SÖZLÜKLÜ MAARİF TAKVİMİ Hacettepe Üniversitesi Türk

Transkript

SÖZLÜKLÜ MAARİF TAKVİMİ Hacettepe Üniversitesi Türk
SÖZLÜKLÜ MAARİF TAKVİMİ
Hacettepe Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Duygu Özge DEMİR
24 Şubat Şehzade Cem'in ölümü
Cem Sultan, Fatih Sultan Mehmed’in oğlu; Sultan Bayezid’in de kardeşidir. Ağabeyi II. Bayezid ile
girdiği taht mücadelesiyle bilinir.
Fatih’in ölümü ile Osmanlı Devleti’nin başına kimin geçeceği bilinmiyordu. Fatih Sultan Mehmet
hayattayken, oğlu Şehzade Mustafa’yı tutuyor ve onu taht için düşünüyordu. Fakat genç şehzadenin
erken yaşta beklenmedik ölümü, planları değiştirdi. Bunun üzerine Fatih de aniden vefat edince, iki
şehzade, Bayezid ve Cem arasında taht mücadelesi başladı.
Cem Sultan’ın on üç yıllık Avrupa günleri “Vâkıat-ı Cem Sultan” isimli kitapta anlatılır. Bu kitap,
anonim bir eserdir ve Cem’in sürekli yanında bulunan biri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Aslında
Vâkıat-ı Cem Sultan veya diğer bir deyişle “Kitab-ı Cem Sultan”, ölümün nasıl cereyan ettiğini değil,
ölümden sonra neler yapıldığını anlatır.
Cem Sultan vakası Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayezid'in Timur'un elinde esir düşüp, demir kafese
hapsedilmesinden sonra ikinci büyük hadisedir. Rumeli'den tekrar Osmanlı topraklarına gelmek
isteyen Cem Sultan, 14 yıl esir hayatı yaşadı. En son Papa'nın elinden Fransız Kralı tarafından
kurtarılmış, ancak büyük bir ihtimalle zehirlendiği için bir hafta içinde yolda vefat etmiştir.
Cem Sultan’ın ölümü hakkında kesin bir kanıt olmadığından daha çok tahminler üzerinden onun vefatı
üzerine tartışılmaktadır. Genel olarak, Cem’in zehirlenerek öldürüldüğü kanaatı tarih yazarları
arasında daha yaygındır. O dönemin İtalyan tarihçileri, Cem Sultan’a zehrin Papa tarafından verildiği
görüşünü yansıtırlar.
Cem Sultan ile ilgili okumalar için bkz.
Cem Divanı, haz.Halil Ersoylu, İstanbul,1981, s.19.
Vâkıât-ı Cem Sultan, İstanbul, 1914, s.31, 32.
Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, c.III, s. 235.
İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, VIII. Defter, s.144.
25 Şubat Çoruh ilimizin "Artvin" adını alışı (1950).
“Artvin” sözcüğü nereden geliyor?
Gürcü halkın ağırlıkta olduğu Artvin ilinin ismi şöyle oluşmuştur. Kıldiyet Dağı’nın dik yamaçları
üzerine İskitler tarafından kurulmuştur. Yaygın bir inanışa göre Artvin adı, kenti kuran İskit
hükümdarının adından gelir. Bu anlamda Artvin, Platon’un Kral Atlas’ıdır. Kral Atlas adıyla da bilinen
Artvin’i kuran, hükümdar Artvin ve halkı İskitler, Kafkasya merkezlidirler ve Artvin aynı zamanda
onların üs merkezidir. Sözcük, önceleri Artvani, sonrada Artvini biçiminde söylenmiş, zamanla Artvin’e
dönüşmüştür.
Artvin, Urartuların Güneş Tanrısı’dır ve buna ilaveten Artvin güneş tanrısı adına yapılan bir mabedin
adıdır. Tanrı anlamında Artvin, Ardi; mabet anlamında Artvin, Ardini’dir. Tanrı ve mabet anlamlarıyla
Artvin, “Tanrı, tanrıya ait olan”, “tanrısal olana ait” şehir anlama gelmektedir.
Artvin’in bir diğer üçüncü anlamı, Umar’ın verdiği anlamdır. “Artan” şeklinde kullanılan Artvin’in kök
sözcüğü “arda”dır. “Arda” ise “akarsu” demektir. vani/vini/vana ise, Artvin’e, “akarsu, akarsu ülkesi”
anlamını kazandırmaktadır. (Yrd.Doç.Dr.İrfan GÖRKAŞ)
28 Şubat (1958) Zeki Üngör öldü…
İstiklal Marşı’nın bestecisi, ünlü bir müzisyen olan Osman Zeki Üngör 1880 yılında İstanbul Üsküdar’da
dünyaya gelmiştir. Dedesi Şekerci Hacı Bekirzade Miralay Santri Hilmi Bey, babası ise Hüseyin Bey’dir.
Bilinen en önemli Türk müzisyenlerindendir. Mehmet Akif Ersoy’un kaleme aldığı ulusal marşımız
İstiklal Marşı’nı bestecisi ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının da ilk şefidir. Aynı zamanda pek
çok klasik batı müziği bestecisinin keman konçertolarını Türkiye’de çalan ilk Türk kemancıdır.
Cumhuriyetin ilk önemli öğrenim kurumlarından Musiki Muallim Mektebi’nin kuruluşunda çok büyük
emek sarfetmiş bir eğitimcidir. Besteci Ekrem Zeki Ün'ün de babasıdır.
28 Şubat 1958’de İstanbul’da hayatına veda etmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un ardından kabri başında
bando eşliğinde İstiklal Marşı çalınan ikinci kişidir.
1 Mart 1975’te Avustralya'da renkli televizyon yayınları başladı.
Televizyonu kim buldu?
Günümüzün en önemli iletişim araçlarından biri olan televizyonun tarihi 88 yıl öncesine
dayanmaktadır. Televizyonu 1923 yılında İngiltere’nin Hastings kasabasında yaşayan mucit John Logie
Baird 1923 yılında icat etmiştir.
Televizyon kelimesinin kökeni nedir?
Televizyon kelimesi, Yunanca “uzak” anlamına gelen tele ve Latince “görmek” anlamındaki visio
kelimelerinden, 20. yüzyıl başlarında türetilmiş ve “uzaktan görmek” anlamına gelmektedir. Türk Dil
Kurumu tarafından televizyon yerine göreç, izleç, izlengeç, bakaç, uzakgör gibi kelimeler önerilmiş
ancak benimsenmemiştir. Örneğin Kırgız Türkçesinde televizyon anlamında Rusça televizor ile birlikte
bir o kadar da yaygın olan sınalgı kelimesini kullanılmaktadırlar.
Ülkemizde televizyon yayınlarının başlaması
İlk yerli televizyonun temelleri 1953 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından atılmıştır. İstanbul
Teknik Üniversitesi Yüksek Frekans Kürsüsü Başkanı Mustafa Santur’un televizyon ile ilk tanışması
1938 yılına rastlar. II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda yaptığı Avrupa gezilerinde televizyon denen “camlı
kutu”yu daha yakından tanır. Önceleri İsviçre, sonra Hollanda ve Almanya haftada birkaç gün yayın
denemeleri yapmaktadır. 1948 yılında televizyonla ilgili gelişmeleri yerinde görmek ve çeşitli
incelemelerde bulunmak için Avrupa seyahatine çıkar. Döndükten sonra kendi kendine çalışmaya
başlar.
Bu arada televizyonun gelişim yıllarının savaş yıllarına rastlamasından ve Türkiye’nin içinde
bulunduğu ağır ekonomik koşullardan dolayı, bu aygıtın varlığından Türk halkının henüz haberi
yoktur. 1942’de davetli olarak Amerika’ya giden gazeteciler heyetinde bulunan Abidin Daver, gezi
anılarında televizyon ile ilgili olarak şunları anlatır. (Okumak için tıklayınız)
“Atlanta istasyonunda tren beklerken sıkılmadık. Çünkü bu istasyonda garp fen ve tekniğinin en
güzel ve en yeni icatlarından biri olan televizyonu seyrederek vakit geçirdik. Televizyon, radyo ile
sinemanın izdivacından hasıl olan bir harikadır denilebilir. Televizyon sesleri ve resimleri şimdilik 80
kilometre uzağa naklederek aksettiren bir icattır… Bu işle uğraşan mühendisler, televizyonun
sinema ve radyonun en büyük rakibi olduğunu, ilerde herkesin şimdi radyo aldığı gibi bir de
televizyon alarak evinde sinema seyredeceğini söylediler.”
Mustafa Santur televizyon yayını konusundaki ilk resmi girişimini İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanlığı’na
yazdığı 16 Temmuz 1951 tarihli mektupla yapar ve 1953 yılına gelindiğinde ise halk arasında artık
“Televizyon
seyrediyor
musunuz?”
sorusu
yavaş
yavaş
duyulmaya
başlanır.
1968 yılında TRT siyah beyaz olarak Nuran Devres spikerliğinde deneme yayınına başlamıştır. Nuran
Devres yaptığı açılış konuşmasında şöyle der: "Burası 3.bant 5.kanaldan deneme yayınları yapan
Ankara Televizyonu. Bugün 31 Ocak 1968. Bu akşamki deneme yayınlarına başlıyoruz."
Renkli televizyona geçiş ise 1980’lerde yaşanmıştır ve 1990’lı yılların başlarında ise özel televizyon
kanalları yayına başlamıştır.
2 Mart 1918 - Rize'nin kurtuluşu.
Rize adı nereden geliyor?
Miletli denizciler tarafından bir ticaret kolonisi olarak kurulan Rize, eskiden Rhizios, Rhizus ve Rhizaion
adlarıyla anılırdı. “Dağın dibi, eteği” anlamına gelen bu sözcüğün kökeni ile ilgili farklı görüşler
bulunmaktadır.
Rize, Pontus Krallığı Döneminde Sannıka, Roma İmparatorluğu Döneminde Pontus Polemoniacus,
Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ise Lazistan olarak anılmıştır.
Farsçada ise rize “döküntü, kırıntı; ufak parça” anlamında kullanılmaktadır.
Ayrıca bir başka görüş ise Erzincan'ın Sakalar dönemindeki Eriza olan adının başındaki "e" sesinin
düşmesi ile aynı adın Rize için de kullanıldığı yönündedir.
3 Mart 1955 - Elvis Presley ilk kez televizyonda göründü.
Elvis Presley kimdir?
Şarkıcı, müzisyen ve aktör Elvis Presley, 8 Ocak 1935 tarihinde Tupelo Missisippi’de dünyaya geldi.
16 Ağustos 1977’de, yani Punk'ın doğduğu sene hayatını kaybettiğinde bir gazete bu ölümü, "müziğe
seksi getiren adam öldü" başlığıyla duyurmuştu. Elvis'in sahnedeki bir fotoğrafının altına ise, "Elvis
Presley, elinde gitarıyla ilk defa Amerikan televizyonuna çıktığında sadece yüzü ve belinin üstü kısmı
gösterildi. Ünlü şarkıcının seksi hareketlerinin gösterilmesi uygun bulunmamıştı," yazılıydı. Rock'n
Roll'un kralı ya da kısaca kral olarak tanındı. Bir başka lakabı ise Elvis The Pelvis’tir. Bunun sebebi de
sahnede yaptığı danslar kadar dönemin tutucu toplumuna rağmen yakışıklı ve seksi oluşunu saklamak
yerine öne çıkarmayı tercih etmesidir. (Hakkında ayrıntılı bilgi için tıklayınız.)
Küçük yaşlardan itibaren müziğe büyük ilgi duyan Elvis, ailesi ile birlikte gittiği kiliselerde dini şarkılar
söylüyordu. Yıllar sonra büyük şöhrete sahip bir şarkıcı olduğunda o günleri anlatırken, tüm kilise
şarkılarını ezbere bildiğini söylemişti. 11. doğum gününde hediye edilen gitar ile şarkıcılık hevesi
büsbütün arttı.
1945 yılında Alabama Fairy Dairy Show’da ‘Old Shep’ ile ikincilik ödülü kazandı. 1948’de Presley ailesi
Memphis’e taşındı. 1953 senesinde Humes High School’u bitiren Elvis Presley, Crown Electric
şirketinde şoför olarak çalışmaya başladı. Memphis’te kendi plağını doldurma imkanı sağlayan Sun
Plak Şirketi, Elvis’in dikkatini çekmişti. İlk kaydı annesi için yaptığı ‘My Happiness’ oldu. Şirketin sahibi
Sam Philips’in desteği ile Elvis, 1954 yılı 5 Temmuz’unda bir “rhythm and blues” şarkısı olan “That’s
All Right”ı kaydetti. Şarkıyı radyoda çalan DJ Dewey Philips, Elvis’i kitlelere ulaştıran ilk kişi oldu.
Ancak yine de şöhretini arttırmak için daha büyük bir firmaya gereksinimi vardı. Beklenen fırsat 1955
yılında geldi ve 35 bin dolara RCA firmasına geçti. Bu dönemde Atlantic Plak’ın sahibi Ahmet Ertegün,
Elvis’i transfer etmek istemiş ancak bunu başaramamıştı.
1956 yılı ile birlikte Elvis Presley’in ünü hızla yayıldı. Ocak ayında RCA için yapılan ilk kayıtlardan sonra
28 Ocak’ta ulusal yayın yapan bir televizyon ekranında ilk defa göründü. ‘Heartbreak Hotel’i söyleyen
Elvis, cezbeden dansı ve hareketleri ile çığır açtı. Peşpeşe gelen televizyon şovlarının ardından 1956
ağustosunda ilk filmi ‘Love Me Tender’ için kamera karşısına geçti. ABD televizyonlarının en beğenilen
programlarından ‘Ed Sullivan Show’da iki kez boy gösterdi. Yılsonuna gelindiğinde Elvis ile ilgili her şey
çılgınca satılıyor, plakları zor bulunuyor, her gittiği yerde inanılmaz ilgi ile karşılanıyordu.
14 Ağustos 1958 tarihinde annesi Gladys’in ölümü, annesine çok bağlı olan Elvis için ilk büyük darbe
oldu. 1971’in sonunda karısı Priscilla’nın onu terketmesi ise Kral’a ikinci büyük darbe oldu ve son
yıllarda girdiği bunalımlardan ötürü obeziteye yakalanan ve uyuşturucu bağımlısı olan Elvis 16
Ağustos 1977’de banyosunda ölü bulundu.
Elvis’ten bir alıntı:
“Şarkısız bir gün, yaşanmış bir gün değildir...
Yaşamınızda müzik yoksa arkadaşınız da yoktur...
Şarkısız yolculuk bitmez...
Ben de hep şarkı söylüyorum...
Kendim için sizler için...”
4 Mart 1954 - Boston'da ilk başarılı böbrek nakli gerçekleştirildi.
İnsanlar üzerinde böbrek nakli’nin modern çağı, 1936 yılında sonuçları hiç tanınmamış bir dergide
yayınlanan, Voronoy tarafından 1933 yılında Rusya’da gerçekleştirilen ilk kadavradan böbrek nakli ile
başladı ve nihayet ilk kez 1954′te biri Boston’da diğeri ise Paris’te olmak üzere ilk akrabalararası (tek
yumurta ikizleri) başarılı böbrek nakli gerçekleştirildi.
Türkiye'de ilk başarılı organ nakli ise 3 Kasım 1975 yılında Dr. Mehmet HABERAL ve ekibince
Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde bir anneden oğluna yapılan canlıdan canlıya böbrek nakli
olmuştur. Bunu 1978 yılında aynı ekibin kadavradan yaptığı ilk böbrek nakli izlemiştir.
Organ nakli nedir?
Tedavisi mümkün olmayan hastalıklar nedeniyle görev yapamayacak derecede hasar gören organların
yerine, canlı veya ölüden alınan yeni, sağlam organın konularak hastanın tedavi edilmesine organ
nakli
denilir.
Organ nakli kimlerden yapılır?
Organ ve doku nakli, canlıdan ve kadavradan olmak üzere iki şekilde gerçekleştirilebilmektedir:
1- Kadavra donör (verici): Trafik kazası, kurşunlanma, beyin kanaması vb. nedenlerle yoğun bakımda
tedavisi devam ederken, beyin ölümü denilen geri dönüşümsüz beyin hasarı gelişmiş hastaların
organları bağışlandığı takdirde bunlar kadavra donör olarak tanımlanmaktadır.
Böbrek, karaciğer, pankreas, kalp, kalp kapakları, kornea kadavradan nakillerde kullanılmaktadır.
2- Canlı donör: Organ nakli gereken hastanın eşi veya yakın akrabaları doku, kan grubu vb. uyum
mevcut ise organ bağışında bulunabilmektedir. Bunlar canlı donör olarak tanımlanmaktadır.
Böbrek ve karaciğer canlıdan nakil yapılabilen organlardır.
5 Mart 1942 - Okul bahçelerine patates, yerelması, fasulye gibi sebzeler dikilmeye başladı.
Türkçede patatesin adlandırılması
Türkçede patatesin adlandırılmasını üç başlık altında toplayabiliriz:
1. Başka dillerden alınmış adlar,
2. Başka dillere ait adların çeviri veya taklitleri,
3. Dış etki veya çeviri olmaksızın mahallinde kullanışa geçen adlar.
Türkçede patatesin adlandırılmasında en yaygın grup 1. gruptur ve birinci grup da kendi içinde üçe
ayrılır:
a.
Çağdaş Türkçenin hem yazı hem de konuşma dilinde artık standart olan patates sözcüğü ve
patat gövdesine bağlanabilir diğer isimler
(Örn.: patata (Kastamonu ve çevresi; Gaziantep; Hisarcık–Yayladağı— Hatay; Antakya—Hatay;
Mucur—Kırşehir); pıtata (Boyabat—Sinop), potat (Dont–Fethiye—Muğla); pata (Kastamonu;
Mucur—Kırşehir; Karlıyayla–Reşadiye—Tokat; Mersin—İçel), pate (Geykoca köyü–Mecitözü—
Çorum); patalak (Ordu; Fatsa—Ordu; Ayancık—Sinop), patelek (Feke— Adana), patele (Olukyanı–
Sungurlu—Çorum); patik (Arapkir—Malatya), pattik (Malatya; Davulku–Hekimhan— Malatya vs).
b. Almanca Kartoffel ile aynı basamakta bulunan kartof, kartol, kartopi gibi biçimler (Örn. Üsküdar
ve Bakırköy—İstanbul; Bursa; Samsun; Karkıncık– Artova—Tokat; Trabzon; Gümüşhane; Kağızman,
Posof ve Çıldır— Kars; Erzincan; Kurtelek, Cimin, Haşhaşı–Erzincan; Doğubeyazıt— Ağrı; Van; Bitlis;
Varto—Muş; Malatya; Çumra—Konya vs).
c.
kumpir biçimi (Örn. (Bozdoğan—Aydın; Eşme—Uşak; Isparta; Kaş ve çevresi—Antalya;
Beypazarı—Ankara; Çayağzı–Kırşehir; Bolu; Kıbrısçık, Gerede, Mengen ve Yığlıca—Bolu; Tekirdağ;
Edirne vs.)
6 Mart 1973 - Maraş'a "Kahraman" ünvânı verildi.
Kahraman kelimesi hakkında
kahraman: "yiğit" [ Seydi Ali Reis, Mirat-ül Memalik, 1557]
Kahraman kelimesinin kökeni Farsça ‫( ق هرمان‬ḳahramān)’a bağlıdır. (Fa) ḳahramān ‫ ق هرمان‬İran
mitolojisinde Şah Tahmuras'ın Kah-tarasp tarafından tahtından mahrum edilen oğludur. Kelime Orta
Farsça da “iş buyuran” anlamındaki kār-framān ‘dan gelmektedir: Orta Farsça kār-framān “iş
buyuran” > Farsça ḳahramān “yiğit”.
Örnek cümle: ḳahremānlar tīğ-ı χūn-rīzinden isterdi emān [yiğitler kan dökücü kılıcından aman dilerdi]
İslami kaynaklarda Arapça ḳahr kelimesine bağlanmıştır. Ancak eski bir İrani isimden adapte edildiği
şüphesizdir. (Etimoloji için bkz. Justi, Iranisches Namenbuch 151.)
Ayrıca kahraman kelimesi Azerbaycan Türkçesinde gÿhrÿman, Özbekistan ve Türkmenistan
Türkçelerinde ise gahraman ile karşılanmaktadır.
7 Mart Çetin Emeç’in öldürülmesi
1935 yılında İstanbul’da doğan Çetin Emeç, önce Galatasaray Lisesi’nden, daha sonra İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Gazeteciliğe 1952 yılında Son Posta Gazetesi’nde
başlayan Çetin Emeç, bir süre Hayat ve Ses Dergilerinde yazı işleri müdürlüğü yapmış ve 1972 yılında
Hürriyet Grubuna geçmiştir. Daha sonra Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliği görevini
üstlenen Çetin Emeç, 1984-1985 yıllarında da genel yayın yönetmeni olarak Milliyet Gazetesi’ne
geçmiştir. 1986 yılında genel koordinatör olarak tekrar Hürriyet Gazetesi’ne dönmüştür.
Gazeteci Çetin Emeç, 7.3.1990 tarihinde işine gitmek üzere evinden çıktığı sırada suikast sonucu
öldürülmüştür. Çetin Emeç’in kabri Zincirlikuyu Mezarlığı’nda bulunmaktadır. Ankara’da bulunan bir
bulvara ve İstanbul’un Bayrampaşa semtinde bulunan bir futbol sahasına kendisinin ismi verilmiştir.
8 MART HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR’IN ÖLÜMÜ
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Hüseyin Rahmi Gürpınar,
3 yaşında iken annesi vefat etmiş ve Girit'te bulunan babasının yanına gönderilmiştir. Ancak babasının
evlenmesi üzerine 6 yaşında tekrar İstanbul'a anneannesinin yanına gönderilen Gürpınar, eğitimine
İstanbul’da devam etmiştir. Hüseyin Rahmi Gürpınar tarihçi Abdurrahman Şeref Bey'in himayesiyle
Mekteb-i Mülkiye'ye girmiş, ancak okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçirmesi sebebiyle
buradaki öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar 1887'de Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde yazmaya başlamış, ardından
İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalışmıştır. II. Meşrutiyet döneminde
Boşboğaz ve Güllâbi adlı bir gazete çıkarmıştır. Daha sonra, İbrahim Hilmi Bey ile birlikte Millet
Gazetesi’ni çıkarmış, ancak bu iş uzun ömürlü olmamıştır. Daha sonra, çalışmalarını İkdam, Söz,
Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine sürdürmüştür.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili
olarak çalışmıştır. Gürpınar, Heybeliada'daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde ölmüştür ve oradaki
Abbas Paşa Mezarlığı'na defnedilmiştir.
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Hakka Sığındık (1919), Utanmaz Adam (1934) eserlerinden
birkaçıdır. Ertem Eğilmez tarafından 1976 yılında çekilen Süt Kardeşler sinema filminin konusu
Hüseyin Rahmi'nin Gulyabani (1913) isimli romanından uyarlanmıştır.
9 Mart Cengiz Dağcı doğdu…
Cengiz Dağcı, 9 Mart 1919 tarihinde Gurzuf’ta doğan Kırım Tatar roman yazarıdır. Cengiz Dağcı
Türkiye'ye hiç gelmediği halde kitaplarını Türkiye Türkçesi ile yazmıştır. Türkiye'de yayınlanan
eserleriyle Türkiye'de birçok insan Kırım’ı ve Kırım Tatarları'nın yaşantılarını öğrenmiştir.
1938'de ortaokulu bitirdi. Kırım Pedagoji Enstitüsü’nde ikinci sınıfta iken II. Dünya Savaşının
çıkmasından sonra, 1941 yılında Ukrayna cephesinde Almanlara esir düşmüştür. Almanların yenilmesi
üzerine müttefik devletler safına sığınmıştır. 1946 yılında eşi ve kızıyla birlikte önce Edinburgh'a
gelmiş, daha sonra 1947 yılı başında Londra'ya geçmiştir. Cengiz Dağcı, vatanından ayrıldıktan sonra
bir daha Kırım'a gitmemiştir. Cengiz Dağcı 22 Eylül 2011 vefat etmiştir.
Cengiz Dağcı eserlerinde Kırım Türklerinin Rusların zulmü altındaki hayatını anlatmıştır. Genel
itibariyle hüzünlü bir üslûba sahiptir.
Korkunç Yıllar (1956), Onlar da İnsandı (1958), Dönüş (1968) eserlerinden birkaçıdır.
10 Mart 1919 - Çin'de kölelik kaldırıldı.
Kölelik nedir? Köleliğin kısa bir tarihi
Köle, bütünüyle başka bir insanın malı olan, herhangi bir eşya gibi alınıp satılabilen kişidir. Köleliğin
tarihi insanlık kadar eskidir. Antik çağda toplumsal bir tabaka olarak ekonomik yaşamda önemli bir
araç olarak kullanılan kölelik, Yunan ve Roma medeniyetlerinde olduğu gibi Çin ve Hint
Medeniyetlerinde de meşru kabul edilmekteydi.
Bilinen en önemli köle ayaklanması Spartaküs Ayaklanmasıdır. İÖ 73’te İtalya’da, Capua’da gladyatör
olarak satılan Spartaküs, bazı kölelerle birlikte kaçarak Vezüv Dağı’na sığındı. Başka kaçak kölelerin de
onlara katılmasıyla tüm İtalya’ya korku salan 100 bin kişilik bir ordu oluştu. İki yıl sonra Spartaküs bir
çarpışmada öldürülünce, güçleri parçalandı ve ayaklanma sona erdi.
15. yüzyılda coğrafi keşifler ile birlikte kölelik, sömürge uygulamalarının bir yönünü oluşturdu.
Köleliliğin ahlakiliğinin sorgulanması ise 17.-18. yüzyılları buldu. Locke ve Voltaire, insanın sadece
insan olmaktan ötürü sahip olduğu onur, özgürlük ve eşitlik kavramlarını dile getirdi. Bilindiği üzere
insanların ticari bir meta olarak köleleştirilmesine karşı her çağda mücadeleler verilmiş, 19. yüzyılda
Avrupa’da ve Amerika’da klasik kölelik uygulamaları kaldırılmış; 20. yüzyılda ise kölelik uluslararası
hukuk ile yasaklanmıştır.
En eski Türkçe metinlerde kölelik kelimesi karşılıkları
Köle kelimesi, Göktürklerde erkekler için “kul”, kadınlar için “kün” kelimeleriyle ifade edilmiştir. Uygur
metinlerinde geçen “küngüz” kelimesi, “cariye” kelimesinin karşılığıdır. Göktürklerde köleliğin en
büyük kaynağı savaşlardı. Özellikle Çin kaynaklarında Göktürklerle yapılan savaşlarda Göktürklerin
aldıkları tutsakların köleleştirildiklerine dair bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca yazıtlarda sık sık geçen
“tigin” kelimesi köle anlamına gelmektedir. Yiğit köleye “alp tigin”, uğurlu köleye “kutlug tigin”
denirdi. Göktürkler aile büyüklerine değer verdiklerinden kendilerine onların yanında tigin diyerek
yani bir çeşit aşağılamayla büyüklerini yüceltirlerdi. Giderek bu kelime prensler ve önemli kişiler için
de kullanılmaya başlandı. Gerçek kölelerden kendilerini ayırmak için tigin kelimesinin yanına başka
ekler de koymuşlardır.
Osmanlı Türkçesinde köle kavramı erkekler için “kul”, kadınlar için “karavaş, cariye” kelimeleriyle
ifade edilmiştir. Bu kelimeler bazı kanunname ve şer’iyye sicilleri gibi çeşitli belge ve şiirlerde aynı
anlamlarda kullanılmıştır.
11 Mart 1908 İtalyan yazar Edmondo De Amicis'in ölümü
1846'da Sardinya Krallığı'nda doğdu. Yazmaya askeri gazetede başladı. Orduda subaydı ve gazetede
daha sonra kitaplaşacak fıkra ve makaleler yazıyordu. Daha sonra askerlikten vaz geçti ve kendini
yazmaya verdi.
İyi ki de öyle yaptı. Yoksa, "İstanbul ancak bu kadar güzel anlatılırdı" dedirten, 19. yüzyıl İstanbul'unu
naif bir bakış ve şiirsel bir üslupla anlattığı İstanbul seyahatnamesi olmayacaktı. Üzerindeki etkisini
her zaman belirttiği bu kitap olmasaydı da Orhan Pamuk muhtemelen Nobel ödülünden mahrum
kalacaktı.
Bu seyahatnamenin ardından ona asıl ününü kazandıran Çocuk Kalbi yayınlandı. Çocuklar için yazılmış
en önemli kitaplardan sayılan bu eseri, ilkokula giden oğlunun günlüğünden esinlenerek yazmıştır.
Kitap, “Enrico” adlı bir çocuğun arkadaşları ve onlarla ilişkisini anlatan bir büyüme öyküsüdür.
O günden bu güne dünyanın dört bir yanındaki çocuklar hayat denen yolculuğu Enrico'yla beraber
öğreniyor. Ne de olsa, "her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır".
12 Mart 1860 türkolog Bernát Munkácsi doğdu…
Bernát Munkácsi (1860-1937), Fin-Ugor dillerinin dünya çapında ünlü Macar araştırmacısı, Macar
dilcisi, oryantalisti, Fin-Ugor dillerinin uzmanı, Türkolog ve halk bilimcisi. Ignác Kúnos’un arkadası. İlk
önce Türkçe öğrenir, ama sonradan Macarcanın Fin-Ugor dillerine
olan benzerliğinin farkına varır. 1885 ve 1888’de Rusya ve Sibirya’da yaşayan Fin-Ugor halklarından ve
Çuvaşlardan dil malzemesini derlemiş, Çuvaşça ve Tatarca üzerine çalışmaları olmuştur. Bunlara ek
olarak Macarcada kullanılan Türkçe alıntılar ve Türkçede kullanılan yabancı kökenli sözcükler üzerine
de birtakım çalışmalar ortaya koymuştur.
Macarcanın Fin-Ugor dil ailesine ait olduğunu kanıtlayanlar arasındadır.
Bernát Munkácsi, Ignác Kúnos ile birlikte Boğdan’da yaşayan ve Macarcanın en arkaik lehçesini
konuşan Csángó’ların (Romence ceangai) dilini araştırmak için derleme gezisine çıkmıştır. Bu geziyi
gerçekleştirmelerinde, Ármin Vámbéry’nin de desteği bulunmaktadır. Yaptığı gezilerin neticesinde
Votyak ve Vogul sözlüklerini üretmiştir.
Ayrıca 1900’de Avrupa’da çıkan Türkoloji dergileri arasında bugüne kadar önemli bir yer tutan Keleti
Szemle (Budapeste) dergisini kurmuş redaktörlüğünü üstlenmiştir.
13 Mart 1893 Muallim Nâcî hayata veda etti…
Muallim Nâcî, 1849 yılında, İstanbul, Saraçhanebaşı’nda dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ömer’dir. Annesi
Varnalı bir muhacir ailesinin kızı Fatma Zehra Hanım, babası ise Saraçhanebaşı’nda saraçlık yapan
Ahmed Ağa’nın oğlu Saraç Ali Efendi’dir.
Nâcî mahlasını edinmesi Giritli Aziz Efendi’nin Muhayyelât’ını okuyup bu kitaptaki “Kıssa-i Nâcibillâh
ve Şâhide” hikâyesinden etkilenmesiyle gerçekleşmiştir.
Önemli çalışmalarından biri 1874 yılında, Ziya Paşa’nın aynı adı taşıyan eserine nazire olarak kaleme
aldığı Terkîb-i Bend’idir.
Tercümân-ı Hakîkat gazetesinin sahibi Ahmet Mithat Efendi ile mektuplaştığı sıralarda Nâcî, gazetede
“Kuzu”, “Şâm-ı Garîban”, “Nusaybin Civarında Bir Vâdi” gibi bir takım şiirlerini yayımlar. Bu şiirler
onun edebî şahsiyetini ortaya koyan ilk örneklerdir.
1891’de ise “Gazi Ertuğrul Bey” manzumesini II. Abdulhamid’e takdim ederek padişahın beğenisini
kazanmış, bunun sonucu olarak kendisine “Tarih-nüvis-i Selâtîn-i Âl-i Osman” ünvanı verilmiş, maaş
bağlanmış, “rütbe ve nişanla ödüllendirilmiştir.
Edebiyatımıza birçok eser kazandıran Muallim Nâcî, rahatsızlanarak 1893 yılında vefat etmiştir. II.
Abdülhamid’in emri üzerine İstanbul’da Sultan Mahmut Türbesi’ne gömülür.
Nâcî’nin ismi, Türk Edebiyatında, 1880’den sonra duyulmuş ve yazar kısa zamanda üne ulaşmıştır.
Onun bu üne kavuşmasında Tanzimat Dönemi içerisinde meydana gelen yeni-eski tartışmasının
önemli bir yeri vardır. Ancak bu tartışmada Muallim Nâcî eskinin temsilcisi sayılsa da aslında yeniye
karşı değildir. O, çok iyi bildiği Batı şiirinden de yararlanmış ve eserler çevirmiştir.
Dil hakkındaki görüşleri
Muallim Nâcî’nin dil konusundaki tutumu devri içerisinde ve kendisinden sonraki devirlerde oldukça
dikkat çekmiştir. Muallim Nâcî, konuşulan Türkçeyi savunmuştur.
Muallim Nâcî’nin dil konusundaki görüşlerini Beşir Fuad ile birbirlerine yazdıkları mektuplardan
oluşan İntikad adlı eserde de bulmak mümkündür. Eserde dil ve sadeleşme konusuna değinen Nâcî,
Türkçenin bir başka dilin kurallarına göre incelenmesini kabul etmediğini belirtmiş ve dilimizin
meselelerine milliyetçi bir tutumla yaklaşmıştır.
Nâcî, şiirimize dil ile ilgili olarak üç yenilik ve inkılap getirmiştir. Biri aruz ile Türkçeyi mükemmel
sayılabilecek şekilde bağdaştırması, ikincisi sade bir üslûpla yazması, üçüncüsü dilimizi hiç hatasız ve
kusursuz şekilde kullanmasıdır.
Sözlük Çalışmaları
Lügat-ı Nâcî (1891): “Fetvâ” sözcüğüne kadar Muallim Nâcî tarafından hazırlanmış, Nâcî’nin ölümü ile
müsveddelere dayanılarak kalan kısım Müstecâbizâde İsmet tarafından tamamlanmıştır. Uzun süre
müracaat kitabı olarak kullanılan lügat 1978’de tıpkıbasım olmak üzere yeniden yayımlanmıştır.
Çocuklar için Lügat-ı Nâcî, 2 c. (1901). Lügat-ı Nâcî esas alınarak daha çok öğrencilerin ihtiyacına göre
hazırlanmış bir sözlüktür. Ayrıntılı bilgiler sözlüğün incelendiği, ilerleyen bölümlerde verileceğinden,
sözü geçen sözlüklerden burada kısaca bahsedilmiştir.
Kamus-ı Osmânî (1886): Yarım kalmış bir lügat çalışmasıdır.
14 Mart Tıp Bayramı
En eski Türkçe kaynaklarda bir tıp terimi: kurlugan/kurlagan
Tarama Sözlüğünde kurlagan, kurlagun, kurlugan, kurlugaz “dolama, etyaran” biçimlerinde görülen
kelime Eski Anadolu Türkçesi dönemine ait tıp kitaplarından biri olan Teshil’de kurulgan “dolama,
etyaran; tırnak civarındaki yumuşak kısımların iltihaplanmasıyla oluşan şiş” biçiminde geçmektedir.
Clauson ise sözlüğünde kurla- “kuşakla sarmak” kelimesine yer vermiştir.
Eski Türkçe kur “kemer, toka; sıra, silsile” anlamlarına gelmektedir ve kur kökü bugün Türkiye
Türkçesinde kuşak (<kurşak) kelimesinde yaşamaktadır. Pek çok sözlükte “dolama” anlamında verilen
kurlugan/ kurlagan kelimesinin kur köküyle ilgili olduğu açıktır. Bugün kur “kemer” kökü yaşamadığı
için kurlugan/ kurlağan kelimesi de unutulmuş onun yerine dolama yaygınlaşmıştır.
Kelimenin çözümlemesini yaptığımızda ise kur-la-gan (isim kökü + isimden fiil yapım eki + sıfat-fiil eki)
biçimine ulaşırız.
15 Mart 1941 Tomris UYAR Doğdu.
Edebiyata düşkün bir ailenin kızı olarak doğdu. Babasının bir şiir kitabı, annesinin çevirileri vardı. Lise
yıllarında yazmaya, daha sonra çeviri yapmaya başladı. Ve hâlâ günün birinde kendisine "İkinci
Yeni'nin gelini" denileceğini bilmiyordu.
Ülkü Tamer'le lisede başlayan aşkları evlilikle sonuçlandı. Ama uzun sürmedi. Cemal Süreya'nın
yörüngesine girdi sonra. Ya da tam tersi... Ama kesin olan şu. Cemal Süreya en güzel şiirleri onun için
yazdı.
Resmi kayıtlara göre aralarında duygusal bir bağ yoktu ama Edip Cansever her yaş gününde onun için
bir şiir yazardı.
Son durağı ise Turgut Uyar'dı. En uzun ve en güçlü ilişkisini onunla yaşadı. Bu dünyadan geçtiğinde
onun eşiydi.
Ödüllü bir öykücüydü ve tadından yenmez çeviriler kaldı ondan geriye.
Ona "İkinci Yeni’nin gelini" dediler.
O ise, "Ben de 'Memleket Hikayeleri'ne bir öykü, 'Huzur'a bir huzursuzluk, 'Aşk-ı Memnu'ya engelsiz
bir aşk katmak isterdim. Eğer melale aşina bir okur nesli görebilseydim..."
16 Mart Haldun Taner doğdu…
Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı’nın önde gelen yazarlarından birisi olan Haldun Taner 16 Mart
1915 tarihinde doğmuştur. 5 yaşında babasını kaybettiği için, annesiyle birlikte dedesinin konağında
yaşamıştır. Haldun Taner Galatasaray Sultanisi'ndeki orta öğrenimini 1935 yılında tamamlamıştır.
Mezuniyetinden sonra Heidelberg Üniversitesi'nde öğrenim görmek üzere Almanya’ya bursla
gönderilmiştir. 1950 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Filolojisi Bölümü’nü
bitirmiştir. 1950-54 yıllarında üniversitenin sanat tarihi kürsüsünde asistanlık yapmıştır.
Edebi hayatına skeçlerle başlayan Taner, Töhmet adlı ilk öyküsünü Yedigün dergisinde "Haldun
Yağcıoğlu" takma ismiyle 1946'da yayınlamıştır. New York Herald Tribune Gazetesi'nin 1953 yılında
düzenlemiş olduğu bir öykü yarışmasında "Şişhaneye Yağmur Yağıyordu" öyküsüyle birinciliği elde
etmiştir. Ayrıca, 1956 yılında Varlık Dergisi’nin araştırmasında yılın en beğenilen öykücüsü seçilmiştir.
Daha sonra, asistanlığı bırakarak Viyana’ya tiyatro bilimi eğitimi için giden Taner, 1955-1957 yıllarında
tiyatro eğitimi almıştır. 1957 yılında tekrar Türkiye’ye dönmüştür. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik
Enstitüsü'nde edebiyat ve sanat tarihi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ile İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde tiyatro tarihi dersleri vermiştir.
Haldun Taner, ülkemizde Türkiye'de epik tiyatro türü ve kabare tiyatrosunun öncüsü kabul
edilmektedir. Haldun Taner Türk Tiyatrosu’ndaki ilk epik tiyatro örneği kabul edilen "Keşanlı Ali
Destanı" ile dünya çapında üne kavuşmuştur.
17 Mart 1928 Neriman Köksal doğdu…
Asıl adı Hatice Kökçü olan, Neriman Köksal 17 Mart 1928 yılında İstanbul`da dünyaya geldi. Farsça
“yiğit, bahadır, pehlivan” anlamlarına gelen Neriman’ı sahne adı olarak kullanmıştır. Türk sinemasının
ilk ve en uzun süreli vamp kadını olarak kabul edilmektedir. 1950'li yıllarda Fosforlu Cevriye filminde
elde ettiği başarı nedeniyle fosforlu lakabıyla da anılır. Ona takılan bir başka lakap ise Afet-i Devran
Neriman idi...
Neriman Köksal, 22 yaşındayken Metin Erksan tarafından keşfedilmiştir. O dönem Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümünde öğrenci olan Erksan, İstiklal caddesinde gördüğü bu boylu poslu alımlı kadını
Çete adlı film için kadın oyuncu arayan yönetmen Çetin Karamanbey'e götürdü. "Çete" filmindeki
Rus prensesi Nina rolü ile sinemaya adım atan Neriman Köksal asıl ününü, Fosforlu Cevriye (1959)
filmi ile elde etti. Neriman Köksal’ın Fosforlu Cevriye’de, iri yapısı ve sert tavırlarıyla erkeklere posta
koyan, argo konuşan, külhanbeyi, erkeksi-kadın imgesini başarıyla canlandırması, sonraki dönemlerde
Türk Sinemasında bu imgenin uzun yıllar sürecek bir modaya dönüşmesine de öncülük etmiştir.
Sanatçı 24 Ekim 1999'da hayata gözlerini yumdu. Son günlerinde en çok sarf ettiği cümle: "Ölmek
istiyorum, dayanamıyorum artık." idi.
Ödülleri: 18. İstanbul Film Festivali, 1 Dakika Karanlık, Onur Ödülü (1999)
Filmlerinden bazıları: Çete, Cevriyem, Fosforlu Cevriye, Oy Farfara Farfara, Çalsın Sazlar Oynasın
Kızlar, Şekerpare…
18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi
Çanakkale adı nereden gelmektedir?
Çanakkale, Marmara ve Ege denizini birleştiren Boğaz’daki şehir ve kasabaların en büyüğü ve il
merkezidir. Boğazın doğu kıyısında ve en dar yerinde kurulmuştur. Burada denizini şekli tıpkı bir
çanağı andırır. Boğazın en dar yerinde Fatih Sultan Mehmet döneminde Rumeli yakasında Sestos
dolaylarında Kilitbahir, Anadolu yakasında Abydos dolaylarında Sultaniye (Kale-i Sultaniye) ya da
Çanak Kalesi adı ile anılan kaleler yaptırılmıştır. Bugünkü Çanakkale ilinin adı Anadolu yakasındaki
Çanak Kalesinden gelmektedir.
Çanakkale’nin ilk adı “Troas”tır. Sonradan “Hellespont” ismiyle anılmıştır. Osmanlı Devleti’nin
Çanakkale’yi fethinden önce “Dardanellos” adını almıştı. Fâtih Sultan Mehmed, Çanakkale’nin
Anadolu topraklarında bir kale yaptırmıştı. Bundan dolayı şehre “Kale-i Sultânî” adı verildi. Son
yüzyıllara kadar bu adla anılan şehir, kalenin çanağa benzemesi veya çanak-çömlek sanayisinin
gelişmiş olması sebebiyle “Çanakkale” adıyla anılmaya başlanmıştır.