HF105
Transkript
HF105
Nedir direktörlüğün kerameti? Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editörler Emre Çelik Rafet Baran Eryılmaz Yazarlar Ali Ece Futbol dünyasının en değişken görev tanımlı üyelerinin futbol direktörleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Galatasaray’ın Roberto Mancini’nin göreve getirilmesinin ardından böyle bir direktör arayışına girmesiyle biz de bu adamların dünyasına daldık. Avrupa’dan başarılı örnekleri bulurken; milyonları çarçur eden örnekleriyle de karşılaştık. Ülkemizdeki bir türlü oturtulamamış bu kavramın en göz önündeki örneklerini de derledik. Aynı zamanda Galatasaray’da göreve getirilmesi beklenen Bülent Korkmaz’ın kariyerine ve takıma katabileceklerine de geniş bir bakış attık. Emre Özcan İsmail Şayan Fırat Topal 105. sayımızda aynı zamanda 25 Kasım 2005’te aramızdan ayrılan George Best’e saygı duruşu yapmayı ihmal etmedik. 5. Beatle’ın hikayesini Ali Ece’nin kaleminden okuyacaksınız. Öte yandan Avrupa’da bu hafta oynanacak dikkat çekici maçları da mercek altına aldık. Bayern Münih-Borussia Dortmund’un başını çektiği bu üçlü seriye Merseyside Derbisi ile Endülüs Derbisi de konuk oldu. Keyifli okumalar, Rafet B. Eryılmaz [email protected] [email protected] #105 BU SAYIDA Direktörler Özel Başarısız Futbol Direktörleri Alkışlarla gelip, yuhalamalarla uğurlananlar Bol Gelen Elbise Ülkemizdeki acayip direktörlük anlayışı Futbolun Hibrid Adamları Futbol direktörleri Avrupa kulüplerini zirveye nasıl çıkarıyorlar? Cesur Yürek Bülent Korkmaz’ın 3. Galatasaray seferi başlamak üzere mi? Beatle’ların En Güzeli Old Trafford’un üzerinde bir hayalet dolaşıyor... Endülüs’ün Hakimi Kim? Zor durumdaki Betis, formdaki Sevilla karşısında ne yapacak? İsmail Şayan Özel Dosya HF105 FUTBOLUN HiBRiT ADAMLARI Sportif direktör, futbol direktörü, futbol şube sorumlusu, CEO, teknik direktör, menajer... Ne bu sıfat bolluğu, ne işe yararlar bunlar kuzum? Arsene Wenger, basına konuşma seçeneğini de devreye sokmuştu artık: -Futbolculardan maksimum verimi alması gereken ve onlara adil forma dağıtmakla yükümlü birisine oyuncusuyla pazarlığa oturma görevinin yüklenmesi kadar saçma bir şey olamaz. Forma verirken de mi pazarlık yapacağım? İşler böyle yürümez, değişmesi gerekiyor, yönetim kurulu ile aramda bir başka birisinin olmasına ihtiyacımız var! 1996 Eylül’ünde Wenger Japonya’dan geldiği gün İngiliz basını “Wenger Who?” manşetini atarak dalgasını geçmişti. Wenger’i getiren kişi ise David Dein’di. İkilinin işbirliği Arsenal’ın altın dönemi oldu. Wenger yalnızca İngiltere’de şampiyon olmayı başaran ilk Britanyalı olmayan menajer olarak tarihe geçmekle kalmadı, pek çok noktada İngilizlerin bakış açılarını değiştirdi ve bazı yerleşik kalıpları kırdı. Üç şampiyonluk, dört FA Cup, UEFA kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde final... Daha da önemlisi yenilenen altyapı düzeni, transferlerde yapılan kârların da katkısıyla finanse edilen yepyeni bir stadyum. Ancak Dein’in yönetimle başlayan sürtüşmesi, sonunda çözülemez bir noktaya geldi ve Dein, 2007’de istifasını verdi. Wenger-Dein ikilisiyle yalnızca 1997 ve 2006’yı kupasız kapatan Arsenal, aradan geçen altı yılda kupa kazanamadı. Wenger, Dein gittiğinde birey olarak çok üzüldüğünü açıkça söylemekten çekinmemişti ama kısa sürede kulübün işleyişinde de yaralar açıldığını anladı. Türkiye’de benzer durumda zil takıp oynayacak teknik adamların aksine, yönetimden ısrarla Dein’in yerinin doldurulmasını istedi. Feryadı sonunda duyuldu ve 2009’da MLS yönetiminden Ivan Gazidis transfer edildi. Bu yaşananlar bize aykırı gelebilir çünkü Türkiye’de hiç bir teknik adam böyle bir yönetici istemezken Arsene Wenger yönetimle arasında, yani üzerinde, yer alacak bir direktör için yönetimle basının önünde dahi karşı karşıya gelmeyi göze aldı. Ve Wenger tek değil... Totenham’da da Villas-Boas benzer şikayetleri üst perdeden dile getirdi ve geçen sezonun sonunda Roma’dan Franco Baldini transfer edildi. İngiliz pratiğine aykırıydı, başkan Levy’yi ikna etmek için çok uğraşmıştı ama en sonunda “düğünde bile dört dört iki oynayan” o muhafazakâr İngilizler kendi sistemlerinde bir eksiklik görüp Avrupalıların bu isteğine kulak vermeye başladılar. Avrupa’da ‘sportif direktör’ terimi daha yaygınken İngilizler ‘futbol direktörü’ ya da ‘teknik direktör’ demeyi tercih ediyorlar. Kalabalıkta Alman netliği CEO’nun gerekliliği artık tartışılmıyor. Futbol direktörü ya da sportif direktör gerçeği de her geçen gün biraz daha kabul ettiriyor kendini. Bunlar lüks ya da gereksizlik değil, değişen futbolun kaçınılmazı olarak ortada. CEO’nun futbolu bilip bilmemesi önemli değil ama sportif direktör, yönetici niteliğinin ve planlamacılığının yanı sıra futbolda da belli bir düzeyde bilgi sahibi olmalı. Teknik konular ise tamamıyla teknik direktörün omuzlarında. UEFA’nın raporları gösteriyor ki pek çok ülkede teknik direktörün görevde kalma süresi iki yılın altında. Ortalama 1,5 yıl ve yalnızca %12’si üç yıl veya daha fazla görevde kalabiliyor. İşin içinde kulüp adına bir direktör olmadan her şeyi teknik adama emanet etmek böyle bir yapıda akıl kârı değil, devamlılığı sağlamak mümkün olmuyor. Her yeni teknik adamla sil baştan yapmanın parasal maliyetinin ötesinde, kulübün gelişimi adına kaybedilen zamanın maliyeti çok büyük. Ya da David Dein & Arsene Wenger teknik adamın ölümüne istediği ve kısa vadede doğru bir transfer, sportif direktörün kantarında tartılıp uzun vadedeki değerlendirmesi de yapılmamışsa götürdükleri getirdiklerinden çok daha büyük olabiliyor. Doksanlarda Ajax’ın teknik direktörlerle yaptığı sözleşmelerde “takımın dizilişi 4-3-3’tür”ündeğişmez madde olarak yer aldığı söylenirdi. Ajax, altyapısını da 4-3-3 üzerine kurmuş, dipten tepeye bir süreklilik sağlamıştı. Van Gaal’in 1995 Şampiyonlar Ligi finalinde Milan’ı yenerek kupayı kaldıran ilk 11’inde 9 oyuncu, 25 yaşın altındaydı. 18 yıl önce ilk 11 çıkan ve hâlâ Brezilya’da Botafogo forması giyen Seedorf’un yanı sıra, golü atan Kluivert ve Kanu da daha 20 yaşını görmemişlerdi.Barcelona da altyapısını bu düzeye getirebilmek için yıllarca çabaladı. İşte bu sürekliliği sık sık teknik direktörün değiştiği bir dünyada sportif direktör olmadan sağlamanız mümkün olmuyor. Bunun da ötesinde, çoğu teknik direktör bir altyapı organizasyonunu tam anlamıyla kurabilecek kadar bile görevde kalmıyor. Ayrıca, her kupa canavarı teknik adamın altyapı uzmanlığı da garanti değil. Klopp’un anlattığı ilginç bir hikaye vardır: Oynadığı Mainz’da takımın başına Saftig getirilir. Görüşmelerde Saftig’e takımın Wolfgang Frank’ın yerleştirdiği dörtlü alan savunmasını oynamaya devam etmesi gerektiği kulübün sportif direktörünce anlatılmıştır. Ancak Saftig bildiğini okumaktadır. Klopp, sportif direktörün kapısını çalar ve takımın dörtlü alan savunması değil, liberolu dörtlü oynadığını söyler. Sportif direktör her şeyin farkındadır ve Klopp’a “merak etmemesini” söyler. Mart’ta göreve gelmiş olan Saftig, yeni sezonda yine iş arayacaktır. Klopp’un Borussia Dortmund’u yapıyı anlamamız için en net örneklerden biri: Klopp, futbol takımının teknik direktörü. Teknik kadro, altyapılar ve oyuncu izleme ekipleri sportif direktör olarak görev yapan Zorc’a bağlı. Klopp’un işi öncelikle elindeki kadrodan en yüksek verimi almak ve kadroyu daha etkili hale getirmek. Bu noktada Zorc devreye giriyor. Takımın teknik direktörce belirlenen ihtiyaçları için harekete geçiyor ve nihai kararı veriyor. Tüm sözleşmelerin yenilenmesi ve transferler Klopp’un istekleri de göz önüne alınarak Zorc tarafından gerçekleştiriliyor. Klopp rakiplerini ve taktiksel anlamda değişen trendleri izlemekle görevliyken Zorc transfer piyasası, oyuncu menajerleri, altyapı eğitiminde yaşanan gelişmeler, gelecekte kulübe kazandırılabilecek oyuncu ve antrenör adayları gibi konulara yoğunlaşıyor. Üstlerinde yer alan CEO Watzke ise öncelikle kulübün takıma sağlayabileceği kaynakları genişletmekle ilgileniyor. Bu üçlü gerektiğinde bir araya gelerek ortak kararlarını alıyorlar. Basitçe söylersek Klopp elindeki kadronun, Zorc kulüpte futbolun, Watzke ise kulübün geleceğinin planlamasını yapmak zorunda. Eğer bir gün Klopp bırakmaya karar verirse kulüp yeni bir teknik direktör atayacak ve sistem işlemeye devam edecek. Hiç bir şeyi sıfırdan başlatmak gereği yok çünkü kulübün ana hedefleri CEO ve sportif direktör tarafından çizilmiş çerçevede kovalanmaya devam edecek. Uli Höness, Bayern’de sportif direktör olarak futbolun tüm yapısını yeniden kurdu, buna yıllarını harcadıktan sonra görevini Nerlinger’e devretti ve başkanlığa geçti. Ancak kulüp CEO’su Rummenigge ile yapılan değerlendirmede yeni sportif direktör Nerlinger’in performansından memnun kalınmadı ve Sammer sportif direktörlüğe getirildi. Franco Baldini & Villas-Boas Ancak yapı her zaman Dortmund örneğindeki kadar net olmayabiliyor. Ve aynı sıfat, farklı görevleri tanımlamak için de kullanılabiliyor. Örneğin Manchester United’da futbol direktörü olan Bobby Charlton, futbol takımı ile hiç bir şekilde ilgilenmez, CEO ile daha fazla işbirliği içinde genelde promosyonlar ve pazarlama etkinliklerinde görev alır. Ama önceki direktör Sir Matt Busby’nin konumu tam tersiydi. New York Cosmos’ta Eric Cantona, Benfica’da Rui Costa ise Alman modeline benzer görevdeler.Salzburg’da Trapattoni ve Notts County’de Eriksson da benzer sıfatla göreve gelmişlerdi ama yalnızca üst yapı ile ilgili teknik danışman gibi çalıştılar. Hatta Valdano gibi kulüp genel menajerleri için de zaman zaman sportif direktör tanımının kullanılabildiğini görüyoruz. Zidane da Valdano gibi Real Madrid’de görev yapıyor ve futbol direktörü olarak geçiyor. Başlangıçta Bobby Charlton gibi bir rol düşünülürken oyuncu takibi ve transferde aktif rol üstlenebiliyor ve Ancelotti’nin yardımcılığını yapıyor. Yine mi Bosman? Futbol, çok ama çok uzun zamandır “hadi çocuklar, çıkın oynayın”ın çok ötesinde. En doğru sponsorları bulmanız ve onlarla en kârlı anlaşmayı yapmanız gerekiyor. Bu alanda çok büyük bir savaş dönüyor. Kulübün topluma ve taraftarlarına vereceği mesajların, kamu oyunda yaratılacak imajın büyük önemi var. Ancak bu da yeterli değil. Kulübe bir ana rota belirlemek ve en iyi oyuncuyu getirmekle de olmuyor. Yalnızca oyuncuları değil; antrenörler, sağlık uzmanları, altyapı antrenörleri, diyetisyenler, oyuncu menajerleri ve dünyada yaşanan hem taktik, hem teknik, hem de organizasyonel gelişimleri takip de zorunluluk. Artık futbolcunun kaderi yöneticinin iki dudağı arasında değil. Bosman’ı hatırlayın, ne transfer yapabiliyor, ne de futbol oynayabiliyordu. Sözleşmesi biten bir futbolcunun yeni sözleşme yapması mümkün olamayabiliyordu ve ‘boş sözleşmeye imza’ modası vardı. Ancak Bosman davasıyla bu tuhaf yapı kökünden yıkıldı. Futbolcunun bonservisini bir kasaya koyup o kasayı denizin dibine gönderme tehdidi ortadan kalktı. Artık futbolcular da masaya otururken bazı haklara sahipler ve kulüpten daha avantajlı durumda olabiliyorlar. Burada yaşanan savaşta da en donanımlı şekilde masaya oturabilmek gerekiyor. Elde olan veya dışarıdaki genç bir oyuncu hakkında yeterli bilgiyi toplamamanın ya da öğrenme sürecinde doğru yönlendirememenin maliyeti ise milyonlarla ölçülebiliyor. İletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişim herkese yeni avantajlar sunarken dezavantajlarını da beraberinde getiriyor. Artık tüm takımlar rakiplerinin tüm maç kayıtlarına ve tüm oyuncularının istatistiklerine bir çırpıda ulaşabiliyor. Her takımı masaya yatırıp en ince detayına kadar oyunlarını çalışmak mümkün. Yalnızca kendi oyununa odaklanmak hiç bir teknik adama yetmiyor. Oyun içinde daha önce kazandırmış bir taktik değişikliğe gidildiğinde karşıdaki teknik adamın cebinde bunun da panzehiri hazır bulunuyor. Oyuncuları iyi çalıştırmak, onların fiziksel olarak iyi durumda olmalarını sağlamak yeterli değil. Onları iyi değil mümkün olan en iyi duruma getirmek, o seviyede uzun tutmak ve bunun için konunun uzmanlarıyla işbirliği yapmak gerekiyor. Zaman yalnızca oyunu değil, oyunun etrafındaki her şeyi de hızlandırdı ve karmaşıklaştırdı. Ferran Soriano & Al Mubarak Masa kıran başkanlar Tüm bu gelişimin içinde bir ya da iki kişinin işleri kotarması mümkün değil. Transferi başkanın yaptığı, primlere uçakta yıldız oyuncuyla pazarlık yapan başkanın karar verdiği o yılların geride kaldığını anlamak gerek. Bunlar ucuz ve gülünç ‘kendine pay çıkarma çabaları’ndan öteye gitmiyor. “Bizim oyuncumuzdu, iyi çocuktur”la altyapıdaki ya da kadrodaki oyuncunun gelişebileceğini sanmak ahmaklıktan başka bir şey değil. Tepeden tırnağa her alanda uzmanlaşma ve işlerin bu uzmanlara yaptırılması gerekiyor. Başkanın masaya yumruğunu en sert vuran değil, doğru ve birbiriyle uyum içinde çalışacak ekipleri oluşturmayı en iyi başaran kişi olması ve elemanlarının uzmanlığına saygı göstermeyi bilmesi gerekiyor. Geçmişte futbol şubesi sorumluları, sportif direktör ya da futbol direktörünün fonksiyonuna benzer işi icra etmeleri için varlardı. Ancak bir iki kötü sonucun ardından yapı değişir, başkan ya da yönetim ‘duruma el koyar’dı. Sonrasında yine yeniden yapılanma, sıfırdan başlangıç... Tepesinde Demokles’in kılıcıyla yaşamak zorunda olan futbol şubesi sorumluları bir türlü güçlü bir kimlikle ortaya çıkıp görevlerini olması gerektiği gibi yerine getiremediler. Aynı anlayış sürdüğü sürece ister futbol direktörü ister sportif direktör diyelim, bu yapıdan da verim almak mümkün olmayacak. ‘Başkan futbol şubesini kendine bağladı’larla bir yere varılmayacağı görüleli çok oldu. Abramovic Chelsea’yi satın aldığında ilk transferlerinden biri Manchester United CEO’su Peter Kenyon olmuştu. Şeyhler ise City’de Nike’den Gary Cook’u göreve getirerek başladılar. Şimdi ise Barcelona’da aynı işi yapmış olan Ferran Soriano CEO, yine Barcelona’dan Txiki Begiristein direktör. Bayern Münih federasyondan Matthias Sammer’i, Arsenal MLS’ten Gazidis’i, Tottenham Roma’dan Baldini’yi, doğru tercihin keyfini çıkaran Wolfsburg ise Werder Bremen’de harika işlere imza atmış olan Klaus Allofs’u direktör olarak transfer etti. Bu pek aşina olmadığımız roller git gide daha büyük önem kazanıyor ve hatta kendi transfer pazarını da yaratmış durumda. Net tanımlanamadıklarında zaman zaman büyük çatışmalara yol açabildikleri de görüldü. Organizasyonunu doğru oluşturmayı başaran kulüplerin hanelerindeyse her zaman ‘artı’ olarak yer alıyor. Özel Dosya Fırat Topal HF105 BAŞARISIZ FUTBOL DiREKTÖRLERi Her görevde olduğu gibi futbol direktörlüğünde de çok sayıda başarısız isim mevcut. İşte o başarısızlar arasında öne çıkanlar. Futbol direktörlerinin oldukça başarılı örneklerini gördüğümüz gibi görev yaptıkları kulüpte kaosa yol açan, futbol takımına futbolcular ve teknik direktörlerden daha fazla etki yapan başarısız örneklerini de gördük. Bunun birkaç nedeni olabiliyor. Göreve getirilen direktörün, teknik adamla yıldızının barışmaması, yöneticilik bilgisi olduğu kadar futbolun teknik tarafı üzerine çok fazla bilgisinin olmaması, insan ilişkileri ve iletişim konusunda önemli zaafları olması en başta sayabileceğimiz nedenler. Zaman zaman bunun tek sebebi futbol direktörü de olmuyor. Kulüp başkanı camiadaki çalkantıyı kendilerine bağlayabiliyor, hatta değişen gündem ve sahadaki başarı bile kendisi hakkında yapılan yorumlarda önemli değişiklikler yapıyor. Örneğin Bülent Tulun, Eric Gerets’le kazanılan şampiyonlukta önemli payı olan biri isim olarak görülürken Ünal Aysal döneminde bir tür ‘Kaleyi içten yıkan’ adam damgasını yedi. Avrupa futbolundaki başarısız Futbol Direktörü örneklerine göz atalım. Damien Comolli Damien “Demon” Comolli (şeytan) demek daha doğru olabilir. Comolli, Frank Arnesen, Chelsea’nin yolunu tuttuğunda Tottenham Hotspur’daki futbol direktörü görevine başladı. Arnesen’in göreve getirdiği Martin Jol onun için bir sorundu. Jol 2007’de görevden ayrıldığında kendisinden habersiz birçok oyuncunun alınıp satıldığını söylemişti. Saint-Étienne, 2008’de onu göreve getirdiğinde büyük bir hata yaptığını sonradan anlayacaktı. 22 milyon avro harcadığı 7 futbolcudan sadece biri ilk 11 oyuncusu olabildi. Bu muhteşem (!) cv’den ders almayan Liverpool (Gillett ve Hicks’ten başka ne beklenirdi ki) onu aynı pozisyona oturttu 2010’da. Sonuç: Andy Carroll’a harcanan 35 milyon paund, Stewart Downing’e harcanan 20 milyon paund, bir dolu işe yaramayan transfer ve tabii Torres’in Chelsea’ye satılması. 50 milyon paund iyi bir bonservis ama karşılığında aldıkların Carroll ve Downing olunca pek bir anlamı olmuyor. Comolli, Nisan 2012’de kovuldu. Şu an boşta sonrakini kurbanını bekliyor. Sir Clive Woodward Çok iyi bir musluk tamircisini, evinizdeki elektrik kablolarını tamir etmek için çağırırsanız olabilecek ne varsa, Southampton başkanı Rupert Lowe, 2005 yılında, yakın arkadaşı olan Woodward’u, önceki görevlerindeki başarılarından etkilenerek futbol direktörlüğüne getirdiğinde de onlar oldu. Zira şöyle bir sorun vardı ki Woodward’un önceki görevi İngiltere rugby milli takımının koçluğuydu. Lowe, yedi 7 senelik görevi boyunca İngilizlere bir Dünya Kupası kazandıran ismin futbolda da iyi işler çıkarabileceğine inanmıştı. Menajer Harry Redknapp bu durumdan rahatsızlığını, istifa ederek gösterdi. Lowe daha da ileri giderek Woodward’ı Redknapp’ın yerine menjerliğe getirmek istiyordu ama görev George Burley’e verildi. Woodward’ın akademide göreve getirdiği Simon Clifford kulüpte iki ay dayanabildi, Woodward da Ağustos 2006’da, sadece 1 yılda kulüpte ufak çaplı bir deprem yarattıktan sonra görevden ayrıldı. Dennis Wise 21 kere İngiliz milli takım formasını giymiş bir adamken bir mafya üyesine nasıl dönüşülür, Wise’ın Newcastle United’daki 14 aylık direktörlük görevine bakılarak anlaşılabilir. 29 Ocak 2008’de göreve başladı Wise. 7 ay sonra Kevin Keegan istifa etmişti. İstifası Newcastle taraftarları arasında bir infial yarattı ve sorumlu olarak başkan Mike Ashley ve çırağı Wise gösterildi. Hatta bu iki isme “Cockney Mafia” lakabı takıldı. Keegan, James Milner’ın kendisinden habersiz Aston Villa’yla görüşmek için kulüpten izin aldığını ve transferlerde son sözün sahibi olmadığını belirtiyordu. Premier Lig tahkim kurulunun gerçekleştirdiği toplantılarda Wise’ın, Youtube’dan izleyip beğendiği Ignacio González’i transfer etmesi için Keegan’a baskı yaptığı ortaya çıktı ve kulüp 2 milyon paund tazminat ödemekle cezalandırıldı. Nisan 2009’da Wise kulüpten ayrıldı, Bobby Robson arkasından “Onun kulübüme yaptıklarını affedebilecek miyim bilmiyorum” diyerek tabuta son çiviyi çaktı. Alexi Lalas Bu sefer denemenin başarısızlığı direktörden değil kulüpten kaynaklanıyor. Lalas’ın pozisyonunda dahi zaten bir acaiplik vardı zira kendisi Los Angeles Galaxy’nin hem başkanı hem de genel direktörüydü. Ama direktörlük görevi, Avrupa’dakilerden pek farklı değildi. Ruud Gullit, 2007’de teknik direktörlüğe getirildiğinde hiçbir şeyden haberi yoktu, zira Meksika dizilerini aratmayan bir senaryoda oyuncak olmuştu. Gullit’i kulüp patronlarına öneren David Beckham’dı. Beckham’a tavsiyeyi veren de menajeri Terry Byrne. Byrne, 1992’de masör olarak Chelsea kulübüne girmiş, Gullit’in menajerliği döneminde asistan masörlüğe yükseltilmişti. Beckham’la 2003 yılında başlattığı dostluk, menajerliğe dönüştü ve İngiliz oyuncunun Galaxy’e transferinde ön ayak oldu. Beckham da onu kulübün maaşlı danışmanı haline getirdi, Byrne’ın ilk tavsiyesi kaptanlığın Beckham’a verilmesi oldu. Gullit göreve getirildi, Lalas bunları tenis maçı gibi izledi ve Ağustos 2008’de Lalas, Gullit’le beraber kovuldu. Ricardo Sá Pinto Sá Pinto Sporting’de iki ayrı dönemde olmak üzere toplam dokuz sezon forma giydi. 2007’de futbolu Standard Liege’de bıraktıktan iki yıl sonra Sporting’e futbol direktörü olarak geri döndü. Ancak Kasım ayında atandığı görevde sadece üç ay dayanabildi. Çünkü 2009-10 Portekiz Kupası’nda Mafra karşısında 4-3 galip geldikleri maçtan sonra takımın yıldızı Liedson ile soyunma odasında yumruklaşmıştı. Gelen haberlere göre ikili daha yedek kulübesinde söz düzellosuna başlamış, soyunma odasında da iş çığırından çıkmıştı. Sá Pinto anında istifasını verdi, yönetim bunu kabul etti, ancak Liedson kulüpte forma giymeye devam etti. Basın, eski milli futbolcunun, 1997’de milli takıma çağırılmadığını öğrendiğinde, takımın antrenmanını basıp teknik direktör Artur Jorge’yi yumruklayıp bir yıl ceza aldığı günleri hatırlattı. İlginçtir Sá Pinto, 2012’de teknik direktör olarak kulübe geri döndü ama o görevde de 9 ay dayanabildi. Rafet B. Eryılmaz Özel Dosya HF105 BOL GELEN ELBİSE Kulüplerimizin takıma abilik, yetenek avcılığı veya mevcut teknik direktörü yedeklemek gibi farklı amaçlarla kullandığı sportif direktörlük kurumu Galatasaray’daki yeni dönemle bir kez daha gündeme geldi. Peki ama bu kurum şimdiye kadar nasıl kullanıldı? 1961 Anayasası’nın Türk siyasi hayatına soktuğu Cumhuriyet Senatosu, TBMM üzerinde bir denetleme ve denge unsuru olma özelliklerine sahipti. Ülkemizde 19 yıl boyunca uygulanan çift meclisli sistemin, futbolumuzda zaman zaman denenen sportif direktör-teknik direktör birliktelikleriyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Sportif direktör denince insanların aklına yönetimle teknik adam arasında bir yerlerde yer alan, yönetime göre saha içinde, teknik adama göreyse saha dışında daha donanımlı olan biri canlanıyor. Sportif direktörlerden de tıpkı senato gibi bir denge yakalaması bekleniyor. İyi de bu beklentiler ne oranda karşılanıyor? Daha doğrusu bu beklentiler zamanla nasıl şekilleniyor? Galatasaray’ın Roberto Mancini’nin üstünde çalışacak bir sportif direktör aradığı şu günlerde geçmişte bu görevde bulunmuş kişilerin yaptıklarına bakmak doğru olacaktır. Bu sayede sportif direktörlüğün, ülkemizdeki futbol yönetimi anlayışına bol gelip gelmediğini daha rahat anlayabiliriz. Sportif-teknik direktör? Daum’la birlikte çalışmalarına hızla başladı. Yerli oyuncuların transferinde etkin rol alan Kocaman, ‘Daum’un bilgisayarı’ndan fırlayan Cristian Baroni ve Andre Santos’u izlemek için de Brezilya’ya gitti. Sezon başında işler gayet olumlu görünüyordu. Transferlerle yakından ilgilenen bir sportif direktör sayesinde sarı-lacivertli kulübün geleceğinin teminat altına alındığı düşünülüyordu. Bu konuda zihinlerdeki en taze örnek olarak Aykut Kocaman görünüyor. Fenerbahçe’nin Luis Aragones yönetiminde geçirdiği felaket sezonun ardından 2009 yazında giriştiği yapılanma hamlesinin en dikkat çekici adımı kuşkusuz Kocaman’ın sportif direktörlüğe getirilmesiydi. Ankaraspor’daki teknik direktörlük görevini bırakan Kocaman, teknik direktör Christoph Fakat zaman geçtikçe işler karışmaya başladı. Yıldırım-Daum-Kocaman üçgeninde yaşanan tartışmalar, sezon içinde Kocaman’ın istifa edeceğine yönelik muhtelif söylentiler çıkmasına neden oldu. Kocaman’ın Daum’un yerine geçmek istediği, bu nedenle sürekli sorun çıkardığı konuşuldu. Tüm bu sorunlar son maçta kaybedilen şampiyonlukla birleşince amiyane tabirle çarşı karıştı. Daum tazminat konusunda sorun çıkardı. Aziz Yıldırım, bir yandan Daum’u ikna etmekle uğraşırken bir yandan da Kocaman’ın teknik direktörlüğe geçiş sürecini yönetmeye çalışıyordu. Sorunların çözüldüğü noktada Kocaman’la sözleşme imzalandı. Ancak vurgulanan önemli bir şey vardı! O da Kocaman’ın hem sportif direktör, hem de teknik direktör olarak görev yapacağıydı. Bu konu o kadar tartışıldı ki Kocaman’ın sportif direktör sıfatıyla bir teknik direktör atayabilme ihtimalinin üzerine bile duruldu. Nitekim Kocaman, görev yaptığı süre boyunca Fenerbahçe’nin resmi yayın organları sportif direktör ve teknik direktör sıfatlarını birlikte kullandılar. Üç sezon boyunca görev yapan Kocaman, transfer konusunda daha özgür hareket etmenin dışında bu sıfatların verdiği yetkileri pek kullanabilmiş gözükmedi. İşin daha da hazin olan tarafı teknik direktörlüğünün yanına eklenen sportif direktörlük sıfatının ne gibi yetkiler getirdiğini hiçbir zaman öğrenemedik. Abiler! Türk futbolunda sportif direktörlük konusunda yaşanan bu yetki karmaşasının kaynağı olarak ‘abi’ kavramını gösterebiliriz. Türk futbolcusunun ne koşulda olursa olsun bitmek tükenmek bilmeyen abi ihtiyacı çoğunlukla sportif direktörler aracılığıyla giderilmeye çalışıldı. Bu durumun en büyük örneği Beşiktaş’ta aralıklarla görev yapan Sinan Engin oldu. 2001’de göreve geldiğinde “futbol takımı menajeri” unvanına sahip olan Sinan Engin’den yabancı teknik direktörün oyuncularla iletişimde yaşayabileceği sorunları çözmesi bekleniyordu. Daum’dan sonra Mircea Lucescu’yla da birlikte çalışan Engin’in o dönemden bıraktığı en büyük miras Malatyaspor maçının hakemi Kuddusi Müftüoğlu’ya saha kenarından “Merak etme arkandayım!” diye bağırması oldu. 2004 yılına kadar görev yaptığı döneme söyledikleriyle yol açtığı tartışmalar ve mafyöz tavırları damgasını vurdu. 2007-08 sezonunda yeniden göreve getirilen Engin, performansıyla eski günlerini aratmadı. Abilik rolünün hakkını vererek(!) yapan Engin’in ikinci döneminde 8-0’lık Liverpool faciası yaşandı. O maçın ardından yine mikrofonların karşısına geçen Engin’in “Bak görüyorsun, acımıyorlar yani. Maç devam etse daha da atacaklar.” sözleri akıllarda kaldı. Engin’in her iki döneminden de akıllarda sportif hamlelerinden çok saha dışında yaptıklarının kalması sportif direktörlük kavramının ne kadar geniş bir yelpazede yer aldığını gözler önüne serer cinsten. Profesyonel yönetici? Elbette sportif direktör rolünü abilik yapmakta kullananların yanında profesyonel yöneticilik anlayışıyla hareket eden futbol adamlarına da rastlamamız mümkün. TFF’de çalıştıktan sonra Galatasaray’da yönetici olan Adnan Sezgin’in, Cem Uzan’ın yatırım yaptığı İstanbulspor’a geçişi bu bağlamda bir örnek olabilir. Sezgin, daha sonra ‘Sportif AŞ Genel Müdürü’ sıfatıyla sarı-kırmızılı ekibe dönecekti. Meşhur şirket birleşmesi gerçekleştikten sonra sportif direktörlüğe başlayan Sezgin, özellikle yurtiçi transferlerinde takıma önemli katkı sağladı. Mehmet Topal, Emre Güngör, Hakan Balta ve Servet Çetin gibi gelecekte A Milli Takım’da boy gösterecek oyuncuları sarı-kırmızılı renklere bağladı. Ne var ki bu hamlelerin saha içindeki yansıması taraftarları bir türlü memnun etmedi. Aynı dönemde yabancı transferlerini gerçekleştiren Haldun Üstünel’in Elano, Keita ve Baros gibi isim yapmış oyuncuları takıma kazandırması Sezgin’e karşı tepki oluşmasına neden oldu. Frank Rijkaard döneminde gerçekleşmesi beklenen değişimin önündeki en büyük engel olarak görülen Sezgin, Adnan Polat’ın başkanlıktan ayrılmasıyla takımdan ayrıldı. Devamında profesyonel hareket ederek Samsunspor’da görev yapmaya başlayan Sezgin, burada da yaptığı transferlerle ilginç olaylara sebebiyet verdi. Öyle ki 29 yönetici, “Kulübü biz değil, Sezgin yönetiyor” diyerek istifalarını sundu. Sezgin’in kulüpten kulübe geçişlerinin profesyonellikle bağdaştığı söylenebilir. Fakat görev süresince yaptıklarıyla topladığı tepkilere bakılırsa ülkemizin sportif direktörlük anlayışının dışına pek çıkamadığı göze çarpacaktır. Anadolu direktörlüğü 70’lerde Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar gibi sanatçı ve gruplarla patlayan Anadolu Rock’ın yarattığı etkinin bir benzerini Anadolu takımlarındaki sportif direktörlerin yarattıklarını söylemek mümkün. Bu durumun en büyük örnekleri olarak Gençlerbirliği’nde uzun süre görev yapan Cem Onuk ile Kayserispor’un Süper Lig’de kalıcı olmasını sağlayan Süleyman Hurma gösterilebilir. Daha önce Samsunspor ve Trabzonspor’da da görev yapan Hurma’nın sarı-kırmızılı ekipte bu kadar önemli bir iş yapacağını kimse tahmin etmiyordu. Mehmet Topuz ve Gökhan Ünal’lı yılların ardından bulduğu gurbetçi gençler ve Avrupa liglerinden getirdiği yıldızlarla Kayserispor’u kalburüstü takımlardan biri yapmayı başardı. Üstelik bu süreçte çok cüzi miktarlara takıma kattığı Serdar Kesimal, Hasan Ali Kaldırım ve Nordin Amrabat gibi isimleri yüksek bonservis bedelleriyle İstanbul takımlarına satarak kulübün kasasını doldurmayı başardı. Teknik direktörlerle de uyum içinde çalışan Hurma’nın Ertuğrul Sağlam’ın Bursaspor’a geçişiyle transferinin gündeme gelmesi de ilginç bir durum ortaya çıkarmıştı. Cem Onuk ise tıpkı İlhan Cavcav gibi uzun yıllar boyunca Ankara ekibinin başarısı için çalışmış bir isim. Onuk, zaman zaman yaşadığı tartışmalarla görevinden uzak kalsa da özellikle 90’ların sonu ve 2000’lerin başında yaptığı hamlelerle kulübün atılım yapmasına yardımcı olmuştu. Özen-Bilic ortaklığı Geçmişteki pek de başarılı olmayan örnekleri bir kenara bırakacak olursak Beşiktaş’ın bu sezon başından itibaren göreve getirdiği Önder Özen’in Avrupalı mevkidaşlarıyla benzer yolda olduğunu söyleyebiliriz. Teknik direktör Slaven Bilic’le iyi bir hava yakalayan Özen’in takımın geleceğini inşa etme konusunda bir hayli istekli olduğu açık. Antrenörlükten gelmesine rağmen bu alandaki hırslarını erteleyen Özen’in ilerleyen yıllarda Türk futbolunda örnek gösterilecek bir iş çıkarması şaşırtıcı olmaz. Emre Özcan Profil HF105 CESUR Türkiye’de bir forma altında en uzun süre forma giyen oyuncu, en çok şampiyonluk gören oyuncu, en çok kupa kazanan oyuncu, tüm başarılar bir yana kanının son damlasına kadar mücadele edeceğine şüphe edilmeyen oyuncu… O, Bülent Korkmaz. 1996/97 sezonunda Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaşan Borussia Dortmund, bir sonraki sezona son şampiyon sıfatıyla girerken Galatasaray, Parma ve Sparta Prag’la aynı grupta yer alıyordu. Sezonun ilk maçını Ali Sami Yen’de Galatasaray’la oynayan Dortmund, fazlasıyla zorlandığı ve Galatasaray’ın iki topunun direkten döndüğü maçta 74. dakikada araya atılan bir topa Bülent Korkmaz’ın yaptığı affedilemez ıska hatasıyla Stephane Chapuisat’ın attığı golle maçı kazanıyor ve Devler Ligi’ne üç puanla başlıyordu. Bülent Korkmaz o maça çıktığında 29 yaşındaydı. Savunma oyuncuları için ‘peak age’ olarak nitelendirilen 27 yaşını geride bırakalı 2 yıl olmuştu ve futbolunun zirvesinde bulunması gerekiyordu. Ama değildi. Maç sonrasında basın ve taraftarlar tarafından büyük eleştirilere hedef oldu. Söylenenlerde muhtemelen haklılık payı da vardı. Bülent Korkmaz ülkenin en iyi stoperlerinden biriydi ama dönemin Türk futbolu göz önüne alındığında bu, genel futbol konjonktüründe çok fazla şey ifade etmiyordu ve Bülent Korkmaz gerçekten de güvenilir bir oyuncu imajı çizmiyordu. Keza bir yıl önce Fatih Terim göreve geldiğinde bir süreliğine kadro dışında bırakılmış ve sonra affedilerek geri dönmüştü. Kendisine olan kısmi güvensizliklerinde bunun da etkisi olabilirdi. Fakat sadece bir sezon içerisinde her şeyi tersine çeviren de kendisi olacaktı. “Galatasaray genç takımındayız. Türkiye Gençler Şampiyonası’nda bir üst gruba çıkmak için Altay ile zorlu bir maça çıkacağız. Ancak ben maç öncesi 39-40 derece ateşle yatıyordum. Erkan abi (Masör) beni hastaneye götürdü, iğne oldum ve bir süre hastanede kaldıktan sonra tekrar otele döndük. Ayakta duracak halim yoktu. Hem ateşim vardı, hem de üşüme geliyor ve zaman zaman titriyordum. Maç saati yaklaşıyordu. Hocamız Bülent Ünder ve rahmetli Salih Bulgurlu bana “Bülent sen otelde kal, dinlen” dediler. Ama ben ısrarla maçı seyretmek istediğimi söyledim. Hocalarımız da kulübede seyredeyim diye beni yedek listesine yazmışlar. Ben de giyindim. Forma ve şortun üzerine iki eşofman giydim. Onun üzerine de mont geçirdim. Yedek kulübesinde titreme yüzünden bir de battaniyeye sarıldım. Yedek arkadaşlar arasında “Adalı Bülent” diye bir arkadaşımız daha var. Adımız karışmasın diye ona Adalı Bülent diyorduk. Takımımız 2-0 mağlup durumdaydı. Bülent ve Salih hocalar “Bülent soyun oğlum” dediler. Kendimde olmadan bir de baktım koyunmuşum, üzerimde ne battaniye, ne eşofmanlar bir de baktm ayakkabılarımı bağlıyorum. Kafamı kaldırdığımda Bülent hoca ile Salih hocanın yüzleriyle karşılaştım. İkisinin de gözler buğulanmıştı. O zaman bende jeton düştü. Onların “Bülent soyun” diye Adalı Bülent arkadaşımızı kastettiklerini anladım. Öyle göz göze birkaç saniye kaldıktan sonra Bülent hoca “hadi koçum” dedi, sırtıma vurdu ve sahaya çıktım. Skoru 2-0’dan 3-2 lehimize çevirdik. Ancak son dakikalarda bir gol daha yedik ve 3-3 oldu. Penaltılarla Altay’ı eledik ve bir üst tura çıktık.” Tamamen Bülent Korkmaz’ın ağzından anlatılan bu hikaye onun kişiliği hakkında net bir fikir veriyor. Efsane olduğu kulüpte iki kez kadro dışı bırakılıp dönmesine rağmen mevcut yönetim ve teknik kadrolara hiçbir surette cephe almayan ve imza dönemlerinde beyaz ve boş kağıtlara çalışmaya sürdüren Bülent Korkmaz’ın futbolunu zirveye çıkarmasında yukarıdaki uzun iki paragrafın büyük bir katkısı var. 30 yaşına geldiğinde saha içinde ülkenin önemli ama aslında sıradan olan oyuncusu, Gheorghe Popescu’yla birlikte uzun süreler geçirmenin de muhtemel katkısıyla Vedat İnceefe ve Iulian Filipescu gibi rakiplerini de uzun vadede geride bırakarak kariyerinin son bölümünde çok iyi bir stoper haline geldi. Popescu’nun geride son adam olarak arkayı toparladığı ve oyun kurduğu Galatasaray’da Capone’nin stoper bek özelliğini de kullanan Bülent Korkmaz, asker görevini yerine getirirken çok iyi performanslar ortaya çıkardı. Rakibi ilk karşılayan oyuncu olarak tandemde Popescu’yu dengelerken bunun yanında gençlik ve olgunluk döneminin başlarında zayıf olan pozisyon alma yeteneğini de yine Romen takım arkadaşının büyük etkisiyle birlikte 30 yaşından sonra üst seviyeye çekme başarısını gösterdi. 30 yaşından sonra Avrupa’dan aldığı tekliflerle birlikte Galatasaray’dan ayrılmayı düşünmeyen ve postPopescu döneminde takımın savunma liderliğine soyunarak 33 yaşından sonra profilini bir kez daha dönüştüren ve toplu oyununu da geliştirerek pas yüzdesini zirveye çeken Bülent Korkmaz, her stilde ve rolde oynadığı bir stoperlik kariyerini Galatasaray’da geçirdiği 21 yılla birlikte 2005’te noktaladı. Kariyeri boyunca hırslı yapısıyla öne çıkan Bülent Korkmaz’ın kişilik özellikleri sıklıkla Galatasaray sevgisiyle birlikte değerlendirildi. Çeyrek asır boyunca bir kulüpte yer alan bir oyuncunun o kulübü sevmemesi elbette mümkün değil lakin Bülent Korkmaz’ın forma içinde mağlubiyeti kabul etmeyen, sürekli kontrolü elinde tutmaya çalışan ve zaman zaman agresifleşen profilinde Galatasaraylılığından çok kendi baskın kişilik özellikleri ön plana çıkıyor olabilir. Rakip takım taraftarları tarafından saygı duyulsa da hiçbir zaman sevilmeyen ve özellikle rakip oyuncularla, hakemlerle girdiği çok hoş olmayan diyaloglarıyla akılda kalan Bülent Korkmaz’ın kariyeri boyunca sadece iki kırmızı kart görmesi ve tüm agresif yapısına rağmen oyuncuya değil de topa sert olup kasten yaralayıcı hareketlerden oldukça uzak durmaya çalışan kişiliği genellikle gözden kaçan ama oyuncuyu oldukça iyi tanımlayan özelliklerinden biri. 25 seneyi aşkın Galatasaray kariyerinde Bülent Korkmaz’dan geriye kalanlarsa şunlar oldu: -Türkiye’nin en üst liginde en uzun süre aynı takımda oynama rekoru. 21 yıl (altyapı kariyeriyle birlikte 26 yıl), 430 lig maçı. -Avrupa kupalarında en çok maça çıkan Türk futbolcusu. (102 maç) -Hakan Şükür’le birlikte en üst ligde en çok şampiyonluk görmüş futbolcu. (8 şampiyonluk) -Toplamda 29 kupayla Türkiye’nin en çok başarı kazanan futbolcusu. -A milli takımda 100 maç sınırını geçen ilk oyuncu. Emre Özcan Profil HF105 FUTBOLCULUK SONRASI SORU iŞARETi Futbol oynadığı dönemlerde dahi kariyerinin ilerleyen bölümü için hedefini teknik direktörlük olarak belirleyen Bülent Korkmaz’ın Kayseri Erciyesspor ile gösterdikleri ülke ve hatta Galatasaray için küçük bir umut olmuştu ama devamı gelmedi. 2008/09 sezonunda ilk devreyi oldukça kötü geçirerek ligin dibine demir atan Kayseri Erciyesspor’a ikinci devrede büyük bir çıkış yaptıran Bülent Korkmaz, ilk yarıda çok az puan alan takımı ligde tutamamıştı ama hem oynadıkları futbol, hem de Erciyes’i Türkiye Kupası’nda finale çıkarmasıyla takdir toplamıştı. Sonrasında Bursaspor ve Gençlerbirliği’yle başarılı deneyimler yaşamasa da Kayseri Erciyesspor onun profilinde önemli bir katma değer olarak durdu. Michael Skibbe dönemi sonrasında da Bülent Korkmaz kendisini Galatasaray’ın başında buldu. Bordeaux karşısında oldukça iyi bir başlangıç sonrasında şanslı bir ortam bulan ve rüzgarı arkasına alan Korkmaz’ın sonrasında gösterdikleriyse kariyerinde uzun süre silinemeyecek soru işaretleri oluşturdu. İlk lig maçında Harry Kewell’ı yedek bırakan, sonrasında Lincoln’le arasında bir problem doğmasına sebebiyet veren tavırlar içerisine giren ve sezonu Milan Baros’a yaptığı kesiklerle bitiren Bülent Korkmaz, özellikle yabancı futbolcularla yaşadığı sorunlarla dikkat çekti. Galatasaray’dan gönderildikten sonra Lig TV’de yorumculuk kariyerine başlayan hocanın burada yaptığı açıklamalar da Galatasaray’daki icraatlarıyla oldukça örtüşüyordu. Türk futbolunda bir yabancı sorunu olduğuna dikkat çeken ve Türk oyunculara daha fazla güvenilmesi gerektiğini söyleyen Bülent Korkmaz’ın istemeden de olsa ortaya koyduğu ‘yabancı düşmanı’ profili onun teknik adamlık kariyerinde çok da olumlu bir şekilde yer almıyor. Muhteşem futbolculuk kariyerine rağmen teknik adamlık dönemlerinde ortaya çok iyi işler sunamayan Bülent Korkmaz’ın, önce yayıncı kuruluş, sonrasında da bu yıl itibarıyla bir başka televizyon kanalında yorumculuk yaparken yaptığı saptamalar futbolseverleri pek parlak söylemlerle buluşturuyor gibi görünmüyor. Dışarıyı çok fazla takip ediyor gibi görünmeyen, var olanı da yorumlarken futbolculuk ve teknik adamlık profillerine rağmen ortaya fark koyamayan Bülent Korkmaz’ın bundan sonra yolunu ne şekilde çizeceğini tahmin etmek kolay değil. Galatasaray’da geçtiğimiz günlerde adı Mustafa Denizli’den sonra sportif direktörlük için geçen Bülent Korkmaz’ın böyle bir görevde zorlanabileceği açık. İşin futbol yönü sıkıntıları beraberinde getirirken hocanın özellikle muhteşem futbolculuk kariyerindeki kişilik özellikleri, iyi iletişimi ve saha içindeki insan yönetimini idari boyuta çekmesi konumundaysa işlerin değişmesi elbette mümkün ve muhtemelen böyle bir durumun gerçekleşmesi durumunda Galatasaray taraftarının da en büyük dilekleri bunun üzerinden şekillenecektir. Ali Ece Unutulmaz HF105 GEORGE BEST’iN 5’iNCi BEATLE OLDUĞU GECE… 25 Kasım’da aramızdan ayrılan İrlandalı futbol mucizesi George Best, bir 9 Mayıs gecesi 19 yaşındayken 5’inci Beatle’lığa terfi etmişti. O gece sonrasında yetenek ve popülerlikte sadece dönemin diğer futbolcularını değil tüm ünlü yıldızları sollayacaktı… Ta ki bir süre sonra fazlasıyla hatalı sollayana kadar… 1966 yılında ilk kez bir uzay aracı dünya dışında başka bir gezegenin yüzeyine indiğinde, 19 yaşındaki George Best de yeryüzünün o zamana kadarki en parlak futbol yıldızı olmaya hazırlanıyordu. Dört yıl önce Belfast’tan Manchester’a ilk gelişinde ilk kez iki taraftaki ekmeği de kızarmış tost yiyen ancak iki gün sonra kimseye haber vermeden yatakhaneden kaçıp Belfast’a dönen Best, ikinci kez Manchester’a ayak bastıktan sonra bir süre tersanelerde çalışacaktı. Bir yandan Manchester United altyapısında futbol eğitimine devam ederken diğer yandan tersanelerde çalışmak Best’e göre futboluna da çok şey katmıştı. “Leeds United o zamanların en sert, en kötü niyetli oynayan futbolcularından kuruluydu. Bizim Manchester United ise Münih Uçak Kazası’nda ölen oyuncuların yerini doldurmak için benim gibi gençleri takıma adapte etmeye çalışıyordu. Zaman zaman çok iyi oynamamıza rağmen Leeds gibi sert takımlara karşı tökezleyince işin sonunu getiremiyorduk. Tekmelerden yılıyor ya da onların tahriklerine kapılarak kendi takımımıza zarar veriyorduk. Ben de takım arkadaşlarım gibi gençtim ama tersanede çalışırken futbol sahasında işime yarayacak çok önemli bir şey öğrenmiştim: Karşısındaki seni korkutmaya çalışıyorsa korkma ya da korktuğunu belli etme. Korkutmaya çalışanı daha çok korkut ve ayakta kal!” “Ben tersanede pişmiş başka türlü bir adamım” Gerçekten de “o Leeds United maçı”, Best’in kariyerinde bir milat niteliğinde olacaktı. Zamanında Manchester United için yeteri kadar iyi bulunmayıp Leeds’e satılan Johnny Giles, Best’e her zaman rakiplerine salladığı tekmelerden birini sallayınca Best ilk önce gidip tekmelik taktı. Daha önce hiç tekmelikle oynamamıştı. Ama sanki 40 yıldır tekmelikle oynuyormuşçasına davranmaya başladı. İkinci yarının hemen başlarında hakemin göremeyeceği bir noktada Giles’ı Giles’ın silahıyla vurdu ve sarstı. Sonrasında ise hakemin göreceği noktalarda Giles’ı Best’in bizzat kendisine özgü silahıyla mat etti. Hakemin gördüğü anlarda çalım manyağı olan Giles, hakemin görmediği anlarda da Best’ten Giles tekmelerinin aynılarını yiyince bir anda bağırmaya başladı: “Bak ufaklık ben de senin gibi İrlandalıyım ama ben Leeds’te oynuyorum sen Manchester United’da. O yüzden sen de böyle davranmak yerine takım arkadaşın Bobby Charlton gibi efendi ol ve git hakeme şikâyet et!” Karşılığında Best, önce Giles’a bir çalım daha bastı sonrasında da kulağına “Kusura bakma aslanım, ben başkayım!” diye fısıldadı. Chelsea taraftarı onları mat eden Best’i ayakta alkışlıyor Kısa süre sonra Best ne kadar ‘başka’ olduğunu daha da net göstermeye başlayacaktı. O yıllarda Best’in en sevdiği deplasman Chelsea’ydi çünkü o dönemde Best’in giymeyi sevdiği tüm kıyafetlerin en güzelleri Chelsea mahallesinde satılıyordu. Ancak Best bu kez daha önceki Chelsea deplasmanlarından farklı olarak sadece maç sonrasında yeni kıyafetler almadı, saha içinde de bambaşka bir futbol kıyafetine büründü. Bu, o zamanlarda Ada’daki en şık, en yeni ‘futbol kıyafeti’ydi. İlk kez rakip takım taraftarları da kendilerini mat eden oyuncuyu maç sırasında ve sonrasında ayakta alkışlıyordu. Maçın ertesi günü The Times gazetesi “İlk kez Chelsea yenikken Chelsea taraftarlarının topun rakibin en iyi oyuncusunun ayağına gelmesini istediğine şahitlik ettik. Ve ilk kez Chelsea yenilirken Best sayesinde Chelsea taraftarları futboldan bu kadar zevk aldılar!” yazacaktı. İlk günah, ilk kesik ve yeniden doğuş Maç sonrasındaki haftalarda Best’in adı saha içi kadar gece hayatı sahalarında da geçmeye başlayınca dönemin Alex Ferguson’u Matt Busby, Best’in futbol kariyerindeki ikinci kilometre taşını genç yıldızın yoluna döşedi. Bir süredir ilk 11’in bankolarından olan Best bir dahaki maç ilk 11’de olmayacaktı. Matt Busby: Sence nasıl oynuyorsun evladım? George Best: İyi oynuyorum hocam. Matt Busby: Peki, sence daha iyi oynayabilir misin evladım? George Best: Kesinlikle daha iyi oynayabilirim hocam. Matt Busby: O zaman kesinlikle daha iyi oynayabileceğin maça kadar seni oynatmıyorum evladım! Busby bir dahaki maçta gerçekten de Best’i yedek bıraktı. Ama ilk yedek kalışından bir maç sonra Best kesinlikle çok daha iyi oynamaya başladı. O sezon 43 maçta forma giyen Best, santrfor oynamamasına rağmen 17 gole imza atacak, o dönemde asist istatistiği tutulmadığı için asıl katkısı istatistikten çok ‘kolektif estetik’te olacaktı. O 1965-66 sezonunda Best’in forma giydiği 43 maçtan 42’si bir yana, Benfica deplasmanı ise diğer yanaydı. 9 Mart 1966 gecesi o dönemin Şampiyonlar Ligi olan Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek final ikinci maçında George Best bir futbol yıldızlığından başlı başına bir futbol galaksisine dönüşecekti! 9 Mayıs gecesinde beş yıldızlı George Best Best o geceyi şöyle anlatmaya başlıyor: “İngiltere takımları en başta Avrupa kupalarında İngiltere ligindeki futbolun aynısını oynamaya kalktı. Santradan itibaren yüksek tempo ile sürekli rakip kaleye hücum ettiler. Rakipler ise taktik açıdan daha boyutlu, melez daha akılcı futbol oynadılar. Topa daha çok sahip olup bizi yordular ve sürekli yendiler.” Bu durumu ilk değiştiren İngiltere Ligi temsilcisi Manchester United ve teknik direktörü Matt Busby olacaktı. Hem de o 9 Mart 1966 gecesinde. Bir yıl sonra bir başka İskoç teknik direktör Jock Stein yönetiminde Celtic Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan ilk Ada temsilcisi olurken 1 yıl önce bunun nasıl mümkün olabileceğini gösteren ilk teknik adam Matt Busby’di. Busby, yaklaşık 1 ay önce Manchester’daki ilk maçı 3-2 kazanmalarından sonra her gün aynı şeyi tekrarlayacaktı: “Portekiz’deki rövanşta bambaşka oynamamız gerek. Işık Stadı’nda ilk 20 dakikada sadece topun bize kalması için oynamamız gerek. George o ilk 20 dakikada kanada sıkışıp kalmayacaksın, topu ayağına beklemeyeceksin. Top neredeyse sen de orada olacaksın. O ilk 20 dakika icabında kaleye tek bir şut dahi atmayın ama top mümkün olduğu kadar bizde ya da bizim kaleden uzakta olacak!” Best’e göre en iyi futbol taktiği… Best, bir aydır bu maçı düşünüyor ve Busby’nin taktiğine kendisini hazırlamaya çalışıyordu. Sadece antrenmanlarda değil, bir gece eğlenmeye dışarı çıktığında bile yanındaki arkadaşına bu maçtaki taktiklerini anlatmaya başlamıştı: “Busby haklı çünkü daha önce birçok takım Benfica deplasmanında ilk dakikadan itibaren hücuma geçmiş, Portekizliler de rakipleri önce yorup sonra da Eusebio silahıyla dize getirmişti.” Best yerden göğe kadar haklıydı çünkü 9 Mart 1966’ya kadar Şampiyon Kulüpler Kupası’nı iki kez kazanıp iki kez de finalde kaybeden Benfica, Avrupa kupalarında sahasında oynadığı tek bir maçı bile kaybetmemişti! Maçtan önce Best sadece nasıl oynamaları gerektiğini değil nasıl bir atmosferde oynayacaklarını da farkındaydı çünkü Manchester United iki yıl önce Lizbon’un diğer takımı Sporting’e 5-0 yenilmişti: “Portekizli taraftarlar o kadar ateşli ve gürültücü ki karşılaştırınca FA Cup finali günündeki Wembley bile yanında cenaze kadar sessiz kalır!” Dönemin Ronaldo’su Eusebio’yu mat etmek! O gece de dönemin İngiltere statlarıyla karşılaştırınca sanki 500 bin kişi tribünlerdeymişçesine kadar ses çıkartan 75 bin Benfica taraftarı, maç öncesinde iyice ateşlendiler. Çünkü Eusebio, santradan birkaç dakika önce Avrupa’da Yılın Futbolcusu ödülünü aldı. O anda Best’in hem heyecanı hem de motivasyonu tavan yapacaktı: “Şakası yok, Avrupa’nın en iyi futbolcusuna karşı rakip olacaktık. Çıkış tünelinden adımımı attığımda tıpkı West Bromwich karşısındaki ilk profesyonel maçımdan önce olduğu gibi ensemdeki tüyler dimdik oldu. Ama bu sefer hiç korkmadım çünkü hazırdım! Hep bu seviyede oynamanın, en iyiye karşı meydan okumanın hayalini kurmuştum. Stat, tribünler, taraftarlar, zemin, rakip kısaca her şey mükemmeldi. Yani ne kadar iyi olduğumu göstermenin tam zamanıydı!” Manchester United, maça Matt Busby’nin verdiği taktik direktifi harfi harfine uygulayarak başladı. Ama sadece ilk altı dakika için! Altıncı dakikada ise Manchester United kontratağında Bobby Charlton’a faul yapıldı. Duran topların ustası bek oyuncusu Dunne topun başına geçti. George Best takımın en iyi kafacısı değildi ama maç öncesinde kendini motive ettiği gibi bu gece her şeyi her zamankinden de daha iyi yapmalıydı. Busby bu tip duran toplarda Best’in sadece altıpasa girip durmasını ve en azından 2 rakibi oyalayıp oyundan düşürmesini hedefliyordu. Ama Best teorik açıdan akıllıca olan bu planı pratikte dâhiyane bir neticeyle sonuçlandırdı! Best’in başındaki iki Benfica’lı zıplayınca Best bir anda topa doğru değil topun gideceği yönü hesaplayarak kaleciye yakın bir yere zıpladı. Bunun üzerine Benfica kalecisi topu yumruklamak için kalesini terk etti ama topa ilk dokunan Best olunca daha altıncı dakikada Manchester United 1-0 öne geçti ve Old Trafford’daki 3-2’lik galibiyetinin rövanşında önemli bir avantaj yakaladı. Best’in kafasında ise bambaşka bir avantajı vardı zaten: O gece bir önceki sezonun Avrupa’da En İyi Futbolcusu seçilen Eusebio’ya meydan okumaya kararlıydı: “İlk golü attıktan sonra karşımdaki savunmacıların bana bakışlarının değiştiğini fark ettim. Ben onlardan değil onlar benden korkuyordu. 19 yaşındaydım ama çoktan Johnny Giles’ı bile korkutmayı başarmıştım. O yüzden topu aldım ve…” Best bir anda topla buluşup tek harekette iki Benfica’lı oyuncuyu ekarte etti. Yaklaşık 40 yıl sonra Manchester United’da yedi numarayı giyen bir başka futbol virtüözü Cristiano Ronaldo’nun defalarca atacağı golün ikizini Benfica filelerine yolladı. Maçın kalanında da Benfica savunmacıları Best’in yüzü ve ayaklarından çok kaba etlerini görmeye devam ettiler. Best’in çalım ve dripling resitali 90 dakika kesintisiz devam etti. Maç sonunda Benfica ilk kez kendi sahasında bir Avrupa maçını kaybederken kalesinde beş gol görecek, bitiş düdüğünden çok daha önce çeyrek finalde elenecekti. Best’in yedi dakikada attığı iki golden sonra Benfica savunmacıları biçare 19’luk George’u durdurmaya çalıştılar. Bu tam da Best ve Busby’nin istediği oyundu. Best’i marke etmeyi başaramayıp bir de sadece Best’e yoğunlaşan Benfica savunmasının bıraktığı boş alanlardan sızan Bobby Charlton, Connelly ve Crerand, United’ın 5-1’lik tarihi zaferine imzalarını attılar. Best’e göre Busby’nin taktiği hem de iki kere tutmuştu. Çünkü bir keresinde Best, Busby’e en iyi taktiğin hangisi olduğunu sorduğunda İskoç kurt adam kısaca “Evlat, en iyi taktik yetenekli, zeki, birbiriyle iyi anlaşan oyunculardan bir takım kurmaktır” cevabını vermişti. İlk kez gazetelerin ilk sayfasında olmak 9 Mayıs 1966 gecesi Matt Busby’nin takımı George Best’in liderliğinde ‘en iyi taktik’le oynadılar. Best, iki yıl sonra Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandıklarında bunu o gece başarabileceklerine inanmıştı: “Stoperimiz Foulkes bile Benfica maçlarında kendisi gibi değil de Beckenbauer’miş gibi oynadı. Pas verdi, çalım attı, oyun kurdu, ilk maçta gol de attı! Eusebio’dan çok en gerideki oyuncumuz Foulkes daha çok topla buluştu. Artık daha önceki yıllardan farklı olarak iyi oyunculardan ibaret değildik, iyi oyunculardan kurulu çok iyi bir takımdık.” The Times gazetesinin ünlü spor yazarı Green’e göre ise bu 5-1’lik tarihi galibiyetin sırrı daha şairaneydi: “Best, topla aşk yaşadı. Sonra bu aşkı takımın kalanıyla paylaştı.” Portekiz’in en çok okunan spor gazetesi Bola ise kısaca dönemin en ünlü müzik grubu ve global kültürel fenomeni The Beatles’la George Best arasında bağlantı kurup “El Beatle” manşetini atacaktı. George Best ve takım arkadaşları ertesi gün İngiltere’ye döndüklerinde ise havalimanında göz attıkları tüm gazetelerin ilk sayfasında Best’in olduğunu fark ettiler. Sezon sonunda Avrupa’da Yılın En İyi Futbolcusu ödülünü Bobby Charlton alacaktı ama halkın tercihi açık ara Best’ti! Best bizzat o sabahı şöyle anlatıyor:“Benfica maçı ertesinde ilk kez kendimi bir gazetenin birinci sayfasında gördüm. O sayfayı görene kadar Benfica deplasmanında aldığımız 5-1’lik galibiyetin tatlı bir rüya olduğunu hissediyordum. Lizbon’da kaldığımız oteli, yediğimiz yemekleri, maça gittiğimiz otobüsü, hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Cebimden para çıkartıp manşetinde olduğum gazeteyi okumaya başladığım andan itibaren ise her şeyi hatırladım ve hayatımın geri kalanında da asla unutmadım.” “Her şey bir anda delirdi!” O sabah Best’in hayatında başlı başına yeni bir milattı. O günden itibaren basın Best’in attığı her adımı takip etti. Hatta Daily Express gazetesi hayatını daha fazla anlatması için Best’i köşe yazarı bile yaptı. Best’e göre “Her şey bir anda delirmişti!” Best’in artık sadece futbol görüşlerini değil, dinlediği müzikleri, giydiği kıyafetleri kısaca her şeyini herkes bilmek istiyordu: “Ben değil ama ülkenin büyük bir kısmı tamamen delirmiş gibiydi. Ne giyersem anında moda oluyor, hangi şarkıyı dinlediğimi söylesem anında listelerde yükseliyordu!” Best’e göre bu biraz da dönemin ruhuyla ilgiliydi. 2’nci Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra gençlerin ilk kez kendilerine has yıldızları, idolleri vardı ve onlarla aynı yaştaydılar! Uzun yıllar sonra ilk kez savaşa gitmek zorunda kalmayan, savaş görmeyen bir jenerasyon bizzat kendi düşlerini Beatles ve Best ile yaşıyordu. Best’e göre kendi patlamasının The Beatles’a denk gelmesi en büyük şansıydı. Portekiz’in Bola gazetesinin ‘El Beatle’ manşeti, İngiltere gazetelerinde ‘5’inci Beatle’a dönüştü. Artık dört kişinden kurulu The Beatles deyince akla gelen tek George, gitarcı George Harrison değildi; George Best de vardı. Hiçbir müzik enstrümanı çalamayan, şarkı söyleyemeyen ama Beatles’ın beşinci üyesi muamelesi gören George Best. Üstelik de o dönemde The Beatles’ın ezeli rakibi olan Rolling Stones’un klibinde grupla beraber BBC’de sahne alan George Best. 40 kişilik butiğe gelen 4000 kişi Best, Benfica maçından çok önce bir butik açmaya karar vermişti. Ancak Benfica maçından sonra içine aynı anda en fazla 40 kişinin sığacağı butiğin açılışına tam 4000 kişi gelmişti. Bunun üzerine takım arkadaşı Denis Law, George Best’in kademesine girdi ve ona kendi menajeri olan Ken Stanley ile çalışmasını yoksa işin altından kalkamayacağını söyledi. Denis Law, 21 yaşında Manchester City’den İtalya’nın Torino ekibine transfer olurken mecburen bir menajer tutmuştu. Ancak Best’in durumu bambaşkaydı. Benfica maçından sonra Avrupa’dan 10 ayrı teklif almıştı ama Manchester United’daki teknik direktörü Matt Busby’i babası kadar sevdiğinden hiç düşünmeden hepsini reddetmişti. Ama asıl mesele saha dışında gelen tekliflerdeydi. Plak şirketleri Best’e müzik albümü kaydetmesi için baskı yapıyor, Best her seferinde “İmkânsız çünkü şarkı söyleyemiyorum, sesim bir eşeğin sesinden bile kötü.” cevabı vermesine rağmen plakçılar “Ses kısmını biz hallederiz, sen kapakta gözük yeter!” diye ısrar ediyorlardı. O yüzden en azından saha dışında top artık sadece Best’in ayağında olmamalıydı! Forrest Gump’ı hatırlatan menajer Ken Stanley “Ken Stanley ile ilk tanıştığımda bana ‘Hayat bir çikolatalı keke benzer. Hayatta başarılı olmanın sırrı o keki nasıl bölüp servis ettiğinde yatar. Bir dilim kek futbol için, bir dilim kek ticari işler için…’ demişti.” diye anlatmaya başlıyor George Best. “Yıllar sonra benzer bir lafı Forrest Gump filminde duyunca o zaman bana çok akıllıca gelen bu sözün içinin ne kadar boş olduğunu fark ettim ama tabii ki çok geç kaldım.” diye devam ediyor. O günden sonra Best’e kimse bir şey sormayacaktı. Üstelik menajerinin yanında bizzat da Best’in de olduğu anlarda bile kimse bir şey sormadı: “Ben çay içerken, Ken’e ‘George çayına kaç şeker ister?’ diye sormaları üzerine sinirden kahkahalarla gülmeye başlamıştım ama Ken ‘Boş ver bir filmde oynuyormuş gibi düşün ve devam et!’ dedi.” Best aynen devam etti. Önce ailece sosis reklamında oynadılar. George’un soyadının ‘En iyisi’ anlamına gelen ‘Best’ olması reklamcıların ekmeğine yağ sürdü: “Best ailesinin yediği Cookstown sosisleri dünyanın en iyi sosisleridir.” Takım arkadaşları ise her antrenmanda reklamla dalga geçip başka sosisler yediler! Sonra bir İspanyol portakal şirketi Best’le İspanyolca bir reklam çekti. Ertesi gün takım arkadaşları İspanyolca konuşmaya başladılar! Sonra bir yumurta şirketi Best ile anlaştı, ne zaman antrenmanda saha içinde bir oyuncunun bacaklarının arasına top çarpsa o yumurta reklamı hatırlandı! Best daha çok The Beatles, Rolling Stones elemanları gibi giyinirken en sıradan giyim firmaları Best ile katalog çekimleri yapmak için sıraya girdi. Sesi kötü olduğu için duşta bile şarkı söylememesi için ona para teklif eden takım arkadaşlarına rağmen müzik şirketleri “Ses kısmını düşünme yeter ki kabul et biz sesinin Frank Sinatra’nın sesi kadar iyi yaparız.” diyerek tekliflere devam ettiler. İflas eden diz Kısa süre sonra ise Manchester United ilk lig maçını kaybetti ve şampiyonluk şansı sona erdi. Reklam filmi, katalog çekimi, antrenmanlar yoğun trafiğinde Best’in dizi bir FA Cup maçında iflas etti. Bu yoğun trafikte formunun düşmesinden korkan teknik direktörü Matt Busby’e durumu çaktırmamak için o maçta sakat sakat oynayınca diz iyice şişti. Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde Partizan karşısında sakatlığını atlatamayan Best oynayamayınca Manchester United elendi ve sezonu kupasız tamamlamak zorunda kaldı. Manchester United kulüp doktoru Best’i tedavi ederken diğer dizine bakıp “Bunda bir şey yok.” deyince Best soluğu annesinin Belfast’taki doktorunda aldı. Şimdiki spor hekimliği standartlarına göre fıtıkçı, çıkıkçıdan hallice olan doktor bir şekilde dizi iyileştirdi ya da iyileştirdiğini zannetti. Bir dahaki yıl Manchester United, Best liderliğinde ligde şampiyon oldu. Sonraki yıl ise finalde bir kez daha Benfica’ya fark atarak Şampiyon Kulüpler Kupası’nı müzesine götüren ilk İngiltere temsilcisi oldu. Ancak Best futbolunda zirveye çıktıkça bir süre sonra dağılan The Beatles’ı bile popülerlikte, gençlik idollüğünde solladı. Ama bir yerden sonra hatalı sollamaya başlayınca işler tersine döndü. Best, 27 yaşında takımdan ayrıldıktan sonra Manchester United küme düştü, Cantona gelene kadar 26 yıl İngiltere şampiyonluğu görmedi. Bir dahaki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu için 31 yıl bekledi. Best, 11 yıl Manchester United forması giydikten sonra 10 yılda 17 ayrı takımda oynadı. Hiçbir yerde kalıcı olamadı; maalesef iflas etti, hapse bile düştü. Ama öldüğünde üzerinde resmi olan para bile bastılar. Ne de olsa herkese para kazandıracağım diye kendisini kaybetmişti. Ne olursa olsun kazanırken de güzel oynadı, kaybederken de güzel oynadı. Çünkü o 5’inci Beatle’dı! Su gibi girdiği şişenin şeklini aldı ama suyun tadı kendisi hariç herkes için hep çok güzel oldu, güzel kaldı! Emre Çelik İspanya HF105 SEVILLA’NIN EN BÜYÜĞÜ KiM İspanya’nın en köklü takımlarından ikisi olan Real Betis Balompie ve Sevilla FC arasındaki tarihi çekişme, derbinin sadece Endülüs’te değil Avrupa’da ön sıralarda yer almasına sebep oluyor. İspanya ve derbi sözleri bir araya gelince hiç şüphesiz akla ilk olarak gerçek bir derbi olmayan El Clasico gelir. Gerçek derbiler incelendiği ise Real Madrid ve Atletico Madrid arasında oynanan El derbi Madrileno ile Barcelona ve Espanyol’un çekişmesi El derbi Barcelones, ön plana çıkar. Fakat belki de İspanya’nın en fazla göz ardı edilen, taraftarlarının en ateşli kavgaları yaşadığı, tansiyonun bir an düşmediği derbisi ise El derbi Sevillano, yani başka bir değişle Sevilla kentinin iki köklü ekibi Real Betis ve Sevilla FC’yi karşı karşıya getiren çekişmedir. İspanya’nın Endülüs bölgesinin başkenti olan Sevilla’nın futbolla tanışması, tıpkı İber Yarımadası’nın diğer birçok yerinde olduğu gibi İngiliz tüccarlar sayesinde gerçekleşiyor. Kentteki ilk futbol kulübü olan Sevilla FC de İskoçların temellerini attığı Recreativo Huelva ile maç yapmak amacıyla 1905 senesinde İngiliz ve İspanyol bir grup tarafından 1905’te kuruluyor. Sevilla FC’nin attığı ilk adımın ardından ise önce 1907’te adı sonradan Sevilla Balompie olacak olan Espana Balompie, ardından da 1909 senesinde Sevilla FC yönetimindeki bölünmenin ardından ayrılarak kendi yollarında devam kararı alıp Betis FC tarih sahnesindeki yerini alıyor. Real Betis olarak bilinen Betis Balompie’nin kuruluşu ise Sevilla FC’nin ardından kurulan bu iki kulübün, kentin en köklü ve güçlü ekibine karşı güçlerini birleştirme kararı almasıyla 1914’te gerçekleşiyor. Hem Real Betis’in birleşme amacı en baştan Sevilla FC’ye karşı kuvvetli bir takım kurmak olması hem de Sevilla’dan ayrılan isimlerin için işinde oluşu da ilk dakikadan itibaren rekabeti ortaya çıkarmaya yetiyor. Bu rekabeti gerçek bir derbi haline getiren olay ise iki ekip arasındaki üçüncü karşılaşma olur. Maçın oynandığı esnada iki takım taraftarları arasında yaşanan kavga saha içine de yansır ve taraftarlar sahayı basar. Doğal olarak da maç iptal edilmek zorunda kalınır. Artan tansiyonu doruk noktasına taşıyan olay ise 10 Mart 1918’de oynanan karşılaşma olur. Betis’in bir çok oyuncusu o dönem askerlik görevini icra etmektedir ve Pazar günleri takımlarında forma giymelerine izin verilir. Fakat o Pazar Betis cephesi gerekli izni alamayınca protesto amacıyla genç takımla sahaya çıkar ve maçı 22-0 Sevilla kazanır. Günümüzde bile hâla iki ekip arasındaki en farklı skor olan bu sonucun ardından ise Real Betis ve Sevilla’nın arası bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Şampiyonluk sayıları eşit ama... İki takım arasında 20’nci yüzyılın başlarında başlayan rekabet, 1934/35 sezonunda Real Betis’in La Liga şampiyonu olmasıyla başka bir boyuta taşınır. Betis cephesi deyim yerindeyse 1-0 öne geçmiştir fakat skoru eşitleyen isim ise yine Betis tarafı olur! Olayın üzerinden yıllar sonra “Antunez Meselesi - Onur mücadelesinden daha fazlası” kitabında Sevilla’nın tarihindeki tek şampiyonluğunu kaleme alan Enrique Vidal, o sene yaşanan olayla ilgili olarak “Betis ve Sevilla arasındaki rekabette bugüne kadar yaşanan en kötü olay Antunez transferidir.” diyecektir. Peki nedir o olay? Sevilla,Real Betis’in önemli isimlerinden Paco Antunez’i transfer etme konusunda rakibiyle 80,000 pesata karşılığında anlaşır fakat son anda Betis Başkanı Eduardo Benjumena imza atmaktan vazgeçer. Benjumena’nın yardımcısı Carlos Hernández ise bütün sorumluluğu alarak imzayı atar ve transfer kağıda dökülür. Olayın yayılmasının ardından Betis taraftarları kulübü ve yönetimi istifaya zorlar, Antunez’in Sevilla forması giymemesi için legal ve illegal her türlü yöntemi dener. Yeni yönetim Federasyon da dâhil her yere başvuruyu yapar ama iş işten geçmiş, Antunez’in formasını giydiği Sevilla ligdeki tek şampiyonluğunu kazanmıştır. Fakat şampiyonluk maçının ardından Ulusal Spor Delegasyonu bir araya gelerek önce transferi ve Sevilla’nın şampiyonluğunu iptal eder. Lâkin kısa bir süre sonra kararı değiştirerek Sevilla’nın şampiyonluğunu onaylayıp Antunez’in Betis’e dönmesinde karar kılar. Kısaca Betis, önemli bir oyuncusunu tek sezonluğuna kaptırmakla kalmaz hem de kendi elleriyle şampiyonluk sayılarını eşitler. O günden bu güne iki ekibin bir daha şampiyon olamadığı düşünlünce de olayın büyüklüğü ortaya fazlasıyla çıkmaktadır. Kafanızı kırarız İki takım ve taraftarları arasında tarihe geçen yüzlerce olay olmasına rağmen bunların tamamını sıralamak elbette mümkün değil. Lâkin yıllarda yaşanan ve hafızlara kazınan derbilere bile bakmak tek başına bizleri Pazar günü nelerin beklediğini ortaya çıkarmak adına fazlasıyla yeterli olacaktır. Tıpkı 2002/03 sezonunda Ramon Sanchez Pijzuan’da yaşanan olaylar gibi... Maçtan önce bir güvenlik görevlisinin stada girmek isteyen Betis taraftarlarına sebepsizce saldırması o gün yaşanacak olayların ilk kıvılcımını çakacaktır. Maç esnasında ise sahaya atlayan eli sopalı bir Sevilla taraftarı, elindeki sopayla güvenlik görevlisinin birine saldırır ki güvenlik de dahil hiç kimse ikiliyi ayırmak için çaba sarf etmez. O maçta ise son noktayı sahaya giren başka bir Sevilla taraftarı koyar. Betis kalecisi Toni Prats’a koşan ve sırtına atlayarak Prats’a saldıran taraftar, skorun tamamen unutulduğu başka bir derbiye yol açmıştır. 2006/07 sezonunda iki ekibin Copa del Rey’deki eşleşmesi de unutulmazlar arasındaki yerini alır. Dönemin Real Betis Başkanı Manuel Luiz de Lopera (kendisi yıllar sonra 1998’de Sevilla’nın La Liga’ya yükselmesi için Albacete’ye teşvik primi de verdiğini kabul edecektir), Sevilla Başkanı Jose Mari del Nido’ya maçtan sonra hediye etmek için bir büstünü yaptırır ve Del Nido’nun büstün yanına oturmasını ister. Del Nido, tuzağı anlar ve başkanın yanına oturmak istemeyince bir alt sıraya gönderilir. O dönem maçların çoğuna gitmeyen Lopera’nın bu hamlesi ‘Maç başlayınca ayrılıp Del Nido’yu büst ile bırakacaktı’ şeklinde yorumlansa da bu sorunun cevabı hiçbir zaman verilemez. Fakat maçta yaşanacaklar da büst olayından aşağı kalır değildir. Daha ilk dakikadan itibaren Betis tribünleri Sevilla bayraklarını yakarak ortamı cehenneme çevirir. Sevilla Teknik Direktörü Juande Ramos’un kafasına isabet eden içi su dolu pet şişe ise pastanın üstündeki mumu oluşturur ve maçın tatil edilmesine sebep olur. Juande Ramos’un Sevilla’ya gelmeden önce Betis’i çalıştırması bu olayda kısmen etkili olurken; Del Nido’nun imzalar atılırken “Juande adına çok mutluyum. Sonunda büyük bir takımda çalışma fırsatı elde etti.” sözleri de maçın başında büst ile karşılanmasında etkilidir. Geçtiğimiz sene Ramon Sanchez Pizjuan’da oynanan derbide kulüplere toplamda yaklaşık olarak 250.000 avro ceza kesilirken bu sefer olay çıkmaması için adımlar günler öncesinden atıldı. LFP Başkanı Javier Tebes, iki kulübün başkanlarıyla bir araya gelip, 10 gündür tansiyonu yükselmeden durdurmak için açıklamalarda bulunsalar da Pazar gecesi oynanacak karşılaşmada her şey olabilir. İspanya Emre Çelik HF105 SEVILLA-REAL BETIS ENDÜLÜS’TE DERBi VAKTi Sevilla, Pazar günü La Liga’nın 14’üncü haftasında Ramon Sanchez Pizjuan’da ezeli rakibi Real Betis’i ağırlayacak. İspanya Futbol Federasyonu RFEF tarafından ‘yüksek riskli maç’ ilân edilen karşılaşmada ibre ilk bakışta Sevilla’dan yana görünüyor gibi fakat derbinin havası başka olacağını söylemek yanlış olmaz. Sezona büyük umutlarla giren Sevilla, lige istediği başlangıcı yapamasa da haftalar geçtikçe tam anlamıyla toparlandı. Hatta geçtiğimiz hafta Espanyol’u deplasmanda mağlup eden Emery’nin öğrencileri, 22 haftalık deplasman galibiyeti hasretine de son verdi. Bu galibiyeti alırken orta sahadaki kompakt ve rakibi ısıran görüntüsünün yanı sıra takımın golcüsü Carlos Bacca’nın ve maestro Ivan Rakitic’in son derece formda olması da Sevilla cephesini avantajlı kılıyor. Dahası, İspanya’nın son dönemde yetiştirdiği en önemli yeteneklerden biri olan Alberto Moreno’nun soldan, Coke’nin ise sağdan yaptığı bindirmeler de hücuma genişlik katıyor. Sevilla adına bahsedilebilecek en büyük handikap ise, son haftalarda bu durumun üstesinden gelseler de kırılgan takım yapısı olarak gösterilebilir ki çok çabuk dağılabiliyorlar. Betis cephesinde ise işler hiç de iyi gitmiyor. Mali krizden dolayı kadroyu koruyamayan Betis, hücumda takımdaki tek bitirici Molina ve tek yaratıcı-adam eksiltebilen Alvaro Vadillo’ya aşırı bağımlı bir görüntü çiziyor. Zaten bu sezon La Liga’nın en az gol kaydeden üçünü takımı olmaları da rakiplerin bu durumu değerlendirdikleri anlamına geliyor. Yaratıcılık ve bireysel kaliteden yoksun Betis’in aynı zamanda ‘yaşlı ve ağır’ geri dörtlüsü ile ön libroların uyumsuzluğu da takımın dağınık bir görünüme girmesine sebep oluyor. Kısaca derbinin ve Sanchez Pizjuan’ın havası Betis cephesini ekstra motive etmezse konuk ekibin pek bir şansı yok. Hüseyin Özkök Almanya HF105 DORTMUND-BAYERN ‘ALMAN CLASICO’SU Bundesliga’da 13. haftanın en önemli karşılaşması Almanya’da olduğu kadar tüm dünyanın da dikkatlerini üzerine çekecek olan Borussia Dortmund-Bayern Münih kapışması. Lig lideri ile takipçisi arasında Cumartesi akşamı saat 19:30’da oynanacak olan ‚Alman Clasicosu” öncesinde Dortmund’da tam bir kabus yaşanıyor. Savunmanın ortasında oynayan Neven Subotiç’in sezonu kapatmasının ardından Almanya’nın İngiltere ile oynadığı milli maçta Subotiç’in partneri Hummels ile sol kanat savunucusu Schmelzer de sakatlandı. Hummels, ilk yarıyı kapatırken Schmelzer 3 hafta oynayamayacak. Klopp, bu nedenle 1 haftadır denemeye tabi tuttuğu eski milli oyuncu Manuel Friedrich ile sözleşme imzalayarak kadroya kattı. Savunmanın göbeğinde Sokratis ile birlikte Sven Bender de oynayabilir. Dortmund’un 4 puan önünde lider durumda bulunan Bayern Münih’te Schweinsteiger ve Shaqiri dışında önemli eksik yok diye düşünülürken, milli maçta 10’uncu kaburgasında çatlak tespit edilen Ribery’nin de oynayamayacağı anlaşıldı. Bu karşılaşma Bayern Münih’in Dortmund’dan transferi Mario Götze için ayrı bir önem taşıyor. Büyük tepki çeken transferi sonrası ilk kez Signal Iduna Park’a çıkacak olan oyuncuya, 80 bin kişinin büyük bir tepki göstermesi kaçınılmaz olarak görülüyor. İki takım arasında ön plana çıkan bazı istatistikler ise şu şekilde: -Dortmund, Bayern Münih’e ligde oynadığı son 6 maçta da yenilmedi. (4G, 2B). -İki takım arasında oynanan son iki müsabakada ise Bayern Şampiyonlar Ligi finalinde 2-1 kazanırken, sezon başında oynanan Almanya Süper Kupa maçında kazanan 4-2’lik skorla Dortmund oldu. -Dortmund, ligde hem iç sahada hem de genelde en çok Bayern Münih’e mağlup olurken, Bayern Münih’in de ligde en çok yenildiği takım Dortmund. -Dortmund, Bayern ile sahasında oynadığı son 7 karşılaşmada yalnızca 1 kez kaybetti (3G, 3B). Son 11 müsabakada ise Bavyera ekibi 2 galibiyet 5 yenilgi aldı. -Bayern Münih ligde 37 maçtır kaybetmiyor ve bu alandaki rekoru son maç sonrası Hamburg’un elinden aldı. Bayern son olarak Nisan 2012’de yine Dortmund deplasmanında kaybetmişti. İngiltere Salih Demirci HF105 EVERTON-LIVERPOOL HEVESLi VE HEYECANLI Rekabet bir süredir başaltı gruptan yer kapmak için oynanıyor, fakat 1976 ile 1988 arasında oynanan 13 sezonun 11’inde şampiyonluk kupası Liverpool şehrine aitti. Şimdilerde her iki kulüp için de şaşaalı günler geride kalsa da her iki takım da geçen sezondan daha iyi durumda. Liverpool şampiyonluk için hevesli, ancak temkinli. Everton ise yeni hocası Roberto Martinez’le kısa sürede heyecan verici bir takım olmayı başardı. Son iki sezonu Liverpool’un önünde bitiren Everton, bu süreçte ezeli rakibi ile oynadığı 4 maçı da kazanamamış; maçlar 2 kez Liverpool galibiyetiyle, 2 kez de beraberlikle sonuçlanmıştı. Ama şimdilerde iki takımda da çok şey değişmiş görünüyor. Liverpool, Suarez - Sturridge ikilisi ile rakip kalelere gol olup yağarken Everton şimdiye dek sahasında kaybetmedi ve 11 lig maçını 6’sında gol yemedi. Buna karşın Palace ve Tottenham’a karşı oynadıkları son iki maçta gol atamadılar. Suarez bu deplasmanı seviyor. Son iki Everton ziyaretinde de gol atan oyuncu, yine Liverpool’un en büyük kozu. Everton ise savunmada sağlam durup, ön tarafta Lukaku ile Liverpool’un yeniden organize edilen arka tarafını aşmaya çalışacak. Güçler denk görünüyor, her ikisi de öncelikle kaybetmemek isteyecektir.