HF105

Transkript

HF105
Nedir direktörlüğün kerameti?
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editörler
Emre Çelik
Rafet Baran Eryılmaz
Yazarlar
Ali Ece
Futbol dünyasının en değişken görev tanımlı üyelerinin futbol
direktörleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Galatasaray’ın
Roberto Mancini’nin göreve getirilmesinin ardından böyle
bir direktör arayışına girmesiyle biz de bu adamların
dünyasına daldık. Avrupa’dan başarılı örnekleri bulurken;
milyonları çarçur eden örnekleriyle de karşılaştık. Ülkemizdeki
bir türlü oturtulamamış bu kavramın en göz önündeki
örneklerini de derledik. Aynı zamanda Galatasaray’da göreve
getirilmesi beklenen Bülent Korkmaz’ın kariyerine ve takıma
katabileceklerine de geniş bir bakış attık.
Emre Özcan
İsmail Şayan
Fırat Topal
105. sayımızda aynı zamanda 25 Kasım 2005’te aramızdan
ayrılan George Best’e saygı duruşu yapmayı ihmal etmedik. 5.
Beatle’ın hikayesini Ali Ece’nin kaleminden okuyacaksınız. Öte
yandan Avrupa’da bu hafta oynanacak dikkat çekici maçları da
mercek altına aldık. Bayern Münih-Borussia Dortmund’un başını
çektiği bu üçlü seriye Merseyside Derbisi ile Endülüs Derbisi de
konuk oldu.
Keyifli okumalar,
Rafet B. Eryılmaz
[email protected]
[email protected]
#105 BU SAYIDA
Direktörler Özel
Başarısız Futbol Direktörleri
Alkışlarla gelip, yuhalamalarla uğurlananlar
Bol Gelen Elbise
Ülkemizdeki acayip direktörlük anlayışı
Futbolun Hibrid Adamları
Futbol direktörleri Avrupa kulüplerini zirveye nasıl çıkarıyorlar?
Cesur Yürek
Bülent Korkmaz’ın 3. Galatasaray seferi başlamak üzere mi?
Beatle’ların En Güzeli
Old Trafford’un üzerinde bir hayalet dolaşıyor...
Endülüs’ün Hakimi Kim?
Zor durumdaki Betis, formdaki Sevilla karşısında ne yapacak?
İsmail Şayan
Özel Dosya
HF105
FUTBOLUN HiBRiT ADAMLARI
Sportif direktör, futbol direktörü, futbol şube sorumlusu, CEO, teknik
direktör, menajer... Ne bu sıfat bolluğu, ne işe yararlar bunlar kuzum?
Arsene Wenger, basına konuşma seçeneğini de
devreye sokmuştu artık:
-Futbolculardan maksimum verimi alması
gereken ve onlara adil forma dağıtmakla yükümlü
birisine oyuncusuyla pazarlığa oturma görevinin
yüklenmesi kadar saçma bir şey olamaz. Forma
verirken de mi pazarlık yapacağım? İşler böyle
yürümez, değişmesi gerekiyor, yönetim kurulu ile
aramda bir başka birisinin olmasına ihtiyacımız var!
1996 Eylül’ünde Wenger Japonya’dan geldiği gün
İngiliz basını “Wenger Who?” manşetini atarak
dalgasını geçmişti. Wenger’i getiren kişi ise David
Dein’di. İkilinin işbirliği Arsenal’ın altın dönemi
oldu. Wenger yalnızca İngiltere’de şampiyon
olmayı başaran ilk Britanyalı olmayan menajer
olarak tarihe geçmekle kalmadı, pek çok noktada
İngilizlerin bakış açılarını değiştirdi ve bazı yerleşik
kalıpları kırdı. Üç şampiyonluk, dört FA Cup, UEFA
kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde final... Daha da
önemlisi yenilenen altyapı düzeni, transferlerde
yapılan kârların da katkısıyla finanse edilen
yepyeni bir stadyum.
Ancak Dein’in yönetimle başlayan sürtüşmesi,
sonunda çözülemez bir noktaya geldi ve Dein,
2007’de istifasını verdi. Wenger-Dein ikilisiyle
yalnızca 1997 ve 2006’yı kupasız kapatan Arsenal,
aradan geçen altı yılda kupa kazanamadı. Wenger,
Dein gittiğinde birey olarak çok üzüldüğünü açıkça
söylemekten çekinmemişti ama kısa sürede
kulübün işleyişinde de yaralar açıldığını anladı.
Türkiye’de benzer durumda zil takıp oynayacak
teknik adamların aksine, yönetimden ısrarla
Dein’in yerinin doldurulmasını istedi. Feryadı
sonunda duyuldu ve 2009’da MLS yönetiminden
Ivan Gazidis transfer edildi.
Bu yaşananlar bize aykırı gelebilir çünkü Türkiye’de
hiç bir teknik adam böyle bir yönetici istemezken
Arsene Wenger yönetimle arasında, yani üzerinde,
yer alacak bir direktör için yönetimle basının
önünde dahi karşı karşıya gelmeyi göze aldı. Ve
Wenger tek değil... Totenham’da da Villas-Boas
benzer şikayetleri üst perdeden dile getirdi ve
geçen sezonun sonunda Roma’dan Franco Baldini
transfer edildi. İngiliz pratiğine aykırıydı, başkan
Levy’yi ikna etmek için çok uğraşmıştı ama en
sonunda “düğünde bile dört dört iki oynayan” o
muhafazakâr İngilizler kendi sistemlerinde bir
eksiklik görüp Avrupalıların bu isteğine kulak
vermeye başladılar. Avrupa’da ‘sportif direktör’
terimi daha yaygınken İngilizler ‘futbol direktörü’
ya da ‘teknik direktör’ demeyi tercih ediyorlar.
Kalabalıkta Alman netliği
CEO’nun gerekliliği artık tartışılmıyor. Futbol
direktörü ya da sportif direktör gerçeği de her
geçen gün biraz daha kabul ettiriyor kendini.
Bunlar lüks ya da gereksizlik değil, değişen
futbolun kaçınılmazı olarak ortada. CEO’nun
futbolu bilip bilmemesi önemli değil ama sportif
direktör, yönetici niteliğinin ve planlamacılığının
yanı sıra futbolda da belli bir düzeyde bilgi sahibi
olmalı. Teknik konular ise tamamıyla teknik
direktörün omuzlarında.
UEFA’nın raporları gösteriyor ki pek çok ülkede
teknik direktörün görevde kalma süresi iki yılın
altında. Ortalama 1,5 yıl ve yalnızca %12’si üç yıl
veya daha fazla görevde kalabiliyor. İşin içinde
kulüp adına bir direktör olmadan her şeyi teknik
adama emanet etmek böyle bir yapıda akıl kârı
değil, devamlılığı sağlamak mümkün olmuyor. Her
yeni teknik adamla sil baştan yapmanın parasal
maliyetinin ötesinde, kulübün gelişimi adına
kaybedilen zamanın maliyeti çok büyük. Ya da
David Dein & Arsene Wenger
teknik adamın ölümüne istediği ve kısa vadede
doğru bir transfer, sportif direktörün kantarında
tartılıp uzun vadedeki değerlendirmesi de
yapılmamışsa götürdükleri getirdiklerinden çok
daha büyük olabiliyor.
Doksanlarda Ajax’ın teknik direktörlerle
yaptığı sözleşmelerde “takımın dizilişi
4-3-3’tür”ündeğişmez madde olarak yer aldığı
söylenirdi. Ajax, altyapısını da 4-3-3 üzerine
kurmuş, dipten tepeye bir süreklilik sağlamıştı.
Van Gaal’in 1995 Şampiyonlar Ligi finalinde Milan’ı
yenerek kupayı kaldıran ilk 11’inde 9 oyuncu, 25
yaşın altındaydı. 18 yıl önce ilk 11 çıkan ve hâlâ
Brezilya’da Botafogo forması giyen Seedorf’un
yanı sıra, golü atan Kluivert ve Kanu da daha 20
yaşını görmemişlerdi.Barcelona da altyapısını bu
düzeye getirebilmek için yıllarca çabaladı. İşte bu
sürekliliği sık sık teknik direktörün değiştiği bir
dünyada sportif direktör olmadan sağlamanız
mümkün olmuyor. Bunun da ötesinde, çoğu
teknik direktör bir altyapı organizasyonunu tam
anlamıyla kurabilecek kadar bile görevde kalmıyor.
Ayrıca, her kupa canavarı teknik adamın altyapı
uzmanlığı da garanti değil.
Klopp’un anlattığı ilginç bir hikaye vardır:
Oynadığı Mainz’da takımın başına Saftig getirilir.
Görüşmelerde Saftig’e takımın Wolfgang
Frank’ın yerleştirdiği dörtlü alan savunmasını
oynamaya devam etmesi gerektiği kulübün
sportif direktörünce anlatılmıştır. Ancak Saftig
bildiğini okumaktadır. Klopp, sportif direktörün
kapısını çalar ve takımın dörtlü alan savunması
değil, liberolu dörtlü oynadığını söyler. Sportif
direktör her şeyin farkındadır ve Klopp’a “merak
etmemesini” söyler. Mart’ta göreve gelmiş olan
Saftig, yeni sezonda yine iş arayacaktır.
Klopp’un Borussia Dortmund’u yapıyı anlamamız
için en net örneklerden biri: Klopp, futbol takımının
teknik direktörü. Teknik kadro, altyapılar ve
oyuncu izleme ekipleri sportif direktör olarak
görev yapan Zorc’a bağlı. Klopp’un işi öncelikle
elindeki kadrodan en yüksek verimi almak ve
kadroyu daha etkili hale getirmek. Bu noktada
Zorc devreye giriyor. Takımın teknik direktörce
belirlenen ihtiyaçları için harekete geçiyor ve nihai
kararı veriyor. Tüm sözleşmelerin yenilenmesi ve
transferler Klopp’un istekleri de göz önüne alınarak
Zorc tarafından gerçekleştiriliyor. Klopp rakiplerini
ve taktiksel anlamda değişen trendleri izlemekle
görevliyken Zorc transfer piyasası, oyuncu
menajerleri, altyapı eğitiminde yaşanan gelişmeler,
gelecekte kulübe kazandırılabilecek oyuncu ve
antrenör adayları gibi konulara yoğunlaşıyor.
Üstlerinde yer alan CEO Watzke ise öncelikle
kulübün takıma sağlayabileceği kaynakları
genişletmekle ilgileniyor. Bu üçlü gerektiğinde bir
araya gelerek ortak kararlarını alıyorlar. Basitçe
söylersek Klopp elindeki kadronun, Zorc kulüpte
futbolun, Watzke ise kulübün geleceğinin
planlamasını yapmak zorunda.
Eğer bir gün Klopp bırakmaya karar verirse kulüp
yeni bir teknik direktör atayacak ve sistem
işlemeye devam edecek. Hiç bir şeyi sıfırdan
başlatmak gereği yok çünkü kulübün ana hedefleri
CEO ve sportif direktör tarafından çizilmiş
çerçevede kovalanmaya devam edecek.
Uli Höness, Bayern’de sportif direktör olarak
futbolun tüm yapısını yeniden kurdu, buna
yıllarını harcadıktan sonra görevini Nerlinger’e
devretti ve başkanlığa geçti. Ancak kulüp CEO’su
Rummenigge ile yapılan değerlendirmede yeni
sportif direktör Nerlinger’in performansından
memnun kalınmadı ve Sammer sportif
direktörlüğe getirildi.
Franco Baldini & Villas-Boas
Ancak yapı her zaman Dortmund örneğindeki
kadar net olmayabiliyor. Ve aynı sıfat, farklı
görevleri tanımlamak için de kullanılabiliyor.
Örneğin Manchester United’da futbol direktörü
olan Bobby Charlton, futbol takımı ile hiç bir
şekilde ilgilenmez, CEO ile daha fazla işbirliği
içinde genelde promosyonlar ve pazarlama
etkinliklerinde görev alır. Ama önceki direktör Sir
Matt Busby’nin konumu tam tersiydi. New York
Cosmos’ta Eric Cantona, Benfica’da Rui Costa ise
Alman modeline benzer görevdeler.Salzburg’da
Trapattoni ve Notts County’de Eriksson da
benzer sıfatla göreve gelmişlerdi ama yalnızca
üst yapı ile ilgili teknik danışman gibi çalıştılar.
Hatta Valdano gibi kulüp genel menajerleri için
de zaman zaman sportif direktör tanımının
kullanılabildiğini görüyoruz. Zidane da Valdano gibi
Real Madrid’de görev yapıyor ve futbol direktörü
olarak geçiyor. Başlangıçta Bobby Charlton gibi bir
rol düşünülürken oyuncu takibi ve transferde aktif
rol üstlenebiliyor ve Ancelotti’nin yardımcılığını
yapıyor.
Yine mi Bosman?
Futbol, çok ama çok uzun zamandır “hadi çocuklar,
çıkın oynayın”ın çok ötesinde. En doğru sponsorları
bulmanız ve onlarla en kârlı anlaşmayı yapmanız
gerekiyor. Bu alanda çok büyük bir savaş dönüyor.
Kulübün topluma ve taraftarlarına vereceği
mesajların, kamu oyunda yaratılacak imajın büyük
önemi var. Ancak bu da yeterli değil. Kulübe bir
ana rota belirlemek ve en iyi oyuncuyu getirmekle
de olmuyor. Yalnızca oyuncuları değil; antrenörler,
sağlık uzmanları, altyapı antrenörleri, diyetisyenler,
oyuncu menajerleri ve dünyada yaşanan hem
taktik, hem teknik, hem de organizasyonel
gelişimleri takip de zorunluluk.
Artık futbolcunun kaderi yöneticinin iki dudağı
arasında değil. Bosman’ı hatırlayın, ne transfer
yapabiliyor, ne de futbol oynayabiliyordu.
Sözleşmesi biten bir futbolcunun yeni sözleşme
yapması mümkün olamayabiliyordu ve ‘boş
sözleşmeye imza’ modası vardı. Ancak Bosman
davasıyla bu tuhaf yapı kökünden yıkıldı.
Futbolcunun bonservisini bir kasaya koyup o
kasayı denizin dibine gönderme tehdidi ortadan
kalktı. Artık futbolcular da masaya otururken
bazı haklara sahipler ve kulüpten daha avantajlı
durumda olabiliyorlar. Burada yaşanan savaşta
da en donanımlı şekilde masaya oturabilmek
gerekiyor. Elde olan veya dışarıdaki genç bir
oyuncu hakkında yeterli bilgiyi toplamamanın ya
da öğrenme sürecinde doğru yönlendirememenin
maliyeti ise milyonlarla ölçülebiliyor.
İletişim teknolojilerindeki baş döndürücü
gelişim herkese yeni avantajlar sunarken
dezavantajlarını da beraberinde getiriyor. Artık
tüm takımlar rakiplerinin tüm maç kayıtlarına
ve tüm oyuncularının istatistiklerine bir çırpıda
ulaşabiliyor. Her takımı masaya yatırıp en ince
detayına kadar oyunlarını çalışmak mümkün.
Yalnızca kendi oyununa odaklanmak hiç bir
teknik adama yetmiyor. Oyun içinde daha önce
kazandırmış bir taktik değişikliğe gidildiğinde
karşıdaki teknik adamın cebinde bunun da
panzehiri hazır bulunuyor. Oyuncuları iyi
çalıştırmak, onların fiziksel olarak iyi durumda
olmalarını sağlamak yeterli değil. Onları iyi değil
mümkün olan en iyi duruma getirmek, o seviyede
uzun tutmak ve bunun için konunun uzmanlarıyla
işbirliği yapmak gerekiyor. Zaman yalnızca oyunu
değil, oyunun etrafındaki her şeyi de hızlandırdı ve
karmaşıklaştırdı.
Ferran Soriano & Al Mubarak
Masa kıran başkanlar
Tüm bu gelişimin içinde bir ya da iki kişinin işleri
kotarması mümkün değil. Transferi başkanın
yaptığı, primlere uçakta yıldız oyuncuyla pazarlık
yapan başkanın karar verdiği o yılların geride
kaldığını anlamak gerek. Bunlar ucuz ve gülünç
‘kendine pay çıkarma çabaları’ndan öteye gitmiyor.
“Bizim oyuncumuzdu, iyi çocuktur”la altyapıdaki
ya da kadrodaki oyuncunun gelişebileceğini
sanmak ahmaklıktan başka bir şey değil. Tepeden
tırnağa her alanda uzmanlaşma ve işlerin bu
uzmanlara yaptırılması gerekiyor. Başkanın
masaya yumruğunu en sert vuran değil, doğru ve
birbiriyle uyum içinde çalışacak ekipleri oluşturmayı
en iyi başaran kişi olması ve elemanlarının
uzmanlığına saygı göstermeyi bilmesi gerekiyor.
Geçmişte futbol şubesi sorumluları, sportif
direktör ya da futbol direktörünün fonksiyonuna
benzer işi icra etmeleri için varlardı. Ancak bir iki
kötü sonucun ardından yapı değişir, başkan ya
da yönetim ‘duruma el koyar’dı. Sonrasında yine
yeniden yapılanma, sıfırdan başlangıç... Tepesinde
Demokles’in kılıcıyla yaşamak zorunda olan futbol
şubesi sorumluları bir türlü güçlü bir kimlikle
ortaya çıkıp görevlerini olması gerektiği gibi yerine
getiremediler. Aynı anlayış sürdüğü sürece ister
futbol direktörü ister sportif direktör diyelim, bu
yapıdan da verim almak mümkün olmayacak.
‘Başkan futbol şubesini kendine bağladı’larla bir
yere varılmayacağı görüleli çok oldu.
Abramovic Chelsea’yi satın aldığında ilk
transferlerinden biri Manchester United CEO’su
Peter Kenyon olmuştu. Şeyhler ise City’de
Nike’den Gary Cook’u göreve getirerek başladılar.
Şimdi ise Barcelona’da aynı işi yapmış olan Ferran
Soriano CEO, yine Barcelona’dan Txiki Begiristein
direktör. Bayern Münih federasyondan Matthias
Sammer’i, Arsenal MLS’ten Gazidis’i, Tottenham
Roma’dan Baldini’yi, doğru tercihin keyfini çıkaran
Wolfsburg ise Werder Bremen’de harika işlere
imza atmış olan Klaus Allofs’u direktör olarak
transfer etti.
Bu pek aşina olmadığımız roller git gide
daha büyük önem kazanıyor ve hatta kendi
transfer pazarını da yaratmış durumda. Net
tanımlanamadıklarında zaman zaman büyük
çatışmalara yol açabildikleri de görüldü.
Organizasyonunu doğru oluşturmayı başaran
kulüplerin hanelerindeyse her zaman ‘artı’ olarak
yer alıyor.
Özel Dosya
Fırat Topal
HF105
BAŞARISIZ
FUTBOL DiREKTÖRLERi
Her görevde olduğu gibi futbol direktörlüğünde de çok sayıda başarısız isim
mevcut. İşte o başarısızlar arasında öne çıkanlar.
Futbol direktörlerinin oldukça başarılı örneklerini gördüğümüz gibi görev yaptıkları kulüpte kaosa yol açan,
futbol takımına futbolcular ve teknik direktörlerden daha fazla etki yapan başarısız örneklerini de gördük.
Bunun birkaç nedeni olabiliyor. Göreve getirilen direktörün, teknik adamla yıldızının barışmaması, yöneticilik
bilgisi olduğu kadar futbolun teknik tarafı üzerine çok fazla bilgisinin olmaması, insan ilişkileri ve iletişim
konusunda önemli zaafları olması en başta sayabileceğimiz nedenler. Zaman zaman bunun tek sebebi
futbol direktörü de olmuyor. Kulüp başkanı camiadaki çalkantıyı kendilerine bağlayabiliyor, hatta değişen
gündem ve sahadaki başarı bile kendisi hakkında yapılan yorumlarda önemli değişiklikler yapıyor. Örneğin
Bülent Tulun, Eric Gerets’le kazanılan şampiyonlukta önemli payı olan biri isim olarak görülürken Ünal Aysal
döneminde bir tür ‘Kaleyi içten yıkan’ adam damgasını yedi. Avrupa futbolundaki başarısız Futbol Direktörü
örneklerine göz atalım.
Damien Comolli
Damien “Demon” Comolli (şeytan) demek daha doğru olabilir.
Comolli, Frank Arnesen, Chelsea’nin yolunu tuttuğunda Tottenham
Hotspur’daki futbol direktörü görevine başladı. Arnesen’in göreve
getirdiği Martin Jol onun için bir sorundu. Jol 2007’de görevden
ayrıldığında kendisinden habersiz birçok oyuncunun alınıp satıldığını
söylemişti. Saint-Étienne, 2008’de onu göreve getirdiğinde büyük
bir hata yaptığını sonradan anlayacaktı. 22 milyon avro harcadığı
7 futbolcudan sadece biri ilk 11 oyuncusu olabildi. Bu muhteşem
(!) cv’den ders almayan Liverpool (Gillett ve Hicks’ten başka ne
beklenirdi ki) onu aynı pozisyona oturttu 2010’da. Sonuç: Andy
Carroll’a harcanan 35 milyon paund, Stewart Downing’e harcanan
20 milyon paund, bir dolu işe yaramayan transfer ve tabii Torres’in
Chelsea’ye satılması. 50 milyon paund iyi bir bonservis ama
karşılığında aldıkların Carroll ve Downing olunca pek bir anlamı
olmuyor. Comolli, Nisan 2012’de kovuldu. Şu an boşta sonrakini
kurbanını bekliyor.
Sir Clive Woodward
Çok iyi bir musluk tamircisini, evinizdeki elektrik
kablolarını tamir etmek için çağırırsanız olabilecek ne
varsa, Southampton başkanı Rupert Lowe, 2005 yılında,
yakın arkadaşı olan Woodward’u, önceki görevlerindeki
başarılarından etkilenerek futbol direktörlüğüne
getirdiğinde de onlar oldu. Zira şöyle bir sorun vardı ki
Woodward’un önceki görevi İngiltere rugby milli takımının
koçluğuydu. Lowe, yedi 7 senelik görevi boyunca İngilizlere
bir Dünya Kupası kazandıran ismin futbolda da iyi işler
çıkarabileceğine inanmıştı. Menajer Harry Redknapp bu
durumdan rahatsızlığını, istifa ederek gösterdi. Lowe
daha da ileri giderek Woodward’ı Redknapp’ın yerine
menjerliğe getirmek istiyordu ama görev George Burley’e
verildi. Woodward’ın akademide göreve getirdiği Simon
Clifford kulüpte iki ay dayanabildi, Woodward da Ağustos
2006’da, sadece 1 yılda kulüpte ufak çaplı bir deprem
yarattıktan sonra görevden ayrıldı.
Dennis Wise
21 kere İngiliz milli takım formasını giymiş bir adamken
bir mafya üyesine nasıl dönüşülür, Wise’ın Newcastle
United’daki 14 aylık direktörlük görevine bakılarak
anlaşılabilir. 29 Ocak 2008’de göreve başladı Wise. 7 ay
sonra Kevin Keegan istifa etmişti. İstifası Newcastle
taraftarları arasında bir infial yarattı ve sorumlu olarak
başkan Mike Ashley ve çırağı Wise gösterildi. Hatta bu
iki isme “Cockney Mafia” lakabı takıldı. Keegan, James
Milner’ın kendisinden habersiz Aston Villa’yla görüşmek
için kulüpten izin aldığını ve transferlerde son sözün sahibi
olmadığını belirtiyordu. Premier Lig tahkim kurulunun
gerçekleştirdiği toplantılarda Wise’ın, Youtube’dan
izleyip beğendiği Ignacio González’i transfer etmesi için
Keegan’a baskı yaptığı ortaya çıktı ve kulüp 2 milyon
paund tazminat ödemekle cezalandırıldı. Nisan 2009’da
Wise kulüpten ayrıldı, Bobby Robson arkasından “Onun
kulübüme yaptıklarını affedebilecek miyim bilmiyorum”
diyerek tabuta son çiviyi çaktı.
Alexi Lalas
Bu sefer denemenin başarısızlığı direktörden değil
kulüpten kaynaklanıyor. Lalas’ın pozisyonunda dahi zaten
bir acaiplik vardı zira kendisi Los Angeles Galaxy’nin hem
başkanı hem de genel direktörüydü. Ama direktörlük
görevi, Avrupa’dakilerden pek farklı değildi. Ruud Gullit,
2007’de teknik direktörlüğe getirildiğinde hiçbir şeyden
haberi yoktu, zira Meksika dizilerini aratmayan bir
senaryoda oyuncak olmuştu. Gullit’i kulüp patronlarına
öneren David Beckham’dı. Beckham’a tavsiyeyi veren
de menajeri Terry Byrne. Byrne, 1992’de masör olarak
Chelsea kulübüne girmiş, Gullit’in menajerliği döneminde
asistan masörlüğe yükseltilmişti. Beckham’la 2003
yılında başlattığı dostluk, menajerliğe dönüştü ve İngiliz
oyuncunun Galaxy’e transferinde ön ayak oldu. Beckham
da onu kulübün maaşlı danışmanı haline getirdi, Byrne’ın
ilk tavsiyesi kaptanlığın Beckham’a verilmesi oldu. Gullit
göreve getirildi, Lalas bunları tenis maçı gibi izledi ve
Ağustos 2008’de Lalas, Gullit’le beraber kovuldu.
Ricardo Sá Pinto
Sá Pinto Sporting’de iki ayrı dönemde olmak üzere toplam
dokuz sezon forma giydi. 2007’de futbolu Standard
Liege’de bıraktıktan iki yıl sonra Sporting’e futbol
direktörü olarak geri döndü. Ancak Kasım ayında atandığı
görevde sadece üç ay dayanabildi. Çünkü 2009-10 Portekiz
Kupası’nda Mafra karşısında 4-3 galip geldikleri maçtan
sonra takımın yıldızı Liedson ile soyunma odasında
yumruklaşmıştı. Gelen haberlere göre ikili daha yedek
kulübesinde söz düzellosuna başlamış, soyunma odasında
da iş çığırından çıkmıştı. Sá Pinto anında istifasını verdi,
yönetim bunu kabul etti, ancak Liedson kulüpte forma
giymeye devam etti. Basın, eski milli futbolcunun,
1997’de milli takıma çağırılmadığını öğrendiğinde,
takımın antrenmanını basıp teknik direktör Artur Jorge’yi
yumruklayıp bir yıl ceza aldığı günleri hatırlattı. İlginçtir
Sá Pinto, 2012’de teknik direktör olarak kulübe geri döndü
ama o görevde de 9 ay dayanabildi.
Rafet B. Eryılmaz
Özel Dosya
HF105
BOL GELEN ELBİSE
Kulüplerimizin takıma abilik, yetenek avcılığı veya mevcut teknik direktörü
yedeklemek gibi farklı amaçlarla kullandığı sportif direktörlük kurumu
Galatasaray’daki yeni dönemle bir kez daha gündeme geldi. Peki ama bu
kurum şimdiye kadar nasıl kullanıldı?
1961 Anayasası’nın Türk siyasi hayatına soktuğu
Cumhuriyet Senatosu, TBMM üzerinde bir
denetleme ve denge unsuru olma özelliklerine
sahipti. Ülkemizde 19 yıl boyunca uygulanan
çift meclisli sistemin, futbolumuzda zaman
zaman denenen sportif direktör-teknik direktör
birliktelikleriyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Sportif
direktör denince insanların aklına yönetimle teknik
adam arasında bir yerlerde yer alan, yönetime
göre saha içinde, teknik adama göreyse saha
dışında daha donanımlı olan biri canlanıyor. Sportif
direktörlerden de tıpkı senato gibi bir denge
yakalaması bekleniyor.
İyi de bu beklentiler ne oranda karşılanıyor?
Daha doğrusu bu beklentiler zamanla nasıl
şekilleniyor? Galatasaray’ın Roberto Mancini’nin
üstünde çalışacak bir sportif direktör aradığı şu
günlerde geçmişte bu görevde bulunmuş kişilerin
yaptıklarına bakmak doğru olacaktır. Bu sayede
sportif direktörlüğün, ülkemizdeki futbol yönetimi
anlayışına bol gelip gelmediğini daha rahat
anlayabiliriz.
Sportif-teknik direktör?
Daum’la birlikte çalışmalarına hızla başladı. Yerli
oyuncuların transferinde etkin rol alan Kocaman,
‘Daum’un bilgisayarı’ndan fırlayan Cristian Baroni
ve Andre Santos’u izlemek için de Brezilya’ya gitti.
Sezon başında işler gayet olumlu görünüyordu.
Transferlerle yakından ilgilenen bir sportif direktör
sayesinde sarı-lacivertli kulübün geleceğinin
teminat altına alındığı düşünülüyordu.
Bu konuda zihinlerdeki en taze örnek olarak
Aykut Kocaman görünüyor. Fenerbahçe’nin Luis
Aragones yönetiminde geçirdiği felaket sezonun
ardından 2009 yazında giriştiği yapılanma
hamlesinin en dikkat çekici adımı kuşkusuz
Kocaman’ın sportif direktörlüğe getirilmesiydi.
Ankaraspor’daki teknik direktörlük görevini
bırakan Kocaman, teknik direktör Christoph
Fakat zaman geçtikçe işler karışmaya başladı.
Yıldırım-Daum-Kocaman üçgeninde yaşanan
tartışmalar, sezon içinde Kocaman’ın istifa
edeceğine yönelik muhtelif söylentiler çıkmasına
neden oldu. Kocaman’ın Daum’un yerine geçmek
istediği, bu nedenle sürekli sorun çıkardığı
konuşuldu.
Tüm bu sorunlar son maçta kaybedilen
şampiyonlukla birleşince amiyane tabirle çarşı
karıştı. Daum tazminat konusunda sorun çıkardı.
Aziz Yıldırım, bir yandan Daum’u ikna etmekle
uğraşırken bir yandan da Kocaman’ın teknik
direktörlüğe geçiş sürecini yönetmeye çalışıyordu.
Sorunların çözüldüğü noktada Kocaman’la
sözleşme imzalandı. Ancak vurgulanan önemli bir
şey vardı! O da Kocaman’ın hem sportif direktör,
hem de teknik direktör olarak görev yapacağıydı.
Bu konu o kadar tartışıldı ki Kocaman’ın sportif
direktör sıfatıyla bir teknik direktör atayabilme
ihtimalinin üzerine bile duruldu.
Nitekim Kocaman, görev yaptığı süre boyunca
Fenerbahçe’nin resmi yayın organları sportif
direktör ve teknik direktör sıfatlarını birlikte
kullandılar. Üç sezon boyunca görev yapan
Kocaman, transfer konusunda daha özgür hareket
etmenin dışında bu sıfatların verdiği yetkileri pek
kullanabilmiş gözükmedi. İşin daha da hazin olan
tarafı teknik direktörlüğünün yanına eklenen
sportif direktörlük sıfatının ne gibi yetkiler
getirdiğini hiçbir zaman öğrenemedik.
Abiler!
Türk futbolunda sportif direktörlük konusunda
yaşanan bu yetki karmaşasının kaynağı olarak
‘abi’ kavramını gösterebiliriz. Türk futbolcusunun
ne koşulda olursa olsun bitmek tükenmek
bilmeyen abi ihtiyacı çoğunlukla sportif direktörler
aracılığıyla giderilmeye çalışıldı. Bu durumun en
büyük örneği Beşiktaş’ta aralıklarla görev yapan
Sinan Engin oldu.
2001’de göreve geldiğinde “futbol takımı
menajeri” unvanına sahip olan Sinan Engin’den
yabancı teknik direktörün oyuncularla iletişimde
yaşayabileceği sorunları çözmesi bekleniyordu.
Daum’dan sonra Mircea Lucescu’yla da birlikte
çalışan Engin’in o dönemden bıraktığı en büyük
miras Malatyaspor maçının hakemi Kuddusi
Müftüoğlu’ya saha kenarından “Merak etme
arkandayım!” diye bağırması oldu. 2004 yılına
kadar görev yaptığı döneme söyledikleriyle yol
açtığı tartışmalar ve mafyöz tavırları damgasını
vurdu.
2007-08 sezonunda yeniden göreve getirilen
Engin, performansıyla eski günlerini aratmadı.
Abilik rolünün hakkını vererek(!) yapan Engin’in
ikinci döneminde 8-0’lık Liverpool faciası yaşandı.
O maçın ardından yine mikrofonların karşısına
geçen Engin’in “Bak görüyorsun, acımıyorlar
yani. Maç devam etse daha da atacaklar.” sözleri
akıllarda kaldı. Engin’in her iki döneminden
de akıllarda sportif hamlelerinden çok saha
dışında yaptıklarının kalması sportif direktörlük
kavramının ne kadar geniş bir yelpazede yer
aldığını gözler önüne serer cinsten.
Profesyonel yönetici?
Elbette sportif direktör rolünü abilik yapmakta
kullananların yanında profesyonel yöneticilik
anlayışıyla hareket eden futbol adamlarına da
rastlamamız mümkün. TFF’de çalıştıktan sonra
Galatasaray’da yönetici olan Adnan Sezgin’in,
Cem Uzan’ın yatırım yaptığı İstanbulspor’a geçişi
bu bağlamda bir örnek olabilir. Sezgin, daha sonra
‘Sportif AŞ Genel Müdürü’ sıfatıyla sarı-kırmızılı
ekibe dönecekti.
Meşhur şirket birleşmesi gerçekleştikten sonra
sportif direktörlüğe başlayan Sezgin, özellikle
yurtiçi transferlerinde takıma önemli katkı
sağladı. Mehmet Topal, Emre Güngör, Hakan Balta
ve Servet Çetin gibi gelecekte A Milli Takım’da
boy gösterecek oyuncuları sarı-kırmızılı renklere
bağladı. Ne var ki bu hamlelerin saha içindeki
yansıması taraftarları bir türlü memnun etmedi.
Aynı dönemde yabancı transferlerini gerçekleştiren
Haldun Üstünel’in Elano, Keita ve Baros gibi isim
yapmış oyuncuları takıma kazandırması Sezgin’e
karşı tepki oluşmasına neden oldu.
Frank Rijkaard döneminde gerçekleşmesi beklenen
değişimin önündeki en büyük engel olarak görülen
Sezgin, Adnan Polat’ın başkanlıktan ayrılmasıyla
takımdan ayrıldı.
Devamında profesyonel hareket ederek
Samsunspor’da görev yapmaya başlayan Sezgin,
burada da yaptığı transferlerle ilginç olaylara
sebebiyet verdi. Öyle ki 29 yönetici, “Kulübü biz
değil, Sezgin yönetiyor” diyerek istifalarını sundu.
Sezgin’in kulüpten kulübe geçişlerinin
profesyonellikle bağdaştığı söylenebilir. Fakat
görev süresince yaptıklarıyla topladığı tepkilere
bakılırsa ülkemizin sportif direktörlük anlayışının
dışına pek çıkamadığı göze çarpacaktır.
Anadolu direktörlüğü
70’lerde Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar
gibi sanatçı ve gruplarla patlayan Anadolu
Rock’ın yarattığı etkinin bir benzerini Anadolu
takımlarındaki sportif direktörlerin yarattıklarını
söylemek mümkün. Bu durumun en büyük
örnekleri olarak Gençlerbirliği’nde uzun süre
görev yapan Cem Onuk ile Kayserispor’un Süper
Lig’de kalıcı olmasını sağlayan Süleyman Hurma
gösterilebilir.
Daha önce Samsunspor ve Trabzonspor’da da
görev yapan Hurma’nın sarı-kırmızılı ekipte bu
kadar önemli bir iş yapacağını kimse tahmin
etmiyordu. Mehmet Topuz ve Gökhan Ünal’lı
yılların ardından bulduğu gurbetçi gençler ve
Avrupa liglerinden getirdiği yıldızlarla Kayserispor’u
kalburüstü takımlardan biri yapmayı başardı.
Üstelik bu süreçte çok cüzi miktarlara takıma
kattığı Serdar Kesimal, Hasan Ali Kaldırım ve
Nordin Amrabat gibi isimleri yüksek bonservis
bedelleriyle İstanbul takımlarına satarak kulübün
kasasını doldurmayı başardı.
Teknik direktörlerle de uyum içinde çalışan
Hurma’nın Ertuğrul Sağlam’ın Bursaspor’a
geçişiyle transferinin gündeme gelmesi de ilginç
bir durum ortaya çıkarmıştı.
Cem Onuk ise tıpkı İlhan Cavcav gibi uzun yıllar
boyunca Ankara ekibinin başarısı için çalışmış bir
isim. Onuk, zaman zaman yaşadığı tartışmalarla
görevinden uzak kalsa da özellikle 90’ların sonu
ve 2000’lerin başında yaptığı hamlelerle kulübün
atılım yapmasına yardımcı olmuştu.
Özen-Bilic ortaklığı
Geçmişteki pek de başarılı olmayan örnekleri bir
kenara bırakacak olursak Beşiktaş’ın bu sezon
başından itibaren göreve getirdiği Önder Özen’in
Avrupalı mevkidaşlarıyla benzer yolda olduğunu
söyleyebiliriz. Teknik direktör Slaven Bilic’le iyi bir
hava yakalayan Özen’in takımın geleceğini inşa
etme konusunda bir hayli istekli olduğu açık.
Antrenörlükten gelmesine rağmen bu alandaki
hırslarını erteleyen Özen’in ilerleyen yıllarda Türk
futbolunda örnek gösterilecek bir iş çıkarması
şaşırtıcı olmaz.
Emre Özcan
Profil
HF105
CESUR
Türkiye’de bir forma altında en uzun
süre forma giyen oyuncu, en çok
şampiyonluk gören oyuncu, en çok
kupa kazanan oyuncu, tüm başarılar
bir yana kanının son damlasına
kadar mücadele edeceğine şüphe
edilmeyen oyuncu… O, Bülent
Korkmaz.
1996/97 sezonunda Şampiyonlar Ligi
şampiyonluğuna ulaşan Borussia Dortmund, bir
sonraki sezona son şampiyon sıfatıyla girerken
Galatasaray, Parma ve Sparta Prag’la aynı grupta
yer alıyordu. Sezonun ilk maçını Ali Sami Yen’de
Galatasaray’la oynayan Dortmund, fazlasıyla
zorlandığı ve Galatasaray’ın iki topunun direkten
döndüğü maçta 74. dakikada araya atılan bir
topa Bülent Korkmaz’ın yaptığı affedilemez ıska
hatasıyla Stephane Chapuisat’ın attığı golle maçı
kazanıyor ve Devler Ligi’ne üç puanla başlıyordu.
Bülent Korkmaz o maça çıktığında 29 yaşındaydı.
Savunma oyuncuları için ‘peak age’ olarak
nitelendirilen 27 yaşını geride bırakalı 2 yıl
olmuştu ve futbolunun zirvesinde bulunması
gerekiyordu. Ama değildi. Maç sonrasında basın
ve taraftarlar tarafından büyük eleştirilere hedef
oldu. Söylenenlerde muhtemelen haklılık payı da
vardı. Bülent Korkmaz ülkenin en iyi stoperlerinden
biriydi ama dönemin Türk futbolu göz önüne
alındığında bu, genel futbol konjonktüründe çok
fazla şey ifade etmiyordu ve Bülent Korkmaz
gerçekten de güvenilir bir oyuncu imajı çizmiyordu.
Keza bir yıl önce Fatih Terim göreve geldiğinde
bir süreliğine kadro dışında bırakılmış ve sonra
affedilerek geri dönmüştü. Kendisine olan kısmi
güvensizliklerinde bunun da etkisi olabilirdi. Fakat
sadece bir sezon içerisinde her şeyi tersine çeviren
de kendisi olacaktı.
“Galatasaray genç takımındayız. Türkiye Gençler
Şampiyonası’nda bir üst gruba çıkmak için Altay
ile zorlu bir maça çıkacağız. Ancak ben maç
öncesi 39-40 derece ateşle yatıyordum. Erkan
abi (Masör) beni hastaneye götürdü, iğne oldum
ve bir süre hastanede kaldıktan sonra tekrar
otele döndük. Ayakta duracak halim yoktu. Hem
ateşim vardı, hem de üşüme geliyor ve zaman
zaman titriyordum. Maç saati yaklaşıyordu.
Hocamız Bülent Ünder ve rahmetli Salih Bulgurlu
bana “Bülent sen otelde kal, dinlen” dediler. Ama
ben ısrarla maçı seyretmek istediğimi söyledim.
Hocalarımız da kulübede seyredeyim diye beni
yedek listesine yazmışlar. Ben de giyindim. Forma
ve şortun üzerine iki eşofman giydim. Onun
üzerine de mont geçirdim.
Yedek kulübesinde titreme yüzünden bir de
battaniyeye sarıldım. Yedek arkadaşlar arasında
“Adalı Bülent” diye bir arkadaşımız daha var.
Adımız karışmasın diye ona Adalı Bülent diyorduk.
Takımımız 2-0 mağlup durumdaydı. Bülent ve
Salih hocalar “Bülent soyun oğlum” dediler.
Kendimde olmadan bir de baktım koyunmuşum,
üzerimde ne battaniye, ne eşofmanlar bir de
baktm ayakkabılarımı bağlıyorum. Kafamı
kaldırdığımda Bülent hoca ile Salih hocanın
yüzleriyle karşılaştım. İkisinin de gözler
buğulanmıştı. O zaman bende jeton düştü. Onların
“Bülent soyun” diye Adalı Bülent arkadaşımızı
kastettiklerini anladım. Öyle göz göze birkaç saniye
kaldıktan sonra Bülent hoca “hadi koçum” dedi,
sırtıma vurdu ve sahaya çıktım. Skoru 2-0’dan 3-2
lehimize çevirdik. Ancak son dakikalarda bir gol
daha yedik ve 3-3 oldu. Penaltılarla Altay’ı eledik
ve bir üst tura çıktık.”
Tamamen Bülent Korkmaz’ın ağzından anlatılan
bu hikaye onun kişiliği hakkında net bir fikir veriyor.
Efsane olduğu kulüpte iki kez kadro dışı bırakılıp
dönmesine rağmen mevcut yönetim ve teknik
kadrolara hiçbir surette cephe almayan ve imza
dönemlerinde beyaz ve boş kağıtlara çalışmaya
sürdüren Bülent Korkmaz’ın futbolunu zirveye
çıkarmasında yukarıdaki uzun iki paragrafın büyük
bir katkısı var. 30 yaşına geldiğinde saha içinde
ülkenin önemli ama aslında sıradan olan oyuncusu,
Gheorghe Popescu’yla birlikte uzun süreler
geçirmenin de muhtemel katkısıyla Vedat İnceefe
ve Iulian Filipescu gibi rakiplerini de uzun vadede
geride bırakarak kariyerinin son bölümünde çok
iyi bir stoper haline geldi. Popescu’nun geride son
adam olarak arkayı toparladığı ve oyun kurduğu
Galatasaray’da Capone’nin stoper bek özelliğini
de kullanan Bülent Korkmaz, asker görevini yerine
getirirken çok iyi performanslar ortaya çıkardı.
Rakibi ilk karşılayan oyuncu olarak tandemde
Popescu’yu dengelerken bunun yanında gençlik
ve olgunluk döneminin başlarında zayıf olan
pozisyon alma yeteneğini de yine Romen takım
arkadaşının büyük etkisiyle birlikte 30 yaşından
sonra üst seviyeye çekme başarısını gösterdi. 30
yaşından sonra Avrupa’dan aldığı tekliflerle birlikte
Galatasaray’dan ayrılmayı düşünmeyen ve postPopescu döneminde takımın savunma liderliğine
soyunarak 33 yaşından sonra profilini bir kez daha
dönüştüren ve toplu oyununu da geliştirerek
pas yüzdesini zirveye çeken Bülent Korkmaz, her
stilde ve rolde oynadığı bir stoperlik kariyerini
Galatasaray’da geçirdiği 21 yılla birlikte 2005’te
noktaladı.
Kariyeri boyunca hırslı yapısıyla öne çıkan Bülent
Korkmaz’ın kişilik özellikleri sıklıkla Galatasaray
sevgisiyle birlikte değerlendirildi. Çeyrek asır
boyunca bir kulüpte yer alan bir oyuncunun o
kulübü sevmemesi elbette mümkün değil lakin
Bülent Korkmaz’ın forma içinde mağlubiyeti
kabul etmeyen, sürekli kontrolü elinde tutmaya
çalışan ve zaman zaman agresifleşen profilinde
Galatasaraylılığından çok kendi baskın kişilik
özellikleri ön plana çıkıyor olabilir. Rakip takım
taraftarları tarafından saygı duyulsa da hiçbir
zaman sevilmeyen ve özellikle rakip oyuncularla,
hakemlerle girdiği çok hoş olmayan diyaloglarıyla
akılda kalan Bülent Korkmaz’ın kariyeri boyunca
sadece iki kırmızı kart görmesi ve tüm agresif
yapısına rağmen oyuncuya değil de topa sert
olup kasten yaralayıcı hareketlerden oldukça
uzak durmaya çalışan kişiliği genellikle gözden
kaçan ama oyuncuyu oldukça iyi tanımlayan
özelliklerinden biri. 25 seneyi aşkın Galatasaray
kariyerinde Bülent Korkmaz’dan geriye kalanlarsa
şunlar oldu:
-Türkiye’nin en üst liginde en uzun süre aynı
takımda oynama rekoru. 21 yıl (altyapı kariyeriyle
birlikte 26 yıl), 430 lig maçı.
-Avrupa kupalarında en çok maça çıkan Türk
futbolcusu. (102 maç)
-Hakan Şükür’le birlikte en üst ligde en çok
şampiyonluk görmüş futbolcu. (8 şampiyonluk)
-Toplamda 29 kupayla Türkiye’nin en çok başarı
kazanan futbolcusu.
-A milli takımda 100 maç sınırını geçen ilk oyuncu.
Emre Özcan
Profil
HF105
FUTBOLCULUK
SONRASI SORU iŞARETi
Futbol oynadığı dönemlerde dahi kariyerinin
ilerleyen bölümü için hedefini teknik direktörlük
olarak belirleyen Bülent Korkmaz’ın Kayseri
Erciyesspor ile gösterdikleri ülke ve hatta
Galatasaray için küçük bir umut olmuştu ama
devamı gelmedi.
2008/09 sezonunda ilk devreyi oldukça kötü
geçirerek ligin dibine demir atan Kayseri
Erciyesspor’a ikinci devrede büyük bir çıkış yaptıran
Bülent Korkmaz, ilk yarıda çok az puan alan
takımı ligde tutamamıştı ama hem oynadıkları
futbol, hem de Erciyes’i Türkiye Kupası’nda finale
çıkarmasıyla takdir toplamıştı.
Sonrasında Bursaspor ve Gençlerbirliği’yle başarılı
deneyimler yaşamasa da Kayseri Erciyesspor
onun profilinde önemli bir katma değer olarak
durdu. Michael Skibbe dönemi sonrasında
da Bülent Korkmaz kendisini Galatasaray’ın
başında buldu. Bordeaux karşısında oldukça
iyi bir başlangıç sonrasında şanslı bir ortam
bulan ve rüzgarı arkasına alan Korkmaz’ın
sonrasında gösterdikleriyse kariyerinde uzun süre
silinemeyecek soru işaretleri oluşturdu.
İlk lig maçında Harry Kewell’ı yedek bırakan,
sonrasında Lincoln’le arasında bir problem
doğmasına sebebiyet veren tavırlar içerisine giren
ve sezonu Milan Baros’a yaptığı kesiklerle bitiren
Bülent Korkmaz, özellikle yabancı futbolcularla
yaşadığı sorunlarla dikkat çekti.
Galatasaray’dan gönderildikten sonra Lig
TV’de yorumculuk kariyerine başlayan hocanın
burada yaptığı açıklamalar da Galatasaray’daki
icraatlarıyla oldukça örtüşüyordu. Türk futbolunda
bir yabancı sorunu olduğuna dikkat çeken ve Türk
oyunculara daha fazla güvenilmesi gerektiğini
söyleyen Bülent Korkmaz’ın istemeden de olsa
ortaya koyduğu ‘yabancı düşmanı’ profili onun
teknik adamlık kariyerinde çok da olumlu bir
şekilde yer almıyor.
Muhteşem futbolculuk kariyerine rağmen
teknik adamlık dönemlerinde ortaya çok iyi işler
sunamayan Bülent Korkmaz’ın, önce yayıncı
kuruluş, sonrasında da bu yıl itibarıyla bir başka
televizyon kanalında yorumculuk yaparken
yaptığı saptamalar futbolseverleri pek parlak
söylemlerle buluşturuyor gibi görünmüyor. Dışarıyı
çok fazla takip ediyor gibi görünmeyen, var olanı
da yorumlarken futbolculuk ve teknik adamlık
profillerine rağmen ortaya fark koyamayan Bülent
Korkmaz’ın bundan sonra yolunu ne şekilde
çizeceğini tahmin etmek kolay değil.
Galatasaray’da geçtiğimiz günlerde adı
Mustafa Denizli’den sonra sportif direktörlük
için geçen Bülent Korkmaz’ın böyle bir görevde
zorlanabileceği açık. İşin futbol yönü sıkıntıları
beraberinde getirirken hocanın özellikle muhteşem
futbolculuk kariyerindeki kişilik özellikleri, iyi
iletişimi ve saha içindeki insan yönetimini idari
boyuta çekmesi konumundaysa işlerin değişmesi
elbette mümkün ve muhtemelen böyle bir
durumun gerçekleşmesi durumunda Galatasaray
taraftarının da en büyük dilekleri bunun üzerinden
şekillenecektir.
Ali Ece
Unutulmaz
HF105
GEORGE BEST’iN 5’iNCi
BEATLE OLDUĞU GECE…
25 Kasım’da aramızdan ayrılan İrlandalı futbol mucizesi George Best, bir 9
Mayıs gecesi 19 yaşındayken 5’inci Beatle’lığa terfi etmişti. O gece sonrasında
yetenek ve popülerlikte sadece dönemin diğer futbolcularını değil tüm ünlü
yıldızları sollayacaktı… Ta ki bir süre sonra fazlasıyla hatalı sollayana kadar…
1966 yılında ilk kez bir uzay aracı dünya dışında
başka bir gezegenin yüzeyine indiğinde,
19 yaşındaki George Best de yeryüzünün o
zamana kadarki en parlak futbol yıldızı olmaya
hazırlanıyordu. Dört yıl önce Belfast’tan
Manchester’a ilk gelişinde ilk kez iki taraftaki
ekmeği de kızarmış tost yiyen ancak iki gün sonra
kimseye haber vermeden yatakhaneden kaçıp
Belfast’a dönen Best, ikinci kez Manchester’a ayak
bastıktan sonra bir süre tersanelerde çalışacaktı.
Bir yandan Manchester United altyapısında
futbol eğitimine devam ederken diğer yandan
tersanelerde çalışmak Best’e göre futboluna da
çok şey katmıştı. “Leeds United o zamanların en
sert, en kötü niyetli oynayan futbolcularından
kuruluydu. Bizim Manchester United ise
Münih Uçak Kazası’nda ölen oyuncuların yerini
doldurmak için benim gibi gençleri takıma
adapte etmeye çalışıyordu. Zaman zaman çok iyi
oynamamıza rağmen Leeds gibi sert takımlara
karşı tökezleyince işin sonunu getiremiyorduk.
Tekmelerden yılıyor ya da onların tahriklerine
kapılarak kendi takımımıza zarar veriyorduk.
Ben de takım arkadaşlarım gibi gençtim ama
tersanede çalışırken futbol sahasında işime
yarayacak çok önemli bir şey öğrenmiştim:
Karşısındaki seni korkutmaya çalışıyorsa korkma
ya da korktuğunu belli etme. Korkutmaya çalışanı
daha çok korkut ve ayakta kal!”
“Ben tersanede pişmiş başka
türlü bir adamım”
Gerçekten de “o Leeds United maçı”, Best’in
kariyerinde bir milat niteliğinde olacaktı.
Zamanında Manchester United için yeteri kadar
iyi bulunmayıp Leeds’e satılan Johnny Giles, Best’e
her zaman rakiplerine salladığı tekmelerden birini
sallayınca Best ilk önce gidip tekmelik taktı. Daha
önce hiç tekmelikle oynamamıştı. Ama sanki 40
yıldır tekmelikle oynuyormuşçasına davranmaya
başladı. İkinci yarının hemen başlarında hakemin
göremeyeceği bir noktada Giles’ı Giles’ın silahıyla
vurdu ve sarstı. Sonrasında ise hakemin göreceği
noktalarda Giles’ı Best’in bizzat kendisine özgü
silahıyla mat etti. Hakemin gördüğü anlarda çalım
manyağı olan Giles, hakemin görmediği anlarda
da Best’ten Giles tekmelerinin aynılarını yiyince bir
anda bağırmaya başladı: “Bak ufaklık ben de senin
gibi İrlandalıyım ama ben Leeds’te oynuyorum
sen Manchester United’da. O yüzden sen de
böyle davranmak yerine takım arkadaşın Bobby
Charlton gibi efendi ol ve git hakeme şikâyet et!”
Karşılığında Best, önce Giles’a bir çalım daha bastı
sonrasında da kulağına “Kusura bakma aslanım,
ben başkayım!” diye fısıldadı.
Chelsea taraftarı onları mat eden
Best’i ayakta alkışlıyor
Kısa süre sonra Best ne kadar ‘başka’ olduğunu
daha da net göstermeye başlayacaktı. O yıllarda
Best’in en sevdiği deplasman Chelsea’ydi
çünkü o dönemde Best’in giymeyi sevdiği tüm
kıyafetlerin en güzelleri Chelsea mahallesinde
satılıyordu. Ancak Best bu kez daha önceki Chelsea
deplasmanlarından farklı olarak sadece maç
sonrasında yeni kıyafetler almadı, saha içinde
de bambaşka bir futbol kıyafetine büründü. Bu,
o zamanlarda Ada’daki en şık, en yeni ‘futbol
kıyafeti’ydi. İlk kez rakip takım taraftarları da
kendilerini mat eden oyuncuyu maç sırasında
ve sonrasında ayakta alkışlıyordu. Maçın ertesi
günü The Times gazetesi “İlk kez Chelsea
yenikken Chelsea taraftarlarının topun rakibin
en iyi oyuncusunun ayağına gelmesini istediğine
şahitlik ettik. Ve ilk kez Chelsea yenilirken Best
sayesinde Chelsea taraftarları futboldan bu kadar
zevk aldılar!” yazacaktı.
İlk günah, ilk kesik ve yeniden doğuş
Maç sonrasındaki haftalarda Best’in adı saha
içi kadar gece hayatı sahalarında da geçmeye
başlayınca dönemin Alex Ferguson’u Matt Busby,
Best’in futbol kariyerindeki ikinci kilometre taşını
genç yıldızın yoluna döşedi. Bir süredir ilk 11’in
bankolarından olan Best bir dahaki maç ilk 11’de
olmayacaktı.
Matt Busby: Sence nasıl oynuyorsun evladım?
George Best: İyi oynuyorum hocam.
Matt Busby: Peki, sence daha iyi oynayabilir misin
evladım?
George Best: Kesinlikle daha iyi oynayabilirim
hocam.
Matt Busby: O zaman kesinlikle daha iyi
oynayabileceğin maça kadar seni oynatmıyorum
evladım!
Busby bir dahaki maçta gerçekten de Best’i
yedek bıraktı. Ama ilk yedek kalışından bir maç
sonra Best kesinlikle çok daha iyi oynamaya
başladı. O sezon 43 maçta forma giyen Best,
santrfor oynamamasına rağmen 17 gole imza
atacak, o dönemde asist istatistiği tutulmadığı
için asıl katkısı istatistikten çok ‘kolektif
estetik’te olacaktı. O 1965-66 sezonunda Best’in
forma giydiği 43 maçtan 42’si bir yana, Benfica
deplasmanı ise diğer yanaydı. 9 Mart 1966 gecesi o
dönemin Şampiyonlar Ligi olan Şampiyon Kulüpler
Kupası çeyrek final ikinci maçında George Best
bir futbol yıldızlığından başlı başına bir futbol
galaksisine dönüşecekti!
9 Mayıs gecesinde beş yıldızlı
George Best
Best o geceyi şöyle anlatmaya başlıyor: “İngiltere
takımları en başta Avrupa kupalarında İngiltere
ligindeki futbolun aynısını oynamaya kalktı.
Santradan itibaren yüksek tempo ile sürekli rakip
kaleye hücum ettiler. Rakipler ise taktik açıdan
daha boyutlu, melez daha akılcı futbol oynadılar.
Topa daha çok sahip olup bizi yordular ve sürekli
yendiler.”
Bu durumu ilk değiştiren İngiltere Ligi temsilcisi
Manchester United ve teknik direktörü Matt Busby
olacaktı. Hem de o 9 Mart 1966 gecesinde. Bir yıl
sonra bir başka İskoç teknik direktör Jock Stein
yönetiminde Celtic Şampiyon Kulüpler Kupası’nı
kazanan ilk Ada temsilcisi olurken 1 yıl önce bunun
nasıl mümkün olabileceğini gösteren ilk teknik
adam Matt Busby’di. Busby, yaklaşık 1 ay önce
Manchester’daki ilk maçı 3-2 kazanmalarından
sonra her gün aynı şeyi tekrarlayacaktı:
“Portekiz’deki rövanşta bambaşka oynamamız
gerek. Işık Stadı’nda ilk 20 dakikada sadece topun
bize kalması için oynamamız gerek. George o ilk
20 dakikada kanada sıkışıp kalmayacaksın, topu
ayağına beklemeyeceksin. Top neredeyse sen de
orada olacaksın. O ilk 20 dakika icabında kaleye
tek bir şut dahi atmayın ama top mümkün olduğu
kadar bizde ya da bizim kaleden uzakta olacak!”
Best’e göre en iyi futbol taktiği…
Best, bir aydır bu maçı düşünüyor ve Busby’nin
taktiğine kendisini hazırlamaya çalışıyordu.
Sadece antrenmanlarda değil, bir gece eğlenmeye
dışarı çıktığında bile yanındaki arkadaşına bu
maçtaki taktiklerini anlatmaya başlamıştı: “Busby
haklı çünkü daha önce birçok takım Benfica
deplasmanında ilk dakikadan itibaren hücuma
geçmiş, Portekizliler de rakipleri önce yorup sonra
da Eusebio silahıyla dize getirmişti.” Best yerden
göğe kadar haklıydı çünkü 9 Mart 1966’ya kadar
Şampiyon Kulüpler Kupası’nı iki kez kazanıp
iki kez de finalde kaybeden Benfica, Avrupa
kupalarında sahasında oynadığı tek bir maçı bile
kaybetmemişti!
Maçtan önce Best sadece nasıl oynamaları
gerektiğini değil nasıl bir atmosferde
oynayacaklarını da farkındaydı çünkü Manchester
United iki yıl önce Lizbon’un diğer takımı
Sporting’e 5-0 yenilmişti: “Portekizli taraftarlar o
kadar ateşli ve gürültücü ki karşılaştırınca FA Cup
finali günündeki Wembley bile yanında cenaze
kadar sessiz kalır!”
Dönemin Ronaldo’su
Eusebio’yu mat etmek!
O gece de dönemin İngiltere statlarıyla
karşılaştırınca sanki 500 bin kişi
tribünlerdeymişçesine kadar ses çıkartan 75 bin
Benfica taraftarı, maç öncesinde iyice ateşlendiler.
Çünkü Eusebio, santradan birkaç dakika önce
Avrupa’da Yılın Futbolcusu ödülünü aldı. O anda
Best’in hem heyecanı hem de motivasyonu
tavan yapacaktı: “Şakası yok, Avrupa’nın en iyi
futbolcusuna karşı rakip olacaktık. Çıkış tünelinden
adımımı attığımda tıpkı West Bromwich
karşısındaki ilk profesyonel maçımdan önce olduğu
gibi ensemdeki tüyler dimdik oldu. Ama bu sefer
hiç korkmadım çünkü hazırdım! Hep bu seviyede
oynamanın, en iyiye karşı meydan okumanın
hayalini kurmuştum. Stat, tribünler, taraftarlar,
zemin, rakip kısaca her şey mükemmeldi. Yani ne
kadar iyi olduğumu göstermenin tam zamanıydı!”
Manchester United, maça Matt Busby’nin verdiği
taktik direktifi harfi harfine uygulayarak başladı.
Ama sadece ilk altı dakika için! Altıncı dakikada
ise Manchester United kontratağında Bobby
Charlton’a faul yapıldı. Duran topların ustası bek
oyuncusu Dunne topun başına geçti. George Best
takımın en iyi kafacısı değildi ama maç öncesinde
kendini motive ettiği gibi bu gece her şeyi her
zamankinden de daha iyi yapmalıydı. Busby bu
tip duran toplarda Best’in sadece altıpasa girip
durmasını ve en azından 2 rakibi oyalayıp oyundan
düşürmesini hedefliyordu. Ama Best teorik
açıdan akıllıca olan bu planı pratikte dâhiyane
bir neticeyle sonuçlandırdı! Best’in başındaki iki
Benfica’lı zıplayınca Best bir anda topa doğru
değil topun gideceği yönü hesaplayarak kaleciye
yakın bir yere zıpladı. Bunun üzerine Benfica
kalecisi topu yumruklamak için kalesini terk etti
ama topa ilk dokunan Best olunca daha altıncı
dakikada Manchester United 1-0 öne geçti ve
Old Trafford’daki 3-2’lik galibiyetinin rövanşında
önemli bir avantaj yakaladı.
Best’in kafasında ise bambaşka bir avantajı vardı
zaten: O gece bir önceki sezonun Avrupa’da En İyi
Futbolcusu seçilen Eusebio’ya meydan okumaya
kararlıydı: “İlk golü attıktan sonra karşımdaki
savunmacıların bana bakışlarının değiştiğini
fark ettim. Ben onlardan değil onlar benden
korkuyordu. 19 yaşındaydım ama çoktan Johnny
Giles’ı bile korkutmayı başarmıştım. O yüzden
topu aldım ve…”
Best bir anda topla buluşup tek harekette iki
Benfica’lı oyuncuyu ekarte etti. Yaklaşık 40 yıl
sonra Manchester United’da yedi numarayı giyen
bir başka futbol virtüözü Cristiano Ronaldo’nun
defalarca atacağı golün ikizini Benfica filelerine
yolladı. Maçın kalanında da Benfica savunmacıları
Best’in yüzü ve ayaklarından çok kaba etlerini
görmeye devam ettiler. Best’in çalım ve dripling
resitali 90 dakika kesintisiz devam etti. Maç
sonunda Benfica ilk kez kendi sahasında bir
Avrupa maçını kaybederken kalesinde beş gol
görecek, bitiş düdüğünden çok daha önce çeyrek
finalde elenecekti. Best’in yedi dakikada attığı
iki golden sonra Benfica savunmacıları biçare
19’luk George’u durdurmaya çalıştılar. Bu tam
da Best ve Busby’nin istediği oyundu. Best’i
marke etmeyi başaramayıp bir de sadece Best’e
yoğunlaşan Benfica savunmasının bıraktığı boş
alanlardan sızan Bobby Charlton, Connelly ve
Crerand, United’ın 5-1’lik tarihi zaferine imzalarını
attılar. Best’e göre Busby’nin taktiği hem de iki
kere tutmuştu. Çünkü bir keresinde Best, Busby’e
en iyi taktiğin hangisi olduğunu sorduğunda İskoç
kurt adam kısaca “Evlat, en iyi taktik yetenekli,
zeki, birbiriyle iyi anlaşan oyunculardan bir takım
kurmaktır” cevabını vermişti.
İlk kez gazetelerin
ilk sayfasında olmak
9 Mayıs 1966 gecesi Matt Busby’nin takımı George
Best’in liderliğinde ‘en iyi taktik’le oynadılar.
Best, iki yıl sonra Şampiyon Kulüpler Kupası’nı
kazandıklarında bunu o gece başarabileceklerine
inanmıştı: “Stoperimiz Foulkes bile Benfica
maçlarında kendisi gibi değil de Beckenbauer’miş
gibi oynadı. Pas verdi, çalım attı, oyun kurdu, ilk
maçta gol de attı! Eusebio’dan çok en gerideki
oyuncumuz Foulkes daha çok topla buluştu. Artık
daha önceki yıllardan farklı olarak iyi oyunculardan
ibaret değildik, iyi oyunculardan kurulu çok iyi bir
takımdık.”
The Times gazetesinin ünlü spor yazarı Green’e
göre ise bu 5-1’lik tarihi galibiyetin sırrı daha
şairaneydi: “Best, topla aşk yaşadı. Sonra bu aşkı
takımın kalanıyla paylaştı.” Portekiz’in en çok
okunan spor gazetesi Bola ise kısaca dönemin en
ünlü müzik grubu ve global kültürel fenomeni The
Beatles’la George Best arasında bağlantı kurup “El
Beatle” manşetini atacaktı.
George Best ve takım arkadaşları ertesi gün
İngiltere’ye döndüklerinde ise havalimanında göz
attıkları tüm gazetelerin ilk sayfasında Best’in
olduğunu fark ettiler. Sezon sonunda Avrupa’da
Yılın En İyi Futbolcusu ödülünü Bobby Charlton
alacaktı ama halkın tercihi açık ara Best’ti!
Best bizzat o sabahı şöyle anlatıyor:“Benfica maçı
ertesinde ilk kez kendimi bir gazetenin birinci
sayfasında gördüm. O sayfayı görene kadar
Benfica deplasmanında aldığımız 5-1’lik galibiyetin
tatlı bir rüya olduğunu hissediyordum. Lizbon’da
kaldığımız oteli, yediğimiz yemekleri, maça
gittiğimiz otobüsü, hiçbir şeyi hatırlamıyordum.
Cebimden para çıkartıp manşetinde olduğum
gazeteyi okumaya başladığım andan itibaren ise
her şeyi hatırladım ve hayatımın geri kalanında da
asla unutmadım.”
“Her şey bir anda delirdi!”
O sabah Best’in hayatında başlı başına yeni bir
milattı. O günden itibaren basın Best’in attığı
her adımı takip etti. Hatta Daily Express gazetesi
hayatını daha fazla anlatması için Best’i köşe
yazarı bile yaptı. Best’e göre “Her şey bir anda
delirmişti!” Best’in artık sadece futbol görüşlerini
değil, dinlediği müzikleri, giydiği kıyafetleri kısaca
her şeyini herkes bilmek istiyordu: “Ben değil
ama ülkenin büyük bir kısmı tamamen delirmiş
gibiydi. Ne giyersem anında moda oluyor, hangi
şarkıyı dinlediğimi söylesem anında listelerde
yükseliyordu!”
Best’e göre bu biraz da dönemin ruhuyla ilgiliydi.
2’nci Dünya Savaşı’nın yıkımından sonra gençlerin
ilk kez kendilerine has yıldızları, idolleri vardı
ve onlarla aynı yaştaydılar! Uzun yıllar sonra ilk
kez savaşa gitmek zorunda kalmayan, savaş
görmeyen bir jenerasyon bizzat kendi düşlerini
Beatles ve Best ile yaşıyordu. Best’e göre kendi
patlamasının The Beatles’a denk gelmesi en
büyük şansıydı. Portekiz’in Bola gazetesinin ‘El
Beatle’ manşeti, İngiltere gazetelerinde ‘5’inci
Beatle’a dönüştü. Artık dört kişinden kurulu
The Beatles deyince akla gelen tek George,
gitarcı George Harrison değildi; George Best
de vardı. Hiçbir müzik enstrümanı çalamayan,
şarkı söyleyemeyen ama Beatles’ın beşinci üyesi
muamelesi gören George Best. Üstelik de o
dönemde The Beatles’ın ezeli rakibi olan Rolling
Stones’un klibinde grupla beraber BBC’de sahne
alan George Best.
40 kişilik butiğe gelen 4000 kişi
Best, Benfica maçından çok önce bir butik
açmaya karar vermişti. Ancak Benfica maçından
sonra içine aynı anda en fazla 40 kişinin sığacağı
butiğin açılışına tam 4000 kişi gelmişti. Bunun
üzerine takım arkadaşı Denis Law, George Best’in
kademesine girdi ve ona kendi menajeri olan
Ken Stanley ile çalışmasını yoksa işin altından
kalkamayacağını söyledi. Denis Law, 21 yaşında
Manchester City’den İtalya’nın Torino ekibine
transfer olurken mecburen bir menajer tutmuştu.
Ancak Best’in durumu bambaşkaydı. Benfica
maçından sonra Avrupa’dan 10 ayrı teklif almıştı
ama Manchester United’daki teknik direktörü
Matt Busby’i babası kadar sevdiğinden hiç
düşünmeden hepsini reddetmişti. Ama asıl
mesele saha dışında gelen tekliflerdeydi. Plak
şirketleri Best’e müzik albümü kaydetmesi için
baskı yapıyor, Best her seferinde “İmkânsız çünkü
şarkı söyleyemiyorum, sesim bir eşeğin sesinden
bile kötü.” cevabı vermesine rağmen plakçılar
“Ses kısmını biz hallederiz, sen kapakta gözük
yeter!” diye ısrar ediyorlardı. O yüzden en azından
saha dışında top artık sadece Best’in ayağında
olmamalıydı!
Forrest Gump’ı hatırlatan menajer Ken Stanley
“Ken Stanley ile ilk tanıştığımda bana ‘Hayat bir
çikolatalı keke benzer. Hayatta başarılı olmanın
sırrı o keki nasıl bölüp servis ettiğinde yatar.
Bir dilim kek futbol için, bir dilim kek ticari işler
için…’ demişti.” diye anlatmaya başlıyor George
Best. “Yıllar sonra benzer bir lafı Forrest Gump
filminde duyunca o zaman bana çok akıllıca gelen
bu sözün içinin ne kadar boş olduğunu fark ettim
ama tabii ki çok geç kaldım.” diye devam ediyor. O
günden sonra Best’e kimse bir şey sormayacaktı.
Üstelik menajerinin yanında bizzat da Best’in de
olduğu anlarda bile kimse bir şey sormadı: “Ben
çay içerken, Ken’e ‘George çayına kaç şeker ister?’
diye sormaları üzerine sinirden kahkahalarla
gülmeye başlamıştım ama Ken ‘Boş ver bir filmde
oynuyormuş gibi düşün ve devam et!’ dedi.”
Best aynen devam etti. Önce ailece sosis
reklamında oynadılar. George’un soyadının ‘En
iyisi’ anlamına gelen ‘Best’ olması reklamcıların
ekmeğine yağ sürdü: “Best ailesinin yediği
Cookstown sosisleri dünyanın en iyi sosisleridir.”
Takım arkadaşları ise her antrenmanda reklamla
dalga geçip başka sosisler yediler! Sonra bir
İspanyol portakal şirketi Best’le İspanyolca
bir reklam çekti. Ertesi gün takım arkadaşları
İspanyolca konuşmaya başladılar! Sonra bir
yumurta şirketi Best ile anlaştı, ne zaman
antrenmanda saha içinde bir oyuncunun
bacaklarının arasına top çarpsa o yumurta reklamı
hatırlandı! Best daha çok The Beatles, Rolling
Stones elemanları gibi giyinirken en sıradan giyim
firmaları Best ile katalog çekimleri yapmak için
sıraya girdi. Sesi kötü olduğu için duşta bile şarkı
söylememesi için ona para teklif eden takım
arkadaşlarına rağmen müzik şirketleri “Ses kısmını
düşünme yeter ki kabul et biz sesinin Frank
Sinatra’nın sesi kadar iyi yaparız.” diyerek tekliflere
devam ettiler.
İflas eden diz
Kısa süre sonra ise Manchester United ilk lig
maçını kaybetti ve şampiyonluk şansı sona erdi.
Reklam filmi, katalog çekimi, antrenmanlar yoğun
trafiğinde Best’in dizi bir FA Cup maçında iflas
etti. Bu yoğun trafikte formunun düşmesinden
korkan teknik direktörü Matt Busby’e durumu
çaktırmamak için o maçta sakat sakat oynayınca
diz iyice şişti.
Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde
Partizan karşısında sakatlığını atlatamayan
Best oynayamayınca Manchester United elendi
ve sezonu kupasız tamamlamak zorunda kaldı.
Manchester United kulüp doktoru Best’i tedavi
ederken diğer dizine bakıp “Bunda bir şey yok.”
deyince Best soluğu annesinin Belfast’taki
doktorunda aldı. Şimdiki spor hekimliği
standartlarına göre fıtıkçı, çıkıkçıdan hallice olan
doktor bir şekilde dizi iyileştirdi ya da iyileştirdiğini
zannetti.
Bir dahaki yıl Manchester United, Best liderliğinde
ligde şampiyon oldu. Sonraki yıl ise finalde bir kez
daha Benfica’ya fark atarak Şampiyon Kulüpler
Kupası’nı müzesine götüren ilk İngiltere temsilcisi
oldu. Ancak Best futbolunda zirveye çıktıkça bir
süre sonra dağılan The Beatles’ı bile popülerlikte,
gençlik idollüğünde solladı. Ama bir yerden sonra
hatalı sollamaya başlayınca işler tersine döndü.
Best, 27 yaşında takımdan ayrıldıktan sonra
Manchester United küme düştü, Cantona gelene
kadar 26 yıl İngiltere şampiyonluğu görmedi. Bir
dahaki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu için 31 yıl
bekledi. Best, 11 yıl Manchester United forması
giydikten sonra 10 yılda 17 ayrı takımda oynadı.
Hiçbir yerde kalıcı olamadı; maalesef iflas etti,
hapse bile düştü. Ama öldüğünde üzerinde
resmi olan para bile bastılar. Ne de olsa herkese
para kazandıracağım diye kendisini kaybetmişti.
Ne olursa olsun kazanırken de güzel oynadı,
kaybederken de güzel oynadı. Çünkü o 5’inci
Beatle’dı! Su gibi girdiği şişenin şeklini aldı ama
suyun tadı kendisi hariç herkes için hep çok güzel
oldu, güzel kaldı!
Emre Çelik
İspanya
HF105
SEVILLA’NIN EN BÜYÜĞÜ KiM
İspanya’nın en köklü takımlarından ikisi olan Real Betis Balompie ve Sevilla
FC arasındaki tarihi çekişme, derbinin sadece Endülüs’te değil Avrupa’da ön
sıralarda yer almasına sebep oluyor.
İspanya ve derbi sözleri bir araya gelince hiç
şüphesiz akla ilk olarak gerçek bir derbi olmayan
El Clasico gelir. Gerçek derbiler incelendiği ise
Real Madrid ve Atletico Madrid arasında oynanan
El derbi Madrileno ile Barcelona ve Espanyol’un
çekişmesi El derbi Barcelones, ön plana çıkar.
Fakat belki de İspanya’nın en fazla göz ardı
edilen, taraftarlarının en ateşli kavgaları yaşadığı,
tansiyonun bir an düşmediği derbisi ise El derbi
Sevillano, yani başka bir değişle Sevilla kentinin iki
köklü ekibi Real Betis ve Sevilla FC’yi karşı karşıya
getiren çekişmedir.
İspanya’nın Endülüs bölgesinin başkenti
olan Sevilla’nın futbolla tanışması, tıpkı İber
Yarımadası’nın diğer birçok yerinde olduğu gibi
İngiliz tüccarlar sayesinde gerçekleşiyor. Kentteki
ilk futbol kulübü olan Sevilla FC de İskoçların
temellerini attığı Recreativo Huelva ile maç
yapmak amacıyla 1905 senesinde İngiliz ve
İspanyol bir grup tarafından 1905’te kuruluyor.
Sevilla FC’nin attığı ilk adımın ardından ise önce
1907’te adı sonradan Sevilla Balompie olacak olan
Espana Balompie, ardından da 1909 senesinde
Sevilla FC yönetimindeki bölünmenin ardından
ayrılarak kendi yollarında devam kararı alıp Betis
FC tarih sahnesindeki yerini alıyor. Real Betis
olarak bilinen Betis Balompie’nin kuruluşu ise
Sevilla FC’nin ardından kurulan bu iki kulübün,
kentin en köklü ve güçlü ekibine karşı güçlerini
birleştirme kararı almasıyla 1914’te gerçekleşiyor.
Hem Real Betis’in birleşme amacı en baştan
Sevilla FC’ye karşı kuvvetli bir takım kurmak
olması hem de Sevilla’dan ayrılan isimlerin için
işinde oluşu da ilk dakikadan itibaren rekabeti
ortaya çıkarmaya yetiyor.
Bu rekabeti gerçek bir derbi haline getiren olay
ise iki ekip arasındaki üçüncü karşılaşma olur.
Maçın oynandığı esnada iki takım taraftarları
arasında yaşanan kavga saha içine de yansır ve
taraftarlar sahayı basar. Doğal olarak da maç iptal
edilmek zorunda kalınır. Artan tansiyonu doruk
noktasına taşıyan olay ise 10 Mart 1918’de oynanan
karşılaşma olur. Betis’in bir çok oyuncusu o dönem
askerlik görevini icra etmektedir ve Pazar günleri
takımlarında forma giymelerine izin verilir. Fakat
o Pazar Betis cephesi gerekli izni alamayınca
protesto amacıyla genç takımla sahaya çıkar ve
maçı 22-0 Sevilla kazanır. Günümüzde bile hâla
iki ekip arasındaki en farklı skor olan bu sonucun
ardından ise Real Betis ve Sevilla’nın arası bir daha
hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır.
Şampiyonluk sayıları eşit ama...
İki takım arasında 20’nci yüzyılın başlarında
başlayan rekabet, 1934/35 sezonunda Real
Betis’in La Liga şampiyonu olmasıyla başka bir
boyuta taşınır. Betis cephesi deyim yerindeyse
1-0 öne geçmiştir fakat skoru eşitleyen isim
ise yine Betis tarafı olur! Olayın üzerinden yıllar
sonra “Antunez Meselesi - Onur mücadelesinden
daha fazlası” kitabında Sevilla’nın tarihindeki tek
şampiyonluğunu kaleme alan Enrique Vidal, o
sene yaşanan olayla ilgili olarak “Betis ve Sevilla
arasındaki rekabette bugüne kadar yaşanan en
kötü olay Antunez transferidir.” diyecektir. Peki
nedir o olay?
Sevilla,Real Betis’in önemli isimlerinden Paco
Antunez’i transfer etme konusunda rakibiyle
80,000 pesata karşılığında anlaşır fakat son
anda Betis Başkanı Eduardo Benjumena imza
atmaktan vazgeçer. Benjumena’nın yardımcısı
Carlos Hernández ise bütün sorumluluğu alarak
imzayı atar ve transfer kağıda dökülür. Olayın
yayılmasının ardından Betis taraftarları kulübü
ve yönetimi istifaya zorlar, Antunez’in Sevilla
forması giymemesi için legal ve illegal her türlü
yöntemi dener. Yeni yönetim Federasyon da
dâhil her yere başvuruyu yapar ama iş işten
geçmiş, Antunez’in formasını giydiği Sevilla
ligdeki tek şampiyonluğunu kazanmıştır. Fakat
şampiyonluk maçının ardından Ulusal Spor
Delegasyonu bir araya gelerek önce transferi
ve Sevilla’nın şampiyonluğunu iptal eder. Lâkin
kısa bir süre sonra kararı değiştirerek Sevilla’nın
şampiyonluğunu onaylayıp Antunez’in Betis’e
dönmesinde karar kılar. Kısaca Betis, önemli
bir oyuncusunu tek sezonluğuna kaptırmakla
kalmaz hem de kendi elleriyle şampiyonluk
sayılarını eşitler. O günden bu güne iki ekibin bir
daha şampiyon olamadığı düşünlünce de olayın
büyüklüğü ortaya fazlasıyla çıkmaktadır.
Kafanızı kırarız
İki takım ve taraftarları arasında tarihe geçen
yüzlerce olay olmasına rağmen bunların tamamını
sıralamak elbette mümkün değil. Lâkin yıllarda
yaşanan ve hafızlara kazınan derbilere bile
bakmak tek başına bizleri Pazar günü nelerin
beklediğini ortaya çıkarmak adına fazlasıyla
yeterli olacaktır. Tıpkı 2002/03 sezonunda Ramon
Sanchez Pijzuan’da yaşanan olaylar gibi...
Maçtan önce bir güvenlik görevlisinin stada
girmek isteyen Betis taraftarlarına sebepsizce
saldırması o gün yaşanacak olayların ilk kıvılcımını
çakacaktır. Maç esnasında ise sahaya atlayan
eli sopalı bir Sevilla taraftarı, elindeki sopayla
güvenlik görevlisinin birine saldırır ki güvenlik de
dahil hiç kimse ikiliyi ayırmak için çaba sarf etmez.
O maçta ise son noktayı sahaya giren başka bir
Sevilla taraftarı koyar. Betis kalecisi Toni Prats’a
koşan ve sırtına atlayarak Prats’a saldıran taraftar,
skorun tamamen unutulduğu başka bir derbiye yol
açmıştır.
2006/07 sezonunda iki ekibin Copa del Rey’deki
eşleşmesi de unutulmazlar arasındaki yerini alır.
Dönemin Real Betis Başkanı Manuel Luiz de
Lopera (kendisi yıllar sonra 1998’de Sevilla’nın La
Liga’ya yükselmesi için Albacete’ye teşvik primi
de verdiğini kabul edecektir), Sevilla Başkanı Jose
Mari del Nido’ya maçtan sonra hediye etmek
için bir büstünü yaptırır ve Del Nido’nun büstün
yanına oturmasını ister. Del Nido, tuzağı anlar ve
başkanın yanına oturmak istemeyince bir alt sıraya
gönderilir. O dönem maçların çoğuna gitmeyen
Lopera’nın bu hamlesi ‘Maç başlayınca ayrılıp Del
Nido’yu büst ile bırakacaktı’ şeklinde yorumlansa
da bu sorunun cevabı hiçbir zaman verilemez.
Fakat maçta yaşanacaklar da büst olayından
aşağı kalır değildir. Daha ilk dakikadan itibaren
Betis tribünleri Sevilla bayraklarını yakarak ortamı
cehenneme çevirir. Sevilla Teknik Direktörü Juande
Ramos’un kafasına isabet eden içi su dolu pet şişe
ise pastanın üstündeki mumu oluşturur ve maçın
tatil edilmesine sebep olur. Juande Ramos’un
Sevilla’ya gelmeden önce Betis’i çalıştırması bu
olayda kısmen etkili olurken; Del Nido’nun imzalar
atılırken “Juande adına çok mutluyum. Sonunda
büyük bir takımda çalışma fırsatı elde etti.” sözleri
de maçın başında büst ile karşılanmasında etkilidir.
Geçtiğimiz sene Ramon Sanchez Pizjuan’da
oynanan derbide kulüplere toplamda yaklaşık
olarak 250.000 avro ceza kesilirken bu sefer olay
çıkmaması için adımlar günler öncesinden atıldı.
LFP Başkanı Javier Tebes, iki kulübün başkanlarıyla
bir araya gelip, 10 gündür tansiyonu yükselmeden
durdurmak için açıklamalarda bulunsalar da Pazar
gecesi oynanacak karşılaşmada her şey olabilir.
İspanya
Emre Çelik
HF105
SEVILLA-REAL BETIS
ENDÜLÜS’TE DERBi VAKTi
Sevilla, Pazar günü La Liga’nın 14’üncü haftasında
Ramon Sanchez Pizjuan’da ezeli rakibi Real
Betis’i ağırlayacak. İspanya Futbol Federasyonu
RFEF tarafından ‘yüksek riskli maç’ ilân edilen
karşılaşmada ibre ilk bakışta Sevilla’dan yana
görünüyor gibi fakat derbinin havası başka
olacağını söylemek yanlış olmaz.
Sezona büyük umutlarla giren Sevilla, lige
istediği başlangıcı yapamasa da haftalar geçtikçe
tam anlamıyla toparlandı. Hatta geçtiğimiz
hafta Espanyol’u deplasmanda mağlup eden
Emery’nin öğrencileri, 22 haftalık deplasman
galibiyeti hasretine de son verdi. Bu galibiyeti
alırken orta sahadaki kompakt ve rakibi ısıran
görüntüsünün yanı sıra takımın golcüsü Carlos
Bacca’nın ve maestro Ivan Rakitic’in son derece
formda olması da Sevilla cephesini avantajlı kılıyor.
Dahası, İspanya’nın son dönemde yetiştirdiği
en önemli yeteneklerden biri olan Alberto
Moreno’nun soldan, Coke’nin ise sağdan yaptığı
bindirmeler de hücuma genişlik katıyor. Sevilla
adına bahsedilebilecek en büyük handikap ise,
son haftalarda bu durumun üstesinden gelseler
de kırılgan takım yapısı olarak gösterilebilir ki çok
çabuk dağılabiliyorlar.
Betis cephesinde ise işler hiç de iyi gitmiyor.
Mali krizden dolayı kadroyu koruyamayan Betis,
hücumda takımdaki tek bitirici Molina ve tek
yaratıcı-adam eksiltebilen Alvaro Vadillo’ya
aşırı bağımlı bir görüntü çiziyor. Zaten bu sezon
La Liga’nın en az gol kaydeden üçünü takımı
olmaları da rakiplerin bu durumu değerlendirdikleri
anlamına geliyor. Yaratıcılık ve bireysel kaliteden
yoksun Betis’in aynı zamanda ‘yaşlı ve ağır’ geri
dörtlüsü ile ön libroların uyumsuzluğu da takımın
dağınık bir görünüme girmesine sebep oluyor.
Kısaca derbinin ve Sanchez Pizjuan’ın havası Betis
cephesini ekstra motive etmezse konuk ekibin pek
bir şansı yok.
Hüseyin Özkök
Almanya
HF105
DORTMUND-BAYERN
‘ALMAN CLASICO’SU
Bundesliga’da 13. haftanın en önemli karşılaşması
Almanya’da olduğu kadar tüm dünyanın da
dikkatlerini üzerine çekecek olan Borussia
Dortmund-Bayern Münih kapışması. Lig lideri
ile takipçisi arasında Cumartesi akşamı saat
19:30’da oynanacak olan ‚Alman Clasicosu”
öncesinde Dortmund’da tam bir kabus yaşanıyor.
Savunmanın ortasında oynayan Neven Subotiç’in
sezonu kapatmasının ardından Almanya’nın
İngiltere ile oynadığı milli maçta Subotiç’in partneri
Hummels ile sol kanat savunucusu Schmelzer
de sakatlandı. Hummels, ilk yarıyı kapatırken
Schmelzer 3 hafta oynayamayacak. Klopp,
bu nedenle 1 haftadır denemeye tabi tuttuğu
eski milli oyuncu Manuel Friedrich ile sözleşme
imzalayarak kadroya kattı. Savunmanın göbeğinde
Sokratis ile birlikte Sven Bender de oynayabilir.
Dortmund’un 4 puan önünde lider durumda
bulunan Bayern Münih’te Schweinsteiger
ve Shaqiri dışında önemli eksik yok diye
düşünülürken, milli maçta 10’uncu kaburgasında
çatlak tespit edilen Ribery’nin de oynayamayacağı
anlaşıldı.
Bu karşılaşma Bayern Münih’in Dortmund’dan
transferi Mario Götze için ayrı bir önem taşıyor.
Büyük tepki çeken transferi sonrası ilk kez Signal
Iduna Park’a çıkacak olan oyuncuya, 80 bin kişinin
büyük bir tepki göstermesi kaçınılmaz olarak
görülüyor. İki takım arasında ön plana çıkan bazı
istatistikler ise şu şekilde:
-Dortmund, Bayern Münih’e ligde oynadığı son 6
maçta da yenilmedi. (4G, 2B).
-İki takım arasında oynanan son iki müsabakada
ise Bayern Şampiyonlar Ligi finalinde 2-1
kazanırken, sezon başında oynanan Almanya
Süper Kupa maçında kazanan 4-2’lik skorla
Dortmund oldu.
-Dortmund, ligde hem iç sahada hem de genelde
en çok Bayern Münih’e mağlup olurken, Bayern
Münih’in de ligde en çok yenildiği takım Dortmund.
-Dortmund, Bayern ile sahasında oynadığı son
7 karşılaşmada yalnızca 1 kez kaybetti (3G, 3B).
Son 11 müsabakada ise Bavyera ekibi 2 galibiyet 5
yenilgi aldı.
-Bayern Münih ligde 37 maçtır kaybetmiyor ve
bu alandaki rekoru son maç sonrası Hamburg’un
elinden aldı. Bayern son olarak Nisan 2012’de yine
Dortmund deplasmanında kaybetmişti.
İngiltere
Salih Demirci
HF105
EVERTON-LIVERPOOL
HEVESLi VE HEYECANLI
Rekabet bir süredir başaltı gruptan yer kapmak
için oynanıyor, fakat 1976 ile 1988 arasında
oynanan 13 sezonun 11’inde şampiyonluk kupası
Liverpool şehrine aitti. Şimdilerde her iki kulüp
için de şaşaalı günler geride kalsa da her iki takım
da geçen sezondan daha iyi durumda. Liverpool
şampiyonluk için hevesli, ancak temkinli. Everton
ise yeni hocası Roberto Martinez’le kısa sürede
heyecan verici bir takım olmayı başardı.
Son iki sezonu Liverpool’un önünde bitiren
Everton, bu süreçte ezeli rakibi ile oynadığı 4
maçı da kazanamamış; maçlar 2 kez Liverpool
galibiyetiyle, 2 kez de beraberlikle sonuçlanmıştı.
Ama şimdilerde iki takımda da çok şey değişmiş
görünüyor. Liverpool, Suarez - Sturridge ikilisi ile
rakip kalelere gol olup yağarken Everton şimdiye
dek sahasında kaybetmedi ve 11 lig maçını 6’sında
gol yemedi. Buna karşın Palace ve Tottenham’a
karşı oynadıkları son iki maçta gol atamadılar.
Suarez bu deplasmanı seviyor. Son iki Everton
ziyaretinde de gol atan oyuncu, yine Liverpool’un
en büyük kozu. Everton ise savunmada sağlam
durup, ön tarafta Lukaku ile Liverpool’un yeniden
organize edilen arka tarafını aşmaya çalışacak.
Güçler denk görünüyor, her ikisi de öncelikle
kaybetmemek isteyecektir.

Benzer belgeler