Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık
Transkript
Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık
Koordinatör : Yrd. Doç.Dr. Osman ALACAHAN Sekreterya : Abdusselam BULUT Osman KAVAKLIOĞLU Abdullah ALTUNKES Şaban TUTÇU Mustafa YALÇINKAYA BİR KİMLİK İNŞASI OLARAK MUHAFAZAKÂRLIK ISBN 978-605-4696-62-8 1. Baskı: Mayıs 2014 Grafik Tasarım: TAVOOS Baskı: Ankamat Matbaacılık İvedik / Ankara SEMPOZYUM TEBLİĞLERİ SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI Osmanpaşa Cad. Kavukçu İşhanı Kat: 3 No: 308 Merkez Sivas Tel: 0346 221 41 50 Faks: 0346 226 40 64 www.sivasibnihumam.vakfi.org EDİTÖR Yrd. Doç. Dr. OSMAN ALACAHAN İçindekiler 7 Editörden Yrd. Doç. Dr. OSMAN ALACAHAN 15 Sempozyum Açılış Konuşması TEMEL KARAMOLLAOĞLU 19 Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese Dr. BENGÜL GÜNGÖRMEZ 33 Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık Prof. Dr. BEDRİ GENCER 61 Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Prof. Dr. CELALETTİN VATANDAŞ 81 Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi Prof. Dr. ALİ TAŞKIN 93 Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız Prof. Dr. YAŞAR DÜZENLİ 117 İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı Doç. Dr. ALEV ERKİLET 131 Muhafazakârlık Üzerine! ALİ BULAÇ* 145 Bir Muhafazakarı Nasıl Tanırsınız? Prof. Dr. BERAT ÖZİPEK 153 Toplantıdan Görüntüler 157 Sivas Kemal İbni Hümam Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfı Editörden Dünyaya gözünü açan her birey kaçınılmaz olarak bir kimlik üstlenmek zorundadır. Alınan bu kimliklerden bazıları yaşam sürecinde değişime uğrayıp başkalaşırken, bazıları ölüm sonrasında da ilk halini korumaktadır. Etnik kimlik, dini kimlik ve siyasal/ideolojik kimlik bunlara örnek olarak gösterilebilir. Gerçekliğin algılanma ve anlamlandırmasının pratiğe yansıması olan yaşam biçimi bir kimlik oluşumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Muhafazakârlık da bireyin takındığı bir kimliktir. Her kimlik gibi muhafazakârlık da eşyaya, topluma, toplumsal kurumlara, ekonomiye ve siyasete kısacası yaşama ve onun içinde cereyan eden olay ve olgulara kendi bakışını ortaya koymak çabası içindedir. Her kimliğin doğasında olan bu çaba birçok noktada onu diğer kimliklerle karşı karşıya getirmektedir. Daha iyi bir toplum oluşturma ve bireyin mutluluğunu sağlama iddiasındaki bu karşılaşma insanlık tarihiyle başlamıştır ve insan olduğu sürece de varlığını koruyacaktır. İnsanın mutluluğunu onun sahip olduklarını korumasından ve radikal değişimlerden uzak durmasından geçtiğini savunan muhafazakârlık, duyguyu ve inancı devre dışı bırakan ve salt aklı esas alan bakış açılarını tarih- 8 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık sel örneklerini de göstererek “yıkıcı”, “bireyi ve toplumu ifsat edici” olduklarını iddia etmektedir. Son iki yüzyıl içinde dünya üzerinde insan eliyle gerçekleştirilen, birey ve toplumların bunalımına sebep olan olay ve değişimlere karşı “var olanı korumak” gayret ve inancı olarak ortaya çıkan muhafazakârlık günümüz toplumlarının büyük bir kesiminde kabul görmektedir. Bu kabul görmüşlükte hiç şüphesiz onun dini inançlardan ve kültürel değerlerden beslenmesi de etkili olmaktadır ki bu nedenle çoğu zaman muhafazakârlık dindarlık ile eş anlamlı olarak algılanmaktadır. Anlam çeşitliliği ve etki alanı genişliği nedeniyle insan yaşamında önemli bir etkiye sahip olan muhafazakârlık hakkında birçok araştırma yapılmış, sempozyumlar ve konferanslar düzenlemiştir. İçinde bulunduğumuz bu günlerde ülkemiz siyasetinde de önemli bir yere sahip olan muhafazakâr anlayış Kemal İbn-i hümam Vakfı tarafından organize edilen bir sempozyumda birçok yönüyle ele alınmıştır. Sempozyuma değerli birçok bilim insanı, akademisyen ve yazar katılmıştır. Kalabalık bir izleyici kitlesinin takip ettiği sempozyum iki oturum şeklinde gerçekleştirilmiştir. İlk Oturum Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Bozkuş’un başkanlığında Dr. Bengül Güngörmez, Prof. Dr. Bedri Gencer, Prof. Dr. Celalettin Vatandaş ve Prof. Dr. Ali Taşkın’ın katılımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu oturumda Sayın Güngörmez “Batı Muhafazakarlığından Türk Muhafazakarlığına Genel Bir Değerlendirme” başlığını taşıyan sunumunda Muhafazakarlığın genel bir tanımın yaptıktan sonra Batıda muhafazakarlığın çıkışını, tarihsel gelişim sürecini ve sosyo-kültürel arka planına işaret ettikten sonra muhafazakarlığın Türk Editörden Toplumuna aktarılması çalışmalarında “aydınlanmacı jakoben elitist anlayış” tarafından kavramın mecrasından nasıl çıkarıldığını ve “toplumu dönüştürme” amaçlarına hizmet edecek şekilde nasıl bir çarpıtma yaptıklarının altını çizmiştir. Türkiye Modernleşmesinin batıdan farklı değişkenlere bağlı olarak gerçekleştiğini, bu sebeple batılı anlamda muhafazakârlık ile Türk muhafazakârlığının toplumsal dinamiklerinin farklı olduğunu belirterek, muhafazakârlığın daha iyi anlaşılması için mevcut “hükümetin ekonomiye ve alt yapıya verdiği önemi kültüre de vermesi” durumunda muhafazakârlık ile ilgili ilmi araştırmaların önünün açılacağını belirtmiştir. Aynı oturumda Prof.Dr. Bedri Gencer “Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık” başlıklı tebliğinde her ideolojik tutum gibi muhafazakârlığın da sekülerleşmenin ürünü olduğunu, modern hayat tarzına tepkiden doğan bir ideolojisi olduğu belirterek Osmanlı döneminden günümüze değin Türk toplumsal yaşamının zihinsel algı haritasını çıkarmış, İslamcılık ve Muhafazakârlığın ideolojik boyutta kesişim noktalarına işaret ettikten sonra “İslâmcılıktan muhafazakârlığa kayan kesimin, genelde köy kökenli olduklarını, bu kesimlere yönelik eleştirinin ideolojik boyuttan ziyade kültürel-ahlakî bir yozlaşma” noktasında olduğu tespitini yapmış, bu yozlaşmanın toplumsal planda aldığı görünüm ve söylemlerden örnekler vermiştir. Prof.Dr. Celalettin Vatandaş “Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık” başlıklı tebliğinde 5541 kişi üzerinde yaptığı “Türkiye’de Gençlik” alan araştırmasının bulgularına yer vermiş ve “Her kimliğin bir tanımlama olduğunu, tanımlamalarında farklı şeyleri dikkate alarak inşa olunan bir anlamsal çerçeveyi temsil ettiği- 9 10 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık ni” belirterek Türkiye’de gençliğin genel anlamda bir kimlik krizi yaşadığını, kavramların anlam karmaşası içerdiğini, bir birine zıt anlamların aynı kavram içerisinde birleştirildiği ve muhafazakarlığın da bundan nasibini aldığı tespitini yapmıştır. Prof.Dr.Ali Taşkın “Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi” başlıklı tebliğinde muhafazakâr düşüncenin felsefi temellerini ortaya koyduktan sonra “değişimin kaçınılmazlığı” ilkesinin muhafazakârlık içinde geçerliliğini vurgulamış, bu değişimin bireyden topluma, siyasetten ekonomiye değin hayatın her alanında gerçekleştiğini, hatta kontrolsüz ve anormal boyutlarda görülebileceğinin örneklerini vermiştir. Oturum başkanlığını yaptığım ikinci bölümde Prof. Dr. Bekir Berat Özipek, “Bir Muhafazakârı Nasıl Tanırsınız?” başlıklı konuşmalarında Muhafazakâr bireyin kendine, aileye, ekonomiye siyasete nasıl baktığını, temel değerlerinin ne olduğunu, değişim ve dönüşüme yaklaşımının ne tür gerekçelere dayandırdığını açıkladıktan sonra muhafazakârların değişime karşı çıkışlarının “insan aklına duydukları güvensizliğin bir sonucu” olduğunu belirtmiştir. Sosyolog-Yazar Ali Bulaç “Muhafazakârlık Üzerine” başlıklı tebliğinde kavramın anlamlandırılmasına farklı bir yaklaşımla, batı literatüründeki muhafazakârlığın Türkiye toplumu için geçerliliğinin kabulünün sorunlu olduğunu, bu nedenle muhafazakâr kavramı yerine “mazbut” kavramının kullanılmasının gereğine işaret etmiş, Türkiye’de batılı anlamda muhafazakârlığın siyasal alandaki yansımasının uygulamada İslam dışı politika ve pratiklerle kendini somutlaştırdığını ve “dindar zihnin sekülerleşmesi ve kendine özgü İslami değişim fikrinin kaybolması gibi trajik sonuçlara yol açtığı” görüşünü dile getirmiştir. Editörden Doç.Dr. Alev Erkilet “İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı” başlığını taşıyan tebliğinde muhafazakârlıkla Dindarlık arasındaki bağıntıya dikkat çekmiş, “Araçsalcı ve amaçsalcı dinsellik” olarak iki kategori oluşturarak “Araçsalcı dinselliğin nihai amacının dünya, amaçsalcı dinselliğin ise nihai amacının Allah rızasının kazanılması” anlamına alınabileceğine, “Müslüman dünyada araçsalcı yaklaşımı muhafazakârlıkla, amaçsalcı yaklaşımı ise İslamcılıkla ilişkilendirilmesinin mümkün” olduğuna işaret ederek, Araçsalcı dinselliğin/Muhafazakârlığın “değişime karşı” olmasının zorunluluğu gibi Amaçsalcı dinselliğin/İslamcılığın değişimi “Sünnetin de gereği bir hak” olarak görmesi gereğini vurgulamıştır. Prof.Dr. Yaşar Düzenli “Dinamik Dinden Statik Muhafazakarlığa Ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız” başlıklı tebliğinde Muhafazakarlığın “batı dünyasının kendi iç dinamikleri, fikri ve zihni çalkantıları içerisinde oluşturulmuş “siyasi bir ideolojik” duruş” olduğunu, Muhafazakar kimliğin Kur’an temelli Müslüman kimliğiyle örtüşmeyeceğini, çünkü Kur’an’ın emirlerinin “canlı ve dinamik” olduğunu, bir Müslümanın da bunları “bizzat yaşanarak” muhafaza edebileceğini, ama muhafazakârın “akılla ve akletmekle ilgili kaygısı” nedeniyle “olayların dış yüzünde kaldığını”, “kelamın; elçilerin ortaya koyduğu kuşatıcı sözün iç dünyasına nüfuz edememenin tedirginliği yaşadığını” belirterek muhafazakarlığın inanç boyutunda “atalar dinine” tabi olmaya, amel boyutunda da “belirli akşamlarda koro halinde tekrarlanan amentü esaslarına” tekabül ettiği tespitini yapmıştır. Sempozyum izleyicilerin soruları ve bunların cevaplandırılması ile sona ermiştir. Değerli katılımcıları ve izleyicilerin beğenilerini ifade etmeleri üzerine böyle bir konunun daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırılması amacıy- 11 12 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık la tebliğlerden oluşan bir kitabın basımını uygun gördük. Bu vesile ile tekrar katılımcılara ve sempozyumun organizasyonunda emeği geçen vakıf yöneticileri ve çalışanlarına teşekkür ederim. Yrd.Doç.Dr. Osman ALACAHAN Sayın Valim Sayın Belediye Başkanım Sayın Vakıf Mütevelli Heyeti Başkanım Davetimize icap ederek şehrimizi teşrif eden kıymetli hocalarım Değerli Basın mensupları Saygıdeğer hemşehrilerim Hoş geldiniz Şehrimizin kültür hayatına katkı sağlamak amacıyla her yıl bir konuda sempozyum düzenlemekteyiz. Bu yıl ki sempozyumumuza konu olarak Muhafazakârlığı seçtik. Neden Muhafazakârlık? Bilindiği üzere Muhafazakâr düşünce batıda Fransız devrimi ile somutlaşan aydınlanmacı aklın eşyanın ve insanın hakikatinin anlaşılmasında salt aklın yeterli olduğu inancına, duyu-ötesi alanı dışlayan bilim anlayışına, gerçekliğin ölçüsünün sadece insan olduğunu savunan hümanizme, seküler etik anlayışına, toplumsal planda tepeden inmeci ve radikal değişimlerle yerleşik ara kurumların tahrip edilmesine, toplumların örf adet ve geleneklerinden uzaklaştırılmasına, geçmişle bağı kopartılan bireylerin kendilerine ve topluma yabancılaştırılmalarına ve insanı ezen totaliter devlet yapısına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 14 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Genel anlamda “Mevcudu-statükoyu koruma” anlamına gelen muhafazakârlık, henüz yerli yerine oturtulamamış bir kavram olarak birçok yönüyle incelenmesi gereken bir çeşitliliğe ve muhtevaya sahiptir. O halde; Muhafazakâr düşünce nedir? Eğer bir ideoloji ise diğer ideolojilerden ne noktada ayrışmaktadır? Milliyetçi muhafazakâr, ateist muhafazakâr, liberal muhafazakâr veya dindar muhafazakârlar arasındaki fark nedir? Muhafazakârın dindarlığı ile Dindarın muhafazakârlığı aynı şey midir? Birey planında bir tutum veya bir yaşam biçimi ise bir muhafazakâr nasıl davranır ve nasıl yaşar? İnsanlar kaybetmekten korktukları kazanımları ile doğru orantılı olarak mı muhafazakârlaşıyorlar? Muhafazakâr toplumsal yapının değişiminde devrimi değil evrimi önceler. Ona göre devrim yıkıcı evrim ise yapıcıdır. Eğer böyleyse bugünün egemen muhafazakâr toplumları neden bin bir zorlayıcı-radikal yöntemle başka toplumları değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışıyorlar? Bu durumda muhafazkarlık egemen sınıfın toplumu kendi istediği yönde değiştirme çabasında farklı bir yöntem mi? Muhafazakârlık evrensel bir değer mi? Yoksa her toplum kendine mi muhafazakâr? Bu tür organizasyonların ilimizin kültürel yönden de güçlü bir kent olmasına katkı sağlayacağı bir gerçektir. Sempozyumun ilimiz kültür hayatına katkı sağlaması ve hayırlara vesile olması dileklerimle saygılar sunuyorum, tekrar hoş geldiniz. Sempozyum Açılış Konuşması TEMEL KARAMOLLAOĞLU*1 Saygıdeğer protokol, değerli hocalarımız, kıymetli katılımcılar, sevgili öğrencilerimiz. Vakfımızın düzenlediği “ Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakarlık” konulu sempozyumumuza hoş geldiniz. Vakıf olarak her yıl bir sempozyum düzenlemeyi prensip haline getirdik. Her sempozyumumuzda Sivas’a alanında uzman hocalarımızı, akademisyenlerimizi, fikir adamlarımızı davet ediyoruz ve o yılki sempozyum konusu etrafında çalışmalarını sağlamaktayız. Vakfımız tarafından kuruluşundan bu yana yedi sempozyum düzenlenmiş, burada sunulan tebliğleri kitap haline getirerek ilim aleminin hizmetine sunmuştur. 28 Şubat sürecinde sempozyum faaliyetlerine biraz ara verildi, hatta bir takım sorunlarla ciddi mücadeleler vermek zorunda kaldık. Hamdolsun o günler geride kaldı. Bu sempozyumlar Sivas’a ümit ediyorum ki ciddi kat- Yrd.Doç.Dr. Osman ALACAHAN * Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı 16 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık kılar sağlıyor. Sadece Sivas’ımıza değil neşredildiği için genelde ülkemizde de bu tip fikri çalışmalara bir katkı sağlamaktadır. Vakfımız hakkında da biraz bilgi aktarmak istiyorum. Vakfımız 1990 yılında kuruldu, bendenizin Sivas Belediye başkanlığını üstlenmesinden bir sene sonra. Genel olarak “Kemal İbn-i Hümam” ismi dikkat çekmekte. Ben şahsen “Kemal İbn-i Hümam” ismini 1990’na kadar hiç duymamıştım. O tarihlerde Kuveyt’teki bir toplantıda beni Sivas Belediye Başkanı olarak tanıttıklarında, Ebulfettah Ebu Gudde isimli meşhur bir âlim, ayağa kalktı ve “Kemaleddin İbn-i Hümam Es-Sivasi’nin” memleketindensiniz’ öyle mi ? dediler. Bu vesile ile zaten kuruluş aşamasında olan Vakfımıza bu ismi vererek bir eksikliğimizi gidermiş olduk. Yaşadığım bu hadiseyi de dikkate alarak, Sivaslı ilim adamlarının, sanatkârların ve devlet adamlarının halkımıza tanıtılmasını vakıf çalışmalarında öncelikli hedef olarak ele aldık. Bu sebeple de ilk sempozyum olarak “ Kemaleddin İbn-i Humam’ın Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri konusunda organize etmiştik. Vakfımızın şu anda 3 öğrenci yurdu, bir dershanesi ve iki tane de kültür sitesi bulunmaktadır. Buralarda insanımızın özellikle gençlerimizin eğitimlerine yönelik çeşitli faaliyetler yürütmekteyiz. Bugün burada muhafazakârlık konulu sempozyumu icra etmek üzere bir araya gelmiş bulunmaktayız. Hocalarımızın tebliğlerini, paylaşımlarını ben hakikaten merak ediyorum. Muhafazakârlık genelde bizim toplumumuzda bakıldığı zaman kendi dini değerlerine sahip çıkan insanlar olarak bilinir. Halbuki bir insan kendi değer verdiği neyi varsa; malı, mülkü de olsa veya fikri değerleri de olsa, Sempozyum Açılış Konuşması ahlak anlayışı da olsa o değerleri muhafaza etmek için bir çaba sarf eder. Onun için muhafazakarlık insandan insana değişir. Yani komünistin de muhafazakarı olur, sosyalistin de muhafazakarı olur, Müslümanın da muhafazakarı olur. İnşallah bu konuda hocalarımızı dinleyeceğiz, biraz daha aydınlanacağız. Buraya teşrif eden bütün katılımcılarımıza tekrar hoş geldiniz diyorum. Sivasımıza kadar geldikleri için, bizlerle beraber oldukları için, emek verdikleri için teşekkür ediyorum. Bu sempozyumun hem Sivasımız için hem burayı şereflendiren toplantıya iştirak eden kardeşlerimiz için hem de ülkemiz için hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. Hepinize saygılar sunuyorum. 17 18 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese Dr. BENGÜL GÜNGÖRMEZ* Giriş Elinizdeki bildirinin konusu Batı ve Türk muhafazakârlığını en genel hatlarıyla mukayeseli bir şekilde ele almaktır. Her ne kadar sosyal bilimlerde Batı kaynaklı teorileri Türkiye’deki benzer sosyal fenomenlere tatbik etmek ‘sorunlu’ bir teşebbüs de olsa söz konusu iki durum hakkındaki yaklaşımların genel bir karşılaştırması bu sorunun farkında olunarak ve sorun şimdilik paranteze alınarak değerlendirildiğinde mevcut durumu kavramaya yardımcı ve ufuk açıcı olmaktadır. Öncelikle ülkemizde muhafazakâr kavramıyla ilgili yanlış bir anlamayı ya da kullanımı düzeltmek gerekir. Latince “conservare” ve Neo-Latin “conservatismus” (to conserve, preserve)1 kelimelerinden gelen “muhafazakâr* Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi. 1 Zikreden, Suvanto Pekka, Conservatism From The French Revolution to the 1990s, Trans. Roderick Fletcher, The Ipswich Book Company ltd, Great Britain, 1997, s.1 19 20 Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık lık”(conservatism)ın sözlük anlamı “korumak” ya da “olduğu gibi muhafaza etmek”2tir. Bununla birlikte ülkemizde conservatism kavramının mevcut ideolojik çağrışımları nedeniyle sıkça entelektüeller tarafından ”muhafazakârlık” olarak değil, “tutuculuk” kavramıyla karşılandığını görürüz. Aslında “preservatism” kelimesinin karşılığı olan “tutuculuk” kavramı muhafazakârlık kavramının pejoratif anlamıyla maksatlı bir tercümesidir. Burada maksattan kasıt politiktir; politik olarak belli bir kesimi itibardan düşürmektir. Batı muhafazakâr literatüründe umumiyetle rastlanan diğer kavram da “reaction” kavramıdır ki bu kavram aslında Fransız Devrimi’ne muhafazakâr “tepki”ye gönderme yapan bir kavramdır. Muhafazakâr düşünürler Fransız Devrimi’nin beraberinde getirdiği “soyut akla” dayanan radikal değişikliklere ve toplumun total olarak dönüştürülme hareketine sert bir “tepki” geliştirmişlerdir. Bu kavram da tıpkı conservative kavramı gibi Türkçe literatüre tercümanlar tarafından maksatlı olarak farklı şekillerde tercüme edilmektedir. Hatta mevcut siyasî konjüktüre göre bu kavram için kullanılan karşılıklara bakıldığında, kullanım açısından “tutuculuk” kavramı bile masum kalmakta “gerici”, “yobaz” yahut “köktendinci” kavramlarının da söz konusu kavram yerine kullanılıp kavramın referanslarının radikal bir şekilde aşıldığı görülmektedir. Bu maksatlı tercüme yaklaşımına, Albert O Hirschman’ın, 2 Gordon, Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınay, Derya Kömürcü, Bilim Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s. 512. Ayrıca kelimenin diğer kavramsal anlamları için bkz. Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 609 Kelimenin tanımına ilişkin daha geniş bir tartışma için bkz. Philippe, Beneton, Muhafazakârlık, çev. Cüneyt Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, bilhassa giriş bölümü. muhafazakâr düşüncenin sistematik bir eleştirisini yaptığı “The Rhetoric of Reaction”3 isimli kitabının dilimize “Gericiliğin Retoriği” olarak tercüme edilmesi örnek olarak gösterilebilir. Hirschman reaction terimin aşağılayıcı bir şekilde kullanılmasından duyduğu rahatsızlığı ve terimi kullanışındaki hassasiyetini kitabında ısrarla ifade ettiği halde tercüman kitabın başlığındaki “reaction” kelimesini dilimize “gericilik” olarak tercüme etmiştir. Temelinde “ilerleme”4 düşüncesine inancın yattığı bu tercüme hareketi, Türk toplumundaki toplumu dönüştürmek konusundaki Aydınlanmacı elitist jakoben yaklaşımın somut bir örneğidir. Bir toplumda gericiler varsa o toplumda ilericiler de var demektir. Gerici/ilerici düalizmi bilimsel bir ayrım değil, ideolojik, politik bir ayrımdır ve hâkim bir sınıfın diğerleri üzerindeki iktidarını gizlemek ve meşrulaştırmak üzere ülkemizde umumiyetle kullanılagelmiştir. Bu ayrım kimi zaman darbe gerekçesi olmuş kimi zaman da toplumdaki isyanı bastırmayı meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Bu kullanım ülkemizdeki elitist jakoben yaklaşımın tipik bir örneğidir çünkü söz konusu ayrımı yapanlar gericilerin kendileri değil, bizatihi kendilerini “ilerici” olarak adlandıran elit kesimlerdir. Kimse kendisine durduk yere ben gericiyim demez. Kavramlarla ilgili bu yanlış izahatı değerlendirdikten sonra muhafazakârlığın Batı’da en genelde nasıl anlaşıldığı üzerine bir kaç söz söylemek lâzım. Batı’da muhafazakârlık hakkında en genelde Ontolojik Muhafazakârlık ve Siyasî/ entelektüel bir gelenek olarak muhafazakârlık olmak üze3 4 Hirschman, Albert O., Gericiliğin Retoriği, çev. Yavuz Alogan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994 Bu fikir için bkz. Nisbet, Robert A., History of the Idea of Progress, Basic Books, Inc., Publishers, New York, 1980 21 22 Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık re ikili bir tasnif yapılabilir. Bunun dışında daha alt tasnifler de vardır. Bu alt tasnife göre Batı’da, klasik gelenekçi muhafazakârlardan, paternalist ya da otoriter muhafazakârlıktan, modern muhafazakârlıktan, liberal muhafazakârlık ve muhafazakâr liberalizmden, romantik muhafazakârlıktan, seküler muhafazakârlıktan, yeni muhafazakârlıktan, neo-muhafazakârlıktan, anarşist, devrimci ve ateist muhafazakârlıktan söz edilebilir. Ancak en genel muhafazakârlık türü ‘ontolojik’ muhafazakârlıktır. O, bütün insanlığa özgü bir muhafazakârlık türüdür ve kesinlikle politik değildir. Muhafazakârlığı politik, düşünsel konteksinden ayrı olarak ele alan ve gündelik hayatta balık tutmanın dahi muhafazakâr bir eğilime sahip olduğunu söyleyen Michael Oakeshott’a göre “muhafazakâr olmak, bildik olanı bilinmeyene, gerçeği (fact) muammaya (mystery), fiili olanı mümkün olana, sınırlı olanı sınırsız olana, yakındakini uzağa, yeterliyi bolluğa, uygun olanı mükemmele, şimdiki sevinci ütopyacı mutluluğa tercih etmektir.”5 Oakeshott’ın sözünü ettiği gündelik muhafazakârlık “ontolojik muhafazakârlık”6 olarak adlandırılabilir. Ontolojik muhafazakârlık varoluşumuzla alâkalı bir hâli, gündelik alışkanlıklarımızı ifade eder. 5 6 Oakeshott, Michael, “On Being Conservative”, Rationalism in Politics and Other Essays, J. W. Arrowsmith Ltd, New York, 1962, s. 169. Muhafazakârlık Batı’da 1830’lara kadar politik bir anlam kazanmamıştır. Muhafazakâr ve muhafazakârlık kelimeleri 1830’lardan itibaren politik literatürde yer almaya başlamıştır. Kavramın, politik literatüre ilk girişi 1830’da Quarterly Review’in ocak sayısında anonim bir yazar tarafından kullanılmasıyla gerçekleşmiştir. Yazar, “Toriler” ismini “Muhafazakâr Parti” ismiyle değiştirmeyi amaçlamıştır. Daha fazla bilgi için bkz. Nisbet Robert A., Conservatism: Dream and Reality, Transaction Publishers, New Brunswick, 2001, s. 3 ve Suvanto Pekka, a.g.e., s.31 Bu ayrımı, değerli hocam ve danışmanım Prof. Dr. Hüsamettin ARSLAN’a borçluyum. İkinci muhafazakârlık türü olan “Siyasî/entelektüel bir gelenek olarak muhafazakârlık” ise kültürel, ideolojik bir tavrı içeren “modern” muhafazakârlık veya “entelektüel/politik bir gelenek” olarak muhafazakârlıktır. Ontolojik muhafazakârlıkta hayat ya da varoluş muhafazakârdır; siyasî muhafazakârlık ise hayatın bu yanının keşfidir. İlkinde bilinç dışılık ve olağanlık hâkimdir, ikincisinde bilincinde olma ve savunma. Bununla birlikte bu keşif, Batı geleneği kaybettiği sırada Fransız Devrimi akabinde gerçekleşmiştir. Muhafazakâr düşünürler bu keşfin kâşifleridirler. Bu yüzden muhafazakârlık üzerine önemli bir esere imzasını atmış olan Karl Mannheim muhafazakârlığı “bilinçli hale gelmiş gelenekçilik”7 olarak adlandırır. Muhafazakârlar önceden “ontolojik muhafazakârlar” iken geleneği kaybettiklerinde, onun farkına vararak bilinçli, “modern” ya da “entelektüel/politik muhafazakârlar”a dönüşmüşlerdir. Batı muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Değerlendirme Türkiye’deki muhafazakârlığa bakarak Batı muhafazakârlığına paralel bir değerlendirme yapmak istiyorsak öncelikle Türk muhafazakârlığıyla ilgili kâfi derecede araştırmanın henüz yapılmadığını söylemekte fayda var. Bilhassa Osmanlı İmparatorluğu döneminde kültürel, geleneksel muhafazakârlığın yanında siyasî ve entelektüel bir muhafazakârlığın yahut devletçi bir muhafazakârlığın olup olmadığı, varsa ne tür bir muhafazakârlık anlayışı olduğu hususunda henüz çok kapsamlı akademik bir bilgimiz bulunmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili muhafazakârlık eksenindeki çalışmalar daha çok tarih7 Mannheim’dan aktaran Beneton, a.g.e., s.113 23 24 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık seldir ve “İslamcılık”, “din”, “modernleşme”, “Batılılaşma”, “sekülerleşme”, “laiklik” kavramları çerçevesinde yapılmıştır. Tarihçilerin çalışmalarına dayanılarak yapılan Türk muhafazakârlığı ile ilgili tahliller ise modernleşmenin başlatıldığı Cumhuriyet dönemine ve hemen öncesi döneme, Tanzimat’a dayandırılmaktadır. Yine Tanzimat’la birlikte Batı’daki gibi “entelektüel siyasî bir gelenek olarak muhafazakârlık”ın ortaya çıkıp çıkmadığı hakkındaki bilgimiz de bugün sınırlıdır. Bu hususta tarihsel çalışmalar vardır ancak kesin bir karara varabilmemiz ve Türk muhafazakârlığı hakkında Batı’daki gibi ‘teorik tartışmalar’ yürütebilmemiz için kâfi sayıda çalışma yoktur. Yapılan çalışmalar da genelde Türk muhafazakârlığını Kemalizmin bir kolu olarak değerlendiren “cumhuriyetçi bir muhafazakârlık”tan söz etmektedir. Bu çalışmalar sınırlı da olsa bizim Türk muhafazakârlığıyla alâkalı genel bir değerlendirme yapmamıza olanak sağlayacak veriler elde etmiştir. Elbetteki her genel değerlendirme gibi bu değerlendirme de noksan olacaktır. Belki bu bir ön değerlendirme sayılabilir. Elde edilen veriler bakımından Batı’daki anlamıyla bir muhafazakârlıktan yani, entelektüel siyasî bir gelenek olarak muhafazakârlıktan tam olarak ülkemizde söz etmek mümkün görünmemektedir. Bu durumun iki temel nedeni olduğunu söyleyebiliriz. İlki Türkiye’de muhafazakârlığın ortaya çıkış evreninde Batılı anlamda “sınıf”ların olmayışı ikinci olarak da Batı’da ve Türkiye’deki toplumsal değişim hareketinin yönünün birbirine ters olması. İlk sebebi değerlendirecek olursak şunları söyleyebiliriz: Batı’da muhafazakârların en belirgin özelliği topluma ve tarihe istikamet tayin eden güçlü bir toplumsal- Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese siyasal sınıfa dayanmalarıdır. Bilhassa merkezî bir idareye sahip olarak toplumsal hiyerarşinin zirvesini yani statükoyu uzun yıllar işgal eden bu sınıf uzun yıllara dayanan bir siyasî ve entelektüel geleneği yaratabilmiştir. Bilhassa seçkin bir sınıf olan aristokrasi, ruhban sınıfı ve bunların siyasî iktidardaki uzantıları Fransız Devrimi akabinde, bu geleneği müteakip dönemde muhafazakâr tepki olarak adlandırılacak şekilde sıkı bir entelektüel ve siyasî eleştiri geleneğine dönüştürmeyi başarmıştır. ‘Gelenek’ içinde yaşamaktan ‘gelenekçilik’e geçiş devrimin bir neticesi, daha ötede Fransız Devrimi’nin bir neticesidir. Yine sanayi devrimi geleneğin kaybında önemli rol oynamıştır. Mannheim’ın deyişiyle “bilinçli gelenekçilik” devrimlere tepkiyle, modernleşmeye tepkiyle başlar. Batı’da bu tepki felsefî ve ilmî olarak ifade edildiği gibi siyasî olarak da ifade edilir. Batı’da muhafazakârlar ilk defa devrim ertesinde yapılan radikal değişikliklerle geleneği kaybettiklerinde geleneğin tam olarak farkına varmışlar ve onu kadim siyasî ve entelektüel geleneğin içinde konumlanarak gelenek, tarih, otorite, din savunusu ekseninde güçlü bir şekilde savunmuşlardır. Onlar yazılı da olan bir geleneğe sahip oldukları için bir gelenek içinden konuşabilmiş, yazabilmiş ve politika yapabilmişlerdir. Türkiye’de ise muhafazakârlık belli bir siyasî ve-veya aristokrat, ruhban sınıfın belirleyici tavrı değil, daha çok – muhafazakâr tavra sahip - Nurettin Topçu’dan Peyami Safa ve diğer fikir adamlarına - kimi figürleri saymazsak; zira bunlar Batı’daki gibi bir sınıf oluşturmazlar ve kadim entelektüel siyasî bir geleneğin içinde konumlanmazlar - İslam’ın rengini belirlediği kültürel ve dini bir muhafazakârlık ekseninde yaşayan “halkın” tavrıdır. Muhafazakârlığı bir “gelenek” olarak yaşayan halktır, 25 26 Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık istisnaları saymazsak aydın değil. Türkiye’de toplumun belki de bir tür sınıf ya da tabaka oluşturan iktidara sahip elit kesimi - asker-bürokrat-aydın - daha çok Batılı hayat tarzını benimsemiş ve bu hayat tarzını ideolojik olarak mütemadiyen her platformda savunmuştur. Bazı entelektüeller, muhafazakârlardan söz ederken ilginç bir şekilde “taşralı muhafazakârlar”dan söz etmiş ve hatta “taşralı muhafazakârlar” grubuna “muhafazakâr entelektüelleri” de dahil etmiştir.8 Bu tutum, yukarıdaki analiz kabul edildiğinde oldukça anlaşılır olmaktadır. Yine Türkiye’de Fransız Devrimi ertesinde karşılaşıldığı üzere Joseph de Maistre, Louis de Bonald gibi önemli muhafazakârların başını çektiği bir monarşi ve eski düzen savunusu olmadığı gibi, hilafeti ve Osmanlıcılığı savunan güçlü bir entelektüel sınıf da yoktur.9 Kimse hilafeti geri getirmek üzere yola çıkmaz, siyasî teşebbüste bulunmaz. Pek çok fikir adamının gözünde o devir, yani saltanat devri kapanmıştır. İkinci meseleye, Batı toplumlarının ve Türk toplumunun devrim ertesi (Türkiye için devrimin öncesi Tanzimat da dahil edilmelidir) değişiminin yönü meselesine geldiğimizde tarihsel olarak ilginç ve çarpıcı bir tabloyla karşılaşırız. Batı’da toplumsal ve siyasî değişimin istikameti toplumsal hiyerarşide aşağıdan yukarıya iken bizde değişimin istikameti yukarıdan aşağıyadır. Yani Batı’da devrim sürecinde aşağıdakiler yukarıdakileri değiştirmek isterlerken bizde yukarıdakiler aşağıdakileri yani, iktidardakiler, bir başka deyişle elit-bürokrat-askeri kesim halkı ken8 9 Öğün Süleyman Seyfi, Muhafazakârlık Soruşturması (Mülakat), Muhafazakâr Düşünce Dergisi, ayı:1, 2004, s.138 Mollaer Fırat, Türkiye’de Liberal Muhafazakârlık ve Nurettin Topçu, Dergâh Yay., İstanbul, 2008, s.97 di idealleri doğrultusunda değiştirmek, dönüştürmek yani modernleştirmek ve Batılılaştırmak istemişlerdir. Bu durumu en iyi tespit eden kişi, Türk düşünce tarihinin önemli isimlerinden Hilmi Ziya Ülken’dir. Ülken’e göre, Batı’da değişimler toplumun alt kesimlerinden gelip mevcut iktidarları sarsmıştır, o nedenle gericilik adı verilen tepkiler, reactionlar iktidar mevkiinden yukarıdan geldiği halde, Ortadoğu’da halktan gelmektedir. Batı’da reaction şuurlu bir şekilde siyasî, içtimai bir cereyan, asri silahlara sahip bir düşünce tarzı olduğu halde, Doğu’da “irtica” cemiyetin biricik çıkar yolu olan hareketi taassup ve skolastikle, bilgisiz kütle homurtusu ile karşılayan müphem, tarifsiz ve sistemsiz bir cereyan olarak kaldığı için pejoratif bir mânâda kullanılmıştır.10 Bu durum bizde Batı’daki gibi bir siyasî entelektüel gelenek olarak muhafazakârlığın gelişmemesinin en önemli nedeni gibi görünmektedir. Türk modernleşmesinde kendisini seçkinci, halkı ise aşağı, geri kalmış ve cahil gören hâkim bürokrat askeri sınıfın yaptığı değişiklikler radikal bir şekilde tepeden inmeci ve jakobendi. Ünlü Fransız liberal muhafazakâr filozof Alexis de Tocqueville’in Fransız devrimi için söylediği şu söz adeta bizim için de söylenmiş gibiydi: “merdivenlerin yarısını inmişken, yere daha çabuk inmek için kendimizi pencereden fırlattık.”11 Bu yazının en başında ele alınan ilericilik gericilik meselesi de buradan hareketle okunmalıdır. Devrim ertesi “gerici”, “tutucu”, “yobaz” olarak adlandırılan toplum kesimleri Batılı değerler ve semboller ekseninde radikal bir şekil- 10 11 Ülken Hilmi Ziya (1959), “Batıda ve Bizde İrtica”, Türk Düşüncesi, s.8 Kirk Russel, “Süreklilik ve Değişim”, çev. Faruk Çakır, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, yıl 1, sayı:1, Bahar, 2005, s.13 27 28 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık de dönüştürülmeliydi. Toplumun üst kesimlerinden gelen talep doğrultusunda kılık kıyafet değişikliğinden Dil Devrimi’ne kadar – belki de dünyada bir benzeri daha olmayan en radikal değişiklik Dil Devrimidir- yapılan pek çok değişiklik geleneklerine düşkün olan halkta büyük bir hoşnutsuzluk kimi zaman da ciddi bir direnişe yol açmıştır. Ülken’in de tespit ettiği gibi bu radikal değişikliklere verilen tepki, bilinçli bir sınıfın sistematik, entelektüel tepkisi değil, halk kitlelerinin belirsiz homurtusu şeklinde yahut demokrasi çerçevesinde oy atma davranışı ile dinî hassasiyete sahip partileri destekleme şeklindeydi. Zira statükoya sahip olmayan muhafazakâr bir tutuma sahip geniş halk kitlelerinden Batı’daki gibi bir siyasî ve entelektüel gelenek çıkmamıştır. Bunu yerine ziyadesiyle kendisini sandıkta, halk folklöründe ve kültüründe ifade ettiği üzere kültürel, hatta otantik bir muhafazakârlığın geliştiği ve sürdürüldüğü görülmektedir. Sonuç: Entelektüel Siyasî Bir Gelenek Olarak Türk Muhafazakârlığının İmkânı Geçmişte ülkemizde yaşamış ve fikirleriyle kamuoyuna tesir etmiş bazı muhafazakâr eğilimli entelektüel ve şairlerin oluşturdukları literatür ziyadesiyle entelektüel muhafazakâr bir geleneğin oluşumu için başlangıç hamlesi olarak görülebilir. Siyasî ve entelektüel bir muhafazakâr gelenek olmasa da ülkemizde kendisini halk kültüründe ve folklöründe ifade eden bir tür “kültürel muhafazakârlık”ın varlığı şüphe götürmez. Bu kültürün siyasî yansımalarının iktidarı belki Demokrat Parti ve hemen öncesine götürülebilir fakat siyasî ve entelektüel bir gelenek olarak muhafazakârlığın tam olarak ortaya çıkma Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese durumu Anavatan Partisi’ni takiben Ak Parti’nin askeri bürokratik vesayeti gerileterek iktidara ve statükoya yerleşmeye başlamasından sonra bir “imkân” olarak belirmiştir. İktidara geldiği günden beri Türkiye’nin demokratikleşmesi istikametinde radikal değişikliklere imzasını atan Ak Parti muhafazakâr eğilimleri taşıdığı ölçüde modernist eğilimleri de taşımakta ve cumhuriyetçi gelenek ile kültürel muhafazakâr gelenek arasında adeta bir sentez yaratmaktadır. Bununla birlikte statükoda olmak, iktidarda olmak tam anlamıyla entellektüel ve politik bir gelenek olarak muhafazakârlığın oluşması için kâfi değildir. Batı’da bu gelenek uzun yılların siyasî ve entellektüel tecrübelerinin kuşaklarca siyaset yoluyla da aktarılmasının bir neticesi olarak ortaya çıkmışken bizde Kemalist devrimlerle büyük ölçüde kesintiye uğrayan geleneksel tecrübe, siyasî darbeleri yedikçe alttan alta halkın belleğinde ve kültüründe ve bazen de siyasî figürleriyle ve şairleriyle kamusal alanda yaşamaya devam etmiştir. Ak Parti’nin iktidarında alt yapı çalışmalarına yapıldığı gibi eğer kültüre de yeteri kadar yatırım yapılırsa, ekonomiye önem verildiği gibi kültüre de önem verilirse muhafazakârlıkla ilgili (hem Batı hem Türk muhafazakârlığı) ilmi araştırmaların önü açılır. Söz gelimi sırf bu konuda bir enstitü kurulur ve desteklenirse, buna paralel olarak kadim tecrübenin aktarıcıları olan cemaat ve tarikatların serbest bırakılarak kendilerini ilmî olarak da ifadelerine izin verilirse, sanattan edebiyata, felsefeden tarihe kayıt dışı muhafazakâr şahsiyetlerin eserleri gün yüzüne çıkarılırsa ve yayınlanması sağlanırsa zaman içinde ciddi bir muhafazakâr entelektüel siyasî gelenekten bahsetmek mümkün görünmektedir. Aksi takdirde ise kültürel ve otantik bir muhafazakârlığı kat be kat 29 30 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık aşan ve zaman içinde adeta ona yeniden şekil veren, çağa uygun koşullara göre onun özünü kaybetmeksizin yenilenmesini sağlayan siyasî ve entelektüel bir gelenek olarak muhafazakârlığı daha uzun yıllar beklemek gerekecektir.12 İkinci olarak, muhafazakârların bugün ve gelecekteki temel problemi neyi koruyup neyi korumayacaklarına karar vermek durumunda kalmalarıdır. Bir gelenek sırf gelenek olduğu için korunmalı mıdır? Bu soru, çağımızda dünya ülkeleri ve hızlı değişime sahne olan ülkemizde son derece kritik bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Bu soru sadece bizim sorunumuz da değildir. Batı’da söz konusu sorun hakkında düşünen muhafazakâr filozoflar bir geleneğin sırf gelenek olduğu için savunulamayacağını muhafazakârların seçici olmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Mesela kölelik yahut anti-semitizm gibi son derece menfî görülen tarihsel fenomenlerin birer geleneği vardır ve sırf gelenekleri olduğu için bunlar savunulamaz. Bir geleneğin devam ettirilip ettirilmeyeceğine karar verecek merci bizzat o geleneğin mensuplarıdır. Yine kuşaklar bir geleneği sürdürüp sürdürmeyeceklerine karar verirler. Kuşaklar arası yahut geleneğin mensupları tarafından varılan mutabakat kriteri bir geleneğin devam ettirilip ettirilmeyeceğine dair temel kriterdir. Bizde ise bu soruya en fazla kafa yoran entelektüel şahsiyetler aynı zamanda önemli fikir ve edebiyat adamları da olan Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek düsturu yahut süreklilik içinde değişim, değişim içinde süreklilik ifadesi 12 Bu hususta Üzeyir Tekin ile birlikte kaleme aldığım şu makaleye bakılabilir: Güngörmez Bengül, Tekin Üzeyir, “Muhafazakâr Düşüncenin ‘Estetik Kaygısı’ ile İmtihanı”, Gelenekten Geleceğe, Sayı:1, 2013 Batı Muhafazakârlığı ve Türk Muhafazakârlığı: Genel Bir Mukayese söz konusu fikir adamlarının bu soruya buldukları mütemayiz cevaplardır. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Değişmeden kalmak iletişimin ve teknolojinin son hızla değiştiği çağımızda mümkün değildir. Bu fikir adamlarının tespitini takiben, geçmişten kopmadan yeniye uyum sağlamak, müzakereci bir tutum benimsemek suretiyle gelenekler konusunda mümkün mertebe seçici olmak ve toplumun bütününü dönüştürücü radikal değişikliklere şiddetle karşı durarak özünü kaybetmeksizin reformları desteklemek çağımızın kaçmamızın mümkün olmadığı bu hızlı değişim döneminde belki de en makul muhafazakâr tavır olarak görünmektedir. Kaynakça Bora Tanıl, Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 1998 Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999 Çiğdem Ahmet, “Muhafazakârlık Üzerine”, Türk Muhafazakârlığı, Toplum ve Bilim, 74, Güz, 1997, s.32-50 Gordon, Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, çev. Osman Akınay, Derya Kömürcü, Bilim Sanat Yayınları, Ankara, 1999 Güngörmez Bengül, “Muhafazakâr Paradigma: Dogma ve Önyargı”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, sayı:1, 2004 Güngörmez Bengül, Tekin Üzeyir, “Muhafazakâr Düşüncenin ‘Estetik Kaygısı’ ile İmtihanı”, Gelenekten Geleceğe, Sayı:1, 2013 Hirschman, Albert O., Gericiliğin Retoriği, çev. Yavuz Alogan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994 31 32 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık İrem Nazım, “Kemalist Modernizm ve Türk GelenekçiMuhafazakârlığının Kökenleri”, Toplum ve Bilim (74), 1997 Kirk Russel, “Süreklilik ve Değişim”, çev. Faruk Çakır, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, yıl 1, sayı:1, Bahar, 2005 Mollaer Fırat, Türkiye’de Liberal Muhafazakârlık ve Nurettin Topçu, Dergâh Yay., İstanbul, 2008 Nisbet Robert A., Conservatism: Dream and Reality, Transaction Publishers, New Brunswick, 2001 Nisbet, Robert A., History of the Idea of Progress, Basic Books, Inc., Publishers, New York, 1980 Oakeshott, Michael, “On Being Conservative”, Rationalism in Politics and Other Essays, J. W. Arrowsmith Ltd, New York, 1962 Öğün Süleyman Seyfi, Muhafazakârlık Soruşturması (Mülakat), Muhafazakâr Düşünce Dergisi, sayı:1, 2004 Philippe, Beneton, Muhafazakârlık, çev. Cüneyt Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991 Suvanto Pekka, Conservatism From The French Revolution to the 1990s, Trans. Roderick Fletcher, The Ipswich Book Company ltd, Great Britain, 1997 Ülken Hilmi Ziya (1959), “Batıda ve Bizde İrtica”, Türk Düşüncesi Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık Prof. Dr. BEDRİ GENCER1 Muhafazakârlığın İki Damarı Bu makalede amacımız, Türkiye’de modernleşme sürecinin safhalarına göre değişen Türk muhafazakârlığının karakterini ortaya koymaktır. Türk muhafazakârlığının doğasını, Cumhuriyet devrinde siyasetin seyrine paralel olarak değişen şeriatçılık ile medeniyetçilik arasındaki gerilim belirlemiştir. Bütün ideolojik tutumlar gibi muhafazakârlık ta modernleşme sürecine bağlı sekülerleşmenin ürünüdür. Bu, modernleşme/sekülerleşme ayırımına bağlı muhafazakârlık/gelenekselcilik ayırımına bakarak daha iyi anlaşılacaktır. Burada modernleşmeyi, hayat tarzı, sekülerleşmeyi de düşünce tarzındaki değişim olarak ayırdığımızda bunlara tepki olarak muhafazakârlık ile gelenekselciliği ayırmak da kolaylaşır. Biz daha önceki çalışmalarımızda modernleşme ile sekülerleşmeyi modernlik ve modernizm kavramlarıyla ifade ederek muhafazakârlığı modern hayat tarzı ola- 1 Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Başkanı. 34 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık rak modernliğe, gelenekselciliği ise modern düşünce tarzı modernizme tepkinin ürünü olarak ayırmıştık. Burada durum ve tutum için morfolojik bir ayırımı ifade eden modernlik ve modernizm yerine süreç kalıbıyla terminolojik bir ayırımı ifade eden modernleşme ile sekülerleşme kavramlarının daha kullanışlı olduğu söylenebilir. Buna göre modern hayat tarzına tepkiden doğan muhafazakârlıkta eylem, modern düşünce tarzına tepkiden doğan gelenekselcilikte söylem, diğer bir deyişle birincisinde aktivizm, siyasî faaliyet, ikincisinde ise düşünce ve gerekçelendirme, entelektüel faaliyet baskındır. Modern çağın bir ideolojisi olarak muhafazakârlık, bizzat Edmund Burke (1729-1797)’ün eserinin başlığından anlaşılacağı gibi, devrim ile gelen modernliğe tepkinin ürünüdür. Batılı insan, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ve ardından Hıristiyanlığın tedricî çözülüşü üzerine başlayan düzen arayışını hep “devrim” kavramıyla anlatmıştır: Teolojik devrim, bilimsel devrim, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, anayasal devrim vs. Nitekim Amerikalı düşünce tarihçisi Jacques Barzun (2000: 3), “Biz pek çok şeyi devrim olarak adlandırma alışkanlığına kapıldık” der. Gelecek, yeni bir dünya özleminden kaynaklanan bu sürekli devrimci tutuma karşı topluluğun ayağını basacağı bir zemin arayan aydınlar, tutuculuk olarak adlandırılan bir tepki vermiştir. Ziya Gökalp (1980: 39-40)’in yazısının “İnkılâpçılık ve Muhafazakârlık” başlığının da belirttiği gibi muhafazakârlık=tutuculuk, inkılâpçılık=devrimciliğin zıddını ifade etmektedir. Diğer bir açıdan yapılan “liberal/muhafazakâr” ayırımı ise zihniyet ve meşrep bakımından “esnek/katı, hoşgörülü/tutucu” ayırımına karşılık olarak kullanılmaktadır. Oryantalistlerin din=şeriatı Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık yorumlamada Ebu Hanife ile Ahmed b. Hanbel’i “liberal/muhafazakâr” olarak karşılaştırmaları buna bir örnektir. Muhafazakârlık, radikal ideolojilere tepki olarak görülebilirse de mutlak anlamda radikalizmin zıddı olarak görülemez. Zira farklı ideolojilerin devrimciliğine karşı muhafazakârlık, daha doğrusu gelenekselcilik de geleneği koruma uğruna pekâlâ bir radikalizm gösterebilir. Ancak çağımızda muhafazakârlık ile gelenekselcilik birbiriyle karıştırıldığı için radikalizmin adresi de karıştırılmıştır. XIX. asır Osmanlı Devleti’nde Tanzimat denen emperyalden ulusal devletlere giden modernleşme sürecinde şeriatın hâkimiyet alanı daralmaya başladı. 1856 tarihiyle başlatabileceğimiz modernleşme ve sekülerleşme kavramlarıyla ayırdığımız hayat ve düşünce tarzındaki bu dönüşüme karşı verilen iki tür tepki, ön-muhafazakârlık ile ön-İslâmcılığı ortaya çıkardı. Aksiyoner ulemânın temsilcisi olarak Ahmed Cevdet, şeriatın hâkimiyet alanını gittikçe daraltan bu modernleşme sürecine fıkhın mevzuat hukuku tarzında tedvin edildiği Mecelle projesinde en somut görüldüğü gibi, ön-muhafazakârlık dediğimiz bir İslâmî aktivizm ile cevap verdi. Sultan Abdülaziz devrinde (1861-1876) şeriatın hâkimiyet alanını giderek daraltan sekülerleşme sürecine Yeni Osmanlılar denen Namık Kemal ve arkadaşları tarafından verilen fikrî tepki ise önİslâmcılığı doğurdu. Batı’da John Locke örneğinde de görüldüğü üzere, ilahî yasa şeriatın gerçekleştirmeyi hedeflediği temel değer hürriyetin (liberty) müdafaasına dayandığı için liberalizm, ön-İslâmcılığın, ön-İslâmcılık da gelenekselciliğin özel adı sayılabilirdi (Gencer 2010). 1923 tarihiyle başlatabileceğimiz şeriatın tamamen askıya alınmasıyla tam sekülerleşmenin yaşandığı ulusal devlet- 35 36 Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık ler devrinde modernleşmeye tepki ise son-muhafazakârlık olarak adlandırılabilir. Bu dönüşümde iki temel faktör rol oynamıştır. Birincisi, radikal bir modernleşmenin yaşandığı Cumhuriyet devrinde İslâmî-muhafazakâr aktivizm alanının daralmasıdır. İkincisi ise II. Meşrûtiyet devrinde Türkçülük, Batıcılık ve İslâmcılık şeklinde uçlara düşen ideolojik tutumlar arasında bir orta yol bulma ihtiyacıdır. Bu devirde son- olarak nitelendirdiğimiz muhafazakârlık, Batılılaşmaya karşı bir medeniyet, hayat tarzı olarak İslâm’ın savunulduğu bir yumuşak ideolojiye dönüşmeye başlar. Bu yumuşak muhafazakâr ideolojiye Max Weber’in ideal tip kavramınca medeniyetçilik denebilir. Nasıl hürriyet (liberty) idealine dayanan liberalizm, tradisyonalizmin (gelenekselcilik) özel adıysa, medeniyet idealine dayalı medeniyetçilik de muhafazakârlığın özel adı sayılabilir. Mehmed Akif, şeriatçılık olarak son-İslâmcılığın, Yahya Kemal ise medeniyetçilik olarak son-muhafazakârlığın temsilcileri olarak alındıklarında daha iyi bir mukayese imkânı bulunur; aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi: Modernleşmeye tepki Sekülerleşmeye tepki Politik Çağ ÖnMuhafazakârlık (İslâmî aktivizm) Ahmed Cevdet Ön-İslâmcılık (Gelenekselcilik= Liberalizm) İdeolojik İslâm Namık Kemal Son Emperyal Devir SonMuhafazakârlık (Medeniyetçilik) Yahya Kemal Son-İslâmcılık (Şeriatçılık) Ütopik İslâm Mehmed Akif Ulusal Devletler Devri 1909 Genç Türk devrimiyle başlayan II. Meşrûtiyet devrinde ön-İslâmcılık dediğimiz ideolojik İslâmcılık, yavaş yavaş ütopik İslâmcılığa dönüşmeye başlamış ve başlayan aşırı-siyasallaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak bu İslâmcılığın siyasî boyutu fikrî boyutunu gölgelemiştir. Namık Kemal gibi öncü İslâmcıların meziyeti, yüksek özbilinçlerinde yatıyordu; onlar, hem kendi hadlerini, hem de İslâm’ın ideolojileştirilmenin sınırlarını gayet iyi biliyorlardı. Kemal, sadece geçici olarak ulemanın boşluğunu doldurduklarını, asla nihaî olarak dolduramayacaklarını biliyordu. Böylece aşırı siyasallaşmadan dolayı güçten düşen II. Meşrûtiyet İslâmcılığı, erken Cumhuriyet devrinde daha da kan kaybetmiştir. Birincisi, Cumhuriyet başında binlerce âlim idam edilmiş ve susturulmuştu. İkincisi, inkılapçı kadro, Maurice Duverger gibi Batılı gözlemcilere göre otoriter bir şekilde gerçekleşen Cumhuriyet modernleşmesinde bir taraftan 1932-50 yılları arasında uygulanan ezanın Türkçeleştirilmesi gibi dinde reform girişimlerinde bulunurken diğer taraftan Hak Dini Kur’an Dili, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi gibi ehl-i sünnet inancını korumaya yönelik temel eserleri yayınlatarak siyasî İslâm’ın direncini kırmaya yönelmişti. Böyle bir ortamda modernleşmeye tepki ancak muhafazakârlık kanalıyla ifade edilebilirdi. Cumhuriyet muhafazakârlığının iki damarı ayırt edilmelidir: Politik-sosyolojik ile kültürel-filolojik muhafazakârlık. Cumhuriyet devrinde muhafazakârlığın politiksosyolojik kanadının öne çıkan isimleri şunlardır: Mustafa Şekip Tunç, Mehmed İzzet, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Sabri Fehmi Ülgener, Ali Fuad Başgil, Mümtaz Turhan, Remzi Oğuz Arık, Erol Güngör, Nurettin 37 38 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Topçu, Cemil Meriç. Türk muhafazakârlığının kültürelfilolojik kanadının öne çıkan isimleri ise şunlardır: İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Peyami Safa, Ahmed Ağaoğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihad Sami Banarlı, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Mehmed Fuad Köprülü, Mehmet Kaplan, İsmail Hâmi Dânişmend, Mükrimin Halil Yinanç, Osman Turan, Tarık Buğra, Arif Nihat Asya, Ahmet Kabaklı. Politik muhafazakârlar, devleti modern, dar hükümet anlamının ötesinde toplumu da kapsayan geleneksel ülke anlamında aldıkları için “necât-ı devlet”in hedeflendiği siyasî reforma öncelik verirler. Genel “devlet adamı” deyimiyle anlatılan gerek II. Mahmud ve II. Abdülhamid gibi sultanlar, gerekse de Reşid ve Cevdet Paşa gibi bürokratlara göre modernleşme, temelde devleti tehdit ettiğinden politik ıslâhât ana hedef alınmalıdır. Buna karşılık harsî muhafazakârlar, toplumun hükümete tekaddüm ettiği, onun temelini oluşturduğu mülahazasıyla toplumsal-kültürel ıslâha vurgu yaparlar. Bununla birlikte muhafazakârlığın mezkûr iki damarı arasında bir rekabetten ziyade birbirini tamamlayan bir işbölümü söz konusudur. Muhafazakârlığın Üç Çağı 1856 tarihiyle başlattığımız son emperyal devletler dönemindeki muhafazakârlığı ön-, 1923 tarihiyle başlattığımız erken ulusal devletler dönemindekini son- ve 1990 yılıyla başlatabileceğimiz geç ulusal devletler dönemindeki muhafazakârlığı ise geç-muhafazakârlık ayırabiliriz. Burada son emperyal ve erken ulusal devletler dö- Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık nemlerindeki ön- ve son-muhafazakârlıklar ile geç ulusal devletler dönemindeki geç-muhafazakârlık arasında kritik bir farklılık vardır. Muhafazakârlık, modernleşme denen devrimci değişime bir tepkiydi. Ön- ve sonmuhafazakârlıkların ortaya çıktığı son emperyal ve erken ulusal devletler dönemlerindeki modernleşme, temelde politik muhafazakârlar tarafından ülkeyi kurtarmaya yönelik politik bir proje olarak modernleşme (modernizing) idi. Kültürel muhafazakârlık, buna karşı geleneksel, yerli kültürün müdafaası şeklinde ideolojik bir tutum olarak belirdi. Bu yüzden muhafazakârlığın mezkûr iki damarı arasında bir rekabetten ziyade birbirini tamamlayan bir işbölümü söz konusudur. Batılı sosyal bilim tarafından inkılâpçılık/muhafazakârlığa (devrimcilik/tutuculuk) tekabül eden, sosyal gelişmenin politik ve sosyolojik, küresel ve yerel boyutlarını bağdaştırmaya yönelik bir medeniyet/kültürler formülü üretildi. Ziya Gökalp (1980: 39-40), “İnkılâpçılık ve Muhafazakârlık” başlıklı yazısında bunu açıkça ifade eder: “Biz, Osmanlı medeniyeti sahasında inkılâpçıyız, Türk harsı sahasında da muhafazakârız. Bugün inkılâpçı Türkiye inkılâp yaparken yalnız Osmanlı medeniyetini değiştiriyor. Osmanlı medeniyeti Şark medeniyetidir. Şark medeniyeti de İslâm medeniyeti değil, Şarkî Roma medeniyetinin devamıdır. Nasıl ki Garp medeniyeti de Garbî Roma medeniyetinin devamından ibarettir. Türk inkılâpçılığı, medeniyet hususunda muhafazakârlığı asla kabul edemez. Türkçülük ancak harsta muhafazakârdır. Bu muhafazakârlık, inkılâpçılığa mâni değildir. Liberal inkılâpçılar daima harsa hürmet etmişlerdir. Millî harsta muhafazakâr olmayanlar yalnız radikallerdir. Türkçüler 39 40 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık radikal olamazlar. Aynı zamanda Türkçülük medeniyet sahasında da muhafazakâr olamaz. Çünkü medeniyet milletlerin elbisesi gibidir. Fertler elbise değiştiği gibi milletler de medeniyetlerini değiştirebilirler. Meselâ Türkler, vaktiyle Aksâ-yı Şark medeniyetine girdiler. Şimdi de Türklüğümüzü ve İslâmlığımızı tamamiyle muhafaza etmek şartıyle Garp Medeniyetine girmemizde hiç bir mahzur yoktur. Türklüğümüze ve İslâmlığımıza gelince bunların mecmuuna «hars» nâmı verilir. Garp medeniyetine girerken, en ziyade dikkat edeceğimiz cihet millî kuvvetimizi bozmamak, tam ve sağlam olarak muhafaza etmektir. Türk inkılâpçıları işte yalnız bu noktada muhafazakârdırlar. Bu hususta muhafazakâr olanlarla tamamiyle beraberiz. Millî harsta muhafazakâr olmak terakkîye, tekâmüle hiçbir sekte îrâs etmez.” Buradan da anlaşılacağı gibi Ziya Gökalp gibi muhafazakâr düşünürlerin düşüncesi, Alman medeniyet/ kültürler ayırımına dayanıyordu. 1990 yılıyla başlatabileceğimiz geç ulusal devletler döneminde görünüşte birbirine zıt Fukuyama ile Huntington’ın tezlerini terkiple üretilen benzer bir küreselleşme/medenileşmeler ([one] globalization/[many] civilizations) formülü de geç-muhafazakâr siyaseti formüle etmeye imkân verdi. Ancak kucağında doğduğu ulus-devletinin miadının dolduğu çağda kapitalizmin yeniden yapılanma sürecini ifade ettiği içindir ki küreselleşme, politik bir proje olarak modernleşmeden (modernizing) ziyade sosyal bir süreç olarak modernleşme (modernization) olarak kendini gösterdi. Özellikle 2000’den itibaren küreselleşme sürecinde geleneksel dindarlığı, Müslüman kimliği modern hayata uyarlama mücadelesi ise sekülerleşme=yozlaşma olarak Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık muhafazakârlaşmayı getirdi. Erken ulusal devletler dönemindeki son-muhafazakârlığa özgü medeniyetçilik veya kültürcülükten farklı olarak bu süreçte yeniden revaç kazanan medeniyet söylemi de sekülerleşme=yozlaşmanın ifadesi olarak belirdi. Muhafazakârlığın Ekonomi Politiği İnsanların yaşayış-tüketiş tarzı üretim tarzı tarafından belirlendiği için muhafazakârlığın dönüşümünde de sosyo-ekonomik değişim birincil rol oynamıştır. Bu açıdan ANAP-Özal ile AKP-Erdoğan dönemleri arasında önemli benzerlikler vardır. İki lider de siyaset=hukuk yoluyla hürriyet kazanımını öngören klasik kimlik siyasetinin sınırlılığını gördüğü için ekonomik değişime öncelik verdi. Ana ideal, hürriyetti, hürriyet ise refahta tecessüm ederdi. Refah siyasetinin ise köklü ve eğreti, pozitif ve negatif olarak iki yolu vardı. Köklü, pozitif yolu, herkese refah sağlayacak adil bir düzen kurmak üzere sistemi dönüştürmekti. Turgut Özal ile Tayyip Erdoğan, bunu kısa süre içinde başarmanın imkânsızlığını gördükleri için eğreti, negatif yolu seçtiler: Zenginlik tekelini kırarak üretilen serveti daha fazla kesime dağıtma. Politik güç, ekonomik güçten kaynaklanıyordu. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de iktidar ilişkilerini değiştirecek asıl dinamik, ekonomik ilişkiler sisteminin dengelerini değiştirmekti. Buna “yerli burjuvaziyi yaratma” hedefi de denebilirdi. Tabiatıyla sanayi kapitalizmi çağında burjuvalaşmanın, zenginleşmenin yolu, reel sanayi üretimiydi. Ancak buna da vaktin darlığından dolayı Özal ile Erdoğan, “yerli burjuvazi yaratma” hedefini “yerli zengin yaratma” olarak tercüme ettiler. Gaye, zenginleşme yarışın- 41 42 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık daki kronolojik açığı bir an önce yerli güçler lehine kapatmaktı. Onlar tarafından yerli müteşebbislere sanayi yerine daha hızlı zenginlik sağlayacak, inşaat başta olmak üzere turizm, ulaşım, iletişim ve bilişim, reklamcılık, finans, sağlık gibi hizmet sektörlerinde teşebbüs yolu açıldı ve hızla yeni bir yerli zenginler tabakası ortaya çıktı. Özal devrinde bu değişim, “dünün solcusu, bugünün reklamcısı”, Erdoğan devrinde ise “dünün mücahidi, bugünün müteahhidi” deyimiyle ifade edildi. Bu deyimler, Marksizm ve İslamizm şeklindeki farklı radikal ideolojik kimliklerden dönüşe işaret ediyordu. Artık mesele, farklı radikalizmlerden dönüşe yol açan ortak eğreti zenginleşmenin hangi Batılı siyasî akımla savunulacağı, meşrûlaştırılacağı meselesiydi. Burada etki/tepki diyalektiğince zenginleşme şeklindeki yeni gelişmeye uygun siyasî tercihi belirleyen, aşılan radikalizmin türüydü. ANAP, sol radikalizmi bitiren 12 Eylül 1980 darbesinden doğmuştu. Dolayısıyla ‘68 kuşağına ilham veren ve 12 Eylül darbesiyle bir duvara toslayan sosyalizm, karşıt liberalizm kutbuna düşecekti. Sosyalizmin eşitlik ve adalet idealini özgürlük ve refah idealine tercüme ettiği ustalıklı entelektüel söylemiyle Özal, Cengiz Çandar, Yavuz Gökmen, Ertuğrul Özkök gibi ‘68 kuşağının önde gelen aydınlarını yanına alabilmişti. Özal’ın liderliği döneminde ANAP’ın iktisadi liberalizm ve devletin araçsallığı fikrine vurgusu daha belirgindir. AKP-Erdoğan ise sağ-İslâmî radikalizmi bitiren 28 Şubat 1997 darbesinden doğmuştu. Millî Görüş kuşağına ilham veren ve 28 Şubat darbesiyle bir duvara toslayan İslâmcılık, AKP-Erdoğan devrinde muhafazakârlığa kayacaktı. Liberalizmi benimsediğini beyan eden ANAP-Özal Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık gibi AKP-Erdoğan da kuruluşundan itibaren muhafazakâr çizgiyi benimsediğini beyan etmiştir. Burada iki partinin benimsediği liberal ve muhafazakâr çizgilerin özellikle iktisadî hürriyetler ve din hürriyeti gibi konularda örtüştüğü söylenebilirdi. Dahası iki partinin her biri, CHP ve MSP gibi bir diğerinin dışladığı uçları da kucaklayan kitle partileri haline gelmişti. Böylece Hilmi Yavuz örneğinde tipik olarak görüldüğü gibi muhafazakârlık, liberalizmin de ilerisinde Marksizm ve İslâmizm gibi radikal ideolojilerden dönenlerin buluştukları bir ortak yumuşak ideolojik zemin haline geldi. Bu gelişme, sistemin baskıcılığını azaltmak üzere muhafazakârların liberallerle yaptıkları stratejik işbirliğiyle katlanmıştır. Bu anlamda muhafazakârlaşma, sağ veya sol radikalleşmenin zıddı bir orta yolculuk olarak görülebilirdi. Ancak bu, bir zamanlar olduğu gibi bir fıtratın, sağduyunun orta yolu olmaktan ziyade küresel bir medeniyete uygun bir kültürel din anlayışının getirdiği bir orta yoldu. Artık sağ ve sol iki eski radikal, eski bir İslâmcı veya Mete Tunçay, Hilmi Yavuz gibi eski bir Marksist, kendisini pekâlâ kültürel Müslüman sayabiliyor, kültürel bir İslâm anlayışında buluşabiliyorlardı. Daha önce dünyada “seküler”, hatta “ateist Yahudi, Hıristiyan” gibi kendini tanımlamalar duyulmuştu. Ancak kendisini bir “ateist Müslüman” olarak tanımlayan Ali A. Rizvi gibi bir örnek duyulmamıştı. Bu, kültürel bir din anlayışına dayalı muhafazakârlaşmanın gelebileceği noktayı gösteriyordu. Gene ANAP-Özal ile AKP-Erdoğan dönemlerindeki dönüşümleri karşılaştırdığımızda önemli bir şehirlilik/ köylülük sosyolojik farklılığı görülecekti. ANAP-Özal döneminde sosyalizmden liberalizme dönenler genelde şe- 43 44 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık hirli kökenden gelenlerdi. Bunların pejoratif “liboş” kelimesiyle eleştirilen dönüşümleri, daha ziyade ideolojik bir yozlaşmaya işaret ediyordu. Hâlbuki AKP-Erdoğan döneminde sınıf atlayarak İslâmcılıktan muhafazakârlığa kayan kesim, genelde köy kökenliydi ve bunlarda eleştirilen ideolojikten ziyade kültürel-ahlakî bir yozlaşmaydı. Asıl inceleme konumuz geç ve yoz muhafazakârlığı temsil eden, siyasî ve iktisadî iktidarın, dünyanın nimetlerini tadan, sonradan görme bu kesimdi. Bu yozlaşmayı iktisadî ve harsî iki ana faktörle açabiliriz. Birincisi, dini alternatif yaşama tarzlarını öğretecek zaviye ve tekke gibi geleneksel kanalların zevali. Din, köyde âdet, şehirde ise sünnet boyutunda yaşanır. Arapça “edDîn fil-medîn” (Din, medinededir) sözünün de belirttiği gibi şehirli İslâm, sünnete uygun şuurlu dindarlık demektir; din, şehirde Peygamber Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’sselâmın sünneti olarak öğrenilir ve yaşanır. Türkiye’de İslâm’ın giderek ideolojileşerek ahlakî özünü kayb etmesi, bu bakımdan Müslümanların a’rafta kalmasından kaynaklanmaktadır. Müslümanlar, sosyal hareketlilik saikıyla Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır. Nisbeten yaşlı kuşak Müslümanlar, köyde âdet boyutunda öğrendikleri dindarlığı kente göçünce kayb ettikleri gibi tekkelerin kapatılmasıyla kentte sünnet boyutunda şuurlu dindarlığı öğrenecekleri kanalları da bulamaz olmuşlardır. Şimdiki kaotik kentselleşme sürecinde ise ne köy, ne şehir, ne köylü, ne şehirli, dolayısıyla ne köylü, ne şehirli dindarlık kalmıştır. Her şeyimiz gibi tipimiz ve dindarlığımız, suret ve siretimiz de “altı kaval, üstü şeşhane” deyimiyle özetlenebilecek bir çelişkiye düşmüştür. İkincisi, dini doğru yaşamayı öğretecek alternatif kanal- Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık ların kaybına paralel olarak hızlı ve köksüz, hazm edilmemiş zenginleşmenin artışı. Bu dönemde birçok kişi, Marx’ın terimiyle sınıf atlamış, ama Weber’in terimiyle statü atlayamamıştı. Sağlıklı bir şehir olmadığı gibi sağlıklı bir şehirli kimliği ve dindarlığı da kalmamıştı. Muhafazakârlık, bu yeni kaotik, çarpık kentselliğin ürettiği Müslüman kimliği temsil etmektedir. Çarşafla veya başörtüyle 4x4 aracına binen bir kadın, bu muhafazakârlığın sembolü olarak alınabilir. Normalde arazi aracı olan 4x4’e şehirde, asfaltta, hem de din tarafından tevazu, iffet ve mahremiyetin emr edildiği bir kadın tarafından gösteriş saikıyla binilmesi, muhafazakâr kimliğin çelişkilerini göstermektedir. “Alternatif tatil”, yeni-muhafazakâr Müslümanların sekülerleşen hayat tarzını özetleyen bir deyimdir. Bu, “fıtrî tatil” gibi bir bütün olarak fıtrata uygun bir hayat tarzının imkânlarını yoklama yerine her alanda veri alınan modern hayata palyatif bir alternatif üretme mantığını ifade eder. Bu anlamda muhafazakârlık, Müslümanların sekülerleşme tarzını, “İnandıkları gibi yaşayamayanlar yaşadıkları gibi inanırlar” düsturunca yeni kaotik kentsel Müslümanların yaşayış tarzlarına uygun bir dindar kimliği temsil etmektedir. Batı’da olduğu gibi sekülerleşme, dinden kopuş değil, dindarlığın dönüşümü demektir. Sekülerleşme denen Müslüman cemaatteki bu yozlaşma, özellikle kadınlarda daha belirgindir. Çünkü mü’min, Hakk’ın aynası olduğu gibi, kadın da erkeğin aynasıdır. Erkekte bazen fark edilmeyen yozlaşma, kadında daha kolay fark edilmektedir. Yeni-muhafazakâr bir Müslüman kadın ile normal açık giyinen bir kadının giyim tarzları arasında saçı örtme dışında bir fark kalmamıştır. Burada yenimuhafazakâr bir Müslüman erkek veya kadının dinin ru- 45 46 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık hundan bu kadar uzaklaştıkları halde niçin hâlâ Müslüman kimliklerinde ısrar ettikleri sorusu gündeme gelmektedir. İşte sekülerleşmenin sırrı da burada gizlidir; sınıf ile statü, modernlik ile dinin sembollerini birleştirme kaygısı. Burada ucube bir şekilde de olsa başını örtme, Müslüman kimlik ve statünün, Vakko eşarp ise burjuvazi sınıfının bir sembolü olarak yeni-muhafazakâr Müslüman kadınlarda izdivaç etmektedir. Ütopyacılıktan Eyyamcılığa 2012 yılında İslâmcılığın bitişiyle muhafazakârlığın yükselişi tartışmaları arasındaki ilişki anlamlıdır (Bezci 2012). Ancak birincisi, asıl sekülerleşme sürecini oluşturan bu dönüşümün karmaşıklığından ve “İslâmcılık, muhafazakârlık” gibi temel kavramların bulanık olarak kullanılmasından, ikincisi de bir iktidarın gölgesinde yapılmasından dolayı bu tartışmaların henüz verimli ve net sonuçlar verebilmiş olduğu söylenemez. İslâmcılığı, sekülerleşme denen düşünce, muhafazakârlığı ise modernleşme denen hayat tarzındaki değişime tepki olarak ayırmıştık. Buna göre İslâmcılık, “İslâm’ı savunma”, muhafazakârlık ise “İslâm’ı yaşama” tarzına taalluk eder. Bu yüzden İslâm’ın savunması olarak İslâmcılığın bitişinin tartışıldığı noktada İslâm’ı yaşama tarzlarındaki değişim önem kazanır ve muhafazakârlaşma, sekülerleşme süreci olarak belirir. 2000’li yıllarda başlayan geç ve yoz muhafazakârlık, hem otantik Müslümanlık ve İslâmcılığın dayandığı sünnet ve şeriattan, hem otantik muhafazakârlığın dayandığı medineden uzaklaşarak küreselleşmeye uygun muhayyel bir medeniyetçilik olarak kendini gösterir. Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık İslâmcılık, lâfzen şeriatçılık demekti (Gencer 2013). Çeşitli tarihlerde yapılan araştırmalar, İslâmcılıktan çekilmenin yaşandığı geç muhafazakârlaşma döneminde şeriat telakkisindeki değişmeyi açıkça göstermektedir. Örneğin Ali Çarkoğlu (2006) ve Binnaz Toprak’ın 2006 yılında TESEV için yaptıkları “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlıklı araştırmaya göre şeriata dayalı bir din devleti isteyenlerin oranı 1999’da % 21 iken 2006’da % 8.9’a düşmüştür! Basında yapılan yorumlara göre şeriat getirmesinden korkulan AKP iktidarı döneminde tam aksine sekülerleşme hızlanmıştı. Keza Ali Çarkoğlu ile Ersin Kalaycıoğlu’nun ISSP kapsamında hazırladıkları “Türkiye’de Dindarlık - Uluslararası Bir Karşılaştırma” başlıklı araştırmaya göre de 28 Şubat’ın ikinci yılı 1999’da şeriat isteyenlerin oranı % 26 iken AKP iktidarının 7. yılında % 10’a düşmüş! Daha ilginç, trajikomik olan, AKP seçmenleri içinde % 25’lik bir kesimin bile ülkeye şeriatın gelmesinden korkmasıdır (Ağırdır 2010: 10). Bu şekilde geç muhafazakârlaşma sürecinde şeriatçılık olarak İslâmcılıktan olduğu gibi sünnetçilik olarak otantik Müslümanlıktan uzaklaşma da açıkça görülmektedir. Modern dünyada yaşayan Müslümanların şeriat, sünnet, medine gibi dinin temel kavramları hakkındaki bilinç kaybı giderek hızlanmış, dinin bu merkezî kavramları yeni nesiller için içi boş lafızlardan ibaret hale gelmiştir. Modern dünyadaki Müslümanlar için İslâm, şeriattır; hâlbuki geleneksel çağdaki Müslümanlar için İslâm, sünnettir. Arapça medeniyet kelimesi, lâfzen “dini yaşama yeri ve tarzı” medineden gelir. Abdurrahman b. ‘Avf radıyallâhü ‘anh gibi sahâbîlerin asıl adı Yesrib olan Medine’ye hicretten sonra “dâru’l-hicre ve’s-sünne” demeleri son derece anlamlı- 47 48 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık dır. “Dini yaşama yeri ve tarzı” anlamına gelen medinenin “dâru’s-sünne” (sünnet yurdu) olarak tabiri, din=sünnet özdeşliğini açıkça gösterir. Din, dar anlamda kullanıldığında ilim=şeriat=hadis, geniş anlamda kullanıldığında ise amel=tarikat=sünnet demektir; zira ilim, amelde içkindir; amel, ilmi de kapsar. Bu yüzdendir ki biz, bütün konuşma ve yazılarımızda “medeniyet yerine sünnet olarak din” anlayışına dönüş çağrısı yapıyoruz. İslâmcılık, bir gün şeriatın uygulanacağı bir İslâm devletinin öngörüldüğü bir şer’î ütopyacılık demekti. Halk arasında bile “Ooo, o sünnete kadar ihmal ettiğimiz ne farzlar var” sözüyle açığa vurulduğu gibi, bu büyük şeriat hedefinin yanında sünnet küçük kalıyordu. Bir öncelikler sırasına dayalı programlı, ideolojik bir din anlayışının asıl din(darlık) olarak sünnete yabancılaşmaya yol açması kaçınılmazdı. “Büyük güzeldir” anlayışına dayalı bir ütopyacılık olarak İslâmcılıktan dönüş, “küçük güzeldir” anlayışına dönüşe yol açar; sünnîlik ve muhafazakârlık ise “küçük güzeldir” anlayışının iki ucunu temsil eder. Özlenen İslâm devleti, yeryüzü cenneti ütopyalarının bitişi, “küçük güzeldir” anlayışına dönüşe yol açar. Burada “küçük güzeldir”e dönüş de aktif ve pasif olarak iki tarzda belirir. Sünnîlik dediğimiz aktif “küçük güzeldir”e dönüş, “Yahu, biz yıllarca ideolojik İslâm’ın peşinde koşarken İslâm’ın özünü, sünneti gözden kaçırmışız” diyen İslâmcıların önceden küçümsedikleri “kocakarı imanına”, Mızraklı İlmihal şuuruna dönüş olarak tezahür eder. Muhafazakârlık dediğimiz pasif “küçük güzeldir”e dönüş ise, solda ‘68 kuşağında da görüldüğü gibi, kaba bir gerçekliğe teslimiyet, Süleyman Seyfi Öğün (2011)’ün “Lümpen Muhafazakârlık” diye çarpıcı bir şekilde tasvir ettiği Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık gibi, İslâmcılık=ütopyacılıktan eyyamcılığa (cynicism) kayış olarak kendini gösterir. Burada sekülerizmin esprisini yansıtan eyyamcılık kavramını biraz daha açmakta fayda vardır. Türkçe’ye “dünyevîleşme, çağdaşlaşma” olarak aktarılan sekülerleşme, vakit şuurunda bir çarpılmayı ifade eder. “Uzak, yakın geçmiş” gibi zamanların bile mekânsal sıfatlarla tavsifinden anlaşılacağı gibi, beşerî tecrübenin temel ontik boyutu mekândır; zaman, mekânından hareketinden ibarettir. Beşerî tecrübeyi zamandan mekâna bağlamanın birimi ise vakittir. Zaman, vaktin umumî, objektif hâli, vakit ise zamanın hususî, sübjektif hâlidir. Beşerî amel, namaz vakitleri gibi belli vakitlere bağlıdır. Tasavvuf, bu anlamda “hıfzu’l-evkât/tazyî’u’l-evkât” ve “ibnü’l-vakt/ebü’l-vakt” ayırımlarıyla ifade edilen bir “tedbir-i evkât” (vakit yönetimi) tarzı olarak görülebilir. Sûfilik, “mâziye ve müstakbele nazar etmeyerek vaktin hükmünü vermektir” ki bunu başarana “ehl-i hâl, ibnü’lvakt (vaktin oğlu), sûfî” denir. Bunu da aşarak vakit ve hâl kayıtlarından kurtulanlara ise “ebü’l-vakt (vaktin babası), sâfî” denir. İbnü’l-vakt, “dem bu demdir” anlayışıyla “ân-ı hâzır”ı, ebü’l-vakt ise “ân-ı dâim”i yakalayan kişidir (Ülken 1983: 250). İbnü’l vakt, gamm ve hemm denen geçmiş ve gelecek tasalarını aşarak ânı değerlendirebilendir. Ebü’l-vakt ise hâl ve makamları aşıp ân-ı dâimi müşahede, bütün varlığı tek bir âna ircâ katına çıkabilendir. Burada vaktin oğulluğu ve babalığı, adalet/fazilet olarak karşılaştırılabilir. Herkes için adalet, hıfzu’l-evkât, yani vakitleri koruma, hakkını verme suretiyle ibnü’l-vakt olabilmektir. Şu halde aslen, lâfzen muhafazakârlık, vakitlerin muhafazası, hakkının verilmesi demektir. Buna orijinal anlamda 49 50 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık “insanın yaşadığı çağ” anlamına gelen Latince saeculum kelimesinden türeyen sekülerlik diyebiliriz. Bu konuda Vâsıtî der ki: “Tâatların en faziletlisi, hıfzu’l-evkâttir. Bu ise kulun ancak haddini bilmesi (bir hâlin hakkını vermeden başka bir hâli istememesi), Rabbinden başkasını murakabe etmemesi, ancak (hâl ve) vaktine yakın bulunması suretiyle olur” (el-Kuşeyrî 2003: 129-131, 318). Arapça’da vakit ile vukûf kelimeleri arasında “vâv-kâf” şeklinde iki harfin ortaklığında görülen iştikak, aralarındaki semantik ilişkiyi de gösterir. Vukûf kelimesinden türeyen tevakkuf ve tahavvül sayesinde terakki başarılır. Allah’a yolculuk sürecinde sâlikte yerleşerek süreklilik kazanan güzel hâller, makamlara dönüşür. Bunun zıddı, vakitlerin değerlendirilememesine ise tazyî’u’l-evkât (vakitlerin kayb edilmesi) denir. Bu açıklamaya göre terakkinin gereği vakit şuurunun sekülerleşme sürecinde nasıl çarpıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Sekülerleşme, ahir zamanda beklenen Mesih’in kuracağı yeryüzü cennetini öne çekme projesini ifade eden modernleşmeyi temellendirme sürecidir. Muhafazakârlığın zıddı olarak devrimcilik, “tarihi hızlandırma” da denen “yeryüzü cennetini tacil” projesi olarak modernizmin özel adıdır. “Modern” kelimesi Latince “hemen şimdi” anlamına gelen modo kelimesinden gelir. Sekülerizm ise bunu “hemen ve şimdi” olarak temellendirmeye yönelir. “İfrat, tefriti davet eder” düsturunca Batılı insan, bir uçtan bir uca, ütopyacılıktan eyyamcılığa düşer; gelecek cennet yerine hâli mutlaklaştırarak mevcut cennette yaşamaya odaklanır. Artık gelecek bir yeryüzü veya gökyüzü cenneti yoktur; cennet hayatı, “ânı yaşamak”tadır. Batılı insan, lâfzen “durma yeri” anlamına gelen makamlar zincirinin nihayetinde yer alan Allah’ı tanıma Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık imkânını kaybettiği için makama varamayan, ucu açık, sonsuz bir tahavvül (hâlden hâle girme) sürecinde yaşamaya mahkûm hâle gelmiştir. Batılı modernleşme sürecinin hep civilization, westernization, globalization (medenileşme, batılılaşma, küreselleşme) gibi süreç terimleriyle anlatılmasında yatan espri budur. Tazyî’u’l-evkât anlamına gelen bu eyyamcılık, geleneksel tasavvufî vakit yönetimini ifade eden sekülerlikten sekülerizme, aslî muhafazakârlıktan yoz muhafazakârlığa kaymadır. Daha yakından bakıldığında burada geleneksel mesihçiliğin modern ütopyacılığa dönüşümünü ifade eden modernizm ve sekülerizmde meknûz olan eyyamcı psikolojinin ütopyacılıkların bittiği post-modernizm ve post-sekülerizmde açığa çıktığı görülür ki üç çağı kısaca şöyle mukayese edebiliriz. Geleneksel mesihçilikte mevcut vakit/hâlin inkârı, modern ütopyacılık, sekülerizmde mevcut vakit/hâle odaklanma, postseküler eyyamcılıkta ise bütün vakitler/hâllerin inkârı görülür ki sonuçta bunların hepsi tazyî’u’l-evkât denen aynı kapıya çıkar. Solda ‘68 kuşağında döneklik ithamıyla eleştirilen bu gelişme, Müslümanlar arasında “dünün mücahitleri, bugünün müteahhitleri” veya “Sakın anneme müteahhit olduğumu söylemeyin, o beni hâlâ mücahit sanıyor” gibi sözlerle hicv edildi. Modernizm ve postmodernizm, etki/tepki diyalektiğince bir uçtan bir uca savrulmayı ifade ediyordu. Batılı insan, hayatın aşırı ciddiye alındığı modernizmden hiçbir şeyin ciddiye alınmadığı eyyamcı postmodern hâlet-i rûhiyeye kaymıştı. Benzer gelişme, yenimuhafazakâr Müslümanlar için de geçerliydi. Önceden attığı her adımı bir davanın gereği olarak görenler şimdi şakayla karışık “Ne davası kardeşim, biz onları aştık, sen 51 52 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık hâlâ orada mısın, sen o yoldan giderken biz dönüyorduk” gibi sözlerle adanmayı eleştiriyordu. İdeolojik ve teolojik din anlayışlarına özgü ilim/amel ayrışmasının getirdiği bilinç yarılmasından çok daha fazla etkilenen bazı ilahiyatçılar örneğinde eyyamcılığa kayış ise tam bir Bektaşilik olarak kendini gösteriyordu. Böylece İslâmcılıkta sünnetin ihmalinden kaynaklanan amel kusuru, muhafazakârlıkta daha vahim boyutlar kazandı. Batı’da başlıca Descartes ile başlatılabilecek ideolojileşme sürecinin karakteristiği, ilim ile amel, söz ile özün arasının açılması şeklinde bir şuur yarılmasıdır. İslâm’ı ilim (şeriat, ideoloji) olarak savunmanın amelde bir ihmale yol açması kaçınılmazdır. Bu yüzden biz, İslâm dininde namaz temel amel olduğu için İslâmcılığı “namaz kılmadığı halde İslâm’ı savunma” tutumu olarak tanımlamıştık (Gencer 2012: 237). “Namaz kılmayan İslâmcı”, zamanla İslâm’ın ideolojileştirilmesine has bir imaj olarak revaç buldu. Ancak hızlı modernleşmeye eşlik eden ideolojileşme=sekülerleşmenin sonucunda “Namaz kılmayan İslâmcılar” yanında “Namaz kılmayan Müslümanlar” da çoğaldı. Böylece kimi İslâmcılar tarafından olumlu anlamda “İslâmcı ile Müslüman” arasında fark olmadığı hararetle savunulurken, sekülerleşme sürecinde “dinsiz muhafazakârlaşma” denen bu olumsuz anlamda, amelsizlik bakımından İslâmcı ile Müslüman’ı ayırmak da iyice zorlaştı (Demir 2012). Medinesiz Medeniyetçiliğin Çıkmazı Medeniyet medinede, medine dinde, din=şeriat=hadis te sünnette temellenir. İslâm’a göre din, Peygamber Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın sünnet denen pratiğin- Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık de tecessüm etmiştir; din=şeriat, sünnette gömülüdür (embedded). Bu yüzden sekülerleşen muhafazakârlıkta sünnetten uzaklaşma, tabiatıyla otantik medine ve medeniyetten uzaklaşmaya yol açacaktır. Günümüzde İslâmcılığın dönüşümünü analiz için çağdaş Türkiye’de medeniyetçiliğin üç safhası tefrik edilebilir: Birincisi II. Meşrûtiyet ve erken Cumhuriyet, ikincisi Cumhuriyet ve üçüncüsü son Cumhuriyet devrindeki medeniyetçilik. Burada konumuz açısından önemli olan geç Cumhuriyet devrindeki üçüncü medeniyetçilik safhasını 1990, hatta 2000 yılıyla başlatabiliriz. Bu dönemde yaşanan, bir taraftan dışarıda 1979 İran Devrimi ile başlayan İslâmcılığın re-politizasyonu ile içeride darbe-sonrası ANAP iktidarıyla başlayan de-politizasyon ve muhafazakârlaşma gibi zıt süreçlerin etkisiyle İsmet Özel’in medeniyetçilik eleştirisi nüfuz kazanamamıştır. Aşağıda beş başlık altında topladığımız yerel ve küresel gelişmeler, bu dönem medeniyetçiliğinin içini boşaltarak muhafazakârlığa dönüşmesine yol açmıştır. Birincisi, Samuel Huntington’ın Soğuk Savaş-sonrası dünya politikasının akıbeti hakkında ilk kez 1993 yılında çıkan bir makalesinde ileri sürdüğü “medeniyetler çatışması” tezi, Batı/İslâm medeniyetlerinin mücadelesi söylemine ve İslâm medeniyeti projelerine yeniden revaç kazandırdı. İkincisi, Türkiye’de 2000’den itibaren kimilerine göre 28 Şubat ve 28 Eylül gibi yerel ve küresel postmodern darbelerin etkisiyle radikal muhalif karakteri törpülenen ılımlılaştırılmış bir İslâm’ın iktidar tecrübesi. Üçüncüsü, “yurtsuzlaşma” kavramıyla anlatabileceğimiz çarpık sekülerleştirici bir kentselleşmenin, altya- 53 54 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık pısız, medinede temellenmeyen, ayakları yere basmayan bir medeniyetçilik söylemine yol açması. Bu açıdan II. Meşrûtiyet ve erken Cumhuriyet devirlerindeki birinci ve ikinci ile son Cumhuriyet devrindeki üçüncü medeniyetçilik akımları arasında kritik bir farklılık vardı. Bu çizginin belli başlı isimlerinin ortak özelliklerinde görüldüğü gibi, Cumhuriyet devrinde İslâmcılıktan ayrı gelişen son muhafazakârlığın “medenî” bir temeli vardı. Belli başlı Cumhuriyet muhafazakâr aydınlarının asalet ve filoloji şeklinde iki özelliği paylaştıkları fark edilebilirdi. Birincisi, Necip Fazıl ile Sezai Karakoç’u da ilave edebileceğimiz muhafazakâr aydınlar genelde, bir şekilde hakikî bir medeniyeti (şehirliliği) tatmış belli bir asil soydan geliyorlar, medeniyetin nasıl bir medineye dayandığını/dayanacağını biliyorlardı. İkincisi, özellikle Fuad Köprülü gibi akademisyen olanları filoloji formasyonuna dayanıyor, belli bir dil, edebiyat ve tarih şuurunda buluşuyorlardı ki bu, onlara fırtınalı Batılılaşma sürecinde muhafaza etmeye layık şeyleri ayırma imkânı veriyordu. ‘80-sonrası dönemde de benzer bir arkaplana sahip olan Turgut Cansever, Ahmet Yüksel Özemre, Saadettin Ökten, Mehmet Şevket Eygi, Haluk Sena Arı gibi muhafazakâr aydınların kayb ettiğimiz şehir ve medeniyete atıfla yaptıkları modernlik eleştirilerinin bir anlamı olabilirdi. Ancak özellikle 1980’lerden sonra köylerden kentlere geçmiş yeni burjuva Müslüman seçkinlerin İslâm medeniyeti iddialarının içi boştu. Bu, a’rafta kalmış bir neslin İslâm medeniyeti söylemine vuran bir dramıydı aslında; âdete dayalı otantik köylü dindarlığını kaybettiği gibi, sünnete dayalı bir şehirli dindarlığı da idrak edemeyen nesillerin dramı. Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık Dördüncüsü, “entelektüelleştirilme” kavramıyla anlatabileceğimiz, Batı dillerinde eğitim veren üniversitelerden yetişerek Pakistan gibi sömürge-mağduru Müslüman ülkelerin söyleminden etkilenen genç Müslüman akademisyenler nesli, “medeniyetler çatışması” tezlerinin de etkisiyle ‘90’lı yıllardan itibaren medeniyet söylemini yeniden canlandırdılar. Örneğin Pakistanlı aydın Ziyaüddin Serdar’ın 1979’da The Future of Muslim Civilisation orijinal adıyla çıkan eseri, 1986’da İslâm Medeniyetinin Geleceği adıyla Türkçe’de yayınlandı. Bu ve benzeri eserler, İslâm medeniyeti söyleminin hakikî bir medineyi tanımayan sosyal ve İslâmî ilimler alanlarındaki genç akademisyenler nesli arasında yayılmasına vesile oldu. Beşincisi, İslâm medeniyeti söylemi, özellikle Pakistan, Hindistan, Endonezya, Malezya gibi sömürgemağduru Müslüman ülkelerde revaç kazanmış, örneğin Endonezya’da Batı’da olduğu gibi din ile medeniyet birbirine karıştırılmaya, İslâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılmaya başlamıştır (Steenbrink 2004). Ancak bu ülkelerde medrese ve tekkelere dayalı otantik dindarlık bir şekilde sürdürüldüğü için entelektüel seviyede İslâm medeniyeti gibi modern söylemlerden fazla etkilenmemiş, avam ile havas tedeyyünü arasındaki mesafe korunmuştur (Sikand 2005, Noor 2008). Ancak Türkiye’de sömürgecilikten daha yıkıcı etkide bulunan Cumhuriyet modernleşmesi sayesinde sünnî İslâm’ı öğretecek ve yaşatacak bu kurumların yok olması, “medeniyet ve tedeyyünün entelektüelleştirilmesi” şeklinde iki olumsuz sonuç vermiştir. Birincisi, lâfzen şehirlilik anlamına gelen medeniyet, bir taraftan onu temellendirecek medrese ve tekkelerin zevali, diğer taraftan seküler paradigmadan etkilenen genç Müs- 55 56 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık lüman akademisyenler neslinin zuhuruyla sırf entelektüel tartışma, spekülasyon konusu haline gelmiştir. İkincisi, medrese ve tekkelerin boşluğunu dolduran medya ve üniversite kanallarıyla avam ile havas tedeyyünü arasındaki açı daralmış ve İslâm medeniyeti gibi seküler söylemler halka da nüfuz etmiştir. Türkiye’de İslâmcılık dediğimiz şeriat talebindeki bariz azalmaya karşılık aynı dönemde medeniyet talebinde bariz bir artış görülmektedir. Medeniyet ve İslâm medeniyeti temasına dayalı entelektüel çalışmalar bir tarafa, doğrudan bu kavram etrafındaki organizasyon ve oluşumlar, bize adeta “Nereden esiyor bu medeniyet rüzgârı?” dedirtmektedir: İnsan ve Medeniyet Hareketi, Bilkent Medeniyet Topluluğu, Genç Hareket, Medeniyet Mektebi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Kültür ve Medeniyet Derneği, Medeniyet Araştırmaları Merkezi, Medeniyet Derneği, Medeniyet Gençliği Hareketi, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, Şehir ve Medeniyet Derneği vs. Burada şeriatçılık=İslâmcılık ile medeniyetçilik=muhafazakârlık arasında açık bir ters orantılı ilişki görülmektedir; birincisi düştükçe ikincisi yükselmektedir. Olivier Roy (1994) gibi Batılı araştırmacılar, siyasal İslâm’ın iflasını İslâm’ın sekülerleşmesi olarak görüyorlardı. “İfrat, tefriti davet eder” düsturunun da belirttiği gibi, İslâmcılıktan muhafazakârlığa kayışın karakteristiği, bir taraftan “dinsiz muhafazakârlaşma” denen şeriat talebinde ve dindarlıkta nicel ve nitel düşüş, diğer taraftan da “medeniyetçi muhafazakârlaşma” denebilecek şekilde medeniyet söyleminde artıştır. Hâkim havaya göre “İslâm devleti out, İslâm medeniyeti in”dir. Yaşanan sekülerleşme sürecinde teolojik İslâm’ın geldi- Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık ği nokta, Kur’ân Müslümanlığı, ideolojik İslâm’ın geldiği nokta ise “Bir medeniyet tasavvuru” gibi havalı deyimlerle ifade edilen İslâm medeniyeti iddiasıydı; ikisinin de ortak noktası ise sünnetin terkiydi. Sünnetin terki, bir bakıma dinin şeriata indirgenmesinin kaçınılmaz sonucuydu. “Şeriat olarak İslâm” anlayışını bir türlü uygulanmaz, ütopik bulan İslâmcılar, “İfrat, tefriti davet eder” fehvâsınca bir başka uca “medeniyet olarak İslâm” anlayışına kaymışlardı; arada atlanan sünnet idi. Batı’da modernleşme sürecinde seküler hikmet olarak civilization=medeniyet kavramında ise nebevî ile ümmî diyanet arasındaki sınırlar iyice aşınmış, dindarlıkta otantik ölçü kalmamış ve sünnetin yerini kültür (medeniyet) almıştı. İslâm’da sünnetin adeta din ile özdeş sayılması gibi, Almanya gibi Protestan ülkelerde de kültür, neredeyse dinle müteradif kullanılır (Lepenies 2006). Batı’da modernleşme denen şey, feodalizmin çözülmesi, kapitalizmin gelişmesi sürecidir; bu süreçte doğan civilization, Bernard Mandeville (1670–1733)’in Private Vices, Public Virtues adlı eseriyle haber verdiği gibi, içine ne atılırsa alacak “estetik” bir çuval olacaktır. Ünlü Alman Yahudi sosyolog Norbert Elias, The Civilising Process adlı şaheserinde bizim “diyanetin dinleşmesi” dediğimiz bu medenîleşme sürecini tafsil eder. Elias tarafından incelenen medenîleşme (civilization) süreci, Max Weber’in aklîleşme (rationalization) dediği sürecin mikro perspektiften görünen şeklidir. Hikmet kavramının belirttiği şekilde bir amaç/araç ilişkisine uygun bir meşrûlaştırma imkânı Batı tarafından kaybedildiği için medenîleşme ve aklîleşme süreçlerinin ikisinde de diyanet dediğimiz beşerî pratik=amel, norm=ilim haline geti- 57 58 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık rilmişti. Aradaki fark, sadece makro ve mikro süreçler arasındaki perspektif farkıdır. Gene bir başka ünlü Alman Yahudi sosyolog Karl Marx, genelde Türkiye’de radikal din eleştirisiyle tanındığı halde, religion (din) kadar onun dönüştüğü medeniyet=kültür gibi seküler kavramları da kıyasıya eleştirdiği pek bilinmez (Dupre 1959). İslâm devleti, modern dünya ile çatışan, buna karşılık İslâm medeniyeti, küreselleşme ile uyumlu bir ideali temsil etmektedir. Kurtuba hayaliyle lüks siteler arasında yaşayan İslâm medeniyeti, Mandeville gibi yeni-muhafazakâr Müslüman seçkinler için de içine ne atılırsa alacak bir çuval işlevi görecektir. Buna “Ağacı sev, yeşili koru’nun sofistikasyonu” veya “ideolojinin estetikleştirilmesi” denebilir. Bu süreçte “İslâm, güzellik medeniyetidir, sevgi medeniyetidir” gibi duvar yazısına benzer ham sözler, hayat düsturu haline getirildi. Bu, sünnetsiz şeriata dayalı bir düzen tasavvurunda olduğu gibi medinesiz bir medeniyette yaşama ütopyasına benzeyen, ayakları yere basmayan içi boş bir medeniyetçiliktir. Burada da sekülerleşme, “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar” düsturunca diyanetin dinleşmesi olarak tecelli etmektedir. KAYNAKLAR Ağırdır, Bekir (2010) “Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma,” Radikal 13-17 Haziran 2010, http://www.konda. com.tr/tr/raporlar/2010_06_KONDA_Toplumda_Siyasette_Kutuplasma.pdf. Barzun, Jacques (2000) From Dawn to Decadence: 500 Years of Western Cultural Life 1500 to the Present. New York: HarperCollins. Bezci, Bünyamin-Miş, Nebi (2012) “İslâmcılığın Dö- Şeriatçılık ile Medeniyetçilik Arasında Muhafazakârlık nüşümünü Tartışmak: İslâmcılığın Dört Hali ve Muhafazakârlaşmak,” Bilgi 24 (Yaz): 1-17. Demir, Esra Keskin (2012) “‘Din’siz Muhafazakârlaşma mı?,” Zaman 22 Temmuz 2012 http://www.zaman.com.tr/pazar_dinsiz-muhafazakârlasmami_1321321.html. Dupre, Louis (1959) Marx’s Social Critique of Culture. New Haven: Yale UP. Gencer, Bedri (2010) “Sovereignty and the Separation of Powers in John Locke,” The European Legacy 15/3 (June): 323–339. —— (2012) İslam’da Modernleşme, 1839-1939. Ankara: Doğu Batı. —— (2013) “Şeriatçılıktan Medeniyetçiliğe İslâmcılık: Bir İslâmcılık Tipolojisine Doğru,” Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi, İsmail Kara-Asım Öz (yay.), 69-98, İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi. Gökalp, Ziya (1980) Makaleler-IX : Yeni Gün-Yeni TürkiyeCumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar. Şevket Beysanoğlu (yay.), İstanbul: Kültür Bakanlığı. el-Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım (2003) er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fî ‘Ilmi’t-Tasavvuf. Abdülhalîm Mahmûd (yay.), Dımaşk. Dâru’l-Hayr. Lepenies, Wolf (2006) The Seduction of Culture in German History. Princeton: Princeton UP. Noor, Farish A.-Sikand, Yoginder-Bruinessen Martin van (eds.) (2008) The Madrasa in Asia: Political Activism and Transnational Linkages. Amsterdam: Amsterdam UP. Öğün, Süleyman Seyfi (2011) “Lümpen Muhafazakârlık Üzerine,” Doğu Batı 58: 11-26. 59 60 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Roy, Olivier (1994) The Failure of Political Islam. Carol Volk (trs.), Cambridge, Mass.: Harvard UP. Sikand, Yoginder (2005) Bastions of the Believers: Madrasas and Islamic Education in India. New Delhi: Penguin. Steenbrink, Karel (2004) “Christianity and Islam: Civilizations or Religions? Contemporary Indonesian Discussions,” Exchange 33/3: 223-243. Ülken, Hilmi Ziya (1983) İslam Felsefesi. İstanbul: Ülken. Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Prof. Dr. CELALETTİN VATANDAŞ1 Gençlik, sosyal bir kategoridir. Eğitim/öğretim süreci ile çalışma hayatına başlamadaki değişmelere paralel başlangıç ve bitiş yaşları sürekli değişen bu sosyal kategori, birçok bakımdan araştırılması gereken önemli bir olgu olarak anlam kazanmaktadır. Zira en azından toplumun ve ülkenin geleceği gençlikle ilgilidir. Dolayısıyla geleceğin muhtemel toplumsal nicelik ve niteliğini belirlemek ve bu bağlamda ülke ölçeğinde geleceğin planlanmasının gerçekleştirilebilmesi, gençliğin mevcut özelliklerini bilmekten geçmektedir. Üstelik mevcut nüfusunun önemli bir kesimi genç kategorisinde olan Türkiye için gençlik araştırmaları daha da bir önem kazanmaktadır. Çünkü Türkiye İstatistik Kurumu’nun Aralık-2012 tarihli tespitlerine gö- 1 Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı. Bu makale, Celalettin Vatandaş’ın yürütücülüğünü yaptığı ve metnini yazdığı SEKAM (Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Merkezi) adına gerçekleştirilen Türkiye’de Gençlik araştırmasının verilerinden yararlanarak ve söz konusu araştırmanın ilgili bölümlerinden genişçe yararlanılarak oluşturulmuştur. 62 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık re 75.627.386 olan Türkiye nüfusunun 18.862.319’u 15-29 yaş grubunda yer almaktadır. Bu rakamlar dikkate alındığında mevcut Türkiye nüfusunun %24,94’ünün gençlerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu da Türkiye bağlamında, mevcut gençliğin özelliklerini, sorunlarını ve beklentilerini tespit etmenin; hem mevcut şartlara ilişkin değerlendirmeler yapabilmek ve hem de geleceğin Türkiye’si hakkında tahminlerde bulunmak açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Araştırma, en genel anlamıyla gençliği konu edinmektedir. Toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik ve teknolojik açıdan hızla değişen Türkiye’de, gerçekleşen değişimin gençliğin durum ve özelliklerini etkilediği gibi, gençliğin özellik ve beklentileri de gerçekleşen değişimde önemli bir faktör olarak anlam kazanmaktadır. Gerçekleşen değişimin toplumsal, dini ve ahlaki boyutu ise çoğu araştırmalarda yeterince dikkate alınmayan veya göz ardı edilen bir özelliktir. Hâlbuki gerçekleşen değişimin toplumsal, dini ve ahlaki değerler üzerinde etkisinin olacağı açıktır ve bunları bilmeden gençliğin mevcut durumunu ve gelecekteki durumunu kestirmek mümkün olmayacak; mümkün görünen boyutuyla da bir yığın eksikliklere sahip olacaktır. Araştırmanın Teknik Özellikleri SEKAM’ın Türkiye’de Gençlik araştırması nicel bir alan araştırması olup, tanımlayıcı niteliktedir. Veri toplama aracı olarak anket kullanılmıştır. Araştırmanın evrenini Türkiye’de yaşayan ve yaşı 15-28 arasında yer alan bireyler oluşturmuştur. Bu evreni temsil özelliğine sahip örneklem tespiti için katmanlı tesadüfi örneklem tekniği tercih edilmiştir. Katılımcıların cinsiyeti, yaşadıkları coğrafi bölge, en Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık çok yaşadıkları yerin toplumsal niteliği, yaş, eğitim düzeyi, gelir düzeyi, bölge dikkate alınan katman ölçütlerini oluşturmuştur. Türkiye evrenini temsil kabiliyetine sahip örneklem belirlemek için Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) belirlediği ve araştırmalarında kullandığı 12 gölge tasnifi kullanılmıştır. Araştırmanın veri toplama aşaması 2013 yılı OcakNisan aylarında gerçekleştirilmiştir. Anket, araştırmanın evrenini temsilen seçilen 81 şehirde ve demografik ölçekle kent kategorisine dâhil edilebilecek ilçeler dâhil 179 kentsel, 173 kırsal olmak üzere toplam 271 yerleşim biriminde 5541 kişiye uygulanmıştır. GENÇLERDE KİMLİK SORUNU Her kimlik bir tanımlamadır. Her tanım ise, aynı/benzer ve farklı şeyleri dikkate alarak inşa olunan bir anlamsal çerçeveyi temsil eder. Herhangi bir tanımın oluşturulması sırasında, bazı özellikler tanımlanan şeye dâhil edilmek üzere anlam dairesinin içerisine alınırken, diğer bazı özellikler ötekilere ait olmak üzere dışarıda bırakılır. Böylelikle, tanımlananı belirgin kılacak sınır ve anlam alanı oluşturulmuş olur. Zaten tanımın başarısı da tanımlananı ötekilerden ayıran sınır ve bu sınırın ayırıcılık özelliğiyle ilgilidir. Sınırı net olmayan, anlam alanını belirgin şekilde oluşturamayan tanımlar başarılı kabul edilmezler; çünkü anlam karışıklıklarına neden olurlar. Eğer söz konusu tanım, bir tutum veya davranışla, daha da önemlisi bireysel veya toplumsal hayatla ilgiliyse, tanım aşamasındaki karmaşa doğrudan bu alanlara yansır ve gerek bireysel ve gerekse toplumsal hayatta birçok karışıklığa, hatta çatışmaya yol açar. 63 64 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Birey için gençlik dönemi bireysel kimliğin ve toplumsal aidiyetin inşa olduğu, oluşturulduğu dönemi temsil eder. Elbette ki birey, gençlik sonrası diğer hayat dönemlerinde kimliğinde ve/veya toplumsal aidiyetinde değişikliğe gidebilir; yeni bir kimlik ve/veya aidiyet kazanabilir. Ancak bu çok özel ve istisnadır; aynı zamanda çok zordur. Buna karşılık gençlik yılları hemen herkesin bireysel kimliğinin ve toplumsal aidiyetinin oluşmasının da ötesinde kimliğinin/aidiyetinin berraklaşıp, netleştiği bir dönem olarak anlam kazanmaktadır. Bireyler bu dönemde edindikleri/ inşa edilen kimliklerine ve aidiyetlerine göre benzerleriyle iş ve eylemlerde, tutum ve tavırlarda bir araya gelir ve ötekilerden ayrışırlar. Birleşme ve ayrışma ise hayat tarzında; toplumsal, dini, ahlaki, siyasi, kültürel değerlerde kendini olanca biçimiyle açığa vurur. Araştırma kapsamında dikkate alınan temel konulardan birisini gençlerin bireysel kimliklerinin nasıl bir dağılım gösterdiğini ve ne tür özellikler gösterdiğini tespit etmek oluşturmuştur. Bunu tespit edebilmek için veri toplama aracı olarak düşünülen sorulardan birisi gençlerin gelenek-modern düzleminde kendilerini nasıl konumlandırdıklarıyla ilgilidir. Türkiye, son iki yüz yıldır, bireysel ve toplumsal, zihinsel ve maddi unsurları ile batılılaşma modeline göre topyekûn değiştirmeyi kendisine en üst düzeyde ideal olarak belirlemiş bir ülkedir. Bu değişimin öznesi devlet, nesnesi ise tüm toplum ve dolayısıyla tüm bireylerdir. Hukuk, siyaset, ekonomi ve en önemlisi de eğitim, hedeflenen ve tepeden inmeci yöntemle yürütülen değişimin temel araçları olarak anlam kazanmıştır. Tüm bunlar yapılırken de batılı gibi olmak ile modern olmak eş anlamlı görül- Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık müştür. Dolayısıyla süreç, sıklıkla, aynı anlama gelecek şekilde batılılaşmak, çağdaşlaşmak (muasırlaşmak), modernleşmek olarak kavramlaştırılmıştır. Yaşanan bu değişim/inşa süreci, yaklaşık son 20-30 yıllık dönemde, değişimin nesnesi açısından yeni bir boyuta daha sahip olmuştur. Bu yeni boyut, küreselleşme olarak kavramsallaştırılan ve başta ABD olmak üzere bazı Batı ülkelerinde üretilen kültür endüstrisi ürünlerinin tüm dünyayı istilasıyla gerçekleştirilen bir benzeşim sürecidir. Yaşadıkları coğrafya, mensubu oldukları din veya kültür, ürünü oldukları tarihsel geçmiş her ne olursa olsun insanlar en genel manada hayat tarzlarıyla benzeşmektedirler. Modernlik ise bu benzeşmenin içeriği ve biçimi olarak anlam kazanmaktadır; bireyler ve toplumlar küresel kültürün nesnesi oldukça daha çok modernleştiklerini düşünmektedirler. Batılılaşma veya küresel kültüre mensup olma, isimlendirme her ne olursa olsun her iki durumu da tanımlayan en temel kavram modern olmaktır. Ve şu son derece önemlidir ki ister Türkiye’nin iki yüz yıllık tarihinde belirleyici olan batılılaşma politikaları bağlamında ele alınsın, isterse küreselleşme bağlamında ele alınsın en temelde bireyler için karşıt kutuplu bir seçenek söz konusudur. Seçenekler gelenek-modern ekseninde şekillenmekte ve modernlik doğru seçenek olarak anlam kazandı(rıl)maktadır. Çünkü geleneksellik ve modernlik birbirinden tamamen farklı ve çoğu zaman karşıt inançları, tutumları, tavırları, anlayışları, değerleri, yaşama tarzlarını ifade etmekte ve günümüz dünyasında ve daha da önemlisi günümüz Türkiye’sinde modernlik olması gereken olarak sunulmakta ve gösterilmektedir. 65 66 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık SEKAM’ın Gençlik Araştırması ile gençlerin kendilerini gelenek-modern ekseninde nasıl ve ne kadar konumlandırdıkları tespit edilmek istenmiştir. Bu konumlanışın biçim ve miktarını belirlemek önemlidir. Çünkü gelenek-modern farklılığı/karşıtlığı, yukarıda da ifade edildiği üzere, bireysel ve toplumsal tüm alanlarda birbirinden çok farklı ve hatta çoğu zaman karşıt bir tutum ve tavrı, ilgi ve istek düzeylerini, daha da önemlisi değerler sistemini ve yaşayış tarzını gerektirmektedir. Gençlerin kendilerini gelenekmodern ekseninde nasıl ve ne kadar konumlandırdıkları tespit edilirse, gençlerimizin kendilerine şu veya bu şekilde sunulan veya dayatılan modernliği ne düzeyde kabullendiklerini tespit etmek mümkün olabilecektir. SEKAM’ın Gençlik Araştırması’nın ilginç olmanın da ötesinde şaşkınlığa yol açan birçok tespitlerinden birisi gençlerin gelenek-modern düzleminde kendilerini konumlandırmalarıyla ilgili olmuştur. Elbette ki, gençlerin kendilerini daha çok gelenek veya daha çok modern düzleminde konumlandırmalarının birbirinde tamamen farklı bir anlamı olacaktır. Araştırmanın veri toplama aşamasında hem iki yüz yıllık bir geçmişe sahip devlet politikaları ve hem de son birkaç on yıldır kitle iletişim araçlarının çoğunluğunun güçlü ve yoğun bir şekilde aracılığını yaptıkları değerler, anlayışlar ve hayat tarzı açısından modernliğin gençler tarafından daha çok tercih edildiği (edilmesi gerektiği), bunun ise büyük oranda normal olduğu düşünülmüştü. Ancak araştırma ile tespit edilmiştir ki, gençler, beklentilerin çok ötesinde bir düzlemde kendilerini konumlandırmış durumdalar. Konuyla ilgili soruya alınan cevaplara göre gençlerin dörtte üçü (Şekil:1) kendisini ne geleneksel ve ne de modern olarak tanımlamaktadır. Yani gençler ge- Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık leneksel kalmayı başaramadıkları gibi modern de olamamışlardır. Bu nedenle de kendilerini biraz modern biraz geleneksel olarak tanımlamaktadır. Kabul etmek gerekir ki bu son derece melez bir durumu temsil etmekte ve gençlerin ne o, ne de bu olamadıkları anlaşılmaktadır. Gençler inanç ve kabulleriyle, tutum ve tavırlarıyla, eylem ve davranışlarıyla ara bir konumdadırlar. Bunun ise hem bireyin kimlik ve kişiliği açısından ve hem de toplumsal değerler, uyum, denge açısından oldukça önemli bir problemler yumağına işarette bulunduğu açıktır. Bunu, araştırma kapsamında katılımcılara yöneltilen inanç, tutum, tavır, tercih, beklenti, değer ölçütleri, anlayış ile ilgili sorulara verilen cevaplarda görmek mümkün olmuştur. ŞEKİL-1: Gençlerin, Modern-Gelenek Düzleminde Kendilerini Konumlandırışları DİNDAR BİR GENÇLİK Kelime itibarıyla bağlanma, hüküm, yol, boyun eğmek, itaat etmek, kulluk etmek gibi manalara gelen din ve özellikle de İslam, Allah’ın varlığına iman temelinde bir hayat tarzı olarak da anlam kazanır; kazanmak ister. Yani inanılan ilke ve özellikler, tutum ve tavırlarda, davranış ve eylemlerde, en genel manasıyla da hayat tarzında karşılık bulur. Bu 67 68 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık nedenle katılımcı gençlere bir dizi soru yöneltilerek dinin sadece bir iman unsuru (vicdani bir kabul) olarak mı anlam ve değer kazandığı; yoksa eyleme, tutum ve tavırlara, davranışlara da dönüşüp-dönüşmediği belirlenmek istenmiştir. Bu amaçla yöneltilen sorulardan birisi din duygu ve düşüncelerinizi etkiler mi biçimindedir (Tablo-1). Alınan cevaplara göre gençlerin neredeyse tamamına yakını (%90,4) duygu ve düşünceleri açısından dinden etkilendiklerini, yani dinin en azından vicdani bir unsur olarak üzerlerinde etkiye sahip olduğunu ifade etmişlerdir. Ama daha da önemlisi yine benzer oranda olmak üzere (%90,3), gençlerin tutum ve davranışlarıyla da dinden etkilendiklerini ifade etmiş olmalarıdır (Tablo-2). Bunlar dikkate alındığında dindar bir gençlik kitlesiyle karşı karşıya olduğumuz rahatlıkla söylenebilir. Zaten gençlerin önemli bir kısmı kendisini Dindar olarak tanımlamaktadır (Tablo-3). Farklı kategorilerde olmak üzere kendisini Dindar kabul edenlerin oranı %96,3’tür. Ancak ne var ki araştırmanın diğer bazı soruları dikkate alındığında bu dindarlığın gündelik hayatta veya geleneksel bağlamında algılanandan çok öte bir manaya geldiği anlaşılmaktadır. Tablo-1: Dinin Duygu Ve Düşünceyi Etkileme Düzeyi Din, Duygu ve Düşüncelerinizi Etkiler mi? (%) Sayı % Çok Etkiler 2494 46,3 Etkiler 2376 44,1 Çok Az 329 6,1 Hiç Etkilemez 191 3,5 Toplam 5390 100,0 Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Tablo-2: Dinin Tutum ve Davranışları Etkileme Düzeyi Din, Tutum ve Davranışlarınızı Etkiler mi? (%) Sayı % Çok Etkiler 2298 42,4 Etkiler 2595 47,9 Çok Az 361 6,7 Hiç Etkilemez 169 3,1 Toplam 5423 100,0 Tablo-3: Dindarlık Durumu Dindarlık Açısından Durumunuz Nedir? (%) Sayı % Çok Dindar 331 6,1 Dindar 2573 47,7 Biraz Dindar 2289 42,5 Dine İlgisiz 166 3,1 Dine İnanmaz 31 ,6 Toplam 5390 100,0 Kendisini Dindar kabul eden bir kitleyle karşı karşıya olduğumuza göre, bu dindarlık algısının açılımını tespit edebilmek için bazı ibadetleri gerçekleştirme durumuna veya gerçekleştirme isteğine ilişkin araştırma verilerini dikkate almak gerekli olacaktır. Bu bağlamda dikkate alınacak ilk veri beş vakit namaz kılma durumuyla ilgilidir (Tablo-4). Katılımcıların %24,3’ü düzenli olarak beş vakit namaz kıldığını ifade ederken, %49,6’sı ise ara sıra sıklığında da olsa namaz ibadetini gerçekleştirdiğini belirtmiştir. Buna karşılık %26,2’lik orana sahip bir kesim ise hiçbir şekilde zaman kılmadığını ifade etmiştir. 69 70 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Cuma namazı erkekleri ilgilendiren bir ibadet olarak anlam kazanmaktadır. Araştırma kapsamında erkek katılımcılara Cuma namazı kılma durumları sorulmuş (Tablo-5), alınan cevaplara göre erkek gençlerin %56,6’sının düzenli olarak Cuma namazı kıldıkları tespit edilmiştir. Ara sıra sıklığında Cuma namazı kılanların oranı ise %30,6’dır. Cuma namazı hiç kılmayanların oranı görece son derece düşüktür %12,9. Gençlerin oruç ibadeti karşısındaki durumları incelendiğinde (Tablo-6), oruç ibadetinin gençler tarafından diğer ibadetlere göre son derece yüksek oranda (%85,1) düzenli olarak gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. Hiç oruç tutmayanların oranı son derece düşüktür (%2,7). Bu da oruç ibadetinin toplumumuzda ayrıcalıklı bir öneme sahip olduğunu göstermesi açısından ilginç ve önemlidir. Ve tüm bunlar, gençlerin bizzat kendi cevaplarında anlam bulan biçimiyle dindar bir gençlik olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Ancak durum salt yüzeysel olarak böyle olmakla birlikte, ibadet olgusu ile diğer bazı özellikler karşılaştırıldığında şaşkınlığa yol açan bir durum ile karşılaşılmaktadır. Karşılaşılan ve şaşkınlık oluşturan bu durumu anlamak için sekülerliği dikkate almakta yarar var. Tablo-4: Namaz Kılma Durumu Beş Vakit Namaz Kılar mısınız? (%) Sayı % Düzenli Olarak 1267 24,3 Ara Sıra 2585 49,6 Hiç 1364 26,2 Toplam 5216 100,0 Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Tablo-5:Cuma Namazı Kılma Durumu Cuma Namazı Kılma Durumunuz? (Sadece Erkekler) (%) Sayı % Düzenli Olarak 1385 56,6 Ara Sıra 748 30,6 Hiç 315 12,9 Toplam 2448 100,0 Tablo-6: Oruç Tutma Durumu Oruç Tutma Durumunuz? (%) Sayı % Düzenli Olarak 4560 85,1 Ara Sıra 655 12,2 Hiç 142 2,7 Toplam 5357 100,0 SEKÜLER BİR DİNDARLIK Kökeni Latince olan sekülerlik, kök itibarıyla zaman ve mekân çağrışımlarını birlikte veren bir anlama sahiptir. Zaman, onun şimdi oluşunu; mekân ise, dünyada ve dünyevî oluşunu gösterir. Dolayısıyla etimolojik kökeni itibarıyla, şu anda yaşanmakta olan dünya anlamına gelmektedir. Bu dünyanın geçmişe ait veya bu dünyanın yaşanan nesnel unsurlarını aşan referansları yoktur. Her şey şu ana ve bu dünyaya aittir. Esasen tarihi süreçte kazandığı anlamlarla çok geniş bir anlam alanına sahip olan sekülerlik, örneğin ahlaki alanda değer ilkelerinin herhangi bir dini inancı dikkate almadan oluşturulmasını, inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerden soyutlanmasını ifade etmektedir. Diğer sosyal alan ve 71 72 Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık konular dikkate alındığında ise sekülerlik, toplumsal hayatın tüm alanlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerden arındırılması ve bağımsızlaştırılması olarak anlam kazanmaktadır. Dolayısıyla sekülerleşme en temel anlamıyla dinin toplumdaki otoritesini yitirmesidir. Bu anlamıyla da laiklikle örtüşmektedir. Ancak bu, tüm anlam boyutlarıyla laiklikle aynı olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim günümüzde laiklik her şeyden önce siyasi ağırlıklı bir terim olarak kullanılmaktadır; din ile devletin birbirinden ayrılmasına işaret etmektedir. Bir ayrım yapmak gerekirse, laiklik daha çok toplumsal alanla ilgili olmasına karşılık, sekülerlik daha çok bireysel boyutla ilgilidir. Eğer siyaset-din ilişkisinden bahsediliyorsa burada temel kavram laikliktir, bireyin tercih ve sorumluluklarında, tutum ve tavırlarında dinin etki durumundan bahsediliyorsa burada ise sekülerlik devreye girmektedir. Ancak tüm bunlara rağmen laiklik ile sekülerlik arasında çok açık ve net bir anlam ayrışmasından bahsetmek zordur. Sosyal bilimler literatürüne sosyolojinin bir armağanı olarak giren sekülerleşmeyi anlamak için konuyla ilgilenen sosyologların tanımları dikkate almak yararlı olacaktır. Brayn Wilson tarafından dinî düşünce, muâmelât ve kurumların sosyal önemini yitirdiği bir süreç olarak tanımlanan sekülerleşme, Peter L. Berger tarafından dinî inançlar, ibadetler ve cemaat duygusunun toplumun ahlaki hayatından uzaklaştırılması, mistisizm dâhil tüm dinî konu ve tutumlara karşı tam ilgisizleşme, yarı paganlaşma, kilisesizleşme olarak tanımlanmıştır. Yine Berger, sekülerleşmeyi kültür ve toplum sektörlerinin dini kurum ve sembollerin egemenliğini orta- dan kaldıran bir süreç olarak2 tanımlamıştır. Günümüzde, özellikle de Amerika’da, dinsizlik ve yaşamın örgütlenmesinde sanki Tanrı yokmuş gibi davranılması olarak tanılanmaktadır3. Amerika’daki bu kullanım, bizim de burada tercih ettiğimiz anlamı işaret etmektedir. Bu kısa açıklamayı takiben sekülerleşmeyi araştırmanın verileri üzerinden gençlik bağlamında inceleyebiliriz. Araştırmanın bazı bulgularından hareketle dindar bir gençlik kitlesi ile karşı karşıya olduğumuzu ifade ettik. Ancak ne var ki bu dindarlık geleneksel olarak bilinen anlamıyla hayatın her alanında dini bir hassasiyet içerisinde olma anlamına gelmemektedir. Araştırmanın bulgusu olan dindarlık, seküler bir dindarlıktır. Çünkü gençliğe yöneltilen dini inanç ve pratiklerle ilgili bazı sorulara alınan cevaplar, seküler bir hayat tarzının ve din algısının yaygınlık kazandığını ortaya koymuştur. Kimliklerin melezleşip “ne o ne de bu” biçimine dönüşmesinin yanı sıra, din algısında da benzer bir karmaşanın yaşandığı tespit edilmiştir. Dini önemseyen ve ölçü kabul eden, hatta başta namaz olmak üzere bazı ibadetleri düzenli olarak yerine getirdiğini söyleyen gençlerin din-ahlaki değerler, din-aile değerleri, din-bireyler arası ilişkiler gibi birçok konuda dinden bağımsızlaştıkları; dini daha çok vicdani bir unsura dönüştürdükleri veya daha doğru bir tanımlamayla dini hayattan uzaklaştırdıkları anlaşılmaktadır. Bu konuda referans olarak namaz kılma durumu dikkate alındığında ifade ettiğimiz durum olanca açıklığıyla gözler önüne serilmektedir. Aşağıda bunun bazı örneklerine yer verilecektir. 2 3 Berger, P. L., Kutsal Şemsiye, Dinin Sosyolojik Teorisinin Ana Unsurları, Çev. A. Coşkun, Rağbet Yay, İstanbul, 2000, s.168 Dobbelaere, Karel, Secularization: An Analysis at Three Levels, P.I.E.- Peter Lang, Brussels. 2002, s. 23 73 Çocuk-nikâh ilişkisi bağlamında olmak üzere çocuk yapmak için evlilik şart değildir görüşünün değerlendirilme tarzıyla namaz kılma durumu karşılaştırıldığında (Tablo-11), düzenli namaz kılanların %5,4’ü bu görüşü desteklemiştir. %2’si ise kararsızlık yaşadığını ifade etmiştir. Tablo-7: Namaz Kılma Durumuna Göre Çapkınlığın Anlamı Beş Vakit Namaz Kılma Durumu Düzenli Ara Sıra Hiç Çapkınlık konusunda ne düşünüyorsunuz? (%) Erkek için ErkekErkekEvet-Bayan Bayan Bayan İçin Hayır Normal Hayır 16,8 9,3 73,9 26,9 13,7 59,5 24,4 19,3 56,3 Tablo-8: Namaz Kılma Durumuna Göre Bir Kişinin Kendi Cinsinden Birisi İle (Erkeğin Erkekle, Kadının Kadınla) Cinsel İlişkisi Konusundaki Görüş Ahlaksızlık 1,1 2,1 ,7 Günah 30,3 32,5 40,9 Sapıklık 8,4 16,4 27,8 Olmamalı/Yanlış Kararsızım/Bilemiyorum Düzenli Ara Sıra Hiç Onaylamıyorum Ama Beni İlgilendirmez Bir kişinin kendi cinsinden birisi ile (erkeğin erkekle, kadının kadınla) cinsel ilişkisi konusunda görüşünüz nedir? (%) Bireysel Tercih-Kimseyi İlgilendirmez Düzenli beş vakit namaz kılanların %16,8’i çapkınlık konusunda ne düşünüyorsunuz sorusuna erkek için normalbayan için hayır, %9,3’ü ise erkek-bayan her ikisi için de normal şeklinde görüş bildirmişlerdir (Tablo-7). Hâlbuki İslam açısından çapkınlık, hem erkek ve hem de kadın için aynı düzeyde yasak olan bir tutum ve davranıştır. Düzenli beş vakit namaz kılanların %8,4’ü bir kişinin kendi cinsinden birisi ile (erkeğin erkekle, kadının kadınla) cinsel ilişkisi konusunda görüşünüz nedir sorusuna bireysel tercihkimseyi ilgilendirmez, %30,3’ü ise onaylamıyorum ama beni ilgilendirmez cevabını vermiştir (Tablo-8). Eşcinsellik, İslam açısından en şiddetli yasaklardan birisidir. Eşcinselliği en sapkın davranışlardan birisi olarak değerlendiren İslam’ın kaynağı Kur’an’da eşcinsel tercihleri nedeniyle ilahi gazaba uğratılmış bir topluluk ve o topluluğu bu sapkınlıktan uzaklaştırmak için çabalayan bir peygamberin mücadelesini konu edinen ayetler vardır. Evlilik modası geçmiş bir kurumdur görüşünün değerlendirilişiyle, düzenli namaz kılma ilişkisi incelendiğinde (Tablo-9), düzenli namaz kılanların %6,9’unun bu görüşü desteklediği, %3,7’sinin ise kararsızlık içerisinde olduğu tespit edilmiştir. Hâlbuki İslam açısından meşru cinselliğin tek yolu nikah ve dolayısıyla nikaha dayalı aile hayatıdır. Düzenli namaz kılanların %10’u genç bir kız ile erkek istedikleri şartlarda aynı evde yaşayabilirler görüşüne destek verirken, %7,5’i ise kararsızlığı ile bu konuda dini etkiden sıyrıldığının işaretini vermektedir (Tablo-10). Çünkü İslam, kadınerkek ilişkilerinde oldukça hassas olup bahsettiğimiz üzere cinselliği ancak nikahla meşru kabul etmektedir. 75 Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Beş vakit namaz kılma durumu 74 20,3 17,2 13,8 10,8 13,2 7,5 13,2 7,4 3,9 15,9 11,0 5,3 Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Tablo-9: Namaz Kılma Durumuna Göre Evliliğin Anlamı Katılıyorum Kararsızım Katılmıyorum Kesinlikle Katılmıyorum Düzenli Ara Sıra Hiç Kesinlikle Katılıyorum “Evlilik, Modası Geçmiş Bir Kurumdur” (%) Beş Vakit Namaz Kılma Durumunuz 76 3,4 3,5 4,0 3,5 5,3 6,6 3,7 6,5 7,0 28,0 28,4 34,4 61,4 56,2 48,0 Tablo-10:Namaz Kılma Durumuna Göre “Genç Bir Kız İle Erkek İstedikleri Şartlarda Aynı Evde Yaşayabilirler” Görüşünü Değerlendirme Beş vakit namaz kılma durumu Düzenli Ara Sıra Hiç “Genç bir kız ile erkek istedikleri şartlarda aynı evde yaşayabilirler” (%) Kesinlikle Katılıyorum 2,5 6,5 13,7 Katılıyorum Kararsızım Katılmıyorum 7,5 15,7 22,3 7,5 15,6 20,8 31,2 27,9 25,3 Kesinlikle Katılmıyorum 51,3 34,3 18,0 Tablo-11:Namaz Kılma Durumuna Göre “Çocuk Yapmak İçin Evlilik Şart Değildir” Görüşü Karşılaştırması “Çocuk yapmak için evlenmek şart değildir” (%) Beş vakit namaz kılma durumu Düzenli Ara Sıra Hiç Kesinlikle Katılıyorum Katılıyorum Kararsızım Katılmıyorum 2,3 5,0 6,3 3,1 2,5 4,6 2,0 3,2 4,4 15,0 20,6 24,3 Kesinlikle Katılmıyorum 77,6 68,6 60,5 Laiklik ve dolayısıyla laik olmak önemli bir modern değerdir. Bu değerin dinle ve özellikle de İslam’la ilişkinin son derece sorunlu olduğu da açıktır. Çünkü ikisi arasında varoluş/yetki çatışması vardır. Ancak buna rağmen laikliğin bir değer olarak dini hassasiyeti yüksek olan veya olduğu varsayılan kesimler tarafından da kabullenildiği ve bu durumun gittikçe yaygınlık kazandığı anlaşılmaktadır. İşte bu sekülerliğin yaygınlık kazandığını ve güçlendiğini gösteren önemli bir tespittir. Zira araştırmamızın bulgularına göre düzenli namaz kılanların dahi %67,2’si laikliği bireyin kişilik ve hayatı açısından önemli bulduğunu ifade etmiştir (Tablo-12). Tablo-12: Namaz Kılma Durumuna Göre Laik Olmanın Önemi Beş vakit namaz kılma durumu Düzenli Ara Sıra Hiç Bireyin kişilik ve hayatı açısından laik olmak önemli midir? (%) Çok Önemli Önemli Önemli Değil 26,6 33,7 40,4 40,6 47,0 43,7 25,3 14,8 13,4 Hiç Önemli Değil 7,4 4,5 2,4 Tüm bunlar ise, Türkiye’nin, en azından, sosyal gerçekliği olan İslam’ın gençler tarafından büyük oranda yanlış bilindiği veya en azından kendisini Dindar kabul edenler açısından bunun böyle olduğu anlamına gelmektedir. Çok daha önemlisi düzenli beş vakit namaz kılma sorumluluğunun farkında olacak kadar dinle ilgili bireyler açısından bile İslam anlayışında, İslami değerler konusunda yanlış bilgi ve kabullerin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Bunun 77 78 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık nedenleri ise başlı başına bir araştırma konusu olacak kadar önemlidir. SONUÇ Toplumsal hayata katılma sürecinde çok kritik bir kavşak olan gençlik döneminin en önemli sorunu kendi benliğine ilişkin kimliğini kazanmasıdır. Toplumda yer alan her birey tek bir kimlik geliştirmez. Toplumsal durumlara göre genç öncelikle dindar kimliğini, toplumsal kimliğini, siyasal kimliğini, cinsel kimliğini, vb. geliştirmektedir. Bu kimlik tipleri birbirini karşılıklı etkileyerek ve tamamlayarak insan hayatına anlam vermektedir. Gerçekleştirilen araştırmada gençlik ile melez kimlik nitelemesi arasında güçlü bir ilişkinin tespit edilmiş olması; yani kimliklerin daha çok sözel nitelikte kaldığının, kimliklerinin içeriğinin farklılığa vurguda bulunacak bir ayrışmaya yol açmadığının tespit edilmiş olması önemlidir. Toplumların en dinamik insan gücü ve en verimli kaynağı olan gençlerin çok boyutlu ve karmaşık sorunları vardır. Bunların en başında da kimlik sorunu yer almaktadır. Bireysel değerler sosyal ortamda gelişir. Bu bakımdan sosyal sistemin ya da kültürün ürünüdür. Birey, doğumundan ölümüne kadar ebeveynlerinin, arkadaşlarının, önemli gördüğü ve sevdiği kişilerin, yaşamındaki önemli değişikliklerin ve deneyime dayalı öğrenmenin, yasaların, gelenek ve göreneklerin, dinin, eğitimin ve medyanın etkisi ile kısaca toplumun içinde sürekli sosyalizasyon süreci sayesinde değerleri öğrenir. Diğer bir ifade ile bireyin değer sistemleri sosyalizasyon süreçleri ile erken çocukluk döneminde gelişerek kültürel ve sosyal asimilasyon yoluyla onun bilişsel ve zihinsel yapısının bir parçası hali- Türkiye’de Gençliğin Kimlik Sorunu ve Muhafazakârlık ne gelir. Araştırmada gençliğin dini, ahlaki, toplumsal değerlere ilişkin tutum ve tavırları incelenmiş; örneğin dini değerler ve pratikler açısından form olarak dindar gençlik değerlendirilebilecek ama nitelik dikkate alındığında, dini, ahlaki ve toplumsal değerler noktasında sabiteleri zayıf bir gençlik kesiminin var olduğu tespitine ulaşılmıştır. Bu ise tamamıyla muhafazakârlık ile ilgilidir. Her ne kadar muhafazakârlık çoğu zaman geleneksellik olarak anlamlandırılıyorsa da aralarında son derece önemli bir farklılık vardır ve esas anlam boyutuyla muhafazakârlık moderniteyle ilişikli bir kavramdır. Modernitenin önemsediği ve öncelediği değişim sürecinde biraz daha yavaş olmakla, hazmederek değişmek ile ilişkilidir. Dünün itiraz edilen özelliklerini bugün içselleştirmektir; bugün itiraz edilenleri de yarın kabullenmektir. 79 Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi Prof. Dr. ALİ TAŞKIN1 Kemal İbn Hümam Vakfı’nın, başlattığı sempozyum geleneğini sürdürmesinin önemini ve Sivas’taki kültürel etkinliğe değerli katkısını anmadan geçmemek gerekir. Bu etkinliğin Sivas’ta gelenek haline gelmesine öncülük eden ve yirmi yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir biçimde bu geleneği sürdüren başta Sayın Temel Karamollaoğlu’na, bu Sempozyumun düzenlenmesinde emeği geçen akademisyenlere, vakfın değerli yönetici ve emektarlarına teşekkür ederiz. Ayrıca, bu bilgi şölenini anlamlı kılan ve sabahın bu erken saatinde bizleri dinlemek üzere burada hazır bulunan değerli konukları da saygı ve sevgiyle selamlayarak başlamak istiyorum. Şu an aramızda, özel ilgi ve çalışma alanı “Muhafazakârlık” olan, bu konuda kafa yoran, araştırma, inceleme ve çözümlemeleri, yaptıkları akademik yayınlarla bizleri bilgilendiren değerli katılımcıların olduğunu biliyoruz. Bu değerli katılımcıların daha derinlikli bilgilerle bizleri ay1 Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi 82 Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık dınlatacaklarını tahmin ediyorum. Bu nedenle, doğrudan alanım olmayan muhafazakârlığın etimolojik yapısı ve tanımları üzerinde çok ayrıntılı bilgi sunmanın gereksiz olduğu kanısındayım. Ancak, yine de sunumumda amaçladığım sonucu elde edebilmek açısından, terimle ilgili bazı terimsel anlam, tanım ve açıklamaların yapılmasını gerekli görüyorum. Her ne kadar akademik çalışma alanım olan felsefe tarihinden yola çıkıp, terimin tarihsel köklerine ve felsefi bağlamına dikkat çekerek, bu alanda kalmaya çalışacak olsam da, yer yer siyasal kültürel uzanımlarına da değineceğimi belirtmek isterim. Bu bakış açısının ve farklı olacağını düşündüğüm yorumların sempozyuma bir renk katmasını umuyorum. Öncelikle, izleyeceğim sıraya ilişkin bazı bilgiler vermem uygun olacaktır; şöyle bir sıra takip etmeyi deneyeceğim: İlk olarak, Muhafazakârlık Teriminin anlamı, tanımı, olabildiği kadar tarihsel kökenlerine bakarak, kadim gelenekle ilişkisine bakacağız. İkinci olarak, felsefe tarihi bağlamında, “değişim” (oluş) ile “değişmemenin”, stabilitenin; başka bir deyişle “hareket” ve “sabite”nin belirleyiciliği ve bu yönde yapılan tartışmaları, Herakleitos-Parmenides tartışması bağlamında değerlendireceğiz. Üçüncü aşamada, Batı Felsefesi tarihinde gelenek ve modernlik tartışmalarına klasik-modern ayrımı çerçevesinde bütüncül bir bakışla kısa bir özet sunacağız Son olarak da, muhafazakârlığın çok anlamlılığından, pozitif-negatif algılama/algılanma biçimlerinden, belki rölativizminden yola çıkarak, yaşadığımız toplum, kısa ve orta vadede geçmişi (son kırk-elli yıl) hakkında bazı eleş- tirel değerlendirmeler yapıp, muhafazakârlığın imkânını tartışmayı deneyeceğiz. Muhafazakârlığın Sözlük Anlamı ve Bazı Tanımlar Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde Muhafazakârlık, kelime olarak, İngilizcedeki “conservatism” karşılığı olarak “Tutuculuk” anlamında kullanılmaktadır.2 Fransızca ve yine İngilizcedeki tradisyonalizm (traditionalism) karşılığı olarak ise “gelenekçilik” ya da “gelenekselcilik” (İng. traditionalism ; conservatism) olarak kullanılmaktadır. Tanımlara baktığımızda ise şu tanımlar öne çıkmaktadır: 1.Genel anlamada, a. Geleneklere aşırı değer verme eğilimi, b. Eskimiş olana, alışkanlıklara, eski inanışlara yakınlık duyan yaşama tutumu. 2. (Özel anlamada) 19. yüzyılda Fransa’da katolik bilginlerce (Bonald, de Maistre vb.) Aydınlanma’ya karşı geliştirilen, doğruluğun gelenekle, özellikle kilise geleneğiyle bilinebileceğini öne süren öğreti.3 Başka bir tanımda da, muhafazakârlık, kimi toplumlarda saptanan geleneklere sıkı sıkıya bağlılık durumu, bk. gelenek, krş. boşinanççılık. Son tanım bir anlamda gelenek fetişizmi, daha açık ifadeyle “geleneğe tapmak” anlamına gelmektedir! Bu tanımlar günümüzdeki muhafazakârlığın aşağı yukarı tam anlamını vermektedir. Bu tanımlardan sonra ben konuya farklı bir açıdan bakarak başlamak istiyorum. Bu bakış açısını, Grek filozoflarından Parmenides’in “VARLIK” anlayışı ile onun çağda2 3 2 www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bati&view=bati&kategori1=teri m&hng1=md&kelime1=konservatizm w.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bilimsanat&arama=kelime&guid=T DK.GTS.52cd5d72ad9283.83354387 83 84 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık şı ve muhalifi Herakleitos’un “OLUŞ” yorumundan yola çıkarak, muhafazakârlığın mahiyet ve imkânını tartışmak olarak açıklamak mümkündür. Muhafazakârlık ve Değişim (Varlık ve Oluş) Sokrates öncesi Yunan filozoflarından biri olan Elealı Parmenides (M.Ö. VI-V. Yüzyıl), öğretisinde “varlık, VARDIR ve BİR’dir” der. Ona göre, “var olmayan varlık değildir. Var olmayan varlık olamaz, var olmayan düşünülemez; varlık değişmez, çok değil, yalnızca “BİR”dir. Her şey “BİR”in görünümünden ibarettir. Parmenides bu ve benzer ifadelerle, hem varlığın “BİR” hem de sabit (durağan), değişmez ve dönüşmez, ezeli, ebedi olduğunu ileri sürerken, insanların çokluk dedikleri şeylerin ancak “BİR”in görünümlerinden ibaret olduğunu söylemiştir. Daha sonraki “mistik” düşüncelere ve “panteist” yorumlara da ilham kaynağı olan bu görüş, evrenin “BİR”den ibaret olduğunu, “BİR”in her şeyi doldurmuş olduğunu da dolaylı olarak gösterir. Parmenides, bu felsefe yapma tarzı ve izlediği yöntem ile rasyonalist filozofların ilk örneklerinden, mantıkçı diyalektiğin de kurucularından sayılmıştır. Öğrencisi Elealı Zenon da onun bu görüşlerini, kendi adıyla ünlü paradokslarıyla temellendirmeye, değişme ve çokluğun olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır. Batı Anadolu’nun Güney Ege bölgesinde ortaya çıkan İonia okulunun son, belki de en önemli filozofu olan Efesli Herakleitos (M.Ö. 545-480) ise, Parmenides’in çağdaşı, görüşleriyle onun karşıtı olarak tanınan bir başka Yunan filozofudur. Değişimin filozofu olarak adlandırılan Herakleitos, “Varlık yoktur”, “Bir de değildir”; sürekli bir değişim vardır; bir şey için, “vardır” diyemeyiz. Aynı şekil- Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi de, hiçbir şey için bu “şudur” diyemeyeceğimiz gibi, sınırlı bir sayıdan da söz edemeyiz. Ona göre “her şey akmakta” (panta rei), değişmekte ve sürekli başka şeylere dönüşmektedir. Bir ırmakta ancak bir kez yıkanılabilir, çünkü su da, yıkanan şey her ne ise o da sürekli değişmektedir vs. der. Bu filozofların özetlediğimiz öğretilerinden yola çıktığımızda, her iki görüşün de kendi içinde bazı paradokslar taşıdığını kabul etmekle birlikte, Parmenides’i muhafazakârlığın, Herakleitos’u da değişimin, rölativitenin filozofu olarak görmek mümkündür. Haklı olarak, böylesine soyut, felsefi ontolojik ya da epistemolojik tartışmanın oldukça popüler bir konu olan muhafazakârlık tartışmasıyla ilgisi sorgulanabilir. Ancak, konumuz dar anlamda, “değişmek” ve “değişime direnmek” olunca, aradaki benzerliklerden yola çıkarak geçmişe köprü kurmak, “değişimin” imkânının ontolojik açıdan ele almak makul görülebilir. Çünkü, “muhafazakarlık” ya da “geleneğin” de, “değişim” ya da “dinamizmin” de göreli bir şey olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Aslında, bu soyut varlık felsefesi sorunu, değişimin mi yoksa durağanlığın mı esas olduğu tartışmasında çelişkili (paradoksal) bir durumun varlığını göstermektedir. Her şeyi öncesiz ve sonrasız bir “varlığın” oluşturduğunu öne sürerken, değişim denilen şeyin görünüşte olduğu, gerçekte bir şeyin değişmediği ima edilmiş oluyor. Tersine düşündüğünüzde de, zamanı meydana getiren en küçük parçacıklar olan“an” ların birinin diğeri ve bileşeni olmadığı için hiçbir bileşik ve durağan “an” olmadığı gibi bir sonuca ulaşılmış olmaktadır. Bu nedenle bir şeyi “muhafaza etmek” korumak, “değişime” boş yere direnmek, “hareket” denilen ontolojik bir hakikati unutmak anlamına geliyor. Bu da “muhafazanın” kendi 85 86 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık içinde çelişkili ve imkânsız olduğunu gösteriyor. Felsefe Tarihinde Gelenekçilik ve Değişim Felsefe tarihine baktığımızda, “gelenekçilik” teriminin temelini oluşturan Tradisyonalizm esas alınırsa, bu ifadenin Latince “transdare” fiilinden türetilmiş bir başka fiil olan ve Türkçeye depozit, emanet, devir gibi anlamlar verilerek çevrilebilen ve “gelenek” olarak çevrilen “tradere” den geldiği düşünülmektedir. Gelenek, söz ve yazı ile aktarıla gelmiş, hayat tecrübesi içinde ve alışkanlıkla töre, görenek, teamül, örf, âdet ve ritüel halinde kalıp biçim kazanmış, günlük yaşamın en basit davranışlarından en yüksek kültürel etkinliklere kadar hep belirleyici olan ve tüm nitelikleriyle temel bir kültür ögesi olarak kendisini gösteren bir fenomendir.4 Yunancada traditio kelimesi için, “başkasından bize aktarılmış bilgi” anlamında, “Paredokan” kelimesi kullanılmıştır. Yunanistan’da “eskilerin her şeyi daha iyi bildiklerine inanılır ve onların sözlerinin sonrakilere aktarılmış ya da kalmış olması (Paredosan, Aristoteles, Metafizik 982b) bir lütuf sayılırdı.5 Hıristiyan dünyasında da gelenek dini ve hukuki çok önemli bir kavram olarak, emanet ve emaneti (depositum) imleyen bir kavram olarak devam etmiştir.6 Görüldüğü gibi, gelenekleri muhafaza etmek hem kültürel hem de dini açıdan önemli bulunmuştur. Yunanlılarda geleneğin her türüne önem verilmesin- 4 5 6 Doğan Özlem, “Gelenek, Kopuş ve Felsefe”, Baykuş Felsefe Yazıları Dergisi, İstanbul, 2008, S. 1, s. 59-61. Özlem, a.g.m. s. 61. Özlem, a.g.m., s. 65 Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi den olsa gerektir ki, sistem filozofları olan Platon ve öğrencisi Aristoteles, kendilerinden önce gelen başka kültürlere ait bilgelerin ve kendi filozoflarının izlerini takip etmişler, felsefelerini öncekilerin mirası üzerinde geliştirmişlerdir. Ancak, hem bu filozofların felsefelerinin temelini oluşturan filozofların görüşleri değişikliğe uğramış hem de Platon ve Aristoteles’in kurdukları sistemler eleştirilmiş değişik versiyonlarla günümüze kadar gelmişlerdir. Platon ve Aristoteles’in çok yönlü felsefeleri incelendiğinde, bir yandan eskiyi yüceltmekle birlikte, yeni açılımlar ve yorumlarla felsefeyi geliştirdikleri ve daha öne çıkardıkları görülür. Siyaset ve hukuk alanını da içine alan ahlak anlayışında, gerek bu filozofların gerekse bunların izinden giden filozofların göreli bir değişimi ve modernliği temsil ettikleri söylenebilir. Helenistik dönem ve ortaçağa baktığımızda da yeniliklerden söz edebiliriz. Yenilik olup-olmadığı tartışılabilirse de, ortaçağın din anlayışı da eskiye göre yenidir. Eski yunan dini ile karşılaştırıldığında, inanç sistemi ve sosyal kurumlarıyla Hıristiyanlık kesinlikle yeniliği temsil eder. Bu dönemin düşünür ve filozofları kendilerini Platon’dan da Aristoteles’ten de yenilikçi görürler. Yeniçağda da muhafazakârlık-modernlik ilişkisi paradoksal bir durum arz eder. Bir yanda, Modern dönemin kurucusu olduğu iddia edilen Descartes’ın idealizmi geçerli olurken, diğer yanda, modern felsefenin bir başka ayağını oluşturan Britanya ampirizminin kurucularından Francis Bacon’ın eleştiriciliğini anmak gerekir. Bin yılı aşkın bir süre çok etkin olan Aristoteles felsefesi ve mantığı Bacon tarafından şöyle eleştirilmiştir: “Şimdi var olan mantık sistemi, gerçeği araştırmaktan ziyade gelişigü- 87 88 Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık zel kavramlar üzerine kurulan kökleşmiş hataları onaylamaya ve kuvvetlendirmeye yarar, bu nedenle de faydalı olmaktan çok zararlıdır.” Yaygın olan tümdengelimci metot Bacon’la yerini Tümevarıma bırakır.7 Teknik anlamda felsefede böyle bir gelenek-değişim ilişkisi vardır. Diğer yandan, bütünüyle değişim gösteren Avrupa’da muhafazakârlığın bugün yaygın olarak kullanılan anlamına uygun olarak başlatılan hareket ise, bu büyük değişim ve dönüşümün yakın tarihçesini özetler. Bu hareketin ilk dönemini de kısaca şöyle özetlemek mümkündür: Daha çok üzerinde durulan muhafazakârlık, Fransız devriminin yıkıcılığı üzerinde anlaştığı görülen Edmund Burke (17291797), Joseph De Maistre (1753-1821) ve Louis De Bonald (1754-1840) gibi hukukçu siyaset adamları ile başlayan bir hareketti. Hiç şüphesiz bu hareket çok yönlü incelenmesi gereken bir muhalif harekettir. Esasında incelenmiş, incelenmektedir de. Bu entelektüeller, genel olarak “ geleneğin aydınlanmacı eğilimler doğrultusunda ortadan kaldırılması girişimlerine karşıtlık içinde, geleneğin bilinçli restorasyonu olarak “gelenekçilik” kavramını ortaya atarlar. Özlem’in ifadesiyle, “burada “muhafazakârlık” kavramı “gelenekçilik” kavramına eşlik eder. ”8 7 8 Francis Bacon, Novum Organum, çev. Sema Önal Akkaş, Doruk Yayınevi, Ankara, 1999, s. 9-10. Doğan Özlem, a.g.m., s. 64. Doğan Özlem’in yorumuna göre “gelenekçilik” ile “muhafazakarlık” aynı değildir. Yukarıdaki satırların devamında bu hususu şöyle açıklamaktadır: “Daha sonra “gelenekçilik” kavramı “muhafazakârlık” kavramından ayrı bir yere konulacaktır. Çünkü muhafazakârlık mevcut geleneklerin olduğu gibi muhafazası olarak anlaşıldığı takdirde, gelenekçilikle bağdaşmaz. Gelenekçilik, geleneklerin aynen muhafazasının mümkün olmadığı, onların süreç içinde değiştiklerini kabul eder. Gelenekçiliğe göre gelenekler kısa ve uzun vadede değişirler; fakat geleneksiz yaşanmaz, her tarihsel dönem bir gelenekler ağına sahiptir.” Gelenekçilik, ya da muhafazakarlık ile modernlik arasında paradoksal bir ilişki olduğuna ilişkin bir başka örnek olarak da, Aydınlanma döneminin entelektüeli ve kendisi de bir aydınlanmacı olarak değerlendirilen Jean Jacques Rousseau (1712-1779)’nun eleştirileri verilebilir. Bilindiği gibi Rousseau, insanların henüz hiçbir şeye sahip olmadığı, yani mülkiyet diye bir şeye ihtiyaç bulunmayan “ilkel” kabul edilen doğa durumunda iken mutlu olduğunu öne sürmüştür. İnsanlar çoğalıp ilerledikçe “mülkiyet” ortaya çıkmış birbirlerini rahatsız etmeye başlamışlardır. Ona göre, Aydınlanmanın parolası durumundaki sanatların ve bilimlerin gelişmelerinin insanların mutsuzluğunu arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Rousseau bu durumu sözlerle anlatır: “Anlıklarımız, sanatların ve bilimlerin gelişmesi ile orantılı olarak bozulmuştur.”9 Kendisi de modern dönemin bir filozofu olan Rousseau’nun değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul ederken, eskiyi korumanın da mümkün olmadığını üzülerek kabul ettiğini görmekteyiz. Muhafazakârlığın Göreliliği (Rölativizm) Avrupa’da felsefenin tarihi bir anlamda, kültür, medeniyet ve siyasetin de tarihidir. Yukarıda verilen kısa örneklerden de anlaşılacağı gibi, değişmek ya da modernleşmek ile muhafazakârlık ya da gelenekçilik göreli/rölatif bir anlam taşımaktadır. Bu durum hem yaşanılan an itibariyle böyledir hem de zamanın ilerlemesiyle çok belirgin olarak görülmektedir. Kendi ülkemizden bazı örneklerle de konuyu daha anlaşılır hale getirmek mümkündür, şöyle ki: Bugün kendilerini ülkemizin demokratları olarak 9 Ali Taşkın, Rönesans ve Yeniçağ Felsefesi Tarihi, Sentez Yayınevi, Ankara, 2013, s. 251. 89 90 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık gösteren çevrelerin yetmiş, seksen hatta doksanlı yıllarda “şeriatçı” tanınan çevreler olduğu, bugün ulusalcı tutucu olarak tanınan çevrelerin aynı yılların “demokrat”, “modern” ve özgürlükçüleri olduğu kırklı yaşları aşmış olan herkesin malumudur. Laikliği ve demokrasiyi dinsizlik sayan birinciler, eski adıyla Avrupa Topluluğu ya da Avrupa Ekonomik Topluluğu denilen birliğe girmeyi kesinlikle reddederken, bugün “Avrupa Birliğine” girmek için büyük “mücadele” vermektedirler. Ulusalcılığı ve laikliği dilinden düşürmeyenler ise, Platon’un ilkçağdaki demokrasi anlayışına dönmüş durumdalar.10 Yine birinciler, eskiden Hıristiyan birliği dedikleri topluluk içinde yer almaya çabalarken, ikinciler hiç ilgi duymadıkları gelenekçiliğe ve sözde dinimizi sahiplenmeye yönelmişlerdir. Şimdi bu muhafazakârlık rollerindeki “değişimi” nasıl açıklayabileceğiz. Toplumsal dayanışmadan aile ilişkilerine arkadaşlıkların “hasbilikten” “pragmatizme” dönüştüğü bir yerde hangi muhafazakârlıktan söz edeceğiz? Giyim kuşamla muhafazakârlık olmuyor. Değişim cazip olmasa hiçbir kimse değişmez, farklı kimliklere bürünmeye razı olmazdı. Oysa şimdi bakıyoruz, insanı Modernizme koşturan “yarar” ya da “çıkar” hesapları değişimi öne çıkarmaktadır. Cemaatler emlakçilikle, marketçilikle uğraşarak, “bir lokma bir hırka” söylemini standartları yükselterek “tefsir” etmektedirler. “Düşmanın silahıyla silahlanma” (!) burada bitmemektedir kuşkusuz! Eskiden kapitalizme ve “dünyevileşmeye” karşı retorik geliştirenlerin, bugün, “Güçlü olmak lazım”, “zengin olmak la10 Antik çağın “modern” filozofları Platon da Aristoteles de “demokrasi” karşıtı idiler. Onlara göre, çeşitli sınıflara bölünmüş, çoğunluğu eğitimden ve bilinçten yoksun halk tabakalarına seçme hakkı verilmesi doğru değildi. Değişimin Gücü ve Muhafazakârlığın Direnişi zım”, diyerek, bugünün büyük kapitalistlerini temsil ettiklerini görmezden gelmek ne ölçüde olanaklıdır? Gazete okumayı “fitne” unsuru olarak gören ve yaşadıkları mekânlara sokmayan bazı cemaatlerin, bugün medya imparatorlukları kurarak, ulusal ve uluslar arası tekelci medyanın kötü alışkanlıklarına talip olup, güç gösterisinde bulunmalarını hangi muhafazakârlıkla açıklayacağız? Bu kesimler neyi muhafaza etmişleridir? Birbirlerine “komplocu”, “karşıt” ya da “yandaş” diye hitap eden taraflar hangi anlamda muhafazakâr olarak adlandırılacaklardır? Kendi içinde de evrim geçiren bir muhafazakârlık ne ölçüde muhafazakârlık olacaktır? Muhafazakârlık bundan bilmem kaç yıl önce bir modernistin ya da aydınlanmacının savunduğu noktaya gelecekse, bu durum, “gericilik” ya da gelişmeleri şu kadar zaman sonra kabul etmek; her şeyi geriden takip etmek anlamına gelmez mi? Muhafazakârlığın tedriciliği (gradual) kabul etmesi rölativizmi de kabul etmesi anlamına gelir. Bu da muhafazakarlığın var olma mücadelesinde ontolojik imkânını zora sokar. O halde zamana göre muhafazakârlık; zamana göre ilerlemecilik tanımları geliştirmek zorunluluğu vardır. “Eskiyi koruma güdüsü” ile “değişime direnme” arasında bir paradoks yaşayan toplumun önüne çözüm olarak ne sunulabilir? Bu soruyu bir filozofa soracak olursanız, net bir cevap alamazsınız; zira belirtmek gerekir ki, filozofun birincil amacı çözüm sunmaktan çok tahrik etmek sorgulamak, sorun çıkarmak, bütün bunların sonucu olarak herhangi bir şeyin olanağını (imkânını) üst perdeden tartışmaktır. Değişimin büyülü cazibesi ile, genellikle negatif anlam yüklenen “tutuculuğun” kahramanca savunuculuğu arasında kalan birey, cemaat ya da toplumun izle- 91 92 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık yeceği yol konusunda felsefi tavrı korumak, muhafazakarlığın sadece psikolojik bir tatmin kaynağı olarak var olduğunu gerçekte var olduğunu kabul etmenin güç olduğunu söylemek gerekir. Muhafazakârlık üzerine yazılan bir makaleden aldığım şu tespit çok yerindedir: “Hayat, devrimci muhafazakarlarla, muhafazakar devrimciler arasındaki gel-gitlerin trajedisi”11 Muhafazakârlığın göreliliğine örnek olabilecek birkaç güzel sözle konuşmamızı tamamlayalım. İsmet özel’in Üç Mesele adlı eserinin iç kapağında yer alan Richard Henry Tawney’e atfedilen şu söz, üzerinde durduğumuz rölativizme güzel bir örnek olabilir: “Bir çağın muhakkak saydığı şeyler bir sonraki çağda mesele olurlar”12 Özel’in söz konusu eserinde yer alan, kendisine ait olduğu anlaşılan şu sözü de konuyu güzel ifade etmektedir: “Hiçbir şey yerinde saymaz, ya saadetine ya da felaketine doğru yol alır insanoğlu”13 Dinlemek zahmetine katlanan herkese teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. 11 12 13 Haluk Efekan, “Muhafazakârlığın Hermenötiği”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Ankara, 2011, S. 14, s. 73 İsmet Özel, Üç Mesele, Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma, Dergah Yayınları, İstanbul, 1984, s. 5. Özel, a.g.e., s. 39. Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız Prof. Dr. YAŞAR DÜZENLİ*1 GİRİŞ Sempozyumun ana başlığı “Yeni Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık” şeklinde belirlenmiştir. Bu isimlendirme öncelikle bize, yeni; yaşadığımız çağ ve döneme dair bir duruma işaret etmektedir. Bu durum ise, bir kimlik inşasıdır. Anlaşılan bu yeni dönemde bireysel ve toplumsal kimlik, ötekine karşı ben’in ne olduğuna ya da ne olmadığına dair bir tanımlamaya ihtiyaç duymaktadır. İşte bu ihtiyacın giderilmesi noktasında belirlenen aidiyet formu “muhafazakârlık” olarak tesmiye edilmiştir. Bu noktada şu sorunun sorulması kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır: Bu yeni kimlik ihtiyacını kim ya da kimler duydu? Ya da bu ihtiyaç hangi inanç ve kültür havzalarında kendisini gösterdi? Bu sempozyumda sunulan tebliğler vasıtasıyla da ortaya çıkmıştır ki, modern dönemlerde kendisinden söz edilen muhafazakârlık, batı dünyasının kendi iç dinamikleri, fikri * İstanbul Ünv. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 94 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık ve zihni çalkantıları içerisinde oluşturulmuş “siyasi bir ideolojik” duruşu yansıtmaktadır. Kavram kargaşasına düşmemek için, her kavramın doğup büyüdüğü ve nihayet hayat bulduğu kendi aile ortamını dikkate almakta fayda var. Bu bağlamda muhafazakârlığa ilişkin, dinamik din anlayışının karşısındaki durumunu gözden kaçırmamak için, kısaca değinilmesi gereken bir hususa işaret edelim. Modern dünyada kullanıldığı şekliyle muhafazakarlık, batı aydınlanmasının özellikle akıl ve insan algısına, karşı duruşu simgeleyen siyasal bir kavramdır. Ona göre, “ontolojik bakımdan insanın sınırlı bir varlık olduğunu, onun akıl kapasitesinin evreni ve insanı anlayamayacağını, insanın kendi aklını kullanarak bunu başarabileceğine ilişkin Aydınlanma iyimserliğinin tersine, akıl; bu kurum ve değerlerin “yardımından” bağımsız kaldığında gerçek bilgiye ulaşamayacaktır.”1 Bu yaklaşımın, insan ve onun aklı konusunda bir sorun yaşadığı söylenebilir. İnsanın mahiyet, anlam ve değeri; onun aklının sınırı, etkinliği çerçevesinde pek pozitif görülmeyen negatif bir duruşu ifade etmektedir. Konunun dinamik din diye tanımladığımız ve kaynağı vahiy olan “ed-dîn” açısından ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir. İlahi vahyin insan tasavvuru ve aklın varlığının bir işareti olarak “akletme” faaliyetinin değer ve önemi üzerine yaptığı vurgular, bu bağlamda mutlaka gözden geçirilmelidir. Ancak bizim burada kullandığımız “din ve muhafazakârlık” ifadesi, bahis konusu olan muhafazakârlık değil, daha sonra ayrıca üzerinde duracağımız bir zihniyeti yansıtan, hayata dair davranış biçiminin adı olan muhafazakârlıktır. Onun üzerinde ayrıca durulacaktır. 1 Özipek, Bekir Berat, Muhafazakârlık Akıl, Toplum, Siyaset,İst.2011, s.23 Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız 1. Kavramsal Çerçeve Tebliğin bu bölümünde, ortaya koyacağımız kimi değer ve hükümlerin kendi doğal zeminlerini bulması, ayrıca konuşmanın hem sınırlarını tayin, hem de temel parametrelerini oluşturması bakımından kavramsal bir çerçeve oluşturmanın gerekli ve önemli olduğunu vurgulamalıyım. Zira hatırlanmalıdır ki Allah’ın zaman zaman peygamberleri vasıtasıyla tarihe müdahalesi bütünüyle beyâni/ semantik bir müdahaledir. Anlamını kaybetmiş ve salt iskelete dönmüş kelimelerin içerisine yerleştirilen varlık ve hakikate dair anlamlarla, her bir kelime hakikatin bir veçhesi haline gelmiş, tükenmiş zihinler onlarla can bulmuştur. İnsanlığın elinde hakikate doğru yol alma süreçlerinde bunlardan başka fenerleri de bulunmaktadır. Aklın, varlığın hakikatine dair görüp gözetlediği şeyleri ele veren, karşılıklı anlaşılan anlam yüklü kelimelerdir. İşte insanlığın uzun yolculuğunda ona ışık olmuş, yol göstermiş fener mesabesinde olan en emektar kelimelerden birisi “din”dir. Ne var ki, bu kadar anlam ve hatırayı sırtında taşıyan bu kelime, önemini sürekli korumakla birlikte, ana fonksiyonunu, dinamik yapısını her zaman sürdürememiştir. Büyük oranda Peygamberler vasıtasıyla yeniden hayat bulan bu kelime savaşını, çağdaş bir düşünürün ifadesiyle söyleyecek olursak “dine karşı din” şeklinde vermiştir. O halde burada “dinamik din” diye tanımlamaya çalıştığımız ve “ed-din” diye tesmiye ettiğimiz terimle biz neyi kastediyoruz? Dinin dinamik olması ne anlama gelir, bunun üzerinde bir miktar durmalıyız. Aslında bir şeyin dinamik ya da statik oluşunu, o şeyi ifade eden terim ve o terimin kavramsallaşması sürecinde, içine aldıkları ve içinden attıkları ele vermektedir. Bir terim olarak din, dela- 95 96 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık leti lafz-ı bî medlul, salt bir lafız olarak var olduğu ve bu doğrultuda kullanıldığı zaman, bu durum kaçınılmaz olarak bir daralmaya, darlaşmaya, donmaya ve donuklaşmaya yol açacaktır. Dindarın, din-i dâr olması böyle bir durumda ortaya çıkmaktadır. Ancak içerik olarak delaleti belirginleştirip kavramsallaştırılan ve bu belirginleştirmenin açılımına paralel olarak gerçekleştirilen eylemler, sürekliliğin sağlanmasıyla doğal bir dinamizme ve canlılığa sebebiyet verecektir. Bu yüzden Din’in ne olup ne olmadığına, delaletine dair önce onun sözlük anlamını ve bu anlamın Kur’an’ın nüzul sürecinde nasıl kullanıldığını tespit etmenin doğru bir açılım sağlayacağını söyleyebiliriz. İfade edildiği gibi, Allah’ın tarihe bir tür müdahalesi olarak görülebilecek olan vahiy yoluyla yapılan sözlü bildirimin son halkasını teşkil eden Kur’an, özü itibariyle semantik bir müdahaledir. Allah dile dayalı olarak, dil vasıtasıyla hem değiştirmek, hem de dönüştürmek suretiyle toplumsal bir değişim/dönüşüm meydana getirmiştir. Bu noktada akılda tutulması gereken bir hususta, bu değişim ve dönüşümün motor gücü bizzat insanın kendisidir. Dolayısıyla din, hayat, tarih her neden söz edilecekse, mutlaka insanın algı, duygu ve duyarlılıklarının dikkate alınması gerekir. Genel bir tanımla din; insanın anlam arayışına; onun bütün bir varlıkla ilgili soruları ve yaşadığı hayata ilişkin sorunlarına verilmiş ilahi bir cevaptır. Bu cevap, sorusu olanlar içindir. Mesajı, kulak veren ve söyleneni akleden herkes içindir. Cevabın kendisi bir araç, bu araçla hedeflenen “hak ile rehberlik yapıp, adaleti ayağa kaldıran” insan tipi, bu işin amacıdır. Bundan dolayı klasik İslam düşüncesindeki tasnifi esas alarak, “dinamik din” kavramı- Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız nı vesâil ve makâsıd, yani araç ve amaç çerçevesinde tahlil edebiliriz. 2. Din 2.1. Araç Olarak Din Bilindiği gibi Kur’an, miladi 610 – 632 yılları arasında Hicaz bölgesinin Mekke-Medine zemininde Hz. Peygamberin kalbine (2/97;26/194), O’nun dili üzerinden de kavminin lisanı ile sözün ulaştığı herkese (6/19) iletilmiş bir mesajdır. Bu mesajın iletilme sürecinde Mekke ve Medine seyri ve buna bağlı ayrım ayrı bir önem taşır. Mekkî süreç, bir dünya görüşü olan Kur’ân’ın, temel kurucu ilkelerinin ortaya konulduğu dönem olarak tanımlanabilir. Bu, inşa edilen Müslüman zihnin değer yargılarının ortaya çıkarılması sürecidir. Bu bir bakıma “araçlar” diyebileceğimiz unsurların belirgin hale getirilmesidir. Medeni dönem ise, Mekki dönemde beyâni/semantik bir müdahale ile inşa edilen zihnin, yaşanan hayatın içinde fiilen ortaya çıkması; dinin, dindarını görünür hale getirme, amacını gerçekleştirme, dünyaya ait meyvesini verme dönemi olmuştur. “Din” kelime olarak Arapça’da “d”, “y”, “n” harflerinden teşekkül etmiş bir mastardır. “Deyn”, borç demektir. Nitekim “borç ayeti” olarak bilinen 2/Bakara Suresi’nin 282. âyeti, içinde geçen “deyn” kelimesinden dolayı bu ismi almıştır. Birinci dönem olan Mekki süreçte bu kelime, “belirli bir zamanda ödenmesi gereken borç, ödeme, sorumluluk ve hesap” meselesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Burada şöyle mantıksal bir durum söz konusudur. İnsana zımnen şöyle bir soru soruluyor: Bizzat kendi bedeni dâhil olmak üzere kullanımına sunulan ve yararlandığı her şeyin asıl sahibi kim? İnsan bütün bunların sahibi mi, 97 98 Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık yoksa emaneten kullanıcısı mıdır? Bu soruya verilecek cevap, din ve dindarlıkla kurulacak ilişki açısından son derece önemlidir. Eğer sahibi benim derse kazanacağı nitelik; canlı ve dinamik olan mutlak hakikat karşısında kör ve sağır kesilmiş olmasından dolayı, hakikati örten anlamında kâfir olacaktır. Bu nitelik, ilgili kişinin din açısından hem dünyevi hem de uhrevi pencereden değer ve konumuna dair belirleyici bir hüküm ifade etmektedir. Ancak hayat okuması böyle olmayıp, yaşadığı yalın gerçeklerden hareketle, yararlandığı her şeyin geçici kullanım hakkına sahip bir emanetçi olarak kendini gören insan, herhangi bir bedel ödemeden sahip olduğu maddi ve manevi bunca imkânlar karşılığında, sorumluğunun bilincini kuşanıp, bunun gereği olarak kendi özgür iradesiyle bir teşekkür borcu olduğunun farkına varır. Son tahlilde din, bu teşekkürün ve nasıl yapılmasının muharrik gücünü ve yolunu gösterirken, dindarlık, hayat boyu teşekkür etmeyi başarmış, sınırlılığını ve her şeyin sınırlarının farkındalığını yaşayan bir insanın fikir ve eylem dünyası olarak ortaya çıkar. Araç mesabesinde olan din’in, bu yaşanan hayatı her zaman ve her yerde kesintisizleştirmek için uyarılarını farklı kavramlar etrafında sürdürdüğünü görürüz. Bunlar arasında, din teriminin kavramsallaşmasına katkıları olan iki önemli kavram bir hadiste şöyle ifade edilmiştir: Ey insanlar gerçek şu ki, emaneti olmayanın imanı, ahdi/sözleşmesi olmayanın dini yoktur.2 Bu hadiste, “emanet” ve “ahit” kavramlarının din/iman olgusuyla var olan derin anlamlarına yapılan vurgu dikkat çekicidir. Burada sözkonusu olan emanet, insanın eşyayla olan ilişkisinde- ki emanet bilincini ifade ettiği gibi, bu eşyayı yerli yerinde kullanma sorumluluğunu, bu doğrultuda etkin bir irade kullanımını da ifade ettiği söylenebilir. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı ancak insanın yüklendiği o ağır yük/emanet (33/72) bu olmalıdır.3 Ahid, bilinçli ve coşkun özgür bir irade ile verilmiş kararı ve kararlılığı ifade etmektedir ki, bu; dindarın, Allah’la yaptığı karşılıklı sözleşmeyi tanımlamaktadır. Allah’ın vahiy yoluyla yaptığı teklifine, dindarın yürekten verdiği ve ömür boyu sadakat gösterdiği, Kur’an diliyle söylemek gerekirse, bey’ati, alışverişi anlatmaktadır. (9/111; 33/23) Böyle bir iradi sözleşmesi olmayanın iman açısından arızalı olduğu vurgusu yapılmış olmaktadır. Kur’ân’da toplam 103 yerde kullanılan din kelimesi, temel anlamı olan “borç” vurgusunun yanında, bu borcun, yatay ve dikey istikametlerine dönük yeni anlamlar kazandırılmış, böylece borçluluk duygusunun getirdiği sorumluluğun insanı çepeçevre kuşatan ve böylece onu din-i dâr olmaktan kurtaran geniş bir anlam dünyasına taşıdığı görülmektedir. Buna göre, kavramsallaşma sürecinde kelimenin yatay çerçevede insanın dününe dair bir anlam ifade ettiğini görürüz: Dün hafızamız, bu günümüzü şekillendiren aklımız, âdetimiz, geleneğimizdir. Bu bağlamda din, huy, adet, gelenek anlamlarında kullanılmaktadır. Bu gelenekte, tevhid inancının sembol ismi İbrahim, İsmail, Musa, İsa gibi aydınlık muştucuları bulunmaktadır. Din köksüzlüğü durduran, nevzuhur bir duruş ve bunun sonucu olabilecek savrulmayı önleyen sabite, tarihsel bir hafızadır. 3 2 Ahmed b. Hanbel, III, 135,154,210,251. Et- Tantâvî, Muhammed es-Seyyid, et-Tefsîru’l-Vasîtli’l-Kur’âni’l-Kerîm, 1987, XI, 125 99 100 Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık İnsan dünün hatıralarıyla bugünü yaşarken yarınları için yol alır. Yarınların rengini, dünden alıp bugün yoğurduğu algı ve anlayışla belirler. Vahyin bir isminin de zikir olduğunu hatırlayacak olursak, dinin düne dair ne tür dinamik etki alanı oluşturduğunu daha iyi tespit edebiliriz. Zira zikir, dünün hatıralarını geleceğin hakikatine dönüştürme faaliyeti olarak tanımlanır. İşte bu doğrultuda dinin ufuk açıcı anlamlarından birisi de, yol, istikamet, takip edilen yöntem olarak kendini ele vermektedir. Bu algıyla insan yarınlarını aydınlatmış, ondan korkulan ve ürkülen bir meçhul olmaktan çıkarmış, yapması gereken eylemlerin sorumluluk ve heyecanıyla yarınlarını aydınlatmıştır. Böylece yatay olarak zaman açısından dün, bugün ve yarın meçhul/anlamsız olmaktan çıkıp, değerlendirilmesi gereken bir fırsatlar yumağına dönüşmüş olmaktadır. İnsanın içinde yaşadığı reel dünyanın doğal yönlendirmesiyle yatay ilişkiler açısından belirli bir anlam ve düzeni inşa eden din, onun fıtrat açısından kendi doğal refleksleriyle ihtiyaç duyduğu dikey ilişkiler bağlamında da rehberlik yapar. Bu açıdan din, yaratıcı olan yüce varlıktan –ki bu Allah’tır- insana, insandan Allah’a doğru ilişkinin gerçekçi bir anlam ve istikamet kazanmasına imkân oluşturur. Bu bağlamda Allah’tan insana doğru olan ilişki biçiminde dinin ifade ettiği anlam hüküm, kural, ceza, mükâfat anlamına gelmektedir. Elbette Allah, yeryüzünde sadece kendisini dikkate alarak yaşanılan bir hayatın adı olan kulluğu, bir ömür boyu kesintisiz ve katışıksız bir şekilde yaşamanın hem ilkelerini, hem de bunun dünyevi ve uhrevi sonuçlarına dair takdirlerini ilahi teklifler olarak beyan etmiştir. İşte bunun da adı dindir. Genel olarak din denilince evvel emirde akla gelende budur. Ne var ki, bu anlayış bir yönüyle doğru olmakla birlikte, sadece bu açıdan bakılırsa gerçekten din, dindarlık keyfiyetini kaybederek, belirli ritüellerin keyifsiz bir şekilde tekrarlandığı statik bir muhafazakârlığa dönüşür. Bu noktada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir hususta, bu ilahi tekliflerin bütününün, insanın doğası, toplumsal gerçeklikler ve evrensel yasalarla mutabık olması ve sadece insanın dirilişini sağlamaya yönelik olduğu gerçeğidir. Nihayet sınırlı bir imkân ve potansiyele sahip olan, başlangıcı olduğu gibi sonu da olan, bundan dolayı da boyun eğmek, sığınmak, gücünün sınırlılığını fark ettiğinde sınırsız bir alana teslim olmak gibi özellikleriyle temayüz etmiş insanın kendisine yapılan bu teklifleri aklederek, özgür iradesiyle kabul edip başlayan süreçte din, itaat, boyun eğme, teslim olma anlamında kullanılmıştır.4 Bu nokta, istenen irade ile isteyen iradenin buluşması, mutabık kalmasını ifade etmektedir. Bu keyfiyet de din olarak isimlendirilmiştir. Din kavramının farklı boyutlarına dikkat çekilen bol miktarda hadisler içerisinde doğrudan tanım niteliğindeki bir hadiste Hz. Peygamberin dilinden üç kez tekrarlanarak dinin; Allah, peygamberi, kitabı, bütün Müslümanlar ve hatta bütün insanlık hakkında nasihat olduğu belirtilmiştir.5 Nasihat kelimesi sözlük anlamı itibariyle, elbisesinin yırtığını, söküğünü dikmek, böylece ötekinin faydasına bir şeyler yapmak, balı süzmek deyiminden hareketle de, özellikle başta Allah hakkında olmak üzere, her türlü yanlış, bozuk ve karışık düşüncelerden arınması anlamında kullanılmıştır. Bu hadiste din, daha çok verici du4 5 Kelimeninin bu anlamlarının ve kullanımları için bkz. Ahmed, Halil b.;Kitâbu’l-Ayn, VIII,72-73;Fîrûzâbâdî, Mecduddin Muhammed b. Yakub, BasâiruZevi’t-Temyîz, II, 615. Buhari, İman, 42; Müslim, İman,95; Tirmizi, Birr, 17 101 102 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık ruma gelen insanın aktiviteleri açısından tanımlanmıştır. Bunun için insanın önce kendi zihin dünyasındaki bozuk ve yanlış inançlardan, bir bakıma kendi gelişimini olumsuz yönde etkileyen engelleyici etkilerden kurutulması ve böylece üretkenliğini sağlaması, ikinci olarak, ürettiklerini diğer insanlarla paylaşmasıdır. Din özü itibariyle, bir yandan kendi öz kaynaklarından sürekli üreten, diğer yandan da ürettiklerini aynı süratle başkalarıyla paylaşan aktif insan oluşturmak hedefine yönelik ilahi bir rehberliktir. Buraya kadar söylediklerimizden ortaya çıkan sonuca göre; Muhammed İkbal’in de ifade ettiği gibi, zihni tahrik yapmanın aracı durumunda olan din, insanın sorumluluk duygusunu harekete geçirdikten sonra, onu o halde bırakmamıştır. Salt kuru bir sorumluluk duygusu anlamlıdır ancak asla yeterli değildir. Sorumluluğun sağlıklı bir şekilde yönlendirilmesi, sorumluluk vurgusu kadar hatta ondan çok daha önemlidir. İşte bundan dolayı bütünlük oluşturacak şeklide kuşatıcı bir anlam ve eylem önerisi ile din, insan zihnine tevhid fikrini kazandırdığı gibi, onun hayatına da istikamet kazandırmıştır. 2.2. Amaç Olarak Din İnsanın din algı ve anlayışıyla ilgili gelinen bu nokta, onun zihin ve eylem birliğini oluşturan ilahi bir rehberlik olduğu hususunda bize son derece net olarak verdiği bir mesajdır. Bu, bir başka ifadeyle iman ve amel birlikteliğidir. Birliktelik bile bu bağlamda fazladan bir ifade olarak görülmelidir. Çünkü dinin varlığı, yaptığı zihinsel yönlendirmenin eylem halinde ete kemiğe dönüşmesiyle ortaya çıkar. Zihinsel yönlendirmeyi yapan Allah’tır. Zira Allah, akleden kalbin merkezini ihata etmiş ve oradan bireye Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız uyarılarını yapmak suretiyle onu eyleme yönlendirmektedir. O’nu zikreden dil ve gönül, bu tutumuyla hayatın merkezine O’nu aldığını ifade etmektedir. O, bireyin gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, tutan eli olur. (9/14) Bu durum kaçınılmaz olarak insanı eyleme; hak ile rehberlik yapıp, adaleti egemen kılma doğrultusunda büyük bir aşk ve heyecanla gönüllü hale getirir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de çokça ifade edilen fî sebilillah/Allah yolunda olma keyfiyeti de bunu anlatır. Bu çerçevede dindarlık, “Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu beldeden kurtar ve rahmetinle bize sahip çıkacak bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder” diye yalvaran gücünü kaybetmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmanın (4/7) adıdır. Katından koruyucu ve destek olacak birilerini bekleyen mazlumlara Allah, size ne oluyor ki, böylesi bir talepte bulunan mazlumlar uğruna -ki bu Allah yoludur- savaşmıyorsunuz diye gönlünü ve hayatını O’nun niyetine râm etmiş olan müminlere bir çağrı yapmaktadır. Gönlün ve eylemin anlam ve bilinç düzeyi yüksek bir konumda Allah’la buluşması, dinin Allah’a ait kılınması paralelinde yaşanan hayata ibadet niteliği kazandırırken, din vasıtasıyla hedeflenen ve çağrısı yapılan amacında bu olduğu görülmektedir. Dinamik dindarlık diye isimlendirdiğimiz bu keyfiyet Kur’ân’da, muhlisine lehu’d-dîn (39/2, 3,11; 40/14,65; 4/146) şeklinde ifade edilir ve bununla sadece belirli zamanlarda; sıkıntı ve üzüntü halinde değil, bütün zamanlarda insanın Allah’la ilişkisini sürdürmesini istenmektedir. Hayata Allah’tan yana bakmak ve O’nun değerler skalasına göre varlıkla ilişki kurmak olan tevhid düşüncesi bir noktadan sonra, evrende insanın, insanda evrenin pla- 103 104 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık nını görmeyi, yani bütünlüğün farkına varmayı ve büyük bir saygıyla temaşa edilen bu bütünlük ve düzenin ortaya koyduğu anlama teslim olmayı doğurmaktadır. Teslimiyet kelimesiyle de ifade edilen bu durum, dinin en belirgin göstergelerinden birisidir. Aynı zamanda bu teslimiyet, insanın bütün varlık dünyasına karşı bir tutumunu; kılıçların kınına konulmasını, barışının ilan edilmesini ifade etmektedir. Buradaki barış ve teslimiyet dinamik dindarlık açısından son derece önemlidir. Çünkü dinamik dindarlığın en belirgin özelliklerinden birisi, dindarın nesne değil özne, akıl ve gönül birlikteliğini oluşturarak akleden kalbi inşa etmiş birisi olması, üzerindeki yükün farkındalığıyla beraber yöneldiği yolun istikamet ve meşakkatini bilerek yol alma bilincidir. İşte bu noktada teslimiyet, kişinin kendisinden; iradesinden, akıl ve mantığından vazgeçmesi değil, tam tersi, irade, akıl ve mantalitesiyle müşahede ettiği bütünlüğe dair anlam ve ortaya çıkan hakikati benimseyerek onunla barışması ve karşılıklı iradi mutabakatıdır. Bu metinde çokça kullandığımız dindarlık kavramıyla ilgili bir şey söylemek gerekirse, din-dâr, biri Arapça diğeri Farsça iki kelimeden oluşan Türkçe bir sözcüktür. Dine sahip olma, ona gönlünü, hayatını açma, dini benimseme anlamında kullanılan bir terkiptir. Burada sahip olma dediğimiz şey, dini teslim alma anlamında değil, onun ortaya koyduğu anlam dünyasına teslim olma, onun evet dediklerine evet, hayır dediklerine hayır demektir. 2.2.1. Dindarlığın Tezahürlerine Dair Yukarıda kısaca tanımına yer verdiğimiz dindarlığın taşıdığı araç durumunda olan algı ve anlayışın gerçekleş- Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız tirmek istediği amacın en geniş anlamıyla, her şeyde ve her durumda hakkın ikamesi, her hak sahibine hakkın verilmesi olduğunu ifade edebiliriz. “Her hak sahibi” ifadesi, son derece geniş bir alanı kapsamaktadır. Klasik kaynaklarımızın ifadesiyle söylemek gerekirse, insanın; a) Mâ fevkı/ üst varlık b) Mâ dûn/ insanın dışında olan diğer varlıklar c) Hem cinsleriyle olan ilişkisinde her daim hak olanın ikamesine; var olan her bir varlığın varoluşuna imkân veren, o şeyi kendisi yapan plana sahip çıkıp, sadakat göstermesidir. Bu tasnif; Allah-insan, insan-insan, insan evren ve eşya, ilişkisi şeklinde de kategorize edilebilir. İşte bu noktada anahtar terim dinü’l-hakk/ Hakkın Dini ifadesidir. Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberin gönderiliş nedenini açıklarken (9/33;61/9;48/28) kendisine iki vasıta verildiğini ve bunlarla,“din” diye ifade edilen, bu hayatın rengini ve değerini meydana getirecek ilahi müdahalenin bütününün ortaya çıkması, görünür kılınmasının sağlandığını belirtir. Bu iki vasıtanın birisi Hüda, diğeri ise, Dînü’lHakk’tır. Ne var ki, birçok Kur’ân mealinde bu ifade, sıfatmevsuf olarak algılanmış ve “Hak Din” şeklinde meallendirilmiştir. Hâlbuki cümle izafet tamlaması olarak kurulmuş, “hak” kelimesi dinin sıfatı değil, onun kendisine izafe edilen bir öğesidir. Buna göre ayetteki temel vurgu, din üzerine değil, hak üzerinedir. Yani dinin hakkı değil, hakkın dini önemlidir. Hakkın dinine vurgu yapılması, merkeze dinin değil, hakkın alınmasını doğurmuştur ki, zaten din de budur. Yukarıda da ifade edildiği gibi, din, hakkın ikamesinin aracı olmuş olmaktadır. Sözün burasında; dinle ilgili bilinmesi gereken en önemli hususlardan birisinin de, insanın din için değil, dinin ve bu çerçevede her şeyin insan için olduğudur. İnsan dini 105 106 Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık yüceltmek ve yükseltmek için değil, din insanı yükseltmek ve yüceltmek için vardır. Bu bağlamda daha geniş bir ifadeyle, insan Allah için değil, Allah, ilahi kelamıyla tarihe, anlam ve değerini kaybetmiş, dolayısıyla kendi değerinin altına düşmüş insanı yeniden asli değerine kavuşturmak ve kendisine muhatap kılmak için müdahale etmiştir. İlahi kelam elimizdeki mevcut tertibe göre, Fatiha Suresi’nde Allah diye başlar ve Nâs Suresi’nde insan diyerek tamamlanır. İlk nazil olan Alak Suresi’nin ilk beş ayetinde iki kez kendisinen Rab olarak, iki kez de insana vurgu yapmıştır. Kur’ân’da Allah’ın isim ve sıfatlarıyla altı binden fazla söz konusu olmuş olması, ilk bakışta insanı devre dışı bırakan bir dille bütün olup bitenleri üstlenen ve insana hiçbir değer ve fırsat vermeyen bir Allah algısıyla karşı karşıya kalındığı intibaını oluşturabilir. Fakat bir bütün halinde ve derinlikli bir okuma durumunda hiç de öyle olmadığı süreç içerisinde fark edilecektir. Böylesine bir üslupla hedeflenen, düşüşü yaşayan ve anlamını kaybeden insanı, bu duruma düşmesine sebep olan hayali ve kurgusal güçlerden kurtarıp, gücün asıl sahibine muhatap yaparak ayağa kaldırmaktır. Bundan dolayı Allah’ın Kur’ân’da kendisinden bahsettiği her yerde, hedefin insan olduğu, insana dair doğru ve anlamlı bir duruşa işaret edildiği içindir. Bu bağlamda Kur’an, Allah merkezli, insan hedefli bir kitaptır. Bu açıdan bakıldığında dini hayat, hâlıkın iradesiyle mahlûkun iradesinin uyumu, daha önce geçen bir başka ifadeyle, istenen irade ile isteyen iradenin mutabakatıdır. Buraya kadar aktarılanlardan ortaya çıkan sonuca baktığımız da, insanın öncelikle yaptığı her bir davranışından dolayı hesaba çekileceği bilincine sahip olması, buna paralel olarak mutlaka sorumluluklarının farkına varması ve bilhassa emaneti üstlenme duyarlılığını yükseltmesi, hemen harekete geçerek Allah’la gerekli sözleşmeyi yapması dinin ilk basamağını oluşturmaktadır. İkinci aşamada, kendisiyle sözleşme yapılan Allah’la gerçekleştirilen dostluğunun gereği olarak, fikirde ve zikirde tevhidi, hayatta istikamet anlamındaki teslimiyeti sadece belirli zamanlara mahsus olarak değil, bütün bir ömür sürecinde sürdürme çabası vardır. Ve ölüm sana erişinceye kadar Rabbine boyun eğip itaatte devamlı ol. (15/99) Üçüncü aşamada, daha çok eylemin geçerli olduğu, bir bakıma insanın kendisini gerçekleştirdiği nush dönemi devreye girmiştir. Bir taraftan eksiği-gediği giderirken, diğer yandan da her türlü bozulma ve yozlaşmış olmaktan arınma, sâfi hale gelmek gerekmektedir. Bu dönemde en geniş anlamıyla ihsan devrededir. Bunun için, eylem döneminde tanrılaşmamak için, Allah’ı görüyormuşçasına ve tüm varlıklara, Allah’ın insana ihsanda bulunduğu gibi, ihsanda bulunmak esas olacaktır. 3. Kavram Olarak Muhafazakârlığa Dair Daha öncede ifade edildiği gibi, Fransız Devriminden sonra kullanımı yaygılaşmış olan ve daha çok belirli bir algı, anlayış ve davranış biçimini ifade etmek üzere kullanılan Muhafazakârlık kavramı, gündelik dilde çokça kullanılmasına rağmen, içerik itibariyle eskilerin ifadesiyle “efradını cami ağyarını mani” bir tanımı henüz yapılamamıştır. Çünkü kavramın doğduğu yer olarak batı dünyasındaki kullanımında “son iki yüzyılın siyasi düşünce tarihine ve pratiğine damgasını vuran bir siyasal ideoloji”6 olarak karşılık bulmuştur. Hâlbuki bir zihniyet biçimi olarak ba6 Özipek, Bekir, a.g.e, s.15 107 108 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık kıldığında muhafazakârlık kavramına tekabül edebilecek anlayış ve yaklaşımların insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz.7 Muhafazakârlık, Türkçe’de kullanıldığı şekliyle etimolojik olarak “muhafaza etmek, korumak, kollamak, toplumsal bellekte tutmak” anlamlarında Arapça hıfz kökünden türetilmiştir. Muhafazakârlık kavramıyla vurgulanan, toplumsal dokuyu diri tutması açısından kültürel mirasın korunması, toplumsal hafızanın diri tutulması yani sürekliliktir. Süreklilik ise daha çok örf ve adetler, gelenekler, inançlar, anılar ve tarihî miras gibi korunmaya layık görülen değerlerde kendisini gösterir. Dindarlığın karşında bir tutum olarak muhafazakârlığı, kavramın “siyasi bir ideoloji” veçhesini akılda tutmaya çalışmakla beraber, daha çok bir zihniyet hali olarak, “esas eğilimi var olan kurum ve ilişkiler ağını korumak olan bir dünyayı algılama, davranış biçimi ve eğilimi”8 şeklindeki tanımı bizi daha çok ilgilendirmektedir. Her şeyden önce muhafazakârlık zihnin muhtelif hallerinden bir haldir. Elbette zihnin çeşitli halleri, refleksleri vardır. Kişinin dünya görüşü, zihninin varlığı bir tür okumasıyla oluşmuş algıların, anlayışların, sezgilerin, değer yargılarının, ümit ve korkularının toplamından oluşmuş aynı zamanda bir hayat tarzıdır. Bu çerçevede muhafazakârlık, en başta donmuş bir zihne tekabül etmektedir. Bu donukluk, eşyayı sadece dışarıdan, yüzeysel, sathi bir bakışla algılamayı doğuran, statik, anlık, gündelik bir tutuma işaret etmektedir. Zihinsel bir tembelliğin dışa vurumu olarak da görülebile7 8 A.e., s.,16 Safi, İsmail, Türkiye’de Muhafazakarlığın Düşünsel-Siyasal Temelleri ve “Muhafazakar Demokrat” Kimlik Arayışları, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ank. 2005.,s.,11 Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız cek bu tutum, kaçınılmaz olarak kişiyi korkak, ürkek, çekingen, sorumluluk üstlenmekten kaçınan, cevabı olmayan, bundan dolayı güvensiz hale getirecektir. Üzerinde durabileceği ayağı olduğunun farkına varamayan, böylece yürüyecek cesareti olmayanlar başkalarının sırtında yol almayı en emin yol olarak görecektir. Başkasının sırtında yol almak; dini, kültürel, ekonomik, siyasal tüm alanlarda kendisini gösterecektir. Sözgelimi muhafazakâr, çoğunlukla ritüellerinin daha çok kendini ele veren dini hayata dair sağlam duruşuna rağmen, bu dünyadaki tutumunu göz ardı etsek bile, ahiret hayatında iç dünyasını bilemeyeceğine inanmakla birlikte, şekline meftun olduğu bir başkasının referans ve aracılığıyla kurtuluşa ereceğini düşünebilmektedir. Burada; ya gerçekten yapması gerekenleri yapmadığından, tembelliğinin sonuçlarını böyle bir yolla telafi etmek, ya da, kendi gerçekliğinin farkına varıp kişiliğini oluşturamadığından dolayı oluşan güvensizliğinin bir sonucu olarak bir başkasına dayanma ihtiyacı duyabilmektedir. Aydınlanmaya karşı siyasi bir duruş olarak tanımlanan muhafazakârlığı açıklarken, bu yaklaşımın iki konuda sorunlu bir tutum içerisinde olduğunu ifade etmiştik. Bunlardan birisi insan, diğeri akıl. Aydınlanmanın öne çıkardığı bu iki kavrama karşı siyasi muhafazakârlık araya ciddi mesafe koymuştur. Aynı durum, zihniyet çerçevesinde değerlendirdiğimiz daha çok dindarımsı bir görüntü ile kendini ifade eden muhafazakârlığın da aynı konuda mesafeli duruşu son derece belirgindir. İnsan, kendisine çok fazla güvenilemeyen, nefis taşıyan, dolayısıyla her an günah işlemeye hazır, bundan dolayı da keskin kurallarla sınırlandırılması gereken bir varlıktır. Bu pencereden bak- 109 110 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık tığımız da, muhafazakârın dindarlığı daha çok şekil, sert kurallar topluluğu, disiplin, baskın emir ve yasaklar bütünü olarak görürüz. İnsana yönelik bu güvensiz tutum, kaçınılmaz olarak onların içlerinden güvenilmesi gereken bazı seçkinlerin doğmasına, diğer bireylerinde onları tartışmasız taklit etmesi sonucuna götürür. Kanaat önderleri ifadesi muhafazakâr çevreleri tanımlayıcı kavramlardan birisidir. Bunlar muteber insanlardır. Herkesten daha iyi ve doğru düşünürler. Herkes hata yapar ama onlar özel insanlar olduğu için, teorik olarak hata yapabilirler ancak pratikte hata yaptıkları nedense hiç söylenmez. İşte tam bu noktada dinamik din, rengi, sosyal statüsü, cinsiyeti ne olursa olsun insan olarak yaratılan her bireyi bir âlem olarak değerlendirir, içerisinde keşfedilmeyi bekleyen potansiyel hazineler barındıran bir maden olarak görür. Bu noktada en anahtar kavram, fıtrat kavramıdır. Fıtrat, Allah’ın kudret elinin eşsiz bir eseri olarak yarattığı insanın özgün yaratılışıdır ki bu yapıyı Kur’ân, “kıvamında bir din” olarak tanımlamıştır. (30/30) Elbette insan hata yapmaya açık ve bunu da gerçekleştiren bir varlıktır. Nitekim insanın yeryüzüne gelişini temsili bir ifadeyle anlatan Adem kıssasının 2/Bakara 30. Ayetinde anlatılan bölümünde, meleklerin ademoğlunun bozgunculuk yapıp, kan dökeceği endişelerine karşılık Allah, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim” buyurarak, insana olan güvenini ortaya koymuştur. Bundan dolayı da insan hakkında “beraat-i zimmet asıldır”. Suç işleyene kadar insanın suçsuzluğu esastır. Her insan yeryüzü toprağına bırakılmış muhteşem insani potansiyeller taşıyan bir tohumdur. Bu tohumun çürütülmemesi, zayi edilmemesi, tam aksine bağrında taşıdı- Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız ğı gizlenmiş güzelliklerin ortaya çıkarılması, Allah’ın yeryüzüne dair niyetini niyet edinmesi sağlanarak, pratik hayatında bunu gerçekleştirmesine imkan oluşturulması gereken bir değerdir. Tam da bu nokta Peygamberler bunun için gönderilirler. Hem teorik olarak yaptıkları uyarılarla bu gerçekliğin farkındalığını oluşturmak, hem de bizzat kendileri ortaya koydukları pratik hayatlarıyla bu doğrultuda model olmaktadırlar. Böylesine bir nokta da bile muhafazakâr, model olan Peygamberin kimi davranışlarını anlamsızca taklit ederken, dindar, o davranışın ruh ve mantığını anlamaya çalışarak, geliştirdiği tüm eylemlerinin içini o mantıkla doldurmaya gayret eden fikir ve eylem adamıdır. İmam Gazali’nin bu çerçevede söylediği şu söz gerçekten anlamlıdır: “Biz Peygamberi taklit etmekle değil, ona ittiba etmekle emrolunduk”. Muhafazakârlığın her iki türünün de mesafeli duruşunu sürdürdükleri diğer bir kavramın da akıl olduğunu söylemiştik. Dinamik bir dinin statik bir muhafazakârlığa dönüşmesinde denebilir ki en belirleyici unsur aklın işlevsizleştirilmesidir. Çünkü dinin bir bireyde var oluşunun olmazsa olmaz olan şartlarından birisi akıldır. İlkeler ve ilahi uyarılar bütünü doğrultusundaki dinin ruhu durumunda olan iman, akleden insanın eylemi olarak anlamlıdır. Zira akledilmemiş imanın insanı buzağıperest yaptığını yine Kur’ân’dan öğreniyoruz. (2/93) Bundan dolayı ilahi kelamda iman etmekle, akletmek eşdeğer görülmüştür. (810/100) Çıtası gerçekten çok yüksek olan iman eylemini ancak varlık sancısı çeken derin tefekkür sahibi insanlar başarabilirler. Bizzat akletmeyi başlı başına ibadet sayan din, aklın önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmayı temel amaçlarından birisi kılmıştır. 111 112 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Burada bir hususa da işaret etmek gerekiyor. İlahi Elçilerin gönderildikleri dönem ve ortamlara baktığımız da, insanın anlam ve değerinin kaybolduğu, insani değerlerin bütünüyle ortadan kalkmamış olsalar da çok zayıflamış olduğunu görürüz. Ne var ki bu dönemlerde toplumların aynı zamanda tartışmasız toplumsal değerlerinin olduğu, bu değerlerini din olarak adlandırıp, uğruna hayatlarını verdiklerini ilahi kelamdan öğreniyoruz. Ne ilginçtir ki, Elçi halkına din tebliğ ederken, halkı Elçiye karşı dini bir mücadele vermişlerdir. Bu bir bakma dine karşı dinin mücadelesidir. Nitekim Firavun ve çevresi birbirlerini Musa’ya karşı mücadeleye çağırırken, Musa’nın yerleşik dini değiştireceği ve geçerli ilahları terk edeceği endişesini yaymışlardır. (7/127; 40/26) Benzer durum diğer elçiler için de geçerlidir. Çünkü her elçi verili durumu değiştirmek ve dönüştürmek için görev yapmış, zaten köklü muhalefet de bu sebepten meydana gelmiştir. Bu muhalefet, mevcudu korumak, mevcuda dayalı olarak yapılan taksimatların elden gitmemesi, güven ortamının zedelenmemesi kaygısı iledir. Bu kaygı, şüphe, tereddüt yeni gelen mesaja karşı koymanın en belirgin formu olarak görülmektedir: Sözgelimi müşrikler Hz. Salih için şunu söylüyorlar: “Ey Salih! Sen, bundan önce aramızda (fikir bakımından) ümit bağlanan bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden tam bir şüphe içindeyiz.” (11/62) Bu şüpheleri, bir tefekküre dayanan metotlu, bir dereceye kadar haklı bir şüphe değil, bilakis, statükoculuklarından kaynaklanan ve kendi değerlerinin farkına varamamanın getirdiği atalet ve tedirginliğe dayalı bir şüphedir. Bu tavır, hiç tereddüt etmeden eskiye sarılıp, yeniyi derhal reddetme tavrıdır. Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız Bu tavırda muhafazakâr duruşun birçok niteliği görülebilmektedir. Her şeyden önce muhafazakâr, olayların dış yüzünde kaldığı gibi, kelamın; elçilerin ortaya koyduğu kuşatıcı sözün iç dünyasına nüfuz edememenin tedirginliği yaşamaktadır. Nüfuz edememektedir, çünkü muhafazakârın akılla ve akletmekle ilgili kaygıları da bulunmaktadır. Son tahlilde muhafazakâr, kendisine meçhul kalan şeye karşı güvenemeyecek, bunun karşısında öteden beri güvendiği geleneğine, o geleneği temsil eden büyüğüne, kanaat önderine bağlanacaktır. Bu ise, mevcudu korumak adına, mevcudun bozulması ve tükenmesi sonucunu doğuracaktır. İlahi kelamda “atalar dini” diye adlandırılabilecek; “ babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol” (2/170; 5/104; 31/21; 43/22;) diye, inâdî bir tavırla Elçi’nin mesajına karşı muhalefetin imkânı olarak anlatılan tutum, muhafazakârlığın ruh halini yansıtan önemli bir göstergedir. Bu tür muhalefeti ortaya koyan muhafazakârlar, Elçi’nin sözünü akletme yerine, O’nun neden olağanüstü bir kişiliğe sahip olmadığını, kendileri gibi bir beşer olduğu itirazlarını ileri sürmeye başlarlar. Sözün kendisine kulak vermekten sarf-ı nazar ederek; adı, imajı, büyüklüğü, toplumdaki güvenirliliği, hatta adına oluşturulmuş menkıbevi olağanüstülükleri hesaba katarak söyleyen üzerinde yoğunlaşır. Nitekim Son Elçi Muhammed (a.s)’a, kendilerine hatırlattığı etkileyici onca mesajı yok sayarak, “O’nu yemek yiyen, sokaklarda yürüyen” (25/7) biri olarak görüp, küçümsemelerine karşın, ondan olağanüstü taleplerde bulunmuşlardır. (17/90-95). Bu tutum, muhafazakârın ve tabii zihni donukluğun bir ifadesi olarak müşrikin en belirgin vasfıdır. Hatırlanmalı ki, Mekke müşrik toplumunda Allah isim ve bazı yetkileri açısından biliniyordu. 113 114 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Ne var ki, isim olarak bilinen Allah, zor zamanların öfkeli tanrısı, sıkıntılı zamanlarda hatırlanan bir tanrıydı. Özellikle insanlarla konuşma, onlara rehberlik yapma, emir ve yasaklar koyma gibi hayata müdahale anlamına gelecek herhangi bir fiilin içerisinde değildi ve olmamalıydı. Konuşmayan, ihtiyaç anında adına konuşulan bir tanrıydı. İşte böyle bir ortamda Allah kelamıyla devreye girerek, muhatap aldığı insanın aklına, gönlüne hayatın içerisinde hayata dair konuşmuştur. Pek tabii kendi dillerinde yapılmış bu konuşmanın önce kulak verilmek suretiyle dinlenilmesi, sonra da sözün maksat ve muradına yoğunlaşılması istenmektedir. “De ki: Size bir tek öğüdüm var; ister başkalarıyla birlikte iken ister yalnız, Allah’ın huzurunda olun ve sonra kendi kendinize düşünün…” (34/46) İman ya da inkâr ancak bu tefekkürden sonra verilecek özgür ve özgün bir karardır. Daha önceleri söz değil, söyleyen büyükler önemli iken, paradigmal bir değişiklikle bu durum tersine çevrilmiş, söz merkeze alınmıştır. Sadakallahu’lAzîm/ Yüceler yücesi Allah doğru söyledi ifadesi, başlarken değil, okuma bittikten sonra, okunmuş, anlaşılmış ve kabul edilmiş bir sözün arkasından söylenegelmiştir. Dinamik din, kelamın peşindedir. Kelamın yüksek değerinden hareketle, mütekellimine saygı duyar. Muhafazakâr için sözden önce, söyleyen vardır. Önemli olan söyleyendir. Söz, söyleyeninden dolayı değerli ve anlamlıdır. Çünkü söyleyen önemli bir kişi olmasından dolayı, o anlamsız, yanlış söz söylemez. Dinamik dinde söz, anlaşılmak için eleştirilir, tercih yapılır. Muhafazakârlıkta eleştiri söyleyene gideceği için, olduğu gibi kabulü esastır. Muhafazakârı tüketici teslimiyet de, bu doğrultuda devreye girer. Dindar, eleştiri sonrası kabul ettiği sözle, so- Dinamik Dinden Statik Mufazakarlığa ya da Söylenenden Söyleyene Dindarlığımız rumluluk yüklenir. Bu ağır bir yüktür; (73/5) Gökler, yer ve dağların yüklenmekten kaçındığı yük. (33/72) Şahsi sorumluluğu gereği, sözle ünsiyet kurar ve onunla yakınlaşır, onun peşine takılır. Muhafazakâr, tüm yükünü ve sorumluluğunu büyük gördüğü söyleyene yüklediği için, daha çok onunla yakınlık oluşturmak ister. Böylece aşırı bir güven içerisinde olduğu için, sorgulama ihtiyacını hiçbir zaman duymaz. Sonuç olarak dinamik dinle, statik muhafazakârlığın karşılaştırılması yapılırsa şöyle bir resmin ortaya çıktığı söylenebilir: • Muhafazakârlık daima zarfta kalan, görüntüye takılan, şekli bir dindarlığı önceleyen, sayıların, adetlerin önemine vurgu yapan bir algı içerirken, dinamik din algısı, mazrufu, şeklin içindeki ruhu, anlayışı, zihniyeti, ne dendiğinden daha çok ne denmek istendiğinin peşindedir. Böyle olunca muhafazakâr, bir bilincin iradi bir fiili olan imanı, parmakla sayılan kurallara indirgemiş, belirli akşamlarda koro halinde tekrarlanan amentü esaslarına dönüştürmüştür. Sadece tekrarlanılan kalıplar olduğu için, söylenen şeylerin doğruluk ya da yanlışlık gibi bir kaygıya da gerek kalmamıştır. • Dinamik dinin inşa ettiği birey, dinini bizzat kendisi yaşar. Bu bağlamda dindarlık yaşanan bir hayat, Allah’la kurulmuş güven ve dostluk çerçevesinde varoluşsal bir iman, sorumluluk, şükran tecrübesi iken; muhafazakârlık, yaşatılan, korunan, kutsanan, dışarıdan bakılan kaide, kurum ve ezberlerdir. Dinamik dinde de adet ve gelenek olarak din vardır. Ancak bu din, tarihin külüne talip olmayı değil, 115 116 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık • hayranlık duyulan kıvılcımını taşımayı sağlayan bir dinamiktir. Tarihin çöplüğünü taşımak değil, tarihi tarih yapan zihniyetine talip olmaktır. Nihayetinde var olanı, alışılmışı muhafaza etmeye ayarlanmış muhafazakârlık statik, kültürel bir kurallar manzumesiyken, dindarlık; dinamik, her yeni duruma temel felsefi sistemi içerisinden çözüm üretebilen, yaşatılan değil yaşanan bir din, her daim yeni ve diri bir yaşam biçimidir. İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı Doç. Dr. ALEV ERKİLET*1 I. Yirminci yüzyılın sistem sahibi kuramcılarından biri ve dünya-sistemi kuramının da müellifi olan Immanuel Wallerstein, muhafazakârlık, liberalizm ve radikalizm arasında bir ayrım yapar ve bu ideolojileri kapitalist dünyasistemin ayakta kalmasını meşrulaştırmak üzere inşa edilmiş jeo-kültürün parçaları olarak ele almak gerektiğinin altını çizer. Ona göre, Fransız devriminden sonra “eski rejim” (ancien régime) olarak anılmaya başlamış ve ilahi temelde meşrulaştırılagelmiş olan krallıklar yıkılmış, vatandaş nosyonu ortaya çıkmıştır. Vatandaşlık düşüncesi, insanları eşitlik temelinde tanımlamayı gerektiren bir haklar ve sorumluluklar bütününe gönderme yapar. Wallerstein’e göre bir ideoloji olarak muhafazakârlık tam da bu nosyona ve onun beraberinde getirdiği ideallere tepki olarak ortaya çıkmıştır. Zira muhafazakârlar Fransız devriminin büyük bir felaket olduğuna inanıyorlardı. Devrimin Terör Döne* Sakarya Ü. İletişim F. İletişim Tasarımı ve Medya Bölümü Öğr. Üyesi. 118 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık mine girmesi ve devrimcilerin birbirlerini kıymaya başlamasıyla, bu fikirlerine hatırı sayılır bir mazeret de bulmuş oldular. Devrime, devrimcilere ve değişim düşüncesine alternatif olacak bir düşünce sistemi geliştirmeye yöneldiler. Bu düşünce sisteminin temel varsayımları aşağıdaki gibi sıralanabilir (Wallerstein 2011: 111-113): Muhafazakârlara göre değişim normal bir şey değildir. “Onları özellikle rahatsız eden şey, toplumsal düzenin sınırsızca biçimlendirilebilir, sınırsızca geliştirilebilir olduğu ve insani politik müdahalenin değişimleri ivmelendirebileceği ve ivmelendirmesi gerektiği argümanıydı” ; Muhafazakârlar, devrimden önceki dönemler boyunca devam etmiş olan statik bir toplum yapısına inanıyor, devrimin beraberinde getirdiği şiddetli değişimlere tepki gösteriyor ve eski rejimi geri getirmek istiyorlardı. Bu anlamda “karşı devrimci” ve “gericiydiler”; Muhafazakârlar, hiç istenmemekle birlikte eğer gelenekte ve kurallarda bir değişiklik olacaksa, bu değişime karar verenlerin geleneksel toplumsal kurumlardaki sorumlu kişiler olması gerektiğine inanıyorlardı; Muhafazakârların en önemli özelliklerinden biri de hiyerarşiye çok büyük bir önem atfetmeleriydi. Hiyerarşik politik ve dini yapılara bel bağlamış olan muhafazakârlar açışından hiyerarşi, kurulu düzenin (statüko) garantörüydü. Kurulu düzeni korumak için, ilişkileri -mümkünse din tarafından- meşrulaştırılmış olan bir hiyerarşi içinde düzenlemekten yanaydılar. Bu nedenle Wallerstein; “hiyerarşi İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı muhafazakârların alametifarikasıdır” demektedir; Muhafazakârlar, geleneksel kurumları çok önemsiyor ve onların ortaya koyduğu “hikmete” tümüyle tabi olmamız gerektiğini savunuyorlardı. Kilise ve klasik bilginin aktarıldığı eğitim kurumları onlar açısından çok önemliydi. Gerçeklerin ancak bu tür kurumlar tarafından vazedilebileceğini düşünüyorlardı; Muhafazakârlar, alt ve üst sınıflar arasındaki farkın (eşitsizliğin) yaradılışın doğal bir parçası ve temelde tanrısal olduğu fikrini savunuyorlardı. Onlara göre eşitsizlik vardı çünkü Allah insanları öyle yaratmıştı. Bu yaklaşım, yoksulun yoksulluğu hak ettiği düşüncesinden tutun da, kadın ve erkek arasındaki eğitimden yararlanma, siyasete katılma, söylem oluşturma gibi pek çok konudaki eşitsizliklerin Allah farklı yarattığı için var olduğu düşüncesine kadar pek çok alanda kendisini göstermiştir. Daha da önemlisi, muhafazakârların bu eşitsizlikleri toplumsal kurumlarla destekleme eğiliminde oluşlarıdır. Farklılık temeldir ve muhafaza edilmesi gerekir. Dönemin ikinci temel ideolojisi olan liberalizm ise Wallerstein’in çok isabetle vurguladığı gibi, Fransız devrimcilerinin düşünceleriyle muhafazakârlarınki arasında bir yol tutmaya çalışmıştır. Liberaller, Fransa’da devrimin ardından gerici olarak nitelenebilecek olan Napoleon Bonaparte rejiminin yükselişini görmüşler ve buradan hareketle değişimin yalnızca “normal” değil “kaçınılmaz” olduğu hususunda devrimcilerle hemfikir olmuşlardı. Ancak onlara göre, 119 120 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Engel olunamayacak bir gerçek hatta kaçınılmaz bir zorunluluk olan değişim, devrimle değil reformla gerçekleşmeliydi; Eğitime erişim imkânları alt sınıflara tümüyle kapatılmasa bile herkese de açılmamalı; liyakat usulü çerçevesinde çok yetenekli olanlara açık olan bir eğitim sistemi yaratılmalıydı; Uzman görüşleri çok önemli olduğundan modern bir üniversite sistemi kurulmalı ve buradan yetişecek uzmanlar (bilim adamları) siyasetçilere yol göstermeliydi; Refah politikaları izlenmeli ve bunlar için de uzmanlardan destek alınmalıydı (Wallerstein 2011: 113-115). Bu noktada vurgulanması gereken husus, Wallerstein’ın da belirttiği gibi, Avrupa’da liberal programların liberaller tarafından değil daha çok liberal olmayanlar tarafından hayata aktarılmış olduğudur. 1848 devriminden sonra liberaller kendi programlarını uygulama konusunda bir ürkekliğe kapılmış, muhafazakârlar ise liberal programın “ılımlı” ve “akla yakın” olduğuna hükmetmişlerdi. Disraeli’nin oy hakkını genişletmesi, III. Napolyon’un sendikaları yasallaştırması ve Bismarck’ın refah devletini keşfi, bu bağlamda zikredilmesi gereken örnekler arasındadır (Wallerstein 2011: 119). II. Muhafazakârlığın 1789’dan sonra Avrupa’da ortaya çıkmış bir ideoloji olarak ele alınması, kapitalist dünyasistemin jeo-kültürünü kavramak bakımından önemli olmakla birlikte, muhafazakâr adını verebileceğimiz tutum, İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı refleks ya da stratejilerin daha önceki tarihsel dönemlerde de var olduğunu görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında, muhafazakârlığın yukarıda zikredilen özelliklerini soyutlayarak, onları bağlamlarından daha geniş bir olgular kümesine uygulayabileceğimiz ve böylece diğer toplumların düşünce ve davranış pratiklerini anlamlandırmada da onlardan yararlanabileceğimiz söylenebilir. Bu tespitten hareketle, yukarıda maddeler halinde özetlemeye çalıştığımız vasıflara, muhafazakâr düşünceyle irtibatlandırılabilecek bir başka özelliği daha katmak amacıyla Weber’in Protestan Etik ve Kapitalizmin Ruhu adlı metnine göz atabiliriz. Weber bu kitapta kır-kent dinselliği arasında bir ayrım yapmaktadır. Weber’e göre, köylülerin dindarlığı büyüsel bir nitelik taşır ve somut dünyevi ihtiyaçların karşılanması hedefine yöneliktir. Oysa kentte özellikle de esnaf ve zanaatkârlarda görülen dindarlık Allah’ın rızasını kazanmak üzere dünyevi kazançlardan vazgeçme eğilimi üzerine kuruludur. Kentli dindarlar kazandıkları parayı kişisel zevkleri için harcamak yerine yeniden yatırıma yönlendirmiş ve iş alanındaki başarılarını kurtulmuşluklarının bir işareti addetmişlerdir. “İş başarısı” ile “rıza” arasında kurulan bu bağlantı, kent dindarlığını köy dindarlığından radikal bir şekilde ayırmaktadır (Turner 1991: 132). Bu ayrımdan hareketle iki tür dinsellikten bahsedilebilir: Araçsalcı dinsellik ve amaçsalcı dinsellik (Erkilet 2004: 78). Araçsalcı dinsellik nihai amacı dünyevi olan, amaçsalcı dinsellik ise nihai amacı Allah rızasının kazanılması olan dindarlık tipleri şeklinde tanımlanabilir. Bu açıdan bakıldığında, muhafazakârlığın aileyi, kiliseyi ve devleti –kurulu düzenin temsilcisi kurumlar olarak- koruma çabası, araçsalcı dinselliğin bir göstergesi olarak düşünüle- 121 122 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık bilir. Muhafazakâr yaklaşıma göre, kurulu düzen ve hiyerarşi önemlidir ve kadim ve kutsal olanla meşrulaştırılmıştır. Muhafazakârlar dini toplumu bir arada tutan bir çimento ya da zamk olarak düşünmeye eğilimlidirler. Ona, insanları birbirine bağlamanın, toplumsal patlamaları önlemenin araçlarından biri olarak başvururlar. Müslüman dünyada araçsalcı yaklaşımı muhafazakârlıkla, amaçsalcı yaklaşımı ise İslamcılıkla ilişkilendirmek mümkündür. Muhafazakârlık değişimin normal bir şey olmadığını düşünürken, İslamcılık değişimin kaçınılmaz bir gerçek, daima hayatımızda bulunan ve bulunacak bir olgu, sürekli cevaplanması ve aşılması gereken meydan okumalar sunan bir realite olduğunu kabul eder. İçtihat da sürekli olduğu kabul edilen değişimle başa çıkmak üzere geliştirilmiş bir müessesedir. İslamcı tutum, kurulu düzeni muhafaza etmekten ziyade, gerek düzenin gerekse değişimin temel ilkeler çerçevesinde gözden geçirilmesini önceler. İslamcılara göre değişim haktır; Sünnet’in gereğidir. Müslümanlar bununla kendi inançları çerçevesinde başa çıkmak zorundadırlar. Amaçsalcı ve araçsalcı dinsellik arasındaki ya da muhafazakârlıkla İslamcılık arasındaki temel farklardan bir diğeri, geleneğe yaklaşımları konusunda ortaya çıkmaktadır. Gelenek yüzyıllar boyunca atalarımızın yapıp ettikleri şeylerdir ve kuşaklar arasında aktarılmak suretiyle bugüne kadar gelmiştir. Muhafazakâr düşünce bunu olduğu gibi kabul eder, sorgulamaz. İslamcı düşünce ise, tam tersine atalardan gelmiş olan düşünce ve pratiklerle Allah’ın vahyi arasında bir tutarlılık olup olmadığını sorgular. Muhafazakârlar geleneği şeklen korumak ve taklit etmeye devam etmek gerektiğini düşünürlerken, İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı İslamcılar içeriğe bakmak gerektiğini iddia ederler. Örneğin Mehmet Akif Ersoy ve Said Nursi gibi şahsiyetlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmakta olduğu dönemde, İstanbul’daki iktidara karşı Anadolu’daki mücadeleyi desteklemiş olmalarının nedenini anlayabilmek için muhafazakâr tutumla İslamcı tutum arasındaki ilke farklarına değinmek gerekir. Geleneksel yaklaşıma göre, Hilafet kurumu ya da halifenin kendisi kutsal ve önemlidir. İslamcı yaklaşıma göre ise, bunlar ümmeti bir arada tutmak, bir üst çatı oluşturmak, ümmetin siyasi önderliğini sürdürebilmek amacıyla tesis edilmiş müesseselerdir. Bu görüşe göre, bağımsızlığını yitirmiş, bu işlevleri yerine getirebilecek imkânı kalmamış bir halifeye, sadece halife olduğu için bağlanmak söz konusu olamaz. Bunun yerine kurumun fonksiyonlarının yeniden nasıl üretilebileceğine dair fikir üretmek gerekir. Nitekim Said Nursi de 192023 yılları arasında İstanbul işgal altındayken kaleme aldığı Hutuvat-ı Sitte (Şeytanın Altı Aldatması) adlı kitapçıkta, “işgalin önceki kötü yönetimlerin sonucu olduğu”, “hilafet siyasetinin İngilizlerden yana ve direnmenin de beyhude olduğu” yönündeki iddialara “İngilizlerin zulmünün İslam oluşumuzdan kaynaklandığı, düşmanın elini öpmenin kabul edilemeyeceği ve baskı altındaki halifeye itaat edilemeyeceğini yönünde cevaplar vermiştir (akt. Erkilet 2005). Yukarıdaki örnek çerçevesinde düşünecek olursak, Halifenin olduğu günleri özlemli bir şekilde anmak ya da içi boşalmış bir müesseseyi ayakta tutmaya çalışmak, muhafazakâr tutumun örneği olarak kabul edilebilir. Halifenin olmadığı koşullarda İslam dünyasının nasıl ayağa kaldırılabileceği ya da bu kurumun işlevlerini görebilecek 123 124 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık yeni müesseslerin neler olacağı konusuna kafa yoran düşünsel çabalar ise İslamcılık başlığı altında değerlendirilebilir. İkinci örnekte, dinle ilişki amaçsalcı hale gelmektedir. Bir başka deyişle, buradaki hedef toplumun bir arada tutulması, mevcut siyasetin korunması olmayıp, “Allah rızasının” kazanılmasıdır. Aile, devlet ya da toplum kutsiyetlerini, İslami ilkelerin taşıyıcısı olmalarından alırlar. Kendi başlarına değil, bu fonksiyonu gördükleri için önemlidirler. Tam da bu nedenle, İslamcı yaklaşım halifeyi sadece ulu’l-emr çerçevesinde –yani içinizdeki emir sahiplerine uyun- ayeti çerçevesinde değerlendirmez, kayıtsız şartsız itaati savunmaz. Aliya İzzetbegoviç’in de belirttiği gibi, “İslam halifeyi ortaya çıkarmış ve [ama] o krallardan da üstün olan bir krala dönüşmüştür” (2007: 28). Bu açıdan bakıldığında, geleneksel kurumların “ne biçimde” ve “ne pahasına” olursa olsun ayakta tutulması yönündeki bakış açısı muhafazakâr yaklaşıma örnek oluştururken, bu kurumların içeriğini temel ilkelere göre değerlendirme ve gerekiyorsa yeniden ve yeniden değiştirme eğilimi İslamcı yaklaşıma örnek teşkil eder. III. Bu genel değerlendirmelerden hareketle Türkiye örneğine dönecek olursak, özellikle yirminci yüzyılda muhafazakârlık kavramının içinin nasıl doldurulduğuyla ilgili birkaç hususa işaret etmek gerekir. Şerif Mardin’e göre, Türkiye’de modernleşme süreçlerinin de etkisiyle II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar dindarların kamu işlerindeki rolü azalmış ancak dinin etkisini devam ettiren akımlar da varlığını sürdürmüştür. Mardin bu akımları “kültür muhafazakârlığı”, “tarikatlar” ve” entelektüel tasavvufçu- İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı luk/ Nurculuk” olmak üzere üç başlık altında ele almaktadır. Bizi konumuz açısından en fazla ilgilendiren kültür muhafazakârlığı olduğu için, burada sadece bu başlık üzerinde durulacaktır. Mardin’e göre, laiklik ve Batıcılık etrafında toplanan Cumhuriyet ideallerini ya da Cumhuriyet rejimini genel olarak benimseyen ancak bunların aşırıya götürülmesinin yaratabileceği köksüzlükten endişe duyan aydınlar kültür muhafazakârlığı çatısı altında değerlendirilebilirler. Bunlar, “bir ülkenin kültür geçmişinin olduğu gibi ortadan kaldırılamayacağı” tezini savunmuşlardır: “Bu gibi fikirlerin bir örneğini şair ve diplomat Yahya Kemal Beyatlı’da, biraz farklı bir görüşünü tarihçi Fuat Köprülü’de buluruz. Doğrudan doğruya dinci olmayan bu akımın temsilcileri, özellikle dinin toplumu pekiştiren, ona ahlaki bir temel veren bir sosyal araç sayılması gerektiğini savunurlar. Bu açıdan eğilime “Durkheimcı” adını verebiliriz” (Mardin 2011: 28-29). Mardin’e göre, çok partili hayata geçişle birlikte köksüzlüğe karşı koyma iddiasında olan pek çok siyasi parti ortaya çıkmıştır ki, bunlar arasında Milli Kalkınma Partisi (1945), Sosyal Adalet Partisi (1946), Çiftçi ve Köylü Partisi (1946) gibi partiler sayılabilir. Türkiye’de özellikle 1950 sonrasında muhafazakârlar hemen her zaman refah devleti politikası izleyen kalkınmacı iktidarlar içinde [veya onlar tarafından] temsil edilmişlerdir. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi adlı kitabın yazarı tarihçi Erik Jan Zürcher, bu konuda şunları söylemektedir: “Ama Demokratların 1946’dan beri serbest Pazar ekonomisinin sesi en sık duyulan savunucuları oldukları ve göreve gelir gelmez de liberalleşme politikalarını gayretle uyguladıkları bir gerçekti… 1951’de hükümet, güçlü Ame- 125 126 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık rikan etkisi altında Türkiye’de yabancı yatırımı teşvik etmek için bir yasa getirdi… Yabancı kapitalistlerin Türk ekonomisine yatırım yapmak için kuyruğa girecekleri beklentisindeydi… [Ancak] liberalizme ilişkin bütün parlak sözlere rağmen yatırımların % 40-50’sini devlet yapmak zorunda kaldı… Bu yatırımların yoğunlaşmış olduğu en önemli alanlar karayolu ağı, inşaat sanayi ve tarım sanayi idi” (2011: 327-328). Demokrat Parti, bir yandan liberal ekonomi politikalarını uygulamaya koyarken, bir yandan da “toplumu pekiştiren, ona ahlaki temel veren bir sosyal araç” olarak dine yöneldi. Menderes 1958 Parti Kongresi’nde ezanın yeniden Arapça okunmasına, Kur’an’ın radyoya girmesine izin verilmesinden ve müfredata din derslerinin konulmasından bahisle halkın dini duygularına hitap ediyor, lakin “ülkenin yönetiminde ya da yasalarının çıkartılmasında İslam’a daha büyük bir rol vermeye çalışmıyordu… Demokrat liderler İslam’a yönelik tavırlarıyla, dinin kalkınmayla uyuşabileceğini zımnen kabul etmişlerdi” (Zürcher 2011: 338, 340). Aslına bakılırsa, Demokrat Parti yalnızca din dersleri, ezan, dini eğitim veren okulların açılması gibi konularda değil yöneticiye dair olağanüstülüklerin öne çıkarılması anlamında da yoğun bir muhafazakâr siyaset izledi. Buna imkân sağlayan olaylar arasında, 1959’da Menderes’in bir uçak kazasından sağ kurtulması da vardı: “Türk radyosu ve parti tarafından fazlasıyla kullanılan bu mucizevi kurtuluş, birçok dindar Türk’ü Menderes’in Allah tarafından halkı yönetmek için seçilmiş insanüstü bir şahsiyet olduğuna inandırmıştı” (Zürcher 2011: 348-349). Bu kalkınmacı dindarlık vurgusu, liberal politikaların yükselişiyle doğru orantılı olarak toplumun muhafazakâr İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı taleplerinin öne çıkarılması eğilimi, Adalet Partisi (AP), Doğruyol Partisi (DP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarları döneminde de güçlenerek devam etti (bkz. Erkilet 2013: 508-509). Bugün gelinen noktada, muhafazakârlığın artık küreselleşmiş bulunan neo-liberal ekonomi politikalarıyla eklemlenmeyi içeren, dindar halkın kamusal görünürlüğünü önceleyen ve olağanüstü özelliklere sahip olduğu düşünülen liderlere koşulsuz itaati ön gören yeni kalkınmacı siyasetlere evrildiği söylenebilir. 50 sonrası dönemde muhafazakârlar, tam da Wallerstein’ın belirttiği gibi liberal politikaların kararlı taşıyıcıları haline gelmişler, dini ve dindarlığı ‘düzen problemi’nin parçası olarak algılamak yerine araçsalcı bir yaklaşımla ele almışlar ve yaşam tarzlarına odaklanmışlardır. Sosyoloji literatürü bu tür muhafazakârlığın dini güçlendirdiğini iddia eden kuramlarla doludur ancak, tersinden okunduğunda bu sürecin güçlendirdiği şeyin modernizmin ve neo-liberal kapitalizmin kendisi olduğu söylenebilir. Amaçsalcı ve bütünselci bir yaklaşım olarak İslamcılık, bu ekonomik örüntülerle arasına ciddi bir mesafe koyarken, muhafazakâr ideolojiler değerleri şeklen muhafaza ediyor görünseler de, finans merkezli ekonomiye; insan-Tanrı ilişkisini geri plana atan küresel ağlara eklemlenmektedirler. Hızla dönüşmekte olan İstanbul bu eklemlenmenin gayet aydınlatıcı örnekleriyle doludur. Velhasıl, Batı’da Fransız devriminden sonra ortaya çıkmış olan muhafazakârlık-liberalizm ilişkisinin, 21. yüzyıl Türkiye’sinde yeniden üretildiğini söylemek mümkündür. Bu tespit bize, muhafazakârlık ile İslamcılık arasındaki ayrıma tekrar tekrar ve hassasiyetle eğilmenin ne kadar anlamlı ve gerekli olduğunu bir kere daha hatırlatmaktadır. 127 128 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Kaynakça Erkilet, Alev (2004) “Sağ siyasetin payandası: Araçsalcı dinsellik”, Eleştirellikten Uyuma adlı kitabın içinde. Ankara: Hece Yayınları, sf. 73-86. Erkilet, Alev (2005) “Bediüzzaman düşüncesinde medeniyet, bilgi ve siyaset ilişkisi”, Köprü dergisi, Sayı: 89, Kış 2005, internet erişim tarihi 22. 01. 2014 http:// www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayi lar&Goster=Yazi&YaziNo=652. Erkilet, Alev (2010) Ortadoğu’da modernleşme ve İslami hareketler. 5.b.. Ankara: Hece Yayınları. Erkilet, Alev (2013) “II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda ‘arıduru’ bir İslam arayışı: Ercüment Özkan, İktibas ve İslam Partisi deneyimi”. Türkiye’de İslamcılık düşüncesi ve hareketi sempozyumu (17-19 Mayıs 2013) tebliğler kitabı içinde. Der. İsmail Kara & Asım Öz. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, sf. 505-513. İzzetbegoviç, Aliya (2007) İslam deklarasyonu ve İslami yeniden doğuşun sorunları. Çev. Rahman Ademi. 2.b.. İstanbul: Fide Yayıncılık. Mardin, Şerif (2011) “İslamcılık: Cumhuriyet dönemi”. Türkiye’de din ve siyaset makaleler 3 içinde, Derleyenler Mümtaz’er Türköne & Tuncay Önder. 16.b..İstanbul: İletişim Yayınları, sf. 23-33. Nursi, Said (Bediüzzaman) (1996) “Hutuvat-ı sitte” Sünuhat içinde. 3.b.. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, sf. 87-106. Turner, Bryan S. (1991) Max Weber ve İslam: Eleştirel bir yaklaşım. Çev. Yasin Aktay. Ankara: Vadi Yayınları. Wallerstein, Immanuel (2011) Dünya sistemleri analizi: Bir giriş. Çev. Ender Abadoğlu & Nuri Ersoy. 2.b.. İstanbul: bgst Yayınları. İslamcılığın Muhafazakârlıkla İmtihanı Weber, Max (1985) Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu. Çev. Zeynep Aruoba. İstanbul: Hil Yayıncılık. Zürcher, Erik Jan (2011) Modernleşen Türkiye’nin tarihi. Çev. Yasemin Saner. 26. b.. İstanbul: İletişim Yayınları. 129 Muhafazakârlık Üzerine! ALİ BULAÇ*1 Sözlerime başlamadan evvel hepinizi saygıyla selamlıyorum. Size sunacağım tebliğimin başlığı “Muhafazakarlık üzerine” olacaktır. Konuyu “tanım, mazbut hayat ve değişim modelleri” çerçevesinde dört alt başlıkta ele almaya çalışacağım. 1. Muhafazakarlık nedir? “Muhafazakârlık” felsefi ve siyasi arka planı olan bir terimdir. Türkiye’de, AK Parti’nin kendine “muhafazakar demokrasi” kimliği seçmesi ve iktidar olması süresince medya ve belli çevrelerde sorulan “Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” sorusuyla aktüel olarak gündeme geldi. Bu soruyu soranlar muhafazakârlaşmayı belli bir anlam çerçevesi içinde anlamaktan yanadırlar. Belli bir kaygı veya endişeyi ima eden “Türkiye’nin muhafazakarlaşması” söyleminden özellikle 3 Kasım 2002 seçimlerinde AK Parti’nin iktidara gelmesi, hatta daha öncesinde * Sosyolog-Yazar. 132 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde yerel yönetimlerin Refah’lı belediyelerin eline geçmesiyle ortaya çıkan yeni siyasi durum kastedilir. Buna göre başını örten kadınların ve kızların, Cuma namazına giden erkeklerin, namaz kılanların ve oruç tutanların, yerleşim birimlerinde inşa edilen camii veya mescid, imam hatip liselerine veya Kur’an kurslarına olan talep sayısındaki artış “muhafazakârlaşma” eğiliminin artışı göstergeleri arasında yer alır. Zaman zaman da kavram, İslami hayat tarzına uymayıp günah sayılan fiilleri alenen işleyenlere karşı mütedeyyin insanların ve genel olarak “muhafazakar” olduğu kabul edilen toplumun “hoşgörü” kriteri olarak da kullanılmaktadır. Mesela Hürriyet yazarı da bir keresinde Cuma namazına gidenlerin sayısının %65’lere ulaştığını bunun Türkiye için bir tehlike arz ettiğini yazdı. Temelde sol-sosyalist siyasi gelenekten gelenlerle aynı kriterleri paylaşan liberal kesime göre de –İslam’a muğayir yaşama tarzına gösterilen hoşgörü çerçevesindemuhafazakarlaşmanın ölçümünde kullanılabilecek kriterler, somut örnek tutumlar vardır. Liberal ve solcu aydınlar Anadolu’nun herhangi bir şehrine gittiklerinde içki servisi veriliyor mu verilmiyor mu diye lokantalara bakıyorlar; eğer içki servisi yoksa bu durumu “Türkiye’nin muhafazakarlaştığı”nın bir göstergesi kabul ediyorlar, bu salt bir gösterge de değildir, aynı zamanda “yaşama biçimine yönelmiş bir tehdit”tir. Sıkça öne sürülen bir başka gösterge de, “İslami tatil kültürü”nün yaygınlaşmasıdır. Beş yıldızlı otellerin dindar kesime hitap ediyor olması, kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı plajlarda denize veya havuza girmesi muhafazakârlaşmanın göstergesi sayılmaktadır. Sıraladığımız kriterler meselenin aktüel boyutuyla il- Muhafazakârlık Üzerine! gilidir. Aslında “Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” sorusu ile sorulmak istenen “Türkiye dindarlaşıyor mu?”, biraz daha derine inilirse “Türkiye’de irtica artıyor mu?” sorusudur. Dolayısıyla en dip tabakada “irtica”, ikinci tabakada “dindarlaşma/İslamlaşma”, üstte görülen de “muhafazakârlaşma”dır. Yukarıda işaret edildiği üzere söz konusu tartışma Ak Parti kurulurken kendine yeni bir siyasi kimlik olarak “muhafazakâr demokrat” kimliği seçmesiyle başladı. Parti kurucu ve kurmaylarının bu kimliği seçmelerinin sebebi Türkiye’de İslamcılık temelinde ve İslamcı siyaset zemininde parti kurmanın ve siyaset yapmanın mümkün olmaması, aynı zamanda bunun parti kapatma sebebi olmasıdır. İç hukuki zorluklar ve küresel algı ve İslam’ı ötekileştirme politikalarının baskın etkisi baz alındığında bunun anlaşılır bir açıklaması vardır. Bu bir bakıma bir zaruret, mazur bir gerekçe gibi görülse de daha gerisine baktığımız zaman bu, merkeze sorunsuz yürüyüş düzenlemenin kolay ve pragmatik bir yolu olarak görüldüğü de anlaşılmaktadır. Zira muhafazakâr siyasi kimlik demek aynı zamanda merkezdekilere bir güvence telkin etmek demektir. Bununla verilmek istenen mesaj şudur: “Biz radikal, köktendinci veya siyasal İslamcı değiliz, iktidara ortak olmak istiyoruz, ama köklü değişimler yapmayacağız. Dindarız ve dinle barışığız; fakat biz aynı zamanda muhafazakârız. Milli Görüş –aynı zamanda İslamcı- gömleği üstümüzden çıkardığımızı açık bir dille beyan etmiş bulunuyoruz.” Bu stratejinin işe yarar (pragmatik) bir boyutu olduğunda hiç kuşku yok, zira Türkiye’de “bürokratik merkez” ideolojisi ile muhafazakârlık siyaset tarzı arasında sıkı bir ilişki var. Pekiyi, İslamcı gelenekten gelen bir siyasi kadronun ken- 133 134 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık dine muhafazakarlığı uygun bulması doğru veya isabetli bir kimlik tanımlaması mıydı? Siyaset biliminin altını çizdiği tanımlamalar ve Türkiye toplumunun beşeri-sosyolojik yapısı esas alındığında doğru ve isabetli değildi, çünkü siyasi desteğini almak istediği seçmen kitlesinin bizatihi kendisi muhafazakâr değildir. Milli Görüş Partilerine oy veren, merkez sağa ve merkez sola gitmeyen, kuruluşundan sonra Ak Parti’nin arkasında toplanmış olan seçmen kitlesinin ana gövdesi muhafazakâr değil, reformcu, değişimci ve hatta genişletilebilecek tanıma göre “devrimci” bile sayılır. Adına “toplumsal merkez”, denen ana gövde hiç kuşkusuz askeri-sivil bürokrasi, yüksek yargı, büyük sermaye ve üniversitelerden oluşan “bürokratik merkez”in dışındadır; siyasi yönelimi ve süren çabaları itibariyle merkeze akmak; iktisadi, idari, siyasi mekanizmaları denetlemek istemektedir. Bu doğrudur, ama bürokratik merkezin ideolojisi olan muhafazakârlığı benimsemesi için makul bir sebep yoktur; tam aksine reform talep etmektedir. 2. Dinden ve mazbut hayattan muhafazakarlığa geçiş “Muhafazakârlık”tan içki içmemeyi ve aileye bağlılığı anlamak icap ederse, mesela Anadolu’da, Kayseri veya Sivas’ta, namazını kılan, her hangi kötü bir alışkanlığı olmayan, aile hayatına önem veren bir tüccara muhafazakar demek doğru olmaz. Bu “mazbut” bir hayat yaşamakta olan Müslüman bir Anadolu tüccarı profilidir. Ahlaki ve sosyal olarak “mazbut” hayat yaşayan bir insanı siyasi anlamda “muhafazakâr” tanımlamak, kavramı bağlamından koparmak olur. Nitekim AK Parti’nin seçmenine bakıldığında, Anadolulu küçük ölçekli sanayici ve tüccar, muhafazakâr politikalardan ziyade “liberal politika- Muhafazakârlık Üzerine! lar” istemektedir. Çünkü TÜSİAD’la rekabet edebilmesi ve devletin önüne koyduğu sun’i bürokratik engellerin ortadan kaldırılması için liberal politikalar gereklidir ki, bu da muhafazakârlık değildir. Yine büyük kentlerde, varoşlarda yaşayan yoksullar sosyal devlet istemektedirler; bunlar da muhafazakâr değil, liberal ise hiç değildirler. Bir başka noktadan da söz konusu kimlik tanımlaması yanlıştır. Telaffuz edilmese ve yeterince akademik dünya üzerinde durmasa da, Türkiye’de siyasetin asıl belirleyici faktörü “din”dir. Dinle ilgili tutumlar ve algılar, dinin siyaset içerisinde örtük veya açık aldığı konum, siyasi hayatı bir şekilde belirlemektedir. Bununda çok derin tarihsel ve toplumsal sebepleri vardır. Bu sebepler, bizim İslam ve Osmanlı toplum geleneğinden gelişimiz ve bu toplumsal geleneğin sınıf temeline dayalı olmayıp değer ve kimlik temeline dayalı olmasından kaynaklanmaktadır. Mesela Osmanlı’da “İslam milleti”, “Protestan milleti”, “Yahudi milleti”, “Rum Ortodoks milleti”, “Ermeni Ortodoks milleti” gibi biren fazla millet vardır. Milletler, etnik veya ırk temelinde şekillenen sayısal insan gruplarını ifade etmezler, doğrudan insanların mensup oldukları dini kimliği ve aidiyeti ifade ederler. Mesela “İslam Milleti” şemsiyesi altında Türkler, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Gürcüler, Çerkezler, Arnavuklar ve başka Müslüman kavim ve gruplar toplanmaktadır, onları bir araya getiren İslami hayat razı olan millet ve evrensel İslam kardeşliğinin tezahürü olan ümmet bilincidir. Hıristiyanları da bir arada tutan din veya neredeyse farklı dinlere birer atıf olan mezhepleridir. Doğal olarak Osmanlı’da toplum “din temeli”nde örgütlenmiştir. Avrupa’da toplumsal örgütlenme “sınıf” esasına göredir. Burjuvazi, proleterya, serf, senyör, köle, efen- 135 136 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık di şeklindeki gruplaşmalar sosyo-ekonomiktir; İslam dünyasında ise bunların karşılığı yoktur. Çünkü bizde sosyal gruplaşma sosyo-kültüreldir. Türkiye’de toplumsal kesimleri kendi etrafında veya şemsiyesi altında toplayabilecek unsur, değere dayalı siyaset yapmanın tek imkânı Müslümanlıktır. Merkez sağ ve merkez sol partiler, maddi ve toplumsal karşılığı olmayan sınıfların nominal ideolojilerinden başka bir şey değildir. Bu çerçevede AK Parti’nin kendine muhafazakâr siyasi kimliği seçmesinin önemli iki sonucu olduğunu söylemek mümkün görünmektedir: 1) Bugüne kadar hiç olmayan bir şey olmuş, İslamcıların referans çerçevesi değişmiştir. Bizim referans çerçevemiz, 20. yüzyılda İslam dünyasının geçirdiği derin krizde, bu krizin içinden çıkmak için entelektüel bir gayret, ceht ve mücahade sarf eden Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Seyyid Kutup, Ebu’l A’la Mevdudi, Ali Şeraiti gibi entelektüeller, yazarlar ve âlimlerdi. AK Parti siyasal kimliğini muhafazakârlık olarak seçtiği andan itibaren referans çerçevemiz, Yahya Kemal Bayatlı, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu, Ziyaeddin Fındıkoğlu, Ali Fuad Başgil’in fikri dünyalarına yönelmiş oldu. Adı anılan bu zatlar, kuşkusuz dinden uzak, dinden kopuk kimseler değildir, ancak gerek dünya görüşleri gerekse din algıları dolayısıyla dinden anladıkları, toplumsal ve kamusal hayatı düzenleyen politikaların seçiminde referans alınan din değil, “milli-manevi bünye”yi takviye edici diyanettir. Diyanet tarihten gelen bir miras, coğrafyayı vatan yapan etkileyici amil ve milli/ulusal kimliği pekiştiren kültürel-manevi bir kaynak olarak onların zihinlerinde yer bulabilmekte- Muhafazakârlık Üzerine! dir. Bu, hayatın kendisini değiştirmeyi hedefleyen sahih din telakkisinden hayli uzakta bir anlayıştır. 2) Söz konusu referans çerçevesinin değiştirilmesinden sonra tedrici olarak dün dini referans alan Müslüman okuryazar zümre, dünyaya, toplumsal olaylara ve siyasete Müslüman âlimlerin ve entelektüellerin gözüyle değil, milliyetçimuhafazakâr perspektiften bakmaya başladılar. Nasıl ki, muhafazakâr kimliği seçmek aynı zamanda merkeze bir teminat vermek ve merkeze akmanın bir yolu ise, işte bundan dolayı gördük ki, 2007 seçimlerinden itibaren AK Parti muhafazakâr siyasal kimliğiyle -kolayca- merkez parti olmak için çaba sarf etmeye başladı. Artık onun temel refleksi ve endişesi, merkeze gitmek ve merkezle bütünleşmek olarak belirlendi, günün politikaları bu çerçevede şekillendi. 3. Değişim modelleri Belli ki muhafazakarlık konusunda siyasi ve fikir hayatımızda berrak tanımlar yok, kimisi “ılımlı İslam”, kimisi “üstü örtük İslamcılık”, kimisi ise sağ-milliyetçi politik bir kimlik olarak algılamaktadır. Muhafazakârlığı birkaç seviyede ele almak mümkündür: a) Bir siyasi ideoloji veya bir kimlik beyanı olarak muhafazakârlık. Muhafazakarlığı bir siyasi ideoloji, bir siyaset felsefesi ve bir kimlik olarak ele aldığımız zaman sınıfsal bir temele dayanır. b) Zihni bir tutum olarak muhafazakârlık. c) Daha çok Türkiye’de kullanıldığı şekliyle, sosyokültürel ve davranışsal olan, örflere, adetlere, geleneklere bağlılık ve bunların korunması manasındaki muhafazakârlık. 137 138 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Bu kavramsal çerçevede anahtar terim “değişim”dir. Gerçek şu ki, bu sorun modernleşmeyle beraber ortaya çıkmış bulunmaktadır. Modernlik veya modernleşme, kendini bir değişim projesi olarak ortaya koyduğu için “değişim”i temel alır. Elbette değişim modernleşmeyle ilintili değildir; söz konusu olan modernleşmenin veya modernliğin değişimi kendi inhisarına almış olmasıdır. Modern zamanlardan önce hiçbir şeyin değişmediğini, her şey dondurulmuş olduğunu düşünecek kadar naif bir zihne sahip olamayız. Bu yüzden, daha genel perspektiften bakıp değişmenin kendisine karşı tutum alışları göz önünde bulundurmamız gerekiyor. “Değişim” karşısında dört ayrı tutum alıştan bahsetmek mümkündür. 1) Devrimci tutum: En sert olanı, devrimci tutumdur. Devrimci tutum, ani, hızlı ve sürekli değişimi öngörür. Meşhur sloganı “sürekli devrim”dir. Devrimciliği benimseyen Müslümanlar, “cihat” kavramını buna uyarlamaya çalışmışlar, bu çerçevede “sürekli cihat” demişlerdir. Sürekli cihat, sürekli devrimin İslamlaştırılmış halidir. Devrimci tutum mekanik ve radikal değişim modellerini öngörür. Modeller doğaları gereği zorlayıcı ve parçalayıcıdır. Mesela Kemalist inkılaplar böyledir; yukarıdan gelir ve devletin emredici araç ve aygıtını kullanarak toplumu değiştirir. Dolayısıyla devrimci değişim teorisinde, ne demokrasi ne müzakere ne de sivil irade ve rıza vardır; zorunlu olarak jakobendir. 2) Tutucu tutum: Tutucular “ideal olan verili olandır, şuanda mükemmellik yakalanmıştır, içinde bulunduğumuz mevcut durum ideal ve mükemmeldir” şeklinde zihni bir tutuma sahiplerdir. Tutucu, değişim iki taraftan da Muhafazakârlık Üzerine! gelse ona karşı çıkar. Geleceğe ilişkin bir yenileşme teklifi gelecek olsa buna karşı çıkar; çünkü değişim verili olanı, yani mevcut durumu değiştirecek, bu sayede ideal olan elden gidecek ve mükemmellik bozulacaktır. Geriye dönüşe de karşıdır; çünkü geriye dönüş de mevcut olanı tekrar değiştirecek, bozacaktır. Bu açıdan bakıldığında tutucu gerici değildir; statükocudur. 3. Muhafazakâr tutum: Muhafazakâr tutum üç parametreye dayanır: a) İlki, tedrice dayalı değişimi öngörür. Söz konusu tutuma sahip olanlara göre radikal değişim tehlikelidir. Buna mukabil değişimin mutlaka olacağını da teslim eder. Muhafazakârların öncülü, sabitenin olmayışı ve her şeyin değişiyor olduğu fikrinden beslenir. b) Değişim şeylerin ve yapıların formları korunarak yapılmalıdır. Başka bir deyişle şekil korunmalı fakat içerik değiştirilmelidir. Mesela II. Mahmut’un ve Mustafa Kemal’in değişim projesi devrimci (inkılâpçı) ve reformcudur; fakat II. Abdülhamit’in değişim projesi muhafazakârdır; şekli koruyor fakat içeriğini tamamen değiştiriyor. Keza Turgut Özal’ın ve AK Parti’ninki de öyledir. c) Değişim kontrol edilmelidir. Süreçler denetim altına alınarak sağlanmalıdır; çünkü ani değişim iktidarı sarsıntıya uğratır, kontrollü değişim ise korur. Bu modelde temel kaygı iktidardır. Hızlı ve ani değişime karşı çıkma sebebi, hakim sınıfın, zihniyet veya zümrelerin iktidarı ellerinde tutma kaygısıdır. Mesela Mustafa Kemal’in, kadrosuyla gelip Osmanlıdan kalma bütün bürokratik yapıları değiştirerek yeni bir zümreyi iktidara getirmesi ani bir değişimdir. Kontrollü değişim ise, daha sofistikedir; iktidarı elinde tutar ve fakat her şeyi değiştirir. 139 140 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık 4) İslam’a özgü tutum: Bu model ne radikal ve devrimci, ne tutucu ve muhafazakâr çerçeveye girer, kimi zaman zaman zorunlu, kimi zaman harici mekanik ve kimi zaman dahili dinamik değişim karşısında “ed-Din’e/İslamiyet”e ait olan tutumdur. 4. İslami değişim modeli Değişim karşısında Din’e/İslamiyet’e ait olan tutum sabiteler düzeyinde ele alınabilir. İslam bakış açısından “değişim” bir gerçek ve hakikattir. Gerçek olan bir olayın kabule şayan olup olmaması onun mahiyetine ve yönelimine bağlıdır. Eğer dinin emrettiği sabiteler korunuyorsa değişim hem teşvik edilmelidir hem zaten kaçınılmazdır. Sabiteler üç alanda korunur: a) Akidede, yani imanın esasları korunur; tevhit inancı, ahiret ve risalet gibi. Bunlar muhafazakârların düşündüğü ve iddia ettiği gibi değişmez. b) Zarurat-ı diniye, yani İslam’ın beş şartı ve diğer açık hükümlerdir. Hermenötikçiler hükümlerin zamana, toplumsal ve tarihsel durumlara göre değiştiğini varsaydıklarından ve hükümleri tarihsel duruma indirgediklerinden muhafazakâr tutumu benimserler. Hâlbuki zarureti diniye değişmez. c) Şeriatın koruduğu beş emniyet, canın, dinin, malın, aklın ve neslin korunmasıdır. Mesela hiçbir değişim insan kanını helal kılmaz; çünkü dünyada ne değişirse değişsin haksız yere insan öldürmeyi mazur gösteremez. Hiçbir değişim projesi dini önemli olmaktan çıkarmaz, nesil emniyetini tehlikeye düşürmez. Burada önemli olan bir şey var, eğer nesil emniyeti korunması gereken bir sabite, temel bir değer ise, ne zina serbest bırakabilir ne de eşcinseller hu- Muhafazakârlık Üzerine! kuka dâhil edilebilir. Hatta bunlara götüren bütün yollar da ona göre düzenlenmek zorundadır. Bu çerçeveden bakıldığında kendine “muhafazakar demokrat” siyasi kimliği seçmiş bulunan AK Parti’nin AB üyelik süreci yol haritasını takip ederek dinin iki sabitesi olan “ölüm cezası”nı kaldırması ve “zina” fiilini suç olmaktan çıkarması dikkat çekicidir. Bu muhafzakar duruma göre “din-dışı” veya “din-karşıtı politikalar” takip edebileceğini gösterir. Bu demektir ki “muhafazakarlık” demek “dine ait olmaklık” demek değildir. “Dindar muhafazakârlar”ın değişim karşısında bir tutumlarının “ara bir yer” olduğunu söylemek mümkün. Türkiye’de, dindar, muhafazakâr ve mukaddesatçı bir insanı tanımlamak, belli kriterleri kullanarak yargılamak ve isimlendirmek zordur. Din/İslam açısından sorgulamaya kalkıştığınız zaman hemen dine yönelirler ve biz Müslüman’ız derler. Beş vakit namazlarını kılıyorlar, hanımlarının başı örtülü, fakat değişim karşısındaki tutumları sorgulandığında herkesten daha çok değişimci oldukları gözlenir. Değişim projeleri ise ruhunu, meşruiyetini dinden almıyor. Din ile diyanet şeklinde iki evren geliştirmişlerdir. İbadetler ve ritüeller alanı diyanettir; dini referans almadıklarından iktisat, kültür ve sosyal politikaları laiktir, Batı reform programlarından ilham almaktadır. “Dindar muhafazakârlar”ın zihninin gerisinde yatan parametrelerden ilki, verili olanı doğru olarak kabul etmeleridir. Bundan dolayı iktidar yapısını sorgulamazlar; iktidarın kendi ellerinde olmamasından şikâyetçidirler. Ne kültüre semantik müdahalede bulunurlar ne temel politikaları İslamiyet’e göre düzenleyebilirler. Hâlbuki İslami değişim projesinin özünde semantik müdahale vardır. 141 142 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Mesela Kur’an geldiği zaman semantik bir müdahalede bulunur ve bu semantik müdahalenin arkasından toplumsal değişim gelir. Nihayetinde de insanların şahsiyeti, hayatı, her şeyi değişir. Hâlbuki dindar muhafazakâr, verili olanı referans aldığı için değişmeye kapalıdır. İkinci parametre, verili olan görmezlikten gelinemez düşüncesiyle reel politiği ön plana çıkarmalarıdır. Reel politika onları çoğu zaman, oportünizme götürmektedir. Reel politiğin bu kadar ön planda olması, ilkenin ve adaletin güvenliğe, idealin şartlara teslim olmasına yol açar. İslam tarihinde, İslam’ın başına gelen en büyük felaket de budur ve bunda Maverdi’den Gazali’ye, İbn Teymiye’ye kadar cumhur-u ulemanın payı var. Tarihte “ideal imam yok, ideal imam olmayınca, güvenlik elden gitmesin, ümmet dağılmasın” diye zorba (cair) sultana rıza gösterildi. Bu açıdan baktığında müslümanı kolayca muhafazakar siyasetçi yapan zihni tutumun arkasında derin bir tarihsel miras yatmaktadır. “Verili olan, iyi insanların elinde olmadığı için iyi çalışmıyor” düşüncesi zaman içerisinde verili olanı da meşrulaştırır. Böylelikle başlangıçta muhalefet edip itiraz ettiği şeyin, kendi kontrolüne geçtiğinde meşrulaştığını görüyoruz. Basit bir örnek verelim: Türkiye’deki dindar muhafazakârların Coca-Cola’ya karşı rezervleri vardı. Cola-Turka, yani “bize ait olan kola” geldi. Fakat çok geçmeden genel kola tüketiminde % 60 artış oldu. İnsanlar önceleri Cola-Turka içerken sonraları iki sebepten dolayı CocaCola’ya döndüler. Birinci sebep, bize ait olan kolanın diğeri kadar kaliteli olmaması, insanların alıştıktan sonra daha kalitelisini istemeleridir. İkincisi, insanlar markete veya bakkala gittiklerinde Cola-Turka yoksa onun yerine za- Muhafazakârlık Üzerine! ten alışmış oldukları Coca-Cola almalarıdır. Coca-Cola’yı, Cola-Turka’dan başka hiçbir şey meşrulaştıramazdı; nitekim Coca-Cola şirketi, “Cola-Turka’nın piyasaya girmesi bizim için iyi oldu, pazarımızı genişlettik” dedi. Dindar muhafazakâr zihin üretici değil, tüketicidir. Özgün şeyler üretmiyor, her şeyi İslamileştirip yeşile boyuyor, modern ve postmodern dünyaya sahte bir meşruiyet kazandırıyor. Verili dünyanın, Aydınlanma tarafından tanımlanmış iktidarın dindar muhafazakar tarafından sorgulanmadan kabulü, zaman içinde dindar zihnin sekülerleşmesi ve kendine özgü İslami değişim fikrinin kaybolması gibi trajik sonuçlara yol açıyor. 143 Bir Muhafazakarı Nasıl Tanırsınız? Prof. Dr. BERAT ÖZİPEK*1 Muhafazakarlık gerçekten çok geniş kapsamlı ve genellikle çok soyut ele alınan bir kavram. İnsanlar bazen dindar olduklarını söylemek için kendilerini muhafazakar olarak tanımlarlar. Oysa muhafazakarlık ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Evet dindarların çoğu muhafazakar bir siyasi çizgiyi tercih ediyor olabilir -bu da her zaman böyle değil- ama ateist muhafazakarlar da var. Yani dine bir sosyal kurum olarak değer biçip, anlam verip, onun özüne inanmayanlar da var. (Mesela Türkiye’de de Ak Partinin düzenlediği Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi sempozyumuna gelen düşünürlerden birisi, Anthony Sullivan öyleydi.) Bazen de muhafazakarlık olumsuz anlamda tarif edilirken değişim karşıtlığı ile ilişkilendirilir ve mesela, “o çok muhafazakardır, değişimden hoşlanmaz” denilir. Bazen de tutuculuk veya statükoculuk ile muhafazakarlık arasında bir karşıtlık ilişkisi kurulur. Bu da doğru de* İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi. 146 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık ğil; bunlar birbirinden çok farklı. Tutuculuk her kesimde her insanda her ideolojide olabilecek bir durum. Ama muhafazakarlık değişime karşı değil. Peki, nedir muhafazakarlık? Çok somut olarak, ana çizgileriyle muhafazakarlığı ve bir muhafazakarı nasıl tanımlarız? Bir tanım yapmak gerekirse muhafazakarlık, radikal projelere ve projeler çerçevesinde toplumu dönüştürmeye karşı çıkan hatta toplumu bu tür değişim projelerinden ve projecilerinden korumayı amaçlayan; aile, gelenek, din gibi durum ve değerleri önemseyen; ve siyasete sınırlı bir faaliyet alanı olarak bakan, siyasette sağ ya da sol toptancı yaklaşımlardan ürken bir yaklaşımı ve bir ideolojiyi ifade eder. Bu anlamda bir dünya görüşüdür, bir siyasi ideolojidir, bir muhafazakar düşünürün tabiriyle bir mizaçtır muhafazakarlık. Buradan hareketle daha kısa bir tanım yapmak gerekirse: Muhafazakarlık ani ve hızlı değişimlerden hoşlanmayan; toplumu bir organizma gibi gören ve o toplumu oluşturan kurum ve değerleri önemseyen ve siyasete de sınırlı bir etkinlik alanı olarak bakan bir ideolojidir. Muhafazakar da tam da böyle bakan bir insandır. Bir dizi ayırıcı vasfı vardır muhafazakarın; onu tanımamızı mümkün kılan. Şimdi bunlara yakından bakalım. Muhafazakarlığın insana bakışından başlayarak, adım adım onun siyasete bakışına ulaşalım. Atıfta bulunacağım muhafazakar düşünürler ve onlara ait sözler, “Muhafazakarlık: Akıl, Toplum, Siyaset” kitabımdandır. Birincisi muhafazakar insan aklına güvenmez. Bu akıl karşıtlığı değildir. İnsana ve onun aklına temkinli yaklaşmaktır. Yani insan aklına dayanarak bütün bir dünyayı algılayabileceğimizi, bu hayatın sırrını çözebileceğimizi ve Bir Muhafazakarı Nasıl Tanırsınız? dolayısıyla da hayatın, sosyolojinin, siyasetin tabi olması gereken kuralları bilebileceğimizi söylemez muhafazakar. Tam tersini söyler. “Sen zayıf bir varlıksın,” der insana. Bir muhafazakar düşünür şöyle söyler: “ İnsan zayıftır ama tür bilgedir.” Yani insan türünde bir bilgelik vardır; onda tecessüm etmiş bir bilgelik vardır ama bireysel olarak insan zayıftır. Dolayısıyla hani bazen vardır ya “bu memleketi bana verecekler üç ay içinde adam ederim, ekonomi sorununu çözerim, Kürt meselesini çözerim, her şeyi çözerim” falan diye yaklaşanlar. Mesela muhafazakar bundan ürker. Çünkü tarihe ve siyasete ilişkin gözlemleri, ona insan aklına fazla güvenmemesini söyler. İkincisi aile, gelenek, din onun için önemlidir. Aile bunların başında gelir. Bir genelleme yapmak gerekirse mesela liberalizm bireyi temel değer olarak alır ve bireyden hareketle bir siyasi ideoloji inşa etmeye çalışır. Sosyalistler toplumu, topluluğu, kolektiviteyi daha özel olarak sınıfı esas alır ve sınıftan hareketle bir siyasi ideoloji inşa etmeye çalışır. Muhafazakarlık neyi temel alır derseniz, mutlaka bir temelden hareket etmesi gerekirse, mesela aileyi temel alabilir muhafazakar. Çünkü aile bireyi de aşan onun üstünde bir varlıktır. İnsan unutkandır ama ailenin hafızası vardır. Ailenin albümü vardır. İnsan aile içinde kendini sıcak bir ortamda hisseder ve aile bu bakımdan en sahici yapı taşıdır. O yüzden muhafazakarlar devlet otoritesini ya da genel olarak otoriteyi sevmelerine, ona karşı hürmetkar olmalarına rağmen eğer devlet otoritesi ailenin sınırlarını aşmaya kalkışırsa, orada aileden yana durup, devlete karşı çıkarlar. Çünkü aile onlar için çok özel bir alandır. O yüzden de mesela kadın-erkek ilişkileri ya da aile içi şiddet gibi konularda onlardan yola çıkarak aileyi devletin daha 147 148 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık fazla denetimine açmaya ilişkin yasal düzenlemelere karşı da temkinlidir muhafazakarlar. Gelenekte uzun bir zamanın birikimini görürler. O yüzden de geleneği severler. Her gelenek değil tabi bazı şartları vardır. Mesela kan davası da bir gelenektir, doğru. Ama bütün gelenekler için geçerli değildir muhafazakarların onayı. Mesela bazı kriterleri vardır: Zamanın testinden geçmiş olmak gibi kriterlere bakar. Uzunca bir süre kalımlılığını ispatlamış olmak, belli bazı üstün değerlerle çelişmemek gibi. Dolayısıyla eğer böyleyse o gelenekleri sahiplenirler. Mesela bir muhafazakar şöyle söyler: “Ne zaman atalarımızın bir konuda tutum aldığını duysam bunu peşinen reddetmek yerine bunun sebebini araştırırım ve daha sonra genellikle oradaki örtülü olan hikmeti bulurum .” Söylemek istedikleri şudur: Gelenekte uzunca bir zamanın bir birikimi vardır, orada da somutlaşan bir bilgelik vardır, onu ihmal etmemek gerekir. Din için de geçerlidir bu yaklaşım. Mesela bir muhafazakar düşünür şunu söyler: “Toplumu bir arada tutan dogmalardır.” Yani hakikatle ilişkisinden, dinin doğru olmasından, yanlış olmasından bağımsız olarak önemli olduğuna inanırlar. Muhafazakârlar, dinin bir toplumu bir arada tutan yapıtaşı ve ortalama insana da iyi davranış kurallarını uygulamasını sağlayan bir inançlar bütünü olarak dini değerli görürler. Ama bu, dine bütün muhafazakarların araçsal baktığını göstermiyor. Yani dini din olduğu için savunanların dışında böyleleri de vardır diyorum. Muhafazakarlar genellikle toplumu yaşayan bir organizma ve bireyi de onun içinde anlam kazanan bir varlık olarak görürler. O bakımdan liberalleri eleştirirler. Bu bakımdan liberallere yönelttikleri eleştirirler sosyalistlerin yönelt- Bir Muhafazakarı Nasıl Tanırsınız? tiği eleştiriye benzer. “Soyut birey” eleştirisi yaparlar. Bireyi toplum içerisinde anlam kazanan bir varlık olarak görürler -ve hepsi için geçerli değil ama- genellikle toplumu da bir beden gibi algılarlar. Genellikle böyledirler. Her muhafazakar toplumu bir organizma olarak algılamaz ama toplumu bir beden gibi organizma gibi algılayanlar, toplumun bir organı iyiyken öbür organın çok kötü olması durumundan hoşlanmazlar. O yüzden nasıl ki ailenin bir tarafı çok varlıklıyken bir tarafı sefalet içinde olamazsa toplumda da böyle bir denge arayışı içindedir muhafazakarlar. Toplumu oluşturan ara kurumlar muhafazakarlar açısından çok önemlidir. Mesela diyelim ki hemşerilik derneği, esnaf teşkilatı, loncalar ya da zaman içinde oluşmuş olan dernekler, vakıflar, sendikalar, dini kurumlar, cemaatler… Bunlar devlet ile birey arasında sağlıklı bir ilişkinin varlığını mümkün kılan ara kurumlardır ve Edmund Burke bunları “devlete karşı bireyin sığındığı limanlar” olarak görür. Yani modern devlet, özellikle de devrim sonrasında ortaya çıkan devlet, bireyi tabir-i caizse tenhada yalnız yakalamak ister. Onu herhangi bir sosyal bağ içinde görmek istemez. O yüzden Fransız devriminden sonra yapılan ilk işlemden birisi bütün loncalara saldırmak olmuştur. Devlet loncaları yasadışı ilan etmiştir, esnaf dayanışma örgütlerine veya örgütlü dine, kiliseye de saldırmışlardır ki bireyi otorite karşısında tek başına bıraksınlar. Edmund Burke Fransız devrimini eleştirirken onu söylüyordu; “Siz bireyi devlet karşısında çıplak ve silahsız bıraktınız” diyordu. Toplumu hamur gibi yoğurmak isteyenler, ara kurumların tahrip edilmesini isterler. Tıpkı cumhuriyetten sonraki Türkiye’de olduğu gibi… Muhafazakarlar tarihsel sembollere, dogmalara, tecrü- 149 150 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık beye dayalı yargılara önem verirler. Bu onlar için yol göstericidir. “Rasyonel olarak seven evlenemez, rasyonel bir asker de ölmez” yani vatan için, din için ölün dediğinizde bir asker, çok “rasyonel” bir hesapla kitapla “niye öleyim ki?” diye düşünebilir. Bu evlilik için de söylediğimiz şey geçerli midir bilmiyorum, emin değilim. Bu konuda belki abartmış olabilir. Ama muhafazakarlar dinsel sembollere çok değer verirler. Mesela bir İngiliz için taç çok önemlidir, çok değerlidir. Bunu anlamayan bir İngiliz şöyle düşünebilir: “Bu Buckingham sarayına niye biz masraf yapıyoruz ki? Kraliçe çıkacak salınacak orda gezinti yapacak, dönecek… Nedir yani bunun faydası? Kaldıralım” diyebilir yani. Gerçekten de parlamento onu kaldırılabilir ama kaldırmazlar. Çünkü semboller çok önemlidir, çok değerlidir ve özellikle kriz dönemlerinde bu sembolik gibi görünen kurumlar birden ete kemiğe bürünür. İnsanların yüzünü çevirdiği kurumlar haline gelir. Mesela taç çoğunluk İngilizler açısından İngiltere’nin görkemini, geçmişten günümüze uzanan varlığını, mevcudiyetini simgeler. O bakımdan değerlidir. Muhafazakarlık değişime değil radikal, ani ve yukardan aşağı değişime karşıdır. Bu yüzden de devrimci değildir evrimcidir. Yani daha uygun kavramla, tedrici (gradualist) değişimden yanadırlar. Çok güzel bir sözü vardır Joseph de Maisre’in. Bir Fransız devrimi yaşanmış, Fransız devriminden sonra jakobenler iktidarı ele geçirmiş, toplumu yukarıdan aşağıya zorla biçimlendirmiş ve bu arada pek çok toplumsal kurumu tahrip etmişler, toplumsal dokuyu ciddi biçimde bozmuşlardır. Söylenen şudur: “Radikal bir şekilde hasar görmüş bir toplumda yaşıyoruz, ilacımız da radikal olmalı.” Yani devlet kurumunun kullanılması yoluyla tah- Bir Muhafazakarı Nasıl Tanırsınız? rip olan toplumsal değerlerimizi (aile, gelenek, din) yine devlet elini , devlet aracını kullanarak tamir edelim. Nasıl ki onlar devlet zoruyla yıktılar, kırdılar; biz de devlet zoruyla eski haline getirelim. Bu yaklaşıma karşı düşünür: “Karşı devrim değil, devrimin karşıtını istiyoruz” der. Aynı gibi görünebilir ama bu ikisi çok farklı. Ben devrimle ilgili olmayan bir şey istiyorum, ben devrimden nefret ediyorum demiş oluyor. Yani yaşadığımız tahribatı telafi etmek için bile olsa aynı yöntemi kullanmayalım; aynı hasarı verecek şekilde bu radikal, ani, yukarıdan aşağıya zorla değiştirme yoluna gitmeyelim demiş oluyor. Muhafazakarlar aslında değişime karşı değildirler, sık sık yanlış anlaşılırlar. Değişime değil toplumsal yapıya, dokuya aykırı ani değişimlere karşıdırlar. Muhafaza etmek için dahi değiştirmek gerektiğini söylerler. Mesela İngiltere’de 19. Ve 20. Yüzyıllarda en önemli değişimlere muhafazakar partiler imza atmıştır. Bu anlamda muhafazakarlık o ülkede bir mizaç, siyasete yön veren genel bir mod, ruh hali ya da genel bir düşünce stili haline gelmiştir. Öyle ki sağcısı da solcusu da bu radikal değişimlere karşı tedrici değişimden yana olmayı bir şekilde içselleştirmiştir. O yüzden de mesela İngiltere’deki sosyalizm de devrimci sosyalizm değil ağırlıklı olarak daha sosyalizme evrimci bir yolla varmayı öngören bir sosyalizm olmuştur. O bile etkilenmiştir bu muhafazakar mizaçtan. Ve muhafazakârlar siyasete sınırlı bir etkinlik alanı olarak bakarlar. Aslında bütün bu saydıklarım bir bütün olarak çok tutarlıdır. Yani eğer insana zayıf bir varlık olarak bakıyorsanız, insana “sen bütün bir dünyayı değiştirecek akla sahip olamazsın, sen sınırlı bir varlıksın, haddini bil” diyorsanız ve o insanın da o toplum içinde ancak değer 151 152 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık verdiğiniz ara kurumlarla gelişebileceğine, daha iyi bir hale gelebileceğine inanıyorsanız o zaman muhafazakarlığın siyaseti nasıldır diye sormaya da çok gerek kalmaz. Siyaset sınırlı bir etkinlik alanı olacaktır. Yani “bu ülkeyi bana verseler 3 ay içinde adam ederim” gibi abartılı iddialardan ve onların ürünü olan siyasi projelerden tüyleri diken diken olacaktır muhafazakarın. Bu projelere karşı çıkmak ortalama bir muhafazakarın tipik davranışıdır. Çünkü düşünürün sözüyle 20. Yüzyıl gerçekten “ütopyacı siyasetin bir harabesi” haline getirmiştir dünyayı. Dünya 20. Yüzyılda, sosyalizm, faşizm gibi ideolojilerin deneme tahtasına dönmüştür ve maliyeti milyonlarca insanın hayatı olmuştur. O yüzden de muhafazakarlar bu türden değişim projelerine karşı çıkarlar ve siyasete böyle bir rol vermezler. Yani doktriner olmayan siyaset ya da ideolojik olmayan siyaset derler. Kastettikleri şey şudur: siyaseti bir ideolojinin emrinde toplumu dizayn etme aracı olmamalıdır. Tekrar başa, ilk maddeye dönerek bitirelim ve bütün bu sayılan özelliklerin kendi içinde uyumlu olduğunu da görelim: Muhafazakarların dünyayı kısa zamanda temelden değiştirmeyi öngören siyasi projelere karşı çıkmaları, insan aklına duydukları güvensizliğin bir sonucudur. İnsan aklının zayıflığına dindar olmayan muhafazakarlar tarihi tecrübeye, insana ilişkin gözlemlerinden yola çıkarak varırlar. Dindar muhafazakarlar buna ilave olarak aynı sonuca, dini kaynaklardan yola çıkarak varırlar. Mesela dindar bir Hıristiyan ilk günahtan yola çıkarak insanın kusurlu bir varlık olduğunu düşünür. Ve hiçbir zaman insanın mükemmelleştirilemeyeceğine inanır. Öteki de “tarihe bakıyorum, bu böyle” der. Tarih boyunca insan zayıf bir varlıktır, öyle kalmıştır. Burada tamamlayayım, teşekkür ederim. Toplantıdan Görüntüler 154 Bir Kimlik İnşası Olarak Muhafazakârlık Toplantıdan Görüntüler 155 Sivas Kemal İbni Hümam Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfı Sivas Kemal İbni Hümam Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfı 3 Haziran 1990 tarihinde dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel KARAMOLLAOĞLU öncülüğünde Sivaslı hayırseverlerin katkılarıyla kurulmuştur. Eğitim Kültür ve sosyal dayanışma sahalarında çeşitli faaliyetler yürüten Vakfın başlıca faaliyet sahaları şu şekildedir. KURUMLAR Şemsi Sivasi Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu (1994) Melike Turan Melek Yüksek Öğrenim Kız Öğrenci Yurdu (2010) Molla Hüsrev İslami Araştırmalar Merkezi (2013) Yenişehir Dershanesi (2005) Selimiye Kültür Sitesi (1991) Recep Ayan Kültür Sitesi (1990) SEMPOZYUMLAR 1- KEMAL İBNİ HÜMAM’IN HAYATI ESERLERİ VE İLMİ KİŞİLİĞİ SEMPOZYUMU (1991) Vakfımıza adını koyduğumuz Kemaleddin İbni Hümam’ın hayatı, ilmi kişiliği ve eserlerinin; sunulan tebliğlerle tüm 158 Sivas Kemal İbni Hümam Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfı kamuoyuna tanıtıldığı sempozyumla pek çok Sivaslı’nın ve ülke insanının bilmediği bir değerin tanınmasına katkı sağlanmıştır. 25 – 26 Mayıs 1991′de yapılan sempozyum sonucunda oluşturulan kitap konuyla ilgilenenler için en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. 2- EĞİTİM VE VERİMLİLİK SEMPOZYUMU (1992) İnsanlığın temel meselesi olan ve beşikten mezara kadar hayatımızın bir parçası olan eğitim konusunun; Eğitim ve İslam, Din Eğitimi, Ahlak Eğitimi, Meslek Eğitimi gibi başlıklarla konuşulduğu 15 – 17 Mayıs 1992 tarihindeki sempozyuma bir çok eğitimci ve akademisyen katılarak tebliğ sunmuştur. Sivas Kemal İbni Hümam Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfı pozyumu ile yeniden başladık. Toplumun niçin okumadığı, gençlere okuma alışkanlığının nasıl kazandırılacağı gibi pek çok sorunun gündeme geldiği sempozyuma şehir içi ve şehir dışından pek çok araştırmacı, yazar, yayıncı ve akademisyen katılarak tebliğ sunmuştur. 6- İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ULUSAL SEMPOZYUMU (2010) 30 Nisan – 1 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleştirilen Sempozyuma 60′ın üzerinde akademisyen, araştırmacı katılmıştır. Şemseddin Sivasi ve onun soyundan gelen çeşitli mutasavvıf – şairlerin hayatları ve kültürümüze katkıları farklı yöneleriyle ele alınarak incelenmiştir. 3- ŞEMSEDDİN SİVASİ’NİN HAYATI ESERLERİ VE TASAVVUFİ YÖNÜ SEMPOZYUMU (1993) 7- İSLAMOFOBİ: KOLEKTİF BİR KORKUNUN ANATOMİSİ SEMPOZYUMU (2011) 23 Mayıs 1993 yılında düzenlenen sempozyumla; Sivas’ın önemli bir değeri olan Şemseddin Sivasi’nin Hayatı, Eserleri ve İlmi kişiliği sunulan tebliğlerle ortaya konulmuştur. Aradan geçen yıllara rağmen konu ile ilgilenenler için en önemli kaynak bu sempozyumdur. 18 – 19 Kasım 2011 tarihinde gerçekleşen sempozyumla, dünyada her geçen gün daha da yayılmakta olan İslamofobi konusu farklı açılardan ele alınarak incelenmiştir. Sempozyum tebliğleri kitap olarak bastırılarak ilgili yerlere ulaştırılmıştır. 8- Bir Kimlik İnşası olarak Muhafazakârlık Sempozyumu (2013) 23 Kasım 2013 tarihinde Sivas’ta gerçekleştirilen sempozyum neticesinde bu kitap hazırlanarak ilim dünyasının hizmetine sunulmuştur. 4- 21.YY’A GİRERKEN DÜNYA VE TÜRKİYE GÜNDEMİNDE İSLAM SEMPOZYUMU (1995) 19 – 21 Mayıs 1995 tarihlerinde düzenlenen ve 21. yy ‘ a girmeden İslam’ın Türkiye ve Dünya gündemindeki yerinin konuşulduğu sempozyum günümüzde bile tartışılmaya devam eden pek çok konuyu gündeme getirerek kamuoyunun ve ilim aleminin dikkatini çekmiştir. 5- KÜLTÜRÜMÜZ VE KİTAP SEMPOZYUMU (2007) Uzunca bir süre ara verdiğimiz sempozyumlara 4 – 6 Mayıs 2007′de düzenlediğimiz Kültürümüz ve Kitap Sem- SOSYAL YARDIMLAŞMA FAALİYETLERİ Vakfımız kuruluşundan bu yana sürekli olarak öğrencilere burs vererek eğitim hayatlarına katkılar sağlamaktadır. 2013 – 2014 eğitim döneminde 654 öğrenciye aylık maddi destek sağlamaktadır. 159