özet kitapçığı | 1 - Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi
Transkript
özet kitapçığı | 1 - Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi
özet kitapçığı | 1 Hukuk Teorisi Atölyesi 20 Mayıs Cuma 10:04-16:30 Duygu Hatıpoğlu Aydın Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi- Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, Araştırma Görevlisi Boaventura de Sousa Santos ve Karşı-Hegemonik Hukuk Boaventura de Sousa Santos, modernitenin iki dayanağının, yani düzen kurma ve özgür kılma işlevlerinin krizi sonucu içinden çıkılmaz bir sürece giren modernite paradigmasının karşısında durduğu noktayı ‘muhalif postmodernizm’ (oppositional postmodernism) olarak tanımlar. Bu muhalif postmodernist duruş içinde modernitenin kavramları/vaatleri olarak eşitlik, özgürlük, barış, doğa hâkimiyeti eleştirel bir bakış açısıyla yeniden okunmalıdır. Santos’a göre hukuk, modernitenin gelişimi açısından kurucu bir role sahiptir çünkü hukuk, “mevcut deneyimlerle beklentiler arasındaki çelişkiyi” genişletmiş ve derinleştirmiştir, böylece sistemin sürdürülmesinde kilit rollerden birine sahiptir ve süreç içinde hukukun özgürleştirici potansiyeli düzen kurma işlevine yenilmiştir. Muhalif postmodern okuma, hukukun muhalefet etme ve özgürleştirici dinamiklerini açığa çıkarabilecektir. Kuşkusuz hukuk, yalnızca devlet hukukundan ibaret değildir; toplumsal yaşam geniş ve karmaşık hukuk düzenlerinden oluşur. Santos, hukukun muhalefet etme ve özgür kılma potansiyelini geri verme noktasında, hukukun modern anlayışının eleştirisi ile işe koyulur ve modern hukuku üçlü bir sac ayağına oturtur; hukukta devlet tekeli ve bilimsel yorum; devlet ve sivil toplum arasında ayrım yapılarak hukukun apolitikleştirilmesi; hukukun politik olarak meşrulaştırılmış toplumsal dönüşümünün temel ve evrensel aracı olarak iş görmesi. Ona göre, yeni bir hukuk algısı kurmak için öncelikle bu tespitler değerlendirilmeli ve devamında hukuka muhalefet ve özgür kılma potansiyelinin nasıl kazandırılacağına bakılmalıdır. Bu sorunların karşılığı olarak kısaca şu çözümler tartışılmaktadır. Hukukta devlet tekeli ve bilimsel yorum karşısında ‘hukuki çoğulluk ve hukukun retoriksel anlayışı’, devlet ve sivil toplum arasında ayrım yapılarak hukukun apolitikleştirilmesi karşısında ‘yeni bir zaman-mekan ölçeği içinde hukuku anlamlandırma’, ve hukukun politik olarak meşrulaştırılmış toplumsal dönüşümünün temel ve evrensel aracı olarak iş görmesi karşısında ‘karşı-hegemonik küreselleşme ve madun kozmopolitiği (subaltern cosmopolitanism)’. 6 | özet kitapçığı Hegemonik hukukun karşısında bir “karşı-hegemonik” hukuk oluşturma iddiasının bir parçası olarak, hukuku zaman-mekan ölçeğinde yeniden değerlendiren Santos, kapitalist toplumların temel olarak altı yapısal alanında farklı bilgi, iktidar ve hukuk biçimlerinin üretildiğini, bu farklı düzeylerdeki ve mekanlardaki hukuksallıkların, toplumsal yaşamımızı belirlediğini vurgular. Birbirine geçmiş, sürekli etkileşim halinde, sadece gündelik yaşamlarımızı değil, zihinlerimizi de etkileyen ve değiştiren hukuksallıkların yarattığı bir atmosfer olarak interlegalite, Santos’un karşı-hegemonik hukuk anlayışının temel taşlarındandır. Kurucu bir karşı-hegemonya projesinde Santos, madunların kozmopolit hukukiliği, insan hakları ve insanlığın ortak mirası ile bir ‘aşağıdan küreselleşme’ önerisi yapar. Aynı zamanda yüksek lisans tez çalışmam olan bu konuda yapacağım sunumda, hukuka dair postmodern ve eleştirel bir yaklaşıma sahip olan Boaventura de Sousa Santos’un karşı-hegemonik hukuk anlayışının kökleri ve somut önerileri ele almaya çalışacağım. özet kitapçığı | 7 Gökçe Çataloluk İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Normatif Sistemik Özellikler Karşısında Hukuk Eleştirisi Planlanan, geçtiğimiz sene yapılan Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu’nda yaptığım sunumun devamı ve dört senedir Bilgi Üniversitesinde yürüttüğüm “Hukuka Eleştirel Yaklaşımlar” adlı yüksek lisans dersinin bir çıktısı niteliğinde bir çalışmadır. Çalışmanın ekseni, normatif sistemlerin, özelde hukukun, özsel herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın, sadece normatifliklerinden dolayı, herhangi bir sosyal sistemin eleştirisinden farklı sonuçlar doğuracağı düşüncesine dayalıdır. Bu anlamda öncelikle hukuk sistemine dair derli toplu bir analizin sadece sosyal bilimsel yöntemlerle yapılamayacağını saptamak gerekir. İnsan davranışı ve toplumsallığı, doğa bilimlerinin yöntemsel/ tamamlayıcı katkısı olmadan materyalist anlamıyla “bilimsel” olarak değerlendirilemez. Bir örnek vermek gerekirse, hukuk uygulamasının iskeletini oluşturan kurala uyma ve kuralı ihlal paternleri ancak böyle bir bütünsellik içerisinden anlaşılabilir. Devamla, hukuk eleştirisinin, bir tür “siyaset kuramı gözlüğünden hukuk” alt başlığına hapsedilmiş olmasının; son yüz elli yılda olgunlaşan görece özerk işleyişinin es geçilerek sistemin sınırlarında yahut bu sınırların ihlal noktalarında yoğunlaşmasına ve eleştirinin kendini sürekli yeniden üretmesine yol açtığının saptanması gerekir. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıda’ki uyarıyı takiben, kendisi hakkına söylediklerine kulak asmadan analiz edilmesi gereken hukukun- Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ni de burada analım- kendi hakkında ne anlattığına hiç kulak asmadan ve bu anlatıyı yukarıda değinilen yöntemsel bütünlükte ele almadan anlaşılması da mümkün değildir. Bu ikileme diyalektik bir müdahale, sistemin karmaşıklığının indirgemeci olmayan bir analizini sağlayacaktır. Ancak not etmekte fayda var; yapılmak istenen -bir tür network anlayışını gereksinse de- Latour’cu bir “eleştirinin eleştirisi” değildir. Çalışma hukukta “hukuki olan” iddiasına odaklanarak sosyal bilimsel eleştirinin eksikliğini gösterirken; özellikle nörobilimsel ve yapay zekaya ilişkin gelişmeler ışığında, sistemin üzerinde temellendiği “normatif” kurucu kavramların çoğunun birer paradokstan ibaret olduğuna işaret etmek muradıyla yapılmaktadır. Bu müdahale ise hukukun olgusal eleştiriye olan bağışıklığını kırmak için bir anahtar olarak düşünülmektedir. Asıl meselenin hukukun Benjamin’in başka bir bağlamda işaret ettiği gibi, “olağanüstü” işleyişinde değil de “olağanlığı”nda gözlemlenebileceğini ancak böyle bir eleştirel çerçeve gösterebilir sanıyorum. 8 | özet kitapçığı Bora Erdağı Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü, Doç. Dr. Barış İçin Acil Çağrı 1789’daki Fransız Devrimi ve 1795’teki Basel Barış Antlaşması, Immanuel Kant’ın ebedi barış düşüncesini kaleme almasındaki en önemli etkenler olarak kabul edilir. Fakat ebedi barış metnini bugün dikkate değer kılan Kant’ın güncellik ve felsefe arasında kurduğu bağın halen güncellik düşüncemiz açısından yinelenebilir olmasıdır. Bu bağı bugün yeniden keşfetmek için 2016 Türkiyesine bakmak yeterli olacaktır. Kant 1795’te ebedi barışın ilkesel düzeyde nasıl inşa edileceğini kendi felsefi sistemine bağlı kalarak belirlediğinde, bu fikrin liberal burjuva kamusallığını ne derece etkileyeceğini belki tahmin edemeyecekti. Ancak en azından bu metninden 2 yıl sonra, 1797’de kaleme alacağı hukuk öğretisi metni, ruhunu veya özünü ebedi barışın ilkesel düzeyde kurulması varsayımına dayandırır. Bir başka ifade ile ebedi barış tahsis edilemedikçe yapılacak bütün kamusal yasalar (anayasa/toplum sözleşmesi) ve pozitif hukuk sistemleri ilkesel düzeyde sorunlu olduğundan yeniden yeniden yetkinleştirilmek zorunda kalacaktır. Biz buradaki sunumumuzda iki şeyi soracağız. Birincisi halen liberal burjuva kamusal alanında reformist bir çizgide hukuku ve hukuksal ilişkileri düşünebilir miyiz? Düşünebilirsek nelerden feragat etmek ve nelere razı gelmek zorunda kalırız? İkincisi ezilenlerin geleneği açısından hukukun ya da devletin inşasında başka bir imkân var mıdır? özet kitapçığı | 9 Orhan Gazi Ertekin Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı, Hâkim Kadim Bir Zırh: Olağanüstü Halin Hukuku Türkiye’de yükselen kitle hareketlerini bastırmak için tercih edilen başlıca yol, kamu şiddetinin seferber edilmesi veya yine kamu şiddeti ile bağlantılı biçimde kontra-sivil güçlerin göreve çağrılmasıdır. Ne var ki, “hukuk devleti” olma iddiasındaki bir devlet, tüm şiddet eylemlerini hukuk alanının içerisine çekmek, yasal olarak zırhlandırmak zorundadır. Devletin varlığını dayandırdığı yasalar manzumesi bu bakımdan dışarıdan bakıldığında irrasyonel gelse de, muktedirliğin pekiştirilmesi arzusu açısından anlamlı bütünlüğe sahiptir. 1980 öncesinde başlayan ve devam eden “olağanüstü hal”, “olağanüstü hal bölge valiliği”, “askeri sıkıyönetim” gibi kamu idari biçimlerinin her biri mikro-cunta pratiği şeklince cereyan etmiş iktidar şiddetidir. Burjuva hegemonyasını sağlamlaştırmayı ve sivil toplumu sindirmeyi amaçlayan iktidarın organize şiddeti, bir kamu eylemi olması hasebiyle bir yasaya referansla gerçekleşmiştir. Bugün de Kürt illerinde “Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliği” ve yüzlerce noktada ilan edilen “geçici askeri güvenlik bölgesi” olağanüstü halin partiküller şekilde yeniden cisimleşmesidir. O halde şöyle bir sorunsal karşımıza çıkmaktadır: Hukuk devleti iddiasındaki bir devletin muktedirlerin çıkarlarına ters düşen her kitle ve halk hareketini anti-demokratik yollardan bastırmaya çalışırken şiddet kullanması, ve bu şiddeti yine hukuk alanı içinde tanımlaması karşısında hukuk devletinin “varlığından” yahut “yokluğundan” söz edebilir miyiz? Bu sunumda, devlet-hukuk ilişkisinde normatif demokrasinin/demokratik taleplerin oluşturduğu yumuşak karını savunmak için devletin kendisini nasıl hukuk zırhına büründürdüğünü ve “yasal” kamu şiddetiyle “hukuk devleti”nin çöküşü arasında bir ilişki olup olmadığı tartışılacaktır. Son dönemde yaşanan sokağa çıkma yasakları ve insan hakları ihlalleri üzerinden bu durum değerlendirilecektir. 10 | özet kitapçığı Selçuk Kozağaçlı Çağdağ Hukukçular Derneği Başkanı, Avukat “Ortodoks ‘Ütopyanın’ Nihilizm ve Reformizm Tarafından Terbiyesi: “Hukuk Ortadan Kalkmayacak, Çünkü Zaten Öyle Bir Şey Yok! Sadece Belki Biraz Ortaliği Toplayabiliriz” İktidarın odaksızlaştırılarak analizi, bize sağladığı bütün eleştirel imkanların bedeli olarak, iktidarın odağında fethini, devletin ele geçirilişini yani tarihsel siyasal devrimi unutmamızı talep etti. Elimize kalan otantik bir yerel özyönetim ile evrensel ve ekolojik bir vegan-feminist komünteryanizmi. Benzer bir biçimde eleştirel hukuk çalışmaları son derece başarılı biçimde bize hukukun zengin politik niteliğini kavratırken, onun devletle olan basit bağını kopararak, devletle birlikte sönümlenmesini umacağımız toplumu imkânsızlaştırıyor. Elimize kalacak olan ya hukuka ilişkin her sabiti haklı olarak ve başarıyla reddeden bir nihilizm, ya da burjuva liberal hukuk devletinin “demokratik” ve “sosyal” bir reformasyonu… Ortodoks kavramının bütün yüklerini omuzlayarak, önce proletaryanın iktidarını ve hukukunu var etmeyi, sonra da hukukun devletle birlikte sönümlenişini hayal etmeyi; yani tarih biliminin o büyülü deterministik vaadini terk etmemeliyiz: Sınıfsız ve bu nedenle de devletsiz ve hukuksuz toplumu, Komünizmi!” özet kitapçığı | 11 Göksu Uğurlu Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Araştırma Görevlisi Uluslararası Hukuk, Hukuk Mudur? Son dönem uluslararası hukuk üzerine yapılan tartışmalar uluslararası hukukun ya belirli bir irade tarafından bilinçli bir şekilde biçimlendirildiği ya da zaten hiçbir etkisinin olmadığı şeklindeki iki -birbirine yakın- çizgi etrafında şekillenmektedir. Hukuk ve egemenin iradesi arasında kurulan bağlantı nedeniyle uluslararası hukukun “gerçekten” hukuk olup olmadığı tartışmaları daha eskilere dayanmakla birlikte, merkez kapitalist ülkelerin ABD odakta yer almak kaydıyla dış müdahaleler aracılığıyla izlediği siyaset uluslararası hukuku istediği gibi biçimlendiren bir “hegemon”a yapılan göndermelerin artmasına neden olmuştur. Dahası, uluslararası hukukun barışı sağlamak üzere bir “üst akıl” tarafından oluşturulduğu düşüncesi de hem anılan müdahalelerin barış adına gerçekleştiğini iddia ederek meşrulaştırma hem de savaşın bir istisna hali olmaktan çıkarak genelleştiğine yapılan vurguyla mevcut durumu eleştirme uçlarına sürüklenmektedir. Yukarıda belirtilen yaklaşımları eleştirel bir süzgeçten geçirerek Marksist kuramlar da birtakım saptamalar yapmaktadır. Marksizm içindeki tartışmalar uluslararası hukukun kendisini bir inceleme nesnesi olarak ele almaya henüz gerektiği kadar önem vermemektedir. Ancak somut gerçekliğe uzanan analizlerin çıkış noktalarını belirleyecek temel argümanlar yine Marksist eleştirellik içinde bulunabilir. Sunumun başlığını da oluşturan soru hukukun kaynağı, içeriği, biçimi ve etkinliği gibi birçok sorunu doğrudan ilgilendirmektedir. Eğer pozitivist bir bakış açısıyla genel kabul gördüğü üzere hukukun kaynağı egemenin iradesinde, buyruğunda aranacak olursa uluslararası hukuku “hukuk” saymak için elimizde pek bir şey kalmamaktadır. Zira devletler arası ilişkilere odaklanıldığında bir hegemon güçten bahsedilebilse dahi uluslararası alanda biçimsel olarak bir üst otoriteden söz etmek mümkün değildir. Bu durumda, hukukun kaynağını da “egemen”in iradesinden, buyruğundan farklı bir yerde aramak uluslararası hukukun görünür etkinliğini anlamlandırmak için temel çıkış noktasını oluşturmaktadır. Marksist eleştirelliğin araçlarıyla hukukun kaynağını geniş anlamıyla (değişim ilişkilerini de içerecek şekilde) üretim ilişkilerinde aramak ve özellikle biçim üzerine odaklanmak anılan açıdan bir ilk adım olabilir. Sunum, Sovyet hukuk kuramcısı Evgeny Pashukanis’in çalışmalarına ek olarak bu çabayı uluslararası alana taşıyan China Mieville’in yaklaşımı dikkate değer görmektedir. 12 | özet kitapçığı Ek olarak, meseleyi özellikle Marksist literatürün uzun zamandır önemli tartışma merkezlerinden birini oluşturan devlet kuramı açısından da incelemeye tabi tutmak, hem ulusal hem de uluslararası boyutlarıyla kamu hukukunu irdelemek için birçok imkân barındırmaktadır. Bu bağlamda sunum, Marksist devlet kuramı içerisinde sayılabilecek yaklaşımlardan kendine bir çizgi belirleyerek uluslararası hukukun neden hukuk sayılması gerektiği üzerine çıkarımlar yapmayı amaçlamaktadır. özet kitapçığı | 13 Ceren Akçabay Marmara Üniversitesi Kamu Hukuku, Yrd. Doç. Dr. Eleştirel Hukuk Çalışmalarında Hukuk Bilinci Kavramı Hukuk bilinci kavramı eleştirel hukuk çalışmalarında sıklıkla yer verilen bir kavram olmakla birlikte, literatürde kavramın içeriğine ilişkin bir ortaklık mevcut değildir. Eleştirel çalışmaların ortaya çıkış sürecinde kavram kimi zaman toplumsal bir grup olarak hukukçuların bilincine kimi zaman ise, hukuki hegemonya ve meşruluğun oluşmasını sağlayan toplumsal bilince karşılık gelecek şekilde kullanılmış; eleştirel hukuk tarihi araştırmalarının etkisi ile gelişen kurucu hukuk yaklaşımı içerisinde ise yeniden yorumlanarak iktidar ilişkilerinin devamını sağlayan kültürel bir süreç olarak kabul edilmiştir. Zaman içinde sosyolojik ve antropolojik pek çok hukuk çalışmasının kavramsal zeminini de oluşturan kavramın tarihsel gelişimi eleştirel hukuk çalışmalarının Marksizm, eleştirel teori ve kültürel çalışmalar ile ilişkisini göz önüne serecek bir izlek oluşturmaktadır. Bu nedenle, çalışmada eleştirel hukuk açısından merkezi bir önem teşkil eden “hukuk bilinci” kavramı, kavramsal, teorik ve ampirik tartışmalar ekseninde ele alınarak kavramın eleştirel hukuk çalışmaları ile paralel olarak geçirdiği dönüşüm sergilenmeye çalışılacaktır. 14 | özet kitapçığı Devlet Teorisi Atölyesi 20 Mayıs Cuma 10:04-16:30 Melek Zorlu Tunceli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Araştırma Görevlisi Devletin Baskı Aygıtlari ve İç Savaş Konseptinin Yansımaları: Özel Güvenlik Bölgeleri ve Sokağa Çıkma Yasakları İç siyasette 07 Haziran genel seçim sonuçlarındaki göreli başarısızlık ve bunun telafi edilmesi çabası, dış siyasette Suriye’de devam eden savaşa Rusya’nın müdahilliği ile savaşın seyrinin değişmesi gibi gelişmeler son süreçte siyasi iktidarın manevra alanını daha da daraltmıştır. AKP’nin “Yeni Türkiye” olarak adlandırdığı hegemonya projesi aksının dağılması ve iç siyasette rıza üretme kapasitesinin tıkanmasıyla birlikte, siyaseti kriz ortamına tahvil eden bir rota çizilmiştir. Fiili olarak yaratılan olağanüstü duruma uygun siyasi ve hukuki teknikler tercih edilerek, yönetsel kriz saptırılmaya çalışılmıştır. Özellikle 20 Temmuz’daki Suruç katliamı sonrasında hükümetin tasarrufları nedeniyle, Türkiye, Suriye’de devam eden savaşın dolaysız etkilerine açık hale gelmiştir ve süreç adı konulmamış bir “olağanüstü hal” durumuna uygun olarak yürütülmeye çalışılmaktadır. Siyasi iktidarın otoriter eğilimlerinin yoğunlaşmasına paralel, bölge illerinde ilçe merkezlerinde aylarca süren sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesi ve yüzlerce sivilin yaşamını yitirdiği geniş kapsamlı askeri operasyonların düzenlenmesiyle olağanüstü hal gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır. Bu süreçte temel soru kuşkusuz “AKP hükümetinin iç savaş konseptine geri dönüşü neden tercih ettiği” olacaktır. 01 Kasım seçimlerinden bu yana, Özel Güvenlik Bölgeleri ve sokağa çıkma yasağı ilanları, siyasetin temel enstrümanları haline getirilmiştir. Kamuoyunda 1990’lardaki olağanüstü hal uygulamasına geri dönüş olarak yorumlanan süreç; 15 ilde 100’ü aşkın bölgede geniş kapsamlı özel güvenlik bölgelerinin ilanı olarak devam etmiştir. Bilhassa Cizre, Silopi ve Sur başta olmak üzere 21 ilçede sokağa çıkma yasakları hukuki ve idari bir tedbir boyutunu aşarak iç savaş konseptinin semptomlarını taşıyan örneklere dönüşmüştür. Bu uygulamaların hukuki açıdan en dikkat çekici noktası, valilerin özel güvenlik bölgesi ve sokağa çıkma yasağı ilan etme yetkisiyle donatılmasıdır. Ayrıca terörle mücadele kapsamında yürütülen operasyonlar nedeniyle de hemen her meskûn mahallin askeri ya da özel güvenlik bölgesi ilan edilebilmesinin mümkün hale getirilmiş olmasıdır. Bu durum, 1981’de çıkarılmış ‘2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu’na 31 Temmuz 2013 tarihinde eklenen bir hükümle yasanın kapsamının genişletilmesiyle mümkün olmuştur. 16 | özet kitapçığı Olağanüstü durum yaratılarak hukukun askıya alındığı, zor aygıtlarının toplumsal muhalefetin her kesimine yönelik olarak çeşitli düzeylerde devreye sokulduğu bu süreçte kapitalist devletin meşruluğunu dayandırdığı hukuk devleti ilkesinin, hegemonyanın tesisi ekseninde tartışmaya açılması zorunludur. Güvenlik paradigması devlet iktidarının aktüel çıkarlarına uygun biçimde yapılandırıldığı gibi, valiler üzerinden kamu mimarisi de egemen kitle partisinin hizmetine sunulmaktadır. Bildiride, Haziran 2015 seçimlerinden itibaren Türkiye’de uygulamaya konulan olağanüstü hal dönemlerini anımsatan siyasi iktidarın Kürt sorunu eksenli politikaları devlet ve güvenlik teorisi ekseninde değerlendirilmeye çalışılacaktır. özet kitapçığı | 17 Utku Özmakas Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü, Araştırma Görevlisi Devlet ve Rekabet: Foucaultcu Bir Devlet Kuramına Doğru Michel Foucault’nun düşüncesi özellikle ilk dönemi itibariyle “devlet” kavramını ve bu kavramın etrafında örgütlenen temaları düşünme alanının dışına itiyormuş gibi görünür. Gelgelelim, “iktidar” kavramını olabilecek en geniş anlam bağlamı içerisinde kavramaya çalışan filozofun düşünce sisteminde “devlet”, “iktidar”ın ağırlığı altında yok olmaz; yalnızca gölgesi altında kalır. Bu nedenle “biyopolitika” ve “yönetimsellik” kavramlarını geliştirdiği ikinci döneminde “devlet kuramı” fikri yeniden ortaya çıkar. Thomas Lemke’nin Foucault, Yönetimsellik ve Devlet kitabında ileri sürdüğü üzere, Foucault bir devlet kuramı üretmekten sakınmaz; aksine “hazmı güç bir yemek” dediği bu kuramın neşet etmesi için mutfağa bazı malzemeleri ilk kez o taşır. Bu çerçevede özellikle “strateji”, “pratik” ve “rekabet” gibi kavramlar üzerinden devletin tarihsel ontolojisini anlamlandırmak için bir soykütük çalışması yürütür. Lemke’nin bıraktığı yerden devam edecek olan bu sunumun amacı, Foucault’nun düşüncesinin nominalist yaklaşımı itibariyle nasıl bir devlet kuramına kapı araladığını göstermek ve Foucaultcu bir devlet kuramının imkânlarını araştırmaktır. Bunun için de “rekabet” kavramı çerçevesinde bir çerçeve çizildikten sonra Türkiye’deki pratikler üzerinden devleti Foucaultcu bir tarzda “çalışmanın” imkânları sorgulanacaktır. 18 | özet kitapçığı Barış Yıldırım Yazar, Çevirmen Bir Hareket ve Devlet Biçimi olarak Faşizm İlk döneminde demokrasi, insan hakları, Kürt sorununda kabul, uzlaşma ve çözüm gibi iddiaları dile getiren AKP iktidarının baskı yöntemlerine ağırlık vermesiyle birlikte faşizm tartışmaları bir kez daha Türkiye solunun gündeminde üst sıralara yükseldi. Yükseldiği andan itibaren de otoriterlik, totaliterlik, Bonapartizm gibi kavramlarla girdiği tarihsel rekabet alevlendi, faşizmin Türkiye topraklarına hiç gelip gelmediği, yoksa hep mi var olduğu, AKP iktidarının faşist niteliğe sahip olup olmadığı, sahip değilse bile faşistleşmeye doğru yönelip yönelmediği gibi güncel ve yakın tarih tartışmaları faşizm ve diğer baskıcı devlet biçimleri arasındaki ilişki ve farklılıklar gibi makro kuramsal tartışmalarla birlikte yürütüldü. Sosyal kuramın ideoloji ile birlikte en tartışmalı kavramlarından biri olan faşizmin doğası ve tarihsel misalleri üzerine yürüyen tartışmanın birkaç sorunla malul olduğunu düşünüyorum: 1. Faşizmin -Aristoteles’in tragedya teorisine benzer bir biçimde- ilk örneklerinin tahlilinin gölgesinin günümüze kadar gelen üç çeyrek asırdaki tartışmaları alacakaranlığa gömme eğilimi, 2. Buna bağlı olarak, emperyalizm ve kapitalizmin değişen niteliklerini anlama çabasına paralel bir faşizmin değişen niteliklerini anlama çabasının olmaması, dolayısıyla faşizmin İkinci Savaş sonrası sömürgelerdeki özgül biçimlerinin yetersiz kuramsallaştırmaya tabi tutulması, 3. Faşizmin hareket niteliğinin fazla vurgulanıp bir devlet biçimi oluşunun istisnai hatta marjinal örnekler olarak görülmesi. Gerçekten de II. Dünya Savaşı sonrası faşizmin hiçbir yerde iktidara geçmediğini söyleyenler bile Avrupa’da, Amerika’da ve “Üçüncü Dünya”da irili ufaklı faşist hareketlerin ortaya çıktığını kabul ediyor, varsa bir faşizm tehlikesini bu hareketlere ilişkin olarak görüyor. Oysa faşizm kapitalist üretim tarzının çok kullanışlı bir aygıtı olarak 1945’ten bu yana defalarca devlet iktidarı olmanın keyfini sürdü, sürüyor. Hatta faşist hareketler ile faşist devletler arasında zaman zaman düşük yoğunluklu çelişkiler bile yaşanabiliyor, yaşanmakta. Sunumumda faşizmin Thalheimer, Troçki, Dimitrov, Zetkin gibi ilk kuramcılarından bugün akademik manzaraya hâkim olan Nolte, Payne, Griffin gibi liberal araştırmacılara dek kuramsallaştırılma yolculuğunu ele aldıktan sonra bu yolculuğun İkinci Savaş sonrası Leninist kuramcılarca geliştirilmiş ve özet kitapçığı | 19 sıklıkla göz ardı edilmiş etaplarına, özelde de ülkemizde Mahir Çayan’ın -yine yetersiz kuramsallaştırılmış- “sömürge tipi faşizm” tespitine tarihsel-kuramsal bir çerçeveden bakarak bir devlet biçimi olarak faşizmin hareket olarak faşizmle ayrıştırılması gerektiğini göstermeye çalışacağım. 20 | özet kitapçığı Çetin Gürer Yazar, Siyaset Bilimci, Dr. “Devlet İktidarına Karşı Demokratik Özerklik” Bu çalışmada demokratik özerklik modelinin, devlet iktidarını sınırlama kapasitesi, olanakları ve boyutları üzerinden bir tartışma yapılacaktır. Egemen bir güç olarak devletin sınırlandırılmasını gerekli gören düşünceler, pek çok siyasal akımda bulunur ve siyaset teorisinin de önemli tartışma konularından biridir. Mutlak bir güç olarak modern egemen devletin, gücünü temsil ettiği vatandaşlarına karşı kullanmasının nasıl engelleneceği sorusu burada anahtar roldedir. Liberal ve cumhuriyetçi düşünce akımlarında anayasa ve anayasacılık hareketleri bu soru için bulunmuş tartışmalardan biridir. Güçler ayrılığı, denge ve denetleme mekanizmaları bunun için önerilen araçlardır. Peki, bu soruya dair demokratik özerklik modelinde ne gibi cevaplar bulunmaktadır? Demokratik özerklik devlet iktidarının sınırlanması çerçevesinde hangi araçlara işaret etmektedir? Demokratik özerklik, tüm bu sorulara devlet ve toplum arasında kurduğu tarihsel ve teorik bir paradoks etrafında cevaplar sunmaktadır. Bu bağlamda demokratik özerklik, devlete (iktidara) karşı toplumun (siyasetin) savunulması, toplumun alanının genişletilmesi ve son kertede devletin alternatif kurumlar yaratılmak suretiyle Proudhon’cu yaklaşıma benzer biçimde toplum içinde absorbe olup aşılabileceğini, toplumsallaşıp sınırlanacağını varsayan verimli tartışmalar barındırmaktadır. Bu sunumun konusunu bu tartışmalar oluşturacaktır. özet kitapçığı | 21 Funda Hülagü Maltepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve AB Bölümü, Yrd. Doç. Dr. Yeni Liberalizm, Karşıtları ve Zor Diyalektiği Liberal enternasyonalizm hızlı bir değişim geçirmektedir. 19. yüzyıl liberal siyaset felsefesinden ve 20. Yüzyıl başındaki dünya-tarihsel dönüşümlerden beslenen bu öğreti/siyaset, Soğuk Savaş’ın sona ermesi; 11 Eylül Saldırıları ve 20082009 Ekonomik Krizi olarak belirlenebilecek üç kritik tarihsel kırılmanın da etkisiyle temel prensip, yönelim ve kabullerinde yeni şekillenmeler ve arayışlar içerisindedir. Modern devlet – başta zor aygıtları- siyasi düşüncenin yeniden üretildiği bu süreçte merkezi bir yer tutmaktadır. Nitekim son 35 yıllık süreçte yapısal ve/veya konjonktürel gelişmelerin koşullandırmasıyla bu alanda devreye giren ve çıkan sayısız doktrin ve projeden söz edilebilir: devlet mimarisindeki modern zor kurumlarının çöz(dür)ülmesi (Yugoslavya; Doğu Almanya; Türkiye örnekleri); devletin güvenlik alanından el çektirilmesi (Afganistan ve Irak örnekleri); Weberyen devlet idealinin geri dönüşü (Çatışma-sonrası tüm devletler); Weberyen devletle yerel güvenlik tedarikinin birleştirildiği hibrid modellere geçiş (Tunus; Filistin; Türkiye ve Afrika Birliği örnekleri); güvenliğin örgütlenmesinde devletle toplum arasındaki sınırın farklı biçimlerde muğlaklaştırılması (ABD; Almanya; İngiltere; Latin Amerika örnekleri) vb. Hem küresel Güney hem de küresel Kuzey ülkelerinde ilerleyen bu yeni devlet oluşumu süreci tek yönlü norm transferlerinin ve dış müdahalelerin de ötesinde ilişkisel ve karşılıklı inşacı bir özellik sergilemekte, liberal dünya düzeninin doğası konusundaki tartışmaları alevlendirmektedir. Bu çalışma, yukarıdaki örneklerden yola çıkarak yeni liberalizmin devlet ve özellikle toplumsal güvenlik ilişkileri bahsindeki düşünsel unsurlarını ve bu unsurların entelektüel karşıtları tarafından yapı-söküme uğratılma biçiminin eleştirel bir dökümünü yapmayı hedeflemektedir. Elbette yeni liberalizm eleştirilerinin her biri aynı şiddet ve özelliklere sahip değildir. Yeni liberalizmin güvenlik tasavvurunu hedef alan eleştirileri besleyen en etkin duruşlar arasında post-yapısalcılık ve post-kolonyalizm öne çıkmaktadır. Bu her iki yaklaşım, uluslararası askeri müdahaleler, barış inşası ve teröre karşı savaş bahislerinde kristalleşen liberal devlet tasarımını, bu süreçlerin bireyi, insan bedenini ve psişesini, toplulukları ve yerel siyaseti kolonize eden yönlerini teşhir ederek eleştirme yöntemini seçmektedirler. Ancak post-yapısalcı ve post-kolonyalist ekollerin özellikle güvenlik alanındaki tezahürleri üzerinden sergilediği yeni li 22 | özet kitapçığı beralizm eleştirisi, bu yaklaşımlar diyalektiği olumsuzladıkları oranda eleştirel anlamda sınırlı kalmakta ve hatta bunun da ötesinde liberal güvenlik yönetişiminin yeniden üretilmesine olanak tanımaktadır. Çalışmada liberal güvenlik yönetişiminin radikal bir eleştirisi için hem diyalektik hem de tarihsel materyalizmin temel bazı postüllerinin yeniden hatırlanması önerilmektedir. Buna göre, güncel devlet biçimini belirleyen süreçlerin arasında gayri-şahsilik ilkesinin olumsuzlanması; rasyonalizm iddiasının yerini anti-entelektüalizme bırakması; modern siyasal alanın aritmetikleştirilmesi türünden dönüşümler bulunmakta; ancien régime küllerinden yeniden doğmaktadır. Bu durum modern zor diyalektiğine, yani güvenlik tedarikinde tikel ve evrensel arasındaki eşitsiz ancak asla tek tarafın belirleniminde olmayan ilişkiye köklü bir müdahale olarak görülebilir. özet kitapçığı | 23 Toros Güneş Esgün Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü, Araştırma Görevlisi Schmitt’e Karşı Neumann: Somut Düzenin Marksist Eleştirisi Nazizmin politik ekonomisini ve ona bağlı olan hukuksal yapısını ortaya koyan Frankfurt Okulu düşünürlerinden Franz Neumann, en büyük karşıtı olan Carl Schmitt’in ilk dönemindeki hukuki kararcılıktan vazgeçerek 1933’ten sonra somut düzen kuramını geliştirmesini Nazi Devleti’nin siyasal otoriterliği kapitalizmle birleştirmesine paralel olarak okumaktadır. Zira somut düzen kuramı halkın kan ve toprak birliği üzerinden kurulan gücünün, normatif bir düzen yerine yaşam alanına bağlı bir Nomos kurmaya yöneldiğini ifade etmektedir. Neumann, Carl Schmitt’in siyasal birliği devlet, hareket ve halktan müteşekkil üçlü bir yapı olarak tanımlamasının art alanındaki politik ekonomiyi açığa çıkararak, egemenliğin nesnesi olan halkın yaşamının dolayımsız bir şekilde devlete tabi kılınmasının Nazi partisinin ekonomik ve silahlı güce dayalı somut kurumları sayesinde gerçekleştirildiğini ortaya koyar. Neumann’a göre Nazizmde monokapitalizmin gelişmesi ve savaş öncesi yükselmekte olan sosyal demokrat ve sosyalist işçi sınıfı mücadelesinin nasyonal sosyalist harekete eklemlenerek sönümlendirilmesi Marksist sembollerin adaptosyonu ile mümkün olmuş, ırkçı ideoloji sınıf savaşımı olmaksızın proleteryanın kendi varoluşunu devletin varoluşuyla birleştirmeyi başarmıştır. Ne var ki Neumann’a gore Nazi Devleti sosyalizmi taklit etmesine rağmen Bolşevik Devlet gibi bir “devlet” olarak adlandırılamaz. Neumann, parti, hükümet, ordu ve endüstriden müteşekkil olan ancak diğer yandan halkın yaşamının hiç bir bürokratik dolayım olmaksızın yönetildiği bu siyasal birliği devlet olarak değil, yasasız, irrasyonel ve hukukdışı bir düzen olarak adlandırır. Somut düzen kuramı bu yüzden Neumann’a gore Schmitt’in Leviathan adlandırmasının tam aksine, Behemoth olarak adlandırılmaya daha uygundur. Neumann’ın Schmitt’in devlet kuramına yönelttiği bu eleştiriler modern hukuk devleti ile totaliter devlet arasındaki ekonomik ve siyasal örgütleniş farklılıklarına dayalı ayrımı gündeme getirir. Schmitt’in somut düzen kuramı Neumann’ın savladığı gibi ile modern devlet dizgesinden bir kopuş gerçekleştirmiş midir? Bu soru aynı zamanda devletin hukuk ile ilişkisinden hareketle yanıtlanabilir. Schmitt, hukukun somut düzenden doğduğunu söylerken Neumann modern devletin karakteristiğini hukukun göreli bağımsızlığında bulmaktadır. Bu çelişki yüzünden Neumann’a 24 | özet kitapçığı gore Nazizimde hukukun kendi yasalılığının yerini egemenliğin dolayımsız müdahaleleri aldığı için hukuk söz konusu olamaz ve siyaset hukuku tamamen yutar. Devlet ve hukuk arasındaki bu ilişkinin apolitik öğe olarak halkı nasıl politize ettiği üzerinden totaliter devletin savaş ekonomisinin sermaye ile ilişkisi ortaya konulabilir. Bu çalışmada da totaliter devletin bu karakteristiği temel alınarak Schmitt’in devlet kuramı ile Neumann’ın devlet kuramının karşılaştırmalı okumasıyla günümüzde devlet, halk, hukuk ve sermaye arasındaki ilişkinin nasıl dönüştüğüne dair bir problem çerçevesi çıkarılması hedeflenmektedir. özet kitapçığı | 25 Fehmi Ünsalan Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü, Araştırma Görevlisi Siyasal Krizi Yeni Anayasa Çözebilir mi? Türkiye’de anayasa tartışması bir türlü sönümlenmedi. Tartışma sıcaklığını da uzun yıllar kaybetmeyecek gibi görünmekte. 1 Kasım 2015 erken genel seçimi sonrasında söz konusu tartışma başkanlık sistemi ekseninde yeniden alevlendi. Toplumsal ve siyasal krizlerin sona erdirilmesinin asli yolunun anayasa değişikliği olduğu iddiası ortalıkta daha fazla cirit atmaya başladı. Başka bir ifade ile anayasa değişikliği arzusu ile siyasal krizin asli sorumlusunun liberal devletin ve düşünce geleneğinin kendisi olduğu temel savı atlanmış oldu. Dolayısıyla anayasa tartışmasının aslen bir hukuk tartışmasından ziyade bir devlet tartışması olduğu gerçeği de böylece gizlenmiş oldu. Anayasa tartışmasını devlet tartışması olarak görmek siyasal krizlerin çözümünün reformist demokratik süreçlerden ziyade devletin yeniden yapılandırılması ve egemenliğin yeniden biçimlendirilmesi olarak görmek demektir. Bu da devletin ve/veya egemenliğin yeniden yapılandırılmasını gerektirmektedir. Biz bu çalışmada söz konusu iki iddianın merkezde olduğu tarihsel bir okuma yapacağız. Farklı boyutlarıyla anayasacılık hareketlerinin siyasal krizlerle ne tür ilişkilere sahip olduğunu ortaya koyacağız. Sırasıyla dört tartışmanın izini süreceğiz. i) J.J. Moser Kutsal Roma İmparatorluğu’na ait imparatorluk hukukunun 1780’lerde de geçerliliğini savunur ve dönemin siyasal krizinin çözümünün mevcut yasalara bağlılık ile halledileceğini iddia eder. Moser’in “Alman Anayasası” ve devlet tartışmaları konusundaki görüşleri, Hegel’in anayasa fikri ile birlikte ele alınacaktır. Hegel’in, Moser’in bahsettiği devlet ve yasaların gerçekte değil, sadece kâğıt üzerinde var olduğu iddiası bu tartışmanın merkezi öğesi olacaktır. Hegel’in “Alman Anayasası” başlıklı erken dönem metni anayasa ve devlet tartışmasının niteliğini kavramak için önemlidir. Erken dönem yazılarında Hegel, özellikle aydınlanmanın evrenselciliğine karşı öne sürülen bildung kavramının altını çizer ve dönem Almanya’sında anayasadan ve devletten ne beklendiğini ortaya koyar. ii) Benzer bir bağlama -çalışmanın bir sonraki aşamasında ele alınacak olan- lisans hukuk eğitimi alan genç Marx’ta da rastlanır. Erken dönem yazılarında Marx, Frederich Karl von Savigny ve Eduard Gans arasındaki tartışmaya tanıklık eder. Kendisi bir anayasa yazma girişiminde bulunur, fakat bu yazılar maalesef günümüze ulaşamamıştır. Marx daha sonra anayasa ve devlet tartışmasından tamamen kopmuştur. Biz bu çalışmada Marx’ın neden böyle bir 26 | özet kitapçığı kopuşa sürüklendiğini tartışacağız. Marx ile ilgili tartışmayı kavramak için de Tarihsel Hukuk Okulu’nda süregiden anayasa tartışmalarını ele alacağız. Ardından Marx’ın bu okul etkisinde gelişen Hegelci devlet perspektifini nasıl kırdığı ve anayasal devlet fikrinden neden uzaklaştığını ortaya koyacağız. iii) Bir sonraki aşamada ise Weimar Anayasası, dönemin siyasal krizi ve “olağanüstü hal” kavramı üzerinden bir okuma yapılarak anayasal devlet gücünün sınırları tartışılacaktır. iv) Son olarak da demokratik hakları aynı zamanda gelişmiş bir teoriyle destekleme çabasındaki Ekim Devrimi’nin 1906 anayasasını yürürlükten kaldırılması ve sonrasındaki anayasa ve devlet tartışmaları ele alınacak; Stalin Anayasası olarak da bilinen 1936 Anayasası’nın ilanı tartışılacaktır. özet kitapçığı | 27 Ferit Burak Aydar Boğaziçi Üniversitesi Yayınları Editör, Çevirmen 1848 Fransa, 1917 Rusya, 1936 İspanya – Ulus-Devletin Halleri Devlet egemen sınıfın tahakküm aygıtıdır, Engels’in tabiriyle, en temel bileşenine indirgendiğinde özel silahlı insanlar topluluğudur. Marksizmin bu temel önermesi çok çeşitli şekillerde revize edilmeye çalışıldı. Benim temel tezim, ezme ve yönetme aracı olarak tanımladığımız sürece revizyona ihtiyaç duyulmadığı yönünde. Fakat yönetme öğesi asıl işlevini modern ulus-devletle beraber ediniyor. Kapitalizm öncesi toplumlarda bu genellemeyi yaparken nüanslara dikkat etmek lazım. Bir defa, sınıflar bugünkü kadar billurlaşmış değil; ezme ezilme ilişkisi kademelenmiş durumda, kesinlikle iki keskin kutba ayrılmış sömüren-sömürülen yok. Toplum halk kitlelerinin zırcahil bırakılması üzerine kurulu olduğundan, sömürü toplumunun yeniden üretiminde ekonomi dışı zorun esas ayağı din. Oysa kapitalizmde –sanayi ve bilimden üretimde yararlanmak için– emekçilere azımsanmayacak bir eğitim veriliyor ve böylece uyutmak için salt din (hele hele eski din hiç) yetmiyor. Dolayısıyla kapitalizm öncesi devlet daha ziyade kralın tekkesi gibi işliyor ki, bu açıdan bizim bugünkü Bonapartist devletimize benzetilebilir: Tek bir kişinin ağzından çıkan söz, kimi zaman sınıf dengelerinden daha belirleyici olabiliyor. Aradaki farkı anlamak için modern ulus-devletler ile kapitalizm öncesi devletleri karşılaştırmak, bunun için de kapitalizme geçiş ve sosyalizme geçiş uğraklarına bakmak ön açıcı olacaktır. Seçtiğim üç uğrak: 1848 Fransız Devrimi, özellikle de Haziran Ayaklanması; 1917 Rusya Devrimi ve 1936 İspanya Devrimi. Bunları kısaca özetlemek gerekirse: 1848’de Fransa’da devlet, Engels’in tabiriyle, “uzun zamandan beri bir burjuva devlettir” ve burjuvazi “kendisi için en uygun yönetim biçimi” (Lenin) olan cumhuriyete proletarya tarafından silah zoruyla “ikna” edilmiştir. Devlet henüz salt zor aygıtı gibidir ve örneğin Çalışma Bakanlığı ve anakronist bir tabirle Millerandcı unsurları bile massetmekten acizdir, belki de edemediği için Şubat Haziran’a evrilir. 1917’de devlet, yani Çarlık devleti, Lenin’in tabiriyle, kısmen burjuvazinin devletidir. Ama sosyalistleri burjuva hükümette massetmeyi daha fazla öğrenmiştir: Rusların ulusal başarılarından ziyade, burjuvazinin uluslararası deneyim haznesinden, kolektif hafızasından yararlanmaları sayesinde bu mümkün olmuştur. Ama burjuvazi halen cumhuriyete (“en iyi yönetim biçimine”) yanaşmaz. 28 | özet kitapçığı 1931-36 İspanya’sındaysa devlet uzun zamandan beri burjuvazinin devletidir. Orada da devleet örneğin bir Bonapartist askeri diktatörlük döneminde (1923-30) bile sosyalistlerden istifade etmeyi bilmiştir. İngiltere’deki düzeye yaklaşamasa da, ona benzer şekilde burjuvazi devletini cumhuriyetçileştirmeden işini görmektedir. Ama şabloncu düşünen devrimci hareket monarşist partileri feodal düzenin, cumhuriyetçileri de burjuvazinin partisi diye adlandırmayı sürdürür! Sosyalistler ve Stalinistler devletin 1931’den de önce bir burjuva devleti olduğunu göremediklerinden ve dahası cumhuriyeti –Marx’ı lafzıyla anlayarak– devletin evriminde, deyim yerindeyse, zorunlu bir pitstop haline getirdiklerinden, devrimin yenilgisine giden yolu döşemişlerdir. özet kitapçığı | 29 Hukuk Teorisi Paneli 21 Mayıs Cumartesi 10:45-12:15 Andreas Philippopoulos-Mihalopoulos University of Westminster, Law & Theory, Professor Spatial Justice and Resistance Spatial Justice is an open question: what happens when a body moves into the space of another body? What happens when one body desires to be exactly where another body is, at exactly the same time? And how does this tie in with resistance? Spatial justice fleshes out the violence of unitary emplacement: only one body can occupy a specific space at a specific time. The result of such desire is conflict, displacement, marginalisation, invisibilisation. The question of spatial justice is at the core of every geopolitical, economic, colonial and post-colonial, racial, gendered, class and so on, conflict. It remains the ultimate quest, bringing together justice as emplacement and spatiality as movement. Its emergence does not offer a final solution but urges towards a constant repositioning. Thus, resistance not as staying put but as constant questioning. In order to explain this, I employ the concepts of the lawscape, namely the spatial and legal tautology, and atmosphere, namely the material illusion of justice as perfect emplacement. I argue that spatial justice can only emerge through a radical withdrawal from the atmospherics of control perpetuated by the neoliberal, self-policing affective society of growth and consumption; and a movement towards the perpetual questioning that comes from the infinity of space as manifold. Through the above definition and practice of spatial justice, I propose a radical conceptualisation of law and politics of movement, on the basis of a posthuman, affective, embodied and generally material understanding of justice. 32 | özet kitapçığı Devlet Teorisi Paneli 21 Mayıs Cumartesi 13:30-15:15 Darrow Schecter University of Sussex, Department of Political Science From Complex Classlessness to Complex De-Naturalisation: On Hegel, Marx, Luhmann and Critical Theory In the Philosophy of Right Hegel charts the movement of what he designates as objective spirit from (1) the family, which is formed by natural ties and instinctual spontaneity, to (2) civil society, which is marked by instrumental reason, exploitation, and institutional pluralism, to (3) the state. The state is traversed by the spontaneous unity of the family and the instrumental, systemic rationality of civil society. But in the state this unity is far more rich, flexible and non-instrumentally rational, because it bears within it the solidarity of the family as well as the strains and antagonisms of the civil sphere. According to Hegel, the state does not allow itself to be dictated to by the contractual modalities of interest in that intermediary civil sphere identified by Marx as the real site of history. Hegel’s idea can therefore be expressed as follows: the state is not simply an enlarged family, since the rationality prevailing in the state is qualitatively more complex than the spontaneous solidarity of the family. Nor is the state an enlarged business enterprise that can be managed according to the attenuated, contractual rationality of civil society. In Hegel’s precise formulation in the Philosophy of Right, the state is mind objectified, that is, the state is fully rational, non-instrumental and substantively legitimate, not merely formally legitimate. Hegel’s views and Marx’s objections to Hegel’s theory of state will be sketched in the first part of the lecture. In his theory of history, Marx observes analogies between his views and those of Hegel. Marx suggests that there are clearly discernible parallels between (1) the family and ‘primitive’ classlessness, (2) civil society and complex stratification, and (3) the state and complex classlessness, i.e., communism. For both thinkers, then, history moves in stages, albeit with notably different outcomes. This paper analyses Marx’s reading of Hegel, and then proceeds to examine how an alternative account of history can be found in Luhmann’s notion, influenced by Talcot Parsons, that stratified societies evolve toward functionally differentiated societies with discrete social systems – not toward the fully rational states predicted by Hegel, or the institutionalisation of complex classlessness envisaged by Marx. In the second part of the paper, the discussion turns to critical theory and the contribution that systems theory can make to the renewal of critical theory in the twenty-first century. It will be seen that it is entirely 34 | özet kitapçığı possible to produce a synthesis of critical theory and systems theory that has tentative answers to some of the unresolved dilemmas in Hegelian Marxism, first generation critical theory (Adorno, Horkheimer, Benjamin, Marcuse), second generation critical theory (Habermas, Honneth, Wellmer), and unalloyed systems theory. özet kitapçığı | 35 Gonzalo Pozo Martin Stockholm University, Department of Economic History Spain’s Perpetual Transition. The class contours and limits of the Post-Franco Regime “How much for a kilo of politician these days?” Posed only partly in jest, this question is attributed to a notorious banker belonging to a clique of Spanish financial tycoons who triumphed during the neoliberal reforms of the 1980s. Today, four decades after the post-Francoist settlement, the combined effects of the economic crisis and the accumulation of all-pervasive corruption scandals have left Spain’s political establishment totally discredited and crudely laid bare its class character. While Spain’s ruling elite has always controlled the state and its cadres, the transition to democracy was in part built around the myth that economic power would also be democratised, a notion, which has now imploded. In this way, the stunning, but complicated and contradictory electoral rise of Podemos - a party which has explicitly called for a “new transition” - throws open the question whether change in Spain is really possible, and if so, in what direction and to what extent. Theoretically and strategically, the experience and prospects of Podemos will prove relevant to understanding state-capitalist relations and different alternatives for political transformation. 36 | özet kitapçığı Türkiye’de Hukukun Gündemi Paneli 21 Mayıs Cumartesi 15:30-17:00 Muammer Ketizmen Hacettepe Üniversitesi Hukuk Bölümü, Yrd. Doç. Dr. Türkiye’de Yeni Ceza Adaleti Sistemi Paye Hukuk Devletinin Sonu adlı kitabında aktardığı şekliyle 11 Eylül saldırılarından sonra alınmaya başlanan tedbirlerin hayata geçiriliş serüveni ilginç bir o kadar da düşündürücüdür. Bu saldırının gerçekleşmesinden hemen sonra, saldırıyı izleyen saatlerde İngiliz Ticaret Bakanlığı danışmanlarından birinin gönderdiği elektronik postada yer alan “Bugün almamız gereken tüm önlemleri sessiz sedasız bir şekilde tekrar gündeme getirmek ve kabul ettirmek için çok iyi bir gün” ifadesi aslında bu saldırının bir neden olmaktan çok çok daha önceden planlanmış ve hazırlanmış düzenlemelere ilişkin bir vesile olmasını göstermesi bakımından önem arz etmektedir (Paye, 2009, 12 -13) Küresel terör kapsamında hayata geçirilen bir çok uygulamanın bir vesile olarak 11 Eylül saldırıları sonrasında gündeme gelmesi bu vesilenin arkasında yatan nedenin ya da nedenlerin ne olduğu sorusunu akla getirmektedir. Bu haliyle verilen tepki itibariyle 11 Eylül saldırıları yeni bir döneme ilişkin başlangıçtan çok dünya ölçeğinde yeni sağ söylemiyle hayata geçirilen neo-liberal ve neo-muhafazakar politikaların devamı ve bunlara küresel terör bağlamında geliştirilen güvenlik kaygısının daha da yoğunlaşması olarak görülmesi olanaklıdır. Bu noktada şu soru akla gelmektedir; “Sosyo-ekonomik yapıda neo-liberal ya da neo-muhafazakâr dönüşüm diğer hangi yönlerden devletin cezalandırma yetkisinin içeriğinin, kapsamının ve yapısının değişmesine neden olmuştur ya da olmaktadır; ceza hukuku ile dönüşüme ne yönde katkı sağlanmaktadır?” Bu sorunun cevabı birçok açıdan teorik düzeyde tartışma konusu yapılabilecek ve derin analizlere konu olabilecek kapsam ve içeriğe sahiptir. Fakat ana tema Türk Hukuk Sisteminde Yapısal Dönüşüm olarak belirlendikten sonra, bu temanın sağladığı bir güvenli limana sığınmak kolaylığından faydalanarak yukarıda sorulan soru belki de şu şekilde değiştirilebilir; “Türk ceza adaleti sisteminde sosyo-ekonomik dönüşümün etkileri ne şekilde vücut bulmuş, nasıl şekillendirilmiş ya da şekillendirilmeye çalışılmaktadır; dönüşüme katkısı ne yöndedir?” Bu yöndeki bir inceleme sadece maddi ceza hukuku alanındaki gelişmelerle sınırlandırmadan kaçınılarak, gerektiği ölçüde, suçla mücadele başlığında yer alabilecek konular etrafında şekillendirilmeye çalışılacak olup izdüşümlerinin keşfi amacının güdülmesi nedeniyle derin analizlerden kaçınılmıştır. 38 | özet kitapçığı Bu doğrultuda yeni dönemin ürünü olarak suç oranlarındaki artış ceza adaletinde sayısal büyüme-toplumsal istikrarsızlığa doğru başlığı altında ele alınmaktadır. Söz konusu sayısal büyüme karşısında getirilmek istenen çözümlerden birisi olarak gerçeğin aydınlatılması sürecinden tarafların barıştırılması sürecine geçiş ve ayrıca riskin belirli bir düzeyde tutulmasına yönelik politikaların hayata geçirilmesi esas alınarak hedef kişi ya da grupların davranışlarının değiştirilmesine yerine bunların toplumun geneline olan etkisinin azaltılmasına bu doğrultuda potansiyel zarara yönelik politikaların belirlenmesine yönelik etkinlikler (bu doğrultuda güvenliğin özelleştirilmesi-özel güvenlik ve güvenliğin havale edilmesi-toplum destekli polislik, potansiyel şüpheliler) inceleme konusu yapılmaktadır. özet kitapçığı | 39 Aslı Odman MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Öğretim Görevlisi Akademi içi ve dışındaki işyerlerinde olağanüstü hal Walter Benjamin’in belirttiği üzere, yaşadığımız “olağanüstü hal”, istisna değil kuraldır. Olağanüstü hale karar verme gücü, iktidarın en öz tanımıdır. Akademi içi ve dışındaki işyerleri veya “büyük bir şirket gibi yönetilen” ulus-devlette, iktidarı ve ölçeğini tam da “olağanüstü hali” tanımladığı anda seçebiliriz. İktidar ile karşılaşılan tüm an ve mekanlar, hakim güç ilişkilerini deneyimleye imkanı sunar. Bugün iş cinayetlerinde, her yeni gün onlarca insan hayatını ‘rutin olarak’, kendini tekrar eden neden ve şekilde kaybediyor. İş kazaları, meslek hastalıkları ve işyeri intiharları kaynaklı, sistematik can kayıplarını “olağan çalışma barışı hali” olarak tanımlayabilen yine hakim iktidar yapısıdır. İktidar, çalışma yaşamında ölümü, hukukuyla, söylemi ile, veri tutmayarak, baskıyla olağanlaştırır. Fiili durumlarla oluşturulan güvencesizlik, adım adım hukuki kılıf içine çekilir, yani süreç hukuksallaştırılırken, süreç parçacıklı yasa patlaması şokları içinde yönetilir. Ekonomik, sosyal, psikolojik düzeylerde cisimleşen güvencesizlik olgusunun diğer yüzünde -yine hukuk aracılığıyla- güvenlilikleştirme olgusu yer alır. İktidar, toplumsal ilişkilerin kılcal damarlarına kadar uzanan yapısı nedeniyle her alanda güvenlilikleştirmeye yönelir. Politik savaş konseptinde “iç savaş” formuna bürünen güvenlilikleştirme akademi gibi görece korunaklı işyerlerine dek uzanır. İnşa edilen güvenlik paradigmasında katalog suçların tanımı fiili olarak genişletilerek düşünce ve ifade hürriyeti gibi anayasal bir hak, suç kapsamına alınır. Bir örneğini sıkıyönetim pratiği olarak özel güvenlikli askeri bölgelere karşı imza kampanyası düzenleyen, hazırladıkları bildiride “bu suça ortak olmayacağız” şeklinde politik-rasyonel-legal tutumlarını sergileyen akademisyenleri hedef alan operasyonlardan deneyimleyebilmekteyiz. Devlet aygıtı, Kamu’nun güvenliğini neyin tehdit ederek olağanüstü bir hal yarattığını tanımlayarak, legal bir reaksiyonu kriminalize etmiştir. Gözaltı, ev baskını, tutuklama, işten çıkarma, memuriyetten men gibi ceza ve kovuşturma usullerine dek uzanan yasal “rutin”, akademi dışından içine doğru her yerin güvenlilikleştirilmesinin bir sonucudur. Akademiyi topyekun “olağanüstü sürece” sokan bu süreç, bir yandan da işyeri olarak akademide olağanlaştırılmış baskı ve ihlallerin yoğunlaştırılmış bir devamıdır da. Bu olağanüstü saldırı da 40 | özet kitapçığı akademi içindeki sınıf ve statü farklarını (kamu-vakıf, metropol-taşra, elit-düz, sosyokültürel sermayesi yüksek-düşük üniversiteler) ilk defa bu kadar görünür ve paylaşılır kılmıştır. Bu tebliğde, akademi içi ve dışı işyerlerinde yaşanan “gündelik savaşı” tanımlayan ilişkisel kavramsal çerçeve oluşturularak, bugün Bölgede yaşanan savaştan akademiye uzanan “savaşa” kadar güvencesizleştirme ve güvenlilikleştirme sürecinin analizi yapılacaktır. özet kitapçığı | 41 Cömert Uygar Erdem Avukat, Ekoloji Kolektifi Üyesi Çevre Hakkı İhlalinde İdare ve Çevre Mevzuatının Rolü Semih Gemalmaz’a göre, yaşam hakkının bir uzantısı olan; üçünü kuşak haklar içerisinde yer alan çevre hakkı, bireye, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı sunmaktadır. Anayasa’nın 56. maddesi’nde “herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” tanımına yer verilmiş, aynı maddenin ikinci fıkrası ile yurttaş ile devlete; çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek ödevleri yüklenmiştir. Yurttaş çevre hakkını kullanmak ya da yukarıda sayılan ödevlerini ifa etmek için; bilgilenme, katılma ve başvuru hakkını kullanacaktır. Çevre hakkı kapsamında, devletin ödevini ifa etmek için; çevreyi korumaya yönelik düzenleme yapma ve denetim yetkisini aktif olarak kullanmak yükümlülüğü bulunmaktadır. Ekoloji mücadelesinde yaşanan hak ihlallerini, değişik açılardan farklı kategorilere tabi tutmak mümkün. Türkiye ölçeğinde son dönemde, çevre hakkını aktif olarak kullanmak isteyen; çevreyi koruma, çevrenin kirlenmesini önleme ödevlerini ifa etmeye çalışan birey ya da toplulukların maruz kaldığı hak ihlalleri; idari makamlar ve kolluk güçleri ile vuku bulan ilişkiler üzerinden temellenmektedir. Ekoloji hareketi, toplumsal hareket olması hasebiyle diğer toplumsal hareketlerle aynı –kötü- kaderi paylaşmakta; örgütlenme, propaganda, itibarın kirlenmemesi, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme gibi hakları kullanırken birçok kısıtlamalar ile karşı karşıya kalmaktadır. Bilgi edinme başvurularının cevapsız bırakılması ya da eksik cevaplandırılması, istenilen belgelerin ticari sır gibi gerekçelerle sınırlandırılması, işlemlerin ilanların-duyuruların halkın kolayca erişimini sağlayacak şekilde yapılmaması, açılan davaların ehliyet ve süre yönünden reddedilmesi, halkın katılım toplantılarının bilgilendirme toplantıları formatına çevrilmesi gibi birçok hak ihlalini sayabilmek mümkündür. Sunumda, devletin çevreyi korumaya yönelik düzenlemeler ödevini yerine getirmesinden ya da getirmemesinden kaynaklı hak ihlalleri; çevre mevzuatı ve özellikle Çevre Kanunu ile Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinde yer alan düzenlemeler, bu mevzuat hükümlerinin uygulanmasından kaynaklanan ihlaller ile ilgili örnekler ile ilişkilendirilerek anlatılmaya ve tartışılmaya çalışılacaktır. 42 | özet kitapçığı Türkiye’de Devletin Gündemi Paneli 21 Mayıs Cumartesi 15:30-17:00 Tanıl Bora Yazar, Çevirmen Linç ve Kirli Neşe Nasyonal sosyalizmle erkeklik fantezilerinin nasıl birbirine bağlandığını analiz eden anıtsal çalışmasıyla bilinen Klaus Theweleit’ın, 2015’te yeni çıkan eserinin adı: Failin Gülüşü’dür. Theweleit burada, IŞİD’den ‘Avrupa ırkçısı’ Breivik’e, Endonezya katliamının faillerinden Guantanamo’ya, katliam işleyenlerin gülen çehreleri üzerine, cinayette buldukları tatmin üzerine düşünür. Bu gaddarlık hazzının, bu kirli neşenin kaynağı nedir? Hangi korkular, hangi yaralar kendini açığa vuruyordur burada? Theweleit’a göre, bir acz duygusunun, hayatın karmaşıklığının yarattığı tehdit algısının, büyük bir içsel fragmantasyonun üstesinden gelmek için, o oranda basite indirgeyici, kıyıcı, ‘düzleyici’ bir psiko-dinamik işlemektedir. Katliam failinin gülüşü, neticede onun hayatta kaldığını ve failliğini teyid eden bir zafer hissinin teyididir. Sivas’ta insanların kapalı kaldığı otelin yanışını izleyenlerin halinde tavrında da, 2015 Eylül’ünde bir gün içinde yüzlerce yerde HDP binalarını yakıp yıkanlarda da, öfkenin yanında, tuhaf bir neşe yok muydu? Hele sosyal medya, zulmü ve gaddarlığı eğlenceliğe çeviren, alaycı-şen bir nefret diliyle kaynamıyor mu? Linçin kitlesel sadizm olarak tezahür eden bir veçhesi var. Bu veçhe, linç eylemlerinin suç ortaklığı üzerinden cemaat oluşturucu dinamiğinin tekinsiz bir görünümüdür. Linç saldırılarını tahrik eden, bunları kriminalize etmeyen, takipsiz bırakarak doğal âfetler misali doğallaştıran devlet aklı, burada bir “insan kaynağı” faktörünü, bir “duygusal yatırımı” yönetiyordur – isterseniz bir nevi biyopolitik yönetişim de diyebilirsiniz buna. Linçlerin hukukî ve siyasî açıdan bir insanlık suçu teşkil ettiği kadar, ahlâkî bir zillet teşkil etmesini, bir de bu kirli neşeye bakarak ele almaya çalışacağım. 44 | özet kitapçığı Kemal Göktaş Cumhuriyet Gazetesi, Gazeteci Hukuk Devletinin Sonu Anayasal liberal bir demokrasinin olmazsa olmazlarından olan hukuk devleti ilkesi, devlet iktidarının hukuk kuralları doğrultusunda sınırlandırılması ile temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını anlatmak üzere kullanılan bir kavramdır. Hukuk devleti kendisini kuvvetler ayrılığı, suç ve cezanın şahsiliği, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulmaması gibi çeşitli biçimlerde gösterir. Anayasa’nın değişmez maddeleri arasında düzenlense de “hukuk devleti” kavramı, Türkiye’de hiçbir zaman tam anlamıyla hayat bulamamıştır. Kuvvetler ayrılığının yürütme lehine kurgulanmış olması, temel hak ve özgürlüklerin kullanılması önündeki idari ve yargısal engeller hep varolagelmiştir. Cumhuriyet tarihinin hukuk devleti ilkesi karşısındaki durumu pek parlak olmamakla birlikte AKP iktidarının 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra girdiği yönelim bu kavramın bütün veçheleriyle adeta ortadan kaldırıldığı bir manzara arz etmektedir. Kimsenin Anayasa’dan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamayacağına ilişkin kuralın rafa kaldırılarak fiili başkanlık sistemine geçildiğinin açıklanması, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki kentlerde yürütülen operasyonlardaki hukuk dışılıklar, düşünce açıklamalarına gösterilen tahammülsüzlük, basın özgürlüğüne yönelik kurumsallaşan baskı ortamı, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkınının fiilen ortadan kaldırılmasının yanı sıra çok çeşitli olaylarda kamu görevlilerinin hesap verebilirliğinin ortadan kaldırılması, yaşam hakkı başta olmak üzere insan hakkı ihlallerinde cezasızlığın temel hukuk politikası aracı haline gelmesi gibi uygulamalar hukuk devletinin Türkiye açısından “fiilen” ortadan kalktığı bir manzarayı düşündürtmektedir. Yargı ve Meclis’in yürütmeyi denetleme kanallarının tıkanması, dokunulmazlıkların kaldırılması ve belediyelere kayyım atanması gibi temel demokrasi ilkelerine aykırı girişimlerin artması hukuk devletinin sadece içerik (esas) açısından değil, şekli görünümlerinin de ortadan kaldırılmaya doğru gidildiğini göstermektedir. özet kitapçığı | 45 Şükrü Argın Yazar, Çevirmen Kamusallık, Kamusal Alanın Sivilizasyonu ve Devletin Evcilleştirilmesi Bu sunumda, (I) şu temel kabulden hareket edeceğim: Demokrasilerde halk egemenliği ancak halkın ‘egemenliğe direnme hakkı’ çerçevesinde düşünülebilir. Başka bir deyişle, ‘halk egemenliği’ anlamına gelen demokraside halk fiilen değil virtüel olarak egemendir ve bu virtüel egemenlik devletin kullandığı fiili egemenliği etkilediği, etkileyebildiği derecede ve sürece vücut bulur. (Halkın virtüel egemenliği fikrini açarken başlıkta geçen ‘kamusallık’ kavramını netleştirmeye çalışacağım.) (II) Buradan hareketle, şu -birbirine bağlı- üç tezi tartışmaya açmayı umuyorum: (1) Günümüz dünyasında devlet egemenliği ile halk egemenliği, yani fiili egemenlik ile virtüel egemenlik arasındaki makas giderek artan biçimde ikincisi aleyhine açılmaktadır. (2) Bu gelişme ile kapitalizmin neo-liberal küreselleşmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Zira kapitalizmin küreselleşmesi, (2.1) devletlerin iç işleri ve dış işleri arasındaki farkın belirsizleşmesine, böylece klasik güçler ayrımı ilkesine dayalı liberal demokrasilerin krizine yol açar (Bu krizin en açık göstergesi, yürütme organının yasama ve yargı aleyhine giderek güçlenmesi, dolayısıyla demokratik müzakere süreçlerinin idari karar süreçleri tarafından sıkıştırılması, hatta baypas edilmesidir) ; (2.2) nihayetinde, ulus-devletleri ulusal sınırlar içine kapanmış, meşruiyetlerini kendi uluslarından alan ‘güç konteynır’ları olmaktan çıkarıp küresel güç ağına eklemlenmiş ve meşruiyetlerini de büyük ölçüde ve esasen buradan alan ‘güç konnektör’lerine dönüştürür. (Bunun en önemli sonucu, ulus-devletlerin kendi uluslarıyla bağının zayıflaması, dolayısıyla demokratik süreçlerin formalleşmesi, plebisiter bir ‘rıza tasarım ve imalat tezgâhı’ haline gelmesidir ki buna yurttaşlığın krizi olarak işaret edebiliriz.) (3) Yurttaşlığın krizinin en önemli sebebi ve göstergesi, kamusal alanın devlet tarafından -özelleştirme ve resmileştirme- marifetiyle depolitize edilmesi, halkın virtüel egemenliğinin vücut bulabileceği zeminin ortadan kaldırılmasıdır. (Bu tezi tartışırken, fiziki ve virtüel kamusal alan/uzam arasındaki ilişkileri ortaya koymaya çalışacağım.) 46 | özet kitapçığı (III) Son olarak da, halk egemenliğini yeniden canlandırma, güçlendirme imkânları üzerinde kafa yormaya çalışacağım. Bu çerçevede, ‘kamusal alanın sivilizasyonu’ ve ‘devletin evcilleştirilmesi’ kavramlarını tartışmaya açacağım. Burada savunmak istediğim temel fikir, yukarıdaki tezler çerçevesinde tasvir edilen bir dünyada, artık bir ülkede demokrasinin varlığının en önemli ölçütünün ya da göstergesinin, ülkedeki ‘sivil kamusal alan’ın ‘yüzölçümü’ olduğudur. Bu bakımdan, kamusal alanın ‘sivilleştirilmesi’ burayı sermayenin ‘özelleştirme’ ve devletin ‘resmileştirme’ süreçlerinden kurtarma, kelimenin her iki anlamıyla kamulaştırma (yani herkesin müşterek mülkü kılma ve herkese açık hale getirme) demektir. Devletin ‘evcilleştirilmesi’ ise hem onun vahşi, yani demokratik denetimden muaf karanlık çehresini görünür kılmak ve mümkün olduğunca daraltmak hem de onun küresel güç ağına dönük yüzünü yeniden halka döndürmek olarak görülebilir. özet kitapçığı | 47