nasıl da sarardı beni. Salı akşamlarının
vazgeçilmeziydi. Zaman nasıl da geçiyor, bir
ay oldu valla o diziyi izlemeyeli. Umarım
yeni gelenler de izliyordur onu salı akşamları!
A, bir adam girdi içeri. Elindeki ne öyle? O
Olmadı, biraz sağa… Azıcık daha aşağı
kaydırırsan olacak. Hayır hayır, çok oldu,
biraz yukarı. Evet, azıcık da sol. Hah,
şimdi oldu! Harika!”
“Onu oraya değil, şu arkaya
yerleştirelim. Kitaplığı da koltuğun arkasına
aldık mı tamamdır bu iş!”
“Dur kızım, bekle biraz. Senin odana
sıra gelmedi daha. Gel sen de bize yardım et.
Kitapları dizebilirsin kitaplığa, ha ne dersin?”
“Allah! Oldu mu şimdi bu! Onca
işin arasında bir bu eksikti zaten! Kaç defa
uyardım seni o paketleri açarken dikkatli ol,
içlerinde bardaklar var diye? Dur, hareket
etme, bir yerini keseceksin! Bunca eşyanın
arasında elektrik süpürgesini nasıl bulacağım
ben şimdi?”
Yine yeni insanlar, yeni bir yaşam…
Ne kadar da heyecanlılar! Şu ufaklığa bak sen,
sarı lülelerini toplamış iki yandan, şaşkın şakın
9
büyük kutunun içinde ne var ki acaba? Dur
bakalım, paketi açıyor. Vay canına! Ne kadar
güzel bir şey o öyle. Adı ne ki? “Gramofonu
şu masanın üstüne koy istersen, canım.” diyor anne. Demek gramofonmuş adı. Ne işe
yarar ki? Bu arada bu adam da baba sanırım.
Anne “canım” dediğine göre… Oh, halılar
da serildi! Halıların üstündeki yeşil desenler
koltuklarla ne kadar da uyumlu. Sahi, benim
için neden krem rengini seçtiler ki? Ne halı
krem renginde ne de koltuklar… Neyse, bir
bildikleri vardır herhalde. Oysaki bir önceki
aile yavruağzına boyamıştı beni. Onların
kırlentleri de yavruağzıydı ama. Aman! Dikkatli olsana be güzelim! Heyecanlı heyecanlı
koşuştururken kolilere takılıp da böyle
düşersen canın acır ama! Kıyamam güzel
gözlerinden akan yaşa! Hadi kalk bakalım,
hiçbir şeycikler olmaz. Sarı lülelerini sallaya
sallaya devam et oynamaya.
Burada, senelerdir aynı yerde. Hikâye
hep aynı. Mekân aynı. Değişen insanlar.
Değişen yaşamlar. Değişen zaman. Kimisi
çivi çakıyor üstüme, kimisi matkapla deliyor
beni. Bir de sıva yapıp boyayanlar var. Her
ne olursa olsun, durum hep aynı, pek bir şey
ifade etmiyorum onlar için. Beni görmek
heyecanlandırmıyor hiçbirini. Oysaki ben,
gördüğüm her yeni insanı tanımak için
sabırsızlanıyor, her birinin sıkıntılarını büyük
bir sabırla dinliyor, sırlarını içime hapsediyorum. Herkesten gizledikleri gözyaşlarını
görüyor, yalnız olduklarını sandıkları sıra
bağırıp çağırdıklarında çığlıklarını dinliyorum. Televizyonun karşısında uyuyakalmış
en masum hallerini de sinirden gözü dönmüş
anlarını da biliyorum. Ben, onları tanıyorum.
Onları düşünüyor, onlarla birlikte mutlu
oluyor veya onlar için endişeleniyorum. Yine
ben, yıllardır içimde biriktiriyor, hiç kimseye
bir şey fısıldamıyor, en ufak sırlara bile sadık
kalıyorum. Sor bakalım ben, onlar için hiçbir
şey ifade ediyor muyum?
Her şey değişiyor… Yıllar geçtikçe
farklı insanlar geliyor, farklı mobilyalar
sarıyor dört bir yanı. Bense hep buradayım.
Ecegül Bayram
10
Karanlık
Cennet
Gözlerimi açtım farklı bir dünyaya,
Dikenlerin çiçekleri hapsettiği,
Zehirli sözlerin kalbe saplandığı,
Dikenli sarmaşıklarla sarılmış bir cennete.
Alışmak kolay mı bu yeni hayata,
Anlamak, gülmekten zor mu yoksa,
Sahip mi yanımdakiler, insanlar,
Ulaşılamayacak kadar sevgi dolu bir kalbe.
Üstümü örten nemli toprak,
Memnun mu rezil hayatından,
Karşılıksız sevgi vermekten,
Ya da bu kadar hırpalanmaktan ve yok olmaktan...
Sevebilir miyim bu külfetli, barbar hayatı,
Bulabilir miyim derinliklerdeki sevgiyi,
Silinir mi insanların acı dolu gözyaşı,
Hayâ dolu, kıvançlı anıları.
Pes etmek, kolay verilen bir nefes gibi,
Diz çökmek, bu acı gerçeğe, boyun eğmek,
Ayrılmak mutlu ve gösterişli limandan,
Uçuruma atılan bir adım kadarmış.
11
Büşra Yen
Şiir Su Saydam
Cumhuriyet
Sözcükler var yazılacak
Bulmam gereken ya da seçmem
Söylemem gerekenler var
Yoksa yalnızca düşünmek yeterli mi bazen?
Ya da hissetmek en derinden
Çünkü anlatamayacaklarım var, ötesinde olan sözlükteki satırların
Kelimelerin tutamadığı hisler var, kelimelerin dokunamadığı.
Aynaya bakıyorum bazen
Biliyorum, söylemeye ihtiyacım var
Ve kimi zaman haykırmak kendi varlığımı, ya da geçmişin perdesini aralamak.
İşte o zaman düşünüyorum Ekim’i
Yaşları kurutan o güneşi görüyorum gülümserken güzün içinden
İşte o zaman düşünüyorum sözlerimi
Ve söyleyeceklerimi, fışkırmasını istediğim hislerimi
Her sözcükle birlikte.
Ve en zoru da hissedileni anlatmak belki de
Hiçbir zaman anlatamayacağının bilinciyle.
Ben de Ekim’i anlatamam işte
Bulamam kelimeleri, yazmam gerekenleri
Farkındayım belki de, bağımsızlık denilen kelimenin ötesinde gizlediklerini.
Güzün hüzün yağmurlarının gerisinde ışıldar işte
Cumhuriyet
Ve bağımsızlığı bırakır kollarımıza usulca, bizi biz yapan Ekim’i ilan ederek
Ben de 29’unda aynaya bakarım her defasında, gururu hissederek en derinden
Ve izleyerek gururun ışıltıya bürünmesini gözlerimde
Ama ben yine bulamam o kelimeleri
Kalbimde,
Çünkü bilirim işte, ulaşamazlar o kadar derine.
* Okulumuzun 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Şiir Yarışması birincisidir.
12
Minnet
G
Z. Elçin Metin
sözleri yankılanıyordu. Bir defasında vapura bineceklerdi. İkinci defa görecekti
denizi. Heyecanı onu küçük bir çocuğa
dönüştürmüştü, ne yapacağına karar veremiyor, vapura binmek için saniyeleri sayıyordu.
Zaman geldiğinde ise haykırmamak için
zor tutuyordu kendini. Deniz görecekti,
yine! Kocası insanları takip etti birkaç
adım geriden, kadın ise kocasını. O neredeyse kendini unutmuş, deniz görme sevinciyle yürürken kocası eline turuncu bir şey
tutuşturdu ve parmağıyla makineyi işaret
etti. Kadın dikkatini toplamaya ve makinenin
ne işe yaradığını çözmeye çalışırken kocası
elinden o turuncu şeyi kaptığı gibi makineye
bastırdı sinirle ve ekledi: “Bir kere de bensiz bir şey yap be kadın! Sen, ben olmasam
bir gün bile yaşayamazsın”. Kadın başını
eğdi ve bir süre gözlerini yerden ayırmadı,
denize bile bakmadı. Utanmıştı. Kocası
olmasaydı yaşayamazdı, evet, onu yaşatan
kocasıydı. Sonra kocası kalabalığı takip etmeye devam etti, birkaç adım geriden,
o da kocasını. Vapura adım attığında yine
o çocukça ifade yerleşmişti yüzüne. Derin sulara ne kadar da yakındı! Kocasının
yanına oturdu, çantasını kucağına aldı ve
bacaklarını birleştirip eteğindeki kırışıklıkları
özlerini açtı. Geçirdiği gecenin manzaralarını aklından kovmaya çalıştı, ifadesiz kalmalıydı.
Hem alışmıştı artık, buz gibiydi içi ve
kalınlaşmıştı teni. Ayağa kalkmalıydı, bütün
geceyi kocasının iki odalı evinde, soğuk
zemine kıvrılmış, baygın geçirmişti zaten. Gövdesine
çektiği bacaklarını uzatmaya çalışmasıyla hissettiği acı, sessiz bir
inlemeye neden oldu. Sırt üstü dönmeye
çalıştı; fakat omzu vücuduyla işbirliği yapacak durumda değildi. Olduğu yerde kaldı
ve hareketsizliğinin, ağrılarını dindirmesini
diledi; bunun olmayacağını kendi de biliyordu, ağrıları çoğalacaktı hatta. Bu anı daha
önce de yaşamıştı. Giderek buruştu yüzü,
soğuk bakışları yanmaya başladı. Neredeyse
boş odaya birkaç damla gözyaşı saçıldı. Duvardan duvara, üşümüş ellerinden çatlamış
dudaklarına çarpan istemsiz inlemeler yayıldı
etrafa. Yükselerek çoğaldı sesler, kıvranışları
şiddetlendi. Şimdiye kadar içine attığı her hakaret, nefret dolu her bakış ve her söz büyüyerek terk ediyordu sanki bedenini ve tekrar
kaybetti kendini.
Birlikte geçirdikleri tüm zamanlar tekrar
yaşanıyordu sanki, kulaklarında kocasının
13
düzeltti. Sırtını dikleştirdi, kafasını kaldırdı
ve mutluğun onu ele geçirmesine izin verdi.
Denizi seyretmeye devam etti. Ne büyüleyiciydi her şey. Işıklar dalgalarla dans ediyor, gözlerini kamaştırıyordu. Dünya ne
kadar güzeldi aslında, insan olabilen için,
saygı duyulabilen için, ne müthişti dünya.
Martılar da vardı ve bu ikinci görüşüydü
onları. Her kanat çırpışlarıyla özgürlüklerini
ilan ediyorlardı sanki tekrar tekrar. Ah o da
uçabilseydi… Yüzüne ışıl ışıl bir ifade yayıldı
ve heyecanlanmış gözleri kocasınınkilerle
buluştu. Adam, yüksek bir kahkaha attıktan
sonra ekledi: “Dua et getirdim seni İstanbul’a,
yoksa şimdi o dağ başında çürüyordun”.
Kadın bu sefer başını eğmedi, aksine, yüzüne
hafif bir gülümseme yayıldı. Kocası ona
denizi göstermişti, martıları… Dünyanın
insanlar için ne kadar güzel olabileceğine
uzaktan bakmasına izin vermişti. Daha en
isteyebilirdi? Minnetle doldu içi o an. Ne
şanslıydı… Gülümseyerek martıların özgürlük kavgalarını izlemeye devam etti.
gilenmeseydi öyle şeyler giyip süslenir miydi?
Hep böyleydi bu kadın milleti. Önce o kadar
salınırlar, birazcık yakınlık gösterdiğin zaman
ortalık ayağa kalkar! Aklına yaşadığı bezdirici günden manzaralar geliyor, içi büsbütün
sıkılıyordu. Bir de yanında deniz hakkında
saçma sapan sorular soran karısı vardı! Nesini
merak ediyordu bu kadar. Deniz denizdi işte,
su. Susmasını söyledi; ama kadın susmadı.
Üstelik her sorudan sonra gözlerini kocaman
açarak kocasının yüzüne bakmaya devam etti.
“Yok, bu böyle olmayacak. Nerden buluyor bu
cesareti bu kadın?” diye düşünüp suçlayacak bir şey aradı. Yine yüzünde hissetti o
merak dolu bakışları ve dayanamadı. Kadını
saçından tutarak koltuktan aşağı sürükledi.
Ona vurdukça rahatlıyor, kötü geçen gününün
etkilerini azaltıyordu. Nefes nefese kaldığında
durdu, baktı kadına şöyle bir. Yatıyordu,
korkmuştu, zayıflığı yüzünden okunuyordu.
Bakmaya dayanamadı, acıyordu ona. O kadar
çok acıyordu ki neredeyse nefret ediyordu,
tiksiniyordu. Kendini koruyamayan bir şeydi
işte! Zayıflığı her halinden belliydi. Daha
fazla dayanamadı, üzerine bir şeyler alıp çıktı
evden. Üç gün dönmedi.
Kendine geldiğinde iyice üşüdüğünü
fark etti. Saçları gözyaşlarıyla ıslanmış, vücudundaki morluklar iyice belirginleşmişti.
Gecesini hatırladı, yüzünü darmadağın
eden tokatları. Ardı ardına darbeler yiyor,
yere yığılıyor, bacaklarını gövdesine çekiyor
ve tekmelerin sona ermesi için dua ediyordu. Sonrasını hatırlamıyordu zaten. Kocası
bırakıp gitmişti onu. Bütün gecesini üşüyerek
ve gerçekle hayali karıştırarak geçirmişti.
Kadın iyice kendine geldiğini hissetti. Doğruldu, soğuk zemine oturdu. Ellerine baktı bir süre. Sonra rüyasını hatırladı.
Kocasını bir süre takip ettikten sonra denizi
görmüştü yine. O turuncu şeyi makineye
bastırabilmişti, yolculuk boyunca da martıları
ve beyaz köpükleriyle dalgaları seyretmişti.
Ne güzel rüyaydı. Yüzüne aynı minnet dolu
bir gülümseme yayıldı ve ayağa kalktı.
Kadın denizi çok severdi. Bir süredir
kocasına deniz hakkında sorular soruyor
öğrenebileceği her şeyi öğrenmek istiyordu. Gününü, soracağı soruları düşünerek
geçirdikten sonra o akşam yine başlamıştı
sorularına. İlk defa kocasının eve döndüğüne
sevinmişti; ama kocası aynı mutluluğu
yaşamıyordu. Daha çok yemek hayalleri
kuruyordu evine dönerken. Kötü bir gün
geçirmişti zaten. Alımlı bir kadın tarafından
terslenmişti; hâlbuki kadının da ona ilgi
duyduğunu düşünmüştü. Hem onunla il14
Milyonlarca
Yağmur
Tanesinin
Gölgesinde
S
Pelinsu E. Hünkar
Belki de hayat ve onu anlamak yağmurlu bir
günde pencereden dışarıya tükürmek gibi. Ne
bir anlamı var, ne de kesin bir sonucu. Cevap
anahtarı olmayan bir testi çözüp yanlışlarını
fark etmek ne kadar zorsa bu tek soruluk
hayat sınavı da o kadar karmaşıktı işte ve bir
o kadar zehirleyiciydi bedeni. Hem de bir o
kadar yok edici, bitirici.
Hayat elimizde ne yoksa onu istemek
demek aslında, yağmurda güneşi, sıcakta
her bir altıgen kar tanesini, yeşillikler içinde
yalnızca bir damla turuncu güneş ışınını
hayal etmek. İstediğin her şeyin olamayacağını
bildiğin gibi, istemediğin her şeyin bir gün
hatta bugün başına gelebileceğini hatırlamak.
Zamanla geçer umuduyla her gün bir umudunu daha yitirmek gökyüzünü delen yağmur
tanelerinin korkutan gürültüsünde. Bir damla
gözyaşını bir damla yağmur sanmak, silmek
elinin tersiyle hiçbir şey yokmuşçasına,
olmamışçasına,
hiç
yaşanmamışçasına.
Geçmişini silip atmak yağmur tanelerinin
duruluğuyla, boş vermek, yok saymak, unutmak ki yaşamak ne demek. Her bir insan her
bir yağmur tanesi gibi, onların da adları var,
onların da yaşadıkları, onların da sevdikleri
bulutlar… Her bir yağmur tanesi bir insan
gibi, yere çarptıkları anlar, çıkardıkları sesler...
Yoksa siz duymuyor musunuz iç çekişlerini
adece bir kez düşünmedim ben
hayatın anlamını, her düşüşümde, her
yenilişimde tekrar tekrar sorguladım.
Her defasında o kadar hiçtim ki ben, elimde
olan öyle kocaman bir hiçti ki hayatımla ilgili
söyleyebileceğim tek şey benim olduğuydu. O
kadar üzgündüm ki bu hayatı yaşıyor olmaktan, aklıma hiç o hayatı benim seçmediğim
gelmemişti. O hayat, bir şekilde verilmişti işte
bana, benimdi. Her yıkılışımda doğrulabilmek
için yeni umutlar ürettim. O umutları hayatın
anlamı sandım, her hayal kırıklığında yeniden
başladım hayalden hayatımı tüketmeye. Öyle
ya, anlamsız hiçbir şey yaşanmaya değmezdi.
Belki asıl anlam bizdik, ya da o anlamı
arayışımız. Belki de yaptıklarım doğruydu,
yani hayat umutlar ve onların kayboluşu,
hayaller ve onların kırılışıydı. Yani hayat
aslında, yalnızca yaşamaktı, düşünmeden
akışına bırakmaktı.
Hayat… İçini doldurmak kadar sonunu görmesi de zor. Hani hep sendeymiş,
içindeymiş de hiçbir zaman karşına çıkmamış,
belki de senden utanmış gibi. Bulması zor,
düşünmesi zor, ama yaşaması kolay gibi. Hayat yaşamanın ta kendisi ve belki de bir kızın
tek bir saç teli gibi, kimi için gereksiz kimi
için zarar gelse ölüm gibi. Belki bir senaristin
başyapıtı, bir yönetmenin Altın Portakal’ı...
15
Ama eğer içinden çığlıklar atıyor, gökyüzüne
bakıp lanetler okuyorsan kaybedensindir işte.
Hayal kırıklığını görmek cesaret ister. Cesaret
kalpten gelir, umut ve sevgi de öyle. Yalnız
akıllar ikna edilebilir, kalpler burnunun dikine
gider. Bu yüzden umutları yenebilmek için
gereken cesareti oluşturması yolunda kalbin
gözünü açmak gerekir. Kalbin gözleriyle bağlı
kalırsa hep, o umut hep büyür, o kalbi esir
alır. İşte o tam da o an, kalbine yenik düşmüş
ruhun bir umudun parmaklıkları ardında
gülümsüyorsa; hayatın anlamı yalnızca çaresizliktir. Hayatın anlamı duygulardır, hissettiklerin, gözlerinden kaç damla yaş geldiği,
kalbinin ne kadar kırılabileceği... Hayatın
anlamı, yağmur damlası olmayı dilemektir,
ölecek olsan bile yalnız olmamak için. Nasıl
olsa bir gün öleceğiz. Peki ne için? Ölüm ne
için? Peki yaşam ne için?
Ben,
bir
yağmur
tanesiyim,
dolaşıyordum kendi başıma ve düşünüyordum
bir yandan şu an sizinle paylaştıklarımı.
Hayat diyordum ya, anlaması çok zor; hani
şu hayat oynayanı az, oynaması zor. Hayatın
anlamı en derinde aranmalıydı. Hep büyük
oynayanlar kaybederdi hani, hani en büyük
yanılgı yanıldığını anlamamak belki de
görmezden gelmekti ya… Düşüyordum ve
umurumda değildi artık ne sevdiklerim ne
de ardımda bıraktığım düşmanlar. Ben yalnız
düşüyordum umarsızca, belki bir trilyon
hızla, çakılıyordum yere, gözlerini kapatmış
bir yağmur tanesi gibi. Bir şarapçının burnuydu konduğum yer, ne kadar sıcak olabilirse o kadar sıcak ve ne kadar kırmızı olabilirse o kadar kırmızıydım işte. Birden durdu
şarapçı, baktı gözlerimin içine.
“Yaşamak” dedi, sustu bir süre.
“Yaşamak ölmek demek, ölmek için yaşıyoruz
işte, ölmek için yaşıyorum ben, ne bu şarap
için ne de yağmur için gökyüzünü delen.”
Sonra koştu, koştuk, delicesine, çılgın gibi, bir
zamanlar yaşamış da her gün ölürmüş gibi.
Koştu, koştuk, yardık kalabalığı ölümün pençesinde. Koştu, aynı ölüme giden bir şarapçı
gibi, aynı hayatı yeni keşfetmiş bir bebek gibi.
Benim gibi; milyonlarca yağmur tanesinin
gölgesinde…
her birinin yeryüzünde yerini aldıklarında?
Yoksa siz hâlâ tanışmadınız mı hayatın
anlamsızlığıyla…
Bir saç teli ne kadar uzun olursa ve bir
o kadar ince, taraması zorlaşır, o incecik teller
geçer birbiri içerisine, hayat da böyledir işte;
ne kadar uzarsa ne kadar incelirse daha çok
karmaşıklaşır, ta ki kopana kadar. Ve hiçbir
insan yürüyemez o incecik telde bir kez bile
yardım almadan, tutunmadan hiçbir yere,
hele ki o saç teli yeryüzünün sekizinci katında
ise. Korku verir insana, düşmeyi düşünmeyen,
aklına getirmeyen insan bile suratını asar
telaştan, bilmez misiniz kaç trapezci kaçtı bu
yüzden, atladı uçurumdan. Her bir saç teli
bir yaşam gibi, kimisi dalgalı, kimisi renkli.
Yürütmez hiçbir insanı üzerinde, hele ki
gökyüzünün sekizinci katında. İşte bu yüzden
dibe batmaktır hayatı anlamak. En dipte olmak, en altta, belki kimsenin göremediği
bir çukurun içinde; işte bu anlar en büyük
fırsatlardır yaşamayı yaşamak için. Sen ne zaman o incecik tüy parçasını yere koysan daha
rahat yürürsün, belki daha aşağıda olursun
bazılarından; ama yürürsün işte. Aynı her bir
yere çarpan yağmur tanesinin yeniden suya,
dereye kavuşabilmesi gibi, belki daha aşağıda
bulutlardan, ama mutlu işte ve huzur içinde.
Bir kaya parçası ne kadar yeterse bir
nehrin yönünü değiştirmeye, küçük mutluluklar da o kadar etki eder, hayattan bıkmış bir
insan üzerinde. Çünkü küçük şeylerden mutlu
olmaya alışmış biri hep en derine indiğinden
en küçük bir alçalışta da düşecektir, en küçük
şeyden mutlu olduğu gibi, güneşin artık siyaha boyanmasına bile ağlayacaktır belki.
Annesinin yeni yaptığı kurabiyeyi atarken
ağzına, üzüm tanecikleri yapışınca dişlerine,
susacaktır; çünkü hayat küçük insanlara
aldırış etmez çoğu zaman. Küçük şeylerden
ibaret değildir çünkü hayat… Ki o her zaman
büyük oynar, hep büyük açar ilk bahsi.
Bazen çok yorulursun hayatında, her
zamanki düşüşlerinden birisidir bu, üstüne
üstlük ne tutunacak dalın ne de düşüşünü
yumuşatacak rüzgârın vardır. Hep beslediğin
umudun yok oluşunu izlediğinde eğer susmayı
başarabiliyorsan, başarabileceğini bilirsin.
16
Kaçak
Mert Dilek
Y
artık kullanılmayacak kadar eskimiş mutfak
kaplarından birine koymaktan ve kabı yılanın
onunla beraber uyuduğu, onunla beraber
nefes aldığı kendi odasına çıkarmaktan sadece dört gün gocunmadı Sam. Beşinci gün, bu
işlerin kendisine yakışmadığı sonucuna varan
çocuk, yılanla ilgi yapılması gereken her şeyi
evin hizmetlisine devretti. Bir hafta sonraysa
yılanın odasından alınmasını ve evin hemen
yanındaki kulübeye koyulmasını istedi. Bu yer
değişikliğinden kısa bir süre sonraysa evdeki
hemen herkes yılanın varlığını unutmuştu.
Kulübede günler, yılan için zor, sıcak
ve ölüydü. İlginçtir ki, oraya taşınmasını takip eden günlerden birinde kendisine düzenli
yemek getiren hizmetlilerden birisi kafesini
kilitlemeyi unuttu. Yılan dışarı çıktı. Onca
günlük esaretten sonra başına gelenler inanılır
gibi değildi; ama oluyordu işte, bir şekilde o
kafesten dışarı çıkabiliyordu. Fakat bir anlık
bu özgürlük, kısa zamanda, bir anlık bir hamleyle, yeniden sonsuz esarete dönüşüvermek
ılan, Chambers ailesinin güneydeki
yazlığına şehir merkezindeki evcil
hayvan dükkanının kamyonuyla
getirildiğinde yeni doğmuştu. Eve bir yılanın
alınıp alınmayacağı tartışmalarıysa daha o
doğmadan başlamıştı. Chambers çiftinin tek
oğlu olan Sam, yaşından beklenmeyecek bir
cesaretle böyle bir istekte bulunduğunda yaz
tatilinin ilk günüydü. O, her ne kadar çok kez
inkar etmiş olsa da, bu talebinin en önemli
ve belki de tek nedeni sınıfındaki kızların
hepsinin ilginç bir şekilde en sevdikleri
hayvanın yılan olmasıydı. Böylece tam bir ay
üç gün sürecek şiddetli kavgalar ve tartışmalar
Chambers aile üyeleri arasında patlak vermiş
oldu. Okulların kapandığı günden bir ay dört
gün sonraysa yılan – hiç kimse ona hiç bir zaman isim vermemişti – eve getirildi.
Sam’in hayvan için duyduğu heves
ve heyecan bir hafta bile sürmedi. Yılanın
yiyeceği solucanları bahçede toplamaktan, onları eve getirip yıkadıktan sonra da
17
zorundaydı.
Yılan eline geçen bu özgürlüğü zekice
kullanmaya karar verdi. Her ne kadar oradan
kaçıp gidebilecek veya en azından gün içinde
arada sırada çıkıp geri dönebilecekken böyle
yapmamayı seçti. Eğer bir yerde herhangi
birisi tarafından görülürse bu her şeyin sonu
olurdu. Sonuçta o bir yılandı ve o yıllarda,
o yerlerde evde bir yılan beslenilebileceği
kimsenin aklının ucundan geçmezdi. Yılan,
özgürlüğünün sadece varlığıyla yaşamayı
seçti. Bu, çektiği acıyı bir nebze daha hafifletiyordu.
Yılanın, kafesini ikinci kez terk etmesi bir gece yarısında oldu. Bay ve bayan
Chamber’in yatak odası olduğunu tahmin
ettiği yerden şiddetli ve dengesiz çığlıkların
geldiğini duymuş ve çok korkmuştu. Dışarı
çıktı. Kulübenin kapısı hiçbir zaman kilitli
olmazdı, üstelik evin havalandırma borularına
sığabiliyordu. Yaklaşık on beş dakikalık bir
yolculuktan sonra kendini yatak odasının
olduğu koridorda buldu. Kapının aralığından
gördüklerinden utanan yılan, geldiği gibi kafesine geri döndü.
O günden sonra, geceleri evin sessiz ve kimsesiz olduğunun bilinciyle, belirli
aralıklarla kafesinden çıkmaya başladı. Güneş
battıktan sonra 6-7 saat bekliyor, sonra da
usulca esaretinden kurtulup havalandırma
borularından geçerek evde dolaşıyordu.
Çok sessizdi ve ardında iz bırakmamak için
elinden geleni yapıyordu. İşin sırrı halılarda
dolaşmaktı. Geçtiği yerlerde ardında bıraktığı
hafif yağlı ve yapışkan sıvıyı emmekte halıların
üstüne yoktu. Eğer ki mermer veya parke bir
yere sürünürse bedeni, ne olacağını çok iyi
biliyor ve o kaçınılmaz sonun onu bir anda
bulabileceğinin korkusuyla kıvranıyordu. O,
yaptığından büyük bir haz duyuyordu oysaki.
Geçtiği yerlere bakmıyordu bile yılan, onun
için önemli olan geçmek, hareket etmek,
bedenini istediği gibi kullanmak, dönmek,
büzülmek, sarmak, sarılmaktı. Vücudunun
neler yapabileceğini görmek, ne gibi becerilere sahip olduğunu deneyerek bulmak onu
adeta büyülüyordu. O, bunun için yaşıyor, sadece bunu seviyordu.
Kaçamaklarının
yakalandı.
dokuzuncu
gecesinde
Chamber Ailesi El Kitabı’ndan altın
kural: Her Chamber üyesi kendini ve ailesini savunmasını bilmeli, bunun için her türlü
maddi ve manevi fedakarlığı yapmalıdır.
Küçük çocuğun odasının zemininde dolanan bu yaratık maalesef bir ay
öncesinin dört günlük anılarını su yüzüne
çıkararak kim olduğunu hatırlatamamış
ve Sam’in, yaşadığı ani panik ve korkuyla, elini yatağının yanı başındaki komodinin çekmecesine yönlendirmesine engel
olamamıştı. Neler olacağından habersiz
yılan, kendini hatırlatmak için kaçmadı, bekledi ve kaçmasını gerektirecek bir durum
olabileceğini aklının ucundan bile geçirmedi.
Chamber Ailesi El Kitabı’ndan
gümüş kural: Altın kuralın uygulanabilirliğini
pekiştirmek adına, her Chamber üyesi,
yatağının yanı başında keskin birer bıçak
bulundurmalıdır.
Çocuk tek bir vuruşla yılanı ikiye
böldü.
Chamber Ailesi El Kitabı’ndan bronz
kural: Eğer tehlike etkisiz hale getirilmiş ve
sona erdiğinden emin olunmuşsa, bu konuda
diğer Chamber üyelerini bilgilendirmek adına
acele etmeye gerek yoktur. Her Chamber üyesi sakin ve mutlu bir hayatı hak eder, bu gibi
haberler üyelere asgari telaş ve azami gururla
aktarılmalıdır.
Sam iki parçayı aldı, terliklerini ve
sabahlığını giydi, koşarak evden dışarı çıktı
ve kulübeye girdi. Kanlar içindeki iki parçayı
da kafesin içine koydu ve kafesi kilitledi. Eve
geri döndü, kapıyı kilitledi, banyoda ellerini
sudan geçirdi, sıcak yatağına ve yarım kalan
rüyasına geri döndü.
Artık güvendeydi, o şeyin dışarı
çıkmasına imkan yoktu.
18
Yeni
Hayat
Barışcan Göç
Yağmur uğurluyordu beni
Adeta güle güle dercesine
Ve kışını, yazını yaşadığım bu dağlar
Yol gösteriyordu bana
Selam olsun diyordu
Yağmurun balçığa çevirdiği yollara doğru
Aşık atarcasına devirdiğim çaylar,
Şaşkınlığının nedeniydi kahvedekilerin
Son bir kez daha diyerek yudumluyordum çayımı,
Onlarla alay edercesine
Ben buyum diyordum işte
Onların bildiklerini kendileri kadar bilen yabancı
Bu ulu dağların yeniden yarattığı
Elimde Çehov’un Bozkırı vardı,
Bozkır değildi ama burası
Dağlar vardı, yoksulluk, açlık ve korku
Oysa ben dağların parçasıydım o zaman
Otobüse binerken kendisine çekiyordu beni
Yüce dağlar, demli çay ve bu insanlar
Ebemkuşağı da elveda etmek için
Dağların arasından yüzünü göstermişti
19
Hayırdır diyordu kahveci, hayır
Ve otobüsün çalan kornası
Gitme zorunluluğunu yüzüme vuruyordu
Gidip bir daha gelememenin
Zamanın sona erdiğinin
Otobüs ilerledi
Çoktan başlamıştı geri dönüş
Ve Zap yanımızda kudretini gösterircesine
Hızlıca akıyor, önüne geleni sürüklüyordu
Beni bile alıp götürmüştü
Çehov’un dünyasında bozkırdaydım ben
Moysey Moyseviç’in bas sesi kulağıma geliyordu
Dağlar da benim gitmem gerektiğine mi karar vermişti
Artık onların değildim galiba
Sadece bir yabancıydım bu dağların başında
Kapı açıldı
Peki gelsin bakalım, dedi şoför
Kimseye bakmadan ilerledi arkadaki boş koltuğa
Yalnızlığı, çaresizliği etkilemişti beni
Aslında tanımıyordum bile onu
Kim olduğunu bilmiyordum
Bense ona bakarken kentten ayrılırken duyduğum
Ne olduğunu anlayamadığım bu korkuyu
Belleğimden çıkmamacasına hissettim
Sen değiştin, diyordum kendime
Bu dağlar değiştirdi seni
Yalnız bu dağlar değil, insanlar da
Dayanamadım sordum muavine
Nasipsizin biriymiş o
Boş ol demiş kocası
Muşluymuş
Memleketine gidiyormuş
Parası da yokmuş üzerinde
Gözlerimi yumdum
Ve derin bir nefes aldım
Kurak yollar, çatlamış toprak, kurumuş dikenler
Varlıklarıyla ve yokluklarıyla genzimi yakan
Bu insan kokusu benimle birlikte geliyordu
Belki de ben gidemiyordum
Bırakamıyordum dağları
Tek bir soru vardı aklımda
Bu hayat nasıl bir hayat olacak acaba?
*Ferit Edgü’nün “İnsan Kokusu” öyküsünden esinlenerek yazılmıştır.
20
O
Kalem,
Daktilo
ve
Cümle
Y
aşlı bir ağaç gövdesini andıran
damarlı sağ eli su serinliğini özlemle bekleyen bir menekşe edasıyla
eğilmiş belinde, yavaşça doğruldu kadife perdenin önündeki yadigâr koltuğundan. Yollarla henüz tanışmamış bir bebeğinkinden
farksızdı güçsüz bacakları. Koltuklara tutunarak ilerlediği sırada, sol başparmağını tıpkı
eski bir yüzük gibi çevreleyen derin yara izi
kolaylıkla seçilebiliyordu. Önce şöyle bir göz
gezdirdi kitaplığa. Daha sonra, suç işlemekte
olan bir ufaklık gibi, beyaz bir kâğıt almak
üzere belinden kaldırdığı çekingen ve titrek elini uzattı kitaplığın ahşap kucağına.
Yıllardır dokunmadığı o kalemi almakta ise
tereddütlüydü.
Oturdu. Bir süre elinde beyaz kâğıt,
hiçbir şey yapmadan öylece bekledi. Tam biraz cesaretlenip de kaleme yöneldiği sırada
elindeki kâğıdın terlemiş olduğunu fark etti.
Büyük bir sinirle kâğıdı buruşturup tüm
gücüyle fırlattı rastgele bir yere. Kafası, lanet
olası masanın üzerindeki güçsüz ellerine
düştü. Ağlıyordu. Yine sessiz, yine içinden…
Boğazını sımsıkı saran eller vardı sanki
çığlık atmasını, hıçkıra hıçkıra ağlamasını
engellemek istercesine. Yeni tıraş olunmuş
Şerna Viyan Petekkaya
yanaklarına inen ılık gözyaşları canını
yakıyordu. Neden sonra başını kaldırdı, derin bir nefes aldı ve ani bir hareketle kaleme
atıldı. Kırk iki sene olmuştu. Sanki bu süreçte
kalem de yaşlanmış; huysuz ve çekilmez bir
hâl almıştı. Yıllardır ne bir arkadaşına ne
de kendisine itiraf edebildiği düşünceler,
şimdi tek tek şu huysuz kalem ve kitaplık
rafında beklemekten
tozlanmış beyaz
kâğıtla mı buluşacaktı? Denedi; ama olmadı.
Yazamıyordu işte. Tüm alfabeyi unutmuştu
sanki. Baş, işaret ve orta parmağı arasına
tutuşturulmuş kalemle beyaz kâğıda yaklaşan
eli iyice titriyor, kâğıttan uzaklaşacak gibi
olduğu sıra, son ışığını da vermiş olmanın
huzuruyla sönmekte olan bir mum edasıyla
sakinleşiyordu.
Buğulanmış pencereye döndü. Sadece dört kış görebilmiş oğlunun, kendisini
kardan adam yapmaya davet eden sesini duyuyordu sanki, beyaz battaniyelerine sarınmış
ağaçların arasında. Sol gözünden süzülen
yaş, üstüne henüz hiçbir şey yazılmamış olan
kâğıtla buluştu. Bu, cümlenin ilk harfiydi
sanki; gerisini elleri getirdi. O akşamüstünü
kâğıda anlattıkça yıllardır hatırlamaktan
kaçındığı; fakat aslında hiç aklından çıkmayan
21
başparmağımla aralamaya çalıştım soğumuş
dudaklarını ve meydan okudum dişlerinin
ördüğü duvara karşı. Hemen önümde duruyor olmana rağmen uçsuz bucaksız bir yolun
sonundaymışçasına uzaktaydın. Daha da çok
uzaklaşmanı istemiyordum. “Hadi gül! Gülsene!” diye haykırdım; ama işe yaramıyordu.
Neden gülümsemiyordun? Neden kucağıma
atlayıp sarılmıyordun boynuma sıkı sıkı? Gitmeni istemiyordum. Su yeşili gözlerinin enerjisine, böğürtlen reçeli yanaklarının saçtığı
sevgiye ihtiyacım vardı.
Aniden her şey durdu. Arkamdaki
eski saatin hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi
her zaman aynı şekilde bir sağa bir sola sallanan sarkacının sesini duymuyordum artık.
Başparmağım nefesini hissedemez olmuştu.
Artık iyice kenetlenmeye çalışan dişlerine engel
olmak, başparmağımda sadece nefesini hissetmek istiyordum. Olmadı. Kırk iki senedir hep
içimden tekrarlıyorum oğlum: Hoşça kal, seni
seviyorum!”
sahneyi kabulleniyor, böylece kendisini
cezalandırdığını hissediyordu. Cezasını çekiyor olmak onu biraz olsun rahatlatıyor; senelerdir ilk defa içine çektiği havayı hissediyordu.
“Oğlum,” diyordu kalem. “Seni
duyamadım. Üstünde çalıştığım kitabın labirentlerinde öylesine kaybolmuştum ki
duyamadım. Bir sonraki cümleyi kurmaya
çalışırken farklı yerlere gitmiştim sanki. Ruhum
karakterlerin arasında geziniyor, kulaklarım
onlarınkinden başka ses işitmiyordu. Seni
özledim, çok özledim! Yıllardır elime kalem
almıyordum, biliyor musun? Kulaklarımı
tıkayan o kitaba gelince… Hâlâ aynı cümlede.
O gündendir ne bir nokta ekledim, ne de dönüp
okudum yazdıklarımı. Yeri bile değişmedi.
Daktiloda duran o sayfa ve daktilonun hemen
yanındaki artık sararmış kâğıt… Hatırlıyorsun
değil mi, yanımda her zaman boş bir kâğıt bulundurur, yeri geldikçe bir şeyler karalardım
üstüne, şimdi elimde tuttuğum şu kalemle?
Beni affet oğlum, seni duyamadım!” Bir an
duraksadı. Oturduğu yerde hafifçe doğruldu,
derin bir nefes aldı. Evrendeki tüm havayı derinliklerinde hissetmeye ihtiyacı vardı sanki.
Bir de belini sıvazlayacak bir ele… Yetmiş
iki kere yeni bir yıla şahitlik etmiş; ama hâlâ
büyümemişti. Ne güzel olurdu şimdi başını
gömüp annesinin göğsüne, başlasaydı hıçkıra
hıçkıra ağlamaya! Yeşil gözlü o güzel kadının,
kumral saçları arasına gizlenmiş birkaç saç
teli gibi bembeyaz elleri, kendisinin bütünüyle
beyazlamış saçları arasında gezinseydi keşke!
Annesi onu her zaman duymuştu. Annesi,
onu duymuştu!
Bir süre ne yapacağını bilemeden
öylece kalakaldı. Bir kuşun özgürlüğüne
senelerdir engel olmaktan kurtulmuş boş
bir kafes gibi ferahtı şimdi içi. Yüreğini
çevreleyen parmaklıklar kırılmamıştı; fakat
tüm yaşadıklarıyla yüzleşmek onu biraz
olsun rahatlatmıştı. En azından “Hoşça kal!”
diyebilmişti oğluna. Kalemi yavaşça masanın
üstüne bıraktı ve az ötedeki geniş omuzlu,
dik başlı daktiloya uzandı. İçindeki kâğıdı
alırken elleri titriyordu. Yıllardır orada öylece
bekleyen cümleyi yüksek sesle okudu: “O,
artık sadece kendisiyle yüzleşebildiği sürece
hayata bakmaya yüzü olacağını anlamış ve
hatalarının farkına varmış olmanın sevinciyle
özür dilemek için tüm gücüyle sevdiği kadının
evine doğru koşmaya başlamıştı.” Artık bu
cümlenin devamını getirmenin zamanı
gelmişti. Yüzünde hafif bir tebessümle, kalemi koyduğu yerden kaldırdı ve karalama
kâğıdının üstüne yerleştirdi. Kendisine biraz
daha yaklaştırdığı daktilonun üzerinde gezinmeye başlayan başparmağı, yıllar sonra merhemine kavuşmuştu.
Avucunda sımsıkı tuttuğu kalemi
anımsayınca yazmaya devam etti kaldığı
yerden: “Son “Baba!” deyişine yetişebildim.
Derin bir uykudan uyanmış gibiydim. Odana
geldiğimde minik ellerin aşağı sarkmış,
o hep gülümseyen yüzünün sonbahar
yapraklarından farkı kalmamıştı. Güçlükle
nefes alıyordun. Çenen sımsıkı kilitlenmişti.
Sağ elimde unuttuğum kalemden habersiz, sol
22
Kül
Olan
Kanatlar
Y
anacağını bilse ateşe kanat çırpar mı
zavallı sinek? Onu böylesine çeken
ışığa içgüdüsel olarak ilerlerken
öleceğini bilir mi? Gelecek vaat eden, parlak, umut dolu sıcaklığa doğru uçar sinek.
Sıcağın her geçen saniye vücuduna daha
çok nüfuz ettiğini fark eder. E dursun o zaman! Geri dönsün! Ama dönmez işte, umutla
kanat çırpar kurtuluşa doğru. Sonra kanatları
yanar, çaresiz kalır sinek. Kurtuluşu sandığı
ateşte hayalleriyle birlikte yanıp kül olur. Kim
bilir, belki de gerçekten kurtuluşudur sineğin
ölüm…
Tanrı tarafından bizlere ezberletilen
senaryoyu oynayıp tüketmeyiz yaşamımızı.
Tanrı sadece genel hatları belirler, taslağı
verir elimize. Biz istediğimiz gibi oynarız
hayat denilen sahnede. Kimimiz doğaçlama
yapar, kimimiz ise çabalar durur. Ama
herkesin tek amacı var: yaşamak.
Hangimiz
ister
kanatlarımızın
yanmasını? Çabalarız, doğru kararlar
vermeye çalışırız çalışmasına da ateşe karşı
koyamadığımız anlar da olur. Hayatımızı
kendimizin
şekillendirdiğini
düşünüp
güçlü hissederiz kendimizi. “Ateşe doğru
uçmasaymış canım sinek de! Kendini ateşe
atar mı insan? Sinek işte aklı yok…” Herkes
kendi seçimini yapar, kaderini kendi belirler.
Ateşe uçmayı seçen kendisidir, sonuçlarına
da kendisi katlanır; fakat hayatımızın ipleri tamamen bizde değildir; hiçbir zaman
Tülay Çalışkan
da olmamıştır. “Özgürüm” diye haykırıp
zıpladığımızda bile yer çekimi karşı çıkar.
“Ayakların yere bassın, özgür falan değilsin.”
der. Ateş misali kanatlarımızı elimizden
alıverir, hayatın acı gerçekleriyle baş başa
kalırız.
Hayatımızın dizginlerini elimizde
tuttuğumuzda bile vahşi bir at gibi istediği
yöne gider hayat. Biz sadece onu biraz
yavaşlatabilir ve alacağımız hasarı daha aza
indirgeyebiliriz. Dizginleri elimize verip
kendi belirlediği taslağa göre hareket ettirir
bizi Tanrı. Bu da onun kandırmacasıdır. “Sen
kibirlenmeye devam et; her şey benim emrimde.” deyiş biçimidir. Sineğe, “Kendin uçtun ateşe” deyip kendisinin aradan çekilmesidir.
Sinek
meselesine
dönersek
içgüdüsünün ve aklının kurbanı olur sinek.
En azından mutlu ölür; ateşi kurtuluş olarak
görmüştür çünkü. Sığınacak bir liman aramış;
ama kül olmuştur. Sözde sinekten daha
akıllı bizler, aslında ondan hiçbir farkımızın
olmadığını kabul edemeyecek kadar kibirliyizdir. Kanatlarımız yandığında yürürüz,
zavallılığımızı saklamak için de bahaneler üretiriz. Gerekirse sürünürüz; ama vazgeçmeyiz
kibrimizden. Sinek kadar masum olamayız;
kurtuluşa giderken ölecek kadar asil olamayız
hiç.
Ha ateş ha aşk… İkisi de bazen ısıtır
bazen yakar. Sinekten farkımız yok demiştim
23
ya, biz de kurtuluş ümidiyle, mutlu olma
ümidiyle aşka kanat çırparız. Her zaman mutlu bir sonla bitmek zorunda değildir gittiğimiz
yol. Kalbimiz kırılır, acı çekeriz, kanatlarımız
yanar; aşk bazen öldürebilir de.
düşünür ki âşık olmadan önce… Sonunda
kurtuluş ve mutluluk görüp kanat çırparız
aşka. Canımız yanar belki; ama bir anlığına
bile olsa kurtuluşu gördüğümüzü sanıp mutlu
ölmek de var… “Aşka uçmazsan kanatların
neye yarar?” demiş Mevlana. Doğru…
Seçim şansımız varken ve hayatımızı kontrol
ettiğimizi sanırken yine aşkı seçeriz ucunda
yanmak da olsa. Yaşamaktan korkup uçamayanlara inat… “Aşka uçtuktan sonra kanadı
kim arar?” diye noktalamış Yunus Emre de.
Kanatları yanıp ateşe düşerken ölüm korkusu yerine umut doldurur sineğin yüreğini.
Işık tarafından ele geçirilmiştir ruhu; son
nefesini vermeden önce başardığını sanıp
gülümser belki de. Ne kadar kırılırsa kırılsın
kalbimiz, aşka küsemeyiz. Sonunda hep mutlu olacağımıza inanıp sevmeye devam ederiz.
Bu yüzden, seçim şansı bizdeyken âşık olmayı
seçip acı çekmeyi göze almak mazoşistlik
değil, cesur olmaktır. Kanatlarımızı doğru
amaçlar için kullanabilmektir. “Aşka uçtum
ya, kanadım yansa ne çıkar…” diyebilmektir
en çok da.
Elif Kınlı
Aşk Gelmiş Cihana
Kız kaptırdı gönlünü
Sevdiği oğlan kalpsizin biri
Alay etti güldü..
Hiç aşka gülünür mü?
Ne çare, cahil aklı
Kız hastalandı, yattı
Mumda yandı pervane.. öldü.
Oğlan sormakta haklı
Hiç aşktan ölünür mü?
Behçet Necatigil
“Aşka uçarsan kanatların yanar.”
demiş Sadi Şirazi. Kanatlarımızın yanma
tehlikesi var diye uçmayalım mı yani? Âşık
olmayalım mı? Kim yanıp kül olacağını
24
Yalnız
Yaşamak
Varken...
S
Mehmet Suat Günerli
bakındım, 17-18 yaşlarında bir genç, müzik
dinliyordu kulaklıklarıyla, diğerlerini duymamak için, 30-35 yaşlarında uzun boylu bir
kadın güneş gözlüklerini takıyordu bu bulutlu, yağmurlu havada diğerlerini görmemek
için. İnsanlar diğerlerini umursamıyordu.
İletişim çağı olarak anılan 21. yüzyılda giderek uzaklaşıyorduk biribirlerimizden,
insanlığımızı yitiriyorduk. Eski günleri andım
her ne kadar istemediysem de! İnsanlar böyle
miydi? Ne olmuştu komşularımıza; Nevin
Abla’ya, Fatma Teyze’ye? Kim uzaklaştırmıştı
bizi onlardan, neden? Sırf sizi çağırmak için
camınıza taş atmayı göze alan arkadaşlarınızın
ne önemi vardı ki, bilgisayar oyunları varken?
Mektupların ne anlamı vardı ki, e-mailler varken? Bakkal amcaların ne anlamı vardı ki, jet
kasalı süpermarketler varken?
ıradan bir sonbahar günüydü. Saat
sabahın yedisi olmasına rağmen sokaklar tıklım tıklım doluydu, yollar da.
İstanbul’un artık kronikleşmiş sorunu olan
trafik yine baş göstermekteydi. İnsanlar biraz da sıkıntıdan olsa gerek; arabalarının
camlarını açmış korna sesleri arasında
bağrışmaktaydı. Sokaklar doluydu fakat bu
sokakları sokak yapan insanlar; başları önlerinde yürümekteydi. Köşedeki dilencinin
yalvarışları ya da çocuğunu kaybetmiş bir
annenin feryatları, hiçbir şey ilgilendirmiyordu onları. Dış dünyadan soyutlanmak bu
olsa gerekti; yüzlerce, milyonlarca insanın
arasında bir kar tanesi kadar soğuk ve yalnız
olmak kolay iş değildi doğrusu. Çocukken annenizin akşam yemeği için söz verdiği çikolatalar gibiydi insanlar, biribirlerine çok yakın
ama bir o kadar da uzak...
Otobüs durağında gazetemi okuyarak
bir sonraki otobüsü beklerken fark ettim, ben
de çok farklı değildim doğrusu. Bir elimde
gazetem, bir elimde otobüs tarifesi... Çevreme
Yaşamanın ne anlamı vardı ki tek
başınayken, yalnızken?
25
Rüzgâr
Deniz Kotiloğlu
Rüzgâr esince anlarım yaşadığımı
Âşık olduğumu
Rüzgâr esince.
Ürperir içim
Yıldızın küçücük ışığında.
Toprağın kokusu gelir burnuma
Rüzgâr esince
Rüzgâr esince anlarım yaşadığımı
İnsan olduğumu
Umudum olduğunu
Rüzgâr esince.
Kuzeyin rüzgârı başkadır.
Denizin kokusu
Yaşamın kokusu gelir burnuma
Kuzeyden rüzgâr esince.
Rüzgâr esince anlarım yaşadığımı
Hayatı düşünürüm
Hayalimi düşünürüm
Rüzgâr esince.
Dostlarımın kokusu gelir burnuma
Dolar içime tek tek
Canım dostlarım
Rüzgâr esince.
26
Gözler
Ebrar Bahçivan
Z
Eskiden hayat dolu olan o gözler artık
hayattan bezmiş bakıyordur uzaklara, belki
de ufka, derin ve içli.
Onu gördükten bir süre sonra
küçük, küçücük bir parıltı dikkatimi çekti
gözlerinde, çökmüş bedenini hayata döndürebilecek küçücük bir parıltı. Ufak tefek, çelimsiz, ama onunla aynı mavi gözlere sahip
bir kız çocuğu, onun geçmişinden ve kendi
geleceğinden habersiz bir şekilde kadının
kucağına atladı ve onu öptü. Kadının bir kere
bile kıvrılmayan dudakları, o an kıvrılarak
mutluluğun sıcacık alevini yaydı bedenine.
Çocukla aralarında pek bir fark yoktu aslında;
zaman ve bastırılmışlık dışında… İkisi de
masmavi bakıyordu dünyaya; biri yorgun
ve bezgin, diğeriyse cıvıl cıvıl ve özgürce.
İkisi de acıyarak bakıyordu birbirine, biri
diğerine bakmıyorken. Biri acıyordu, çünkü
onu renkli ve taze dünyasında; hayattan
bezmişliğe, yorgunluğa ve bastırılmışlığa verilebilecek bir anlam yoktu. Diğeri acıyordu,
çünkü korkuyordu kızın masmavi gözlerinin
başkalarının hayatlarında kaybolmasından.
Sanıyordu ki aynı şeyler onun da başına
gelecek.
Bu yüzden sarılıyorlardı, sımsıkı,
sımsıcak…
amanın rüzgârları, saçlarındaki renkleri acımasızca alıp götürmüş, geriye
kendine renk arayıp da bulamamış
bir beyaz bırakmıştı. Yıllar bir hamur gibi
yoğurduğu
insanoğlunu
mayalanmaya
bıraktığında üşenirmiş düzeltmeye, o yüzden
kırış kırış olurmuş her tarafı insanın. Onda
da farklı bir etki yaratmamıştı, ama onun
yüzündeki çizgiler diğerlerine benzer şekilde
bir leke gibi yapışmamıştı suratına. Zaman
sanki bir ressamın ince fırçasıyla ustaca
kondurmuştu her birini. Zarafetleriyle dikkat
çekiyorlardı.
Yüzüne
bakıldığında
büyüklerin “Aman nazar değmesin!” tabirlerine
yakışırcasına duran nazar boncuğu gibi
masmavi iki göz dikkati çekiyordu. Gözlerine baktığınızda içinde mutluluk parıltıları
görmek, özgürlükle uçuşan bir ruhun
kalıntılarına rastlamak istersiniz. Oysa gözlerinde gördüğünüz ağır hüzün, size bir
tokat gibi çarpar. Ne yapacağınızı şaşırır, ne
diyeceğinizi bilemezsiniz, diliniz tutulur.
Onun deyişiyle “bey”inin arkasına saklanmış
bir çift mavi göz çok şeyi bağırmak, çok şeyi
haykırmak ister ama nafile; çünkü bir kere
“bey”inin arkasında kalmıştır o gözler, bir kere
engellenmiş, bastırılmış ve susturulmuştur.
Haykırışlar “beyim bilir”lere dönüşmüştür.
27
Bir
Kaan Ertek
Hiç acımaz mı için söyle
Kül olmuş savrulurken kalbim
Hayat bulurdum her gülüşünde
Şimdi öksüz bakar gözlerim
Vakit gelirken eylülün yirmisine
Gözlerim ufukta ben hep seni beklerim
Derler dünyanın düzeni böyle
Yiğitlik var serde, düzen mi dinlerim
“Elma beni sevmiyor diye,
Ben elmayı sevemez miyim?”
28
Adsız
Hayat
Pelinsu E. Hünkar
K
apkaranlık
bir
odanın
sağ
köşesindeyim şimdi, kapım kapalı ve
perdelerim çekik, oysa dışarıdan giren
ışığı görebiliyorum şimdi. Hayatım ellerimin
arasından kayıp gidiyormuş gibi, ama çığ gibi
büyüyor bir yandan. Beyin işlevini yitiriyor
kalp ne zaman devreye girse. Yenik olmak
istemiyorum ben, hiçbir zaman istemedim,
hep güçlüydüm zihnimin sağ köşelerinde.
Çalışma masamı ağlama duvarımdan daha
çok seviyor olabilmeyi dilemiştim. Sallanan
sandalyemi bir kere hüzünle değil de hazla
kullanabilmeyi, kalemimi çekmecemden bir
kez de yüzümde güller açarken çıkartabilmeyi
istemiştim ben. Bugün günlerden ne, adını
unuttum; saat kaç, okuyamıyorum. Kalbim
atıyor çoğu zaman, zaten hepimiz yaşıyorsak
eğer çarpmalı kalplerimiz... Benimkisi farklı
çarpar bazı zamanlar, bazen ben bile anlayamam dilinden, bazen kuş olup çırpınır göğüs
kafesimin en rahat yerinde, bazen hayat verir
beynime, bazen acı.
Korkularla büyüdüm, korkular büyüttü beni, canımı acıttı. Bir düşünce bile kor-
kutabilirdi adamı, belki bir his, belki tenine
dokunan rüzgâr, sadece bir düşünce ne kadar
etkileyebilir ki hayatını, belki bir nefes nasıl
değişirebilir, nasıl akabilir bir damla gözyaşı?
İnsanlar, çoğu zaman kaçmayı seçer gerçeklerden, kendine itiraf etmek istemediğinde
olayların hep diğer yüzünü görmeye çalışır,
gerçeği bilse de aksinin gerçekleşebileceği bir
gökyüzü vardır onun için, alabildiğine mavi
alabildiğine huzurlu. Gözyaşı da mavidir
mesela, benim hayallerimde, o kadar mavidir
ki hatta gökyüzü ağladığında mavi boyası
gözyaşıyla beraber akar benliğinden, karanlık
kalır o zaman sadece geriye; işte, bu yüzden
ne zaman yağmur yağsa ben, kaybolmak isterim bir başka bedende bir başka insanın
silüetinde.
Kaygılar mesela, korku değil ama
kaygı. Endişe de değil, öğrenme isteği de
ya da bir çiçeğin kokusunu tatma amacı,
belki güneşin doğuşunu seyretme güdüsü
bile. Kaygı farklı, kaygı anlaşılması güç,
kaygı herkeste var olan aslında; ama güçlü
olduklarına inanıp insanların bastırmaya
29
çalıştıkları. Bir kaynak gibi, korkuyla karışık
kalp atışı salgılıyor ruha, sonra sen alıyorsun
o ruhu, koyuyorsun baş ucuna. Sorular soruyorsun hep, sorular, cevabını bilmediğin belki, çözemediğin kendi başına. Bazen olmayan
şeyler kuruyorsun kafanda, sonra kaygının
çatısının altına koyuveriyorsun, sonra paranoya koyuyorsun adını, sonra belki yalnızlık
doğuruveriyor paranoyan. Çok seviyorsun
bazen kaygılarını, gözlerinin içine bakıp gerçek olmasını diliyorsun, oysa biliyorsun ki
kaygın gerçek olsa acın da büyüyecek.
Uyumak istiyorsun. Bir kaçış yolu gibi
uyumak çünkü, esnemiyorken, gözünden
damla damla uyku akmıyorken bile hep bir
uyuma isteği içinde, mutlu olmak istiyorsun
ama mutlu olmadan önce engellerin varmış
gibi geliyor hep. Hep önce onları aşmalısın,
hep önce onları yenmelisin... Ki bu engeller senin elinde olmuyor çoğu zaman, etken
oluyorsun hep ama etkin olamıyorsun verilen kararlarda; oynadığın bir rol var evet
ama ne doğaçlama yapabiliyorsun, ne kendi
kısımlarını yazabiliyorsun ne de senaryoyu
değiştirebiliyorsun. Bir seyirci var seni izle-
yen, hani o bile biliyormuş senin yapacaklarını,
söyleyeceklerini ama sen sahnenin ortasında
geceler öncesinden ezberlediğin sözleri
unutuyormuşsun gibi. İnsan şaşırtmak istiyor
bazen izleyenini, bazen delirmek istiyor sahnenin göbeğinde, bazen o olmak istiyor kendisi yerine, bazen bu. Bazen kendisi sadece
ruhmuş da başka birisinin hayatını yaşıyormuş
gibi davranmak istiyor, bazen hoyratça kullanmak istiyor bedeni, bazen acıyı yine ruhun çektiğini hatırlayıp engellemeye çalışıyor
zararı. Bazen kimse yargılamasın istiyor onu,
bazen zaten kimse onu yargılayabilecek kadar yakın olmasın. Bazen hiç olmasın, hiç var
olmasın istiyor, yani ölmek gibi hani, dünya
hiç olsun, bazen o bu cümleleri kurarken bile
hiçliğin olmamasını dilediğini anlıyor hiç
olmasın derken, bazen kafası karışıyor bedenin, ruh dimdik, kemikleri ayakta tutmaya
çalışıyor. Eller birleşiyor sonra aniden, sen
birisinin elinden sıkıca ve sevgiyle tuttuğunu
düşlüyorsun, hâlbuki birbirine çarpan eller
alkışlıyor seni. Sadece seni ve senin gibi kuyudan çıkabilenleri.
Elif Kınlı
30
Gözlerim
O buna değmez derler ya hep,
Neyse ki sen
Gözümden düşen o iki damla yaşa değersin.
Dudaklarından dökülen iki kelime söz,
Beni buruk sessizliğinde de bırakabilir
Gülen düşüncelerde de.
Yüzündeki tebessüm,
Gözlerimi fal taşı gibi açabilir,
Dudaklarımı dudaklarına uzatabilir de.
Ve hoşça kal dediğin zaman bana
Bu seni seviyorum da olabilir
Şişmiş gözlerin habercisi de
Bu yüzden ben
O iki damla yaşa inat
Çekerim Boğazı bir nefeste içime
Deniz dolu, umut dolu, hayat dolu
31
İdil Beri
Küçük
Taş
Aysel Kapsız
Kapıyı kapadım;
Artık kimseye giriş yok
Ama paslı bir kilit de kondurmadım üzerine
Boyası çoktan akmış, mavi bir kapı işte
Dokunsan açılacak ama
Arkasına çoktan bir taş dayadım ben
Küçük bir taş;
Kumsalda yürürken ayağıma batan taşların en gri olanından
Yağmurdan önceki İstanbul gibi
Ne siyah ne beyaz
Alacalı bir taş
Şanssız bir çocuk gibi
Ve aniden açılır kapı
Küçük taş gecenin karanlığında
Yuvarkanırken bayır aşağı
Poyraz gerisin geri kapatır
Eski ahşap kapıyı...
32
“Sevgilerde”
F. Sueda Evirgen
Y
üzüne vuran ışık onu yavaşça uykusundan uyandırdı. Büyük bir sinirle
kalkıp pencerenin kenarına gitti.
Aralık ayının ortasında, günlerden sonra ilk
kez açan güneşi o hariç herkes büyük bir sevinçle karşılamıştı. Biraz uzaktaki çay bahçesine takıldı gözü. Müthiş deniz manzarası,
şirin dekorasyonu ve tavşan kanı çayıyla
ünlü şahane bir yerdi. İnsanlar sevdikleriyle, aileleriyle oturmuş, kahvaltı yapıyordu.
Evine iki adım uzaklıkta olmasına rağmen,
yıllardır bir kez bile orada oturmadığını fark
etti. “Neden?” diye sordu kendine. Aldığı cevap onu daha da sinirlendirdi, hırsla perdeyi
kapatıp yatağına geri döndü. Uyumayı denedi. İki kişilik büyük yatakta bir o yana bir
bu yana döndü bir süre, sonra vazgeçti, kalktı.
Yüzünü yıkamak için banyoya girdi. O sabah
aynadaki yüz farklı geldi ona, biraz daha yaşlı
biraz daha mutsuz biraz daha yorgundu sanki.
Sabah pırıl pırıl olan gökyüzü aniden
beliren bulutlarla kararmıştı. Kahvaltısını
hazırlamak için mutfağa girdi. Tabak
çıkarmak için mutfak dolabını açtı. Neden
burada bu kadar çok tabak var ki? Neden
tabakları takım halinde satıyorlar, bir insan
yalnız yaşayamaz mı? Misafirlerden nefret
edemez mi? Ya da… Benden başka herkesin
evine çağıracak misafiri var mı gerçekten?
Dolaba takılı kaldı gözleri bir süre. Sonra tüm
tabakları dolaptan çıkardı. Bir tanesini seçip
kenara ayırdı ve kalanları tek tek kırdı.
Ardından hiçbir şey olmamış gibi, kırık
tabak parçalarını öylece yerde bırakarak salona gitti. Televizyonu açtı, kendini oyalamaya
çalıştı ama düşüncelerinden kaçamıyordu.
Yıllarca insanları kendinden uzaklaştırmıştı.
İnsanlara değer verdiğini belli etmeyi bir çeşit
zayıflık olarak görmüştü hep, becerememişti.
Sevdiği kadınları yanında tutamamıştı, sevgisini söylemekten utanmıştı hep. Bir gün
yaşlanacağını, yapayalnız kalacağını hiç
düşünmemişti. Çevresindeki insanlar azaldı
birer birer. Hiç en yakın arkadaşı olmamıştı
ki. Zaman geçti, yıllar geçti, yalnız olduğunu
kabullenemedi başta. Ona yaklaşan herkesin
ona acıdığını düşündü, kaçtı onlardan. Hem
yalnız hem de huysuz bir adama dönüştü.
33
Elif Kınlı
Birkaç sene sonra yalnız olduğunu kabullendi, alışmaya çalıştı ama başaramadı. Bir
şeyleri değiştirmek için çok geçti, ve böyle
yaşamak katlanılmazdı. Ne zaman dışarı çıksa
mutlu insanları görüyor, daha da karanlığa
gömülüyordu. Başını ellerinin arasına aldı,
gözlerini kapattı. Düşüncelerinden sıyrılmaya
çalışıyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu
ama ne? Onu oyalayacak bir şeylere ihtiyacı
vardı. Dışarıda gök gürlüyordu ve bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyordu. Pencerenin
kenarındaki koltuğa oturdu ve yağmuru
seyretmeye başladı. Birkaç damla yaş aktı
gözünden. Zaman kavramını yitirdi bir süre,
uykuyla uyanıklık arasında gidip geldi, hissiz,
donuk gözlerle çay bahçesine baktı. Kimse
yoktu şimdi, yağan yağmurla birlikte birdenbire masalar bomboş kalmıştı. Tamamen
kendine geldiğinde güneşin yavaş yavaş batmakta olduğunu fark etti. O koltukta kaç saat
oturduğunu bilmiyordu. Hâlâ üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi hissediyordu. “Bu kadar yeter!” diye bağırdı. Bunca yıl nasıl böyle
yaşayabildim diye düşündü. Sonra birden
onu neyin oyalayabileceğini buldu. Bardaklar
dedi, bu evde gereksiz çok bardak var.
Evdeki tüm bardaklar teker teker
kırıldı. Gök gürültüsü ve yağmur durmuştu,
bulutlar gökyüzünden çekilmişlerdi. Dolunay
vardı o gece, güneş gibi aydınlatıyordu şehri.
Hiçbir şey hissedemiyordu. Yaptığı hatalar,
kaçtığı insanlar, söylemekten korktuğu gerçekler, sakladığı duygular ve geç kalmışlık
akıp gidiyordu şimdi, geride ince bir sızı
bırakarak...
*Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” şiirinden
esinlenerek yazılmıştır.
34
“Sessiz Ev”
Gülmin Coşar
Metin Darvınoğlu
Fatma Darvınoğlu
Metin, Fafa, Ceylan ve Fikret
Fatma ve Metin Darvınoğlu
Fatma Darvınoğlu
Selahaddin Darvınoğlu
35
Faruk Darvınoğlu
Selahaddin ve Fatma Darvınoğlu
Fatma Darvınoğlu
Faruk Darvınoğlu
Nilgün Darvınoğlu
*Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” adlı romanından esinlenerek çizilmiştir.
36
Duvarlar
ve
Eğlence
D
Hazal Göksu
duruyorsun hep, ama gerçekleştiğinde nasıl
bir dünya olacağı üstünde neredeyse hiç kafa
yormuyorsun.
Senin hayallerine göre, duvarlar yok
olacak ve herkes bir araya gelecek. İnsanlar
kendi iç dünyalarını tüm çıplaklığıyla görüp
kendilerini anlamayı başaracaklar sonunda. Herkes birbirini tanıyacak ve kimsenin
aslında kötü olmadığını anlayacak. Kıyafetler,
teknolojik aletler, kitaplar ve tüm o yıllar
boyunca yarattığınız her şey yok olacak ve
doğaya geri dönüp hayvanlarla kardeşçe
yaşayacaksınız.
Bunları düşünüyorsun değil mi? Çok
da hoşuna gitti ben böyle söyleyince. Doğru
düzgün üstünde düşünmediğin için bu hayal
çok hoşuna gidiyor.
Hiç mi düşünmüyorsun insanı insan
yapan şeyi? Hiç mi anlamaya çalışmıyorsun
neden yaratıldığınızı? Doğru, sen her şeyin
tesadüf falan olduğuna inanıyorsun. Bu fikir
biraz sinirlerimi bozuyor doğrusu. Beni yok
sayan insanlardansa bana ya da ben zannet-
uvarlar! Evet, hani şu her şeyi
birbirinden
ayıran,
insanların
kavuşmasına engel olan soğuk ve sert
şeyler. Onlar olmasa hayatlarınız ne kadar güzel olurdu değil mi? Kardeşçe yaşardınız hep
birlikte.
“Hayır, herkes birbirini öldürürdü,
güvenlik olmazdı.” diyenlere de kızıyorsun
sürekli…
Duvarlar
olmasaydı
kimsenin kimseye düşmanlık beslemeyeceğini düşünüyorsun çünkü sen. Şimdi de bu
konuda, tam bir hafta sonra koskocaman
bir konferans salonunda okuyacağın uzun
ve ateşli bir yazı yazıyorsun. Fikirlerinin
özgünlüğü seni zevkten yiyip bitiriyor. Daha
şimdiden sana hayranlıkla ve kıskançlıkla
bakacak insanların yüzlerini görür gibisin.
Hatta o sırada kendi yüzünün alacağı ifadeyi
de hayal ederek duyduğun tuhaf zevki iyice
güçlendiriyorsun, bu da yazının daha da ateşli
olmasını sağlıyor.
Aslında o kadar aptalsın ki! Hayallerini nasıl gerçeğe çevirebileceğini düşünüp
37
nizle kavga etmezsiniz, yakınlaşırsınız. İçinde
bulunduğunuz yer hakkındaki bilgisizlik
duvarını yıkarsanız her şeyi öğrenirsiniz, bu
yüzden de daha fazla merak etmezsiniz. Kendi içinizde yarattığınız duvarları yıkarsanız
sonsuz bir iç huzura kavuşur, hiçbir şey yapmadan öylece oturarak geçirirsiniz hayatınızı,
kendinizi mutlu sanarak.
Bu da yarattığım diğer türlerden
farkınızı ortadan kaldırır!
Bu yüzden, çok saçma hayaller bunlar. Gerçek olursa her şey biter. Tekrar canım
sıkılır ve bir süre sonra da yok ederim sizi.
Çok kötü olur o zaman. Bir daha eğlenceli
bir fikir bulmam gerekir, bu da milyonlarca
yılımı alabilir.
Tüm bunları söyledim diye benim
üstümde herhangi bir gücün olabileceğini
düşünme. İstersem aklında filizlenen bu saçma sapan fikri silebilirim. Ama silmeyeceğim,
çünkü zaten imkânsız olan fikrinden korkmuyorum. Hatta iyi ki düşündün sen böyle bir
fikri, aferin sana! Bak, birkaç yıldır ne kadar
çok eğlendiriyorsun beni! Hadi, uyan artık,
tuşları bozacaksın, kaldır kafanı. Şu ateşli
yazını bitir ve gidip oku insanlara, eğlendir
beni biraz.
tikleri şeylere tapan, onlar için canını veren
insanlar çok daha iyi hissetmemi sağlıyor
açıkçası.
Görüyorsun ya, hiçbir fikrini
beğenmiyorum. Özellikle de duvarlarla ilgili
olanını.
Fikrin hiç hoşuma gitmiyor, çünkü
gerçek olması halinde o sıkıntılı günlere
dönmek istemiyorum. Ne kötü günlerdi onlar öyle! Her şey her zaman aynıydı. Hiçbir
değişiklik olmuyordu. Yarattığım türlerin
hepsi birbirinden karmaşık, hepsi birbirinden güzeldi. Kusursuz bir düzen vardı; ama
ben sıkılıyordum. Sorunun ne olduğunu
anlayamıyordum. Sonunda anladım. Bir kusura ihtiyacım vardı.
Bir süre düşündükten sonra, her
şeyden âciz, güçsüz ve çirkin bir yaratık
yarattım ve içgüdülerini yok edip beyinlerini
birazcık büyüttüm.
Bir daha da sıkılmadım ondan sonra.
O kadar büyük istekleriniz ve öyle küçük bir
gücünüz var ki! Kavgalarınızı, katliamlarınızı,
aşklarınızı, barışlarınızı izlemek çok
eğlendiriyor beni.
Duvarlar, sizi siz yapan tüm bu
olayların çok önemli bir parçası. Sizlerin
arasında sizi ayıran duvarlar olmazsa birbiri-
Ecegül Bayram
38
temmuzda
yıldızları düşledi hep o
kollarını hep, yıldızlara açtı.
bir temmuz akşamüstüsüydü son görüşüm onu,
sarhoşçasına ağlamıştı.
ellerini soğuk kuma batırmış
kokusundan bahsederdi yıldızların.
kendisinin ne kadar kırılgan koktuğundan habersiz.
sonunu düşledi hep o,
kollarını hep, yıldızlara açtı.
39
Ecegül Bayram