Neden Üniversitede Devrimci Mücadele?
Transkript
Neden Üniversitede Devrimci Mücadele?
Neden Üniversitede Devrimci Mücadele? A rtık eğitim bir bütün halinde; tek tip insanlar yetiştiren, sistemin devamı ve ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmiş bir hal almıştır. Daha ilkokul sıralarından itibaren yetenekleri sınırlayan, hayalleri daraltan, hakim anlayışın dikte edildiği bir eğitim sistemi mevcuttur. Bu düzen içinde üniversite en somut haliyle, bir avuç zengin azınlık için kalifiye eleman yetiştirilip, ar-ge çalışmaları yapılan, kariyer hayallerinden başka hayalleri olmayan rekabetçi, tartışmaktan, sorgulamaktan, özgürce düşünmekten uzak, tüketen ama üretmeyen bir gençlik yaratma alanıdır. Bilim eğer piyasa için değer ifade etmiyorsa hiçe sayılmakta, değersiz kılınmaktadır. Öğrenciler, yemek paraları, barınma masrafları, ikinci öğretimde harçlarla boğuşmaktadır. Üniversitenin öznelerine, üniversitenin yönetiminde söz hakkı tanınmamakta, öğrenci temsilci meclisleri ise tepeden atama usülüyle dostlar alışverişte görsün diye vardır. Ancak bu böyle gitmez, gitmemelidir. Tek tip yaşama karşı çıkmak için, rekabetçi anlayışa karşı dayanışmayı örgütlemek için, parasız barınma, ulaşım, beslenme, öğrenim imkânı için, patronlar için değil, halk için bilim üretmek, öznesi olduğun üniversitede söz söyleyebilmek için, alternatifler yaratmak, düşünmek, yeteneklerinle gelişmek, var olanı sorgulamak, yaşanılabilir bir dünyayı bugünden kurmak için üniversitede devrimci siyasette örgütlenmelisin! Örgütlenmek, özgürleşmenin ilk adımıdır. Devrimci Gençlik saflarında örgütlen, özgür bilim, parasız, demokratik eğitim, özerk, demokratik üniversite mücadelesini birlikte örelim! Dergimizin İlk Sayısına Toplatma Kararı D evrimci Yol’da Devrimci Gençlik dergisi için, dergimizde yayımlanan haberler, makaleler ve fotoğraflarda “terör örgütlerinin cebir, şiddet veya tehditlerinin meşru gösterildiği ve bu yöntemlere başvurmayı teşvik ettiği” bahanesiyle “THKP-C / Devrimci Yol” propagandası yapıldığı iddia edilerek toplatma kararı çıkarılmıştır. Yapılan eylemlere her fırsatta saldıran, onlarca insanın yaralanmasına ve dört insanımızın ölümüne sebep olan faşizmin baskılarına boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Keyfi saldırı, gözaltı, tutuklama terörüyle devrimcilere saldıranlar bilmelidirler ki bütün bu çabaları sonuçsuz kalacaktır. Bizler tüm bu saldırılara cevabımızı eşit, parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim talebimizi, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi yükselterek sokaklarda “Tek Yol Devrim!” şiarıyla vereceğiz. Devrimci basın üzerindeki yasaklama, toplatma, kapatma vb. her türden gerici uygulama derhal son bulmalıdır. Dergimizin yasaklanması bizleri mücadelemizden ve yeni dergilerimizi hazırlamaktan geri koymayacaktır. Bütün halkımızı bu faşist, gerici uygulamalara karşı dergimizle dayanışmaya ve mücadeleyi yükseltemeye çağırıyoruz! Özgür Basın Susturulamaz! Baskılar Bizi Yıldıramaz! 1 YÖK Düzeni Yıkılacak! Önümüzdeki en önemli görev; egemenlerin korkularını büyütmek ve mücadeleyi yükseltmektir. “Kapitalizmde Korku” isimli kitabında Dieter Duhmn, egemenlerin korkusunun, meşru olmayan bir iktidarı ellerinde tutmaktan ve bunu milyonlarca insana rağmen yapmaktan ileri geldiğini söyler. İşte bugün bize düşen, egemenlerin bu tepeden tırnağa gayrı-meşru varlıklarını teşhir etmek ve beraberinde insanlığa yakışan bir düzenin nüvelerini bugünden yaratmaktır. 6 Kasım 1981’de kurulan YÖK’ün ne olduğunu ve ne amaçla kurulduğunu anlamak için sadece kurulduğu döneme bakmak bile yeterlidir. YÖK, 12 Eylül 1980 askeri-faşist cuntasının hemen ertesinde gündeme getirilmiş ve hepimizin en yaygın bildiği adıyla, üniversitelerin MGK’sı olarak kurulmuştur. YÖK’ün kuruluş amacı, dar anlamda sadece üniversiteleri denetim altına almak değil; bunun daha ötesinde eğitim sistemini, üniversite yaşamını, akademide üretilen bilimi, bilim insanlarını ve de öğrencileri kapitalizmin (ve de faşizmin) ihtiyaçları çerçevesinde yeniden biçiml e n d i r m e k t i r. YÖK’ün amacı; tektipleştirmek, baskı altında tutmak, eğitimin özelleştirilmesinin (sermayeye peşkeş çekilmesinin) önünü açmak, muhalif-soldevrimci dinamikleri tasfiye etmek, bilimin yerine hurafeyi getirmek ve gençliğin içindeki anti-emperyalist/ilerici öğeleri akade- mik yaşamdan koparmaktır. 6 Kasım 1981’de YÖK’ü Demokles’in Kılıcı misali akademinin başına bela eden cuntacıların temel amaçlarından biri de; 68 ile başlayan, 70’li yılların ortalarına doğru devrimci mücadelenin rotasını çizecek denli olgunlaşan devrimci gençlik hareketinin deyim yerindeyse kökünü kazımak idi. Çünkü gençliğin devrimci eylemi, sadece üniversiteleri/ okulları değil; köylülüğü, memurları, esnafları, işçi hareketini ve sendikaları, Alevileri-Kürtleri, kısacası toplumun kapitalist sistemden mağdur olan tüm kesimlerini 2 kapsamına alan bir nitelikte idi. Bundan dolayı egemenler gençliği etkisizleştirdikleri oranda, bir bütün halinde halk muhalefetini de engelleyebileceklerinin farkındaydılar. İşte bu yüzden gençlik, sadece 60’lı, 70’li yıllarda değil her dönem sistemin egemenlerinin hedefinde olmuştur. Gençlik, egemenler açısından o denli büyük bir tehdit olarak algılanmıştır ki, 70’li yılların devrimci gençlik önderlerinin tümü bir biçimde katledilmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilmiş, Mahir Çayan ve yoldaşları, Arnavutköy’de, Maltepe’de ve Devrimci Gençlik Üniversite Gündemi Kızıldere’de çatışmalarda öldüjisi egemenleri korkutmakta, bu olan kesitte ortaya çıkan dilden rülmüş, İbrahim Kaypakkaya ise enerjinin diğer halk kesimleri ile mizaha, barikattan karikatüre, işkencede katledilmiştir. Fakat, buluşması potansiyeli onları kaypaylaşma kültüründen “para”sız buna rağmen gençlik mücadelegılandırmaktadır. O denli kaygıbir düzenin mümkün olduğunun den koparılamamış bugüne uzalanmış durumda ki egemenler ve gösterilmesine, birbiriyle bir aranan bir direngenlik sergilenmiştir. ya gelmesi imkansızmış gibi göonların bugünkü temsilcisi AKP, rünen toplum kesimlerinin aynı örneğin İstanbul Üniversitesi’nde Hepimizin bildiği gibi, devrimcilerin en önemli niteliklerinden mevzide direnmesine dek hemen bugün itibariyle fakülteler araher şey, “Direnmek Yaratmaktır” biri de dün-bugün arasındaki sı geçiş yasaklanmış durumda. ilişkiyi kurarken, dünde takılıp olarak ifade edebileceğimiz bir Yani İstanbul Üniversitesi öğrenanlamda kendisini var ediyor. kalmamaları; geçmiş dönemde cisi olan herhangi bir öğrenci yaşanan pratiklerden doğru soEvet, direnen yaratır. Direniş, kendi fakültesi haricinde hiçbir nuçlar çıkararak, onları bugüne sistemin alternatifini de, aşılmaz fakülteye gezmek için bile olsa gibi görülen sorunları da, umuttaşıyabilmeleridir. Bundan dolagirememekte. Yine bu senenin yı, bugün bizler için önemli olan suzluğun karşısında umudu da başı itibariyle özellikle devrimci sadece, faşizmin kurumlarından öğrenciler polis tarafından aleni biri olan YÖK’e karşı bir biçimde tehdit değil, baştan aşağı edilmekte, soruşBiz Devrimci Gençliğiz YÖK’leştirilmiş olan turma açılacağı ODTÜ’de Comer’in arabasını tutuşturan ateşte eğitim sistemine karşı söylenerek korkuSoğuk sularına 6. Filo’nun döküldüğü nasıl ve hangi araçlartulmak istenmekla mücadele edilecetedir. Elbette ki Dolmabahçe’de saklıdır kimliğimiz ğidir. devrimci gençlik bu tür tehditlere Yaratıcılık bu nokBiz Devrimci Gençliğiz tada en büyük avanaldırmayacak ve çalışmalarına detajımızdır. Yaratmak İstanbul Hukuk’un koridorlarındadır vam edecektir. dediğimizde birileriHala Önder Babat’ın naif gülümsemesi Önümüzdeki nin sıkça ifade ettiği Ve hiçbir gülümseme öksüz kalmasın diyedir. en önemli görev; gibi ‘’ artık yeni şeyegemenlerin korler söylemek lazım, Bunca acıya katlanmak. yeni bir sosyalizm takularını büyütmek nımı yapmak gerek” ve mücadeleyi ya da “21. Yüzyılın y ü k s e l t m e k t i r. Biz Devrimci Gençliğiz sosyalizmi” gibi, dün “ Ka p i t a l i z m d e Soğumasın diye ana kucağındaki evlat duygusu bugün diyalektiğini Korku” isimli kiAli İsmail olur ismimiz paramparça ederek tabında Dieter sistemiçileşmenin suDuhmn, egemenHepimiz Ethem’ce işçiyiz, emekçiyiz. larında kulaç atmayı korkusunun, Ahmet’iz, Mehmet’iz, Medeni’yiz, Abdullah Cömert’iz. lerin kastetmiyoruz. Gezi meşru olmayan Direnişi’nde ifadesini bir iktidarı ellerinbulan yaratıcılıklar söde tutmaktan ve Bedellerimizin büyüklüğüne saygıdan zünü ettiğimiz. Bugübunu milyonlarca Barikata döner bedenimiz. ne dek Gezi’ye dair insana rağmen fikirlerimizi ayrıntılı yapmaktan ileri sayılabilecek biçimde geldiğini söyler. yaratır/somut hale getirir. Gençifade ettik. Bu anlamda tüm yönİşte bugün bize düşen, egemenliğin son dönemlerde, bu anlamleriyle bir tekrar yapmak en azınlerin bu tepeden tırnağa gayrıdaki yaratıcılığı tarif ettiğimiz dan yazımızın kapsamında demeşru varlıklarını teşhir etmek ve duruma en güzel örnektir. Bütüğil. Gezi Direnişi’ndeki gençliğin beraberinde insanlığa yakışan nüyle değişmiş olmasa da bugün etkisi, direngenliği ve yaratıcılığı bir düzenin nüvelerini bugünden direnişin öncesine oranla çok çeşitli biçimlerde devam etmekte. yaratmaktır. daha farkında, yüzü sola daha Bugün örneğin Ahmet Atakan’ın Bunun önkoşulu ise uzun bir dönük, sistemi daha iyi tanıyan katledilmesinin hemen sonrasüreçte oluşmuş rekabet ve benbir gençlik vardır. sında 19 ilde militan bir direniş merkezcilikten sıyrılıp, Gezi’de Faşizmin ve onun bugünkü ortaya konuyorsa, hiç kimse diyankılanan “Birimiz hepimiz, ‘ustaları’nın Ekim ayında (üniverrenişin sönümlendiğini iddia edehepimiz birimiz için!” şiarına sasitelerin açıldığı dönem) büyük mez. Bu, ancak değişik biçimlerrılmaktır. “Faşizme Karşı Omuz ‘provokasyon’lar beklemelerinin! de devam ettiğinin bir göstergesi Omuza!” haykırışını milyonların nedeni tam da burada aranmalıolabilir. Bu anlamda sürmekte diline taşımaktır. dır. Gençliğin açığa çıkan ener- 3 Daha Fazla Polis Değil, Özgür Bilim, Parasız Eğitim, Özerk Demokratik Üniversite İstiyoruz! Bilindiği gibi kitleler oligarşinin politikalarının daha rahat, engelsiz yürütülmesi amacıyla her alanda bir biriyle doğrudan ilişkili bir şekilde baskı altında tutulmaya çalışılır. Üniversiteler, emperyalizme ve oligarşiye karşı halkın devrimci mücadele tarihinin hep içinde, faşizme karşı mücadelenin en keskin noktasında yer almıştır. 12 Eylül açık faşist darbesi ardından YÖK ile pek çok yönden zapturapt altına alınmaya çalışılmış olsa dahi, bugün hala üniversiteler ve dolayısıyla öğrenci gençlik toplumsal muhalefetin tam ortasında yer almaktadır. İ ktidar her alanda olduğu gibi özgün ihtiyaçları çerçevesinde, üniversitelerdeki baskısını arttırmaya yönelik uygulamalar geliştirmeye, tehditler savurmaya devam ediyor. Faşizm sıkıştıkça daha da koyulaşıyor. AKP, Haziran ayı boyunca, emperyalizme/oligarşiye uşaklık bilinci ekseninde gerçekleştirdiği bütün politikaların karşılığını halkın sokaktaki direnişiyle aldı. Gezi Parkı ile nitel bir sıçramaya ulaşan bu toplumsal birikim, esas itibariyle, Gezi’ye müdahale ile bir kez daha teşhir olan, güvenlikçi, baskıcı politikanın karşılığı oldu. Gezi Direnişi süresince açığa çıkan tepki, yaşanan son saldırılar kadar onları önceleyen politikaların hem sonucu hem de cevabı niteliği taşımaktadır. Suriye politikalarından kentsel dönüşüme, tutuklama furyasından sağlık politikalarına kadar yaşanan hemen her pratik bu durumu önceleyen politikaların sadece bazılarıdır. Elbette ki bütün bu süreçler, onlarca yıldır olduğu gibi üniversiteli-öğrenci gençliğin dışında gelişen bir durum değildir. Üniversitelere ÖGB’lerin yerine polisin yerleştirilmesi meselesinin de yalnızca üniversiteyle ve devletin üniversite özelinde yürüttüğü politikalarla açıklanması eksik bir tanımlama olacaktır. Üniversiteye yönelik bu hamle ile yalnızca üniversiteler değil, bir bütün halinde bütün bir toplum hedef tahtasına konmaktadır. Bilindiği gibi kitleler oligarşinin politikalarının daha rahat, engelsiz yürütülmesi amacıyla her alanda bir biriyle doğrudan ilişkili bir şekilde baskı altında tutulmaya çalışılır. Üniversiteler, emperyalizme ve oligarşiye karşı halkın devrimci mücadele tarihinin hep içinde, faşizme karşı mücadelenin en keskin noktasında yer almıştır. 12 Eylül açık faşist darbesi ardından YÖK ile pek çok yönden zapturapt altına alınmaya çalışılmış olsa dahi, bugün hala üniversiteler ve dolayısıyla öğrenci gençlik toplumsal muhalefetin tam ortasında yer almaktadır. Öğrenci gençliğin bu toplumsal dinamiği ve devrimci potansiyeli karşısında çeşitli şekillerde saldırılar gerçekleştirilmiş ve günümüzde de AKP eliyle gerçekleştirilmeye devam edilmektedir. Üniversiteler, oligarşinin ve uluslararası tekellerin ihtiyaçları, sömürü politikalarının zorunlu 4 ve bir o kadar ‘doğal’ sonucu olarak; bilim üretilen değil bilim pazarlanan, bilim insanları değil bir meta olarak tariflenen bilimin pazarlamacılarını hedefleyen, öğrenciyi müşteri, üniversiteyi her yönüyle, derinlemesine sömürmeyi hedefleyen, rant kapısı olarak gören, neo-liberal saldırılarla karşı karşıyadırlar. Varlığı ile devletin yapısının eğitim alanındaki cisimleşmiş bir tezahürü niteliği taşıyan üniversiteleri, sermayenin ve siyasal iktidarın hizasında sabit kılmak için geliştirilmiş bir araç olarak, Demokles’in Kılıcı’nı okulların üzerinde sallayan YÖK ve onun gerici uygulamaları, üniversiteleri demokratik olmayan, neo-liberal kabın şeklini alan, rantsal, anti-bilimsel alanlar haline çevirmiştir. Öte yandan tekçi, asimilasyoncu politikalar uzun yıllardır olduğu gibi ‘demokratikleşme ve barış süreçlerinden’ etkilenmeden halen sürmekte, Kürt halkına/gençliğine yönelik saldırılar da üniversitelerde anadilinde eğitim hakkının gaspından başlayarak gerçekleştirilmekte, hakim asimilasyoncu, tekçi zihniyet ile Kürt halkı yok sayılmaktadır. Tüm bu çürümüşlüğe ve saldırılara karşı, devrimci Devrimci Gençlik öğrenciler eşit, parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim taleplerini ortaya koymaktadır. Devrimci öğrencilerin bu haklı ve meşru mücadelesine topyekün bir taarruzla; soruşturmalarla, okuldan atmalarla, uzaklaştırma cezalarıyla, ÖGB’leriyle, çevik kuvvet polisleriyle, sivil polisleriyle, TOMA’larıyla saldırmaktadırlar. Şimdi ise bu bütün baskı araçlarının yerine zaten okulları mesken eyleyen sivil polislerin, kendi hukuklarını dahi tanımadan okullara sürekli giren çevvik kuvvet diye tabir ettikleri polislerin yanına, malumun ilanı adına, polise istihbarat toplayan ve öğrencileri fişleyen ÖGB’lerin yerine doğrudan ‘koruma polisi’ adını verecekleri polisleri yerleştireceklerini söylüyorlar. Her geçen gün üniversitelerdeki sözde güvenlik önlemlerini arttırıyorlar. Binlerce kamera ile gözetliyor, devrimci öğrencileri fişliyorlar. Ama on yıllardır olduğu gibi halen bütün bu gerici uygulamalara karşı öğrenci gençliği susturamadılar, sindiremediler. Saldırıyorlar, çünkü gençliğin devrimci potansiyelinden ve dinamizminden korkuyorlar. Bütün bu kokuşmuş düzenin tehdidi olan devrimci politikanın emekçi halkın çocuk- Üniversite Gündemi larına ulaşmasından gençliğin daha geniş kitleler halinde politikleşmesinden, örgütlenmesinden korkuyorlar. Öğrenci gençliğin örgütlü halde mücadelesinden, faşizme ve emperyalizme karşı, neoliberal politikalara karşı, asimilasyona, Kürt halkına dönük yürütülen kirli savaş politikalarına karşı, katliamlara karşı mücadelesinden korkuyorlar. Halktan, üniversitelerdeki emekçi çocuklarından, öğrenci gençlikten korkuyorlar çünkü güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz dedikleri düzenleri, çürümüştür. Ortadoğu’da kardeş halklara karşı yürüttükleri savaş politikaları çökmüştür. Kar hırsıyla saldırdıkları işçi emekçileri taşerona mahkum etme politikaları çökmüştür. Bir yandan barış süreci deyip öte yandan katliamlar yürüten, Roboski’de katilleri koruyan, doktorları, avukatları, gazetecileri, Kürt siyasetçileri adalet tiyatrolarıyla tutuklayan, işkence yapan politikaları çökmüştür. Faşizmin bütün bu uygulamaları, onun politikalarının sürdürülemez olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bugün daha net görülmektedir ki er ya da geç nihayet faşizme karşı halk kazanacaktır. Üniversitelere daha çok 5 polisle geliyorlar, çünkü faşizme karşı demokrasi, emperyalizme karşı bağımsızlık, kapitalizme karşı sosyalizm mücadelemizin damarlarını kopartmaya çalışıyorlar! Yağma yok. Onların bu korkularını büyüteceğiz, nasıl ki bugüne kadar onlarca koldan yürüttükleri baskıları yasakları sökmediyse, yeni baskı uygulamaları da sökmeyecek. Onlar Akrep’leriyle, TOMA’larıyla, gaz bombaları, plastik mermileriyle, keyfi gözaltı, tutuklama terörleriyle saldırmaya devam ettikçe bizler onların karşısında yılmadan, öğrenci gençliği halkın meşru devrimci mücadelesini örgütleyeceğiz. Bulunduğumuz her alanda daha çok örgütlenerek korkularını büyüteceğiz. Ali İsmail’in Ethem’in, Abdullah’ın, Medeni’nin, Mehmet’in, Ahmet’in ve onlarca devrimci öğrencinin katili olan faşizmden hesap soracağız! Özgür Bilim, Parasız Eğitim, Özerk Demokratik Üniversite İstiyoruz! Yaşasın Emperyalizme Karşı Bağımsızlık, Faşizme Karşı Demokrasi, Kapitalizme Karşı Sosyalizm Mücadelemiz! F Tipi Üniversite Genelgesi Halkın Meşru Direnişini Engelleyemez! Haziran direnişi haklıdır ve mutlaka nihayete ulaşacaktır. Halkın, gençliğin meşru talepleri bu gibi geri uygulamalarla sönümlendirilemeyecek denli güçlüdür. Soruşturmaları, gözaltıları, polisleri, kameraları, yeni genelgeleri karşısında da özgür bilim, eşit parasız eğitim, özerk demokratik eğitim mücadelesini yükselteceğiz. Üniversitelerde ve sokaklarda binlerce devrimcinin katili olan devletten hesap soracağız! Ali Köse H aziran ayında başlayan Gezi Direnişi sonrası, sokaktaki halk muhalefetinin önünü kesmeye çalışan devlet, toplumun bütün kesimlerini baskı altında tutmaya çalışıyor. Bu kapsamda üniversitelere yönelik saldırılarda gittikçe artıyor. İçişleri bakanlığının üniversitelere gönderdiği yeni baskı hamlesi olan genelgede; üniversitelerde ve yurtlarda meydana gelmesi muhtemel olayları engellemek amacıyla kamera sistemi ile beraber fiziki güvenlik tedbirlerinin alınması, Yurt-Kur Bölge Müdürlerinin üniversite güvenlik koordinatörleri ile yurtlarda meydana gelebilecek olaylarla ilgili sürekli irtibat halinde olması, yerleşkelerde meydana gelebilecek olaylara süratle müdahale edilmesi için rektörlüklerce valiliklerden öğre- tim yılını kapsayacak şekilde ihtiyaç halinde güvenlik gücü, sivil polis görevlendirme talep edilmesi, üniversitelerde meydana gelebilecek olayları engellemek amacıyla yeteri kadar kamera sistemi ile beraber fiziki güvenlik tedbirlerin öncelikli olarak ele alınması, kampüs giriş çıkışlarına turnike sistemi kurulması ve giriş-çıkışların manyetik kartlarla sağlanması gibi maddeler bulunuyor. Bugün üniversitelerde hali hazırda onlarca sivil polis görev yapmakta, yüzlerce kamera ile öğrenciler fişlenmektedir. Çevik Kuvvet polisleri çok basit, sıradan gerekçelerle üniversitelere girmekte, öğrencilere saldırmaktadır. Rektörler ve dekanlar polis amiri gibi davranmakta, polis fezlekeleri referans alınarak so- 6 ruşturmalar açılmakta, öğrencilere cezalar verilmektedir. Hal böyleyken bütün bu baskılara karşı Haziran direnişinde ön saflarda yer alan gençlik bu gibi korku ve baskı ortamı yaratmak amacıyla oluşturulan, ilan edilen genelgelere de boyun eğmeyecektir. Haziran direnişi haklıdır ve mutlaka nihayete ulaşacaktır. Halkın, gençliğin meşru talepleri bu gibi geri uygulamalarla sönümlendirilemeyecek denli güçlüdür. Soruşturmaları, gözaltıları, polisleri, kameraları, yeni genelgeleri karşısında da özgür bilim, eşit parasız eğitim, özerk demokratik eğitim mücadelesini yükselteceğiz. Üniversitelerde ve sokaklarda binlerce devrimcinin katili olan devletten hesap soracağız! Faşizme Karşı Demokrasi İçin; Sokağa, Eyleme, Özgürleşmeye! Buradaki en önemli olgu egemenlerin kar hırsının, halkların geleceğini karanlığa sürükleyen bir niteliğe sahip olmasıdır. Bir çok geri uygulama ile birlikte on yıllarca mücadele edilerek elde edilmiş kazanımlara ve hatta insanlığın en temel haklarına dahi düşmanca, sömürü ve kar hırsı ile oligarşiye hizmette kusur etmemek niyetiyle saldıran AKP iktidarının, emekçi halkı hiçe sayarak yürüttüğü günlük politikalarının artık uygulanamaz/ devam ettirilemez hale geldiğinin göstergesidir. G ezi Parkı eylemleriyle başlayan süreç, esas itibariyle onu önceleyen iktidar politikalarının halktaki karşılığı olarak ortaya çıkmıştır. Son dönemde özellikle Erdoğan’ın yoğun manipülasyon çabasına alet ettiği bir çok argüman iktidarın pervasızlığının göstergesi olurken, söylenen her yalanın adeta bir bumeranga dönüşerek sahibini vurması, iktidarın alenen insanlık suçu işlediğinin göstergesidir de. Bu bağlamda Gezi Direnişi biçimiyle ortaya çıkan refleksi doğru tanımlamak için eylemlerin hedefi olan iktidarın genel ve sınıfsal niteliğini anlamadan değerlendirmelerde bulunmak yanılgı ihtimalini artırabileceği gibi sürecin doğru bir şekilde ilerlemesinin önünde engel de teşkil edebilir. Gerçekte meselenin özü üç beş ağaçla açıklanamayacak denli derin ve kapsamlıdır. Bu bağlamda süreci önceleyen politikaları incelemek ve bu doğrultuda değerlendirmelerde bu- Emek Devrim lunmak önemsenmeli bugüne ve geleceğe iz düşürmede rehber işlevi görmelidir. Gezi Parkı eylemlilikleri ile başlayan direniş süreci, egemenlerin on yıllardır sömürü politikalarının dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde geliştirdikleri, doğrudan emperyalizm menşeili AKP iktidarının, içeride ve dışarıda gerçekleştirmiş olduğu veya doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin ihtiyaçları 7 doğrultusunda gerçekleştirmeye çalıştığı bütün politikaların karşılığıdır. Buradaki en önemli olgu egemenlerin kar hırsının, halkların geleceğini karanlığa sürükleyen bir niteliğe sahip olmasıdır. Bir çok geri uygulama ile birlikte on yıllarca mücadele edilerek elde edilmiş kazanımlara ve hatta insanlığın en temel haklarına dahi düşmanca, sömürü ve kar hırsı ile oligarşiye Gençlik Gündemi Devrimci Gençlik hizmette kusur etmemek niyetiyle saldıran AKP iktidarının, emekçi halkı hiçe sayarak yürüttüğü günlük politikaların artık uygulanamaz/devam ettirilemez hale geldiğinin göstergesidir. Gelinen süreçte özellikle emperyalizmin taşeronu, faşizmin ve oligarşinin temsilcisi olarak iktidara gelen AKP’nin, emeğin sömürüsünden, demokratik taleplerin zor yollarıyla bastırılmaya çalışılmasına, keyfi gözaltılardan, tutuklamalara, adalet tiyatrolarından, Kürt halkına yönelik aldatmacalara, ve tekçi, asimilasyoncu, kadınları yok sayan veya bir dolgu malzemesi olarak gören, Ortadoğu’da kardeş halklara yönelik kışkırtma, tehdit ve alenen gerçekleşen saldırgan politikaları halk muhalefetinin ortaya çıkması için önemli bir etken olmuştur. AKP’nin tüm bu uygulamalar çevresinde pervasızlığı ve tabii olarak bir bütün halinde devletin faşist ve oligarşik yapısı içinde demokratik kanalları halka kapatması; tüm bu farklı sorunların muzdariplerine veya muhataplarına artık sessiz ve edilgen bir duruşun daha fazla taşınamayacağı noktasında meşru bir zemin kazandırmıştır. Dolayısıyla tam da demokratik devrim programına konu olabilecek yelpazeden doğru insanlar sokaklara çıkmıştır. AKP uluslararası dengelerin -ekstrem bir şekilde olmasa da, dönemsel ihtiyaçlar çerçevesindegörece değişmesi, özellikle 2008 ve sonrası dönemde piyasalar da halen aşılamamış kronik ve lokal hallerde de olsa yaşanan dalgalanmalar ve kriz hallerinin yansımasının da bir sonucu olarak, temsil ve hizmet ettiği tekellerin zorunlu heterojen yapısının sonucu yaşanan çıkar ve pay çatışmalarının krizini doğrudan yaşamaktadır. Bu nokta da elbetteki önemli aktörlerden biri de, taraftarlarının veya ona biat edenlerin deyişiyle Hizmet, yani Gülen Cemaat’idir. Esasen her ne kadar uhrevi meseleler eksenin bir araya gelmiş olarak lanse edilse de Cemaat’in siyasal alanda popüler bir aktör olma durumunun yanında bir sermaye kliğini doğrudan temsil ettiği veya organik olarak bütünlük arz ettiği yadsınamaz bir gerçektir. AKP’nin heterojen yapısı içinde önemli yer tutan bir kesimle bir boğazlaşma söz konusu olmasa da rahatsızlık göze çarpmaktadır. Öte yandan Suriye’de yaşanan, emperyalistler ve dolayısıyla AKP açısından tıkanan ya da istenilen sonuç alınamayan süreç taşeronluk politikasının maşa ürünü AKP’yi zora sokmaktadır. Mültecilerin durumu ve savaşın Cilvegözü, Gaziantep ve son olarak Reyhanlı patlamalarıyla ülkeye sıçraması günlük manipülasyon politkalarının işlevini yitirmesine neden olmaktadır. Kısacası tüm bu sıkışan dinamiklerden doğru AKP bir yönetememe kriziyle karşı karşıyadır. Bütün medyayı Gobbels nizamına dizmiş AKP egemenlerin sahnedeki görünen yüzüdür. Ve bu yüz açıkça halka karşı bir savaş başlatmıştır. Buna karşılık da emekçi halkın ve tüm Devrimcilerin, bu baskı ve zulme karşı, bu vahşi soygun ve sömürüye karşı, cesaret ve kararlılıkla mücadeleye atılmaktan, faşist zulme karşı direnmekten başka bir yolu yoktur hükümet, suni gündemler oluşturamamış, bütün çabasına, provakasyonlarına karşı iktidar ile çelişkisi olan tüm kesimlerin yan yana örgütlediği eylemlerin meşru zeminini kaydıramamıştır. Ekonomik krizin etkisi ile üst yapıda yaşadığı sıkışıklığa ve krize karşı eylemcilerin meşru taleplerinden de geri adım attıramamasıyla birlikte AKP, süreç öncesi demokratik makyajlı ılımlı rolünün aksine daha agresif tavır sergilemiştir. AKP’nin agresif, saldırgan tavrı tesadüfi bir şekilde gelişmemiş ve hatta kimi çevrelerce ifade edildiği gibi Erdoğan’ın kişisel özelliklerinden kaynaklanmamıştır. Çeşitli kereler dillendirilen “süreç yanlış işletildi, çadırlar yakılmamalıydı. AKP isteseydi süreç bura- 8 lara kadar gelmezdi” önermeleri yanlıştır. Zira sokakta yaşanan vahşet esasen oligarşinin ve dolayısıyla AKP’nin sıkışıklığının tezahürüdür. Ayrıca sokağa çıkan insanların tepkisi de yalnızca sermayeye peşkeş çekilmek istenen Gezi Parkı’ndan ibaret olmayıp, onu önceleyen HES projelerinden, özelleştirmelere, taşeronlaştırmalara, yolsuzluklara, sokak ortasında polis infazlarına, alkol düzenlemesine, Ortadoğu’daki savaş politikaları sonucu Reyhanlı’da, Cilvegözü’nde patlayan bombalara, N.Ç ve diğer davalardaki tecavüzcüyü koruyan adalet oyunlarına, haksız ve keyfi gözaltı, tutuklamalara, üniversite öğrencilerinin, avukatların tutuklanmasına, KCK adı altında yürütülen asimilasyon ve imha politikalarına karşı da bir duruşun somutlanması olmuştur. Bir yönüyle toplumdaki birikmeler bir potada birleşmiş ve nitel bir sıçrama ile sokağa yansımıştır. Tüm bunların karşısında halk düşmanı sömürücü azınlık; Oligarşi, krizini aşmak için AKP eliyle faşizmi işletmekte ve halka saldırmaktadır. AKP’nin almış olduğu ekonomik kararlardan uyguladığı şiddete kadar her şey emperyalizm bağlamlı politikaların bir sonucudur. Sokakta yaşanan budur. Resme yukarıdan bakıldığında halka karşı alenen bir cephesel savaş işletildiği görülecektir. “Ayaklar baş olmuş” deyimi ise oligarşinin AKP sözcülüğüyle halka savaş şiarıdır. Esasen tam da bu noktada saflar iyiden iyiye belirlenmiştir. Bir yanda halka karşı sermaye gruplarının yanında hizmet sevdalısı AKP bir yanda ise baş olmaya niyet etmiş sömürülen ve ezilen halk vardır. AKP egemenlerin sahnedeki görünen yüzüdür. Ve bu yüz açıkça halka karşı bir savaş başlatmıştır. Buna karşılık da emekçi halkın ve tüm Devrimcilerin, bu baskı ve zulme karşı, bu vahşi soygun ve sömürüye karşı, cesaret ve kararlılıkla mücadeleye atılmaktan, faşist zulme karşı direnmekten başka bir yolu yoktur. Zorbalığınız Sökmeyecek Söylediğiniz yalanların ortaya çıkmayacağına, sindirilen kitlenin ayağa kalkmayacağına, oluşturulan korku mekanizmalarının dağılmayacağına inanmak istiyorsunuz. Ancak saldırdıkça yeniliyor, yenildikçe saldırıyorsunuz. A BD patentiyle iktidara geldiğinden bu yana emekçi halka fiili baskıyı ve zoru reva gören Erdoğan, sınır tanımayan yöntemlerle saldırganlıklarına devam ediyor. 1 Mayıs’tan bu yana fiili şiddeti giderek artıran Erdoğan, iktidarın tetikçisi olan polisi, adeta bir kiralık katil gibi kullanmakta ve halkı/muhalefeti korkuyla sindirmeye çalışmaktadır. Erdoğan 1 Mayıs’tan bu yana vurulan canlarımızın sayısını dahi bilmezken katil polisine terfiler ve nakit ödemeler sunmaktadır. Aldığı ödüllerle iştahı iyice kabaran zorbalar ise Hitler’in SS’lerini anımsatan yöntemlerini ezilenlere karşı korkusuzca uygulamaktadır. Egemen ağızlardan beslenen medya ise kara propaganda da sınır tanımayarak iktidarın en önemli askeri haline gelmiş durumda. Terfiler ve ödüller ise sadece polise değil satılık kalemlere de özenle sunulur hale gelmiş durumda. Zeka özrünü ve gazete bayisi dahi işletecek denli yeteneği bulunmayan Yiğit Bulut’un Başbakan’ın Başdanışmanı olarak ödüllendirilmesi de bunun göstergesidir. 31 Mayıs’tan bu yana kurmayları dahil yalancılıkta sınır tanımayan Erdoğan kendi halkına Faşizmi reva görürken, Mısır’daki gelişmeleri ise anti-demokratik olarak tanımlıyor. Bölge ülkelerine dair gelişmelerde adeta bir demokrasi havarisi kesilen Erdoğan kendi ülkesinde muhaliflere karşı her yöntemi mübah görüyor. Sokaklarda yürek kardeşliğini mayalayarak geleceğini isteyen gençliğe karşı azgınca saldırıyor, gözaltına alı- yor, tutukluyor. Daha dün talepleri için bir araya gelen Taksim Dayanışması heyetini darpederek gözaltına alan, bugün kapılarını kırarak zorla evlerine giren iktidarın ne kadar demokrat olduğu ortadadır. FAŞİZM’DEN, ZORUNUZDAN, BASKILARINIZDAN KORKMUYORUZ! Canlarımızı, yoldaşlarımızı birer birer yitiriyoruz. Yüzlerce yaralı, yüzlerce işkenceye uğrayan insanımız var. Sivil faşistlerin tehditleriyle, palalı, silahlı saldırılarıyla karşı karşıyayız. Operasyonlarınız, hileleriniz ve uydurma senaryolarınızla şubelerinizi, adliyelerinizi, tutukevlerinizi devrimcilerle/ demokratlarla doldurmuş bulunuyorsunuz. Söylediğiniz yalanların ortaya çıkmayacağına, sindirilen kitlenin ayağa kalkmayacağına, oluşturulan korku mekanizmalarının da- 9 ğılmayacağına inanmak istiyorsunuz. Ancak saldırdıkça yeniliyor, yenildikçe saldırıyorsunuz. Sizden korkmuyoruz. Yıllardır uyguladığınız yöntemlerin, oyunların artık sökmediği ortadadır. 31 Mayıs kararlılığı bunun en somut ifadesi anlamına gelmiştir. İnsanlık sokakta Nazım’ca direnmeyi öğrenmiş, ödediği veya ödeyebileceği bedelin değil, toplumsal kazanım için sokaklarda sloganlarını birleştirmiştir. Sizden korkmuyoruz. Çünkü gücümüz haklılığımızdadır. Dünyayı yaratan ellerimiz bir kez daha birleşmiş, bir kez daha birbirine sıkıca kenetlenmiştir. Sizden korkmuyoruz. Çünkü siz küçük bir azınlık biz ise koskoca bir dünyayız. KAHROLSUN FAŞİZM! 9 TEMMUZ 2013 DEVRİMCİ GENÇLİK Emperyalizmin Direnen Halklar Karşısındaki Aczi ve Kimyasal Silah İddiaları Y ine kimyasal silah iddiaları. Yine bir ülkenin değerlerine kastetmek için emperyalizmin ve işbirlikçilerinin yalanları… Obama’nın 2012 Ağustos’unda “kimyasal silah kullanımının ‘kırmızı çizgi’ olduğunu ve kullanılması halinde Suriye krizine müdahil olmakla ile ilgili düşüncelerini değiştirebileceğini” söylemesi, Suriye’ye dönük daha saldırgan ve daha provokatif bir hazırlığın yapılmakta olduğunun habercisiydi. Süreç işledi ve senaryo sahneye konuldu. Kimileri önceden hazırlanmış görüntüler eşliğinde, Esad’ın kimyasal silah kullandığına dair kampanya başlattı. Ancak artık ne denli profesyonel biçimde hazırlık yapılırsa yapılsın, yavuz hırsız ev sahibini bastırmakta güçlük çekiyor. Suriye direndikçe, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin bölge politikaları ve ikiyüzlülüğü daha bariz biçimde açığa çıkıyor. Süreç, bir yanıyla Irak işgali öncesini anımsatsa da, emperyalist aktörler, inandırıcılıklarını daha da kaybetmiş durumda. Dünya kamuoyu, işgal edilen Irak’ta kimyasal silah bulunamadığına tanık oldu. Bugün benzer bir zorlama Suriye için yapılıyor. Devrede her türlü çirkinliğe müsait, taşeron kuruluşlar var. Hiçbir değerleri olmadığı için, önce katliam gerçekleştirip sonra cenazeleri propaganda malzemesi yapmak veya önceden hazırlanmış videoları, haber görüntüsü diye yayınlamak, işlevleri ve kimlikleri gereği kolay yapabilecekleri işler. Hele ki bu tür güçlerin ardında devletler varsa, zarar verme potansiyelleri çok daha fazla olmaktadır. Bu bağlamda, “Kimyasal silaha ancak devletler sahip olup kullanabilir” biçimindeki kimi “uzman” açıklamaları gerçekliği yansıtmıyor. Çünkü, örneğin ÖSO gibi yapılar zaten devlet imkanlarıyla hareket eden çetelerdir. Onların kimyasal silah üretim tesislerine, laboratuarlara ihtiyacı yok. O tesisler, onlara taşeronluk yaptıran ülkelerde yeterince var. Gerekmesi halinde her türlü silah onlara hazır halde verilebilir. Öyle bir düzen ki söz konusu olan, kimyasalından sığınak delen bombasına kadar her türlü silah, gerektiğinde ülkelere saldırı ve işgal için icazeti veren BM’yle veya emperyalizmin vurucu gücü NATO’yla beraber bir bütün oluşturmakta; uluslararası yasalar, meşruiyet ölçüleri, vb. tamamen 10 egemenin ihtiyaçları bağlamında işletilmektedir. Bu çifte standart giderek oran büyütürken, aynı zamanda sahiplerinin niteliğinin deşifre olmasına neden oluyor. Şimdi, “BM kararı olmasa da vurabiliriz” duruşu öne çıkarılmaya başlandı. Dünya halkları bu türden örneklere de yeterince tanık olmuş durumda. Bu yöntemler, emperyalizmin dünya ölçeğindeki politikalarının ve zorlanma oranının göstergesi olduğu kadar, taşeron güçlerin de politikalarının ve zorlanma oranının göstergesidir. Daha önce de söyledik, ne Cenevre türü hamleler ABD’nin ihtiyacını karşılamaya yeter, ne de geçici yenilgiler bölgeden çekip gitmesine veya Suriye politikasından vazgeçmesine sebep olur. Emperyalizmin BOP, Bahar, vb projeleri, nasıl halklar için değil de daha çok sömürü, daha çok yayılma ve tahakküm için yapıldıysa, bundan sonraki süreçte ne yapıp edecekleri de bu ölçüler bağlamında gerçekleşecektir. Bugüne kadar ki deneyimler gösteriyor ki, kimyasal silah üreten de dünyaya yayıp kullanan da emperyalizm ve işbirlikçileridir. Daha önce Adana’da El Nusra güçlerine yapılan bir operas- Devrimci Gençlik yonda sarin gazına rastlanması bir tesadüf değildir. Biz uzman değiliz, elimizde ekspertiz raporları da yok. Ama, siyasal öngörümüz var. Buna göre, Suriye’deki kimyasal saldırıyı yapmak veya yapılmış göstermek için işbirlikçi çetelerin çokça nedeni vardır. Suriye devletinin ise bu tür bir saldırıyı yapmamak için çokça nedeni vardır. İç politik arenada giderek sıkışan ve hem prestij hem de güç yitimine uğrayan AKP’nin de Mısır’daki darbeyi ve Suriye’deki çete organizasyonlarını iç politik malzeme haline getirmeye herkesten daha çok ihtiyacı vardır. Haksızlıkla, katillikle, sömürü ve zorbalıkla halkların kimyasını bozan, Guantanamo’lar oluşturan, misket bombasından napalma kadar her türlü silahı işgal ettikleri coğrafyalarda kullanan güçler, şimdi Suriye’de kimyasal kullanıldığını söyleyip ayağa kalkmış durumda. Suriye’yi işgal edip, yakıp yıkan, kadınlarına tecavüz edip, “tekbir” eşliğinde kafa kesen güçler, şimdi Suriye insanını kimyasal silahtan koruma derdine düşmüş!.. Şam kırsalında kimyasal saldırı iddiasının, Suriye güçlerinin aynı bölgede taşeron çetelere karşı 13 merkezde aynı anda operasyon başlatmasının ve kaçacak fırsat bırakmayarak büyük bir darbe indirmesinin ardından gelmiş olması, neden böyle bir yalana başvurmuş olabilecekleri konusunda önemli bir ipucudur. Aslında iddialar pek çok çelişme içermektedir. Ancak bundan da öte salt yaşanan pratiğe bakıldığında bile, kiralık çetelerin bunu ilk kez yapmadığı, daha önce de ya temelsiz iddialarda bulundukları ya da saldırıya uğradıkları yerde katliam yapıp bunu Suriye güçlerine yükledikleri biliniyor. T. Erdoğan, Mısır’da öldürülen Esma’nın görüntüleri eşliğinde gözyaşı döküyor. Veya Esad’ın zulmünden bahsediyor. Bu ritüellere aldananlar oluyor mu bilemiyoruz. Ama Ali İsmail’in ve Ethem’in öldürülme görüntülerini yok sayan, hatta o ölümleri hazırlayan süreci “destanlık”la Dünya Gündemi taltif eden, Rojava’daki katliamları teşvik eden veya Lazkiye’de katliam gerçekleştiren çeteleri özgürlük savaşçısı gibi gösterip destekleyen duruş, başvurulan tüm atraksiyonlara rağmen hızla halkların akli ve vicdani ölçülerinde mahkum oluyor. Bulanık ve puslu havaların oluşturulduğu durumlarda, yer ve yön tayininde en isabetli ölçek, Gezi süreci, halk saflarındaki çelişmelerin nasıl algılanması ve kime karşı nerede durulması gerektiğine dair olduğu kadar, sınıf düşmanlarıyla neden dost olunamayacağına dair de öğretici bir pratik olmuştur. O sürece içkin olan ölçüler, Suriye’de veya Mısır’da yaşananlar karşısında doğru yerde saf tutabilmenin de ölçüleridir. sınıfsal duruştur. Egemen güçler birbirini sınıfsal çıkarları gereği gözetir. Halkların direnişi söz konusu olduğunda, aralarındaki çelişmeleri unutup kenetlenirler. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin halklara dönük tüm gülümsemeleri sahte, tüm çağrıları tuzaktır. Onlarla halk adına kurulan dostluklar, gerçekleştirilen ittifaklar, sınıfsal yüzlerini gizlemeye ve başka halklara saldırmak üzere güç biriktirmelerine neden 11 olur. İster Rojava bağlamlı olsun, isterse Lazkiye bağlamlı; ister konu Suriye, isterse Mısır veya Irak Kürdistanı olsun, emperyalizmin ve suç ortaklarının sınıfsal niteliği unutulmadan saf tutulmalı, dost-düşman ayrımı bu ölçek üzerinden yapılmalıdır. Suriye yönetimine dönük ithamlar, bölge halkları için daha büyük oyunların ve katliam senaryolarının hazırlandığının göstergesidir. Sömürü, rant ve talan üzerinden tekelleşip halkların her değerine göz diker hale gelen egemen güçlerin, krize giren sistemlerini kurtarma yolunda başvurmayacakları hiçbir yol yoktur. Lübnan’da peş peşe patlayan bombaların ardında da Suriye’yi yalnızlaştırma hesapları yatmaktadır. Bu nedenle, onlara inanmamak yetmez. Oyunlarını bozmak için, onları teşhir etmek ve geriletici karşı duruşlar geliştirmek gerekiyor. Gezi süreci, halk saflarındaki çelişmelerin nasıl algılanması ve kime karşı nerede durulması gerektiğine dair olduğu kadar, sınıf düşmanlarıyla neden dost olunamayacağına dair de öğretici bir pratik olmuştur. O sürece içkin olan ölçüler, Suriye’de veya Mısır’da yaşananlar karşısında doğru yerde saf tutabilmenin de ölçüleridir. SURİYE HALKI YALNIZ DEĞİLDİR! YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ! EMPERYALİZM YENİLECEK HALKLAR KAZANACAK! Gezi Süreci D Geleceğinde Devrim Gö Y kuşağı dendi. İnternetin marifeti olarak görüldü. Arap Baharı veya turuncu devrim benzetmeleri yapıldı. Çünkü böyle öğretilmişti. Gençlik apolitikti. Örgütsüz ve özgüvensizdi. Kendisinin üretip yapması olanaksızdı… Gerçekte bunlar öğretilmiş yanılgılardı. Diğer bir ifadeyle, insanı kendine, emeğine ve çevresine yabancılaştıran sistemin temenni ettiği hiçlik ve edilgenliği, gerçekleşmiş ve geri dönüşsüz kabul etmekti. Chaplin’in Modern Zamanlar filmi, insanın, üretim araçları içerisinde kendisine yabancılaştığı, bir üretim aracına indirgendiği saptamasına dayanır. Buna inanan sistem sahipleri kişiyi bir eşya gibi görür. Bundan hareketle kimileri de insanın kendi iradesiyle bu yabancılaşmayı kırıp alternatif bir duruş sergileyebileceğine inanmaz. Halbuki Modern Zamanlar’a rağmen Che, yeni insanın mimikleriyle gülümsemiş; Nazım ise “Topraktan, ateşten ve denizden doğanların en mükemmeli doğacak bizden” demişti. Yani kapitalizm koşullarında kapitalizme rağmen, sınıfsız, sömürüsüz ilişkiler kurmak, komünal soluklar alıp vermek mümkündü. Gezi süreci, bu konudaki egemen yönlendirme ve önkabulleri yıktı. İktidar sahiplerinin kaygısı, sokaktaki insanın ise umudu arttı. Bu süreçte yaşananları ve ilerde yaşanması muhtemel olanları anlamak, doğru yerde saf tutup mücadeleyi yaşama içerebilmek için Gezi’nin şifrelerini sınıfsal bir perspektifle okuyabilmek, olmazsa olmaz bir koşuldur. KUŞAK ÇATIŞMASI DEĞİL SINIFLAR MÜCADELESİ Gezi sürecinde heterojen bir bileşim, geniş çaplı bir ittifak gerçekleşti. Sokakta programatik bir izdüşüm yaşandı. Devrim anlarına özgü katılım, kararlılık ve coşkuyla harekete geçen kitleler, ne yalnızca gençti, ne de yalnızca işçiydi. Bu fiili durumu doğru adlandırmak, sınıfsal tanımını doğru yapmak, devamlılığın olduğu kadar başarının da koşuludur. Bir mücadeleye sınıfsal nitelik atfetmek için, o mücadelenin işçi- ler tarafından yürütülüyor olması şart değildir. Önemli olan amacı ve kimlere karşı yürütüldüğüdür. Yalnız işçi sınıfının yürüttüğü mücadele sınıfsaldır demek, olguyu daraltmaktır. Bu konuda en büyük yanılgı, amaçları itibarıyla sınıfsal nitelik taşıyan bir hareketi, fiziki bileşim açısından mercek altına alıp değerlendirmektir. Gezi sürecinde parklara taşınan mücadelenin giderek tıkanma veya ayrışma belirtileri göstermesinde, uzun vadeli bakış ve planlamanın yerine, gerçekte Gezi ruhuna uymayan, günü kurtarma hesaplı daraltılmış perspektifin de önemli rolü olmuştur. Örneğin, sınıfsal perspektiften uzak, biçimde görüngülerle değerlendirme 12 yapmak veya konuyu magazinleştirip kişiselleştiren kimi burjuva yazarlara öykünürcesine, “Tayyip İstifa” veya “Hükümet İstifa” sloganını öne çıkarmak, uzun soluklu olma potansiyeli taşıyan bir mücadeleyi, anlık çıkar hesaplarına feda etmektir. Marksizm yoksunluğuyla, dolayısıyla yöntemsizlikle açıklanabilecek bu duruş, günümüz koşullarında, hemen her kesitte yaygın biçimde rastlanan ve mücadeleyi devrim perspektifli mecradan çıkaran önemli bir sorundur. Hatırlanacak olursa, Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek, koltuğundan indirilerek yerine sınıfsal olarak aynı nitelikte bir başka diktatör getirilerek halkın tepkisi bu yöntemle sistem içi kanallara akıtıldığında, olup biteni devrim olarak nitelendirenler, Tayyip Erdoğan’a “Sonun Mübarek olsun” diyenler oldu. Gerçekte Gezi sürecindeki mücadele, bir hükümet veya başbakan değişikliğini talep etmekten çok daha öte bir ufka sahiptir. Bu ufkun dar bakış açıları ve öznel hesaplarla sakatlanması, halka karşı bir sorumsuzluk örneğidir. Böylesi süreçlerde genelde devrimcilere özelde Devrimci Gençliğe düşen görevlerin ne olduğu, Devrimci Yol’un teorik ve pratik mirasında içkindir. DEVRİMCİ GENÇLİK, GENÇLİĞİN SINIFSAL PERSPEKTİFLE DONANMIŞ ÖRGÜTLÜ GÜCÜDÜR Gençliğin devrim perspektifli örgütlü gücü olan Devrimci Gençlik, Gezi sürecini bir kuşak meselesi olarak değil, halkın sisteme karşı biriken öfkesinin sokaktaki tezahürü olarak gördü. Ve süre- Devam Ediyor ören Bir Kuşak Geliyor cin başından beri, miras edindiği geleneğin de gerekleri çerçevesinde üzerine düşen görevleri yerine getirdi. Bu konuda isabetin ölçüsü, yaşanmakta olan mücadele kesitini, sınıflar mücadelesi ile ifadesini bulan büyük resim içine oturtarak değerlendirebilmektir. Toplumsal mücadeleler tarihi, devrim anlarında veya devrimsel önemdeki pratiklerde olağan dönemlerden farklı ittifakların gündeme geldiğine dair pek çok örnek barındırır. Örneğin, 1979’da İran’da faşist şah rejimine karşı, içinde mollaların da devrimcilerin de yer aldığı geniş çaplı bir ittifak oluştu. Daha sonra bu ittifakın parçalanması, mollaların devrimci süreci tersine işletmesi, bu tür ittifaklara girmenin yanlışlığının kanıtı olarak görülmemelidir. Demokratik devrim süreçlerinde geniş çaplı ittifaklara açıklık, programın gereği zorunlu bir olgudur. Bu bağlamda Gezi’de oluşan çok bileşenli hareketin içinden, tekil kimi örnekleri öne çıkarıp bütüne olumsuzluk atfetmek, programatik olarak bu türden süreçlerde güç ve eylem birliklerinin nasıl olması gerektiğine dair bilgi ve deneyim eksikliği ile ilintilidir. Gezi sürecinde, AKP ile sorunu olduğu için veya salt Tayyip Erdoğan’a kızdığı için sokağa dökülenler olmuştur; bu normaldir. Her insanın sınıfsal bilinçle ve doğrudan sistemi hedef alarak saf belirlemesi beklenmemelidir. Böylesi anlarda, önemli olan sokağa taşan enerjinin doğru bir mecrada akıtılması, daha bilinçli ve kalıcı bir süreç için önderlik edilebilmesidir. Mücadele, başlı başına öğretici, netleştirici ve isabet oranını arttırıcı bir olgudur. Pratik, sınıfsal algıyı, sezgi ve öngörüyü arttırır. John Reed, “Dünyayı Sarsan On Gün” adlı eserinde SosyalistDevrimci bir öğrenci ile bir asker arasında geçen tartışmada bu isabeti, askerin “Nasıl açıklanır bilemem orasını. Ama her şey bana olduğu gibi gözüküyor. Cahil ol- masına cahilim. Yine de yalnız iki sınıf var galiba ortada. Proletarya ve burjuvazi.” biçimindeki sözleriyle özetler. Bugün de sınıfsal bir tavır koymak için, işçi olmak şart değildir. Devrimci Gençlik, geçmişte antiemperyalist eylemlerde, fındık mitinglerinde, işçi yürüyüşlerinde veya halkın yanında faşist saldırılara karşı saf tutarken de sınıflar mücadelesinin bir bileşeni olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiştir. Bundan sonra da mücadele, değişik zeminlerde farklı araç ve yöntemlerle sürecektir. Yer yer mücadele ivmesinde bir düşme gözlense de özellikle sonbaharda, yaz tatilinin sona ermesiyle birlikte yeniden bir canlanma beklenmelidir. Kaldı ki artık, hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için yeterli zemin ve neden oluşmuş durumda. Rüyasında devrim gören bir kuşak yetişiyor, kimse hafife almasın. Yaklaşık bir buçuk asır önce yaşanan Paris Komünü, hala öğrettikleri ile yol gösteriyor. Bu durum, Taksim Komünü için de sürecin bütününde yaşanan deneyim için de geçerli. Kimse bu sürecin izlerinin silinmesini veya geriye işletilmesini beklemesin. “Marjinaller”, “provokatörler” yakıştırması yapmak; göstericilere bonzai, vb uyuşturucu maddeler dağıtmak, onları parayla satın almak, eskiden başarılı olan bir yöntemdi. Gezi süreci bu yöntemleri de boşa çıkardı. Bu toplam süreçte insanların romanlarda okuduğu, filmlerde izlediği bir pratik yaşandı. Bunun izlerini silmek de öğreticiliğini ölçmek de kolay değildir. Sıcak pratik, azla çoğu, parça ile bütünü birbirine eklemeyi öğretti. Artık sokağa çıkan, yalnız olmadığını, yalnız bırakılmayacağını biliyor. Kitleler kendi deneyimleriyle öğrendi, özgüvenleri arttı. Bunun Devrimci Gençlik çalışma- 13 larında da karşılığı olacaktır. Bundan sonra Devrimci Gençlik olarak işimiz daha kolay, çünkü aynı programda bütünleşeceğimiz ve özgür yarınlara beraber yürüyeceğimiz halk kesimleriyle omuzlarımız birbirine değdi; emeğimiz, terimiz birbirine karıştı. Beraber bedel ödeyip sonuçlarını beraber göğüsledik. Ve yumruklarımızın yıldızına kavuşmasının anlamı daha net biçimde kavrandı. Aynı zamanda işimiz hala çok zor. Çünkü bütün diktatörlükler birbirine benzer. Onlar, haksızlığın, sömürünün, zulüm ve zorbalığın temsilcileri oldukları için yenilgiyi kabul etmez. Devamcısı oldukları sistemin bekası için, sınıfsal atalarının miras bıraktığı tüm silahları ve savaş yöntemlerini halkın üzerinde dener. Onlara karşı güçlü bir duruşun ve başarılı bir mücadelenin şifreleri Gezi sürecinde vardır. Faşizme karşı birleşik mücadele; okulda, fabrikada, tarlada ve mahallede bir toplam oluşturacak şekilde mücadele etmeyi gerektirir. Bu perspektifle Devrimci Gençlik, “Halkın tüm kesimlerinin sorunları bizim de sorunumuzdur” diyecek ve “Faşizme karşı mücadelede ön saflara” sloganını güncelleyerek saf tutacak, Gezi yoldaşlaşmasını kalıcılaştıran bir mücadele hattında ısrarcı olacaktır. Faşizme Karşı Mücadelede Düşenler Dokuyor Yaşamı Bu süreçte devrimcilerin önceliklerinden biri de sistemin yıllardır özenle işlediği algı bulanıklığından kurtulmak olmalıdır. Sürece diyalektik olarak bakabilmek için geçmişin tecrübelerini bilmek, direniş örneklerini tekrar tekrar incelemek gerekir. Direniş tarihine mayalanan yoldaşlarımız ne ilk ne de sondur. Her biri mücadelemizde kızıllaşan karanfillerdir artık. F aşizme karşı mücadelede düşenler dokuyor yaşamı Yüreklerde acısı dinmeden devralıyor bayrağı yoldaşları… Emperyalist sistemden barış, huzur, demokrasi ve özgürlük beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Kanla beslendiğini, son süreçte en somut örnekleriyle gözler önüne seren sistem azgınca saldırmaya devam ediyor. Kimi zaman Mehmet oluyor kavganın adı kimi zaman Ethem oluyor yoldaşlık. Bir tohum misali toprağa düşüyor bedeni Ali İsmail’in. Dövüşerek, direnerek düşenler değişiyor olsa da katil aynı; tabiatını kan ve gözyaşı üzerene kurmuş emperyalizm. Sistem medya desteğiyle daha güzel bir dünya düşüyle düşenleri, plastik mermilerle, hedef gözeterek atılan kapsüllerle yaralananları sadece birer sayısal değere indirgemeyi hedefliyor. Değersizleştirerek, ötekileştirerek, marjinalleştirerek kendi konumunu meşrulaştırmak, Hasan Akdağ direnişçileri hafızaların en derinine gömmek istiyor. Biz de gidenler kilim misali örer acıyı da sevinci de Bundandır asla çözülmez yolculuğumuzun ilmekleri Topun tüfeğin yetersiz kaldığı yerde temel argümanlarını yani kini, nefreti, ötekileştirmeyi aldığı darbelerle her alanda yayan sistem siper yoldaşlığının karşısında çürümüşlüğünden başka bir algı uyandırmıyor. Dövüşenlerin/direnenlerin en büyük ortak paydası sınıfsal temelleridir. Süreç boyunca karşı karşıya gelen kesimlerin özü ezen ve ezilen kimlikleridir. Bu gün sokaklara vahşeti yayıp her hareketlilikte hastaneleri dolduran katiller, Sivas’ında, Çorum’unda, Gazi’nin de katilleridir. Sokakta polis, hastanede doktor, mahallede faşist hatta evde de medya ile sürdürülen bu bütünlüklü saldırılar dahi insanları sokaklardan, siper yoldaşlığından alı koyamamış- 14 tır. Tüm gerçeklikleriyle sokağa dökülen kitleler sisteme kinlerini alanlara yansıtıp bir eliyle düşeni kaldırıp bir eliyle direnç havuzuna su taşımaya devam etmekten geri kalmamıştır. Öyle bir havuzdur ki bu; ne dövüşenlerin kanı eksik kalmıştır nede direnenlerim alın teri. Bir havuzda birikti toplumun alın teri Umudu büyütmek için suladı, toprağa düşen tohumları Bu süreçte devrimcilerin önceliklerinden biri de sistemin yıllardır özenle işlediği algı bulanıklığından kurtulmak olmalıdır. Sürece diyalektik olarak bakabilmek için geçmişin tecrübelerini bilmek, direniş örneklerini tekrar tekrar incelemek gerekir. Direniş tarihine mayalanan yoldaşlarımız ne ilk ne de sondur. Her biri mücadelemizde kızıllaşan karanfillerdir artık. ANILARI MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAK! İnsanlık Sokaklarda Nazım’ca Direniyor! Ostrovski’nin “Ortak bir amaç için mücadele edemeyen insanlar kendi bireysel mutlulukları için de mücadele edemezler.”sözlerini düstur edinmişçesine, kavga alanında da mutlular, özgürlük için yola çıkanlar… O strovski’nin “Ortak bir amaç için mücadele edemeyen insanlar kendi bireysel mutlulukları için de mücadele edemezler.”sözlerini düstur edinmişçesine, kavga alanında da mutlular, özgürlük için yola çıkanlar… Nazım, gerçek şairin şiirlerinde halkının nabzının atması gerektiğini söyler.Başkası için emek harcamayı, kolektif değerler için bedel ödemeyi bilmeyenler gerçek şair olamazlar. Bugün halkta ustaca bir duyarlılık, bir şairleşme hali gözlenmektedir. Sokağa dize dize dökülmekte birbirini tamamlayarak şiirleşmekte ve hep bir ağızdan şarkılaşmaktadır. Düşeni ayaktaki kaldırmakta, ayaktaki ayaktakine cansimidi, yani yoldaş olmaktadır. Bu, sokakların sosyalizm okuluna dönüşmesi, pratiğin teoriyi belirlemesi ve diyalektik materyalizmin bir kez daha hayatın içinde doğrulanmasıdır. “Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” demişti Nazım. Ama anlamlı yangınların da şiirini yazmıştı, “Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diye sormuştu. Bugün sokaklarda insanlık Nazım’ca direniyor. Ödediği veya ödeyebileceği bedelin değil, toplumsal kazanımın hesabını yapıyor. Sloganları göğe yükseldiğinde güneşi içiyorlar birbirinin sesinde. Halaya kalktıklarında ve coşkulu yorgunluklarda, “mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!” göğüslerinin avlusunda. Özgürlük öyle bir değer ki insanlarımızda, tutsak düşmüş memleketi özgürleştirmek için tutsak düşüyor, içeride veya dışarıda ölümü göze alıyor. “Hapishane dışında öldün, bu da çok şey.” diye yazmıştı Aragon, Nazım’ın ardından. Ölüleri artıyor, ağaçla başlayıp bilinçle büyüyen direnişin. Ölüleri artıyor, ama sayıları çoğalıyor azalacağına; şiirdeki gibi… Cellât kendi boğuluyor gazı sıktıkça, direnişçinin soluk alma alanları artıyor gazlandıkça. Moral değerler en büyük gı- dadır böylesi anlarda. Bir bakış, bir dokunuş, terin tere karışması, ruhsal şiirin dizelerini oluşturur. Neruda, yazdığı dizelerle “Güz Çiçeklerinden Çelenk” yapmıştı Nazım’a. Birinin ağzında Fırat kuruduğunda direniş alanında, Dicle’ye dönüşür bir diğeri onun yanında. Ancak böyle bir duyarlılık aralığında, tarihin dize yatağında ulaşılabilir Nazım’a. Karmatilerin komünal ruhunu Bedreddin’in Varidat’ından okur gibi, Mahir’in pusulasında yürü- 15 nebilir yarınlara. Sokaklar, “Dans edemeyeceksem devriminiz sizin olsun” diyen Emma Goldman’la da, “Her gün biraz daha gencim Havana’da” diyen Nazım’la da empati kurdu. Ülkesinde devrimcilik ve hapislik, Sovyetlerde sosyalistlik görmüş Nazım, 1961 Mayıs’ında, devrimci Küba’ya taşınınca, başka türlü bir coşku dolar satırlarına. Ve “Saman Sarısı”nı yazar. İşte o zaman sorar Abidin’e “Çok şükür çok şükür bu günleri de gördüm. Ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin?” diye. Şimdi mutluluk tüm bedellerine rağmen sokaklarda yaşanıyor. Direnişçi, Kübalı misali, Nazım’ca yaşıyor bu tarihsel ânı: “Hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları”, direnişte yoldaşlaşanların. “Bulutsu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi” gözlerinde resimleşiyor içeriği ve niteliği devrimsel tadın. “Faşizme karşı omuz omuza” vererek cepheleşme ânıysa eğer tarihin bugünkü sorumluluk kesiti; aynı zamanda “No Pasaran” diyen İspanya direnişçilerine götürüyor bizi, Taksim’den tüm ülke sathına yayılan halkların itiraz ateşi. Ve insanları birbirine yoldaşça bağlıyor, “Her yer Taksim her yer direniş” bilinci. “İnsan yaptığı işe dönüşür” diyen Marks’tan ilham alarak söylersek; sokakta, değerlerine sevdalı, direnişte ısrarlı bir kuşak mayalandı. Bu halk direnişi daha şimdiden kazandı. 7 HAZİRAN 2013 DEVRİMCİ GENÇLİK Gezi, 11. Tez’in Doğrulanmasıdır* Şimdi halk, okumamış da olsa, 11. Tez’i biliyor, gereğini yerine getiriyor; Che’yi daha çok seviyor ve sadece tişörtünde değil, beyninde ve yüreğinde taşıyor. “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” (Marks, Feuerbach üzerine 11. Tez) Mehmet Yeşiltepe M arks’ın 11. Tezi’nde, pratiğin önemi öne çıksa da ve 8. Tez’de “Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir.” dense de, gerçekte vurgulanan teori ve pratiğin birliğidir. W. Goethe’nin, “Güzel bir düşünceyle güçlü bir karakter birleşince, harikalar ortaya çıkar!” sözü, bu birliğin bir başka açıdan ifadesidir. 11. Tez iradedir, eylemdir; koşulları eylemle değiştirme iradesidir. 11. Tez insanı, düşünen-sorgulayan ve yapan insandır. 11. Tez, Arjantin’de astımlı diye askere alınmayan Che’nin, Küba’da kumandan olmasıdır. 11. Tez, Küba’ya Granma’yla çıkarma yapan “sakallılar”dır. 11. Tez Che Guevara’dır. Che Guevara, hem teori hem pratiktir, “Gülünç olma riskini göze alarak gerçek devrime güçlü aşk duygularının yol gösterdiğini belirteceğim. Gerçek bir devrimciyi bu nitelik olmaksızın düşünmek imkânsızdır.” diyecek denli hayatın içindedir. Che, dünya devrimcilerinin yoldaşı, yaşayan pusulasıdır. Yabancılaşmaya veya kapitalizmin birey tanımına karşı alternatif denince akla Che’nin gelmesi, onun yeni insan kimliği sebebiyledir. Yabancılaşmanın metayla ilişkisini doğrudan kuran Che, “Karşıt sistemin savunucuları için tüketim maddeleri, hayatın vazgeçilmez parçası ve bilincin temel unsuru. Kanaatimizce maddi uyarıcılar (aslında uyuşturucular) ve bilinç, birbiriyle hiç örtüşemeyecek iki zıt kavramdır” diyerek, mutluluğun yanlış yerde aranmasına dik- kat çeker. Deyim yerindeyse bugünün koşullarında yabancılaşma, sistemin kendini en yoğun biçimde hissettirdiği ve dolayısıyla sınıflar mücadelesinin en kesintisiz biçimde sürdüğü alandır. Yabancılaşma, insanları sistemin, meta ve mülkiyet ilişkilerinin çekim alanına sokar; her şeyin alınıp satıldığı sistemle bütünleştirir. “Kapital iktidarda kaldıkça; değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır”( Lenin.) Bu durum, sistemin her gün yeniden üretilmesini, her ilişkide mikro düzeyde de olsa varlık göstermesini beraberinde getirir. Bu aynı zamanda sistemin devamlılığı için bir güvencedir. Egemen sınıfların mülkiyetsiz, komünal ilişkilerden korkması ve mayalanma ihtimallerinin olduğu her yere TOMA göndermesi bundandır. Gezi sürecindeki “Dolmabahçe’de türbanlı kadına dayak” veya “Camide içki” hikayeleri ne ise, ODTÜ’de türban bağlamlı hikaye de odur. AKP zaten bu türban bağlamlı iddiadan önce, okullara polis sokmayı kararlaştırmış, sonbaharda Gezi’nin dirilmesine izin verilmeyeceği, bizzat T. Erdoğan tarafından duyurulmuştu. Halbuki onların da bildiği gibi Gezi bu süreçte hiç ölmedi; hep diriydi. Sessizliğin/sakinliğin olduğu günlerde de insanlar artık 16 TOMA’yla, gazla, dolayısıyla yenilmez sanılan araç ve kurumlarla başedilebileceğini biliyordu. Ethem’e, Ali İsmail’e, Abdullah’a, Medeni’ye, Mehmet’e ve Ahmet’e dair duygularını soğutmamış, hesap sorma bilincinin çelmelenmesine izin vermemişti. Ethem’in abisi ve annesi, “ODTÜ’ye biz gelebildiğimize göre siz de gelebilirsiniz.” diye sosyal medya üzerinden çağrı yapabiliyordu. Karşıtların diyalektiği, sınıflar mücadelesinin yasaları bir kez daha işledi. Saldırıdan, baskıdan, asimilasyon ve sindirmeden başka bir şey bilmeyenler, halka yaratıcı yöntemlerle direnmeyi öğretti. Lice ile İstanbul arasındaki mesafe bugüne dek görülmemiş düzeyde kısaldı. Reyhanlı’daki anne, Roboski’deki anneyle empati kurdu. Evet bütün bunları ve fazlasını Gezi sağladı. Yazın son günlerinin göreli olarak sakin geçmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Acıların dili ve barutun kokusu bütün insanlar için benzerdir. Bu kez hedefteki Lazkiye, Halep veya Şam’ın, bir zamanlar Bağdat’ta, Necef’te veya Nasıriye’de olduğu gibi yakılıp yıkılmasına sessiz kalınması beklenmemeliydi. Nitekim öyle oldu; Amerika dahil pek çok ülkede insanlar, kimyasal yalanla gerekçelenmiş bir katliama karşı durdu. Ve yaşanmakta olan hegemonya bocalaması, içine egemeni de taşeronu da alarak yeni bir boyut kazandı. Esma’lı, ayetli ve gözyaşılı manipülasyonlar, eski etkileyiciliğini yitirmiş durumda. Evet Esma gibi Devrimci Gençlik masum insanların tırnağına dahi zarar gelmemeli; zulmün tüm biçimleri, nedenleri ile beraber kovulmalı; halk, nasıl yaşayacağına kendisi karar vermelidir. Bunun öncelikli ve zorunlu koşulu katillikle, işgalle ve siyasal gericilikle sabıkalı emperyalizmin Ortadoğu’dan kovulmasıdır. Kimse Obama’nın rengine aldanmamalıdır; onun müttefiki olmanın, Bush’un müttefiki olmaktan; Suriye’ye kıymanın, Afganistan veya Irak’a kıymaktan bir farkı yoktur. Dünya ölçeğindeki dostluklar da sınıfsaldır; cepheler, mikrofon önünde söylenen ajitasyon cüm- Gezi Süreci leleriyle değil, çıkar eksenli ortaklaşmalarla oluşmaktadır. Bu bağlamda Mısır’daki kutuplaşmada AKP iktidarı nesnel olarak darbecilerin safındadır; İsrail’in dostu, ABD’nin taşeronudur. Gezi, bu ilişkilenme biçiminin üzerindeki kamuflajları kaldırmış, sınıfsal kimlikleri görünür kılmıştır. Şimdi halk, okumamış da olsa, 11. Tez’i biliyor, gereğini yerine getiriyor; Che’yi daha çok seviyor ve sadece tişörtünde değil, beyninde ve yüreğinde taşıyor. Kimse, sonbahar geldi, yağmur yağacak, forumlar dağılacak diye karamsarlığa kapılma- malıdır. Neruda’ca söylersek, Gezide nitelik ve nicelik olarak bütünleşen halkın sesinde “pırıl pırıl bir güç var/ karanlıkta boy atmaya/ sessizliği aşmaya yarayan…” Ekim ayı aynı zamanda Che’nin ölümsüzlüğe uğurlandığı aydır. Ve Gezi’de artık, aldığı kurşunlara rağmen 1967’den beri öldürülemeyen Che ruhu vardır. Gezi gerçekçidir ve imkansızı isteyip ona ulaşma yollarını bulabilecek kadar yaratıcıdır. *22 Eylül 2013 Tarihli Birgün Gazetesi Pazar Eki’nden Alınmıştır. Picasso’nun Guernica’sına Denk Tablolar Oluşuyor Düşenlerin Ardında A bdullahlar, Mehmetler, Ethemler, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine direnirken, “yüzünü bile görmediği insanlar için ölebilmenin” erdemiyle yürüdü sonsuzluğa. O anda, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Nazım için yazdığı “Yiğidim aslanım burada yatıyor” dizeleri dirildi, hafızalarda. Ve sanki Nazım “İşte: şu güneşten düşen ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!” sözleriyle dile gelmişti Novo-Deviçye Mezarlığı’nda. André Malraux, Umut isimli eserinde, savaşı “sağlıklı insanların vücutlarına çelik parçaları sokmaya çalışmak” olarak tanımlar. Aslında bu, egemen sınıfların halklara karşı uyguladığı haksız savaştır. Kendisine karşı duran her insanı düşman olarak gören iktidarların sınıfsal tutumudur. Belki ödenen bedellere yeni bedeller eklenecek, tutsaklıklar, ölüm ve yaralanmalar olacak. Ama insanlar TOMA’nın, gazın ve silahın üzerine yürüyerek hak aramayı, geleceğini güvenceye almayı öğreniyor. Yani bir tarih yazılıyor. İktidar zehrini soluma- mış her insan, bir diğerinin acısı için ayağa kalkıyor. Yüz binler gece yarıları sokaklara dökülüyor. Adeta herkes Taksim’e akıyor. İktidarın tehditleri korkutmuyor. Egemenlerin iktidar imkanlarını kullanarak bilinçlerde oluşturduğu yanılgılar dizgesi bir anda ters yüz oluyor. Devletin birbirinden ayrıştırıp yan yana gelmesini önlemeye, ortak mücadelelerini sakatlamaya çalıştığı halk kesimleri, görülmemiş boyutta birbirini sahipleniyor, tek vücut oluyor. “Apolitik” denilerek küçümsenen gençlik, ne denli politik olduğunu ortaya koydu. Üstelik bu, “Y kuşağı” denilip geçilecek bir olgu değil. İrili ufaklı pek çok haksızlığın tetiklediği ve giderek biriken öfke, sokağa taştı. İnsanlar korku duvarını aştı. Tepkisini, öfkesini ve imkanlarını birleştirmenin sonuçlarıyla tanıştı. Bu bir bilinç sıçramasıdır; toplumsal tüm çelişmelerin sınıfsal mücadeleye içerilmesidir. Devlet, son saldırısını 1516 Haziran’a denk getirmiştir. 1970 Haziran’ında aynı tarihte, 17 Devrimci Gençlik, sokağa çıkan emekçilerle el ele vermiş, “işçi köylü gençlik devrim için birleştik” sloganında yerini almıştır. Bugün de bu sıcak Haziran vaktinde, Devrimci Gençlik rolünü oynamalı, niceliğini de niteliğini de büyüterek, bu tarihsel anda umuda umut katan öznelerden biri olmalıdır. Sınıflar mücadelesinde öyle anlar vardır ki, önceden planlanmış bir takvim gerektirmez. Gerçekliğin bilincinde olan herkese, yapabileceklerinin azamisi oranında sorumluluklar yükler. Devrimci Gençlik, bu tarihsel anda hem katalizör, hem de pusula işlevi görerek, halk hareketi içindeki yerini almalıdır. Bunun için, kuşak farkı gözetmeksizin tüm gençliği, yıldızla bütünleşmiş yumruğumuzu büyütmeye çağırıyoruz. Bu aynı zamanda, direnişte şehit düşenlere karşı da bir sorumluktur; anmanın ve yaşatmanın, döneme karşılık düşen en uygun biçimidir. 16 HAZİRAN 2013 DEVRİMCİ GENÇLİK İzmir Devrimci Gençlik’ten Haziran Direnişi Günlüğü 3 1 Mayıs günü Gezi Parkı’nın yıkımına karşı gelen, yıkım kararının hukuksuz olduğunu haykıran grup, çadırlarıyla birlikte parkı işgal etme ve yıkımı önleme kararı almıştı. Polis parkta bulunan gruba sert bir şekilde müdahale etmiş ve bu müdahale bir anda halkın gündemine oturmuştu. Barışçıl bir eylem karşısında, doğanın talanına karşı gelen insanlara devletin hunharca saldırısı kitleleri ülke çapında harekete geçirmiş, sokaklara dökmüştür. AKP iktidarı boyunca yürütülen tüm halk düşmanı politikalar son olarak kendini bu saldırıda somutlamış, halkın biriken öfkesini açığa çıkartmıştır. ‘’3-5 ağaç meselesi’’ olarak başlayan bu öfke günden güne siyasallaşmış ve somut taleplere dönüşerek sokakları haftalarca zaptetmiştir. İzmir’de 31 Mayıs gecesi Taksim Gezi Parkı’na müdahale arkasından sokaklara dökülen binler Basmane Meydanı’ndaki AKP ilçe binasına yürümek istemiş ve polisin saldırısıyla karşı- laşmıştır. Saldırı karşısında geri adım atmayan İzmir halkı büyük bir cesaretle barikatlarını kurmuş sabaha kadar ‘’Faşizme karşı omuz omuza’’ sloganlarıyla direnişe geçmiştir. 1 Haziran Cumartesi günü düzenlenen yürüyüşe Devrimci Gençlik de katılmış, polisin saldırısı ardından tekrar çatışmalar başlamış, sokakta yoldaşlaşan halk büyük bir dayanışmayla tekrar sabah saatlerine kadar çatışmaları sürdürmüştür. Aynı gece yüzlerce gözaltı olmuş ve çatışmaların başladığı bölgede bir çok boş bina ve otopark polis tarafından işkencehanelere çevrilmiştir. Polis tarafından sokaklara salınan elleri sopalı sivil ve resmi faşistler tek tek veya küçük gruplar halinde yakaladığı direnişçilere saldırmaya başlamıştır. Öyle ki Başak isminde genç bir kadın onlarca polis tarafından sokak ortasında linç edilmiş, vücudunun bir çok yerinde kırıklar oluşmuştur. 2 Haziran gününe gelindiğinde ise HDK’nın çağrısı ile İzmir Eski Sümerbank önünde bir eylem gerçekleştirilmiştir. Çevik kuvvet ekipleri, eli sopalı siviller, akrep ve tomalar ile ablukaya alınan eylem gerçekleştirildiği sırada Gündoğdu Meydanı’nda polis saldırıya başlamış, Gündoğdu Meydanı’nı boşaltmıştır. 5 Haziran Genel Grevi sonrasında direniş İzmir’de yeni bir aşamaya sıçramış ve müdahalenin ardından Gündoğdu’yu savunma refleksi geliştiren İzmir halkı, direniş çadırlarıyla gece gündüz Gündoğdu Meydanı’nda kalmaya karar vermiştir. 5 Haziran öncesi mahallelerde ve merkezde devam eden eylemler bir anlamda merkezileşmiş ve İzmir için direnişin merkezi Gündoğdu Meydanı’na dönüşmüştür. İzmir halkı, direniş çadırlarıyla muazzam bir dayanışma örneği göstermiş, oluşan komüne her gün yiyecek, içecek, giysi ve ilaç yardımında bulunmuştur. Devrimci Gençlik’in alanda kurduğu direniş çadırı halk tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmış, örgütlenen film ve sinevizyon gösterileri halkın kitlesel katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Gündoğdu Meydanı’nda oluşan bu potansiyel güç, Gündoğdu Dayanışma Platformu olarak kendini somutlamıştır. Şehit haberlerine oluşturulan refleks eylemlerden, 15 – 16 Haziran büyük işçi direnişine kadar bir çok eylem ve etkinlik düzenlenmiş varolan potansiyel ortaklaştırılmıştır. İzmir valisi Mustafa Toprak 18 Haziran günü yaptığı açıklamada Gündoğdu Meydanı’nın boşaltılmasını, aksi takdirde ala- 18 Devrimci Gençlik na müdahale edeceklerini beyan etmiştir, platform ise alanı Taksim Gezi Parkı talepleri kabul edilene kadar boşaltmayacağını düzenlediği basın açıklamasıyla bildirmiştir. Basın açıklaması ardından Platform üyelerinden oluşan bir heyetle görüşmek isteyen Vali, tutumunda ısrar etmiş ve uzlaşma sağlanamamıştır. 20 Haziran Perşembe günü sabaha karşı alana yüzlerce çevik kuvvet, sivil polis, akrep ve tomalarla operasyon düzenlenmiş, alanda bulunanlar kolkola girerek çadırlarını terketmeyeceklerini belirtmişlerdir. Kitlenin ‘’Baskılar bizi yıldıramaz’’ sloganlarını atmaya başlamasıyla birlikte polis saldırıya başlamış ve 46 kişiyi yakapaça gözaltına almıştır. Gözaltına alınan yoldaşlarımız 2 gece Bozyaka Polis Karakolu’nda tu- Gezi Süreci tulmuş, 32 kişi savcılık tarafından serbest bırakılırken 14 kişi sevk edildikleri mahkeme tarafından tutuklanmıştır. Gündoğdu Meydanı’na yapılan saldırı sonrasında direniş bir çok mahallede örgütlenen forumlarla devam etmiş, merkezi anlamda gerçekleştirilen eylemler ise bir nebze zayıflamıştır. İzmir’de devrimci örgütlenmelerin bir anlamda dağınık durması; eylem takvim ve programlarının ortaklaştırılamaması, yerellerde düzenlenen etkinlik, eylem ve forumlara etkin bir şekilde müdahale edilememesi olarak kendini göstermiştir. Bir çok kurumdan onlarca devrimci evi basılarak gözaltına alınmış ve 4 hafta boyunca düzenlenen operasyon sonucunda 52 kişi tutuklanarak Buca Kırıklar F Tipi Cezaevi’ne gönderilmiştir. Mevcut dağınıklığı toparlamak adına yaklaşık 14 kurumun örgütleyicisi olduğu ‘’Tutsaklarla Dayanışma Konseri’’ düzenlenmiştir. Tutsak ailelerinin de yer aldığı, konuşma yaptığı, Cevdet Bağca, Baran Tuncel, İzmir Müzisyenler Derneği ve Grup Günışığı gibi sanatçıların destek verdiği konser büyük bir ilgiyle karşılanmış ve kitlesel bir katılımla gerçekleştirilmiştir. Kitlelerin sokaklardan çekilmesi üzerine, ancak mahallelerde oluşan forumlarla güç toplaması ve direnişin daha da siyasallaşması üzerine telaşa düşen egemenler, İzmir’de dört dalgadan oluşan bir tutuklama ‘’cadı avı’’ süreci başlatmış, direnişi devrimci öncüsünden kopar tmaya çalışmıştır. Geçtiğimiz günlerde ise Gündoğdu Meydanı’nda düzenlenen konser ile kendini somutlayan potansiyel ‘’İzmir Dayanışması’’ adı altında İzmir’de düzenlenecek etkinlikleri merkezileştirme, direniş tutsaklarıyla dayanışma, direnişi ‘’Bu daha başlangıç, mücadeleye devam’’ şiarıyla ileriye taşıma kararı almıştır. 19 HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ ! FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA ! HIDIR İLYAS ÖZENÇ, SAVAŞIYOR DEV-GENÇ! Direnişin Pasif Yüzü 31 Mayıs ile başlayan Haziran direnişini geride bıraktık. Günler bir bir akarken direnişin ateşi sönümlendi gibi izlenimlere kapılanlarda bir yenilmişlik haleti ruhiyesine de rastlamak mümkün. Ancak yaşanılanlar bir direnişin boyutunu aşan niteliktedir. Bu niteliği fark etmemek ise onun tarihsel ve sınıfsal önemini görmemek/ıskalamak anlamına gelmektedir. 3 0 Haziran 2013 Cuma günü Gezi Parkı’nda başlayan ve ülkenin birçok kentinde hala devam eden direniş, sadece egemenlerin Gezi Parkı projesine tepki olarak çıkmış bir durum değildir. Tam tersi bu durum toplumun egemenlere ve onların uyguladığı yöntemlere karşı oluşan birikim ile bu çıkışa neden olmuştur. Politikanın siyasal ve ekonomik açıdan tıkanması yönetenleri bir yönetememe haline itmiş ve bu süreci göğüsleyememiş olmalarıyla birlikte süreç, toplumdaki nicel birikimin nitel bir sıçramaya dönüşmesinin önünü açmıştır. Egemenlerin kendi çıkarları doğrultusunda ortaya koyduğu işlerin Aydın Kaya toplumda yankı bulmasına fırsat verilmeden, yine egemenler tarafından bilinçli olarak gündemin değiştirilmesi ve bu durumun ardı ardına tekrar etmesi, bu doğrultuda basın yayın organlarının çokça kullanılması insanlarda bir farkındalık yarattı. Aynı zamanda iktidarın Suriye bağlamlı politikalarıyla birlikte dış politikadaki başarısızlığının faturasının da üst üste gelen vergi zamlarıyla halka kesilmesi durumu da, bu farkındalığa katkı sağlamıştır. Bu bağlamda yaşananlar bir park meselesinden çok öte anlamlar taşımakta, tarihsel önemini bu anlamla yakalamaktadır. Sürecin işaret fişeğini ateşleyen 20 her ne kadar toplumun yıllardır karşı karşıya geldiği baskıcı politikalar olsa da, Gezi Parkı Direnişi protestoları ile başlayan eylemsellik polisin (devletin) orantısız şiddet kullanmasıyla birlikte kitlesel bir direnişe dönüşmüştür. Toplum biliminin en önemli olgularından biridir. Toplumlar yaşadıkları süreçten damıttıkları bilgileri yoğurarak/harmanlayarak gelişir ve ilerler. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde toplumun süreçten öğrendiği ve süreçle ilerlediği bir dönemde olduğunu ifade etmek abartılı olmayacaktır. Direnişin öğrettikleri arasında en önemli olgu ise örgütlü bir halkın önünde hiçbir gücün duramayacağı gerçekliğidir. Bunu yaşanılan süreçte halk kadar egemenler de görmüştür. Egemenlerin özellikle direniş sonrasında örgütlü kesimlere dönük gerçekleştirdiği operasyonlar ise bunun en somut ifadesidir. 31 Mayıs ile başlayan Haziran direnişini geride bıraktık. Günler bir bir akarken direnişin ateşi sönümlendi gibi izlenimlere kapılanlarda bir yenilmişlik haleti ruhiyesine de rastlamak mümkün. Ancak yaşanılanlar bir direnişin boyutunu aşan niteliktedir. Bu niteliği fark etmemek ise onun tarihsel ve sınıfsal önemini görmemek/ıskalamak anlamına gelmektedir. Kuşkusuz sürecin durağanlaşması ve daha pasif (uzlaşmacı) yöntemlerle ilerlemesi mümkün- Devrimci Gençlik Gezi Süreci dür. Bu ise örgütlü güçlerin sürece 5 Haziran 1989’da Çin’de öğdeğerlendirilmelidir. Ancak daha müdahalesi ile aşılabilecek bir korencilerin başlattığı demokratikleşönce olumlu sonuçlar vermiş olmanudur. Süreci programatik olarak me hareketini ve buna bağlı eyları her koşulda yine olumlu sonuçele almak ve ileriye taşımak egelemleri bastırmak için Tiananmen lar vereceği algısı yaratmamalıdır. men politikaları aşmak için önemli Meydanı’na tanklar gelir ve genç Günlerce süren direnişin ekonomibir araçtır. Bu durum ise araçların bir öğrenci de ilerleyen tankların yi olumsuz etkilemesi yüzünden doğru kullanılmasıyla gelişebiönüne geçer ve tankların sağdan egemenlerin bu direnişi yok edelecek bir süreç olduğu gibi aynı soldan geçme girişimlerini de enbilmek için pasif direnişe destek zamanda direnişin programatik geller, onları durdurur. vermeleri, ortaya çıkan şiddeti baolmasını sağlayabilmek için ko17 Nisan 1965’te Washinghane ederek pasif direnişi halka şulları doğru analiz edebilmekten ton’daki yürüyüşte, askeri muhaolumlamaya çalışmaları gözden geçmektedir. fızların süngüsüne çiçek takan kaçmamalıdır. Devletin özellikle Gelinen süreçte meslenin salt eygençler basit ama güçlü bir mesaj eylemcileri (taş atan, atmayan, lemsel yönüne vurgu önemli olduverdiler. 1970’de düzenlenen gösmarjinal gruplar,halk gibi) ayrımğu kadar yanlıştır da. Burada ikili terilerde bu tekrarlandı. 1970 Malarla bölmeye çalışmasının önüne bir yön vardır. Eylemin önemi geçilmelidir. Günümüz koşulları kadar eylemin amacıda altında pasif direnişin tam önemlidir ve bu durum geraksine mücadeleyi hızlançekleşen tüm atraksiyonla- Kuşkusuz ki son dönemlerde bir çok eylem dırmalı, devrimciler olarak rın niteliğini belirler. Hedefi biçimi ortaya çıkmış ve kamuoyunda yankı halkla el ele verip haklı olmayan eylemlerin salt bir mücadelemizi her alanda yaratmıştır. Özellikle bir pasif direniş aktivist harekete dönüşme yaymalıyız. eylemi olan duran insanlar, medyanın da olasılığı yüksektir. Devrimciler her şart alKuşkusuz ki son dönem- etkisiyle halkın gündemine oturmuştur. Her tında pasif direnişe karşı lerde bir çok eylem biçimi çıkmazlar ya da bu direniş ne kadar pasif bir anlayışa sahip olsada ortaya çıkmış ve kamuoyuntarzını körükörüne benimbu eylemler içinde egemenlere ve onların semezler. Mücadelede hiç da yankı yaratmıştır. Özellikle bir pasif direniş eylemi uyguladıkları yöntemlere karşı bir refleks bir argümanı baştan red olan duran insanlar, medetmezler. Her koşulda, her özelliği taşımaktadır. Bu nedenle medyatik/ yanın da etkisiyle halkın zeminde verilen mücadele barışçıl yanıyla kamuoyunda yansımasını biçimini kendi öznel durugündemine oturmuştur. Her ne kadar pasif bir anlayışa muna göre değerlendirirbulmuş ve kitleler tarafından kısa sürede sahip olsa da bu eylemler ler. Ancak aktif bir şekilde benimsenen bir eylem biçimi haline içinde egemenlere ve onlamücadele edilmesi gereken rın uyguladıkları yöntemlekoşullarda pasif direnişin gelmiştir. re karşı bir refleks özelliği önerilmesi geri bir duruşa taşımaktadır. Bu nedenle neden olur. Devletin eylemmedyatik/barışçıl yanıyla cileri bölmeye çalışması duyıs’ında Ohio’daki üniversite öğkamuoyunda yansımasını bulmuş rumu karşısında marjinal ve terörencilerinin eylemi sırasında ölen ve kitleler tarafından kısa sürede rist olarak görülmeyelim mantığıydört öğrenciden biri olan Allison benimsenen bir eylem biçimi halila pasifizmi örgütleyenler devletin Krause’nın bir önceki gün namlune gelmiştir. faşist niteliğini anlayamamış deya çiçek takanlardan biri olması, PASİF DİRENİŞ mektir. Zira karanfilli eyleme dahi gösteriye ayrı bir anlam kazandırDünya geçmişinde daha önşiddetle yanıt veren devletin faşist dı. cede sistemin işleyişine karşı geryüzü ya da örgütlere saldıran, 1 Aralık 1955 günü Rosa Parks , çekleşen pasif direnişler olmuştur. gezi parkındakilere saldırmayan Jim Crow Yasaları gereği yerini bir 1928 de Hindistan’a bir yıl içinde ancak bir gün sonra gezi parkında beyaza vermesi gerektiği halde dominyon statüsü verilmesi teklifidahi çadırları yakan zihniyet faşizbuna karşı geldiği için tutuklandı. ne İngilizlerin olumlu cevap vermin gerçek yüzüdür. Dayatıldığı Bunu üzerine King, Montgomery mesi üzerine önce INC 26 Ocak gibi pragmatik değil programatik otobüs boykotunu düzenledi. Boy1930 da bağımsızlık ilan etti ve davranmak gerekir. Aksi takdirde kot 382 gün sürdü ve bu durum 12 Mart’ta Gandhi ve 78 yoldaşı ülkenin dört bir yanında günlerce otobüslerde ve diğer ulaşım araçünlü tuz yürüyüşüne başladı. Yürüsüren uğruna 6 insanın can verdiği larında ırk ayrımcılığının kanun yüşün amacı, 1762 yılında Doğu haklı direnişimiz sonuçsuz kalacakdışı ilan edilmesine kadar devam Hindistan Kampanyası’nın mirası tır. Direnişe en yüksek kararlılıkla etti. olan ve yılda 25 milyon paund’luk devam ederek mücadeleyi dalga Tarihte bunlar gibi daha bir çok vergiye kaynaklık eden tuz yasadalga büyütelim. pasif direniş örneği vardır. Bu diresını ihlal etmek için denizden tuz nişler öncül koşullar çerçevesinde çıkarmaktı. 21 Medyayı Nasıl Bilirdiniz? Bana vicdansız bir medya temin et; sana bilinçsiz bir halk sunayım. Joseph Goebbels M edya kendi kendisinin katilidir. Hem öldürülendir hem de öldürendir. Milyonların karşısında bir avuç egemenin yanında olmalarını yok oluşlarıyla ödeyeceklerdir. Sokaklarda insanlar vurulurken penguen belgeseli vermek zaten cinayete kimlerin ortak olduklarını açıklar nitelikte. Penguen demişken, malumunuz penguenlerin ülkemiz tarihinde bu kadar revaçta olduğu bir dönemden geçiyoruz ve bunu gerçekleştiren ne belgesel kanalları ne de ülkemizdeki kültür sanat “lobilerinin” üstün başarıları. Aslında sorun penguenlerin bu kadar popüler olması değil. Asıl sorun bu şirin arkadaşlarımızın nasıl bir dönemde meşhur oldukları. Ülkemiz ağaçlara başlayan saygısızlıkla birlikte yekvücut olarak ayağa kalkmış ve bardağın taşan son damlasını zübüklere zehir etmesini çok iyi bilmiştir. Geldiğimiz noktada ise dost kim, düşman kim, çadırlarda atom bombası yapan kim, fışkiyeyi kıranlar kim, eylemcilere bira verip üstüne 200 TL veren kim (bu yoklukta iyi iş), kan gölüne dönen camide içki içip sevişenler türbanlılara saldırıp üstlerine işeyenler ve utanmadan bir de üstüne bunları ayakkabılarıyla yapanlar kim çok net ortaya koydu. Görüldüğü üzere ortalık biraz karışık ve kafalar da karışık. Onların kafası daha bir karışık. Bilirsiniz yeni akit diye bir gazete var.(Gazetenin adını imla kurallarına uyup büyük harflerle yazmak bile istemedim. Hatta gazete denmeyi bile hak etmeyen kâğıt israfı desek daha doğru olur.) Geçtiğimiz günlerde yine Dolmabahçe’deki camiyle ilgili olarak yaptıkları haber (Ona haber demeyelim de neyse) “akit ne içiyorsa aynısından” dedirtecek cinstendi.Haberde Yeni Akit Dolmabahçe’deki camide türlü içkiyle âlem yapan Ermeni ve Rum direnişçiler görmüş. Hadi direnişçiler tamam eyvallah zaten arkasında faiz lobisi mi istersiniz, finansal Ergenekon mu istersiniz,cehape zihniyeti mi yoksa dış mihraklar mı istersiniz ne ararsanız var.(Dış mihraklar tamlamasını da uzun bir aradan sonra eksik olmasın Yiğit Bulut’tan duyduk. Nostaljik zamanlarda yolculuğa çıkardı bizi.) E içki içtiler demiştiniz buna da ölümüne inanmıştınız tamam ona da bir şey demiyoruz artık(!) ama gidip de Ermeni ve Rum olduğuna nerden kanaat getirdiniz? Karin Karakaşlı’nın attığı tweetteki gibi: Bu yoklukta müthiş kombinasyon! Yeni Akit’in ismi lazım değil sözüm ona yazarlarından biri 10.07.2013 tarihli yazısı artık halkı sinirlenmekten öte sinirlerinin laçkalaşmasına yol açtığı kesin: “Görüntülerde izliyorsunuz, göstericileri kovalayan esnafın amacı, palayı korkutucu araç olarak kullanmak. Evet, tehlikeli bir iş ama.. Sonuçta o palanın kesici bölümü ile yaralanan kimse yok. Şikâyetçi olan bayan bile, palanın kesici bölümü ile bir darbe aldığını ileri sürmüyor. “Pala, pala” deyince.. İnsan da sanıyor ki, pala ile insan kesmişler.. Adam palayı, yanında yaralayıcı alet olarak taşımıyor.. 22 Yeşim Salih Adam orda esnaf..” El insaf. Eğer o palayla gerçekten biri öldürülmüş olsaydı bu “yazarın” diyeceği şey: “Ne yapsın. Adam orda esnaf.” Efendim bir de mizahı Y kuşağından daha iyi yapan kanallarda mevcut. Gezi Parkı fantezilerine 10 numaradan giriş yapan Samanyolu TV Gezi Parkı direnişçilerinin arkasında faiz lobisi olduğunu tüm gerçekliğiyle ispatladı. Tabi sokaklardaki çatışmaları da faiz lobisi yakından izliyormuş. Hatta taş atıldıkça kötü kötü gülümseyen bir faiz lobisi. Hatta sormadan edemiyoruz: Hiç mi bütçeniz yok da faiz lobicisi için yabancı bir oyuncu tutamayıp da yerlerde sürünen, hangi ülkeye ait olduğunu kestiremediğimiz aksanıyla bir Türk oyuncu koyuyorsunuz? Zaten ya ses efekti koymayı unuturlar ya sahneye fon, görüntü efektleri koymayı unuturlar… Kara propagandayı bile ellerine yüzlerine bulaştırıyorsunuz bırakın efendim televizyonculuğu. Neyse bu Samanyolu’nun sorunu. Bir de tabi ki de azımsanmayacak ölçüde, Başbakan için öleceğini dosta düşmana ilan etmiş bir Yiğit Bulut faktörü var. Efendim bu şahıs türlü komploların (aslında komplonun bile bir haysiyeti vardır ama bunda o da yok), çeşitli fantastik hikâyelerin kurucusu, özel bir kanalın genel yayın yönetmeni, şimdilerde Başbakan’ın Baş Danışmanı ünvanıyla kamuoyunda salınmakta. Lugatımıza yeni yeni sözcük öbekleri katan Devrimci Gençlik bu şahıs faiz lobisinin fikir babası.Sonrasında finansal Ergenekon dedi ama o kadar tutmadı. Bu işin kötü tarafı bunun gerçekten kabullenilmiş olması. Öylesine bir dış mihrak ki babaannelerimize pankartlar tutturup, faiz lobisi destekli tencere tavaları balkonlarda dile getirtti!Çok şaşırmayınız. İşte bunlar hep faiz lobisi! Tabi aklımızdan çıkması çok mümkün olmayan 7 gazetenin aynı kelimelerle aynı gün “tesadüfen” attığı manşet var. Bunu zaten garip karşılamak haşa huzurdan haddimiz değil! Bu kadar çeşitli gazetenin olması bizi basın özgürlüğü ya da gerçekten fikir özgürlüğü olduğunu düşünmemiz gafletine düşürebilir. Hâlbuki olay bunun tam tersidir! Bir de atlarsak kesinkes ahı kalacak olan “Bir Ankara Saçmalığı” Melih Gökçek var pek tabii. Onu atlamamız düşünülemezdi.Rettweetten kafayı yemesi yakın zamanlarda muhtemel. Adam belediye başkanlığına başbakanının baş belası diye mimlediği twitterı yeğ tutuyor. Tabi canım devir teknoloji devri. Bundan sonra belediye başkanlığını da ordan yapsın. İnsan içine çıkmasa iyi olur! Elbette yukarıda anlattıklarımız/ söylediklerimiz tali olarak görülebilir. Ama asıl mesele son olarak Armutlu ‘da yaşananlar dâhil hiç- Gezi Süreci bir medya kuruluşunun değil ülke gündemi dünya gündemini sallaması bizim o “özgür, bağımsız, objektif” medyamızı alakadar etmemiştir. Öyle bir medya ki kendi binasının önünde gerçekleşen eylemliliklerde bile, kafasını pencereden çıkarıp bakmaya dahi üşenmiş ve masa başı habercilik anlayışıyla hareket edip, bu halkın gerçekte olmayan sorunlarını kendi suni gündemlerini yaratıp bunları da halkın asıl sorunu gibi göstermeye çalışmışlardır/çalışmaktadırlar. Bugün hala istisnasız ana akım medyada/haber kanallarında, Mısır’da yapılan darbenin meşruluğu; Suriye yönetiminin ve devrilmesi yönünde hararetli tartışmalar yapılmaktadır. Bugün bu televizyon kanallarında darbe karşıtlığının naraları atılıyor, Suriye’de diktatörlük olduğu ve bu nedenle Suriye yönetiminin düşmesinin meşruluğu harıl harıl insanlara anlatmaktan öte empoze ediliyor. Madem o kadar demokratiksiniz, madem bu kadar demokrasiye bu kadar inanıp kanallarınızda bu kadar saat yer veriyorsunuz, yanı başınızda ölen gençleri neden yazmadınız? Mısır’daki darbeyi 24 saat naklen veren bu haber kanalları kendi ülkesindeki halk direnişini göstermeyip fakat bunu CNN international canlı verdiğinde hemen faiz lobisi, dış mihraklar 23 giydirmesi yapmayı geciktirmemişlerdir. Oysa bugün radikal darbe karşıtı kesilen bu medya kuruluşları Mursi iktidara geldiğinde darbeye sesini çıkarmamış fakat bugün Mursi ’ye darbe yapıldığında ‘efendim biz tarihimizde hep darbeye karşıydık’ demekten de geri durmamışlardır. Halk artık ana akım medyanın ne mal olduğunu yakından, birebirde görerek tanık olmuştur. Tüm sansüre, bütün haber alma özgürlüğünün engellenmesine rağmen yaşananları bir şekilde öğrenmişlerdir ve tepkilerini ortaya koymuşlardır. Yaşanan Gezi Direnişi küçümsenecek bir olgu değildir. Şöyle ki: Olaylar boyunca 10’u aşkın insan gaz fişeklerinin doğrudan insanların üzerine hedeflenerek atılması sonucu kör olmuş, yine 100’ü aşkın insan kafa travması geçirmiş (hala da kafa travmasından komada bulunan insanlar var), 6 kişi katledilmiş ve bunlar bir elin parmaklarını geçmeyecek kanallar dışında o “özgür” medyamızda esamesi bile okunmamıştır. Fakat atladıkları bir şey var: Biz özgür medyayı da sizden iyi biliriz! Anlattığımız bunca şeyin yanında son sözümüz: “Allahını seven defansa gelsin” den başka bir şey olamazdı! Sevgiyle kalın… Gezi Direnişi Üzerine Devrimci Gençlik mahallelerde oluşan Direniş forumlarından okullarda gelişecek muhalif hareketlere ve eylemliliklere kadar her alanı bu bilinçle ele almalıdır. Özellikle 6 Kasım çalışmaları zaman geçirmeden kampanyalarla başlatılmalı ve klasik YÖK protestolarını aşan bir anlayışla ele alınmalıdır. Bu bağlamda forumlardan ÖTK seçimlerine kadar bir çok araç değerlendirilmeli ve sonuç alıcı mekanizmalara dönüştürülmelidir. İ nsanlık 31 Mayıs süreci ile başlayan Haziran direnişi ile Nazım’ın dizelerinde yer aldığı gibi “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” direndi. Bedel ödemekten kaçınmayan yürekler binler, yüzbinler oldu alanlarda. Bir halk isyanı olarak tanımlanabilecek bu süreç, faşizmin her türlü manipüle yöntemine ve saldırganlığına karşı çok geniş ve farklı kesimleri de içinde barındırarak önemli politik sonuçlara evrilen bir harekete dönüştü. Ve kısa sürede nicel ve nitel bir birikim potansiyeli de açığa çıkmış oldu. Şimdi karşımızda çok farklı bir Türkiye tablosu var. Kardeşleşebilen, ayrılıkları değil ortak noktaları yakalayabilen, cesur ve kararlı bir potansiyeldir artık söz konusu olan. Aynı zamanda bu potansiyel kimilerinin iddia ettiği gibi öz niteliği ne ekolojik ne de salt ulusal muhtevaya sahip bir olgu değildir. Görülen ve analiz Serhat Dağ edilebilen gerçeklik, artık egemen politikaların yaşamda karşılık bulamıyor oluşudur. Burjuva medyanın dahil bu olgudan uzak değerlendirmelerde bulunamaması bunun ifadesi anlamına gelmektedir. Başlangıcı 28 Mayıs günü olan ve üç gün boyunca artarak süren polis şiddetinin yarattığı etki yüzünden 31 Mayıs Cuma günü tüm ülkeye yayılan bu direniş, toplumun sisteme dönük tepkisinin bir yansımasıdır. Evet; egemen politikalar artık yaşamda karşılık bulamayacağı bir sürece girmiştir. Ve artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Hatta bugün bunu en iyi görenler (Marksistler hariç) egemenlerdir. Uyguladıkları her politikanın ve kendi çıkarlarına dönük ürettikleri çözümün kısa sürede iflas etmesi ve her iflas sonrasında yeni yöntemlere başvurması bunun göstergesidir. Bu bağlamda ele alındığında genelde, Emper- 24 yalizmin kendi krizini aşmak için ortaya koyduğu projeler, özelde ise AKP iktidarının emekçi sınıflarla arasındaki sorunları ötelemek için emperyalist denklemlerden fırsat devşirmeye çalışması, ölü doğumları çağrıştıran bir nitelik taşımaktadır. EGEMENLER TELAŞ İÇİNDE Bilindiği gibi kapitalist/emperyalist sistemin yarattığı sorunlar bugün aşılamayacak denli derinleşmiştir. Ve tüm dünyayı etkisi altına alan bir nitelik taşımaktadır. 2008 yılında varlığı egemenler tarafından resmi olarak açıklanan ekonomik krizin kısa sürede (Tayyip Erdoğan’ın teğet geçti söylemleri hatırlanmalıdır) etkisini yitirdiğine dair pek çok şey söylenmişti. Ancak daha önce de dile getirdiğimiz gibi süreç neo liberal politikaların çökmeye başlaması anlamında bir başlangıçtı. Özellikle krizin niteliğine ve devamlılığına, dolayısıyla sürecin sebep olacağı bir çok gelişmeye dikkat çekmeye çalışmıştık. Bu bir yanılgı değildir. Bugün dünyanın hemen her coğrafyasında yaşanan gelişmeleri büyük resim içerisinde görmek ve değerlendirmeleri buna göre yapmak bir önkoşul haline gelmiş durumda. Bugün krizlerin birbirine yaklaşan sıklıklarla tekrarlanması esas itibariyle bu krizlerin sürekliliği ve sistemin koma hali anlamına gelmektedir. Dolayısıyla krizlerin derinleştiği ve bilinen ekonomik uygulamalarla aşılamayacak Devrimci Gençlik denli nitelik kazandığını söyleyebilmek mümkündür. İşte tamda bu nedenle; bugün artık gelinen aşamada, kriz sonrasında dengelerin nasıl şekilleneceğini hesaba katan tarzda, bağrında hegemonya ilişkilerinin yeniden oluşturulmasını da taşıyan yeni odaklar oluşuyor. Ve bu odaklardan biri olan ABD’nin, geçmişteki konumunu sürdürebilmek için önemli atılımlar içerisine girdiği gözleniyor. Özellikle önemli enerji kaynaklarına ulaşma ve bu kaynakların taşındığı ulaşım yollarını denetim altında tutma konusunda büyük çabalar sarfediliyor. Bu hegemonya ve denetim mücadelesinin bir boyutunu da, emperyalist kapitalist sistem içerisinde kendisine rakip olabilecek olası hegemonya güçlerinin söz konusu kaynaklara ulaşabilmesini engellemek oluşturuyor. Kafkaslar, Büyük Ortadoğu projesi, Arap Baharı dahil yaşanan her gelişmenin arkasında yatan gerçeklikte budur. İşte tam da bu nedenle Türkiye’de yaşanan tüm gelişmeleri bu bağlamda ele almak gerekiyor. Hatırlanacağı gibi, komşularla sıfır sorun diyerek politika yapan Erdoğan’ın ABD’nin yelkenine hava solumasıyla önemli yol katettiği/prestij yakaladığı bir süreç yaşanmıştı. Erdoğan Ortadoğu’da adeta İslam ülkelerinin abisi olarak ilan edilmiş “one munite” çıkışından sonra İran’la ABD arasında yaşanan gerilimde dahi hakemlik yapmaya soyunmuştu. Ancak yaşanan gelişmeler sürecin yaldızlarını dökmüş ve takke düşmüş kel görünmüştü. Bugün Erdoğan’ın bırakalım Filistin’de kurtarıcı olarak görülmesini (Erdoğan’ın cafcaflı Gazze mitingleri hatırlanmalıdır) ABD, İsrail ve Filistin arasında gerçekleşen “çözüm” toplantılarına dahi davet edilmemesi projelerin ne kadar kaygan bir zeminde şekillendiğinin kanıtıdır. “Dış politikamız sorunsuz bir şekilde ve Türkiye’yi güçlendiriyor” diyerek propaganda yapan AKP’nin dışpolitikada bataklığa Gezi Süreci saplandığı ve giderek çözülemeyecek sorunlarla karşı karşıya kaldığı ortadadır. Türkiye dışpolitikası artık tam bir illüzyon ve mezhepsel bir dengeye oturur konuma gelmiştir. AB’ye dahil olma projesi rafa kalkmış, komşularla dostluk ilişkileri ise adeta bir kan davası sürecini hatırlatır hale gelmiştir. Mısır’dan Irak’a ve İran’dan Suriye dışpolitikasına kadar neredeyse bölgenin tamamı Türkiye için bir mayın tarlasına dönüşmüştür. Türkiye ÖSO ilişkileri ise bir bumerangı hatırlatmaktadır. Reyhanlı ise bu politikaların bir sonucudur. Hatırlanacağı gibi yaptığımız açıklamada Reyhanlı’da patlayan bomba yüklü aracın şoför mahallinde AKP’nin olduğunu belirtmiş ve emperyalizm ile girilen ilişkiler neticesinde bu eylemin gerçekleştiğine dikkat çekmiştik. Reyhanlı halkının canına kast eden Emperyalizm ve onun işbirlikçisi olan AKP’ydi. Zira Reyhanlı halkı bu somutluğu kavrayarak ortaya koyduğu eylemlerde katilin kimliğini doğru tespit etmiş ve tepkisini AKP’ye ve onun politikalarına dönük olarak göstermişti. Reyhanlı patlamasıyla birlikte halkın ortaya koyduğu tepki Haziran direnişinin sinyallerini veren bir özellik de taşımaktaydı. Bu sinyalleri veren başka bir örnek ise ODTÜ Ayakta eylemleriydi. 18 Aralık 2012’de Göktürk 2 uydusunun fırlatılışıyla ilgili 25 olarak adeta bir ordu eşliğinde ODTÜ’ye giden Erdoğan, öğrencilerin protestosuyla karşılaşmış ve kiralık katilleri ile ODTÜ’yü savaş alanına döndürmüştü. Buna karşı ODTÜ’lü öğrenciler göğüslerini siper ederek saldırganlığa karşı direnmişler ve tepkilerini ortak bir duruşla dile getirmişlerdi. Bu direniş aynı zamanda ülkenin birçok üniversitesinde yansımasını bulmuş ve öğrenci gençlik Türkiye’nin hemen her yerinde ODTÜ direnişine destek vermişti. Rektörlükler işgal edilmiş, polis barikatlarına karşı omuz omuza direnen bir potansiyel açığa çıkmıştı. Hatırlanacağı gibi öğretim üyelerinden, rektörlere kadar bir çok aydın bu direnişe destek olmuştu. Her Yer ODTÜ Her Yer Direniş sloganı öğrenci gençliğin kardeşleştiğinin ispatı omuştu. ODTÜ ile başlayan bu direniş, esas itibariyle üniversiteleri birer şirket haline getiren eğitim politikalarına karşı konan bir tepkiydi. Üniversitelerde demokratik hiçbir gelişmeye tahamül edemeyen egemenlerin, gençliği geleceksizliğe ve sömürüye itmesinin muhalif yansımasıydı. Bunun dışında egemenler tarafından uygulanan temel hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar ise muhalif tepkinin zeminini hazırlayan diğer bir faktördü. Göstermelik alevi açılımlarından demokratikleşmeye kadar bir çok argümanı diline peleseng eden AKP’nin neredeyse iktidara geldiğinden bugüne kadar demokratikleşme Gezi Süreci Devrimci Gençlik adına söylediği sözlerin birer aldatmaca olduğu açıkça görüldü. Zira KCK Operasyonu adı altında yürütülen komplolardan en barışçıl eylemlere kadar azgınca müdahalelerde bulunulmasına, laiklik karşıtı söylemlerden basın özgürlüğüne dönük saldırılara kadar her uygulamanın içinde devrimci bir birikimi yaratan potansiyele dönüştüğü Gezi alanında ispatlanmıştır. Nitekim Taksim Meydanı’nı dolduran binlerce insanın temel hak ve özgürlüklere dokunulmasına ve anti demokratik uygulamalara karşı özgürlük taleplerini dile getirdiği evlerinin pencerelerinden balkonlardan ve mahallelerinden tencere ve tavalarla tepkilerini dile getirmesi de bunun ifadesidir. GEZİ DİRENİŞİ VE İŞÇİ SINIFI Bu eylemlerde işçi sınıfı yoktu demek dar görüşlülükten başka bir şey değildir. Egemenlerin yıllardır uyguladığı akıl dışı uygulamalardan biri de emekçi halka dönük politikalardır. Taşeronlaştırmadan esnek çalıştırmaya sendikal faaliyetleri engellemekten, grev yasağına ve kıdem tazminatlarına kadar adeta emekçileri kölelik koşullarında yaşamaya mahküm hale getiren politikalar tüm kesimlerde olduğu gibi işçi ve emekçiler içerisinde de önemli bir muhalif birikime neden olmuştur. Tekel direnişi ile başlayan süreç ve hemen her sanayi bölgesinde cılız da olsa grevlerin sayısının artması potansiyel öfkenin ayak sesleri anlamına gelmekteydi. Bilindiği gibi Türkiye iş güvenliği/iş cinayetleri konusunda dünyanın en sabıkalı ülkelerinden biri haline gelmiş durumda. Bunun yanında egemenlerin ihtiyaçlarına denk düşen taşeronlaştırma politikalarıyla birlikte adeta işsiz işçiler ordusunun yaratıldığı bir zemin yaratılmış durumda. Çalışma saatlerinin 18. Yüzyılı dahi arattığı bir uygulamadır söz konusu olan. Yeni çıkarılan sendikalar yasası ile örgütlülüğe bir darbe vurulmuş grev hakkından toplu sözleşmelere kadar bir çok hak emekçilerin ellerinden alınarak tırpanlanmıştır. İşte bu nedenle emekçiler bulunduğu her merkezde alanlara çıkmış ve öfkelerini Gezi Direnişi’nin ruhuyla açığa çıkarmıştır. Her ne kadar işçi sınıfının öz örgütlülüğü olan sendikaların genel grev söylemlerinde bu durum objektif olarak ortaya çıkmadıysa da işçi sınıfının bireysel tepkileri şeklinde alanlarda kendisine yer bulmuş ve bir potansiyel ve enerji olarak açığa çıkma imkânını yakalamıştır. Gezi Direnişi en büyük desteklerinden birini de kırsal kesimden bulmuştur. Yıllardır uygulanan tarım politikalarının (Hes Projeleri’de buna dahildir) emekçi köylülüğü yıkıma uğrattığı biliniyor. Kırsal kesimin neredeyse tamamı kotalardan, ağır koşullarla ve borçlandırmaya dayalı kredi uygulamalarına, hayvancılıkta ithalata dayalı projelerden, emperyalist tarım tekellerinin önünü açan kararlarla borç batağına ve iflasa itilmiş durumdadır. Ülkenin birçok bölgesinde köylüler borçlarını ödemek için böbreğini satmak zorunda kalmış durumda. Gezi Direnişi’ne kırsal alandan da büyük oranda destek gelmesinin nedeni budur. Emekçi köylüler artık bu gidişe dur deme vaktinin geldiğini anlamışlar ve tepkilerini gezi ruhuyla açığa çıkarma imkanını bulmuşlardır. Gezi Direnişi salt yukarıda anlatılanlarla da sınırlı bir tepki değildir. Sıkça vurguladığımız gibi özünde hem emperyalist kapitalist sistemin krizinin ve onu aşmaya çalışan egemen politikaların hem de varolan sorunların reformlarla aşılamayacak denli büyük olduğunun ifadesidir. İşte tam da bu nedenle gezi direnişi devrimcidir, politiktir. DEVRİMCİ GENÇLİK GÖREV BAŞINA! Albert Einstein “Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez” der. Dolayısıyla süreç egemenlerin yarattığı sorunları yine onların mantığı ve yöntemleriyle aşacak boyutu çoktan aşmıştır. Devrimci potan- 26 siyelin kolluk güçlerine olan güvenini yitirerek onlara karşı yiğitçe başkaldırması, barikatlarda terini terine katarak direnmesi ve kardeşleşmesi bu bilincin açığa çıkmış ifadesidir. Her ne kadar tepkiyi salt AKP ve hatta Tayyip karşıtlığıyla sistemin kanallarına hapsetme anlayışlarıyla karşı karşıya gelinir olmuşsa da, cin artık şişeden çıkmış ve sistem içi reformlarla sorunların aşılamayacağı net bir biçimde görülmüştür. Gezi Direnişi’nin sınıfsal bağlamda bir çok kesimi kapsaması ve mayalayıcı bir işlev görmesi de bunun kanıtıdır. Artık ne terör demogojileri ne de ayrıştırma çabaları boşunadır. Hatta iktidar dahi bunun korkusu içindedir. Zira demogojik bir üslupla dahi olsa beş benzemezi yan yana getirdik diyerek bu ortaklaşmayı itiraf etmiştir. İşte bu nedenle bu ortaklaşmayı büyütmek, geliştirmek gibi bir görevle karşı karşıyayız. Mücadele de ayrıştırıcı bir niteliğe sahip olan diğer bir konuda Seçim ittifaklarına dayalı bir anlayışın ön plana çıkmasıdır. Ancak görüldüğü gibi yaşanan ve karşı karşıya kalınan sorunlar seçim ittifaklarını aşan bir boyuttadır. Emperyalizmin Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmeye çalışan projelerinden (Suriye Saldırısı) tutuklama furyasına, okullara polis merkezleri kurulmasından cadı avına kadar uygulanan her hamle devrimciler ve muhalif kesimler için radikal ve sonuç alıcı bir direniş hareketini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle devrimci gençlik mahallelerde oluşan Direniş forumlarından okullarda gelişecek muhalif hareketlere ve eylemliliklere kadar her alanı bu bilinçle ele almalıdır. Özellikle 6 Kasım çalışmaları zaman geçirmeden kampanyalarla başlatılmalı ve klasik YÖK protestolarını aşan bir anlayışla ele alınmalıdır. Bu bağlamda forumlardan ÖTK seçimlerine kadar bir çok araç değerlendirilmeli ve sonuç alıcı mekanizmalara dönüştürülmelidir. Egemenlerin Silahları da Yalanları da Aynı Y ıllardır egemenler, birbirleri ile çelişmeli olsalar da, halklara karşı imkanlarını da, yalanlarını ve silahlarını da birbirine ekleyerek hareket etmekte, doların da silahın da etkilerini dünyanın en ücra köşelerine kadar taşıyabilmekteydi. Adının küreselleşme, demokratikleşme, insan hakları, vb olması bir şey değiştirmiyordu; üstü örtülü, sivri yanları gizlenmiş sömürgecilik(yeni sömürgecilik) gerçekte daha da derinleştirilip yaygınlaştırılıyordu. Girilen her ülkeye yine “tekellerin en emperyalist unsurlarının diktatörlüğü” götürülüyordu. Ama modern kamuflajlar eşliğinde, bunun faşizm değil, demokrasi olduğu anlatılıyor/dayatılıyordu. Gelinen aşamada, bizlerin Gezi’de, dünya halklarının Libya, Mısır veya Suriye’de gördüğü, artık haramilerin yamalarının kısa kaldığı, kamuflaj malzemelerinin eskiyerek işlevini yitirdiğidir. Bunda, emperyalizmin ve faşizmin sınır tanımaz saldırganlığı ve yalanları yanında, halkların gerçekliği görebilme imkanlarındaki gelişmeler de etkili olmuştur. Evet Goebbels, “Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması o kadar kolaylaşır” demişti; ama, yalanlar ve yalancılar arasındaki bağların giderek görünür hale geldiği bu koşullarda, Goebbels’in mirası da egemenlerin baskı ve sömürü üzerine kurulu sistemlerini meşru göstermelerine yetmiyor. Halk artık, Suriye üzerine söylenen yalanla Antakya üzerine söylenen yalanın benzerliğini fark ediyor. Suriye’de kimyasaldan söz edilirken, Antakya’da halkın üzerine kimyasallı su sıkılıyor. Sonra da gaz fişeğiyle vurulan Ahmet için “çatıdan düştü” deniyor. Gezi’de söylenen “türban” yalanı ODTÜ’ye taşınıyor. Bunlar, McCarthycilik’ten beri güncellenerek uygulanan yöntemlerdir. Ülkemize özgü etkili versiyonlarından biri de “Camiye saldırıldı” denilerek halkın yönlendirilmesidir. Hatırlanacak olursa, 2004 Mart’ında yoldaşımız Önder Babat, önce susturucu takılmış silahla başından vuruldu sonra da “başına taş düştü” denilerek Adlı Tıp incelemesi yapılmadan gömülmek istendi. Bugün Suriye’de, Taksim’de, Kızılay’da veya Antakya’da emperyalizm ve işbirlikçileri, gerçekliği gören halklara karşı bir araç ve yöntem sorunu yaşamaktadır. ABD, Ortadoğu’daki emperyalist politikalarını; Türkiye oligarşisi, emek sömürüsüne, doğa talanına dayalı, rant amaçlı politikalarını eskisi gibi uygulayamıyor. Üstelik, kriz nedeniyle halkın sırtına yeni yükler yıkmayı, talanın ve rantın çapını büyütmeyi planladıkları bir konjonktürde bu sorunla karşılaşmışlardır. En barbar atalarının yöntemlerini makyajlayarak kullanma şansını da giderek yitirmekte olan emperyalistlerin ve bölgesel taşeronlarının ellerinde sihirli yöntem yoktur. Yaptıkları, yapacaklarının göstergesidir. Onlardan, yöntemlerinde ısrar dışında ters yönde adım ve politikalar beklenmemelidir. Yüzleri teşhir olmasına rağmen, aynı yöntemde ısrar edeceklerdir. Mehmet’i, Ethem’i, Ahmet’i, Ali İsmail’i katleden iktidar, mevcut suç ve yalan dosyasına rağmen nasıl Ahmet Atakan’ı da katletmiş ve hatta daha önceki ölümlerde olduğu gibi valilik açıklamaları üzerinden arkadaşlarını suçlamışsa, bundan sonra da artan bir ivmeyle aynı saldırganlığı sürdürmesi beklenmelidir. Emperyalizmin Suriye’de, taşeron iktidarın Türkiye’de yaptıkları, sınıfsal kimlikleri gereğidir. Bunlar kişilerle, niyetlerle açıklanacak olgular değildir. ABD Suriye’de 27 ve dünyada; Türkiye egemenleri, bölgede ve ülkede (özellikle Gezi süreciyle beraber) nasıl bir duruma düştüklerinin ve bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının farkındalar. Bugün artık bu ülke gençliği, “ALİ İSMAİL’İ VE ABDULLAH’I POLİS ÖLDÜRDÜ.. GENÇLİK YEMİN ETTİ: POLİSLE BARIŞ YAPMAYACAĞIZ...DİREN ODTÜ.. AYAĞA KALK ANTAKYA....” diyerek mücadele hattı çiziyorsa ve “LAZKİYEDE TECAVÜZE UĞRAYAN ANALAR KADINLAR BİZİM ANALARIMIZ BACILARIMIZ.. ÖLDÜRÜLEN ÇOCUKLAR KARDEŞİMİZ OĞLUMUZ.. ÖLÜM BİZİ ÇAĞIRIYOR, HOŞ GELDİ SAFA GELDİ.....” diyerek ölüme gidiyorsa, egemenlerin işi her zamankinden daha zordur; gerginlikleri, telaş ve saldırganlıkları bundandır. Onlara karşı geliştirilecek mücadelenin araç ve yöntemleri de bu sınıfsal gerçeklik temel alınarak düşünülmelidir. Devrimci Gençlik, nasıl yoldaş şehidi Önder Babat’ı yaşatmayı ve değerlerini büyütmeyi bilmişse, bugün de düşenlere ve düşeceklere karşı sorumluluğunun bilinciyle hareket edecek; Gezi dinamiğinin geleceği kazanma bilinci ve iradesiyle bütünleşmesi için ne gerekiyorsa yapacaktır. Biz, geçmişi önemsemekle veya gelecek düşüyle yetinmeyen, “Devrimcilik ânın sosyalizmidir.” diyen bir çizgide, Devrimci Yol’da Devrimci Gençliği örgütlüyoruz; egemenlerin silahlarıyla da yalanlarıyla da başedecek boyutlardadır ufkumuz. Direnerek yaratıyor, yaratarak direniyoruz. AHMET ATAKAN ÖLÜMSÜZDÜR! DEĞERLERİ VE MÜCADELESİ ONURUMUZDUR! HESAP SORACAĞIZ! 10 EYLÜL 2013 DEVRİMCİ GENÇLİK Bir Canımızı Daha Yitirdik Ali İsmail Korkmaz Ölümsüzdür! E mperyalizmin Taşeronu Tayyip Erdoğan’ın katliam albümüne bir fotoğraf daha eklendi. 2 Haziran gecesi, Eskişehir’de zalimlerin zorbalığına hayır demek için katıldığı eylemde polisler ve sivil faşistler tarafından linç edilen Ali İsmail Korkmaz bugün tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Demokrasi söylemini dilinden düşürmeyen egemenler bugün bir kez daha gerçek yüzlerini gösterdiler. Polisin uyguladığı şiddeti orantılı güç diyerek tanımlamaktan, uyguladıkları şiddet oranına göre mükafat dağıtanların gerçek niyetinin korku imparatorluğunu daha güçlü kılmak olduğu açıkça görülmektedir. Yaratılan gözaltı, tutuklama ve linç furyasının nedeni tam da budur. Senaryolarını yazdıkları iddianamelerin, hazırlayıp servis ettikleri yalan haberlerin altında yatan gerçeklik, karlarına kar katacak düzenin temellendirilmesi ihtiyacından başka bir şey değildir. Ali’yi aramızdan alanlar bugün bir gerçeklikle yüz yüzedirler. Bu gerçeklik artık hiçbirinin rahat bir uyku uyuyamayacaklarıdır. Bu gerçeklik, taşeronlaştırmadan geleceksizleştirmeye, bölgeler arasında gerilimler yaratarak halkların kanına susamış emperyalist projelerden, krizin faturasını emekçi halkın sırtına yıkmaya çalışan rant, talan, yağma düzenine karşı duruşun günden güne güçlenen yönüdür. Bu gerçeklik halkın devrimci gerçekliğidir. Medyada her şeyin güllük gülistanlık gösterildiği, demokrasi rüzgarlarının estirildiği, ilerleme masallarının eksik edilmediği ülkemizde, gerçekler karanlığın gölgesinde boğulmaya çalışılıyor. Ama bilinmelidir ki güneş balçıkla sıvanmaz. Bugün devrimci gençlik “bu daha başlangıç mücadeleye devam” diye haykırarak zalimlerin saltanatının emekçilerin eliyle yerle bir edilebileceğini ispatlamıştır. Yalanın ve manipülasyonun tüm örneklerini uygulayanların ipliğini pazara çıkarmıştır. Artık dikiş tutmayan AKP politikalarının boyası birer birer dökülmektedir. Egemenlerin yaşadıkları bu paranoid şizofreni halinin başka bir tanımlaması yoktur. Ethem’in, Mehmet’in, Abdullah’ın, Medeni’nin, Ali’nin mücadele kararlılıkları, aynı zamanda, kavgada son sözü, direnenlerin söyleyeceğinin ispatı olmuştur. İşte bu bilinç ve kararlılıkla tüm zorluklara rağmen mücadelesini sürdüren Devrimci Gençlik, bir suç rejimi olan faşizmi yenene kadar mücadeleye devam edecek, emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi, kapitalizme karşı sosyalizm bayrağını şehitlerimizin bize miras bıraktığı inanç ve bilinçle taşımaya devam edecektir. ALİ İSMAİL KORKMAZ ÖLÜMSÜZDÜR! KAHROLSUN FAŞİZM YAŞASIN MÜCADELEMİZ! 10 HAZİRAN 2013 DEVRİMCİ GENÇLİK Gençlik Örgütlerinden Ortak Açıklama Ö ğrenci Kolektifleri’nin İstanbul Üniversitesi’nde, devrimciliğe yakışmayan tarz ve üslüpları nedeniyle, çeşitli devrimci yapılar ortak bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı aşağıda yayınlıyoruz. Dün yaşananlara dair zorunlu açıklama Yakın zamanda tarihe yön veren bir sürece tanıklık ettik. Gezi Parkı süreci hayatımıza dair birçok şeyi değişime uğrattı. Her şeyden önce bize birlikte hareket etmeyi, beraber bir şeyler yapabilmeyi öğretti. Bunun sonucunda da nasıl başarıya ulaşabildiğimizi, ancak bir araya geldiğimizde gerçekten güzel şeyler yapabildiğimiz görmüş olduk. Tabularımızı, kalıp- laştırdığımız onca şeyi bir kenara koyarak bir arada nasıl mücadele edeceğimizi öğrendik. Bugün üniversitelerimizde de devletin, AKP hükümetinin uygulamış olduğu politikalara karşı yoğun bir mücadele hattı örüyoruz. Okulların açılmasına yakın bir zaman kala üniversitelere yönelik saldırılar başlamıştır. Bu saldırılar kendini en somut haliyle ÖGB ve polis şiddeti ile ortaya koymaktadır. Üniversiteliler üzerinde baskı politikalarını uygulamaya koymaya çalışan AKP iktidarı zor aygıtlarını harekete geçirmiştir. Buna karşı mücadele etmenin en belirgin yolu Gezi’den edindiğimiz deneyimlerle birlik olmaktan geçmektedir. Ka- 28 zanım elde etmek için her şeyi bir kenara koyarak nihai amaçlarımız doğrultusunda hep beraber ortak mücadele vermek gerekmektedir. Üniversite içinde mücadele eden farklı gençlik örgütleri de AKP iktidarının üniversiteye saldırılarını geçmiş pratikleriyle ve Gezi direnişiyle birlikte edindikleri deneyimlerle beraber Eylül’den itibaren daha büyük bir mücadeleyi örmeye başlamıştırlar. Bununla beraber, dün üniversitemizde Edebiyat Fakültesi bahçesinde yaşanan kavga ve siyasi kurumlara yöneltilen hakaret ve suçlamalar, hiçbir şekilde İstanbul Üniversitesi’nde yaratmaya ve korumaya çalıştığımız devrimci değerlere yakışmamaktadır. Bizler de aşağıda imzası bulunan kurumlar olarak her zaman, hangi kurum tarafından olursa olsun, kurumlar arasında geçebilecek olan şiddet hakaret ve karalamaların karşısında olacağımızı ilan ediyoruz. Kimi zaman aramızda yaşayacağımız tartışmalar, yukarıda bahsettiğimiz tutumu ve Haziran sonrası üniversite mücadelesini etkilememeli ve sekteye uğratmamalıdır. Bu hususta, dün üniversitemizde yaşanan olayın tarafları, geçmiş dönem mücadelesinde temsil ettikleri yer ve Haziran direnişinde sokaktaki milyonların bir parçası ve öncüleridirler. Tarafların yukarıda da bahsettiğimiz süreçte daha fazla hassasiyet göstermelerini beklemekteyiz. Yaşanan olayların şiddet vb. çözüm yollarıyla değil; ortak zeminlerde kurulacak platformlarla çözmeleri ve üniversite- Öznelleşen Devrimcilik Önce Sahibini Çürütür K apitalizm, öncelikle rekabettir, hırstır ve her şeyin kâra/ranta tahvil edildiği şahsileştirilmiş bir çıkar zeminidir. Kapitalizmin bireyi, yabancılaşma tarafından biçimlendirilir. O, “ben” eksenli düşünür; “Biz” dendiğinde bile bireysel çıkar eksenli hareket eder. Yaygın ve baş edilmesi güç olan bu biçimlenme, örgütsel duvarların geçirgenliği oranında devrimcidemokrat zeminlerde de kendini gösterir. Dışavurumları ise, dar grup çıkarlarının öne çıkarılması, dost yapılarla sekter ve saldırgan ilişki kurulmasıdır. ŞAKA GİBİ! Bir süredir “Öğrenci Kolektifleri” olarak bilinen grup, “Devrimci Gençlik biziz, siz bu adı kullanamazsınız.” diyerek çalışmalarımıza müdahale etmekte, afişlerimizi yırtmakta, kendi afişiyle bizim afişlerimizi kapatmakta veya spreyle logomuzun üstünü örtmektedir. Bu süreçte yaşanan gerilimler, tatsız olaylar, vb. bütünüyle bu tekelci, sekter ve siyaset yasakçı tutumun sonucudur. Sorumlusu da bu müdahaleleri yapan, yaptıran ve aynı örgütsel zeminde bulunup göz yumandır. Bugüne dek açıklama yapmaktan kaçınmamızın nedeni, bu tatsız konunun yaygınlaşmadan kapanmasına dair beklentimizdir. Bu konuda, uzun süre, elimizden gelen her şeyi yaptığımızı, sorun yaşamadan bu dayatmanın aşılması için kimi aktiviteleri ertelediğimi- zi bizzat Halkevleri çevresinden dostlar ve gelişmelere tanık çeşitli yapılar bilmektedir. ÇÜRÜME ÇÜRÜMEYİ TETİKLER Yaşanan sorunların tek nedeninin bu ülkede en az 6-7 yapının kullandığı ve Türkiyeli devrimcilerin pek çoğunun miras kabul ettiği Devrimci Gençlik isminin (Şaka gibi ama) Halkevleri içinde bir kesim tarafından, “Ben bunu kimseye kullandırmam” denilerek tekelci bir anlayışla ( ve gerçekte o adın içerdiği değerin özüne aykırı olarak) sahiplenilmesidir. Bu çarpık ve çürütücü duruş, başka çarpılmaları beraberinde getirmiştir. Yaşanan tek tek sorunları ayrıntılı biçimde açmadan diyebiliriz ki, hemen hiçbir gelişme, bu çevre tarafından kendi arkadaşlarına bile doğru aktarılmamakta; yalan söylenmekte, bizlere dönük olarak (atılan sloganlar dahil) küfürle harmanlanmış, devrimcilere yakışmayan bir dil kullanılmaktadır. Halkevleri’ni Uyarıyoruz! İçinizdeki bu eğilim, çevre (veya her ne ise) sizlere de zarar vermekte, kendilerinin dahi inanmadığı tanımlar ve yakıştırmalar yapmakta, geri dönüşü olmayacak mesafelerin oluşumunu tetiklemektedir. (Bugüne dek solda kaç yapıyla benzer sorunların yaşandığı üzerine kafa yorulmasında yarar vardır.) Kolektif Çevresini Uyarıyoruz! Biz Devrimci Yol’cuyuz. Devrim- 29 de gerilimi yaratan bir odak halinden çıkmalarını istemekteyiz. Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz! Yaşasın devrimci dayanışma! 27.09.2013 Anarşist Gençlik, AEF, Diren Üniversite, Ekim Gençliği, Kaldıraç, Kurtuluş Yolunda Dev – Genç, Öğrenci Dayanışması, TKP, TÜM – İGD, Yeni Demokrat Gençlik ci Yol, Devrimci Gençlik örgütlenmesinin nitelik büyütmüş ve içine gençliği de alarak bir harekete dönüşmüş halidir. Devrimci Gençlik, 1968’den beri genelde Türkiyeli devrimcilerin, özelde bizlerin temel önemde bir değeridir. Nerede neyin yaşandığı, bir sonuçtur. Sebep ise açıktır: Bir yapının diğerine siyaset yasağı koymasıdır. Soru sormak, gerçeği araştırmak ve doğru yerde saf tutmak “Kolektif” anlayışın gereğidir; Gezi sürecinden öğrenilmesi gereken ilk derslerden biri budur. Devrimci Demokrat Yapıları Uyarıyoruz! Ortada üzerinde uzun boylu soruşturma/araştırma yapmayı gerektiren bir durum yoktur. Hala duvarlarda, logosunda Mahir, Hüseyin, Ulaş’ın olduğu “Devrimci Yolda Devrimci Gençlik” afişlerimizin söz konusu çevre tarafından spreylenmiş örnekleri durmaktadır. Yapılmakta olan, siyaset yasağıdır, tekelciliktir; gerisi ayrıntıdır. Rol alınacaksa bugün alınmalıdır. Aksi takdirde mazruf dururken zarfla uğraşılmış olacak ve doğru yer ve zamanda gerekli işlevi yerine getirme fırsatı kaçırılacaktır. Devrimci ahlak, devrimci değerlerin bütünüdür ve her koşulda savunulmasıdır. Bu rotada ısrar, sahibini büyütür; tersine her hareket ise, küçültür ve çürütür. 27 EYLÜL 2013 DEVRİMCİ GENÇLİK Politik Bir Refleks: İşsizliğin Örgütlenmesi İşsizlik oranları her geçen gün artmasına rağmen, işsizler arasında örgütlenme pek azdır. Elbette ki, işsizlik, hem geçici olabilmesi, hem de işsizlerin belirli bir uzamdan yoksun olmalarından dolayı, örgütlenmesi zor bir alandır. Ancak ne kadar zor olursa olsun, geçmiş dönemdeki başarılı örnekler bugüne ışık tutabilirler. B ugün, işsizlik, hemen herkesin peşinde koşan, kimsenin pek de uzak olmadığı bir gerçeklik haline gelmiştir. Hem artık hiç kimse işsizlikten muaf da değildir. Örneğin eskiden, “üniversite mezunları işsiz kalmaz” denirken, şimdi her yer üniversiteli işsizlerle doludur. Dahası, farklı özelliklere sahip o kadar işsiz insan vardır ki, işi olanlar, patron tarafından, çok farklı gerekçelerle işten çıkarılıp, tıpkı bir makine parçası gibi bir başkasıyla değiştirilebilirler. İşsizlik oranları her geçen gün artmasına rağmen, işsizler arasında örgütlenme pek azdır. Elbette ki, işsizlik, hem geçici olabilmesi, hem de işsizlerin belirli bir uzamdan yoksun olmalarından dolayı, örgütlenmesi zor bir alandır. Ancak ne kadar zor olursa olsun, geçmiş dönemdeki başarılı örnekler bugüne ışık tutabilirler. Bu bakımdan en dikkate değer örnek Birleşik Devletler’deki İşsizler Konseyleri (Unemployment Councils) deneyimidir. İşsizler Konseyleri’ne geçmeden önce, “işsizlik doğal bir nüfus sorunudur” gibi kimi argümanları eleştirmek üzere, Kapital’in sayfalarında biraz dolaşmak gerekir. II İşsizlik, Thomas R. Malthus’un iddia ettiği gibi, sıralı bir şekilde (1+2+3...) artan kaynaklara karşı- Cevdet Ünlü lık, geometrik bir şekilde (1+3+5...) artan insan nüfusunun bir getirisi değildir. Hem nüfusun kendisi, insan doğasına içkin ve değişmez, bir takım doğal üreme eğilimleriyle açıklanamaz. Bu eleştirinin sahibi Karl Marx, Malthus’da olsun diğer düşünürlerde olsun, her türlü doğallaştırma fikrine karşı çıkar. Elbette ki bu, Marx’ın, insanın görece-doğal niteliğini dışladığı anlamına gelmez. Marx’ın itiraz ettiği, toplumsal olanın doğal olan olarak nitelenmesi; toplumsallığın insan gerçekliğinden –“metafizik” bir bakış açısıyla– koparılmasıdır. Marx açısından nüfus, bir toplumdaki üretim ilişkilerinden hareketle, sağlıktan kültüre her toplumsal ilişkinin etkisi altındadır.1 Bunlara, nüfusun kendi içindeki rastlantısal denklemleri ve dönemin aile yapısı veya yapıları da eklenmelidir. Değişen toplumsal ilişkilere bağlı olarak, kölelerin olduğu bir toplumla, daha fazla insanın ihtiyaçlarını giderebilecek koşullara sahip kapitalist bir toplum arasında, nüfus oranları açısından, belirgin farklılıklar olduğu düşünülebilir. Örneğin bugün, artınüfustan –üretimin dışında kalmış ve ihtiyaçlarını kendisine dayalı olarak karşılayamayan insanlardan söz edildiğinde, kapitalist top- 1 Karl Marx, Kapital I, çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2010, s. 544. 30 lumun kendi iç dinamiklerine göz atmak gerekir; işsizlik, kapitalist toplumun bir sonucu, hatta kendi üretim ilişkilerinin gereksindiği zorunlu bir koşuldur.2 Marx, kapitalist bir toplumda, işsizlik sonucunu doğuran farklı nedenlerden bahseder. Örneğin, kapitalist ilişkiler altında üretim, rekabetçi dönemden farklı olarak, tekellerin ortaya çıktığı dönemde sınırlanır ve canlı-emek gereksinimi düşme eğilimine girer. Bu noktada, her ne kadar sürekli daha fazla işçi istihdam edilse de, artan genel nüfus içinde bu oran, toplamın gerisinde kalır. Ancak bu ve sıralanabilecek diğer nedenler (örneğin, belirli bir mülkü olan zanaatçı, küçük-köylü ve esnaf gibi kimselerin, tekelleşme sonucu mülksüzleşmeleri ve işçi sınıfı nüfusuna eklenmeleri) her zaman düz bir rotada ilerlemez ve kimi zaman düzensiz, ters bir şekilde hareket ederler. Bu durumda, genel olarak düşme eğilimi gösteren koşullar, belirli bir süre tam tersi bir gerçeklik de oluşturabilirler. Diğer taraftan, bunlar arasındaki en kararlı etken değişen-sermayenin (emek-gücü) değişmeyensermaye (hammadde ve üretim araçları) lehine azalması ve değişmeyen-sermayenin sürekli artmasıdır.3 İşçi, kendi ihtiyaçlarını karşıla- 2 3 A.g.e., s. 545. A.g.e., s. 542-545. Devrimci Gençlik mak üzere, emek-gücünü tıpkı bir meta gibi burjuvaya satar. Burjuva, emek-gücünün üretim sırasında kullanılmasını (kullanım-değeri), işçinin ihtiyaçlarına karşılık gelen (değişim-değeri) bir ücret (ücretli-emek) karşılığında elde etmiş olur. İşçi üretime katıldığında ve nesnelerin dönüşümü için zaman (emek-zamanı) harcadığında, kendi ücretini de içerecek bir üretimde bulunur. Örneğin 4 birim ücret almasına karşılık, 8 saatte 32 birim meta üretmiştir. Bu noktada kendi ücreti 1 saatte çıkmasına karşılık, emek-gücünün kullanımını bir başka öznenin denetimine sunduğudan ötürü, 7 saat de onun için çalışır. Bu fazlalık artı-değerin ta kendisidir. Bu noktada, işçinin, üretim aracıyla olan ilişkisine dikkat etmek gerekir. İşçi, nesnenin bir meta olarak dönüşümünü, üretim aracını kullanarak gerçekleştirir. Bu ilişki sırasında, ağırlık, işçide veya üretim aracında olabilir; ve üretim aracının ağırlığına göre emeğin yoğunluğu –emek-gücünün nesneye kattığı değerin oranı belirlenir. Bu bir örnekle açılabilir. Bir işçinin, elektriksiz bir makineyle 2 birim meta ürettiği ve söz konusu üretim için 8 saat harcadığı düşünülsün. Buna karşılık, elektrikli bir makineyle 2 birim meta, sadece 4 saatte hazırdır.4 Birinci örnek için işçinin bedeni tarafından yapılanlar, ikinci örnekte makine tarafından üstlenilmiştir. Böylece işçi, daha kısa sürede, daha fazla üretimde bulunma olanağını elde etmiştir. İlk örnekte, emeğin yoğunluğu daha fazladır, ikincisinde ise, bu yoğunluk, üretim aracı tarafından azaltılmıştır; ve işçinin emek yoğunluğu azaldıkça üretkenlik de artar.5 Bu örneğe, farklı bir açıdan da bakılabilir. Mesela, 8 saatlik 4 Burada, konunun sınırlandırılması açısından, emekgücünün nispi artı-değer üretimi açısından olanakları göz ardı edilmiştir. Bu olanaklar bugün esnek üretim gibi isimler altında pervasızca açığa çıkarılmaktadırlar. 5 Karl Marx, Kapital I, s. 554. İşsizlik İşçi, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emek-gücünü tıpkı bir meta gibi burjuvaya satar. Burjuva, emek-gücünün üretim sırasında kullanılmasını (kullanım-değeri), işçinin ihtiyaçlarına karşılık gelen (değişim-değeri) bir ücret (ücretli-emek) karşılığında elde etmiş olur. İşçi üretime katıldığında ve nesnelerin dönüşümü için zaman (emekzamanı) harcadığında, kendi ücretini de içerecek bir üretimde bulunur. Örneğin 4 birim ücret almasına karşılık, 8 saatte 32 birim meta üretmiştir. Bu noktada kendi ücreti 1 saatte çıkmasına karşılık, emek-gücünün kullanımını bir başka öznenin denetimine sunduğudan ötürü, 7 saat de onun için çalışır. Bu fazlalık artı-değerin ta kendisidir. bir işin, eskiden 4 işçi tarafından çıkarıldığı, ancak şimdi 2 işçi tarafından tamamlandığı düşünülebilir; bu iş için artık iki işçi kâfi, iki işçi ise fazladır. Bu noktada üretim araçlarındaki gelişim, insanların tüketimlerinden daha hızlı gerçekleşir. Böylece, gerekli olan işçi sayısı eskisine oranla sürekli düşüş eğilimindedir. Her ne kadar bir toplumun, kendi dinamiklerindeki düzensizliğe bağlı olarak, durum “şu” veya “bu” şekilde farklılık gösterse de, genel eğilim düşüş yönündedir. Marx bunun, kapitalizmin en derin çelişkilerinden biri olduğunu düşünür, çünkü artı-değerin elde edildiği canlı-emek/değişen-sermaye bir tarafa atılmakta ve değişmeyensermayenin ağırlığı artmaktadır. Bu da artı-değerdeki, dolayısıyla kâr oranındaki düşüşün en önemli nedenlerinden birini oluşturur. Bu arada, artı-nüfus –üretimin dışına itilmiş nüfus– kapitalist toplum açısından gereksiz bir toplam da değildir. Bu, kapitalist toplumda, emeğin yoğunluğunun azalmasının bir sonucu olduğu gibi, diğer taraftan başka ilişkiler için de bir neden, bir etkendir: Artınüfus yedek-işgücü ordusunu oluşturur.6 Bu, kabaca, klasik arz ve talep ilişkisi üzerinden bakılırsa, fazla olan emek-gücüne biçilen ücretin azalması ve sürekli belirli bir sınırda tutulması anlamına ge- 6 A.g.e., s. 545. 31 lir.7 İşgünü saatlerinin kısaltılması yerine insanların işsiz kaldıkları bir üretim biçimi olarak kapitalizm, asla işsizliğin giderilmesini sağlayamaz. Bugün üretimin ulaştığı boyut düşünüldüğünde, bunun nedeni de anlaşılabilir. Ücretlerin artması özellikle tekeller açısından “büyük bir yük” olacaktır. Bundan ötürü başta tekeller olmak üzere, sermaye-sahipleri, emek-gücünün arz-talep ilişkisine bağlı olan dengesini korumak isteyeceklerdir.8 İşsizliğin, doğal bir nüfus sorunu, bir rastlantı veya kişilerin kendi kabahatleri olarak değerlendirilmesi anlamsızdır. İşsizlik de tıpkı diğer ilişkiler gibi kapitalist toplumun kendi iç dinamiklerinin bir parçasıdır. İşaret edildiği gibi, işsizliğin, artı-değer sömürüsünü içeren bir toplumda aşılmasının olanaklarından bahsedilemez. Kısmi anlamda işsizliğin giderilmesi ise asla bir çözüm değildir. Bu durumda, dün işleri olan işsizlerin tıpkı yarın işleri olmayacak arkadaşları gibi bir arada olmaları ve sorunlarına çözümler üretebilmek üzere örgütlenmeleri için pek çok sebep vardır. III İşsizlerin örgütlenmesine dair henüz aşılamamış, model oluşturabilecek bir örnek aranırsa, en başta Birleşik Devletler’deki İşsizler 7 8 A.g.e., s. 548. A.g.e., s. 549-550. Devrimci Gençlik Konseyleri’ni düşünmek gerekir. İşsizler Konseyleri, Büyük Buhran’ın en önemli sonuçlarından biri olan %25 işsizlik oranına karşı gelişen, politik reflekslerin bir getirisi olarak düşünülmelidir.9 Birleşik Devletler’deki işsizliğin önemli bir sonucu, işçi ücretlerinin düşmesi ve işçilerin çok düşük ücretler altında çalışmalarıdır. Ancak daha da önemlisi, insanların önemli bir kısmının uzun süre işsiz kalmaları ve ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmeleridir. Bu sonuncusu için işsizliğin çok ciddi sonuçlar doğurduğunu anlamak hiç de zor değildir. Örneğin, o dönem (1925-1936), kiralarını ödeyemeyen işsizlerin, barındıkları konutlardan çıkarılmak istenmeleri sık görülen bir durum haline gelmişti. Buna karşılık kimi işsizlerin konutları terketmemeleri, kira çatışmaları (rent conflicts) ismiyle anılan çatışmalara karşılık gelir. Bunlar işsizlerin ilk politik refleksleri olarak düşünülebilirler. Bu olanlara rağmen hükümet, önlem olarak sadece, yardım kuruluşları kurulması ve varolanların desteklenmesi için kampanyalar düzenledi; diğer taraftan da “zor durumda olan” tekellerle ilgileniyordu. Ancak işler hükümetin istediği gibi olmadı ve yardım kuruluşları yetersiz kaldı. Böylece, işsizliğe bağlı olarak, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlanan kalabalık bir kitle oluştu. Bu noktada insanlarda içten içe biriken tepkiler ani patlamalarla açığa çıkmaya başladı. Bunların sonucunda, işsizliğe karşı tepkiler kendiliğinden veya düzenli-organize/örgütlü bir şekilde, zamanla, önce refleks ardından da daha kapsamlı olarak gelişmeye başladı. Bunlardan düzenli-organize olan tepkiler, zaten 1920’lerden 9 % 25, Birleşik Devletler gibi nüfusu kalabalık bir uzam için önemli bir rakam olsa gerek İşsizlik itibaren Komünist Parti tarafından yönlendiriliyordu. Ancak bunlar, nicelik anlamında son derece eksiktiler. Ne zaman ki tepkiler güçlendi (1930) ve işsizler, dağınık veya organize reflekslerini adım adım bir dayanışma ağına dönüştürdüler, sonrasında İşsizler Konseyleri’ni kuracak bir toplam oluşabildi. Bu ağ adım adım ekonomik bir kapsamdan çıkıp, bir diğer ifadeyle işsizlerin bir arada durdukları, iş aradıkları ve ihtiyaçlarını karşıladıkları bir kapsamdan çıkıp, politik talepler içermeye başladı. Böylece, dayanışma ağından ekonomik örgüte dönüşen bir organizasyon, adım adım politik bir niteliğe de sahip olmaya başladı. İşsizler Konseyleri, Birleşik Devletler’i aşan, dikkat çekici ve öğretici bir deneyimdir. Bu açıdan farkında olunması gereken kimi önemli noktalara işaret etmek gerekir. İşsizlerin örgütlenmesindeki en önemli sorun, işsizlerin belirli bir uzamdan yoksun olmaları ve vasıflı iseler çok çeşitli iş kollarına ait olmalarıdır. İşsizler ne bir fabrika ne de başka bir uzam içerisinde değildirler. Bundan ötürü, işsizler, şehirde veya kırda farklı uzamlara dağılmışlardır. Bu koşullar altında ortak bir hareketlilik örebilmek son derece zor görünmektedir; 32 ancak imkansız da değildir. Örneğin Birleşik Devletler’deki deneyim, işsizlerin önce kendi yerleşim alanlarında diğer işsizlerle ilişki kurduklarını göstermektedir. İşsizlerin pub (public house) gibi toplandıkları, zaman geçirdikleri mekanlar, farkında olmaksızın kendi durumundaki insanlarla görüştükleri-buluştukları uzamlardır. Birleşik Devletler’de, bunlara, yardım kuruluşları da eklenebilir. Bu iki örnekte de, belirli bir uzamda toplanma durumu söz konusudur. Bu durum Birleşik Devletler’deki politik reflekslerin kitlesel olması açısından önemli bir etken olmuştur. Ancak daha da önemlisi, bu refleksler kimi zaman söz konusu uzamlarda doğmuşlardır. Bu politik reflekslerden doğan Konseyler, işsizlere, örgütlenme sorunları açısından son derece önemli deneyimler kazandırmıştır. Örneğin Konseylerin oluşturulması ve işler hale getirilmesi sırasında, daha önce politik alanda etkisiz olan insanların, sadece işsizlikten hareketle toplum içinde neler olduğunu anlamaları ve adım adım sınıfsal bir bakış açısı kazanmaları, hatta bu bakış açısının oluşturulmasına çeşitli katkılar sunmaları da dikkat çekici olmuştur. Kısa bir süre önce düzen partileri arasında sıkışmış insanların, kendilerinin politik bir alternatif olduklarını görmeleri ve işsiz olma durumlarından hareketle ekonomik ve de politik taleplerde bulunmaları egemenleri oldukça endişelendirmiştir. Bu taleplerden en önde geleni işsizlik ücreti olmuştur. Konseyler öncesi ve sonrası, işsizlerin önemli bir kısmı, insanların, çeşitli kuruluşlara bağımlı kılınarak ‘sadaka’/ yardım almalarına ve zor durumları kullanılarak söz konusu kuruluşlar içinde “ehlilleştirilmelerine” karşı çıkmışlardır. Daha sonra Devrimci Gençlik Konseyler, işçilerin, işsiz kaldıkları durumlarda işsizlik ücreti almaları gerektiğini savunarak, özel veya devlet kuruluşlarının işsizlere “sadaka” dağıtmalarının altındaki başka amaçları da teşhir etmiştir. Kamu harcamaları için oluşturulan fonların, işçilerin emeği üzerinden oluşturulmasına rağmen, işsiz kalan işçilerin her türlü olanaktan yoksun kalması ve emeği sömürülen işçinin, bir de güvencesi olmadan bir işte çalışması, emek cephesi açısından haksızlık olarak değerlendirilmiştir. Bu noktada Konseyler, kuruluşların “sadaka”larını onur kırıcı görmekteydi. Bunlara karşı Konseyler, işsizlerin en temel ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan dayanışma ağını/komünleri genişletmiş ve yenilerinin kurulması için öncülük etmiştir. Herkesin elinde olanı getirdiği komünler, hem işçilerin kendi öz güçlerine dayanması açısından, hem de yardım kuruluşlarına alternatif olmaları açısından önemli deneyimler sunmuştur. İşsizler Konseyleri, Büyük Buhran dönemindeki muhalefette önemli bir rol almış ve Yeni Sözleşme (New Deal) ismiyle 1933-1936 yılları arasında hükümetin yürürlüğe koyduğu reformların üzerinde önemli bir baskı unsuru olmuştur. Bu reformların kapsamına işsizlik İşsizlik ücreti de alınmıştır. IV İşsizliğin örgütlenmesi, gittikçe artan işsizlik oranları düşünüldüğünde son derece önemli politik bir olanak sunar. Olası bir örgütlülük, işsizlerin iş bulmalarıyla oluşan sirkülasyonu doğru yöneterek dağınıklığa karşı bir önlem de getirebilir. Böylece, işsizlerin refleks tepkilerinin örgütlenmesi, düzenli-organize bir nitelik kazanması sağlanabilir. Bu da işsizliğin önüne geçilmesi ve işçi sınıfını baskı altında tutmak için el altında tutulan yedek-işgücü ordusunun eritilmesi için olanaklar sağlayabilir. Bu noktada işsizliğin örgütlenmesi için sendikalar önemli bir rol üstelenebilirler. Ancak bugüne kadar sendikalar, işsizlik örgütlenmelerine karşı pek az ilgi göstermişlerdir. Bu, İşsizler Konseyleri deneyimi sırasında da farklı değildi. Bundan dolayı Konseyler önce sendikalardan bağımsız kurulmuş bir organizasyondur. Ancak daha sonra, artan etkisi doğrultusunda, sendikalar içerisinde kendisine bir alan bulabilmiştir. Oysa ki sendikalar içinde kurulabilecek bir örgütlenme hem daha fazla araca sahip olarak avantajlı olabilir, hem de işçi sınıfının diğer kesimleri ile ortak hareket edebilme imkan- 33 larına daha çabuk ulaşabilir. Sendikalar içinde veya dışında işsizlerin örgütlenmesi, sürekli artan işsizlik oranları düşünüldüğünde kısa süre içinde önemli bir politik pratik sunacaktır. Kaynakça Danny Lucia, ”The Unemployed Movement of the 1930s”, International Socialist Review, sayı 71, May.- Haz. 2010, <http://www.isreview.org/issues/71/feat-unemployed.shtm> Frances F. Piven ve Richard Cloward, 1930-1939: The Unemployed Workers’ Movement, Libcom, <http://libcom.org/history/193019 3 9 - u n e m p l o y e d - w o r k e r s movement> Joan Robinson, “Marx on Unemployment”, The Economic Journal, cilt. 51, sayı 202/203 (Haz. - Eyl., 1941), ss. 234-248. Karl Marx, Kapital I, çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2010, s. 544. Steve Valocchi, “External Resources and the Unemployed Councils of the 1930s: Evaluating Six Propositions from Social Movement Theory”, Sociological Forum, Vol. 8, No. 3 (Eyl., 1993), ss. 451-470. Kürt Sorunu Ve Görevlerimiz Kürt Sorunu, coğrafyamızda devrimcilerin ve egemenlerin sürekli gündeminde olan ulusal bir meseledir. Ortadoğu’da emperyalizm ve halklar arasında sürekli değişen dengelerin arasında hem emperyalistlerin hamlelerini hem de halkların geleceğini etkileyen, halen çözülmemiş, geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bir sorundur. Ülkemiz devrimcileri ise tarihleri boyunca Kürt Sorunu konusunda çeşitli çözüm önerileri ve teoriler üretmiş ve sorunun Kürt halkının özgürleşmesi temelinde çözülmesi için mücadele K ürt Sorunu coğrafyamızda devrimcilerin ve egemenlerin sürekli gündeminde olan ulusal bir meseledir. Ortadoğu’da emperyalizm ve halklar arasında sürekli değişen dengelerin arasında hem emperyalistlerin hamlelerini hem de halkların geleceğini etkileyen, halen çözülmemiş, geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bir sorundur. Ülkemiz devrimcileri ise tarihleri boyunca Kürt sorunu konusunda çeşitli çözüm önerileri ve teoriler üretmiş ve sorunun Kürt halkının özgürleşmesi temelinde çözülmesi için mücadele etmişlerdir. Kısaca değinecek olursak, Marksizm’e göre uluslar; aralarında dil birliği, toprak birliği, iktisadi yaşam birliği ve kültür birliği olan milliyetlerdir. Uluslar feodalizmin parçalanıp, kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla ortaya çıkan; pazar sınırlarının netleşmesi sorunu sürecinde şekillenmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu bir devlettir. Üzerinde Türk ve Kürt ulusları ile bu ulusların içinde dağınık şekilde yaşayan çeşitli azınlıklar yaşamaktadır. Türkiye’de Türk ulusu ile diğer ulus ve azınlıklar arasında ezen-ezilen ilişkisi vardır. Türkiye’de Osmanlı döneminden başlayarak Kürt ulusu ezilmektedir. Kürt ulusu büyük ölçüde emekçi bir halktır, hem ağır bir sınıfsal sömürü altındadır hem de yoğun bir ulusal baskı altındadır. Varlığı reddedilmiş, dili yasaklanmıştır. Kürt ulusu hem imparatorluk Serdar Deniz Cevahir hem de cumhuriyet dönemlerinde defalarca kitlesel kıyımlara uğramış ve zorunlu göçe maruz bırakılmıştır. ABD emperyalizminin yeni sömürgesi olan ülkemizde, faşist devlete karşı demokrasi ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren devrimcilerin Kürt halkının özgürlüğünü sağlamak için Kürt sorununu tarihselliği içinde bilimsel olarak ele alması gerekmektedir. Kürt sorununun tarihinin yanlış kavranması, soruna yanlış çözümler üretilmesine sebep olmaktadır. KÜRT SORUNUNUN TARİHİ 1639 yılına kadar feodal beyliklere bölünmüş olan Kürdistan, o tarihten sonra Osmanlı ve İran arasında yapılan Kasr-ı Şirin anlaşmasına göre iki devlet arasında bölünmüştür. Bu durum bugün 4 parça olan Kürdistan’ın, İran Kürdistan’ı ile diğer parçalar arasında farklı bir sosyal ve ekonomik yapının oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle biz siyasi görevlerimiz gereği daha çok Kuzey ve Güney Kürdistan üzerinde duracağız. Osmanlı döneminde 19. Yüzyıla kadar Kürdistan özerk bir yapıya sahip olmuş, Kürt feodalleri tarafından yönetilmiştir. 19. Yüzyıl ile beraber devletin merkezi otoritesinin azalması ile birlikte Kürt feodalleri varlıklarını güçlendirmiş, görece bağımsız bir yapıya kavuşmuşlar ve merkezi devlete karşı iktidar amacıyla Osmanlı ile çeşitli çatışma ve sürtüşmelere girişmiş- 34 lerdir. Bedirhan Bey ve Yezdan Şer ayaklanmaları bu dönemde çıkan çatışmaların başlıcalarıdır. Bu isyanlar feodal karakterli hareketler olmasına rağmen Kürtlerin modern çağlarda devletle ilk kapışması olduğu için milliyetçi Kürt aydınları tarafından heyecanla karşılanmış, Kürt ulusal hareketinin şekillenmesine büyük katkı sağlamıştır. Osmanlı içindeki birçok farklı ulus küresel ölçekte kapitalizmin gelişmesi ile beraber bir burjuvazi oluşturabilmiş ve bu burjuvaziler belli ölçüde bir sermaye birikimi sağlayabilmişlerdir. Bu ulusların kendi topraklarında ulusal burjuvazileri güçlendikçe Osmanlı devleti ile aralarında çelişkiler çoğalmış ve en sonunda bağımsızlıklarını elde edebilmişlerdir. Ancak bu uluslar daha çok Osmanlının batı kısmında, Avrupa ile ilişkileri bulunan, kapitalistlerin ilgi alanına giren ve ülkenin ekonomik merkezi durumunda olan bölgelerde yaşıyorlardı. Kısaca Osmanlı içinde Sırp, Yunan vb. ulusal sorunları o ülkelerin burjuvazileri ve halklarının öncülüğüyle bağımsızlık temelinde çözülmekteydi. Kürdistan ise bu ulusların ülkelerine nazaran Osmanlı’nın iç bölgesi sayılabilecek bir coğrafyada olmasından kapitalist gelişmelere uzaktı ve kapitalizmin ilgi alanına girecek (hammadde kaynakları gibi) özellikleri henüz bilinmemesinden dolayı bir sermaye birikimi sağlayamamıştı. Üstelik kuzey yarımkürenin büyük Devrimci Gençlik Kürt Sorunu kısmında feodalizm çözülüp kapitalizm yeşerirken, Bugün Kuzey Kürdistan’da devletin tarihi kadar eski olan Kürdistan’da Osmanlı otoriimha, inkâr ve asimilasyon politikaları daha gelişmiş biçimiyle tesinin zayıflamasıyla beraber feodalizmin güçlenmesi devam ediyor, Cemaat eliyle Kürt gençliği kendi varlığına ulusal mücadeleyi yüklenedüşmanlaştırılmaya çalışılıyor, gerici örgütlenmeler devlet eliyle cek bir burjuva sınıfının oluşbüyütülerek halkın özgürlük mücadelesine karşı koz olarak masını engellemiş ve zayıf olan milliyetçi Kürt aydınla- kullanılıyor, Kürt halkının örgütlü güçleri tasfiye edilmek isteniyor, rının çalışmalarına da engel Kürdistan coğrafyası insansızlaştırılıyor, Kürdistan doğası barajlar yaratmıştır. ve orman yangınlarıyla yok edilmeye çalışılıyor… Türkiye’de Yirminci yüzyıla gelindiğinde bir ulusal burjuvazisi Kürtlerin kırıntı düzeyinde dahi hiçbir hak ve özgürlükleri olamayan Kürtlerin ulusal bulunmamaktadır. En temel insan haklarından olan anadilde özlemlerini Avrupa’da eğitim almış Kürt aydınları dile eğitim hakkına dahi sahip değillerdir. Kuzey Kürdistan’da yürüyen getirmiş, Kürt ulusal mücaulusal mücadele hala var olma – yok olma seviyesinde sürmektedir. delesinin yükünü omuzlarına almışlardır. Osmanlı için gi(Sivas) ve Milli (Urfa) gibi çeşitli lışılmıştır. 1923’ten sonra Kürtler derek büyük bir tehlike dudirenişler geliştirilmiş ve bu direnişdevlet tarafından sosyal ve zaman rumuna gelen Kürt ulusal hareketi ler Türk Devleti tarafından vahşice zaman fiziki imha yoluyla bastırıl(milliyetçi aydınlar ve aşiretler) bastırılmıştır. mak istenmiştir. TC’nin imha politiBirinci Emperyalist Paylaşım SavaKurtuluş Savaşı emperyalist kalarına karşı önce 1925’te Azadi şı öncesi ve sırasında Osmanlı tagüçleri Anadolu’da gerilettikçe örgütünün önderliğinde Şeyh Said rafından önce Hamidiye Alayları Kürdistan’a baskı ve zulüm götürİsyanı, 1926 yılında Hoybun ördaha sonra ise Aşiret Mektepleri müştür, bu bakımdan emperyalizgütünün önderliğinde Ağrı İsyanı gibi Müslümanlık temelinde örgütmi geriletmesi sebebiyle bir açıdan patlak vermiştir. Büyük kitlesel kılenmiş askeri birlikler kurularak, ilerici bir karaktere sahip olmasına yımlarla bastırılan bu isyanlardan bir ölçüde devlet politikalarına ve rağmen, Kürt halkına uyguladığı sonra, 1938 yılında silahlı bir isyan Alman emperyalizminin çıkarlarıulusal baskı ve katliamlar sebebiyolmamasına rağmen Dersim’de jena yedeklenebilmiştir. Bu birlikler le gerici bir nitelik de taşımaktadır. nosit düzeyinde büyük bir kitlesel emperyalist savaş boyunca saSavaşın ardından kurulan devkıyım gerçekleşmiştir. Feodalizmi vaşmaktan ziyade başta Ermeni let, kökü Osmanlı döneminde de tasfiye etme bahanesiyle dönemin halkına, Osmanlı karşıtı aşiretlere, olsa modern anlamda yeni gelisolunu ve aydınlarını da arkasına karşı kitlesel kıyımlar yapmak için şen, embriyo halindeki burjuvazi alan Kemalizm, isyan etmeyen Kürt kullanılmıştır. Savaş boyunca deviçin zorlama bir ulus devlet şekbölgelerinde ve Türkiye’de kendi let hem Ermeni ulusal hareketini lindeydi. Sermayenin üst yapıdadümen suyundaki feodal güçlere ezmiş, hem de Kürt ulusal harekeki ihtiyaçları çerçevesinde tek ve dokunmamış ve elinden geldiğince tini büyük ölçüde denetim altına muktedir ulus oluşturulma çabası, bu güçlerle işbirliği yapmıştır. Yaalmıştır. küçük burjuva Kemalist önderliğin şanan kıyımlardan sonra, Türkiye Emperyalist savaş bittiğinde Osdoğrudan giriştiği katliamlarla, Devrimci Hareketinin ayağa kalkmanlı Devleti parçalanmış, Kürdisİstiklal mahkemeleri gibi gerici uymasına kadar Kuzey Kürdistan’da tan’daki devlet otoritesi tamamen gulamalarla, Türk Tarih Tezi gibi siyasal ve toplumsal anlamda ortadan kalkmıştır. Emperyalizmin zorlama destanlar eşliğinde asimiyaprak kımıldamamış, TİP’in Doğu işgali altına giren Anadolu’da işlasyoncu politikalarla gerçekleştiMitingleri ile beraber Kürt Sorunu gale karşı küçük burjuva Türk milliriliyordu. Osmanlı Devleti’nin son tekrar ülke siyasetinde üzerinde koyetçi aydınlarının önderliğinde bir döneminden miras alınan bu gerici nuşulan bir mesele haline gelmiştir. ulusal kurtuluş savaşı şekillenmepolitika başta Ermeniler ve Kürtler Türk devletinin kuzey gibi ilhak ye başlamıştır. Kurtuluş Savaşının olmak üzere Anadolu’da Türk oletmek istediği ancak başaramaönderliği savaşın başlangıcında mayanları imha etme ve ‘Türkleşdığı Güney Kürdistan’da ise İnKürtlere anayasal eşitlik ve bölgetirme’ operasyonlarıyla sürdü. Bu giliz işgali yaşanmıştır. İşgalin ilk sel özerklik sözü vermesi üzerine bağlamda Kürdistan, yeni kurulan zamanlarında cılız olan direniş Kürtler ile küçük burjuva Kemalist TC tarafından ekonomik ve siyasi zamanla İngiliz güçlerine ve yerönderlik arasında bir yakınlaşma olarak tamamen ilhak edildi. li işbirlikçilerine karşı güçlü bir olmasına rağmen, bu hareketin Tekçi ve ırkçı bir politika izleyen mücadeleye dönüşmüştür. Güney Kürdistan üzerindeki ilhakçı tutuTC yönetimi tarafından Kürtçe koKürdistan’daki ulusal mücadele mundan dolayı daha savaş sıranuşmak yasaklanmış, Kürt kültüönce İngilizlere, daha sonra Irak sında Kemalist önderliğe karşı, rüne ait her şey yok edilmeye çaKrallığına, daha sonra ise BAAS Kürt aydınları tarafından Koçgiri 35 Kürt Sorunu Devrimci Gençlik şovenizmine karşı kesintisiz şekilde sürmesine rağmen daha sonra feodal karakterinden dolayı işbirlikçi bir konuma sürüklenmiştir. Suriye topraklarında kalan Batı Kürdistan’da diğer parçalardaki düzeye kıyasla cılız bir ulusal mücadele gelişmiştir. Bunun nedeni Suriye’deki Kürtlerin Arap yerleşimleriyle bölünmüş, bütünsel olmayan bir coğrafyada yaşaması ve nüfusun büyük kısmının Kuzey Kürdistan’daki yerleşimlerin doğal devamı olan bölgelerde yaşamasından kaynaklıdır. Batı Kürdistan’da yaşayan Kürtler, Arap yönetiminin ırkçı baskılarına maruz kalmış, kimlik sahibi bile olmadan haymatlos statüsünde yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. GÜNÜMÜZDE KÜRDİSTAN’IN DURUMU Bugün Kuzey Kürdistan’da devletin tarihi kadar eski olan imha, inkâr ve asimilasyon politikaları daha gelişmiş biçimiyle devam ediyor, Cemaat eliyle Kürt gençliği kendi varlığına düşmanlaştırılmaya çalışılıyor, gerici örgütlenmeler devlet eliyle büyütülerek halkın özgürlük mücadelesine karşı koz olarak kullanılıyor, Kürt halkının örgütlü güçleri tasfiye edilmek isteniyor, Kürdistan coğrafyası insansızlaştırılıyor, Kürdistan doğası barajlar ve orman yangınlarıyla yok edilmeye çalışılıyor… Türkiye’de Kürtlerin kırıntı düzeyinde dahi hiçbir hak ve özgürlükleri bulunmamaktadır. En temel insan haklarından olan anadilde eğitim hakkına dahi sahip değillerdir. Kuzey Kürdistan’da yürüyen ulusal mücadele hala var olma – yok olma seviyesinde sürmektedir. Güney Kürdistan’da ise Kürtler Irak devleti içinde bir federasyona sahiplerdir. Ancak Güney Kürdistan yönetiminin feodal karakteri, emperyalizmle girdiği işbirliği ve ABD işgalinden sonra Irak’ın diğer halklarına karşı işlediği suçlar, Güney Kürdistan’ın doğal kaynaklarını emperyalizme peşkeş çekmesi, ülkede Suudi Arabistan benzeri (petrol gelirlerinin halka rüşvet olarak dağıtıldığı) bir ekonomik model kurması, yönetim sisteminin boğazına kadar rüşvet ile yolsuzluğa batması halkta bir öfke birikimine yol açmıştır. Üstelik yönetimin Türkiye ve İran’ın Güney Kürdistan topraklarına yönelik saldırılarına sessiz kalması sebebiyle halkın derin bir güvensizliği bulunmaktadır. İktidardaki Barzani ailesinin neredeyse bütün Güney Kürdistanı bir aile çiftliği haline getirmesi liberalinden, radikal İslamcısına kadar bütün siyasi güçleri anti-Barzani bir politika izlemeye zorlamaktadır. Ancak emperyalizm Barzani yönetiminin de altını gün geçtikçe 36 oymaktadır. ABD, Güney Kürdistan’da hızla örgütlenen cemaat ve cemaate yakın olan Goran Hareketi eliyle AKP benzeri bir yönetim için çalışmaktadır. Doğu Kürdistan’da ise Kürt ulusal mücadelesi inişli çıkışlı bir çizgi izlemiştir. Kürtler ulusal haklar bir yana, en temel insan haklarından bile yoksundurlar. İran rejimi Kürdistan’daki otoritesini şiddet üzerine kurmuştur. En basit olaylarda dahi idam cezaları verilmekte, siyaset yapmak ise tümüyle yasaklanmaktadır. Kaçakçılıkla mücadele adı altında her yıl onlarca Kürt köylüsü idam edilmektedir. Kadınlar evlerine kapanmaya zorlanmaktadır, şeriat düzenine uygun yaşamaları için ortaçağdan kalma işkence ve baskı yöntemleri uygulanmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi İran’da da Kürt coğrafyasında yoğun bir kontrgerilla faaliyeti bulunmaktadır. İnsanlar köylerinden ayrılmaya zorlanmakta, Kürtlerin yaşadığı bölgeler insansızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Batı Kürdistan’da Kürt halkı bugün örgütlülüğünü çok üst seviyelere çıkarmasına karşın El Kaide ve ÖSO gibi ABD işbirlikçisi çeteler tarafından tehdit edilmektedir. İşbirlikçi çeteler halk güçleri tarafından yenilgiye uğratıldıkça, sivil halka yönelik katliamlar gerçekleştirmektedir. Diri diri insan yakmaktan, yamyamlığa kadar her türlü iğrenç yöntemi kullanan çeteler yüzünden her geçen gün Batı Kürdistan’dan yeni bir katliam haberi gelmektedir. Rojava halkının geleceğini bütün Suriye’de yaşanan anti-emperyalist mücadele belirleyecektir. Kürdistan günümüzde farklı ülkeler tarafından siyasi ve ekonomik olarak tamamen ilhak edilmiş durumdadır. Kürdistan’ın dört parçası sosyo-ekonomik ve siyasi olarak birbirinden oldukça farklı süreçler yaşamıştır. Devrimci Gençlik KÜRT SORUNU, SOL DEVRİMCİ ÇİZGİMİZ Türkiye solunun bir bölümü Kemalizm ve Kürt isyanları konusunda yanlış tespitlerde bulunarak Kürt sorununda sosyal şoven bir pozisyona sürüklenmişlerdir. Bu kesimler Kürt isyanlarının kitlesel kıyımlarla bastırılmasını yalnızca “burjuva demokrasisinin feodalizmi tasfiyesi” olarak nitelendirirken, katliamlara karşı çıkış yerine ikircikli tutumlarıyla dolaylı dahi olsa katliamları, ulusçu politikaları ve statükocu devlet anlayışını desteklemişlerdir. Kürtlere yönelik girişilen bütün katliamlara karşı “ama”sız,”fakat”sız bir duruş sergilemek bu sorundaki kararlılığın ve samimiyetin turnusolu olmasının dışında, devrimcilik ve komünistlik iddiasının da sağlamasıdır. Bu sağcı görüşü savunan kesimler günümüzde Kürt ulusu faşizm tarafından ezilmekteyken, TC bayrağı Kürtlerin üzerinde bir baskı aracı iken, TC’nin “ulusal” bayrağının ilerici(!) yanlarını keşfedip, devrimcilerin ve sosyalistlerin değeri olduğunu söyleyecek kadar ulusalcı ve sağcı bir zeminde bulunmaktadırlar. Başka bir bölümü ise Kürt sorununda iradelerini Kürt hareketine teslim ederek iradesiz bir pozisyona sürüklenmişlerdir. Kürt ulusal hareketinin paradigma değişimi olarak adlandırdığı pragmatist siyasetinin değişkenliğinden dolayı tutarsız bir politika izlemişlerdir. Öyle ki Kürt ulusal hareketinin Irak’ın ABD emperyalizmi tarafından işgalini olumlamasını dahi destekler duruma düşecek kadar Marksizmden uzaklaşmışlardır. Kürt sorununda solun bağımsız bir şekilde beyanlarını ve bilimsel çözüm yöntemlerini ortaya koyarak teorik-pratik bir hat ortaya koyması halkların mücadelesini geliştirecek bir tutumdur, aksi demokrasi ve özgürlük mücadelesini geliştirmez. Genel olarak hem bu iki hatalı görüşün hem de beyanda dahi ikircikli tutum alan; süreçte her yöne esneyebilmek için imzasız yazılarla ne yardan ne serden vazgeçmeyerek, tasfiye sürecine Kürt Sorunu ne evet ne de hayır diyemeyip, ortaya irade koyamayan çevrelerin de Kürt halkının özgürlük mücadelesini zaferle taçlandıracak gücü yoktur. Hareketimiz ise Marksizmin ustalarının öğrettiği şekilde, THKP/C’den Devrimci Yol’a Kürt sorununda devrimci ve kararlı bir tutum sergilemiştir. Bu teorik-pratik hattımız Kürt sorununun çözümünde ve faşizme karşı mücadelemizde kutupyıldızı olarak bizlere yol göstermektedir. Bizim politikamız koşulsuz şartsız Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunmuş; özerklik, federasyon ve bağımsızlık gibi çeşitli çözümleri dıştalamamış, ayrı örgütlenmeyi mutlaklaştırmadığı gibi, ortak örgütlenmeyi de mutlaklaştırmamıştır. Halkların kardeşliği temelinde, faşizme karşı demokrasi mücadelesinde, şovenizme geçit vermeden Kürt halkının özgürlük mücadelesini sahiplenmiş ve bunun için mücadele etmiştir. “..bunu, Sosyalizm için devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. nasıl ki, Marx 1869’da, İrlanda’nın ayrılmasını, İrlanda’yla Britanya, arasında bir bölünme olsun diye değil, ama onun ardından gelecek özgür bir birlik için istediyse, “İrlanda için adalet”i sağlamak üzere değil, ama Britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de aynı biçimde, Rus Sosyalistlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin 37 özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, yukarıda belirttiğimiz anlamda, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayıyoruz.” (Lenin, UKKTH) Bugün yine MarksizmLeninizm’in öğretileri doğrultusunda Kürt halkının haklı özgürlük mücadelesindeyiz. Ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayarak, ulusal sorunu, devletin yapısı itibariyle, demokrasi sorununun bir parçası olarak görerek devrimci, kararlı, cüretli bir tarzla Kürt halkının ve coğrafyamızdaki bütün halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltiyoruz. Günümüz koşullarında Kürt ve Türk halklarının ortak örgütlenmesini ve eşitlik temelinde gönüllü birliğini savunuyoruz. Kürt halkının gerçekten özgürlüğü ve mutluluğunun Anadolu ve Mezopotamya halklarıyla birlikte emperyalizme ve faşizme karşı ortak mücadelesinin zaferinde görüyoruz. Kısacası Kürt halkını, Demokratik Halk Devrimi programımızın temel bileşenlerinden olarak görüyoruz. Kürt halkının özgürlük mücadelesini, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak görüyor ve bu bağlamda ele alıyoruz. Ulusal baskı, imha, inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı özgürlük mücadelesini yükseltiyoruz. Kürt gençliğinin insanca yaşayabilmesi için anadilde eğitim mücadelesi veriyor ve ırkçı-gerici eğitime karşı çıkıyoruz. Dün nasıl halklarımızın gönüllü birliğini simgeleyen Devrimci Gençlik köprüsünü Zap suyu üzerinde yükselttiysek, Dersim dağlarında Hasan Gök’ü, Diyarbakır Zindanlarında Orhan Keskin’i şehit verdiysek, bugünde halklarımızın eşitlik ve özgürlük mücadelesini daha nice değerler yaratarak büyüteceğiz. Kürt halkının özgürlük mücadelesini zafere ulaştıracağız. FAŞİZM YENİLECEK, HALKLAR KAZANACAK! Kadın Sorunu Ezilen Sınıfların Sorunudur Dinsel öğretilerde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi safsatalardan tutalım da Adem’i ilk günaha sürükleyerek sonsuz bir günahkar olarak tanımlanmasına kadar birçok geri duruşa tanığızdır. Bununla birlikte mitolojide dahil kadının salt cinsel bir obje olduğuna, biyolojik farklılıklar nedeniyle geri planda tutulmasına dair birçok yanlış algınında yıllardır yaratılmaya çalışıldığı bilinmektedir. S anayinin gelişmeye başladığı yıllara kadar kadın, sadece erkeğin özel mülkiyetinde sayılıyordu. Eve hapsolan kadının başlıca “görev”leri iyi bir eş olmak, soyun devamını sağlamak, çocuklara bakan bir anne olmak ve ev işlerini yapmaktı. Çocuk bakımı ve ev işleri gibi işlerin sürekliliği onu toplumdan koparıyordu. Tüm hayatını dört duvar arasındaki işlerle geçiren kadın tamamıyla toplumdan kopuk, erkeğe bağımlı halde yaşıyordu. Ve bunu başlıca görevlerinden sayan kadın, kendine yapılan tüm müdahalelere boyun eğiyordu. Toplumda ikincil bir sınıf olarak adlandırılmasını bir kader olarak kabul ediyor ve verilen bu kutsal görevi en iyi şekilde yapmak için didinip duruyordu. Tüm suçu kadın olmasında arıyor, acılarını dahi içine gömüyor ve büyük bir sabırla yaşıyordu. Egemenler, sanayinin/kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kadının ucuz iş gücü olarak da kullanılabileceğini gördü. Evdeki eş ve ev hanımı kimliğine bir de ücretli kölelik kimliği ekleniyordu. Kadının iş hayatına girmesi toplumdaki ikincil sınıf olduğu ya da toplumdan yalıtılmışlık gerçeğini değiştirmiyordu. Daha çok sömürülüyor, daha ucuza çalıştırılıyordu. Üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte kadın iş gücü en başından çok düşük fiyatlara satın alınırdı. İş yaşamında erkeklerden çok kadınların tercih edilmesinin nedenlerinden biride egemen politikalar ve dini öğretiler sonucunda ortaya çıkan boyun eğmiş 38 kadın gerçekliğidir. Bununla birlikte sanayide makineleşmeyle birlikte ortaya çıkan olgunun kadınlar ve çocuklar gibi kalifiye olmasa da üretim süreci içerisinde aktif yer alabilmesinin koşulunu yaratmış olmasıdır. Kadına ikinci sınıf bir anlam biçmek sınıflı toplum gereğidir Dinsel öğretilerde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi safsatalardan tutalım da Adem’i ilk günaha sürükleyerek sonsuz bir günahkar olarak tanımlanmasına kadar birçok geri duruşa tanığızdır. Bununla birlikte mitolojide dahil kadının salt cinsel bir obje olduğuna, biyolojik farklılıklar nedeniyle geri planda tutulmasına dair birçok yanlış algınında yıllardır yaratılmaya çalışıldığı bilinmektedir. Ancak bunlar ne bilimseldir nede gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmayan aforizmalardır. Kadın-erkek arasındaki biyolojik farklılığa bakarak birinin diğerinden üstün olduğunu söylemek yanlıştır. Zira yapılan birçok bilimsel araştırmaya göre ilkel topluluklarda dahi ilişki biçimleri bugüne göre farklılık göstermektedir. Bunun en önemli nedeni ise emeğin/tüketimin ortaklaşmasıdır. Öyleki bu durum yaşamsal pratikte (tarihsel anlamda) defalarca kanıtlanmıştır. Bilindiği gibi İlkel komünal toplum her şeyin ortaklaşa yapıldığı ve ortaklaşa paylaşıldığı bir toplum örneğidir. Bu ortaklaşmayı sağlayan en Devrimci Gençlik önemli olgu ise onun sınıfsız bir nitelik taşımasıdır. İlkel komünal toplumda besin kaynağı bitki olduğu için toplayıcılık yapılıyor ve bu toplayıcılık kadınlar tarafından yapıldığı için kadına büyük önem veriliyordu. Ayrıca çocukların soyu, babaları belli olmadığından anneye göre belirleniyordu. Böylece bu dönemde anaerkil bir aile yapısının olduğu saptandı. Günümüzde yapılan araştırmalara göre hala Hindistan’da ve Afrika’da anaerkil bir şekilde yaşayan iki topluluğun olduğu biliniyor. Özel mülkiyetle birlikte kadın ev işleriyle ilgilendiği için erkek mülkiyeti elinde topluyor ve kadının sınıfsal karakteri de değişiyordu. Bu durum cinsler arası ilişkilerde de etkili oluyor ve kadın üretim ilişkilerinden yoksun bir hale geliyordu. Ve böylece çocuklar babasının mülkiyetinden yararlanmaya başlıyordu. Böylelikle anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçiliyor ve Engels’in deyişiyle, “Kadın cinsinin dünya üzerindeki tarihsel yenilgisi” bu şekilde başlıyordu. Köleci toplumda servetini çoğaltan erkek çok eşli yaşama hakkına da sahipti. Çünkü köle sahibine aitti ve o ne derse yapmak zorundaydı. Feodal toplumda artık evlilikler aile büyükleri tarafından kararlaştırılıyordu ve cinsler arasında aşkın kalıntıları da yok ediliyordu. Bununla birlikte erkeklerin evlilik dışı ilişkileri de gelişmeye başladı. Kapitalizmde ise yukarıda da ifade edildiği gibi kadın ve çocuk emeği egemenlerin ucuz üretim ihtiyacı nedeniyle azgınca sömürülmeye başlanmıştır. Gittikçe azgınlaşan sömürü uzun iş saatlerine rağmen düşük ücretle küçük yaştaki çocukları servet uğruna fabrikalarda çalışmaya mecbur bırakmış ve yaşam sınırını 3035’lere düşürmüştür. Cinsler arası ilişkilerde evlilikler burjuva bir karakter almış ve eşlerin dışında Kadın Sorunu Üzerine kararlaştırılan bir evlilik biçimi oluşmuştur. Engels, “…burjuva evliliklerde eğer kadın alelade orospudan ayrılıyorsa bunun tek nedeni, vücudunu bir ücretli gibi parça parça kiralamayıp, bir köle gibi bir seferde tamamen satmasıdır.” der. Kapitalizm güçlendikçe kendi sonunu getirecek olan proletaryayı da kendi elleriyle yaratmış ve onu da zamanla güçlendirmiştir. Proletaryanın mirasçılara geçecek mülkiyeti bulunmadığı için erkek üstünlüğünün korunması için de bir neden yoktur. Mirasının kalabileceği sınıflarda boşanmak zor olduğu gibi erkeğin kendi üstünlüğünü de koruması gerekmektedir. Evlilikler ne şekilde olursa olsun kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur. Kapitalist sistem varlığını sürdürebilmesi için en ideal birim olan aileye önem vermiştir. Çünkü çocukları sisteme hazırlayan ilk eğitim aileden geldiği gibi ev kadınları ekonomik krizlere tasarrufla önlem alarak bunun hissedilmesini de önler. Onun “biricik görevi” ailesinin mutluluğu ve onların bakımıdır. Bunu yapan kadın onlara sorunların olmadığını hissettirmek için çaba harcar. İşten yorgun argın gelen kocasını memnun etmeye çalışıp tüm laflarını alttan alan da yine kadındır. Bu yüzdendir ki kapita- 39 list sistem için en ideal birimdir. Kadının özel mülkiyetin ortaya çıkışından bu yana geçirdiği süreç onu tahrip eden ve gün geçtikçe omuzlarına yeni yüklerin verildiği bir süreçti. Kapitalizmle birlikte kadının geldiği yer tam anlamıyla uçurumun kenarıdır. ÜLKEMİZDE KADIN MÜCADELESİ 80’li yıllardan sonra ülkemizde geçirilen darbelerin ve baskıların etkisiyle bir çok değer yitirilerek yozlaşmıştır. Kadın sorununun sınıflarüstü bir sorun olduğunu söyleyen feministler, diyalektiğin parça-bütün ilişkisini yok sayarak olguları kendi bütünlüğü içinde değerlendirmek yerine birbirinden koparıp değerlendirmiştir. 80 sonrası yıpranmış bu dönemde feminizm kendine yer bulmuştur. Feminist düşünce tarzı aslında sistemi besleyen bir düşünce tarzıdır. Kadın sorununa sistemin istediği çerçeveden bakar. Onlar için sorun tamamıyla cinsiyet temellidir ve asıl suçlu erkektir. Çözümü de yine onu bu hale getiren düzen içinde aramaktadır. Suçluyu erkek olarak görmek, asıl hedefi ıskalamak demektir. Onu bu hale getirenin aslında sistem olduğunu görememek sınıfsal bakamamayı da beraberinde getirir. Sistem kendi çıkarları doğrultusunda kadına bir rol Kadın Sorunu Üzerine Devrimci Gençlik çizer ve onu oynaması gerektiğini söyler. Kadının evde köle gibi çalışmasının da, çocuklarına ve kocasına bakıp hizmetçiliğini yapmasının da nedeni sistemdir. Sistem kadını köleleştirir, metalaştırır. Feministlerin yanılgıya düştüğü nokta da işte budur. Asıl hedef olan sistemi ıskalayıp karşısına suçlu olarak erkeği almasıdır. Örneğin; 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde feminist hareketi alanlara sadece kadınların çıkması gerektiğini savunur. Onlara destek vermeye giden erkekleri de yanlarında istememektedirler. İşte bu tam da sistemi besleyen tarzda bir eylemlilik ve düşünce tarzıdır. Nasıl olur da iliğine kadar sömürülen emekçi kadınla, kocasının ya da kendisinin artı-değerle kazandığı parayı harcayan burjuva kadın aynı alanda yer alır ve çıkarları aynı doğrultuda olur? Sistem din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmaz. Bu yüzden kadının kurtuluşu ne feminist örgütlenmelerde ne de düzen içi yönlendirmelerde mümkündür. Kadını bugün bu hale getiren sistem, özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla başlar. Özel mülkiyetin varlığı “kadın sorunu”nu oluşturduysa, özel mülkiyetin ortadan kalkması da bu sorunun çözümüne yönelik adımdır. Bunun yıkılıp yerine toplumsal mülkiyetin gelmesi kadını eve hapsolmuş halinden kurtarır ve hem erkekle hem de toplumla olan ilişkilerinin insani bir boyut kazanabilmesini sağlar. Gelir dağılımındaki uçurumun giderilmesi ve bunun neden olduğu psikolojik etkiler ve yaşam koşullarının şekillendirdiği boyun eğen kaderci zihniyetin ortadan kalkması için eğitim, sağlık, iş, barınma gibi temel sorunların halledilmesi gerekir. Bu da ancak başında da söylediğimiz gibi özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Kadın sorunu tek başına sınıflarüstü bir sorun değildir. Kadın sorunun asıl sorun olan sınıf sorununun bir parçasıdır. Ve bu sorunu çözerken asıl sorundan koparıp onu tek başına değerlendirmek ve tek başına çözüm aramaya çalışmak bizi yanlışa götürür. Asıl sorun olan sınıf sorununu çözdüğümüzde kadın sorunun da çözüldüğünü göreceğiz. Tabiî ki de bu sorun ve toplumdaki kadına yönelik önyargılar, yani sistem kalıntıları elbette devrimin olmasıyla birlikte otomatik olarak hemen değişecek şeyler değildir. Toplumsal mülkiyete geçişle kadın-erkek arasındaki mücadele ya da kadının ayağa kalkışı bitmez, ama buna olanak sağlayacak zemini kadına sağlar. “Kadın-erkek eşitliği dendiğinde anlaşılması gereken, kadınlarla erkeklerin her açıdan aynı olması değil, kelimenin en geniş anlamında tüm dünya nimetlerinden yararlanmada kendini özgürce geliştirmede eşit haklara 40 sahip olması, hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmamasıdır. Marksistlerin görevi, temelde fizyolojik farklılıklar olmak üzere birtakım farklılıklar barındırması gayet doğal olan erkek ve kadının, aynı mücadelenin, kapitalizmi yıkma mücadelesinin eşit haklar ve sorumluluklar yüklenen özgür savaşçıları haline getirmektir. Bu mücadeleyi zevkle ve gönüllü olarak sürdüren kadın ve erkek arasında, anlamsız çekişmeler; kıskançlıklar ve yarışlar da olmayacaktır.” (Alan Woods) Devrime giden bu yolda kadınlar bu süreci sırtlayacaktır. Hem buna en çok ihtiyacı olanlar onlar hem de kapitalizmin soysuzlaştırmasına en çok direnen ve en az etkilenen yine onlardır. Bu mücadelede kadının ayağa kalkması, mücadeleyi omuzlaması gerekmektedir. Bunu yaparken asla yalnız olmayacaktır. Sorun, ezilmiş tüm insanlığın sorunudur. Gezi direnişinde de gördüğümüz gibi kadınlar ve onların korkusuz yürekleri direnişin sembolü olmuş durumdaydılar. Onlara mücadelede destek çıkacak olan onun düşmanı olan erkek değil, onunla el ele kurtuluşa yürüyecek olan erkektir. Gelecek onların ellerinde yükselecek, özgürleşen kadın, özgür geleceği yaratacaktır. KADIN ERKEK EL ELE MÜCADELEYE ! Zeki GÖKER ve Devrimci Sanat Üzerine S ahnelerimizin onlarca yıl emek harcayan adsız kahramanları vardır. Onlar ülkenin dört bir yanında oyunlar sergileyerek dolanır dururlar. Oyunlar sergilerler, bilgilerini, deneyimlerini paylaşırlar oyuncularıyla, izleyenlerle... Tiyatroya bir ömür verirler. Sıradan insanların, emekçilerin, gençlerin gizli kahramanlarıdır onlar. Medya onlardan pek söz etmez. Büyük kentlerde oyunları kalabalıklarla dolup taşmaz. Ama ülke çapında bilinir ve tanınırlar. İşte o kahramanlardan birini, Zeki Göker’i, yakından tanıyalım ve dostlarımıza tanıtalım istedik. Zeki Göker’in yönetmenliğini yaptığı Ankara Birlik Tiyatrosu’na yıllarca emek vermiş, 2008’den bu yana Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu’nun da yönetmenliğini üstlenmiş olan Bilge Can Göker ile bir söyleşi gerçekleştirdik. DG - Merhabalar hocam. BCG - Merhaba arkadaşlar. DG - Bizler, Zeki Göker’i, politik duruşu ve sanat anlayışıyla, samimiyetiyle, defalarca yasaklanan oyunlarıyla ve halkın kendisine ve tiyatrosuna olan sevgisi ve saygısıyla tanıdık. Ama isterseniz yaşamıyla ilgili kısa bir bilgiyle başlayalım söyleşimize. BCG - Zeki Göker, 1946’da İstanbul’da doğdu. 1959 yılında Adana Şehir Tiyatrosu’nda çocuk oyunlarında oyunculuğa başladı. Daha sonra Şehir Tiyatrosu’ndan Adana Devlet Tiyatrosu’na geçti. 1967 yılında Ceyhan Şehir Tiyatrosu’nu kurdu. İki yıl Ceyhan’da yönetmen-oyuncu olarak çalıştı. 1971 yılında Adana’da DEV-GENÇ’li olarak aranmaya başlayınca Ankara’ya geçip burada Ankara Birlik Tiyatrosu’nu kurdu. 1987 yılına kadar Ankara’da ve Anadolu turnelerinde bulundu. Sonrasında İstanbul’da çalışmalarını sürdürdü. 2006’da hayata veda edene kadar ABT’de yazar, yönetmen, oyuncu ve senarist olarak çalıştı. Tiyatro yaşamı boyunca yeni tiyatro sahneleri ve atölyeleri kurdu, tiyatrocuları teşvik etti, destekledi, inandığı uğurda saldırılara uğradı, oyunları birçok defa yasaklandı ve aklandı. Mücadelesini yaşamının sonuna kadar sürdürdü. DG - Yasaklanan oyunlarının başında Pir Sultan Abdal geliyor sanırım. BCG - Evet. Pir Sultan oyunu 87 defa, aynı gerekçelerle veya bazen bir gerekçe gösterilmeksizin yasaklandı. Ama her defasında mahkeme kararıyla aklandı. Yasaklamalar ve engellemelere rağmen en çok oynanan oyun da Pir Sultan Abdal oldu. 3,5 sene boyunca yurt içinde ve yurt dışında yaklaşık 1200 kere oynandı. DG - Zeki Göker’in oynadığı ve yönettiği oyunların birçoğu yasaklanmış ve mahkeme kararıyla oynanmış. Pir Sultan Abdal’ın dışında ustanın yönettiği yasaklı oyunlardan bahseder misiniz? BCG Ankara Birlik Tiyatrosu’nun yasaklanmadan 41 oynanan oyunu yok diyebilirim. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Kara Düzen, Yeniden Doğarız Ölümlerde, Özgürlüğün Bedeli, Komşularımız, Davulun Sesi, Güneşin Katli, Teneke, Hastane mi Kestane mi, İcraatın İçinden İnsan Manzaraları, Pir Sultan Abdal, Ana, Haziranda Ölmek Zor, Bir Ulu Çınar, Güneşten Bir Parça, Tiyatrocu, Bir Güzel Çirkin Kral, Gurbet Kuşları, Canavar Cafer, Kral Çıplak, Nuhun Gemisi, Günde Dünü Yaşamak… Hatta ‘Becerikli Kanguru’ adlı çocuk oyununun bile oynatılmasına izin verilmedi. Üstelik de çok komik gerekçelerle. Bütün oyunlar mutlaka en az bir defa yasaklanıp mahkeme kararıyla oynandı. Bu yasaklamalar ve zaman zaman yapılan faşist saldırılar oyunların oynanmasına engel olamadı. Aksine, her yasaklama ve saldırı, halkın ABT ve Zeki Göker’i daha fazla sahiplenmesine yol açtı. DG - Zeki Göker ile birlikte siz de birçok yasaklanma, saldırı ve gözaltı yaşadınız. Bunlardan bazılarını paylaşır mısınız? BCG - Aslında yasaklama ve gözaltlarının çoğu trajikomik olay- Zeki Göker Üzerine Söyleşi Devrimci Gençlik lardı… Çünkü genelde yasaklamalar sudan sebeplerle veya gerekçesiz yapılıyordu. Yasada, bir tiyatro oyununun oynanması için, oyun saatinden 48 saat önce mülki amire müracaat etmek gereklidir deniyor. Yani oyun oynamak izne tabi değil. Emniyet güçlerininse oyunları yasaklama yetkileri yok, en büyük mülki amir bu yetkiye sahip. Ama çoğu oyunumuz, polis tarafından, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasının alışılagelmiş ihlalinde olduğu gibi, il idaresi yasasının ihlaliyle yasaklanmak isteniyordu. Oynanacak oyun tekstinin emniyet birimlerine gönderilmesi söz konusu bile değilken, ABT’den bu istenebiliyor ya da ilk defa sahnelenecek bir oyunu, bölünmez bütünlüğe ve anayasa düzenine aykırıdır diyerek yasaklayabiliyorlardı. Bununla birlikte tüm ABT’liler gibi ben de birçok defa bunlara tanık oldum. Zaman zaman da devlet kendi eliyle sürdürdüğü baskıları faşist gruplar aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışıyordu. Tiyatroya yapılan faşist saldırılar, halkımızın bizleri sahiplendiği ve savunduğu, bizlerin de bir anlamda halkımıza olan inancımızın pekiştiği durumlar olmuştur hep. DG - Zeki Göker’in tiyatro dışında sinemaya da bir dönem ilgisi olduğunu biliyoruz. Bu süreç hakkında bilgi verir misiniz? BCG- Zeki Göker’in yazdığı 12 tane senaryosu vardır. Aynı zamanda toplumsal gerçekçi sinemamızın örneklerinden olan Karınca Katırı, Bir Irmağa Yolculuk, Kurt Payı, Kimlik gibi filmlerde de rol almıştır. DG - Biraz da Zeki Göker’in politik kimliğinden ve muhalif sanatçılığının gelişiminden bahsedebilir misiniz? BCG- Zeki Göker, döneminin muhalif gazetecileri olan bir anne – babanın oğlu olarak dünyaya geliyor. Sonrasında çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği Adana’nın o dönemki atmosferini kendi sanatında özümlüyor. Yaşar Kemal’den Yılmaz Güney’e, Orhan Kemal’e, Nejat Uygur’a, bir dolu sanatçının harmanını mayalayan bu topraklarda oluşmaya başlıyor Zeki Göker’in politik ve muhalif kimliği. Bunlara bir de 68’in devrimci rüzgârı eklenince, sanatının akacağı nehir de yatağını bulmuş oluyor, sanatı ile yaşamı arasında bir diyalektik bağ oluşuyor. Sanat yaşamı, yaşam da sanatı besliyor. Erken yaşlarında tanıştığı devrimci kültür ve pratiğini temellendirmek ve ileriye taşımak adına yoğun çalışmaların, örgütlenmelerin içinde bulunuyor. Adana’dan ayrılmak zorunda kaldığında, bu durum bir anlamda Zeki Göker’in politik ve sanatsal temelini genişletmesinin, farklı örgütlenmeler içinde hem kendi bilincini, hem de çevresindeki insanların bilinçlerini geliştirmesinin yolunu açıyor. Sanatının halkla iç içe olması, insan sevgisi, toplum için sanat ilkesini yaşamının bütününe yayabilmesi, sürekli bir üretim içinde olması, baskılara boyun eğmeyip yılma- 42 dan mücadele etmesi, politik kimliğinin oluşmasının hem sebepleri hem de sonuçları olmuştur. DG - Politik tiyatronun kurucularından Piscator, tiyatronun sınıf mücadelesine bir silah olarak hizmet etmesi gerektiğini öngörür. Peki bu silahı geniş halk kitlelerine ulaştırırken nasıl bir estetik arayışı içinde bulunuyor Zeki Göker? Sanatsal olarak ABT’nin gelişim çizgisi nasıl bir düzlemde ilerliyor? BCG Döneminin devrimci rüzgârıyla sanat alanında var olmaya ve üretmeye başlıyor Zeki Göker. O günlerde bir dolu tiyatro topluluğu kuruluyor, oyunlar üretiliyor, politik görüş ayrılıklarına düşülüp dağılınıyor. Zeki Göker ise bir yandan politik bilincini geliştirmeye çalışırken öte yandan da geniş kitlelerle bağ kurabilecek bir sahne estetiğinin peşine düşüyor. Özellikle halk tiyatrosu formları onu çok etkiliyor. Halk tiyatrosu türküleriyle yoğrulmuş bir politik tiyatro yapmak üzere yola düşen Göker bir dolu tiyatro ile çalışmalar yaptıktan sonra düşlediklerini var etmek üzere ABT’yi kuruyor. ABT gerek oyunculuk gerekse estetik ve politik olarak baştan sona çizgisini kararlılıkla sürdüren bir topluluk olarak sanatsal mücadelenin içinde yerini alıyor. Önceleri Aziz Nesin, Muzaffer İzgü’nün düz yazılı metinlerini oyunlaştırma yolunu seçen topluluk giderek yazarlarla işbirliği yaparak yeni oyun metinlerinin yazılmasını sağlıyor. “Kara Düzen”, “Yeniden Doğarız Ölümlerde” ve “Güneşin Katli” 70’li yılların politik ortamında üretilen yoğun izleyici kitlesinin desteğini alan çalışmalar oluyor. DG - Ustanın aktörlüğünden bahsedelim isterseniz. Tiyatronun tüm alanlarında usta bir sanatçı Zeki Göker. Ama özellikle onu sahnede izleyip de oyunculuğundan etkilenmeyen yok deniyor. Bu birikim nasıl oluşmuş ve Usta nasıl bir oyunculuk ve üretim tarzı geliştirmiş? BCG - O, 68’in ölümüne koşan çocuklarından biri. O yıllardaki devrimcilerin tüm yüreğiyle du- Zeki Göker Üzerine Söyleşi Devrimci Gençlik yumsadığı arkadaşlık, paylaşmak gibi duyguları sonuna kadar muhafaza etmiş, o değerlerden ödün vermemek için her türden zorluğu göğüslemiş bir savaşçı. Öncelikle ülke tiyatrosunun yetiştirdiği önemli bir oyuncu. Adana Şehir Tiyatrosu sürecinde Devlet Tiyatrosu’nun çok önemli akademisyen, yönetmen ve oyuncularıyla tiyatroya başlamıştı. Bunun yanında alaylı eğitimini aldığı bir dolu usta sanatçı var. Nejat Uygur, Tevfik Gelenbe’den halk tiyatrosu oyunculuğunu öğrenen Zeki Göker, yoğun bir çabayla kendini geliştirdi. Doğanın kendisine bahşettiği müthiş etkileyici ses tonu ve diksiyonu dışında, bedensel anlatıma dayalı bir dolu teknik yanını yıllar içinde ustalıkla yetkinleştiren Usta, özellikle bazı oyunlarda sahnede unutulmaz rollere imzasını attı. Bir rolü ele alırken onun ayrıntılarını usta oyunculuğuyla işleyen, sahnede “rol kesmek” yerine kanıyla canıyla yaşayan bir karakteri ortaya koyan Göker, var ettiği oyunculuk estetiği ile de Anadolu illerinde on binlerce izleyicinin gönlünde yer etmesini bildi. Kendi çocuklarından çok gözetip yaşatmaya çalıştığı Ankara Birlik Tiyatrosu’nun sıradan bir emekçisi gibi çalıştı. Oyunların metninin oluşturulmasından dekorlarının var edilmesine boyanmasına, oyun yönetimine dek teatral sürecin her aşamasında emek harcadı. Özel yaşamı tiyatronun içindeydi. Öncelikle iyi bir okur olarak edebiyat alanını dikkatle izlerdi. Bir metnin içinde oyun olabilecek malzemeyi hemen fark eder onu oyunlaştırmak için harekete geçerdi. Özellikle ’80 sonrası politik oyun yokluğu onu yeni metinler üretmeye zorladı. Bir oyunu üretirken onun paralelinde oyunun afişi ve dekoru üzerine de düşünceler üretirdi. Elindeki kısıtlı olanaklarla en fazla bir minibüse sığacak dekor malzemesiyle dünyalar yaratmaya çalışırdı. Onun için büyük kentlerdeki izleyiciden çok Anadolu izleyicisi önemliydi. Oyunlarını üretirken o izleyiciyi düşünürdü. Anadolu’da sahneye çıkmadığı il ve ilçe yok gibidir. Topluluğu ABT ile 35 yılda Anadolu’nun her yanında perde açmıştır. Ülke yönetimi ise Zeki Göker ve ABT’nin bu çabasına “duyarsız” kalmamış tüm il ve ilçelerde onun oyunlarını yasaklamıştır. Zeki Göker’in sanat yaşamı ve mücadelesi bir yanıyla da ülkede sanatın devlet yaptırımıyla boğuşmasının tarihidir. Göker ülkedeki sorumsuz sanat düşmanı yöneticilerin tüm yasaklamalarına karşın tek bir geri adım atmamış, tümüne de hukuk ve demokrasi mücadelesiyle karşı koymuştur. DG - Bir dolu özel tiyatro devlet ve sermaye çevrelerinin desteği almak için mücadele ederken, Usta, bağımsızlığını yitirmemek için devlet desteğini reddediyordu. Peki bunca sene kısıtlı imkanlarla ABT nasıl ayakta durabildi? BCG - Zeki Göker sanatını üretirken kaynağını hep izleyiciden alma yolunu seçti. 80’li yılların başında 12 Eylül yönetimi sanat alanına parasal destek vermeye başlarken geçmişte mangalda kül bırakmayan bir dolu tiyatro insanı para yardımı almak için bir yanda devletin öte yanda sermaye çevrelerinin kapısında kuyruk oldular. Onlarca yıl izleyicinin desteği ile ayakta durmuş topluluklar aldıkları üç kuruş des- 43 tek için para verenlerin önünde hazırolda beklerken Göker oyun afişlerinin altına devlet ve sermaye çevrelerinden destek almadan oyunu var ettiğini yazarak muhalif geçinen bir dolu düzenbazın ipliğini pazara çıkardı. DG - Zeki Göker’in son yıllarında tutulduğu hastalığa rağmen, yaşam mücadelesinin yanında sanat mücadelesini de sürdürdüğünü görüyoruz. BCG - Buna en güzel örnek sanırım Günde Dünü Yaşamak adlı oyun… Bu amansız hastalığa tutulduktan sonra, bir oyuncunun en önemli enstrümanı olan sesi, Usta’nın elinden alınıyor. Ama son yıllarında film öyküleri ve senaryolar yazarak üretimini sürdürürken sözsüz bir rolle de olsa sahneye çıkmaya devam ediyor. DG - Devrimci tiyatro zemininde mücadele vermeye çalışan dostlarımıza Zeki Göker’den miras kalan anlayış size göre nedir? BCG - Zeki Göker 60 yıllık yaşamında hep alnının teriyle, kendi emeğiyle ayakta durmaya çalıştı. Duruşuyla, dövüşüyle gelecek kuşaklara önemli bir örnek bıraktı. Devrimci tiyatro yapmaya soyunanlar mutlaka onun yolu ve yöntemini de gözden geçirecekler. Geri adım atmama ve sonuna dek savaşma konusunda ondan öğrenecekleri bir tarih var. DG - Zeki Göker’in anısına Kadıköy’de bir kültür merkezi açılıyor. Son olarak bu konudaki duygu ve düşüncelerinizi alalım… BCG - Kadıköy’de tarihi bir bina restore edilerek yoğun bir çalışmayla ve Önder Babat Kültür Merkezi’nin öncülüğünde Zeki Göker Kültür Merkezi adıyla açılışa hazırlanıyor. Elbette öncelikle Zeki Göker’in kızı ve ABT’li yoldaşı olarak, benim için onur verici, heyecanlı bir süreç bu. Ama bunun da ötesinde, Zeki Göker’in anısının bir kültür merkezinde yaşatılması, O’nun halkımız tarafından bir kez daha sahiplenildiğini bilmek, eminim O’nu tanıyan herkes için mutluluk verici bir oluşum. Bunun için, bu oluşuma yoldaş olan, destek veren herkese, onu sevenler ve örnek alanlar adına teşekkür ederim. Zeki Göker Kültür Merkezi’nden Merhaba* “Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan Ölü, Yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.” Diye seslenmişti uzak diyarlardan büyük ozan Pablo Neruda. Bu haykırışa Nazım Hikmet, Anadolu toprağının acılı ve direngen sesiyle güç kattı: “Ölüyor çarpışarak insanlarımız -halbuki nasıl haketmişlerdi yaşamayıölüyor insanlarımız ne kadar çok Sanki şarkılar ve bayraklarla bir bayram günü nümayişe çıktılar öyle genç ve fütursuz… Varılacak yere kan içinde varılacaktır Ve zafer artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar tırnakla sökülüp koparılacaktır İşte Zeki Göker dostlar, yaşamının son anına dek çarpışarak ölen insanlarımızdan. Zeki Göker, yaşamayı en çok haketmiş insanlarımızdan. Zeki Göker şarkılar ve bayraklarla, bir bayram günü nümayişe çıkmış gibi aramızda şuanda. Tıpkı Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan gibi. Ne zor ve de onurlu bir görev bir devrimciyi anmak, onun taşıdığı bayrağı yere düşürmemek ve onu, kimliğindeki değerlerle yaşatmak. Bugün bu atmosfere yüreğini katarak bu zor ve onurlu duruşu büyüten siz dostlarımıza Zeki Göker Kültür Merkezi olarak teşekkür ediyoruz. Dostlar, Hepimizin bildiği gibi egemenler, dün ile bugün arasında köprü işlevi gören birikimi kopardıkları oranda emekçi halkları hafızasızlaştırmış ve gelecekten yoksun bırakmış olurlar. Bunu başarmak için ise baskıdan zora, manüplasyondan yalana, hapisten katliama dek birçok yöntemi denerler. Egemenlerin 44 bu anlamda ellerindeki en etkili araçlardan biri de halkın yaşamında iz bırakmış olay ya da kişileri ya hiç yaşamamış gibi göstermek ya da çarpıtarak bugüne taşımaktır. Bu anlamda bizlerin bugün en hassas davranmamız gereken noktalardan biri de mücadele içinde düşmüş yoldaşlarımızı/arkadaşlarımızı bugüne doğru biçimde taşımaktır. Anmak yaşatmak, unutmak yabancılaşmaktır. Anmak bu nedenle bir değer, unutmak bu nedenle ihanettir. Zeki Göker, dostlar, bugün unutulmaması ve kimliğindeki niteliklerle birlikte yaşatılması gereken binlerce değerimizden biri. Zeki Göker, bir devrimci. İşçi ve emekçi halkların kurtuluşunun faşizme karşı mücadeleden geçtiğine inanan bir devrimci. Zeki Göker, bir mücadele insanı. Bugün, kendini sanatçı, aydın olarak tanımlayıp kendilerine halktan kopuk küçük dünyalar yaratanların aksine o, yüreğini mücadele içerisindeki siper yoldaşlarının yanıbaşından bir an bile ayırmamış bir kimlik. 19 Aralık 2000’de devlet, ‘Hayata Dönüş’ adı altında Türkiye hapishanelerinde bir katliama girişitiğinde Zeki Göker, canhıraş bir biçimde, yanına İlkay Akkaya’yı da alarak Özgür Radyo’ya gider. Orada hem yaşanan katliamı teşhir etmek hem de özgür tutsaklara güç vermek ister. Ve bu şiiri okur: Zeki Göker, devrimci bir kimliktir. 12 Eylül ile birlikte ağırlığını yaşamın her hücresinde hissettiren cunta, onun azmini ve direngenliğini engelleyemez. Ne gözaltılar, ne yasaklar, ne tutsaklıklar ne de işkenceler Zeki Göker’i üretmekten, halkın sanatını halkla beraber yapmaktan alıkoyamaz. O, deyim yerindeyse Fatsalaşmış bir politik iradenin sanat sahnesindeki karşılığıdır. Sanatın işçi ve emekçi halkların dünyasında değiştirici, ufuk açıcı bir yere sahip olması gerektiğine inanmıştır Zeki Göker. Oyunlarını bu perspektifle yazmış ve sahnelemiştir. Onun Türkiye tiyatrosunda, varlığı yadsınamayacak bir yeri vardır. 80 öncesini görüp “Pir Sultan” oyununu izlememiş devrimci var mıdır acaba? Yahut Maksim Gorki’nin o unutulmaz eseri “ANA”yı bu topraklarda tiyatro sahnesine taşıyan kimdir? İşte bundan dolayı Ankara Birlik Tiyatrosu’nun birçok oyunu yasaklanmış, fiili olarak jandarma ya da polisçe basılarak engellenmiş, oyuncuları gözaltına alınmış, dekorları parçalanmıştır. Fakat, Zeki Göker yönetmenliğindeki ABT, her seferinde daha dirençli bir biçimde yoluna devam etmiştir. Başlı başına bu bile “nasıl bir sanat, ne için sanat?” sorularına verilmiş bir yanıttır. Yoldaşlar, Gezi’nin kendi çapını ve sınırlarını aşarak memleketleştiği, direnişin bir jilet gibi karanlığın perdelerini yırttığı günler yaşıyoruz. Bir halk, çok uzun bir zamandan sonra tekrar kendi gücünün farkına varıyor. Egemen ağızlardan peşi sıra çıkan yalan dolanlara artık inanmıyor. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Taksim’de karşı karşıya gelen ezen ile ezilen arasındaki mücadele keskinleşerek sürüyor. Ağızlardan kan damlayarak ve emperyalist efendilerinin güç ve imkanlarını da arkalarına alarak kardeş Suriye halkının tüm değerlerini paramparça etmeyi hedefleyen Türkiye egemenleri ve onların bugünkü temsilcisi AKP, bir sınır ve akıldışı savaş arifesinde, öncelikli olarak kendi cephe gerisini temizleme derdinde. AKP, işçi, emekçi, alevi, Kürt, devrimci, sosyalist, kadın, yani bu ülkenin gerçek sahiplerine düşmanca saldırıyor. Varsın saldırmaya devam etsin. Zulüm, artık çeliğe verilen sudan başka hiçbir işe yaramıyor. Büyük bir Gezi Davası açılacakmış. En az bin kişiyi kapsayacakmış. Bu insanlar yargılanacakmış vb. vb. Bilinmelidir ki Gezi, bir avuç egemen dışındaki tüm halkın ayağa kalkmış halidir. Buyurun yargılayın koca bir halkı. Fakat bilin ki, ne yasalarınızın gücü yeter bizi teslim almaya ne de parmakla sayılacak kadar azız biz. ZGKM olarak bir kez daha buraya gelerek bizi onurlandıran tüm dostlarımıza teşekkür ediyoruz. *22 Eylül 2013’deki Açılışta Okunan Metindir. 45 Zeki Göker Kültür Merkezi Açıldı A lternatif bir yaşamı örme mücadelesinde yeni bir ilmek, Kadıköy’de Zeki Göker Kültür Merkezi’nin açılış etkinliği ile atıldı. Bir süredir Zeki Göker’in yoldaşları, ailesi, arkadaşları ve onun devrimci sanatçı mirasını sahiplenen dostlarının hummalı çalışmaları sonucu, kültür ve sanat faaliyetleri için hazır hale getirilen Kültür Merkezi’nin açılış etkinliği 22 Eylül Pazar günü, Kültür Merkezi’nin önüne kurulan sahnede Önder Babat Çocuk Korosu’nun şarkılarıyla başladı. Çocuk Korosu’nun şarkılarının ardından açılış konuşmaları yapıldı. Konuşmaların ardından, Gezi Direnişi’nde yitirilen canlar şahsında tüm devrim şehitleri için saygı duruşu gerçekleştirildi. Zeki Göker’in sanatçı dostlarının ve öğrencilerinin yoğun ilgi ile katılım gösterdiği etkinlik, Marmara Trio adlı grubun klasik müzik dinletisi ile devam etti. Bu dinletinin ardından Cemal Karakuş sahnedeydi. Zeki Göker’in hayatı, sanatı ve devrimci mücadelesinden kesitlerin yer aldığı sinevizyon gösterimlerinin ardından sanatını devrimci mücadeleden besleyen Adalılar sahne aldı. Adalılar, Gezi Parkı Direnişi sırasında düşenlere adadıkları marşları, türküleri seslendirirken bu sırada etkinliğe gelen kitlenin sık sık ‘Her Yer Taksim Her Yer Direniş’ sloganları attığı görüldü. Açılış etkinliğine katılamayan Zeki Göker dostlarının etkinlik için hazırladıkları röportajlar sahnede katılımcılara gösterildi. Gösterimin ardından sahnede 46 tiyatrocu, yönetmen, müzisyen kimliğiyle tanıdığımız Renan Bilek vardı. Şarkıları ve okuduğu şiirlerin ardından Renan Bilek sahneyi, İstanbul Alevi Derneği Hubyar Semah Ekibi’ne bıraktı. Semahlarını dostluğa, kardeşliğe, Zeki Göker’e dönen Hubyar Semah ekibinin ardından bu kez Serhad Raşa türküleriyle dayanışmayı büyüttü. Ender Yiğit, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir şiirini seslendirerek Zeki Göker’i selamladı. Tiyatro Simurg’un sahnelediği kısa bir teatral gösterinin ardından sahneyi İlkay Akkaya devraldı. Türkülerini konuklarla hep bir ağızdan söyleyen İlkay Akkaya, Zeki Göker ile anılarını paylaştı. Son olarak İlkay Akkaya’nın Çav Bella marşı hep bir ağızdan söylendi. Marşın bitmesiyle birlikte Tellalzade sokakta ‘Her Yer Taksim, Her Yer Direniş’ ‘Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam’ sloganları yankılandı. Etraftaki evlerden halkın da yoğun ilgi ile etkinliğe ve sloganlara eşlik ettiği görüldü. Etkinlik devrimci mücadeleyi ve devrimci sanatı güçlü kılmak şiarıyla sonlandı. Adalılar’la Müzik Üzerine Sohbet Ettik Devrimci Gençlik: Bize biraz Adalılar’dan bahsedebilir misiniz? Adalılar : Adalılar bilindiği gibi tüm muhalif sanat alanında olduğu gibi toplumsal mücadele koşullarının içinden damıtılmış, bu nedenle de kendini devrimci mücadele içerisinde gören ve sanat/mücadele diyalektiğini benimseyen bir müzik grubu. Kuruluşu ise 2006 yılında kurulan Önder Babat Kültür Merkezi’nin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Kültür Merkezimizin oluşturulmasıyla birlikte ÖBKM Müzik Topluluğu olarak çalışmalarına başlayan müzik grubumuz kendi üretimlerini de yaratarak yoluna devam etti. Geceyi Kuşatanlara isimli albüm çalışmamızda ise 90’larda özgün müzik yapan ve bizim de geleneğimizin bir parçası olan Adalılar ismini aldık. Hakan Yeşilyurt, Cemal Karakuş, Edip Emre gibi isimlerinde içinde bulunduğu grubun eski üyeleri ile yaptığımız görüşmelerde bu ismi almamızın onlar için de bir mutluluk sebebi olduğunu gördük. Albüm çalışmalarında ise eski grup üyeleriyle birlikte çalışma imkanı bulduk ve yolumuza Adalılar olarak devam ettik. Devrimci Gençlik: Çalışmalarınızda ve ürünlerinizde genel olarak toplumsal gelişmelere ilişkin bir refleks söz konusu. Ve bu anlamda birçok besteniz olduğunu da biliyoruz. Bu nedenle Adalılar biraz da an’ın ve geleceğin müziğini yapıyor diyebilir miyiz? Adalılar: Sanatta popüler olma sevdasıyla an’ı yaşamak bir moda haline gelmiş durumda. Bu bir anlamda postmodern kültürün kitlelere dayatmış olduğu ve yıllardır sanatı da etkisi altına almış bir olgu. Bu nedenle an’ın müziğini ya da sanatını yapmak bizim için popülaritenin ötesinde anlamlar taşımaktadır. Çünkü bizim için an ile geçmiş ve gelecek arasında kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenle gündemle alakalı birçok üretimimizi bu bağlamda ele alıyoruz. İş cinayetlerinden, kadın sorununa, tutsakların katledilmesinden, Roboski’ye kadar birçok üretimimizi bu bakış açısıyla ele aldık. Hatırlanacağı gibi Metin Lokumcu’nun öldürülmesinin ardından yaptığımız “Metin Lokumcu’ya” ve Gezi Direnişi’nde şehit düşenlere adadığımız “Gezi Direnişçilerine” isimli üretimlerimiz de bunun bir parçasıdır. Bu çalışmalarımızı sanatın sağır kulaklara seslenmesi olarak düşünebiliriz. Her şeyin manipülasyon yöntemleriyle değiştirildiği, duyargaların körleştirilmeye çalışıldığı, bilinçlerin çelmelenmeye çalışıldığı ve sanatında bu anlam- 47 da önemli bir araç olarak kullanıldığı böylesi dönemde yaşanan gelişmeleri gerçek boyutlarıyla halka anlatmanın sanatın görevi olduğunu düşünüyoruz. Devrimci Gençlik: “Geceyi Kuşatanlara” isimli albümünüz uzun bir aradan sonra Adalılar’ın dinleyicileriyle buluşması anlamında güzel bir sürpriz olmuştu. Yeni bir albüm çalışmanız var mı? Adalılar : Önümüzdeki dönemde dinleyicilerimiz için güzel bir sürprizimiz olacak. Bunun da yeni bir albüm olduğunu şimdiden söylemiş olalım. Grup kurulduğundan bugüne kadar birçok bestemiz, birçok üretimimiz var. Bunların tekrar gözden geçirilmesi, aranje, düzenleme gibi emek isteyen çalışmaları oluyor. Grup olarak bu çalışmaları sürdürürken yeni yeni çalışmalarımız da oluyor. Bu bir anlamda albüm için atılan önemli ve olmazsa olmaz diyebileceğimiz adımlar. Bir an önce bu çalışmalarımızı bitirip dinleyicilerimiz ve sevenlerimizle buluşmak istiyoruz. Albüm çalışmaları sürerken bir yandan da kültür merkezinin çalışmaları kapsamında ele aldığımız Adalılar Korosu çalışmamız da olacak. Önder Babat Kültür Merkezi yeni dönem çalışmalarımızda bu alanda yürüteceğimiz çalışmayla birlikte Adalılar’ın kadrosunun daha da genişletme gibi bir düşüncemiz var. Ve bu anlamda çalışma yapmak isteyen tüm dostlarımızı kültür merkezimize çağırıyoruz. Gezi Direnişi Şehitleri Onurumuzdur! Buyurun oturun dostlar Hoş gelip sefalar getirdiniz, Biliyorum ben uyurken hücreme pencereden girdiniz Ne ince boyunlu ilaç şişesini Ne kırmızı kutuyu devirdiniz. Yüzünüzde yıldızların aydınlığı Başucumda durup elele verdiniz. Ya siz Abdullah Cömert? Ya siz? Katledilmeden önce “3 günde sadece beş saat uyudum, sayısız biber gazı yedim, üç defa ölüm tehlikesi atlattım. Ve insanlar ne diyor biliyor musunuz! Boşver ülkeyi sen mi kurtaracaksın. evet kurtaramasak da bu yolda öleceğiz sadece devrim için !” diyen siz değil miydiniz? Demek siz de burada bizimlesiniz. Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor! Ethem Sarısülük!!! Ne tuhaf şey, hani siz ölmüştünüz kardeşim? Ankara’da bu memleketin başkentinde, Omuz verirken Gezi Direnişi’ne… Medeni Yıldırım! Siz de yaşıyorsunuz! Oysa ben kendi gözlerimle gördüm Diyarbakır da kahpe bir kurşun ile katledişinizi. Oysa ben kendi ağzımla haykırdım Her yer Lice her yer direniş! Yere düşmüştünüz hani polis kurşunu ile, Yerde yatarken siz kıpkırmızı kanınız Simsiyah saçınızı yıkamıştı… Kimbilir nasıl yanmıştır canınız! Ayakta durmayın oturun, ben sizi ölmüş zannediyordum. Hücreme pencereden girdiniz Yüzünüzde yıldızların aydınlığı Hoş gelip sefalar getirdiniz… Belki başından beri arıyor gözlerim Kusura bakmayın yeni fark ettim. Ali İsmail Korkmaz !!! Hayat dolu, yaşam dolu bakan gözlerinizi şimdi fark ettim. Demek ki siz de ölmediniz ve hücreme girdiniz. Zaten az mı söyledik “Uyan Alim Uyan” türküsünü arkanızdan… Siz de iyi ki buradasınız kardeşim İyi ki ölmediniz.!! İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nden Memet! Mehmet Ayvalıtaş! İki gözüm merhaba… Siz de ölmediniz miydi? Otobanda halkın yanındayken bir araba sizin üzerinizden geçipte, Sıcak bir yaz günü kabristana gömülmediniz miydi? Demek ölmemişsiniz… Ahmet Atakan!! Merhaba kardeşim, hoş geldiniz. Hatay’da toprağa düşen 3. fidandınız. Ve şimdi siz de bizimlesiniz. Yaşıyorsunuz siz de buradasınız… Ben sizi hepinizi ölmüş zannediyordum! Başucumda durup elele verdiniz! Buyurun oturun dostlar. Hoş gelip sefalar getirdiniz… Sırrı Mısırlı 48