Türk usulü “lens flare” için dü¤meye bas›ld›!

Transkript

Türk usulü “lens flare” için dü¤meye bas›ld›!
ISSN 1306 0830
y›l: 1 say›: 10 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL)
18-24 Kas›m 2005
Ekfli 10
yafl›nda!
Ekşi çalışanları
derginin 10. sayıya
ulaşmasını Ekşi
Plaza önünde soğuk
meşrubatlar
tüketerek ve kollarını gökyüzüne
doğru açarak kutladılar (s.3)
Photoshop’ta “lens flare” özelli¤ine
k›s›tlama getirilmesinin ard›ndan...
Türk usulü “lens flare”
için dü¤meye bas›ld›!
Adobe firmas›, sekiz milyon iflsiz Türk webdizayn›r›n ekme¤iyle oynuyor. Dü¤ün
foto¤rafç›lar›ndan grafik tasar›mc›lar›na kadar
uzanan genifl bir skalada milyonlarca insan
Photoshop’tan lens flare özelli¤inin
kald›r›lmas›n› elefltirirken 9. Cumhurbaflkan› ve
webmaster Süleyman Demirel de karara tepkisini yazd›¤› makale ile gösterdi. (s.4)
Aylin Asl›m
Ekfli’ye konufltu:
“Polis bar›
bast›¤›nda
sahneden
kaçard›m.” (s.8-9)
n Alt› y›ld›r askerden
kaçan genç, Kara
Kuvvetleri Komutanl›¤›
brövesinden Atatürk’ün
ç›kart›lmas›na tepkili (s.4)
n ‹ran Baflkan› Mahmud
Ahmedinejad: “‹srail
haritadan silinmelidir,
daha düzgün
çizilmelidir” (s.6)
n Molotof kokteyline
tak›lan pembe kokteyl
flemsiyesi bombaya
zarafet katt› (s.3)
n Memlekette pardon
ç›kal› eflekler ço¤ald› (s.5)
n Rorschach mürekkep
s›nav›nda hoca 30
verdi¤ini, ö¤renci 75
ald›¤›n› düflünüyor (s.2)
2
EKfi‹ 18-24 Kasım
yaflam
Çakı-Yorum
fiADAN ÇAKI
[email protected]
Fransa yanarken
kşi’nin 10. sayısından hepinize merhaba değerli okurlarım. Açık konuşayım derginin kaç sayı
dayanacağı konusunda ilk hafta kendi aramızda
girdiğimiz iddiada ben süpriz oynayıp bütün paramı
10. haftaya yatırdığım için bu haftaki sayıya böyle hem
duygusal, hem okuyucuya sitem eden, hem de “önümüzdeki maçlara bakacaz” iyimserliği taşıyan dokunaklı bir veda yazısı hazırlamış idim. Samimi söylüyorum bayaa da iyi olmuştu yazı, ben 3 defa falan ağladım yazarken, ama işte dergimiz kimsenin akıl sır erdiremediği bir inatla 10. sayıdan sonra da yayına devam edeceği için yazı işlerimiz bu hafta okuyucuya
yalakalık yapan mutlu bir yazı yazmamı istedi (biliyonuz işte, “bizi sizler var ettiniz” falan), elimde patladı
güzelim veda yazısı.
O yüzden hiç lüzumu olmadığı halde birazdan size teşekkür falan edicem değerli okurlarım, ama bu arada
merak edenleriniz varsa ilk hafta oynadığımız “Ekşi
kaç hafta dayanır?” bahsine ait oranları da vermek istiyorum:
2 sayı çıkar, sonra siz sağ ben selamet: 1.3 (Favori)
4. sayıdan sonra tüm kadro kovulur, yeni kadroyla da
en fazla üç sayı daha çıkarız: 1.8 (Plase)
Kahramanca, yiğitçe bi 10 hafta dayanırız gibi geliyor
bana: 4.6 (Sürpriz)
İlelebet payidar kalırız: 10.000 (bunu öylesine yazmıştık, yine de bir kişi parasını yatırmak istedi, dayanamadık dövdük adamı)
Evet değerli okurlarım, bugün elinizde 10. sayısını tuttuğunuz Ekşi dergisi var ya (“size girsin” diye seviyesiz bir espri yapacağımı düşünmediniz umarım) işte o
dergiye iyi bakın. Çünkü baktığınız sadece bir takım
yazılar ve fotoşoplanmış resimlerle bezeli bir tutam
kağıt değil. Şu anda elinizde geceler boyu harcanan
yoğun emeklerin ve yapılan büyük fedakarlıkların bir
meyvesini tutuyorsunuz. Nasıl büyük fedakarlıklarmış
bunlar diye merak edenleriniz için kısaca açıklayayım:
Çok büyük fedakarlıklar (aklıma bi şey gelmedi lan).
Anlatmaya kalksam ne benim köşem yeter ne sizin
yüreğiniz dayanır, o derece büyük yani düşünün artık.
Harcanan bunca emeğe ve yapılan bunca fedakarlığa
karşılık olaraksa biz Ekşi emekçilerinin sadece iki kazancı var: Türk basınında devrim yaratan böyle eşsiz
bir dergiyi ortaya çıkarmış olmanın verdiği manevi haz
ve siz okuyucularımızdan gördüğümüz yoğun ilgi ve
destek. Ha gerçi biraz daha yoğun ilgi ve destek verseniz de kazancımız manevi boyutla sınırlı kalmasa, cebimiz 3 kuruş para görse, ne bileyim kredi kartlarımızın en azından minimum tutarlarını yatırabilsek de evimize haciz gelmese, faturalarımızı ödeyebilsek de kış
günü doğal gazımızı kesmeseler fena mı olurdu? Olmazdı tabi, ama artık bunlar artık bizim için önemsiz
konulardır değerli okurlarım.
Geçtiğimiz 10 hafta içinde Ekşi emekçileri olarak kendimizi para, avans, ikramiye gibi dünyevi kaygılardan
alabildiğine sıyırdık. Günde bir litre su ve üç adet siyah
zeytinle yaşayıp bu halde 2 tam sayfa yazı çıkarabilen,
telepati yoluyla röportaj yapabilen, fotoşop kullanmadan bakışlarıyla resme efekt verebilen arkadaşlarımız
var artık (ve devamlı turuncu giyiniyorlar).
Sayenizde “monk”lara döndük, hep birlikte Nirvana’ya doğru emin adımlarla ilerliyoruz. Ben bu derginin başyazarı olarak arkadaşlarım adına karmamızın
yükselişine yaptığınız katkılar için hepinize teşekkür
ediyorum, şu paragrafı zorla, kendimden tiksinerek
yazdığım nasıl belli ise size olan minnettarlığım da öyle belli olsun istiyorum sevgili okurlarım...
Bu haftaki yazımda değinmek istediğim bir diğer konu
ise Fransa’daki eylemlerdi. Ezilen mülteciler, sosyal
adaletsizlik falan diye girecektim mevzuya ama size
yalakalık yapıcam derken yerim bitmiş sevgili okurlarım. Neyse artık haftaya kadar halen Fransa’yı yakmaya devam ederlerse önümüzdeki sayıda onlardan
bahsederim, olmazsa da sağlık olsun, zaten biz dönmüşüz Afrikalı mülteciye.
Haftaya görüşmek üzere, hepinizin tek tek hastasıyım.
Valla...
E
Ersan ve Gakkofllar’›n Ersan’›ndan
Tuman’›n vokalisti Kayhan Tamgöze’ye elefltiri:
Benim gibi ›k›namayacaksa
müzi¤i b›raks›n!
İstanbul
nceki gün Moda Airport Spor
Salonu’ndaki ofisinde yaptığı
basın açıklaması ile yeni kuşak “ıkınarak şarkı söyleyen şarkıcılara” çıkışan Ersan İnleten olay yapan
açıklamalarda bulundu.
Yeni kuşak popçuları ve vokallerini
“yeterince ıkınamamaları” sebebiyle
eleştiren Ersan İnleten’in özellikle
Duman grubunun vokalisti Kayhan
Tamgöze’yi hedef alarak konuşması
dikkat çekti. “Ikınmak sabır işi” diyen
Ersan bombaladı: “Yeni kuşak vokalistlerde o sabır yok. Müziği de, büzüğü de ciddiye almıyorlar.” “Büzüğü
sevmeyenin müziği de sevemeyeceğini” dile getiren İnleten, “Özellikle ye-
Ö
çoğunun yumuşak g’lerle bölünmesi
ve yüzüne düşen saçları sebebiyle ifadesi görülemediğinden ne dediği tam
olarak anlaşılamadıysa da sesinin tonundan Ersan’a karşı kızgın ve öfkeli
olduğu anlaşıldı. Basın toplantısının
sonunda Tamgöze, İstanbul Açıkhava
Konseri’nde “Suç’arım Ben Bu Akşam” şarkısını icra ederken yaptığı öğrenilen büyük abdestini basına sundu.
60 santim uzunluğunda ve 20 santim
kalınlığındaki abdest “keser sapı”
biçiminde oluşu ile ilgileri çekti.
Tamgöze’nin bu yanıtından sonra İnleten’in nasıl ve ne ebatta yanıt
vereceği merakla bekleniyor.
ni kuşak sanatçılardan Kayhan isimli
çocuğun beni taklit ettiğini üzülerek
görüyorum. Kayhan kardeşime bir
ağabey tavsiyesi vereyim: Ikınmak,
hele hele ustaların ustası Ersan gibi
ıkınmaya meyletmek ciddi risktir. Bu
riski almak, sorumluluğun altından
kalkmak kolay değil” dedi. Aktif müzik yaşamını kalınbağırsak ve boşaltım yollarında geçirdiği bir dizi rahatsızlık sebebiyle sona erdirmek zorunda kaldığını hatırlatan İnleten, “Benim
kalitemin en büyük delili TSK yararına verdiğim bir konser sırasında “Gel
Testere”yi söylerken sahneye yaptığım monoblok şeklindeki büyük abdestimdir” dedikten sonra basına bu
verniklenmiş abdesti tanıttı. 20’ye 20
santim ebatlarında olan ve kübik biçimiyle bir insandan çok goril dışkısını
andıran bu eser büyük ilgi gördü.
Kayhan’dan Ersan’a yan›t: “Ki¤ese¤er s›¤¤ap›››¤
gi¤¤bi¤e s›¤¤çt›¤¤am”
Ersan’›n ameline en yak›n temsili bazalt parças›.
Kayhan Tamgöze bu açıklamaların ardından yıldırım hızıyla bir basın açıklaması düzenleyerek Ersan’a yanıt verdi. İstanbul Nevizade’de bulunan
Gizli Bahçe isimli bardan hasmına
seslenen Tamgöze’nin söylediklerinin
Tamgöze’nin yan›t›
beklenmedik boyutta ç›kt›.
Kap›y› sanki biraz sert kapatt›
ektöründe öncü bir bilgisayar firmasında halkla ilişkiler müdürü
olarak görev yapmakta olan Aysel Saltınel, önceki hafta şirket yönetim kuruluna yaptığı haftalık sunumdan sonra
odayı terk ederken kapıyı sanki biraz
sert kapattı. Olay sonrasında bütün gün
düşünceli olduğu gözlenen Saltınel,
“Ay tam şöyle usulca çektim sanıyordum ki kapı tam kapanmadan özgün
kurumsal kimliğimiz çerçevesinde yeni bir dekora geçtiğimizi hatırladım.
Sen gel, bu kapı ‘gümmm’ diye kurul
S
Müdür
Salt›nel
gün boyu
üzgündü.
üyelerinin suratına kapan! Ay rezil oldum, çok ayıp oldu adamlara ya” şeklinde konuştu. Saltınel’in iş arkadaşı Satılmış Eren ise Saltınel’in fazla endişe ettiğini düşünmekte. Eren, “Ya Aysel
aslında harbi kızdır ama işte böyle
‘Aman bana kızmasınlar, aman herkesle
iyi geçineyim, aman benim arkamdan
konuşulmasın’ diye sürekli tantana
yapar” dedi. Sözüne “Bak sen yabancı
değilsin” diye devam eden Satılmış
Eren, “Geçen gün bu var ya bir file
çorap giymiş...” diye de ekledi.
Köprü durumuna getirilen
genç güreflçi trafi¤e aç›ld›
İ
stanbul üçüncü köprüyü tartışadursun, Dünya Gençler Grekoromen Güreş Şampiyonası’nın ikinci gününde güreşçimiz Hamza Dübürkaya tarafından köprü durumuna getirilen mavi mayolu Yunan Konstantin
Seferidis belini incitip o pozisyonda
kalınca Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tarafından trafiğe açıldı.
OGS bile var
İstanbul’un iki yakasını üçüncü noktada birleştirecek bu proje için güreşçimiz iki senedir hazırlanıyordu. Pozis-
yonun ardından düzenlenen törende,
Yunanlı güreşçinin mayosuna bağlanan kurdeleyi kesen Yıldırım, “Köprüler bir ülkenin akciğerleridir, akciğeri
olmayan ülke de bildiğiniz gibi nefes
alamaz, boğulur” dedi. Seferidis Köprüsü’nde geçiş ücreti 1,50 YTL olarak
belirlendi. Bakan, köprü kendi kendini
ikame edince ücretin kaldırılacağı konusunda söz verdi: “İki gözüm önüme
aksın ki, valla!”
Köprüde ayrıca aynen Boğaz Köprüsü’nde olduğu gibi Otomatik Geçiş
Sistemi de var.
Seferidis, beli iyileflene kadar trafi¤e aç›k.
aktüel
18-24 Kasım EKfi‹
3
10. say›s›n› kutlad›
Y›ld›z Park›’nda verilen görkemli davette seçkin konuklar Ekfli
Orkestra’n›n çald›¤› flark›lar eflli¤inde ç›lg›nlar gibi içip e¤lendiler
ssg
İstanbul
ürkiye’nin en çok satan 18. dergisi Ekşi, önceki akşam İstanbul
Conrad Oteli’nin de bulunduğu
Barbaros Bulvarı’ndaki Yıldız Parkı’nda
verilen görkemli davette 10. sayısını kutladı. Gecede bir konuşma yapan Genel
Yayın Yönetmeni Aziz Kedi, Ekşi’nin
son 10 yılda yayın hayatına giren dergilerin en başarılısı olduğunu söyledi ve
“Ekşi doğru zamanda ve doğru bir ekiple yola çıktı. Elini taşın altına koyan,
emek döken bu ekip ile gecenin kör vaktinde Barbaros Bulvarı’ndaki bu parkta,
yağmur altında kalmış evsizler gibi dona
dona başarımızı kutlayabiliyor, bakkaldan alarak ucuza getirdiğimiz biralarla
şenlik yapabiliyorsak işte bu büyük ruhun sayesindedir. Aynı ruh, Ekşi’yi de
dergiler arasında bir yere sokmuştur”
dedi. Muhteşem davete katılan Ekşi yazarları “Ekşi halkın nabzını en iyi tutan,
halkı en iyi anlayan, anlatan, okuyucusuyla çok barışık bir dergi. Toplumun
her kesimine seslenmeyi biliyor. Bunun
için de Türkiye’nin önder dergilerinden
oldu” diye konuştular. İş, reklam, basın
ve sanat dünyasından 200 seçkin davetlinin özel sebeplerle katılamadığı gecede
şarkılar da söylendi. Kutlamalar kapsamında bir ilke imza atılarak, parkta bağ-
10 say›n›n
ard›ndan...
T
İ
Kedi’nin
coflku dolu
konuflmas› s›k
s›k alk›fllarla
bölündü.
daş kurarak çömelen bir grup, gitarlarla
“Ekşi 10. Sayı Orkestrası”nı kurdu. Akdeniz Akşamları, Nothing Else Matters
gibi şarkıları çalan orkestra, daha sonra
dağıldı.
Aziz Kedi kotuyla ›fl›k saçt›
Kutlamada k›zlar bile vard›.
Geceye yeni aldığı kot pantolon ile katılan Aziz Kedi, davetlileri teker teker
parkın girişinde karşılarken, herkesin
elini sıkmayı unutmadı. Türban geriliminin yaşanmadığı davette, panço ve bira
su gibi aktı. Isınmak için kanyaklarını
ceplerinde taşıyan davetlilerin alelade,
sade, ancak özenli giyimleri dikkat çekti. İş dünyasının önemli isimlerinin buluşması ise gecenin kayda geçen anlarından bir diğeriydi. İş dünyasını temsilen gelen Pınar Market sahibi Yener Atasoy’un, Ekşi’nin Türk bakkalının da der-
gisi olduğunu söylemesi yoğun alkışlarla karşılandı. Atasoy, tezahüratlara bedava madlen çikolata dağıtarak sempatik
bir jest ile karşılık verdi.
Gece çatapat
gösterisi ile bitti
Saat 12 sularına kadar çeşitli aktivitelerin yer aldığı kutlamalar, dudak uçuklatan bir çatapat ve kızkaçıran gösterisi
ile sonlandı. Gösterinin büyüleyici olması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan Ekşi editoryası, 25 çatapat ve 18
kızkaçıran ile harika bir kapanış seremonisi düzenledi. Çatapatların ve kızkaçıranların saçtığı ışıkla çarpılan davetliler uzun süre şoku atlatamadılar. Ekşi
10. sayı kutlamaları çerçevesinde yurt
çapında başka aktivitelerin de olacağı
belirtiliyor.
‹ntihar etmek için Saddam’›n
avukat› olmaya çal›flt›
G
eçtiğimiz günlerde Bağdat ilginç
bir eyleme sahne oldu. Kız arkadaşı ile mutsuz bir dönem geçiren 25 yaşındaki Bağdat Barosu’na kayıtlı genç avukat Ömer Abdürrahim, Saddam Hüseyin’in avukatlığını üstlenerek
intihar etmeye kalkıştı.
Fadima’y› bana getirin!
Saddam Hüseyin’in avukatlarından Sadun
Duleymi’nin kaçırılması ve öldürülmesi,
akabinde gene Hüseyin’in avukatları Adil
El Zubeydi ile Tamer Hamud El Huzeyi’nin silahlı saldırıya uğraması ve Adil El
Zubeydi’nin öldürülmesi ile Saddam Hüseyin’in avukatlığının ne manaya geldiğini
açıkça anladığını söyleyen genç, sevgilisi
lk sayımızı çıkardığımız günleri, sanki sadece iki ay olmuş gibi net hatırlıyorum...
O zaman da bugünkü kadar heyecanlı,
coşkulu, fakat bir o kadar da tecrübesizdik,
hatta diyebilirim ki bir cahil sürüsüydük.
Her şeyi elimizden geldiğince güzel yapmaya çalışmamıza rağmen, yaptığımız en iyi işten dahi memnun olmaz, ondan da iyisini
yapmaya çalışırdık... İlk sayıyı elimde tuttuğum zaman hissettiklerimi hatırlıyorum...
Çılgınca sevinmiştim, yaptığımız işi çok sevmiştim... Ama elbette bundan sonra sayıların
sayıları kovalayacağını ve sonunda on sayıyı
devireceğimizi tahmin edemezdim... Dile
kolay, tam 10 hafta, 64 gün!
Köprünün altından o kadar çok sular aktı ki,
şimdi hatırladıkça ne kadar büyük mesafe kat
ettiğimizi daha iyi fark ediyorum. Nice sabahladığımız geceler... O dönemdeki en büyük TV kanallarından TV 8’in canlı haber
bültenine konuk olmamız.. Eskilerin tanıdığı
Okan Bayülgen diye bir şovmenin programında muhterem Aziz Kedi’nin yaptığı hoş
şakalar... Şadan’ın bıyığı yeni terlemiş zamanları... Düşündükçe seviniyorum, ulaştığımız insanları, onca sayı boyunca bizden desteklerini esirgemeyen milyonlarca okuru düşünüyorum... Para... Her şey mi? Değil elbette... Parayı düşünmüyorum. Okurlarımızla
bir sinerji, bir birliktelik yakalamamıza, dergi binasına sayılar boyunca gece yarıları kokoreç getiren müdavimlerimizin sıcak sevgilerine hayran kalıyorum sadece... Her hafta
canla başla uğraştığımız, sabaha matbaaya
yetişecek diye reji masasında uyuyakaldığımız zamanları hatırlıyorum... Ah o yedinci
sayının ikinci sayfası.. Neler çekmedik ki?
Bireysel çabamız değil elbette sadece hatıra
değer olan, o dönemden bugüne geçirdiğimiz aşamalar, defalarca değişen dergi çehremizle beraber değişen yayıncılık anlayışımız ve en önemlisi okur... Bu süreçte sizleri
tanıdık, sizlerin sevgisini aldık... Yüz yüze
değil belki, e-mail ya da herhangi bir iletişim yoluyla da değil evet... Belki hiç iletişmedik ama sevginizi hissettik... Ne zaman
gazete bayiinde Ekşi’yi çıkartıp Milliyet’lerin üstüne koyan birini görsek, o sevgiyi sıcaklığı hissettik.. İade sayılarındaki düşüş,
satışlardaki artış ve ilk Ferrari’m... Onu nasıl unutabilirim, ilk emektarım... Bugün benim için en pahalı arabadan daha değerliydi
o çünkü dergiden kazandığımızla, alın terimle almıştım... Şimdi çok daha iyilerine biniyor olsam dahi, onunla Babıali’yi çıktığım
dönemleri asla unutamam...
Bugün elimde artık sararmış ilk sayılarımıza
baktığımda, ne kadar yol kat ettiğimizi çok
daha iyi görüyorum... Beceriksizce, el yordamıyla başladığımız bir noktadan, sonunda
dev kadrolu, okura layık bir kalitede çalışan,
gerek içerik gerek görünüşüyle bir emsal
olan 10. sayımıza geldik... Bu elbette yolun
sonu demek değil... Hedefimiz her zaman
siz okurlara daha fazlasını, daha güzelini,
daha iyisini verebilmek... Sizler buna layıksınız ve biz size layık olmak için elimizden
geleni yapacağız... Çünkü gücümüzü sizlerden alıyoruz... Sizlerle varolduk ve sizler
için gerekirse öleceğiz... 0Ama gerekeceğini zannetmiyorum.
Nice 10 sayılara Ekşi! Nice okurlara! Nice
tirajlara! Kutlu olsun!
Fadima Muharrer ile barıştırılmazsa bir dakika bile düşünmeden avukatlığı üstleneceğini söyledi. Polislerin, “Gençsin, yapma, yanarsın” çağrılarına kulak asmayan
genç, halkın da tepkisiyle karşılaştı. Avukatlık başvurusunda bulunmak üzere halkın bakışları arasın da mahkemeye yürümeye çalışan genci durdurmaya çalışan
halktan bir kesime direnen genç, en sonunda Bağdat Emniyet Müdürü Halil El Shalik’in Muharrer’i araması üzerine sakinleşti. Fadima’nın emniyet müdürü ile konuşması ve anlaşması üzerine avukatlık
görevini ifa etmekten vazgeçen genç,
kavuştuğu sevgilisi ile bir Amerikan tankı
önünde verdiği demeçte, “Gençlik işte, bir
an başım döndü. Yaşamak güzel” dedi.
Irakl› genç avukat Ömer Abdürrahim murad›na erdi.
4
EKfi‹ 18-24 Kasım
gündem
KISA... KISA / YURTTAN...
“Vizyon”, “misyon” ve
“sinerji” yasaklan›nca
dili tutuldu
KOBİ’lere danışmanlık hizmeti veren işletme mezunu A.K. (32) “vizyon”, “misyon” ve “sinerji” kelimeleri yasaklanınca konuşamaz hale geldi. Yıllardır baklavacısından tuğla fabrikasına her gördüğü
şirkete “Önce bir misyon belirleyelim. Bu çok
önemli, kısa bir cümle olsun”, “Bizim sorunumuz
vizyonumuzun olmaması”, “Eğer bir sinerji yaratabilirsek başarılı oluruz” tavsiyelerinde bulunan şahıs karara tepki gösterdi. Bu kelimeler kullanılmadığı takdirde ne diyeceğini bilemediğini söyleyen
A.K., “Önemli olan insanın kendini geliştirmesi”
diyerek sözlerini noktaladı.
Do¤algaz zamm›, küresel
›s›nmaya deste¤i art›rd›
Doğalgaza gelen son zamla beraber sabrı taşan vatandaş, küresel ısınmaya destek vermeye başladı.
2003 yılında yapılan anketlerde “Küresel ısınma
hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, yüzde
26’lık bir kısım “Kısık ateşte uzun süre kendi buharında ısıtmak lazım ki tat versin” yanıtını vererek soruyu anlamadığını ayan beyan belli ederken, yüzde
12’lik bir kısım “Bu sene pek sonbahar yapmamıştı zaten, kış çabuk geldi” yorumunu yapmıştı. Bu
sene yapılan ankette elde edilen sonuçlar ise düşündürücü. Yüzde 48’lik bir kısım, “Küresel ısınma
süperdir, doğalgaza gelen zamlar belimizi büktü,
merkezi ısınmaya alışmıştık, küresel neden ısınmayalım?” derken yüzde 13’lük bir kısım, “Buzullar
eriyince penguenler buzların üstünde Akdeniz’e
gelir, süper ortam olur” diyerek gene soruyu anlamadıklarını belli ettiler. Bilim adamları ise küresel ısınmanın doğalgaza bir alternatif olmadığı
konusunda ısrarcılar.
Ferrari’sini satan
bilgenin Porsche
ald›¤› ortaya ç›kt›
Basın mensuplarının ısrarlı sorularını “Ferrari çok
yakıyordu ben de sattım. LPG taktırayım dedim,
karşı çıktılar. Başka seçeneğim kalmamıştı. Unutmayın ki bilgelik her şeyden önce iktisatla başlar.
İsrafa karşıyım” şeklinde yanıtlayan bilge, “Peki
ama yazdığınız kitaba ne demeli? Halkı kandırmış
olmadınız mı?” şeklindeki bir soruyu da “Güzel
kardeşim, Ferrari’sini satan diyorum orada. Hibe
eden mi demişim, yakan mı demişim? Satan diyorum satan. Ticaret yapıyorum. Satarım, canım sıkılır
başka araba alırım. Sonra onu da satarım. Ne kandırması? Lütfen arkadaşlar, yogamı yaptım gidiyorum” şeklinde yanıtladı.
‹statistik
Üniversitelerde vize dönemi
yaklafl›rken s›nava haz›rland›¤›m›z
geceler
%23
%28
%18
uyan›k
kalabilmek
%14
%10
için hangi
%7
yöntemleri
tercih
ediyoruz?
n S›nav döneminde gündüzleri 16 saat uyumak (%23)
n Uyan›k kalmam›za yard›mc› olmas› için sevgiliyi telefonla
aramak, bütün gece sohbet etmek (%18)
n Bir fabrikada gece bekçisi olarak ifle girmek (%14)
n Vücudun uykuya karfl› ba¤›fl›kl›k kazanmas›n› sa¤lamak için
afl› niyetine yemeklerden sonra uyku hap› almak (%10)
n Ç›kard›¤› seslerden ç›ng›rakl› y›lan›n odan›n neresinde
oldu¤unu tahmin etmeye çal›flmak (%7)
n Baykufl kostümü giymek (%28)
Adobe, Photoshop’tan
lens flare efektini kald›rd›
Yaz›l›m firmas›n›n flok karar›na Demirel’den ayn› sertlikte cevap:
“Lens flare Cumhuriyet’in parlayan y›ld›z›d›r!”
azılım firması Adobe’un, Photoshop programının yeni sürümünden
“lens flare” efektini kaldırma kararı yurt çapında tepki aldı. Düğün fotoğrafçılarından, grafik tasarımcılarına, webmaster’lardan Atatürk resmi renklendiricilerine
kadar uzanan geniş bir skalada ve her sektörde çalışan milyonlarca insan bu kararı
eleştirirken, 9. Cumhurbaşkanı ve webmaster Süleyman Demirel de karara tepkisini Photoshop User dergisine yazdığı
“Lens flare Cumhuriyetin parlayan yıldızıdır!” makalesi ile gösterdi.
Y
“Her kim lens flare’e el
uzat›rsa hata etmifltir”
Sert bir üslupla yazılan makalede kararı
eleştiren Süleyman Demirel “Türkiye’de
şu an sekiz milyon işsiz var. Bu ne demektir? Bu, sekiz milyon webdizaynır demektir. Bu, sekiz milyon webmaster demektir.
Bu insanlar lens flare’siz ne yapacak? Adobe millete, işsize, yetime, webdizaynıra hesap versin” dedi. Olay makalesinden sonra
kararlı tavrını sürdüren usta webmaster Demirel “Eğer Adobe istediğimizi vermezse
bu halk istediğini alır. Türk halkı kendi lens
flare’ini yaratmaya muktedirdir” dedikten
Foto¤raf:
‹lker Akgüngör
Ülke
kar›flt›
sonra basına Türk işi lens flare’i tanıttı. Ellerinden şualar saçan Demirel “Eski Photoshop sürümlerine dönmeyiz. Bu ülkeyi
kimse geriye götüremez. İstiklal Savaşı’nda yoktan top mermisi ve silah üreten
Türk halkı kendi lens flare’ini kendisi yapar, kendisi ekler. Kimsenin plug-in’ine
muhtaç değiliz” diyerek halkı kendi lens
flare’ini yapmaya özendirdi.
Atatürkçü Düflünce
Derne¤i de tepkili
Karara Demirel’in yanı sıra yurdun diğer kesimlerinden özel ve tüzel kişiler de tepki
gösterdi. Daha önce Uludağ Üniversitesi
Sağlık Meslek Yüksekokulu tarafından hazırlanan yıllıkta “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni tahrif ederek “Haylaz Öğrenciye Hitabe” şekline sokan öğrencilere karşı çıkışı
ile tanınan Bursa Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanı Lütfü Kırayoğlu da Adobe’un kararına tepki gösterenlerden biriydi.
Kırayoğlu, “Renklendirilmiş Atatürk fotoğraflarının tamamlayıcı unsuru olan lens flare
sayesinde Ulu Önder’imiz her tarafından
ışıklar saçan melekler gibi gözüküyordu.
Şimdi bu karardan sonra Ata’mız eskisi gibi
doğaüstü görünemeyecek. Adobe firmasının
Webdizayn›rlar Lokali
tepkilere sahne oldu.
‹flte Demirel’in tepki makalesi
İşçilerin, köylülerin, memurların,
müteşebbislerin omuzları üstünde
yükselen, kurum ve kuralları işleyen
Türkiye Cumhuriyeti her alanda dünyanın nadide ülkelerden biridir. Lens
flare için de Türk düğün fotoğrafçısından, sayfa tasarımcısına milyonlarca çalışanın, emekçinin göz nuru
değildir diyebilmek mümkün değildir.
Yarın Türkiye yeniden 80 öncesindeki
gibi lens flare’e muhtaç kalınan, fotoğraflarda parlak ışıkları, insan gözüne hoş gelen şuaları olmayan bir
ülke olacak ise o zaman hür ve açık
meydanlarda insanımız demokratik
kıstaslarla elbet hakkını arayacaktır.
1923 senesinde bilgisayar değil abaküsü bile olmayan bir ülkeden
19.878.645 bilgisayarı, 10.432.987
internet, 5123 adedi orijinal olmak
üzere 11.323.997 adet Photoshop
kullanıcısı yaratan Cumhuriyet, lens
flare’in katkıları ile resim ve estetikte
marka olmuş çalışmaları da içinden
çıkarma başarısını gösterirken bugün lens flare’siz Photoshop programları ile bu ülkünün gidişatına dur
demek isteyenler; yükselen, laik, demokratik, bölgesinde güçlü ve güven
veren Türkiye yıldızını da plug-in’siz
bırakmaktadır! Binaenaleyh, her kim
lens flare’i kaldırmak istiyorsa hata
etmiştir. Photoshop lens flare sahibi
program ise lens flare’siz programlara Photoshop demek mümkün değildir. Lens flare’i kaldırmak isteyen
hür meydan, hür sokak ve hür vicdan da bu bakımdan yenilmiştir. Ben
Türk Photoshop kullanıcısına, lens
flare’i seven, sevdiği için lens flare
kullanan, kullandıkça güzel işlere
imza atan herkese diyorum ki: “Benim çalışanım, Cumhuriyet bir daha
lens flare’siz günlere döndürülemez.
İşte hür meydan, işte hür vicdan, işte sandık, işte şeffaf toplum, işte bilgisayar! Adobe lens flare’i kapattı
diye lens flare’siz kalacak değiliz,
kendi lens flare’imizi yapar resimlerin üstüne koyarız. ‘Brush strokes’
değil lens flare lazım olan bu millet
elbette sorun çıkarsa çözecek, çözdüğünde de çözmemiştir
denilemeyecektir.”
Lens flare nedir?
Lens flare ilk olarak 80’lerin başında
keşfedilmiş muhteşem ve asil bir
efekttir. Keşfedildiği günden bu yana dahil olduğu bütün görsel tasarım
ve içeriğe kendi ışığını ve farkını katan lens flare Türkiye’nin ve Türki
halkların milli görsel efektidir.
bu kararı yalnız Adobe’u ilgilendiren bir karar olarak telakki edilemez. Lens flare’e müdahale Ata’ya müdahaledir. Amaç Ata’nın
aydınlatan ışığını söndürmektir. Misak-ı Milli sınırları içinde buna izin verilemez. Lens
flare sönmez, vatan bölünmez” dedi.
Webdizayn›rlar rahats›z
Kararın bomba gibi düştüğü Webdizaynırlar
Lokali’nde gergin ve tatsız bir hava hakim.
Lens flare’siz bir grafik tasarım düşünemediklerini belirten milyonlarca tasarımcı ve
dizaynır olayı şiddetle kınıyorlar. “Gerekirse
Adobe binasının fotoğraflarını lens flare ile
görünmez hale getiririz” diyerek tepkilerini
gösteren Webdizaynırlar Odası Başkanı,
“Güneş ne kadar önemli ise fotoğrafları
güneş gibi aydınlatan lens flare de o kadar
önemlidir” diyerek hükümeti tavır almaya
çağırdı. Nikah fotoğrafçıları da olaya tepkili.
Düğün fotoğrafçısı Mehmet Aybars, “Artık
evlenen çiftlerin istikbalinin parlaklığını
nasıl vereceğiz? Oldu olacak gözleri yeşile
ve maviye boyama hakkımızı da alsınlar tam
olsun” derken kararı öğrenen yeni evlenecek gençler de “Bizim ne günahımız
vardı? Biz niye karanlığa mahkumuz?
Işığımız nerede?” diyerek veryansın ettiler.
Süleyman
Demirel kimdir?
Güreş Federasyonu Onursal Başkanı.
1 Kasım 1924 tarihinde Isparta’nın
Atabey ilçesine bağlı İslamköy’de
doğdu. 1949 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde ihtisas yaptı. Uzun
yıllar spor ile ilgilenen Demirel’in
güreş ile ilgisi hiç bitmedi. Yıllarca
güreşçilere ve güreşe kol kanat geren
Süleyman Demirel’in önemli eserleri
arasında çeşitli barajlar ile Türkiye
Güreş Federasyonu’nun çıkardığı
Güreş dergisinde yayınlanan “Cumhuriyet, Her Alanda Başa Güreşmek
Demektir” isimli makale sayılabilir.
gündem
Halktan sesler
Köpek giren eve
melek girer mi?
Geçtiğimiz günlerde Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan
Çeker, “Köpek beslenen eve melek girmez” dedi. Açıklama İslam alimlerini ikiye böldü.
Hayvanseverler bu iddiaya çok sert yanıtlar verdiler. Köpek beslenen eve Cebrail dahil
hiçbir meleğin girmeyeceğini savlayan Çeker’in beyanatıyla ilgili olarak, evde köpek
beslemek ve meleklerin köpek beslenen evlere yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gülsen Bor
Seyyal Bac›bey
Tuluyhan Okyay
(Ö¤renci, 23)
(Terzi, 29)
(Lise ö¤rencisi / Animatör, 17)
Bana kalırsa evcil
hayvanların meleklerle uyumsuzluğu
gibi bir durum söz
konusu
olamaz.
Çünkü onlar da dünyamızda
yaşayan
canlılar. Ve onlar bizim en iyi dostumuz dediğimiz sevimli hayvanlar. Siz hiç bir köpeği kollarınıza alıp okşadınız mı? Onun o güçlü
çenesini, patilerini, yumuşak tüylerini
hissettiniz mi? Sanmıyorum. Ama ben
salak değilim, sizin o terbiyesiz bakışınızdan aklınızdan geçen karanlık fikirleri okuyabiliyorum. Gerizekalı! Sen
bir kere o ellerini cebinden çıkar.
Bu açıklamadan
şöyle bir sonuca
ulaşmak da mümkün mü diyerek
emniyet teşkilatı
bünyesinde uyuşturucuyla mücadelede kullanılan cins
cins köpeği çıkılan
her görevden sonra geri götürülüp
bahçeye mi saldıkları bir muamma olmakla beraber Cebrail’in narkotik şubeye uğramaması durumunda uyuşturucu baronlarını hoş göreceksek evimize gelene bin tekme diyerek en azından kafiyede empati yapalım.
Merhaba. Nasıl olsa
gideceğin için baştan
söyleyeyim: Kendine
iyi davran! (Gülümsüyor) Köpek ve melek ele alınmış iki zıtlık. Onun için köpek
girer melek çıkar diye
bir kabul yok. (Gülümsüyor). Din hocasına “cep-rail” tarifesi serbest mi diye sorduğunda bana “sus köpek” demesi espri... (Gülümsüyor) Benim hayat felsefem çok basit. Her canlıyı sevgiyle sev, anladın? Benimki dişi, ismi
Polly. Bir gün göstereyim mi? (Gülümseyerek yüz felci geçiriyor)
Metin P›narl›
K›z›lmaske
(Sütçü / Webdesigner, 45)
(Mirasyedi, 36)
Hayvan hakları eğer
korunuyorsa, laik ve
dini bir demokrasinin de altı çizilmelidir. Müslüman ve
Hıristiyan alimlerini
bir araya getiren öge
tam anlamıyla budur. Öte yandan develerle, atlarla yolculuk ettiğimiz yılları hatırlayalım. Zor
oldu değil mi epey geriye gidince? Tabii ki bilgisayar çağı ve Internet’in yaygınlaşması sayesinde. Köpeklerin bile
dijital çiplerle donatıldığı günümüzde
elbette ki o evde tüm dinler diyalog
çerçevesi içinde yaşayabilir.
Normalde şehre inemiyorum. Bilsem
hazırlanırdım biraz.
Ormanda televizyon
pek çekmediği için
ajans haberlerini izleyemiyorum, bu
olaydan bihaberim.
Dedem benim paşaydı. Bu üzerimdeki
dedemin askeri tören kıyafeti. Rahmetli dedem babama bırakmış, babam da
kilo alınca bana verdi. Pigmelerden allah razı olsun, terzilikleri çok temiz.
Siz ne sormuştunuz? Köpek mi? Hahaha herkes gibi siz de hata yaptınız
yalnız: “Şeytan” köpek değil, kurttur.
Necati fiahenk
(Koruma, 30)
Nedir bu hayvan? İttir ya. İt ittir kardeşim. İt sokaklarda
dolaşacak, çöp eşeleyecek, havlayacak,
koşacak. Onun doğası böyle. Ama sen
ona niye tasma takıyorsun ki. Sonra “Yapma Fifi, hemen
buraya gel Fifi”. Fifi ne anlasın, senin
Fifi sokak köpeği bir kere. Bunu çok
eve sokmaya gelmez, hayvan açık araziye alışmış, fazla yaşamaz o. Sen
hayvan mısın ki hayvanla aynı yerde
yaşıyorsun, ahır gibi?
18-24 Kasım EKfi‹
Asansöre yaln›z
binen çocu¤a üç
y›l a¤›r hapis!
stanbul, Moda Balözü Sokak’ta bulunan Türk İleri
Apartmanı’nın asansör
talimatnamesine uymayan küçük A.K.
(11) talimatnameyi yazan apartman yöneticisi emekli Korgeneral
Fahik Ürün tarafından
kurulan mahkemede
Minik A.K., asansörle oynama
merak›n›n faturas›n› ac› ödedi.
üç yıl ağır hapis ve
ömür boyu asansörlerden men cezasına çarptırıldı. Asansör Talimatnamesi’nin “12 yaşından küçük çocukların velisi olmadan
asansöre binmesi yasaktır” şeklindeki 8. maddesi ve
“Asansörü gereksiz yere meşgul etmek yasaktır” şeklindeki 23. maddesine muhalefetten önceki hafta hakkında tutuklama kararı çıkarılan A.K.’nın yaşının küçüklüğü sebebiyle beraat etmesi ve tutuksuz yargılanması kararı da yine Ürün tarafından reddedilmişti.
Olay hakkında konuşan Ürün, “A.K.’nın asansör ile
alakalı yasadışı faaliyetlerinden uzun zamandır haberdardım. Lakin önceki yöneticinin asansör talimatnamesini takip ve uygulamadaki lakaytlığı ve umursamazlığı sebebiyle bu faaliyetleri cezalandırmak
mümkün olmuyordu. Şu an Magosa zindanlarında
yatmakta olan eski yöneticiyi bir ay önce uyardım,
bir nota verdim. A.K.’nın faaliyetlerine eğer bir son
verilmezse olacaklardan mesul olmadığımı belirttim.
Bana ‘Sen de kim oluyorsun?’ gibisinden yanıtlar
verdi. Ben de apartmanın kapısında mevzilenmiş güvenliğimden sorumlu muhafızlarımı topladım, yöneticinin dairesine baskın yaptım. Böylece yönetimi
devraldım. İlk işim 4. kattaki Nurgül Soğukoluk
isimli kadının fuhuş faaliyetlerine son vermek oldu.
Onu kovdurduktan sonra A.K.’yı nedensiz yere asansöre tek başına binerken suçüstü yakaladım. Kurduğumuz mahkemede aldığımız kararlar apartmanın ve
asansörün huzuru, bekası içindir. Sonuna kadar arkasındaydım” dedi.
Basın açıklamasından sonra lakabının “Asansör” olduğu ve bir arkadaşına danışmak üzere Marmaris’e uçtuğu öğrenilen Ürün, Amerika’dan yeni gelmişti.
Olay hakkında konuşan apartman sakinleriyse kararı
ve yeni asansör talimatnamesini yüzde 90 oranında
onaylayarak “Askerimize emekli de olsa güveniyoruz” mesajı verdi.
İ
Futboldan anlamayan kad›n Saçmalama
ailesinden anlay›fl bekliyor Borkan!
Y
T
eliz Gülgün 23 yaşında, üç
yıllık evli ve çocuklu bir ev
hanımı. 23 yıllık hayatı boyunca futbola sadece çevresindekiler
sevdiği için ilgi gösteriyor gibi yapmış ve sadece gollerde ve milli zaferler sonrası yaşanan kutlamalarda coşkulu katılım göstermiş. Yeliz Gülgün evlenince bu tavrını eşine
karşı da devam ettirerek uyumlu
olmak istemiş. Ne var ki uyumlu
olmak için eşinin takımını tutan
Yeliz Hanım bu oyunu tek taraflı
sürdürmekten bıkınca sesini yükseltmiş. “Eşler arası eşitlik istiyorum” diyen Yeliz Hanım evlerinde
yaşanan reform hareketini bakın
nasıl anlatıyor: “Bir gün yine eşim
bana bir ofsayt pozisyonundan
bahsetmeye başlarken aklıma bir
fikir geldi. Sabırla konunun bitmesini bekledim. Konuşması bitince kendisine Yalan Rüzgarı’nda
Cil ile Tom’un arasındaki sorun-
dan bahsetmeye başladım. Ağzını yüzünü ekşitti. Görmemiş gibi yaptım.
Cil’in Tom’dan sakladığı sırrı, ondan
habersiz büyüttüğü bebeğin de aslında
Riçırd olduğunu öğrenmesi halinde
neler olacağını anlattım. İlgisiz kalınca, susmadığımı görünce, ‘Ya of nasıl
Gülgün Ailesi gergin
günler geçirdi.
izliyorsun bu saçmalıkları, ne saçma
üf müf’ deyince ellerimi ayaklarımı
bir titreme aldı. O sinirle kafasına yoğurtlu bakla çanağını geçirdim ve ben
de senin futbolunun, maç sonrası kritik ve analizinin hastası değilim dedim. Bu evlilik biter dedim. Dondu
kaldı. Sesini çıkaramadı.” Bu
olaydan sonra yataklarını ayırarak psikolojik savaş başlatan Yeliz Hanım’ın eşi bu baskıya sadece 48 saat dayanabilmiş. Bir gün
Yalan Rüzgarı izlerken yanına
oturup “Hangisi Cil? Sen hangisini tutuyorsun?” diyerek sempati toplamaya çalışan kocasını
hemen affeden Yeliz Hanım son
durumu şöyle anlatıyor: “İzlediğinin çoğunu anlamıyor. Sadece
ben cıkcıkladığımda o da anlamadan cıkcıklıyor. Bir de
kocam işe girerse tabii daha iyi
olacak. Webdizaynırlık karın
doyurmuyor.”
5
ürkiye, bir haftadır “sıradaki şarkı” kriziyle çalkalanıyor. İlk albümünde gelmiş geçmiş en büyük kelime oyunlarından bir tanesine imza atarak
kasetin B yüzünün ilk şarkısına “Sıradaki Şarkı” ismini veren genç popçu Borkan Tugur, Kral TV izleyicilerinin nefretini bir anda üzerine topladı. Yıllardır birbirlerine sıradaki şarkıyı yollamaya alışmış izleyiciler, Borkan’ın bu oyunu sonucu neye uğradıklarını şaşırdı.
19 yaşındaki Y.B., durumu şöyle anlatıyor: “Bir pazartesi sabahı, her zamanki gibi kalkıp Kral TV’yi
arayarak sevdiceğim için sıradaki şarkıyı istedim.
Çalan şarkı Borkan Tugur’a aitti. Sıradaki şarkıya
gelindiğinde gene aynı şarkı çalmaya başladığında
kanım dondu”. 22 yaşındaki C.G. ise kız arkadaşı
için iki sonraki şarkıyı istemeye çalıştıysa da başarılı olmadı. Borkan Tugur’un üç milyon satan albümü
“Kelime Oyunları” ve şimdiden “Dünya müzik tarihinde klibi televizyonda en çok döndürülen şarkı”
unvanını eline geçiren şarkısı “Sıradaki Şarkı”,
müzik marketlerde. Albümdeki şarkılardan bazıları
ise şöyle: “Verme Lorant”, “Torik Amos”, “Emmesen Mesencır”.
6
EKfi‹ 18-24 Kasım
spor
Spiker aran›yor!
Naklen maç yay›nlar›nda spikerin yar›m
b›rak›p tamamlayamad›¤› cümleleri
k›vrakl›kla tamamlay›p spikere h›zla sufle
edebilecek eleman aran›yor. Adaylar›n
afla¤›daki örnek yar›m cümleleri tamamlay›p
özgeçmiflleriyle birlikte TETV Genel
Merkezi’ne baflvurmalar› gerekmektedir.
ASTROLOJ‹
Koç (21 Mart-19 Nisan)
Torununuzun Vatandaşlık Bilgisi ödevine yardım ederken şans eseri “İhtiyar Heyeti”nin işleyişini ve üyelik
şartlarını öğrendiğinizde, köyünüzün ihtiyar heyeti üyeliğine
adaylığınızı koymak için 93 yaşına kadar beklemeyi seçtiğinize
pişman olacaksınız.
Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s)
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” her
Türk’ün çocukluğunda öğrendiği yaygın bir tekerleme
olsa da sizi teşhircilikten gözaltına alan polis memurlarını dilimizde “Kasım zorlukları aştırır, sokakta çırılçıplak dolaştırır” şeklinde
bir tekerlemenin varlığına ikna etmekte güçlük çekeceksiniz.
‹kizler (21 May›s - 21 Haziran)
Hüseyin topa taca çıkmaması fakat...
Erkut sağdan sola doğru kendisine göre sağ ama sol olarak...
Top kaleciyi yalayarak...
Çok güzel bir şut, ama aynı güzellikte Hasan’a...
Serter bastı topa döndü, kendi ekseni...
Uluslararası ilişkiler ve Türkiye’nin taraf olduğu ikili
anlaşmalar konularındaki fütursuz cehaletiniz bu hafta
iş arkadaşlarınız ve yakın çevreniz tarafından ayıplanacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olduğunuzu
hatırladığınızda, ister istemez onlara hak vereceksiniz.
Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz)
Şair her ne kadar “Antep sıcak / Antep çetin yerdir /
Antepliler silahşor olur / Antepliler yiğit kişilerdir” demişse de siz bu hafta Nazım Hikmet’in uyarılarına kulak asmayıp Antepli bir genci kebabınıza fazla yoğurt koyduğu için öğlen
12’de şehir meydanında düelloya davet edeceksiniz. Eğer önce
sıcaktan ölmezseniz, Antep’ten “Birden bir kurşun gelip / Kafasını aldı” dizeleriyle uğurlanmanız olası.
Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos)
Gol kaçakç›l›¤›ndan
tutuklanan forvet isyanlarda
eçtiğimiz sezon takıma
dum, birden ense köküme bir darbe
transfer olan fuleli H.Ş. yeve tutuklandığımı hissettim. ‘Kime
ni takımına büyük hayalleratıyon lan sen o golleri?’ suçlamalale gelmişti. Taraftarın gözbebeğiyrı ile karşı karşıya kaldım. Kaçırdıdi. Fakat son haftalarda kaçırdığı
ğım golleri ben kime atayım yahu?
gollerle taraftara saç baş yoldurup
Hiçbir şey anlamadım” diyerek ağkel bırakan H.Ş., dün gece gol kaladı. H.Ş.’nin kaçırdığı goller yüçakçılığından emniyet görevlilerinzünden komple kel kalan taraftarce kıskıvrak yakalanlardan birinin H.Ş.’yi
dı. Dertli forvet, “Taispiyonladığı gelen
kım olarak iyi durumduyumlar arasında.
dayız. Fuleliyim ve
Perukla maçlara gelyırtıcıyım. Ama moramek zorunda kalan
lim bozuk. Her futtaraftarlardan en sekbolcu gol atmak ister.
sisi “Misal ben aslınGol kaçırdığım doğru.
da esmerim. Lakin
Ama sahada olan saperukçuda bir tek bu
hada kalır. Ben iyi bir
kızıl saç kalmıştı, alinsanım. Maçtan sonmak zorunda kaldım.
ra içim rahat, golleriMahallede sürekli laf
mi kaçırmışım, duşuatıyorlar. ‘Hastayım
mu almış gidiyor- H.fi. kabiliyetsizli¤inin kurban› oldu. ulan sana kızıl’ diyor-
G
lar. Kavgacı biri olup çıktım. Özgüvenim de sıfır. Bir de daha şimdiden
madara olduk diğer takım taraftarlarına. Açmışlar pankartı bak bu maç
hemen, ‘İyi bakın keltoşlar!’ diye.
Sonra da 40 bin taraftar aldılar ellerine taraklarını şıkır şıkır gür saçlarını taradılar. Utanç verici bir durum
bu” diyerek gözüne giren saçlarını
savurdu. Emniyette ifadesi alınmak
üzere ekip otosuna bindirilmeye çalışılan H.Ş., kel taraftarların uzun
süreli protestosuna maruz kaldı ve
masum bir surat ifadesi takınarak
hafif de hırslı bir şekilde yumruk
havaya yaptı. Fakat taraftarların büyük bir kızgınlık içinde peruklarını
çıkarıp kel kafalarına tokat şaklatmaya başlaması H.Ş.’yi gözyaşlarına boğdu. Ekip otosuna uzanarak
ağlamaya başlayan H.Ş. zor sakinleşti.
Maç öncesinde “galibiyet” parolas›n›
kapt›ran tak›m hezimete u¤rad›
irinci amatör kümede şampiyonluğa
oynayan Mardinspor
ile ligin dibine demir atan
Kartalspor arasındaki maç,
futbol camiasında şok etkisi
yarattı. Mardinspor lehine
23-0 sonuçlanan maç sonrasında Kartalspor Teknik Direktörü açıklama yapmazken, Mardinspor Kulübü
Başkanı Lütfü Yılmaz, “Sezon başından beri her maça
galibiyet parolasıyla çıkıyorduk. ‘Bu parolanın bulunması çok kolay; bir gün kaparlarsa, başımız çok ağrır’
diyerek teknik direktörümü-
B
zü defalarca uyardım; ama
bir türlü dinletemedim. Sonunda parolamızı kaptırdık
ve bu hezimet yaşandı. Yarın
ilk işimiz, kulüp binasının
etrafına firewall ördürmek
olacak. Önümüzdeki maçlara da ‘89nhy1rp’ gibi bulunması zor bir parolayla çıkacağız” dedi. Yılmaz, böyle
karmaşık bir parolanın maçın sonucuna nasıl yansıyacağını çok merak ettiğini de
sözlerine ekledi. Bu arada,
Mardinspor teknik direktörünün “Bu sonucu ‘hack’ ettik” demesi de dikkatlerden
kaçmadı.
Aslan burcuna layık görülen amblem soldaki “sinsi
sperm bozuntusu” olduğu sürece, yıldızlar bu haftaki
falınızı okumayı reddediyorlar. Aslan hayvanlar aleminin kralıdır,
Aslan burcu da asil ve vakur bir burçtur, o ne biçim amblem öyle, solucan gibi?
Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül)
Bu hafta çarşamba günü tanışacağınız kişiyle çabucak
birbirinize ısınacak ve ilerleyen günlerde rüya gibi bir
aşk yaşayacaksınız. Ne yazık ki yaşayacağınız aşkın benzediği
rüya, kendinizi coğrafya dersi sözlüsünde tahtanın önünde çırılçıplak bulduğunuz ve de sınıf arkadaşlarınızın sizi parmakla gösterip anıra anıra güldükleri rüyanız olacak.
Terazi (23 Eylül - 22 Ekim)
Özbilinci yüksek fareler yetiştirmede kuşkusuz çok başarılısınız. Yine de farelerle yaptığınız deneylerin bilim
dünyasına faydalı olması açısından bulgularınızı beraber çalıştığınız fareler yerine alanınızda uzman diğer bilim adamlarıyla paylaşmanız daha uygun olabilir.
Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m)
Bu hafta Vikinglerin son 800 yılda çıktıkları ilk denizaşırı seferi sizin evinize düzenlemeye karar vermeleri,
hem denizcilik otoritelerini hem de sizin yağmalanmaya değmeyecek kadar ucuz mobilyalarınız olduğunu bilen komşularınızı
çok şaşırtacak.
Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k)
Merak etmeyin, sizi iş hayatınızla ilgili hayallerinize
ulaşmaktan, tüm emellerinizi gerçekleştirmekten alıkoyan çekingenliğiniz, beceriksizliğiniz veya tembelliğiniz değil.
Asıl sorun, ne zaman patronunuzun huzurunda bir proje sunmaya başlasanız etrafa yaydığınız keskin ter kokusu.
O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak)
Bu hafta Teksas’taki bir poker turnuvasında blöf yapmanızın yol açacağı talihsiz kazalar zinciri, “Yalandan kim
ölmüş?” sözünün retorik bir sorudan ibaret olmadığını elim bir
şekilde ispat edecek. Birkaç yıl boyunca oldukça komik bir şehir
efsanesinin öznesi olacağınızı bilmek belki bir teselli olabilir.
Kova (20 Ocak - 18 fiubat)
Veresiye baktırdığınız kaçıncı fal oluyor bu Kova Bey,
Kova Hanım? Takdir edersiniz ki biz yıldızların da
geçindirmemiz gereken süpernova yıldız ailelerimiz, ödememiz
gereken kozmik borçlarımız var. Üç vakte kadar bu borçları
kapatmazsanız, korkarız uzun bir süre falsız kalacaksınız.
Bal›k (19 fiubat - 20 Mart)
Bu hafta Hürriyet’in pazar ekindeki “En iyi 10 orta
yaşlı, kepçe kulaklı, Lise 1’den terk, kekeme baharat
tüccarı” listesinde isminizi görmek gününüze neşe katacak.
Fakat, yedi aydır peşinde oldukları seri katilin orta yaşlı, kepçe
kulaklı, kekeme bir baharat tüccarı olduğundan şüphelenen
detektiflerin resminizi gördükten sonra akşamüstü kapınızı çalmaları, neşenize gölge düşürebilir.
aylin asl›m
karanl›k
buster keaton
flemdinli olaylar›
killing me softly
45’likler
zagor
Berkay Bu¤dano¤lu
‹stanbul’da do¤up büyüyen Berkay Bu¤dano¤lu,
flu anda e¤itimine Amerika’n›n Baltimore flehrinde
devam etmektedir.
Di¤er çal›flmalar›na http://neizen.deviantart.com/
adresinden ulaflabilirsiniz.
8
EKfi‹ 18-24 Kasım
söylefli
Nemrut göründü¤ümün
fark›na bu yaflta vard›m
‹lk albümün canl›lar›n› yaparken çok fazlaca düzenli ve evcil bir iliflkim vard›.
O yüzden de sahnede çok daha ç›lg›nd›m. Bütün hayat›mda böyle oldum. Çünkü
yaflam tarz›n yapt›¤›n her fleye yans›yor, ifline de, yaz›na da, sahnene de...
Aylin, önümüzdeki sene sahnedeki 10. yılın doluyor. Ne iş?
(Gülüyor) Ne iş?
17-18 yaşından beri ortamlardasın. 10 sene sahnede bulunmuş biri gibi görünmüyorsun.
Nasıl tekamül ettin? Bu macerayı azıcık anlatsana.
Benim sahneye ilk çıkışım
1996’nın Mayıs ayına denk geliyor. O zamanlar her Perşembe
çalıyorduk. Biz çalarken bir akşam polis barı basmıştı. Sahneden
inip kaçmıştım. Çünkü 21 yaşını
doldurmak gerekiyordu o zaman,
hâlâ öyle mi bilmiyorum. Ne iş
dersen, valla ince bir iş. İncelikle
hayali kurulmuş bir iş. Ben bu
olaydan önce de şarkı söylemeyi
sevdiğimi biliyordum. Ve kendimi en küçük hatırladığım yaştan
itibaren, yani dur durak demeden
şarkı söylüyordum. Aile arasında
bu kız şarkı söylesin; radyo karşısında, TRT karşısında şarkı söylemek gibi bir şeyim yoktu, ama
tek başımayken söylerdim yani.
Yine de sahneyi seveceğimi bilmiyordum. Hatta ilk çıktığımda
epey bir heyecanlanmıştım, bana
gelip şarkı söyler misin dendiğinde.
Sen kurmadın yani grubu?
Hayır, bana geldiler. Zaten yaşları büyüktü hepsinin benden. Ben
de şarkı söylemeyi seviyorum
nasılsa. Ama bir sene filan arkam
dönük şarkı söyledim. Öyle de
utanıyordum. Hâlâ da bu utangaçlığım vardır. Biraz çelişkili,
ama öyle. Söyleyeceğim, ama
kapının arkasından söyleyeceğim.
Ama dinleyeceksiniz beni derdim.
Aylin sen kaç yaşındasın? İstanbul’u çok sevdiğini ve çok ev
değiştirdiğini biliyorum. Aile
neredeydi bu arada?
Ben 76’lıyım. Ailem buradaydı,
ama ben 18 yaşımda onlardan ayrıldım ve galiba şu anki benim
17. evim. Öyle bir problem durumum var. Ama ben eve çıkmaya
karar verdiğimde Boğaziçi Üniversitesi Uçaksavar Kampusu’nda öğrenciydim. İngilizce
öğretmenliği okuyordum. İlk karşıya taşındım. Hemen sonra da bu
tarafa, Beyoğlu’na taşındım. O
zamandan bu zamana bir sürü ev
değiştirdim.
Şunu çok inanarak söylüyorum. Yaşadığın müzik senin fena halde içinden geliyor, inanarak söylüyorsun. Çok havasına
giriyorsun, çok melankolik bir
yerdeysen öyle bir adam olup
çıkıveriyorsun. Bunun nedeni
ne?
Uçaksavar Etiler’e yakın bir yerde. Ben ise Zeytin ile Kemancı’da söylerken çok kızgın performanslar oluyordu. Çok sıkıcıydı.
Hiç parçası olmadığım bir yerdi.
Ama bir deşarj söz konusuydu.
Daha sonra ise ilk albümün canlılarını, yani canlı performanslarını
yaparken çok fazlaca düzenli ve
evcil bir ilişkim vardı. O yüzden
de sahnede çok daha çılgındım.
Bütün hayatımda böyle oldum.
Çünkü yaşam tarzın yaptığın her
şeye yansıyor, işine de, yazına da,
sahnene de... Ama Beyoğlu, yani
evimin olduğu yer bu aralar çılgın
değil de daha çok vahşi, kaotik,
acımasız, hoyrat bir yer gibi. O
yüzden sahnede de böyleyim.
Sahnede sözleri karıştırdığın,
guguk gibi kalakaldığın oluyor
mu?
Büyük hatalarım olmuyor. Eskiden olduğunda böyle kalakalırdım, dururdum (gülüyor). Ama
şimdi öyle kalakalmıyorum. Sözleri unutursam gerektiğinde uyduruyorum. Haftalardır, aylardır
söylediğin şarkının sözlerini otomatikman söylüyorsun aslında.
Ama eskiden böyle bir şey olduğunda beynim dururdu. Ve duracağını birkaç saniye öncesinden
hissediyordum. Geliyor... şarkı
ilerliyor... sonraki dize yok aklımda. Ne yapacağım? O sırada
bazen alkış oluyor ve ben gülüyordum tabii. Müziğe uygun sesler çıkarıyorum bazen. Ya da böyle unuttuğumu anladığım zamanlarda hemen yanımdakilere dönüp “Neydi lan?” diyorum. Bir
kurtarma operasyonu oluyor yani. Ama boş boş baktığım da çok
olmuştur.
Genel olarak kadın olmakla,
Türkiye’de kadın olmakla ilgili
bir meselen var. Olmaması gerçi abes olurdu ya... Fiziksel ve
müziksel değişiminde de çok
ciddi bir kadınlık hali var. Neden?
Doğru, var. Neden bu kadar altını
çizmek zorundayım? Bu soruyu
soran kadın gazeteciler bile oldu
düşünebiliyor musun? Bir ben
böyle düşünüyorum herhalde demeye başlamıştım. Ne sebepten
üstünü başını parçalıyorsun dersen o kadar çok şey var ki. Şimdi
hangi birini, nasıl sığdıracağız?
Çok klişe bir şey olacak, ama her
şey erkeklerin elinde ve her şey
onların emrine göre dizayn edilmiş durumda. Böyle olduğu için
en ufak bir yerinden baktığında
ve bu işe uyandığında “Bu ne
be?” diyorsun. Küçüklükte alınan
aile terbiyesinden tut, büyüyünce
kızlar öyle yapmaz ama erkekler
yapabilir gibi şeylere kadar.
Sana bunu sorma nedenim şu:
Kadınlar dövülüyor, eziliyor,
evet, ama Aylin Aslım olduğun
için, kadınlıkla ilgili her şeyi diğerlerine göre çok daha rahat
yaşıyorsundur.
Onlara nazaran evet. Ancak işin
kötüsü, kentli kadınlar da eziliyor, dövülüyor; bunlar kentin dışındaki olaylar değil. Kentin bizzat içindeki insanlar bunu yaşıyor. Zaten beni delirten nokta o.
Kadın işine gidiyor, parasını kazanıyor, bir yandan çocuğunu doğuruyor, onu büyütüyor, çamaşırlarını yıkıyor, evi çekip çeviriyor,
aynı zamanda dayak da yiyebiliyor. Aldatıldığını bile bile devam
edebiliyor mesela. Bir sürü örnek... İşin bence kötü tarafı bu.
Köyde ve ezilmiş, okumamış bir
kadın olması gerekmiyor bunları
yaşaması için. Ki bahsettiğimiz
şey sadece koca dayağı, baba dayağı da değil. Sokakta tek başına
rahat rahat yürüyebilmekten gece
geç vakit taksiye binerken endişe
duymamaya kadar.
Kadın olmak, doğası itibariyle, yanılıyorsam beni düzelt- neşeli
bir şey. Erkek olmak ciddi oysa.
Her yerde bunun yansımasını görebilirsin. Örneğin Aylin Aslım
Sütlü diye yapı vardı, onlar da benim daha önceden yazdığım şarkıların rock versiyonlarını yapmış
bir gruptu. Benim şarkılarımın
bestesine katkıda bulunmuş insanlar değillerdi. Aylin Aslım Sütlü diye bir proje yaptık. Neden
Aylin Aslım Sütlü? Şimdi bu ne
demek oluyor, ne gerek vardı Sütlü’ye? Zaten çalamıyorlar gibi
birçok şey oluyor. Tayfa olayı olduğunda da “Ne şimdi bu? Kızları almış yanına. Zaten çalamıyorlar, işte gitarist şöyle, basçı böyle”
deniyor. Biz de gülüyoruz. Ayça’ya sor, aylar öncesinden “Kızlar buna hazırlıklı olun ve bunun
moralinizi bozmasına izin vermeyin” diye konuşmalar yaptık saatlerce. Müzisyenlerin bile aralarında bu var. Aslında çok şaşmamak
lazım. Rock zaten maço bir müzik. Müzisyenlerin de ince ruhlu
adamlar olduklarını tahmin ediyorsun, ama öyle değil.
Senin arkandaki kızların promosyon olmadığına inanmak
istiyorum. Senin röportajlarında arkaya böyle dekor gibi geçip durmalarına çok bozulan
insanlar var.
Valla ben şöyle diyeceğim artık,
çünkü ne desem boş: Kişi kendi
gibi bilirmiş herkesi. Yaptığım
Aylin Aslım ile
Beyoğlu’nda, Naregatsi
Kafe’de buluştuk.
Buradan o tavanda asılı
duran vitrin
mankenine
sesleniyorum:
Oturup kalkarken elli
defa kafamı vurdum
sana. Ve donuk zekalı
oldum. Teşekkür
ederim! Aylin ile
çok zevkli bir
söyleşi yaptık.
Misafirlerimizin
önünde rezil olmamak
için yemek yerken
azami dikkat
sarfetmekten
monşerleşmiş,
çayır züppesi
haline gelmiş
benliklerimizle
gördük ki
Aylin Aslım
dünyanın
en güzel
kahkaha atan
insanıymış.
Bir okyanusa
merhaba der
gibi, bir çiçeği
okşar gibi, kafa
atar gibi...
söylefli
her şeyi öyle düşünen insanlar var.
Demek ki onların kafası ilk ona çalışıyor. Ben başka diyecek bir şey bulamıyorum. Dekor mevzuu da çok
komik abi. O, çok bilinçli olarak, Şafak Ongan’ın çok isteyerek, çok hayalini kurarak yapmak istediği bir
şeydi. Beğenilir ya da beğenilmez,
“Ben böyle bir şey düşündüm abi,
bu geyik olsun, onlar arkada hiç ilgilenmesinler, takılsınlar, havaya baksınlar, aralarında konuşsunlar, bilmem ne...” gibi bir havada çekildi. O
kadar abartmışlar ki, ben o kadar
egosentrik olmuşum ki... Ulan birlikte çaldığım insanlar bunlar. Sevdiğim ve seviyor olmam gereken insanlar. Sanki eziyormuşum gibi.
Evet, eziyorum, her gün iki posta dayak atıyorum! (Gülüyor)
Senin ilk albümün de dahil her şeyin, her zaman rock mıydı Aylin?
Yani çok rock bir tavrın var mıydı?
Bunu görüyorum. Demin konuştuğumuz, kadın olmanın şöyle bir
tarafı var. Biri neşeli; biri de fabrikasyon, tasarlanmış, çiğ, iğrenç,
makyajlı, kokoş. Sende hiç bu yok.
Bunu nasıl anlatıyorsun?
Evet. Anlatamıyoruz bunu. İnsanların böyle düşünmelerine şaşırmıyorum. O kadar çok öyle düşünen ve
davranan insan var ki. Ama madem
üzerine konuşacak kadar ilgileniyorsun, biraz araştır, o zaman göreceksin. On yıldan beri ne yaptığım çıkacak. Kendime bakmayı hiç beceremem, kötü bakarım kendime. Ama
mesele kişiliğimi daha ön plana çıkarıp olayları koparmak veya olduğun gibi kalmak... İkisi arasında tercih yapmak nasıl bir şey mi diye soruyorsun? Bilmiyorum, biraz kafa
olmak, biraz da iç içe geçmekle ilgili, yani yapısal. Senin nasıl biri olduğunla ilgili. Ne bileyim çekim mekim yoksa sokağa çıkarken makyaj
yapmak aklıma bile gelmez. Kafama
frapan giymek eserse, onu yapmak
benim için eğlencedir. Ama genelde
makyaj yapmam, bu bile benim çok
makyajlı halimdir (Bir mermer duvar kadar sade görünüyor). Makyajsız, kotla vs... Aklıma gelmez öyle
bir varoluş şekli. Ama onu seven insanlara da kızmıyorum, onu seviyordur, makyajı seviyordur... O sanrıya
ne sebep oluyor? “Kadın şarkıcı böyle bir şey, o zaman ben de böyle olayım” diyor. Konu hakkında başka bir
fikir üretememişse o güne kadar,
gördüğü şeyi referans alıyor. Bu, sebep oluyor herhalde. Bu konuda
hem dünyadan hem Türkiye’den konuşacak çok şey var aslında. Türkiye’de kadın şarkıcı dedin mi silikonlu memeler, röfleli saçlar, bol makyajlı Deniz Akel klipleri hatırlanıyor.
Onu öğrenmişler ve gördüklerini
tekrar ediyorlar. Aynı şekilde güzel
kadın dendiğinde bugüne kadar sunulmuş şeyler insanın beyninde bir
şekil oluşturuyor. Mesela son bilmem kaç senedir güzel kadın eşittir
zayıf kadın inancı var. İnsanların algılarının nasıl bozulduğunu gördük.
Zaten farkındaydım, ama her yerde
zayıf kadın dışında kimseye güzel
denemeyeceği söyleniyor. Çünkü
herkes böyle düşünüyor ve sen de
böyle düşünmelisin. Çünkü her gördüğün yerde, her baktığın filmde, televizyonda, dergide güzel kadın böyle veriliyor sana. Ve sana verileni
sevmeye kendini koşullandırıyorsun.
Okusan baksan benim için de 45 kilo almışım gibi yorumlar var mesela.
Sanki ben vücut ağırlık endeksimle
piyasaya çıkmışım gibi...
Peki şunu öğrenmek istiyorum:
Umut ediyorum ki kendinle barışık
bir insan falan değilsindir. Değil-
sen, nasıl olmadığını bir anlatsana.
Kendinle kavganı, kendini kendine
karşı mağlup hissettiğin tarafını?
Şuramı beğenmiyorum gibi değil.
Sahiden içimdeki şu şu odalara giremem, Allah kahretsin dediğin.
Valla hiç kendimle barışık değilim. O
ideal bir şey, ama aynı zamanda yalan. Keşke uçak da olabilsek, ama olmuyor. Kendimle ilgili olarak ben en
çok, başıma belalar açtığımı düşünüyorum ve kendime çok kızıyorum.
Hayatımda en büyük golleri güven
ve iyi niyetten yemişimdir. Çoğu zaman aslında fark etmem gereken şeyleri fark etmediğimi, fark etmem gereken yerde koyuverdiğimi, daha
sonra baktığımda adam “Sana kazık
atıyorum, atacağım” sinyallerini verdiği halde onları görmek istemediğimi görüyorum. Adamdan kastım hayatımdaki erkek değil, kadın da olabilir, iş yaptığım biri de. Yani sorunum
insanları direkt 1-0 galip başlatmak.
En büyük golleri buradan yemişimdir.
Kronolojik büyüme sonucunda senin aslında önce bu albümü, ardından ilk albümünü yapmış olman gerekmiyor muydu?
E, tabii. Ama benim yaşadıklarımı
düşünürsen çok normal. Olaylar bariz buraya doğru götürüyordu. Çünkü o albüm “ben oldum”dan ziyade
daha melankolik, daha sakindir. Aslında o yaşın ruhuna uygun geliyor
bana. Çok böyle kendi içinde boğulmuş birinin sayıklamaları gibi gelmişti -tabii bunu iyi anlamda söylüyorum. Çok aşırı, kendi içine düşmüş bir insanın... Ama bakıyorsun ki
hayat sadece senden ibaret değil. Bir
sürü şey olup bitiyor etrafında.
Seninle ilgili mükemmel bir satır
gördüm: Almancı, işçi çocuğu...
Annenlerden çok küçük yaşta ayrılmak zorunda kalmışsın. Kusura
bakma, hayatına psikolojik bir
mızrak sokuyorum ama... Senin
hayatını yazmak lazım be abi?
İşçi çocuğuyum, evet. Annemler
Almancı. Ben Almanya’da doğdum, 1,5 yaşımdan beri Türkiye’deyim. Bakıcı mevzuuyla uğraşmamak için anneannem baktı bana.
Ben 11 yaşımdayken annem geldi
sonra, 12 yaşındayken de babam.
Tabii anneyle büyümemek bir çocuğun başına gelebilecek en kötü
şeylerden biri. İnsanın ruhunda asilikler yaratabilir. Psikoloji anlamında okuduğum şeylerden bunun sonucuna vardım. En azından 0-5 yaş
arası anneyle büyümemek bir insana yapılabilecek en büyük kötülük
bence. Çünkü o boşluğu hayatın boyunca, istersen Michael Jackson ol,
dolduramazsın. Ailemle bu konuları
çok konuşmadım tabii. Onlarla sert
ya da somut olarak yüzleşmek istemiyorum. Çünkü bunun hesabını
sormak, onlara sadece büyük bir
vicdan azabı olarak geri dönecek. O
yüzden sormak istemiyorum. Aslında bundan pişman olduklarını biliyorum. Ben zaten hayatımı yazacağım. Bir roman değil tabii, ama hikayeler düşünüyorum. Şu anda henüz bir şey yazmadım. Annemde,
anneannemde çok ciddi malzeme
var. Benimki de fena değil. O yüzden birbirine bağlı, ama kopuk kadın hikayelerinden oluşan bir hikaye kitabı gibi bir şey var aklımda.
Aylin sende şimdi, burada, hemen şu anda dans edecek yetenek görüyorum. Doğru mudur?
(Gülerek) Doğrudur. Genelde şöyle olur. Yapmayın, çekmeyin beni
bu kebap platformunda deyip ondan sonra da ışıklar yanmış, bekleyen bir kişi vardır daha, yerleri sü-
pürüyorlardır birileri. İnsanların
aşırılıkları işte...
Bundan sonra Gülyabani yolunda
ilerleyip rock’a, rock haline devam
mı?
Bundan sonra da rock’a devam.
Rock’ın bir üst hali. Ama onu çok tanımlamak istemiyorum. Çünkü nasıl
bir şey yapacağımı şimdiden tanımlayıp onun içine uymaya çalışmak
istemiyorum. Bir sonraki albümde
nasıl bir şey olacağını bilmiyorum,
ama rock’a çok daha yakın olacak.
Mesela benim için bir anda böyle oldu diyorlar ya, sanki benim hiç daha
önce rock geçmişim yokmuş, ben
rock müzikle şimdi tanışmışım gibi.
Aradan beş yıl resmi olarak, gayri
resmi olarak sekiz yıl geçti.
Bana politikadan bahseder misin
biraz da? Nedir politik görüşün?
Çok saygı duyduğum ve ilham aldığım müzisyenlerin, “Müzisyen ada-
mın politikayla işi olmaz” gibi düşünceleri beni hep hayal kırıklığına
uğratmıştır. İsim vermeyeceğim,
ama böyle bir ülkede böyle bir lüksün yok kardeşim. İsteyen üzerine
alınsın, isteyen bana kızsın. Kadın
şarkıcılarla ilgili olarak da benzer
düşüncelerim var. Kadınların hayvan
gibi katledildiği bir ülkede “Ben sadece aşk şarkısı yapmak istiyorum”
demeye kimsenin hakkı yoksa ve
vicdan azabı çekmesi gerekiyorsa,
bence politika da gerekiyor. İnce ruhun varsa senin, müzik gibi ince
şeylerin üzerine kurmuşsan hayatını,
bu kadar hayvanlığın -hayvanlar bile
bunu yapmıyor aslında-, bu kadar
ekstrem şeylerin yaşandığı bir ülkede hiçbir şey olmuyormuş gibi davranman bana çok riyakarca geliyor.
Müzisyenin politikayla işi vardır ve
olmalıdır.
Kime oy verdin mesela?
18-24 Kasım EKfi‹
9
Valla çok oldu. Ne zaman oy verdik
en son? CHP’ye verdim galiba, nefret ede ede. Belki de boş atmışımdır,
hatırlamıyorum. Gerçekten hatırlamıyorum. İkisinden biriydi.
Peki son bir soru. Aylin Aslım ve
Tayfası konusunda sanki tayfa lafı
kızlar ve davulcu için küçültücü
bir şeymiş gibi bir kanı var. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Ben anlamadım o kanıyı. Böyle bir
şey yok çünkü. Komik geliyor. Birlikte çalmaktan mutlu olduğumuz
bir insan topluluğundan bahsediyoruz. Çalan memnun, söyleyen memnun, size ne oluyor? Şey de sen:
“Evet var, her gün iki posta dövüyorum onları.” Ben artık bunu okuyucunun takdirine bırakıyorum.
Söyleşinin ön hazırlığında yaptığı
katkı için Ekşi Sözlük’ten
velouria’ya çok teşekkür ederiz.
10
EKfi‹ 18-24 Kasım
görüfl
zmir’in Selçuk ilçesinin Şirince köyünde 19. yüzyılda yapılmış Vaftizci
Yahya Kilisesi içinde, başını parmaklıklı pencereye dönüp sonra sol yana da
bakıp, nişlerden birinde çeşme sandığın
yerde durup delikten baktığında gördüğünü sandığındır.
Bakar, bakarsın. Sonra karanlık sandığın da karanlık değildir. Gözlerini algı
ötesine alırsın, yine bakarsın ve görürsün
karanlığı. Aslında onun da içinde binlerce renk olduğunu ve bir iki küçük ışık
parçası olduğunu. Karanlık sandığın
tüm evreni içinde tutan yataktır.
Bilinmeyene karanlık; karanlık hissine
de olmayan ölüm diyen insan canlısının
oyunudur bu sınırlı göz algısı ile oynamak istediği... Ben gördüm, karanlık yok.
Binlerce mor, lacivert tonu, mavi arası
renk var bunda. Bilinmeyen, bilindik oldu. Karanlık sevdiğim oldu.
Tüm ışıkları sen de söndür. Cesur ol, sen
de bak, göreceksin elbet!
medusa5
İ
en tam olarak 2 Temmuz 1993,
Cuma günü oturmuş televizyon
izlerken “resmen” tanıştım karanlıkla. Daha önce de karşılaşmıştık
kendisiyle, ama birbirimizi “görmezden
gelmeyi” tercih etmiştik -ki bu da özellikle benim için çok kolay olmuştu. Şunu iddia ediyorum ki yuvanızda başınıza çöken “karanlık”, kesinlikle gerçek bir “karanlık” değildir. Çünkü “kendi” duvarlarınıza dokunarak, “kendi” mutfağınıza
ulaşıp, “kendi” dolabınızdan “kendi”
mumunuzu alabilir, onu da yine “kendi”
çakmağınızla yakabilirsiniz.
Ancak, kesinlikle ait olmadığınız bir yerde, en ummadığınız anda üstünüze atılıveren karanlık, gerçekten ürkütücüdür.
Siz bu karanlığa yabancısınızdır, o da size. Ve maalesef her zaman sizden daha
baskındır karanlık, daha hırçın, daha
acımasız... Fakat kesinlikle daha güçlü
değil! Çünkü bilirsiniz ki, kanınızı içmek
isteyen, derinizi yüzmek isteyen, kafanızı
koparıp evine götürmek isteyen bir “karanlık” sardığında etrafınızı, o bunu neden yaptığını bilemese de siz icabında
kendiniz yanarak, icabında kendinizi yakarak, “aydın” latabilirsiniz onu. Daha
sabırlı, daha erdemli ve daha güçlü olan
sizsinizdir.
Bu karanlık çok daha meşhur oldu şimdilerde. Öyle ki eskiden yılda bir görürdük
kendisini (göremesek de varlığını hissettirirdi en azından), şimdi her akşam televizyonlarda yüzsüz yüzsüz arz-ı endam
ediyor. “Karanlık” doğasından dolayı göremiyoruz belki onu ya da benim yaptığım gibi görmemeyi tercih ediyoruz. Oysa kendisi belki de kapı komşumuzda yatıya kalıyor.
Yani diyeceğim o ki, karanlıkla aramızda
büyük bir husumet var. Ya o bizi yiyip bitirecek ya da biz onu. Ama inanıyorum ki
biz onu bitireceğiz. Kendimizi yakmak,
yakılmak pahasına belki.
neurovit
Karanl›k
Ç
ocukluğumda kocaman bir iyi geceler öpücüğünün arkasında saklı
olan lanetti karanlık. Annemin üstümü örtüşü sonrasında yanağıma kondurduğu öpücüğün ardından apansız geliverir, gecemi kaplayabildiği kadar koyu
tonlarıyla kaplardı.
Korkmazdım aslında ben karanlıktan.
Çekinmezdim de karanlıkta kalmaktan.
Lakin beni insanlardan ayırıyordu. O
ayırış olmasa neden nefret edecektim ki
ondan? O da benim gibi yaşamaya çalışıyordu. Bizler nasıl gündüzleri meydana
çıkıyorsak o da meydana çıkmak için akşamları bekliyordu. Bu kadarcık şeyi çok
B
göremezdim ona, çocukça aklıma rağmen. Lanetti ama yine de. Günümü sonlandırıyordu, görüşümü engelliyordu, süt
içmeme sebep olan bir şeydi ayrıca. Yatmadan önce mecburen süt içmek zorundaydık. Haliyle “karanlık=süt” gibi bir
kavramımız da vardı.
Artık karanlığı lanet olarak görmüyorum. Karanlıkta kalmaktan çekinmiyorum. Fakat çocukluğumu yine de özlüyorum. Sahip olduğum şeylerin sahip olamadıklarımdan çok olduğuna inanmadığım zamanları özlüyorum...
hyperion
şık mıdır rengi yaratan, yoksa renk
hep mi vardır? İşin bilimsel yönünü
bir tarafa bırakıp bu konuda ben de
Can Baba gibi düşünmeyi daha rahatlatıcı bulmaktayım: “Her şey kendi dilince
konuşur. Karanlık örtse de üstünü. Gecede devam eder renk. Ağacın dalında rüzgarda. Her şey kendi rengince konuşur.”
Karanlık bu açıdan düşman değildir bana, bilirim ki yok etmez, sadece saklar bir
süre - ki bu iyidir, sürekli ışık yorar insanı. Dolaşırken gecenin bir köründe karanlık koridorlarda korkmam, içim bile ürpermez, hatta keyif alırım şehrin çoğu
uyurken yapılan bu ayrıcalıklı gezintilerden. Üstelik retinamdaki çubuk ve koniler
alıştırdığında beni karanlığa, ışıklı görüntülere dair yeni bir oyun başlar kafamda bu yokluk provasında. Ayrımındayım
ya nasılsa gün doğacak, aydınlanacak yine her şey, bu yüzden içim rahat. Beni tek
ürperten ise ruhun karanlığı. İşte bu yüzden, yeter ki gün eksilmesin penceremden.
fil hamdi
sonunda beni kıskıvrak yakalamışlardı
işte. Savunmasız ve gerçekten çaresizdim.
Ayağa kalktım. Bir kaç titrek adım attım.
Ellerimle bedenimi yokladım, zira onun
bile yerinde durduğundan emin değildim.
Gözlerim açık olmasına açık lakin kirpik
seslerimden başka bir şey göremiyordum.
“Bittin olm seeeen!!!” diye canhıraş bir
ses duydum. Ardından “hahhahahah” diye kulakları sağır eden korkunç bir kahkaha şakladı beynimde. Artık bu kadarı
da fazlaydı. Karanlık dile gelmiş, varoluşun en büyük korkularını üzerime salıyor, beni sindirmeye çalışıyordu. O an
anlamıştım. Bu bir sınavdı. Gizem sadece
masallarda yoktu ve ben onu yenecektim.
Ağlamaya başladım. Bir adım attım.
Hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. Çok
uzaklarda küçük küçük ışıkları seçebiliyordum. Demek ki umut vardı. O sırada
birden kendimi salonun duvarı ile burun
buruna buldum. İçeri giren ev arkadaşım
Bahadır’ı kahkahalar atarken gördüm.
“Lan t&t durden. Cemal’in üstüne işedim
lan yanlışlıkla. Adam meğer elektrikler
kesilmeden önce tuvalete oturmuş kakasını yapıyormuş hahahhah” dedi. Ardından Cemal “ Nerde lan o i..ne!” diye odaya bir hışımla daldı. Ayağına az evvel kırılan bardağın camları batmıştı. Oracığa
yığılıverdi. Bahadır bana “Sen niye ağlıyon lan duvarın dibinde?” dedi. “Karanlığın a...na koyim ben!” dedim. “Gizem
sadece masallarda mı lan?” dedim. Yine
ağladım.
Karanlık olmayanı olduran, ilkel bir doğa icadıdır. En başından beri vardı ve sanırım en sonunda da o olacak. Netameli
günler dileriz...
travis and tyler durden
A
ürkçe paragraf sorularından bıkmamın bir sebebi de işte bunun
gibi genel ve tam olarak tanımlayamayacağımız kelimelerdi. 99 ÖSS
sınavında da şimdi olduğu gibi bu tür
kelimelerin anlamını “Aşağıdakiler”
arasında tam bulamıyor ve boş bırakarak
bir sonraki soruya geçiyordum. O günlerde de “karanlık” deyince anlıyor, cümle
içinde deviriyor, Tabu’da çıksa hemencecik anlatabiliyor ama “karanlık”
kelimesiyle yalnız kalınca bir şeycik aklıma gelmiyordu. Bu tür kelimelerin
çaresizliğiyle bin bir mafyöz yöntemlerle
çözdüğüm matematik sorularını bu tür
yanlışlara kurban ediyor ve “Darkness
imprisoning me” melodisiyle kızgınlığımı
gizleyemiyordum. Yıllar geçti, ama ne
karanlık değişti ne ben. Dolayısıyla benim
karanlık ve diğer “geneldönmezanlaşılmaz” kelimelere bakış açım da bu buhranlarla sınırlı kaldı.
lifedom
aranlık bana küçükken uyumak
üzere gözlerimi kapadığımda,
önümde beliren hareketli parlak
noktacıkları hatırlatır. Bir kere göründüler mi, gözlerimi ne kadar sıksam da açsam da, kaybolmak nedir bilmez; baktığım her yerde peşimden gelirdi bunlar. Bu
noktacıkların gözümün önünde dönerek
şekilden şekle girip beni korkutmaya çalıştıklarına inanıyordum. Başarılı da olu-
şık söndürülünce aydınlık nereye gider baba?” Çocukların
sıklıkla sordukları sorudur bu.
Cevabın karanlığın geldiği yere gider olması beklenir, ama çoğunlukla geçiştirilir
bu soru. Karanlık insanlığın en temel
sorunlarından biriydi ilk çağlarda ve hâlâ
da öyle, hava kararınca ve etrafta aydınlanmak için herhangi bir cihaz yoksa,
mesela kamp yerlerinde falan, bir ürperti
gelir karanlıkla birlikte. Nedense tarifsiz
nesneler karanlıkla örtüşür, çocukluğumuzun öcüleri hep gece gelir. Benim
en sevmediğim kullanışı ise “şafak karanlık” şeklidir cümle içinde. Bir askerin tezkeresine ne çok kaldığını belirtir. Hep bir
mum yakmak istenir ama elden bir şey
gelmez. Ve ünlü filozof gelir aklıma:
“Karanlığa küfredeceğine bir mum yak”.
“Mumlara üflediler yarı aydınlanma
dönemlerinde, iyi ki doğdun dediler,
tavuk karası yalnızlığım” demiştim ben
de bir zaman bir şiirde. Korkarım ben
karanlıktan, annelerin dediği gibi,
“Sabah ola hayrola”.
siyah marti
I
zamanlar maceradan maceraya
koşuyorum. Yorulmuştum. Oturup dinlenmek istediğimde üzerime bir karanlık çöktü, gözü yalayıp kör
ediyordu, adeta bir karabasan gibiydi.
Bazı karaltılar seçiyordum oraya buraya
geçen etrafımda. Dizlerimi titreten bir
korku vardı içimde. Bir cam kırılma sesi
geldi. Dilim boğazıma aktı. Bağıramadım. Nereden geldiği belli olmayan ışık
huzmeleri bir kılıç gibi ortamı çeşitli açılardan kesip gidiyor, ardından karanlık
tekrar pençelerini saplıyordu böğrüme.
Hareketsiz kalmış, hangi yöne gideceğimi
bulamıyordum. Onca yılın ardından, en
O
yorlardı üstelik. Zamanla onların da bir
zaafı olduğunu keşfettim: Aydınlık. Karanlıkta rüyalarıma girecek kadar ürktüğüm bu mahlukatlar, aydınlıkta yarasalar
gibi kaçışıp dağılıyorlardı. Uykumu kaçırdıkları zaman ışığı yakıp kaybolmalarını beklerken öylece uyuyakalırdım. Daha sonraları bunların daha dayanıklı bir
türünü keşfedecektim. Diğerlerinden
farklı olarak mor ve daha belirgin olan bu
cins, aydınlıktan korkmuyor; bilakis
uzun süre ışığa baktığımda gözlerimin
önünde dans etmeye başlıyordu. Mantıken daha tehlikeli bulmam gereken bu
zerrecikler -gün ışığının etkisinden olsa
gerek- beni daha az korkutmaya başladı.
Hatta gün içinde sıkıldıkça uzun uzun güneşe bakıp onları çağırdığım bile oluyordu. İşte o zamanlar yoğun aydınlığın ardından -kısacık da olsa- bir karanlık, günüme doğar ve noktacıklar önümde süzülmeye başlardı. Zamanla korkularımı
unutup onları eğitmeyi bile başardım. Dilediğim gibi hareketlendirdiğim noktacıklardan daha önce hiç görmediğim geometrik şekiller yaratıyordum. Büyüdükçe bu
zerreciklerden şunu öğrendim: Karanlık ürkütücü de olsa- bir ihtiyaçtır. Gün ışığının sonsuz aydınlığından yorulan zihinlerimiz, karanlıkta dinginliği ve yaratıcılığı
bulur. Gerçek gün karanlıkta doğar.
gosalyn mallard
slında ışığa sevdalıdır karanlık.
Bu yüzdendir melankoli vardır
karanlıkta. Ümitsizliktir yakasına
yapışan her doğan güneşte. Asla kavuşamayacağını bilir sevdiceğine, yalnızlık
vardır bu yüzden. Bilir ki yalnızlığına
mahkumdur müebbet. Kimse bilmez sevdasını, sırları vardır. İçinde yaşar acısını,
kasveti vardır. Dokunmak ister usulca yapamaz, hüznü vardır. Her değdiği yerde
izler bırakır kendinden. Dökmek ister biriktirdiği yaşları, ağlamak ister, nefreti
vardır. Siner nefreti her damlada her köşeye. Her gecenin sonunda “ya gelmezse” diye düşünür, korkuları vardır. Bir ürperti
çöker sessizce gün ışımasına yakın, bütün
duygulardan arınır karanlık, sadece ve sadece fedakarlık kalır. Sevdiğinin var olması için kendini yok eden bir fedakarlık...
alwayssleepy
K
T
“I
sinema
11
18-24 Kasım EKfi‹
Haydi bast›r, haydi Buster, haydi!
Sineman›n yüzüncü y›l›n›n kutlanmad›¤› flu günlerde herkesin kafas›nda ayn› soru var:
“Haydi Charlie Chaplin’i duydum da, peki ya bu Buster Keaton kimdir, kimlerdendir?”
895, ilk sinema salonunun
açıldığı yıl olduğu için film
tarihinde önemli bir kilometre taşı. Aynı yıl doğan Buster
Keaton da bu tarihin sinema için
önemini pekiştiren bir insan. Beyaz perdenin ilk ve en önemli komedyenlerinden biri olan Keaton’ın sinemayla ilişkisi 21 yaşından sonra başlamış olsa da, komedyenliği neredeyse bebekliğine
dayanıyor. Ailesi gezici bir komedi
tiyatrosuyla ülkenin dört bir yanına
seyahat ettiği için epey erken yaşta eğlence dünyasına giren Keaton,
üç yaşında ilk defa babasının yanında sahneye çıkmış ve sahneden
aşağı atılarak aynı hızla inmiştir.
Gerçekten de sahnedeki ana görevi babası tarafından rol icabı sağa
sola fırlatılmak olan Keaton, bu
zorlu işi 20 yıla yakın bir süre yara
almadan sürdürdükten sonra New
York’a taşınmış ve sinema dünyasına zamanın ünlü komedyeni
Fatty Arbuckle’ın yanında giriş
yapmıştır. Yeteneğini fark eden
stüdyo patronu sayesinde kısa sürede kendi özel stüdyosuna kavuşan Keaton, bundan sonra sinemaya damgasını vurmuş ve kısa bir
sürede sessiz sinemada kendi çizgisini yakalamıştır.
1
Keaton’›n sinemas›
Nedir peki bu çizgi? Keaton’ın sineması, sahne geçmişinin bir yan-
sımasıdır. Bir dublörün bile
çekinerek oynayacağı pek
çok sahneyi hiç tereddüt etmeden kendisi yazmış, yönetmiş ve oynamıştır. Evin
çatısından, yakındaki bir direğe tutunarak yoldan geçen
arabanın arka koltuğuna sakince inen, hareket halindeki trenin tepesinde vagondan vagona atlayan ve bir
yüzü tamamen yere kapaklanan evin altında kalmaktan, pencerenin boşluğuna
denk gelerek kurtulan yine
Keaton’ın ta kendisidir. Yaşıtları bakkaldan plastik top
alıp futbol oynarken sahnede akrobasinin bütün inceliklerini öğrenmekle meşgul olan Keaton’ın sinemada aniden parlayıp sevilmesinde
bu özelliğinin payı büyüktür.
Keaton’ın filmlerinde, sahne deneyiminin başka etkilerini de görmek
mümkün. Ünlü sihirbaz Houdini’nin büyük bir hayranı olan Keaton, her filminde defalarca kullandığı illüzyonları başarılı birer
komedi unsuru haline getirmiştir.
“Bu sefer kesin düşecek” derken
ekrana son anda giren objeler sayesinde onlarca kazadan kurtulan
Keaton, yine ekranda son anda beliren duvarlara veya kuyulara denk
gelerek hedefini elinden kaçırır.
Keaton bugün kullanılan özel
çişler o kadar mükemmel
yapılmıştır ki bugünün seyircileri bile herhangi bir
hata bulmakta zorlanır. Keaton sadece yetenekli bir
oyuncu değil, aynı zamanda
yaratıcılığıyla sinema sanatına yön veren bir insan olmuştur.
Gülmeyen komik
efektlere taş çıkartacak sahneleri
daha sinemanın emekleme dönemlerinde çekmeyi başarmıştır. Örneğin ilk filmlerden biri olan “Sherlock Jr.”da Buster Keaton, rüyasında güzel kızı kötü adamdan kurtarabilmek için sinema salonunun
perdesine girmeye çalışır. Küçük
bir adımla perdenin içine girdiği
vakit bir anda oynayan film değişir, fakat Keaton hâlâ perdenin ortasındadır. Önce büyük bir odada
olan Keaton biraz sonra denizin ortasında bir kayanın üstünde ve
birkaç saniye sonra da bir aslan kafesinin içindedir. Bu sahnedeki ge-
Her şeye rağmen Keaton’ın
kayda değer bir eksiği vardır: gülüşü. Belki de en yetenekli komedyenlerden biri olan bu adam asla gülmez. Donuk bakışlı ve asık
suratlı Keaton’ın gülmesi
için de hiçbir sebep yoktur.
İzleyici Keaton’ın esprilerine, mimiklerine ya da komik şaklabanlıklarına değil, bu
bahtsız ve saf adamın başına gelenlere güler. Bu sebepten, filmin
doğduğu ilk yıllarda -daha “sinemanın dahi çocuğu”, “ekranların
çapkın oyuncusu” ve “deneysel
yönetmen” kontenjanları dolmamışken- Keaton kendisini “gülmeyen komedyen” olarak kabul ettirmeyi başarmıştır. Dikkatli incelendiğinde, suratındaki ciddiyetin yanı sıra filmlerinin genel havasında
da benzer bir ciddiyet ve gerçekçilik görmek mümkün. Dönemin
mutlu sonla biten popüler filmleriyle fırsat buldukça dalga geçen
Keaton, bu yönüyle kara mizaha
da bulaşır. En vurucu ve önemli
sahnede güzel kızla öpüşmeyi bir
türlü başaramayan Keaton’ın,
“sonsuza dek mutlu yaşadılar” klişelerini de filmin sonunda çiftimizin sonsuza dek mutlu yaşamadığını göstererek yıktığı olmuştur.
Keaton’ın kariyeri sesli sinemaya
geçilmesiyle yavaş yavaş bitmeye
başlar. Geride yüzlerce film, üç
kişilik bir aile, çok sayıda hayran
ve bir adet “Chaplin mi, Keaton
mı?” tartışması bırakan Buster
Keaton, (doğru cevap: Keaton)
günümüzün birçok sinemacısını ve
komedyenini de etkilemiştir. Örneğin hâlâ Keaton’ın sinemasını
andıran filmler çeken Jackie
Chan’in büyük bir Keaton hayranı
olması kesinlikle rastlantı değil.
Kariyerinin sonlarına doğru izleyici kitlesi oldukça az filmler
çekse de sessiz sinema dönemindeki filmlerinin başarısı ve değeri
bugüne kadar asla unutulmamıştır.
Kariyerinin zirvesinde olduğu
zamanlarda çıkan bir filminden
sonra, bir gazetenin köşe yazarı
Keaton için “Salonda güldüremediği tek insan kendisiydi”
türünde bir yorum yapmış. Ben de
huzurunuzda Buster’a saygılarımı
iletirken “Sen bizi güldürdün, Allah da seni güldürsün” diyorum.
Hani olursa diye.
ck
“K›sa film çekiyorum, yo¤unum!”
Türkiye, üniversitelerin sinema bölümüne merkezi yerlefltirme ile ö¤renci ald›¤› ender ülkelerden
biri. Sinema akademik sahada savsaklan›yor, yetene¤i suya götürür, susuz getirir k›sa filmciler
silsilesinin etraf›nda dönüyor. Ama ifl unvana, ahkama gelince paneller kayn›yor, dolup tafl›yor
adisenin
başlangıcı
1998’e denk düşüyor.
Üniversitelerin sinematelevizyon bölümlerinin üniversite
sınavı ile, yani sınavdan alınan puana ve tercih sonucuna göre öğrenci almaya başlaması... Aynı dönemler, hatta bir sene sonrası da
Türkiye’de kaçak VCD’lerin,
DVD’lerin bir patlama yaptığı,
hatta sektör oluşturduğu bir devre.
Bu korsan vesaire faslı sonraya
kalsın. Ancak ilkinin, yani bilgisayar yerleşimi ile sinemacı yetiştirme denyoluğunun, nasıl bir sorumluluğu üstlenmek ya da nasıl
bir saçmalığın altına imza atmak
olduğunu kendilerine kimse hali
hazırda sormuyor -ki bu saçmalık
hâlâ devam etmekte.
H
Bergmanesk ve
Godardyan›m!
Sinema-televizyon bölümlerine
olan bu ilgi temelde muhteşem bir
şeymiş ve ülkede bu alandaki performans olağanüstüymüş gibi duruyor değil mi? Aslında berbat bir
durum. Bu ilginin büyük bir bölü-
mü, sosyal bilimler alanında “havalı” görünen başka bir bölüm olmamasından kaynaklanıyor. Doğru
bir önerme ya da değil. Üniversite
meslek için okunur, okunmaz. Mesele bunlar değil. Mesele şu: Sinema, hemen her sanat dalı gibi aşık
olunmadan, gerçek bir yeteneği ya
da basbayağı salakça, saf bir sinema sevgisini içinde barındırmadan
sınırlarında barınılabilecek bir şey
değil. Barınılabilecek hale gelmesi
ise sinemayı varlığından devşirmek, köküne kibrit suyu dökmektir. Şu anda Türkiye üniversitelerinde yapılan da budur. Ha, yarın
gidip hepimiz “ilim, irfan” diye
aynı kapıya dayanmayacak mıyız?
Elbette dayanacağız...
Ancak bu sinefil kişileri, sinemaya değil dershaneye gitmeye zorlayan, hadi kazandılar diyelim, sınıfta “Ben sunucu olmak istiyorum” diyen, sinemayı değil işin cilasını seven kimselerle yan yana
oturtmanın manası nerededir? Onu
anlamıyorum. Film analizi derslerinde, henüz izlediği iki üç usta filmi sonrasında hocasının ağzıyla
konuşmaya başlayıp “Ben Bergmanesk ve Godardyan bir film çekicem ödevimde” diye gezinen,
gördüğü ilk oryantalizm vakasında
her filmde manalı manasız bunu
arayıp bit poposunda don olabilecek siyasi, ırkçı, dindar çıkarımlarda bulunan kimselerle bu insanları
aynı kefeye koyup katil olmaya
zorlamak ne menem bir inattır da 8
senedir dönülmemektedir? Bunu
da çözemiyorum. En nihayetinde
etkileşimin zorunlu olduğu, tek
başına yapılamayacak bu sanat dalında omuz omuza iş çıkaracak
olan sınıf arkadaşlarının bu ibibiklerden ibaret olması gerçek sinefile reva mıdır? Neden reva görülür?
Titremeler geliyor, düşündükçe
Azer Bülbül’e evriliyorum...
Kısa film festivallerinde, arkadaş
arasında gaza gelerek yapılmış
abuklukları, yabancı okulların eli
yüzü düzgün filmlerinin karşısına
çıkarıp kepaze olmaya daha ne kadar tahammül edilecek bilmiyorum. Hadi eloğlunun pahalı filmlerinden geçtim. Birbirleriyle yarışırken, abuk subuk gerekçelerle,
kimsenin ne akademik ne filmsel
manada anlamlandıramadığı kısa
filmlerin şahlanışına kim “bürrsst”
demeli çıkaramıyorum. Bu filmlerin ödev filmlerinden öteye gidememesi, iyi görüntü yönetmeniyle, iyi imkanlarla, yahut iyi lobiyle, iyi saçmalamakla, panellerde
iyi gerdan kırmakla bu alanı fethetme belası ne vakit son bulacak?
Havsalam almıyor, yakın zamanda
böyle bir şeyi de mümkün görmüyorum. Lafa gelince imkansızlıktan yakınıp fikri kıtlıklarından dem
vurmayan kıçı b...klu kısa filmcilerimizden hiç bahsetmiyorum. Bu
alanda özveriyle çalışıp canını dişine takan insanların iyi fikir ve
emeklerini heba eden tuhaf jürilere (örnek: AFM Kısa Film Festivali), jüri üyelerine n.h çekiyor, çektiği ilk kısa filmle televizyonlardan
para dilenen zavallı ego yığınlarına
da selam ediyorum. Eh elimden
başka da bir şey gelmiyor...
Yetene¤im s›nand›,
ruhum akland›
Tüm bunların karşısına dikilebile-
cek tek bir argüman var. O da, 98
öncesi uygulamada olan yetenek
sınavları. Yani sinema-televizyon
bölümüne girmek isteyen kişilerin, üniversite sınavından belli
miktar bir puan aldıktan sonra
okula kendi hür vicdani iradeleriyle başvurup katıldıkları sınavlar. Bu sınavların çoğunun öğrenciye en fazla ama en fazla 15 dakika zaman ayırabildiğini düşünürsek sistemin tuhaf olduğunu
söyleyebiliriz. Bu, merkezi yerleştirme için bir gerekçe olabilir.
Ancak kesinlikle, bir devlet, kendisine bağlı bir kurumun içersinde torpil dönüyor diye, önlem
olarak öğrencisini cezalandıramaz. Çünkü bu yetenek sınavı sistemi her ne kadar kokuşmuş bir
sistem olsa da farklı okullardan,
farklı alanlardan gözetmenlerle
iyileştirilebilecek bir sistem. Ve
hepsinden önemlisi her şey bittiğinde kampusta, amfide, sinefille
sinefili baş başa bırakan bir sistemdir. Gülüm benim gülüm
benimdir...
lem
12
EKfi‹ 18-24 Kasım
deneme
Befl dolarl›k erdem
Noam Chomsky demokrasilerin mecburi mütemmim cüzünün propaganda oldu¤unu söyler ve ekler:
“Totaliter rejimlerde istibdat ve bask› araçlar› ne ise demokratik rejimlerde de propaganda odur”
anlı yaşamından sorumlu yapıtaşlarına protein, bu proteinlerin birbiri
ile anlamlı bir ilişki kurmasını sağlayan katalizör müstahdemlere de
dost arasında şakasına enzim adını veririz. Şu
anda bu yazıyı okumaktan anlamamaya, kakanı tutmaktan basur olmaya kadar her faaliyetinde emeği geçen ve hakkı asla ödenmeyecek
olan enzimler hakkında hepimizin bilmesi gereken çok önemli bir şey var: Enzimler sorumlu oldukları kimyasal işlemleri yoktan yaratmaz, sadece hızlandırırlar. Yani enzimlerin temel faydası zaten gerçekleşme potansiyeli olan
bir işlemi organizma emriyle hızlandırmaktır.
Örnek de vereyim: Yarım kilo kayısı yedikten
sonra üstüne bir bardak su içseniz de içmeseniz
de helaya gideceksiniz. Ama o iki bardak su,
bu işlemi epey hızlandıracaktır. Enzimin de görevi o bir bardak sudur. Lütfen aşağıdaki yazıyı
bunu aklınızda tutarak okuyunuz, sonunda size
sorular hazırladım.
C
ve sayesinde var olabiliyor. Bu reel hıyar’ın ise
birçok falsosu var. Doğumunda vücuduna ek
gelen çükü ve ta...ğının irrasyonel isteklerinin
liste başını çektiği bir dizi fiziksel ihtiyaç ve
bunlar ile eşzamanlı ve etkileşimli ilerleyen
birtakım sosyal ve psikolojik gereksinimin
ekonomik arz-talep dengesi içinde takip edilebileceği sıkıcı ve sıradan bir hayat yaşıyoruz.
Tenasül uzuvlar›mdan
ben de memnun de¤ilim
Otisağabey’den lafı devralıp konuşmam gerekirse açık olayım, kimseden özür dileyecek değilim: Çükümün erdemi ne kadarsa ta...ğımın
erdemi de o kadardır. Bu menfur ve mutlak
ajanların, mihrakların güdümünde yaptığım
hiçbir fiilden yana sorumlu hissetmiyorum.
lanırım. Genetik tabana yayılmış bu mesleki
uyuşmazlık geçmişimiz sebebiyle (Erkek avcı,
Kadın toplayıcı) rahatsız olduğum ve rahatsızlık
vereceğim bu tip birlikteliklerden kaçınırım.
Buna rağmen geçenlerde şahsıma ters gelen
böylesi bir angajmana girdim. Yeni evine taşınmakta olan bir kıza yardım etmek maksadıyla
ev için lüzumlu alışverişe eşlik ettim. Saatler
süren bu alışveriş sonunda dolan alışveriş arabasını arabanın bagajına boşaltırken arabanın
sepetinin altında zulalanmış ve kasadan ücreti
ödenmeden geçirilmiş bir plastik leğen gördüm. Hediyesi 5 dolar olan bu plastik leğenin
TARGET isimli Amerika’nın tamamına yayılmış bu dev mağazalar zincirinden bilabedel salınıvermesi ile alakalı hiçbir rahatsızlık yaşamadığımı söylemem gerekir. İşte tam olarak bu se-
Erkin Gören
© 2005
Hepimiz erdemliyiz
Noam Chomsky sanıldığının aksine demokrasilerin mecburi mütemmim cüzünün propaganda olduğunu söyler ve ekler: Totaliter rejimlerde istibdat ve baskı araçları ne ise demokratik
rejimlerde de propaganda odur. Yine
Chomsky’e göre demokrasilerde hakim grupların kitleler üzerinde arzu edilen bir pasif agresif bilinç yaratmak isteğinin tecellisi olan
propaganda’nın temel niteliklerinden birisi
özünde hiçbir şey söylememesidir. Chomsky,
88 senesinde yaptığı konuşmada geçmişte ve o
dönemde hakim olan propaganda örneklerini
sıralarken “Support our troops” (Askerlerimizi
destekleyelim/ destekle/ destekliyorum) sloganını örnek verir. Şu gün şu tarih itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’taki varlığının
hâlâ destek bulmasında geçmişte de başarısı
tescil edilmiş bu sloganın fonksiyonu büyüktür. “Askerlerimizi Destekleyelim” parçalara
bölündüğünde, sıralaması değiştirilip art arda
konulduğunda hiçbir şey ifade etmez. Askerlerimizi destekleyelim, evet, ama ne için ve neden destekleyelim? Askerler-imiz- olduğu, bize aidiyeti ve bizden oluşu sebebiyle mi destekleyelim? Çok basit bir mantık zinciri oluşturmak gerekirse:
Askerlerimiz “biz” den çıkar. O halde askerlerimiz eşittir biziz. Biz ise Amerikalı, yani iyi
niyetli, özgürlük sever, Seda Sayan jargonunda
“herkesi kendimiz gibi iyi bilir”iz. O halde,
“desteklenmemiz” gerekir. Hülasa propagandanın sloganlaşmışı “kendimizi destekleyelim,
çünkü kendimiz süperiz” gibisinden kendimize kendimizden başka birisiymişçesine baktığımız, narsisistik bir duruş ile anlamlanır.
Yukarıdaki basit mantık sıralaması içerisinde
etken net bir önkabul var: “Biz” erdemliyiz.
Ulus ve hakların kendine biçtiği erdem önkabulünü temel alarak hareket ettiğimiz zaman
dünyanın enfes bir yer olduğunu söyleyebiliriz.
Zira dünya nüfusunun çoğunluğu soylu, asil,
doğru, çalışkan, küçüklerini seven, büyüklerini
sayan, yurdunu, milletini özünden çok seven
insanlardan oluşmaktadır.
Birbirinden bağımsız olarak farklı coğrafyalarda kağıt üzerinde çizilen haritalarda yaşayan
“Biz”ler erdemimizden şüphe etmiyoruz. Ama
neden etmiyoruz, bu sorunun cevabını Arşimet’e nispet yaparcasına elimde bir plastik leğen ile bir mağazanın otoparkında yürürken
buldum. Sanal hayatın yarattığı fizikötesi ve üstü hayatın sağladığı şartlarda oluşan, kanımca
harikulade birisi olan Otisağabey kimliğinin sıkıcı bir tarafı var. Bu sanal erdem deposu, müthiş şahsiyet ancak reel bir hıyara kök salarak
tahlille değerlendirirsek hatamı anladım ve
doğru olanı yaptım. Oysaki yüzümde Yaşar Usta, yürüyüşümde Komiser Cemil varken aklımda hep şu vardı: “Bu yaptığımın doğruluğuna kendimi nasıl inandırabilirim?”
İşte bu nedenle o kısa yolculuk sırasında elimde plastik bir leğenle hedefe yürürken kendimi
yeniden programlarken buldum. “Otis sen erdemlisin, Otis sen kimsenin hakkını yemezsin,
Otis gereğinde yanlışlardan dönersin, Otis aslansın, Otis kaplansın. Otis sen zaten hep böyleydin. Ne zaman, kimin hakkını yedin? Ben
kendimi bildim bileli buyum abi” derken kendimi az evvel çıkışımızı aldığımız kasada görevini yapan Meksikalı kasiyer kız ile göz göze
buldum. Tamamen övgüyü ve şaşkınlığı bekleyerek hususi ekstra yol kat edip geldiğim bu
noktada plastik leğenin ücretini ödemediğimizi ve ödemek istediğimi söyledim. Meksikalı
kız beni şaşırtmadı ve 5 dolar karşılığında bana
(ve erdemime) arzu ettiğim övgüyü ve “bu devirde senin gibi adamlar kaldı mı?” şaşkınlığını
gösterdi. Plastik leğenimi muadili bir zaferle
doldurup arabaya döndüğümde benzeri bir kutlama, şaşkınlık ve övgüyle karşılaştım. Ama
ben az evvel leğeni “amaan” diye bagaja bilinçli bir şekilde atmış olan kendim bu övgüyü
sonuna dek hak ettiğime inanıyordum, müsterihtim. Neticede -başkasının- 5 dolarıyla yaptığım bu namus şovu ve plastik leğen doluluğundaki erdem her zaman olduğu gibi gece yatarken beni yakaladı (merak edenler için söylüyorum: yalnız yatarken).
Kubrick umut afl›l›yor
Şahsi kanaatimi sorarsanız ben bir üreme biçimi ve metodu olarak mitoz bölünmeye fitim.
Hatta sınırını kendim çizmek kaydıyla bu tip
üremeyi destekliyorum. Belirli periyotlar halinde bölünerek çoğalan Otisağabeyler dünyayı şahane bir geleceğe götürecektir. Lakin bu
mümkün olmadığından mayoz bölünmelerin
ta...klarıma yaptığı baskının tutsağı oluyorum.
İrrasyonel her türlü seçimde de bu tip fizik ihtiyaçların etken olduğunu idrak edin isteyerek
paragraftan ayrılırım.
Bu kadar ağlama ve gözyaşının gideceği yer
şudur: Ben de hatalar yapıyorum. Bu hatalardan biri de hayatımda tanımadığım ve tanımayı
da çok arzu etmeyeceğim karıların dahi keyfine
tabi olup rasyonel gerekçelerle asla ve katiyen
yapmayacağım işlere angaje olmamdır. Bir çok
erkek gibi ben de alışveriş sırasında fazla vakit
geçiremem. Yanımda bir dişi olduğu zaman da
geçirdiğim ifrada kaçan zamanlarda huzursuz-
bepten leğeni bagaja yerleştirirken hiç sesimi
çıkarmadım. Bagajı kapadıktan sonra kafamı
çevirince 5 adım sağımda onu gördüm. Saati
sorsa Kurtuluş Savaşı destanı mizanseni yaşayabileceğimiz bu kişinin varlığı bana kim olduğumu, dahası kim olmam gerektiğini hatırlattı.
O yüzden olacak durduk yerde kendimi “Leğenin parasını ödemedik” derken buldum. O an
yüzüme gelip yerleşen o mağrur, gururlu, erdem timsali ifadeyi, dudağımı büzüp çizgi haline getirip çenemi diken Münir Özkul dinginliğini Yaşar Usta tiratlarında kim bilir kaç kez
görmüşsünüzdür. İşte o gördüğüz ifadeyi yüzüme yerleştirip aklınızın aynasında canlandırın. O
ifadeyle bagajı açışımı, bu leğenin ücretini ödemeliyiz deyişimi ve kararlı adımlarla otoparkı
arşınlayıp kasaya geri dönüşümü canlandırın.
Bu haliyle dışarıdan gözlemleyen herhangi birisine göre ben “erdem” li bir hareket yaptım. 5
dolara dahi tenezzül etmedim. İyi niyetli bir
Erdem’i ve erdemciliği satın alırken beni şaşırtan ona ulaşmamda etken olan sosyal faktörler
değil, ona ulaştığım zamanki kendime güvenim, bu yalana herkesten önce ve hızla kendimi
inandırmam değildir de nedir? Yani mesele bir
fayda beklentisi ile sahtekarlık yapmış olmam
olsaydı bunu erdemli ve dahi kendi içinde
çelişmez olması sebebiyle ahlaklı sayabilmek
de mümkün. Çünkü hatırlayın, sahtekarlık yapmamda etken olan her türlü dahili itkiden
sorumluluğumu almıştım. Lakin benim “erdem”imin erdemsizliğinin altında yatan, başkasını inandırmaya yönelik bir harekete başkalarından fazla benim inanmış olmam oldu.
Ben kendimi 50 metrelik bir mesafede yeniden
programlayabiliyorsam, geceleri yatıp da o
günkü hareketlerini düşünemeyen bir sosyal
kimlik ne yapsın?
Kubrick “The Shining”in setinde rolüne hazırlanan Jack Nicholson’un filmin karanlık
havasından uzaklaştırmak için şöyle der:
“Jack, bu film aslında umutlu, nikbinlikle yüklü bir film.” Jack Nicholson haklı olarak itiraz
eder ve der ki “Yok artık ebenin ..mı Stanley?
İçinde hortlakların, hayaletlerin olduğu bir film
nasıl umut verici olsun?” Kubrick’in hazırladığı
laf şu olur: “Jackçiğim önce o elini indir. Bu
filmde hayaletler var. Demek ki insanlar öldükten sonra her şey bitmiyor. Bu sana umut
vermiyor mu?” Tabii set falan “Hahahah ay
Stanley alem adamsın yane” falan oluyor. Ben
de ne zaman birileri toplumların ve insanların
“erdem” inden bahsetse bu örneği düşünüyor,
umut doluyorum.
Başta size enzimlerden bahsetmiştim, hatırlayanınız var mı? Bütün bu metni kafanızda bu
örneği tutup okuduysanız size şunu diyeceğim:
yazının bütünlüğü ile zerre alakası yok. Kek gibi
altındakilerle bir ilişki kurmaya çalışanınız olduysa ona buradan g...mle gülüyorum. Oturun
enzim niyetine bir bardak su için. (Mi acaba?)
otisabi
[email protected]
flemdinli olaylar›
13
18-24 Kasım EKfi‹
Türk halk›n›n insan haklar›
anlay›fl›
Bombalama
olay›nda
a¤›r hasar
gören
bina.
fiemdinli’de yaflananlara verilen
kimi tepkiler, insan haklar› ve vatan
hainli¤i gibi konulardaki çifte
standartlar›m›z› sorgulamam›z
gerekti¤ini hat›rlat›yor
Ş
emdinli’deki hadise kuvvetle
muhtemel ki uzun süre tartışılıp kurcalandıktan sonra biz
nedenini nasılını öğrenemeden
kaybolup gidecek, senede bir kez
hatırlanıp sonra unutulan o muğlak
yakın tarih öğelerinden biri olacak.
Zaten sebepleri, sonuçları, nedenleri, nasılları konuya benden çok
daha hakim kişilerce didiklenecek,
araştırılacaktır. Asıl tartışmak istediğim olayın kimin tarafından,
hangi saiklerle gerçekleştirildiğinden ziyade insanımızın bu tür bir
gelişme karşısındaki tepkisi. Bu
tür travmatik olaylar karşısında insanların neye nasıl yaklaştıkları,
hangi kanıtları görmezden geldikleri en az olayın kendisi kadar ilgi
çekici olabiliyor.
9 Kasım 2005 Şemdinli gerginliği
ve benzer konularda edilen sözlere
baktığımızda karşımıza sıklıkla çıkan bir tablo: İnsan hakkı kavramının sadece iyi ve doğru insanlara
iyi davranmak, diğerleri içinse
“Madem suçlu, o halde kötü davranabiliriz” demek olduğunu sananlar, daha da beteri insan hakkından
bahsedene bir tür gavur uşağı bölücü muamelesi yapıp karşı tarafı desteklemekle itham edenler; adli yargılanma, ceza muhakemesi usulü
gibi temel kavramların uygulanmasının her zaman gerekli olmadığını
savunanlar, devlet eliyle yapılan
herhangi bir işlemin kendiliğinden
doğru ve haklı olduğunu, bunu
eleştirenin de kendiliğinden bölücü
ve hain olduğunu savunanlar...
Acayip hadiseler
Devletin, ordunun bir şekilde bu
hadiseye bulaşmış olabileceğini
söyleyenlere vatan haininden PKK
destekçisine bin bir türlü sıfat yapıştırılıyor, bu iddiaların orduyu yıpratmak isteyenlerin nifak tohumları
oldukları iddia ediliyor, ihtimalin
araştırılması bile reddediliyor. Nasıl
Bombalama
olay›nda
a¤›r
hasar
gören
bina
bu şekilde düşünebiliyor bu insanlar? Nasıl “Devlet ne yaptıysa doğru yapar, devlet ne karar verdiyse
haklıdır” gibi bir bakış açısına sahip
olmuşlar? Hukuka saygısı olmayan, verilen iktidarı kendisine sunulmuş bir hak gören iktidar sahiplerinin ve yargılamaya ihtiyaç olmadığını savunan, mahkemelerin
yakaladıkları suçluları (zanlı değil
suçlu yakalıyorlar!) serbest bıraktığından yakınan kolluk kuvvetlerinin yaşadığı Türkiye gibi bir ülkede
bu insanlar nasıl oluyor da hâlâ hadiselere üç yaşındaki çocuğun “Benim babam her şeyin doğrusunu
bilir” tavrıyla yaklaşıp söylenenin
her zaman doğru olduğuna körü
körüne inanıyorlar? Nasıl oluyor da
insanlar derin devletlerin, Susurluk’ların, devlet tarafından beslenen katillerin hatıralarını yok sayıp
devletin asla ve kat’a böyle bir işte
parmağı olmayacağını, sadece bir
ihtimal olarak bile böyle bir iddi-
anın ortaya atılmasının hainlik olduğunu söyleyiveriyorlar? Duygusallık yüzünden olduğunu tahmin ettiğim bu garip bakış açısı gerçeğin,
doğrunun, haklının bulunmasından
ziyade devletin bekasının öngördüklerine gerçek, doğru, haklı denilmesini; ancak ve ancak işimize
geliyorsa objektif olmamız gerektiğini, aksi halde mevcut bilgileri
çarpıtmakta özgür olduğumuzu iddia ediyor sanki.
Durum o kadar vahim ki burada terör eylemleri söz konusu olduğunda mevzubahis yörede yaşayan kişilerin nankör ve bu eylemleri kendiliklerinden gerçekleştiren hainler
olduğunu iddia eden insanlar, Fransa’da günlerce devam eden isyanlar için “Oh oldu Fransızlara, devam etsin aslanlar” diyebiliyorlar.
Burada “İnsanların suç işlemesinin
arkasında bir sebep vardır, sebebi
bulursak sonucu da önleriz” dediğinizde size terörist yardakçısı mu-
amelesi yapan aynı insanlar Fransa’daki suçluları, onları bu yola iten
sebepleri derin sosyokültürel analizlerle irdeleyebiliyorlar. Burada
günlerce devam eden bir isyan çıksa, bırakın onlarca meslektaşı yaralanmasına rağmen polisin henüz
hiçbir isyancıyı öldürmemiş olmasını, ordunun sokağa ineceğini görmeyenler “Al sana Fransa, nerede
demokrasin?” diyebiliyorlar.
Şemdinli’de bizim kısıtlı bilgimizle
anlamakta zorlanacağımız, yorumlarken hataya düşebileceğimiz bir
takım acayip hadiseler gerçekleşti.
Tıpkı Susurluk kazasının ortaya çıktığı, bir arabanın içinde hem devlet,
hem derin devlet hem de mafyanın
bulunduğu zamandaki kadar konudan uzağız. Yapılabilecek tek şeyin
hadisenin yargı yoluyla araştırılıp
değerlendirilmesi, sorumluların bulunup cezalandırılması olduğuna
inanıyorum naçizane.
sephrenia
Devlet, fiemdinli, bomba, derin,
ç›karlar, güç... Cümle kurunuz
Derin devlet ve terör iliflkisi, Susurluk olay›ndan 9 y›l sonra fiemdinli’de patlayan bomba ile gündemde
erin devlet; varlığı, ülke
yönetiminde 40 yıl gibi
uzun bir süre boyunca bulunmuş insanlar tarafından dahi kabul edilmiş, amorf bir yapı. Nihayetinde 2002 yılında yetersiz bir şekilde de olsa tanımlanarak Türkçe
sözlüğe girmiştir. Derin devlet,
devletin de üzerinde bir güce sahip
bir yeraltı oluşumudur. Gerekli gördüğü takdirde devleti yeniden yapılandırmak, hükümetleri değiştirmek, darbe yapmak, çeşitli temizlik
(!) faaliyetlerinde bulunmak gibi
toplumsal yaşamın her kesiminde
etkili olacak yaptırımları vardır.
Böyle bir gücün; halkın, hakkında
en ufak bilgiye sahip olmadığı insanlar tarafından yönetilmesi, sorunun önemli ve büyük bir parçasıdır.
Halkın oyları ile yönetime gelen iktidarı dahi değiştirecek gücü olan
bir yapı ne şekilde denetleniyor?
Ülkenin güvenliğinin tehdit altında
olmasını kendisine varlık noktası
olarak belirleyen bir yapının güven-
D
lik sorunlarından beslendiği aşikar
iken böyle tehlikeli bir durumda
varlığını devam ettirme güdüsü ve
Hazine’den daha iyi beslenebilmek
adına kimi insanların olası pragmatik yaklaşımlarının hesabını kim,
nasıl ve hangi yetkili merciden soracak? Birçok NATO ve Avrupa ülkesinde muhtemel Sovyet işgaline
karsı konumlandırılmış ve Amerika
desteği ile oluşturulan derin devlet
adlı yeraltı örgütlerinin hepsi Sovyet rejiminin çöküşü ile kendilerini
tasfiye ederken, istisna olarak sadece Türkiye’de PKK’yı ve ülke güvenliğinin tehlikede olduğunu öne
sürerek varlığını koruyabilmiş iken
beslendiği kaynağı nasıl çökertecektir? Daha vahim olan soru, bu
kaynağı besleyebilir mi? PKK’nın
bu kadar uzun süre yaşamasında
bir payı olabilir mi?
Toplumsal çöküfl
Kültürel zeminini Holivud filmlerinin oluşturduğu, çok iyi adam öl-
dürmekten başka meziyeti olmayan mafya adamlarını devlet adına
hareket ettirmesi olgusu ya da çeteleri toplumsal çıkar adına kullanmakta beis görmeyen derin devlet
yapısı maalesef ters tepmiştir. Kullanılan her zaman “devletler” olmuştur. Bu tür organize suç örgütlerinin bugünlerde dünya sathındaki cirolarının bir trilyon doların üzerinde olmaları, kimin kimi nasıl
kullandığının en açık göstergesidir.
Uğur Mumcu’nun Abdullah Öcalan ve MİT ilişkini açıklamak üzereyken öldürülmesinin ardından,
başta Uğur Mumcu olmak üzere
faili meçhul pek çok cinayetin zanlısı ve ülkedeki terörü beslemek gibi çeşitli ağır suçların muhatabı olmasına rağmen, özü itibariyle antidemokratik bir yapı olan bu hukuk
dışı devlet çetelerinin yargılanması
-hatta yok edilmesi- gerekirken,
Susurluk Komisyonu raporları doğrultusunda eroin ticareti gibi toplumsal çöküşü hedefleyen eylem-
lere karışmışlığı belgelenmiş iken,
iki eski cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel ve Kenan Evren’in yanı sıra Bülent Ecevit tarafından varlığı
kabul edilmişken üzerine gidilememesinin yegane sebebi, yargılayacak merciden yoksun olması mıdır
acaba?
Şemdinli’de üç aydır bombalar patlıyor, insanlar ölüyor. 9 Kasım 2005
Çarşamba günü Seferi Yılmaz’a ait
Umut Kitabevi’ne atılan bomba
sonrası, halk bombayı atanı peşinden bir süre kovaladıktan sonra yakınındaki bir araca binerken yakalıyor. Edinilen bilgilere göre bombayı atan kişi eski PKK itirafçısı Veysel Ateş. Sığındığı arabada bulunan
diğer iki kişi ise Jandarma Başçavuş Ali Kaya ile Özcan İldeniz.
Bu ülke artık illegal örgütleri yok
etmek için hukuk dışı yollara başvurmanın kendi çukurunu kazmaktan başka bir işe yaramadığının bilincine varmalıdır. Bugün daha zararlı gördüğü kesimi yok etmek için
olabilecek en tehlikeli durumdaki
katillere sınırsız yetki vererek, birini diğerine kırdırtarak yol alamayacağını algılamalıdır. Ya da bunlar
için daha ne kadar masum insanların öldürüldüğü anlamsız olaylar
dizgesi yaşamalıdır? Bugün dünyanın başa bela addedilen terör örgütlerinin hemen hepsinin eğitimlerinin derin devletsel yapılarda gerçekleştiğini bilmeyen var mı? Neresinden bakılırsa bakılsın toplumsal trajediler yaratmanın ötesine geçemeyen “derin devlet” kavramı
yasal zeminde artık karşılığını bulmalı ve bu tarz örgütlenmelerin
önünü tıkamak için ciddi hamlelerde bulunulmalı, hakkında rapor
sunmanın ötesine geçilmelidir.
Umuyoruz ki Şemdinli olayları için
başlatılan soruşturma, halkın olası
tepkilerini yumuşatmak için değil,
devletin köküne kadar bulaşmış öldürücü hastalıktan kurtulmak için
atılan ciddi bir adımdır.
borges
14
EKfi‹ 18-24 Kasım
müzik
Bir flark›n›n tarihçesi:
Killing Me Softly
Varl›¤› içimize ifllemifl flark›lar› ezeli ve ebedi addediyor, geçmifllerinde ne etkileyici, ne çarp›c›
hikayeler bar›nd›rabileceklerini hesaba katm›yoruz. Bunun yanl›fll›¤›n› “Killing Me Softly” gösteriyor
iraz mahcup, daha çok da şaşkındı
şarkımızın kahramanı. Bizi karşısına
almış, talihin karşısına hiç beklemediği bir anda çıkardığı adamdan, bu
adamın söylediği ve ruhunda garip bir fırtına
estirmeye kabil olmuş şarkıdan bahsediyordu,
doğallıkla, içtenlikle, bir sırrını verircesine...
Sözlerinde, bir yabancıya duyulan o ani ve imkansız yakınlığın hazzı vardı. Dünya üzerinde
en azından bir kişi tarafından bütünüyle anlaşılıyor olduğunu bilmekten gelen huzur vardı.
Ancak karanlıkta müzik dinlerken içine girilebilecek büyülü ruh halinin izleri ve bir şarkıyla
bir insan arasında kurulabilecek en mahrem, en
arzulanası ilişkiye davet vardı. Ve bu şarkıda
muhakkak ki her şeyden de çok, bir mıknatıs
gibi insanı içine çekebilme potansiyeli vardı.
Bir şeyler bizi anlatıcıyla beraber o bara götürüyor, ikimizi birlikte önce ürpertiyor, sonra
utançla yakıyor, karşıdaki yabancının elinden,
dilinden yükselen müziğin içinde kendimizi
kaybettiriyor, içinden çıkmak istemeyeceğimiz
bir sıcaklık ve sihir atmosferine sokuyordu.
Türkçe’ye teklifsiz bir serbestlikle çevirmiş olmamı mazur göreceğinizi umduğum Killing
Me Softly, Roberta Flack’in pek kırık, pek görmüş geçirmiş sesi ve yorumuyla müzik listelerinin zirvesine oturduğunda ve sayısız ödülü silip süpürdüğünde sene 1973’tü. Peki ama daha
da geriye giden ve anlatılmaya değecek neviden bir hikayesi var mıydı şarkımızın? Kimin
için söylenmiş olaydı bu tesirli sözler ilk? Vakit işte bu sorulara cevap vermenin ve de o pek
cazip “katil” in kimliğini mahir bir hafiye misali ifşa etmenin vaktidir.
B
Bir flark› do¤uyor
Hikayemiz 1972 yılının hangi mevsime denk
düştüğünü bilmediğim bir akşamında, Los Angeles’ın bugün sevip sayılan pek çok müzisyenin çıkışına ev sahipliği yapmış ünlü gece kulübü The Troubadour’da başlar. Lori Lieberman
o zamanlar henüz 20 yaşını dahi doldurmamış
duygusal, içedönük bir genç kız, yolun henüz
çok başında bir folk şarkıcısıdır. Kim bilir hangi
arkadaşından methini duymuş olacaktır ki, o akşam Troubadour’da sahne alacak müzisyeni
dinlemeye gider. Hem yazıp hem de icra ettiği
ruha dokunan şarkılarıyla namı yavaştan dilden
dile dolanmaya başlamış bu müzisyen, Hudson
Nehri’ndeki kirlenmeye dikkat çekmek maksadıyla nehir boyundaki yerleşimlerde verdiği bir
dizi konser yüzünden “Hudson River Troubadour” ya da Türkçe’siyle “Hudson Nehri Ozanı” diye de anılan genç bir adamdır. Lori tam
olarak nasıl bir ruh haliyle ve ne gibi beklentilerle sahnenin önündeki yerini almıştır bilinmez, ancak karşısındaki adamın gitarından dö-
Lori
Lieberman
Roberta Flack
Killing Me Softly
başka bir annenin ellerinde ulaştığını görmenin
hüzünlü gururu...
Katil kim?
külen notalar ve ağzından dökülen sözlerin etkisiyle kendini bir anda tam ortasında bulduğu,
şiddetli bir şaşkınlık ve inanmazlık halidir. Nasıl olmaktadır da tanımadığı ve de onu tanımayan bu yabancı -sanki yıllarca onun teninin altında yaşamışçasına, sanki ruhunun en uzaklarını, en derinlerini karış karış gezmişçesine, sanki
duyuş ve düşünüş dünyasının en gizli, en mahrem köşelerine temas etmişçesine- bu kadar
ona dair, bu kadar ona özel, bu kadar onun hakkında şarkılar söyleyebilmektedir? Nasıl olmaktadır da bir yabancı hayatının tam şu anda durduğu noktasını en ince koordinatlarına dek tarif
edebilmektedir? Bir yanıyla sarsıp acı verirken
diğer yanıyla yaralarına merhem vazifesi gören,
muhakkak ki eşsiz tuhaflıkta bir deneyimdir
Lori’yi o gece The Troubadour’da bulan.
Gecenin ardından yaşadıklarını tüm duyarlılığıyla bir şiire döker Lori ve bu şiiri o yıllarda
birlikte çalıştığı iki adama, Norman Gimbel ve
Charles Fox’a gösterir. İkili, şiirin içinde ne kadar da güzel bir şarkıya dönüşme potansiyeli
barındırdığı anında fark edeceklerdir. Antonio
Carlos Jobim’in güzeller güzeli bossa nova
parçası Garota de Ipanema’yı “The Girl From
Ipanema” ya çevirip Anglofon müzik dünyasının varlığına armağan eden ve bununla ilk
Grammy ödülünü kazanmış söz yazarı Norman Gimbel, onu bekleyen ikinci Grammy
ödülünden habersiz Lori’nin yazdığını ciddi değişikliklerle -ama şiirin ruhuna sadakatle- şarkı sözü haline getirir. Charles Fox’un iddiasız,
ama içe işleyen bestesiyle beraber Killing Me
Softly With His Song, Lori’nin 1972 tarihli albümünde yer almaya artık hazırdır.
Bu albümün akabinde baladımız çok kısıtlı bir
çevrede sevilir. Hatta orijinal ve radyoda çalmaya pek elverişli olmayan 10 dakikalık hali
kısaltılarak Columbia Records tarafından bir de
single olarak piyasaya sürülür. Bununla beraber hakikat şu ki pek satmaz şarkımız, radyolarda ise ancak tek tük duyulur. Bugün, vücuda
gelişinden neredeyse 35 sene sonra hâlâ milyonlar tarafından biliniyor ve seviliyorsa, bu
hiç de az şaşırtıcı değildir ve bunun müsebbibi
de her şeyden çok Amerikan Havayolları’dır.
Bir hit do¤uyor
Nasıl olursa olur, Lori Lieberman’ın Killing
Me Softly With His Song kaydı Amerikan Havayolları’nın uçuşları esnasında yaptığı çok kanallı müzik yayında kendine bir yer bulur. Ama
şarkımızın ölümsüzlüğe ulaşması için bir ilahi
müdahale daha şarttır ve bu müdahale Los Angeles’tan New York’a uçmak üzere adımını bir
Amerikan Havayolları uçağına atan Roberta
Flack’in kimliğinde gelecektir. 34 yaşında ve o
sıralar yavaş yavaş ünlenmeye başlamış Flack
koltuğuna oturup kulaklıklarını taktıktan sonra,
havayolunun kanallarda çalan şarkıların tam
bir listesini de içeren dergisini karıştırmaya
başlar. Kim bilir, belki de esas merak ettiği
kendi söylediği şarkılarından birinin bu sınırlı
repertuara girmeyi başarıp başaramadığıdır. İşte bu an tam olarak kader dönüştürücü tesadüfün gerçekleştiği ve Flack’in gözlerinin listedeki Killing Me Softly With His Song başlığına değdiği andır. Şarkımızın ismi kaçınılmaz etkisini gösterir ve Roberta’nın ilgisini cezbeder.
Bir beklesindir bu şarkıyı bakalım, neye benzeyecektir, isminin yarattığı tatlı heyecana layık
olabilecek midir?
Ziyadesiyle olacaktır. Zira, Roberta Flack şarkıyı dinlediği anda çarpılacak, daha New
York’a varmadan onu iyileştirmeye, güzelleştirmeye ve kendi yorumlamaya karar verecek,
bu işlenmemiş elmasa sahip olmanın hayaliyle
tutuşacaktır. Bu yolculuğun hemen ertesinde
şarkının yazarlarıyla, Gimbel ve Fox’la, temasa
geçtikten ve üzerinde sekiz ay adanmışlıkla çalıştıktan sonra 1973 Ocak’ında piyasaya sürer
Roberta Flack -kısalmış ismiyle- Killing Me
Softly’i. Tüm listelerin en tepesine çıkması, satış rekorları kırması, radyolardan düşmez olması için bir ay gibi bir süre yeterli olacak, aynı sene içinde hem Flack’e hem de şarkının yazarlarına başta Grammy olmak üzere bir dizi ödül
şeklinde geri dönecektir. Tüm bu süreçte Lori
Lieberman’a geri dönen ise ancak buruklukla
mutluluk arasında durmaksızın gidip gelen bir
his olsa gerektir. Doğurduğu ve elinden gelenin
en iyisini verdiği çocuğunun en güzel çağına
Hikayemizi nihayetlendirmeden evvel bahsedilmeye değer tek bir nokta kaldı: O gece The
Troubadour’da, şarkılarıyla Lori Lieberman’ı
kendinden geçirten ve böylece Killing Me
Softly’e varoluş sebebini veren adam. Evet,
kimdi o yabancı, kimdi Hudson Nehri Ozanı?
Duraksamaksızın ifşa ediyorum: Don McLean’di. Bugün klasikleşmiş American Pie şarkısını o yıllarda daha yeni yazmış; incitmekten çekinircesine bir ses tonuyla söylediği içli şarkıları ve aynı edayla çaldığı gitarıyla insana “Elbette
ya, başka kim olabilirdi ki bu nazik katil” dedirten o folk şarkıcısı. Lori, McLean’in söyledikleri içinde en çok apansızca terk edilen bir sevgilinin şimdi boş kalan odalarda aklına üşüşen
hatıralarla ilgili şarkısı “Empty Chairs”den etkilendiğini itiraf edecektir sonra. O dönem şahsi
hayatında deneyimlediklerine anahtar-kilit gibi
uymuş olsa gerektir bu şarkının sözleri.
Don McLean’e gelince, Killing Me Softly’nin
kendisi hakkında yazıldığını öğrendiğinde bir
yandan çok onore olduğunu söyleyecektir, diğer
yandan ise kuvvetli bir mahcubiyet hissine gark
olduğunu. Bu şarkının ona yaşattıklarının ölçeği
sanmam ki hiçbir zaman onun Lori’ye o rüyamsı gecede yaşattıklarına yaklaşabilsin. Ama ne
gam sevgili Don McLean, siz ki nesillerin kolektif müziksel hatıralarında kendine aziz bir yer
edinmiş bu şarkının ilham kaynağısınız...
Yazımızın perdesi kapanırken haydi, bir kere
daha Killing Me Softly çalmaya başlasın ve bu
sefer biz baş kahramanı olalım şarkının; ıstırabımız, ümitsizliğimiz, kırgınlığımız tam olarak neye dair ise ona dair notalar yükseldiğini hayal
edelim, elinde gitarla şarkı söyleyen o yabancıdan. Bir kere daha arındırsın bizi böylece Killing Me Softly, usul usul öldürsün varlığımızı
ağırlaştıran her şeyi. Tatlılıkla, yumuşaklıkla...
lacrima
Şarkısıyla beni
usul usul öldürüyor
Söylediği güzel bir şarkısı, kendine özgü
de bir stili var diye duymuştum
Bir dinlemek için kalkıp gelmiştim
Ve işte karşımdaydı şimdi, genç bir çocuk
Her şeyiyle bir yabancı
Ama parmaklarının tel tel çaldığı benim
ıstırabım
Dilindeki sözler adeta benim hayatım
Şarkısıyla beni usul usul öldürüyor, yumuşaklıkla, tatlılıkla
Kalabalıktan utanırken yüzüm alev alev
Bütün mektuplarımı bulmuş ve açıp teker
teker okumuş gibi hissediyorum
Bitirsin hemen diye yalvarıyorum içimden
Ama o aynen devam ediyor
Beni tanıyormuşçasına, ümitsizliğimin
tüm karanlığını biliyormuşçasına söylüyor şarkısını
Sonra kafasını kaldırdığında gözleri üzerimden akıp geçiyor
Sanki orada hiç yokmuşum gibi
Ve şarkısını söylemeye devam ediyor,
kuvvetle, berraklıkla
Şarkısıyla beni usul usul öldürüyor,
yumuşaklıkla, tatlılıkla...
inceleme
15
18-24 Kasım EKfi‹
Bünyamin Oturak’la iletiflim sohbetleri
Hapflu ile gelen kültür
Bu “çok yafla” dile¤i öyle bir dilek ki, kimi zaman söylendi¤inde moral
bozabiliyor. Bazen hapfl›ranlar› üzüntüye sevk etti¤imizi biliyor muyuz?
z şiddetliden yüksek şiddetliye göre hapşırık,
hapşuruk ve hapşorok
olarak adlandırılan bedensel etkinlik, sonrasında neredeyse bir
ritüelmişçesine yaşanan diyalog
açısından benzerlerinden ayrılır.
Örneğin bir öksürükten sonra öksürenle topluluktaki diğer bireyler arasında geçmesi gereken
standart bir diyalog kalıbı bulunmamaktadır. Gaz çıkarma konusunu açmayacağım bile.
Hapşırık sonrasında yaşanan olağan bir diyalog bilindiği üzere
“Çok yaşa” ve “Sen de gör” şeklinde ilerler. Ancak hayat, eşitliğin sol tarafı bilindiğinde sağ tarafının da hemen ortaya çıktığı bir
matematik formülü gibi kesin ve
net değildir her zaman. Şu an ismini anıp rencide etmek istemediğim bir üniversitemizde verdiğim “Bunu Yazan Tosun: Türk
Toplumunda Yazılı İletişimin Evreleri” başlıklı seminerimin çıkışında iki üniversite öğrencisi arasında geçen ve bizzat tanığı oldu-
A
ğum şu diyalogu ele alalım:
- Hapşu!
- Çok yaşa.
- Hapşu!
- Çok yaşa.
- Hapşu!
- Geber lan it, seninle mi uğraşacağım!?
- Hapşu?
Biliyorum birçoğunuz şaşırdınız.
Yerküremiz üzerinde sırf sık aralıklarla ve çok hapşırıyor diye arkadaşına “Geber lan it” gibi insanın yüzünün kızarmasına yol açabilecek şeyler söyleyen kişilerin
olabileceğini ben de düşünemezdim o güne değin. Üstelik böyle
bir hakarete sevgili köpek dostlarımızın alet edilmesi ayrıca üzücü.
Ancak var böyle insanlar ne yazık ki.
Ha-ha-ha haap-fluuu!
Bu noktada, her ne kadar bir hayli zorlanacak olsak da kendimizi
arkadaşına “Geber lan it” diyen
üniversiteli gencimizin yerine
koyalım. Neden böyle kırıcı bir
tepki vermiş olabilir? Sebep “çok
yaşa” dileklerine makul süreler
içerisinde cevap alamamasını
adam yerine koyulmadığı şeklinde yorumlaması mı? Olasıdır ki,
evet. Buna empati yoksunluğunu
da ekleyince sonuç “Geber lan it”
olabiliyor.
Stanford Üniversitesi’nden bir
grup akademisyenin 1500 Amerikalı nezleli üzerinde yaptıkları bir
araştırmanın sonuçlarına göre, bir
hapşırık tutulmasında ortalama
olarak 2.1 kez hapşırılıyor. İki ardışık hapşırık arasında geçen ortalama süre ise 3.2 saniye. Bilim
insanlığa hizmet için varolduğuna göre bu bilimsel bilgilerin ışığında hapşırık sonrası yaşadığımız
“Çok yaşa - Sen de gör”leşme diyalogumuzu üstteki gibi hoş olmayan olayların yaşanmaması
için yeniden gözden geçirebilir
ve şu kuralları getirebiliriz:
1. Kişi hapşırdığında dört saniye
beklenir.
2. Bu süreç boyunca kişi ikinci
bir hapşırma yaşadıysa bir dört
saniye daha beklenir.
3. Bu işlem kişi hapşırmayı sonlandırana değin tekrar edilir.
4. Hapşırık kesildiğinde gönül rahatlığıyla çok yaşa dileğinde bulunulur.
5. Sıcak sıcak servis edilir. (Birazcık da gülelim değil mi?)
Bir not: Dört saniye, doğum tarihinizi içinizden art arda dört kez
söylemeniz süresince geçen zamana eşittir. Sürekli tekrarlayıp
hatırlamanın moralinizi bozacaksa başkalarının doğum tarihini
de söyleyebilirsiniz.
Kolaysa sen yafla!
Bu “Çok yaşa” dileği öyle bir dilek ki, kimi zaman da söylendiğinde moral bozukluğuna yol
açabiliyor. Yaşlıların, yani zaten
çok yaşamış olanların “Çok yaşa” dileğini duymaktan pek de
hoşlanmadıklarını, her ne kadar
iyi niyetle söylenmiş olsa da bu
sözün yaşlılar üzerinde ters etki
göstererek akıllarına kalan yaşam
sürelerinin azaldığını getirdiğini
ve böylelikle onları üzüntüye
sevk ettiğini biliyor muydunuz?
Bu üzüntü duygusunun yerini kimi zaman da başka tepkisel duygular alabiliyor. Yaşlı olduğunu
unutup dalgınlıkla söylediğim içten bir “Çok yaşa” ya “Kolaysa
sen yaşa pezevenk!” şeklinde yanıt vermekte bir sakınca görmeyen yaşlı komşum Eyüp Amca
örneğindeki gibi öfke ve saldırganlık duygusu sözgelimi. İşte bu
yüzden bir yaşlının hapşırığını,
“Bir şey mi dedin amca?”,
“Efendim teyze”, “Evet ezan
okundu az önce” gibi sözlerle savuşturmak sanıyorum ki en güzel
çözüm yöntemi.
Netice olarak hapşırıkla yaşamaya henüz tam anlamıyla alışamadığımız, eksiksiz işleyen bir hapşırık kültürü geliştiremediğimiz
açık. Ancak bu, insanoğlunun bunu aşacak kudreti içinde taşıdığına yönelik inancımızı köreltemeyecektir elbette...
Pek yaşayın.
eyco
Renkli 45’likler
60’lar ve 70’ler toplumunun sosyokültürel portresini tüm ç›plakl›¤›yla
göz önüne seren plaklar›n aras›nda, futbolcular için yap›lanlar›ndan
siyasi olanlar›na, erotizm kokulular›na kadar neler yok ki?
’lik plakların evveliyatında taş plaklar vardı.
Bu taş plaklar dakikada 78 devir yapar; sesi kısılıp açılamayan, koca koca boruları olan
gramofonlarda çalınır ve fazlaca
çalındığında aşınır giderdi. Ayrıca,
kömürden yapıldığı için en ufak
darbede tuzla buz olurdu. Bugün
hâlâ birçoğumuzun büyükannelerinin ve büyükbabalarının evinde,
aldığı minik darbelerden dolayı
kenarlarını sanki fare yemiş gibi
duran taş plaklar vardır. Ansızın
bu hantal ve dayanıksız plakların
üzerine, onun işlevini fazlasıyla
yerine getirebileceğini iddia eden
45 devirlik plaklar geldi. Şekil
olarak babasına benzeyen 45’lik
plak, piyasaya ilk girdiği andan
itibaren taş plağın tozunu alarak
onu vitrindeki ebedi istirahatına
yolladı.
45
Abidik Gubidik Twist
Kendi etrafında dakikada 45 tur
atan bu meret, insanlığa neler vaat ediyordu? Bir kere boyutu babasından küçüktü. Malzemesi
petrol olduğu için sağlam olduğunu ve rahatça her tarafa taşınabileceğini iddia ediyordu. Hatta
bu siyah plastiği arabada dahi
dinlemek mümkündü.
45’likler, 1960’larda hayatımıza
orta yerinden dalarken dünyada
rock ’n roll ve twist fırtınası yaşanıyordu. Tabii bu rüzgardan Türkiye de nasibini aldı. Barış Manço,
bugün ünlü ekonomistlerimizden
eski saksofoncu Asaf Savaş
Akat’ın da içinde yer aldığı Harmoniler ile doldurduğu twist plaklarıyla adını yavaş yavaş duyurmaya başlamıştı. Rakibi Erkin
Koray da aynı yolu izlerken, “yerli Elvis” imiz Erol Büyükburç zaten piyasayı darmadağın etmekteydi. Twist dansını yurtdışında bir
gece kulübünde görüp öğrenen
Öztürk Serengil, memlekete döndüğünde meşhur “Abidik Gubidik
Twist” 45’liğini yaptı. Tam da bu
dönemde Hürriyet gazetesi, Altın
Mikrofon yarışmasını düzenleyeceğini duyurdu. 1965-1968 yılları
arasında tekrarlanan bu yarışmaya
Cem Karaca, Fikret Kızılok, Erkin
Koray gibi isimlerle Mavi Işıklar,
Siluetler, Moğollar gibi birçok
topluluk katıldı. Yarışmanın mantığı bugünün “Popstar” yarışmalarından farksızdı. Topluluklar halk
jürisi önünde yarışacak, seçtikleri
batı formuyla düzenlenmiş şarkıları seslendireceklerdi.
45’liklerin macerası pek tabii
Anadolu Pop’tan ibaret değildi.
Akla gelebilecek her türlü fikir,
iki şarkılık siyah plastiğe aktarılıyordu. Şimdilerde TRT 2’de piyano çalan amcamız Şevket
Uğurluer Metin Oktay’a övgüler
düzerken, Nesrin Sipahi Fenerbahçe için marş söylüyordu.
Rüştü Asyalı Keloğlan’ı plağa
alırken, Ateşböcekleri ve Bal Arıları gibi sayısız ikili komik günlük olayları hicvediyordu. Anadolu aşıkları da bu pazardan paylarını aldılar. Plak pazarının genişliği onların da seslerini duyurmalarına olanak verdi. Neşet Ertaş,
Aşık Mahzuni Şerif, Kul Ahmet,
Çekiç Ali ve belki de içlerinde en
önemlisi olan Aşık Veysel... Türküleri, 45’likler sayesinde kahve-
hanelerde, tek odalı amele hanelerinde çalınır oldu.
Nerede kellik vergisi?
1970’li senelere gelindiğinde
toplumdaki değişimle paralel
olarak plakların içeriği de değişmeye başladı. Gaz, ekmek ve şeker kuyrukları ne kadar uzuyorsa,
şarkılar da o kadar neşeleniyordu. “Bu Ne Dünya Kardeşim”
lerden tutun “Boşver Arkadaş”
lara kadar yüzlerce “neşeli” plak
bu dönemde kaydedildi. 45’liklerin siyasete alet olması, işte tam
da bu döneme denk gelir. “Girne’den Anadolu’ya yol bağlayan”
Yasemin Kumral’dan “Seninleyiz Ecevit” diyenlere, hatta işi
iyice abartıp “Adalet Partisi Süleyman’dır yolun Zühtü / Komüniste kanma Zühtü / Din, imanın
kalmaz Zühtü / Ar namus gider
Zühtü” şeklindeki tornistan sözleriyle AP mitinglerinde plakları
bedava dağıtılan Öztürk Serengil’e kadar yelpaze oldukça genişti. İlginç bir anekdot: Önceleri
AP lehine plak yapan Serengil,
artan vergiler karşısında iflasın
eşiğine geldiği zaman, aniden
Demirel muhalifi kesildi. “Unuttun Bizi Süleyman” 45’liğiyle
kelliğe vergi koymadığı için kendisine “teşekkürlerini” iletti.
Devran döner...
Her şey gibi 45’liklerin de bir
sonu olacaktı. 45’liklerin insanlığa sunduğundan fazlasını vaat
eden kaset, ansızın çıkagelmişti.
Teknolojisi, çok daha az yer kaplayarak çok daha fazla şarkı kaydetmeye olanak sağlıyordu.
45’liklerin en güzel yanlarından
birisi de sadece iki şarkı içeriyor
olmasıdır. Bu sayede “long play”
dolduracak kadar miadı veya kitlesi olmayan topluluklar, gelecek
nesillere seslerini bırakabildiler.
Bunalımlar, Yarasalar, Sıla 4,
Dönüşüm, Ajlan ve Üç Ozan,
Deniz 6 Topluluğu, Uyanış gibi
topluluklar çoktan tarihteki yerlerini almış, meraklı müzik arkeologlarının onları keşfedeceği
günü sabırsızlıkla beklemekteler.
kirmizi kalem
Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz
Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal,
Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Yaz› ‹flleri Kemal Ekin Aysel Düzeltmen kays el mecnun Foto¤raf Serkan Kufl Katk›da bulunanlar: aethewulf, benbirpipodegilim,
benyazdim, days, eyco, fenman, frank n furter, gari, nickfallin, otisabi, ssg, travis and tyler durden n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer
Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram
Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:[email protected]
Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22
ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r
Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur.
Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Ekfli, tüm deste¤i ve yard›mlar› için SSG’ye (Sedat Kapano¤lu) teflekkür eder.
Zagor asl›nda Türk müydü?
Tüm engellemelere ra¤men Zagor sürekli bir ilgiye mazhar olmufl, her daim hakl›n›n yan›nda yer alm›fl,
zalimin karfl›s›nda dimdik durarak efendili¤i ve alçak gönüllülü¤ü ile herkesin sevgisini kazanm›flt›r
pekülatif başlık atıp okuyucu çekeyim, popüler
olayım kaygısı hissedileceğini bilmeme rağmen sorulması gereken sorudur: Zagor aslında Türk müdür, Türklerle olan
bağı nedir?
“Kızılderililer Türk’tür”den meylederek ispata/ sorgulamaya kalkışmayacağım, müsterih olunuz. Ha,
başlığı görüp de “Haha ne Türk’ü
lan, ne ispatı? Geyik bu haha” diyecek densizlere: Oğluna Zagor adını
koyan adamı, Demokan Akkoyun
adlı vatandaşımızı hatırlatır, şu an
TC vatandaşı bir Zagor’un Türkiye
sınırları içinde yaşadığını da belirtirim. Ama yok, benim amacım bu
çeşit bir ispat da değil. Konu sulanıyor, fark ediyorum. İroniyle karışık
yapacağız bir şeyler, bir saniye...
Tamamen amatör bir çizgi roman
okuyucusu olarak ve yine tamamen
bilimsel olmayan yollardan yaptığım çeşitli araştırmalar sonucunda
Zagor’un Türkiye’de en çok tanınan çizgi roman olduğunu idrak
edeli epey olmuştu. “Hâlâ çocuk gibi bunları mı okuyorsun?” diyen babam da, mahalledeki Bakkal Mehmet Abi de, tiki Ceren de, emekli
albay amca da, Liseli Serap da Zagor’u biliyor ya da en azından çizgi
roman ile bağlantısını kuruyorlardı.
“Evet olabilir, Teksas Tommiks’i de
her Türk bilir” dediğinizi duyar gibiyim. Ama Türklerin Zagor’la ilgisi bununla kalmıyordu. (Yemi at,
yeni paragrafa geç.)
S
Siyah beyaz kareler
Bu zamana kadar çekilen, Zagor’un
hemşerileri İtalyanların bile haberdar olmadığı üç Zagor filmi 1970 ve
1971 yıllarında Türkiye’de çekilmişti. Enterestingdi. Hollywood’un
haberi bile olmadan bir çizgi roman
filme uyarlanıyor, ikisinde Levent
Çakır, birinde ise Cihangir Gaffari
Baltalı İlah rolünde “ahyaak” diye
bağırarak Belgrad Ormanları’nda
(tabi aslında Darkwood’da) huzuru
sağlıyorlardı. Onlarca ülkede yayınlanmasına karşın, filmini çekecek
kadar Zagor’u sahiplenen de Türkler oluyordu.
Zagor’un Türkiye’de neden bu kadar tuttuğunu ırgalarken, “fumetti”
ve “Amerikan çizgi romanı” ayrımından bahsetmeden geçmek olmaz. Bildiğiniz üzere fumetti,
İtalyanların çizgi romana verdiği isim olarak bilinmekle birlikte, Türkiye’de çizgi romanın altın yıllarını yaşadığı
(60’lar ve 70’ler diyebiliriz)
ilk zamanlarda basılan Teksas Tommiks ile başlayan,
Zagor, Teks, Swing, Mister
No, Martin Mystere, Jeriko, Ken Parker, Tom
Braks, Kinowa ve daha
adını hatırlayamadığım niceleri ile devam eden İtalyan çizgi romanlarının genel adıydı. Amerikalı Conan,
Kriptonlu Süpermen, Belçikalı
Tenten gibi diğer ecnebi çizgi
romanlar popüler olsa da İtalyanların tartışmasız üstünlüğü
görülmekteydi.
Dolayısı ile Türk çizgi roman
okuyucusu, çizgi roman
okumaya “Esse&Gesse”nin
(Teksas Tommiks çizerleri)
siyah beyaz, küçücük karelerdeki net ve basit çizimlerini
benimseyerek başlayınca, bir
nevi Zagor ve türevi fumetti’ler
damardan zerk edilmişti...
(Türk çizgi roman okuyucusu
sayısının en fazla olduğu dönem kastedilmiştir. Yoksa,
çizgi roman ülkemize 30’lu
yıllarda girmiş idi.) Artık istediğiniz kadar Amerikan çizgi romanı
okuyun; muhteşem çizgileri, süper
sayfa tasarımını, ayrıntı çizimi, kuşe
kağıt baskıyı, renkli çizgi romanları,
Spawn’ları, Witchblade’leri, Xmen’leri görün, olmuyor. Bünye
kabul etmiyor. Karmakarışık sayfada boğulan, terleyen, kızaran okuyucu, arşivden bir Zagor çakarak
rahatlıyor, kendine geliyordu. (Uyuşturucu metaforu,
kaçırma.)
Peki onca fumetti’nin arasından sıyrılan Zagor’un başarısı ne idi? Zagor’un
g..tündeki iki tane yuvarlak
yamada mıydı keramet?
Vahşi Batı’nın ortasında
giydiği kırmızı gömleğinde
mi, mavi pantulunda mı?
Sorular, sorular...
Fumetti’nin Türkiye’de basıldığı ilk yıllar... Çizgi romana aç okuyucu yukarıda
bir kısmını saydığımız onlarca çeşit fumetti’yi bağrına
basmış, “Ulan bu düpedüz
ırkçı”, “Bunun kurgusu rezalet”, “Şu saçma” dememiş, hepsine azami şefkati
Türkiye’de
Fumetti’lerin ilk basıldığı yıllar...
Çizgi romana
aç okuyucu
onlarca çeşit
Fumetti’yi bağrına
basmış, “Ulan bu düpedüz ırkçı”, “Bunun
kurgusu rezalet”, “Şu
saçma” dememiş,
hepsine azami şefkati
göstermiş idi.
göstermiş idi. İnsanlar 15 günde bir
erkenden bayilerine gidip çizgi romanlarını bekliyorlardı. Güneşin en
parlak olduğu yıllardı. Tüm dünya
yeniden keşfediliyor, tabular bir bir
yıkılıyor, insanlar okuyor, gülüyor,
dans ediyor, toplanıyorlardı. Mutluydular. (Derin bir nefes alır.) Ancak bu mutluluk uzun sürmemiş, sıkıyönetimler, darbeler, sansürler
başlamış, insanlar yolda yürürken
kafalarını kaldıramaz olmuşlardı.
Haftada 500 bin satan Gırgır gitmiş,
nice kitaplar sobalarda yakılmış, neticede fumetti’ler için de karanlık
yıllar başlamıştı. Kafasına dipçiği yiyen halk, çizgi roman okumayı,
dans etmeyi, politikayı, hayata yön
vermeyi bırakmış, at gözlüklerini takarak dalgasına bakmaya yönelmiş,
bana dokunmayan yılan bin yaşamış, dolayısı ile fumetti okuyucusu
da bir avuç manyaktan ibaret kalmış
idi. Bu bir avuç manyak kitle, “Aa
Tommiks mi okuyon lan hâlâ?” ve
benzeri nice çıkışlara göğsünü siper
etmiş, nice yayınevinin heyecanlanıp fumetti basması, akabinde kapanması şeklinde yıllarca süren silsileye vesile olmuştu.
Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Zagor
sürekli bir
ilgiye mazhar olmuş, gerek Amerika’da,
gerek
Kanada’da, gerek İrlanda’da, gerekse
de uzayda her daim haklının yanında
olmuş, zalımın karşısında dimdik durmuş,
efendiliğiyle, alçak gönüllüğüyle herkesin sevgisini kazanmıştı. Süpermen, Örümcek
Adam, Batman gibi bir kentin koruyuculuğunu yapmamış, Swing ve
Çelik Blek gibi tek bir düşmanla savaşmamış, Tommiks gibi otorite altına girmemiş, kayıtsız, tüm kötülere
tek başına aynı şiddetle karşı çıkmıştır.
Bu çalkantılı yıllarda, bir açılıp bir
kapanan yayınevleri Türklerin
Zagor tutkusunu keşfedip daima ilk önce Zagor’u basmışlar, bu yıllar boyunca, kurgusu
zayıf, klişelerle dolu, kendini
tekrar eden fumetti’ler de bir bir
elenmiş, kala kala bir elin parmakları kadar fumetti kalmıştı:
Korkusuz pilotumuz Mister
No, çiziminde Uğur Dündar’ın model alındığı Martin
amcamız, Atlantis, Gece
Kartalı Tex Willer, (ki her biri ayrı yazıların konularıdır) ve Zagor Te-nay.
Türk gibi kuvvetli
Zagor’un benzerlerinden farklılıklarını düşündüğümde ilk olarak hiçbir
yaraya merhem olmayan, genelde
de bela getiren kahraman kankası
rolüyle Çiko geliyor aklıma. Bırakın
Tex’in kankası Carson’u, Mystere’nin yardımcısı Jawa Ceylan’ı,
Sarhoş Konyakçı, aptal Puik, velet
Rodi bile her daim çizgi romandaki
esas kahramana yardım etmesine
rağmen Çiko, oburluğu, şişkoluğu
ve güçsüzlüğü ile sürekli bela getiriyordu. Bunun akabinde Zagor’un
bu sersem Çiko’ya neden katlandığını düşünen okuyucu, haliyle Zagor ile Çiko arasında bilinmeyen
gerçek ilişkiyi, Darkwood’daki ıssız
bataklığın ortasındaki kulübede geçen geceleri düşünüyor, münasebetsiz yakıştırmalar yapıyordu. Ancak sadık Zagor okuyucusu biliyordu ki Zagor karşı cinsten hoşlanmakta ve iki macerada görüştüğü
Avustralyalı Frida’yı tek aşkı olarak
kabul etmekteydi. Neticede Çiko’nun diğer kahraman kankalarından farkı her daim Zagor’un oriji-
nalliğini vurgulamıştı.
Bir zamanlar pazar günleri 10’da
başlayan TRT Pazar Sineması’nın
körüklediği western tutkumuzu da
hatırlarsak Zagor düşkünlüğümüzün bir bilinmeyenini de açığa çıkarmış oluruz aslında. “Hey amigo,
çestabaka” lafzı, “ını nı nıım, nıı nıı
nıım” şeklinde söylenen “İyi, Kötü
ve Çirkin” melodisi adeta alt beynimize kazınıp yeni kuşaklara aktarılarak Türklerin ortak hafızasına
damgasını vurmuştur. Aynı kitle kapitalizmin gelişmesine, işin ticari
yönünün açık ara diğer yönlere fark
atmasına, Amerikan çizgi romanlarının tüm dünyayı sarmasına karşılık, artık western dışında daha fantastik konuların işlendiği senaryolar
çoğalsa da hâlâ bu özlemle Zagor
okumaya devam etmektedir.
Zagor’un kurgusu, çizimleri, atmosferi, düşmanları, kişiliği gibi irdelenecek epey konu olmasına karşın yerimizin darlığından ötürü sadede gelip (“Devam edecek” mesajı) “Zagor aslında Türk müydü?” sorusuna dönecek olursak: Zagor
Türk mürk değildi abi. Ne Türk’ü
Allah aşkına ya! Zagor’un babası
İrlandalı, anası da Amerikalıdır.
Kendisi de Pennsylvania’da doğmuş, Kızılderililer bu ismi vermeden önce de mahallesindeki kopillerin Patrick diye çağırdığı bir insan
evladıdır. Türkiye’de bu kadar sevilmesine, tutulmasına karşılık kendisine en fazla “Fahri Türk” diyebilirdik, ama eski cumhurbaşkanımız
Fahri Korutürk’le karışacağından
şık durmazdı. En azından şunu demiş olalım: Zagor Türk gibi kuvvetlidir. (Hastasıyım hamasetin.)
sitki siyril
Kaynaklar:
Türkiye’de Çizgi Roman
Levent Cantek - İletişim
Fantastik Türk Sineması - Metin
Demirhan - Giovanni Scognamillo Kabalcı
www.imdb.com