Türk usulü “lens flare” için dü¤meye bas›ld›!
Transkript
Türk usulü “lens flare” için dü¤meye bas›ld›!
ISSN 1306 0830 y›l: 1 say›: 10 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 18-24 Kas›m 2005 Ekfli 10 yafl›nda! Ekşi çalışanları derginin 10. sayıya ulaşmasını Ekşi Plaza önünde soğuk meşrubatlar tüketerek ve kollarını gökyüzüne doğru açarak kutladılar (s.3) Photoshop’ta “lens flare” özelli¤ine k›s›tlama getirilmesinin ard›ndan... Türk usulü “lens flare” için dü¤meye bas›ld›! Adobe firmas›, sekiz milyon iflsiz Türk webdizayn›r›n ekme¤iyle oynuyor. Dü¤ün foto¤rafç›lar›ndan grafik tasar›mc›lar›na kadar uzanan genifl bir skalada milyonlarca insan Photoshop’tan lens flare özelli¤inin kald›r›lmas›n› elefltirirken 9. Cumhurbaflkan› ve webmaster Süleyman Demirel de karara tepkisini yazd›¤› makale ile gösterdi. (s.4) Aylin Asl›m Ekfli’ye konufltu: “Polis bar› bast›¤›nda sahneden kaçard›m.” (s.8-9) n Alt› y›ld›r askerden kaçan genç, Kara Kuvvetleri Komutanl›¤› brövesinden Atatürk’ün ç›kart›lmas›na tepkili (s.4) n ‹ran Baflkan› Mahmud Ahmedinejad: “‹srail haritadan silinmelidir, daha düzgün çizilmelidir” (s.6) n Molotof kokteyline tak›lan pembe kokteyl flemsiyesi bombaya zarafet katt› (s.3) n Memlekette pardon ç›kal› eflekler ço¤ald› (s.5) n Rorschach mürekkep s›nav›nda hoca 30 verdi¤ini, ö¤renci 75 ald›¤›n› düflünüyor (s.2) 2 EKfi‹ 18-24 Kasım yaflam Çakı-Yorum fiADAN ÇAKI [email protected] Fransa yanarken kşi’nin 10. sayısından hepinize merhaba değerli okurlarım. Açık konuşayım derginin kaç sayı dayanacağı konusunda ilk hafta kendi aramızda girdiğimiz iddiada ben süpriz oynayıp bütün paramı 10. haftaya yatırdığım için bu haftaki sayıya böyle hem duygusal, hem okuyucuya sitem eden, hem de “önümüzdeki maçlara bakacaz” iyimserliği taşıyan dokunaklı bir veda yazısı hazırlamış idim. Samimi söylüyorum bayaa da iyi olmuştu yazı, ben 3 defa falan ağladım yazarken, ama işte dergimiz kimsenin akıl sır erdiremediği bir inatla 10. sayıdan sonra da yayına devam edeceği için yazı işlerimiz bu hafta okuyucuya yalakalık yapan mutlu bir yazı yazmamı istedi (biliyonuz işte, “bizi sizler var ettiniz” falan), elimde patladı güzelim veda yazısı. O yüzden hiç lüzumu olmadığı halde birazdan size teşekkür falan edicem değerli okurlarım, ama bu arada merak edenleriniz varsa ilk hafta oynadığımız “Ekşi kaç hafta dayanır?” bahsine ait oranları da vermek istiyorum: 2 sayı çıkar, sonra siz sağ ben selamet: 1.3 (Favori) 4. sayıdan sonra tüm kadro kovulur, yeni kadroyla da en fazla üç sayı daha çıkarız: 1.8 (Plase) Kahramanca, yiğitçe bi 10 hafta dayanırız gibi geliyor bana: 4.6 (Sürpriz) İlelebet payidar kalırız: 10.000 (bunu öylesine yazmıştık, yine de bir kişi parasını yatırmak istedi, dayanamadık dövdük adamı) Evet değerli okurlarım, bugün elinizde 10. sayısını tuttuğunuz Ekşi dergisi var ya (“size girsin” diye seviyesiz bir espri yapacağımı düşünmediniz umarım) işte o dergiye iyi bakın. Çünkü baktığınız sadece bir takım yazılar ve fotoşoplanmış resimlerle bezeli bir tutam kağıt değil. Şu anda elinizde geceler boyu harcanan yoğun emeklerin ve yapılan büyük fedakarlıkların bir meyvesini tutuyorsunuz. Nasıl büyük fedakarlıklarmış bunlar diye merak edenleriniz için kısaca açıklayayım: Çok büyük fedakarlıklar (aklıma bi şey gelmedi lan). Anlatmaya kalksam ne benim köşem yeter ne sizin yüreğiniz dayanır, o derece büyük yani düşünün artık. Harcanan bunca emeğe ve yapılan bunca fedakarlığa karşılık olaraksa biz Ekşi emekçilerinin sadece iki kazancı var: Türk basınında devrim yaratan böyle eşsiz bir dergiyi ortaya çıkarmış olmanın verdiği manevi haz ve siz okuyucularımızdan gördüğümüz yoğun ilgi ve destek. Ha gerçi biraz daha yoğun ilgi ve destek verseniz de kazancımız manevi boyutla sınırlı kalmasa, cebimiz 3 kuruş para görse, ne bileyim kredi kartlarımızın en azından minimum tutarlarını yatırabilsek de evimize haciz gelmese, faturalarımızı ödeyebilsek de kış günü doğal gazımızı kesmeseler fena mı olurdu? Olmazdı tabi, ama artık bunlar artık bizim için önemsiz konulardır değerli okurlarım. Geçtiğimiz 10 hafta içinde Ekşi emekçileri olarak kendimizi para, avans, ikramiye gibi dünyevi kaygılardan alabildiğine sıyırdık. Günde bir litre su ve üç adet siyah zeytinle yaşayıp bu halde 2 tam sayfa yazı çıkarabilen, telepati yoluyla röportaj yapabilen, fotoşop kullanmadan bakışlarıyla resme efekt verebilen arkadaşlarımız var artık (ve devamlı turuncu giyiniyorlar). Sayenizde “monk”lara döndük, hep birlikte Nirvana’ya doğru emin adımlarla ilerliyoruz. Ben bu derginin başyazarı olarak arkadaşlarım adına karmamızın yükselişine yaptığınız katkılar için hepinize teşekkür ediyorum, şu paragrafı zorla, kendimden tiksinerek yazdığım nasıl belli ise size olan minnettarlığım da öyle belli olsun istiyorum sevgili okurlarım... Bu haftaki yazımda değinmek istediğim bir diğer konu ise Fransa’daki eylemlerdi. Ezilen mülteciler, sosyal adaletsizlik falan diye girecektim mevzuya ama size yalakalık yapıcam derken yerim bitmiş sevgili okurlarım. Neyse artık haftaya kadar halen Fransa’yı yakmaya devam ederlerse önümüzdeki sayıda onlardan bahsederim, olmazsa da sağlık olsun, zaten biz dönmüşüz Afrikalı mülteciye. Haftaya görüşmek üzere, hepinizin tek tek hastasıyım. Valla... E Ersan ve Gakkofllar’›n Ersan’›ndan Tuman’›n vokalisti Kayhan Tamgöze’ye elefltiri: Benim gibi ›k›namayacaksa müzi¤i b›raks›n! İstanbul nceki gün Moda Airport Spor Salonu’ndaki ofisinde yaptığı basın açıklaması ile yeni kuşak “ıkınarak şarkı söyleyen şarkıcılara” çıkışan Ersan İnleten olay yapan açıklamalarda bulundu. Yeni kuşak popçuları ve vokallerini “yeterince ıkınamamaları” sebebiyle eleştiren Ersan İnleten’in özellikle Duman grubunun vokalisti Kayhan Tamgöze’yi hedef alarak konuşması dikkat çekti. “Ikınmak sabır işi” diyen Ersan bombaladı: “Yeni kuşak vokalistlerde o sabır yok. Müziği de, büzüğü de ciddiye almıyorlar.” “Büzüğü sevmeyenin müziği de sevemeyeceğini” dile getiren İnleten, “Özellikle ye- Ö çoğunun yumuşak g’lerle bölünmesi ve yüzüne düşen saçları sebebiyle ifadesi görülemediğinden ne dediği tam olarak anlaşılamadıysa da sesinin tonundan Ersan’a karşı kızgın ve öfkeli olduğu anlaşıldı. Basın toplantısının sonunda Tamgöze, İstanbul Açıkhava Konseri’nde “Suç’arım Ben Bu Akşam” şarkısını icra ederken yaptığı öğrenilen büyük abdestini basına sundu. 60 santim uzunluğunda ve 20 santim kalınlığındaki abdest “keser sapı” biçiminde oluşu ile ilgileri çekti. Tamgöze’nin bu yanıtından sonra İnleten’in nasıl ve ne ebatta yanıt vereceği merakla bekleniyor. ni kuşak sanatçılardan Kayhan isimli çocuğun beni taklit ettiğini üzülerek görüyorum. Kayhan kardeşime bir ağabey tavsiyesi vereyim: Ikınmak, hele hele ustaların ustası Ersan gibi ıkınmaya meyletmek ciddi risktir. Bu riski almak, sorumluluğun altından kalkmak kolay değil” dedi. Aktif müzik yaşamını kalınbağırsak ve boşaltım yollarında geçirdiği bir dizi rahatsızlık sebebiyle sona erdirmek zorunda kaldığını hatırlatan İnleten, “Benim kalitemin en büyük delili TSK yararına verdiğim bir konser sırasında “Gel Testere”yi söylerken sahneye yaptığım monoblok şeklindeki büyük abdestimdir” dedikten sonra basına bu verniklenmiş abdesti tanıttı. 20’ye 20 santim ebatlarında olan ve kübik biçimiyle bir insandan çok goril dışkısını andıran bu eser büyük ilgi gördü. Kayhan’dan Ersan’a yan›t: “Ki¤ese¤er s›¤¤ap›››¤ gi¤¤bi¤e s›¤¤çt›¤¤am” Ersan’›n ameline en yak›n temsili bazalt parças›. Kayhan Tamgöze bu açıklamaların ardından yıldırım hızıyla bir basın açıklaması düzenleyerek Ersan’a yanıt verdi. İstanbul Nevizade’de bulunan Gizli Bahçe isimli bardan hasmına seslenen Tamgöze’nin söylediklerinin Tamgöze’nin yan›t› beklenmedik boyutta ç›kt›. Kap›y› sanki biraz sert kapatt› ektöründe öncü bir bilgisayar firmasında halkla ilişkiler müdürü olarak görev yapmakta olan Aysel Saltınel, önceki hafta şirket yönetim kuruluna yaptığı haftalık sunumdan sonra odayı terk ederken kapıyı sanki biraz sert kapattı. Olay sonrasında bütün gün düşünceli olduğu gözlenen Saltınel, “Ay tam şöyle usulca çektim sanıyordum ki kapı tam kapanmadan özgün kurumsal kimliğimiz çerçevesinde yeni bir dekora geçtiğimizi hatırladım. Sen gel, bu kapı ‘gümmm’ diye kurul S Müdür Salt›nel gün boyu üzgündü. üyelerinin suratına kapan! Ay rezil oldum, çok ayıp oldu adamlara ya” şeklinde konuştu. Saltınel’in iş arkadaşı Satılmış Eren ise Saltınel’in fazla endişe ettiğini düşünmekte. Eren, “Ya Aysel aslında harbi kızdır ama işte böyle ‘Aman bana kızmasınlar, aman herkesle iyi geçineyim, aman benim arkamdan konuşulmasın’ diye sürekli tantana yapar” dedi. Sözüne “Bak sen yabancı değilsin” diye devam eden Satılmış Eren, “Geçen gün bu var ya bir file çorap giymiş...” diye de ekledi. Köprü durumuna getirilen genç güreflçi trafi¤e aç›ld› İ stanbul üçüncü köprüyü tartışadursun, Dünya Gençler Grekoromen Güreş Şampiyonası’nın ikinci gününde güreşçimiz Hamza Dübürkaya tarafından köprü durumuna getirilen mavi mayolu Yunan Konstantin Seferidis belini incitip o pozisyonda kalınca Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tarafından trafiğe açıldı. OGS bile var İstanbul’un iki yakasını üçüncü noktada birleştirecek bu proje için güreşçimiz iki senedir hazırlanıyordu. Pozis- yonun ardından düzenlenen törende, Yunanlı güreşçinin mayosuna bağlanan kurdeleyi kesen Yıldırım, “Köprüler bir ülkenin akciğerleridir, akciğeri olmayan ülke de bildiğiniz gibi nefes alamaz, boğulur” dedi. Seferidis Köprüsü’nde geçiş ücreti 1,50 YTL olarak belirlendi. Bakan, köprü kendi kendini ikame edince ücretin kaldırılacağı konusunda söz verdi: “İki gözüm önüme aksın ki, valla!” Köprüde ayrıca aynen Boğaz Köprüsü’nde olduğu gibi Otomatik Geçiş Sistemi de var. Seferidis, beli iyileflene kadar trafi¤e aç›k. aktüel 18-24 Kasım EKfi‹ 3 10. say›s›n› kutlad› Y›ld›z Park›’nda verilen görkemli davette seçkin konuklar Ekfli Orkestra’n›n çald›¤› flark›lar eflli¤inde ç›lg›nlar gibi içip e¤lendiler ssg İstanbul ürkiye’nin en çok satan 18. dergisi Ekşi, önceki akşam İstanbul Conrad Oteli’nin de bulunduğu Barbaros Bulvarı’ndaki Yıldız Parkı’nda verilen görkemli davette 10. sayısını kutladı. Gecede bir konuşma yapan Genel Yayın Yönetmeni Aziz Kedi, Ekşi’nin son 10 yılda yayın hayatına giren dergilerin en başarılısı olduğunu söyledi ve “Ekşi doğru zamanda ve doğru bir ekiple yola çıktı. Elini taşın altına koyan, emek döken bu ekip ile gecenin kör vaktinde Barbaros Bulvarı’ndaki bu parkta, yağmur altında kalmış evsizler gibi dona dona başarımızı kutlayabiliyor, bakkaldan alarak ucuza getirdiğimiz biralarla şenlik yapabiliyorsak işte bu büyük ruhun sayesindedir. Aynı ruh, Ekşi’yi de dergiler arasında bir yere sokmuştur” dedi. Muhteşem davete katılan Ekşi yazarları “Ekşi halkın nabzını en iyi tutan, halkı en iyi anlayan, anlatan, okuyucusuyla çok barışık bir dergi. Toplumun her kesimine seslenmeyi biliyor. Bunun için de Türkiye’nin önder dergilerinden oldu” diye konuştular. İş, reklam, basın ve sanat dünyasından 200 seçkin davetlinin özel sebeplerle katılamadığı gecede şarkılar da söylendi. Kutlamalar kapsamında bir ilke imza atılarak, parkta bağ- 10 say›n›n ard›ndan... T İ Kedi’nin coflku dolu konuflmas› s›k s›k alk›fllarla bölündü. daş kurarak çömelen bir grup, gitarlarla “Ekşi 10. Sayı Orkestrası”nı kurdu. Akdeniz Akşamları, Nothing Else Matters gibi şarkıları çalan orkestra, daha sonra dağıldı. Aziz Kedi kotuyla ›fl›k saçt› Kutlamada k›zlar bile vard›. Geceye yeni aldığı kot pantolon ile katılan Aziz Kedi, davetlileri teker teker parkın girişinde karşılarken, herkesin elini sıkmayı unutmadı. Türban geriliminin yaşanmadığı davette, panço ve bira su gibi aktı. Isınmak için kanyaklarını ceplerinde taşıyan davetlilerin alelade, sade, ancak özenli giyimleri dikkat çekti. İş dünyasının önemli isimlerinin buluşması ise gecenin kayda geçen anlarından bir diğeriydi. İş dünyasını temsilen gelen Pınar Market sahibi Yener Atasoy’un, Ekşi’nin Türk bakkalının da der- gisi olduğunu söylemesi yoğun alkışlarla karşılandı. Atasoy, tezahüratlara bedava madlen çikolata dağıtarak sempatik bir jest ile karşılık verdi. Gece çatapat gösterisi ile bitti Saat 12 sularına kadar çeşitli aktivitelerin yer aldığı kutlamalar, dudak uçuklatan bir çatapat ve kızkaçıran gösterisi ile sonlandı. Gösterinin büyüleyici olması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan Ekşi editoryası, 25 çatapat ve 18 kızkaçıran ile harika bir kapanış seremonisi düzenledi. Çatapatların ve kızkaçıranların saçtığı ışıkla çarpılan davetliler uzun süre şoku atlatamadılar. Ekşi 10. sayı kutlamaları çerçevesinde yurt çapında başka aktivitelerin de olacağı belirtiliyor. ‹ntihar etmek için Saddam’›n avukat› olmaya çal›flt› G eçtiğimiz günlerde Bağdat ilginç bir eyleme sahne oldu. Kız arkadaşı ile mutsuz bir dönem geçiren 25 yaşındaki Bağdat Barosu’na kayıtlı genç avukat Ömer Abdürrahim, Saddam Hüseyin’in avukatlığını üstlenerek intihar etmeye kalkıştı. Fadima’y› bana getirin! Saddam Hüseyin’in avukatlarından Sadun Duleymi’nin kaçırılması ve öldürülmesi, akabinde gene Hüseyin’in avukatları Adil El Zubeydi ile Tamer Hamud El Huzeyi’nin silahlı saldırıya uğraması ve Adil El Zubeydi’nin öldürülmesi ile Saddam Hüseyin’in avukatlığının ne manaya geldiğini açıkça anladığını söyleyen genç, sevgilisi lk sayımızı çıkardığımız günleri, sanki sadece iki ay olmuş gibi net hatırlıyorum... O zaman da bugünkü kadar heyecanlı, coşkulu, fakat bir o kadar da tecrübesizdik, hatta diyebilirim ki bir cahil sürüsüydük. Her şeyi elimizden geldiğince güzel yapmaya çalışmamıza rağmen, yaptığımız en iyi işten dahi memnun olmaz, ondan da iyisini yapmaya çalışırdık... İlk sayıyı elimde tuttuğum zaman hissettiklerimi hatırlıyorum... Çılgınca sevinmiştim, yaptığımız işi çok sevmiştim... Ama elbette bundan sonra sayıların sayıları kovalayacağını ve sonunda on sayıyı devireceğimizi tahmin edemezdim... Dile kolay, tam 10 hafta, 64 gün! Köprünün altından o kadar çok sular aktı ki, şimdi hatırladıkça ne kadar büyük mesafe kat ettiğimizi daha iyi fark ediyorum. Nice sabahladığımız geceler... O dönemdeki en büyük TV kanallarından TV 8’in canlı haber bültenine konuk olmamız.. Eskilerin tanıdığı Okan Bayülgen diye bir şovmenin programında muhterem Aziz Kedi’nin yaptığı hoş şakalar... Şadan’ın bıyığı yeni terlemiş zamanları... Düşündükçe seviniyorum, ulaştığımız insanları, onca sayı boyunca bizden desteklerini esirgemeyen milyonlarca okuru düşünüyorum... Para... Her şey mi? Değil elbette... Parayı düşünmüyorum. Okurlarımızla bir sinerji, bir birliktelik yakalamamıza, dergi binasına sayılar boyunca gece yarıları kokoreç getiren müdavimlerimizin sıcak sevgilerine hayran kalıyorum sadece... Her hafta canla başla uğraştığımız, sabaha matbaaya yetişecek diye reji masasında uyuyakaldığımız zamanları hatırlıyorum... Ah o yedinci sayının ikinci sayfası.. Neler çekmedik ki? Bireysel çabamız değil elbette sadece hatıra değer olan, o dönemden bugüne geçirdiğimiz aşamalar, defalarca değişen dergi çehremizle beraber değişen yayıncılık anlayışımız ve en önemlisi okur... Bu süreçte sizleri tanıdık, sizlerin sevgisini aldık... Yüz yüze değil belki, e-mail ya da herhangi bir iletişim yoluyla da değil evet... Belki hiç iletişmedik ama sevginizi hissettik... Ne zaman gazete bayiinde Ekşi’yi çıkartıp Milliyet’lerin üstüne koyan birini görsek, o sevgiyi sıcaklığı hissettik.. İade sayılarındaki düşüş, satışlardaki artış ve ilk Ferrari’m... Onu nasıl unutabilirim, ilk emektarım... Bugün benim için en pahalı arabadan daha değerliydi o çünkü dergiden kazandığımızla, alın terimle almıştım... Şimdi çok daha iyilerine biniyor olsam dahi, onunla Babıali’yi çıktığım dönemleri asla unutamam... Bugün elimde artık sararmış ilk sayılarımıza baktığımda, ne kadar yol kat ettiğimizi çok daha iyi görüyorum... Beceriksizce, el yordamıyla başladığımız bir noktadan, sonunda dev kadrolu, okura layık bir kalitede çalışan, gerek içerik gerek görünüşüyle bir emsal olan 10. sayımıza geldik... Bu elbette yolun sonu demek değil... Hedefimiz her zaman siz okurlara daha fazlasını, daha güzelini, daha iyisini verebilmek... Sizler buna layıksınız ve biz size layık olmak için elimizden geleni yapacağız... Çünkü gücümüzü sizlerden alıyoruz... Sizlerle varolduk ve sizler için gerekirse öleceğiz... 0Ama gerekeceğini zannetmiyorum. Nice 10 sayılara Ekşi! Nice okurlara! Nice tirajlara! Kutlu olsun! Fadima Muharrer ile barıştırılmazsa bir dakika bile düşünmeden avukatlığı üstleneceğini söyledi. Polislerin, “Gençsin, yapma, yanarsın” çağrılarına kulak asmayan genç, halkın da tepkisiyle karşılaştı. Avukatlık başvurusunda bulunmak üzere halkın bakışları arasın da mahkemeye yürümeye çalışan genci durdurmaya çalışan halktan bir kesime direnen genç, en sonunda Bağdat Emniyet Müdürü Halil El Shalik’in Muharrer’i araması üzerine sakinleşti. Fadima’nın emniyet müdürü ile konuşması ve anlaşması üzerine avukatlık görevini ifa etmekten vazgeçen genç, kavuştuğu sevgilisi ile bir Amerikan tankı önünde verdiği demeçte, “Gençlik işte, bir an başım döndü. Yaşamak güzel” dedi. Irakl› genç avukat Ömer Abdürrahim murad›na erdi. 4 EKfi‹ 18-24 Kasım gündem KISA... KISA / YURTTAN... “Vizyon”, “misyon” ve “sinerji” yasaklan›nca dili tutuldu KOBİ’lere danışmanlık hizmeti veren işletme mezunu A.K. (32) “vizyon”, “misyon” ve “sinerji” kelimeleri yasaklanınca konuşamaz hale geldi. Yıllardır baklavacısından tuğla fabrikasına her gördüğü şirkete “Önce bir misyon belirleyelim. Bu çok önemli, kısa bir cümle olsun”, “Bizim sorunumuz vizyonumuzun olmaması”, “Eğer bir sinerji yaratabilirsek başarılı oluruz” tavsiyelerinde bulunan şahıs karara tepki gösterdi. Bu kelimeler kullanılmadığı takdirde ne diyeceğini bilemediğini söyleyen A.K., “Önemli olan insanın kendini geliştirmesi” diyerek sözlerini noktaladı. Do¤algaz zamm›, küresel ›s›nmaya deste¤i art›rd› Doğalgaza gelen son zamla beraber sabrı taşan vatandaş, küresel ısınmaya destek vermeye başladı. 2003 yılında yapılan anketlerde “Küresel ısınma hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, yüzde 26’lık bir kısım “Kısık ateşte uzun süre kendi buharında ısıtmak lazım ki tat versin” yanıtını vererek soruyu anlamadığını ayan beyan belli ederken, yüzde 12’lik bir kısım “Bu sene pek sonbahar yapmamıştı zaten, kış çabuk geldi” yorumunu yapmıştı. Bu sene yapılan ankette elde edilen sonuçlar ise düşündürücü. Yüzde 48’lik bir kısım, “Küresel ısınma süperdir, doğalgaza gelen zamlar belimizi büktü, merkezi ısınmaya alışmıştık, küresel neden ısınmayalım?” derken yüzde 13’lük bir kısım, “Buzullar eriyince penguenler buzların üstünde Akdeniz’e gelir, süper ortam olur” diyerek gene soruyu anlamadıklarını belli ettiler. Bilim adamları ise küresel ısınmanın doğalgaza bir alternatif olmadığı konusunda ısrarcılar. Ferrari’sini satan bilgenin Porsche ald›¤› ortaya ç›kt› Basın mensuplarının ısrarlı sorularını “Ferrari çok yakıyordu ben de sattım. LPG taktırayım dedim, karşı çıktılar. Başka seçeneğim kalmamıştı. Unutmayın ki bilgelik her şeyden önce iktisatla başlar. İsrafa karşıyım” şeklinde yanıtlayan bilge, “Peki ama yazdığınız kitaba ne demeli? Halkı kandırmış olmadınız mı?” şeklindeki bir soruyu da “Güzel kardeşim, Ferrari’sini satan diyorum orada. Hibe eden mi demişim, yakan mı demişim? Satan diyorum satan. Ticaret yapıyorum. Satarım, canım sıkılır başka araba alırım. Sonra onu da satarım. Ne kandırması? Lütfen arkadaşlar, yogamı yaptım gidiyorum” şeklinde yanıtladı. ‹statistik Üniversitelerde vize dönemi yaklafl›rken s›nava haz›rland›¤›m›z geceler %23 %28 %18 uyan›k kalabilmek %14 %10 için hangi %7 yöntemleri tercih ediyoruz? n S›nav döneminde gündüzleri 16 saat uyumak (%23) n Uyan›k kalmam›za yard›mc› olmas› için sevgiliyi telefonla aramak, bütün gece sohbet etmek (%18) n Bir fabrikada gece bekçisi olarak ifle girmek (%14) n Vücudun uykuya karfl› ba¤›fl›kl›k kazanmas›n› sa¤lamak için afl› niyetine yemeklerden sonra uyku hap› almak (%10) n Ç›kard›¤› seslerden ç›ng›rakl› y›lan›n odan›n neresinde oldu¤unu tahmin etmeye çal›flmak (%7) n Baykufl kostümü giymek (%28) Adobe, Photoshop’tan lens flare efektini kald›rd› Yaz›l›m firmas›n›n flok karar›na Demirel’den ayn› sertlikte cevap: “Lens flare Cumhuriyet’in parlayan y›ld›z›d›r!” azılım firması Adobe’un, Photoshop programının yeni sürümünden “lens flare” efektini kaldırma kararı yurt çapında tepki aldı. Düğün fotoğrafçılarından, grafik tasarımcılarına, webmaster’lardan Atatürk resmi renklendiricilerine kadar uzanan geniş bir skalada ve her sektörde çalışan milyonlarca insan bu kararı eleştirirken, 9. Cumhurbaşkanı ve webmaster Süleyman Demirel de karara tepkisini Photoshop User dergisine yazdığı “Lens flare Cumhuriyetin parlayan yıldızıdır!” makalesi ile gösterdi. Y “Her kim lens flare’e el uzat›rsa hata etmifltir” Sert bir üslupla yazılan makalede kararı eleştiren Süleyman Demirel “Türkiye’de şu an sekiz milyon işsiz var. Bu ne demektir? Bu, sekiz milyon webdizaynır demektir. Bu, sekiz milyon webmaster demektir. Bu insanlar lens flare’siz ne yapacak? Adobe millete, işsize, yetime, webdizaynıra hesap versin” dedi. Olay makalesinden sonra kararlı tavrını sürdüren usta webmaster Demirel “Eğer Adobe istediğimizi vermezse bu halk istediğini alır. Türk halkı kendi lens flare’ini yaratmaya muktedirdir” dedikten Foto¤raf: ‹lker Akgüngör Ülke kar›flt› sonra basına Türk işi lens flare’i tanıttı. Ellerinden şualar saçan Demirel “Eski Photoshop sürümlerine dönmeyiz. Bu ülkeyi kimse geriye götüremez. İstiklal Savaşı’nda yoktan top mermisi ve silah üreten Türk halkı kendi lens flare’ini kendisi yapar, kendisi ekler. Kimsenin plug-in’ine muhtaç değiliz” diyerek halkı kendi lens flare’ini yapmaya özendirdi. Atatürkçü Düflünce Derne¤i de tepkili Karara Demirel’in yanı sıra yurdun diğer kesimlerinden özel ve tüzel kişiler de tepki gösterdi. Daha önce Uludağ Üniversitesi Sağlık Meslek Yüksekokulu tarafından hazırlanan yıllıkta “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni tahrif ederek “Haylaz Öğrenciye Hitabe” şekline sokan öğrencilere karşı çıkışı ile tanınan Bursa Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanı Lütfü Kırayoğlu da Adobe’un kararına tepki gösterenlerden biriydi. Kırayoğlu, “Renklendirilmiş Atatürk fotoğraflarının tamamlayıcı unsuru olan lens flare sayesinde Ulu Önder’imiz her tarafından ışıklar saçan melekler gibi gözüküyordu. Şimdi bu karardan sonra Ata’mız eskisi gibi doğaüstü görünemeyecek. Adobe firmasının Webdizayn›rlar Lokali tepkilere sahne oldu. ‹flte Demirel’in tepki makalesi İşçilerin, köylülerin, memurların, müteşebbislerin omuzları üstünde yükselen, kurum ve kuralları işleyen Türkiye Cumhuriyeti her alanda dünyanın nadide ülkelerden biridir. Lens flare için de Türk düğün fotoğrafçısından, sayfa tasarımcısına milyonlarca çalışanın, emekçinin göz nuru değildir diyebilmek mümkün değildir. Yarın Türkiye yeniden 80 öncesindeki gibi lens flare’e muhtaç kalınan, fotoğraflarda parlak ışıkları, insan gözüne hoş gelen şuaları olmayan bir ülke olacak ise o zaman hür ve açık meydanlarda insanımız demokratik kıstaslarla elbet hakkını arayacaktır. 1923 senesinde bilgisayar değil abaküsü bile olmayan bir ülkeden 19.878.645 bilgisayarı, 10.432.987 internet, 5123 adedi orijinal olmak üzere 11.323.997 adet Photoshop kullanıcısı yaratan Cumhuriyet, lens flare’in katkıları ile resim ve estetikte marka olmuş çalışmaları da içinden çıkarma başarısını gösterirken bugün lens flare’siz Photoshop programları ile bu ülkünün gidişatına dur demek isteyenler; yükselen, laik, demokratik, bölgesinde güçlü ve güven veren Türkiye yıldızını da plug-in’siz bırakmaktadır! Binaenaleyh, her kim lens flare’i kaldırmak istiyorsa hata etmiştir. Photoshop lens flare sahibi program ise lens flare’siz programlara Photoshop demek mümkün değildir. Lens flare’i kaldırmak isteyen hür meydan, hür sokak ve hür vicdan da bu bakımdan yenilmiştir. Ben Türk Photoshop kullanıcısına, lens flare’i seven, sevdiği için lens flare kullanan, kullandıkça güzel işlere imza atan herkese diyorum ki: “Benim çalışanım, Cumhuriyet bir daha lens flare’siz günlere döndürülemez. İşte hür meydan, işte hür vicdan, işte sandık, işte şeffaf toplum, işte bilgisayar! Adobe lens flare’i kapattı diye lens flare’siz kalacak değiliz, kendi lens flare’imizi yapar resimlerin üstüne koyarız. ‘Brush strokes’ değil lens flare lazım olan bu millet elbette sorun çıkarsa çözecek, çözdüğünde de çözmemiştir denilemeyecektir.” Lens flare nedir? Lens flare ilk olarak 80’lerin başında keşfedilmiş muhteşem ve asil bir efekttir. Keşfedildiği günden bu yana dahil olduğu bütün görsel tasarım ve içeriğe kendi ışığını ve farkını katan lens flare Türkiye’nin ve Türki halkların milli görsel efektidir. bu kararı yalnız Adobe’u ilgilendiren bir karar olarak telakki edilemez. Lens flare’e müdahale Ata’ya müdahaledir. Amaç Ata’nın aydınlatan ışığını söndürmektir. Misak-ı Milli sınırları içinde buna izin verilemez. Lens flare sönmez, vatan bölünmez” dedi. Webdizayn›rlar rahats›z Kararın bomba gibi düştüğü Webdizaynırlar Lokali’nde gergin ve tatsız bir hava hakim. Lens flare’siz bir grafik tasarım düşünemediklerini belirten milyonlarca tasarımcı ve dizaynır olayı şiddetle kınıyorlar. “Gerekirse Adobe binasının fotoğraflarını lens flare ile görünmez hale getiririz” diyerek tepkilerini gösteren Webdizaynırlar Odası Başkanı, “Güneş ne kadar önemli ise fotoğrafları güneş gibi aydınlatan lens flare de o kadar önemlidir” diyerek hükümeti tavır almaya çağırdı. Nikah fotoğrafçıları da olaya tepkili. Düğün fotoğrafçısı Mehmet Aybars, “Artık evlenen çiftlerin istikbalinin parlaklığını nasıl vereceğiz? Oldu olacak gözleri yeşile ve maviye boyama hakkımızı da alsınlar tam olsun” derken kararı öğrenen yeni evlenecek gençler de “Bizim ne günahımız vardı? Biz niye karanlığa mahkumuz? Işığımız nerede?” diyerek veryansın ettiler. Süleyman Demirel kimdir? Güreş Federasyonu Onursal Başkanı. 1 Kasım 1924 tarihinde Isparta’nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy’de doğdu. 1949 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde ihtisas yaptı. Uzun yıllar spor ile ilgilenen Demirel’in güreş ile ilgisi hiç bitmedi. Yıllarca güreşçilere ve güreşe kol kanat geren Süleyman Demirel’in önemli eserleri arasında çeşitli barajlar ile Türkiye Güreş Federasyonu’nun çıkardığı Güreş dergisinde yayınlanan “Cumhuriyet, Her Alanda Başa Güreşmek Demektir” isimli makale sayılabilir. gündem Halktan sesler Köpek giren eve melek girer mi? Geçtiğimiz günlerde Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker, “Köpek beslenen eve melek girmez” dedi. Açıklama İslam alimlerini ikiye böldü. Hayvanseverler bu iddiaya çok sert yanıtlar verdiler. Köpek beslenen eve Cebrail dahil hiçbir meleğin girmeyeceğini savlayan Çeker’in beyanatıyla ilgili olarak, evde köpek beslemek ve meleklerin köpek beslenen evlere yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Gülsen Bor Seyyal Bac›bey Tuluyhan Okyay (Ö¤renci, 23) (Terzi, 29) (Lise ö¤rencisi / Animatör, 17) Bana kalırsa evcil hayvanların meleklerle uyumsuzluğu gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü onlar da dünyamızda yaşayan canlılar. Ve onlar bizim en iyi dostumuz dediğimiz sevimli hayvanlar. Siz hiç bir köpeği kollarınıza alıp okşadınız mı? Onun o güçlü çenesini, patilerini, yumuşak tüylerini hissettiniz mi? Sanmıyorum. Ama ben salak değilim, sizin o terbiyesiz bakışınızdan aklınızdan geçen karanlık fikirleri okuyabiliyorum. Gerizekalı! Sen bir kere o ellerini cebinden çıkar. Bu açıklamadan şöyle bir sonuca ulaşmak da mümkün mü diyerek emniyet teşkilatı bünyesinde uyuşturucuyla mücadelede kullanılan cins cins köpeği çıkılan her görevden sonra geri götürülüp bahçeye mi saldıkları bir muamma olmakla beraber Cebrail’in narkotik şubeye uğramaması durumunda uyuşturucu baronlarını hoş göreceksek evimize gelene bin tekme diyerek en azından kafiyede empati yapalım. Merhaba. Nasıl olsa gideceğin için baştan söyleyeyim: Kendine iyi davran! (Gülümsüyor) Köpek ve melek ele alınmış iki zıtlık. Onun için köpek girer melek çıkar diye bir kabul yok. (Gülümsüyor). Din hocasına “cep-rail” tarifesi serbest mi diye sorduğunda bana “sus köpek” demesi espri... (Gülümsüyor) Benim hayat felsefem çok basit. Her canlıyı sevgiyle sev, anladın? Benimki dişi, ismi Polly. Bir gün göstereyim mi? (Gülümseyerek yüz felci geçiriyor) Metin P›narl› K›z›lmaske (Sütçü / Webdesigner, 45) (Mirasyedi, 36) Hayvan hakları eğer korunuyorsa, laik ve dini bir demokrasinin de altı çizilmelidir. Müslüman ve Hıristiyan alimlerini bir araya getiren öge tam anlamıyla budur. Öte yandan develerle, atlarla yolculuk ettiğimiz yılları hatırlayalım. Zor oldu değil mi epey geriye gidince? Tabii ki bilgisayar çağı ve Internet’in yaygınlaşması sayesinde. Köpeklerin bile dijital çiplerle donatıldığı günümüzde elbette ki o evde tüm dinler diyalog çerçevesi içinde yaşayabilir. Normalde şehre inemiyorum. Bilsem hazırlanırdım biraz. Ormanda televizyon pek çekmediği için ajans haberlerini izleyemiyorum, bu olaydan bihaberim. Dedem benim paşaydı. Bu üzerimdeki dedemin askeri tören kıyafeti. Rahmetli dedem babama bırakmış, babam da kilo alınca bana verdi. Pigmelerden allah razı olsun, terzilikleri çok temiz. Siz ne sormuştunuz? Köpek mi? Hahaha herkes gibi siz de hata yaptınız yalnız: “Şeytan” köpek değil, kurttur. Necati fiahenk (Koruma, 30) Nedir bu hayvan? İttir ya. İt ittir kardeşim. İt sokaklarda dolaşacak, çöp eşeleyecek, havlayacak, koşacak. Onun doğası böyle. Ama sen ona niye tasma takıyorsun ki. Sonra “Yapma Fifi, hemen buraya gel Fifi”. Fifi ne anlasın, senin Fifi sokak köpeği bir kere. Bunu çok eve sokmaya gelmez, hayvan açık araziye alışmış, fazla yaşamaz o. Sen hayvan mısın ki hayvanla aynı yerde yaşıyorsun, ahır gibi? 18-24 Kasım EKfi‹ Asansöre yaln›z binen çocu¤a üç y›l a¤›r hapis! stanbul, Moda Balözü Sokak’ta bulunan Türk İleri Apartmanı’nın asansör talimatnamesine uymayan küçük A.K. (11) talimatnameyi yazan apartman yöneticisi emekli Korgeneral Fahik Ürün tarafından kurulan mahkemede Minik A.K., asansörle oynama merak›n›n faturas›n› ac› ödedi. üç yıl ağır hapis ve ömür boyu asansörlerden men cezasına çarptırıldı. Asansör Talimatnamesi’nin “12 yaşından küçük çocukların velisi olmadan asansöre binmesi yasaktır” şeklindeki 8. maddesi ve “Asansörü gereksiz yere meşgul etmek yasaktır” şeklindeki 23. maddesine muhalefetten önceki hafta hakkında tutuklama kararı çıkarılan A.K.’nın yaşının küçüklüğü sebebiyle beraat etmesi ve tutuksuz yargılanması kararı da yine Ürün tarafından reddedilmişti. Olay hakkında konuşan Ürün, “A.K.’nın asansör ile alakalı yasadışı faaliyetlerinden uzun zamandır haberdardım. Lakin önceki yöneticinin asansör talimatnamesini takip ve uygulamadaki lakaytlığı ve umursamazlığı sebebiyle bu faaliyetleri cezalandırmak mümkün olmuyordu. Şu an Magosa zindanlarında yatmakta olan eski yöneticiyi bir ay önce uyardım, bir nota verdim. A.K.’nın faaliyetlerine eğer bir son verilmezse olacaklardan mesul olmadığımı belirttim. Bana ‘Sen de kim oluyorsun?’ gibisinden yanıtlar verdi. Ben de apartmanın kapısında mevzilenmiş güvenliğimden sorumlu muhafızlarımı topladım, yöneticinin dairesine baskın yaptım. Böylece yönetimi devraldım. İlk işim 4. kattaki Nurgül Soğukoluk isimli kadının fuhuş faaliyetlerine son vermek oldu. Onu kovdurduktan sonra A.K.’yı nedensiz yere asansöre tek başına binerken suçüstü yakaladım. Kurduğumuz mahkemede aldığımız kararlar apartmanın ve asansörün huzuru, bekası içindir. Sonuna kadar arkasındaydım” dedi. Basın açıklamasından sonra lakabının “Asansör” olduğu ve bir arkadaşına danışmak üzere Marmaris’e uçtuğu öğrenilen Ürün, Amerika’dan yeni gelmişti. Olay hakkında konuşan apartman sakinleriyse kararı ve yeni asansör talimatnamesini yüzde 90 oranında onaylayarak “Askerimize emekli de olsa güveniyoruz” mesajı verdi. İ Futboldan anlamayan kad›n Saçmalama ailesinden anlay›fl bekliyor Borkan! Y T eliz Gülgün 23 yaşında, üç yıllık evli ve çocuklu bir ev hanımı. 23 yıllık hayatı boyunca futbola sadece çevresindekiler sevdiği için ilgi gösteriyor gibi yapmış ve sadece gollerde ve milli zaferler sonrası yaşanan kutlamalarda coşkulu katılım göstermiş. Yeliz Gülgün evlenince bu tavrını eşine karşı da devam ettirerek uyumlu olmak istemiş. Ne var ki uyumlu olmak için eşinin takımını tutan Yeliz Hanım bu oyunu tek taraflı sürdürmekten bıkınca sesini yükseltmiş. “Eşler arası eşitlik istiyorum” diyen Yeliz Hanım evlerinde yaşanan reform hareketini bakın nasıl anlatıyor: “Bir gün yine eşim bana bir ofsayt pozisyonundan bahsetmeye başlarken aklıma bir fikir geldi. Sabırla konunun bitmesini bekledim. Konuşması bitince kendisine Yalan Rüzgarı’nda Cil ile Tom’un arasındaki sorun- dan bahsetmeye başladım. Ağzını yüzünü ekşitti. Görmemiş gibi yaptım. Cil’in Tom’dan sakladığı sırrı, ondan habersiz büyüttüğü bebeğin de aslında Riçırd olduğunu öğrenmesi halinde neler olacağını anlattım. İlgisiz kalınca, susmadığımı görünce, ‘Ya of nasıl Gülgün Ailesi gergin günler geçirdi. izliyorsun bu saçmalıkları, ne saçma üf müf’ deyince ellerimi ayaklarımı bir titreme aldı. O sinirle kafasına yoğurtlu bakla çanağını geçirdim ve ben de senin futbolunun, maç sonrası kritik ve analizinin hastası değilim dedim. Bu evlilik biter dedim. Dondu kaldı. Sesini çıkaramadı.” Bu olaydan sonra yataklarını ayırarak psikolojik savaş başlatan Yeliz Hanım’ın eşi bu baskıya sadece 48 saat dayanabilmiş. Bir gün Yalan Rüzgarı izlerken yanına oturup “Hangisi Cil? Sen hangisini tutuyorsun?” diyerek sempati toplamaya çalışan kocasını hemen affeden Yeliz Hanım son durumu şöyle anlatıyor: “İzlediğinin çoğunu anlamıyor. Sadece ben cıkcıkladığımda o da anlamadan cıkcıklıyor. Bir de kocam işe girerse tabii daha iyi olacak. Webdizaynırlık karın doyurmuyor.” 5 ürkiye, bir haftadır “sıradaki şarkı” kriziyle çalkalanıyor. İlk albümünde gelmiş geçmiş en büyük kelime oyunlarından bir tanesine imza atarak kasetin B yüzünün ilk şarkısına “Sıradaki Şarkı” ismini veren genç popçu Borkan Tugur, Kral TV izleyicilerinin nefretini bir anda üzerine topladı. Yıllardır birbirlerine sıradaki şarkıyı yollamaya alışmış izleyiciler, Borkan’ın bu oyunu sonucu neye uğradıklarını şaşırdı. 19 yaşındaki Y.B., durumu şöyle anlatıyor: “Bir pazartesi sabahı, her zamanki gibi kalkıp Kral TV’yi arayarak sevdiceğim için sıradaki şarkıyı istedim. Çalan şarkı Borkan Tugur’a aitti. Sıradaki şarkıya gelindiğinde gene aynı şarkı çalmaya başladığında kanım dondu”. 22 yaşındaki C.G. ise kız arkadaşı için iki sonraki şarkıyı istemeye çalıştıysa da başarılı olmadı. Borkan Tugur’un üç milyon satan albümü “Kelime Oyunları” ve şimdiden “Dünya müzik tarihinde klibi televizyonda en çok döndürülen şarkı” unvanını eline geçiren şarkısı “Sıradaki Şarkı”, müzik marketlerde. Albümdeki şarkılardan bazıları ise şöyle: “Verme Lorant”, “Torik Amos”, “Emmesen Mesencır”. 6 EKfi‹ 18-24 Kasım spor Spiker aran›yor! Naklen maç yay›nlar›nda spikerin yar›m b›rak›p tamamlayamad›¤› cümleleri k›vrakl›kla tamamlay›p spikere h›zla sufle edebilecek eleman aran›yor. Adaylar›n afla¤›daki örnek yar›m cümleleri tamamlay›p özgeçmiflleriyle birlikte TETV Genel Merkezi’ne baflvurmalar› gerekmektedir. ASTROLOJ‹ Koç (21 Mart-19 Nisan) Torununuzun Vatandaşlık Bilgisi ödevine yardım ederken şans eseri “İhtiyar Heyeti”nin işleyişini ve üyelik şartlarını öğrendiğinizde, köyünüzün ihtiyar heyeti üyeliğine adaylığınızı koymak için 93 yaşına kadar beklemeyi seçtiğinize pişman olacaksınız. Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s) “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” her Türk’ün çocukluğunda öğrendiği yaygın bir tekerleme olsa da sizi teşhircilikten gözaltına alan polis memurlarını dilimizde “Kasım zorlukları aştırır, sokakta çırılçıplak dolaştırır” şeklinde bir tekerlemenin varlığına ikna etmekte güçlük çekeceksiniz. ‹kizler (21 May›s - 21 Haziran) Hüseyin topa taca çıkmaması fakat... Erkut sağdan sola doğru kendisine göre sağ ama sol olarak... Top kaleciyi yalayarak... Çok güzel bir şut, ama aynı güzellikte Hasan’a... Serter bastı topa döndü, kendi ekseni... Uluslararası ilişkiler ve Türkiye’nin taraf olduğu ikili anlaşmalar konularındaki fütursuz cehaletiniz bu hafta iş arkadaşlarınız ve yakın çevreniz tarafından ayıplanacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olduğunuzu hatırladığınızda, ister istemez onlara hak vereceksiniz. Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz) Şair her ne kadar “Antep sıcak / Antep çetin yerdir / Antepliler silahşor olur / Antepliler yiğit kişilerdir” demişse de siz bu hafta Nazım Hikmet’in uyarılarına kulak asmayıp Antepli bir genci kebabınıza fazla yoğurt koyduğu için öğlen 12’de şehir meydanında düelloya davet edeceksiniz. Eğer önce sıcaktan ölmezseniz, Antep’ten “Birden bir kurşun gelip / Kafasını aldı” dizeleriyle uğurlanmanız olası. Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos) Gol kaçakç›l›¤›ndan tutuklanan forvet isyanlarda eçtiğimiz sezon takıma dum, birden ense köküme bir darbe transfer olan fuleli H.Ş. yeve tutuklandığımı hissettim. ‘Kime ni takımına büyük hayalleratıyon lan sen o golleri?’ suçlamalale gelmişti. Taraftarın gözbebeğiyrı ile karşı karşıya kaldım. Kaçırdıdi. Fakat son haftalarda kaçırdığı ğım golleri ben kime atayım yahu? gollerle taraftara saç baş yoldurup Hiçbir şey anlamadım” diyerek ağkel bırakan H.Ş., dün gece gol kaladı. H.Ş.’nin kaçırdığı goller yüçakçılığından emniyet görevlilerinzünden komple kel kalan taraftarce kıskıvrak yakalanlardan birinin H.Ş.’yi dı. Dertli forvet, “Taispiyonladığı gelen kım olarak iyi durumduyumlar arasında. dayız. Fuleliyim ve Perukla maçlara gelyırtıcıyım. Ama moramek zorunda kalan lim bozuk. Her futtaraftarlardan en sekbolcu gol atmak ister. sisi “Misal ben aslınGol kaçırdığım doğru. da esmerim. Lakin Ama sahada olan saperukçuda bir tek bu hada kalır. Ben iyi bir kızıl saç kalmıştı, alinsanım. Maçtan sonmak zorunda kaldım. ra içim rahat, golleriMahallede sürekli laf mi kaçırmışım, duşuatıyorlar. ‘Hastayım mu almış gidiyor- H.fi. kabiliyetsizli¤inin kurban› oldu. ulan sana kızıl’ diyor- G lar. Kavgacı biri olup çıktım. Özgüvenim de sıfır. Bir de daha şimdiden madara olduk diğer takım taraftarlarına. Açmışlar pankartı bak bu maç hemen, ‘İyi bakın keltoşlar!’ diye. Sonra da 40 bin taraftar aldılar ellerine taraklarını şıkır şıkır gür saçlarını taradılar. Utanç verici bir durum bu” diyerek gözüne giren saçlarını savurdu. Emniyette ifadesi alınmak üzere ekip otosuna bindirilmeye çalışılan H.Ş., kel taraftarların uzun süreli protestosuna maruz kaldı ve masum bir surat ifadesi takınarak hafif de hırslı bir şekilde yumruk havaya yaptı. Fakat taraftarların büyük bir kızgınlık içinde peruklarını çıkarıp kel kafalarına tokat şaklatmaya başlaması H.Ş.’yi gözyaşlarına boğdu. Ekip otosuna uzanarak ağlamaya başlayan H.Ş. zor sakinleşti. Maç öncesinde “galibiyet” parolas›n› kapt›ran tak›m hezimete u¤rad› irinci amatör kümede şampiyonluğa oynayan Mardinspor ile ligin dibine demir atan Kartalspor arasındaki maç, futbol camiasında şok etkisi yarattı. Mardinspor lehine 23-0 sonuçlanan maç sonrasında Kartalspor Teknik Direktörü açıklama yapmazken, Mardinspor Kulübü Başkanı Lütfü Yılmaz, “Sezon başından beri her maça galibiyet parolasıyla çıkıyorduk. ‘Bu parolanın bulunması çok kolay; bir gün kaparlarsa, başımız çok ağrır’ diyerek teknik direktörümü- B zü defalarca uyardım; ama bir türlü dinletemedim. Sonunda parolamızı kaptırdık ve bu hezimet yaşandı. Yarın ilk işimiz, kulüp binasının etrafına firewall ördürmek olacak. Önümüzdeki maçlara da ‘89nhy1rp’ gibi bulunması zor bir parolayla çıkacağız” dedi. Yılmaz, böyle karmaşık bir parolanın maçın sonucuna nasıl yansıyacağını çok merak ettiğini de sözlerine ekledi. Bu arada, Mardinspor teknik direktörünün “Bu sonucu ‘hack’ ettik” demesi de dikkatlerden kaçmadı. Aslan burcuna layık görülen amblem soldaki “sinsi sperm bozuntusu” olduğu sürece, yıldızlar bu haftaki falınızı okumayı reddediyorlar. Aslan hayvanlar aleminin kralıdır, Aslan burcu da asil ve vakur bir burçtur, o ne biçim amblem öyle, solucan gibi? Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül) Bu hafta çarşamba günü tanışacağınız kişiyle çabucak birbirinize ısınacak ve ilerleyen günlerde rüya gibi bir aşk yaşayacaksınız. Ne yazık ki yaşayacağınız aşkın benzediği rüya, kendinizi coğrafya dersi sözlüsünde tahtanın önünde çırılçıplak bulduğunuz ve de sınıf arkadaşlarınızın sizi parmakla gösterip anıra anıra güldükleri rüyanız olacak. Terazi (23 Eylül - 22 Ekim) Özbilinci yüksek fareler yetiştirmede kuşkusuz çok başarılısınız. Yine de farelerle yaptığınız deneylerin bilim dünyasına faydalı olması açısından bulgularınızı beraber çalıştığınız fareler yerine alanınızda uzman diğer bilim adamlarıyla paylaşmanız daha uygun olabilir. Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m) Bu hafta Vikinglerin son 800 yılda çıktıkları ilk denizaşırı seferi sizin evinize düzenlemeye karar vermeleri, hem denizcilik otoritelerini hem de sizin yağmalanmaya değmeyecek kadar ucuz mobilyalarınız olduğunu bilen komşularınızı çok şaşırtacak. Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k) Merak etmeyin, sizi iş hayatınızla ilgili hayallerinize ulaşmaktan, tüm emellerinizi gerçekleştirmekten alıkoyan çekingenliğiniz, beceriksizliğiniz veya tembelliğiniz değil. Asıl sorun, ne zaman patronunuzun huzurunda bir proje sunmaya başlasanız etrafa yaydığınız keskin ter kokusu. O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak) Bu hafta Teksas’taki bir poker turnuvasında blöf yapmanızın yol açacağı talihsiz kazalar zinciri, “Yalandan kim ölmüş?” sözünün retorik bir sorudan ibaret olmadığını elim bir şekilde ispat edecek. Birkaç yıl boyunca oldukça komik bir şehir efsanesinin öznesi olacağınızı bilmek belki bir teselli olabilir. Kova (20 Ocak - 18 fiubat) Veresiye baktırdığınız kaçıncı fal oluyor bu Kova Bey, Kova Hanım? Takdir edersiniz ki biz yıldızların da geçindirmemiz gereken süpernova yıldız ailelerimiz, ödememiz gereken kozmik borçlarımız var. Üç vakte kadar bu borçları kapatmazsanız, korkarız uzun bir süre falsız kalacaksınız. Bal›k (19 fiubat - 20 Mart) Bu hafta Hürriyet’in pazar ekindeki “En iyi 10 orta yaşlı, kepçe kulaklı, Lise 1’den terk, kekeme baharat tüccarı” listesinde isminizi görmek gününüze neşe katacak. Fakat, yedi aydır peşinde oldukları seri katilin orta yaşlı, kepçe kulaklı, kekeme bir baharat tüccarı olduğundan şüphelenen detektiflerin resminizi gördükten sonra akşamüstü kapınızı çalmaları, neşenize gölge düşürebilir. aylin asl›m karanl›k buster keaton flemdinli olaylar› killing me softly 45’likler zagor Berkay Bu¤dano¤lu ‹stanbul’da do¤up büyüyen Berkay Bu¤dano¤lu, flu anda e¤itimine Amerika’n›n Baltimore flehrinde devam etmektedir. Di¤er çal›flmalar›na http://neizen.deviantart.com/ adresinden ulaflabilirsiniz. 8 EKfi‹ 18-24 Kasım söylefli Nemrut göründü¤ümün fark›na bu yaflta vard›m ‹lk albümün canl›lar›n› yaparken çok fazlaca düzenli ve evcil bir iliflkim vard›. O yüzden de sahnede çok daha ç›lg›nd›m. Bütün hayat›mda böyle oldum. Çünkü yaflam tarz›n yapt›¤›n her fleye yans›yor, ifline de, yaz›na da, sahnene de... Aylin, önümüzdeki sene sahnedeki 10. yılın doluyor. Ne iş? (Gülüyor) Ne iş? 17-18 yaşından beri ortamlardasın. 10 sene sahnede bulunmuş biri gibi görünmüyorsun. Nasıl tekamül ettin? Bu macerayı azıcık anlatsana. Benim sahneye ilk çıkışım 1996’nın Mayıs ayına denk geliyor. O zamanlar her Perşembe çalıyorduk. Biz çalarken bir akşam polis barı basmıştı. Sahneden inip kaçmıştım. Çünkü 21 yaşını doldurmak gerekiyordu o zaman, hâlâ öyle mi bilmiyorum. Ne iş dersen, valla ince bir iş. İncelikle hayali kurulmuş bir iş. Ben bu olaydan önce de şarkı söylemeyi sevdiğimi biliyordum. Ve kendimi en küçük hatırladığım yaştan itibaren, yani dur durak demeden şarkı söylüyordum. Aile arasında bu kız şarkı söylesin; radyo karşısında, TRT karşısında şarkı söylemek gibi bir şeyim yoktu, ama tek başımayken söylerdim yani. Yine de sahneyi seveceğimi bilmiyordum. Hatta ilk çıktığımda epey bir heyecanlanmıştım, bana gelip şarkı söyler misin dendiğinde. Sen kurmadın yani grubu? Hayır, bana geldiler. Zaten yaşları büyüktü hepsinin benden. Ben de şarkı söylemeyi seviyorum nasılsa. Ama bir sene filan arkam dönük şarkı söyledim. Öyle de utanıyordum. Hâlâ da bu utangaçlığım vardır. Biraz çelişkili, ama öyle. Söyleyeceğim, ama kapının arkasından söyleyeceğim. Ama dinleyeceksiniz beni derdim. Aylin sen kaç yaşındasın? İstanbul’u çok sevdiğini ve çok ev değiştirdiğini biliyorum. Aile neredeydi bu arada? Ben 76’lıyım. Ailem buradaydı, ama ben 18 yaşımda onlardan ayrıldım ve galiba şu anki benim 17. evim. Öyle bir problem durumum var. Ama ben eve çıkmaya karar verdiğimde Boğaziçi Üniversitesi Uçaksavar Kampusu’nda öğrenciydim. İngilizce öğretmenliği okuyordum. İlk karşıya taşındım. Hemen sonra da bu tarafa, Beyoğlu’na taşındım. O zamandan bu zamana bir sürü ev değiştirdim. Şunu çok inanarak söylüyorum. Yaşadığın müzik senin fena halde içinden geliyor, inanarak söylüyorsun. Çok havasına giriyorsun, çok melankolik bir yerdeysen öyle bir adam olup çıkıveriyorsun. Bunun nedeni ne? Uçaksavar Etiler’e yakın bir yerde. Ben ise Zeytin ile Kemancı’da söylerken çok kızgın performanslar oluyordu. Çok sıkıcıydı. Hiç parçası olmadığım bir yerdi. Ama bir deşarj söz konusuydu. Daha sonra ise ilk albümün canlılarını, yani canlı performanslarını yaparken çok fazlaca düzenli ve evcil bir ilişkim vardı. O yüzden de sahnede çok daha çılgındım. Bütün hayatımda böyle oldum. Çünkü yaşam tarzın yaptığın her şeye yansıyor, işine de, yazına da, sahnene de... Ama Beyoğlu, yani evimin olduğu yer bu aralar çılgın değil de daha çok vahşi, kaotik, acımasız, hoyrat bir yer gibi. O yüzden sahnede de böyleyim. Sahnede sözleri karıştırdığın, guguk gibi kalakaldığın oluyor mu? Büyük hatalarım olmuyor. Eskiden olduğunda böyle kalakalırdım, dururdum (gülüyor). Ama şimdi öyle kalakalmıyorum. Sözleri unutursam gerektiğinde uyduruyorum. Haftalardır, aylardır söylediğin şarkının sözlerini otomatikman söylüyorsun aslında. Ama eskiden böyle bir şey olduğunda beynim dururdu. Ve duracağını birkaç saniye öncesinden hissediyordum. Geliyor... şarkı ilerliyor... sonraki dize yok aklımda. Ne yapacağım? O sırada bazen alkış oluyor ve ben gülüyordum tabii. Müziğe uygun sesler çıkarıyorum bazen. Ya da böyle unuttuğumu anladığım zamanlarda hemen yanımdakilere dönüp “Neydi lan?” diyorum. Bir kurtarma operasyonu oluyor yani. Ama boş boş baktığım da çok olmuştur. Genel olarak kadın olmakla, Türkiye’de kadın olmakla ilgili bir meselen var. Olmaması gerçi abes olurdu ya... Fiziksel ve müziksel değişiminde de çok ciddi bir kadınlık hali var. Neden? Doğru, var. Neden bu kadar altını çizmek zorundayım? Bu soruyu soran kadın gazeteciler bile oldu düşünebiliyor musun? Bir ben böyle düşünüyorum herhalde demeye başlamıştım. Ne sebepten üstünü başını parçalıyorsun dersen o kadar çok şey var ki. Şimdi hangi birini, nasıl sığdıracağız? Çok klişe bir şey olacak, ama her şey erkeklerin elinde ve her şey onların emrine göre dizayn edilmiş durumda. Böyle olduğu için en ufak bir yerinden baktığında ve bu işe uyandığında “Bu ne be?” diyorsun. Küçüklükte alınan aile terbiyesinden tut, büyüyünce kızlar öyle yapmaz ama erkekler yapabilir gibi şeylere kadar. Sana bunu sorma nedenim şu: Kadınlar dövülüyor, eziliyor, evet, ama Aylin Aslım olduğun için, kadınlıkla ilgili her şeyi diğerlerine göre çok daha rahat yaşıyorsundur. Onlara nazaran evet. Ancak işin kötüsü, kentli kadınlar da eziliyor, dövülüyor; bunlar kentin dışındaki olaylar değil. Kentin bizzat içindeki insanlar bunu yaşıyor. Zaten beni delirten nokta o. Kadın işine gidiyor, parasını kazanıyor, bir yandan çocuğunu doğuruyor, onu büyütüyor, çamaşırlarını yıkıyor, evi çekip çeviriyor, aynı zamanda dayak da yiyebiliyor. Aldatıldığını bile bile devam edebiliyor mesela. Bir sürü örnek... İşin bence kötü tarafı bu. Köyde ve ezilmiş, okumamış bir kadın olması gerekmiyor bunları yaşaması için. Ki bahsettiğimiz şey sadece koca dayağı, baba dayağı da değil. Sokakta tek başına rahat rahat yürüyebilmekten gece geç vakit taksiye binerken endişe duymamaya kadar. Kadın olmak, doğası itibariyle, yanılıyorsam beni düzelt- neşeli bir şey. Erkek olmak ciddi oysa. Her yerde bunun yansımasını görebilirsin. Örneğin Aylin Aslım Sütlü diye yapı vardı, onlar da benim daha önceden yazdığım şarkıların rock versiyonlarını yapmış bir gruptu. Benim şarkılarımın bestesine katkıda bulunmuş insanlar değillerdi. Aylin Aslım Sütlü diye bir proje yaptık. Neden Aylin Aslım Sütlü? Şimdi bu ne demek oluyor, ne gerek vardı Sütlü’ye? Zaten çalamıyorlar gibi birçok şey oluyor. Tayfa olayı olduğunda da “Ne şimdi bu? Kızları almış yanına. Zaten çalamıyorlar, işte gitarist şöyle, basçı böyle” deniyor. Biz de gülüyoruz. Ayça’ya sor, aylar öncesinden “Kızlar buna hazırlıklı olun ve bunun moralinizi bozmasına izin vermeyin” diye konuşmalar yaptık saatlerce. Müzisyenlerin bile aralarında bu var. Aslında çok şaşmamak lazım. Rock zaten maço bir müzik. Müzisyenlerin de ince ruhlu adamlar olduklarını tahmin ediyorsun, ama öyle değil. Senin arkandaki kızların promosyon olmadığına inanmak istiyorum. Senin röportajlarında arkaya böyle dekor gibi geçip durmalarına çok bozulan insanlar var. Valla ben şöyle diyeceğim artık, çünkü ne desem boş: Kişi kendi gibi bilirmiş herkesi. Yaptığım Aylin Aslım ile Beyoğlu’nda, Naregatsi Kafe’de buluştuk. Buradan o tavanda asılı duran vitrin mankenine sesleniyorum: Oturup kalkarken elli defa kafamı vurdum sana. Ve donuk zekalı oldum. Teşekkür ederim! Aylin ile çok zevkli bir söyleşi yaptık. Misafirlerimizin önünde rezil olmamak için yemek yerken azami dikkat sarfetmekten monşerleşmiş, çayır züppesi haline gelmiş benliklerimizle gördük ki Aylin Aslım dünyanın en güzel kahkaha atan insanıymış. Bir okyanusa merhaba der gibi, bir çiçeği okşar gibi, kafa atar gibi... söylefli her şeyi öyle düşünen insanlar var. Demek ki onların kafası ilk ona çalışıyor. Ben başka diyecek bir şey bulamıyorum. Dekor mevzuu da çok komik abi. O, çok bilinçli olarak, Şafak Ongan’ın çok isteyerek, çok hayalini kurarak yapmak istediği bir şeydi. Beğenilir ya da beğenilmez, “Ben böyle bir şey düşündüm abi, bu geyik olsun, onlar arkada hiç ilgilenmesinler, takılsınlar, havaya baksınlar, aralarında konuşsunlar, bilmem ne...” gibi bir havada çekildi. O kadar abartmışlar ki, ben o kadar egosentrik olmuşum ki... Ulan birlikte çaldığım insanlar bunlar. Sevdiğim ve seviyor olmam gereken insanlar. Sanki eziyormuşum gibi. Evet, eziyorum, her gün iki posta dayak atıyorum! (Gülüyor) Senin ilk albümün de dahil her şeyin, her zaman rock mıydı Aylin? Yani çok rock bir tavrın var mıydı? Bunu görüyorum. Demin konuştuğumuz, kadın olmanın şöyle bir tarafı var. Biri neşeli; biri de fabrikasyon, tasarlanmış, çiğ, iğrenç, makyajlı, kokoş. Sende hiç bu yok. Bunu nasıl anlatıyorsun? Evet. Anlatamıyoruz bunu. İnsanların böyle düşünmelerine şaşırmıyorum. O kadar çok öyle düşünen ve davranan insan var ki. Ama madem üzerine konuşacak kadar ilgileniyorsun, biraz araştır, o zaman göreceksin. On yıldan beri ne yaptığım çıkacak. Kendime bakmayı hiç beceremem, kötü bakarım kendime. Ama mesele kişiliğimi daha ön plana çıkarıp olayları koparmak veya olduğun gibi kalmak... İkisi arasında tercih yapmak nasıl bir şey mi diye soruyorsun? Bilmiyorum, biraz kafa olmak, biraz da iç içe geçmekle ilgili, yani yapısal. Senin nasıl biri olduğunla ilgili. Ne bileyim çekim mekim yoksa sokağa çıkarken makyaj yapmak aklıma bile gelmez. Kafama frapan giymek eserse, onu yapmak benim için eğlencedir. Ama genelde makyaj yapmam, bu bile benim çok makyajlı halimdir (Bir mermer duvar kadar sade görünüyor). Makyajsız, kotla vs... Aklıma gelmez öyle bir varoluş şekli. Ama onu seven insanlara da kızmıyorum, onu seviyordur, makyajı seviyordur... O sanrıya ne sebep oluyor? “Kadın şarkıcı böyle bir şey, o zaman ben de böyle olayım” diyor. Konu hakkında başka bir fikir üretememişse o güne kadar, gördüğü şeyi referans alıyor. Bu, sebep oluyor herhalde. Bu konuda hem dünyadan hem Türkiye’den konuşacak çok şey var aslında. Türkiye’de kadın şarkıcı dedin mi silikonlu memeler, röfleli saçlar, bol makyajlı Deniz Akel klipleri hatırlanıyor. Onu öğrenmişler ve gördüklerini tekrar ediyorlar. Aynı şekilde güzel kadın dendiğinde bugüne kadar sunulmuş şeyler insanın beyninde bir şekil oluşturuyor. Mesela son bilmem kaç senedir güzel kadın eşittir zayıf kadın inancı var. İnsanların algılarının nasıl bozulduğunu gördük. Zaten farkındaydım, ama her yerde zayıf kadın dışında kimseye güzel denemeyeceği söyleniyor. Çünkü herkes böyle düşünüyor ve sen de böyle düşünmelisin. Çünkü her gördüğün yerde, her baktığın filmde, televizyonda, dergide güzel kadın böyle veriliyor sana. Ve sana verileni sevmeye kendini koşullandırıyorsun. Okusan baksan benim için de 45 kilo almışım gibi yorumlar var mesela. Sanki ben vücut ağırlık endeksimle piyasaya çıkmışım gibi... Peki şunu öğrenmek istiyorum: Umut ediyorum ki kendinle barışık bir insan falan değilsindir. Değil- sen, nasıl olmadığını bir anlatsana. Kendinle kavganı, kendini kendine karşı mağlup hissettiğin tarafını? Şuramı beğenmiyorum gibi değil. Sahiden içimdeki şu şu odalara giremem, Allah kahretsin dediğin. Valla hiç kendimle barışık değilim. O ideal bir şey, ama aynı zamanda yalan. Keşke uçak da olabilsek, ama olmuyor. Kendimle ilgili olarak ben en çok, başıma belalar açtığımı düşünüyorum ve kendime çok kızıyorum. Hayatımda en büyük golleri güven ve iyi niyetten yemişimdir. Çoğu zaman aslında fark etmem gereken şeyleri fark etmediğimi, fark etmem gereken yerde koyuverdiğimi, daha sonra baktığımda adam “Sana kazık atıyorum, atacağım” sinyallerini verdiği halde onları görmek istemediğimi görüyorum. Adamdan kastım hayatımdaki erkek değil, kadın da olabilir, iş yaptığım biri de. Yani sorunum insanları direkt 1-0 galip başlatmak. En büyük golleri buradan yemişimdir. Kronolojik büyüme sonucunda senin aslında önce bu albümü, ardından ilk albümünü yapmış olman gerekmiyor muydu? E, tabii. Ama benim yaşadıklarımı düşünürsen çok normal. Olaylar bariz buraya doğru götürüyordu. Çünkü o albüm “ben oldum”dan ziyade daha melankolik, daha sakindir. Aslında o yaşın ruhuna uygun geliyor bana. Çok böyle kendi içinde boğulmuş birinin sayıklamaları gibi gelmişti -tabii bunu iyi anlamda söylüyorum. Çok aşırı, kendi içine düşmüş bir insanın... Ama bakıyorsun ki hayat sadece senden ibaret değil. Bir sürü şey olup bitiyor etrafında. Seninle ilgili mükemmel bir satır gördüm: Almancı, işçi çocuğu... Annenlerden çok küçük yaşta ayrılmak zorunda kalmışsın. Kusura bakma, hayatına psikolojik bir mızrak sokuyorum ama... Senin hayatını yazmak lazım be abi? İşçi çocuğuyum, evet. Annemler Almancı. Ben Almanya’da doğdum, 1,5 yaşımdan beri Türkiye’deyim. Bakıcı mevzuuyla uğraşmamak için anneannem baktı bana. Ben 11 yaşımdayken annem geldi sonra, 12 yaşındayken de babam. Tabii anneyle büyümemek bir çocuğun başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. İnsanın ruhunda asilikler yaratabilir. Psikoloji anlamında okuduğum şeylerden bunun sonucuna vardım. En azından 0-5 yaş arası anneyle büyümemek bir insana yapılabilecek en büyük kötülük bence. Çünkü o boşluğu hayatın boyunca, istersen Michael Jackson ol, dolduramazsın. Ailemle bu konuları çok konuşmadım tabii. Onlarla sert ya da somut olarak yüzleşmek istemiyorum. Çünkü bunun hesabını sormak, onlara sadece büyük bir vicdan azabı olarak geri dönecek. O yüzden sormak istemiyorum. Aslında bundan pişman olduklarını biliyorum. Ben zaten hayatımı yazacağım. Bir roman değil tabii, ama hikayeler düşünüyorum. Şu anda henüz bir şey yazmadım. Annemde, anneannemde çok ciddi malzeme var. Benimki de fena değil. O yüzden birbirine bağlı, ama kopuk kadın hikayelerinden oluşan bir hikaye kitabı gibi bir şey var aklımda. Aylin sende şimdi, burada, hemen şu anda dans edecek yetenek görüyorum. Doğru mudur? (Gülerek) Doğrudur. Genelde şöyle olur. Yapmayın, çekmeyin beni bu kebap platformunda deyip ondan sonra da ışıklar yanmış, bekleyen bir kişi vardır daha, yerleri sü- pürüyorlardır birileri. İnsanların aşırılıkları işte... Bundan sonra Gülyabani yolunda ilerleyip rock’a, rock haline devam mı? Bundan sonra da rock’a devam. Rock’ın bir üst hali. Ama onu çok tanımlamak istemiyorum. Çünkü nasıl bir şey yapacağımı şimdiden tanımlayıp onun içine uymaya çalışmak istemiyorum. Bir sonraki albümde nasıl bir şey olacağını bilmiyorum, ama rock’a çok daha yakın olacak. Mesela benim için bir anda böyle oldu diyorlar ya, sanki benim hiç daha önce rock geçmişim yokmuş, ben rock müzikle şimdi tanışmışım gibi. Aradan beş yıl resmi olarak, gayri resmi olarak sekiz yıl geçti. Bana politikadan bahseder misin biraz da? Nedir politik görüşün? Çok saygı duyduğum ve ilham aldığım müzisyenlerin, “Müzisyen ada- mın politikayla işi olmaz” gibi düşünceleri beni hep hayal kırıklığına uğratmıştır. İsim vermeyeceğim, ama böyle bir ülkede böyle bir lüksün yok kardeşim. İsteyen üzerine alınsın, isteyen bana kızsın. Kadın şarkıcılarla ilgili olarak da benzer düşüncelerim var. Kadınların hayvan gibi katledildiği bir ülkede “Ben sadece aşk şarkısı yapmak istiyorum” demeye kimsenin hakkı yoksa ve vicdan azabı çekmesi gerekiyorsa, bence politika da gerekiyor. İnce ruhun varsa senin, müzik gibi ince şeylerin üzerine kurmuşsan hayatını, bu kadar hayvanlığın -hayvanlar bile bunu yapmıyor aslında-, bu kadar ekstrem şeylerin yaşandığı bir ülkede hiçbir şey olmuyormuş gibi davranman bana çok riyakarca geliyor. Müzisyenin politikayla işi vardır ve olmalıdır. Kime oy verdin mesela? 18-24 Kasım EKfi‹ 9 Valla çok oldu. Ne zaman oy verdik en son? CHP’ye verdim galiba, nefret ede ede. Belki de boş atmışımdır, hatırlamıyorum. Gerçekten hatırlamıyorum. İkisinden biriydi. Peki son bir soru. Aylin Aslım ve Tayfası konusunda sanki tayfa lafı kızlar ve davulcu için küçültücü bir şeymiş gibi bir kanı var. Bu konuda ne düşünüyorsun? Ben anlamadım o kanıyı. Böyle bir şey yok çünkü. Komik geliyor. Birlikte çalmaktan mutlu olduğumuz bir insan topluluğundan bahsediyoruz. Çalan memnun, söyleyen memnun, size ne oluyor? Şey de sen: “Evet var, her gün iki posta dövüyorum onları.” Ben artık bunu okuyucunun takdirine bırakıyorum. Söyleşinin ön hazırlığında yaptığı katkı için Ekşi Sözlük’ten velouria’ya çok teşekkür ederiz. 10 EKfi‹ 18-24 Kasım görüfl zmir’in Selçuk ilçesinin Şirince köyünde 19. yüzyılda yapılmış Vaftizci Yahya Kilisesi içinde, başını parmaklıklı pencereye dönüp sonra sol yana da bakıp, nişlerden birinde çeşme sandığın yerde durup delikten baktığında gördüğünü sandığındır. Bakar, bakarsın. Sonra karanlık sandığın da karanlık değildir. Gözlerini algı ötesine alırsın, yine bakarsın ve görürsün karanlığı. Aslında onun da içinde binlerce renk olduğunu ve bir iki küçük ışık parçası olduğunu. Karanlık sandığın tüm evreni içinde tutan yataktır. Bilinmeyene karanlık; karanlık hissine de olmayan ölüm diyen insan canlısının oyunudur bu sınırlı göz algısı ile oynamak istediği... Ben gördüm, karanlık yok. Binlerce mor, lacivert tonu, mavi arası renk var bunda. Bilinmeyen, bilindik oldu. Karanlık sevdiğim oldu. Tüm ışıkları sen de söndür. Cesur ol, sen de bak, göreceksin elbet! medusa5 İ en tam olarak 2 Temmuz 1993, Cuma günü oturmuş televizyon izlerken “resmen” tanıştım karanlıkla. Daha önce de karşılaşmıştık kendisiyle, ama birbirimizi “görmezden gelmeyi” tercih etmiştik -ki bu da özellikle benim için çok kolay olmuştu. Şunu iddia ediyorum ki yuvanızda başınıza çöken “karanlık”, kesinlikle gerçek bir “karanlık” değildir. Çünkü “kendi” duvarlarınıza dokunarak, “kendi” mutfağınıza ulaşıp, “kendi” dolabınızdan “kendi” mumunuzu alabilir, onu da yine “kendi” çakmağınızla yakabilirsiniz. Ancak, kesinlikle ait olmadığınız bir yerde, en ummadığınız anda üstünüze atılıveren karanlık, gerçekten ürkütücüdür. Siz bu karanlığa yabancısınızdır, o da size. Ve maalesef her zaman sizden daha baskındır karanlık, daha hırçın, daha acımasız... Fakat kesinlikle daha güçlü değil! Çünkü bilirsiniz ki, kanınızı içmek isteyen, derinizi yüzmek isteyen, kafanızı koparıp evine götürmek isteyen bir “karanlık” sardığında etrafınızı, o bunu neden yaptığını bilemese de siz icabında kendiniz yanarak, icabında kendinizi yakarak, “aydın” latabilirsiniz onu. Daha sabırlı, daha erdemli ve daha güçlü olan sizsinizdir. Bu karanlık çok daha meşhur oldu şimdilerde. Öyle ki eskiden yılda bir görürdük kendisini (göremesek de varlığını hissettirirdi en azından), şimdi her akşam televizyonlarda yüzsüz yüzsüz arz-ı endam ediyor. “Karanlık” doğasından dolayı göremiyoruz belki onu ya da benim yaptığım gibi görmemeyi tercih ediyoruz. Oysa kendisi belki de kapı komşumuzda yatıya kalıyor. Yani diyeceğim o ki, karanlıkla aramızda büyük bir husumet var. Ya o bizi yiyip bitirecek ya da biz onu. Ama inanıyorum ki biz onu bitireceğiz. Kendimizi yakmak, yakılmak pahasına belki. neurovit Karanl›k Ç ocukluğumda kocaman bir iyi geceler öpücüğünün arkasında saklı olan lanetti karanlık. Annemin üstümü örtüşü sonrasında yanağıma kondurduğu öpücüğün ardından apansız geliverir, gecemi kaplayabildiği kadar koyu tonlarıyla kaplardı. Korkmazdım aslında ben karanlıktan. Çekinmezdim de karanlıkta kalmaktan. Lakin beni insanlardan ayırıyordu. O ayırış olmasa neden nefret edecektim ki ondan? O da benim gibi yaşamaya çalışıyordu. Bizler nasıl gündüzleri meydana çıkıyorsak o da meydana çıkmak için akşamları bekliyordu. Bu kadarcık şeyi çok B göremezdim ona, çocukça aklıma rağmen. Lanetti ama yine de. Günümü sonlandırıyordu, görüşümü engelliyordu, süt içmeme sebep olan bir şeydi ayrıca. Yatmadan önce mecburen süt içmek zorundaydık. Haliyle “karanlık=süt” gibi bir kavramımız da vardı. Artık karanlığı lanet olarak görmüyorum. Karanlıkta kalmaktan çekinmiyorum. Fakat çocukluğumu yine de özlüyorum. Sahip olduğum şeylerin sahip olamadıklarımdan çok olduğuna inanmadığım zamanları özlüyorum... hyperion şık mıdır rengi yaratan, yoksa renk hep mi vardır? İşin bilimsel yönünü bir tarafa bırakıp bu konuda ben de Can Baba gibi düşünmeyi daha rahatlatıcı bulmaktayım: “Her şey kendi dilince konuşur. Karanlık örtse de üstünü. Gecede devam eder renk. Ağacın dalında rüzgarda. Her şey kendi rengince konuşur.” Karanlık bu açıdan düşman değildir bana, bilirim ki yok etmez, sadece saklar bir süre - ki bu iyidir, sürekli ışık yorar insanı. Dolaşırken gecenin bir köründe karanlık koridorlarda korkmam, içim bile ürpermez, hatta keyif alırım şehrin çoğu uyurken yapılan bu ayrıcalıklı gezintilerden. Üstelik retinamdaki çubuk ve koniler alıştırdığında beni karanlığa, ışıklı görüntülere dair yeni bir oyun başlar kafamda bu yokluk provasında. Ayrımındayım ya nasılsa gün doğacak, aydınlanacak yine her şey, bu yüzden içim rahat. Beni tek ürperten ise ruhun karanlığı. İşte bu yüzden, yeter ki gün eksilmesin penceremden. fil hamdi sonunda beni kıskıvrak yakalamışlardı işte. Savunmasız ve gerçekten çaresizdim. Ayağa kalktım. Bir kaç titrek adım attım. Ellerimle bedenimi yokladım, zira onun bile yerinde durduğundan emin değildim. Gözlerim açık olmasına açık lakin kirpik seslerimden başka bir şey göremiyordum. “Bittin olm seeeen!!!” diye canhıraş bir ses duydum. Ardından “hahhahahah” diye kulakları sağır eden korkunç bir kahkaha şakladı beynimde. Artık bu kadarı da fazlaydı. Karanlık dile gelmiş, varoluşun en büyük korkularını üzerime salıyor, beni sindirmeye çalışıyordu. O an anlamıştım. Bu bir sınavdı. Gizem sadece masallarda yoktu ve ben onu yenecektim. Ağlamaya başladım. Bir adım attım. Hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. Çok uzaklarda küçük küçük ışıkları seçebiliyordum. Demek ki umut vardı. O sırada birden kendimi salonun duvarı ile burun buruna buldum. İçeri giren ev arkadaşım Bahadır’ı kahkahalar atarken gördüm. “Lan t&t durden. Cemal’in üstüne işedim lan yanlışlıkla. Adam meğer elektrikler kesilmeden önce tuvalete oturmuş kakasını yapıyormuş hahahhah” dedi. Ardından Cemal “ Nerde lan o i..ne!” diye odaya bir hışımla daldı. Ayağına az evvel kırılan bardağın camları batmıştı. Oracığa yığılıverdi. Bahadır bana “Sen niye ağlıyon lan duvarın dibinde?” dedi. “Karanlığın a...na koyim ben!” dedim. “Gizem sadece masallarda mı lan?” dedim. Yine ağladım. Karanlık olmayanı olduran, ilkel bir doğa icadıdır. En başından beri vardı ve sanırım en sonunda da o olacak. Netameli günler dileriz... travis and tyler durden A ürkçe paragraf sorularından bıkmamın bir sebebi de işte bunun gibi genel ve tam olarak tanımlayamayacağımız kelimelerdi. 99 ÖSS sınavında da şimdi olduğu gibi bu tür kelimelerin anlamını “Aşağıdakiler” arasında tam bulamıyor ve boş bırakarak bir sonraki soruya geçiyordum. O günlerde de “karanlık” deyince anlıyor, cümle içinde deviriyor, Tabu’da çıksa hemencecik anlatabiliyor ama “karanlık” kelimesiyle yalnız kalınca bir şeycik aklıma gelmiyordu. Bu tür kelimelerin çaresizliğiyle bin bir mafyöz yöntemlerle çözdüğüm matematik sorularını bu tür yanlışlara kurban ediyor ve “Darkness imprisoning me” melodisiyle kızgınlığımı gizleyemiyordum. Yıllar geçti, ama ne karanlık değişti ne ben. Dolayısıyla benim karanlık ve diğer “geneldönmezanlaşılmaz” kelimelere bakış açım da bu buhranlarla sınırlı kaldı. lifedom aranlık bana küçükken uyumak üzere gözlerimi kapadığımda, önümde beliren hareketli parlak noktacıkları hatırlatır. Bir kere göründüler mi, gözlerimi ne kadar sıksam da açsam da, kaybolmak nedir bilmez; baktığım her yerde peşimden gelirdi bunlar. Bu noktacıkların gözümün önünde dönerek şekilden şekle girip beni korkutmaya çalıştıklarına inanıyordum. Başarılı da olu- şık söndürülünce aydınlık nereye gider baba?” Çocukların sıklıkla sordukları sorudur bu. Cevabın karanlığın geldiği yere gider olması beklenir, ama çoğunlukla geçiştirilir bu soru. Karanlık insanlığın en temel sorunlarından biriydi ilk çağlarda ve hâlâ da öyle, hava kararınca ve etrafta aydınlanmak için herhangi bir cihaz yoksa, mesela kamp yerlerinde falan, bir ürperti gelir karanlıkla birlikte. Nedense tarifsiz nesneler karanlıkla örtüşür, çocukluğumuzun öcüleri hep gece gelir. Benim en sevmediğim kullanışı ise “şafak karanlık” şeklidir cümle içinde. Bir askerin tezkeresine ne çok kaldığını belirtir. Hep bir mum yakmak istenir ama elden bir şey gelmez. Ve ünlü filozof gelir aklıma: “Karanlığa küfredeceğine bir mum yak”. “Mumlara üflediler yarı aydınlanma dönemlerinde, iyi ki doğdun dediler, tavuk karası yalnızlığım” demiştim ben de bir zaman bir şiirde. Korkarım ben karanlıktan, annelerin dediği gibi, “Sabah ola hayrola”. siyah marti I zamanlar maceradan maceraya koşuyorum. Yorulmuştum. Oturup dinlenmek istediğimde üzerime bir karanlık çöktü, gözü yalayıp kör ediyordu, adeta bir karabasan gibiydi. Bazı karaltılar seçiyordum oraya buraya geçen etrafımda. Dizlerimi titreten bir korku vardı içimde. Bir cam kırılma sesi geldi. Dilim boğazıma aktı. Bağıramadım. Nereden geldiği belli olmayan ışık huzmeleri bir kılıç gibi ortamı çeşitli açılardan kesip gidiyor, ardından karanlık tekrar pençelerini saplıyordu böğrüme. Hareketsiz kalmış, hangi yöne gideceğimi bulamıyordum. Onca yılın ardından, en O yorlardı üstelik. Zamanla onların da bir zaafı olduğunu keşfettim: Aydınlık. Karanlıkta rüyalarıma girecek kadar ürktüğüm bu mahlukatlar, aydınlıkta yarasalar gibi kaçışıp dağılıyorlardı. Uykumu kaçırdıkları zaman ışığı yakıp kaybolmalarını beklerken öylece uyuyakalırdım. Daha sonraları bunların daha dayanıklı bir türünü keşfedecektim. Diğerlerinden farklı olarak mor ve daha belirgin olan bu cins, aydınlıktan korkmuyor; bilakis uzun süre ışığa baktığımda gözlerimin önünde dans etmeye başlıyordu. Mantıken daha tehlikeli bulmam gereken bu zerrecikler -gün ışığının etkisinden olsa gerek- beni daha az korkutmaya başladı. Hatta gün içinde sıkıldıkça uzun uzun güneşe bakıp onları çağırdığım bile oluyordu. İşte o zamanlar yoğun aydınlığın ardından -kısacık da olsa- bir karanlık, günüme doğar ve noktacıklar önümde süzülmeye başlardı. Zamanla korkularımı unutup onları eğitmeyi bile başardım. Dilediğim gibi hareketlendirdiğim noktacıklardan daha önce hiç görmediğim geometrik şekiller yaratıyordum. Büyüdükçe bu zerreciklerden şunu öğrendim: Karanlık ürkütücü de olsa- bir ihtiyaçtır. Gün ışığının sonsuz aydınlığından yorulan zihinlerimiz, karanlıkta dinginliği ve yaratıcılığı bulur. Gerçek gün karanlıkta doğar. gosalyn mallard slında ışığa sevdalıdır karanlık. Bu yüzdendir melankoli vardır karanlıkta. Ümitsizliktir yakasına yapışan her doğan güneşte. Asla kavuşamayacağını bilir sevdiceğine, yalnızlık vardır bu yüzden. Bilir ki yalnızlığına mahkumdur müebbet. Kimse bilmez sevdasını, sırları vardır. İçinde yaşar acısını, kasveti vardır. Dokunmak ister usulca yapamaz, hüznü vardır. Her değdiği yerde izler bırakır kendinden. Dökmek ister biriktirdiği yaşları, ağlamak ister, nefreti vardır. Siner nefreti her damlada her köşeye. Her gecenin sonunda “ya gelmezse” diye düşünür, korkuları vardır. Bir ürperti çöker sessizce gün ışımasına yakın, bütün duygulardan arınır karanlık, sadece ve sadece fedakarlık kalır. Sevdiğinin var olması için kendini yok eden bir fedakarlık... alwayssleepy K T “I sinema 11 18-24 Kasım EKfi‹ Haydi bast›r, haydi Buster, haydi! Sineman›n yüzüncü y›l›n›n kutlanmad›¤› flu günlerde herkesin kafas›nda ayn› soru var: “Haydi Charlie Chaplin’i duydum da, peki ya bu Buster Keaton kimdir, kimlerdendir?” 895, ilk sinema salonunun açıldığı yıl olduğu için film tarihinde önemli bir kilometre taşı. Aynı yıl doğan Buster Keaton da bu tarihin sinema için önemini pekiştiren bir insan. Beyaz perdenin ilk ve en önemli komedyenlerinden biri olan Keaton’ın sinemayla ilişkisi 21 yaşından sonra başlamış olsa da, komedyenliği neredeyse bebekliğine dayanıyor. Ailesi gezici bir komedi tiyatrosuyla ülkenin dört bir yanına seyahat ettiği için epey erken yaşta eğlence dünyasına giren Keaton, üç yaşında ilk defa babasının yanında sahneye çıkmış ve sahneden aşağı atılarak aynı hızla inmiştir. Gerçekten de sahnedeki ana görevi babası tarafından rol icabı sağa sola fırlatılmak olan Keaton, bu zorlu işi 20 yıla yakın bir süre yara almadan sürdürdükten sonra New York’a taşınmış ve sinema dünyasına zamanın ünlü komedyeni Fatty Arbuckle’ın yanında giriş yapmıştır. Yeteneğini fark eden stüdyo patronu sayesinde kısa sürede kendi özel stüdyosuna kavuşan Keaton, bundan sonra sinemaya damgasını vurmuş ve kısa bir sürede sessiz sinemada kendi çizgisini yakalamıştır. 1 Keaton’›n sinemas› Nedir peki bu çizgi? Keaton’ın sineması, sahne geçmişinin bir yan- sımasıdır. Bir dublörün bile çekinerek oynayacağı pek çok sahneyi hiç tereddüt etmeden kendisi yazmış, yönetmiş ve oynamıştır. Evin çatısından, yakındaki bir direğe tutunarak yoldan geçen arabanın arka koltuğuna sakince inen, hareket halindeki trenin tepesinde vagondan vagona atlayan ve bir yüzü tamamen yere kapaklanan evin altında kalmaktan, pencerenin boşluğuna denk gelerek kurtulan yine Keaton’ın ta kendisidir. Yaşıtları bakkaldan plastik top alıp futbol oynarken sahnede akrobasinin bütün inceliklerini öğrenmekle meşgul olan Keaton’ın sinemada aniden parlayıp sevilmesinde bu özelliğinin payı büyüktür. Keaton’ın filmlerinde, sahne deneyiminin başka etkilerini de görmek mümkün. Ünlü sihirbaz Houdini’nin büyük bir hayranı olan Keaton, her filminde defalarca kullandığı illüzyonları başarılı birer komedi unsuru haline getirmiştir. “Bu sefer kesin düşecek” derken ekrana son anda giren objeler sayesinde onlarca kazadan kurtulan Keaton, yine ekranda son anda beliren duvarlara veya kuyulara denk gelerek hedefini elinden kaçırır. Keaton bugün kullanılan özel çişler o kadar mükemmel yapılmıştır ki bugünün seyircileri bile herhangi bir hata bulmakta zorlanır. Keaton sadece yetenekli bir oyuncu değil, aynı zamanda yaratıcılığıyla sinema sanatına yön veren bir insan olmuştur. Gülmeyen komik efektlere taş çıkartacak sahneleri daha sinemanın emekleme dönemlerinde çekmeyi başarmıştır. Örneğin ilk filmlerden biri olan “Sherlock Jr.”da Buster Keaton, rüyasında güzel kızı kötü adamdan kurtarabilmek için sinema salonunun perdesine girmeye çalışır. Küçük bir adımla perdenin içine girdiği vakit bir anda oynayan film değişir, fakat Keaton hâlâ perdenin ortasındadır. Önce büyük bir odada olan Keaton biraz sonra denizin ortasında bir kayanın üstünde ve birkaç saniye sonra da bir aslan kafesinin içindedir. Bu sahnedeki ge- Her şeye rağmen Keaton’ın kayda değer bir eksiği vardır: gülüşü. Belki de en yetenekli komedyenlerden biri olan bu adam asla gülmez. Donuk bakışlı ve asık suratlı Keaton’ın gülmesi için de hiçbir sebep yoktur. İzleyici Keaton’ın esprilerine, mimiklerine ya da komik şaklabanlıklarına değil, bu bahtsız ve saf adamın başına gelenlere güler. Bu sebepten, filmin doğduğu ilk yıllarda -daha “sinemanın dahi çocuğu”, “ekranların çapkın oyuncusu” ve “deneysel yönetmen” kontenjanları dolmamışken- Keaton kendisini “gülmeyen komedyen” olarak kabul ettirmeyi başarmıştır. Dikkatli incelendiğinde, suratındaki ciddiyetin yanı sıra filmlerinin genel havasında da benzer bir ciddiyet ve gerçekçilik görmek mümkün. Dönemin mutlu sonla biten popüler filmleriyle fırsat buldukça dalga geçen Keaton, bu yönüyle kara mizaha da bulaşır. En vurucu ve önemli sahnede güzel kızla öpüşmeyi bir türlü başaramayan Keaton’ın, “sonsuza dek mutlu yaşadılar” klişelerini de filmin sonunda çiftimizin sonsuza dek mutlu yaşamadığını göstererek yıktığı olmuştur. Keaton’ın kariyeri sesli sinemaya geçilmesiyle yavaş yavaş bitmeye başlar. Geride yüzlerce film, üç kişilik bir aile, çok sayıda hayran ve bir adet “Chaplin mi, Keaton mı?” tartışması bırakan Buster Keaton, (doğru cevap: Keaton) günümüzün birçok sinemacısını ve komedyenini de etkilemiştir. Örneğin hâlâ Keaton’ın sinemasını andıran filmler çeken Jackie Chan’in büyük bir Keaton hayranı olması kesinlikle rastlantı değil. Kariyerinin sonlarına doğru izleyici kitlesi oldukça az filmler çekse de sessiz sinema dönemindeki filmlerinin başarısı ve değeri bugüne kadar asla unutulmamıştır. Kariyerinin zirvesinde olduğu zamanlarda çıkan bir filminden sonra, bir gazetenin köşe yazarı Keaton için “Salonda güldüremediği tek insan kendisiydi” türünde bir yorum yapmış. Ben de huzurunuzda Buster’a saygılarımı iletirken “Sen bizi güldürdün, Allah da seni güldürsün” diyorum. Hani olursa diye. ck “K›sa film çekiyorum, yo¤unum!” Türkiye, üniversitelerin sinema bölümüne merkezi yerlefltirme ile ö¤renci ald›¤› ender ülkelerden biri. Sinema akademik sahada savsaklan›yor, yetene¤i suya götürür, susuz getirir k›sa filmciler silsilesinin etraf›nda dönüyor. Ama ifl unvana, ahkama gelince paneller kayn›yor, dolup tafl›yor adisenin başlangıcı 1998’e denk düşüyor. Üniversitelerin sinematelevizyon bölümlerinin üniversite sınavı ile, yani sınavdan alınan puana ve tercih sonucuna göre öğrenci almaya başlaması... Aynı dönemler, hatta bir sene sonrası da Türkiye’de kaçak VCD’lerin, DVD’lerin bir patlama yaptığı, hatta sektör oluşturduğu bir devre. Bu korsan vesaire faslı sonraya kalsın. Ancak ilkinin, yani bilgisayar yerleşimi ile sinemacı yetiştirme denyoluğunun, nasıl bir sorumluluğu üstlenmek ya da nasıl bir saçmalığın altına imza atmak olduğunu kendilerine kimse hali hazırda sormuyor -ki bu saçmalık hâlâ devam etmekte. H Bergmanesk ve Godardyan›m! Sinema-televizyon bölümlerine olan bu ilgi temelde muhteşem bir şeymiş ve ülkede bu alandaki performans olağanüstüymüş gibi duruyor değil mi? Aslında berbat bir durum. Bu ilginin büyük bir bölü- mü, sosyal bilimler alanında “havalı” görünen başka bir bölüm olmamasından kaynaklanıyor. Doğru bir önerme ya da değil. Üniversite meslek için okunur, okunmaz. Mesele bunlar değil. Mesele şu: Sinema, hemen her sanat dalı gibi aşık olunmadan, gerçek bir yeteneği ya da basbayağı salakça, saf bir sinema sevgisini içinde barındırmadan sınırlarında barınılabilecek bir şey değil. Barınılabilecek hale gelmesi ise sinemayı varlığından devşirmek, köküne kibrit suyu dökmektir. Şu anda Türkiye üniversitelerinde yapılan da budur. Ha, yarın gidip hepimiz “ilim, irfan” diye aynı kapıya dayanmayacak mıyız? Elbette dayanacağız... Ancak bu sinefil kişileri, sinemaya değil dershaneye gitmeye zorlayan, hadi kazandılar diyelim, sınıfta “Ben sunucu olmak istiyorum” diyen, sinemayı değil işin cilasını seven kimselerle yan yana oturtmanın manası nerededir? Onu anlamıyorum. Film analizi derslerinde, henüz izlediği iki üç usta filmi sonrasında hocasının ağzıyla konuşmaya başlayıp “Ben Bergmanesk ve Godardyan bir film çekicem ödevimde” diye gezinen, gördüğü ilk oryantalizm vakasında her filmde manalı manasız bunu arayıp bit poposunda don olabilecek siyasi, ırkçı, dindar çıkarımlarda bulunan kimselerle bu insanları aynı kefeye koyup katil olmaya zorlamak ne menem bir inattır da 8 senedir dönülmemektedir? Bunu da çözemiyorum. En nihayetinde etkileşimin zorunlu olduğu, tek başına yapılamayacak bu sanat dalında omuz omuza iş çıkaracak olan sınıf arkadaşlarının bu ibibiklerden ibaret olması gerçek sinefile reva mıdır? Neden reva görülür? Titremeler geliyor, düşündükçe Azer Bülbül’e evriliyorum... Kısa film festivallerinde, arkadaş arasında gaza gelerek yapılmış abuklukları, yabancı okulların eli yüzü düzgün filmlerinin karşısına çıkarıp kepaze olmaya daha ne kadar tahammül edilecek bilmiyorum. Hadi eloğlunun pahalı filmlerinden geçtim. Birbirleriyle yarışırken, abuk subuk gerekçelerle, kimsenin ne akademik ne filmsel manada anlamlandıramadığı kısa filmlerin şahlanışına kim “bürrsst” demeli çıkaramıyorum. Bu filmlerin ödev filmlerinden öteye gidememesi, iyi görüntü yönetmeniyle, iyi imkanlarla, yahut iyi lobiyle, iyi saçmalamakla, panellerde iyi gerdan kırmakla bu alanı fethetme belası ne vakit son bulacak? Havsalam almıyor, yakın zamanda böyle bir şeyi de mümkün görmüyorum. Lafa gelince imkansızlıktan yakınıp fikri kıtlıklarından dem vurmayan kıçı b...klu kısa filmcilerimizden hiç bahsetmiyorum. Bu alanda özveriyle çalışıp canını dişine takan insanların iyi fikir ve emeklerini heba eden tuhaf jürilere (örnek: AFM Kısa Film Festivali), jüri üyelerine n.h çekiyor, çektiği ilk kısa filmle televizyonlardan para dilenen zavallı ego yığınlarına da selam ediyorum. Eh elimden başka da bir şey gelmiyor... Yetene¤im s›nand›, ruhum akland› Tüm bunların karşısına dikilebile- cek tek bir argüman var. O da, 98 öncesi uygulamada olan yetenek sınavları. Yani sinema-televizyon bölümüne girmek isteyen kişilerin, üniversite sınavından belli miktar bir puan aldıktan sonra okula kendi hür vicdani iradeleriyle başvurup katıldıkları sınavlar. Bu sınavların çoğunun öğrenciye en fazla ama en fazla 15 dakika zaman ayırabildiğini düşünürsek sistemin tuhaf olduğunu söyleyebiliriz. Bu, merkezi yerleştirme için bir gerekçe olabilir. Ancak kesinlikle, bir devlet, kendisine bağlı bir kurumun içersinde torpil dönüyor diye, önlem olarak öğrencisini cezalandıramaz. Çünkü bu yetenek sınavı sistemi her ne kadar kokuşmuş bir sistem olsa da farklı okullardan, farklı alanlardan gözetmenlerle iyileştirilebilecek bir sistem. Ve hepsinden önemlisi her şey bittiğinde kampusta, amfide, sinefille sinefili baş başa bırakan bir sistemdir. Gülüm benim gülüm benimdir... lem 12 EKfi‹ 18-24 Kasım deneme Befl dolarl›k erdem Noam Chomsky demokrasilerin mecburi mütemmim cüzünün propaganda oldu¤unu söyler ve ekler: “Totaliter rejimlerde istibdat ve bask› araçlar› ne ise demokratik rejimlerde de propaganda odur” anlı yaşamından sorumlu yapıtaşlarına protein, bu proteinlerin birbiri ile anlamlı bir ilişki kurmasını sağlayan katalizör müstahdemlere de dost arasında şakasına enzim adını veririz. Şu anda bu yazıyı okumaktan anlamamaya, kakanı tutmaktan basur olmaya kadar her faaliyetinde emeği geçen ve hakkı asla ödenmeyecek olan enzimler hakkında hepimizin bilmesi gereken çok önemli bir şey var: Enzimler sorumlu oldukları kimyasal işlemleri yoktan yaratmaz, sadece hızlandırırlar. Yani enzimlerin temel faydası zaten gerçekleşme potansiyeli olan bir işlemi organizma emriyle hızlandırmaktır. Örnek de vereyim: Yarım kilo kayısı yedikten sonra üstüne bir bardak su içseniz de içmeseniz de helaya gideceksiniz. Ama o iki bardak su, bu işlemi epey hızlandıracaktır. Enzimin de görevi o bir bardak sudur. Lütfen aşağıdaki yazıyı bunu aklınızda tutarak okuyunuz, sonunda size sorular hazırladım. C ve sayesinde var olabiliyor. Bu reel hıyar’ın ise birçok falsosu var. Doğumunda vücuduna ek gelen çükü ve ta...ğının irrasyonel isteklerinin liste başını çektiği bir dizi fiziksel ihtiyaç ve bunlar ile eşzamanlı ve etkileşimli ilerleyen birtakım sosyal ve psikolojik gereksinimin ekonomik arz-talep dengesi içinde takip edilebileceği sıkıcı ve sıradan bir hayat yaşıyoruz. Tenasül uzuvlar›mdan ben de memnun de¤ilim Otisağabey’den lafı devralıp konuşmam gerekirse açık olayım, kimseden özür dileyecek değilim: Çükümün erdemi ne kadarsa ta...ğımın erdemi de o kadardır. Bu menfur ve mutlak ajanların, mihrakların güdümünde yaptığım hiçbir fiilden yana sorumlu hissetmiyorum. lanırım. Genetik tabana yayılmış bu mesleki uyuşmazlık geçmişimiz sebebiyle (Erkek avcı, Kadın toplayıcı) rahatsız olduğum ve rahatsızlık vereceğim bu tip birlikteliklerden kaçınırım. Buna rağmen geçenlerde şahsıma ters gelen böylesi bir angajmana girdim. Yeni evine taşınmakta olan bir kıza yardım etmek maksadıyla ev için lüzumlu alışverişe eşlik ettim. Saatler süren bu alışveriş sonunda dolan alışveriş arabasını arabanın bagajına boşaltırken arabanın sepetinin altında zulalanmış ve kasadan ücreti ödenmeden geçirilmiş bir plastik leğen gördüm. Hediyesi 5 dolar olan bu plastik leğenin TARGET isimli Amerika’nın tamamına yayılmış bu dev mağazalar zincirinden bilabedel salınıvermesi ile alakalı hiçbir rahatsızlık yaşamadığımı söylemem gerekir. İşte tam olarak bu se- Erkin Gören © 2005 Hepimiz erdemliyiz Noam Chomsky sanıldığının aksine demokrasilerin mecburi mütemmim cüzünün propaganda olduğunu söyler ve ekler: Totaliter rejimlerde istibdat ve baskı araçları ne ise demokratik rejimlerde de propaganda odur. Yine Chomsky’e göre demokrasilerde hakim grupların kitleler üzerinde arzu edilen bir pasif agresif bilinç yaratmak isteğinin tecellisi olan propaganda’nın temel niteliklerinden birisi özünde hiçbir şey söylememesidir. Chomsky, 88 senesinde yaptığı konuşmada geçmişte ve o dönemde hakim olan propaganda örneklerini sıralarken “Support our troops” (Askerlerimizi destekleyelim/ destekle/ destekliyorum) sloganını örnek verir. Şu gün şu tarih itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’taki varlığının hâlâ destek bulmasında geçmişte de başarısı tescil edilmiş bu sloganın fonksiyonu büyüktür. “Askerlerimizi Destekleyelim” parçalara bölündüğünde, sıralaması değiştirilip art arda konulduğunda hiçbir şey ifade etmez. Askerlerimizi destekleyelim, evet, ama ne için ve neden destekleyelim? Askerler-imiz- olduğu, bize aidiyeti ve bizden oluşu sebebiyle mi destekleyelim? Çok basit bir mantık zinciri oluşturmak gerekirse: Askerlerimiz “biz” den çıkar. O halde askerlerimiz eşittir biziz. Biz ise Amerikalı, yani iyi niyetli, özgürlük sever, Seda Sayan jargonunda “herkesi kendimiz gibi iyi bilir”iz. O halde, “desteklenmemiz” gerekir. Hülasa propagandanın sloganlaşmışı “kendimizi destekleyelim, çünkü kendimiz süperiz” gibisinden kendimize kendimizden başka birisiymişçesine baktığımız, narsisistik bir duruş ile anlamlanır. Yukarıdaki basit mantık sıralaması içerisinde etken net bir önkabul var: “Biz” erdemliyiz. Ulus ve hakların kendine biçtiği erdem önkabulünü temel alarak hareket ettiğimiz zaman dünyanın enfes bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Zira dünya nüfusunun çoğunluğu soylu, asil, doğru, çalışkan, küçüklerini seven, büyüklerini sayan, yurdunu, milletini özünden çok seven insanlardan oluşmaktadır. Birbirinden bağımsız olarak farklı coğrafyalarda kağıt üzerinde çizilen haritalarda yaşayan “Biz”ler erdemimizden şüphe etmiyoruz. Ama neden etmiyoruz, bu sorunun cevabını Arşimet’e nispet yaparcasına elimde bir plastik leğen ile bir mağazanın otoparkında yürürken buldum. Sanal hayatın yarattığı fizikötesi ve üstü hayatın sağladığı şartlarda oluşan, kanımca harikulade birisi olan Otisağabey kimliğinin sıkıcı bir tarafı var. Bu sanal erdem deposu, müthiş şahsiyet ancak reel bir hıyara kök salarak tahlille değerlendirirsek hatamı anladım ve doğru olanı yaptım. Oysaki yüzümde Yaşar Usta, yürüyüşümde Komiser Cemil varken aklımda hep şu vardı: “Bu yaptığımın doğruluğuna kendimi nasıl inandırabilirim?” İşte bu nedenle o kısa yolculuk sırasında elimde plastik bir leğenle hedefe yürürken kendimi yeniden programlarken buldum. “Otis sen erdemlisin, Otis sen kimsenin hakkını yemezsin, Otis gereğinde yanlışlardan dönersin, Otis aslansın, Otis kaplansın. Otis sen zaten hep böyleydin. Ne zaman, kimin hakkını yedin? Ben kendimi bildim bileli buyum abi” derken kendimi az evvel çıkışımızı aldığımız kasada görevini yapan Meksikalı kasiyer kız ile göz göze buldum. Tamamen övgüyü ve şaşkınlığı bekleyerek hususi ekstra yol kat edip geldiğim bu noktada plastik leğenin ücretini ödemediğimizi ve ödemek istediğimi söyledim. Meksikalı kız beni şaşırtmadı ve 5 dolar karşılığında bana (ve erdemime) arzu ettiğim övgüyü ve “bu devirde senin gibi adamlar kaldı mı?” şaşkınlığını gösterdi. Plastik leğenimi muadili bir zaferle doldurup arabaya döndüğümde benzeri bir kutlama, şaşkınlık ve övgüyle karşılaştım. Ama ben az evvel leğeni “amaan” diye bagaja bilinçli bir şekilde atmış olan kendim bu övgüyü sonuna dek hak ettiğime inanıyordum, müsterihtim. Neticede -başkasının- 5 dolarıyla yaptığım bu namus şovu ve plastik leğen doluluğundaki erdem her zaman olduğu gibi gece yatarken beni yakaladı (merak edenler için söylüyorum: yalnız yatarken). Kubrick umut afl›l›yor Şahsi kanaatimi sorarsanız ben bir üreme biçimi ve metodu olarak mitoz bölünmeye fitim. Hatta sınırını kendim çizmek kaydıyla bu tip üremeyi destekliyorum. Belirli periyotlar halinde bölünerek çoğalan Otisağabeyler dünyayı şahane bir geleceğe götürecektir. Lakin bu mümkün olmadığından mayoz bölünmelerin ta...klarıma yaptığı baskının tutsağı oluyorum. İrrasyonel her türlü seçimde de bu tip fizik ihtiyaçların etken olduğunu idrak edin isteyerek paragraftan ayrılırım. Bu kadar ağlama ve gözyaşının gideceği yer şudur: Ben de hatalar yapıyorum. Bu hatalardan biri de hayatımda tanımadığım ve tanımayı da çok arzu etmeyeceğim karıların dahi keyfine tabi olup rasyonel gerekçelerle asla ve katiyen yapmayacağım işlere angaje olmamdır. Bir çok erkek gibi ben de alışveriş sırasında fazla vakit geçiremem. Yanımda bir dişi olduğu zaman da geçirdiğim ifrada kaçan zamanlarda huzursuz- bepten leğeni bagaja yerleştirirken hiç sesimi çıkarmadım. Bagajı kapadıktan sonra kafamı çevirince 5 adım sağımda onu gördüm. Saati sorsa Kurtuluş Savaşı destanı mizanseni yaşayabileceğimiz bu kişinin varlığı bana kim olduğumu, dahası kim olmam gerektiğini hatırlattı. O yüzden olacak durduk yerde kendimi “Leğenin parasını ödemedik” derken buldum. O an yüzüme gelip yerleşen o mağrur, gururlu, erdem timsali ifadeyi, dudağımı büzüp çizgi haline getirip çenemi diken Münir Özkul dinginliğini Yaşar Usta tiratlarında kim bilir kaç kez görmüşsünüzdür. İşte o gördüğüz ifadeyi yüzüme yerleştirip aklınızın aynasında canlandırın. O ifadeyle bagajı açışımı, bu leğenin ücretini ödemeliyiz deyişimi ve kararlı adımlarla otoparkı arşınlayıp kasaya geri dönüşümü canlandırın. Bu haliyle dışarıdan gözlemleyen herhangi birisine göre ben “erdem” li bir hareket yaptım. 5 dolara dahi tenezzül etmedim. İyi niyetli bir Erdem’i ve erdemciliği satın alırken beni şaşırtan ona ulaşmamda etken olan sosyal faktörler değil, ona ulaştığım zamanki kendime güvenim, bu yalana herkesten önce ve hızla kendimi inandırmam değildir de nedir? Yani mesele bir fayda beklentisi ile sahtekarlık yapmış olmam olsaydı bunu erdemli ve dahi kendi içinde çelişmez olması sebebiyle ahlaklı sayabilmek de mümkün. Çünkü hatırlayın, sahtekarlık yapmamda etken olan her türlü dahili itkiden sorumluluğumu almıştım. Lakin benim “erdem”imin erdemsizliğinin altında yatan, başkasını inandırmaya yönelik bir harekete başkalarından fazla benim inanmış olmam oldu. Ben kendimi 50 metrelik bir mesafede yeniden programlayabiliyorsam, geceleri yatıp da o günkü hareketlerini düşünemeyen bir sosyal kimlik ne yapsın? Kubrick “The Shining”in setinde rolüne hazırlanan Jack Nicholson’un filmin karanlık havasından uzaklaştırmak için şöyle der: “Jack, bu film aslında umutlu, nikbinlikle yüklü bir film.” Jack Nicholson haklı olarak itiraz eder ve der ki “Yok artık ebenin ..mı Stanley? İçinde hortlakların, hayaletlerin olduğu bir film nasıl umut verici olsun?” Kubrick’in hazırladığı laf şu olur: “Jackçiğim önce o elini indir. Bu filmde hayaletler var. Demek ki insanlar öldükten sonra her şey bitmiyor. Bu sana umut vermiyor mu?” Tabii set falan “Hahahah ay Stanley alem adamsın yane” falan oluyor. Ben de ne zaman birileri toplumların ve insanların “erdem” inden bahsetse bu örneği düşünüyor, umut doluyorum. Başta size enzimlerden bahsetmiştim, hatırlayanınız var mı? Bütün bu metni kafanızda bu örneği tutup okuduysanız size şunu diyeceğim: yazının bütünlüğü ile zerre alakası yok. Kek gibi altındakilerle bir ilişki kurmaya çalışanınız olduysa ona buradan g...mle gülüyorum. Oturun enzim niyetine bir bardak su için. (Mi acaba?) otisabi [email protected] flemdinli olaylar› 13 18-24 Kasım EKfi‹ Türk halk›n›n insan haklar› anlay›fl› Bombalama olay›nda a¤›r hasar gören bina. fiemdinli’de yaflananlara verilen kimi tepkiler, insan haklar› ve vatan hainli¤i gibi konulardaki çifte standartlar›m›z› sorgulamam›z gerekti¤ini hat›rlat›yor Ş emdinli’deki hadise kuvvetle muhtemel ki uzun süre tartışılıp kurcalandıktan sonra biz nedenini nasılını öğrenemeden kaybolup gidecek, senede bir kez hatırlanıp sonra unutulan o muğlak yakın tarih öğelerinden biri olacak. Zaten sebepleri, sonuçları, nedenleri, nasılları konuya benden çok daha hakim kişilerce didiklenecek, araştırılacaktır. Asıl tartışmak istediğim olayın kimin tarafından, hangi saiklerle gerçekleştirildiğinden ziyade insanımızın bu tür bir gelişme karşısındaki tepkisi. Bu tür travmatik olaylar karşısında insanların neye nasıl yaklaştıkları, hangi kanıtları görmezden geldikleri en az olayın kendisi kadar ilgi çekici olabiliyor. 9 Kasım 2005 Şemdinli gerginliği ve benzer konularda edilen sözlere baktığımızda karşımıza sıklıkla çıkan bir tablo: İnsan hakkı kavramının sadece iyi ve doğru insanlara iyi davranmak, diğerleri içinse “Madem suçlu, o halde kötü davranabiliriz” demek olduğunu sananlar, daha da beteri insan hakkından bahsedene bir tür gavur uşağı bölücü muamelesi yapıp karşı tarafı desteklemekle itham edenler; adli yargılanma, ceza muhakemesi usulü gibi temel kavramların uygulanmasının her zaman gerekli olmadığını savunanlar, devlet eliyle yapılan herhangi bir işlemin kendiliğinden doğru ve haklı olduğunu, bunu eleştirenin de kendiliğinden bölücü ve hain olduğunu savunanlar... Acayip hadiseler Devletin, ordunun bir şekilde bu hadiseye bulaşmış olabileceğini söyleyenlere vatan haininden PKK destekçisine bin bir türlü sıfat yapıştırılıyor, bu iddiaların orduyu yıpratmak isteyenlerin nifak tohumları oldukları iddia ediliyor, ihtimalin araştırılması bile reddediliyor. Nasıl Bombalama olay›nda a¤›r hasar gören bina bu şekilde düşünebiliyor bu insanlar? Nasıl “Devlet ne yaptıysa doğru yapar, devlet ne karar verdiyse haklıdır” gibi bir bakış açısına sahip olmuşlar? Hukuka saygısı olmayan, verilen iktidarı kendisine sunulmuş bir hak gören iktidar sahiplerinin ve yargılamaya ihtiyaç olmadığını savunan, mahkemelerin yakaladıkları suçluları (zanlı değil suçlu yakalıyorlar!) serbest bıraktığından yakınan kolluk kuvvetlerinin yaşadığı Türkiye gibi bir ülkede bu insanlar nasıl oluyor da hâlâ hadiselere üç yaşındaki çocuğun “Benim babam her şeyin doğrusunu bilir” tavrıyla yaklaşıp söylenenin her zaman doğru olduğuna körü körüne inanıyorlar? Nasıl oluyor da insanlar derin devletlerin, Susurluk’ların, devlet tarafından beslenen katillerin hatıralarını yok sayıp devletin asla ve kat’a böyle bir işte parmağı olmayacağını, sadece bir ihtimal olarak bile böyle bir iddi- anın ortaya atılmasının hainlik olduğunu söyleyiveriyorlar? Duygusallık yüzünden olduğunu tahmin ettiğim bu garip bakış açısı gerçeğin, doğrunun, haklının bulunmasından ziyade devletin bekasının öngördüklerine gerçek, doğru, haklı denilmesini; ancak ve ancak işimize geliyorsa objektif olmamız gerektiğini, aksi halde mevcut bilgileri çarpıtmakta özgür olduğumuzu iddia ediyor sanki. Durum o kadar vahim ki burada terör eylemleri söz konusu olduğunda mevzubahis yörede yaşayan kişilerin nankör ve bu eylemleri kendiliklerinden gerçekleştiren hainler olduğunu iddia eden insanlar, Fransa’da günlerce devam eden isyanlar için “Oh oldu Fransızlara, devam etsin aslanlar” diyebiliyorlar. Burada “İnsanların suç işlemesinin arkasında bir sebep vardır, sebebi bulursak sonucu da önleriz” dediğinizde size terörist yardakçısı mu- amelesi yapan aynı insanlar Fransa’daki suçluları, onları bu yola iten sebepleri derin sosyokültürel analizlerle irdeleyebiliyorlar. Burada günlerce devam eden bir isyan çıksa, bırakın onlarca meslektaşı yaralanmasına rağmen polisin henüz hiçbir isyancıyı öldürmemiş olmasını, ordunun sokağa ineceğini görmeyenler “Al sana Fransa, nerede demokrasin?” diyebiliyorlar. Şemdinli’de bizim kısıtlı bilgimizle anlamakta zorlanacağımız, yorumlarken hataya düşebileceğimiz bir takım acayip hadiseler gerçekleşti. Tıpkı Susurluk kazasının ortaya çıktığı, bir arabanın içinde hem devlet, hem derin devlet hem de mafyanın bulunduğu zamandaki kadar konudan uzağız. Yapılabilecek tek şeyin hadisenin yargı yoluyla araştırılıp değerlendirilmesi, sorumluların bulunup cezalandırılması olduğuna inanıyorum naçizane. sephrenia Devlet, fiemdinli, bomba, derin, ç›karlar, güç... Cümle kurunuz Derin devlet ve terör iliflkisi, Susurluk olay›ndan 9 y›l sonra fiemdinli’de patlayan bomba ile gündemde erin devlet; varlığı, ülke yönetiminde 40 yıl gibi uzun bir süre boyunca bulunmuş insanlar tarafından dahi kabul edilmiş, amorf bir yapı. Nihayetinde 2002 yılında yetersiz bir şekilde de olsa tanımlanarak Türkçe sözlüğe girmiştir. Derin devlet, devletin de üzerinde bir güce sahip bir yeraltı oluşumudur. Gerekli gördüğü takdirde devleti yeniden yapılandırmak, hükümetleri değiştirmek, darbe yapmak, çeşitli temizlik (!) faaliyetlerinde bulunmak gibi toplumsal yaşamın her kesiminde etkili olacak yaptırımları vardır. Böyle bir gücün; halkın, hakkında en ufak bilgiye sahip olmadığı insanlar tarafından yönetilmesi, sorunun önemli ve büyük bir parçasıdır. Halkın oyları ile yönetime gelen iktidarı dahi değiştirecek gücü olan bir yapı ne şekilde denetleniyor? Ülkenin güvenliğinin tehdit altında olmasını kendisine varlık noktası olarak belirleyen bir yapının güven- D lik sorunlarından beslendiği aşikar iken böyle tehlikeli bir durumda varlığını devam ettirme güdüsü ve Hazine’den daha iyi beslenebilmek adına kimi insanların olası pragmatik yaklaşımlarının hesabını kim, nasıl ve hangi yetkili merciden soracak? Birçok NATO ve Avrupa ülkesinde muhtemel Sovyet işgaline karsı konumlandırılmış ve Amerika desteği ile oluşturulan derin devlet adlı yeraltı örgütlerinin hepsi Sovyet rejiminin çöküşü ile kendilerini tasfiye ederken, istisna olarak sadece Türkiye’de PKK’yı ve ülke güvenliğinin tehlikede olduğunu öne sürerek varlığını koruyabilmiş iken beslendiği kaynağı nasıl çökertecektir? Daha vahim olan soru, bu kaynağı besleyebilir mi? PKK’nın bu kadar uzun süre yaşamasında bir payı olabilir mi? Toplumsal çöküfl Kültürel zeminini Holivud filmlerinin oluşturduğu, çok iyi adam öl- dürmekten başka meziyeti olmayan mafya adamlarını devlet adına hareket ettirmesi olgusu ya da çeteleri toplumsal çıkar adına kullanmakta beis görmeyen derin devlet yapısı maalesef ters tepmiştir. Kullanılan her zaman “devletler” olmuştur. Bu tür organize suç örgütlerinin bugünlerde dünya sathındaki cirolarının bir trilyon doların üzerinde olmaları, kimin kimi nasıl kullandığının en açık göstergesidir. Uğur Mumcu’nun Abdullah Öcalan ve MİT ilişkini açıklamak üzereyken öldürülmesinin ardından, başta Uğur Mumcu olmak üzere faili meçhul pek çok cinayetin zanlısı ve ülkedeki terörü beslemek gibi çeşitli ağır suçların muhatabı olmasına rağmen, özü itibariyle antidemokratik bir yapı olan bu hukuk dışı devlet çetelerinin yargılanması -hatta yok edilmesi- gerekirken, Susurluk Komisyonu raporları doğrultusunda eroin ticareti gibi toplumsal çöküşü hedefleyen eylem- lere karışmışlığı belgelenmiş iken, iki eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Kenan Evren’in yanı sıra Bülent Ecevit tarafından varlığı kabul edilmişken üzerine gidilememesinin yegane sebebi, yargılayacak merciden yoksun olması mıdır acaba? Şemdinli’de üç aydır bombalar patlıyor, insanlar ölüyor. 9 Kasım 2005 Çarşamba günü Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’ne atılan bomba sonrası, halk bombayı atanı peşinden bir süre kovaladıktan sonra yakınındaki bir araca binerken yakalıyor. Edinilen bilgilere göre bombayı atan kişi eski PKK itirafçısı Veysel Ateş. Sığındığı arabada bulunan diğer iki kişi ise Jandarma Başçavuş Ali Kaya ile Özcan İldeniz. Bu ülke artık illegal örgütleri yok etmek için hukuk dışı yollara başvurmanın kendi çukurunu kazmaktan başka bir işe yaramadığının bilincine varmalıdır. Bugün daha zararlı gördüğü kesimi yok etmek için olabilecek en tehlikeli durumdaki katillere sınırsız yetki vererek, birini diğerine kırdırtarak yol alamayacağını algılamalıdır. Ya da bunlar için daha ne kadar masum insanların öldürüldüğü anlamsız olaylar dizgesi yaşamalıdır? Bugün dünyanın başa bela addedilen terör örgütlerinin hemen hepsinin eğitimlerinin derin devletsel yapılarda gerçekleştiğini bilmeyen var mı? Neresinden bakılırsa bakılsın toplumsal trajediler yaratmanın ötesine geçemeyen “derin devlet” kavramı yasal zeminde artık karşılığını bulmalı ve bu tarz örgütlenmelerin önünü tıkamak için ciddi hamlelerde bulunulmalı, hakkında rapor sunmanın ötesine geçilmelidir. Umuyoruz ki Şemdinli olayları için başlatılan soruşturma, halkın olası tepkilerini yumuşatmak için değil, devletin köküne kadar bulaşmış öldürücü hastalıktan kurtulmak için atılan ciddi bir adımdır. borges 14 EKfi‹ 18-24 Kasım müzik Bir flark›n›n tarihçesi: Killing Me Softly Varl›¤› içimize ifllemifl flark›lar› ezeli ve ebedi addediyor, geçmifllerinde ne etkileyici, ne çarp›c› hikayeler bar›nd›rabileceklerini hesaba katm›yoruz. Bunun yanl›fll›¤›n› “Killing Me Softly” gösteriyor iraz mahcup, daha çok da şaşkındı şarkımızın kahramanı. Bizi karşısına almış, talihin karşısına hiç beklemediği bir anda çıkardığı adamdan, bu adamın söylediği ve ruhunda garip bir fırtına estirmeye kabil olmuş şarkıdan bahsediyordu, doğallıkla, içtenlikle, bir sırrını verircesine... Sözlerinde, bir yabancıya duyulan o ani ve imkansız yakınlığın hazzı vardı. Dünya üzerinde en azından bir kişi tarafından bütünüyle anlaşılıyor olduğunu bilmekten gelen huzur vardı. Ancak karanlıkta müzik dinlerken içine girilebilecek büyülü ruh halinin izleri ve bir şarkıyla bir insan arasında kurulabilecek en mahrem, en arzulanası ilişkiye davet vardı. Ve bu şarkıda muhakkak ki her şeyden de çok, bir mıknatıs gibi insanı içine çekebilme potansiyeli vardı. Bir şeyler bizi anlatıcıyla beraber o bara götürüyor, ikimizi birlikte önce ürpertiyor, sonra utançla yakıyor, karşıdaki yabancının elinden, dilinden yükselen müziğin içinde kendimizi kaybettiriyor, içinden çıkmak istemeyeceğimiz bir sıcaklık ve sihir atmosferine sokuyordu. Türkçe’ye teklifsiz bir serbestlikle çevirmiş olmamı mazur göreceğinizi umduğum Killing Me Softly, Roberta Flack’in pek kırık, pek görmüş geçirmiş sesi ve yorumuyla müzik listelerinin zirvesine oturduğunda ve sayısız ödülü silip süpürdüğünde sene 1973’tü. Peki ama daha da geriye giden ve anlatılmaya değecek neviden bir hikayesi var mıydı şarkımızın? Kimin için söylenmiş olaydı bu tesirli sözler ilk? Vakit işte bu sorulara cevap vermenin ve de o pek cazip “katil” in kimliğini mahir bir hafiye misali ifşa etmenin vaktidir. B Bir flark› do¤uyor Hikayemiz 1972 yılının hangi mevsime denk düştüğünü bilmediğim bir akşamında, Los Angeles’ın bugün sevip sayılan pek çok müzisyenin çıkışına ev sahipliği yapmış ünlü gece kulübü The Troubadour’da başlar. Lori Lieberman o zamanlar henüz 20 yaşını dahi doldurmamış duygusal, içedönük bir genç kız, yolun henüz çok başında bir folk şarkıcısıdır. Kim bilir hangi arkadaşından methini duymuş olacaktır ki, o akşam Troubadour’da sahne alacak müzisyeni dinlemeye gider. Hem yazıp hem de icra ettiği ruha dokunan şarkılarıyla namı yavaştan dilden dile dolanmaya başlamış bu müzisyen, Hudson Nehri’ndeki kirlenmeye dikkat çekmek maksadıyla nehir boyundaki yerleşimlerde verdiği bir dizi konser yüzünden “Hudson River Troubadour” ya da Türkçe’siyle “Hudson Nehri Ozanı” diye de anılan genç bir adamdır. Lori tam olarak nasıl bir ruh haliyle ve ne gibi beklentilerle sahnenin önündeki yerini almıştır bilinmez, ancak karşısındaki adamın gitarından dö- Lori Lieberman Roberta Flack Killing Me Softly başka bir annenin ellerinde ulaştığını görmenin hüzünlü gururu... Katil kim? külen notalar ve ağzından dökülen sözlerin etkisiyle kendini bir anda tam ortasında bulduğu, şiddetli bir şaşkınlık ve inanmazlık halidir. Nasıl olmaktadır da tanımadığı ve de onu tanımayan bu yabancı -sanki yıllarca onun teninin altında yaşamışçasına, sanki ruhunun en uzaklarını, en derinlerini karış karış gezmişçesine, sanki duyuş ve düşünüş dünyasının en gizli, en mahrem köşelerine temas etmişçesine- bu kadar ona dair, bu kadar ona özel, bu kadar onun hakkında şarkılar söyleyebilmektedir? Nasıl olmaktadır da bir yabancı hayatının tam şu anda durduğu noktasını en ince koordinatlarına dek tarif edebilmektedir? Bir yanıyla sarsıp acı verirken diğer yanıyla yaralarına merhem vazifesi gören, muhakkak ki eşsiz tuhaflıkta bir deneyimdir Lori’yi o gece The Troubadour’da bulan. Gecenin ardından yaşadıklarını tüm duyarlılığıyla bir şiire döker Lori ve bu şiiri o yıllarda birlikte çalıştığı iki adama, Norman Gimbel ve Charles Fox’a gösterir. İkili, şiirin içinde ne kadar da güzel bir şarkıya dönüşme potansiyeli barındırdığı anında fark edeceklerdir. Antonio Carlos Jobim’in güzeller güzeli bossa nova parçası Garota de Ipanema’yı “The Girl From Ipanema” ya çevirip Anglofon müzik dünyasının varlığına armağan eden ve bununla ilk Grammy ödülünü kazanmış söz yazarı Norman Gimbel, onu bekleyen ikinci Grammy ödülünden habersiz Lori’nin yazdığını ciddi değişikliklerle -ama şiirin ruhuna sadakatle- şarkı sözü haline getirir. Charles Fox’un iddiasız, ama içe işleyen bestesiyle beraber Killing Me Softly With His Song, Lori’nin 1972 tarihli albümünde yer almaya artık hazırdır. Bu albümün akabinde baladımız çok kısıtlı bir çevrede sevilir. Hatta orijinal ve radyoda çalmaya pek elverişli olmayan 10 dakikalık hali kısaltılarak Columbia Records tarafından bir de single olarak piyasaya sürülür. Bununla beraber hakikat şu ki pek satmaz şarkımız, radyolarda ise ancak tek tük duyulur. Bugün, vücuda gelişinden neredeyse 35 sene sonra hâlâ milyonlar tarafından biliniyor ve seviliyorsa, bu hiç de az şaşırtıcı değildir ve bunun müsebbibi de her şeyden çok Amerikan Havayolları’dır. Bir hit do¤uyor Nasıl olursa olur, Lori Lieberman’ın Killing Me Softly With His Song kaydı Amerikan Havayolları’nın uçuşları esnasında yaptığı çok kanallı müzik yayında kendine bir yer bulur. Ama şarkımızın ölümsüzlüğe ulaşması için bir ilahi müdahale daha şarttır ve bu müdahale Los Angeles’tan New York’a uçmak üzere adımını bir Amerikan Havayolları uçağına atan Roberta Flack’in kimliğinde gelecektir. 34 yaşında ve o sıralar yavaş yavaş ünlenmeye başlamış Flack koltuğuna oturup kulaklıklarını taktıktan sonra, havayolunun kanallarda çalan şarkıların tam bir listesini de içeren dergisini karıştırmaya başlar. Kim bilir, belki de esas merak ettiği kendi söylediği şarkılarından birinin bu sınırlı repertuara girmeyi başarıp başaramadığıdır. İşte bu an tam olarak kader dönüştürücü tesadüfün gerçekleştiği ve Flack’in gözlerinin listedeki Killing Me Softly With His Song başlığına değdiği andır. Şarkımızın ismi kaçınılmaz etkisini gösterir ve Roberta’nın ilgisini cezbeder. Bir beklesindir bu şarkıyı bakalım, neye benzeyecektir, isminin yarattığı tatlı heyecana layık olabilecek midir? Ziyadesiyle olacaktır. Zira, Roberta Flack şarkıyı dinlediği anda çarpılacak, daha New York’a varmadan onu iyileştirmeye, güzelleştirmeye ve kendi yorumlamaya karar verecek, bu işlenmemiş elmasa sahip olmanın hayaliyle tutuşacaktır. Bu yolculuğun hemen ertesinde şarkının yazarlarıyla, Gimbel ve Fox’la, temasa geçtikten ve üzerinde sekiz ay adanmışlıkla çalıştıktan sonra 1973 Ocak’ında piyasaya sürer Roberta Flack -kısalmış ismiyle- Killing Me Softly’i. Tüm listelerin en tepesine çıkması, satış rekorları kırması, radyolardan düşmez olması için bir ay gibi bir süre yeterli olacak, aynı sene içinde hem Flack’e hem de şarkının yazarlarına başta Grammy olmak üzere bir dizi ödül şeklinde geri dönecektir. Tüm bu süreçte Lori Lieberman’a geri dönen ise ancak buruklukla mutluluk arasında durmaksızın gidip gelen bir his olsa gerektir. Doğurduğu ve elinden gelenin en iyisini verdiği çocuğunun en güzel çağına Hikayemizi nihayetlendirmeden evvel bahsedilmeye değer tek bir nokta kaldı: O gece The Troubadour’da, şarkılarıyla Lori Lieberman’ı kendinden geçirten ve böylece Killing Me Softly’e varoluş sebebini veren adam. Evet, kimdi o yabancı, kimdi Hudson Nehri Ozanı? Duraksamaksızın ifşa ediyorum: Don McLean’di. Bugün klasikleşmiş American Pie şarkısını o yıllarda daha yeni yazmış; incitmekten çekinircesine bir ses tonuyla söylediği içli şarkıları ve aynı edayla çaldığı gitarıyla insana “Elbette ya, başka kim olabilirdi ki bu nazik katil” dedirten o folk şarkıcısı. Lori, McLean’in söyledikleri içinde en çok apansızca terk edilen bir sevgilinin şimdi boş kalan odalarda aklına üşüşen hatıralarla ilgili şarkısı “Empty Chairs”den etkilendiğini itiraf edecektir sonra. O dönem şahsi hayatında deneyimlediklerine anahtar-kilit gibi uymuş olsa gerektir bu şarkının sözleri. Don McLean’e gelince, Killing Me Softly’nin kendisi hakkında yazıldığını öğrendiğinde bir yandan çok onore olduğunu söyleyecektir, diğer yandan ise kuvvetli bir mahcubiyet hissine gark olduğunu. Bu şarkının ona yaşattıklarının ölçeği sanmam ki hiçbir zaman onun Lori’ye o rüyamsı gecede yaşattıklarına yaklaşabilsin. Ama ne gam sevgili Don McLean, siz ki nesillerin kolektif müziksel hatıralarında kendine aziz bir yer edinmiş bu şarkının ilham kaynağısınız... Yazımızın perdesi kapanırken haydi, bir kere daha Killing Me Softly çalmaya başlasın ve bu sefer biz baş kahramanı olalım şarkının; ıstırabımız, ümitsizliğimiz, kırgınlığımız tam olarak neye dair ise ona dair notalar yükseldiğini hayal edelim, elinde gitarla şarkı söyleyen o yabancıdan. Bir kere daha arındırsın bizi böylece Killing Me Softly, usul usul öldürsün varlığımızı ağırlaştıran her şeyi. Tatlılıkla, yumuşaklıkla... lacrima Şarkısıyla beni usul usul öldürüyor Söylediği güzel bir şarkısı, kendine özgü de bir stili var diye duymuştum Bir dinlemek için kalkıp gelmiştim Ve işte karşımdaydı şimdi, genç bir çocuk Her şeyiyle bir yabancı Ama parmaklarının tel tel çaldığı benim ıstırabım Dilindeki sözler adeta benim hayatım Şarkısıyla beni usul usul öldürüyor, yumuşaklıkla, tatlılıkla Kalabalıktan utanırken yüzüm alev alev Bütün mektuplarımı bulmuş ve açıp teker teker okumuş gibi hissediyorum Bitirsin hemen diye yalvarıyorum içimden Ama o aynen devam ediyor Beni tanıyormuşçasına, ümitsizliğimin tüm karanlığını biliyormuşçasına söylüyor şarkısını Sonra kafasını kaldırdığında gözleri üzerimden akıp geçiyor Sanki orada hiç yokmuşum gibi Ve şarkısını söylemeye devam ediyor, kuvvetle, berraklıkla Şarkısıyla beni usul usul öldürüyor, yumuşaklıkla, tatlılıkla... inceleme 15 18-24 Kasım EKfi‹ Bünyamin Oturak’la iletiflim sohbetleri Hapflu ile gelen kültür Bu “çok yafla” dile¤i öyle bir dilek ki, kimi zaman söylendi¤inde moral bozabiliyor. Bazen hapfl›ranlar› üzüntüye sevk etti¤imizi biliyor muyuz? z şiddetliden yüksek şiddetliye göre hapşırık, hapşuruk ve hapşorok olarak adlandırılan bedensel etkinlik, sonrasında neredeyse bir ritüelmişçesine yaşanan diyalog açısından benzerlerinden ayrılır. Örneğin bir öksürükten sonra öksürenle topluluktaki diğer bireyler arasında geçmesi gereken standart bir diyalog kalıbı bulunmamaktadır. Gaz çıkarma konusunu açmayacağım bile. Hapşırık sonrasında yaşanan olağan bir diyalog bilindiği üzere “Çok yaşa” ve “Sen de gör” şeklinde ilerler. Ancak hayat, eşitliğin sol tarafı bilindiğinde sağ tarafının da hemen ortaya çıktığı bir matematik formülü gibi kesin ve net değildir her zaman. Şu an ismini anıp rencide etmek istemediğim bir üniversitemizde verdiğim “Bunu Yazan Tosun: Türk Toplumunda Yazılı İletişimin Evreleri” başlıklı seminerimin çıkışında iki üniversite öğrencisi arasında geçen ve bizzat tanığı oldu- A ğum şu diyalogu ele alalım: - Hapşu! - Çok yaşa. - Hapşu! - Çok yaşa. - Hapşu! - Geber lan it, seninle mi uğraşacağım!? - Hapşu? Biliyorum birçoğunuz şaşırdınız. Yerküremiz üzerinde sırf sık aralıklarla ve çok hapşırıyor diye arkadaşına “Geber lan it” gibi insanın yüzünün kızarmasına yol açabilecek şeyler söyleyen kişilerin olabileceğini ben de düşünemezdim o güne değin. Üstelik böyle bir hakarete sevgili köpek dostlarımızın alet edilmesi ayrıca üzücü. Ancak var böyle insanlar ne yazık ki. Ha-ha-ha haap-fluuu! Bu noktada, her ne kadar bir hayli zorlanacak olsak da kendimizi arkadaşına “Geber lan it” diyen üniversiteli gencimizin yerine koyalım. Neden böyle kırıcı bir tepki vermiş olabilir? Sebep “çok yaşa” dileklerine makul süreler içerisinde cevap alamamasını adam yerine koyulmadığı şeklinde yorumlaması mı? Olasıdır ki, evet. Buna empati yoksunluğunu da ekleyince sonuç “Geber lan it” olabiliyor. Stanford Üniversitesi’nden bir grup akademisyenin 1500 Amerikalı nezleli üzerinde yaptıkları bir araştırmanın sonuçlarına göre, bir hapşırık tutulmasında ortalama olarak 2.1 kez hapşırılıyor. İki ardışık hapşırık arasında geçen ortalama süre ise 3.2 saniye. Bilim insanlığa hizmet için varolduğuna göre bu bilimsel bilgilerin ışığında hapşırık sonrası yaşadığımız “Çok yaşa - Sen de gör”leşme diyalogumuzu üstteki gibi hoş olmayan olayların yaşanmaması için yeniden gözden geçirebilir ve şu kuralları getirebiliriz: 1. Kişi hapşırdığında dört saniye beklenir. 2. Bu süreç boyunca kişi ikinci bir hapşırma yaşadıysa bir dört saniye daha beklenir. 3. Bu işlem kişi hapşırmayı sonlandırana değin tekrar edilir. 4. Hapşırık kesildiğinde gönül rahatlığıyla çok yaşa dileğinde bulunulur. 5. Sıcak sıcak servis edilir. (Birazcık da gülelim değil mi?) Bir not: Dört saniye, doğum tarihinizi içinizden art arda dört kez söylemeniz süresince geçen zamana eşittir. Sürekli tekrarlayıp hatırlamanın moralinizi bozacaksa başkalarının doğum tarihini de söyleyebilirsiniz. Kolaysa sen yafla! Bu “Çok yaşa” dileği öyle bir dilek ki, kimi zaman da söylendiğinde moral bozukluğuna yol açabiliyor. Yaşlıların, yani zaten çok yaşamış olanların “Çok yaşa” dileğini duymaktan pek de hoşlanmadıklarını, her ne kadar iyi niyetle söylenmiş olsa da bu sözün yaşlılar üzerinde ters etki göstererek akıllarına kalan yaşam sürelerinin azaldığını getirdiğini ve böylelikle onları üzüntüye sevk ettiğini biliyor muydunuz? Bu üzüntü duygusunun yerini kimi zaman da başka tepkisel duygular alabiliyor. Yaşlı olduğunu unutup dalgınlıkla söylediğim içten bir “Çok yaşa” ya “Kolaysa sen yaşa pezevenk!” şeklinde yanıt vermekte bir sakınca görmeyen yaşlı komşum Eyüp Amca örneğindeki gibi öfke ve saldırganlık duygusu sözgelimi. İşte bu yüzden bir yaşlının hapşırığını, “Bir şey mi dedin amca?”, “Efendim teyze”, “Evet ezan okundu az önce” gibi sözlerle savuşturmak sanıyorum ki en güzel çözüm yöntemi. Netice olarak hapşırıkla yaşamaya henüz tam anlamıyla alışamadığımız, eksiksiz işleyen bir hapşırık kültürü geliştiremediğimiz açık. Ancak bu, insanoğlunun bunu aşacak kudreti içinde taşıdığına yönelik inancımızı köreltemeyecektir elbette... Pek yaşayın. eyco Renkli 45’likler 60’lar ve 70’ler toplumunun sosyokültürel portresini tüm ç›plakl›¤›yla göz önüne seren plaklar›n aras›nda, futbolcular için yap›lanlar›ndan siyasi olanlar›na, erotizm kokulular›na kadar neler yok ki? ’lik plakların evveliyatında taş plaklar vardı. Bu taş plaklar dakikada 78 devir yapar; sesi kısılıp açılamayan, koca koca boruları olan gramofonlarda çalınır ve fazlaca çalındığında aşınır giderdi. Ayrıca, kömürden yapıldığı için en ufak darbede tuzla buz olurdu. Bugün hâlâ birçoğumuzun büyükannelerinin ve büyükbabalarının evinde, aldığı minik darbelerden dolayı kenarlarını sanki fare yemiş gibi duran taş plaklar vardır. Ansızın bu hantal ve dayanıksız plakların üzerine, onun işlevini fazlasıyla yerine getirebileceğini iddia eden 45 devirlik plaklar geldi. Şekil olarak babasına benzeyen 45’lik plak, piyasaya ilk girdiği andan itibaren taş plağın tozunu alarak onu vitrindeki ebedi istirahatına yolladı. 45 Abidik Gubidik Twist Kendi etrafında dakikada 45 tur atan bu meret, insanlığa neler vaat ediyordu? Bir kere boyutu babasından küçüktü. Malzemesi petrol olduğu için sağlam olduğunu ve rahatça her tarafa taşınabileceğini iddia ediyordu. Hatta bu siyah plastiği arabada dahi dinlemek mümkündü. 45’likler, 1960’larda hayatımıza orta yerinden dalarken dünyada rock ’n roll ve twist fırtınası yaşanıyordu. Tabii bu rüzgardan Türkiye de nasibini aldı. Barış Manço, bugün ünlü ekonomistlerimizden eski saksofoncu Asaf Savaş Akat’ın da içinde yer aldığı Harmoniler ile doldurduğu twist plaklarıyla adını yavaş yavaş duyurmaya başlamıştı. Rakibi Erkin Koray da aynı yolu izlerken, “yerli Elvis” imiz Erol Büyükburç zaten piyasayı darmadağın etmekteydi. Twist dansını yurtdışında bir gece kulübünde görüp öğrenen Öztürk Serengil, memlekete döndüğünde meşhur “Abidik Gubidik Twist” 45’liğini yaptı. Tam da bu dönemde Hürriyet gazetesi, Altın Mikrofon yarışmasını düzenleyeceğini duyurdu. 1965-1968 yılları arasında tekrarlanan bu yarışmaya Cem Karaca, Fikret Kızılok, Erkin Koray gibi isimlerle Mavi Işıklar, Siluetler, Moğollar gibi birçok topluluk katıldı. Yarışmanın mantığı bugünün “Popstar” yarışmalarından farksızdı. Topluluklar halk jürisi önünde yarışacak, seçtikleri batı formuyla düzenlenmiş şarkıları seslendireceklerdi. 45’liklerin macerası pek tabii Anadolu Pop’tan ibaret değildi. Akla gelebilecek her türlü fikir, iki şarkılık siyah plastiğe aktarılıyordu. Şimdilerde TRT 2’de piyano çalan amcamız Şevket Uğurluer Metin Oktay’a övgüler düzerken, Nesrin Sipahi Fenerbahçe için marş söylüyordu. Rüştü Asyalı Keloğlan’ı plağa alırken, Ateşböcekleri ve Bal Arıları gibi sayısız ikili komik günlük olayları hicvediyordu. Anadolu aşıkları da bu pazardan paylarını aldılar. Plak pazarının genişliği onların da seslerini duyurmalarına olanak verdi. Neşet Ertaş, Aşık Mahzuni Şerif, Kul Ahmet, Çekiç Ali ve belki de içlerinde en önemlisi olan Aşık Veysel... Türküleri, 45’likler sayesinde kahve- hanelerde, tek odalı amele hanelerinde çalınır oldu. Nerede kellik vergisi? 1970’li senelere gelindiğinde toplumdaki değişimle paralel olarak plakların içeriği de değişmeye başladı. Gaz, ekmek ve şeker kuyrukları ne kadar uzuyorsa, şarkılar da o kadar neşeleniyordu. “Bu Ne Dünya Kardeşim” lerden tutun “Boşver Arkadaş” lara kadar yüzlerce “neşeli” plak bu dönemde kaydedildi. 45’liklerin siyasete alet olması, işte tam da bu döneme denk gelir. “Girne’den Anadolu’ya yol bağlayan” Yasemin Kumral’dan “Seninleyiz Ecevit” diyenlere, hatta işi iyice abartıp “Adalet Partisi Süleyman’dır yolun Zühtü / Komüniste kanma Zühtü / Din, imanın kalmaz Zühtü / Ar namus gider Zühtü” şeklindeki tornistan sözleriyle AP mitinglerinde plakları bedava dağıtılan Öztürk Serengil’e kadar yelpaze oldukça genişti. İlginç bir anekdot: Önceleri AP lehine plak yapan Serengil, artan vergiler karşısında iflasın eşiğine geldiği zaman, aniden Demirel muhalifi kesildi. “Unuttun Bizi Süleyman” 45’liğiyle kelliğe vergi koymadığı için kendisine “teşekkürlerini” iletti. Devran döner... Her şey gibi 45’liklerin de bir sonu olacaktı. 45’liklerin insanlığa sunduğundan fazlasını vaat eden kaset, ansızın çıkagelmişti. Teknolojisi, çok daha az yer kaplayarak çok daha fazla şarkı kaydetmeye olanak sağlıyordu. 45’liklerin en güzel yanlarından birisi de sadece iki şarkı içeriyor olmasıdır. Bu sayede “long play” dolduracak kadar miadı veya kitlesi olmayan topluluklar, gelecek nesillere seslerini bırakabildiler. Bunalımlar, Yarasalar, Sıla 4, Dönüşüm, Ajlan ve Üç Ozan, Deniz 6 Topluluğu, Uyanış gibi topluluklar çoktan tarihteki yerlerini almış, meraklı müzik arkeologlarının onları keşfedeceği günü sabırsızlıkla beklemekteler. kirmizi kalem Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Yaz› ‹flleri Kemal Ekin Aysel Düzeltmen kays el mecnun Foto¤raf Serkan Kufl Katk›da bulunanlar: aethewulf, benbirpipodegilim, benyazdim, days, eyco, fenman, frank n furter, gari, nickfallin, otisabi, ssg, travis and tyler durden n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected] Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22 ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur. Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Ekfli, tüm deste¤i ve yard›mlar› için SSG’ye (Sedat Kapano¤lu) teflekkür eder. Zagor asl›nda Türk müydü? Tüm engellemelere ra¤men Zagor sürekli bir ilgiye mazhar olmufl, her daim hakl›n›n yan›nda yer alm›fl, zalimin karfl›s›nda dimdik durarak efendili¤i ve alçak gönüllülü¤ü ile herkesin sevgisini kazanm›flt›r pekülatif başlık atıp okuyucu çekeyim, popüler olayım kaygısı hissedileceğini bilmeme rağmen sorulması gereken sorudur: Zagor aslında Türk müdür, Türklerle olan bağı nedir? “Kızılderililer Türk’tür”den meylederek ispata/ sorgulamaya kalkışmayacağım, müsterih olunuz. Ha, başlığı görüp de “Haha ne Türk’ü lan, ne ispatı? Geyik bu haha” diyecek densizlere: Oğluna Zagor adını koyan adamı, Demokan Akkoyun adlı vatandaşımızı hatırlatır, şu an TC vatandaşı bir Zagor’un Türkiye sınırları içinde yaşadığını da belirtirim. Ama yok, benim amacım bu çeşit bir ispat da değil. Konu sulanıyor, fark ediyorum. İroniyle karışık yapacağız bir şeyler, bir saniye... Tamamen amatör bir çizgi roman okuyucusu olarak ve yine tamamen bilimsel olmayan yollardan yaptığım çeşitli araştırmalar sonucunda Zagor’un Türkiye’de en çok tanınan çizgi roman olduğunu idrak edeli epey olmuştu. “Hâlâ çocuk gibi bunları mı okuyorsun?” diyen babam da, mahalledeki Bakkal Mehmet Abi de, tiki Ceren de, emekli albay amca da, Liseli Serap da Zagor’u biliyor ya da en azından çizgi roman ile bağlantısını kuruyorlardı. “Evet olabilir, Teksas Tommiks’i de her Türk bilir” dediğinizi duyar gibiyim. Ama Türklerin Zagor’la ilgisi bununla kalmıyordu. (Yemi at, yeni paragrafa geç.) S Siyah beyaz kareler Bu zamana kadar çekilen, Zagor’un hemşerileri İtalyanların bile haberdar olmadığı üç Zagor filmi 1970 ve 1971 yıllarında Türkiye’de çekilmişti. Enterestingdi. Hollywood’un haberi bile olmadan bir çizgi roman filme uyarlanıyor, ikisinde Levent Çakır, birinde ise Cihangir Gaffari Baltalı İlah rolünde “ahyaak” diye bağırarak Belgrad Ormanları’nda (tabi aslında Darkwood’da) huzuru sağlıyorlardı. Onlarca ülkede yayınlanmasına karşın, filmini çekecek kadar Zagor’u sahiplenen de Türkler oluyordu. Zagor’un Türkiye’de neden bu kadar tuttuğunu ırgalarken, “fumetti” ve “Amerikan çizgi romanı” ayrımından bahsetmeden geçmek olmaz. Bildiğiniz üzere fumetti, İtalyanların çizgi romana verdiği isim olarak bilinmekle birlikte, Türkiye’de çizgi romanın altın yıllarını yaşadığı (60’lar ve 70’ler diyebiliriz) ilk zamanlarda basılan Teksas Tommiks ile başlayan, Zagor, Teks, Swing, Mister No, Martin Mystere, Jeriko, Ken Parker, Tom Braks, Kinowa ve daha adını hatırlayamadığım niceleri ile devam eden İtalyan çizgi romanlarının genel adıydı. Amerikalı Conan, Kriptonlu Süpermen, Belçikalı Tenten gibi diğer ecnebi çizgi romanlar popüler olsa da İtalyanların tartışmasız üstünlüğü görülmekteydi. Dolayısı ile Türk çizgi roman okuyucusu, çizgi roman okumaya “Esse&Gesse”nin (Teksas Tommiks çizerleri) siyah beyaz, küçücük karelerdeki net ve basit çizimlerini benimseyerek başlayınca, bir nevi Zagor ve türevi fumetti’ler damardan zerk edilmişti... (Türk çizgi roman okuyucusu sayısının en fazla olduğu dönem kastedilmiştir. Yoksa, çizgi roman ülkemize 30’lu yıllarda girmiş idi.) Artık istediğiniz kadar Amerikan çizgi romanı okuyun; muhteşem çizgileri, süper sayfa tasarımını, ayrıntı çizimi, kuşe kağıt baskıyı, renkli çizgi romanları, Spawn’ları, Witchblade’leri, Xmen’leri görün, olmuyor. Bünye kabul etmiyor. Karmakarışık sayfada boğulan, terleyen, kızaran okuyucu, arşivden bir Zagor çakarak rahatlıyor, kendine geliyordu. (Uyuşturucu metaforu, kaçırma.) Peki onca fumetti’nin arasından sıyrılan Zagor’un başarısı ne idi? Zagor’un g..tündeki iki tane yuvarlak yamada mıydı keramet? Vahşi Batı’nın ortasında giydiği kırmızı gömleğinde mi, mavi pantulunda mı? Sorular, sorular... Fumetti’nin Türkiye’de basıldığı ilk yıllar... Çizgi romana aç okuyucu yukarıda bir kısmını saydığımız onlarca çeşit fumetti’yi bağrına basmış, “Ulan bu düpedüz ırkçı”, “Bunun kurgusu rezalet”, “Şu saçma” dememiş, hepsine azami şefkati Türkiye’de Fumetti’lerin ilk basıldığı yıllar... Çizgi romana aç okuyucu onlarca çeşit Fumetti’yi bağrına basmış, “Ulan bu düpedüz ırkçı”, “Bunun kurgusu rezalet”, “Şu saçma” dememiş, hepsine azami şefkati göstermiş idi. göstermiş idi. İnsanlar 15 günde bir erkenden bayilerine gidip çizgi romanlarını bekliyorlardı. Güneşin en parlak olduğu yıllardı. Tüm dünya yeniden keşfediliyor, tabular bir bir yıkılıyor, insanlar okuyor, gülüyor, dans ediyor, toplanıyorlardı. Mutluydular. (Derin bir nefes alır.) Ancak bu mutluluk uzun sürmemiş, sıkıyönetimler, darbeler, sansürler başlamış, insanlar yolda yürürken kafalarını kaldıramaz olmuşlardı. Haftada 500 bin satan Gırgır gitmiş, nice kitaplar sobalarda yakılmış, neticede fumetti’ler için de karanlık yıllar başlamıştı. Kafasına dipçiği yiyen halk, çizgi roman okumayı, dans etmeyi, politikayı, hayata yön vermeyi bırakmış, at gözlüklerini takarak dalgasına bakmaya yönelmiş, bana dokunmayan yılan bin yaşamış, dolayısı ile fumetti okuyucusu da bir avuç manyaktan ibaret kalmış idi. Bu bir avuç manyak kitle, “Aa Tommiks mi okuyon lan hâlâ?” ve benzeri nice çıkışlara göğsünü siper etmiş, nice yayınevinin heyecanlanıp fumetti basması, akabinde kapanması şeklinde yıllarca süren silsileye vesile olmuştu. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Zagor sürekli bir ilgiye mazhar olmuş, gerek Amerika’da, gerek Kanada’da, gerek İrlanda’da, gerekse de uzayda her daim haklının yanında olmuş, zalımın karşısında dimdik durmuş, efendiliğiyle, alçak gönüllüğüyle herkesin sevgisini kazanmıştı. Süpermen, Örümcek Adam, Batman gibi bir kentin koruyuculuğunu yapmamış, Swing ve Çelik Blek gibi tek bir düşmanla savaşmamış, Tommiks gibi otorite altına girmemiş, kayıtsız, tüm kötülere tek başına aynı şiddetle karşı çıkmıştır. Bu çalkantılı yıllarda, bir açılıp bir kapanan yayınevleri Türklerin Zagor tutkusunu keşfedip daima ilk önce Zagor’u basmışlar, bu yıllar boyunca, kurgusu zayıf, klişelerle dolu, kendini tekrar eden fumetti’ler de bir bir elenmiş, kala kala bir elin parmakları kadar fumetti kalmıştı: Korkusuz pilotumuz Mister No, çiziminde Uğur Dündar’ın model alındığı Martin amcamız, Atlantis, Gece Kartalı Tex Willer, (ki her biri ayrı yazıların konularıdır) ve Zagor Te-nay. Türk gibi kuvvetli Zagor’un benzerlerinden farklılıklarını düşündüğümde ilk olarak hiçbir yaraya merhem olmayan, genelde de bela getiren kahraman kankası rolüyle Çiko geliyor aklıma. Bırakın Tex’in kankası Carson’u, Mystere’nin yardımcısı Jawa Ceylan’ı, Sarhoş Konyakçı, aptal Puik, velet Rodi bile her daim çizgi romandaki esas kahramana yardım etmesine rağmen Çiko, oburluğu, şişkoluğu ve güçsüzlüğü ile sürekli bela getiriyordu. Bunun akabinde Zagor’un bu sersem Çiko’ya neden katlandığını düşünen okuyucu, haliyle Zagor ile Çiko arasında bilinmeyen gerçek ilişkiyi, Darkwood’daki ıssız bataklığın ortasındaki kulübede geçen geceleri düşünüyor, münasebetsiz yakıştırmalar yapıyordu. Ancak sadık Zagor okuyucusu biliyordu ki Zagor karşı cinsten hoşlanmakta ve iki macerada görüştüğü Avustralyalı Frida’yı tek aşkı olarak kabul etmekteydi. Neticede Çiko’nun diğer kahraman kankalarından farkı her daim Zagor’un oriji- nalliğini vurgulamıştı. Bir zamanlar pazar günleri 10’da başlayan TRT Pazar Sineması’nın körüklediği western tutkumuzu da hatırlarsak Zagor düşkünlüğümüzün bir bilinmeyenini de açığa çıkarmış oluruz aslında. “Hey amigo, çestabaka” lafzı, “ını nı nıım, nıı nıı nıım” şeklinde söylenen “İyi, Kötü ve Çirkin” melodisi adeta alt beynimize kazınıp yeni kuşaklara aktarılarak Türklerin ortak hafızasına damgasını vurmuştur. Aynı kitle kapitalizmin gelişmesine, işin ticari yönünün açık ara diğer yönlere fark atmasına, Amerikan çizgi romanlarının tüm dünyayı sarmasına karşılık, artık western dışında daha fantastik konuların işlendiği senaryolar çoğalsa da hâlâ bu özlemle Zagor okumaya devam etmektedir. Zagor’un kurgusu, çizimleri, atmosferi, düşmanları, kişiliği gibi irdelenecek epey konu olmasına karşın yerimizin darlığından ötürü sadede gelip (“Devam edecek” mesajı) “Zagor aslında Türk müydü?” sorusuna dönecek olursak: Zagor Türk mürk değildi abi. Ne Türk’ü Allah aşkına ya! Zagor’un babası İrlandalı, anası da Amerikalıdır. Kendisi de Pennsylvania’da doğmuş, Kızılderililer bu ismi vermeden önce de mahallesindeki kopillerin Patrick diye çağırdığı bir insan evladıdır. Türkiye’de bu kadar sevilmesine, tutulmasına karşılık kendisine en fazla “Fahri Türk” diyebilirdik, ama eski cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk’le karışacağından şık durmazdı. En azından şunu demiş olalım: Zagor Türk gibi kuvvetlidir. (Hastasıyım hamasetin.) sitki siyril Kaynaklar: Türkiye’de Çizgi Roman Levent Cantek - İletişim Fantastik Türk Sineması - Metin Demirhan - Giovanni Scognamillo Kabalcı www.imdb.com