2014-01 Kizilbas 34

Transkript

2014-01 Kizilbas 34
kızılbaş
Ocak 2014 - Sayı 34
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
1 9 1 5 ’d e n b u y a n a y a p ı l a n
katliam soykırımı ve
cinayetleri devlet
yapmıştır!
Türkiye’de Kürtistan
Demokrat Partisi’nin
(T’de KDP) birinci
kongresi
***
Roboski Goyiler
***
İsmail Beşikçi siyasete
giriyor
***
Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu
***
“Em birayê hev in lê ne
şirîgê hev in”
***
Tutsak PKK,
Rehine HDP
***
AKP-Cemaat
Çatışmasında Kürtlerin
Tavrı Üzerine
***
Fethullah Gülen
Paris Katliamını
yaptıranlardan biri!
***
Milli Mücadele neyin
mücadelesi
***
Kardeşliğin değil
Aleviliğin inşası...
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 3 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0 506 818 66 55
[email protected]
kayseri temsilcisi
a. rıza ülger
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 ocak 2014 sayı: 34
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.
dünya ve avrupa için:
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29
bankleitzahl 350 500 00
IBAN: DE05 350 500 00 0300 23 23 29
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger
Sayfa 06 - TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ’NİN
(T’de KDP) BİRİNCİ KONGRESİ
Syafa 11 - türkiye’de kürtistan demokrat partisi’nin (t’de kdp) programı
ve tüzüğü
Sayfa 14 - İki Said’ler (Said ELÇİ - Said KIRMIZITOPRAK) olayı Kuzey
Kürdistan’da milli damara ....................................... Şerif Karakurt
Sayfa 15 - Roboski Goyiler ........................................... Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 18 - İsmail Beşikçi siyasete giriyor ...................................... Ferda Çetin
Sayfa 21 - Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu
.................................................................... Dursun Ali Küçük
Sayfa 23 - “Em birayê hev in lê ne şirîgê hev in” .................. İbrahim Küreken
Sayfa 24 - Tutsak PKK, Rehine HDP ............................ Garbis Altınoğlu
Sayfa 32 - AKP-Cemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine
.................................................................................. Cemil Gündoğan
Sayfa 36 - Fethullah Gülen Paris Katliamını yaptıranlardan biri!
.................................................................................. Bese Hozat
Sayfa 38 - HDP’den KCK açıklaması
Sayfa 38 - ‘Gayrimüslim lobilerinin paralel devletleri’ mi?
...................................................................... FOTİ BENLİSOY
Sayfa 39 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 5. Bölüm .................... Hovsep Hayreni
Sayfa 44 - Milli Mücadele neyin mücadelesi - 2 ............ Sevan Nişanyan
Sayfa 45 - Sevan Nişanyan Torbalı cezaevinde: ‘Pişman değilim’
Sayfa 46 - Zulüm Mülkün Temelidir (!) ......................... Av. Okan Manaz
Sayfa 47 - MGK’da Ortadoğu, Kuzey Afrika, Suriye ve Irak’taki
gelişmeler ele alındı
Sayfa 48 - Şapkasız gelemezsin okula ŞAPKALAR NE İŞE YARAR?
.......................................................................... Sultan KILIÇ
Sayfa 49 - Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası... ........................... Kelime Ata
Sayfa 50 - mevsimlik işçiler (ikdidar ile ölümler doğru orantılıdır)!..
....................................................................... ayşegül karadağ
Sayfa 51 - Serçesme’mizin ortasına zorla yapılmış bir camidir o!
........................................................................ Veliyyettin H. Ulusoy
Sayfa 52 - Maraş Katliamı Paneli .................................... Erdal Yıldırım
Sayfa 55 - malatya katliamı
Sayfa 56 - İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa
Karşı Komisyon MÜSLÜMANLARA SORUYORUZ!
Sayfa 56 - 147 ton kitap, kilosu 15 kuruştan satıldı
Sayfa 57 - Ölmeden Önce .................................................... Aram Ararat
Sayfa 58 - Öteki Maraş (II) ............................................................ Uğur ADSIZ
Sayfa 59 - mirabel kızkardeşlerin yolundan gidenler...25 kasım dünya
kadınına şiddete yönelik mücadele günü ........ Dilara Gerdan
Sayfa 60 - İŞİMİZ KAPI KULLARI İLE DEĞİL OL KAPI İLEDİR
.................................................................................. Adnan Cangüder
Sayfa 62 - Lazca Yayın Yapan Tv Kanalı Kuruldu
Sayfa 62 - duruşu belli olmayan bir toplum yok olmaya mahkumdur-ali ülger
Sayfa 63 - Pontosluların Ölüm Yolculuğunda Türk – Alman Ortaklığı
............................................................................ Sait Çetinoğlu
Sayfa 64 - Öcalan’dan AKP hükümetine tam destek
gağan
bayramı
Yaşadığımız coğrafyada
yerli hakların ferklı kültürlerin ortaklıkları ayniyetlikleri de oluyor. aynen gağan
bayramında olduğu gibi.
kızılbaş zazaların hrıstiyan
ermenilerin kızılbaş kürtlerin
ortaklaşa kutladıkları gağan
bayramının yerli komşu halklara dostluk güven ve barışa
vesile olması dilegimizle
kutlarız
yaşadığımız coğrafyada tarihsel ve güncel sorunlarımızın
çözümlerinin bilince çıkartılıp
adil demokratik yollardan
çözümlerine katılmak
özgürleşmek için her bir kesmin kendisini temsil etmesini
karşılıklı dayanışmalarını
yaşayarak görmek isteriz
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cangözü
ile
görmek
yasal ve matematiksel olarak da mümkün olmayacaktır.
Bizim Kızılbaş-Alevi-Bektaşi camiasında var olan güncel ve tarihsel sorun
ve problemlerimizi de kendi içimizde
eşker yüksek sesle tartışarak halletmeliyiz!...
Sakine Polat
Gündem yoğun, siyaset çok hızlı işletiliyor. Hayatın her bir alanında çok
ciddi bir yarış var.
Bu hızlı yarışın içinde biz KızılbaşAlevilerin tercihleri nasıl olmalıdır?
Seçimler yaklaşıyor. Alevi dernek-vakıf siyasetçileri aday olmak, koltuk
kapmak için kapı kapı dolaşıyorlar. Eletek öpüyorlar. Ankara Çankaya Belediye Başkan Adayları içinde bilinen
iki aday var. Biri ittihatçı, soykırımcı,
asimilasyoncu, faşizan CHP, diğeri de
CHP evladı MHP’dir. Her iki devlet
partisinin adayı da Kızılbaş-Alevidir.
MHP adayına Kızılbaş-Alevi camiasından çok büyük sessiz, olumsuz tepkileri var!...
CHP adayına açık kapalı destek sunmaları hiçte hayra delalet değildir.
Çürük elma siyaseti içinde yer alan ittifaklar içinde olan ol kardeş partilere
neden böyle farklı yaklaşımlar sunuluyor burayı azıcık irdeleyelim mi?
partilerinde koltuk kapmaca oynamaları elbette açık açık eleştirilmelidir.
Sadece eleştirmekle de kalmamalı bu
devlet siyasetçilerine modern ve demokratik bir alternatif olacak devlet
siyasetine karşı olacak kendi öz partimizi geliştirerek, yayarak kendimize
sahip çıkarak, yeni adımlar atmalıyız.
Önümüzde duran tarihi bir görevdir.
Kendimizi yenileyip yeniden yapılanarak demokratikleşip siyasal hayata
bizde kendimiz için katılmalıyız.
Bizi sadece içimizdeki kınalı-kekliklere açık tavır alarak onları işimizden
yolumuzdan ve siyasetimizden uzak
tutmalıyız.
Devletçi klasik parti örgütlenmelerinin dışında modern demokratik açık
bir parti olmalıyız.
* * *
Halkların Demokratik Partisi oluşturuldu. Siyasetini tutsak olan bir özgür(!) önderliğe bağımlı olarak siyaset
işletiliyor
Tek başına vatan, millet kurtaran yasal ve yasa dışı onlarca partiler var ve
hiçbiri kendi dışında kalanları görmek
istemedikleri gibi bir de düşman cephesine itiyorlar.
Biz kendi siyasetimizi ve yolumuzu
kendimiz açık açık belirleme durumundayız!...
CHP TC. Devletini kuran ittihatçıdır.
1915’ten bu yana yapılmış tüm soykırımları, katliam, sürgün ve cinayetlerden birincil dereceden sorumlularından biridir. İnkâr, asimilasyon
siyasetini işleten CHP’dir.
Bulunduğumuz coğrafyada demokratik toplumun oluşmasında taraflar arasında uzun vadeli ciddi ve de kalıcı bir
yol haritasının oluşturulmasında bizlerin de örgütlü kendi öz partimiz ile
katılıp kendimizi temsil etmeliyiz!...
MHP devletin sivil silahlı terörist bir
koludur. Devlet kendine ait olmayan sivil muhalefetlere karşı MHP’yi sürekli
kullanmıştır.
Müslümanların, Kürtlerin KızılbaşAlevilerin ve azınlığa düşürülmüş
mazlumların bir platformda uzlaşmasına ihtiyaç olduğu kanısındayız.
Devletin ırkçı soykırımcı partilerinin
birine evet diğerine hayır diyerek dürüst samimi demokratik siyaset işletilemez!
Bu yönde gelişecek toplumsal siyasetin ırkçılıktan, faşizanlıktan, inkâr ve
asimilasyondan kendini arındırmasına
her bir kesimin katılımıyla demokratik ortamın oluşturulması ve hukukun
üstün kılınıp işletilmesinin sağlanmasında var olmalıyız. Bu gelişim içinde
olmayanların gelecekleri de olması si-
Kızılbaş-Alevi dernek ve vakıfları işleten çok kocaman kahramanları şimdi
devletin ırkçı soykırımcı katliamcı
Diğer yandan kendi içimizde var olan
mitolojik ve kültürel ve milli farklılıklarımızı da hoş ve eşit tutara birlikte
dayanışarak üretip geliştirebilmenin
demokratik bir ortamı partimiz içinde
üretebiliriz!.
MHP + CHP diğer devlet partilerinin
adaylarına bu yönden karşı çıkmak
her dürüst insanın görevi olmalıdır oy
vermeyerek onları dışlamak bize görev
olmalıdır.
Kürtlüğü beyazlaştırarak Tırkılığa taşıyan bir araç olarak işletilmektedir.
Yeni bir devşirme katmanı oluşturuluyor.
Mazlum halkların kardeşliği söylemlerini sakız yaparak yeni bir inkâr asimilasyon baskı aracı oluşturulmaktadır.
Kendine hayrı olmamış seyrek bir topluluktan Kürt milli mücadelesine yük
olacağı kanısındayız.
Kürt-Tırk kardeşliği üzerinden Kürdistan istemek kötüdür, kardeşlik, barış
iyidir siyasetinden önderliğine bağlı
olarak, siyaset yaparak ne Kürt milletinin ne de diğer halkların hiçbirinin en
küçük faydası olmayacağı gibi zararı
olacağı kanısındayım.
HDP’in işlettiği siyaseti ve siyaset yöntemleri CHP’n döküntü siyasetinin en
ilkel en basit silik bir kopyasıdır. Bunu
yaşayarak hep birlikte göreceğiz.
Bugüne kadar terlik değiştirir gibi
parti değiştirilmesine alışıldı galiba.
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
HDP öncesinde açılan işletilen ve kapattıkları partilerin hiçbirinin hesabını
vermeden aynı kadrolar ile yeni gibi
görüne sadece adı amblemi değişen
partilerden hayır gelmemiştir!...
HDP’i bulunduğumuz coğrafyada var
olan mazlum Ermenilerin, Rumların,
Hristiyanların, Yahudilerin Kızılbaşların ve Zazaların kısacası kendileri gibi
olmayanların özgür örgütlenmelerine
karşıdırlar. Gelsinler biz güderiz siyaseti işletilmektedir, aynen CHP’nin
işlettiği yöntemler ile siyaseti ile!....
* * *
PKK silahlı mücadelesinin kazandırmış olduğu sevgi sempati ve desteğin
gölgesinde siyaset işletenlerin akıbetlerinin hem maddi hem siyasi olarak
hüsran olacaktır. Serok Apo’nun yakalanmasından sonra oluşturulan TC.
İle bütünleşme siyaseti işletiliyor. Bu
siyaset ile oluşturulan yeni birlik kardeşlik siyasetiyle geçmişin birikimleri
tüketiliyor nereye kadar bu tüketime
dayanır pek belli değil!
Türk-Kürt kardeşliği, barış vb. söylemler ile oluşturulan bu siyaset ile
Kürdistan istemiyoruz ile kendini taçlandırdı. Bir de Tırk-Kürt-İslam birliği
siyaseti eklendi. Bu siyaset biz Kızılbaş-Alevilere hiç güven vermiyor!
Önder Serok Apo’nun bu mucizeleri
bize ittihatçı ittifakın tekrarını hatırlatıyor! 1915’i, 1919’u, 1925’i, 1937-38’i
hatırlatıyor! Bu siyaset devlete Tırkın
siyasetidir.
Gerek Osmanlıda gerek TC. Döneminde Kürtlerin de içinde yer aldıkları ittifaklarını iyi biliriz. İttihatçı, katliamcı,
soykırımcı ittifaklarını…
Hâlâ Kürdüm diyen aydın ve örgütlenmelerinin kendi yakın, kanlı, maraba
geçmişleriyle yüzleşmeden inat ile
kaçmaları ittihatçı ittifakın dışına çıkmak istemelerine delildir!
* * *
Mustafa Karasu ile yapılan bir söyleşide Mustafa Karasu: “Tarih Alevileri
tutumlarından dolayı onure edecektir!” Alevileri kendileri için neler yapmışlar da onure edilmeyi hak etmişler?
Gezi işlerinde CHP + İP + Ergenekon
üçgeninde marabalık yaptıkları için mi
ödüllendirilecekler?
Alevi-Bektaş-i örgütlenmelerinin hiçbirinin kongresinde “Kürtlerin hakkı,
hukuku verilsin, Tırk Silahlı Kuvvetleri işgale son versin, çekilsin” diyen var
mı? Yok! Kürtlerin en basit hakkını tanımadıkları için onure edecekse tarih,
Karasu da o zaman haklı olur.
Beyaz Kürt örgütlü hareketi KızılbaşAlevilerin basit oylarını almak için
böylesine sakal tarıyorlar bu işi Tırklardan kopyalamış olabilirler.
Irkçı, soykırımcı, katliamcı, sömürgeci, asimilasyoncu siyasetin uygulanmasıyla üretilen tahribatın derinliğini
sağlıklı görüp tasfiyesine yönelik alternatif programlar ile siyasetini işlemedin mi CHP siyasetinin gölgesinden ve
işgalinden kurtulmak mümkün olmaz!
İttihatçı ittifakın dışına çıkılamaz ve
yüzleşme demokratikleşip özgürleşme
de olamaz!
Şu anda aktüel işletilen beyaz Kürt
siyasetiyle ne Kürt sorunu çözülür ne
de diğer sorunlar! Bu siyasetle ne kendilerine ne de biz Kızılbaş-Alevilere
hiçbir faydası olmayacağı gibi zararı
ve gecikmeleri olacağı kanısındayım!
* * *
PKK örgütlenmeleri Kürdistan ülküsünden feragat ettiler. Bu dönüş anlaşılır bir durumdur.
Kürt milletinin müstakil olmasını isteyenlerin oturup yeni baştan bir hesap
yapmaları gerekiyor. İlla da müstakil
olma işini istemezük kötüdür diyenden! Müstakil Kürdistan kurun demekte çok çok haksızlık olmuyor mu?
Kendi yapbası gerekenleri başkasından
istemek te ayrı bir hastalık ve ittihatçı
ittifakta kalma siyasetidir.
* * *
KCK Yürütme Konseyi Eş başkanı
Bese Hozat’ın açıklamasının ilgili bölümü şöyle:
“Türkiye’de resmi devletin dışında bir
de oluşan paralel devletler vardır. Mesela Fethullah Gülen cemaati paralel
bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer
devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle
ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da
yoktur ama resmi olandan daha güçlü
ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel
Harp Dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi
buna resmi kimlikli emniyet, polis ve
yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların
bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural
yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de
bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin
korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir,
NATO destekli cemaatin ve lobilerin
illegal devlet örgütlenmesidir. Asıl
amacı, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemektir.”
http://t24.com.tr/haber/kck-ermenive - r u m -lo b i le r i - p a r a lel - b i r e rdevlettir/247918
Hiçbir yoruma açık kapı bırakmayacak
kadar açık. Bu görüş TC. Görüşünün
basit bir kopyasıdır.
Bu gidişat ile K. Kürdistan’da yeni beyaz Kürt MHP’si mi oluşacak?
* * *
Beşikçi Hocanın yazısına gelen saldırıları sağlıklı görmek gerekiyor. Şöyle
ki; Beyaz Kürtlerin ulu halk önderlerin
ve teşkilatlarını görüş ve düşüncelerini
eleştirmek suçtur, günahtır! Eleştirenler ya hain ya da düşman yapılıyor.
Bu dayatma demokrasinin, hukukun
olmadığı teşkilatlarda işletilen diktatörlüktür.
Cc. Allah gecinden versin Beyaz Kürtlerin ulu önderleri hakkın rahmetine
ulaşırsa ne olacak? Kürt milleti kendi
taleplerine ulaşamayacak mı?
Eleştiriden öneriden korkanların özgürlük, barış ve demokrasi isteme
talepleri sadece kurusıkı palavradan
başka bir şey değildir.
Gerçekten özgürlük barış demokrasiden yana olanların açık eleştiriye öneriye ihtiyacı oldukları kanısındayım.
Saygılarımla
Can Cana
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT
PARTİSİ’NİN (T’de KDP) BİRİNCİ KONGRESİ
TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ’NİN (T’deKDP) BİRİNCİ KONGRESİ Birinci Kongremiz: Tam
bu noktada, hemen eklememiz gerekir ki,
bize göre Türkiye’de dahilî milli çelişki,
diğer tüm dahilî ya da dış çelişkilerin en
önemlisidir. Çünkü Kürt halkının varlığı
ve O’nun assimilasion metotlarıyla ezilmesi, faşist iktidarların devamı için temel bahane olmuştur. Nasıl ki Hitler Faşizmi; bir zamanlar diktatoryalarının ana
sebebi olarak, Yahudilerin mevcudiyetini şoven bir kılıfla Almanya'nın her kesimine yutturmuş idiyse; ırkçı Kemalistler
de şoven askeri diktatörlüklerinin temelini Kürt meselesi, özellikle de O’nun
inkâr edilmesi üzerine atmışlardır: Yarım yüzyıla yaklaşan bir zamandan beri
bütün okullarda, eğitim yuvalarında,
kışlalarda, karargahlarda, dairelerde,
mahkemelerde ve tüm resmi yerlerde,
durmaksızın ırkçı ve şovenist Turancı
propagandayla, Mustafa Kemal’in şahsı
putlaştırılmıştır. Özellikle biraz okumuş
olanlar, mutlak olarak bu şoven potanın
içinde oluşuyorlar. Bunun pek tabii bir
sonucu olarak, Kemalist subay ve bürokratlar ki bir kere daha söyleyelim, ister
açık isterse kapalı olsun, Türkiye´de siyasi iktidarın gerçek sahipleri bu subay
ve yüksek bürokratlardır. İster iç ve isterse dış, tüm ilişkilerini Kürt halkının
düşmanlığına müstenit bir düzeyde sürdürürler. Bunun içindir ki, bir anlamda,
Türkiye kamuoyunun geniş ekseriyeti
de, bu düşmanlığa göre şartlandırılmıştır. Basit bir örnek: Şayet birisi açıkça
Kürd’üm der, ya da Kürt halkı için en basit insan haklarından söz ederse, hemen
bu kimsenin başına belalar yağmakta ve
polis, askeri mahkemelerle faşist yetkililer onu vatan haini ilân ederek sürüm
sürüm süründürmektedirler. Asıl üzülmesi gereken acı nokta odur ki; okumuş,
üniversiteli, aydın, liberal, sağcı, solcu
ve hatta gerçek bir demokrasinin sözünü içtenlikle edenler bile, Kemalistlerin
bu tuzağına düşmektedirler. Bu nedenle
de (yani Kürt halkını inkâr dolmasını
yuttukları için) Kürt halkının inkâr ve
asimilasyonu tatbikatına karşı, ya kendilerini vurdum duymazlığa veriyor ve çoğunlukla bu alanda su-baylarla Kemalist
bürokratların suç ortağı ve yardımcısı
oluyorlar. Bu nedenlerle, bugün piyasa
partilerine ve onların hükümetlerine ki
bu sivil hükümetlerin bizzat kendileri
dahi, subaylarla yüksek bürokratların
direkt vesayeti ve kontrolü altındadırlaren küçük bir inancımız kalmamıştır. Par-
lamentonun kendisi de, -subay ve yüksek
bürokrat- cunta iktidarlarının hükmü
altında hiçbir teşrii fonksiyona sahip değildir ve özellikle son yıllarda en küçük
iş görmeyen bir arpalık haline gelmiştir.
Arkadaşlar! Somut bir analizin sonucunda, halkımızın milli demokratik haklarının istirdadı için; milli bir yolla program ve milli bir teşkilat öncülüğünün
zaruretiyle, kesin olarak, açıkça ortaya
çıkmaktadır. Bazı oportünist ya da safdil kimseler, yıllardan beri parlamento
ile ve Kemalist partilerle halkımızı oyalayarak O’nun milli potansiyelini israf
etmek istemektedirler Evet, 1946 yılından bu yana, Türkiye’de şekli oyuncakları andıran birtakım piyasa partileriyle,
hiçbir pratik değeri bulunmayan yalancı
bir seçim oyunu vardır. Fakat, bugün
biraz izan sahibi ve uyanık olan herkes
çok iyi bilmektedir ki, perde arkasında
ve bazen de çok açık olarak (27 Mayıs
1960) hükümet darbesi ve O’nu takip
eden olaylar....Yine de su-baylarla faşist
bürokratlar ve bunların cuntaları, siyasi
iktidarın sahibi olmakta devam ediyorlar. Bu gerçeğin yanı sıra, yirmi beş yılı
aşkın bir zamandan beri; bazı Kürt aydınlarıyla milliyetçileri, hâlâ yılgınlık ve
gevşeklik uykusundadırlar. Ya gerçekten
bunların beyinleri donmuştur, bunlar
hiçbir zaman doğru ve bilimsel bir analiz
yapıp, hatta anlamamışlardır; ya da kişisel yaşantıları dolayısıyla Kemalistlerin
ortakları olmuşlardır. Ve bu nedenle de
bize her gün sivil hükümetlerin, piyasa
partilerinin ve parlamento arpalığının
hikâyesini okumaktalar. Zira bunların
yaşantıları ve ilişkileri, faşist düzenin
gereklerine uygun bir şekilde düzenlenmiştir. İşte bu durumda olan bayların,
kendilerini korkaklıktan, ödleklikten ve
yılgınlıktan kurtarabilmeleri çok zordur.
Ne var ki bunlar, bir köşeye de çekilmiyorlar: Hem Kürt olduklarını hatta su
katılmamış Kürt milliyetçisi olduklarını
söylerler ve hem de Kürt milli haklarının ve onurunun istirdadı uğrunda hiçbir
tehlikeyi, fedakârlığı, feragati ve kesin
sonuçlu mücadeleyi göze almamaktadırlar. Arkadaşlar! Sürgit bu durumda
kalmamız acı değil midir? Utanç verici
değil midir? Bizim için yüz karası değil
midir?.. Be birader, kölelik ve uşaklık bu
kadar tatlı mı geliyor bize ki, hem günümüze kadar tutturduğumuz hareketlerle, gösterdiğimiz yolun yanlış ve sapık
olduğunu; hem piyasa politikacılarının
palavralarıyla atmasyonlarının yalan
olduğunu biliyoruz ve hem de gerçek ve
devrimci bir çalışma ve de mücadeleden
kaçınıyoruz?.. Ne zamana kadar halkımız faşistlerin boyunduruğu altında;
bütün insani, milli ve demokratik haklarından yoksun olarak yaşasın?.. Evet,
Türkiye´de Kürdistan Demokrat Partisi,
bu zaruretlerden dolayı; bilgili, bilinçli bir siyasi, tarihi ve pratik tecrübenin
sonucunda ve sizin elinizle kurulmuştur. Bütün devrimci partiler de olduğu
gibi; başlangıçta parti Merkez Komitesi,
bir çekirdek gibidir. Ne var ki, kanaatimizce bu çekirdek; epeyce sağlam, kendini bilir, kendi gücüne ve milletimizin
potansiyeline inançlı ve düşmanımızın
karakterinin de bilincindedir. Tam bu
nokta da eklememiz gerekir ki, milliyetçiliğimize ve vatanseverliğimize, hayatımız boyunca en ufak bir gölge düşmedi
ve bu milli niteliklerimiz yıldan yıla gelişerek, olgunlaştı. Ve devrimci teorinin
rehberliğinde şuur kazandık, kendimizi
tanıdık... Halkımızın mücadelesinin seyri içinde, partimiz kendisini tarihi bir
göreve, aday olarak atamıştır. Çünkü;
devrimci militanlar ve teşkilatlar, bilgili
ve yüksek bir inanç seviyesini bulunca,
bu mukaddes görevin yerine getirilmesi
için, kendi kendilerini tayin ederler. Biz
inanıyoruz ki, ancak milli, akıllı, bilgili, fedakâr ve her bakımdan birbirine
kenetlenmiş bir teşkilatın öncülüğünde,
milletimiz milli-demokratik haklarına
kavuşabilir. Bugün, çalışmamızı ve mücadelemizi; bu yüksek inançların, sağlam doğruların ve milli ideolojinin potasında yoğuralım ki, bu tarihi, kaçınılmaz
ve şerefli görevin üstesinden gelebilelim.
Bundan dolayı, yüksek bir ideolojik seviyenin yanında, başka bazı silahlar da
(Devrimci teorinin bilinmesi, kendi milli devrimlerimizle tarihimiz ve dünyanınkileri hakkında doğru değerlendirme;
yaşadığımız zaman içinde kendimizin
ve düşmanımızın durumunun analizi...)
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yüzde yüz gereklidirler. Bu kısa hatırlatmadan sonra, şimdi de partimizin amacı
üzerinde biraz duralım:
Partimizin Amacı (Hedefi): Partimizin
programında, amacımız şu şekilde konmuştur: Md. 3- “Partimiz Türkiye Kürdistan’ında yaşayan Kürt halkının, kendi
kaderini bizzat kendisinin tayinine hakkı bulunduğuna inanır, bu amaca varmak için, Kürt milli varlığının resmen
tanınmasını ve Kürt milli demokratik
haklarının istirdadını temel şart sayar.”
Arkadaşlar! Bu maddede çok açık olarak ifade edildiği gibi, partimiz amacına
(Türkiye’de Kürt halkının, kendi kaderini bizzat tayin etmesine hakkı vardır)
varmak için iki temel aşamayı öngörmektedir: “Kürt milli varlığı resmen tanınmalıdır!” Evet, yukarıda birkaç defa
tekrar edildiği ve sizce de çok iyi bilindiği gibi, her şeyin başında, cunta iktidarlarının resmi ağızlarında biz mevcut
değiliz! Yani Kürt Milleti yoktur! Eğer
bir şey gerçekten varsa ve mevcudiyetini
de tarihin en eski devirlerinden beri günümüze kadar sürdürerek bugün de yaşıyorsa; o şeyin bizatihi kendisinin varlığını ispat etmesi ve bunu kabul ettirmesi
gerekir. İkinci etap: “Ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadı mutlaka
gereklidir!” Evet halkımızın milli demokratik hakları; zorbalıkla, kabalıkla
ve kalleşçe gasp edilerek hasıraltı edilmiştir. Bu temel haklarımız; yani halkımızın milli-demokratik hakları istirdat
edilmedikçe, asla halkımız kendi kaderini bizzat kendisi tayin edemez. Somut bir
analizde, gerçek durumumuz nedir? Ve
biz hangi vasıtalarla ve nasıl bir yoldan
bu amaca varacağız? Hepimizin bildiği
ve kabul ettiği gibi, ideolojimizin temeli
ve fors motoru; mücadelemizin ana dinamiği milliyetçiliğimiz, yani, Kürtçülüğümüzdür. Yukarıda, kısaca “Millet
şoven, yani gerici milliyetçilik” ve “İlerici, yani ezilen milletlerin milliyetçiliği” üzerinde durmuştuk. Milletimizin
geçmişi, tarihi, coğrafyası ve kültürü
üzerinde bilgi sahibi olmak kadar; devrimci teori, sosyoloji bilimi, yaşadığımız zamanın durumu hakkında da bilgi
sahibi olmamız gerekir. Zira devrimci
teori ve bilimsel sosyoloji silahları olmadan, hiçbir zaman kendi milli mücadelemiz ve devrimlerimizle, dünya devrim ve mücadeleleri arasında diyalektik
bir bağ kuramayız; dolayısıyla da tarihi
görevimizi anlayamayız. Memnuniyetle
söyleyebiliriz ki, Merkez Komitemizin
(MK) kişiliğinde, ana çekirdeğimiz olup,
partimizin bütün otoritesi onun elinde
toplanmıştır- yukarıda ki nitelikler, en
azından sağlıklı ve yalın bir tohum halinde mevcuttur. Yani partimiz, Kürtçülüğümüz yanında, sosyal bilimsellik ve
devrimci teori silahlarını da kuşanmıştır. Bir başka deyimle, yaşadığımız zaman ve ortam; aştığımız tarihi aşamayı
partimiz; milletimizin milli demokratik
haklarının istirdat edilebilinmesi için,
bu bilim-sel ve doğru analizlerin ışığında değerlendirmeyi zaruri görmektedir.
Tüm milli, sosyal ve ekonomik haklarımızın istirdadı ve korunabilmeleri için,
parti komiteleriyle üyelerimizin de bu
temel görüşlerin ışığında günden güne
eğitilmeleri ve olgunlaşmaları gerekir.
Kanaatimizce, münhasıran ancak bu
niteliklere sahip olarak, partimiz Kürt
halkının geniş kitlelerini mutlu, onurlu bir yaşantı düzeyine ve modern bir
toplum haline getirebilir ve bu aşamalar
o’na öncülük edebilir. Evet, bu embriyonun bizatihi kendisi, partimizin MK’nın
yapısında mevcuttur. Çünkü partimiz,
devrimci teorinin rehberliği ve halkımızın devrimci muhteva taşıyan tarihinin
ışığı altında doğmuştur. Aksiyon Şekli…
Strateji ve Taktik: Arkadaşlar! Yukarıda,
piyasa partileriyle Ankara parlamentosunun, subay-yüksek bürokrat vesayeti
ve kontrolü altında bulunduğunu açıkça
söyledik. Şayet biz bunlara karşı eli kolu
bağlı durursak; bu, “melle” hikâyesini
andırır ve yüzlerce yıl bu aşağılık köleliği kabul edeceğimiz anlamına gelirdi:
Mellenın biri, nefsini yenememiş ve bir
kadınla gayri meşru münasebet kurmuş.
Kadının oğlu, durumu öğrenir öğrenmez; hemen babasına koşmuş ve: “Baba!
Melle annemle kötü ilişkiler kurmuştur.
Anneyi O’nun elinden kurtarmamız gerekir.” Baba çaresizlik içinde başını sallamış ve şu cevabı vermiş; “Evet, ben de
biliyorum. Fakat, biz Allah’a güvenip
bekleyelim.” Babanın bu yılgınlığı ve
ümitsizliği karşısında, onun yiğit oğlu,
kendi başına harekete geçer; ve caminin minaresine kaygan bir sıvı döker.
Ezanın okunması esnasında melle kayar ve minareden düşerek ölür... Haberi
alan baba, oğlunu yanına çağırır: “Bak
oğlum; der. Ben sana dememiş miydim
ki, Allah’a havale edip bekleyelim!...”
Oğlu cevabı yapıştırır: “Baba! Eğer biz
Allah’a bıraksaydık, daha yıllarca melle
anamızın...eskitmeye devam edecekti.”
Arkadaşlar! Hikâye acılı ve serttir. Ne
var ki, bizim ve düşmanımızın ilişkilerini çok güzel anlatmaktadır. Evet, anamızı yani Kürdistan’ı aç gözlü ve kuduz
mellenın tasallutundan kurtarmamız
gerekir...Fakat nasıl ve hangi vasıtalarla? Bu soruya cevap aradığımız zaman,
aksiyon şekli, strateji (aksiyon şeklinin
temel yolu) ve taktik meselesi (Bir amaca varmak için belli bir stratejiye uygun
geçici ve zik-zaklı hareketlerle, kaideler)
karşımıza çıkar. Bildiğiniz gibi, bilhassa
bu son yıllarda, Türkiye´de, tartıştığımız
konuyla ilgili olarak, iki görüş piyasada
belirmiştir: “Kürt meselesi, sadece İşçi
Partisi içerisinde çözümlenebilir. Çünkü
Türk ve Kürt proletaryasının düşmanları
aynıdır: Yani Amerikan Emperyalistleri
ve onların ortaklarıdır. Amerikan Emperyalistleri ve onların yerli kapitalist
ortakları yenilmedikçe ve iktidar da İşçi
Partisi’nin eline geçmedikçe, Kürt Halkı
hiçbir zaman milli-demokratik haklarının sözünü edemez!.” İkincisi ise şudur:
“Türklerin partileriyle hiçbir ilgimiz
yoktur. Çünkü biz partiler üstüyüz ve
partilerin dışında çalışmamız gerekir...”
Hiç şüphesiz, her iki görüş de baştan
aşağıya yanlıştır ve sapmadır. Bu nedenle, her ikisi de iflas etmiştir. Bu yanlış
sapık saplantılar yüzünden, yıllardan
beri Kürtçü hareketler aldatılmış ve adeta dondurulmuşlardır.
Birinci görüşü Irak, Sudan, Pakistan’da
vs. deneyenler oldu. Sonuç sıfırdır. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi; adı
geçen ülkelerdeki gerçek iktidar sahipleri subay ve faşist aydınlar elitidir. Her
ne kadar, bu elitin ekonomik (sınıfsal)
temeli mevcut değilse de; bu şoven ve
temelsiz (ekonomik olarak) iktidar şekli,
pek çok az gelişmiş ülkede bir gerçektir
ve tarihi bir kategori olarak karşımızda
duruyor. Çünkü bu ülkelerde, Avrupa ve
Kuzey Amerika’daki gibi milli burjuva
sınıfları mevcut değildir... Bu nedenle de
bize göre, Türkiye´de başlıca siyasi iktidar elitti olan subaylarla-faşist aydınlar
yerine; önemsiz elit ya da sınıfları gerçek iktidar sahipleriymiş gibi yorumlayan her türlü görüş ve stratejilerini bu
görüşe uygun olarak tespit eden her türlü
hareket, başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Diğer taraftan, Kürt halkı varlığını resmi bir şekilde kabul ettirmediği
ve milli-demokratik haklarını istirdat
etmediği müddetçe; Türk ve Kürt proletaryalarının birleşmeleri ve kader birliği
yapmaları çağrısı, kitabî ve pratik değeri
olmayan bir söz olarak kalır. Lenin de,
‘Milletlerin Kaderlerini Tayin Hakkı...’
adlı eserinde, birden fazla milletin yaşadığı ülkelerde ortaya çıkan dahilî milli
ezme tatbikatlarından bahsetmekte ve
şöyle demektedir: “Bütün dünya milletleri için tam hak eşitliği. Ve her millet
serbestçe, kendi kaderini bizzat kendisi
tayin etmelidir.” Aynı yapıtının (eser)
114. sayfasında, ezen (zorba) milletler
hakkında, Lenin şunları eklemektedir:
“Bugünkü Rus kuşağının milliyetçi ön
yargılarına karşı gelmekten korktuğumuz için, eğer biz bu talebi ‘milletlerin
kendi kaderlerini serbestçe tayin hakkı’
şeklinde ileri sürmeyi unutursak, ya da
bunda duraksama gösterirsek; dudaklarımızdaki ‘Bütün dünya işçileri birleşiniz!’ çağrısı utanmazca bir yalan haline
gelir.” Arkadaşlar! Açıkça görüldüğü
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gibi, gerek teorik konum ve gerekse pratik deneyler açısından bu birinci görüşün
yani “Kürt millet meselesi ancak İşçi
Partisi içerisinde çözümlenir...” görüşünün tutar tarafı yoktur. Yani çürük, hayal ve sapmadır. Ola ki bazı oportünist
ya da yılgın kimseler, sırf kendilerini
mazur göstermek ve milli görevlerini
unutturmak için, bu eski ve basma-kalıp formüllerin paravanası arkasında
halkımızı aldatmaya ve oyalamaya çalışıyorlar… Kanaatimizce bunun daha
fazla ayrıntılarına girmek hem sıkıcıdır
ve hem de yararı yoktur. Çünkü meşhur
sözdür: “Yanlış hesap Bağdat´tan döner.”
Evet sonuç ortadadır!.. İkincisi de yanlış
ve sapmadır. Çünkü biz ne Türkiye’nin
dışında ve ne de üstündeyiz. Evet, bizim
için baş çelişki, dahilî milli çelişkidir
ve bu da Kürt halkının inkârıyla, assimilasiyonu tatbikatından doğmaktadır.
Milletimiz milli-demokratik haklarına
yeniden sahip olmadıkça ve kendi kaderini bizzat tayin imkânlarından mahrum
bulundukça, Amerika ile de direkt bir
alış-verişimiz olmayacaktır. Ne var ki;
biz uyanık, bilgili, gerçekçi ve devrimci
düzeyde; çeşitli münasebetler ve ilişkiler
kurmak zorundayız. Biz hedefimizi net
bir şekil-de belirledikten, kendi gücümüze inandıktan ve ideolojik olgunluğa
eriştikten sonra; niçin şuurlu ve muvakkat ilişkilerden çekinelim? Bir şartla ki,
kendimizi teslim etmeyelim ve satmayalım. Halkımızın ve partimizin yararı
uğruna; çeşitli ilişkilerin içine girebileceğimiz gibi, düşman içi çelişkilerden de
mutlaka istifade etmeliyiz. Anlaşılıyor
ki, bahse konu her iki görüşte dar, yanlış ve sapmadır! Bu sektan ve sonuçsuz
tuzaklara düşmemek için, devrimci teori
ve sosyoloji bilimi kadar; milletimizin
geçmişi; tarihi, etnik coğrafyası ve yaşadığımız zamanın durumu hakkında da
derinlemesine bilgi sahibi olmamız gerekir. Nasıl ki, devrimci teori bilinmediği
zaman “duygusal ve dar milliyetçiliğe
saplanılıyorsa...”, şayet bu sonuncu bilgilerden (milletimizin geçmişi ve tarihi,
etnik coğrafyası ve günümüzün durumu...) yoksun olursak, o zaman da yüzde
yüz “sol sapma ve sol sektanlık..” bataklığına saplanmak kaçınılmazdır. Şayet,
biz gerçekten sağlıklı bir çalışma ve mücadele arzuluyorsak, o zaman her şeyden
önce, şu yukarıda bahsi geçen her iki
hastalık ve tuzaktan, kendimizi ve tüm
üyelerimizi dikkâtle koruyalım! Arkadaşlar! Yukarıdaki temel soruyu bir kere
tekrar edelim: Biz nasıl ve hangi yollardan belirlediğimiz hedefe varacağız?..
Bu sorunun cevabını araştırmaya geçmeden önce, genel olarak herhangi bir
partinin anlamı üzerinde, azıcık duralım: Parti siyasi bir organizasyon (örgüt,
teşkilat) olup, herhangi temel bir siyasi
hedefe ulaşmak için kurulur. Yani, siyasi
bir hedefe varabilmek için, parti temel
bir vasıta (araç) olarak kullanılır. Açıkça bilinir ki, siyasi bir parti; her şeyden
önce hedefini ve niteliklerini iyice tespit
etmelidir ki, iç ve dış durumun objektif
şartlarına ters düşmeyen, doğru ve uzak
görüşlü bir strateji ön görüle bilinsin.
Yukarıda temel hedefimizin ne olduğu
belirtildi. Şimdi de partimizin temel nitelikleri üzerinde birkaç söz edelim: Partimizin programında, bu nitelikler şöyle
konmuştur: “Md. 2- Partimiz ilerici ve
devrimci bir siyasi organizasyondur.”
“Kürt milliyetçiliği” Bölümümüz de,
biz ezilen (esir) milletlerin milliyetçiliği üzerinde durmuş ve bu milliyetçiliği
karakterize eden demokratik, meşru ve
ilerici muhtevayı belirtmiştik. Partimiz;
Kürt halkının milli-demokratik haklarının istirdadı uğrunda mücadele ettiği
müddetçe, bu temel niteliklere hak kazanır. Yani demokratik, meşru ve ilericidir.
Devrimciliğimize gelince: Evet, partimiz devrimci bir örgüttür. Tam bu noktada, devrimci bir partinin ne olduğunu
tarif etmemiz gerekir. “Uzak ya da yakın
bir gelecekte, belirli bir devrim hareketini hazırlamayan parti, asla devrimci
değildir..” Bu tarif, devrimcilik iddiasında bulunan partilerin tanımlanmasında
temel hareket noktasıdır. Gerçekten de,
belirli bir devrim hareketini hazırlamayan (uzak ya da yakın bir gelecekte...) bir
siyasi parti, sözle kendisini nasıl nitelerse nitelesin, asla devrimci olmak vasfına
hak kazanamaz. O tip partilerin sosyal
terminoloji de bir sürü adı vardır. Ne var
ki, burada bizi ilgilendiren ana görüş şudur:
Devrim yapmayı göze almayan ve devrim yapmaya hazırlanmayan bir parti,
devrimci değildir. Başka bir deyişle; devrimi düşünen ve devrimi yapmaya hazırlanan siyasi parti, devrimci bir partidir.
Biz partimizin devrimci olduğunu söyledik. Yani gerçek devrimci! Madem ki bu
nokta üzerinde hiçbir kuşkumuz yok, o
halde devam edelim: Hiç şüphesiz, gerek
bizim milli tarihimizde ve gerekse dünya tarihinde; milli demokratik hakların
istirdadı ya da milli kurtuluş için, birçok
çeşitli metotlar kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu vasıtalarla metotlar üzerinde, ister içimizde ve isterse dışımızda
tartışmalar ve fikir teatileri az değildir.
Fakat her şeyin başında ve sonunda, biz
kesin olarak inanıyoruz ki, teorinin ve de
sağlıklı, geçerli bir stratejinin kaynağı,
daima mücadelenin ve pratiğin içindedir.
Halkımızın dışında ve pratikten uzak
olarak; süslü sözler ve yüksek siyasetle,
Kürt meselesi çözümlenemez. Bu şekilde; strateji hakkında edilen o kocaman
ve kitabî laflar ise, sadece çöp tenekesine
yarayacaktır. Partimize gelince; birinci
kongremizde, devrimci teoriyle dünya
pratiğinin ışığı altında ve tarihimizin
özel şartları içerisinde, Kürtçülüğün teorik konumunu yapmıştı. Bu kez bizim
yaptığımız, bu konumun bir özetini, geçen zamanın ışığı altında, bir kez daha
tekrar etmekten ibarettir. Bugün üzerine
basarak söylememiz gerekirse, arada cereyan eden olaylar her gün partimizin bu
konumunu teyit etmektedir. Bu görüşteki
bir diğer nokta da şu idi; özellikle teorik
anlamda ve de milli düzeydeki mücadelede; dar sekter öncülük, yanlıştır. Yani,
bilhassa sıcak direnme zamanlarında,
geniş bir milli cephenin kurulması gereklidir. Ne var ki, hemen eklemeliyiz;
şayet milli mücadelenin seyri içerisinde,
devrimci bir çekirdeğin etrafında tecrübe kazanmış bir siyasi teşkilat mevcut
olmazsa, o mücadele mutlaka karanlıkta
kalmaya, ampirik (bilimsel olmayan ve
münhasıran kişisel tecrübeye dayanan)
metotlarla yürümeye ve bu nedenle de
hiçbir zaman gerçek bir devrimci kalıba
girmemeye, mahkumdur. Bundan dolayıdır ki, partimiz milli bir program etrafında, tüm milli güçlerin harekete geçirilmesini ve bu güçlerle sağlam bağlar
kurarak, milli ezmeye karşı direnmeye
geçirmeyi, zaruri görmektedir. Bundan
ötürü değil midir ki; partimizin stratejisi, pratik zaruretlerin potasında biçim
kazanmaktadır; Düşmanımız, bizi milli
plânda ve zorba-kaba metotlarla ezmektedir. Kürdistan’ın bütün zenginlikleri
(ister yeraltı ve isterse yer üstü) askeri
işgal ve sömürgecilik anlayışıyla sömürülmektedir. Bizi ezmek ve yurdumuzu
soymak için, düşmanımız faşist cunta iktidarları, sırasıyla Rusya’nın, Fransa’nın,
Almanya’nın, İngiltere’nin dostu ve müttefiki idiler, şimdi ise Amerika Birleşik
Devletleri’nin yakın dostu ve müttefikleridirler. Biz kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki, milletimizi ezmek ve yurdumuzu soymak için, cunta iktidarları şayet
yarar bulurlarsa, şeytanla bile (nasıl ki
Irak, İran, Pakistan vs. ile, sırf Kürtleri
ezmeye devam etmek amacıyla ittifaklara girişiyor ve hiçbir yerde halkımızın
milli haklarına sahip olmasına imkân
bırakmak istemiyorlarsa...) antlaşmalara
ve ittifaklara girmekte, bir saniye bile
tereddüt etmezler. Ve bunun için de para,
silah, cephane dilenmekte devam ediyorlar. Açık ve kaçınılmaz bir sonuçtur
bu: Partimizin de devrimci fiili metotlarla, bu barbar ezmeye karşı, milletimizi korumak için, o´nu bizzat direnmeye
geçirmesi gerekir. Bu milli direnmenin
hazırlandırılması için; bilgi, tecrübe, cesaret, disiplin, fedakârlık ve siyasi şuur
gereklidir. Ancak bu devrimci niteliklere
sahip olmak şartıyla, partimiz halkımızın en devrimci, en savaşçı ve en aktif
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kesimiyle kaynaşabilir ve O’nun gerçek
desteğini kazanabilir. Yani, bir taraftan,
biz Kürt devrimcileri olarak, Kürt halkının derin istek ve özlemlerini realist ve
doğru bir şekilde ortaya koyacağız. Diğer taraftan; pratik içinde, yavaş yavaş
profesyonel devrimciler (yani tüm işimizi ve gücümüzü devrimci çalışmaya vereceğiz) haline geleceğiz. Sabır, feragat,
fedakârlık ve bilgiyle milli mücadelenin
içine atılacağız ki, halkımızın sıcak mücadele devirlerinde, partimiz en ön saflarda, yüksek fedakârlık ve zahmetleri
göğüsleyebilsin. Bu nedenle de, milli kitleler arasında ve milli plânda; doğru ve
devrimci taktiklerle, mücadelenin içinde
olacağız. Bu devrimci ve uzak görüşle
çalışarak; mücadele içinde fedakârlığı
nispetinde partimiz prestij kazanacak
ve öncü çekirdek güç olacaktır. Ancak
o zaman partimiz milletimizin kaderi
üzerinde konuşmaya hak kazanabilir.
Yani, partimizin temelini her bakımdan
sağlam, inançlı, devrimci ölçülerle ve
çetin mihraklar halinde atalım. Ancak
bu şekilde, bizler halkımızın desteği, bizimle kaynaşması ve inançlı katkısı ile
faşist cuntaların hakkından gelebilir ve
başarıya ulaşabiliriz. Arkadaşlar! Bugün partimizin öngördüğü strateji kısaca budur. Birinci kongremizde de ifade
edildiği gibi, hiç kimse, doğru taktikleri
kapsayan hazır bir reçete bize sunamaz.
Zira devrimci ve doğru taktikler, ancak
pratik içinde; mıntıkanın, zamanın, durumun ve olayların analizi sonunda saptanırlar. Ne var ki, şayet arkadaşlarımız
daima uyanık, cesur, fedakâr ve ağızlarını tutmasını öğrenirlerse; inisiyatifi
daima ellerinde tutar ve şaşırıp paniğe
kapılmazlarsa, yeni durumlarda, temel
stratejimize uygun yeni kararlar alabilirlerse, eleştiri ve özeleştiriyi (kritik
ve otokritik) ihmal etmezler ve parti içi
demir disiplini de hiçbir zaman gevşetmezlerse ve nihayetinde yavaş yavaş professiyonel bir çalışma tarzına girerlerse,
iste o zaman biz; pratiğin tüm zorlukları
ve engelleriyle başa çıkabilir ve bunları
çürütebiliriz. Doğru ve yararlı taktikler,
ancak böylesine zengin bir pratik laboratuarının içinden çıkabilir ve anlaşılırlar.
Arkadaşlar! Önce de söylendi, teşkilatın
kuruluşu ve gelişmesi esnasında, daima gizlilik kuralları ve dar bir doğrultu
içinde çalışmamız gerekir. Bundan ötürü
de partimizin demir bir disiplin ve dar
hudutlar içerisinde faaliyet göstermesi
gerekir. Başlangıçta, münhasıran milli
potansiyel birikiminin bulunduğu yerlerde, kendimizi aşılayalım! Şüphesiz,
tek başına kendimizi aşılamak da yeterli
değildir. Bütün milli-devrimci enerjimiz, uyanıklığımız ve fedakârlığımızla;
bu aşının tutması ve olgunlaşması için
durmaksızın çalışalım. Şimdi, bugünkü
temel görevimize bir kere daha dönelim: Zamanın ve ortamın somut şartları
içerisinde; tüm iç-dış imkânları değerlendirerek ve milli plânda; çekirdeksel
ve sağlıklı bir şekilde tüm dikkâtimizi
teşkilata verelim! Ancak bu çabanın sonunda, partimizin üyeleri; gerek devrim
sanatı ve gerekse siyasi şuur yönünden
bilgi sahibi olur ve ustalaşabilirler.
Parti İçi Disiplin ve Devrimci Nitelikler:
Arkadaşlar! Yeni durumlarda yeni kararlar almak... Kritik ve otokritik kuralları
ve parti içi eğitimin ışığı altında günden
güne olgunlaşmak ve kendi kendimizi
yenilemek.. Bu vasıflar; sayısız deneylerin sonucunda, devrimci niteliklerin
temel kanunları gibi telaki edilirler. Ve
bize, devrimci teori tarafından sunulmuşlardır. Gerçekten de, diyalektik mantığı ve devrimci alçak gönüllülüğü kaybetmez; daima da uyanık, sadık, fedakâr
ve cesur bir devrimci yolu izler ve bu
mücadelenin gerektirdiği tehlikeleri de
tıpkı yüksek bir mutluluk gibi göğüslersek; o zaman bu tarihi göreve aday olabiliriz. Üstelik, bu devrimci niteliklerin
sayesinde tembellikten, korkaklıktan,
menfaatperestlikten, kendi kendimizi
abartmaktan ve iki yüzlülükten, kendimizi uzak tutabiliriz. Şüphesiz; devrimci
bir ortamda ve mücadelenin pratiği içerisinde, günden güne deneyim kazanıp
törpüleneceğiz. Adım adım tecrübemiz
ve görgümüz artacaktır. Ancak bu şekilde sinir yapımız ve günlük yaşantımız,
devrimci bir potanın içinde yeni boyutlar
kazanabilir. Üstelik bu devrimci kişilik
sayesinde kendimizi kibirden, egoistlikten, kıskançlıktan ve gevezelikten kurtarabiliriz. Çünkü, esefle belirtelim ki,
küçük burjuvalara özgü olan bu kusurlar, az ya da çok hepimizde mevcuttur.
Kürt milliyetçiliğinin fikir babası büyük
şair Ehmedé Xanî de; Kürt ileri gelenlerinin kıskançlıklarıyla, kendi kendilerini beğenmişlikleri ve bundan ötürü de
bir türlü birleşmemeleri üzerinde uzun
boylu durduktan sonra, şöyle devam etmektedir: Şaşakaldım ben Allah’ın hikmetinde, Kürtler dünya devletinde, Niçin, bu şekilde kalmışlar yoksun? Neden
hepsi toptan olmuşlar, mahkum? Onlar,
kılıçlarıyla şöhret şehrini fethetmişler.
Himmetle, ülkelere boyun eğdirmişler.
Mirlerin her biri, Hatem cömertliğinde,
Erkeklerin her biri, Rüstem mertliğinde.
Düşün! Arabistan dan Gürcistan´a kadar,
Kürtlüktür olmuş siper ve kale, Osmanlılar ve Acemler hisardır onlara. Dört bir
kenarı tutan da yine Kürtlüktür. Her iki
tarafta, Kürt Halkını, Hedef yapmışlardır zevk oklarına ..................... O zaman,
bu Osmanlı deryasıyla Tacik Denizi, Ne
kadar tahrik etse ve harekete geçseler
de, Kürtler, omuz omuza kanlarını dö-
kerek, Onları ayırırlardı Berzah misali,
Fakat bizler daima dağınık ve ittifaksızız. Bu nedenle de parçalanırız, çünkü;
Hep birbirimize karşıyız, Şayet olsaydı
bizim de ittifakımız, Ve birbirimize itaat
etmesini bilseydik, ................. O zaman
dini de, devleti de tamamlar, Bilimi de,
ilerlemeyi de sağlardık. Sözlerin de ortaya çıkardı gerçek değeri, Gerçek kabiliyetler de gösterebilirdi kendilerini.
Evet arkadaşlar! Günümüzden tam 275
yıl önce, Kürtçülüğün büyük düşünürü;
milliyetçiliğimizin meşalesini, dahiyane bir coşkuyla yükseltmiş idi. Bu arada Xanî, son derece realist ve sert bir
üslûpla bizim ferdiyetçi, çekememezlik,
yılgınlık ve bencillik gibi niteliklerimizi de gözler önüne sermektedir. Atalarımız için, O’nun serzeniş ve tenkitleri
son derece yerinde ve ustacadır. Günümüzde de, şayet biz bütün tarihi olayları
değerlendirip, bunlardan ders almasını
bilmez ve nefsimizi bencillik, kıskançlık
yılgınlık ve ferdiyetçilik gibi pisliklerden arındırmazsak, tıpkı atalarımız gibi,
büyük düşünürümüzün ruhunu bir kere
daha tazip etmiş olacağız. Belki de, tarihin şartları içinde, atalarımız için bazı
hafifletici bahaneler bulunabilir; fakat
bizim için hiçbir bahane ve yol mevcut
değildir. Biz, milletimizin büyük öncüsünün tavsiyelerini tutmaya mecburuz.
Ancak; o zaman, yeryüzünde alnı açık,
başı dik gezebiliriz. Yukarıda da söylendiği gibi, temel görevimiz; bugün
için gizli teşkilat çalışmasıdır. Ne var
ki, parti merkezînin haberi tahtında ve
partimizin kontrolü altında; yararımızın
bulunduğu yerlerde, arkadaşlarımız açık
çalışmalara da katılabilirler. Bir şartla
ki, merkeze doğrudan doğruya bağlı bulunmayan ve parti kontrolünde olmayan
çalışmalara imkân tanınamaz. Bu nedenle de, bugünden itibaren, bütün açık ve
kişisel bağlantılarımızı;
parti stratejisini uygun bir şekilde düzenlememiz gerekir. Bu tutumun ışığında;
eski açık alışkanlıklarla bazı meşguliyetlerden uzak durmamız gerekir. Partimizin üyeleri nasıl olmalıdır? Şüphesiz,
biz ilk elde kusursuz ve her bakımdan
mükemmel kimseleri kolaylıkla temin
edemeyiz. Bu nedenle de sabır ve akılla,
partimiz bir okul gibi olmalıdır. MK’nin,
bölge komitelerinin üyeleriyle, profesyonel arkadaşlarımız, bu okulun militanöğretmenleri olacaklardır. Ancak bu suretle, Kürt halkı arasında bulunan sadık,
güvenilir ve yiğit militanları keşfedebilir
ve bunlara sorumluluklar verebiliriz.
Her şeyin başında; ideolojik yükseklik,
siyasi şuur, teknik bilgi ve biyolojik faktörler gelir. Üyelerimizle arkadaşlarımızın, sevk ve idare kabiliyetlerine de sahip
bulunmaları gerekir. Bunların yanı sıra,
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
üyelerin nitelikleri arasında cesaret, açlığa ve türlü mahrumiyetlere katlanabilme, sadık ve sağlam bir karakter de aramalıyız. Milli tarihimizde ve halkımızın
mücadelesinde, bu devrimci nitelikleri
teyit eden pek çok değerli misal vardır.
Daima milli tarihimizden örnekler getirerek, bu nitelikleri üyelerimizin gözleri
önüne sermek gerekir. Çalışma geleneğimizde ve stratejimizin esasında; kemiyetin yani kelle hesabının, gürültülü çıkışların, kendi başına girişilen sorumsuz ve
sonuçsuz hareketlerin yeri yoktur. Bizler; fedakâr, disiplinli, ağzını tutmasını
bilen ve yüksek bir karaktere sahip militanlar ve öncüler bulup çıkarmak istiyoruz. Ancak bu şekilde ve pratik içinde
devrimci ve sağlıklı bir kadroyu yetiştirebiliriz. Böyle bir profesyonel ve devrimci kadro yaratılmadan; milli plânda,
halkımızın mücadelesini ve devrimci
hareketlerini başarıya götüremeyiz. Arkadaşlar! Uyanık olmak, sabır etmek,
etrafını görerek çalışmak; hiçbir zaman
korkak, pasif, tembel, başına buyruk ya
da çok şüpheci olmak anlamına gelmez.
Nasıl ki; cesaret, iyimser olmak ve kendi nefsine güvenmekte “aceleci” olmak
anlamına gelmez. Ne var ki; büyük bir
devrimci, “acele” konusunda şunu söyler: “Bir atasözünde yer alan, ‘acele etmek başarı sağlamaz.’ yargısı, asla acele
etmememiz anlamına değil akılsızca hareket etmememiz anlamındadır.” Kanaatimizce, bu yorum doğrudur. Özellikle biz Kürtler için. Günümüzde, bizim
durumumuzda hemen hemen esir millet
kalmamıştır!..Evet, durmak ölümdür. Bir
şartla ki, çalışmamızı akıllı olarak yapalım! Eğer biz, tarihi fırsatları ve milli
potansiyel birikimimizi zamanında tespit edemez, milli-devrimci hareketlerin
seyrinde korkak, kararsız, mütereddit,
eli kolu bağlı, ve seyirci kalırsak hiçbir
zaman, gerçek devrimciler olamayız. O
zaman, bu esirliğimiz ve köleliğimiz de
devam edip gidecektir. Bunun tabii sonucu olarak, halkımızın gerçek özlem
ve isteklerine yabancı kalacak ve hiçbir
zaman halkımızla kaynaşamayız. Tam
bu noktada, iki tarihi olayı hatırlayalım
ve ibret dersi alalım: Cezayir ve Irak
Kürdistanı devrimlerinin hazırlığında
ve başlatılmasında; bazı çok konuşan ve
bilgin (!) geçinen gruplar; güya birtakım
basma -kalıp ve yanlış analizlerin icabı
olarak, daima eli kolu bağlı ve korkak bir
pozisyonda pasif kaldılar. Bundan ötürü
de tükendiler ve tarihin çöplüğüne atıldılar. Oysa ki, devrimden önce, bu gruplar
bol keseden kendilerini gerçek milliyetçi, bilimsel sosyalistler, bilgili ve usta
öncüler olarak reklam etmişlerdi! Fakat,
tarihi ve milli görev saati gelip çattığında, açıkça anlaşıldı ki, bu adamlar ya da
bu gruplar sahtedirler; milliyetçilikleri
ve sosyalistlikleri de yalancılıktan ibarettir. Zira bu baylar, hiçbir zaman tarihi
görevlerini, özellikle milli direnmenin
önemini ve milli etaptan geçmenin tarihi kaçınılmazlığını anlayamamışlardır.
Bu iki tarihi misalin de, bize çok açıkseçik anlattığı gibi; olgunlaşmak, pratik ile düşünce arasında tutarlı bağlar
kurabilmek ve daima gelişebilmek için,
teori ve pratiğin at başı gitmesi gerekir.
Bu nedenle de, daima her parti üyesinin elinin altında bazı temel kitaplarla,
parti yayınlarının bulunması zaruridir.
Ayrıca, merkezî ve muntazam bir yayın
organı da, gündemimizdedir. Bilhassa
bugünden itibaren; dil, edebiyat, etnik
coğrafya, Kürdistan tarihiyle jeopolitik
durumumuz hakkındaki çalışmalarımızı yoğunlaştırmamız gerekir. Arkadaşlar! Tam bu noktada, bir kere daha itiraf
edelim ki; tek başına dil, edebiyat çalışmalarıyla, açık ve ferdî plândaki Kürtçü
hareketler, hiçbir zaman kesin bir sonuç
sağlayamazlar; siyasi teşkilat olmadan
ve devrimci metotları kullanmadan her
kim ki: “Bir gün nasıl olsa ana-hedefimize varacağız, yani Kürt milli-demokratik haklarını istirdat edeceğiz..”
diyorsa, ham bir hayal ve yalancı bir
rüya görüyor. Çünkü tüm dünya ve Irak
Kürdistanı devrim deneylerinden ortaya
çıkan açık ders şudur: Ancak devrimci
direnme aşamalarında ve organize bir
mücadeleyle; biz prestij kazanıp, maddi
imkân sahibi olabiliriz ve o zaman bu
tarihi görevimizi hakkıyla yerine getirebileceğiz. Arkadaşlar! Bu sözlerimizin
sonunda, çok önemli bir nokta üzerine,
bir kere daha dikkâtlerinizi çekmek isteriz. Çünkü, bu temel prensibi; biz gerek
eski arkadaşlık dönemi ilişkilerinde ve
gerekse devrimci tecrübenin seyri içinde, bizzat kendi nefsimiz için de zaruri
görüyoruz: Pratikte, en azından ideolojik
seviyenin yüksekliği ve siyasi bilinç kadar, devrimci ahlak da mutlaka gereklidir. Yemin metnimizde de yer aldığı gibi;
arkadaşlarımızı korumamız, sadakâtle
ve mertlikle hareket etmemiz, mücadele
gerektirdiği fedakârlığı ve feragati paylaşmamız ve daima tehlikelerle, rizikoları göze almamız gerekir. Şayet arkadaşın
biri; dâhilî disiplini tanımazsa, hiçbir
fedakârlığa katlanmazsa, arkadaşlarını
korumazsa, parti programına ve iç tüzüğüne aldırmazsa, ağzını tutmaz ve
gevezelik yaparsa, kendini bilen gizli
gizli çalışmayı önemsemezse, meseleleri ve arkadaşlarının eksikliklerini sorumlu kademelerde gözler önüne serip
tenkit edeceği yerde; tam aksine özel
ve sorumsuz toplantılarda alelusul gevezelik konusu yaparsa ve nihayet arkadaşlarının tenkidine aldırmaz ve kendi
kendisini abartırsa, biz mutlak olarak
inanıyoruz ki böyle bir arkadaş çok kısa
zamanda tükenecek ve cerahatleşecektir.
Tabiatıyla bu cerahat, hemen vücudumuzdan sökülüp atılacaktır. Gerçek odur
ki, bu şekilde bencillik (sübjektivizm)
ve çürüme pozisyonuna girmiş böyle bir
arkadaş hiçbir şeyin, özellikle gizli ve
devrimci bir çalışmanın hakkından asla
gelemez. Çok iyi bilmemiz gerekir ki;
ancak yüksek bir sorumluluk, fedakârlık
ve sadakât anlayışıyla ve de birbirimize
en sağlam bir şekilde kenetlenmekle; birliğimizi koruyabilir, parti içi ve parti dışı
tuzakları zamanında anlayabilir ve bunları tesirsiz hale getirebiliriz. Ve böylece kendimizi de okumuşlara ya da
akılsızlara özgü, şu ünlü gevezelik ve
kıskançlık hastalıklarından arındırabiliriz. Devrimci selam ve sevgilerimiz
bütün arkadaşlar içindir. PB. adına Heval FERİDUN Not: Görüldüğü gibi, yayınlarımız iki dilde yazılıyor. Özellikle
bizim imkânlarımız da bu, epeyce zor ve
pahalı bir iştir. Fakat, ya bazı arkadaşlarımızın Kürtçe bilmemeleri ya da Kürtçe
yazı diline yabancı olmaları nedeniyle,
biz bu zorluğu göze alıyoruz. Bu nedenle
de, hiç olmazsa, Kürtçe bölümünü birçok
kere okuyunuz, yazınız ve ancak mecbur
olduğunuz zaman Türkçesine başvurunuz. İkincisi de; şayet siz bu parti yayınlarını birer teberik gibi saklar, okumaz
ve okutmazsanız, o zaman bu kadar çaba
neden? Bu alanda da günden güne ustalaşmanızı rica ediyoruz. İnsanın istek ve
iradesinin karşısında, hiçbir engel ve yasak tutunamaz. Yeter ki siz isteyin, her
an inanç, akıl ve bilgi ile hareket edin,
o zaman bu broşürlerin de gerek şahsen
daha iyi yetişmeniz açısından ve gerekse
parti açısından, daha yararlı olacakları
açıktır. Genel Sekreter Arkadaş Feridun.
Kaynak: http://www.drsivan.info/uploads/belgeler/max/t-kdp-ilk-kongresi.pdf
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
türkiye’de kürtistan demokrat partisi’nin
(t’de kdp) programı ve tüzüğü
Bu program ve iç tüzük, partimiz merkez komitesinin birinci toplantısında
müzakere ve kabul edilmiştir. Giriş
Kiaksar’dan Selahedin’e Kadar Kürtler:
Kürt halkı, tarihin en eski çağlarından
beri, Kürdistan adı verilen topraklarda,
komşu milletlerden kesin tarihi, etnik
ve lengüistik (dilbilim) hudutlarla belirlenmiş farklı ve istikrarlı bir topluluk
halinde günümüze dek yaşaya gelmiştir.
Kürtlerin ataları olan Medler ve Karduklar, uzun tarihi devirler içinde, bugünkü
Kürdistan’da kendi sosyo – ekonomik
münasebetlerini tanzim ve idare eden,
tamamen siyasi bağımsızlıklarına sahip
devletler ve imparatorluklar kurmuşlardır. MÖ 612 yılında, bugünkü Musul yakınlarında bulunan Asurlular’ın
başkenti Ninova’yı zapt eden ünlü Kürt
İmparatoru Kiaksar’dan beri, Kürt halkı,
Ortadoğu’nun tüm sosyal – siyasi olaylarında, daima önemli rol oynadı. İslam
dinini kabul ettikten sonra da, Kürtlerin bu etkin tarihi rolü sona ermedi.
10. yüzyılda merkezî Diyarbakır olmak
üzere, Zagros Dağları’nın ötesine ve bütün Güney Kürdistan’a hükmeden Kürt
Merwan devletinden sonra, Avrupa’nın
haçlı ordularına meydan okuyan Kürt
Eyübi devleti, tarih sahnesine çıktı.
Eyubi prenslerinden Selahedin, sadece
Kürtlerin değil, bütün İslam dünyasının
tanıdığı en büyük komutan olarak, bugün de Avrupa’nın ve dünya tarihinin en
önde gelen simaları arasında yer almakta ve Kürt milli dehasının İslam dinine
kendisini kalkan yapan büyük cevherini sembolize etmektedir. 13. yüzyıldan
itibaren, Moğol istila ordularının bir
baştan bir başa yakıp yıktığı Hindistan,
İran ve Ön Asya topraklarının içinde,
Kürtlerin Yurdu da vardı. Kürt halkının
ve onun kendi öz devletlerinin yüzyıllar
boyu emek vererek meydana getirdiği
sayısız sanat eseri, büyük şehirler ve
yoğun ticarî-iktisadi ilişkiler, bu barbar
ve uzun süreli istila dalgaları altında
boğuldu. Moğol istilasının çok zayıf düşürdüğü ve parçaladığı Kürt prenslikleri;
çeşitli iç-dış etkenler yüzünden, yakın
çağlarda kendi aralarında merkezî bir
otorite etrafında birleşebilecek gerekli
objektif sosyo-ekonomik şartları bulamadılar. Bununla beraber, yakın zamanlara kadar, Kürt halkı, dahilde tamamen
otonom; yani kendi öz siyasi-sosyal mü-
esseseleriyle kültürel değerlerine sahip
emirlikler (Prenslik) halinde, Osmanlı
İmparatorluğu ve İran Şehinşahlığı’nın
“Hanedan Tipi” siyasi birlikleri içinde,
yaşamaya devam etti. Müttefik Güçler
Sevr’de Kürdistan’ı İtiraf ve Teyit ediyorlar: 10 Ağustos 1920’de, Osmanlı
İmparatorluğu yetkilileriyle, başlıca
Müttefik Güçler (ABD, İngiltere, Fransa,
İtalya vs.) arasında imzalanan Sevr Anlaşması, Kürt milletini ve Kürdistan’ı;
kendi tarihi, etnik ve lengüistik coğrafya
içerisinde, dinamik bir realite olarak tespit ve bu milletin kendi siyasi kaderini
serbestçe tayin hakkını (Oto determinasyon) da kabul ve taahhüt etmiştir. Kürt
Halkı ‘Gâvur’ İstilasına Karşı Türk Halkı ile Omuz Omuza: Fakat Kürt halkı, bu
vazgeçilmez doğal hakkını kullanmaya
başlamadan önce, Avrupalı güçlerin desteğini sağlayan Yunanlılar, Anadolu’yu
işgale başladılar. Kürt halkı, kardeş Türk
halkı ile birleşerek, Hıristiyan güçlerin
tertiplediği bu istila hareketine karşı koydu. Kürt halkı, 1920-23 yılları arasında,
demokratik milli haklarını kullanmak ve
Sevr’i tatbik etmek yerine; Hıristiyan Müslüman çelişkisinin o günün şartları
içinde ağır basan yönü dolayısıyla Anadolu Kurtuluş Savaşları’na fiilen ve aktif
bir şekilde katıldı. Başlıca Kürt ve Türk
halklarının, “Gâvur..” sözcüğüyle nitelenen yabancı istila hareketlerine karşı yürüttükleri bu müşterek mücadelelerinin
sonunda, Anadolu halklarının yani Kürt
ve Türk halklarının gerçek kurtuluşu yerine, siyasi iktidar eski Osmanlı subaylarıyla aydınlarından müteşekkil ırkçı Turancı bir “cuntanın” eline geçti. Kürt
ve Türk Halkı Faşist Askeri Diktatörlüğe
Karşı: Bir askeri diktatörlük halinde, iktidarı “siyasi terör rejimi” üzerine bina
edilen yeni Türkiye idarecileri; İttihatTerakki’nin ırkçı - Turancı fikirlerinden
mülhem (esinlenmiş), bir başka ideolojiyi geliştirdiler. Bu yeni ideolojiye (Kemalizm) göre, “laiklik” ilkesi ve Avrupa
toplumlarının bir takım üst yapı müesseseleri (kılık-kıyafet değişikliği... Medeni
Kanun... Ceza Kanunu... vs.) Türk ırkının üstünlüğüne dayanan şoven bir milliyetçilik içinde, mecz ediliyordu. Türk
subaylarının ve sivil aydınlarının bu
yeni ırkçı faşist ideolojisi, Ankara’da siyasi iktidarı gasp ettiği günden bu yana,
gelmiş-geçmiş tüm hükümetlerin eline
“laiklik ilkesini” dinsizlik, milliyetçiği
de, Türklerden başka tüm halkları, özellikle Kürtleri, inkâr ve asimile eden bir
tatbikat şeklinde tezahür etmiştir (belirmiştir). Anadolu halk kitlelerinin (TürkKürt) rızası hilafına (tersine) ve siyasi
cebir yoluyla tatbik sahası bulan bu çağ
dışı, bilim dışı ve insanlık dışı faşist tatbikat çok acı, çok kanlı ve çok sıkıntılı
geçti... Fakat her şeye rağmen, 1925’lerden beri, ırkçı-faşist Ankara hükümetlerinin başvurdukları kanlı asimilasyon
(zor kullanarak Kürt dilini, Kürt kültürünü, Kürt sanatını, Kürt edebiyatını
Kürt tarihini inkâr ve Kürt sosyal – ekonomik değerlerini gasp) zorlamalarına
yani Türkleştirmeye karşı Kürt halkının
fiilî ve fikri direnme hareketleri, asla kırılmadı. (1925 -38) Kürdistan Silahlı Direnme Hareketleri: 1925 yılından, 1938
büyük Dersim katliamına kadar geçen
13 yıllık bir tarihi dönem içinde, Kürt
halkının, faşist - Turancı hükümetlerin
Türkleştirme tatbikatına karşı başvurduğu “Silahlı Direnme Hareketleri”,
objektif olarak kaçınılmaz idi. İkinci
Dünya Savaşı ile birlikte, Türkiye’nin
siyasi şartlarına kendisini adapte etmiş
bulunan Kürt milliyetçiliğinin fikir mücadelesi; ilerici, demokratik ve meşru
bir muhteva taşıyan bu “Silahlı Direnme Hareketleri”nin tabii bir devamından
ibarettir.
Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi Kökenleri
ve Dahili Milli Çelişki: O halde günümüzde, Kürt halkının temel milli demokratik haklarını istirdat uğrunda giriştiği mücadele, kökenlerini bu tarihi
gerçeklerden ve çağdaş millet hareketlerinin kaçınılmaz evrensel esprisinden
almakta ve bu nedenle de; ilerici, haklı
ve meşru bir çıkış noktasından hareket
etmelidir. Bu mücadele, az gelişmiş bir
ülkede (Türkiye) iktidarı ele geçirmiş
bulunan, askeri cuntaların (açık ya da
kapalı) kontrolündeki ırkçı - Turancı (subay – aydın) politik elitler ve bu elitlerin
icra organı olup, Türk milleti adına siyasi iktidarı sürdürdüğünü iddia eden zorba hükümetlere karşı verilmektedir.
Zira, biçimsel seçim oyunlarına rağmen,
silik şahsiyetli sivil hükümetler de perde
arkasında cunta gruplarının kont-rolü altında bulunmaktadırlar. Türk halkının
gerçek özlem ve çıkarları; asla Kürt hal-
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kının demokratik milli haklarının gaspını gerektirmez ve bu doğal hakların kullanılmasıyla çelişmez. Bu nedenledir ki,
Kürt halkının; bir dile, bir kültüre, bir
bölgeye, bir millete tanınmış tüm imtiyazlara karşı verdiği mücadele; Türk
halkının gerçek demokratik mücadelesinden ayrılmaz. Yani Kürt halkının temel demokratik milli haklarının istirdadını amaç edinen bir eylem birliği;
bizatihi Türk halkının sosyal ve demokratik gerçek iktidarının önüne dikilen
cunta iktidarı engelini ve dolayısıyla Kemalist ideolojinin, uzun yıllardan beri
Türk kamuoyunu şartlandırmış bulunan
dar çemberini de parçalayacaktır. İşte,
Türkiye ırkçı-faşist hükümetleriyle, bu
hükümetleri de kontrolünde tutabilen
baskı kuvvetleri (cunta grupları) tarafından bir millet adına zorla sürdürülen
milli ezme tatbikatından doğan Dahilî
Milli Çelişki, kısaca budur. Yani Kürt
halkının rızası hilafına ve kaba kuvvet
yoluyla inkâr etmek... horlamak, tahkir
etmek, baskı altında tutmak ve de yok
etmek. Yani Türkleştirmek… Türk ve
Kürt Halkının Gerçek Düşmanları: Faşist Cunta İktidarları Onların Hükümetleridir. Oysa, bir başka deyişle, Kürt halkının temel milli demokratik haklarının
tanınması; Türkiye’de gerçek ve demokratik bir halk iktidarının gerçekleştirilmesinde en büyük engeli teşkil eden ve
yarım yüzyıldan beri ırkçı - Turancı şovenizmin hakim ön yargılarıyla felce uğramış bulunan, Türkiye fikir ortamının
donmuş taassubunu da yıkacaktır. Bu
nedenle, partimizin mücadelesi; sadece
milli varlığı ve milli demokratik hakları
gasp edilmiş ve bu haklarının istirdadı
uğrunda savaşan Kürt halkının değil;
daha insanca ve daha mutlu bir yaşama
düzeyine, serbest iradesi ve gerçek iktidarıyla ulaşmak çabasında bulunan kardeş Türk halkının da mücadelesidir. YAŞASIN, HALKLARIN KADERLERİNİ
SERBESTÇE TAYIN HAKKI... YAŞASIN, MİLLETLERİN TAM HAK EŞİTLİĞİ... HÜR YAŞAMA VE MUTLU
OLMA HAKKI... YAŞASIN TÜRK VE
KÜRT HALKLARININ KARDEŞLİĞİ
VE BİRLİĞİ!.. Türkiye’de Kürdistan
Demokrat Partisi (T’de KDP) Tüzüğü
Madde: 1- Partinin adı: TÜRKİYE’DE
KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ.
Madde: 2- Partimiz ilerici ve devrimci
bir siyasi organizasyon olup, Türkiye’de
kurulmuştur. Madde: 3- Partimiz Türkiye Kürdistan’ında yaşayan Kürt halkının, kendi kaderini bizzat kendisinin tayinine hakkı bulunduğuna inanır. Bu
amaca varmak için, Kürt milli varlığının
resmen tanınmasını ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadını temel
şart sayar. Madde: 4- Partimizin mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak
bütünlüğü esprisi içinde, Türk milli imtiyazları yerine; Türk ve Kürt halklarının tam hak eşitliğine müstenit gerçek
kardeşliğini ve beraberliğini ikâme etmek esaslarına dayanır. Madde: 5- Türkiye hudutları dâhilînde yaşayan Kürt
halkının ana tabanı, Kürdistan’ın geniş
köylü kitleleridir. Bu nedenle partimiz;
ana amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi uğrunda girişeceği eylemlerinde,
Kürdistan köylüsüne dayanacaktır. İşçiler ve partimizin programını benimseyen aydınlar, öğrenciler, memurlar, esnaf
ve sanatkârlar gibi orta tabaka mensupları, Kürdistan köylüsünün tabii yardımcıları ve müttefikleridirler. Madde: 6Kürt millet hareketinin ve dolayısıyla
Kürdistan’ın geniş köylü kitlelerinin
öncü ve organizatörü durumunda bulunan partimiz, sosyal-siyasi eylemlerinin
seyri boyunca, şu temel görüşleri titizlikle göz önünde tutar: a- Türkiye’de
siyasi iktidarın gerçek kuvveti, cunta
(subay-aydın) gruplarıdır. Türkiye gibi
az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ekonomik bir temele sahip bulunmamakla beraber, cuntalar, siyasi iktidarı zorla (açık
ya da kapalı) ellerinde tutmaktadır. b1946’dan beri, cuntaların açık ırkçı-faşist diktatörlüğü şeklen sona ermiş gibi
gösterilmekte ise de, 27 Mayıs 1960 hükümet darbesi ve sonrasındaki olaylar,
cunta gruplarının perde arkasında, siyasi
iktidarın iplerini ellerinde tuttuğunu ispat etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’de
birden fazla siyasi partinin ve seçim sisteminin varlığına rağmen, gerçek bir demokrasi ve fikir hürriyeti asla mevcut
değildir. Ve “biçimsel demokrasinin”
yaşaması dahi, her türlü garantiden mahrumdur. c- Türkiye’de siyasi iktidarı ele
geçiren cunta grupları, Türkiye halklarının büyük bir dilimini teşkil eden Kürt
halkının, milli varlığını inkâr ve temel
milli demokratik haklarını gasp ettikleri
için, 1920-23 müşterek “Kurtuluş
Mücadelesi”nin ilerici, haklı muhtevasına ihanet etmişler ve bu nedenle de meşruiyetlerini yitirmişlerdir. d- Bu açıdan
T-KDP -gerek iktidar ve gerekse muhalefette bulunsunlar- Türkiye’nin diğer
siyasi kuruluşları ile, ancak Kürt milli
varlığının tanınması ve Kürt milli demokratik haklarının açıkça teslimi şartı
ile fikir ve eylem birliğine girebilir. eBu temel ve ön şartı hesaba katmayan;
yani Kürt milletinin milli varlığını inkâr
ve Kürt milli haklarının gaspını tasvip
ya da görmezlikten gelen tüm siyasi,
gayri siyasi kuruluşları; Kürt halkını
ezen ırkçı, faşist hükümetlerin ve baskı
kuvvetlerinin suç ortağı sayar. Madde:
7- T-KDP; emperyalizmi ve özellikle günümüzde ortaya çıkan bazı azgelişmiş
ülkelerdeki dahilî, milli-sosyal çelişkileri, bilimsel metotlarla analize eder: Giriş
bölümümüzde, mahiyeti kısaca belirtilen
Dâhilî Milli Çelişki çözülemediği, yani
Türkiye’de Kürt halkının inkârı ve demokratik milli haklarının gaspı şeklinde
ortaya çıkan, dahilî-milli ezme tatbikatı
sona ermediği müddetçe; Kürt halkının
dahilî-milli muhalefet potansiyelini
münhasıran, “Milletlerarası Emperyalizme Karşı Savaş!” alanına kanalize etmek isteyen tüm fikri ve aksiyoner çabaları kötü bir tuzak ya da fahiş bir yanılgı
olarak telâkki eder. Madde: 8- Türkiye
Kürdistanı adı tanınmalı ve hudutları etnik, coğrafî ve tarihi gerçeklere uygun
olarak belirtilmelidir. Madde: 9- Kürt
dili, Türkiye Kürdistanı’nın resmi dili
olarak kabul edilmelidir. Madde: 10Kürt kültürü serbestçe gelişmeli ve
Kürtlere kendi çocuklarının tahsilinin
her kademesinde, kendi ana dilleri ve öz
kültürleriyle yetiştirme hakkı tanınmalıdır. Madde: 11- Türkiye Kürdistan’ında
sağlık, eğitim ve öğretim hizmetleri tamamen karşılıksız verilmeli ve Kürt çocukları için tahsilin her kademesi, tamamen parasız olmalıdır. Madde: 12-Tür
kiye’nin tüm yeraltı ve yer üstü servetlerinden sağlanan gelirlerden Kürdistan’ın
hissesi, Türkiye genel nüfus oranında
tespit edilmelidir. Madde: 13- Ekonomik
plânlamada; günümüze kadar bir sömürge alanı zihniyeti içinde sömürülmüş ve
ihmal edilmiş Kürdistan’ın kalkındırılmasına öncelikle ve ivedilikle yer verilmelidir. Kalkınma plânları bu esaslara
göre hazırlanmalıdır. Madde: 14- Sanayi
kuruluşları, özellikle ağır sanayi tesislerinin dağıtımında, günümüze kadar apaçık bir şekilde tatbik edilen sömürgeci
tasarruflardan vazgeçilmeli ve Kürdistan’ ın yer altı servetleri mutlak olarak
Kürdistan’da işletilmelidir. Madde: 15Partimiz, emperyalizmin her türlüsüne
karşı milli ve sosyal hak talebinde bulunan ya da kurtuluş mücadelesini veren
tüm dünya halklarından yanadır. “Partiye Giriş Yemini:” “Ben biliyor ve inanıyorum ki, mensubu bulunduğum Kürt
halkı; zorbalar tarafından bütün insani,
milli, sosyal ve kültürel haklarından;
zorla, hile ile, kabalıkla mahrum edil-
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
miştir. Halkımızı özgürlüğe kavuşturmak, onurlu ve mutlu kılmak ve bunları
koruyabilmek için; devrimci çalışma ve
mücadele yapmak, özellikle milli bir teşkilat kurmak zaruridir. Bu nedenle;
ölünceye kadar bu soreşger (devrimci)
yolda yürüyeceğime, arkadaşlarımı koruyacağıma, Kürt halkının özlem ve isteklerini gerçekleştirmek için tüm gücümü harcayacağıma ve partimizin saf
larında çalışacağıma; namusum, şerefim, tüm fikri ve maddi mukaddesatım
üzerine yemin ediyorum.” Not: Program
ve iç tüzük, iki dilde yan yana sayfanın
sol yarısında Kurmanci olarak “Program
u Nizamnameya Navxweya Parta Dımoqrate Kurdıstana lı Tırkıya”, sağ yarısında da Türkçesi yer almak üzere, aynı
kitapçıkta birlikte yayınlanmıştır. Kitapçığın orijinali, 48 sayfadır. Biz, burada sadece Türkçe bölümünü aldık. Bu
kitapçığın son sayfasında yine her iki
dilde yan yana “Partiye Giriş Yemini”
yer almaktadır. Program ve iç tüzük, iki
dilde yan yana sayfanın sol yarısında
Kurmanci olarak “Program u Nizamnameya Navxweya Parta Dımoqrate Kurdıstana lı Tırkıya”, sağ yarısında da
Türkçesi yer almak üzere, aynı kitapçıkta birlikte yayınlanmıştır. Kitapçığın
orijinali, 48 sayfadır. Biz, burada sadece
Türkçe bölümünü aldık. Bu kitapçığın
son sayfasında yine her iki dilde yan
yana “Partiye Giriş Yemini” yer almaktadır. Not: (Parti kurucularının bazıları;
kuruluştan hemen sonra partiyi özellikle
iki konuda eleştirmeye ve partiden uzaklaşmaya başlarlar. Bu sorunlardan biri,
partinin “miliyetçi” olduğu yolundaki
eleştiridir. İkinci konu ise; silahlı mücadele konusudur. Partinin kuruluşunda
silahlı mücadelenin gerekliliği ortaya
konmuştur. Ancak daha sonra silahlı
mücadelenin zorunlu olduğu dile getirilir. Bundan dolayı M. Emin Bozarslan ve
Yılmaz Çamlıbel partiden ayrılırlar. Bu
sorunlar üzerine T-KDP; kuruluşundan
iki ay sonra, 22 Ağustos 1970’de Ankara’da olağanüstü kongresini toplamak
zorunda kalır. Dr. Şıvan, parti sekreteri
olarak önemli ve etkili bir konuşma yapar. Dr. Şıvan; bu vesile ile geldiği
Türkiye’de Haziran - Eylül 1970 tarihleri
arasını kapsayan üç aylık dönemde kalır.
Eylül 1970’de Güney Kürdistan’a geri
döner.)
Kaynak:
http://www.drsivan.info/uploads/belgeler/max/t-kdp-program-ve-tuzuk.pdf
Sait Baksi
Onder bıveso Cıvrako, nezu çıko,
(S E Y İ D E MI)
Hewaye kowu honuko,mıre puko.
Tıke şiya neşiya,cigere mı bıko,
Zere mı endi,tora zaf sıko.
Toxtore mı Qırımi ver biyo,
Xane piye xo sero jüyo.
Hevale xo şiye peyser ame,
Xorte mı Seyide mi tey niyo.
Toxtore mı ilazu qule cigera mı,
Tı kotiya,urze ra be leye mı.
To çıra ez caverdu,bıko şiya,
Kokıma be kesa jüya ze mı.
Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın
belgeselini ve arşiv
sitesinden izlemek
kopyalamak mümkündür
ht t p://w w w.drsivan.info/tr
Sari sero germo,mıre zımıstono
puko.
Kes nezoneno qe derde mı çıko,
Ez çutıri to xo vira bıkeri bıko.
Ax ve mıro vone, derde mı luko.
Laze mı kotiya,cigera mı nena,
Tesela mı çıra endi xora fina.
Hevalu tı caverda ame rowale mı,
Cigere mı key yena,tı tey çina.
Biye, biye, na onca mıre biye,
Hirısu heştra dıme,dırvetiya mı
xoriye.
Seyide mı,to onca kerda newiye,
Dısmeni tore kerda be bextiye.
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İki Said'ler
(Said ELÇİ - Said KIRMIZITOPRAK)
olayı Kuzey Kürdistan'da milli damara
vurulmuş bir darbedir
Kurdistanın değerli bu iki yiğit fedakar dinamosunun, ödün vermez milli
duruşları, karizmatik önderlik karekterlerini tartışmak ve kıyaslamak
iyi niyet göstergesi olamaz.Kurdistan şehidlerinden Said ELÇİ ve said
KIRMIZITOPRAK (dr.şıvan) olayını,
kurdistan tarihinde yaşanmış trajik
bir vakka olarak görmekte pek iyimser yaklaşım degildir.
Dizeleriyle Tarihe
Tanık Dersim Şairi:
SEY QAJİ
Şiir, edebiyatı şekillendirme kalıplarının
en güzeli olmaktan öte insan diline ait ifade gücü en yüksek olanıdır da. Onunla sadece şairin sanatsal becerisi değil, kullandığı dilin canlılığı da toplumun gösterdiği
saygıdan tamamen bağımsız bir şekilde
belirir. Onun için önünüzdeki kitapta derlenmiş olan ve ilk kez yayımlanan Sey
Qaji’nin manileri ve kılamları belagati
yüksek (derin anlam, anlatım, estetik ve
stilistik içeren ) bir belge olma özelliği
taşır. Şairin anadilinin henüz resmiyette
dil olarak bile algılanmadığı bir zamanda
oluşmuş eserler olarak, Zazaca’nın muktedir ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Kitabı yayımlayana
Sey Qaji’nin biricik eserlerinin unutulmasını önlediği ve kamuoyuna ulaşır kıldığı
için içten bir teşekkürü borç biliriz.
Prof. Dr. Jost Gibbert
Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı
olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan çalışması sonucu,
Dersim’in efsanevî şair-dengbêji, halk
filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz Sêy Qaji üstüne derlitoplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy
Qaji’nin 1860-1936 yılları arasında yaşadığı kabul edildiğine göre, demek ki bu
çalışmayla, Dersim’in yaklaşık yetmiş
yıllık toplumsal ve siyasal tarihi gözler
önüne seriliyor.
Mehmet Bayrak
Bu elim gelişme sömürgecilerin ve
onun yerel ayaklarının planlı ve kapsamlı ve etkili olan operasyonudur.
Dönemin tanıkları ve aktörlerinin
açıklamaları soru işaretleri ile dolu
olmakla beraber,gerçegide yansıtmamaktadır. Çünkü onlar bu organizasyonun figuranlarıdırlar.
Saidler olayı hangi döneme tekabul
etti ? ve sonuçta neler yaşandı ? bu ve
benzeri sorulara cevap buldugumuzda kısmen ipuçlarını bulmak mümkündür. Kurdistanda gelişen milli
damarda yaşanan sapmanın yarattıgı
tahribatın analizinde ve uzun süre
sesizlige bürünen ulusal muhalefetin
derinliginde gizli olmakla beraber
,20 yıl oluşan boşluk(milli muhalefet)
hangi organizasyonla ve nasıl kimler
tarafından doldurulduguna baktıgımızda adres Ankarayı göstermektedir
Dikkat edilmesi gereken en önemli
şey, iki Saidlerin imhasının planlayıcısı olan bu organizasyonun aktörleri
,tanıkları halen bilgi kirlliligi yayarak Saidlerden birini katil göstererek
operasyonun bitmedigini ve lanetli
misyonlarının devam ettigini her türlü pravakasyonel açıklamalarla(aleni
yada gizli), kimi yayın organlarına
servis ederek yapmaktadırlar.
Dr Şivanın kendi kader arkadaşını(her
ne kadar aralarında kısmen görüş ayrılığı olsada) öldürdüğüne dair idia bu
aktörler tarafından ortaya atılmakta
ve KDP arşivinden alındıgı idia edilen Dr.Şıvana ait oldugunu söyledikleri itiraf tutanagı ve kendi imzasına
dayanmaktadır.
Şe r i f Ka r a k u r t
Bu ideaya göre Dr. Şıvan Said ELÇİ yi
öldürdügünü kabul etmiştir ve tek kanıt ve delilde budur. Oysa gerçek öyle
degildi. Dünyaca ünlü ve güvenirligi
tescil edilmiş isveç in kriminal laborutuvarında bu belge analiz ettirilmiş
Dr Şıvana ait oldugu idia edilen ifade
tutanagı ve imza asılsız çıkmıştır.
Bunla yetinilmemiş üç ayrı Üniversitenin laborotuvarında da analiz
edilmiş kuşkuya yer verilmeksizin
bu ifade tutanagının ve imzanın Dr
Şivana ait olmadıgı tesbit edilmiştir
.(isteyenler,merak edenler bu rapora
ve belgeye ulaşabilir,internette yayınlanmıştır)
Said ELÇİ ve Dr. Said KIRMIZITOPRAK anlayışına yönelik ve karşı
karşıya getirme mantıgı Kurdistani
değildir, Kurdistani milli damarların birligine hizmet etmeyen sinsi bir
pravaksiyon ve operasyondur. Kurdistanda oluşan boşluga müdahale
edecek alternatiflerin güney Kurdistanla gelişecek ve gelişmesi gereken
ilişkileri sabote etme projesidir. Said
Elçi ve Dr.Said KIRMIZITOPRAK
Kurdistan şehididir ve Kurdistanın
milli damarının nadide temsilcileridir. Saidler ekolünün bu milli damarları tek vucut olmalıdır. Kurdistanda
kurdlerin birligine hizmet etmeyen
her türlü açıklamaların sahiplerı operasyonun fügüranıdır ve şaibelidirler.
12.12.2013 Amed
http://www.yekbunawelat.com
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Roboski
Goyiler
28 Aralık 2011 Roboski katliamı, bana
şu olayı çağrıştırdı. Bu konu ile ilgili olarak üç konuya değinmek istiyorum:
1. 1960 yılı sonlarında, Irak Devlet Başkanı Abdülkerim Kasım’la, Kürdler
arasında, Mele Mustafa Barzani arasında çelişkiler baş gösterdi. Irak Devlet
Başkanı Abdülkerim Kasım, Kürdlere,
Kürdistan Demokrat Partisi’ne, Mele
Mustafa Barzani’ye verdiği sözleri tutmuyordu. Vaatleri yerine getirmiyordu.
Bunun üzerine Mele Mustafa Barzani
Bağdat’ı terk etti. Kürdistan’a, Barzan’a
ulaştı.
Irak yönetimi 1960’ın sonlarından itibaren, Kürdlere, Kürdistan Demokrat
Partisi’ne baskısını durmadan artırmaya
başladı. Ordu, jandarma ve polis güçleri, el Muhaberat, Kürdlere karşı devlet
terörünü durmadan tırmandırıyordu.
Kürdistan Demokrat Partisi, Mele Mustafa Barzani, bu baskılara karşı silahlı
mücadelenin gereği üzerinde durmaya
başladı.
Bu konuda şöyle bir olay anlatılar. Mele
Mustafa Barzani, halkın silahlı mücadeleyi destekleyip desteklemeyeceğini, ne
kadar destek vereceğini anlamak için
güvendiği birkaç arkadaşıyla birlikte,
Barzan’dan Zaho’ya doğru geziye çıkar.
Beldelere, köylere uğrar. Halkla sohbet eder. Mücadelenin gereği üzerinde
durur. Halkın nabzını yoklar. Zaho’ya,
Zaho kırsalına kadar varır. Aradığını,
görmek istediğini bulamaz, göremez.
Çeşitli köylerde yaptığı sohbetlerde, böyle bir mücadeleye katılım olmayacağını
fark eder. Kimse Barzani’nin yürüyüşüne katılmaz. Mele Mustafa Barzani,
arkadaşlarına, bu durumu açıklayacağı,
mücadeleyi ileriki bir tarihe ertelemek
gerektiğini belirteceği anda, grup içinde
yer alan, gruba Haftanin taraflarından
katılan, Goyiler, hemen ileri atılırlar.
“Biz mücadeleye katılıyoruz, mücadele başlamalı…” derler. Gerek Güney
Kürdistan’da, gerek Kuzey Kürdistan’da,
yer alan Goyiler, 1961’de, 9 Eylül’de, silahlı mücadelenin başlamasında büyük
Dr. İsmail Beşikçi
rol oynarlar. Mele Mustafa Barzani, buradan aldığı moral güçle, destekle, bu
sefer Barzan’a doğru yola çıkar. Yine,
köylere beldelere uğrar, halkla sohbet
eder. Bu sefer Barzani’nin yürüyüşüne
katılmalar olur. Goyiler’den başka aşiretler de yürüyüşe katılır.
Mele Mustafa Barzani, benzer bir geziyi, Barzan’dan Süleymaniye yönüne de
yapar. Bu defa daha kalabalık gruplarla
hareket eder. Süleymaniye’den tekrar
Barzan’a dönüşte grup iyice kalabalıklaşır. 9 Eylül 1961’de, Güney Kürdistan’da
silahlı mücadele böyle başlar.
2. 15-16 Haziran 2013 tarihinde, Diyarbakır’da, “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” yapıldı. Bu konferansa
Barış ve Demokrasi Partisi yöneticiler
ve milletvekilleri de katıldı. Konferansa
katılan bazı Kürd örgütlerinin temsilcileri, konuşmalarını Kürdçe yaptılar.
BDP yöneticiler ise Türkçe konuştular.
BDP yöneticilerini, Diyarbakır gibi bir
yerde, dinleyicilerin ve konuşmacıların
çoğunun Kürd olduğu bir yerde Türkçe
konuşmaları şüphesiz yanlış. Ama BDP
hep böyle yapıyor. Kişi olarak bunu fazla
sorun yapmam…
Konferansta Roboski’den bir kişi de
konuşma yaptı. Devletin Roboski köylülerini nasıl bombaladığını, insanların
bombalarla nasıl parçalandığını, ceset
parçalarının nasıl toplandığını, karda
çamurda bu sürecin nasıl yaşandığını,
yakıcı bir dille anlatmaya çalıştı. Ama
Roboskili arkadaş, konuşmasın Türkçe
yaptı. Bu, bende derin bir hayal kırıklı
yarattı. Burada, duygularımı, düşüncelerimi anlatmaya çalışıyorum. İnsanların
acılarını kendi anadilleriyle anlattıkları,
anadilleriyle daha iyi anlattıkları söylenir. Ama bu katliama yaşamış biri bunu
Türkçe anlatıyordu. Diyarbakır gibi bir
yerde, konuşanların ve dinleyicilerin
çoğunun Kürd olduğu bir yerde konuşmanı Türkçe yapıyorsun… Konuşmasını
üç yerinde, “devlet bize para verdi, biz
kabul etmedik” dedi. Bunu bir direniş
edasıyla dile getirdi. Bu, bende sadece
bir tebessüm yarattı. “Sen devletin sana
verdiğini, zulümle, baskıyla, zorla verdiğini zaten almışsın, parasını almamışsın,
o kadar önemli değil. Devletin senin bu
tutumun karşısındaki düşüncesi şudur:
“Bak, sen Türkçe konuşuyorsun, güzel
konuşuyorsun, senin oğlun senden daha
güzel Türkçe konuşacak, torunlarınsa
Kürd olduklarını bile hatırlayamayacak…” Bu olay, devletin, çözüm konusunda neden ciddi adımlar atmadığını da
gösteriyor. Zaman, devletin lehine işliyor. Zaman ne kadar uzarsa, asimilasyon
da o kadar pekişecek…
Kürdçe konuşmak bu kadar önemli midir? Önemlidir. Bunu, 1984 de çarpıcı
bir şekilde fark etmiştim. 1984 sonlarından itibaren, Bulgaristan’da Türk azınlığa Bulgar isimleri verme operasyonları
vardı. Bulgaristan hükümeti, Türklere,
“Eğer Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde, Bulgaristan
devlet bürokrasisinde, görev alır, görevde hızla yükselirsiniz, ama Türk isimleriyle günlük yaşamınızda bile sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz…” diyordu. Bulgar
isimleri almayanlara işkenceler de yapılıyordu. Tuna Nehri üzerindeki Belene
Kampı işkence merkeziydi.
Bu operasyonlara karşı Türkiye’de çok
büyük tepkiler gelişmişti. Bulgar isimler
almak istemeyenler Türkiye’ye sığınıyorlardı. Çok yoğun bir göç vardı. Ekim
1984 de bir akşam koğuşta TV de haberleri dinliyorduk. Çok büyük bir koğuştu
Koğuşun mevcudu 120’yi aşıyordu. Tek
tip elbise direnişine katılanların çoğu bu
koğuştaydı. Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın
Yolu, Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu,
Kurtuluş, Partizan… örgütlerine mensup arkadaşların çoğu bu koğuştaydı. O
günlerde, Bulgaristan’la ilgili haberler
birinci haber olarak verilirdi. Muhabir,
Bulgaristan’dan göç eden bir kişiyle röportaj yapıyordu. Göçmen kişi, Bulgar
ismi almayanlara nasıl işkence yapıldığını anlatıyordu. Belene Kampı’nda
yapılan işkenceleri vurguluyordu. Ama
Bulgarca konuşuyordu. Konuşmalarını
Türkçe’ye tercüme ediyorlardı. İşkenceleri Bulgarca anlatıyordu. Arkadaşlar,
Bulgarca konuşan bu Türk’ün anlatımlarının değerli bulmadılar. Bu Türk’ü kendilerinden saymadılar.
Muhabir ikinci bir kişiyle röportaja başladı. O Türkçe konuşuyordu ama çok
kötü bir Türkçe konuşuyordu. Özneler,
fiiller hiçbiri yerli yerinde değildi. Ama
o kişi ısrarla Türkçe konuşuyordu. Arkadaşlar, o kişiyi hayranlıkla dinlediler.
Anlatımlarını dikkate aldılar. Türkçe
konuşan o kişiyi kendilerinden saydılar.
Türkiye’de sol, Bulgarca konuşan Türk’e
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
itibar etmiyor. Ama Türkçe konuşan bir
Kürd’e, onun Türkiyelileşmesine, Kürdistani olmaktan uzaklaşmasına çok itibar ediyor.
Bu açıdan, Kürdlerin bu durumunu Filistinlilerle karşılaştırmakta yarar vardır.
Filistinli Araplardan acaba İbrani diliyle
konuşan yazan var mı?
3. Goyiler (Goyan), Roboski, Goyi köyleri, gerek Güney Kürdistan’da kalan
kesimiyle, gerek Kuzey Kürdistan’da
kalan kesimiyle, milli duyguları yüksek
olan Kürdlerdir. Ekonomik sıkıntılardan
dolayı korucu olmayı kabul etmişlerdir.
Ama PKK’yle ciddi bir savaş yürüttükleri söylenemez. Korucu oldukları için
sınırda, küçük çaplı “kaçakçılık” yapmalarına da göz yumulmuştur. “Kaçakçılık” aslında, Güney’le ilişkileri canlı
tutan, ilişkilerin sürmesini sağlayan bir
durumdur. Burada, “kaçakçılık” kavramı elbette yanlıştır. Çünkü kaçakçılık,
bir ülkeden başka bir ülkeye gizlice geçmeyi anlatır. Kürdlerse hep kendi ülkelerinde dolaşmaktadır, Güneyden Kuzeye,
Kuzeyden Güneye vs. Kürdlerin kendi
ülkelerinde, neden bir taraftan öbür tarafa gizlice geçmeye çalıştıkları irdelenmeye değer bir konudur.
Bu açıdan Goyilere bakmakta yarar vardır. Roboski, Goyiler her zaman Kürd
kalmıştır. Kürd milli değerlerine sahip
olmuştur. Kürd milli değerlerinin her
zaman savunmuştur. Resmi ideolojinin
söylemlerin her zaman karışı durmuştur.
Referansı her zaman Güney’dir. Katliamın temel gerekçesi de kanımca budur.
Referansı Güney olanların, Kürdçe konuşanların Türk Devleti’ne, Türklere bir
yardımı olmaz…
Şeyh Said direnişi sırasında bir olaydan
söz edilir. 47 kişiye idam kararı verilir.
Ama infaz sırasında bir kişinin eksik
olduğu fark edilir. Hükümlülerden biri
bir yolunu bulup firar etmiştir. Durum
Ankara’ya bildirilir. Ankara, çarşıdan
bir Kürdün yakalanarak getirilmesini,
sayının 47’ye tamamlanmasını ister.
Böyle bir kişi yakalanarak getirilir. Fakat bu kişi de direnişle hiç alakalı değildir. Şeyh Said’i de bilmemektedir.
Yaşanan çatışmaların da farkında değildir. Kişinin bu durumu da Ankara’ya bildirilir. Bunu üzerine Ankara, o kişinin
Türkçe bilip bilmediğini sorar. O kişi
Türkçe bilmemektedir. Ankara, o kişinin
de asılmasını ister. “Türkçe bilmeyenin
Türk Devleti’ne bir yararı olmaz.”
Sabahat Tuncel’e bir-iki not
21 Aralık 2013 günü, Bilkent Üniversi-
tesi’nde “Barış Etkinliği” adlı bir toplantı düzenlendi. Bu, öğrenciler tarafından
düzenlenen bir toplantıydı. Bu toplantıya, Halkın Demokratik Partisi (HDP)
Eşbaşkanı Sabahat Tuncel de katıldı.
Basına yansıyan haberlere göre, Sabahat Tuncel, “kadınım, sosyalistim, Aleviyim” dedi. Kürd olduğunu söylemedi, Kürd kimliğinden söz etmedi. Bunu
unuttu veya önemsemedi. 28 Aralık
2013’te, Roboski katliamının yıldönümünde, Yargıtay 9. Dairesinin Sabahat
Tuncel’in cezasını onayladığına dair haberler ajanslara düştü.
Bu haberleri nasıl yorumlamalıyız? Sabahat Tuncel Kürd olduğunu unutabilir, Kürdlüğünü önemsemeyebilir. Ama
devlet, Sabahat Tuncel’in Kürd olduğunu hiçbir zaman unutmaz. Cezanın
onaylanması, Sabahat Tuncel’e, “kadın,
sosyalist, Alevi” olduğunun yanında bir
de Kürd olduğunu hatırlatacaktır. Ceza,
kadın olduğu için, sosyalist olduğu için,
Alevi olduğu için değil Kürd olduğu için
verilmiştir. Sabahat Tuncel’i milletvekili
seçen oylar sosyalist oylar mıydı? Bunlar evleri yakılan yıkılan Kürdlerin bu
süreçte nasıl ezildiğinin bilincine varan
Kürdlerin oyları değimliydi? O zaman,
Kürd kimliğini açıklamaktan neden kaçınıyor?
Sabahat Tuncel konuşmasında, “Kürdlerin sorunu çözüldü, artık birlikte emek
sorununu çözeceğiz” dedi. Bu da çok
şaşırtıcı bir beyan… Çözüm nedir acaba? Kürdler kendi geleceklerini belirleme hakkına mı sahip olmuş, Kürdistan’ı
Kürdler mi yönetiyor? Kürd valiler,
Kürd kaymakamlar, Kürd yargıçlar mı
var? Çocuklar okullarında Kürd diliyle
mi eğitim alıyor? Terörle Mücadele Yasası mı yürürlükten kaldırılmış? Neden
hala “Terör örgütüne üye olduğundan…”
davaları var? Bunların hangisi gerçekleşmiş? İstanbul Milletvekili ve HDP Eşbaşkanı Sabahat Tuncel, “devlet kötüdür,
biz devlet istemiyoruz” diyor. Yani Kürd
Devleti’ne karşı çıkıyor? Devlet kötüyse,
Türklerin, Arapların, Farsların vs. devletin neden karşı çıkmıyor?
Sabahat Tuncel’in konuşmasında “Barzani, ABD ile birlikte, Kürd petrolünü
satıp yiyorlar…” şeklinde bir beyan da
var. Bu çok kaba, seviyesiz, çirkin, ahlaki olmayan bir beyandır. Kürd petrolünden elde edilen gelirler, halka yansıyor.
Okullar, yollar, hastaneler, Sağlık, eğitim, konut konusunda büyük ilerlemeler
var. Yol, su, elektrik, kanalizasyon gibi
temel alt yapı hizmetlerinde büyük ilerlemeler var. Gelir, halka böyle yansıyor.
Saddam Hüseyin döneminde, Kürdistan
petrolünden elde edilen gelir Kürdistan’a
savaş uçakları, zehirli gazlar, mayınlar
olarak geri dönerdi. O zaman Kürdlerin
fert başına düşün milli geliri 50-60 dolar civarındaydı. Günümüzde büyük bir
inşaat, kalkınma var. Fert başına düşün
milli gelir 6 bin, 7 bin dolar arasında…
Gelir dağılımında dengesizlikler olabilir.
Ama en alttaki gelir grubunun gelirinde
de artmalar olduğu açıktır. Ankara’da,
İstanbul’da, Diyarbakır’da, Malatya’-da,
Paris’te dilenciler var ama Hew-lêr’de,
Süleymaniye’de, Duhok’ta dilenci yok…
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin elbette eleştirilecek yönleri vardır. Örneğin, Güney Kürdistan pazarının, neden
Kuzey Kürdistanlı iş adamlarına açılmadığı önemli bir eleştiridir. İbrahim
Küreken’in, “Em birayê hev in lê ne
şirîgê hev in” yazısı bu bakımdan çok değerlidir (www. kurdinfo.com 8.12.2013).
“İmralı’daki Öcalan Diyor ki”
Aydınlık Gazetesi, 16 Aralık 2013-24
Aralık 2013 tarihleri arasında 9 gün
“İmralı’daki Öcalan Diyor ki” başlıklı dizi yazı yayımladı. Bu yazı dizisine
karşı, şimdiye kadar, Barış ve Demokrasi Partisi’nin, Halkların Demokratik
Partisi’nin, Qandil’deki PKK ve KCK
yöneticilerinin, Demokratik Toplum
Kongresi’nin, bir açıklama yapmamış
olmaları, bu yazı dizisine karşı bilmiyor,
görmüyor, duymuyor tavrı izlemeleri
dikkate değer bir durumdur. Bu yazı dizisine karşı Abdullah Öcalan’ın da açıklama yapması elbette önemlidir. Aynı zamanda gereklidir.
Bu konuyla ilgili olarak kurdistan-post.
eu da Fikret Yaşar Hoca, “Kürdistan
tarihinde Pazuki Aşireti ve Öcalan” başlıklı bir yazı yayımladı. Fikret Hoca’yı
eleştirmeye alışanlar da bu yazı dizisine
hiç dokunmadan bu işi yapmaya çalışıyorlardı.
Bu yazı dizisinin Abdullah Öcalan’ın,
yakalanıp İmralı’ya getirilmesinden sonraki sorgusu olduğu anlaşılıyor. Öcalan,
devlete katılmak için geldiğini, devlete
hizmet etmek için geldiğini anlatıyor.
Hiçbir şey istemediğini, hizmet için fırsat verilmesini istiyor. “Devletin bir eriyim” diyor. “Şehit analarında özür dileyeceğim” diyor.
En iyi Türk benim diyor. Kendimi
Türk’ten daha fazla Türk hissederim
diyor. “Anayasal hak istemenin anlamı
yok çünkü siyasal haklar zaten Anayasa güvencesi altında” diyor. “Irak’ta
ve İran’da kullanacağınız güç oluruz”
diyor. “Talabani ve Barzani ilkeldir,
ABD işbirlikçisidir”, diyor. PKK’nin
Barzani’ye ve Talabani’ye saldırması
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
için, Genelkurmay’ın plan yapmasını
öneriyor.
Türkçeyle yaşarım, bütün işlerimi Türkçeyle hallederim diyor. Hakkâri’ye de
Türkçe öğreteceğim diyor. İstanbul
Türkçesi. 9 gün boyunca, Öcalan bunları
benzer önerileri defalarca dile getiriyor.
Şurası çok açık: Biz Son yıllarda Kürd/
Kürdistan sorununu çok konuşuyoruz.
Kavramları, sözcükleri yerli yerinde kullanıyoruz. Fiili bir özgürlük! Bu sürecin
yaşanmasında, gerilla mücadelesinin,
PKK’nin çok büyük rolü var. Kefensiz
olarak çukurlarda, kıyılarda köşelerde
yatan Kürd yurtseverlerinin çok büyük
rolü var. Bu süreçte, kemiklerine bile
ulaşılamayan Kürd yurtseverlerinin çok
büyük rolü var. Ama Abdullah Öcalan’ın
yukarıda ettiği lafları etmek için özgürlüklere falan gerek yok ki… Devlet zaten
böyle olmasını, böyle yaşanmasını istiyor. Böyle yaşayanlara ödül de veriyor.
Bu bakımdan bu açıklamalarla, PKK’nin
var olma biçimi arsında derin bir çelişki,
uzlaşmazlık görüyorum.
9 gün boyunca, Öcalan, devlete hizmet
etmek istediğini defalarca vurguluyor.
Öcalan, devlete şöyle de hizmet edebilirdi. Tapu müdürü olarak, emniyet müdürü
olarak, vali olarak, İçişleri Bakanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak da hizmet
edebilirdi. Çünkü Atatürk’e, Türklüğe
bu kadar bağlı olanın, kendini Türk’ten
daha çok Türk hissedenin, Kürdler için
de fazla bir şey istemeyenin önü açıktır.
Türk devlet bürokrasisinde, her kademede görev alabilir görevlerde hızla yükselebilir. Türk siyasal hayatında, Kürdüm
diyenlerin, Kürdler için hak, özgürlük
isteyenlerin önünün tıkalı olduğu açık
bir gerçekliktir.
02.01.2014
Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir
icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir
bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan
kanun, diğer katliamların “Jenosid
olmadığı” anlamına gelmez.
Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin
tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp
atmak” için kanunlar hazırladılar.
Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler.
Kara ve hava harekâtı planladılar.
Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk
yetiştirme yurtlarına yerleştirerek
kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek
için program hazırlayıp uyguladılar
Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50
bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60
bini toplu katledildi, telef edildi. 20
-30 bin insan sürgüne gönderildi.
Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen,
olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür.
İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi,
1977 yılında hazırlamış olması, ilk
kez “Dersim jenosidi” kavramı ile
tanımlaması dikkate değerdir.
“Jenosit/soykırım” kavramının 1990’
lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada
geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği
çok muazzam lehine kullanarak bilgi
kirliliği ve yanılsamalar yarattığı,
mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini
gözlemlemekteyiz.
“Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan
okumasını göstermesi bakımından da
son derece önemli bir olgudur. Öte
yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının
araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin,
Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu,
bilimsel düşünce sürecine darbeler
vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki
dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir.
Araştırmada, kanunla ilgili meclis
görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının,
Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl
algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir.
Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar),
yerel(otokton) halkları yok etmeye
koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki,
özel olarak da Dersim'deki jenosid
uygulamaları, çeşitli kaynaklardan
yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır.
Kritik edilmesi dileğiyle!
İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla...
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İsmail Beşikçi
siyasete giriyor
Ferda Çetin
Katı bir inkarın, asimilasyonun ve devlet terörünün hüküm sürdüğü yıllarda,
İsmail Beşikçi, yazdıkları ile Kürt kimliğinin ve bilincinin oluşmasına önemli bir
katkı sağlamıştır. Kürdistanlı kadınlar,
gençler, öğrenciler, gerillalar Beşikçi’yi
böyle tanıdılar ve bunun için sevdiler.
Beşikçi bu ilişkiyi kendi düşünceleri ve
pratiği ile yarattı. Bunun bedelini de 20
yıl hapis yatarak ödedi.
lıdır” gibi bir cümle çıkmamıştır. Aksine Beşikçi, PKK yönetimine Öcalan’la
ilişkisini kesmesini, Öcalan’ı tanımamasını tavsiye ediyor. Kürt halkına,
Öcalan’ın önderliğini reddetmesini öneriyor. Beşikçi’nin en büyük dostları ve en
yakınındaki insanların ortak özelliği de
Öcalan ve PKK düşmanlığıdır.
Bugün aynı Beşikçi, büyük bir istek ve
kararlılıkla bu ilişkiyi bozma faaliyeti
yürütüyor. Üstelik bunu öyle gizli kapalı değil, açıktan ve periyodik bir şekilde
yapıyor. İsmail Beşikçi’nin yazdıkları,
artık bir bilim insanının eleştirilerini
çoktan aşmış; “içeriden”, bir “dost”un
önerileri olmaktan çıkmış, aleni bir düşmanlığa evrilmiştir. Deyim yerindeyse
kırk yılda Kürt halkı ile kurulan dostluk
bağları, bir kaç yıl içinde tuz buz edilmiş, Kürt halkının karşıtı bir pozisyona
dönüşmüştür.
Beşikçi son on yılda yazdıkları ve konuştukları ile Kürt Halk Önderi Öcalan’a
karşı düşmanca bir pozisyona girmiştir.
Beşikçi, sömürgeci aydın psikolojisi ile
ağzına geleni söylemekte, üstelik bu hakaretlerini saygı ölçülerini zorlayarak
tekrarlamaktadır. Bu tespit, niyet okuma
veya iddialara değil, Beşikçi’nin kendi
konuştukları ve yazdıklarına dayanmaktadır.
Beşikçi’nin siyasi faaliyet alanı
İsmail Beşikçi genel siyasetle ilgilenmiyor. Siyasetini PKK ve PKK’nin mücadelesi karşıtlığı üzerinden inşa etmeye
çalışıyor. Beşikçi PKK’nin ideolojisini,
politikasını ve pratiğini “eleştiri” adı altında karalıyor, kötülüyor; Kürt halkı ve
diğer halklar nezdindeki meşruiyetini lekelemeye, anlamsızlaştırmaya uğraşıyor.
Üstelik bu faaliyetini, devletin Kemal
Burkay denemeleri, Barzani’nin Amed’e
davet edilme amacına paralel bir çaba
ile yürütüyor. Son yıllardaki yazılarına, röportajlarına bakıldığında, devletin
“Öcalan’ı itibarsızlaştırma” faaliyetlerine en büyük katkıyı Beşikçi’nin sunduğu
görülecektir.
Öcalan karşıtlığı üzerinden politika
Beşikçi, uzun yıllar devletin sürdürdüğü, “PKK’ye evet Apo’ya hayır”, ya da
“Aposuz PKK” politikasını güncellemek
istiyor. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın esaret altına alındığı günden bugüne, bir tek
gün Beşikçi’nin ağzından, “Öcalan bir
halkın önderidir, özgürlüğüne kavuşma-
Karalama ve hakaret kampanyası
Kürt Halk Önderi Öcalan ve PKK yetkilileri ise, Beşikçi’nin tüm saldırı ve
hakaretlerine rağmen, bir tek gün saygısızlık yapmadılar. Onun aleyhine tek bir
incitici, rencide edici söz sarf etmediler.
Beşikçi, bu inceliği ve nezaketi de doğru
okumadı.
Beşikçi’nin güçlü referansı: Aydınlık
Gazetesi
Beşikçi, 1 Ocak 2014 tarihinde K. Post
sitesinde, bu türden yazılarına bir yenisini ilave etmiş:
“Aydınlık Gazetesi, 16 Aralık 2013-24
Aralık 2013 tarihleri arasında 9 gün
‘İmralı’daki Öcalan Diyor ki’ başlıklı dizi yazı yayımladı. Bu yazı dizisine
karşı, şimdiye kadar, Barış ve Demokrasi Partisi’nin, Halkların Demokratik Partisi’nin, Qandil’deki PKK
ve KCK yöneticilerinin, Demokratik
Toplum Kongresi’nin, bir açıklama
yapmamış olmaları, bu yazı dizisine
karşı bilmiyor, görmüyor, duymuyor
tavrı izlemeleri dikkate değer bir durumdur. Bu yazı dizisine karşı Abdullah Öcalan’ın da açıklama yapması
elbette önemlidir. Aynı zamanda gereklidir.”
Beşikçi, Aydınlık gazetesinde yazılanlardan hiçbir kuşku duymuyor. Buna
göre Öcalan, sanki İmralı’da pazarlığa oturmuş gibi anlatıyor da anlatıyor.
Beşikçi’ye göre Öcalan “devlete hizmet
için geldim, ben devletin bir eriyim”
dedikten sonra başlamış sıralamaya:
“En iyi Türk benim, Türkçeyle yaşarım, bütün işlerimi Türkçeyle hallederim, Hakkari’ye Türkçe öğreteceğim,
hem de İstanbul Türkçesini” demiş.
Öcalan, “İran’da ve Irak’ta kullanacağınız güç oluruz…Talabani ve Barzani
ilkeldir, ABD işbirlikçisidir, onlara
saldırmamız için Genelkurmay’ın bir
plan yapması yeterlidir” demişmiş.
“Kürt dostu Beşikçi”, Türk devletinin
Kürt Halk Önderi Öcalan’ı itibarsızlaştırma faaliyetlerinden, Aydınlık gazetesinin yayınladığı asparagas haberden,
sözde İmralı tutanaklarından zerre kadar kuşku duymuyor. Beşikçi, Kürt Halk
Önderi Öcalan’ın bütün bunları konuştuğundan adı gibi emin. O nedenle Kürt
halk Önderi Öcalan’ı ve KCK yetkililerini acilen bu konuda açıklama yapmaya çağırıyor. Beşikçi’nin kanıtı ve tanığı
çok sağlam: Aydınlık Gazetesi!
Beşikçi’nin Öcalan’a derin düşmanlığının nedeni
Kürt Halk Önderi Öcalan, Kürt halkının
özgürlüğü için ulus devlet çözümünün
doğru çözüm olmadığını; devletleşmenin özgürleşmekle eş anlama gelmediğini, toplumun özgürleşmesi ve örgütlenmesi ile devletin anlamsızlaşacağını
söylemektedir. Bu tez, Beşikçi’nin ömrü
boyunca teorisini yaptığı, “Kürtler,
devlet olmadan özgürleşemez” tezinin
tam zıddıdır. Çünkü Beşikçi, Kürt halkının özgürlüğü için üstten, yukarıdan
inşa edilmiş bir devlet iktidarının çözüm
olacağına inanıyor. Öcalan ise, toplumun
kendi eliyle inşa edeceği bir sistem ile
özgürleşmenin imkan dahilinde olduğunu söylüyor. Kürdistan halkı büyük
bir çoğunlukla Öcalan’ın, “devlete rağmen, toplumun örgütlenmesi ve kendi
kurumlarını inşa etmesi” görüşlerini
benimsiyor ve bu temelde örgütleniyor.
Bu örgütlenme tarzı, Beşikçi’nin “devlet eliyle özgürleşme” fikrini anlamsızlaştırıyor. Beşikçi’nin tepkisi ve öf kesi,
tabulaştırdığı ulus devlet fikrinin çöküşü
ile ilgilidir.
“PKK yöneticileri sağlıklı bilinç oluşturamamıştır”
Beşikçi, PKK yöneticilerinin bilinç düzeylerinin yetersizliğine de el atıyor,
onların Kürdistan’ın bölünmüşlüğünden
habersiz olduklarını belirtiyor.
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Qendil’deki PKK yöneticiler de durmadan, ‘biz bölücü değiliz…’ deyip
durmaktadırlar. PKK yöneticileri,
esas bölünenin, parçalananın, paylaşılanın, Kürdler ve Kürdistan olduğunun bilincine ne zaman ulaşacaklardır
acaba? Böylesine uzun süren, kararlı,
fedakar, bir mücadele, bunca yıl, neden, Kürdler, Kürdistan konusunda
sağlıklı bir bilinç oluşturamamıştır?”
gür kimlik sahibi yapan, ömrünü ve bütün varlığını halkına adayan Kürt halk
Önderi Öcalan’a saldırıyı rutin bir faaliyet haline getiren birinin dost olmadığı;
söyledikleri ve önerdikleri ile daha çok
Türk özel savaş kurumuna hizmet ettiği
kesindir.
Beşikçi, KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın, Mithat Sancar’a Milliyet için verdiği
röportaja atıfta bulunuyor.
Beşikçi, PKK karşıtlığını o kadar ileri
boyutlara taşıyor ki, Öcalan ve PKK’nin
etkilediği tüm alanlara saldırıyor. Rojava’daki devrimi ve devrimin öncüsü
PYD’yi karalamaya, devrimin meşruiyetini lekelemeye kadar vardırıyor. Bir süre
önce Rojava ile Güney Kürdistan arasındaki Semelka Kapısı KDP tarafından
kapatıldığında, Beşikçi bunun bir PYD
yalanı olduğunu, kapının açık olduğunu
belirtiyor; bu konuda Salih Müslim ve
PYD yetkililerinin açıklamalarını, “propaganda” amaçlı olduğunu söylüyordu.
Beşikçi’nin doğru haber(!) kaynağı ise,
PKK karşıtı olduğu şüphe götürmeyen
Rızgari Online sitesi. (K. Post, 9 Eylül
tarihli yazısı)
Acaba Kürt halkının, bugün ulaştığı uluslaşma ve özgürleşme düzeyini, bugün kazandığı kişilikli ve özgür Kürt kimliğini
PKK ve yöneticileri değil de, Beşikçi ve
yakın arkadaşları mı sağladı?
Beşikçi, yeni yıla girerken yazdığı ilk
yazısında PKK’nin Goyi Aşireti’ni ve
Roboskilileri Türkleştirdiğini anlatmaya çalışıyor. Örneklerle, geniş izahlar ve
tekrarlarla bir yalanı bilimsel (!) bir gerçeğe dönüştürmeye çalışıyor.
Beşikçi işi küfür ve hakarete vardırıyor
Beşikçi yaptığı hakaret ve aşağılamalardan hızını alamıyor; öyle bir küfür
ve hakaret ki, kırk yıldır yaptıklarının
tümü bir çırpıda hiçleşiyor, anlamsızlaşıyor. Beşikçi, Aydınlık gazetesinin 9 gün
süren yalan haberine büyük bir keyifle
ortak oluyor. “Bilim adamı” Beşikçi,
Öcalan’a hakaret ediyor, kendince aşağılamaya, itibarsızlaştırmaya çalışıyor:
“9 gün boyunca, Öcalan, devlete hizmet etmek istediğini defalarca vurguluyor. Öcalan, devlete şöyle de hizmet edebilirdi. Tapu müdürü olarak,
emniyet müdürü olarak, vali olarak,
İçişleri Bakanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak da hizmet edebilirdi.
Çünkü Atatürk’e, Türklüğe bu kadar
bağlı olanın, kendini Türk’ten daha
çok Türk hissedenin, Kürdler için de
fazla bir şey istemeyenin… önü açıktır. Türk devlet bürokrasisinde, her
kademede görev alabilir, görevlerde
hızla yükselebilir. Türk siyasal hayatında, Kürdüm diyenlerin, Kürdler
için hak, özgürlük isteyenlerin önünün
tıkalı olduğu açık bir gerçekliktir.”
Beşikçi’nin bu satırlarını okuduktan
sonra her vicdan sahibi insan mutlaka,
“bu kadar da zıvanadan çıkmak olmaz”
diyecektir. Bu yazılanları “eleştiri” sınıfı içine koyarak normalleştirmek de
başka bir aymazlık olacaktır. Bir halkı
ayağa kaldıran, kölelik statüsünden öz-
Beşikçi’nin bir başka huzursuzluğu
Rojava Devrimi
İsmail Beşikçi Rojava’da inşa edilen demokratik özerklikten son derece rahatsızdır. Çünkü bu örnek başarılı olursa
eğer, Beşikçi’nin kırk yıllık “ulus devlet
olmadan özgürlük olmaz” tezi de yıkılmış olacaktır. Oradaki kazanımları Türk
devletine “vurma” malzemesi yapmakla birlikte, bir başarı ve örnek yönetim
modeli olarak görmemekte; PYD’nin
oradaki Kürt partilerine baskısından söz
etmekte ve anti-demokratik uygulamaları (!) kendince teşhir etmektedir. Yine
bu bilgilerini PKK’den kopan ve bugün,
açıktan PKK düşmanlığı yapan kişilerin
yazılarından aldığını, bu “yazar”ların
yazdıklarının çok önemli olduğunu anlatıp durmaktadır.
Sömürgeci ulus aidiyetinin yarattığı
üstünlük kompleksi
Beşikçi’nin ruh hali ve psikolojisi, sömürgeci ulus aydınının üstünlük psikolojisidir. Beşikçi, çok eleştirdiği Türk
aydınının egemen tutumunu hiç eksiksiz
yansıtmaktadır. Kendisini, Kürt halkının kaderi ve Kürt özgürlük mücadelesi
hakkında her türlü sözü söylemeye, her
türlü hakareti ve saygısızlığı yapmaya
ehil görüyor. Bu dizginlenmemiş üstünlük kompleksi ile ağzına geleni söylüyor.
KCK yöneticilerinin ulusal bilinç oluşturmamalarından, ulusal bilinci zayıflattıklarından söz etmektedir. Beşikçi,
KCK’nin Kürt yöneticilerine, bir Türk
aydını olarak nasıl durulması gerektiğini
de emrediyor: “Kürt, Kürdistan soru-
nu her şeyden önce duruş sorunudur”
diyor. (K. Post, 9 Eylül tarihli yazısı)
Beşikçi’nin, ulusu köleleştiren ulus
devlet modeli çökerken
Beşikçi’nin sıkça vurgu yaptığı ve mutlak bir doğruymuş gibi tekrarladığı,
“Lüksemburg’un nüfusu 500 bindir.
Ama bir devletleri var, Kürtler 40 milyondur ama bir devletleri yok” tespitinin, Kürt halkının özgürlüğü için doğru ve yerinde bir referans olmadığı her
geçen gün doğrulandıkça, Beşikçinin
hiddeti de artmaktadır. Beşikçi, “ulusu
köleleştirilmiş yüzlerce ulus devlet”in
durumunu izah edemiyor. Devlet ilanının, toplum için de otomotikman özgürlük anlamına gelmediğini anlamak istemiyor.
Beşikçi, Kürtler için tek çözümün “bağımsız devlet” olduğunu savunurken, her nedense Güney için KDP ve
Barzani’ye böyle öneriler yapmamaktadır. Hatta KDP ve Barzani yönetimini,
“model” olarak göstermekte, oradaki
hükümete methiyeler dizmektedir. Demek ki bu konuda da bir ilkelilik veya
tutarlılık söz konusu değildir. Maksat
Öcalan’ın ve PKK’nin söylediklerinin
aksini savunmak.
Beşikçi Rojava’daki sorunlara da el
atıyor
Beşikçi, sadece Kuzey Kürdistan Türkiye bağlamında değil; PKK’nin
Kürdistan’ın diğer parçalarındaki etkisini, öncü rolünü, yarattığı değerleri ve
halkın bağlılığını da değersizleştirmek
istemektedir. 9 Eylül 2013 tarihli yazısında şöyle diyor:
“Bir süre önce, PYD, Rojava’nın,
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne açılan sınır kapısı Sêmalka hakkında
çok yoğun bir propaganda yürütüyordu.
Kürdistan başkanı Mesud
Barzani’nin, Rojava’daki mağduriyete
rağmen, Sêmalka kapısının Kürdlere kapatıldığı dile getiriliyordu. Bu
propagandanın gerçeği yansıtmadığı
anlaşıldı.”
Beşikçi, PYD’nin açıklamalarının yalan
olduğunu, K. Post’taki bir yazıyı referans göstererek kanıtlıyor(!).
Rojava’da çeteler katliam yapmamıştır
“Kürt dostu” Beşikçi, PYD’nin verdiği
“Rojava’daki çetelerin katliamları”
bilgilerinin yalan olduğunu söylüyor. Beşikçi “PYD’nin yalanları”nı, objektif(!)
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve tarafsız(!) yayın organı Rizgarionline
adlı siteye dayandırıyor. Beşikçi, Mesut
Barzani’nin bu iddiaları araştırmak ve
aydınlatmak için yaptığı büyük(!) fedakarlıkları da hatırlatıyor. İşte 9 Eylül’de
yazdığı yazı:
“Serêkaniyê’de YPG ile el Nusra arasında çatışmalar gündeme geldiği
zaman, PYD’nin katliamlar konusunda çok yoğun bir yayının propagandası olmuştu. Bunun üzerine,
Kürdistan Ulusal Kongresi Hazırlık
Komitesi’ Mesut Barzani’nin önerisi üzerine, olaylar hakkında rapor
hazırlaması için Rojava’ya bir heyet
gönderdi. PYD’nin heyetin Rojava’ya
geçişine izin vermediği, sonunda heyetin Rojava’ya geçip incelemesini yaptığı, raporunun hazırladığı, Kürdistan
Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi’nin
raporu onayladığı da duyurulmuştu.
Raportörlerin çalışmaları ve raporun
içeriği ile ilgili olarak bk. (rizgarionline, Rojava raporu onaylandı, 2.9. 2013)
Raporun içeriği PYD’nin katliamlarla
ilgili olarak geliştirdiği propagandayı
doğrulamıyor.”
Bu yazılanlardan sonra Rojava halkının
ve PYD’nin Beşikçi’yi ve onun yürüttüğü bu faaliyetleri bir Kürt dostunun faaliyetleri olarak değerlendirmesi mümkün mü?
Söz gelmişken, Beşikçi’nin anlattıkları
kadar referansları da şaibeli ve bozuktur.
Kurdistan Post, Rizgarionline ve Aydınlık Gazetesi… Kendisi bunlara inanabilir, güvenebilir, önemseyebilir. Ancak
Kürt halkının, PKK ve Kürt Halk Önderi
Öcalan’a düşmanlığı sabit olanlara inanmayacaklarını da artık anlamalı.
Beşikçi’yi teşvik eden danışmanları ve
dostları
Beşikçi’nin bu hallere düşmesinden elbette kendisi sorumludur. Ama onu Öcalan ve PKK düşmanlığı konusunda motive eden, teşvik eden kuşatıcı bir şebeke
de var. Kürt özgürlük mücadelesine, Kürt
Halk Önderi Öcalan’a, yaratılan değerlere ve kazanılan mevzilere saldırmaktan
başka marifeti olmayan bir şebeke…
Beşikçi’nin bu açık ve pervasız saldırı-
“yaşasın halkların
kardeşliği”!
“yaşasın türk-kürt
islam birliği”!
larına ellerini ovuşturarak ve keyifle katılanlar…
Siyasette, ticarette, yayıncılıkta, barmenlikte iflas etmiş Ümit Fırat; kanal
kanal dolaştırılarak alay malzemesi haline getirilen İbrahim Güçlü ve Kürtlerin
iyiniyetini suistimalde son derece mahir
olan, ve “müşteri”lik dışında Kürt halkı
ile hiçbir ilişkisi olmayan, hep derin çalışan Ünsal Öztürk… Beşikçi’nin başdanışmanları ve dostları bunlar.
Geçmişte de Türk devleti ile kol kola,
Öcalan’ı ve PKK’yi itibarsızlaştırma adına bir çok faaliyet denenmiş, her defasında Kürt Özgürlük hareketi ve Kürdistanlılar tarafından boşa çıkarılmıştır. Bu
tür karalama, itibarsızlaştırma, güven
kırma amaçlı psikolojik savaş yöntemleri Öcalan’ın, PKK’nin ve Kürt halkının
yabancısı olduğu kampanyalar değildir.
Bir farkla ki bu kez Beşikçi kullanılıyor.
Kaynak:
http://www.firatnews.com/
news/guncel/ismail-besikci-siyasete-giriyor-ferda-cetin.htm
Sahibi: Muzaffer Erdoğdu
İletişim Adres:
Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı
No:10/6
Kadıköy - İSTANBUL
Tel: (0216) 414 64 41
Telefax: (0212) 414 64 41
E-mail:
[email protected]
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu
Gazeteci ve yazar özerk olur, hatta bir
partiye yakın olsa da özerkliğini korumaya çalışır. Ferda Çetin’in her şeyden önce kendi kafası ve düşüncesiyle
yazmadığı görüşündeyim. Ismarlama
bir yazı yazmıştır.
bağımsızlık haklarını savunuyor ve
sömürgecileri eleştiriyor. KCK ve
Öcalan ile benzer düşünmediği doğrudur. Bunlardan vazgeçen Beşikçi
Hoca değil, KCK ve Öcalan’dır. Yakın
gördükleri ile dostluklar kurabilir. Bu
onun doğal hakkıdır.
Neden mi ısmarlama?
Çünkü içinde yaşadığım zaman benzer durumlarla karşılaşmıştım. Hele
hele Beşikçi’yi düşman ilan eden bu
yazı tam ısmarlamadır. Bir yerlerin
görüşüdür. Kendileri yapamadığını
Ferda Çetin'e söyletiyorlar.
Başta İsmail Beşikçi Hoca’ya yönelik
yazılan bu yazı bir düşünce eleştirisi
değildir.
Örneğin Ferda Çetin düşünsel açıdan
Beşikçi Hoca’yı eleştirebilir. Beşikçi Hoca bir bilim insanıdır. Bundan
dolayı incinmez ve harekete geçemez. Beşikçi Hoca’nın başkalarının
üzerine salacak adamları da yoktur.
Ferda Çetin, Beşikçi Hoca’nın hangi
görüşlerine katılmadığını sonuna kadar eleştirebilir. Bilimde eleştiri vardır, sorgulayacak dil kullanmak gayet
doğrudur.
Ferda Çetin bunların hiçbirini yapmıyor. Çünkü yapacak kapasitesi, gazeteci ve yazar olma olgunluğunu gösterecek düzeyi bulunmamaktadır.
Beşikçi'yi “Kürt düşmanı” ilan ediliyor.
Nedeni gayet basit. Beşikçi Hoca’nın
son yazısı olan “Goyiler ve Roboski”
makalesi bilinen zihniyete çok dokunmuştur. Bilim ve düşünce insanı her
konuda görüşlerini söyleyebilir. Dokundurabilir. Beşikçi Hoca’da bunu
yapmıştır.
Beşikçi Hocayı “PKK ve Kürt düşmanı“ ilan etmek bir zorlamadır. Düşünün her şeyi ile kendisini kabul ettiren ve bir Türk olduğu halde bütün
çalışmalarını Kürtlere ve Kürdistan'a
adayan bir bilim insanı düşman ilan
ediliyor.
Bu bir zihniyettir. Eleştiri yapan kim
olursa olsun, bu zihniyete göre eleş-
Dursun Ali Küçük
tiri ve düşünce belirtmek; Öcalan ve
KCK’yi eleştirmek “düşmanlık yapmak” ve hakaret etmektir.
Oysa Ferda Çetin’in zihniyeti-çünkü
kişiselleştirmiyorum- eleştiri yapmayı kabul etmez. Doğrudur, KCK içinde kimse Öcalan’ın tek bir kelimesine
bile itiraz etmez. Katılmadıkları çok
konular olmasına rağmen es geçerler.
Kendi içindeki yapılanmayı bir topluma dayatmak isterler.
Ferda Çetin KCK içindeki yapılanmayı bir topluma dayatıyor.
Lafa gelince her şeyin başına “demokratik” koyarlar. Düşünsel eleştirileri
hazmedemeyen nasıl demokrat ve özgürlükçü olur?
“İsmail Beşikçi siyasete giriyor”
Bu başlık bile İsmail Beşikçi’yi siyasetle iliştirmek ve siyasi düzeyde itham etmeyi ifade ediyor.
Çok iyi biliyoruz: Beşikçi Hoca PKK
mücadelesini, bağımsızlık, özgür bağımsız bir Kürdistan mücadelesini sonuna kadar destekledi. Bu konularda
bolca yazılar yazdı. PKK’lilerle iyi
ilişkileri vardı. Ama bu durum İsmail
Beşikçi’nin politikaya girdiği anlamına gelmiyordu.
Bu gün Kürdistan federasyonu ziyaret etti ve Kürdistan’ın bağımsızlığını
özgür uluslar gibi tüm haklara sahip
olmasını vb. yine savunuyor. Kaldı ki,
Kürdistan federasyonuna eleştirileri
de vardır.
Beşikçi Hoca düşünsel ve yazınsal
olarak Kürdistan’ın egemenlik ve
Dün siyasete giriyor demiyorduk ve
bir bilim insanı olarak görüyorduk, bu
günde aynı şekilde görmek gereklidir.
Kaldı ki Beşikçi Hoca Kürdistani her
kesimle görüşebilir. Ziyaret edebilir.
Çok hayıflanmayın, Beşikçi Hoca bir
karalama yazısı ile boşa çıkarılamaz.
İçindekileri iyi ki sana söylettiler Ferda Çetin.
Siyasi anlamda söylemiyorum, ama
Beşikçi Hoca Kürdistan'ın manevi “lideridir”. Düşünsel ve bilimsel aklıdır.
Beğenmediğim ve katılmadığım düşünceleri de var, ama bu durum “manevi ve moral lider” olması gerçeğini
değiştirmez.
Düzeyi olmayan, düşünce içermeyen
bir makaledir:
Kendisi Beşikçi’nin “hakaret ettiğini”
söylüyor. Ama öte yandan hakaret ve
doğruluk içermeyen, kendisi dışında
herkesi “düşman” gören bir zihniyet.
“Beşikçi Kürt halk Önderine karşı
düşmanca faaliyete girmiştir”
Gel de inan. Beşikçi Öcalan ve
PKK’nin 1999 öncesi görüş ve değerlendirmelerine değer veriyordu. 1999
sonrası esaret altında değiştirilen görüşlerine dışarıdan bakan herkes görebilir. Uzun bir zaman Beşikçi Hoca
suskun kaldı. KCK görüşlerine ve
Öcalan’a katılmadığı gayet doğaldır.
Aydınlık Kürt ve Kürdistan düşmanıdır. Beşikçi hiç bir zaman Aydınlıkçılar ve Perinçek’e yakın durmadı.
Aydınlık ve Perinçek Beka da görüşmeler yaparken ve dost geçinirken de
yakın durmadığını biliyoruz.
Aydınlık, Ergenekon döneminde Öcalan’ın sorgu ifadelerini kullanmadı.
Bu gün kullanmaya başlamışsa şüphesiz ki siyasi bir hesabı vardır.
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu sorgu ifadelerini başta Ferda Çetin’in bilmesi gerekiyor. Avukattır.
Hukuki ve adaletli davranması istenebilir.
Sorgu ifadelerini kim kullanmış ve
ne hesapla kulanmış kimse ona ortak
olamaz. Aydınlığın Kürdistan düşmanı olduğu kesin. Ama sorgu ifadelerini kullanabilirler. Önemli olan bunun
doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde konuşmaktır. Çünkü yalan olduklarını
ve düzmece olduklarını söyleyemiyor.
Fikret Yaşar Hoca sorgu ifadelerinde
söylenen bazı cümlelerden hareketle bir yazı yazdığı için hemen Fikret
Hoca’ya karşı eleştiri ve saldırlar başladı.
Örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın ser
verip sır vermediğini hepimiz biliriz.
İbrahim o zamanda Perinçek’in çözüldüğünü ve devletten yana olduğunu
söylüyordu. Kimse çıkıp İbrahim sorguda çözüldü ve hoş olmayan şeyler
söyledi diyemez. Çünkü diyecek hiç
bir kanıt yok.
Öcalan “ben direniyorum”, KCK’de
Öcalan’ın direndiğini söylüyor. Örneğin biz neden yakalandıktan sonra “Öcalan’a ilaç verildi” dedik. 6.
Kongreden sonra bu açıklama yapıldı.
Çünkü sorguda söylenenler yansımıştı, beğenmiyorduk. Sonra bu tutum
geri alındı.
ulus-devletler değil mi? Başka sömürgeci ulus-devletlerle “çözüm” arıyorsunuz. Kürdistani düşünceler savunan
Beşikçi’den hakaret edecek kadar rahatsız oluyorsunuz.
Kemalist aydınlara Türkiye’de akademi vb. yerlerde ders verdirirsiniz.
Anlaşılan Beşikçi’ye saldırı fişeğini
ateşledin. Sana ateşlettiler.
Tövbe bunlar Türkiyelileşme aşkını
savunanlardır, üstünlük kompleksi
bunlarda hiç yoktur(!)...
Tarihte gösterir ki bu yükün altında
kalanlar olur.
***
Beşikçi Hoca’ya eleştiri adı altında
yapılan saldırının temel başlıkları:
‘Şebeke’
‘Beşikçi’nin bu açık ve pervasız saldırıları’
‘Beşikçi’nin hiddeti’
‘Kürt halkının karşıtı’
‘Karalıyor, kötülüyor’
‘Ağzına geleni söylemekte’
‘”Kürt dostu Beşikçi”’ (Çetin’in tırnağı)
‘”Bilim adamı”’ (Çetin’in tırnağı)
‘Öcalan’a derin düşmanlık’
‘Beşikçi’nin tepkisi ve öf kesi’
‘Yalan’
‘Beşikçi işi küfür ve hakarete vardırıyor’
‘Beşikçi yaptığı hakaret ve aşağılamalardan’
“Bu kadar da zıvanadan çıkmak olmaz”
Sorgu ifadelerini sonradan okuyan
oldu. Örneğin ben bir kısmını okudum. Aydınlık gazetesinde yazılanlarla benzerlik arz ediyordu.
‘Aymazlık’
Ferda Çetin, İsmail Beşikçi’ye ithamdan bulunduğun için bu kadarını
yazdım. Özgür Politika çıkıp Aydınlık “yalan söylüyor” alın size direniş
tutanakları diyebilirdi. Niye denilmediğini sizler araştırınız. Konu açıldığı
için bu kadarını yazdım. Yazmakta
istemiyordum. Aşağı yukarı bilenen
veya bilinmesi gereken şeylerdi.
‘Beşikçi’nin ruh hali ve psikolojisi,
sömürgeci ulus aydınının üstünlük
psikolojisidir’
‘Referansları da şaibeli ve bozuktur’
‘Beşikçi’nin bu hallere düşmesi’
Bu hallere düşülür mü Ferda arkadaş?
****
Ferda Çetin’in zihniyetindekiler, Türk
devleti olsun, Suriye devleti olsun,
Fars devleti olsun ama Kürt devleti olmasın diyenler tabi ki İsmail
Beşikçi’nin Bağımsız ve Özgür Kürdistan görüşünden rahatsız olurlar.
Çözüm aradığınız ise bu sömürgeci
‘Türk özel savaş kurumuna hizmet ettiği kesindir”
***
‘Beşikçi’nin ruh hali ve psikolojisi,
sömürgeci ulus aydınının üstünlük
psikolojisidir’
Benim bildiğim Beşikçi Türkiye ve
Türk halkı hakkında çok az yazmıştır. Türk’tür ama Kürdistan ve Kürt
halkıyla ilgili ağırlıklı çalışmalarını
sürdürmüştür.
Kemalist solcularla ve yazarlarla dostluklar kurmayı yadırgamazsınız.
Acaba bu eleştiriyi yapanlarda gizli Türkiye Kemalist aydın kompleksi
yok mu?
Beşikçi'ye bu hiddetli çıkışı yapanın
ve Türkiyelileşmeyi önüne koyanın,
Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyenin
acaba Türk dostluğu değil mi bu?
Sonuç:
Beşikçi Hoca TC’ye boyun eğmedi ve
kimseye boyun eğmez. Bildiğim Beşikçi Hoca ABD’den bir vakfın kendisine verdiği ödül ve parayı da almadı.
Beşikçi Hoca’yı benin savunmama
gerek yok. Kendisini yaşamı ve mücadelesi ile kanıtlamıştır.
Kürdistanı ve Kürdistan mücadelesini savunduğu için 17 yıl da cezaevi
yatmıştır. Af dilememiştir. Beni bırakın diye kimseye yalvarmamıştır.
Hizmetlere hazırım dememiştir. Yaptıkları ve yaşadıkları ile dimdik ayaktadır.
İyi ki içinizdekileri senin kaleminle
ortaya döktünüz. Biliyorum eleştirilere açık değilsiniz. Herkese bir yafta
bulmak ve yakıştırmakta ustasınız.
Bir bilim insanına karşı halk popülüzmine sığınmayın. Kitlesi olanlarda
yanlış yaptıklarında ortada kalmıştır.
Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Eleştirin ama düşünceyi düşünceyle
eleştiriniz. “Demokratik” olmanızın
zamanı gelmedi mi?
Türkiye'yi
demokratikleştiriyorsunuz, birazda kendinizi, Kürdistanı,
Kürt hareketlerini demokratikleştiriniz. Yoksa bize demokrasi bol gelir en
iyisi Türkiye’yi demokratikleştirelim
diyorsunuz?
[email protected]
Dursun Ali Küçük-5.1.1014
Kaynak: http://www.nerinaazad.com/
dursun_ali_kucuk
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Em birayê
hev in lê ne
şirîgê hev in”
İbrahim Küreken
Türkiye ile Güney Kürdistan yakınlaşması Kürtlerin pazarı Türklere açmasıyla birlikte gelişerek devam ediyor.
Bilindiği gibi Güney Kürdistan’ın özgürleşmesi Türk devletini ve Türkleri
ayağa kaldırmış ve Kürdistan özgürleşmesine yol açtığına inandığı ABD’ye
tarihinin en şiddetli karşıtlığını ortaya
koymuştu. Ayrıca her gün Güney Kürdistan siyasi önderleri hakkında en ağır
hakaretleri sarf etmekteydiler. Güney
Kürdistan yöneticileri bu duruma karşı
tedbirler geliştirmiş, Kuzey Kürtlerinden aracılar bularak Türk devletinin derinine etki edecek güçte olan Türk firmalarının bölgeye getirilmesi yönünde
strateji izlemişlerdi.
Sonuçta bu strateji başarılı olup yüzlerce Türk firması bölge pazarına dahil olmuş, Türk devletinin katı karşıtlığı yumuşamış, ilişkiler dostluk ve
işbirliği seviyesine ulaşmıştır. Güney
Kürdistan’ın olası bir tehditten uzak
tutulması, engelleri aşarak gelişmesi
ve bağımsızlık olasılığının önündeki en ciddi engelin yumuşamış olması
Kürtleri memnun eden bir gelişmedir.
Güney Kürdistan’ın bağımsız bir devlet
olması durumunda zenginlik kaynaklarını dünya pazarına ulaştıracağı en
avantajlı hat şimdilik Türkiye üzerinden gözüktüğü için Güney Kürdistan’la
Türkiye devletinin ilişkilerinin normal
seyretmesi büyük önem arz etmektedir.
Bu gerçekliği gördükten sonra gözden kaçırmamamız gereken çok daha
önemli bir gerçeklik vardır. Milli mesele bir anlamda pazar meselesidir.
Güney Kürdistan yönetimi diğer Kürdistan parçalarında sivil demokratik
mücadelenin esas alınması gerektiğini
önerirken bu mücadelenin güçlenmesi
ve başarı kazanması için buralarda milli burjuvazinin güçlenmesi gerektiğini
anlamalıdır. Kürdistan zenginlik kaynaklarının başkaları ile paylaşılıp Kürt
milli (küçük) burjuvazisini mahrum
bırakacak bir tercihin Kürt toplumunun
temel hak, özgürlük ve demokrasi mücadelesini ileri taşımayacağını anlamak
lazım. Bu bakımdan toplumu ileriye taşıyacak olan orta sınıfın önemsenmesi
ve milli sermayenin oluşmasına katkı
sağlanması Kuzey Kürdistan’da siyasetin normal çizgiye taşınmasına büyük
etkisi olacaktır. Bu gerçeklik göz ardı
edilirse bunun siyasi sonuçlarından
kaçmak mümkün değildir.
Güney Kürdistan’ın hayatiyetini devam ettirmesi için çevre devletlerle
sorunların asgariye indirilmesi önemlidir. Kürtlerin desteği ise en az bunlar
kadar önemlidir. Güney Kürdistan’ın
büyümesi, gelişmesi ve uluslararası camiada yer bulması için zenginlik kaynakları büyük önem arz etmektedir.
Buna rağmen Kürdistan’ın geleceğinin güvencesi petrol değil, 40 milyon
Kürt’tür. Güney yöneticilerinin diğer
parça Kürtlerini kast ederek “em birayê
hev in lê ne şirîgê hev in” diyorlar. Bu
söylemlerinde kısmen haklı olabilirler.
Bölgelerindeki petrolün ve diğer zenginlik kaynaklarının tasarruf hakkı hiç
şüphesiz Kürdistan federe yönetimine
ve halkına aittir. Buna kimsenin itirazı
yoktur. Ancak, “Şırîk” olmadan da pazar kurallarına uygun olarak iş yapma
avantajı Kürtlere tanınabilir. Şu anda
Güney Kürdistan iş pazarından “dış”
Kürtlere verilen pay devede kulak bile
değildir. Bu davranış bir zaman sonra
“dış” Kürtlerin hayati desteğini düşürmeye yol açacaktır. Bölge Kürtlerinin
desteğini ve sempatisini kaybeden bir
yapının geleceği, onu yutmak isteyen
güçlere imtiyazlar sağlayarak garantiye
bağlanamaz. Bu gerçeklik gözden kaçırıldığı vakit en etkin tarihi şahsiyetler
bile Kürdistan pazarından mahrum bıraktığı Kürtlerden beklediği ilgiyi göremez. Bunu yaşıyoruz ve ileride daha
açık yaşayacağız.
İkinci değinilmesi gereken konu Kürdistan petrolünün alelacele Türkiye’ye
sevki olayıdır. Kürdistan federe bölgesi
Irak bütçesinden %17 pay almaktadır.
Kürdistan bölge yöneticileri bu yüzde on yedi payla yasal olarak sorumlu olduğu bölgeyi görenin ağzını açık
bırakacak ölçüde geliştirmiştir. Arap
petrol devletleri gibi üretmeden bütün
ihtiyaçlarını dışarıdan sağlamaya çalışması ekonominin ve toplumun sosyal
gelişmesini olumsuz etkileyeceği gerçeğine rağmen, Kürdistan bölgesi, idari
ve güvenlik bakımından Irak merkezi
yönetimin kontrolünde bulunan bölge
ile kıyaslanmayacak kadar başarılıdır.
Bütçeden %83 pay alan Arap bölgesi
harap haldedir. Bu düzeyi değerlendirince rüşvet ve benzeri suçlamalara
maruz kalmasına rağmen Kürdistan
hükümetinin başarısını inkar etmek
mümkün değildir.
Ortadoğu gibi bir coğrafyada ayakta
kalmaya çalışan ve gerek siyasi gerekse yönetim başarıları inkar edilemeyen
genç Kürdistan devletinin Kürdistan
bölgesindeki petrolü kullanıma ve Türkiye üzerinden pazara açması değerlendirilmesi gereken bir konudur. “Gelecek
Kürdistan”’ın ihtiyaçlarına saklanması
gereken Kürdistan petrolünün pazarlanmasından elde edilecek gelirin yasa
gereği % 83’nün Irak merkezi harcamalarına gidecek olması bu eğilimin doğruluğunu tartışılır hale getirmektedir.
Konuyu tartışırken Kürdistan yönetimini bu girişime yönelten muhtemel
düşünceyi göz ardı etmememiz gerekir.
Şöyle ki:
1-Irak’ın yakın gelecekte parçalanacağı
kaçınılmaz görülüyorsa ve uluslararası
güçler buna karar vermişse şüphesiz
Kürdistan bölgesinin hazır olması gerekmektedir. Bu düşünceyle petrolünün
dünya pazarına ulaşacak yolu inşa etmesi kaçınılmaz olmuştur.
2-Kürdistan’ın varlığından rahatsız
olanlardan gelebilecek saldırılara karşı
bölgede yatırımları olan dünyanın güçlü petrol firmalarının ve bunların bağlı
bulunduğu devletlerin sağlayacağı koruma kalkanı oluşturmaya yönelik ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.
3- Irak merkezi yönetimi ile ihtilaflı durumu devam eden Kerkük’ün Kürtleri
ipotek altında tutmak için kullanılmasına karşı yeni satış kanalları yaratarak
merkezi yönetime olan ihtiyaçlarının
boyutunu küçük göstermek için bu siyaset izleniyordur.
Kürdistan petrolünün, yönetimin kontrolündeki bölgeden pazarlanma girişimi yukarıda sayılan nedenlerle olabilir.
Bu nedenler siyasetten doğru olabilir.
Ne var ki bu satıştan elde edilecek paranın % 83’nün Irak merkezi yönetimin
payı olduğu düşüldüğünde Kürdistan’ın
Kerkük petrolünden sonra yeni petrol
rezervlerini %17 gibi küçük payla tüketmesi ve ABD’nin konu ile hassasiyeti üzerinde düşünülmesi gereken bir
konudur. 08.12.2013
Kaynak: http://www.kurdinfo.com/
gotar_bixwine.asp?yazid=43&id=712
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tutsak PKK,
ulusal hareketi var ve HDK/ HDP'nin ana
gövdesini de bu örgüt oluşturuyor. PKK/
KCK'nın içinde yer almadığı bir HDK/
HDP'nin varlığı hayal edilebilir belki; ama
böylesi bir oluşum, çok düşük bir olasılıkla
ortaya çıkabilse bile şimdi olduğundan çok
daha güçsüz ve etkisiz bir hareket olacaktır. Parlak nutukların üstünü örtemeyeceği
bu gerçekler atlanarak yapılan tüm HDK/
HDP değerlendirmeleri kaçınılmaz olarak
subjektivizmle sakatlanmış olacaktır.
Rehine HDP
Garbis Altınoğlu
HDP Kongresi
1. Kongresi 18 Ağustos 2013'te yapılan
HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi 27 Ekim
2013'de yapıldı. Kürt ulusal hareketiyle
Türkiye devrimci hareketinin bir bölümünün yanısıra, Türkiye'deki demokratik
potansiyelin küçümsenmeyecek bir bölümünü bağrında barındırması ve Türkiye
halkları için çok şey yapabileceğini ileri
sürmesi, HDK/ HDP'nin ve Türkiye devrimci hareketinin bu kongre-parti içinde
yer alan öğelerinin durumunu bir kez daha
tartışmayı gerektiriyor. HDK/ HDP'nin
önemine Abdullah Öcalan'ın kendisi de
işaret ediyor ve HDP'nin 1. Olağanüstü
Kongresi'ne gönderdiği mesajında şöyle
diyordu:
“Halkların Demokratik Kongresi oluşumu
mücadele tarihimizde Haki Karer’in şehadetinden sonra aldığımız partileşme kararı
kadar tarihsel bir öneme sahiptir. HDP, ortak demokrasi mücadelemizde önemli tarihsel sapağı işaret etmektedir.” Kongreye
katılan konuşmacıların genel havasını yansıtan ve kongrede HDP genel başkanlığına
seçilecek olan Sabahat Tuncel ise kongrede
yaptığı konuşmada,
“Her geçen gün büyüyoruz. Yeni yol arkadaşlarımız, hevallerimiz oluyor. Umudun
gerçek adıyız.... HDP, sadece Türkiye partisi değil, aynı zamanda Ortadoğu partisidir. Coğrafyamızdaki değişim, gelişim,
bizle sınırlı değil. Rojava devrimi deneyimini Türkiye’de niye yapmayalım?” diyordu. HDP'nin önceli olan HDK'nin toplantılarında da böylesi saptama ve konuşmalar
yapıldığını ve benzer içerikte kararlar alındığını biliyoruz.
Bir siyasal harekette ve onun kongrelerinde bir coşku ve özgüven havasının olması
ve ileri ve radikal hedeflerin saptanması
güzel bir şey elbet. Aynı şeyi, Türkiye özgülünde HDK/ HDP'nin çok değişik ilerici
ve demokratik muhalefet odaklarını biraraya getirmesi ve onların ortak kavgasını
örgütleme anlayışı için de söyleyebiliriz.
Bu ilerici ve demokratik muhalefet odakları arasında Türkiye devrimci hareketinin
bir bölümünün yanısıra, LGBT bireyleri,
Küçük-burjuva devrimciliğinin sınırları
engelliler, Ermeniler, Süryaniler gibi toplumun en fazla dışlanan katmanlarının yanısıra çok sayıda ilerici ve demokrat birey
de bulunuyor. Demek oluyor ki HDK/ HDP,
farklı ilerici ve demokratik grup, çevre ve
bireyleri bir araya getirme ve birlikte iş
yapma geleneğini oluşturmada da önemli
bir mesafe katetmiş gözüküyor.
Kaygılar
Ancak, bir siyasal hareketin niteliğinin;
onun ve oluşturucu öğelerinin niyet ve
özlemlerinden, onun kendisi hakkında
söyledikleri ve düşündüklerinden ve hatta
-çoğu kez- aldığı kararlardan yola çıkarak
belirlenemeyeceği de açık. Bunu belirleyecek olan sözkonusu hareketin siyasal pratiği, bu pratiğe ışık tutan söylemi ve farklı
grup ve çevreleri biraraya getiren bir çatı
örgütü olduğu gözönüne alındığında HDK/
HDP'nin iç siyasal dengeleri olacaktır.
Kürt ulusal hareketinin damgasını vurduğu HDK/ HDP hakkında mantıklı ve bilimsel bir değerlendirme yapılabilmesinin
önkoşulu, herşeyden önce onu doğru ve bilimsel bir tarzda, örgüt şovenizminden, önyargılardan ve duygusallıktan uzak durarak tartışabilmektir. Ne yazık ki, Türkiye
devrimci hareketinin ve onun kalıntılarının -dünya ölçeğinde yaşanan ve Marksizm-Leninizmin güç ve etkisinin azalmasına bağlı olarak- yaşadığı ideolojik-siyasal
gerileme, bu konunun dürüst ve objektif bir
biçimde tartışılmasına bile engel olmuştur
ve hala da olmaktadır. Bu gerilemenin bir
diğer sonucu ise, sözkonusu grup ve çevrelerin güce ve güçlüye, bu somut durumda eleştirmemeye özen gösterdikleri Kürt
ulusal hareketine tabi olma, onu alkışlama,
onun peşinden sürüklenme ve ona yaslanarak ayakta kalma pratiğini bir başarı olarak
algılamaları ve sunmalarıdır.
Bu konuyu ele alırken zincirin kavranması gereken halkası, lideri düşman elinde tutsak olan, ama öyle olduğu unutulan
ve unutturulan Kürt ulusal hareketinin,
yani PKK/ KCK'nın ve onun yasal uzantısı sayılması gereken BDP'nin konumu ve
stratejik yönelimidir. Önemli kararlarını
bu konumdaki bir liderin verdiği bir Kürt
Burada şimdilik, PKK/ KCK'nın somut
durumu ve stratejik yönelimini bir yana
bırakabilir ve özel olarak ulusal kurtuluş
hareketleri ve genel olarak küçük burjuvazinin önderlik ettiği devrimci-demokratik
hareketler için bir genelleme yapabiliriz:
Böylesi hareketlerin en ileri ve en radikal
temsilcileri bile sömürü ve zulmün asıl
kaynağı olan sınıf ayrımına, bir sınıfın bir
başka sınıf üzerindeki egemenliğine karşı
değildirler. Sonal ya da maksimal hedefleri; emperyalizme, toprak ağalığına, ulusal
zulme, faşizme ve siyasal gericiliğe karşı
savaşımın ötesine geçmeyen/ geçemeyen
böylesi örgütlerin uf ku, bağımsız ve/ ya da
demokratik bir toplumla, yani bir başka sınıflı toplumla sınırlıdır. Lenin, “Yayımlanmış ‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz”
adlı yazısında, sınıf savaşımını lafta kabul
eden, ama “özgürlük”, “eşitlik” gibi parlak
sloganların ardına sığınarak emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları belirtiyordu:
“Sınıf savaşımını kabul edenler, bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür ve en
demokratik bir burjuva cumhuriyetinde
bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in hiçbir zaman
meta sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün,
sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün anlatımından başka bir şey olmadığını ve olamayacağını da kabul etmek zorundadırlar.
Marks bütün yazılarında ve özellikle de
(sizin de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’inde
bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu; o,
‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara
gözlerini yuman Bentham’ları alaya aldı
ve bu soyutlamaların maddi köklerini açığa çıkardı.
“Burjuva sisteminde (yani, toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü koşullarda) ve burjuva demokrasisinde
‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel
kalır; bunlar pratikte (biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik
ve sermayenin eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına
gelirler. Bunlar, benim okumuş baylarım,
sizin unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ABC’sidir.” (“Foreword to the Published
Speech ‘Deception of the People With Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected
Works, Cilt 29, 1974, s. 379-80)
Bir örgütün Marksist ya da sözcüğün gerçek anlamında sosyalist olarak tanımlanabilmesinin iki vazgeçilmez koşulu vardır.
Bunlar; a) üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı bu araçların kollektif mülkiyetinden ve b) kapitalizme ve burjuva
demokrasisine karşı sosyalizmden ve işçi
sınıfının diktatörlüğünden/ sosyalist demokrasiden yana olmaktır. Aksi takdirde;
1900’lerin Taşnagsutyunu’ndan 1920’lerin
IRA’suna, 1940'ların Baas'ına, 1950'lerin
MPLA'sına (=Angola Halk Kurtuluş Hareketi), 1960’ların Filistin Halk Kurtuluş
Cephesi’ne, ETA'sına ve RAF'ına (=Kızılordu Fraksiyonu), 1970’lerin THKO'na,
Halkın Mücahitleri'ne, Tigre Halk Kurtuluş Cephesi'ne ve PKK’sine kadar Marksizmle ezilen ulus milliyetçiliğini ya da
dini, demokratizmi vb. evlendirmeye çalışan pek çok küçük-burjuva partisi ve örgütü “sosyalist” olurdu. Aslında Marksizmin
ABC'si sayılması gereken bu hususları burada bir kez daha yinelemek zorunda kalmam bile, Türkiye devrimci hareketinin
ideolojik tutarlılık bakımından ne denli gerilere savrulmuş ve ne denli zavallılaşmış
olduğunun çarpıcı bir göstergesidir.
HDP'nin oluşumunda gözardı edilen bir
başka önemli nokta daha var. Halihazırda
Kürt ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye
devrimci hareketinin fersah fersah ilerisinde olması, Türkiye devriminin siyasal ve
toplumsal içeriği ile Kürdistan devrimininki arasındaki farklılıkların görülmesini
zorlaştırıyor. Özel olarak Kürt nüfusunun
Batının büyük kentlerine yoğun bir biçimde göçmüş ve göç etmekte olması ve genel
olarak Türkiye'de kapitalizmin gelişimi
her iki devrimin belirli ölçülerde içiçe geçmesine yol açmıştır. Ancak bu, demokratik
ve ulusal kurtuluşçu görevlerin yapısına
damgasını vurduğu ve kırsal/ taşra niteliği
daha belirgin olan Kürdistan devrimiyle,
proletarya-burjuvazi çelişmesinin keskinliğine bağlı olarak demokratik devrimden
sosyalist devrime çok hızlı bir geçişin (ve
sosyalizmin inşasının) koşullarının olgunlaşmış olduğu ve proletaryanın damgasını
basacağı kentsel nitelikli Türkiye devrimi arasındaki farkı gözardı etmemize
izin vermez. Bundan çıkarılması gereken
bir başka sonuç ta şudur: Başını PKK/
KCK'nın çektiği Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, siyasal ve örgütsel bakımdan
Türkiye devrimci hareketinden çok daha
ileri bir konumda olmasına rağmen Türkiye devrimine önderlik edemez. Zaten
yıllardır üzerinde konuşulmasına rağmen
Kürt ulusal hareketinin “Türkiyelileştirilmesi” denen şeyin neden bir türlü yaşama
geçirilemediği sorusunun yanıtı da büyük
ölçüde bu toplumsal gerçeklikte yatmaktadır. Demek oluyor ki, Kürdistan devriminin Türk proleterleri ve diğer emekçileri
üzerinde çekici ve sürükleyici bir etkisinin
ciddi bir düzeye varamamasının ve böyle
bir düzeye varma potansiyelinin çok az
olmasının nedenlerini sadece ya da esas
olarak Türk milliyetçiliği ve şovenizminin
bu kitleler üzerindeki etkisine bağlayanlar
yanılmaktadırlar. Lenin'in, tam da konuya
ışık tutan bir alıntısını aktarmanın zamanı
olduğunu düşünüyorum. O, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü”
adlı makalesinde şöyle diyordu:
“Şimdiki tarihsel dönemin koşulları altında, kent kıra ve kır da kente eşit olamaz.
Kent kaçınılmaz olarak kıra önderlik eder.
Kır kaçınılmaz olarak kenti izler. Burada
tek sorun. ‘kent sınıfları’ndan hangisinin
kıra önderlik etmeyi başarabileceği, bu
amacına ulaşabileceği ve kentin önderliğinin hangi biçimlere bürüneceğidir.” (“The
Elections to the Constituent Assembly and
the Dictatorship of the Proletariat”, Selected Works, Cilt 6, Londra, Martin Lawrence Ltd., s. 467)
HDK/ HDP'nin Türkiye kanadı
Şimdi gelelim en geniş anlamıyla Türkiye devrimci hareketinin HDK/ HDP içinde yer alan bileşenlerinin (EMEP, DÖH,
DSİP, Partizan, ESP, SBH, SDP, SODAP,
Kaldıraç vb) durumuna. Çoğu reformist
bir çizgi izlemelerine rağmen bu örgüt ve
çevreler kendilerini sosyalist olarak nitelemekte, kapitalizme karşı olduklarını ve
sosyalist bir toplumdan yana olduklarını
ileri sürmektedirler. Herhalde, bir ilkokul
beşinci sınıf öğrencisi bile bunun ne anlama geldiğini, bu örgüt ve çevreleri neleri
söylemek ve neleri yapmakla yükümlü kıldığını, yani onların propaganda-ajitasyon
etkinliklerinin ve eylemlerinin içeriğinin
nasıl olması gerektiğini bilecektir. Gene
bu öğrencimiz, kapitalizme karşı ve sosyalizm uğruna kavga vermenin, varolan
düzenin bekçisi olan burjuva devletine
cepheden karşı olmayı, son çözümlemede
onun yıkılması ve yerine işçilerin ve diğer
sömürülen katmanların devletinin kurulmasını gerektirdiğini bilecektir. Bu örgüt
ve çevrelerin, kağıt üzerinde sahip çıktıkları bu savlarına uyan bir pratik sergileyip
sergilemedikleri son derece önemli, ama
şu an için ayrı tutulması gereken bir soru.
Bu söylediklerime, HDK/ HDP'nin zaten
sosyalist bir nitelik taşımadığı, onun reformist-demokratik bir bağlaşma ya da blok
olduğu biçiminde bir yanıt verilebilir. Bu
yanıt bir yere kadar meşru ve haklı sayılabilir; ama sadece bir yere kadar. (HDK/
HDP'nin reformist-demokratik bir blok
gibi davranıp davranmayacağına aşağıda
değineceğim.) Temel çelişmenin burjuvazi-proletarya çelişmesi olduğu, kapitalistemperyalist sistemin 2008'den bu yana
içine sürüklendiği ekonomik durgunluğu
aşamadığı ve buna bağlı olarak metropol
ülkelerde yaygın bir devrimci hoşnutsuzluğun oluştuğu, Türkiye'deki AKP iktidarının gerici, neo-liberal ve saldırgan politikalarının -Haziran isyanı örneğinin de
göstermiş olduğu gibi- toplumun geniş katmanlarının saflarında büyük bir devrimci
öf ke biriktirdiği, ABD ve -aralarında Türk
gericiliğinin de bulunduğu- ortaklarının
Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika
halklarına karşı giriştiği kanlı saldırıların
bir yandan bu bölgeler halklarının devrimci direnişinin yükselmesine, bir yandan da
emperyalist ve gerici klikler arasındaki çelişmelerin daha da keskinleşmesine yol açtığı bir süreçte bulunuyoruz. Bu konjonktür, işçi sınıfı, ezilen uluslar ve diğer ezilen
katmanların karşı karşıya bulunduğu sorunların reformist metotlarla çözümüne
izin vermez. Devrim, uzunca bir süredir
olmadığı kadar halkların gündemindedir.
Kendilerini önümüzdeki yılların devrimci yükselişine göre konumlandırmayan ve
gerici burjuva devlet aygıtını yıkarak yerine bir işçi-emekçi Sovyetik devleti kurma perspektifinden yoksun olan devrimci
örgüt ve çevrelerin yarının Türkiyesi'nde
söyleyecek bir sözleri olmayacaktır.
Evet; siyasal eyleminin ve siyasal propaganda ve ajitasyonunun içeriğine bakıldığında HDK/ HDP reformist-demokratik
bir bağlaşma ya da bloktur; ancak o, siyasal niteliğinin bu olduğunu söylememekte, tersine devrimci-demokratik bir blok
olduğunu ileri sürmekte, hatta kendisini
sosyalist olarak göstermeye kalkmaktadır.
HDK'nin, HDP için de bağlayıcı olduğunu
söyleyebileceğimiz programında şunlar
söyleniyor:
“1. Bizler, halklarımıza yöneltilmiş tüm
baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak,
barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz
bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya geldik.” (italikler benim)
“5. Her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığa karşı olan birey ve örgütlerin, halkın
kendi yönetimini kurmasını sağlamak üzere, birlikte mücadele etmesinin zamanıdır.”
“27. Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzeni
amaçlar.” (italikler benim) Bu saptamaların, HDK/ HDP'nin gerçek niteliğini asla
yansıtmadığını anlamak için, onun omurgasını oluşturan Kürt ulusal hareketinin
konumuna bakmak yeter de artar bile.
Kürdistan İşçi Partisi bir işçi partisi mi?
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aslında, Kürdistan İşçi Partisi anlamına
gelen adına (Partiye Karkeren Kürdistan)
rağmen PKK hiçbir zaman sosyalist bir nitelik taşımamıştı. O, hiçbir zaman Türk ve
Kürt burjuvaları ve büyük toprak sahipleri tarafından sömürülen ve ezilen Kürt ve
diğer milliyetlerden işçilerin partisi olduğunu gösterecek bir pratik içinde olmadı.
O, Kürdistan işçi sınıfının ve yarı-proletaryasının bağımsız sınıfsal örgütlenmelerini yaratmayı da amaçlamadı. PKK, onyıllardır, Çukurova'da, İstanbul'da, Ege ve
Doğu Karadeniz'de, Kürdistan'da ve başka
yerlerde en ağır ve zor koşullarda, düşük
ücretlerle ve iş güvencesinden yoksun bir
biçimde çalışan yüzbinlerce Kürt işçisini,
her yıl iş kazalarında/ cinayetlerinde yaşamını yitiren binlerce işçinin, sakatlanan ve
hastalanan onbinlerce işçinin küçümsenmeyecek bir bölümünü oluşturan Kürt işçilerini de görmezden gelmektedir. Bu işçilerin ve onlara ek olarak milyonlarca kent
ve kır yoksulunun yaşadığı sömürü, zorluk
ve sıkıntılar ve onların talepleri onyıllardır
ne PKK/ KCK'nın ve ne de legal Kürt siyasal parti ve örgütlerinin gündeminde bir
yer bulabilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri,
hiç de soyut ve uçuk bir eleştiri değildir.
Devam edelim.
Gene de, 1978'de kurulan PKK'nin geleneksel Kürt parti ve örgütlerinden belli
noktalarda ayrılan Marksist söylemli bir
ulusal kurtuluş hareketi olduğunu söylememiz gerekiyor. Döneminin Türkiye
devrimci hareketinden bir ölçüde etkilenmiş olan PKK, 1980'lerde kendine özgü bir
Marksist bir söylem kullanmaya devam etmiş, ama 1990'ların başında Doğu Avrupa
ve Sovyetler Birliği'ndeki bürokratik devletçi kapitalist rejimlerin yıkılmasından
sonra sadece sosyalizm söylemini değil,
anti-emperyalizm söylemini de bir yana
bırakmaya ve dahası emperyalist devletlerden medet ummaya başlamıştı. Örneğin
Öcalan, daha 1991 gibi görece erken bir
tarihte inanılmaz bir saflıkla, Türkiye'nin
demokratikleşmesi için çaba harcayacağını
sandığı NATO hakkında şunları söylüyordu:
“Her şeyden önce, Sovyetler Birliği’nde,
Yugoslavya’da ve hatta dünyanın bir çok
alanında küçük halkların bağımsızlık
mücadeleleri tırmanmaktadır. Bir kere
Türkiye’nin şu ‘üniter devlet’ politikasını
eskisi kadar ABD de içinde olmak üzere
uluslar arası ortama dayatması mümkün
değildir. Varşova Paktı dağıldı. NATO
sözde siyasal sorunların ve daha çok da
insan hakları sorununun, hatta bağımsızlık isteyen halkların istemlerinin çözümlenmeye çalışıldığı siyasal bir kuruma
dönüşüyor. NATO bugün kendi gündemine Sovyetler Birliği’ni, Yugoslavya’yı ve
Çekoslovakya’yı alıyor, yarın Türkiye’yi
gündemine alacaktır. Türkiye’den ‘üniter
devlet’ anlayışını terketmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık
tutmasını isteyecektir. O çok güvendiği
NATO’nun yarın ya da öbür gün TC’ye
bunu dayatması fazla şaşırtıcı olmamalıdır. NATO anayasası sözde de olsa başından beri bunu savunuyor.” (“Ekim Seçimi
Sonuçlarının Türkiye Halk Güçlerinin
Önüne Koyduğu Görevler ve Bu Görevlerin Gerçekleştirilmesinde Kürdistan'daki
Kurtuluş Savaşımının Oynayacağı Rol”,
Serxwebun, Sayı: 119, Kasım 1991)
Bundan dört yıl sonra Öcalan, ABD Başkanı Bill Clinton’a yazdığı 13 Ekim 1995
tarihli mektupta, kendilerinin komünist
olmadığına yemin billah ediyor ve dünya
halklarının bu baş düşmanlarından barış,
demokrasi ve istikrar sağlaması yolundaki
beklentisini şöyle dile getiriyordu:
“Şunu bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klasik komünist
partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin
mevcut sınırlarını değiştirme ve mutlaka
ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem
Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de
bölge barışı ve istikrarı için Parti olarak
barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek istiyorum... Desteğinizin bir halkın
katliamını durdurmak, kültürel kimliğini
korumak, demokratik ve siyasi haklarını
kazanmak için gayet önemli olduğuna içtenlikle inanmaktayım.” (Özgür Politika,
22 Ekim 1995)
Demek oluyor ki; esas olarak Kürdistan
kırlarının ve kentlerinin küçük-burjuva
katmanlarına ve yoksul halkına dayanan
ve kendi kadrolarını da buralardan devşiren PKK, başından beri bir işçi sınıfı partisi olmamıştı. O, Marksizmden bir ölçüde
etkilenmiş devrimci bir ulusal kurtuluş
hareketi olarak başlamış ve 1980'lerden itibaren Marksist söylemli Türkiye devrimci
hareketinin ve 1990'lardan itibaren Marksizm-Leninizmin etkisinin dünya ölçeğinde zayıflamasının da yardımıyla kendine
özgü bir reformist ulusal harekete dönüşmüştür.
PKK'nin Türk burjuva devletine karşı tutumu
PKKnin, dünya halklarının baş düşmanı
ABD ve NATO gibi güçlere yakınlaşma
çabaları doğal olarak onun Türk burjuva
devletine yakınlaşma çabalarıyla elele gidiyordu. Öcalan, 6 Aralık 1994'de Özgür
Ülke'de yayımlanan ve Türkiye'nin “toprak bütünlüğü”nü savunduğu yazısında
şöyle diyecekti:
“Bizim Türkiye'den istediğimiz bir siyasi diyaloğa imkan hazırlamasıdır. Bizim,
söyledikleri gibi Türkiye'yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok
açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan'ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe
ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası
ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok
uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor...
Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket
var. Tam tersine Türkiye'yi güçlendirme,
demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur.
Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu
Türkiye'nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar
ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir.
(Başbakan ve Devlet Başkanı- G. A.) Özal
da söyledi. (Başbakan Yardımcısı, Devlet
Bakanı ve Dışişleri Bakanı Murat- G. A.)
Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir.
Türkiye'nin bütünlüğü içinde çok çeşitli
çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet
sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda
sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri
gözönüne getirerek herhangi bir birleşme
biçimi üzerine tartışılabilir.”
Öcalan, büyük burjuvazinin örgütü
TÜSİAD'ne de olumlu mesaj vermeyi ihmal etmeyecekti. O, 8 Şubat 1997’de MED
TV’de düzenlenen panele telefonla yaptığı
katıldığında şöyle diyordu:
“Bu TÜSİAD çok iyi biliyoruz, 12 Mart’ta,
12 Eylül’de, hatta 91 darbesinde bütün gücüyle destekledi en sağ, en faşist rejimleri,
hükümetleri. Ama şimdi soldan bile önce
davranıyor. Çok ileri bir demokratik siyasal programla, ona ağırlık veren bir yaklaşımla tartışmaya inisiyatif koymak istiyor.
Kaldı ki, bunu Avrupa da istiyor. Bu Avrupa sermayesinin kesin şartıdır.” (Özgür
Politika, 9 Şubat 1997)
Öcalan, 10 Nisan 1998 akşamı MED
TV’de yapılan ve Yalçın Küçük ve Mahir
Kaynak’ın da katıldığı panelde bir konuşma yaptı. O, bu konuşması sırasında, Türk
Genelkurmayı’na yolladığı mektuba değinirken devleti yıkmaktan yana olmadığı
yolundaki görüşünü bir kez daha yineledi
ve Türk gericilerini rahatlatmayı amaçlayan şu sözleri söyledi:
“Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde
bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza
uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu
mevcut sınırlar dahilinde politika yapma-
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu
kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin
bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade,
kendi kaderlerine hakim olma olayıdır...
İkinci madde de bu noktaya ilişkindir.
Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti
yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz
devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna
şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...” (Özgür Politika, 12 Nisan 1998)
Bu emperyalizm-yanlısı, sermaye-yanlısı ve devlet-yanlısı açıklamalara kaçınılmaz olarak Türkiye devrimci hareketine
ağır hakaretler içeren açıklamalar eşlik
etti. HDK/ HDP içinde yer alan devrimci
grup ve çevrelerin bugün anımsamamayı
tercih ettikleri ya da unuttukları bu açıklamalardan sadece iki örnek vermekle
yetineceğim. PKK'nin resmi yayın organı
Serxwebun'da yayımlanan ve içinde Lenin
ve Stalin dönemi için,
“Öcalan yoldaşın özlü ifadesiyle Sovyet
sosyalizmi bir yerde gecikmiş Rus kapitalizmi, Rus milliyetçiliği için bir taktik
olmuştur” denen bir yazıda Türk sömürgeci egemenliğinden yana olmakla suçlanan
Türkiye devrimci hareketi şu ağır sözcüklerle eleştiriliyordu:
“Kürdistan halkına karşı açık cepheden
savaşan düşman, kendisini dayatan gerçeklerin ağır baskısı altında, dolaylı olsa
da, PKK’yı Kürt ulusunun temsilcisi olarak kabul edip ateşkesi tartışabiliyor. Buna
karşılık kraldan çok kralcı kesilen Türk
solu, Kürdistan’da örgütlenme sevdasından vazgeçmiyor; dolayısıyla Kürdistan’ın
Türk sömürgeci egemenliği altında kalmasından yana tavır alıyor. Böylelikle bu sol,
sosyal-şoven karakterine denk düşecek biçimde, Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin devamı konusunda özel savaş rejimi
kadar ısrarlı davranıyor... PKK’yı milliyetçi olarak damgalayan, buna karşılık faşist
Türk rejimine bir fiske bile vuramamış
olan pratiğini enternasyonalist olarak adlandıran bu sol, olsa olsa 12 Eylül rejiminin solu olabilir.” (“Proleter Enternasyonalizmi ve Kemalist Solculuk”, Serxwebun,
Sayı: 142, Ekim 1993) Öcalan, Ali Fırat
imzasıyla yayımladığı ve Türkiye devrimci
hareketini MHP’ye katılmaya çağırdığı bir
başka yazıda ise şöyle diyordu:
“Özellikle de ulusal sorunda sosyal-şovenizm yapı içinde, genelde TKP’nin, hatta
önemli oranda bütün sol çevrelerin böyle
olması MHP’nin böyle bir yönelimine veya
sosyal şovenizm ne kadar olumsuz bir rolle
faşizme katkı sunabileceğini göstermektedir. Açığa çıkan gerçeklik budur. Birçok
sol grup kendine ne derse desin, aslında
hepsinin yeri MHP’dir. Görünüşte şöyle
sol-mol adlarını kendilerine takanların
yeri şu anda Türkeş’in partisidir. Dev Yol
kalıntılarından önemli bir kesimin, yine
adını söylemek istemediğimiz böyle bir
sürü hâlen emekçiler içinde varlığıyla yokluğu bir olan, yıllardır keskin Marksistlik
taslayıp da emeği en amansız sömüren, döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen, işi-gücü PKK eleştirisi olan çevrelerin
de, sözümona grup ve partilerini bırakıp
MHP içinde örgütlenmeleri en iyisidir!
Boş vakit geçirdikleri gibi, gerçek bir sol
sosyalizm gelişmesinin üzerindeki olumsuz etkileri de zaten ortada.” (Özgür Ülke,
25 Ekim 1994)
Gerici muhataplarını, Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olmadığınına inandırmak için hayli dil döken Öcalan 1998'de,
MED TV'de yaptığı konuşmasında, bir askeri darbeye karşı olmadığını da şu sözlerle açıklayacaktı:
“Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde
bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza
uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu
mevcut sınırlar dahilinde politika yapmanın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu
kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin
bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade,
kendi kaderlerine hakim olma olayıdır...
İkinci madde de bu noktaya ilişkindir.
Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti
yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz
devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna
şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...
“Bazıları müdahale anti-demokratiktir,
bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor
diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani
ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse
-ki öyledir- daha fazla müdahale etmelidir.
Hem de demokrasi adına. Çünkü bu siyasi
demagogların demokrasi önünde en büyük
tehlike oldukları açıktır.” (Özgür Politika,
12 Nisan 1998)
Rahatlıkla çoğaltılabilecek olan böylesi
açıklamalara, Öcalan'ın 15 Şubat 1999'da
yakalanmasından ve İmralı adasına konmasından sonra hazırladığı “Savunma” ve
“Esasa İlişkin Savunma” adlı metinlerde
ve diğer yazı ve açıklamalarında yer alan
bir dizi yeni ve aynı ölçüde ya da daha geri/
gerici saptama eklendi. Bu saptamalara
şöyle üstünkörü bir göz atış bile Öcalan'ın
ve diğer PKK yöneticilerinin ağızlarından
düşürmedikleri “barış” ve “demokrasi”
sözcüklerinin, görünenden çok farklı, hatta onun tam tersi anlamlar taşıdıklarını
gösterir. Öcalan bu dönemde Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından, Türkiye'nin
“bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı”nı ve “Ortadoğu'da liderlik” konumuna yükseleceğini, “Orta
Asya'dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma” olanağına kavuşacağını,
“Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ğini
ve “PKK'nin askerî savaş olanakları”nın
“çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine
girece”ğini vb. savunuyordu. Türk gericiliğinin bölge halkları ve devletlerine
karşı -PKK'nin ve Kürt halkının desteğiyle- daha saldırgan ve yayılmacı bir politika izleyebileceği, hatta izlemesi gerektiği
yolundaki bu öneriler, Öcalan'ın “barış”a
ve “demokratik cumhuriyet”e ve ve “TürkKürt bağlaşması”na ilişkin görüşlerinin
gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir.
Dolayısıyla, Öcalan'ın bu konular hakkında
savunduğu görüşler, objektif olarak Türk
gerici egemen sınıflarının yaklaşımlarını
yansıtmaktadır; bu görüşler onun ileri sürdüğü sözde demokratik cumhuriyet önerisinin aslında, bir barış ve demokrasi projesi değil, bir savaş ve militarizm projesi
olduğunu, Kürt gençlerinin, Ortadoğu'daki
nüfuz alanlarını genişletmek için çaba harcayan Türk gericilerinin yayılmacı emelleri için kanlarının dökülmesi anlamına
geldiğini ortaya koymaktadır.
Geçmişe göndermeler
Öcalan, Türk muhataplarını böylesi bir gerici bağlaşmaya çekebilmek için sık sık yakın ve uzak geçmişten, Osmanlı-Türk gericiliğiyle Kürt feodal ağalarının bir bölümü
arasında yapılan ve Anadolu'nun Türkmen/
Alevi ve Hristiyan halklarının kanlı bir biçimde ezilmesine yol açan tarihsel olaylardan çeşitli örnekler vermeyi bir alışkanlık
haline getirmiştir. Örneğin o, 10 yıl kadar
önce yaptığı bir açıklamada şöyle demişti:
“Ben kendi modelime 'Büyük Demokratik Çözüm' diyorum. ABD ve AB'yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye
aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum:
1071'de Alparslan Silvan'da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516'da Yavuz
-egemen temelde de olsa- nasıl Kürtlerle
ilişki düzenlemişse, 1920'lerde Mustafa
Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse;
günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle
ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum. Cem Uzan
gibi Allah'sız demiyorum, Allah'ına ve
peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine
doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay'a da
çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsil-
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cileri "sorunun çözümünü ABD, Avrupa'ya
bırakmayalım, kendi aramızda halledelim"
demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay'ı da
buna çağırıyorum.” (Özgür Politika, 23-24
Ağustos 2003)
Doğal olarak Kürt ulusal hareketi içinde
yer alan bir dizi başka önemli siyasal figür
de, bir peygamber düzeyine çıkardıkları
Öcalan'ın izinden giderek onunkine benzer
açıklamalar yaptılar ve yapıyorlar. (1) Burada sadece iki örnek vermekle yetineceğim.
Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı
Ahmet Türk 8 Haziran 2012'de, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'ın Kürtler'i “kalleş” olarak nitelemesine karşılık verirken,
Alpaslan'a ve Yavuz Sultan Selim'e sahip
çıkıyor, Birinci Dünya Savaşı sırasında
işbirlikçi Kürt ağalarının, Arap ve Balkan
halklarının bağımsızlık özlemlerine, onların “kendini yönetme iradesi”ne karşı İttihat ve Terakki gericileriyle birlikte omuz
omuza savaştığını anımsatıyor ve şöyle
övünüyordu:
“Tarihteki Kürt ve Türk ilişkilerine bakmak istiyorum. 1071 yılında Bizanslılara
karşı Selçuklular Anadolu'ya geçerken
Anadolu'ya Selçukluların yerleşmesine
neden olan Malazgirt savaşından söz etmek istiyorum. Bugün hâlen resmî tarihe
baktığınızda işte diyor 'Alparslan iki rekat
namaz kıldı. Rüzgâr ters esti ve galibiyet
elde edildi.' Oysa ki orada 10 bin Kürdün,
Selçukluların, Müslümanların yanında
yer almasıyla savaşın kaderi değişti. Ve
Anadolu Selçuklulara açılmış oldu. Yine
Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler
ve Osmanlılar arasında savaş yaşanırken
İdris-i Bitlisî Kürt beylerini toplayarak Osmanlıların yanında yer alarak Safevîlerin
Anadolu'yu işgalini âdeta engelledi. Yine
Bağdat seferi yapılırken, Kürt beyleri ile
toplantı yapan o zamanki padişah Kürtlere
bazı güvenceleri vererek Bağdat kuşatmasına Kürtler katıldı. 1. Dünya savaşında
Osmanlı devleti tamamen yıkılmış. Bir tarafta Balkanlardan, Arabistan'dan bağımsızlık, özgürlük sesleri ortaya çıkmış ve
burada her halk hakkı olan, kendini yönetme iradesini göstermiş. O dönemde Kürtler
bir araya geliyor. Ve Seyid Abdulkadir bir
açıklama yapıyor. 'Böyle bir günde herkesin Osmanlıya düşman olduğu bir dönemde
bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeşlerimizi arkadan hançerlemek doğru değildir'
diyor. Bütün bunlar ortada iken kimse Kürt
halkına, Kürt siyasetçisine 'Kalleş' diyemez.” (Demokrat Haber, 8 Haziran 2012)
KCK eski Başkanı Murat Karayılan ise
gene Haziran 2012'de Avni Özgürel'e
verdiği mülakatta “Türk-Kürt dostluğu”
olarak adlandırdığı işbirlikçilik çizgisini
övmüş ve bu çizginin günümüzde de uy-
gulanmasını savunmuştu. Karayılan bu röportajda şöyle diyordu:
“Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz,
daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş
sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071'i var, Yavuz
Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve
Türkler’in yan yana geldiğinden bu yana
bir dostluk vardır.”
Özgürel'in, “Dostluktan öte kader beraberliği…” biçimindeki müdahalesinden sonra
Karayılan sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Aynen. Osmanlı Devleti'nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde
başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk'ün
Erzurum'a gelişi, Kürtlerin katılması,
Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı...
“Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan Apo'nun önemi şu; Başkan Apo ilk kez
bir Kürt lider olarak Türk-Kürt birlikteliğinin teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu
taktik olarak değil, bunu teorileştirmiş.
Bunun üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu
ideolojik bir duruşa dönüştürmüştür, bir de
bu var...
“Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu
anlamıyorum.”
Şu sıralarda siyasal hava “barışa ve kardeşliğe” ilişkin bu türden gevezeliklere
pek uygun değil. Evet; Türk burjuva devletiyle ilişkilerin daha gergin olduğu bu
gibi dönemlerde, Kandil'deki yöneticiler,
daha sert bir üslup kullanabilmekte, “barış
süreci”nin tıkandığı türünden açıklamalar
yapabilmektedirler. (2) Kürt halkının ve
savaşçılarının daha ileri öğelerinin tepkilerini denetlenebilir sınırlarda tutmaya
hizmet eden böylesi açıklamalar HDK/
HDP cephesinde de yankılanabilmektedir.
Ancak, Türk burjuva devletinin zorbalık
ve sahtekarlığına ve özellikle Başbakan
Tayyip Erdoğan'ın küstah ve kibirli açıklama ve tutumlarına karşı zaman zaman
yinelenen bu gibi çıkışların ardından bir
süre sonra yeniden bir “bin yıllık kardeşlik” edebiyatı teranesi başlamaktadır. (3)
Bunda şaşılacak bir yan yok; çünkü şimdiye değin ne PKK/ KCK, ne de BDP ya
da DTK asla bu stratejik tutsaklıklarını
sorgulamamış ve bu konuda özeleştirel bir
tavır sergilememişlerdir. Tam tersine, Öcalan başta gelmek üzere PKK yöneticileri,
devrimcilik ya da demokratizmle hiçbir
yakınlığı/ ortaklığı olmayan, hatta tam
tersine karşı-devrimci ve anti-demokratik
nitelik taşıyan gerici Türk-Kürt bağlaşması düşüncesinden hiçbir zaman vazgeçmemişler ve bu konumlarını bugüne değin
sürdürmüşlerdir.
Bugünkü durum
O halde bir kez daha soralım: Peki, bütün
bu gerici niyet açıklamalarının geçmişte
kaldığını, artık savunulmadığını ve HDK/
HDP'nin böylesi bir gerici Türk-Kürt bağlaşmasından yana olmadığını ve tersine
onu reddettiğini söyleyebilir miyiz? Bu
soruyu yanıtlamak için söylenenlere ve
yapılanlara bakacağız. Bilindiği gibi son
kongrede HDP eşgenel başkanlığına seçilen Sabahat Tuncel, kongre salonunda yaptığı konuşmada şöyle demişti:
“Birinci tarihi çıkış Sayın Öcalan’ın
Amed’de duyurduğu çözüm projesi çıkışıydı. Bu öylesi bir çıkıştı ki halkların birbirine kıran tüm anlayışlara karşı duvarları
ve barikatları yerle bir etti. Bu tarihi çıkışa
Taksim Meydanı’nda cevap verildi. Sayın
Öcalan’ın ‘Bu son değil yeni bir başlangıçtır’ sözü Gezi’de ‘Bu daha başlangıç mücadeleye devam’ sloganı ile ortaya çıktı. Bu
tarihi çıkışı doğru değerlendirmek lazım.
Gezi’de ikinci tarihi çıkışla yanıt verildi.
Sayın Öcalan’ın bu yeni bir başlangıçtır
sözü karşılık buldu. Halkların ortak geleceğini kurma zeminidir üçüncü çıkış.
Bunu doğru değerlendirmek gerekiyor.”
Burada Tuncel, Öcalan'ın 21 Mart 2013'de
Diyarbakır'daki Newroz kutlamalarında
okunan mesajına göndermede bulunuyor.
Ama acaba Öcalan 2013 Newrozunda,
Tuncel'in anlatımıyla “halkların birbirine
kıran tüm anlayışlara karşı duvarları ve
barikatları yerle bir” eden bir mesaj mı
vermişti? Hayır. Öcalan burada, ABD ve
AB emperyalistleriyle elele gerici İslamcı örgütleri ve grupları silahlandırarak ve
her yolla destekleyerek Suriye'yi ve Suriye
Kürdistanı'nı kana bulayan Türk gericileri hakkında boş hayaller yaymaya hizmet
eden şu sözleri söylemişti:
“Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir
dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne
çıkıyor.” Türk şovenlerinin ve militaristlerinin pratiklerinin o günden bu yana bu
sözlerin yanlışlığını yeniden ve yeniden
ortaya çıkarmış olduğunu biliyoruz. Ama
asıl önemlisi Öcalan'ın bu mesajda, bir kez
daha gerici Türk-Kürt bağlaşması düşüncesini şu sözlerle pazarlamaya çalışmasıydı:
“Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini
horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin,
kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır.
“Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır.
“Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte
kurmamız gerektiğidir. TBMM'nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır.” (boldlar yazarın) O daha
aşağıda sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde
gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha
güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.
“Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve
yanlışlıklarına rağmen bir kez daha yanımıza, mağdur edilmiş, büyük felaketlere
uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de
alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz.
Tüm bu kesimleri; eşitlikçi, özgür ve demokratik ifade tarzının örgütlenmesini
gerçekleştirmeye çağırıyorum.
“Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap
Cumhuri-yeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen
Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir 'Milli Dayanışma ve Barış
Konferansı' temelinde kendi gerçeklerini
tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya
çağırıyorum.” (boldlar yazarın)
Bu sözler Öcalan'ın ve PKK/ KCK'nın,
1071'de, 1514'te, 1919-22'de, hatta 191516'da yaşanmış olanları bugüne taşıma
düşüncesini bir yana bırakmadığını bir kez
daha doğrulamaktadır.
HDK/ HDP'nin siyasal pratiğinin yönü
Eğer HDK/ HDP'nin siyasal pratiğine yukardaki tümcelerde anlatılan bakış açısı
yön verecekse, ki öyle olacağı anlaşılıyor,
vay bu örgütten demokratik bir atılım, anti-emperyalist bir tavır bekleyenlerin haline! HDK/ HDP; Çanakkale'de Türk, Kürt
vb. askerlerinin Alman ve Avusturya emperyalistlerinin çıkarları için Britanya ve
Fransa emperyalistlerine karşı savaşmasının neresini savunacak? Ve HDK/ HDP;
Hristiyan toplulukların kıyımı, sürgünü
ve mülksüzleştirilmesini tamamlamak ve
perçinlemek için yapılan ve 1921'de patlak
veren Koçgiri isyanında Alevi Kürtler'in
vahşice katline sahne olan Türk “ulusal
kurtuluş” savaşının ve Osmanlı paşa ve
bürokratlarının, İttihat Terakki katillerinin, toprak ağalarının yer aldığı 1920
TBMM'nin neresini savunacak?
Öcalan'ın, “Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak
Arap Cumhuriyeti'nde ağır sorunlar ve
çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve
Araplar”ı “kendi gerçeklerini tartışmaya,
bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağır”ması
ilk bakışta bir demokratizm ve ulusların
kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi
çağrısı gibi algılanabilir. Ama gerçekte durum hiç te böyle değil. (4) Aslında bu çağrı,
düşünen her insanın aklına ister istemez,
Irak'ın ve özellikle Suriye'nin içişlerine
burnunu sokan ve Irak'ın edimsel olarak
parçalanmış olmasından hareketle Irak
Kürdistanı ile hegemonik bir ilişki kurmayı ve Suriye'nin parçalanması halinde
Kuzey Suriye'de yaşayan Kürt, Süryani,
Türkmen toplulukları Türkiye'le bağlamayı kuran AKP iktidarının yayılmacı planlarına destek verme tutumunu getiriyor.
Bu yaklaşım, Erdoğan-Davutoğlu kliğinin Türkiye'yi Ortadoğu'da “lider” devlet
konumuna yükseltme ve komşu ülkelerin
Kürt vb. halkını, kendi nüfuz alanları içine
alma yolundaki yeni-Osmanlıcı hayalleriyle tam bir uyum içindedir. Suriye'deki Esad
rejimini çökertmek için adeta fazla mesai
yapan Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, anımsanacağı üzere geçen yılın başlarında Kayseri'de yaptığı bir konuşmada
şöyle demişti:
“1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek
2011-2023 yılları arasında o topraklarda
tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. “Bu,
zorunlu tarihi bir görevdir.” (“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21
Ocak 2012)
1071'de, 1514'te, 1919-22'de, hatta 1915-16'
da yaşanmış olan türden bir gerici TürkKürt bağlaşmasını bugüne taşımak isteyen
PKK/ KCK, kendi içinde tutarlıdır. Ama,
Kürt ulusal hareketiyle biraya gelerek
Türkiye'yi, Kürdistan'ı ve Ortadoğu'yu demokratikleştirmeyi, bu bölgelerde barışı
sağlamayı amaçladığını ileri süren Türkiyeli devrimci grup, çevre ve bireyler ne
ölçüde tutarlı acaba? Yoksa onlar bir serapın mı peşindeler ve sadece kendilerini ve
izleyicilerini mi aldatıyorlar?
Saraylara barış, kulübelere savaş
Öcalan HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi'
ne gönderdiği mesajda bununla kalmamakta ve kendi uzlaşmacı, teslimiyetçi ve
işbirlikçi çizgisini, Türkiye devrimci hareketine de dayatmaya çalışmakta ve buna
bağlı olarak Türkiye ve Kürdistan devriminin temel sorunlarının da “barışçı” yol ve
metotlarla çözülebileceği düşüncesini ileri
sürmektedir.O bu mesajında şöyle diyordu:
“71 devrimciliği devlete isyan devrimciliğiydi. 40 yıldan sonra devletle müzakere
önemlidir. Zira devrimci mücadeleler an-
cak nitelikli müzakerelerle kalıcı insanlık
barışına dönüşebilir. Söz yetki ve karar
mekanizmalarının sokak, mahalle ve kent
meclislerine evrileceği yeni deneyimi ve
demokratik katılımcılığı esas alacak Türkiye gerçekliğinde büyük rol üstleneceği
aşikardır.” (“Öcalan'ın mesajı sloganlar ve
alkışlar eşliğinde okundu”, ANF, 27 Ekim
2013) Öcalan'ın bu mesajını “sloganlar ve
alkışlar eşliğinde” okuyan ve dinleyenlerin, ki aralarında “71 devrimciliği” geleneğinden olanlar da vardı, PKK önderinin
ne söylediğini anlayıp anlamadıklarından
emin değilim. Dikkat edilirse Öcalan burada, “isyan devrimciliği”nin gününü doldurduğunu, artık bunun yerini “devletle
müzakere”nin alması gerektiğini söylemektedir. Ona göre, artık Türkiye gerçekliğinde, yani Türkiye'deki siyasal savaşımda büyük rol, “sokak, mahalle ve kent
meclisleri” vb. tarafından oynanacaktır.
Yani Öcalan, sadece Türk-Kürt sorununun
değil, Türkiye devriminin temel sorunlarının da barışçı yoldan çözülebileceğini ileri
sürmektedir.
Ama Öcalan bunu ilk kez söylemiyor. Yazdıklarını yakından izleyenler Öcalan'ın
bundan 17 küsur yıl önce de bu devrimciolmayan ve uzlaşmacı-teslimiyetçi görüşü
savunduğunu anımsayacaklardır. O, Ağustos 1996’da, yani 15 Ağustos atılımının 12.
yıldönümünde yaptığı konuşmada aynen
şöyle demişti:
“Başta ulusal sorun olmak üzere Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik, sosyal,
kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile
getirmemize rağmen, özel savaşın daha da
geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi... durumu sözkonusudur.” (Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996)
İşçi sınıfı ve ezilen halklar ve onların devrimci öncüleri, kural olarak toplumsal sorunların barışçı yoldan çözülmesi için çaba
harcamış ve ancak son çare olarak silaha
başvurmuşlardır. Ancak tarihsel deneyim
bazı istisnai durumlar dışında; sömürücü
egemen sınıfların ve işgalci/ sömürgeci/
emperyalist güçlerin varolan gerici statükonun bu yoldan değişmesine izin vermediklerini ve ezilen ve sömürülen yığınların meşru haklarını karşı-devrimci zorla
bastırdıklarını, bunun da birincilerin haklı
silahlı direnişlerine yol açtığını yeniden ve
yeniden göstermiştir. Türkiye ve Türkiye
Kürdistanı gibi, en temel ve sıradan hakların bile uzun, sancılı ve çetin savaşımlar
sonucu elde edilebildiği bir jeografide temel sorunların “devletle müzakere” yoluyla çözülebileceğini ileri sürmek, en hafif
deyimiyle saflık ve aymazlıktır.
Görülebileceği gibi dönüp dolaşıp aynı
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yere geliyoruz: HDK/ HDP'nin içinde; en
azından 1990'ların ilk yarısından bu yana
Türk burjuva devletini yıkmaktan yana
olmadığını, varolan sorunları bu “devletle müzakere” yoluyla çözmekten yana olduğunu söyleyen bir Kürt ulusal hareketi
var; ama aynı yapının içinde, en azından
söylem düzeyinde ya da kağıt üzerinde, varolan düzeni ve onun muhafızı olan Türk
burjuva devletini yıkmaktan yana olan bir
kısım Türkiyeli devrimci örgüt ve çevreler
var. Gidişat o yönde olsa da, sözkonusu örgüt ve çevreler, bu savlarından vazgeçmedikleri ve açıkça reformist bir konumu benimsemedikleri sürece bu iki yaklaşımın
uzlaşması ve birarada yaşaması olanaksızdır. Burada iki seçenekle karşı karşıyayız:
Ya devrimci niteliğini muhafaza etmekte
direten grup ve çevreler şu ya da bu evrede HDK/ HDP gemisini terk edeceklerdir;
ya da -daha büyük olasılıkla- onlar yavaş
yavaş bu çorbanın içinde eriyecek ve Kürt
ulusal hareketinin basit figüranlarına dönüşeceklerdir.
Kürt ulusal hareketine gelince... O da,
AKP iktidarıyla yürüttüğü “barış süreci”
nedeniyle Başbakan Erdoğan ve ortaklarıyla ilişkilerini bozmamaya büyük özen
gösteriyor. O, buna bağlı olarak Türk burjuva devletinin işlediği suçlar karşısında -Roboski kıyımı ve Van depreminde
olduğu gibi- sessiz kalıyor; -11 Mayıs'ta
Rihaniye/ Reyhanlı'da meydana gelen patlamada olduğu gibi- gerici İslamcı çetelere karşı AKP'nin yanında yer alıyor (5);
-Gezi isyanı ve ODTÜ direnişleri örneklerinde olduğu gibi- Batı'daki kitle savaşımına simgesel bir destek vermekle yetiniyor
(6); Roboskili aileleri Başbakan Tayyip
Erdoğan'la barışmaya ve onu bağışlamaya
zorluyor (7); ABD emperyalist basınının
ikiyüzlü bir tarzda eleştirdiği MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a, yani Rojava halkının
katillerini silahlandıran bu bürokrata sahip
çıkıyor (8); gerici İslamcı çetelerin koruyucusu ve destekçisi, Kürt, Arap ve Türk
halklarının düşmanı ve azılı gerici Başbakan Erdoğan'ın HDP kongresine davet edilmesini sağlıyor (9) ve hepsinden önemlisi
Türk burjuva devletinin, PKK/ KCK'nın
hiçbir ciddi bir destek sunmadığı Rojava
devrimini boğma girişimlerini, gene “barış sürecinin selameti” uğruna kayıtsız
gözlerle seyrediyor. Bu koşullarda, HDK/
HDP içinde yer alan Türkiyeli devrimci
gruplar ve çevrelerin AKP iktidarını, haklı
olarak baş düşman konumuna yerleştirmiş
olmalarının pratikte ne yazık ki hiç, ama
hiçbir anlamı kalmıyor. Dolayısıyla HDK/
HDP'nin, HDK'nin 12-13 Mayıs 2012'de
toplanan 1. Genel Kurulunun Sonuç Bildirgesinde söylenen şu sözlerin gereğini yerine getirmesi olanaksız olacaktır:
“HDK 1. Genel Kurulu, cemaatler ve ser-
maye sahiplerinin bir koalisyonu olan AKP
Hükümeti’nin, sosyal hakların budanmasından, özgürlüklerin ayaklar altına alınmasından; polis şiddetinden, cezaevlerindeki zulümden doğrudan doğruya sorumlu
olduğunu saptayarak mızrağın sivri ucunu
AKP iktidarına yöneltmenin bugünkü siyasetinin hakim yaklaşımını oluşturduğunu, tüm sömürü ve baskının, mevcut
statükonun savunucusu ve sürdürücüsü
güçlere karşı mücadeleyi bir kez daha vurguladı. Toplumsal muhalefet güçlerinin de,
AKP’nin iç çelişkileriyle oyalanmadan,
ancak bu iktidara karşı açık ve dolaysız
siyasal ve toplumsal mücadele yürüterek
güçlenebileceğine dikkat çekti.”
Sonuç
Diyalektiksel materyalizm her dostluğun
aynı zamanda düşmanlık olduğunu söyler.
Osmanlı, İttihat Terakki ve diğer Türk gericileriyle dostluk; bu güçlerin acımasızca
ezdiği ve kıydığı Müslüman, Hristiyan ve
diğer halklara karşı düşmanlıktır. ABD ve
AB emperyalistleriyle dostluk; bu güçlerin
acımasızca sömürdüğü ve ezdiği halklara
karşı düşmanlıktır. Her iki kategoride yer
alan bu düşman güçler Kürt, Arap ve Türk
halklarını da ezmişlerdir ve ezmektedirler.
Devrimci bir siyasal parti, HEM adıgeçen
bu düşman güçlerden yana, HEM DE onların ezdiği ve sömürdüğü halklardan yana
olamaz. Ya birini seçmek zorundadır, ya
da diğerini. Eğer PKK/ KCK böyle tutarsız
ve çelişmeli bir siyasal duruş sergilemekte
diretiyorsa, ki öyle yapıyor, bu ancak onun
yöneticilerinin de halkları ezen ve sömüren güçlerin safında ve dolayısıyla sadece
diğer Anadolu ve Mezopotamya halklarının değil, Kürt halkının da karşısında yer
alma özlemlerini ve dolayısıyla Kürt burjuvazisi adına Kürt işçilerini ve yoksul katmanlarını boyunduruk altında tutacak olan
bir devlet aygıtı oluşturma ve yönetme özlemlerini ele veriyor demektir.
Bu yazıyı son bir soruyla noktalayalım:
Kendisini devrimci, hatta komünist sayan
grup ve çevreler, HDK/ HDP gibi devrimci-olmayan, yani reformist-demokratik nitelikte bir bağlaşma ya da blok içinde yer
alabilirler mi? Evet; bu, çok zor, hatta neredeyse olanaksız olmakla birlikte teorik
olarak olanaklıdır. Ama bunun vazgeçilmez önkoşulları vardır. Böyle bir durumda sözkonusu grup ve çevreler, içinde yer
aldıkları örgütsel yapının adını koymalı,
yani onu olduğundan daha farklı ve daha
ileri bir siyasal özne olarak göstermeye
kalkmamalı, gerçekten devrimci bir propaganda-ajitasyon etkinliği yürütebilmeli, bu
yapıya egemen olan PKK/ KCK'nın uzlaşmacı-teslimiyetçi yönelim ve taktiklerine
boyun eğmemeli ve kitleleri Türk burjuva
devletine karşı savaşıma çağırabilmeli ve
hazırlayabilmelidirler. Böylesi bir reformist-demokratik bağlaşma, işte ancak bu
koşullarda, siyasal gelişmeyi frenleyici değil, onu ilerletici bir rol oynayabilir. Ama,
HDK/ HDP içinde yer alan -ve bu adı hak
edip etmedikleri de tartışma konusu olanTürkiyeli devrimci grup ve çevrelerin böyle davranma irade ve cesaretini gösterebilecekleri son derece kuşkulu olduğu gibi,
Kürt ulusal hareketinin böylesi bir bağımsızlık gösterisine izin verme olasılığı da
son derece düşüktür. Bu bakımdan HDK/
HDP bağlaşması ya da blokunun ne yazık
ki, daha baştan ölü doğduğunu söylemek
bir abartma ya da haksızlık olmayacaktır.
DİPNOTLAR
(1) Öcalan PKK'nın, Ocak 1995'de yapılan
5. Kongresi'nde yaptığı konuşmada aynen
şöyle diyordu:
“Şimdi şu çok açıktır: Parti olmadan halkın direnişi olmaz, hatta ben olmadan halk
olmaz. Bazıları bunu abartılı bulabilir, ama
şimdi gerçekleşen budur. Benim otuz yıllık
ayarlamam olmasaydı, Kürdistan halkının
böyle doğuşu hikayeydi. Böyle eylemim
olmadan Türkiye'de herhangi bir demokrasi de gelişmezdi. Bunu ben söylemiyorum,
Türkiye'de kırk-elli yıllık demokrasi savaşı
verenler söylüyorlar. Kimse demesin, kendini abartıyor. İşte aklı başında olanlar da
bunu söylüyor.” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Haziran 1995, s. 130)
(2) KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, Gazeteci Faruk Balıkçı'ya verdiği mülakatta AKP hükümetini eleştirirken şunları söylüyordu:
“Eğer amacında Kürt sorununu çözmek
olsaydı PKK olarak gerekli zeminleri fazlasıyla oluşturmuştuk. AKP süreci müzakereye geçmeden diyalog üzerinden yürütmeye çalıştı. Biz gerillayı mevzilerinden
geri çekerken, AKP savaş hazırlıklarını
yürüttü. Biz savaşı durdurduk; AKP ise savaşın yönünü değiştirdi. Eskiden Kuzey’de
savaşırken, şimdi de savaşın yönünü Rojava Kürdistan’ı dediğimiz Kürdistan’a
çevirdiler. El Nusra ve Irak İslam Şam
Devleti örgütüne her türlü desteği vererek
bu örgütleri Kürt halkına karşı savaştırdı.
Rojava’da savaşı yürüten AKP’nin kendisidir. Biz savaşı durdurduk, AKP savaşı
sürdürdü. Önder Apo müzakerelerin zeminini hızla oluşturdu, ancak kendileri
müzakereye geçmedi ve geçmek istemedi.”
(“KCK'den müzakereler için üç şart”, Firatnews.com, 29 Ekim 2013)
(3) Yakın zamanlara kadar PKK/ KCK'yı,
hatta BDP'ni terör örgütü ve tabii Öcalan'ı
da teröristbaşı olarak niteleyen Başbakan
Erdoğan, 22 Ekim'de verdiği bir demeçte
de şöyle diyecekti:
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Birileri çıkıp da 'İmralı’ya kim gider, kim
gitmez'... Bunun kararı hükümete aittir.
Hükümet istediğini gönderir, istediğini
göndermez. Kimsenin rota çizme yetkisi
yoktur. Yeri gelir gönderir, yeri gelir göndermez. Herkes haddini bilecek.” (“Erdoğan: İmralı'ya kimin gideceğine biz karar
veririz!”, İlke Haber, 22 Ekim 2013)
(4) Öcalan, Savunma’sında ulusların kendi
yazgısını belirleme hakkı konusunda şunları söylemişti:
“70’lerde moda olan, ve uygulandığında
sadece, ayrı devlet anlamında yorumlanan
‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ gerçekten, bu yorumuyla bir çıkmazdı. Kürdistan pratiğinde, sorunu yokuşa sürme yanı
ağır basıyordu. Bunu, fiilen belirttiğim
tarzda aşmaya çalıştım. Ancak, demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında,
ayrı devlet, federasyon, otonomi ve benzeri yaklaşımların bile, geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce;
demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma,
bana çok önemli geldi.” Bu HAKKI net ve
en kararlı bir biçimde savunmamak, hatta
modasının geçtiği gerekçesiyle reddetmek,
ezen ulusun şovenistlerinin konumuna gelmek demektir; bu, ulusal eşitlik ilkesini
reddetmek, Türk halkı/ ulusunun Kürt halkı/ ulusundan daha üstün olduğunu savunmak anlamına gelir.
Kürt ulusal hareketinin bir uzantısı konumunda olan HDK/ HDP de bu anti-demokratik ve şovenist çizgiyi benimsemiş
gözüküyor. Bu ise, kongre-partinin reformist-demokratik bir hareket olma konumunda bile tutunamayabileceği ve her an
daha geri bir siyasal konuma savrulabileceğinin bir başka göstergesidir.
(5) İslami temelde Türk-Kürt bağlaşmasını savunan Öcalan'ın izinden giden BDP
Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Rihaniye/ Reyhanlı'daki patlamalardan sonra 12
Mayıs'ta yaptığı açıklamada şöyle demişti:
“Türkiye'de bu tür saldırılara karşı birlik
olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle
sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar
karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve
eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket
etmek zorundayız... Biz, bu saldırılara karşı tedbir alınmasını ve bu saldırılara karşı
hükümetin dikkatli ve duyarlı davranmasını hususunda hükümetin yanında olacağız.” (“Hükümetin yanındayız”, Sabah, 12
Mayıs 2013)
(6) BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken
3 Haziran'da, Taksim'deki olaylar üzerine
yaptığı değerlendirmede şöyle demişti:
“Dönüşen bu eylemlilikler ekolojik yıkıma
karşı olmak, daha fazla demokrasi, daha
fazla özgürlük talep etmek, karar süreçlerinde halkın katılımcı yaklaşımını gözönünde bulundurmak yerine Türkiye'de toplumu esaret altında tutan güç odaklarının
rövanşist yaklaşımlarına rövanşist karşılaşmalarına doğru evrilmektedir...
“BDP olarak hiçbir sebep ve durumda biz
bu ırkçı, ulusalcı, cinsiyetçi, tekçi, militarist kesimlerle yanyana durmayacağımızı tekrar ifade etmek istiyoruz.” (“BDP'li
Baluken: Statükoyu güçlendirecek imgeler
protestoların başat özneleri”, Star, 3 Haziran 2013)
5 Haziran'da KCK adına yapılan açıklamada ise daha olumlu bir tutum takınılmış ve “Bu çerçevede Türkiye’de açığa
çıkmış olan dönüştürücü ve çok önemli
demokratik irade ile Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin üstüne düşen görev,
ortaklaşarak Kürt sorununun çözümü ve
Türkiye’yi her türlü baskı ile şiddetten
arındırarak demokratik Türkiye’yi yaratmak için omuz omuza mücadele etmektir”
denmişti. Ancak bu doğru içerikli açıklama Kürt ulusal hareketinin Gezi isyanına
kapsamlı bir biçimde katılımına yol açmamıştı.
(7) BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş
26 Temmuz'da Roboski bombardımanında
yaşamını yitiren köylülerden altısını, 34
masum köylünün 28 Aralık 2011'de savaş
uçaklarının bombardımanı sonucu öldürülmelerinden sonra “Genelkurmayıma
göstermiş oldukları hassasiyetlerinden
dolayı teşekkür ederim…” demiş olan Başbakan Erdoğan'la görüşmeye zorlayacaktı.
Aslında aileler kendileriyle görüşmek isteyen Erdoğan'ın bu talebini kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine devreye giren Demirtaş Roboskili ailelerle görüşerek onlardan
altısının Başbakan Erdoğan'la iftar yemeğinde biraraya gelmelerini sağladı.
(8) Radikal gazetesinde 22 Ekim'de yayımlanan bir haberde, kendi inisiyatifiyle
hareket ettiği düşünülemeyecek olan BDP
Hakkâri Milletvekili Adil Zozani'nin,
Amerikan basınında eleştirilere hedef olan
MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a sahip çıktığı
haberi şöyle veriliyordu:
BDP'den Hakan Fidan'a destek
Haber:
[email protected]"
target=_blank>RİFAT BAŞARAN - [email protected]"
target=_
blank>[email protected] / Arşivi
22 Ekim 2013
Mossad ajanlarını İran’a bildirmekle suç-
lanan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a BDP
’den destek geldi. BDP Hakkâri Milletvekili Adil Zozani, Fidan’ın Kürt sorununun
çözümü istemeyen uluslararası güçler tarafından hedefe alındığını öne sürerek,
“Sürecin yürümesi için iyi niyetle çaba
sarf eden aktörler korunmalı” dedi. Zozani, Fidan’a yönelik eleştirilerin “çözüm
sürecinden bağımsız düşünülemeyeceğini”
belirterek, Türkiye ’de Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülme
girişimlerinin sürekli birilerini rahatsız
ettiğini ifade etti. Çözüm sürecinin ilk
günlerinde Paris’te üç PKK ’lının öldürüldüğünü anımsatan Zozani, “Sonraki
dönemlerde de bu sürecin temel aktörlerinden biri olan Hakan Fidan hedef tahtasına
konuldu. Hakan Fidan’ın özellikle uluslararası çevrelerce bu dönemde hedefe konulmuş olması Kürt sorununun demokratik
ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi arayışından bağımsız değerlendirilemez.”
(9) Başbakan Erdoğan'ın HDP kongresine
davet edildiği, onun bu davete verdiği yanıtın haber yapılmasıyla ortaya çıktı. Bu
haberde şöyle deniyordu:
Erdoğan'dan HDP Kongresi'ne mesaj
ANKARA/ANF 27.10.2013 11:02:27
Türkiye Başbakanı Erdoğan, HDP Olağanüstü Kongresi'ne bir mesaj gönderdi.
HDP'nin bugün Ankara'da toplanan kongresine davet edilen Türkiye Başbakanı
Tayyip Erdoğan, kongreye telgrafla mesaj
gönderdi.
Erdoğan'ın mesajı şöyle: “Halkların Demokratik Partisi Olağanüstü Kongresi'nde
nazik davetiniz için teşekkür ederim.
Kongre çalışmalarının birlik ve beraberlik
içinde geçmesi temennisi ile alınan kararların partiniz ve Türk siyasi hayatı için
hayırlı olmasını diliyor, tüm katılımcıları
selamlıyorum.”
30-31 Ekim 2013
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AKP-Cemaat
Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine
Örnekler arttırılabilir. Tümünün değişik noktalardan kalkarak ifade ettikleri
ortak düşünce, AKP çökerse barış sürecinin de çökeceği, dolayısıyla AKP’yi
çökertmek isteyen güçlerle aynı saflarda
yer almamak gerektiğidir.
Şu sıralar güncel siyasetin temel sorularından biri Hükümetle Fetullah Gülen
cemaati arasındaki çatışmada Kürt hareketinin tavrının ne olması gerektiğidir.
Kürt hareketinin tavrıyla ilgili olarak
mümkün üç cevabın söz konusu olabileceğini söyleyebiliriz:
1) Cemaatten yana tavır takınmak,
2) AKP’den yana tavır takınmak, ve
3) Çatışan güçler karşısında bağımsız bir
çizgide yürümek.
Kürt hareketi saflarında bu çatışmada
Cemaatçileri destekleyelim diyen yok
gibi. En azından ben bu yönlü ifade ve
tutumlara henüz rastlamadım. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.
Çünkü Fetullah Cemaati, AKP’yle Ordu
arasındaki mutabakatın görece dışında
bırakılmış Türkiye’deki iki büyük güçten biridir. (Bu mutabakatla neyi kastettiğimi merak edenler, Vate Yayınları
arasında çıkan Dönemeç Yazıları adlı
kitabımdaki “Bir Restorasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı
yazıya bakabilirler. Üç yıl evvel yazılmış
olan bu makalede Fetullahçıların mutabakata dahil edilmediklerini de tespit
etmiştim.) Diğeri Kürtlerdir. Elbette dışlanmışlık düzeyleri farklıdır, ama sonuçta, dışlanmışlardır. İki dışlanmışın, böyle kritik bir çatışma anında birbirlerine
bu ölçüde karşıt pozisyonlarda duruyor
olmaları veya buna mecbur kalmaları,
üzerinde özel olarak düşünülmesi gereken bir husustur. Ama şimdiki asıl konumuz bu değil.
Üçüncü şıkta dile getirilen bağımsız
siyaset seçeneği ise hareketin hemen
her kesimi arasında taraftara sahiptir.
PKK’lier, BDP’liler, Avrupa’daki Kürt
muhalifler, Barzaniciler, bağımsızlıkçılar, sosyalistler, İslamcılar, liberaller
vs. arasında bu düşüncede insanlar bulabilirsiniz. Ancak bunların bağımsız tavırdan aynı şeyi anladıklarını söylemek
zor. Bu da başka bir yazının konusu.
Kürt hareketi saflarındaki sesi en fazla duyulan tavır ise mevcut çatışmada
AKP’nin desteklenmesini öneren tavırdır. Siyasal çıkışlarını Barzani’nin parasıyla ve onun AKP’yle flörtünün açacağını umdukları siyasal ve ideolojik alan
üzerine kurmayı uman Kürtler, İslamcı
eğilimde bir Kürt hareketi inşa etme çabasındaki Kürtlerin önemli bir bölümü;
hedeflerinden, siyasal farklılıklarından
ve ideolojik renklerinden ziyade PKK’ye
karşıtlıklarıyla karakterize olan Kürtler,
Kanımca bu tespit, hem olgularla hem de
siyasetin temel kurallarıyla çelişkilidir.
Önce olgularla ilgili yanına bakalım.
I: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Olgular Yönünden?
Cemi l Gündoğan
cemi l _ [email protected]
PKK’yi eleştiren ama ona özel bir düşmanlık göstermeyen Kürtler, PKK’ye
yakın legal hareketin saflarındaki Kürtler ve kısmen de PKKli Kürtler arasında
bu tavrın epeyce destekçisi var. Bunlara,
Kürtlerin söz konusu çatışmada Hükümetten yana tavır takınmasını öğütleyen
bazı Türk liberalleriyle İslamcılarını da
eklemek gerekiyor.
***
Öncelikle belirtmek gerekir ki AKP’ye
yakın bir tavır takınılması gerektiği düşüncesindeki kişi ve çevrelerin bu tavırdan anladıkları şey birbirinden kısmen
farklıdır. Gerekçeleri de öyle. En azından söylem düzeyinde. Örnek olarak
aşağıdaki dört ifadeye bakınız:
1) AKP dışındaki bütün partiler Kemalisttir ve Kemalizm Kürtlerin baş düşmanıdır. Kürtlerin bu kavgada Kemalistlere destek vermeleri yolunu şaşırmak
anlamına gelir.
2) AKP eski statükoyu yerle bir etti. Ona
karşı mücadele edenler ise eski statükoyu geri getirmek istiyorlar. Dolayısıyla
Kürtlerin bunları desteklemesi düşünülemez.
3) Ergenekon ölmemiştir, geri gelebilmek için Gezi’de çevre duyarlılığı, bugün de yolsuzluk gibi kimsenin açıkça
karşı çıkamayacağı noktalardan saldırarak AKP’yi devirmeye çalışmaktadır.
Eğer galip gelirse Kürt sorununun çözümünü unutalım gitsin.
4) Liderimiz tarihte ilk kez bir Türk hükümetiyle müzakere masasına oturmuş
durumdadır. Yapılıp edilen her şey, bu
masayı devirmeye yöneliktir. Biz bu oyunu göremeyecek kadar apolitik miyiz?
Söz konusu tespitin olgularla çelişkisi,
statükonun bir süreden beridir gerçek
sahibi olan AKP’nin hâlâ statükoya karşı
bir güç olarak tasvir edilmesiyle ilgilidir.
Bir diğer deyişle, bu değerlendirmeyi yapanlar, eğer kişisel veya grupsal çıkarları öyle gerektirdiği için gerçeği bile bile
çarpıtmıyorlarsa, bugünün olgularını
dünün terimleriyle anlamlandırmaya
çalıştıkları için yanlış yapıyorlar. Çünkü 2010 tarihli referanduma kadar belli
bir anlam ifade eden “statükocu Ergenekon”, “statüko karşıtı Erdoğan” lafları,
o tarihten sonra anakronizm dışında bir
şey ifade etmemektedir.
İnsan düşüncesi böyledir, toplumsal değişmeyi genellikle geriden takip eder.
Örneğin, Kürt hareketini oluşturan sosyolojik zemin 1950’lerde ve 60’larda oluşup gelişmeye başlamıştı, ama Kürt solcularının Kemalist Türk soluyla zihinsel
bağlarını koparmaları 1970’lerin sonlarını buldu. Keza Kürtler, toplum olarak
1990’ların başlarından beri Türklerden
kopmaktadırlar, ama Kürt İslamcıları
hâlâ Türk İslamcılarıyla zihinsel bağlarını koparmakta zorlanıyorlar. AKP’nin
anti-statükocu olduğu tezi de benzer nitelikte bir gecikmenin ürünüdür. AKP
bir süredir statükonun temsilcisi durumundadır, ama bazıları ona hâlâ Erbakan
dönemindeki Milli Görüş muamelesi yapıyor veya yapmayı tercih ediyor. Oysa
Milli Görüş on beş yıla yakın bir süredir
iktidardadır ve artık sistemin sahibidir.
O kadar ki artık kendi yol arkadaşlarını
temizlemeye başlamıştır. Rahat anlaşılsın diye bir benzetme yapmak gerekirse,
Ekim Devrimi günlerini değil, Stalin’in
1930 yargılamalarıyla Troçki ve Buharin kliklerini tasfiye ettiği günleri
yaşıyoruz. Stalin 1930’larda Sovyetler
Birliği’nde ne kadar statükonun karşısında bir lider idiyse Erdoğan da bugün o
kadar statükonun karşısında bir liderdir.
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kısacası, bu tezin gerçeklerle bir ilgisi
yoktur. Gerçekte, Erdoğan, bugün statükonun cisimleşmiş halidir. Kafa karıştıran şey, bugünkü statükonun dünkü statükodan farklı olmasıdır. Tıpkı
1930’larda Sovyetler’deki statükonun
Çarlık dönemi statükosundan farklı olması gibi. Bazıları bugünkü statükonun
dünküne benzememesinden kalkarak
yeni statükonun anti-statüko olduğunu
sanıyorlar veya bilerek öyle lanse etmeyi
tercih ediyorlar.
***
Bu tezin olgularla çelişen boyutlarından
biri de Kürt sorununu çözmek ve Türk
milliyetçiliğine karşıtlık noktasında
AKP’ye özcü bir nitelik atfetmesidir.
“AKP giderse Kürt sorununun çözümünü unutun,” iddiası bunun ifadesidir ve
olgularla çelişmektedir.
Daha evvel yazdığım için kısa geçiyorum: Kürt hareketi, bir süreden beridir
Türk siyasal denkleminin önemli bileşenlerinden birine dönüşmüştür. Bu,
Kürt hareketinin soykırım gibi olağandışı yöntemler kullanılmadıkça bastırılamayacak güçte bir sosyal ve siyasal
dinamik haline gelmesiyle ilgili bir sonuçtur, doğrudan onun (iş)birlikçi veya
bağımsızlıkçı olmasıyla ilgili değil. Bu
gelişmenin konumuz bakımında anlamı
şudur:
Türkiye’de iktidar savaşı veren hiçbir
güç artık Kürt hareketi yokmuş gibi
davranamaz veya onu denklemin dışına atamaz; tersine onu kendi iktidar
mücadelesi oyununda bir yere yerleştirmek zorundadır ve bu yer sabit bir yer
değildir, zamana ve koşula bağlı olarak
sürekli değişir. İktidar Kürt hareketiyle
yakınlaşırsa muhalefet Türk milliyetçiliğini körükleyerek Kürt hareketine
düşmanlık politikasına yönelecektir;
muhalefet Kürt hareketiyle yakınlaşırsa bu kez iktidar milliyetçiliği kışkırtma politikasına sarılacaktır. Ya da bir
durumda “masa”ya karşı esip gürleyen
bir güç, başka bir durumda “masa”nın
en sıkı savunucusu olacaktır. Bir diğer
deyişle Türk milliyetçiliğine oynamak,
özsel, yani tek tek partilerin, kurumların
vs. özlerinden gelen bir nitelik değil, durumsal bir niteliktir. Oyunun kuralı artık
böyle işlemektedir ve bu oyuna, değişik
kesimlerce Kürtlerin en keskin düşmanı
olduğu ileri sürülen ordu, MHP, CHP
ve Cemaat de dahildir. Bu durum, Türk
milliyetçiliği propagandası Türk halkı
nezdinde ciddi bir siyaset kartı olmaktan
çıkıncaya kadar böyle devam edecektir.
“AKP giderse kimse Kürt sorununu çözmez,” tezi, bu gerçeği göremeyen bir ba-
kış açısının ürünüdür. AKP giderse onun
yerine gelenler de pekala masaya oturabilirler. Böyle olup olmayacağı koşullara
bağlıdır. Mevcut iç ve dış koşullarda ise
MHP’nin bile masayı kolay kolay terk etmeyeceğini söylemek mümkündür.
Bunu nereden çıkarıyorum?
Başka şeylerin yanı sıra, 28 Şubat tarihinden bu yana ordu da dahil iktidar ve muhalefet güçlerinin Kürt hareketiyle ilişkilenme biçimlerinin izlediği seyirden.
Neydi 28 Şubat?
İslamcıların bizlere ezberletmeye çalıştığı cevaba göre, ordunun müminleri ezmek için tertiplediği bir darbeydi.
Bir darbe olup olmadığı tartışması bir
yana, 28 Şubatı bu şekilde tanımlamak,
o gün yaşanan süreci eksik ve yanlış
anlamak olur. Doğrudur, 28 Şubatın İslamcılara karşı mücadele diye bir boyutu
vardı. Ama ordunun bu hamlesinin Kürtlerle ilgili bir boyutu daha vardı. İşin bu
tarafına bakmadan konuştuğunuz zaman
süreci anlama imkânı kalmaz.
28 Şubatın Kürtlerle ilgili boyutu şuydu
ki, ordu içindeki bazı etkili mihraklar
Kürt hareketiyle masaya oturmaya karar
vermişti. Yani bugün Erdoğan’ı ve onun
partisini bazı Kürtlerin gözünde antistatükocu bir kahramana dönüştüren
şeyi yapmaya!...
Demek ki Kürtlerin en özsel olarak en
büyük düşmanı gibi görünen güç, aynı
zamanda PKK ile masaya oturmaya karar veren ilk güçtür de. Bu işler özsel işler değildir derken kastedilen budur.
Peki, ordu buna karar verdi diye o dönemde anti-statükocu pozisyona mı geçmiş oluyordu?
Hayır, sadece artık sürdürülemez olan
eski statükonun yerine yeni bir tanesini
kurmaya çalışıyordu. Bugün biliyoruz ki
o statüko, onların hesapladığı biçimde,
onların istediği yerde ve onların istediği zamanda kurulamadı; İslamcıların da
dahil edildiği bir şekilde, yerde ve zamanda kuruldu.
Bunun nasıl mümkün olduğunu da-ha
önce uzunca yazmıştım: Ordu, PKK’yle
savaşında tıkanmış, kendi içinde çeteleşmiş ve toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyacı fonksiyonunu eskisi
gibi ifa edemez hale gelmişti. Dahası,
ordunun gerilemesinden istifade eden
İslamcı hareketler toplumsal dokuyu fethetmeye başlamıştı. Dolayısıyla ordunun
iktidarını sürdürebilmek için İslamcı
hareketle kapışması kaçınılmaz hale gel-
mişti. Fakat PKK ile savaş sürüyorken
ikinci bir savaş cephesi açmak ikisinde
de kaybetmek anlamına gelirdi. 28 Şubatçı mihraklar, işte bu nedenle PKK ile
olan savaşı soğutmaya kararı verdiler.
Savaşı bitirmek demiyorum, soğutmak
diyorum, ya da şoförlük terimleriyle söylersek rölantiye almak. Hal böyle olduğu
içindir ki Genelkurmayın ön kapısından
28 Şubat kararlarını aldırmak için MGK
toplantısına giden generaller çıkarken,
arka kapısından da PKK ile görüşmeleri
başlatmak için Brüksel yolunu tutan bir
albay çıkmıştı.
Demek ki “AKP dışında kimse Kürtlerle
oturmaz” demek, olgularla bağdaşmamaktadır. Kürtlerin en azılı düşmanı
olduğunda şüphe bulunmayan generaller, AKP’den çok önce PKK ile masaya
oturmuşlardı. Dahası, generallerin çözüm için o gün öngördükleri program
da bugün AKP’nin çözüm diye önümüze
sürdüğü şeyin anasıydı!
Bu da nereden çıktı demeyin, on beş yıl
evvel yazmıştım, tekrar edeyim; PKK ile
oturmaya karar veren generallerin kafasında üç ayaklı bir çözüm vardı: 1) Karşılıklı ateşkes, 2) PKK’nin ileri düzeyde ulusal haklardan vazgeçmesi, buna
karşılık Kürtçenin kullanım alanlarının
genişletilmesine dayalı bazı kültürel
açılımların önünün açılması, 3) Yerel
yönetimler yasası marifetiyle Kürtlerin
kendilerini yönetmeleri noktasında bazı
esnemeler (İller idaresi yasa tasarısının
ana hatları 28 Şubat döneminde hazır
hale getirilmişti, bekletiliyordu). PKK
veya Genelkurmay bir gün o görüşmelerin tutanaklarını yayımlarsa üç madde
halinde özetlediğim bu hususları daha
çıplak olarak göreceğiz.
Peki, anti-statükocu bir kahraman olduğu söylenen Erdoğan ve AKP’nin bugüne kadar bu üç madde dışında Kürt sorununun çözümü için önermiş olduğu veya
gerçekleştirdiği yeni bir şey var mı?
Hayır yok. İslamcıların ve liberal çevrelerin Kürtleri kafalamak amacıyla
yaptıkları köpürtmelere bakmayınız.
Bugün, yani yaklaşık yirmi yıl sonra
hala, generallerin koyduğu o çerçevede
dönüp duruyoruz: Newroz’da ateşkes
ilan edildi, PKK ulusal hedeflerden vazgeçtiğini bir kere daha beyan etti, karşılığında Kürtçenin kullanım alanları biraz genişletildi; bunun dışında, Avrupa
yerel yönetimler şartına konulan şerhin
kaldırılmasıyla çerçevelendirilmiş bir
yerel yönetimler yasası tartışılıyor. Var
mı MİT-Öcalan mutabakatında Kürt
haklarıyla ilgili olarak bunun dışında bir
gelişme?
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Haklarla ilgili olarak yok. Var olan farklılıklar daha çok Abdullah Öca-lan’ın
kişisel konumunun iyileştirilmesiyle ve
Suriye’yle ilgilidir. Bunlardan birincisinde belli bir iyileşme olacak gibi görünüyor. İkincisine gelince, Öcalan’la MİT’in
konuyla ilgili muhabbetleri, Amerika’yla
Rusya’nın Suriye konusunda anlaşmaya
varmasıyla gargaraya dönüşmüş durumda. En azından şimdilik.
Durum, özetle böyledir. Ama nasıl oluyorsa, dün bu işin çerçevesini koyan
generalleri dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanıyıp tanıtırken,
bu generallerin çizdiği çerçeveye sadık
bir programı yarım-yamalak ve anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirecek tarzda gerçekleştirmeye çalışan
Erdoğan’ı bir anti-statüko kahramanı
olarak lanse ediyoruz. Sizce de bu işte
bir terslik yok mu?
Sanırım mesele yeterince aydınlanmıştır: PKK ile masaya oturan ilk Türk politik gücü AKP olmadığı gibi, ÖcalanMİT mutabakatında üzerinde anlaşmaya
varıldığı söylenen hususlar da -Kürtlere
tanınan haklar bakımından- generallerin
çizdiği çerçevenin ötesine geçmiş değildir. AKP-PKK flörtü, bir zamanlar gerçekleşen Çiller-PKK flörtünün, ErbakanPKK flörtünün veya Mesut Yılmaz-PKK
flörtünün yeni koşullardaki bir benzeridir. O flörtler de, Kürt hareketinin Türk
siyasal sistemi içinde edinmiş olduğu
yeni pozisyonun dayattığı durumsal politikaların ifadesiydi, bugünkü de. Aralarındaki fark, esas olarak, Ortadoğu’da,
Türkiye’de ve Kürdistan’da değişen güç
dengeleriyle ilgilidir. Kürt hareketinin
bu gerçeği görme vakti gelmiştir. Değilse, AKP’ye olmadık özsel nitelikler atfeden bütün değerlendirmeler, sadece Kürt
hareketinin AKP karşısındaki manevra
alanını daraltmakla sonuçlanır, o kadar.
II: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Siyasetin Kuralları Yönünden?
Böylece konunun siyasal taktiklerle ilgili boyutuna gelmiş oluyoruz. Fakat bu
arada yazı da epeyce uzadı. Maddeler
halinde ilerlersek:
1- Sistemin asıl sahibi Fetullah cemaati değil, Erdoğandır ve iki güç arasında
Erdoğan lehine büyük bir güç dengesizliği vardır. Dolayısıyla bu kavgada
güçlü olana destek vermek, sadece onu
daha fazla güçlendirmek anlamına gelir. Unutmayın, güçlendireceğiniz adam
masada karşınızda oturan veya oturacak
olan adamdır.
2- “Erdoğan giderse masa tehlikeye
girer” endişesi, yukarıda belirttiğim
nedenlere ilaveten Kürt sorunu artık
çözümü ertelenemeyecek bir noktaya dayandığı için de gerçeklerle bağdaşmıyor.
Türkiye ya Kürt sorununu çözer, ya da
çok kanlı hesaplaşmalardan geçen bir
bölünmeye konu olur. Yugoslavya veya
Suriye türü bir süreç yani. Bunun ortası kalmamıştır. Hem PKK, hem devlet,
hem de konuyla ilişkili diğer bölgesel ve
küresel güçler bu gerçeğin farkındadırlar. Dolayısıyla Erdoğan gitse de kalsa
da devlet “masa”yı korumaya çalışacaktır. “Masa”yı yıkmak, hem PKK açısından hem de devlet açısından Erdoğan’a
endekslenecek bir şey değildir. Erdoğan,
Gezi olaylarıyla birlikte tarihsel dönüş
noktasına girmiştir. En az bir dönem
daha iktidarda kalması yüksek olasılık
olmakla birlikte, özellikle ekonomide yaşanacak koşullara bağlı olarak kısa sürede yıkılması da mümkündür. “Masa”nın
bu tür hareketli faktörlere uyarlı olarak
kurulmuş olduğunu sanmıyorum. “Barış” sürecinin, dünkü Ergenekon-Hükümet çatışmasının görece dışında kalmış
bir aktör olan MİT eliyle yürütülmesi
ve ordu tarafından desteklenmesi bunun
ifadesi olarak anlaşılabilir.
sadece Erdoğan gitti veya yara aldı diye,
yani sadece o nedenle masayı devirme
ihtimali hesaba katmaya değmeyecek
kadar küçüktür.
3- Devletin sözde barış sürecindeki en
büyük kozu, PKK’yi ve kitlesini yeniden
Öcalan’ın arkasına toplama operasyonunu başarıyla tamamlamış olmasıdır.
Cezaevleri direnişleri ve Sakine Cansız
cinayeti üzerinden gerçekleştirilen bu
operasyonu mümkün kılan ana faktör,
PKK’nin dağ kadrosunun basiretsizliği
olmuştur. Onlar 1999’da yaptıkları hatayı 2013’te bir kere daha tekrarlamış ve
kafalarını kendi elleriyle cezaevine hapsetmişlerdir. Bu basiretsizliğin de katkısıyla devlet, düşmanının iradesini kendi
avucundaki bir tutsak dolayımıyla eline
almayı başarmıştır. Bu nedenle Cemil
Bayık “barış süreci” konusunda iyi kükreyen, ama elinden fazla bir şey gelmeyen bir yönetici konumuna düşmüştür.
Bunu devlet de, PKK de, bölgedeki diğer aktörler de iyi biliyorlar ve bizzat bu
durumun kendisi PKK’nin elini kolunu
bağlayan bir siyaset faktörüne dönüşmüş
durumdadır.
Cemaate destek verebilirsiniz. Bu durumda kaybınız olabilir ama hayati bir
nitelik taşımaz.
Şimdi soru şudur: Devlet, kolay kolay
ele geçmeyecek böylesine avantajlı bir
durumu, sadece Erdoğan gitti, Erdoğan
yara aldı veya Erdoğan’ın yerine başkası geldi diye sabote eder mi? Bu soruya evet cevabı vermek, Makyavelli’nin
Prens’inden bu yana yazılmış siyaset
bilimleriyle ilgili bütün temel metinleri tersyüz etmeden mümkün değildir.
PKK, bugün söz gelişi “Öcalan’ı tanımıyoruz” diye bir açıklama yapsa, devletin
masayı devirmesi ihtimali vardır, ama
Olaya bu noktadan bakıldığında da
AKP’nin gitmesinin veya kalmasının
masanın durumunu kökten etkilemeyeceği sonucu çıkar. Siyasette hiç bir şey mutlaklık terimleriyle ifade edilemez; ama
durum bugün esas itibarıyla böyledir.
Hal böyle olunca, Kürtler açısından
sorun şuna dönüşmektedir: Mevcut
“masa”da karşınızda güçlü bir muhatap
mı görmek istiyorsunuz, yoksa en yakın
müttefikleriyle bile dalaşan, morali bozulmuş, zemin kaybetmiş, ayakta kalsa
dahi kolu kanadı kırılmış bir muhatap
mı? Sanırım, Hükümet-Cemaat çatışmasında Kürtlerin tavrı ne olmalı sorusunun cevabı, mevcut konjonktürde büyük
ölçüde bu sorunun cevabından kalkılarak verilebilir.
Bu koşullar altında tavır ne olmalıdır?
Cemaate destek vermeyebilirsiniz. Kanımca bunu yaptığınız için çok büyük
bir kaybınız olmaz.
Ama AKP’ye destek verirseniz baltayı
kendi ayağınıza vurmuş olursunuz.
Yapılamayacakları böyle sıralayınca yapılabilecek kendiliğinden ortaya çıkar:
çatışmanın doğrudan tarafı olmayan
üçüncü bir çizgide yürümek.
Fakat bu üçüncü çizgi, pek çoklarının
anladığı gibi “karışmayın, yesinler birbirlerini” tavrı demek değildir. Böylesi, apolitik bir tavır olacaktır. Tersine,
Kürt hareketi bu işe karışmalıdır. Ama
“masa”da bugün oturan veya yarın oturacak olan kişinin daha fazla zayıflaması
için ne yapılması gerekiyorsa onu gerçekleştirmek çerçevesinde karışmalıdır.
Bir diğer deyişle, üçüncü yol çizgisi pasif
bir seyircilik politikası değildir, duruma
göre tavır alan pro-aktif bir politikadır.
Hatırlayanlar olacaktır, Referandum döneminde de böyle bir tutumu formüle etmiş ve adına hareketli bir üçüncü çizgi/
pozisyon adını vermiştim. Benzer bir
politika bugünkü koşullarda da doğru
görünüyor: üçüncü bir pozisyon, ama hareketli bir üçüncü pozisyon.
Bu tavır, mevcut konjonktürde denklemin başka boyutlarını etkileyebilecek en
etkili araçlardan biri olduğu için de tercih edilmelidir. Şöyle ki:
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Erdoğan devlet içinde mutlak otorite durumunda olduğu için Öcalan’ın
Erdoğan’a karşı manevra yapma imkânı
çok sınırlıdır. Öcalan’ın mevcut tutsaklık
koşullarında yapabileceği en “muazzam
politika”, devletin değişik kliklerinden
-eğer Aydınlık gazetesinde bugünlerde
yayımlanmakta olan kendi ifadelerindeki deyimi kullanırsak- “taşeron”luk
talebinde bulunmakla sınırlı kalmaktadır. Bu da bir politikadır, ancak PKK’nin
gövdesinin sığmayacağı darlıkta bir politika. Barış adı verilen sürecin en sorunlu
noktalarından birisi buradaki tersliktir.
Ama geldiğimiz gün itibarıyla, PKK açısından burada tartışılacak bir şey kalmamıştır. PKK yönetimi, Newroz’da, hiçbir
sınır çizme gereği görmeden Öcalan’a
itaat edeceğini söylemiş, deli gömleğini
kendi elleriyle kendi sırtına geçirmiştir
(Hatırlayanlar olacaktır, Newroz dönemi yazılarımda barış masasına evet
demenin doğru olduğunu, ancak bu işi
Öcalan’ın muhataplarına Öcalan’ın sınırlarını göstererek yapmak gerektiğini
yazmıştım). Siyasetin kuralları noktasından bakıldığında, böyle bir açmaz
içinde kıvranıyorken izleyebileceğiniz
mümkün politikalardan biri, Öcalan’ın
manevra alanını genişletici sonuçlar doğurabilecek bir politika olabilir. Bunun,
başarıyla gerçekleştirilse dahi derde
deva olup olmayacağı ayrı bir konudur.
Sorun bu değil. Sorun, bunun şu anda
PKK açısından neredeyse tek seçenek
durumuna gelmiş olmasıdır. Çünkü PKK
“irademiz Öcalan’dır” demiştir ve Öcalan savaştıkları gücün elinde tutsaktır.
Açmaz bu kadar açık ve sadedir.
Bu açmaz sürdüğü ve iktidarın kontrolü Erdoğan’ın elinde kaldığı müddetçe,
Öcalan görece AKP’ye yakın bir çizgide
yürümek zorunda kalacaktır. PKK’nin
Gezi’deki tavrı bunun ifadesiydi. Ama
merkezde sözü edilen türden değişiklikler gerçekleşirse, yani iktidar içi çatışmalar ve kaymalar yaşanırsa durum
bir ölçüde değişebilir. Bunun ne demek
olduğunu anlamak için Öcalan’ın bir
zamanlar “Ergenekon”la iş tutarken
merkezdeki çatışma ve iktidar kaymalarından sonra Erdoğan’la iş tutmaya
başlamasına bakılabilir. Buradan, mevcut çatışmada AKP’ye destek vermeyip
merkezdeki çatışma ve çekişmeleri derinleştirmeyi hedefleyecek bir siyaset
izlemenin (hareketli üçüncü yol çizgisi)
Öcalan’ın politika yapma alanını genişletmek ve dolayısıyla PKK’yi biraz daha
rahatlatmak bakımından da yararlı ve
gerekli olduğu sonucu çıkar.
Ancak bunun kolay bir iş olmadığını belirtmek lazım. Çünkü bu iş, bir dereceye
kadar Öcalan’a karşı yapılmak durumundadır. Öcalan’ın AKP-Cemaat çatışmasıyla ilgili neler söylediğini veya önerdiğini henüz bilmiyorum. Ama Gezi’de
olduğu gibi, PKK’yi görece AKP’ye
yakın bir çizgide tutan bir politika telkin edeceğini tahmin ediyorum. Elbette
büyük çeşitlilik gösteren taraftarlarının
meseleyi kendilerine göre yorumlamasına imkân tanıyan yuvarlak laflarla süsleyerek (peygamberler, herkesin kendisini
içinde bulabileceği yuvarlak laflarla konuşmaya mahkumdur). Ama hangi söylemi kullanarak yaparsa yapsın, böyle
bir politika, PKK’yi, baltayı kendi ayağına vurmaya zorlaması anlamına gelecektir. Bahsedilen zorluk bu ilişkiden
kaynaklanmaktadır.
Öte yandan özel olarak PKK, genel olarak Kürt hareketi uzunca bir süredir sahip olmadığı bir uluslararası pozisyonu
yakalamaya doğru ilerlemektedir. PKK
yöneticilerinin andığım basiretsizliğinden kaynaklanan açmaz, onu bu pozisyonun avantajlarını kullanmaktan da
bir ölçüde alıkoymaktadır. Amerika ile
Avrupa Birliği’nin büyük ülkeleri başta
olmak üzere bazı uluslararası güçlerin
Türk devletiyle ilk kez açık çelişkiler
ve çatışmalar içine girmelerinden söz
ediyorum. Çok yavaş ve bu nedenle fark
edilmesi kolay olmayan bir şekilde ilerleyen bir süreç olarak böyle bir çatışma
gelişmektedir. Erdoğan-Cemaat çatışmasının bile bu süreçle bağlantısı vardır
(özellikle de Halk Bankası halkasında).
Eskiden NATO’nun sadık müttefiki bir
Türkiye söz konusuydu. Dolayısıyla
onula çatışma halindeki Kürt hareketi
Batılı emperyalist güçlerin karşısında
konumlanmaya mecbur kalıyordu. Nitekim PKK, otuz yıldır NATO karşıtı uluslararası güçlere mahkum olarak yaşadı
ve savaştı. PKK’nin bu konumlanışının
sadece PKK’nin ideolojik tercihleriyle
veya Abdullah Öcalan’ın korkaklığıyla
veya “ajan”lığıyla ilgili bir şey olduğunu
sanmak, siyasetin en temel kurallarından habersiz konuşmak olur. Türkiye bir
NATO ülkesiydi ve Kürt hareketi bunun
doğurduğu yapısal sorunlarla boğuşmadan, bunların dikte ettiği konumlanışların zorunlu kıldığı ekstra bedelleri
ödemeden kendine bir politik alan açma
şansına sahip değildi. Nitekim PKK, bu
bedelleri canımızdan ve kanımızdan
ödedi ve böyle bir alan açmayı başardı.
Fakat bir süreden beridir Kürt hareketine
ekstra bedel ödeten bu yapısal terslik değişme sinyalleri veriyor. İlk kez PKK ile
bazı büyük güçlerin menfaatleri kısmen
ve yavaş bir şekilde üst üste düşmeye
başlıyor. Suriye’de yaşananlar bu dönü-
şümü gözleyebileceğimiz bir laboratuvar
niteliğinde. El Qaide türü yapıların Ortadoğu’daki tehditleri de bu dönüşümü hızlandıran bir rol oynuyor. Peki, tam böyle
bir süreçte Kürt hareketi veya PKK hangi politik rasyonalite gereği uluslararası
güçlerin yavaş yavaş didiklemeye başladığı Erdoğan ve AKP’nin muhafızlığını
yapmaya kalkışacaktır? Çünkü AKPCemaat çatışmasında Erdoğan’a yapışmanın anlamı tam da budur.
Sağa sola çekiştirilebilecek bir durum
yok: PKK’nin bu çatışmada Erdoğan’ı
sahiplenmesi, Erdoğan’la uğraşan bazı
Batılı güçler nezdinde, PKK’nin 1990’ların ortalarında Almanya’da otoyolları
işgal edip yakmasına benzer bir anlama
gelecektir. Hem de PKK ile bazı Batılı
güçlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin
önemini yitirmeye başladığı bir dönemde! Kürt hareketi otuz yıldır kendi elinde
olmayan yapısal faktörler nedeniyle ekstra bedeller ödedi. Bu kez de “Ne yapalım, liderimiz Erdoğan’ın elinde tutsak,”
diyerek mi ödeyecektir aynı bedelleri?
PKK ve Kürt hareketi bu soru üzerinde
ciddi biçimde düşünmek zorundadır.
***
Toparlarsam: 1) Kürt hareketinin kurulu
“masa”daki pozisyonunu görece güçlendirmek, 2) Öcalan’ın manevra alanını
genişleterek PKK’nin sırtına geçirilmiş
deli gömleğini birazcık olsun gevşetebilmek ve 3) uluslararası denklemde
olumluya doğru dönen bazı göstergelerin zarar görmesini engellemek noktalarından kalkılarak yapılacak bir analiz,
AKP-Cemaat çatışmasında en yanlış
tavrın Erdoğan’ı desteklemek olacağını
gösteriyor.
Aslında buradaki analizin bir ayağı daha
var. Bu çatışmanın Kürt hareketinin iç
dengeleriyle olan bağlantılarıyla ilgili
bir ayak. Fakat bu ayağı bilerek yazıya
dahil etmedim. İlk olarak o konuyla ilgili yazacağım birkaç paragrafın yazıdaki
bütün tezlerin üzerini kapatacak kör bir
tartışmaya yol açması ihtimalinin varlığı nedeniyle. İkinci olarak da yazacaklarımın Kürt hareketinin iç ilişkilerini
olumsuz etkilemek amacıyla kullanılması ihtimalinin varlığını düşünerek. Gerçi
ben onları yazmasam da o faktörler öylece durduğu müddetçe hükümlerini icra
ederler. Böyle olmakla birlikte, yukarıda
sunulan analiz, kör bir tartışmaya kurban gitmesin diye ben o bölümü kurban
etmeyi yeğledim. Varsın bu seferlik de
böyle olsun. Okurun anlayışla karşılamasını ummaktan ve bu tür sıkıntılar yaşamadan fikir üretebileceğimiz koşullara
bir an evvel kavuşma dileğini tekrarlamaktan başka yapılacak bir şey yok.
2013-12-25
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Fethullah Gülen Paris Katliamını yaptıranlardan biri!
Hozat: Paralel devlet 9 Ocak komplosunun içindedir
KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı
Bese Hozat, Türkiye'deki paralel devletin özellikle Fetullah Gülen'in, 9 Ocak
2013'te Kürt siyasetçiler Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez'in
katledildiği komplonun içinde olduğunu söyledi. Hozat Gülen cemaatini
NATO'nun yeni Gladyosunun merkezi
olarak tanımladı.
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı
Bese Hozat, 1. Yıldönümünde Paris
Katliamı'nın amacını, katliamla Kadın
Özgürlük Hareketine verilen mesajı,
katliamın ardındaki güçleri ve Kürt
kadınlarının geçen bir yıldaki mücadelesini ANF'ye değerlendirdi.
KATLİAMIN AMACI ÖZGÜR KADIN KİMLİĞİNİN EZİLMESİYDİ
9 Ocak katliamıyla PKK'nin tasfiyesi
ve özgür kadın ve özgür Kürt kimliğinin ezilmesinin amaçlandığını ifade
eden Hozat, bununla bağlantılı olarak
çözüm sürecinin önü alınarak bir savaş sürecinin başlatılmak istendiğini
söyledi. Katliamın Kürt Halk Önderi
Abdullah Öcalan'ın muhatap alındığı ve diyaloğun geliştiği bir süreçte
gerçekleştirildiğini hatırlatan Hozat,
"Katliam güncel olarak tamamen gelişebilecek olası demokratik çözüm
sürecini hedefledi. Bundan kaynaklı
hedeflenen arkadaşlar çok iyi tespit
edilmişti. Sara yoldaş PKK'nin kurucularından biriydi ve tek kadın kurucuydu. Kadın özgürlük hareketinin de
ilk kadın kurucu üyesi ve lider kadrosuydu. Sara yoldaşın PKK ve Kadın
özgürlük hareketi içinde manevi değeri ve etkisi çok büyüktü. Kürt halkı ve demokratik kesimler nezdinde
büyük bir yeri ve değeri vardı. Sara
yoldaş şahsında tamamen PKK'nin ve
Kadın Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesi hedeflendi. Hedeflenen özgür kadın
ve özgür Kürt kimliğiydi. Yine Rojbin yoldaş diplomasi çalışmalarında
çok başarılı bir kadın arkadaştı. Kürt
halk kimliğinin uluslararası hukukça
tanınması için çok önemli ve başarılı
çalışmalar yürütmüştü. Ronahi yoldaş
gençlik hareketinin en aktif ve en başarılı kadrolarından biriydi. Özgürlük
Bese Hozat
hareketinin en seçkin kadrolarının bu
kadar vahşi ve alçakça bir biçimde hedeflenmesi, kapsamlı bir savaşa neden
olabileceği gibi PKK ve Kürt kadın
hareketinin sindirilebileceği, teslim
alınabileceği hesabına da dayanıyordu.
Amaç; Türkiye'de iç savaşa yol açacak
kapsamlı bir savaşı başlatmaktı. Bu
alçakça katliam büyük bir savaşın ve
soykırımcı politikaların devam edeceğinin işaretini veriyordu. Önderliğimize karşı ise büyük bir tehdit anlamına
geliyordu. Bu katliamla, 'Kürt sorununun çözümüne dönük atılacak her
adıma böyle karşılık vereceğiz' deniliyordu. Bu katliam çok büyük, derin ve
karanlık güçlerin devrede olduğunun
işaretini veriyordu. Önderliğimizin,
'Bu katliam bir işaretti' demesinin sebebi de buydu" şeklinde konuştu.
ULUSLARARASI KOMPLO İLE PARİS KATLİAMINI YAPAN GÜÇLER
AYNIDIR
"Herkesin de bildiği gibi sekizinci
ateşkes 2010 yılının sonlarında bitti
ve ardından kapsamlı bir savaş süreci
yaşandı. 2011 ve 2012 yılları mücadele tarihimizin en şiddetli savaş yılları
oldu. Devrimci halk savaşı hamlesiyle gerilla, Botan ve Zagros sahalarında birçok alanı hakimiyeti altına aldı.
Türk ordusu karadan hareket edemez
duruma getirildi. Diyarbakır zindan
direniş geleneğinin bir devamı olarak
PKK tutsaklarının olduğu tüm zindanlarda destansı bir direniş gelişti. Halkın direnişi zindan direnişini tamamladı, Kuzey Kürdistan adeta büyük
bir direniş ve isyan alanı haline geldi.
Yine Suriye'de ve Rojava Kürdistan'ında yeni bir durum ortaya çıktı, Suriye
büyük bir iç savaş sürecine girdi. Rojava Kürtleri Suriye'de yaşanan savaş ve
Baas diktatörlüğüne dayalı ulus dev-
let sisteminin dağılmasından faydalanarak devrim yaptılar. Demokratik
devrim konseyini kurdular, doğrudan
demokrasiye dayalı öz yönetimlerini
inşa etmeye başladılar" sözleriyle katliam öncesindeki süreci değerlendiren
Hozat devamla şunları söyledi: "Tüm
bu gelişmeler Türk devletini ve AKP
hükümetini doğrudan etkiledi. AKP
iç ve dış siyasetinde büyük bir yenilgi
aldı, başarısız kaldı. Mısır ve Libya'da
olduğu gibi Suriye politikası da büyük
bir darbe aldı ve çöktü. İçte ve dışta
üst üste aldığı yenilgiler karşısında
zorlanan ve sıkışan AKP hükümeti
çareyi Önder Apo ile görüşmelerde
buldu. İmralı'ya heyet göndererek diyalog sürecini başlattı. Paris katliamı
ve komplosu tam da böyle bir sürece
denk geldi. Paris komplosu olası gelişebilecek çözüm sürecine karşı yapılan
bir komplo ve saldırıydı. Bu bakımdan
uluslar arası komplonun da bir devamıydı. Uluslar arası komployu yapan
güçlerle bu katliamı yapan güçler aynıdır. Türkiye'deki paralel devlet de işin
merkezindedir."
PARALEL DEVLET KÜRT SORUNUNU ÇÖZDÜRMÜYOR
Türkiye'de tek devletten bahsetmenin
mümkün olmadığını kaydeden Hozat,
paralel devletlerin ülkenin siyasetinde
önemli bir etkiye sahip olduğunu söyledi. "Türkiye'de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir
devlettir" diyen Hozat devamla şunları
söyledi: "İsrail lobisi, yine milliyetçi
Ermeni ve Rum lobileri paralel birer
devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi
vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da
yoktur ama resmi olandan daha güçlü
ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel
harp dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi
buna resmi kimlikli emniyet, polis ve
yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların
bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural
yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de
bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin
korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir,
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
NATO destekli cemaatin ve lobilerin
illegal devlet örgütlenmesidir. Asıl
amacı, Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemektir. Türkiye'yi sürekli
batıya bağımlı kılmaya çalışarak batının bölge politikalarını Türkiye üzerinden hayata geçirmektir. Bunun için
paralel devlet Türkiye'yi batıya bağımlı
kılmak için Kürt sorununu sürekli canlı tutuyor, çözdürmüyor. Kürt sorunu
demokratik temelde çözülürse Türkiye
demokratikleşecektir ve bunu katiyen
istemiyor. Sürekli savaşı ve çatışmayı geliştirerek Türkiye'yi kontrolünde
tutuyor, çıkarları neyi gerektiriyorsa
Türkiye'ye onu yaptırıyor. Uluslar arası komplo gibi Paris komplosu da bu
planın çok önemli bir parçasıdır. Devletin Önderliğimiz ile diyaloga geçtiği
bir süreçte bu katliamın yapılmasının
sebebi de budur."
Türkiye'deki paralel devletin özellikle de Fetullah Gülen cemaatinin
bu katliamın içinde olduğunu ifade
eden Hozat "Ömer Güney cemaatin
en aktif kadrolarından biridir. Paris
katliamından önce Ömer Güney birçok defa Türkiye'ye geliyor. O süreçte Türkiye'de birçok toplantının yapıldığına dair somut bilgiler vardır.
Türkiye'de katliamdan on, on beş gün
önce Ömer Güney'in de içinde olduğu
bir toplantı yapılıyor. Bu toplantıdan
ve öncesi yapılan birçok toplantıdan ve
plandan AKP'nin haberdar olmaması
mümkün değildir. Kaldı ki Erdoğan
bir ay boyunca Sara arkadaşı izlediklerini bizzat kendisi belirtti. Türkiye'de
resmi devlet bir şemadan, bir şekilden
ibarettir, Türkiye'yi yöneten esas güç
paralel devlettir. Türkiye'yi yöneten
NATO'dur, NATO'nun kurduğu ve
merkezinde Gülen cemaatinin yer aldığı yeni Gladyodur. Paris katliamını
da bu güçler yaptı. NATO bağlantılı
olarak Almanya ve Fransa da bu işin
içindedir" şeklinde konuştu.
KÜRT KADIN ÖZGÜRLÜK HAREKETİNİ SİNDİRMEK İSTEDİLER
Paris katliamı ile ile Kürt Kadın Özgürlük Hareketi sindirilmek, bastırılmak ve tasfiye edilmek istendiğinin altını çizen Hozat şunları söyledi: "Bu da
komplocu güçlerin Kürt kadın hareketinden ne kadar çok korktuklarını gösteriyor. Çünkü bu güçler kadın özgürlük hareketinin gücünü ve etkisini çok
iyi biliyorlar ve bundan korkuyorlar.
Kürt Kadın Hareketi 35 yıllık mücadelesiyle Kürt toplumunda çok büyük
bir demokratikleşme ve özgürleşme
düzeyi yarattı. Yeni bir ahlak ve kültür oluşturdu. Erkek egemen cinsiyetçi
zihniyeti ve kültürü değişime uğrattı,
demokratik ve özgürlükçü yeni bir kültür ortaya çıkardı. Bu eşine ender rastlanan çok büyük bir sosyal devrimdir
ve tüm bölgeyi müthiş etkiliyor. Sara
yoldaşın bu devrimdeki yeri ve rolü en
ön sıralarda ve lider konumdadır. Kadın özgürlük mücadelesi Kürdistan'ı
aşarak bölge kadınını ve toplumunu
çok derinden etkileyen bir özelliğe
sahiptir. Mücadeleci, özgürlükçü Kürt
kadını bölge kadını açısından büyük
bir moral ve cesaret gücüdür. Kadın
özgürlük Hareketi, bölge kadınına da
mücadele etme gücü, bilinci, iradesi ve
cesareti kazandırıyor. Bu da bölgenin
demokratikleşmesi anlamına geliyor.
Komplocu güçler bir de bu gerçeklikten büyük bir korku duydular. Kadın
özgürlük hareketinin bölge kadınını
ve toplumunu etkileme gücünü çok iyi
gördükleri için bu güçten ve etkiden
korktular. Çünkü bölgenin demokratikleşmesi demek onların bitmesi
demekti. Bunu engellemek, kadının
özgürlük iradesini kırmak için bu alçakça komployu ve saldırıyı gerçekleştirdiler. Paris katliamının temel bir
amacı da hiç kuşkusuz buydu.
Üç ayrı kuşaktan üç yoldaşımızı bu
alçakça katliamda kaybettik. Sara yoldaş PKK'nin ilk kadın kurucu üyesi
olduğu gibi kadın hareketinin de ilk
kurucusudur. Bir bakıma kadın hareketinin tarihidir, hafızasıdır. Kadın
özgürlük hareketinin özgürlük ruhu
ve bilincidir. Özgürlük felsefesinin cisimleşmiş en çarpıcı kadın örneğidir.
Rojbin yoldaş orta kuşağın özgürlük
ideolojisinde yoğunlaşmış, bilinçlen-
miş ve iradeleşmiş en cesur ve en başarılı militanıydı. Ronahi yoldaş genç
kuşağın devrim coşkusuyla dopdolu
fedakârlık ve cesarette sınır tanımayan
asil bir örneğiydi. Bu değerli üç yoldaşımız şahsında hedeflenen bir bütün
kadın özgürlük hareketidir ve tarihidir.
Dolaysıyla Paris katliamı aynı zamanda kadın özgürlük hareketine karşı geliştirilen bir katliamdır, vahşi ve zalim
bir komplodur.
9 Ocak Paris katliamının üzerinden bir
yıl geçti. Avrupa'da Kürt kadınları ve
Kürt halkı çeşitli eylemselliklerle ve
yürüyüşlerle bu vahşi katliamı sürekli
bir biçimde protesto etti ve tepkilerini ortaya koydular. Katliamın üstünü
örtmeye ve katliamı unutturmaya çalışan Avrupa'ya ''Bu iğrenç komployu
ve işlediğiniz bu büyük suçu Dünya'ya
unutturamazsınız, buna izin vermeyeceğiz'' dediler ve önemli oranda da
bunu başardılar. Paris katliamı gündemde sürekli canlı tutuldu. Ancak yıl
boyunca gelişen bu tepkiler katliamı
gündemde tutmayı başarsa da katliamı açığa çıkarmayı başaramadı. Kürt
kadını ve halkı Avrupa ülkeleri özelde
de Fransa'nın üzerinde büyük bir baskı
oluşturup katliamı planlayan ve gerçekleştiren güçleri kamuoyuna açıklamasını sağlayamadı. Bu anlamda kadınların, Kürtlerin katliama tepkileri
gelişse de bu konuda verdikleri mücadele zayıf ve yetersiz kaldı diyebiliriz.
Paris katliamının yıl dönümü vesilesiyle tekrardan özellikle altını çizerek şunu söyleyebilirim ve şu çağrıda
bulunabilirim; Bizler hareket ve halk
olarak bu katliamı mutlaka açığa çıkarmalıyız. Bu katliamın açığa çıkması ve mahkûm edilmesi demek
Kürtler üzerinde uygulanan yüzyıllık
katliamcı politikaların mahkum edilmesi demektir. Önderliğimize karşı
geliştirilen 9 Ekim Uluslar arası komplosunun boşa çıkarılması ve mahkum
edilmesi demektir. Bu katliam Kürtlere karşı uygulanan yüzyıllık katliamcı
ve soykırımcı politikaların bir devamı
ve en vahşi bir şekilde uygulanma biçimidir. Bu açıdan mücadelemizi büyüterek sürdürmeliyiz. Büyük bir toplumsal baskı ile Avrupa'yı ve özelde de
Fransa'yı bu katliamcı, komplocu güçlerin kim olduğunu resmi bir biçimde
açıklamaya, hesap sormaya zorlamalıyız ve bunu mutlaka başarmalıyız."
ANF
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
HDP’den
KCK açıklaması
Agos.com.tr - KCK Eşbaşkanı Bese Hozat, Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta “Türkiye’de resmi devletin dışında
bir de paralel devletler vardır. Mesela
Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum
lobileri paralel birer devlettir” sözleriyle
Anadolu kökenli toplulukları hedef almıştı. Halkların Demokratik Partisi’nden
yapılan açıklamada, KCK’nın açıklamasının endişelere neden olduğu belirtilerek “Eşitliğe dayalı ortak ve demokratik
bir gelecek kurmayı gölgeleyecek her tür
endişeyi gidermek bu nedenle önemli ve
gerekli bir adımdır” dendi.
HDP Eşbaşkanları, Sebahat Tuncel ve
Ertuğrul Kürkçü imzasıyla yayımlanan
açıklama şöyle:
‘Gayrimüslim
lobilerinin paralel devletleri’ mi?
FOTİ BENLİSOY
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat'ın Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilişinin yıldönümünde yaptığı açıklamadan
üç cümleyi ‘cımbızlayalım’: “Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan
paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail
lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir.”
Öcalan, Hozat'ınkilere çok yakın ifadeler kullanıyordu
Hatırlayalım. Bundan aşağı yukarı bir yıl önce Abdullah Öcalan'la yapılan
görüşmelerin notlarından bir kısmı basına sızdırılmıştı. Bu notların bir bölümünde Öcalan, Hozat'ınkilere çok yakın ifadeler kullanıyordu. Şöyle diyordu
Öcalan: “Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir.”
KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese
Hozat’ın, Paris’te Sakine Cansız, Leyla
Şaylemez ve Fidan Doğan’ın katledilmelerinin birinci yıldönümü vesilesiyle verdiği mülakatta, “Türkiye’de resmi devletin dışında oluşan paralel devletler”den
söz ederken, “İsrail lobisi... milliyetçi
Ermeni ve Rum lobileri”nin de “birer paralel devlet” olduğuna ilişkin tespitlerinin Halkların Demokratik Partisi (HDP)
içinde ve dışında tartışmalara ve endişelere neden olduğunu görüyoruz.
Basit birer sürç-i lisan mı? ‘Maksadını aşan’ ifadeler mi?
Resmi toplumdan ve devletten, hukuken
ve siyaseten dışlanan ve sıkça nefret söyleminin nesnesi kılınan Ermeni, Rum ve
Yahudi kimliklerinin “paralel devlet” ile
ilintilendirilmesinin halklarımız arasında endişeyle izlenmesinin nedenlerini
anlıyoruz.
Sorular çok. Gayrimüslimlerin lobiciliğinden ve de üstelik bunların NATO ve
Gladio ile bağlantısından dem vurarak milliyetçi paranoyalara seslenmekle
güdülen amaç ne? Milliyetçi-muhafazakâr zihniyet dünyasının köşe taşı olagelmiş argümanların ima yoluyla da olsa yeniden üretilmesinin barışa ya da
Kürtlerin mücadelesine ne gibi bir katkısı olur? Azınlık karşıtı banal milliyetçi teyakkuz literatürüne has bir söylemin nasıl bir siyasal getirisi olabilir?
Milliyetçi-muhafazakâr camianın dilini benimsemek taktik bir hamleyse, bu
hamlenin gerekçesi olan strateji nedir? Barış, (tam da Erdoğan yeni bir İstiklal
Savaşı çağrısı yaparken) İslam anasırının gâvura (emperyalizmin işbirlikçisi
lobilere) karşı birleşmesi, bütünleşmesiyle mi gelecek? Gelse bile bu barış ne
menem bir barış olacak?
Geçmişte yaşanmış olanlar, Ermeni,
Asuri ve Süryani soykırımı, Rum tehcir ve sürgünleri, Anadolu ve Yunanistan mübadeleleri ile Yahudi düşmanlığı
mağdurlarının kayıplarının telafisi ve
haklarının iadesi için de mücadele eden
partimizin Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkes, Pomak, Arap, Laz ve elbette Kürt ve
Türk ve diğer halklardan üyeleri vardır.
Öyle düşünüyoruz ki, bir asırdır süregiden resmi ve gayrı resmi inkâr ve imhaya
karşı mücadele halindeki Kürt halkının
devrimci sözcüleri de, yaşadığımız coğrafyada halkların eşitliği ve kardeşliği
düşüncesini ihya edecek, mücadele ortaklığını pekiştirecek bir söylemi tercih
etmelidir. Eşitliğe dayalı ortak ve demokratik bir gelecek kurmayı gölgeleyecek her tür endişeyi gidermek bu nedenle
önemli ve gerekli bir adımdır.
Kaynak: http://www.agos.com.tr
Peki, bir yıldan az zaman zarfında Rum, Ermeni ve Yahudi ‘lobilerinin’ birer
‘paralel devlet’ meydana getirdiği yönünde bu birbirine ‘paralel’ iki açıklama
sadece bir tesadüften mi ibaret? Kürt hareketinin 30 yıllık mücadelesiyle nasıl
bir demokratik potansiyeli harekete geçirmiş olduğu üzerine fazla söze gerek
yok. Dahası Kürt siyasal hareketinin bu topraklardaki farklı etnik-dini toplulukların kendi kültürel taleplerini ortaya koymaları yolunda nasıl kanallar
açtığı da tartışılmaz bir gerçek. Peki, bunca mücadelenin yarattığı bu birikimle tezat teşkil eden bu açıklamaları nasıl yorumlamak gerekiyor? Basit birer
sürç-i lisan mı? ‘Maksadını aşan’ ifadeler mi?
Gayrimüslimleri düşmanlaştırmak, Türk ulusal kimliğinin inşa sürecindeki
beka kaygısına seslenmek, Türkiye siyaset esnafının farklı fraksiyonları için
daima hayli işlevli bir söylemsel strateji oldu. Bu siyaset geleneğinden radikal
bir kopuşu önümüze koyacaksak bu dilden amasız ve fakatsız bir biçimde kopmak şart. İma ya da teville de olsa, sürç-i lisan sonucu da olsa, gayrimüslimlere milli bütüne nifak sokan “beşinci kol” muamelesi yapan dili çoğaltmak,
ister istemez bu topraklardaki hâkim siyaseti yeniden üretmek anlamına gelir.
Unutmayalım, “Osmanlı'da oyun çok” sözü yüzlerce yıllık bir tecrübenin ürünüdür ve Osmanlı'nın en başarılı olduğu oyunlardan biri, muarızını kendine
benzetmek, onu kendi bildiği kalıba sokmaktır. Kürt siyasal geleneği, yarattığı
birikimin bu oyunu bozacak sıklette olduğunun örneklerini hep gösterdi. Göstermeye devam edeceğini umalım.
Kaynak:
http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=gayrimuslim-lobilerininparalel-devletleri-mi&haberid=6412
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 VE ÖNCESİ:
KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 5. Bölüm
Zagrosi Eleştirisinin Son Kısmı:
Evet, Tarihi Doğru Okuyalım!..
Sovyet yönetimi 31 Aralık 1917 günü
yayınladığı Türk-Ermenistanı hakkındaki dekret ile, sürgün edilmiş
Ermenilerin yurtlarına dönmelerini
ve burada yapılacak özgür bir referandumla tam bağımsızlığa varıncaya kadar kendi kaderlerini belirleme
haklarını savunmuştu. Bunun hayata
geçmesi güvenlikli bir ortamın olmasına bağlıydı. Bolşevikler Çarlık
yönetiminin savaş boyunca işgal etmiş
olduğu yerlerden çekilmeyi benimsemişlerdi. Fakat Batı Ermenistan açısından soykırımın yarattığı özel durum
gereği, dekrette belirtilen amaçların
gerçekleşebilmesi için burada asker bulundurmaya devam edebilirlerdi. Ermeni bolşevikleri adına konuyu Lenin'le
görüşen Vahan Deryan, onun kendisini çok iyi anladığını ve “Rus askerini
bölgeden çıkartmayı, işgale son verme
yanında özgür bir referandum ortamı
sağlamanın gereği olarak da savunmakla beraber, Ermeni halkının istemesi
halinde güvenlik için gerekli askeri
birliklerin orada kalmasına karşı olmayacağını” söylediğini belirtir. Ne var ki
böyle bir koşul, dış dünyada Sovyet yönetiminin işgale karşıtlık bakımından
tutarsız görülmesine meydan vermemek adına dekrete yazılmaz. Onun yerine “Türk-Ermenistanı'ndan askerlerin
çıkarılması ve nüfusun can ve mal güvenliğini temin etme amacıyla Ermeni
halk milislerinin gecikmesiz örgütlenmesi” şeklinde bir madde formüle edilir. Ama sürgünler dönünceye kadar bu
gücü oluşturacak insan kaynağı yetersizdir. Pratik çözüm olarak düşünülen
şey, değişik cephelerden çekilen Rus ordusu içindeki Ermeni askerlerin Erzurum, Van ve Bitlis sınırlarında görevlendirilmeleri olur. [17] Fakat henüz o
sevkiyatın koşulları da oluşmadan Rus
askeri çekilince Türk tarafına sözkonusu bölgeleri yeniden işgal fırsatı verilir. Bu noktada Sovyet yönetiminin
ihmali yada dirayetsizliğinden söz
etmek mümkün. Rus askerinin Türk
cephesinden çekilmesini şart koşan bir
anlaşma o gün için yoktur. 5 Aralık
1917 tarihli Erzincan Mütarekesi'nin
düzenlediği şey, barış antlaşmasına kadar taraf ların ihlal etmeyecekleri as-
Hovsep Hayreni
keri hatlar ve riayet edecekleri ateşkes
koşullarıdır. Buna göre Rus askerinin
bir bölümü kendi hatları içinde kritik
noktaları tutmaya devam edebilirdi.
Erzincan Mütarekesi'nden 3 Mart 1918
tarihli Brest-Litovsk Antlaşması'na kadar geçen üç aylık sürenin bu şekilde
güvenceye alınması Ermenilerin kendi
savunmalarını güçlendirmeleri için yeterli olabilirdi. Bu konuda Sovyet yönetiminin işini zorlaştıran şey, cephedeki
askerlerin eve dönüş sabırsızlığı içinde
bir gün bile fazladan beklemeye tahammülsüz duruma gelmiş olmalarıdır.
Bunu da aleyhte bir faktör olarak belirtmek gerekir.
Soykırım sonrası tutunma ve geri dönebilen sürgünlerle beraber yeni bir
yaşam kurma bakımından bu süreç
hayati öneme sahipti. Yalnız kendi
gücüyle başarı şansı bulunmayan Ermenilerin, bir yandan Sovyet desteğini,
bir yandan da Dersim-Koçgiri Kızılbaş
Kürt liderleriyle ittifakı gözetmeleri
gerekiyordu. Daha doğuda ve güneyde Sünni Müslüman Kürtlerle karşıt
cephelerde yer almış olma nedeniyle
yakınlaşma imkanı pek bulunmazken,
Dersim'de son zamanlara kadar tarafsız
duruşunu koruyan Kızılbaş Kürtlerle
diyalog koşulları ve anlaşabilme şansı
da vardı. Bunun iyi değerlendirilmesi halinde, Rus ordusunun çekilmesine rağmen Dersim-Erzincan-Erzurum
hattı birleşik güçlerle savunulabilirdi.
Türklerin doğu seferine set çekecek
böyle bir gelişme, Van'a kadar da Ermeni güçlerinin dayanma şansını artırırdı.
Öte yandan Kaf kas bölümünde Taşnak
liderleri Bolşeviklerle ilk dönem var
olan dostane ilişkilerini koruyup Sovyet
karşıtı ittifaklardan uzak durmayı bilselerdi, Doğu Ermenistan'la birlikte Batı
Ermenistan ve Kuzey Kürdistan'ın da
(hiç değilse belli bölümleriyle) bağımsız olması ve/veya Sovyetler Birliği'ne
katılması mümkün olabilirdi. Taşnak
yöneticilerinin bir kısmı Kaf kas Bolşeviklerinin önderi Stepan Şahumyan
kanalından Sovyetlerle dostluk ve Türk
tehditine karşı birleşik cephe oluşturma çabası içindeyken, bazıları malesef
daha önceki acı tecrübelerine rağmen
İngilizlerden medet uman akılsız bir
yol izlediler. Kaf kasya'nın Türkiye tarafından ilhakını arzu eden Musavatçı
Azeriler ve Menşevik Gürcülerle ortaklaşıp, Türkiye'nin işine gelecek türden
bir bağımsızlık ilanına destek verdiler.
Böylece Rusya'dan koparak kendilerini
zor duruma soktular. Brest-Litovsk'un
çizdiği sınırlardan öteye geçen Türk
saldırganlığı karşısında yalnız kaldılar.
Büyük ödünlerle çöküşe sürüklenen ve
Türkiye tarafından yutulmak üzere olan
Doğu Ermenistan, nihayet Bolşeviklerin iktidarı alması sayesinde bir Sovyet
cumhuriyetine dönüşerek yok olmaktan
kurtuldu. Taşnakların Ermeni halkına
yarardan çok zarar getiren milliyetçi siyasetlerini eleştirmekle beraber,
Sovyetlerin o süreç içinde İttihatçı
ve Kemalist liderlerle geliştirdikleri
pragmatik ilişkileri de sorgulamak
zorundayız.
Konuyu biraz dağıtmak pahasına bu
kadarına değinmeyi gerekli gördüm.
Bu faktörleri dikkate alarak tekrar
Zagrosi'nin savunduğu görüşe dönelim. O, Sovyet belgelerinde Türk(iye)
Ermenistanı olarak tanımlanan bölgelerin (Rus askerince boşaltılan Erzurum,
Van, Bitlis vilayetleri) aslında Kürdistan olduğunu, haksız yere Ermenileştirilmek istendiğini, Dersimlilerin de
bunu kabul edemedikleri için harekete
geçip Erzurum'a kadar Ermenileri kovaladıklarını savunuyor. Bu gerekçelendirme tarzı yapılan eylemi meşrulaştırıcı bir özellik taşıyor. “Erzincan'da
Kürtlerin yok edilmek istendiği”ne dair
kasıtlı Türk propagandası da buna dayanak yapılıyor. Şimdi bir an için düşünelim. Yukarda tasavvur ettiğimiz şekilde
Dersim-Koçgiri Kürtleri ErzincanErzurum hattındaki Ermenilerle
birleşerek bir Kürdistan-Ermenistan
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ortak bağımsızlığı ilan etseler, daha
doğuda ve güneydeki Ermeni ve Kürt
bölgeleri de yaratılan sinerjiyle bunlara eklemlense, sağlanan güvenlik
koşulları Ermeni ve Kürt sürgünlerinin de gelip yurtlarına yerleşmelerine
imkan verse, fena mı olurdu?
Bu noktada “Ama Sovyetler'in TürkErmenistanı hakkındaki dekreti hiç
Kürdistan'dan söz etmiyor, yerinden
edilmiş Kürtlerin dönüşü ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı da
konu edilmiyor” şeklinde itiraz edilebilir. Bence de o belirleme problemlidir.
Gerçi orda Osmanlı Kürtleri ve Ermenilerinin bütün yoğunluk alanları değil,
yalnızca savaşta Rusların işgal etmiş
olduğu üç vilayet ele alınmış, buraların Ermenistan hüviyeti (hem tarihselkültürel doku, hem de son zamanlara
ulaşan nüfus itibariyle) görece daha belirgin olduğu için öyle tanımlanmıştır.
Tarihsel olarak asıl Kürdistan'ın Doğu
Toroslar'dan Zagroslar'a kadar daha
güney bölgeleri ifade etmesi, Osmanlı döneminde Kürtlere tanınan otonom
beylik yetkilerinin Kürdistan'ı Ermenistan aleyhine genişletmiş olması, 19.
yüzyılda pekçok toprak gaspı, göçe zorlama ve lokal kırımlarla Ermenilerin
doğal olmayan dağılma ve azalması, bu
tanım lehine toleranslı düşünmeyi gerektiren durumlardır. Daha önemlisi en
son vurulan darbe, yani 1915 soykırımı
ile yokolma noktasına getirilen bir halk
olduğu için, hayatta kalabilmiş sürgün
ve göçmen Ermenilerin dönüp yerleşerek ulusal bütünlüklerini bu üç vilayette yeniden sağlamaları adaletin gereği
olarak savunulmuştur. Herşeye rağmen,
bu üç vilayet dahil Osmanlı devletinin
doğu bölümü son yüzyıllarda oldukça
içiçe geçen nüfuslarıyla ağırlıklı olarak Ermeni-Kürt karışımı bir gerçeklik
arzettiği için, en iyi çözümün federatif
birlik olacağı bir ortak vatan (yani Ermenistan-Kürdistan bileşkesi) olarak
kabul edilmeliydi. Toplu bulundukları
yerlerde başka önemli gruplar için de
özerklik düşünülmeliydi.
Adil bir yaklaşımla, evet, Sovyetlerin
o dönem yalnız Ermeni ve Ermenistan
sorununu değil, Kürt ve Kürdistan sorununu da ifade ederek, üç vilayetten
daha geniş bir coğrafya kapsamında
çözüm önermeleri daha doğru olurdu.
Ancak onlar Rusya'yı savaştan çekmenin sorunları üzerine yoğunlaştıkları
için, fiilen Rus askerinin bulunduğu
Erzurum, Van, Bitlis vilayetleriyle sınırlı kararname çıkartmış olmaları
normaldir. Oraları Ermenistan olarak
tanımaları da, diğer doğu vilayetlerinin
Kürdistan olarak vücut bulma ihtimali-
ni dışlamaz. Nitekim Erzincan-Dersim
hattındaki görüşmelerde Rus ve Ermeni
komutanların Dersim ve daha güneylerini Kürdistan kapsamında kabule açık
olduklarını görmüştük. Her iki taraftan milliyetçi bakışla yalnızca Ermenistan veya yalnızca Kürdistan olarak tanımlanan yerler, ortak ulusal
kurtuluş arayışına girildiği durumda
daha rasyonel yaklaşımlarla birbirinin hakkına saygılı birleşik tanımlara
konu olabilirdi. Sovyetlerin siyaseti
bunu teşvik edecek yönde olmalıydı.
Yayınlanan dekrette hiç değilse, Ermeni
sürgünleri gibi, savaş boyunca şu yada
bu tarafın zoruyla yerinden olan başka
mağdurların da yurtlarına dönüş hakkı savunulmalıydı. Böyle kapsayıcı bir
yaklaşımın eksikliği, Sovyetlerin Kürtleri ve Kürdistan'ı görmezden geldiklerini düşündürüyor.
Zagrosi yazılarında Sovyetler'in Kürt
halkı ve Kürdistan için bir duyarlılık göstermediklerini dile getirirken
haksız sayılmaz. Mart 1923 tarihli
Sovyet Dışişlerine ait bir raporda, hem
Türkiye, hem İran tarafındaki Kürtlerin
otonomi taleplerine, Sovyetlerin kendi devlet çıkarları için zararlı görülerek karşı çıkılması ilginçtir. [18] Daha
sonra Kemalistlerin Kürt hareketlerine
karşı yaptığı her katliamı “gerici feodal güçlerin bastırılması” şeklinde destekleyen Sovyetler'in bu politikası da
açıkça yanlış ve kendi teorik ilkelerine
tersti. Bu gibi durumlarda ezilen ulusların savunulması gereken hakları reel
politikaya kurban edilmiştir. Bu şekilde haksızlığa uğrayan yalnızca Kürtler değil, aynı yıllarda yine Kemalist
Türkiye'nin dostluğunu gözetme aşkına Sovyet yöneticileri Ermenilere de
yer yer haksızlık etmiştir. Savaş sonrası Batı Ermenistan'ı tanıyan dekretin
kağıtta kalmış olması bir yana, Doğu
Ermenistan'ın Sovyetlere katıldığı aşamada Kars ve Ardahan'ın Türkiye'ye bırakılıp, Dağlık Karabağ ve Nahçıvan'ın
Azerbaycan'a bağlanması da bu türden
durumlardır. Sonra bir de Karabağ ile
Ermenistan arasında yine Azerbaycan'a
bağlı özerk bölge yapılan ve çok geçmeden kaldırılan Kızıl Kürdistan var.
Şimdilerde, onun özerkliğine son verilme olayını dönemin merkezi yönetimi
yanında Sovyet Ermenistanı'na fatura
edenler oluyor. Halbuki o tür tasarruflar merkezin elinde olduğu gibi, Ermenilerin tavsiye anlamında olsun Kızıl
Kürdistan'ın kaldırılmasını istemiş olmaları akla uygun bir ihtimal değildir.
Zagrosi'nin savaş sonrasına ilişkin iki
değerlendirmesini de alarak konuyu
tamamlamaya çalışacağım.
“Birinci Dünya Savaşından sonra Paris Barış görüşmeleri esnasında Ermeni delegasyonu ile Şerif Paşa arasında
yakınlaşma oldu. Bu yakınlaşmanın neticesinden 'Sevres Antlaşması' ortaya
çıktı.
Fakat, Kürdler yoğun bir şekilde
Sevres antlaşmasına karşı çıktılar.
Bu
karşı çıkışın esas nedeni ise Sevres Antlaşmasıyla Van, Bitlis ve Erzurum gibi
şehirlerın Ermenilere bırakılması meselesiydi. Kürdistan için otonomi istiyen
Seyid Abdulkadir'in Barış Konferansına
gönderdiği 'Büyük Kürdistan' haritası
bu anlamda anlamlıdır.”
Burada yine Van, Bitlis ve Erzurum
vilayetleriyle sınırlı bir Ermenistan dahi kabul edilemez görülüyor.
Buna karşılık çok daha büyük bir alanın Kürdistan olması isteniyor. Ermeni
partilerini o amaçtan uzak oldukları
dönemler için bile “Büyük Ermenistan”
peşinde olmakla suçlayan yazar, Seyit
Abdülkadir'in Batı Ermenistan'ı yutan
“Büyük Kürdistan” haritasını ise iftiharla savunuyor. Bunun adil bir yaklaşım olmadığı açıktır. Ermeni tarafı
için kınama konusu ettiği milliyetçiliği
yazarın daha fazlasıyla kendi bakışında sorgulaması gerekir. Üstelik Seyit
Abdülkadir'in alternatif olarak çıkarttığı harita bağımsızlık yönünde değil, kırılıp dağıtılmış Ermeni halkının
kendi yurdunda toparlanma ihtimaline
karşı Türk-Kürt ittifakını ifade eden
Misak-ı Milli kapsamında bir özerklik
içindir. Zagrosi bunu olumlamakla Nuri
Dersimi'nin de gerisine düştüğünün farkında mı acaba? Dersimi şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Şurası dikkate değerdir ki,Seyit Abdülkadir, Kürt ve Ermeni davasının çözümü
için ortak bir sınır dahilinde bir Kürdistan ve Ermenistan Federasyonu'nun
yaratılması fikrine katiyen yanaşmıyor
ve savunduğu prensipte bağımsız bir
Kürdistan'dan değil, ancak bir Türk
vilayeti niteliğinde bir Kürt özerk bölgesi fikrini savunmuş oluyordu. Seyit
Abdülkadir'in ileri sürdüğü bu formül,
pek çok elastiki olup, Türk diplomatlarının darda kaldıkları zaman, göz
boyamak için ileri sürdükleri sözde Bağımsız Kürdistan formülünden farklı hiç
bir nitelik arzetmiyordu. Şu halde Seyit
Abdülkadir, Kürdistan Teali Cemiyeti
içerisinde bir Türk ajanı rolünü bilerek veya bilmeyerek oynamış oluyordu”
[19]
Yukardaki satırlardan da anlaşılır ki,
Kürtlerin Ermenistan adına hiç bir
yer tanımayıp Ermenilerle ortak
bağımsızlık fikrine dahi karşı çıkarak bütün o topraklar üzerinde
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkiye'ye tabi geniş bir Kürdistan
özerkliği aramaları, ne hakkaniyetli
bir yaklaşım, ne de kendilerine kazandıracak bir yol olmuştur. İki ulusal sorunun birleşik çözümü için Sevr
Barış Konferansı'na ortak önerge veren
Ermeni ve Kürt milli delegasyon başkanlarının (Boğos Nubar ile Şerif Paşa)
anlaştıkları, yalnız sınırlarının tespitini
hakem devletlere bıraktıkları Ermenistan ile Kürdistan'ın bağımsızlığı, ne yazık ki Osmanlı Kürtleri arasında destek
bulmamış, aksine Seyit Abdülkadir'den
Saidi Kürdi'ye kadar tepkiyle karşılanarak Şerif Paşa'nın çekilmesine yol
açmıştır. Öte yanda milliyetçi körlüğe
saplanmış bazı Ermeniler de “toprak
konusunda Kürtlere taviz veriyor” diye
Boğos Nubar'ı eleştirir. Kendi aralarında özverili dayanışmaya muhtaç
olan iki halkın bu iradeyi gösteremediği durumdan Türk sömürgeciliği
kârlı çıkar. Sovyetlerin Türkiye Ermenistanı hakkındaki dekreti gibi, Batı'nın
Wilson haritası ve Sevr hükümleri de
kağıt üzerinde kalır. Sürgünlerin dönemediği Batı Ermenistan, Kürtleri arkasına almış Kemalistlerin devam eden
saldırı ve temizlik hareketleriyle tam
bir yitik ülke olur, demografik anlamda
daha belirgin bir Kürdistan görünümü
kazanır; ama bu Kürdistan da Kürtlerin sadakatine karşılık her tür statüden
yoksun, kimliksiz ve sömürgeden beter
bir duruma mahkum edilir. İşte günümüze kadar çekilen bunun acısıdır.
Daha sonraki tarihten Hoybun ile Taşnakların güçbirliği çabasına değinen
yazar, bundan da yine tarihsel Batı
Ermenistan'ın inkarı yönünde sonuç çıkartmaya çalışıyor:
“Kürd ve Ermeni siyasal oluşumları
arasında teorik anlamda en ciddi antlaşma 1927 yılında Xoybun ve Taşnak
Partisi arasından yapılan antlaşmadır.
(...) Taşnak Partisi ve Xoybûn arasında
imzalanan antlaşmada çok enterasan
bir başka nokta daha var.. İki partinin
ortak protokolunun B kısmının 2.maddesi 'Sevres Antlasmasında Ermenilere Van, Bitlis ve Erzurum'u veren
89. maddesi geçersizdir' diye yazıyor.
(Wahe Tachjian, age sayfa 365) Bunu
Taşnak Partisi'nin geçmişte yaptığı yanlışlığın bir özeleştirisi olarak okumak
gerekiyor.”
Acaba o madde hangi ihtiyaçtan hareketle yazılmış? Mantıki olarak düşünürsek, Taşnak partisinin bununla
tarihsel Batı Ermenistan hakkındaki
görüşünden vazgeçtiğini değil; ancak
belki o gün ittifak halinde verilecek
mücadelenin nasıl bir yeni oluşuma
izin vereceğini görüp ona göre somut
formüller önermek üzere bir serbestlik
sağlamak istediğini, başka bir deyişle
çoktan kadük olmuş Sevr'in bu yeni ilişkiler üzerindeki bağlayıcılığından kurtulmayı tercih ettiğini söyleyebiliriz.
Yani öyle bir maddenin varlığı hiç bir
şekilde “Van, Bitlis ve Erzurum'un Ermenistan olarak tanınmasını istemekle
geçmişte yanlış yapmışız” anlamına
gelmez. Çokçası “o süreçte Kürtler ile
daha geniş bir alanda ortak bağımsızlık
için karmaşık iç sınırlarını sonradan iki
halkın demokratik iradesiyle aramızda
netleştirmek üzere Armeno-Kürdistan
türünden bir federasyon önerisi geliştirsek daha doğru yapmış olurduk”
gibi bir anlam çıkartılabilir. Nitekim
Hoybun ile Taşnak ittifakı üzerine değerlendirmeler yapan Kürt siyasetçilerden Zinnar Silopi, Kürt bağımsızlık
hareketine arka çıkacak hiç bir ülke ve
yapının görülmediği o dönem yegane
dostluk ve ittifakın Ermenilerle sağlanabildiğini belirttikten sonra, “Kürdistan ile Ermenistan arasında sınırları belirleme meselesine gelince, bunun
müstakbel Kürt ve Ermeni yönetimlerinin kararına bırakılması” yönünde
bir anlayışın benimsendiğini yazmıştır.
[20] Kaldı ki, ortak protokol dışında
Hoybun'un kendi kararlarına da bakılırsa Batı Ermenistan'ın yadsınmadığı görülür. Örneğin Hoybun'un temelini atan
1927 sonbaharındaki Kürt Milli Genel
Kurultayı'nın yayınladığı iki bildiriden
birinin 4. maddesi şöyledir: “Kurultay herkese duyurur ki, Ermenistan ve
Kürdistan'da asırlardan beridir Ermeniler ve Kürtler yaşamaktadır. Onlar
kendi bağımsızlıkları uğruna çalışırken, ülkelerinin herhangi bir yabancı
hakimiyetine bağlı olmasını red ederler.
Çünkü bu iki ülke yalnız ve yalnız Ermeni ve Kürt uluslarına aittir” [21]
“Yalnız ve yalnız” vurgusunun o toprakları paylaşan diğer halklar açısından
yanlışlığı bir tarafa, burada iki ulusun
muhtemelen içiçe tasavvur edilen iki
anayurt gerçekliğine saygılı konuşulduğu yeterince açık. Şimdi artık o topraklar üzerinde esamesi okunmayan Ermenilerin hafızalardaki buğulu varlığını
geriye doğru da minimize etmeye çalışmak, onların yarattığı kültür ve uygarlık değerlerini sahiplenerek tarihsel Ermenistan aleyhine tarihsel Kürdistan'ı
büyütmek, birbiri ardına iki halkın yaşadığı trajedileri hep Ermeni tarafının
“haksız istem ve kötü emelleri”yle açıklamak Kürt tarih yazıcılığı adına gurur
verici bir durum olmasa gerek. Tarihi
böyle yazanlar ondan doğru ders çıkartmadıkları için bugünün sorunları karşısında da bocalamaya devam ederler.
Zagrosi bu yazımın bir önceki bölümünde geçen Dersim'in Ermeni nüfuslu kaza ve köylerine itiraz ederek
“Tarihi Gerçekleri Olduğu Gibi Okuyalım!!!” başlığı altında Vital Cuinet'ten
şöyle rakamlar aktarmış.
“Vital Cuinet Çarsancak kazasının köyleriyle birlikte toplam nüfusunu 10.500
olarak veriyor. Bunlardan 2.311 musluman, 2621 Kürd, 4749 kızılbaş, Gregor
Ermenileri 775, protestan Ermeniler
44 olarak veriyor... Çarsancak genelinde yaşıyan Ermenilerin toplamı 819 ve
bunların 811’i Çarsancak merkezinde
yaşıyor...”
Bu verilere inanılacak olursa Çarsancak köylerinde Ermeni yaşamıyormuş
demek gerekir. Toplam 819'dan ibaret
gösterilen Ermenilerin 811'i kaza merkezindeyse eğer, köylerin payına yalnız
8 kişi kalıyor, yani tek bir ev nüfusu kadar. Böyle bir istatistik dönemin Çarsancak kırsal gerçekliğini kesinlikle
yansıtmıyor... Çok açık ki Cuinet köyler hakkında bilgilere erişememiş. [22]
Onun istatistik yaptığı 1891 tarihini
içine alan bir dizi Ermeni öz kaynağın
kazadaki Ermeni nüfusuna dair ayrıntılı bilgileri mevcut. Birincisi Rahip Karekin Sırvantsdyants'ın 1879'dan itibaren bölgede gezerek yaptığı ve 1884'de
yayınlanan istatistiğidir. O tarihlerde
Çarsancak merkezi Peri'de 318 Ermeni
hanesi var. Kazaya ait 47 köyde yaşayan Ermenilerin toplam hane sayısı ise
934. Tek tek köylerin dökümünü vermek
uzun olur, merak eden Arsen Yarman'ın
yayınladığı ilgili kitapta hepsini görebilir. [23] Merkez ile köylerin toplamı
1.252 hane demektir. Ortalama bir haneyi 6 kişiden hesaplarsak (ki dönemin
kalabalık Ermeni ailesi için bu mütevazi
bir tahmindir) 7.512 kişi eder. Bu kaza
şimdiki Mazgirt ilçesinin güney bölümü
ile Pertek'in doğu bölümünü kapsıyordu. Çarsancak'tan ayrı Mazgirt kazası
vardı. Oranın da toplam 15 yerleşim biriminde 227 hane Ermeni yaşıyordu, ki
bu da aynı hesapla 1.362 kişi eder. Ayrıca Hozat ve köylerinde kaydedilmiş 126
hane var, ki 756 kişi eder. Sonraki yılların başka Ermeni kaynaklarında gördüklerimiz aşağı yukarı bu rakamlarla
uyuşuyor. 1893-94'de Dersim'i gezen
Antranik Yeritsyan, Mazgirt bölümünü de katarak hesap ettiği Çarsancak'ın
60 köyünde Ermenilerin toplam 1.769
hane olduklarını tespit etmiştir. [24]
Ayrıca 1915 Soykırımının hemen öncesine ışık tutan patrikhane verileri ve
soykırımdan kurtulan yöre insanlarının
kendi memleketleri üzerine yazdıkları kitaplar var. Bunlardan biri (Kevork
Yerevanyan) Çarsancak Ermenileri ta-
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rihini anlatır. Herkesin ulaşabileceği
Raymond Kevorkian'ın Türkçeye çevrilmiş kitabında 1913-14 yılı Ermeni
Patrikhanesi verileriyle bütün Osmanlı
vilayetleri, sancak ve kazalarının Ermeni nüfuslarına dair bilgiler var. Onun da
Çarsancak kazası için verdiği rakamlar:
43 yerleşim biriminde toplam 7.940 Ermeni (1.136 hane). Kazada 51 kilise, 15
manastır ve 23 Ermeni okulu (1.114 öğrenci) vardı. Kaza merkezi Peri'de 1.763
Ermeni (310 hane) yaşıyordu. Mazgirt
ve 8 köyünde toplam 1.835 Ermeni, Hozat ve 15 köyünde toplam 2.299 Ermeni
vardı. [25]
Bir de Çemişgezek'in durumuna bakalım. Zagrosi yine Cuinet'ten şu rakamları aktarmış:
“Çemişgezek’in
toplam nüfusu 11.200 kişidir. Bunların
2455 Müslüman, 2509’u Kürd, 5075’i
Kızılbaş, Gregori Ermeniler 1003 ve
Protestan Ermeniler 158 kişiden oluşuyor... Çemişgezek kazasının merkezinde
Gregori Ermenileri 902 ve Protestan
Ermeni 158 kişiden oluşuyor. Çemişgezek kazasının merkezinde 4000 insan
yaşıyor ve bunların dörten birinden
biraz fazlası Ermeni... Tüm kazanın sınırları içinde ise 11.200 kişi yaşıyor.
Bunların 1061 kişisi Ermeni…
Demek ki
Ermenilerin esas çoğunluğu merkezde
ikamet ediyor. Yani Ermeniler Çemişgezek kazasının toplam nüfusunun ondan
birini oluşturuyor.”
Burada da aynı büyük boşluk sözkonusu. Toplam 1003 kişi gösterilen Ermenilerin 902'si Çemişgezek şehrinde
ise, köylerinin payına sadece 101 Ermeni düşer. Bu sayı ortalama tek bir
köyün Ermeni nüfusu bile değildir.
Halbuki Çemişgezek'in 30 köyünde Ermeniler yaşıyor ve kimi köyler sadece
Ermeni nüfustan oluşuyordu. Rahip
Sırvantsdyants'ın 1880'lere ilişkin verileri Çemişgezek şehrinde 280 hane, 30
köyünde ise toplam 620 hane Ermeni
yaşadığını gösteriyor. [26] Kaza genelinde 900 olan bu hanelerin toplam
nüfusu yine ortalama 6 kişi hesabıyla
5.400 eder. 1913-14 Patrikhane verileri
de buna yakındır. Kaza genelinde Ermeni nüfusu 4.494, bunun 1.348'i şehirde
yaşıyor. Aradan geçen onyıllar zarfında Ermeni nüfusun artmak yerine biraz
azalmış olması, 1895 saldırılarından
sonra bazı köylerin boşalmasıyla ilişkilidir. Bu son dönem kazanın 22 yerleşim
biriminde yaşıyor olan Ermenilerin 19
kilisesi ve 17 okulu vardı (729 öğrenci).
[27] Soykırımdan kurtulanların Çemişgezek üzerine yazdıkları (Hampartsum
Kasparyan ve Haygazın Ğazaryan) iki
kalın tarih kitabı, ayrıca büyük Ermeni köylerinden Hazari adına yazılmış
(Vazken Andreasyan) üç ciltlik bir anı
kitabı mevcut, ki başka istatistiklerin
yok saydığı köylerde nasıl var olduklarına oldukça ayrıntılı tanıklık ediyorlar.
Çemişgezek ve Çarsancak'ın bağlı olduğu Dersim sancağı'nda 1913-14 Patrikhane verilerine göre toplam Ermeni
nüfusu 16.657'dir. Sancak dışında kalan
Pülümür'ün Ermeni köyleri buna dahil olmadığı gibi, dağlık kuzey ve orta
bölgelerde sağlıklı araştırma da yapılamamış, örneğin aşiret düzeninde yaşayan Mirakyanlar'ın bu iç bölümlerdeki
nüfusu istatistik dışı kalmıştır. Bunları
dikkate alarak 1915 öncesi Dersim Ermenilerinin 20 binden az olmadığını
söyleyebiliriz. Şüphesiz bu yine azınlığa tekabül eder, ama sanıldığı kadar
küçük bir azınlık değil.
Bir ufak not olarak buraya ilave etmek
isterim ki, Osmanlı hakimiyetine girildiği dönem bu bölgelerde Ermeni
nüfusu genellikle yarıdan fazla, yani
tek başına mutlak çoğunluk durumundaydı. Şimdiki Dersim il sınırlarıyla aşağı yukarı örtüşen Çemişgezek
sancağında 1518, 1523 ve 1541 tarihli
ilk sayımların gösterdiği gayrımüslim
hane sayıları % 53-58 arası değişiyor ki,
bunun ezici çoğunluğu Ermeniler, az bir
kısmı Rum ve Süryanilerdi. 1566'da bir
kısım nahiyeler ayrılınca, Çemişgezek'e
yakın çevrelerle sınırlanan sancağın (ki
bu da günümüzdeki Dersim'in batı yarısına denk düşüyor) gayrımüslim haneleri % 71 gibi büyük bir oran teşkil ediyor.
Demek ki bu tarafta daha yoğundular.
[28] Yine tahrir defterlerinden çıkarılan
verilerle Kemah sancağı ve Erzincan
kazasında ise 1520-1591 dönemi Hristiyanların genel nüfusa oranı kabaca %
60-80 arası değişiyor. Kayıtlı hane ve
mücerret sayıları üzerinden (ortalama
her haneyi 5, mücerreti 1 kişi sayarak)
yapılan hesap sonucu örneğin 1591 yılı
Kemah kazasında 15.918 Müslüman,
19.776 Hristiyan, Erzincan kazasında
ise 7.812 Müslüman, 26.933 Hristiyan
nüfus tahmin ediliyor. [29] Burada da
Hristiyanların çok büyük bölümünü
oluşturan Ermeniler genel nüfusun rahatlıkla yarısından fazlaydı. Doğudaki
sancakların bir çoğu için durumun böyle olduğu dönemin tahrir kayıtlarında
açıkça görülebilir. Erzurum eyaleti o
zamanlar “Ermenistan-ı Kebir” diye de
anılmıştır.
Yüzyıllar içinde bu yoğunluğun azalması, bir dizi tarihsel olayın teşvik ettiği göçler, Hristiyanlara uygulanan ağır
vergilerin ve siyasi baskıların yol açtığı
din değiştirmeler, ayrıca göçebe aşiretlerin yerleşikleri yerinden etmeleri
gibi nedenlere dayanır. En esaslı yapısal faktör ise bu süre boyunca Osmanlı
devletinin İslami niteliği ve bu temelde
ittifak kurmuş olduğu Kürt beyliklerinin Ermeni bölgelerine hükmetmesiydi.
Bu durum Kürtlere avantaj sağlayarak
güneyden kuzeye doğru yayılmalarını
sağladı. Böylece 19. yüzyıl sonlarına
doğru Batı Ermenistan'da Ermenilerle
Kürtler aşağı yukarı dengeli duruma
geldiler. İslami gruplar etnik temelde ayrı ayrı tasnif edilmediği için tek
bir Müslüman kategori olarak her vilayette çoğunluk sayıldılar. Ayrı ayrı
sayılsa çok yerde ne Kürtler, ne Türkler tek başına çoğunluk olabilirdi. Son
dönem bir de reform taleplerine karşı
lokal kırımlar, toplu din değiştirtme ve
göçe zorlama yoluyla azaltılmaya çalışılan Ermeniler, nüfus istatistiklerine
de özellikle eksik yansıtılır oldu. İşte
soykırım öncesinin durumuna bakarken daha gerisindeki bu gerçeklik ve
zora dayalı azalma nedenleri de dikkate alınmalıdır. Yoksa verilecek olan
izlenim Ermenilerin buralarda öteden
beri hep azınlık oldukları ve/veya tedrici azalmalarının çok doğal olduğudur.
Ermeni halkının tarihsel anavatanını
reddetme eğiliminde olanlar bu yanıltıcı imaja sığınıyor.
Zagrosi 1880'lerin Erzincan'ı için de
Cuinet'ten rakamlar aktardıktan sonra
“Var sayalım ki bu istatistikler yanlış..
Ermenilerin sayısını 3 yada 4 ile çarpsak dahi Erzincan Sancağının çoğunluğunu oluşturmuyorlar.. Aslında benim
sorunum bu değil. Benim esas sorunum
Kürd ileri gelenlerini Kürdistan’dan
kovmak ve onların yerine Ermeni ve
Türk kaymakam ve mutasarrıfleri getirme olayıdır. Bu zehirli bir plandı ve
tutmadı…” diyor. Kanıt olarak da “Ermeni Patrikinin teşvikiyle Dersimli Şah
Hüseyin'in başına gelenler”i gösteriyor.
Bu konuya daha önce değinmiş, genel
anlamda Kürt beylerinin sürülmesi
yada yerel yönetimlerden men edilmesi gibi bir talebin haksızlığını ifade
etmiştim. Yalnız bunu söylemek başka,
somut örnekler üzerine görüş belirtmek
başkadır. Zagrosi'nin sahip çıktığı Çarekan aşireti lideri Şah Hüseyin Bey,
otorite sahibi olduğu Ğuzulcan (Pülümür) çevresinde halkın başına bela kesilen biri olarak yoğun şikayetlere konu
olmuş, dahası Ermeniler ile Kürtlerin
ortak direnişiyle karşılaşmıştır. Ermenilerle birlik içine giren Dersimlilerin
en önemli ismi Seyid İbrahim (Seyid
Rıza'nın babası) olur. Direnişin bir diğer hedefi Erzincan köylerinde halkın
canını çıkaran Balaban aşireti lideri
Gulabi-zade Halil Ağa'dır. Şah Hüseyin
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve Halil Ağa'nın feodal zorbalıkları bölgeden giden heyetler ve mağdur insanların mektuplarıyla İstanbul'a ulaştıkça
Patrik de kendini sorumlu hissederek
Bab-ı Ali'ye etki yapmıştır. [30] Şikayet
konuları (toprak gaspı, haraca kesme,
angarya ve eziyetler) ile halktan gelen
tepkilerin yoğunluğu Zagrosi'nin “Dersimli Kürd Beyi Şah Hüseyin Vakası”
başlıklı yazı dizisindeki belgeler içinde somut olarak görülüyor aslında. [31]
“Ermeni Patrikliği'nin Guzulcan zorbası Şah Hüseyin’in eylem ve davranışlarına ilişkin Bab-ı Ali’ye gönderdiği takrir” başlığıyla aktardığı 14 Haziran 1873
tarihli belgenin altında “Patrik Kheremian” (Vanlı Xrimyan Hayrik yada Mıgırdiç Xrimyan) imzası var. Yani daha
sonra Ermeni Reform tasarıları görüşülürken Patrik olan Nerses Varjabedyan
değil. Bu farkı şunun için belirtiyorum;
Patrik Nerses'in Kürt beyleri aleyhine genel ve radikal tavırlar önermekte
aşırıya gittiği söylenebilse de aynı şey
Patrik Xrimyan için söylenemez. Onun
tamamen somut zorbalık örneklerine
karşı tavır geliştirdiği ve yargısız infaz
değil muhakeme istediği açıktır. Yine
de Zagrosi, bazı Osmanlı yetkililerin
Şah Hüseyin Bey hakkındaki iddiaları
kötü niyetli Ermenilerin uydurması gibi
karşılamalarından hareketle bu davayı
şüpheli gösteriyor. Onun savunma tarzı bir bakıma “Kürt beyleri ne kadar
yetkilerini kötüye kullanmış olursa
olsun onlara dokunulmamalıydı” anlamına gelir. Evet daha sonra böylesi
örneklerden hareketle Kürt beyleri hakkında suçlayıcı genellemeler yapmak ve
reform sürecinde kimlik olarak Kürtleri dışlayıcı davranmak da Patrikliğe
yakışmayan bir tutumdur. Ama onun
eleştirisini yaparken Ermeni halkının
yaşamış olduğu mağduriyetleri yok farzetmek gerekmez. Zagrosi oradaki yanlış anlayışı kendi sosyal zemini içinde
makul bir eleştiriye tabi tutmak yerine
“zehirli planlar” keşfediyor. Buna ilaveten Ermenilerin azınlık oluşuna vurgu
yaparak adeta hiç bir yerde yönetimi
paylaşmaya hakları yokmuş gibi tersi
yöndeki dışlayıcılığa destek çıkıyor ki,
bu da hoş görülemez.
çalışıyorlar. Ve tüm Kürdleri de aptal
yerine koyuyorlar. Kürdistan’ı Kürdsüzleştirme politikası 'Ermeni bağımsızlık
ve özgürlük mücadelesi' ise iyi ki gerçekleşmedi. Yoksa bugün bu alanlarda
bir Kürd kalmazdı.” [32]
Bu sözlerin anlamı; “Ermenilerin tarihteki ulusal mücadelesi haksızdı, zaten
başarıya ulaşsa Kürtleri yok edecekti,
iyi ki bu olmadı” şeklinde özetlenebilir.
Ama aslında daha fazlasını ima etmiş
oluyor: “İyi ki onlar yok oldu!..”. Açıkça
ifade edilmesi kolay olmayan bu anlam
yukardaki sözlerin ruhunda gizlidir.
Yazar bunu söylemek istemiş olmasa
bile, mantıken bu çağrışımı yapıyor. İnkarcı söylemlerin ne kadar tehlikeli
olduğunu hatırlatmak için bunu da belirtmek istedim. Yüz yıl önceki Ermeni ulusal hareketinin haklı demokratik
muhtevasını inkar ederseniz, bugünkü
Kürt ulusal hareketini de savunamazsınız. Yarın da başkaları size “iyi ki başaramadınız” diyebilir, vesselam!..
12 Kasım 2013
[17] L. A. Xurşutyan, “Sovedagan Rusasdanı yev Haygagan Hartsı” (Sovyet
Rusya ve Ermeni Meselesi), Yerevan,
1977
[18] http://www.mezopotamya.gen.
tr/drok-tarih/sovyet-rusya-kurtiliskileri-h1795.html
[19] M. Nuri Dersimi, age, s.85
[20] Zinnar Silopi, Doza Kürdistan, s.
110'dan aktaran; Vahan Bayburtyan,
age, s. 350
[21] Garo Sasuni, age, s. 201
[22] Vital Cuinet, 1880-1892 yılları
arasında Osmanlı bölgelerini araştırmak, iktisadi verileri toplamak ve
nüfus tahminleri yapmakla görevlendirilmiş bir Fransız coğrafyacıydı.
Onun bulduğu rakamlar, Osmanlı
İmparatorluğu'nun borçlarını ödeme
yetisini saptamak için de kullanıldı.
Kesin rakamlara erişmeye çalışan Cuinet sonunda bunun olanaksız olduğunu
kabul etmek zorunda kaldı. O bunu iki
nedene bağlamıştı. 1) Türk yetkililerinin dayattığı kısıtlamalar onun araştırmalarının kesin bir sonuç vermesini
engelledi. 2) Türk yetkililerinin daha
uçlardaki vilayetler üzerinde denetiminin bulunmaması, onun çalışmasını
tamamlamasına izin vermedi. (http://
fr.wikipedia.org/wiki/Population_
arménienne_ottomane)
[23] Arsen Yarman, Palu-Harput 1878,
II. Cilt/Raporlar, Derlem Yayınları,
2010, s. 484-485
[24] Antranik, Dersim Seyahatname,
Aras Yayıncılık, 2012, s. 100-101
[25] Raymond H. Kevorkian-Paul B.
Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı
İmparatorluğu'nda Ermeniler, Aras
Yayıncılık, 2012, s. 386-389
[26] Arsen Yarman, age, s. 467-469
[27] Raymond H. Kevorkian-Paul B.
Paboudjian, age, s. 389-390
[28] Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda
Çemişgezek Sancağı, Ankara, 1999,
s.80
[29] İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı ve
Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara,
1990, s. 137-138
[30] http://www.gelawej.net/index.
php?option=com_content&view=a
rticle&id=2357:seyt-riza-ve-dersmdosyasindak-bazi-ayrintilar-uezernehovsep-hayren-&catid=215:hovsephayreni&Itemid=236
[31] "https://www.newroz.com/tr/politics/352313/dersimli-k-rd-beyi-ah-hseyin-vakas-1"
[32] "https://www.newroz.com/tr/
politics/352981/k-rtler-zamanindaermen-ler-n-zg-rl-k-ve-ba-imsizlikm-cadeles-n-bo-anlarin-safinda-yeralmasalardi"
Bitirmek üzere, yazarın Kürtler arasında 1915 ve öncesine ilişkin tarihsel
muhasebenin derinleştirilmesine karşıt
olarak yazdığı şu son sözlere dikkat
çekmek istiyorum.
“Sonuç olarak, bazı Ermeni çevreleri
geçmişte yaptıkları bir dizi yanlış hesaplarının faturasını Kürdlere çıkararak masumiyet maskesi altında Kürd/
tarih bilinci olmayan kesimlerin duygularına hitap ederek sonuç almaya
kürtlerden oluşturulmuş hamidiye alayından bir kare
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Milli Mücadele neyin mücadelesi - 2
Bir, mal mücadelesidir dedik. İki, iktidar mücadelesidir.
Harpten sonra İngilizlerin temel talebi İttihat ve Terakki kadrolarının
tasfiyesi idi. Bu yüzden daha Kasım
1918’den itibaren Savaş Suçları Mahkemelerinin kurulması için ısrarcı
oldular. Aralıkta Tevfik Paşa hükümetinin kolunu büküp mahkemeyi
kurdurdular. Düşünürsen sebep basittir. Dört sene boğuştuktan sonra şimdi Türklerle dost olmaya karar vermişsin. “Türkler masum, baştakiler
suçlu” diye bir anlatı kurman, savaşın
ve soykırımın ceremesini birilerine
yüklemen gerekiyor. İT kadrosu zaten
Alman istihbaratıyla sarmaş dolaş bir
yapı. Temizle, kurtul.
Hesaplayamadıkları şey şuydu. İT,
Türkiye’nin ilk ve (o tarihte) tek sivil
örgütlenmesi. Memlekette eğitimli ve
profesyonel kadroların neredeyse tamamı İT mensubu veya sempatizanı,
hepsi Enver modeli burma bıyıklı. Her
şehir ve kasabada İT teşkilatı – ve yalnız İT teşkilatı – var. Tehcir ganimetinin aslan payını onlar almış, kaybedecekleri şey çok. Daha mühimi, daha
savaş sürerken tedbirini almışlar; yenilgi halinde devreye sokmak üzere
1915’ten itibaren Teşkilat-ı Mahsusa
bünyesinde memleketi örgütlemişler.
Ganimet gelirinin önemli bir kısmını
teşkilata akıtmışlar.
Yani iş, 1945 Almanya’sında Nazi
Partisini tasfiye etmek kadar kolay
değil. Yerine koyacak bir şey yok.
*
Dikkat buyurun: Direnişin ilk kıvılcımı İzmir’in işgalinden daha bir ay
önce, 10 Nisan 1919’da, Boğazlıyan
kaymakamı Kemal’in idamı münasebetiyle çakar. İT’nin patronaj işleri
reisi Kara Kemal’in kontrolündeki hamallar ve kayıkçılar teşkilatları ayaklanır, İstanbul’da terör saçar. İngilizler
paniğe kapılırlar.[1] İT tutuklularının
bulunduğu Bekirağa Bölüğü basılıp
mahkûmlar salınacak diye endişelenip, bir ay sonra hepsini Malta’ya
gönderirler.
Nisandan itibaren memleketin her
tarafında pıtrak gibi biten Müdafaa-
*
On puanlık soru şu: Mustafa Kemal
baştan beri bu teşkilatın içinde miydi,
yoksa sonradan mı dahil oldu?
Cevabından emin değilim. Ancak
tahmin yürütebiliyorum. Baştan beri
teşkilatın içindeydi, belki bir ara dışlandı, belki 1918 başlarından itibaren
liderlik için adı geçti, ama ancak Şubat 1919 gibi seçildi sanıyorum.
Sevan Nişanyan
yı Hukuk cemiyetlerinin kurucuları,
Teşkilatı Mahsusacılardır.[2] Teşkilatın mutemet adamları 18-19 kışında
İstanbul’da eğitilir, ellerine bir miktar
para ve Ermeniden gaspedilmiş matbaa takımları verilir, Millici gazete
çıkarmaları için taşraya gönderilirler.
[3] Parayı veren İT’nin maliye bakanı Cavit Bey ile örgüt sekreteri Vasıf
Beydir. Mustafa Kemal Paşa’nın 1918
Kasım-Aralığında İstanbul’da çıkardığı Minber gazetesinin finansörü de
Cavit Beydir.[4]
Mart 1919’da teşkilatın kilit isimlerinden Karabekir Erzurum’a, Rauf Bey
Ege’ye gönderilir. Mayıs’ta İzmir’in
işgali üzerine teşkilatın propagandistlerinden Halide Edip Sultanahmet mitinglerinde halkı galeyana getirir.
İlk sinyal, Ruşen Eşref’in 1918 Martında gazetelere çıkan “Anafartalar
Kumandanı ile Mülakat”ıdır. İkinci
sinyal mütarekeden hemen sonra, 6
Kasım 1918’de Minber’de tam sayfa
yayımlanan Kemal Paşa güzellemesidir. Şöyle düşün: Her cephede faciayla sonuçlanan bir savaşta adam başarı
göstermiş tek komutan. [O yüzden,
Anafartalar’daki başarısı pompalandıkça pompalanacaktır.] Teşkilat
üyesi, ama Enver’le kavgalı; parti
liderliğinin hatalarından uzak durmuş. Almanlarla yıldızı barışmamış.
[Daha doğrusu, Almanlarla bozuk
olduğu 1918 başından itibaren ısrarla
hissettirilmiş.] İngilizlerle arası iyi.
Diğer yandan, kişi olarak sevilmeyen
biri: alaycı, soğuk ve bencil. Geçmişi
skandallarla dolu. O yüzden liderliğe
önerildiğinde şiddetle karşı çıkanlar
olacak. Ama yalnızlığı bir bakıma
avantaj: Teşkilatın kurtları tarafından
kolayca yönlendirilebilir, zamanı geldiğinde [mesela Enver Moskova’dan
döndüğünde] kolayca bir kenara atılabilir.
Ne kadar yanıldıklarını 1921’de İstiklal Mahkemeleri ve Başkumandanlık
Kanunu olaylarında farkedecekler.
1922’de “İkinci Grup” ve Ali Şükrü
Bey hadiselerinde hamle yapıp alta
düşecekler. 1924’te Terakkiperver Fırka ile son kez inisyatifi almaya çalıştıklarında iş işten çoktan geçmiş olacak. 1925’te tasfiye edilecekler. Milli
Mücadele’nin örgütleyici kadrosunun
TAMAMI 1926’da ya idam edilecek
(Cavit, Kara Kemal, İsmail Canbulat,
Halis Turgut, Doktor Nazım) ya da ipten dönecek (Karabekir, Rauf, Vasıf,
Halide Edip).
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1918-19 kışında hareketi başlatıp örgütleyenlerden, ilaç için, bir tanesinin
bile 1926’da sağ ve muteber kalmaması sizce tesadüf müdür?
*
Demek ki neymiş? Milli dedikleri
Mücadele, bir, İttihat ve Terakki’nin
iktidarda kalma mücadelesiymiş.
İki, oyun içinde oyun, İttihat ve
Terakki’nin adamı Mustafa Kemal
Paşa’nın teşkilat içinde iktidarı ele
geçirme ve rakiplerini tasfiye etme
mücadelesiymiş.
Paşanın siyasi ustalığını takdir etmeden geçmeyeceğiz mamafih. Siyaset
oyununu dâhiyane oynamış. Büyük
risk almış. Aklı olan herkesin “ı-ıh,
olmaz” dediği bir pozisyonda, muazzam bir cüret ve yırtıcılıkla hareket
etmiş. Maçı almış.
Onu bunu idam etti diye ayıplıyoruz
da, bir de şunu düşün. Karşısındakiler on yıllık savaşta kaşarlanmış, kaç
milyon masum sivili gözünü kırpmadan ölüme göndermiş, memleket tarihinin en büyük soygununu organize
etmiş adamlar. Maazallah boş bulunsa, ayağı sürçse, kim kimi asardı?
[1] Bilal Şimşir'in yayımladığı İngiliz Belgelerinde Atatürk'ün (Ankara
1973) birinci cildinde, İngiliz Yüksek
Komiserliğinin o tarihlere ait ayrıntılı
yazışmaları vardır. Kitap şu anda elimin altında değil; bulduğumda sayfa
ve satır eklerim.
[2] Bu konuda en aydınlatıcı kaynak,
Ankara yönetiminin istihbarat teşkilatının kurucusu Albay Hüsamettin
Ertürk’ün İki Devrin Perde Arkası
(İstanbul 1957) adlı hatıralarıdır.
[3] Süha Ünsal'ın İkazcı Mehmet Şükrü Bey kitabında (Dipnot Y. 2007)
Afyonkarahisar'daki İkaz gazetesinin
nasıl kurulduğuna dair enfes ayrıntılar vardır.
[4] Bkz. Erol Kaya, Mustafa Kemal
Atatürk’ün İlk Gazetesi: Minber”,
Ebabil Y. 2007.
Kaynak:
http://nisanyan1.blogspot.de/2013/11/
milli-mucadele-neydi-2.html
Sevan Nişanyan
Torbalı cezaevinde: 'Pişman değilim'
Dilbilimci Sevan Nişanyan, kaçak inşaat yaptığı iddiasıyla yargılandığı ve
hakkında 2 yıl hapis cezası öngörüldüğü mahkeme kararının Yargıtay tarafından onanmasının ardından Torbalı Cezaevi'ne gelerek teslim oldu.
(Vedat Gökçay - Torbalı) Dilbilimci yazar Sevan Nişanyan, kaçak inşaat yaptığı iddiasıyla yargılandığı ve hakkında 2 yıl hapis cezası öngörüldüğü mahkeme kararının Yargıtay tarafından onanmasının ardından Torbalı Cezaevi'ne
gelerek saat 16.00’da teslim oldu.
Nişanyan’ı Torbalı Cezaevi'nin kapısına kadar eski eşi Müjde Tömbekeci ve
çocukları Tabit ile Arsen Nişanyan uğurladı. Nişanyan cezaevi kapısında,
“Türkiye hukuksuz kişilerce yönetiliyor. Bu siyasi bir karardır. Yaptıklarımızdan, söylediklerimiz ve yazdığım kitaplardan dolayı hakkımda verilmiş
bir karardır” dedi.
'Kaldığım yerden devam edeceğim'
“Siyasi iktidarın elinde bu saçmalığı düzeltme imkânı vardı ama kullanmamayı tercih etti” diyerek sözlerine devam eden Nişanyan, “Bana verdikleri cezayı nasıl hesapladıklarının içinden bir matematikçi bile çıkamaz. Şirince’de
yaptığımız işler iyi işlerdi, doğru işlerdi. Çıkınca kaldığım yerden devam
edeceğim. Yaptıklarımın hiçbirinden pişman değilim ve gurur duyuyorum.
Bu memlekete yazık. Daha iyisine layığız. Zamanla daha aklı başında, vizyon sahibi ve iyi ya da kötüyü ayırabilen kişilerce yönetilecektir” dedi.
Ne olmuştu?
İzmir'in Şirince Köyü'ne 1 kilometre uzaklıktaki kendisine ait araziye yaptığı
60 metrekarelik evin inşaatı arazinin SİT alanı olduğu gerekçesiyle 2 kez mühürlenen Sevan Nişanyan, buna rağmen inşaatını tamamladı. Mühürleri söktüğü gerekçesiyle Nişanyan hakkında, Selçuk 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde
dava açıldı. Mahkeme, Nişanyan'a 2 yıl hapis cezası verdi. Nişanyan, kararın temyizi için 2008 yılında Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay, 5 yıl sonra
kararı onadı. Bunun üzerine Nişanyan, bugün savcılığa gidip teslim oldu.
Nişanyan'a cezaevine girmesi için 2 Ocak'a kadar süre verilmişti.
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Zulüm
Mülkün
Temelidir (!)
Av. Ok an Mana z
tarihsel gelişimine baktığımızda Kemalist ''Türk'' Devleti ve onun her
dönem iktidarları; esasen karakteri
gereği ve kendinden önceki ata devletlerininde mirasınada uygun olarak
kendine muhalif olan, farklı düşünen
tüm ''ötekileri'' ezdi, zindanlara doldurdu, inkar etti ve yok etti.
Bu zulüm geleneğinide başkasının
teşhirine bırakmadan kendisi çeşitli
şekillerde itiraf ederek bu yolla devrimcilere, demokratlara ve bilcümle 'ötekiye' ''sessiz kalıp yerlerinizde
oturmazsanız sizinde akıbetiniz öncekiler gibi olur'' mesajını vermeyi de
ihmal etmedi.
Hapishaneler her dönem muhalif aydınlar, sanatçılar ve devrimciler için
toplama kampına dönüştürüldü ve adeta yurt sathında zulmün zindanlarından yolu geçmeyen kimse kalmadı.
Ancak baskı ve haksızlığın olduğu her
yerde direniş ve adalet arayışı her zaman olmuştur. Bundandır ki tarihte
doğru bildiklerini söylemekten korkmayan, kurulu düzenin istediğini değil, kendi doğrularını söylemekten
çekinmeyen insanlar hiçbir dönemde
eksik olmadı. Erdemli yaşamayı başaran bu insanlar, sanki hep Romalı şair
Horatius'un şu ünlü dizelerini hatırlatır
gibiler:
''Olgun, kendine hakim, öylesine ki
Ne yoksulluk korkutur onu, ne ölüm,
ne zindan:
Tutkulardan sıyrılmış, şeref lere gözü
tok;
İçine kapanmış, toparlanmış, yalın bir
küre olmuş
Pürüsüz yuvarlanır bir başına,
Talihe tutamak vermeden, hiç yenilmeden.''
Egemenlerin Devlet Pratiği Üzerine...
15. Yüzyılda Yedikule zindanları-
nı inşa eden “devlet” ile 1895’te İstanbul’da kurulan, “Osmanlı Amele
cemiyeti” yöneticilerini 10’ar yıl hapse
mahkum eden “devlet”in ideolojisi aynıydı.
1923’te Şefik Hüsnü ve arkadaşlarını
tutuklayan “devlet” ile 1925 yılında
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya, Zekeriya Sertel, Cevat Şakir, Ata
Çelebi ve Hüseyin Cahit’i tutuklayan
“devlet” aynı kinden besleniyordu.
1933 yılında Nazım Hikmet ve yoldaşlarını düzmece suçlamalarla tutuklayan ‘devlet’in adaleti’ ile 1950’lerde
Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe ve Ahmed
Arif gibi 40 kuşağı toplumcu yazarlarını hiçbir gerekçe göstermeksizin
tutuklayan devletin adalet anlayışı aynıydı.
1946’da “Sansaryan tabutlukları”nda
sosyalistlere acımasızca işkence yaptıran ‘devlet’in argümanlarıyla, 1961
yılında aralarında Musa Anter’in de
bulunduğu 49 Kürt aydınını idam istemiyle yargılayan “devlet”in argümanları aynıydı. (49’lar olarak bilinen Kürt
aydınları, Menderes hükümeti döneminde tutuklanmışlar, 1960 darbecileri
tarafından -serbest bırakılmaları beklenirken- idamla yargılanmışlardı. Bu
örnek, teşkilat-ı Mahsusa’dan bu yana
devletin zulüm politikasının devamlılığını göstermektedir. )
yine halkımızın devrimci önderler olarak kabul ettiği Deniz'lerin Mahir'lerin ve İbrahim Kaypakkaya'ların ölüm
fermanını veren ‘devlet’ ile Kürdistan
coğrafyasını kan gölüne çeviren ve kitaplık çapta Katliamların fermanlarını
veren ‘devlet’ aynı devletti.
son yıllarda içi boş Demokratikleşme
paketleriyle ,dostlar pazarda görsün
anlayışıyla yapılan açılımlarla ve Yeni
Türkiye söylemleriyle halka şirin gözükmek isteyen ‘devletle’ ülkeyi devasa bir hapishaneye çeviren “devlet” te
yine aynı devlet, aynı hükümet (!)
Dün olduğu gibi bu gün de devlet mekanizması muhaliflerin ve devrimcilerin sesini boğmada,onları sindirmede
hapishaneleri en etkin silahı olarak
görmeye devam etmekte ve bu silahını hiç çekinmeden kendi yasalarını ve
imzaladığı uluslararası anlaşmaları
bile hiçe sayarak 'ötekilerin' kafasına
dayamaya devam etmekte.
“Adalet ağı” ile cebelleşen hasta tutsaklar, Devletin ''yasal'' rehineleri
Egemenler, kamuoyu baskısı karşısında kimi hasta tutsağı tahliye ederken
sorunun esasına inmeden intikamcı
zihniyetinden de taviz vermiyor. Geç-
tiğimiz aylarda sağlık sorunlarından
dolayı Kemal Avcı, Mete Diş ve Sabri
Kaya İsimli tutsaklar tahliye edilirken, aynı sorunlarla cebelleşen İnsan
Hakları Derneği’nin (İHD) yayınladığı
hasta tutsaklar listesine göre 544 hasta
mahpusun akıbetinin ne olacağı belli
değil.
Bu hasta tutsaklardan sağlık sorunu
en ciddi olanlardan Abdullah Kalay
ve Erol Zavar için yapılan başvurulardan şimdiye kadar bir sonuç alınmadı.
Devlet, tutsakların sağlık sorunları tedavisi mümkün olmayan bir seviyeye
ulaştıktan sonra da tahliye edilmelerine müsaade etmiyor.
Türkiye'nin de imzaladığı "Avrupa Cezaevi Kuralları" gereği hasta tutsakların cezasının ertelenmesi gerekiyor.
Ancak Devlet kini kendi yasalarını ve
bağlı bulunduğu uluslararası sözleşmeleri bile dikkate almıyor.
Ceza İnfaz Sistemi’nde Toplum Derneği (CİSST) Yönetim Kurulu Başkanı Zafer Kıraç. verdiği bir röportajda
sistemin çarpıklıklarına dair şunları
aktarıyor:
"Hasta tutsaklara ilişkin Adli Tıp'tan
alınan raporun ardından tutsağın serbest bırakılması yönündeki kararda
Cumhurbaşkanı'ndan da onay alınması
gerekiyor, bu kural insan onuruna da
uygun değil, Kişinin durumu 'ertelenmeden' yararlanma noktasına gelmişse serbest bırakılmalıdır. Adli Tıp'la
yormak ya da Cumhurbaşkanı'ndan af
dileterek kişinin onuru ve vicdanı ile
oynamak gerekmiyor. Emniyet, savcı
ve Adli Tıp'tan rapor almak ya da kararlar beklemek doğru değil. Bunların
hepsi siyasi otoritenin emrinde olan kişiler dolayısıyla taraflı davranabilirler.
Ama öyle bir şeyin söz konusu olmaması gerekir çünkü bilim, 'Bu insanın
burada olması uygun değildir' der ve
bu çok nettir"
Kalbinin %70'i çalışmayan Abdullah
Kalay katledilmek isteniyor!
Abdullah Kalay kimdir?
Kalay, TKP (ML) davasından 1992
Kasım ayında tutuklanan devrimci
tutsaklardan biri. 9 yıl 2 ay hapishanede tutuklu kalan. Kalay, yargılanması
devam ederken tutuksuz yargılanmak
üzere tahliye edildi.2008 yılında 11.
Ağır Ceza Mahkemesi Kalay’a müebbet hapis cezası verdi. 2009 yılında
Yargıtay Kalay’ın müebbet hapis cezasını onadı.
Kalay, 1996 Ölüm Orucu’nun 1.ekibinde yer aldı ve 20 Ekim 2000 Ölüm Orucu
direnişine de katılan devrimci tutsak.
‘Hayata Dönüş Operasyonu’ adı altında yapılan katliamda Bayrampaşa’dan
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Edirne F tipi Hapishanesi’ne işkenceli sevkle götürüldü. Kalay’ın hem ’96
Ölüm Orucu Direnişi’ne hem de 2000
Ölüm Orucu Direnişi’ne katıldığından,
kalıcı sağlık sorunları bulunmaktadır.
Cezaevinde kalp krizi geçiren Wernicke-Korsakoff hastası Abdullah Kalay
kamuoyuyla paylaştığı mektubunda
durumunu şöyle aktarıyor:
“Merhaba,
Kocaeli 2 No’ lu F Tipi Hapishanesi’nden
sağlık sorunlarımla ilgili yazıyorum.
Maruz kaldığım ağır ve sürekli hastalık nedeniyle yaşamımı yalnız başıma
sürdüremez durumdayım ve ölüm riski
taşımaktayım.
13 Nisan 2012 tarihinde kaldığım hapishanede kalp krizi geçirdim. Tıkalı
anaarter damara anjiyo yapıldı ve stent
takıldı. Bir damarım da işlevsiz duruma düşmüş. Tıkalı, yani ölü…
Kalp krizi geçirdiğimde hapishane
idaresi tarafından iki buçuk saat sonra
hastaneye kaldırıldım. Bu geç müdahaleden dolayı kalbi besleyen hücrelerin önemli bir kısmı öldüğünden ötürü
onarılamaz; hasar görmüş. Kocaeli Tıp
Fakültesi’nde yapılan tetkiklerde EKO
sonuçlarına göre kalbim %35 çalışmaktadır, kalbimin %65 i çalışmıyor.
Doktorlar genel durumumu şöyle açıklamaktadırlar; “yeniden kalp krizi geçirme ihtimalin yüksek.
Kalp vücudun ihtiyacına yeteri kadar
kan pompalamamaktadır. Kalp, krizle
birlikte- geç müdahaleden dolayı- yara
alıp bozulduğu için normal durumun
uzun sürmesi de güçtür. Durumun bozulmasından dolayı ağır kalp yetersizliği, solunum güçlüğü, şok gibi sorunlar yaşayacaksın ve bu durum da ölüm
riskini arttırmaktadır.”
Şuan yeni yapılan tahlillerde kalp ritmim bozuk çıktı. Sintigrafi yapıldı.
Sintigrafi sonucu da bozuk çıktı. Kalp
yetmezliği, %35 çalışan kalp %32’ ye
düşmüş ve yine başka damarlarımda da
daralma olduğu tespiti yapıldı.
12.08.2013 tarihinde yeniden anjiyo
yapıldı. İki damarımda daha daralma olduğu ve kalp yetmezliği tespit
edildi. Doktorların başından itibaren
yaptıkları uyarı ve tespitlerde olduğu
gibi, şu an ciddi solunum güçlüğü çekmekteyim; bu kalp yetmezliğidir. Kalp
ritmi bozulmuş, kalbim %32 çalışıyor.
İki damarımda %70 daralma mevcut ve
her an tıkanma riski var. Bu durum baş
dönmesi, sırt ve göğüs ağrıları, kollarda ve bacaklarımda uyuşma vb. sorunlar yaşatıyor. Kalbimin %32 çalışması,
yukarıda belirttiğim kalp yetersizliği
başta olmak üzere bütün sıkıntılarım
ölüm riskini arttırmaktadır. Zaten yeni
bir kalp krizi –ki bu kaçınılmaz- ölüm
demektir. 9 çeşit ilaç kullanıyorum.
1996 ve 2000 Ölüm Orucundan dolayı
başka hastalıklarım da mevcut: Wernike- Korsakoff, %27 duyma kaybı,
kulaklarda çınlama, romatizma, reflü, hemoroit, sürekli baş ağrısı, alerjik
astım, boyunda düzleşme, bağırsaklarımda ağrı ve sık sık ishal ve kalp yetmezliği sorunu…
İki kez Adli Tıp kurumuna başvuru
yapmama rağmen Adli Tıp Kurumu,
hiçbir inceleme ve muayene yapmadan
“kalbi çalışıyor” diyerek reddetmiştir.
Oysa Adli Tıp Kurumu aynı durumda
olan emekli Orgeneral Ergin Saygun’u
(durumu benden daha iyi olmasına rağmen) tahliye etti. Bu anlamıyla Adli
Tıp Kurumu ayrımcılık yapmış ve ideolojik davranmıştır. Bu insan haklarının ilgili maddelerine ve AİHM’nin
ayrımcılık maddesine ve ilkelerine aykırıdır.
Tedavisi olmayan sürekli ve ağır hastalıklarımdan dolayı ölüm riski taşımaktayım. Hapishaneler ölüm çıkaran
makineler haline dönüştürülmüş. Bu
duruma dur demek, içerideki hasta tutsakların tahliyelerinin sağlanması için
duyarlı olmanızı istiyorum. Şimdiden
ilginize teşekkür ediyorum.”
*Bu mektubunun ardından Kalay bir
kez daha doktor tarafından muayene
edildi ve kalbinin çalışma oranının
yüzde 30’a düştüğü tespit edildi.
Bir başka mektubunda ise Kalay şunları aktarıyor:
“Revire çıkıyoruz. Ancak haftada iki
gün salı ve perşembe günleri belli saatlerde doktor bulunmaktadır. Diğer
günlerde yok. Örneğin; ben kalp krizi geçirdiğimde doktor yoktu. Gelen
112 Acil servisinde de doktor yoktu.
İki tane tekniker personel ambulansla
gelmişti ve onlar “hasta sevk edilsin”
demeseydiler, sevkte yapılmayacaktım
ve ben ölecektim. O iki personel doktor değiller, olmadıkları için pekala
“sevk edilmeye gerek yok” diyebilirlerdi. Bu durum benim ölmeme neden
olacaktı. Ve ben ölecektim. Ne kadar
basit!… İnsan hayatı bu kadar ucuz!…”
Evet insan hayatının bu kadar ucuzlaştırıldığı ve İnsan haklarının evrensel
kurallarının hiçe sayıldığı, her uygulaması saldırı içeren bu sistemin adeta
elinde rehine olarak tuttuğu hasta tutsaklardan biri olan Kalay için zaman
geçirmeden harekete geçmek gerekiyor aksi takdirde Devlet intikam hanesine Kalay'ı da ekleyecek.
MGK’da Ortadoğu,
Kuzey Afrika, Suriye ve
Irak’taki gelişmeler ele
alındı
Milli Güvenlik Kurulu'nun 2013
yılının son toplantısı Milli Güvenlik
Kurulu’nun (MGK) 2013 yılının son
toplantısı yapıldı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında Çankaya Köşkü’nde yapılan
toplantı, 3,5 saat sürdü.
Bakanlar Kurulu’nda yapılan değişikliğin ardından Başbakan Yardımcısı
Emrullah İşler ve İçişleri Bakanı Efkan
Ala ilk kez toplantıya katıldı. Bekir
Bozdağ ise ilk kez Adalet Bakanı sıfatıyla toplantıda yer aldı.
Suriye de görüşüldü
Toplantının ardından yazılı açıklama
yapıldı.
Yılın son toplantısının gerçekleştirildiği anımsatılan açıklamada, ”Geride
bıraktığımız bir yıl içerisinde vatandaşlarımızın huzur ve güvenliğini
ilgilendiren olaylar ile bunlara karşı
yürütülen faaliyetler görüşülmüş, bu
kapsamda alınması gereken ilave tedbirler değerlendirilmiştir” denildi.
Toplantıda, Suriye’deki gelişmelerin
de görüşüldüğü kaydedilen açıklamada, Suriye’deki gelişmelerin insani
boyutunun, bölgesel güvenlik ve
Türkiye’nin güvenliğine yönelik etkileri
dahil olmak üzere kapsamlı bir şekilde
ele alındığı ifade edildi.
Açıklamada, “Ülkede ihtilafın halkın
meşru talep ve beklentileri doğrultusunda sona erdirilmesine yönelik yürütülen çabalarda gelinen aşama müzakere edilmiştir” denilerek Türkiye’ye
sığınan Suriyelilerin durumunun da
gözden geçirildiği aktarıldı.
MGK toplantısında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki gelişmelerin
de konuşulduğu bildirilen açıklamada,
Irak ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin
görüşüldüğü, Irak’taki güvenlik ve
istikrar durumunun değerlendirildiği
belirtildi.
http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/267523–mgk-toplantisi-sona-erdi
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şapkasız gelemezsin
okula ŞAPKALAR
NE İŞE YARAR?
Sultan KILIÇ
Milli Eğitim Bakanlığı’nın hayata geçirdiği uygulama sonrasında öğrenciler
okula şapka takarak gidip gelmeye başlar. Her okul kendi kılık kıyafetini belirleyerek şapka giyilmesini sağlar. Okula
şapkayla giren öğrenciler, ders zili çaldıktan sonra bunları çıkartarak sınıflara
girer. Şapkası olmayan ya da şapkasını
evinde unutan öğrenciler okul binasına
alınmaz. Atatürk ‘ün 25 Ağustos 1925′te,
Kastamonu İnebolu’ya yaptığı bir gezide
başına şapka giyip “Buna şapka derler”
diye halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925′te Şapka
Giyilmesi Hakkındaki Kanun çıkartılıp dini değeri olan giysilerle sokakta
gezilmesi yasaklandı. Şapka Giyilmesi
Konusundaki Kanun, Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edildi. Kanun, 28 Kasım’da yürürlüğe girdi.
Bu kanunun bir uzantısı olarak şapka
takmak, okullarda da mecburî hale getirildi. Böylelikle tüm okullarda öğrenciler belirlenen şapkaları takmaya başladı.
Şimdinin yetişkinleri, bir zamanların
zorla şapka giydirilen öğrencilerinden
birkaç anı: SİMİT UĞRUNA ŞAPKADAN OLMAK “O zamanlar ortaokulda
okul şapkası giyme zorunluluğu vardı.
Ekseriyetle pazartesi sabahları, okul
giriş kapısında kontrol yapılır, saçları
uzun olanlarla, şapkasız olanlar, okula
alınmazdı. O gün ben yeni aldığım rugan kunduralarımı giymiş ve okul şapkamı elime alarak okula gelmiş, kapıdaki kontrolden rahatça geçmiştim. Fakat
pek çok arkadaşım ya saçtan ya da şapka giymemekten okula alınmamışlardı.
Ben bu arkadaşlarıma şapkamı, bir simit karşılığında okulun yan tarafındaki
sınıf penceresinden aşağıya atacağımı
söylemiştim. Kabul edenlere de şapkamı pencereden defalarca atarak simitleri
bedavaya getiriyordum. Benim şapkam,
bu fiil tekrarlanarak yedi sekiz arkadaşımı kurtardı. Ama sonunda şapkam
geri gelmedi ve ders zili çaldı. Şapkamın akıbetini teneffüste öğrenebildim.
Şapkamın müdür yardımcısı tarafından
sınıftan aşağıya attığım sırada görülerek alındığını ve odasına hapsedildiğini
öğrendim. Bedava simitleri kazanmış;
ama bir şapkadan olmuştum. Günlerce
planlar kurduktan sonra, müdür yardımcısının odasında olmadığı bir gün,
eksik mazeret teskerelerini tamamlayarak odasına girdim. Odada diğer müdür
yardımcısı vardı. Teskereleri ona vererek
koridorda yere düşürdüğümü söylediğim şapkamı böylece kurtardım.” “Yaşı
50’nin üzerinde olanlar hatırlayacaklardır. Ortaokul ve liselerde pantolon, ceket
ve kravatın yanında bir de şapka giyme
zorunluluğu vardı. Siperli, sarı kurdeleli, lacivert renkli. Ön tarafında sarı metalden bir bröve. Tam bir askeri öğrenci
şapkası. 1966 yılında liseye başlamıştım.
O şapkayı giymek ortaokulda sorun olmamıştı; ama lisede herkes gibi bana da
zor geliyordu. Okulun bahçe kapısına
kadar giymeyip elimizde taşıyorduk. Bu
garip şapka uygulaması sonra kaldırıldı
da kurtulduk.” “Sokakta bile gözaltındaydık. Öğretmenlerimiz özellikle de
idareciler, sokakta şapkasız gördüklerinde ertesi gün idareye çağırarak bir güzel
azarlayarak tehdit ederlerdi. Şapka koltuğumuzun altında, gözler pusuda korkarak giderdik okula. Bahçe kapısında
başımıza kondururduk şapkayı utanarak.
Güzel görünmeye en fazla taktığımız
bu dönemde sanki biz kızları çirkinleştirmek için icat etmişlerdi bu şapkayı.
Kendimi demiryolu hareket memuru ya
da gece bekçisi gibi görüyordum şapkayı tepeme oturttuğumda. Şapkayı evde
unuttuğumuzdaysa okula alınmıyorduk.
Sıramızın içine tıktığımız o iğrenç şapka
ile beynimizin algılama merkezi arasında bir bağ olduğunu mu sanıyorlardı bu
yöneticiler? Yoksa anlamsız inatlarının
kurbanı bir genç nesli mi harcıyorlardı
kaprisleri uğruna?” “1937 tarihli resimlerde şapkalı öğrenciler görmeniz olağan, çünkü ortaöğretim öğrencileri şapka giyiyordu. 1937 tarihinde Malatya’da
Atatürk’ü karşılayan öğrenciler şapkalıdır. Bu modelin Alman okullarında okuyan öğrencilerin kıyafetlerinden örnek
alındığı güçlü bir olasılık. Ben 19691970 öğretim yılında Malatya Turan
Emeksiz Lisesi’nden mezun olduğumda
şapka giyiliyordu. O yıllarda okuyan öğrencilerin ortak anısı, şapkayla okula gi-
ren öğrenciler kapıda nöbetçi öğretmen
tarafından denetlenir; şapkasızlar okula
sokulmazdı. Önceden şapkayla giren öğrenciler sınıf pencerelerinden şapkalarını aşağı atar, bunları yakalayan şapkasızlar da içeri girme şansını elde ederdi.
Öğretmenlerimizden yalnızca Osman
Şahin nöbetçi olduğu zamanlarda şapka
kontrolü yapmaz, bakar; ama görmezden gelirdi şapkasızları. Böylece gülünç
durumlara yol açmazdı. Bizden sonra ne
zaman kaldırıldı şapka? Orasını anımsamıyorum. Ama, İstanbul’dan Malatya’ya
geldiğimde yeğenlerimin de şapkasının
olduğunu anımsıyorum. Sanırım, yetmişli yıllarda da vardı öğrenci şapkası.
Manifaturacı ve kuyumcuların bulunduğu yerde Ermeni bir şapkacı vardı,
ondan alınırdı. (Bir de ilk yıllarda memurlara “şapka avansı” verilirmiş, şapka
çok pahalıymış. Bu avans, maaşlarından
taksitle kesilirmiş.) Doğrudur, 1926’ların memurlarının şapka giyme zorunluluğundan değil de; sivil vatandaş olarak
şapka giyebilmeleri için böyle bir olanak
tanınmış olmalı. Malatya’da bizim çocukluğumuzda memurların hemen hepsi fötr şapka giyer, halktan insanlar da
kasketi tercih ederdi. Çünkü kasket daha
ucuzdu. Fötr dışardan getirildiği için pahalı olması olağan. Kasketi yerel terziler
de yapardı, ama fötr üretimi yoktu. Mahallelerde fötr giyen pek az insan olurdu;
zenginler, ağalar, mağaza sahipleri...”
Necati Güngör Ceketinin üç düğmesinden biri kopmuş diye derse alınmayarak
sokağa atılan lise öğrencilerinin, düğmesi eksik diye anlatılan dersi anlamayacaklarını mı düşünüyordu öğrencilere
bu işkenceyi yapan müdür yardımcıları?
Saçı yarım santim uzun olan erkek öğrenciler; saçını ensesinden değil de azıcık yukarıdan, tepesinden bağlamış olan
kız öğrenciler içeri alınmazdı. Siyah değil de gri çorapla geldiği için derse alınmayan kız öğrenciler, sokağa atılınca
daha mı iyi insan oluyorlardı? İlkokullardaki mendil kontrolü gibi. O mendil,
ütülü olacaktı; yani kullanılmayacak,
göstermelik. Askerin teftiş fırçası örneğindeki gibi. O iğrenç şapkayı da sırf
okulun kapısından içeri alınabilmek için
yanında taşımak, bir genç için işkence
değilse nedir? Şapkayı göster, geç. Maça
ya da tiyatroya biletle girer gibi okula da
şapkayı göstererek girmek… Askeri tek
tipleşmeye, anlamsız kuralcılığa, sorgulamadan tapan bir kesim ne yazık ki hâlâ
bu ve buna benzer saçmalıklara taparcasına sarılıyor hem de sosyal demokratlık
adına. [email protected]
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası...
Bir Sünni cemaat, Aleviler adına Aleviliğe yapacağı müdahaleler için vakıf kuruyor,
cami ve cemevini aynı avluda buluşturuyor. Murat edilen, Sünnileri ve devleti
mutlu eden ‘makul bir Alevilik’
içinde yurtdışına göndermek gibi ritüel
ve uygulamalar teolojik sentezin yansımalarıydı. Sembolik olmadığı anlaşılan
ve İstanbul Kartal, İzmir Çiğli, Gaziantep, Adana ve Çorum’da yapılması düşünülen cami-cemevi projesi, işte bu sentezin binası oldu sadece.
Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi
Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın
daha geçen hafta düzenlenen İnanç Önderleri Toplantısı’nda yaptığı konuşma,
cami-cemevi projesi AKP -cemaat ve
İzzettin Doğan üçgeninde Aleviliğe dair
ne tür toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığını deşifre eden ve gelecekle
ilgili ipuçları veren çok kıymetli bilgiler
içeriyor.
Doğan, tıpkı devlet gibi güvenlik konseptiyle ele aldığı Aleviler konusunda
hükümeti uyardığını, hükümetle birlikte
vakıf kurulması konusunda uzlaşma sağlandığını belirtiyor ve “Bir davetiye geldi. Devletin kendisi Hacıbektaş Vakfı’nın
kurulması için 750 milyar lira para ayrılıyor. Ben bunu beceriksizce yetersizce değerlendiren bir hoca olarak, bizim
amacımız Alevilerin bütünleşmesi ben
çekiliyorum o halde dedim. Birçok dernekler kurulmaya başlandı. Sünni kökenli vatandaşların dernek başına getirilmesi
bizim için onur sayılırdı. Ama Sünni olduğunu gizlememek kaydıyla” diyor.
Anlıyoruz ki İzzettin Doğan, hükümetin
dedelere maaş verecek bir vakfın kurulması konusunda çok da şeffaf olmayan
bir devlet projesine ortak olmak istemiş
ama bertaraf edilmiş; cami-cemevi buluşmasına bakılırsa o da Gülen cemaatinin şefkat ve desteğine sığınmış.
Yontulması gereken Aleviler
Hükümet ve Gülen cemaati, “Bu ülkeye
komünizm gelecekse onu da biz getiririz” ifadesiyle anlamlandırılan bir yöntemi, uzun zamandır yürütüyor. Yani
Fethullah Gülen’in deyimiyle “yontulması gereken Aleviler”in karşısına yapay
örgütler çıkararak ve onları muhatap alarak Aleviliğe yeni bir elbise giydirmenin
derdindeler. Amaç, Sünnilerin ve Sünni
devletin kabul edebileceği, Sünniliğe
benzeyen makul bir Alevilik inşa etmek.
Alevilerin inanç ritüellerini “sapıklık,
cümbüş, eğlence” olarak gören egemen
din anlayışının savunucuları, siyasi
uzantıları, dini çevreler ve hükümetin,
Aleviliğin Avrupa ülkelerinde bağımsız
bir inanç kabul edilmesini içine sindiremediği ayan beyan ortada. Avrupa’daki
gelişmelerin Türkiye ’yi etkilemesi kaçınılmaz olduğuna göre, hazır Aleviliğin
temel kurumları modern yaşam içinde
Kelime Ata
işlevsizleşmişken, geleneksel dede-talip ilişkisi hasara uğramışken, Alevi
örgütlülüğünün Aleviliğe dair sorunlara ve sorulara yanıt üretememesinin
yarattığı boşluk devam ederken yeni bir
Alevilik inşa edilmelidir. Yaşadığımız
sürecin özeti ne yazık ki bu. Alevi Çalıştayı Nihai Raporu’nda cemevleriyle
ilgili yapılan tespite bakalım isterseniz:
“Bu mekanların birer ibadethane olarak
kabul edilmesiyle cemevi- cami/ mescid
ayrışmasıyla sınırlı kalmaksızın dinde
ayrışma ve bölünmeye yol açılacak, bu
da toplumsal birlik ve beraberliği bozacaktır.” Dolayısıyla sorunun tarafları
“Aleviler, Sünniler ve devlet”. Bu müzakere masasına Aleviler adına elbette ki
Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi
Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan
oturacaktı. Alevi Çalıştayı’nın daha ilk
oturumunda “önce tanımda anlaşalım”
dayatması ve söylemlerindeki “solcu
Aleviler” ötelemesi anımsanacak olursa
Doğan’ın öne çıkarılması, teşvik edilmesi hiç de garip değil.
Sünni soslu Alevilik
Fethullah Gülen- İzzettin Doğan ve
Doğan’ın hükümetle ilişkileri dikkate
alındığında derinlerde kotarılmış bir teolojik ittifak açığa çıkar. Bu ittifak aynı
zamanda güvenlik odaklıdır. Yani cami-cemevi projesinin kendisi teolojik,
Mamak gibi tarihsel olarak solun güçlü
olduğu bir bölgenin seçilmiş olması da
siyasidir.
Cem Vakfı, kendi cemlerinde içerik
olarak cami-cemevi buluşmasını zaten
sağladı. Örneğin, ceme gelen başı açık
kadınların eline başörtüsü tutuşturmak,
kabul etmeyeni ceme sokmamak, semah
dönenlere tek tip kıyafet giydirerek bir
nevi üniformaya kavuşturmak, cemin
içine ayrıca Mevlevi semasını sokmak,
Alevi dedelerini gri pasaportla gizlilik
Kaldı ki, cami-cemevinin yanyana yapıldığı yerel örnekler de yok değil.
Ordu’da, Zonguldak’ta, Amasya’da, Orta
Anadolu’nun kimi illerinde cami-cemevi
yanyana kullanılıyor ve bunların bir kısmı da cemaat eliyle kurulan ve adında
Alevi- Bektaşi sözcüğünün geçtiği dernekler tarafından yapıldı. “Cami cemevi
yaptırma dernekleri”nin de açılmaya başlandığını da bu vesileyle anımsatalım.
Yerel örneklerin sonuçları Sünniliğe benzeyen bir Aleviliğin oluşumu konusunda
olumlu sonuçlar vermiş olmalı ki, daha
büyük ölçekli Tuzluçayır örneği gündeme geldi. Bazı bölgelerde murat edilen
şey elde edilmiş. Örneğin Zonguldak’ta
“Namaz saatlerinde camide namaz kılan köylüler, daha sonra cemevinde cem
ibadetlerini yapıyorlar”. Ha keza Fatsa’da
Hz. Ali Cami ve Cemevi’nde vakit namazları kılınıyor istenirse cem oluyor.
Caminin imamı da bir Alevi. Gülen’in
“yontulmuş Alevi”si böyle olsa gerek.
Vakıf ve kurucuları
Tuzluçayır’daki örneğe dönecek olursak,
üzerinde durmamız gereken bir başka
konu projeyi uygulayan vakfın yapısı ve
projenin finansmanı. Cami-cemevi projesinin hayırlı tarafı, kendilerinde Aleviliği
şekillendirme misyonu gören Sünni çevrelerin ve de hükümetin Aleviliği dizayn
amaçlı yapay örgütler kurdurduğunun
deşifre edilmesi. Bu, spekülasyonu yapılan bir konu olmaktan çıktı ve gerçekliği
sabit oldu. Artık hiç kimse “Cemaat de
hükümet de Aleviliği inşa etmek üzere
dernek ve vakıflar kurduruyor” cümlesine itiraz edemez.
Projeyi yürütmek üzere kurulan Hacı
Bektaşi Veli Kültür Eğitim Sağlık ve
Araştırma Vakfı, 2 Mart 2013 tarihli Resmi Gazete’deki bilgiye göre 60 bin lira
sermayeli. Vakıf kurucuları Kemal Kaya,
Mehmet Recep Tiryaki, Muharrem Tandoğan, Haydar Malçok ve Necip Kayalı.
Haydar Malçok, İzzettin Doğan’ın vakfının da üyesi. Merkezi Ankara olan vakfın
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kuruluş senedinin noter onay tarihi 25
Aralık 2012. Oysa İzzettin Doğan, projeyi ilk telaffuz ettiğinde aylardan Nisandı.
Demek ki, süreç epey gerilere uzanıyor.
Vakfın amacı şöyle: “Türk toplumunun
kültürel, bilimsel ve sosyal gelişimine
hizmet etmek, verimli, etkin ve yüksek
düzeyde eğitim ve sağlık hizmetlerinin
yerine getirilmesine katkıda bulunmak,
Alevi ve Bektaşi kültürü başta olmak
üzere Anadolu kültürlerinin yaşatılması
ve tanıtılması doğrultusunda sosyal ve
kültürel çalışmalar yapmak, yapılan çalışmaları desteklemek, Çağdaş ve Cumhuriyet ilkelerine bağlı Türk milletinin
milli ahlaki manevi ve kültürel değerlerini benimseyen koruyan ve geliştiren insan
haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki
temel ilkelere dayanan demokratik laik
ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyetine karşın görev ve sorumluluklarını bilen eğitim çerçevesi içinde katılımcı bir sivil toplum hareketi eğitimli
ve sağlıklı nesiller yetiştirmektir.”
Masumiyet nerede?
Fethullah Gülen’in Gezi eylemlerini değerlendirirken “çürük nesil” dediğini
anımsadığımızda vakfın amaçları arasında yer alan “sağlıklı nesil” vurgusu da
çerçeve kazanıyor. Şimdi, Alevileri rencide eden, zavallı gösteren bir finansman
modeliyle cemaat sponsorluğunda yapılan cami-cemevinin Aleviler açısından
pratikte yaratacağı sorunlara da hiç değinmeden şu soruyu sormak istiyorum:
Sünni bir cemaat, Aleviler adına vakıf
kurma hakkına sahip olduğunu düşünüyor, proje geliştirip kendisine iktidar
odaklarıyla ilişkiye meraklı bir Alevi
buluyor, projesini kabul ettiriyor, üstelik inşaat ruhsatını “kültürel tesis alanı”
olarak alıyorlar, ayrıca imarıyla ilgili süreci bekleyemeyecek kadar da acele içinde ise “Masumiyet bu işin neresinde?”
(Radikal)
mevsimlik işçiler
(ikdidar ile ölümler
doğru orantılıdır)!..
ayşegül karadağ
Mevsimlik işçiler;ölümler,yok olan
hayatlar ve geride bırakılanlar,ölümler
ve psikolojik çöküntüler,toplum ve insanlık.
Ölüm bir kez daha yüzünü en ağır, en
acı biçimde gösteriyor. Emeği anlayabilmek, yaşamı anlayabilmek ucuz
kalıyor. Acı, ölüm, ağıt adeta bu toplumla bütünleşmiş. Yeryüzüne tüm
evrene mühür basmış mevsimlik işçilerin ölümü. Kayıp bir toplumun inkar edilen kadınları, çocukları…
Onların gözlerinde aslında hep Cesaret
var, Emek var, Sevda var, Güneş var..
Güvencesiz çalışma yöntemleri ile kar
oranlarının en üst düzeye çıkarma uğraşları sonucunda insanlık dışı ölümler gelmekte.. Dünyada 1,1 milyar tarım işgücünün yaklaşık 450 milyonu
mevsimlik tarım işçileri oluşturmaktadır. Tarım işçileri ulaşımdan barınmaya, düşük ücret çocuk işçiliği, hastalıklar ve kültürel ayrımcılığa kadar
birçok ciddi sorunla karşı karşıyalar.
Ve mevsimlik tarım işçilerinde bebek
ölümleri beş kat daha fazla. Kadınların yaptığı işlerde emek oranı daha
fazla, çapa tohumlama, hasat, ot ayıklama.. Üstüne ırkçı linç girişimleri de
cabası. Ötekileştirilen işçiler çalıştıkları bölgelere gittiklerinde toplumsal
ayrımlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Çalıştıkları bölgelerde potansiyel
suçlu muamelesi görmekte..
tırma, mülksüzleştirme politikalarına
karşı mücadele, mevsimlik tarım işçilerinin gündeminde yer almaktadır.
Gün doğusu ile gün batımı arasında
kalan işçiler…Sadece güneşin doğuşunu ve batışını gören, her türlü zorluğa maruz kalan fakir bıraktırılmış
insanlar.. Okul çağına gelmiş fidanların okula gidemediğini okuma yazma
dahi bilmedikleri bir ülkede gelişme
ilerleme nasıl olabilir ki.. Bunu bekleyemeyiz.
İşçiler değil sendika ve ssk gibi en temel “Sosyal Haklar”dan mahrum bir
durumda çalışıyorlar.
“Kölelikten Başka Bir Şeyi Olmayan”
lar listesinin başındadırlar.
Yaptığım araştırmalara göre; 6-7 nisan 2013 Şanlıurfa Viranşehir’de yapılan Mezopotamya Mevsimlik Tarım
İşçileri Kurultayı bu mücadelenin ilk
adımlarını atmıştır.
Ve ürettiği değerler asla resmi rakamlara yansımaz. Sizleri ölümleri unutmak ihanettir.. Bütün güzel yüzlerin
ötesinde bir anlamdı Adıyaman’da yaşamını yitiren kadınlar. Şöyle diyordu
haberler: ”Adıyaman’da katliam gibi
kaza, 10 ölü. Adıyaman Gölbaşı karayolu çakal köprüsü üzerinde tarım
işçilerini taşıyan minibüsün köprüden
uçması sonucu 10 kişi öldü.13 kişi
yaralandı.” Gölbaşı’ndan Adıyaman’a
minibüsün çakal köprüsü yakınlarında lastiği patladı.Minibüs daha sonra yan yatarak köprüden aşağı uçtu.
Taklalar atarak 20 metreden tarlaya
çıkan minibüste bulunan tarım işçilerinin yardımına vatandaşlar yetişti.”
Tarım işçilerinin dernekleşerek sonrasında sendikalaşma süreci, işçileri
iş kanununa alma talepleri, barınma,
altyapı hizmetleri, ulaşım, sağlık hizmetlerinden yararlanma, iş sağlığı
ve iş güvenliği, çocuk işçiliği, kadın
emeği, ayrımcılık ve toplumsal dışlanma, gibi konular ve topraksızlaş-
Burada devletin yaklaşımları, yıkımları, iyi gözlemlenmeli, her yanlış
deşifre edilmeliydi. Bu kazada o yanlışlardan biriydi. Köprü ve yol kontrolünün yapılması şarttı.. Ama nedense
kayıplar yaşandıktan sonra kontrol etmek akıllarına geliyor. Yada işlerine
gelmiyor.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Serçesme'mizin
ortasına zorla
yapılmış bir
camidir o!
Veliyyettin H. Ulusoy
Hac Bekta Veli Dergâh Postniini Veliyettin Hürrem Ulusoy da son günlerdeki cami-cemevi projesini deerlendirdi.
Hacbektata Türbenin yan bandaki caminin Cemevi ile Cami Projesiyle badatrlmasna tepki gösteren Ulusoy o caminin II. Mahmut Yeniçerileri ortadan
kaldrnca, Hamdullah Çelebi, Amasyaya sürgün edilip Hac Bekta Dergâhna
postniin olarak Nakibendi eyhleri
atannca yapldn anlatt.
Hac Bekta Velinin soyundan gelen bir
Çelebi olan Veliyettin Hürrem Ulusoy,
Gerçekten karde olmamz isteniyorsa,
ancak her konuda ayn haklara sahip
olan -ne bir milim aa, ne bir milim yukar, ayn haklara sahip olan- insanlar
karde olur. Biri seni ötelerse, hiçbir hak
vermezse sana, Cemevin cümbü evi
derse, onunla nasl karde olacaz? dedi.
Geçtiimiz günlerde, Amasyada, Hamdullah Çelebinin makamnda yaplan
muhabbet toplantsnda Hac Bekta Veli
Dergâh Postniini Veliyettin Hürrem
Ulusoyun Cemevi ile Cami Projesi
hakkndaki deerlendirmeleri öyle oldu:
Bu Projede amaç kardelikse, karde
olmaksa eer, baka konularda da karde olmamz lazm. Hangi konuda karde
olmamz lazm? Bakyorsunuz bir tane
Alevi-Bektai vali göremiyorsunuz;
bir genel müdür göremiyorsunuz. Sen
Alevi-Bektai misin? Geri dur! Böyle bir eyde karde olmuyoruz, ama her
ne amaçsa -ki buna üpheyle bakyorum
ben- cemevi ile cami yan yana.
Cemevi ile cami yan yana olduunda,
camide ezan okunurken cemevinde de
duvaz okunuyorsa ne olacak? Hangisi
susacak acaba? Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Cami-kilise-havra yan yana
olunca sokak ortasnda insanlar öldürülmedi mi? Mezhep ya da din savalar
olmuyor mu?
Gerçekten karde olmamz isteniyorsa,
ancak her konuda ayn haklara sahip
olan -ne bir milim aa, ne bir milim
yukar, ayn haklara sahip olan- insanlar karde olur. Biri seni ötelerse, hiçbir
hak vermezse sana, Cemevin cümbü
evi derse, onunla nasl karde olacaz?
Biz Alevi-Bektai toplumu olarak karde olmaya hazrz, ama ayn haklara sahip olmak isteriz. Elimiz kolumuz bal,
ama sen boks eldivenlerini takyorsun:
O zaman eit olmayz. O zaman avantaj
hep sende, hep dayak yiyen ben.
yana olduu zaman biz karde mi olacaz?
Dier yönlerden karde olamyoruz, ama
ikisi yan yana inanç mabetleri tamam!
Burada farkl amaçlar olduunu düünüyorum ben. Herkes kendi inancna
devam etsin ve birbirlerine saygl olsunlar. Devlet de artk inançtan elini
çeksin. Devletin inanc olmaz, devlet
inançszlarn da devletidir. Her farkl
inançtan olanlarn da devletidir. Sadece
bir mezhebi kucana çekip, öbürlerini
itmesin.
O caminin orada bulunmasnn tarihi bir
nedeni var: Sultan II. Mahmut 1826da
Yeniçerileri ortadan kaldrnca, u anda
makâmnda bulunduumuz Hamdullah
Çelebi de Krehirde idamla yargland.
ALEV-BEKTALERN DE BARI
MASASINA OTURMASI LAZIM
En son barta, Kürtlerle olan barta da
eksiklik var. Türkiyede yaayan bir
sürü grup var. Bu gruplarn hepsinin
birden, tabii Alevi-Bektailerin de bar
masasna oturmas lazm. Gerçekten bir
bar isteniyorsa, gerçekten herkesin
hakk kendine teslim edilmek isteniyorsa, gerçekten herkes inancn yaamak istiyorsa, devletin inançlardan elini çekmesi lazm, herkese ayn uzaklkta olmas
lazm, din ile ilgisini bitirmesi lazm.
Bunda hiç üphe yok, amaç bunun tam
tersi. Biz yourdu üflüyoruz, çünkü imdiye kadar Alevi-Bektai toplumuna bir
milim bile hizmet gelmedi. Peki, neden
gereksinim duyuluyor buna?
ALEVLKLE L OLMAYANLARLA
TEMAS KURUYOR
Biz sadece unu görüyoruz: Aleviler
kim? Biziz! diyecek birileri yaratld.
Gerçek Aleviler kenarda duruyor. Sadece protesto ediyorlar, kendi aralarnda tartyorlar. Dierleri, Ben Aleviyim
deyip de Alevilikle iliii olmayanlarla
temas kuruyor. Cemevi ve Cami Projesi de bunun devam bence.
Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Herkes
kendi yoluna gitsin, isteyen cemevini,
isteyen camisini yapsn, ama birbirlerine saygl olsunlar. Cemevi ile cami yan
Bu saçma bir ey! Çok saçma bir ey!
Asimilasyona hizmet ediyor. Amaç o!
ZORLA YAPILMI BR CAMDR O
Hacbektata Dergâhnn içinde, Türbenin
yan banda da bir cami var deniliyor.
Bu Cemevi ile Cami Projesinin onunla
hiçbir ilgisi yok.
O dönemde yarglanan bir tek Hamdullah Çelebi de deildi. Hem stanbulda
hem de tüm Anadoluda Alevi-Bektai
Dergâhlarnn bandakiler yargland, kimini öldürdü, kimini sürdü.
Hamdullah Çelebi, Krehir eriat Mahkemesinde on gün yargland. (Parantez
içinde belirteyim: Vakfmz bu mahkeme tutanaklarn kitap olarak yaynlad.
Hamdullah Çelebinin bu mahkemede
yapt savunmas, günümüzün AleviBektai toplumuna ve toplumumuzun
sorunlarna cevap verecek niteliktedir.
Tüm Alevi-Bektailere bu kitab edinmelerini tavsiye ediyorum) Mahkeme
sonunda özel ulakla bir ferman geldi.
Belki Padiah, Osmanlda yeni bir isyan
çkar diye biraz çekindi ve Hamdullah
Çelebi, Amasyaya sürgün edildi.
O Amasyaya sürgün edilince, Hac Bekta Dergâhna postniin olarak Nakibendi eyhleri atand. Türbenin yanndaki o
camii, onlarn döneminde yapld. Bizim
geleneimizde olmayan bir eydir bu.
1826 daha dün! 1834 ylnda yaplan
o caminin bizimle bir iliii yoktur.
Dergâhmz 1300lü yllardan beri var.
500 yl sonra dergâhmza cami yaptrlmas bizi asimile etmek amaçldr. Yani,
Serçememizin tam içine, ortasna zorla
yaplm bir camidir o.
Biz, herkesin inancna sayg duyuyoruz,
ama bizim inancmza da sayg gösterilsin. Lütfen bu gerçei herkes görsün ve
toplumumuz da bu gerçei dikkate alsn.
19 Eylül 2013
Deniz Güne / Demokrat Haber
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Maraş
Katliamı
Paneli
(21 Aralik 2013 tarihinde Viyana alevi
Toplum (Alevitische Gemeinde Wien
AGW)´in duzenledigi Maras Katliaminin 35.yil anma panelindeki konusmamdır.)
Sözlerime öncelikle bu panelin sunumu
için beni nezaket gösterip İstanbul’dan
buraya getiren sevgili yönetici dostlarıma, yoldaşlarıma ve salonu dolduran, cemal cemale geldiğimiz, cem olduğumuz
siz canlara teşekkür ederek ve hepinizi
sevgiyle, saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum.
Gönül ister ki, katliamları, acıları, yoksunlukları anımsatan ve aradan onlarca
yıl geçmiş olan, toplumumuza travmalar
yaşatan bu tür acılar ve böylesi paneller
olmasın. Ama bir başka açıdan da bu
acıların unutulmaması, bunlardan gerekli, doğru dersler çıkartılması ve geleceğimize ilişkin perspektifler sunulması
için bu toplantıların gerekliliği de kaçınılmaz..
Bundan tam 35 yıl önce K.Maraş'ta devletin C.Başkanından Başbakanına, İçişleri Bakanından, emniyet müdürüne kadar tüm polisinin, mitinin, itinin, askeri
ve mülki amirlerinin gözetimi altında,
bizzat katkı ve katılımlarıyla tam tamına 7 gün boyunca insanlık tarihinin en
vahşi, en insanlık dışı katliamlarından
birisi yaşandı. Katliamın acıları aradan
35 yıl geçmiş olsa bile, o kadar taze ki.
Hepimiz biliyoruz. Ama yine de katliam öncesi süreci ve katliamın yaşandığı
günleri anımsamakta fayda var.
1978 yılının 19 Aralığında K.Maraşta
Çiçek sinemasında dönemin milliyetçi
filmlerinden olan “Güneş Ne zaman Doğacak” adlı bir film oynarken saat 21:00
sularında sinemaya patlayıcı madde atılır. Patlayıcı denilen ise sadece basit bir
ses bombasıdır. Bombayı atma emrini
veren Ülkücü Gençlik Derneği K.Maraş
Şb Başkanı Mehmet Leblebici ve 2.Başkan Mustafa Kanlıdere’dir. Bombayı
atan ise o zamanlar Ülkü Ocakları üyesi,
Ökkeş Kenger ki, adını Ökkeş Şendiller
sivil faşist gerici katiller gerçekleştirdi
demek, eksik bir tespit olur. Hükümette
sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir
başbakan ve hükümet olsa da devletin
güvenlik güçleri kimi zaman ya seyirci
olur, ya da katliam süresince genellikle
faşist, gerici katilleri koruyarak, kollayarak, hatta onlarla birlikte katliamın gerçekleştirilmesini sağlar.
PTT Memuru - Nüfus Memuru – Piyangocu
Erdal Yıldırım
olarak değiştiren, sonraları da ödüllendirilip milletvekili yapılan, AKP’nin bir
Alevi Çalıştayına da “tecrübelerinden
faydalanılmak üzere” davet ettiği faşist
ittir. Bombalamadan sonra eylemin solcular, komünistler tarafından gerçekleştirildiği iddiasıyla “Kanımız Aksa
da Zafer İslamın” “Müslüman Türkiye”
“Başbuğ Türkeş” sloganlarıyla bir araya
gelen sağcı faşist güruh, CHP il binasına, PTT binasına, TÖB-DER binalarına
saldırır.
Ertesi gün de Alevilerin yaşadığı Yörük
Selim mahallesinde bir kahvehane bombalanır. Bombalama sonucu mahalle ileri
gelenlerinden Gıjık Dede adlı bir kişi yaşamını yitirir.
Aynı gün Belediye hoparlöründen “Kızıllar şehrimizi bastı, Kızıllara Geçit
Vermemek İçin Hat Boyunda Buluşalım”
anonsları yapılır…
21 Aralıkta sol görüşlü Hacı Çolak ve
Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı öğretmenler
öldürülür. Öğretmenlerin cenazesine
“Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak”
yaygarasıyla saldırı yapılır ve camide
cenaze törenine izin verilmediği için de
tören tamamlanamaz. Akşam saatlerinde
faili şüpheli bir olay daha yaşanır. Akşam saatlerinde üç sağcı genç öldürülür
ve günlerce sürecek olan, tarihte eşi benzeri olmayan bir katliamın fitili ateşlenmiş olur.
Katliam boyunca Yörük Selim, Mağaralı, Serintepe, Yusuflar, Dumlupınar,
İsadivanlı, Yeni Mahalle, Sakarya, Namık Kemal mahallelerinde ve şehir merkezinde, Maraş’a yakın merkez köylerde
korkunç bir kıyım yapılır. Dinamitlerle,
uzun namlulu silahlar, tabanca, balta, satır, keser, demir sopalar, benzin ve gaz
kullanılarak yüzlerce kişi öldürülür, yaralanır sakat bırakılır. Hamile kadınlara
tecavüzler edilir, çocuklar kaynayan kazanlara atılır, yaşlılar, gençler işkencelerle katledilir.
Bu vahşetten de öte saldırıları sadece
Katliamdan bir hafta kadar önce şehirde yaşanan bazı gelişmeler son derece
dikkat çekicidir. Alevilerin yoğun olarak
yaşadığı mahallelerde kendilerini nüfus
sayım memuru olarak tanıtan kişiler
evlerde kimlerin, kaç kişinin yaşadığını tespit edip evlere kırmızı çarpı (X )
işaretleri koydurulur. Aynı şekilde başka
mahallelerde de kimi postacı kılığındaki
kişiler “mektupların kaybolmaması” için
evlerin numaralandırıldığını söyler ve
evleri işaretlenir. (2012 den beri Aydın,
Erzincan, Malatya, İstanbul, Adıyaman
ve birçok yerde olduğu gibi ) Evler işaretlenir çünkü katliam boyunca elebaşı
konumundakiler “Üzerinde işaret olan
evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın” diye talimatlar yağdırır.
Maraş katliamını, sadece bir Alevi-Sünni çatışması eksenine oturtmaya çalışmak, bunun gerekçelerini de Alevilerin
Maraş'a yerleşmesine, ekonomik olarak
örgütleniyor olmasına bağlamak; ya da
salt CHP iktidarının yıpratılmasına yönelikmiş gibi açıklamak, salt bir AleviSünni, ya da Türk-Kürt çatışması gibi
göstermek son derecek eksik ve yetersiz
bir değerlendirmedir. Maraş, katliam
planlayıcıları tarafından son derece iyi
tespit edilmiş bir şehirdir.
Maraş’ı ve daha sonra yaşanan katliamların kimler tarafından, nasıl, hangi
amaçlar için gerçekleştirildiğini doğru
anlamak zorundayız. Maraş katliamı
Aleviler, Kızılbaşlar, Kürtler, sol ve sosyalist çevrelere karşı ve özcesi düzene
muhalif tüm kesimleri sindirme, bastırma, gözdağı verilmesi amacıyla CIA,
MİT, Kontr-Gerilla ile sivil faşist, gerici
çevrelerce ortaklaşa gerçekleştirilmiştir.
Neden Maraş veya benzer katliamlar
Konuyu biraz daha iyi anlamak – irdelemek için birkaç yıl geriye gidelim.. 1968
yılında Avrupa’da gelişen ve tüm dünyaya yayılan devrimci sol rüzgârlar doğal
olarak ülkemizde de etkisini gösterdi.
Yükselen sol muhalefete karşı emperyalizmin işbirlikçileri, askeri kanat eliyle
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
12 Mart 1971 de bir darbe gerçekleştirdi ve sıkıyönetim ilan edildi. 68 Gençlik
hareketinin öncüleri Mahir Çayan ve arkadaşları 30 Mart 1972 de Kızıldere’de,
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf
Arslan 6 Mayıs 1972 de Ankara’da darağacında, Ser Verip Sır Vermeme Geleneğinin öncüsü İbrahim Kaypakkaya
da Diyarbakır işkencehanelerinde katledildi.
12 Marttan sonra da demokrasi ve özgürlük mücadelesi engellenemedi, sol
muhalefet güçlenmeye devam etti. Ve
1973 ile 1977 yıllarındaki seçimlerde
CHP seçimlerden 1.parti olarak çıktı.
Parlamento dışındaki muhalefet de her
geçen gün yükselmeye devam ediyordu.
İşte bu durum öncelikle emperyalistlerin, ordunun, kompradorların, ağaların
işine gelmiyordu. Yükselen mücadelenin
önünün kesilmesi gerekiyordu. Bunun
içinde ülke içinde birçok yerde çeşitli
güçler devreye sokularak, sokak infazları, suikastlar, katliamlar tutuklamalar
gerçekleştiriliyordu. Ve giderek Maraş
katliamı hazırlanıyordu.
Eisenhower Doktrini – K.Afrika ve Genişletilmiş BOP
Özellikle belirtmeliyim ki, Maraş katliamı vb birçok katliamlar, 1957 yılında
ABD Kongresinin kabul ettiği “Eisenhower Doktirini”ne dayanmakta olup, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ve daha
sonra “Kuzey Afrika ve Genişletilmiş
Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan
proje de bu doktrinin geliştirilmiş şekilleridir. ABD’nin dünyayı, özellikle de
Ortadoğu coğrafyasını yeniden dizayn
etme, devamında Orta Asya’daki yer
altı doğal gaz yataklarına kavuşma amacı sebebiyle ülkemizde Maraş katliamı,
Çorum, Sivas vb katliamları, 12 Eylül
darbesini, sonrasında Madımak katliamının tertiplenmesinde önemli rol oynamış, hatta bizzat yapmıştır. Hatta son
yıllarda Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da
yaşanan darbeler, iktidar değişikliklerin
tümü bu projenin hayata geçirilmesi aşamalarıdır.
Tabi, ABD’nin bu rolünün yanında, SSCB’nin de Ortadoğu üzerindeki hesaplarını
unutmamak, bu projelerin bu iki büyük
emperyalist güç arasındaki Ortadoğu’ya
hâkim olma, pastadan daha fazla pay alma
kavgasının bir sonucu olduğunu da görmezden gelmemek gerekiyor.
Kronoloji
Maraş katliamı öncesi daha önceki yıllar
ve aynı yıl ülke içinde çok sayıda olayın
şekillendirmede rol aldığını da görüyoruz. Bunu görmek için de bazı kronolojik
ve adli bazı olaylara göz atalım.
18 Ocak: Ecevit Hükümeti, TBMM’de
güvenoyu aldı.
16 Mart: İstanbul Üniversitesi’ne atılan
bomba 5 öğrenci öldü, 50 yaralı.
15 Nisan: Malatya’da 3 öğrenci, Ankara ve K.Maraş’ta 2 işçi öldürüldü.
Ankara’da MHP Uyarı ve Yürüyüş Mitingi yapıldı.
17 Nisan: “Hamido” Malatya Bld.Bşk
Hamid Fendoğlu gönderilen bombalı
paketle öldürüldü. Maraş’ta Alevilerin
önde gelenlerinden Memiş Özdal’a bombalı paketler yollandı.
18 Nisan: Büyük bir grup “Kahrolsun
komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçti.
Alevilere ait ev ve iş yerleri işaretlendi.
Birçok işyeri tahrip edildi.
19 Nisan: İçişleri Bakanı K.Maraş’ta
Türk Yıldırım Komandoları ve Esir
Türkleri Kurtarma Ordusu’nun kurul-
duğunu açıkladı. MHP, halkı birleşmeye
çağırdı.
20 Nisan: Ordudan atılan bir yüzbaşı
evinde orduya ait TNT kalıplarıyla yakalandı. Yüzbaşının Maraş’a silah sevkiyatında görevli olduğu iddia edildi.
27 Nisan: Ülke genelinde 1 Mayıs afişi
asan 4 kişi öldürüldü.
1 Mayıs: Elazığ’da bir cami minaresinden ‘suya zehir atıldı’ şeklinde anons
yapıldı. Halk galeyana geldi, güvenlik
güçleri halkı zorla da olsa yatıştırdı.
29 Eylül: Malatya Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü.
8 Ekim: Abdullah Çatlı liderliğindeki
militanlar Ankara’da Bahçelievler Katliamı olarak bilinen saldırıda bir evde 7
öğrenciyi kurşuna dizildi.
1978 yaz ayları…Alexander Peck, ABD,
CIA
Maraş katliamı öncesi en çarpıcı, bize
en fazla bilgi verecek durumu, katliamın
şifrelerini ABD Ankara Büyükelçiliği
1.Katibi Alexander Peck’in aylar öncesinde Çorum, Amasya, Tokat, Sivas,
Erzincan, Malatya ve Maraş illerinde
başta MHP olmak üzere AP, MSP gibi
partiler, çeşitli dernek ve sendika yöneticileri ve sivil toplum kuruluşlarıyla
yaptığı bir dizi toplantıda bulabiliyoruz. Ayrıca A.Peck’in son toplantılarını
Maraş’ta ve katliamdan bir hafta kadar
önce Gaziantep’te yaptığını da biliyoruz.
Bu Aleksandre Peck ismi özellikle dikkat çekicidir. Çünkü biz olayların parçalarını doğru tamamlayabilir, yaşananları
tam olarak anlayabilirsek, o zaman gerekli dersleri daha iyi çıkarabiliriz. Bu
bağlamda Maraş katliamından 1 yıl öncesine bakıldığında görüyoruz ki, bazı
ABD vatandaşları, ya da subayları 1 Mayıs 1977 Taksim’deki İşçi Bayramında da
varlar. Ve o gün Taksim meydanını dolduran yüzbinlerce kişinin üzerine birkaç
noktadan ateş açılır. En yoğun olarak da
İntercontinental Otelinden. Ne yazık ki,
bayram kana bulanır ve 35 kişi katledilir.
Katliam öncesi ve katliam günü otelde
konaklayan bu bazı Amerikalı subaylar,
katliamdan hemen sonra sırra kadem basar, ülkelerine döner giderler.
Altın Hilal
Bir başka şifre de şu.. Alpaslan Türkeş
bu şehirlerin sanal olarak oluşturduğu
şekle “Altın Hilal” diyor, Altın Hilal’i
oluşturan şehirleri Türklüğün köklerinin
güçlendiği topraklar olarak adlandırı-
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yor; bu bölgelerde komünist ideolojiye
karşı milliyetçi, toplumsal bir uyanışın
olduğunu ve bir temizlik yapılması gerekliliğini konuşmalarında sıkça ifade
ediyordu. Bu toplantılarda “temizlik hareketinin” Alevi – Sünni çelişkisinin körüklenmesi üzerine tesis edilmesi kararı
da alınıyor. Ve dönemin İçişleri bakanı
İrfan Özaydınlı’nın hazırlattığı bir raporda da, Maraş katliamının planlamasını A.Türkeş’in dünürü ve MİT müşavirinin de içinde olduğu 4 MİT mensubu
tarafından yapıldığını açıklıyordu.
Ecevit ve çekmecesindeki belge
Tam da bu noktada bu katliamın en büyük sorumlularından biri üzerine de
birkaç söz söylememiz gerekiyor. Bu
kişi hepimizin bildiği gibi yıllarca Alevilerin, Kürtlerin, demokrat, sosyal demokratların adını dağa taşa yazdıkları,
Karaoğlan diye sahiplendikleri; hem
kendi örgüt yöneticileri, hem de MİT’in
kendi içindeki bir grubu tarafından rapor
sunularak katliam yapılacağından haberdar edilen, buna rağmen kılını kıpırdatmayan, üstelik onu 32 yıl çekmecesinde
saklayan Ecevit’tir.
Ecevitin çekmecesindeki belgede (bizzat
kendisinin ‘1 Ocak 1979 - Çok ciddi bir
kaynaktan verilmiştir’ notunu düşmüş)
şöyle diyordu: “CHP iktidarı devraldıktan sonra vuku bulan büyük olayların (Malatya, Sivas, Kahramanmaraş)
çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden
haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet
vermişlerdir. Önceden haber vermek bir
tarafa olayın yaratılmasında en etkin rol
oynamışlardır. Nitekim Kahramanmaraş
olayı MİT'tin (Şahap H., Ali K., Mehmet K., Av. Metin E. Nart K.) müşterek
planlamaları ile çıkarılmıştır. MİT, CHP
zamanında büyük olayları yapan ve yaptıran MHP'lilere ait bilgileri saklamış,
sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola
ait raporların verilmesi hususunda Türkeş, MİT'teki elemanlarına talimat vermiştir.”
1974 yılında yüzlerce kilometre mesafede, deniz ötesindeki Kıbrıs’ın % 40’ına
yakın toprakları 45 dakikada işgal eden
ordu birlikleri günlerce ortalıklarda görünmez, hatta polisler ve askerler katillerle birlikte cinayetler işlerler. Kıbrısı
işgal etme emrini veren Ecevit’te ortalarda görünmez.
19 Aralık 2000 Cezaevleri Katliamı Hayata Dönüş Operasyonu
Ve aynı Ecevit 19 Aralık 2000 tarihinde
ülkenin değişik şehirlerindeki cezaevlerinde sol, sosyalist, devrimcilere karşı
yaptığı bir operasyonla 2 si asker, 30’u
tutuklu 32 kişinin ölmesinin emrini veren kişidir. Ve operasyonda görev yapan asker ve polisleri kutlayan da aynı
Ecevit’tir.
Resmi sonuçlar
Resmi verilere göre yedi gün süren olaylar sırasında 150 (350) Alevi öldürüldü,
1.000 den fazla kişi yaralandı, Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e
yakın işyeri tahrip edildi. Savcının iddianamesine göre katliama karışanların
sayısı 1.350 kişiydi. Bunlardan 752 kişi
tutuklandı. 23 yıl süren davalar sonunda
22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321
kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. Yine
savcının iddiasına göre katliamda önemli
rol oynayan 68 kişiye ise hiçbir zaman
ulaşılamadı. 1991’de çıkan TMK ile ceza
alanların bir kısmının yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı.
Ökkeş Kenger
Katliamın birincil dereceden sorumlularından Ökkeş Kenger ki, 1971 Kırıkhan katliamının da sorumlularındandır.
Daha sonra MHP Milletvekili yapılmıştır. Aynı şekilde Muhsin Yazıcıoğlu da,
milletvekili yapılarak ödüllendirilmiştir.
Haluk Kırcı işadamı oldu. Ünal Osman
Ağaoğlu yurtdışına kaçtı. Döndükten
sonra da sadece Kemal Türkler davasından tutuksuz olarak yargılandı. Yani
görüldüğü gibi katiller ödüllendirildiler.
Sıkıyönetim – 12 Eylül
Katliamdan sonra 12 Eylüle giden yol
için 26 Aralık 1978 saat 07.00'den itibaren İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş,
Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas ve
Şanlıurfa olmak üzere, toplam 13 ilde
sıkıyönetim ilan edildi. Daha sonra bu illerin sayısının arttırıldığını da biliyoruz.
Ve 12 Eylül darbesinden sonra CIA'nın
Türkiye Temsilcisi Richard Perle “bizim
çocuklar başardı” (our boys did it) ABD
Dışişleri Bakanı Muskie ise 12 Eylül
faşist darbesine ABD Başkanı Carter'a
“Başkanım, Türk ordusunun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Müdahale
etmesi gerekenler müdahaleyi yaptı” diyordu.
Travma
Bu katliamın sonucunu sadece öldürülenler, yaralananlar ile açıklamaya
çalışmak yetersiz kalır. Katliamın çok
önemli başka sonuçlarına bakalım. Tek
tipleştirmeci, ötekileştirici, inkârcı, yok
etmeye yönelik ve emperyalizmin uşağı
Türk – İslamcı anlayış sayesinde Aleviler, Kürtler korku yoluyla göçe zorlanmış ve Maraş’taki Alevilerin % 80
‘i şehri terk etmiş, başka şehirlere ve
özellikle yurtdışına gitmişlerdir. Katliamdan buyana 35 yıl geçmiş olmasına
rağmen yaşanan bireysel, toplumsal ve
ruhi travmalar halen devam etmektedir.
Halen birçok Maraş’lı katliamda terk ettiği ata yurduna, evine, köyüne dönmeye
cesaret edememekte, çocuklarına o katliamı anlatmamaktadırlar. Birkaç yıldır
özellikle AABK ve PSAKD önderlikli
Maraş’ı Maraş’ta anma etkinliklerine,
daha önceleri yıllarca Sivas’ta Madımak
anmalarında gördüğümüz gibi Maraşlılar katılmaya cesaret edememektedirler.
Kayıp Mezarlar
Sizinle bu sohbet ortamını bulmuşken bir
başka konuda da bir şeyler paylaşmak istiyorum. Bu ülke tarihi gerçek anlamıyla
bir katliamlar tarihidir. Katliamları yapan kamu görevlileri, devletin koruması,
gözetimi altındaki katiller, sorumlular,
sivil faşistlerin suçları her daim üzerleri örtülmüş, gizlenmiş, belgeler, kanıtlar
ortadan kaldırılmış, yok edilmeye çalışılmıştır. Hatta sadece bununla da yetinilmemiş kimi zaman katledilenlerin,
yitirdiklerimizin mezarlarını dahi gizlemiş, ortadan kaldırmayı seçmişlerdir. Bu
konuda da çokça örnek mevcuttur..
Koçgiri’nin yiğit evlatları Alişer ve
Zarife’nin kesik başları veya mezarlarının nerede olduğu gizlenmiştir ve bilinmemektedir. Yine Dersim’in Seyit Rıza
ve yoldaşlarının mezar yerleri gizlenmiş
ve bugüne kadar tespit edilememiştir.
Son süreçte de Maraş’ta katledilenlerin mezar yerlerinin belli olmadığı, en
azından şuana kadar 80 kişinin mezar
yerinin kaybolmuş olduğu, ya da yok
edildiği yakınlarının başvurusu ve girişimleri sonucu meydana çıkmıştır.
Öyle bir densizlik, öyle bir aymazlık ki,
K.Maraş Belediye Başkan Yrd. Hasan
Kaya, katliamdan yaşamlarını yitirenlerin cenazelerinin defnedildiği Şeyh Adil
Mezarlığındaki birçok kişiye ait kişinin
mezar yerlerinin bilinmediğini açıklıyor.
Bugüne kadar hem bu katliamları gizlemeye çalışan, sorumlular, hem de içimizdeki kimi kişiler katliamları unutmamızı, geçmişte olup bitenlerin üzerinin
örtülmesi gerektiğini söyleyip durdular.
Söylemeye de devam ediyorlar.
Unutmak!!!
Ama nasıl unutacağız?
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hesaplaşma ve Yüzleşme olmadan katliamları unutamayız…
Zaten nasıl unutacağız ki?
80 yaşındaki kadının gözlerinin tornavida ile gözlerinin oyulmasını unutabilir
miyiz?
10 yaşlarındaki çocukların kaynar kazanlara atılarak öldürülmesini kim unutabilir?
Hamile kadınların karınlarının satırlarla deşilerek ceninlerin dahi öldürülmesi
vahşetini mi unutacağız?
Çocukların, yaşlık kadın ve erkeklerin
üzerlerine gaz ya da benzin dökülerek
yakılmalarını kim unutabilir?
Ağaçlara çivilenen çocukları unutmak
hangi vicdanın işi olabilir?
Tarihlerini objektif bir şekilde incelemeyen, araştırmayan, olayın arka tarafında
kalanları gün ışığına çıkartmayan, yorumlamayan, hesaplaşmayan, yapılanlarla yüzleşmeyen ve ders çıkartmayanlar aynı hataları yapmaklar, karşı karşıya
kaldıkları aynı haksızlıkları, zorlukları,
hak ihlallerini, katliamları yaşamaya devam edeceklerdir.
malatya
katliamı
''18 Nisan 1978 Salı. Sabahın erken
saatlerinden itibaren kente, komşu il
ve ilçelerden, köylerden akın akın insan gelmeye baslamıştı. Gelenlerin bir
bölümü belediyenin önünde, diger bir
bölümü de Samanpazarı’nda toplandı.
Toplananların sayısı kısa sürede on
bini aştı. Çoğu 15-20 yaşlarında gençlerdi. Gençlerin ellerinde özel hazırlanmış sopalar, zincirler, nacak gibi
saldırı aletleri bulunuyordu. Yüzleri
maskeli olan çok sayıda kişi de, toplanan grupların önüne geçtiler. Bir
kol, Cezmi Kartay Caddesine yöneldi.
Burada bulunan işyerlerinin çoğunlugu Alevilere aitti. Bir kol, Fuzuli Caddesine, bir kol Akpınar, Yogurtpazarı,
Mısırlı Çarşısı ve eski Halep Caddesine; bir kol da Turan Emeksiz Caddesine dogru “Kahrolsun Komünizm, katil
Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan
Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçtiler.
Hesaplaşma – Yüzleşme
Evet, Maraş dahil, bugüne kadar yaşanan tüm katliamların utançlarıyla
yüzleşmeli, katliamlarla ilgili gizlenen
arşivler, belgeleri açıklanmalı, saklanmaya ve korunan çalışılan gerçek suçlu
ve sorumlular tespit edilmeli ve mutlaka
yargılanmalıdır.
Devlet Maraş katliamından ve diğer katliamlardan ötürü toplumdan özür dilemeli, Maraş'a da katliamı ve yitirdiklerimizi sembolize eden ve unutulmamasını
sağlayacak bir anıt dikilmelidir.
Bizler bu topraklarda yaşanan Koçgiri,
Zilan, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas,
Madımak, Gazi ve Roboski katliamlarını
unuttukça, bundan gerekli dersleri çıkarmalıyız. Devletle, sistemle, kendimizle
yüzleşmeliyiz. Yoksa daha çok Maraş ve
benzeri katliamları yaşatırlar, yaşarız.
Ve her şeyden önemlisi biz unuttukça
hatırlatırlar.. Bilmeliyiz ki, unutmak
ihanettir. Koçgiri katliamını unuttuk.
Zilan’da katlederek hatırlattılar. Zilan’ı
unuttuk, Dersim’de hatırlattılar.
Bitti mi, bitmedi..
5 Haziran 1966 Ortaca, 11 Haziran 1967
Göstericilerin önünde bulunan maskeliler, solcu ve Alevilere ait önceden işaretlenmiş işyerlerini göstererek tahrip
ettiriyor, arkasından gaz dökerek yakiyorlardı. Yanan yağların, mobilyaların,
halıların, deterjanların kokusu ve dumanı tüm Malatya’yi sardı.''
Malatya'da 17 Nisan 1978 akşamı başlayan saldırı, tahrip ve silahlı çatışma; 20
Nisan akşamına kadar sürdü. Ancak üç
Elbistan, 5 Mart 1971 Kırıkhan, 18 Nisan 1978 Malatya katliamları yaşandı ve
yine kısa sürede unutuldu. Unutulunca
1-4 Eylül 1978 Sivas Alibaba’da hatırlattılar. Sivas’ı da unuttuk. Hemen 1978
Maraş katliamını yaşatıp hatırlattılar.
Ama Maraş’ı da unuttuk. Biz unutunca
onlar hatırlatıyorlardı. Bu kez 29 Mayıs-3 Temmuz 1980 tarihlerinde onlarca
insanımızı yitirdiğimiz Çorum’da hatırlattılar.
Biz unutmaya devam ettikçe onlar hatırlatıyorlardı. Yine öyle oldu.
Çorum unutulunca 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak katliamında içlerinde 12
yaşındaki Koray Kaya’nın da olduğu 33
canımızı daha katlettiler. Ve ardından 12
Mart 95 Gazi ile Ümraniye katliamları…
Seyit Rıza’nın kızı Leyla Dersim 38 Belgeselinde: “Bunu unutmayın, elinizi,
ayağınızı, gözlerinizi öpüyorum. Bunu
unutmayın, bu derdi unutmayın” diyordu.
Ben de sözlerimi Maraş katliamını yaşamış, birçok akrabasını katliamda yitirmiş bir Maraşlı amcamızın torunlarına
söylediği: “Herkesin yarası parmağında,
bizimkisi ciğerimizde. Sakın unutmayın
bunları!“ diyerek bitiriyorum.
gün içinde denetim altına alınabildi.
Bu süre içinde 8 kişi ölmüş, 20’si ağır
olmak üzere 100 kişi yaralanmış, 100
işyeri ve konut tamamen olmak üzere,
toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilmiştir.
Bazı işyerlerinde yangının halen devam ettiği 20 Nisan günü şehir merkezindeki enkazı kaldırma çalışmaları
başlatıldı. Cadde ve sokaklar ancak iki
günde temizlenebildi.''
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa
Karşı Komisyon MÜSLÜMANLARA SORUYORUZ!
Bugün yılbaşı. İslam adına yapılan
ırkçılığa Müslümanların büyük bir
çoğunluğunun desteklemediğini biliyoruz. Ama desteklemeyenlerin de
ses vermesini istiyoruz. Yılbaşı günü
bu imza kampanyasını bunun için açıyoruz. Kimliğinin belirleyici öğesini
Müslümanlık olarak gören herkese soruyoruz. Kardeşlikten, “yaratılanı yaratandan ötürü sevmekten” bahseden
devletin en tepesindekilerden başlayarak, kamu görevlisinden, sivil toplum
kuruluşu temsilcisi ya da üyesine, kanaat önderinden sokaktaki vatandaşa
kadar kendini öncelikle Müslüman hisseden ve Müslüman olarak söz söyleyen herkese soruyoruz: 26 Aralık 2013
Perşembe günü, Beyazıt Meydanı’nda
“Anadolu Gençlik Derneği” adı kuruluşa mensup, tekbir getirerek,“Edep Ya
Hu” pankartıyla yürüyen bir grubun
Noel kutlamasının “Müslümanlığa indirilen bir darbe” olduğunu ilan ettiğini duydunuz mu? Bu haberi okudunuz
mu? Basın açıklamasının ardından
Noel baba şeklindeki balon maketin
önüne bira kutuları, haç ve enjektör konulduğu haberini gördünüz mü? Televizyon ekranında şişme Noel Baba’nın
“sünnet edildikten” sonra bıçaklanarak
parçalandığını izlediniz mi? Görmedi-
147 ton kitap, kilosu
15 kuruştan satıldı
Milli Kütüphane tarafından Hurdasan’a
gönderilen 147 ton kitap ve yazılı materyalin içinde tarihi çok eskiye dayanan yüzlerce nadide eserin sahaflara
kilosu 15-50 kuruşa satıldığı ortaya
çıktı.
Son güncelleme: 9 Aralık 2013 08:47
Mynet haber bugün 5.861.636 defa, bu
haber 32.337 defa okundu.
Milli Kütüphane Başkanlığı’nda, önemli bir kültür ihmalinin yaşandığı ortaya çıktı. Hurdasan’a gönderilen Milli Kütüphane’nin hurda deposundaki
kaydı bulunmayan 147 ton kitap ve yazılı materyalin içinde, tarihi çok eskiye
dayanan yüzlerce nadide esere rastlandı. Hurdasan’ın yaptığı satışı yakından
takip eden sahaf ve koleksiyonerlerin,
cut yasalara göre suçtur.
Adı geçen açıklamada söylenen yukarıdaki sözleri kınıyor musunuz? Hakka, hukuka, adalete, temel insan haklarına aykırı görüyor musunuz?
niz, okumadınız, duymadınızsa, şimdi
haberdar olduğunuzda, bu yapılanı ve
söyleneni kınıyor musunuz? Hakka,
hukuka, adalete, temel insan haklarına
aykırı görüyor musunuz?
Anadolu Gençlik Derneği’nin yukarıda
adı geçen açıklamasında, “Gayri Müslim azınlıkların bütün hakları İslam
devletinin ve Müslümanların teminatı
altındadır” denmiş. Bu ifade sadece
insan haklarının ihlali değil, mevcut
yasalara göre de suçtur. Her ne kadar
birçok bakımdan kağıt üzerinde kalsa
da resmi olarak, Anayasası, yasaları ile
seküler bir devleti “İslam devleti” ilan
etmek, Müslüman olmayanları, yasalar
ve evrensel hukukun güvencesi altında
bireyler ve toplumlar değil, güvenliği
Müslümanların (hem de Noel Baba bıçaklayan Müslümanların) teminatı altında olan birer “emanet”, Osmanlı’dan
miras “zımmi”, dolaylısıyla ikinci sınıf
yurttaş olduğunu ilan etmek, insan
hakları ihlali olmanın yanı sıra, mev-
Bu olaydan bir gün önce, Kadıköy’deki Sultan 3. Mustafa İskele Camisi’nin
elektronik panosunda yer alan “Ey
iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin
dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost
edinirse kuşkusuz o da onlardandır”
şeklinde bir yazı yazıldı.
kitapları kilosu 15 ile 50 kuruş arasında satın alarak, yüksek fiyatlara müzayedede sattıkları veya koleksiyonlarına
kattıkları belirlendi. Hürriyet, Kültür
ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in önceki
gün Twitter hesabından yaptığı “Milli
Kütüphane’de pek çok eserle ilgili suç
teşkil eden uygulamalar tespit ettik”
açıklamasında kastedilen suiistimali ortaya çıkardı. Buna göre Bakan Çelik’in
işaret ettiği suiistimaller, ilk olarak kütüphanenin bir idari toplantısında fark
edildi. Bu toplantıda, Milli Kütüphane
mühürlü bir yazma eserin Konya Yazma
Eserler Başkanlığı’na satıldığı bilgisi
alındı.
Hurdasan’a gönderildiği tespit edildi.
Teslim, Hurdasan’ın tutanaklarına ise
“Hurda kâğıtların bulunduğu depoların kullanılacağı için acilen boşaltılması” şeklinde yansıdı. Hurdasan’ın
farklı zamanlarda satışa çıkardığı bu
materyallere, sahaflar ve koleksiyonler büyük ilgi gösterdi. Hatta bir koleksiyonerin kilogramı 15 ile 50 kuruş
arasında değişen fiyatlara satılan bu
yayınlardan 15 ton aldığı dikkat çekti.
15 KURUŞA SATILDI
Yapılan ilk araştırmada 2007’de döküm
listesi olmayan, tasnifi yapılmayan 102
ton hurda kitap ve yazılı materyalin,
11 kamyonla Hurdasan’a gönderildiği
ve tutanak karşılığında teslim edildiği
belirlendi. 2011 yılında da yine 45 ton
kitabın 15’er tonluk üç parti halinde
Şimdi tekrar edelim: İslamin belirleyici kimliğini oluşturduğu tüm kuruluş,
dernek ve çevreleri, kimliğinin başat
öğesi olarak Müslümanlığı gören yönetici ve yönetilenlere soruyoruz:
Yukarıda anılan etkinlikte söylenenleri ve yapılanları, caminin elektronik panosuna Hıristiyan ve Yahudileri
düşman ilan eden sözlerin yazılmasını
kınayan bir bildiri kaleme almayı, ya
da kaleme alınan bir bildiriye imza
vermeyi düşünür müsünüz?
Cevap bekliyoruz.
KÜTÜPHANE MÜHRÜ VAR
Hürriyet’in gittiği Ankara’daki çeşitli
sahaflarda da Milli Kütüphane mühürlü kitaplara rastlandı. 400 ile 1000 lira
arasında satılan bu kitaplar arasında
1860’ta basılmış Hıristiyan teolojisine
göre yazılmış Ermenice bir kitaptan,
1800’lü yıllarda basılmış İzmir baskılı yine Ermenice Balkan coğrafyasını
anlatan bir diğerine; 1913 yılında tek
nüsha halinde Merzifon’da çıkan Yunanca ‘Pontus’ dergisine kadar pek çok
eser bulunuyor.
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ölmeden Önce
şeyin kokusu değişmiştir sende...sevdiğin biri ölmüştür ve sende değişmişsindir...
Her ölümün karşında biraz daha erirsin biraz daha değişirsin...
Her yok oluşla biraz daha yok olursun...
İnsan şaşırır ölümü görünce...
Aram Ararat
İncecik bir yazı, akar akar usulca...ve
peşin sıra ardı ardına kelimeler..
Küçücük,minnacık,kopuk kopuk kelimeler...
Sonra birleşirler, toplanırlar, kendini
sürekli tekrarlayan,kısacık bir cümle
olurlar...
ölüm!...
İnsan şaşar ölümü gürünce...
O kısa cümleye soğuk ve şaşkınlıkla
bakar...
Göğüs hizasında,yazı gibi ince bir sızıdır önce kelimeler gibi küçük, minik,
kopuk sızlar...
Bir sesizlik büyür içinde,o sesizliğin
içinde yayılırlar...
Ve bir yangına çıplak elinle dokunur
gibi olursun...
Yanık yanık kokar bir karanfil....
Bir katre alevidir, o kızıl çiçek, ömrünün bir yerine dokunup orada bir gülümseyiş ya da bir hüzünle hatırlanan
bir iz bırakan birinin sende..senin de
ömründen,hatıralarından koparılırken
hissedilen bir cehennem alevi...
Kor kor ateşlerden yanarsın...
Yanık yanık kokar hayat...
Aşılmaz bir yalçın kayanın önünde durursun...Korkunç labirentler,engeller
ve karanlık boşluklarla yüzleşirsin...
Herşeyin rengi değişmiştir gözünde...
her şeyin adı değişmiştir dilinde... her
Ne garip insanların ne kadar sevildiği
ölüdükten sonra fark edilir heyhat...
Bir gün söylenecek diye bir kenarda
bekletilen,ama hiç söylenilmeyen bir
cümle kalır kaybedilenlerin aklında...
Hayattı bir gün ödünç almak istersin...
sadece tek bir gün...
Bir gün önceye dönmek,söylenmeyen
bir şeyi söylemek,konuşulmayan bir
şeyi konuşmak için bir tek gün hatta
bir tek saat istersin...
Ama yoktur...vakit dolmuştur... zamanı
geçmiştir...süresi bitmiştir.
Bir daha geri dönmemek için uzun yolculuğa çıkanı çağırmak nafile...
nafiledir çağırmak...çağırma isteğinden direnmekte nafiledir... zira giden
geri gelmiyor...
Bir dua mı okunmalı?
Bir türkü mü söylenmeli?
Bir çocuk bir gün mutlaka sorar babasına: "baba ölüm nedir?"
"Uzun bir yolculuktur ölüm... gidip
gelmemektir...bir yok oluştur... kayıplara karışmaktır ölüm...
Varılacak yer gökyüzünde ıssız bir has
bahçedir belki... belki bir ışık deryası,
belki de koyu bir karanlıktır...Belki
tam bir yalnızlıktır. belki ahenkli bir
kalabalıktır.
Ama her halukarda bir başına gitmektir ölüm...
O halde neden bu kadar kırıyoruz birbirimizi... Neden bu kadar ihmal ediyoruz?... Neden bu kadar bencil ve
egoist oluyoruz herkese karşı... Mademki ölüm var...mademki fanidir bu
dünya,o vakit neden sevgimizi hep
kendimizden saklıyoruz....neden hiç
görmediğimiz,tanımadığımız insanları sadece ırkından, inancından ve
düşüncelerinden dolayı nefret ediyorsunuz...
Mademki ölüm var,o zaman birbirimizi öldürmemize ne hacet.öldürmeye ne
gerek var ölmüyor muyuz son kertede?...
İnsanlar neden hep öldürmekle,yok
etmekle övünüyorlar... ve hep öldüren
kişileri kahraman ilan ediyorlar...oysaki sizin kahraman gürdüğünüz kişiler
bir başkasının katili olduğunu unutmayın...
Öteden beri ölümü hep sonbahar, mevsimine benzetmişimdir. sonbaharda
ağaçların sararmış yapraklarınada tuhaf bir hüzün vardır...tıpkı ölen bir insanın uçuk cehresi gibi... bu mevsiminde dağ, taş, ova, vadi, orman ve bütün
kainata hazin sarı bir renk çöküyor...
ölümün rengi...
mademki ölüm vardır,o zaman bir gün
sadece kendiniz için yaşayın.sabahın
seherinde uyanın en güzel giyitlerinizi
giyin, geçin aynaların karşısına tarayın saçlarınızı...en güzel kokularınız
sürün ve sonra kendinizi atın sokağa...
çıkın dağların en doruklarına, açın
kollarınızı yele karşı,rüzgarlar tarasın
saçlarınızı...sonra inin ovaya... som
som kaynaşan çaygaralarda kana kana
su için ve içinizdeki o kor ateş sönsün...arının dertlerden, kederlerden...
Karışın sokak,çarşı,pazarda ölümden
bi haber dolaşan ahalinin içine...En
sevmediğiniz insanları görün ve yüzlerine yüzlerine gülün katıla katıla...
sizde olmayanı ve sizden tamamıyla
dini,mezhebi,inancı ve etnik kökeni
farklı olan insanlara dokunun,ve sevin
onları...Ağaçları,kuşları,hayvanları,in
sanları ve bilcümle canlıları bağrınıza
basın... Ve günün sonunda hayatınızda
kırdığınız tüm kalplerden üzür dileyin
af dileyin...
BU ANLAMDA KIRDIĞIM BÜTÜN
KALPLERDEN AF DİLİYORUM...
mutlaka ama mutlaka yapın bunları
ÖLMEDEN ÖNCE..
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ötek i
Maraş
(II)
Uğur ADSIZ
KurmançAilesiGeri dönüşün cazibesiz
yarası yüzünden ertelenen hayellerin
topraklarında yabancılaşan yüzler,
aidiyet duygusunu göç topraklarında
yitirmiş evliliği imkansızlaşmış bir
aşktır, Avrupa Maraş Kürtlüğü.
Dönemsel bir ziyarethane edasına bürünmüş yüzbinlerin terk ettiği sevdanın dilinin değişime uğramasıdır Maraş Kürtlüğü.
Maraş Kürtleri son 400-500 yıllık süreç içerisinde ciddi göçsel değişimler
yaşamıştır. Keza Maraş’ın birçok halkı
içinde söylenebilir bu durum. Maraş’a
ya da Maraş ve çevresindeki coğrafyaya göç önceleri kitlesel değilde doğudan kabaran nüfustan arta kalanlarla
yerleşimler, Medlerden önce gelişme
gösteristir.
Zira Maraş’ın Kayseri sınırındaki
komşu ilçesi Sarız ismine baktğımızda
bu ismin Sarız (Soros / Sarus) ilçesinin adı Med Kralı Keyaksaros (Keykhustrev) ‘dan geldiğini görmekteyiz
bu bölgede hala yoğun bir kürt nufüsu
mevcuttur.
Göksun ilçesinin tarihi adı “Keoksun” un yine aynı addan türeme ihtimali var. Bu dönemdeki göçler hakkında detaylara inemesek de Maraş
Kürtleri’nin büyük bir bölümünün zamanla Gürcistan’a göçtükleri ve burada
“Cec” ya da yerli ağzıyla “Simiyalka”
adını almış olduklarını görmekteyiz.
Bugün bu Cec Kürtleri 100 binden fazla nüfusa sahiptir. Yine Kozanoğullarının Lek Kürtlerinden oldukları iddia
edilir ve bunların Çarum ve Gürcistan
sınır hattı boyunca yaşanyan Kürtlerin
göçleriyle Kozan’a geldikleri söylenir.
Her ne kadar üzerinde ciddi bir araştırma yapılmamış olsa da biz “Cec” ve
“Lek” Kürtlerinin yakın bir dönemde
bibirinden ayrılmış oldukalrını söyleyebiliriz. Batum’da Yaşayan Cec
Kürtçesi Örnekleri: Çıto (nasıl), rınd
(iyi), mange (inek), Apo (baba), çerkiyi (nasılsın), verdé (burası), demdan
(uyumak), xung (kız kardeş), brang
(erkek kardeş), qısekırın (konuşmak),
gır (yaşı büyük olan), zıvang (dil),
kenandın dan (güldürmek), cung (küçük), xoli (niçin) pıt (kadınlar için kullanılan bir tabir “jın” gibi) ber (gel),
aşmiş (yemek), pi (omuz), ezgi (eziyet),
nimé (namaz), Kürtçedeki “ji” eki yerine “zi” kumlanıyorlar. “Örneğin; ew
ji hat- ew zi hat. Cec kürtçesine baktığımızda Kirmançkî (Zazakî) öğelerin
yoğun olduğunu görmekteyiz aynı unsur Şadi ve Qocgirî Kürtleri için de geçerlidir. Cec Kürtlerinin ve Lek kürtlerinin Şadi aşiretinden olma ihtimalleri
oldukça yüksektir. Bugünün kozanın
Hamamköy köyüne gittiğimizde hem
fiziki özellelikler hemde dilsel özellikler birbirine yakındır fakat sadece köydeki birkaç yaşlı bu dili bilmektedir.
Orta Anadolu’ya gelen Kürtlerin nereden geldikleri sorusu, bunlarin ne zaman geldikleri sorusu gibi son derece
önemlidir. Ama bu alandaki bilgilerin
son derece sınırlı olduğunu görüyoruz.
Bu konu ayrı bir çalışmayı gerektiriyor.
Anadolu’nun dışında yaşayan başka
yörelerden Kürtlerin, Orta Anadolu’ya
göç ettikleri görülmüştür, İran’dan göç
eden Lek Kürtleri gibi. Özellikle Adana ve yöresinde yaşayan, daha sonra-
ları başka yörelere göç eden Lek Kürtlerinin asıl yurtları Kermanşah’dır.
İran’da Lekistan denilen bir yöre de
yaşamaktadırlar. 55 Lek Kürtlerinin 1512 yılında Yavuz Sultan Selim
ve güçlerine yardım ettikleri ve daha
sonra Kozan yöresine yerleştikleri öne
sürülmektedir. Araştırmacı Wolfram
Eberhard bir incelemesinde Kozanoiullarının aslında Kürt olduğu ve zamanla Türkmenleştiklerini belirilmektedir.
56 Daha sonraki yıllarda Kozanoğullarının daha güçlü olabilmek için bu kez
cesaretleriyle tanınan Lek Kürtlerinin
kızlarıyla evlenmeyi tercih ettikleri
görülmüştür. 57 Diğer yandan Kürt
tarihçilerinden Celilê Celil’in ortaya
çıkardığı iki belgede, Kozanoğullarından bazı kişilerin, örneğin bir Kürt
olarak Kozanoğlu Süleyman Bey’in
1888 yılında İstanbul’daki Rus Büyük
Elçiliğiyle ilişkiye geçtiği görülmektedir. 58 Lek Kürtleri daha sonraları
Anadolu’nun başka yörelerine dağılmışlardır. Urfa’da “Lekler Mahallesi”
adında bir mahallenin olduğu söylenmektedir. (Rohat Alakom)
Cec Kürtlerinin dilsel özelliklerini baz
aldığımızda bunların da Kırmanşah
bölgesinden geldikleri görülür. Burada
akılları karıştıran şey göçlerin dönemsel döngüsünün gelgitlerle yoğunlaşması ve tam olarak bilinmemesi. Fakat
bu bulgular ışığında bu iki ağzın aslında bir ağız olduğunu söyleyebiliz.
Cec ve Lek Kürtleri dışında Maraş’ın
göç yolu ya da iskanı olduğu bazı aşiretler Şıxbıziniler, Sinemililer, Koçgiriler ve Şadiler’dir. Sinemililerrin
Maraş’a gelişi tam olarak bilinmese de
Şıxbizinilerin bir dönem Elbistan civarına yerleştikleri daha sonra Kırşehir’e
göç ettiklerini tahmin ediyoruz. Şadilerin gelişi 1850′lilerden başlarken,
Koçgiri göçleri 1900′lü yılların başlarına denk geldiği tahmin ediliyor.
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mirabel kızkardeşlerin yolundan gidenler...
25 kasım dünya kadınına şiddete yönelik
mücadele günü
Ülkelerinde ki dikta rejime karşı savaşım yürüten ve ağır cezalar almalarına
rağmen vazgeçmeyen, yılmayan, mücadelelerinin sembolu haline gelmiş üç kızkardeştirler Mirabel kardeşler. 25 Kasım
1960 Dominik Cumhuriyetinde, Trojillo
Diktatörlüğü’ne karşı direnişi sergileyen
Mirabel Kardeşlerin diktatörlük askerlerince tecavüz edilerek öldükleri gündür.
Ülkenin medyasında sadece bir trafik kazası olduğu söylenerek üzeri örtbas edilmiştir.
Mirabel kardeşler, Türkiye de kadın hareketlerinin de önemli bir unsurudur. Türkiye, dünya ülkeleri arasında kadına yönelik
şiddetin en fazla olduğu ülkeler sıralamasında başlardadır. Gerek fiziksel şiddet,
gerekse psikolojik şiddet. Taciz, tecavüz,
küçük yaşta kendilerinin haberleri bile
olmayan, cinsel olgunluğa bile erişmeden
evlendirilen çocuk gelinler, haksız tahrikten öldürülen kadınların çok fazla olması
sorunu açıkça göstermektedir.
Cinsel istismarın en büyük suç olduğunu
teşhisen, mutlak olarak bu iğrenç edimi
gerçekleştiren kişilerin en ağır biçim de
yargılanmaları gerekmektedir. Tekçi,
ata-erkil, tahakkümcü, hiyerarşik devletçi zihniyetinin sürekli olarak kadına
uygulanan cinsel sömürüye izin verilmesinden midir acaba artan istismarların
sebebi? Biliyoruz ki bu ülkede tecavüze
yargının işlemediği, hatta tecavüze uğrayan kadının ’giyinişi, davranışı‘ına göre
tahrikten ceza indirimi alması yetmezmiş gibi razılarının olmasının söylenmesi
hatta ve hatta evlenme yoluyla da hiç ceza
almadan çıkması mümkündür.
Kadına yönelik her türlü şiddet evrensel
sorundur. Dünyada kadınların % 49’u
psikolojik şiddet görerek yaşamlarını
sürdürmektedir. %45 oranında çalışan
kadınlar, iş yerlerinde tacize uğramaktadır. Kırsalda yaşayan kadınlar, şehir
de yaşayan kadınlardan daha fazla şiddet
görmektedir. Kırsal da her 100 kadından
41'i şehirde yaşayanların ise 27'si şiddet
görmektedir. Dünya üzerin de kadınların
%95'i hiç şaşırmayın aile içerisinde şiddete maruz kalmaktadır. Tabi ki Türkiye
de bu durum daha fazladır. Türkiye, 2010
verilerine göre kadın hakları bakımından
136 ülke arasında 126. sırada olmuştur.
İnsan tacirleri tarafından üzerine tahakküm kurulan kadınların sayısı Avrupa da
500.000 iken, Türkiye de 5 bini vesikalı
YÜRÜ BİRE YALAN DÜNYA
Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misâli
Seni eken biçer bir gün
Ağalar içmesi hoştur
O da züğürtlere güçtür
Can kafeste duran kuştur
Elbet uçar gider bir gün
Dilara Gerdan
yaklaşık 100 bin kadın seks sektörü içerisinde bulunmaktadır.
Gelenekçilik ve toplumumuzun hassasiyetlerini tahrik eden bir hükümet kanalı var ve öğrencileri evlenmeye teşvik
edici programlar geliştirmektedir. Önce
lise öğrencileriyle başlayan bu çelişki
ardından üniversite de evlenilir ise kredi
ve yurt borçlarının silinmesiyle devam
etmiştir. Bu programlar kadına yönelik
şiddeti artıracaktır. Evlilik sorumluluk
isteyen bir kurumdur nitekim henüz okumakta olan öğrencilerin yapacağı her evlilik erkenken ilerisinde getireceği sorunları görmezden gelmek de suçtur.
Kadınlar için özgürlüğün ilk adımı örgütlü mücadeleyle başlamaktadır. Bizler biliyoruz ki sisteme kafa tutmuş bir kadının
elbetteki ev içinde-dışında bedeni, yaşantısı üzerine kurulmuş her tahakkümün
üstesinden gelebilmektedir. Örgütlülük,
özgürlüğün bir teminatıdır. Kadının statüsü gözler önünde. Kendini yeniden var
etmesi ve inşa etmesi için doğru bir mücadeleye başlaması ve kendini de siyasi
oluşumların içinde göstermesi gereklidir.
Kadının siyasete katılım göstermemesi,
örgütlülük bilincinden kendini mahrum
etmesi, ev içi proleter olarak kendini hapsetmesi özgürlüğünün önüne çekilmiş en
büyük settir.
Bizim amacımız; kimliğimiz, emeğimiz
hakkında direktif veren 'erk' düşünceye
inat savaşan, çalışan, direnen kadınlar
olmaktır. Irkçılığa, milliyetçiliğe, militarizme, canlılara ve doğaya zarar vermemek, erkeğin kadın üzerinde kurduğu tahakküme karşı savaşım vermektir.
Kendini pasivize etmiş bir kadın değil,
ayakları üzerinde sağlam duran güçlü kadın olmaktır. Mirabel kardeşlerin korkusuzluğu, cesaretinden kendimize pay biçmektir. Artık kadınların ne giyeceğine,
kaç çocuk yapacağına, doğum yaparken
hangi yöntemi kullanacağına erkekler değil, kadınlar karar versin...
Aşıklar der ki nolacak
Bu dünya mamur olacak
Haleb’i Osmanlı alacak
Dağı taşı katar bir gün
Yerimi serin bucağa
Suyumu koyam ocağa
Kafamı alın kucağa
Garip anam ağlar bir gün
Yer üstünde yeşil yaprak
Yer altında kefen yırtmak
Yastığımız kara toprak
O da bizi atar bir gün
Bindirirler cansız ata
İndirirler tuta tuta
Var dünyadan yol ahrete
Coşkun gider salın bir gün
Karacaoğlan der naşıma
Çok işler gelir başıma
Mezarımın baş taşına
Baykuş konar öter bir gün
Kızılbaş Dergisi
sayfalarını gençlere daha
çok yervermek için öneri
ile çağrı yapıyor.
Şiir fotoğraf anı hikaye
makale karikatür özgün
ortak sorunlara yönelik
fikir düşünce önerilerinizi
yazmaya paylaşmaya
tartışmaya çağırıyoruz!..
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İŞİMİZ KAPI KULLARI İLE DEĞİL
OL KAPI İLEDİR
“Pir Sultan Abdal - Koca Haydar”
Binlerce yıldır Anadolu coğrafyasında
her türlü zulmü ve zalimliği yaşayan
ve yaşamayada devam eden Anadolu
Alevi Kızılbaşları zulme ve zalime dur
diyebileceklermi? İşte cevabı verilmesi gereken soru budur..
Öyleyse ne olmalı ve ne yapılmalı?
Bilinmesi gereken en kötü gerçek ise
Anadolu Alevi Kızılbaşlarının örgütlenme sorunlarını ve eksikliklerini
giderip bir üst noktaya kendilerini taşıyarak partileşmesi ve siyasal güç olarak hak alma mücadelesini sürdürmesi
ve iktidarı almasıdır. Ama ne yazık ki
durum hiçte böyle değildir.
Başkalarının değirmenine su taşımak
Anadolu Alevi Kızılbaşları için sadece
hamallık ve zaman kaybıdır.
Peki kimdir bu başkaları? Dost mudur
? Düşman mıdır? Beraber yürünür mü
veya ortak mücadele edilebilinirmi?
Sorularımıza azda olsa cevap bulmaya
çalışalım.
AKP; siyasi hayatını ABD ve AB’ye
bağlı olarak sürdüren ABD ve AB’nin
her dediğini yerine getiren ve buna
karşılık olarakta içeride istediği her
türlü hareketin serbestliğine sahip olan
islamist faşist bir oluşumdur. AKP
oluşumunu ortaya koyan ve önümüze
süren ABD ve AB islamist ve faşist
bütün kurum,tarikat ve zihniyetleri
bir çatı altında toplamıştır. AKP bütün
gücü ile kendi dışında olanlar saldırmakta ve yok etmekte. Pek tabi ki bu
saldırı ve yok etme listesinin başını
ilk sırada Anadolu Alevi Kızılbaşları
almaktadır.
Anadolu Alevi Kızılbaşlarının parçalı
ve dağınık örgütlenmesi ise AKP’nin
bu yok edici saldırısına karşı kendilerini belli şartlarda savunmakla beraber
yeterli bir karşı koyuşu sergileyememektedirler.
Umut vardır ve sevindiricidir.
İhanetçi ve asimileci Cem Vakfı çiz-
gisi ve zihniyetini görmezden gelemesekte yıpratıcı etkisinin dışında fazla
değerlendirmeye ve dikkate almaya
uzun vadede gerek yoktur diyebiliriz.
Anadolu Alevi Kızılbaşlarının yapması gereken en önemli hamle AKP’nin
ömrünü sona erdirecek ve tarihin
çöplüğüne yollayacak her türlü çalışmayı yürütmesidir.
MHP; omurgasını Türkçülük ve Irkçılık üzerinden şekillendiren ve eli kanlı katillerin buluşma ve toplanma yeri
olan sistemin siyasi stepnesi diyebileceğimiz İttihak ve Terakki ‘nin torunlarının siyaset yaptığı oluşumdur. Türkiye Cumhuriyeti’ nin her türlü zorluk
ve sıkıntısında sistemin gazoz kapağı
açacağı olan MHP Anadolu Alevi Kızılbaşları için sadece bir mezarlık ve
ölüler yeridir.
Geçmişte, günümüzde ve gelecekte
Anadolu Alevi Kızılbaiları için sadece ve sadece yok edici bir silindir olan
MHP kimi Türkçü ve Irkçı Alevileri
içine alsada (Hace Bektaş’taki Ulusoyların bir kaçı gibi ki Deniz Gezmişin
idamına evet demişlerdir) karşısında
mücadele edilmesi, zihniyeti ve düşüncesi ile Anadolu topraklarından kökü
bir daha yeşermeyecek şekilde kurutularak sökülüp atılması gereken bir
oluşumdur.
Çöldeki vahalar gibi vitrindeki 1-2
Alevi Kızılbaş ile hamamın namusunu
kurtaracağını düşünen ama ne kadar
yıkansada hep kirli kalacak olan CHP
Anadolu Alevı Kızılbaşlarının en tehlikeli ve gizli düşmanı.
Sadece Anadolu Alevi Kızılbaşlarının değil kendi dışındakilerinin hepsinin azılı düşmanı peki neden?
Kısaca hatırlamaya çalışalım lütfen;
Selçuklu ve Osmanlıyı savunan ki iki
devlette emperyalist azılı Alevi düşmanı ve katilidir. Dersim, Koçkiri,Ağrı,
Zilan ve diğer katliamların imzalı ve
kaşeli sahibi, 1930 lu yılların faşist ve
ırkçısı Hitlerin akıl babası ve örnek
aldığı parti. Diyanetin kurucusu ve
kaldırılmasını reddeden, İmam Hatiplerin kurucusu ve başlatıcısı, Ermeni,
Asuri,Karadeniz Pontus Rumları ile
Karaman Hrıstiyan Türklerin soykırım ve sürgünlerinin emir verenleri ve
asli sahipleri günümüzde ise iki azılı
MHP’li ve Fettullah Gülen’ciyi kadrosuna katıp belediye ve yerel seçimlerde
aday gösterecek olan Alevilerin gördüğü en büyük rüya ve hayal kırıklığı
olan bir parti.
CHP; kuzu postunda kurt, kında kılıç,
tabancada mermi, idam sehpasında cellat artık ne derseniz deyin, ırkçı,türkçü
ve faşist ama adı sosyal demokrat olup
sosyal demokratlıktan henüz daha icat
edilmemiş ölçüm aletleri ile bile ölçülemeyecek, İttihat ve Terakki’ nin
bel kemiği ve günümüz oluşumunun
sahipleri olan ve 2014 Mart yerel seçimlerinde aslına rücu eden eli kanlı
insanların kurmuş olduğu ve sicili en
kara parti.
BDP-HDP; sistem içerisinde günümüzün en demokratik ve özgürlükçü
partisi görünümünde olmasına rağmen
Anadolu Alevi Kızılbaşlarının istemlerine cevap vermekten uzakta duran
bir parti. Öncelikle Ermeni soykırımını resmi olarak, partisel ve örgütsel
olarak kabul etmeli ve gerekenleri yerine getirmelidirler. Bu gün zenginleşmiş olan BDP-HDP içerisindeki insanların zenginliklerinin asıl kaynağı bir
kaç istisnai kişi dışında ermeni soykırımı ve katliamıdır. Çünkü 1915 Ermeni soykırımının bir ayağı Türklerde
ise diğer bir ayağıda Kürtlerdedir. Sevgili Hrant Dink‘in yazar Yaşar Kemal’
e söylediği gibi Kökümüzü kazıdınız
abi..!
Osmanlı sonrası Türkiye Cumhuriyeti
ile göreceli özgürlük yaşayan ve halen
kısmi olarak bu özgürlüğü yaşadığını
varsayan Anadolu Alevi Kızılbaşlarının halüsinasyonu ve çöldeki serabı.
İkinci olarak Dersimi ve diğer Alevi
yerleşim yerlerini asimile etmekten
vazgeçmelidir, yıllardır faşist ve ırkçı
Kemalizm’in yaptığını değişik bir yöntem ile Dersim’ e ve diğer Alevi yer-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
leşim yerlerinde uygulamayı ve tatbik
etmeyi durdurmalıdr.
BDP-HDP sonuçta Kürt milliyetini
esas alan ve önceliği Kürt’ lerin hakları için mücadele veren bir oluşumdur. Yaşanan onca baskı ve zorbalığa
karşı mücadelesi takdire şayandır ama
bu demek değildir ki Aleviler ve Alevilerin sorunlarına cevap verebilecek
konumdadır.
ABD gezisi sonrasında Ahmet Türk
ve Selahattin Demirtaş’ın Suriye ve
Lazkiye konusunda söyledikleri ve
Öcalan’ın islam birliği içerikli Newroz
mektubu durumu azda olsa özetler gibidir. Bunun yanında BDP-HDP oluşumu Kemalizmi reddetmemekte aksine
bilakis sahip çıkmaktadır, başta Öcalan olmak üzere Kemalizm hakkındaki
konuşmaları görsel ve yazılı medyada
bolca yer almaktadır. Fıratın öteki kıyısındaki Kemalizm kürt oluşumuda
diyebiliriz.
Sonuç itibariyle herkesin yada her topluluğun bir partisi ve siyasi oluşumu
var sadece Alevilerin yok. Alevileri
Türk,Kürt ve Arap olarak ayrıştıralım
diyen bir rapor ortada iken başka kapılara gitmektense kendi evimizi kurup
kendi kapımızı beklemek daha doğru
olmazmı acaba? Aleviler 72 Millete
bir nazarla bakarak siyasileşmeli ve bu
şekilde geçmişte olduğu gibi bu günde
siyasi tavrını ortaya koymalıdır.
Alevilerin sistem partilerine bağlı
kalması demek; Rızalık Şehrini kurmayı ertelemek, bu büyük ütopyadan
uzaklaşmak ve uzun vade de ise vazgeçmektir. Unutulmasın ki yalnızca
ütopyası olan toplumlar kendilerini
geleceğe taşırlar.
Alevilerin asıl amacı şu an ki sistemde
yer almak değil uzun vade de içinde
bulunulan ve yaşanılan şu an ki sistemi
yıkmak ve yerine kendi ütopyatik yaşamı sağlayacak sistemi kurmalarıdır.
Ve yine unutulmasın ki hata sistemde
değil sistemin kendisi hatadır.
Her toplum kendi ihtiyacını ve sorununu ortaya koyup siyasileşerek partileşirken ki buna en basit örnek devlet
destekli eli kanlı Hizbullahın kurduğu
Hüda-Par partisidir. Alevilerin partileşmemesi ve kendini siyasi güç olarak
dayatmaması sadece ve sadece akıl tu-
tulmasıdır.
Alevi kanaat önderleri, sosyal medyası, basını, televizyonları ve diğer bütün
alternatif iletişim-haberleşme organları, fikir adamları,siyasileri Yol uluları
ve Cemevleri siyasi partileşmenin alt
yapısını hazırlamalı ve artık başka oluşum ve partilerden kopmalıdırlar. Şu
anki sistem içerisinde yer alan bütün
negatif olaylar ve siyasi oluşumlar ancak Alevilerin Rıza Şehri ütopyasının
dayatması ile ortadan kaldırılabilir. Ve
Aleviler artık bir yerden başlamalıdırlar.
Uzun yıllar sonra AABK Başkanı Turgut Öker bu ilk başlangıcın adımını
atmış ama gerek eksikliklerden gerek
siyasetin kirli dolapları arasında istediği sonucu alamamıştır. (Aleviler
de alamadı diyebiliriz) Buna rağmen
önümüzdeki yerel ve genel seçimlerde
Aleviler pilot bölgelerde belirli Alevi
adaylar ile olmayan yerlerde ise bütün
ezilenleri kapsayacak ortak bir aday
etrafında birleşmelidirler.
En önemli noktalardan bir diğeri ise
Alevilerin artık sol oylar bölünmesin,
parçalanmasın argümanını ve düşüncesini terk etmeleridir. Sol oylar bölünmesin ve parçalanmasın argümanı
koca bir yalan ve kandırmacadır. Ki
bölünmeyen sol oyların kime hizmet
ettiği de ortadadır. Bu argüman 90’lı
yıllar da TC Başbakanı Tansu Çiller’in
söylediği bizi seçmezseniz,oyunuzu
bize vermezseniz şeriat gelir yalanı ve
kandırmacası ile aynıdır. Alevileri ve
ezilenleri sistemin içerisin de tutmanın
en büyük yalanı sol oylar bölünmesin
argümanıdır, olabildiğince çabuk bir
şekilde terk edilmelidir.
Özellikle geçmiş bütün seçimlerde yaşadığımız en önemli sorunlardan biri
olan Alevi örgütlerinde yönetici konumunda olan ve oturdukları koltukları
siyasi partilere sıçrama tahtası olarak
gören ve bu amaçla kullanan bütün
yöneticilerini yönetici konumundan
uzaklaştırmalı ve görevlerinden istifa
etmelerini sağlamalıdır. Ne yazık ki
geçmişte bunun acı örneklerini birebir
yaşamış bulunmaktayız.
Gerek Avrupa gerekse Türkiyede Alevi, Kızılbaş ve Bektaşi federasyon ve
Konfederasyon yöneticileri artık başka
partilerin kapısını çalmaktan vazgeç-
meli ve kendi bağımsız çizgilerini ortaya koymalıdırlar.
Alttan alta kendini dayatan Alevi partisi düşüncesine Alevi işadamları ve
burjuvazisi ekonomik destek sunmalı ve sahip çıkmalıdır. Aksi takdirde
uzun vade de sadece ekonomik gücünü
kaybetmekten ziyade kimliklerinide
kaybetmeleride kaçınılmazdır.
Türkiyede bütün ezilenleri ve ötekileri
kapsayacak bir Anadolu Alevi Kızılbaş partisi kurulmalı ve rol modelide
Rızalık Şehri olmalıdır.
Şu gerçek hiç bir zaman unutulmasın;
Cumhuriyet dönemine kadar ve Cumhuriyet dönemide dahil olmak üzere
Anadolu Alevi Kızılbaşları tarihsel
mücadelelerini hiç bir zaman bir başka parti veya oluşum için vermemiş ve
yapmamışlardır. Ezilen ve zulme uğrayan bütün insanlarla beraber ortak
hareket ederek kurtuluşu aramışlardır.
Bize örnek olması gerekenler Baba İshaklar, Baba İlyaslar, Şeyh Bedreddinler, Pir Sultanlar ile sayamayacağımız
onlarca Anadolu Alevi Kızılbaş yol
önderleri ve ulularıdır. Yoksa Konfederasyonlarda veya Federasyonlarda
yöneticilik koltuklarında oturarak seçim zamanları Alevileri zerrece kabul
etmeyen ve tanımayan kapısını çaldığınız siyasi partiler değildir.
Adnan Cangüder / Münih
İZMİR DİKİLİ ÇANDARLI
Bimeyko sitesinde tüm alt
yapısı bitmiş deniz
manzaralı 378 metrekare
köşe başı
%20 inşaat izinli 2,5 kat
Ada : 304 Blok : 53
Fiyatı: 50,000 tl
[email protected]
tel: +49 177 502 88 53
http://www.bimeyko.info/
default.asp?id=45
arsanın yerini site haritasında görmek mümkündür
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Lazca
Yayın Yapan
Tv Kanalı Kuruldu
Türkiye'nin ilk Lazca televizyon
kanalı, Rize'nin Ardeşen İlçesi'nde
uydu aracılığı ile yayın hayatına
başladı.
Ardeşen İlçesi’nde Gelişim Televizyonu, uydu aracılığı ile Lazca yayını başlattı. Gün boyu yayın yapan
televizyon kanalında, programlarda
Türkçe ve Lazca açıklamalar yapılıyor, haber bültenleri Türkçe ve Lazca olarak iki bölümde yayınlanıyor.
Televizyon kanalında sunucu olarak
çalışanlar Lazca bildikleri için zorlanmadıklarını söyledi.
TÜRKİYE’DE VE
DÜNYADA BİR İLK
Gelişim Televizyonu Genel Yayın
Yönetmeni Turgay Terzibaş, şunları
söyledi:
"Bir ilke imza atarak sadece Türkiye’de değil dünyada ilk kez Lazca
dilini kullanarak görsel yayıncılığın ilk adımını attık. Bugünden itibaren Gelişim Televizyonu Türkiye
ve dünyada izlenebiliyor. Yayınlarının büyük bir kısmını Lazca olarak
yapacak olan kanalımız Laz kültürünü ön planda tutacak. Unutulmaya yüz tutmuş Lazca’yı tam olarak
gelecek kuşaklara aktarabilmeyi
amaçlıyoruz."
Terzibaş, açıklamasını daha sonra
Lazca olarak tekrarladı.
duruşu belli
olmayan bir
toplum yok
olmaya mahkumdur.
ali ülger
2013'te Kızılbaşlara arta kalanlar,
2013'ün iyi politik analizini yapan
Kızılbaşlara kendi partisini kurmak
ve kendilerini bir güç olarak görmek,
bir toplum olma bilinci arta kalmıştır.
Şöyleki canlar barış süreci ve Alevi
açılımı, Cami ve Cem evi projesi,
Ve en son Gezi direnişi bu konuları,
biraz açarsak; 21 Mart'a Öcalanın
mektubunun okunması, burda Kızılbaşlardan bahsedilmemesi ve devamında oluşan tepkiler üzerine, Öcalanın Kızılbaşlara özel selamlarını
göndermesine neden oldu. 21 Mart'da
islam birliği ve islam kardeşliğinden
dem vurulması, bu günlerin takibinde, Öcalan tarafından İmralı'ya giden
BDP'e heyetinin dönüşünden Sırrı
Süreyya ÖNDER'in yaptığı açıklamada Öcalan'ın Fettullah Gülen'e selam gönderip ve ben onu iyi anlıyorum demesi, Kızılbaşları bir kez daha
hayal kırıklığına uğratmasına neden
oldu.
Gezi direnişinde kürt hareketinin
destek vermemesi, keza BDP'li Millet
Vekillerin iktidar ağzıyla Gezi direnişini eleştirmeleri (Muş Millet Vekili Sırrı SAKIK'ın konuşmaları).
Gezi direnişinde ön saflarda biz Kızılbaşların bulunması ve bunun devamında, Kızılbaş gençlerin polis
tarafından katledilmesi, şunu gösteriyor ki en çok baskı bizim üzerimizde
olduğunun kanıtıdır. Gelelim Alevi
açılımı ve Cem evi ve Cami projesine, Alevi açılımı boşa çıkan iktidar,
bu sefer farklı bir yol izleyerek, Cem
evi ve Cami projesini hayata geçirerek, Kızılbaşları farklı bir şekilde
asilme etmenin yolunu deniyor. İktidar bu projeyi Tuzluçayırda yapmaya
kalkması bir kez daha Kızılbaşların
üzerinde oynan oyunların sonucudur.
Yer yer Kızılbaşların evlerinin ve iş
yerlerinin işaretlenmesi sessiz bir
Maraş'ın yaklaştığını bizlere haber
veriyor sanki.
Şu günlerde cemaatle ve Akp'nin arasının açılması Mustafa Sarı GÜL'ün
ABD'ye gitmesi ve dönüşünde Chp'ye
katılması
ve
Kılıçtaroğlu'nunda
ABD'ye giderek cemaatle görüşmesinden sonra patlak veren yolsuzluk
olayları,siyasetin temel taşların yerine oturması ve siyasetin şeklinin belli
olmasına yol açtı.
Chp'bir kez daha Mhp'den farksız olduğunu Mhp'li bir kişiyi Ankara büyükşehir belediye başkan adayı göstererek kanıtlamış oluyor. Bu durum
Chp=Mhp olduğudur. Önümüzdeki
seçimlerde bu iki partinin koalisyon
yapacağına işarettir.
Canlar biz kendimizi ister Kızılbaş,
Alevi, Abdal ve Türkmen olarak adlandıralım, gizliyelim. Ama sistem
bizi kim olduğumuzu iyi biliyor.
Türkiye'de 15-20 milyon Kızılbaş olduğu söyleniyor, ama nerde? ben size
açıklayım bölük pörçük olup siyasi
oluşumları destekliyoruz. Birlikten,
örgütlülükten yoksun bir toplumuz.
21 yüzyılda cahil bir toplum haline
geldik. Araştırmaktan, okumaktan
yoksun bir toplum olduk. Tabiki bunun sosyolojik boyutunun göze almak
gerek, korkuyla ve sürekli güçlüyü
destemekle hiçbirşey elde edemedik.
Hangi siyasi partinin içinde olduysak
o siyasi partinin ideolojisini onun ağzıyla konuşup onun siyasetini dışına
çıkıp kendi adımıza konuşamadık.Ve
buda bölünmeyi getirdi, bölününce
katliyamlardan kurtulamadık.
Günümüzde bu bölünme devam ediyor, ARTIK buna dur demek gerek.
Eğer dur diyemiyorsak, Cem evlerin
cümbüş ve terör evi söylemlerine
kızma hakkımız yok.Katliyanlardan,
öldürülmelerden ve yakılmalardan
feryat etme hakkımız yok.
ÇÜNKÜ ÇİZGİSİ VE DURUŞU
BELLİ OLMAYAN BİR TOPLUM
YOK OLMAYA MAHKÜMDÜR.
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontosluların Ölüm Yolculuğunda
Türk – Alman Ortaklığı
Sait Çetinoğlu
Almanların Ermenilerin “tehcir”
adı altında ölüm yolculuğuna çıkarılmasındaki suç ortaklığı gibi gibi
Pontos’taki “tehcir” adı altında ölüm
yolculuğuna çıkarılmasında da batı
anadoluda olduğu gibi Almanların
sorumluluğu bulunmaktadır. Aydın
mebusu Emmanuil Emmanuilidis[1]
bu suç ortaklığını şu cümle ile özetler: Türkiye’de askerî harekâtları
yönetmekte olan Almanların askerî
misyonlarının yapmadıkları kalmadı.
Amasya Milletvekili T. Arzoglu’nun
da şahit olduğu bir olay bu konuda
tereddüde yer bırakmadığının söyleyebiliriz: Kadıköy sakinlerinin sürgününden önce, esi Rum olan Italyan
konsolosunun ailesi iç kısımlara sürüldü. Ayrılıs gününde kadınlar, akrabalar ve dostlar ağlarken, Alman elçisi
“Bunlar neden ağlıyor? Birazdan bütün Samsun gidecek.” Alman temsilcisi ölüm yolculuğundan haberdardır.
EmmanuilidisÖlüm yolculuğunun haberini Dr. Scheder tarafından Alman
elçiliginin bir telgrafı ile Giresun
Metropoliti’ne tebliğ ettiğini bildirir.
Bu telgrafta “Sahilin bosaltılması sırf
askerî bir önlemdir. Boşaltma anında
askerî ihtiyacın limitleri asılmamalıdır. Bir aylık süre içinde, sahilden içe
eylemi takip ediyordu ve halkın imhası engelsiz olarak devam ediyordu.”
Akunq.net
Sait Çetinoğlu
dogru 50 km mesafeye kadar olan bölgeler bosaltılacaktır. Gönderileceklerin her biri, bu mühlet içinde gidecekleri günü, hatta sonradan kalacakları
yeri tayin edebilecektir. Bunların her
biri taşıyabileceği kadar her şeyini,
yanında almakta serbesttir. Mülklerine dokunulmayıp, onlara zarar verilmeyecektir. Isteyen mülkünü bekçilere teslim edebilir” deniliyordu.
Giresun Metropoliti 20 Kasım 1916
günü Vehip Pasa’dan aynı içeriği taşıyan bir telgrafı yeniden alması, dikkat
edilecek bir noktadır ve Türk-Alman
koordinasyonunun göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Mülklere dokunmamak söz konusu değildir. Boşaltmanın
hemen ardından göçmenler yerleştiriliyor yada bölgenin egemenleri tarafından el konuluyordu. Bu konuda
birçok Osmanlı belgeleri arşivlerde
mevcuttur.
Emmanuilidis “Elbette Almanların[2]
içinde, olaylara sıkıntıyla bakan insanlar da vardı. Ama yukarda anımsadığımız telgraflara göre, Karadeniz
(Pontos) kıyı bölgesinin boşaltılması
müşterek bir Türk-Alman kararıydı.
Alman politikası, bütün Türkiye sahillerini Rumlardan arındırma programını acımasızca takip ediyordu ve
elbette Rumların tamamen Türk bölgeleri olan iç kesimlere sürülmeleri
onların yok olması manasına geliyordu. Bu müşterek Türk-Alman kararını, Almanya’nın ilgisizliği ama
Türkiye’nin harfiyen gerçekleştirme
------------[1] Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Son Yılları, Belge yayınları Çev. Niko Çanakçıoğlu
s.160.( Emmanuil Emmanuilidis, Eski
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın Izmir
ve Aydın Milletvekili sonrasında Yunan Milli Meclisinin 1926, 1928 ve
1936 Parlamento seçimlerinde Atina
milletvekili olarak seçilmiş Venizelos
Hükümeti’nde de (1928-1931) Sosyal
Dayanasma Bakanlığı görevini üstlenmiştir.
[2] Giresun halkı Kont Schulemburg’a
karsı fazlasıyla müttessekirdi, çünkü
bunun tutumu halka karsı ılımlıydı!
Hatta kendisi ve subaylarının resmî
üniformalarıyla, Kilisedeki ayini izlemeleri onları daha da rahatlatmıstı. Amasya Metropoliti Germanos
hem Almanlardan madalya almıs
hem de bazı subaylarla, yakın iliskide bulunarak, onların vasıtasıyla
Patrikhaneler’e bazı raporlarını gönderebilmistir.
kızılbaş
kızılbaş -- sayfa
sayfa 64
64 -- sayı
sayı 31
34 -- Ekim
ocak 2014
2013 -- http://www.kizilbas.biz
http://www.kizilbas.biz -- tel:
tel: 00
00 49
49 (0)
(0) 177
177 502
502 88
88 53
53
Öcalan’dan
AKP hükümetine
tam destek
BDP-HDP heyeti bugün (11 Ocak 2014)
İmralı’da gerçekleştirdiği görüşme ardından yazılı bir açıklama yaptı. Açıklamada PKK lideri Öcalan’ın sunduğu
mesaj iletildi. Öcalan’ın özellikle “darbe” girişimlerinde dikkat çekmesi, AKP
hükümetine destek olarak yorumlandı.
BDP-HDP heyetine göre Öcalan, 11.01.
2014 tarihinde gerçekleşen görüşme sonunda kamuoyuna şu açıklamayı yaptı:
“Öncelikle halklarımızın barış, demokrasi ve özgürlük umutlarının gerçekleşeceği bir yıl olması dileğiyle yeni yıllarını
kutlarım.
Özgürlük mücadelesinin sembol isimleri
olan Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve
Fidan Doğan’ı saygı ve şükranla anarken, bu vahşi katliamın hesabını katillerinden mutlaka soracağımızı belirtmek
isterim. Tamamıyla süreci hedefleyen bir
darbe olarak gerçekleştirilen bu katliama
verilecek en etkili cevabımız kalıcı barışı ve demokratik çözüm hamlemizi tüm
engellemelere rağmen kararlı bir şekilde
başarıya ulaştırmak olacaktır. Biz barışı
ve demokratik çözümü bu yoldaşlarımızın şahsında bütün özgürlük şehitlerine
adayacağız.
BİZ ANTİ DARBECİYİZ
Tarihi bir sonuç almak üzere başlattığımız bu sürecin geldiği noktayı şöyle
tanımlayabilirim. Savaş bir cehennem
ise barış cennettir. Biz, bir ayağımızı cehennemden çıkarttık ama diğer ayağımızı da çıkarma konusunda ortaya konan
engeller mani olduğu için arafta beklemekteyiz. Barış süreci amacına uygun
formatlarla geliştirilmeye çalışılıyor.
Bizim barış irademiz tüm engellemelere rağmen başlattığımız günkü kararlılığındadır. Fakat şu da bilinmelidir ki,
arafta sonsuza kadar kalınamaz. Bu cehennemi şartlardan biran önce ülkemizi
ve bölgemizi kurtarmak için herkes ivedilikle ve sarsılmayacak bir irade ortaya
koymalıdır.
Yaşanan son gelişmeler de göstermektedir ki, süreç biran önce tahkim edilip,
tam demokratik bir ülke inşası gerçekleşmezse içeride ve dışarıda savaş iste-
yen demokrasi düşmanı güçler komplolarına hız vereceklerdir. Bu topraklar
son iki yüz yıldan beri hep bir darbe ateşiyle kavrulmaktadır. Bizim geliştirdiğimiz süreç anti darbecidir. Ve demokratik
bir toplumu hedeflemektedir.
programı koymaktır.
Bugüne kadar türlü gerekçelerle ötelenen yasal ve hukuki düzenlemelerin aslında tam da zamanı bugündür. Tarih
bunu ihmal edenleri ders çıkarmaya bile
vakitleri kalmadan tasfiye edecektir.
‘DEMOKRATİK’ BARIŞ
‘HRANT KARDEŞİMİZİN MÜCADELESİNİ SELAMLIYORUM’
Sürecin içinde ve dışında olan herkesin
bilmesi gereken iki önemli hususu belirtmek isterim: Ülkeyi bir darbe ateşiyle
yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü
bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra
da karşısında bizi bulacaktır. Ancak demokratik çözüm sürecine gönülsüz ve
kavrayışsız yaklaşanlar da bilmelidir ki,
bu ateşi söndürmenin tek yolu demokratik barışı biran önce gerçekleştirmektir.
‘DEMOKRATİK’ MÜZAKERE
Artık süreç ciddiyetsizliği ve yasal hukuksal çerçeveden yoksunluğu kaldıracak durumda değildir. Darbecileri teşhir
ve mahkûm etmenin en etkili yolu ortaya net ve cesur bir demokratik müzakere
Hızla demokratikleşmeye geçildiğinde
darbe kavramı kalıcı bir şekilde mazi
olacaktır. Bütün demokrasi güçlerini bu
ciddiyeti kavramaya ve gereği için seferber olmaya davet ediyorum.
Sözlerimi bitirirken Ermeni halkının
değerli evladı Hrant kardeşimizin anısı
ve mücadelesini selamlıyorum. Ermeni
yurttaşlarımıza geniş kapsamlı bir mektupla seslenmeyi ve bunu da Hrant’ın
katledilme yıl dönümüne yetiştirmeyi
umuyorum. Bir kez daha başta hasta tutsaklar olmak üzere bütün cezaevlerine
gençlere kadınlara ve barış annelerine
özel selamlarımı gönderiyorum.”
Kaynak: http://www.kurdistan-post.eu/
tr/guncel/ocalandan-akp-hukumetinetam-destek