File

Transkript

File
SORUŞTURMA -EDEBİYAT ve
AVRUPA BİRLİĞİAyla Ağabegüm ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine
Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş
1
Birçok aydın Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olduğunu
söylüyor. Avrupa Birliği bir medeniyet projesi ve edebiyat da bu
medeniyetin önemli bir parçası. Avrupa Birliği medeniyetine dâhil olan
ülkelerin -ki aslında bunu Avrupa diyerek sınırlandırmamak gerekiyor.
Zira bugün Azerbaycan’da batılılaşmak istiyor ve bugün dünyada
batılılaşmayı, modernleşmeyi batılaşmak olarak algılayan devletler varbu devletlerin medeniyetleri de bu durumdan etkileniyor. Öncelikle
bizim temel tespit etmek istediğimiz esas şu; Türkiye, Avrupa Birliğine
girdiğinde bu durumun da parçası olacak. Dolayısıyla edebiyatımız da
bundan etkilenecek. Edebiyatımızın geleceğini tartışmamız gerekiyor.
Bugün biz ekonomiyi, dış politikayı tartışıyoruz. Ancak bunları
oluşturan bir de edebiyat ve sanatla harmanlanmış bir medeniyet var.
Avrupa Birliği’ni edebiyat ve sanat eksenli okumamız gerektiğine
inanıyoruz. Bundan önce edebiyatımızın dönemlere ayrılması var. Bu
kapsamda Batılılaşmamızın başlangıcı olan Tanzimat’la başlayan
edebiyatımızı nasıl görüyorsunuz?
Batılılaşma sürecinde gelişen edebiyat Avrupa edebiyatına özenmeyle
başladığı için işte Fikret’in ve diğerlerinin eserlerinde bu var. Daha sonra
yavaş yavaş Cumhuriyet’le birlikte kurtulmaya başlıyor. Zaten savaş yılları
olduğu için yaşananlar yazılmaya başlıyor. Savaş da olduğu için bu romana
ve şiire yansıyor. Milli edebiyat ortaya çıkıyor. Bütün bu devirlerin içerisinde
batılı olmaktan kurtulamıyoruz. Çünkü yazarlarımızın, daha liseden ve hatta
ilkokuldan başlayarak okullarda yetişen gençlerin bizim örnek eserlerimizle
tam karşılaşamadığı için sinemada, tiyatroda -çünkü sinema ve tiyatro
edebiyatın içerisine girdiğinden- her gördüğü yeni şey çocuğu etkiliyor ve
böylelikle ne yazık ki Türk kültürünü hazmetmiş bir gençlik yetişmediği için
edebiyatçılarda yetişemiyor. Her şeye rağmen yaşadığımız dönem edebiyatı
bunun doğurduğu zararlardan kurtulmaya çalışıyor. İnsanların Anadolu’ya
gidişleri insanları tanımaları. Eskiden İstanbul’dan Anadolu’ya bakılıyordu.
Şimdi iletişim teknolojilerinin gelişmiş olması, o insanların İstanbul’a
gecekondulara gelmesi yazarlarımızın o insanlarla tanışmasını sağlıyor.
Ama daha önceden karışlaşmadan söylüyorlardı. Tabii bu diğer sahalarda
da böyleydi. Anadolu bizden olmayan bir bölge gibi olduğu için uzaktan
bakarak yazıp söylüyorlardı. Şimdi yazarına göre değişiyor.
Bu söylediğinizi açma adına, Cumhuriyet’le birlikte batılılaşmanın daha
sert olarak savunulduğunu görüyoruz. Ancak bunun edebiyat, kültür ve
sanata yansımalarında problemlerin olduğu dikkatleri çekiyor. Bu
insanlar romanları söylemiş olduğunuz gibi görmeden yazıyorlardı.
Mesela Servet-i Fünûn döneminde daha ileri romanlar yazıldı. Ama
Cumhuriyet’te o noktaya ulaşılmadı. Bu durumu ortaya çıkartan
2
sebepler nelerdir?
Şundan dolayı, daha yeni tanışma o dönemde yapıldığı için Fecr-i Ati, bunlar
yine batı örnekli. Çünkü doğuyu örnek almıyorlar. Hatta Cumhuriyet’le
birlikte tercümelere bakıldığında daha çok batı klasikleri tercüme ediliyor.
Bunu Hasan Ali Yücel tercümelerine baktığımızda görüyoruz. Fakat hayatın
yaşanan gerçeği olduğu için savaş Türkiye’ye çok şey öğretmiştir, bazı
gerçekleri göstermiştir. Batının o hayallerdeki batı olmadığını savaşlarda
yaşananlar gösterdiği için yavaş yavaş o etkiler azalmaya başlıyor. Köy
romanları ve diğer romanlar öyle başlamış oluyor. Tabii ki o hayranlık hiçbir
zaman tam mânâsıyla tükenmemiştir. Örneğin bizim divan edebiyatımız yok
sayılmıştır. Divan edebiyatının hiç okutulmaması gerektiği söylenmiştir, halk
edebiyatı küçümsenmiştir. Belki hâlâ bazı fakültelerimizde Türk Dili ve
Edebiyatı bölümlerinin halk edebiyatı kürsüleri yok. Mesela İstanbul
Üniversitesi’nde yoktu. Şeyma Güngör divan edebiyatıyla ilgilendiği halde o
kürsüyü açtı. Yeni edebiyat, dil kürsüleri açılıyor. Ama halk edebiyatıyla ve
divan edebiyatıyla ilgili bölümleri açılmıyor. Tabii şiirde de böyle, halk şiir
tarzı, vezinli şiirler bugünkü şairlerin tuttuğu şeyler değildir. Çünkü zordur
vezinli şiir. Ama bunların içinde milli ruh olduğu için yavaş yavaş bu
durumdan kurtulanlar olmuştur.
Edebiyatımızın birikiminin özetini yaptıktan sonra Türkiye’de Avrupa
Birliği tartışmalarına geçmek istiyorum. Avrupa Birliği belli ölçülerde
tartışılıyor. Avrupa Birliği tartışmalarını biraz da garplılaşma sürecinde
yapılan tartışmalarla örtüştürmek gerekiyor. Ama bugünkü Avrupa
Birliği tartışmalarımızın işçilerin serbest dolaşımı nasıl olacak, gayri
safi milli hasılamız ne kadar olacak şeklindeyken, o günkü batılılaşma
tartışmalarımızın batının kültürünü hangi ölçüde almalıyız şeklinde
cereyan etmekteydi. Dolayısıyla bütün olarak değerlendirdiğimizde
bizim garplılaşmamızda maddeleşme var. Bunun edebiyatımızın
maddeleşmesiyle düşündüğümüzde bir örtüşme yok mu?
Tabii ki var. Avrupa Birliği’ne girme çabalarının içinde aydınlarımız hep
oradaki maddeleri çok pembe tablolar çizerek alıyorlar ve düşünüyorlar.
Zaten kültür konusu da kimsenin derdi olmadığı için de bu konunun üzerine
kimse düşünmüyor. Kültür konusu birinci konumuz olsaydı, kültür ve turizm
bakanlıkları birleştirilmezdi. Ama, sonra bilmiyorum hangi tarihte, birleştirildi.
Kültürle turizm aynı şeyler değillerdir, çok farklılardır. Tabii ki kültür ve turizm
bakanlığı kurulduktan sonra bakanlık kültürü göz ardı ederek turizme
yönelmiştir. İşte Anadolu’da hangi kiliseyi tamir edelim. Yine batıcı bir gözle
turizme göz atmışlardır. Şimdi biz Avrupa Birliği’ne girdiğimizi düşünelim.
Edebiyatımızın ve sanatımızın ne hale geleceği bir soru işareti. Zaten bugün
de edebiyatımız ve sanatımız, tesir altındadır. Daha anne karnında çocuğa
3
klasik müzik dinletiliyor. Biz de ninniler okunurdu. Çocuğa ninniler okunur,
ezanlar okunur. Bu çocukların duygu yoğunluğu da fazla oluyor. Daha AB’ye
girmeden çocuklarımızın müziği bile onların eline geçiyor. Öyleyse köklü bir
kültür politikası olmadan AB’ye girmek her konu da çok tehlikelidir. İkincisi
edebiyatın içinde dil vardır. Nereye bakarsak dilimizden bir kaç kelime
unutuluyor ve çok kaba bir dile dönüşüyor Türkçe. Daha girmeden bu
haldeyken acaba girdiğimizde ne olacaktır. Hâlbuki dil o kadar önemlidir ki...
Yalnız Türkiye’deki Türklerin değil bütün Türk illerindeki Türklerin de
anlaşmasını sağlayan bir vasıtadır. Yapılan politika da bizi bizden
uzaklaştırmak için farkında olmadan yapılmıştır. Yabancı dilde eğitim yapan
okulların olması hep bunun hazırlık dönemi gibidir aslında.
Biz kelimeleri tercüme ettiğimizi zannediyoruz. Mesela şunu sormak
lazım, "civilisation"la medeniyet kelimesi birbirini ne kadar karşılıyor.
Mehmet Akif “o zaman vecd ile bin secde eder” derken ki “vecd”
kelimesini klasik dinleyen çocuk nasıl hissedecek?
Yalnız edebiyattan uzaklaşmıyorsun ruhun da değişiyor. Daha batılı bir ruha
sahip, her şeyi dinleyen, her şeyden hoşlanan bir insan ortaya çıkıyor. Tabii
o ruhla birlikte milli kimlik de ortadan kalkıyor. Ben Türk’üm heyecanını
alacaklar aslında. Türk olmak aslında tarihle birlikte olmaktır. Yılların
heyecanını taşımaktır. Siz sanatınızla, müziğinizle bundan adım adım
uzaklaştığınızda o zaman dünya vatandaşı yetişecektir. Zaten istenen de
budur.
Tabii tehlike olduğunu düşünüyorum. Çok yıllar öncesine gidersek benim
babam Elazığ Harputludur. Oranın tarihiyle ilgilendiğiniz zaman gördüğümüz
şu; öncelikle Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak Amerikan kolejleri
açılıyor. Ve sonraki dönemlerde devam ediyor. Bu kolejler vasıtasıyla hem
dilden uzaklaşma hem de o kolejlerde kendi kültürlerine uzak insanların
yetişmesi sağlanıyor. Ayrıca o yetişen insanlar vasıtasıyla da oradaki siyasi
yapı da değiştiriliyor. Kürt ve Ermeni meselelerinin orada çok daha
düşmanca olmasına o Amerikan kolejleri sebep olmuştur. Bunu tarihe
baktığımızda görmekteyiz. Daha sonra bütün ülkede Amerikan okulları
açıldı. Attila İlhan bir yazısında Amerikan rüyası diyor. Amerikan rüyasının
içerisinde ekonomik olarak değil de kültürel bir ambargonun olması ve doğu
ülkelerinde şu kadar Amerikan Okulu açıldı diyor. Bunu söylediği yıl 2003
yılı. Bu okullarla Türkiye’de kültürel hayat sanat hayatı, edebiyat hayatı da
etkilenmeye çalışılıyor. Mesela AB’ye girme hazırlıklarının içinde geçen de
başbakanımız bir yemekteydi. TESEV başkanı Can Paker davet etti. Ondan
sonraki gün şunu söyledi. ''Nasıl başbakanımız türban konusuyla
ilgileniyorsa aynı anda eşcinsellerin de bütün haklarını almasıyla
ilgilenmelidir.” Düşünebiliyor musunuz? Birtakım dernekler vasıtasıyla bize
bunları sokmaya çalışıyorlar, çünkü dinimizle Hıristiyan ülkelerinde
4
eşcinsellere bakış farklıdır. Yasak olduğu için de artmamıştır aslında. Daha
sonra özentilerle artmaktadır. Çoğunun da tedavi edildiği bilinmektedir.
Şimdi bu medeniyet size başörtü özgürlüğünü verirken bir başka şeyin de
özgürlüğünü isteyerek Türkiye’yi başka bir hale getirmeye çalışıyor. Bugün
bunu yaparken tam girdiğimizde hangi problemlerin ortaya çıkacağı biliniyor.
Ama tabii ki girmeyelim mi diyorum hayır, girelim diyorum ama her maddeye
de evet demeyelim diyorum. AB keşke dedikleri gibi olsa kandırmaca
olmasa çok güzel şeyler de olabilir. Ama kendilerine göre uygulayacaklarına
göre zorlukları hep yaşayacağız.
Bu bağlamda AB’ye girecek Türkiye’de Avrupa açısından edebiyatımız
nasıl konumlandırılmalıdır?
Türkiye’de edebiyatın nasıl konumlandırılması gerektiğini tasavvur etmek
için önce edebiyattaki yazarların ve sanatçıların kendi kimliğini yakından
tanıması gerekiyor. Bu kimliği yakından tanıyıp benimsedikten sonra tehlike
yoktur. Ama biz o devrede değiliz ki edebiyatçıların birçoğu o özentinin
içerisinde değil mi? Yine o
özentinin içinde olarak birtakım yarışmalar yapılıyor yarışmalarda derece
almıyorlar mı? Edebiyatımızı zaten yerine oturmuş kimliğini bulmuş değil ki.
Bir de o tesirle daha da çok sarsılacaktır.
Biz bir medeniyet projesine dâhil olabilmek için ekonomimizi buna
adapte etmeye çalışıyoruz, dış politikamızı buna adapte etmeye
çalışıyoruz ama kültür ve sanat konularına gelindiğinde bunlar nasılsa
olur deyip bu sorunlar nasıl çözülürün üzerine çalışmıyoruz. AB
tartışmalarını bu maddesel bakış açısını bir kenara bırakarak daha
medeniyetin gerekliliğine uygun bir şekilde edebiyat ve sanat eksenli
düşünürsek bu, tartışmanın kalitesine nasıl etki eder?
Öncelikle diğer anlamlarda AB’yi tartışıyoruz ama bütün bunları tartışırken
de ne kadar tartışırsak tartışalım o konularda da kendimizle ilgili faydalı
kararları alamıyoruz. Tartışmak başkadır karar almak başkadır. Kararlar
yansıdığında görüyoruz ki yabancı haklarla ilgili kanun meclisten geçtiğinde
tartışıldı. Ama AB’nin istediği gibi geçti. Türkiye bir şeyleri tartışıyor ama son
anda diretemiyor diretemediği için de o kararlar imzalanıyor. Tabii ki o
kararların düşünülüp doğru olarak alındığını farz edip edebiyata dönelim.
Türkiye AB’ye girecek ne zaman girer sorusunun cevabı ise, mesela,
milli geliri 10 bin dolar olursa, deniyor. Bir medeniyet projesini salt
maddi değerlendirmelerle tartışmak ne kadar doğru?
5
Bir milletin hayatında önemli olan ekonomiden çok sanat, edebiyat ve
kültürdür. Çünkü ekonomi, düşündüğümde İstiklal Savaşı yıllarında yanmış,
yıkılmış bir Türkiye var önümüzde, insanlar zorluklar altında. Buna rağmen
yine zorlukların üstesinden gelmeyi bilmişler. Kendileri onurlarıyla hiç
kimseden bir şey istemeden ayakta durmuşlar. Günlerce aç kalmışlar ama
bu açlığa dayanmışlar. Bütün anneler o yıllarda dikişlerini kendileri diker,
örgülerini kendileri örer, her şeyi kendileri yapardı. Böylelikle Türkiye
kalkınmıştır. Türkiye zaten AB’ye girmeden bir boşluğun içerisine girmiştir.
İsraf ekonomisi buradadır. İnsanlar hiçbir şey yapmadan en kolay yolla
zararlı olsa da poğaçaları, cipsleri vs. yedirmektedir. Birtakım içecekleri çok
zararlı olduğu halde içmektedirler. Hatta bu zararlı içecekler muhafazakâr
firmalar tarafından Türkiye'de yapılmaya başlanıyor. Bunun acısını ve
ıstırabını düşünebiliyor musunuz? Muhafazakârlık demek her şeyiyle ülkeye
bağlı olmak demektir. Sadece dini konularda değil. Zaten dine bağlı olsak
ülkemize bağlı oluruz. Çünkü ülkeye sahip çıkmayı öneren bir dine sahibiz.
Durum böyleyken yeni anneler ve yeni insanlar yetişmiştir. Artık on gün aç
aldığı halde yakınmayan annelerin yerine birtakım kuruluşlardan ve
vakıflardan çalışmadan para isteyen ve onlara yardım eden kuruluşlar
türemiştir. Bütün bu ruhun içinde edebiyatta tabii bunun içersinde olacaktır.
Böyle bir ülkede edebiyatla ilgili bir düzenleme yapılmadan, gençler yeniden
edebiyat yoluyla kültürümüze dönmeden bir proje üretilemez. Mesela son bir
yıl içerisinde okunan kitaplara bakın; Sır Kitabı, Aile Bilgeliği, Ferrari'sini
Satan Bilge vs. Bu kitaplara bakıldığında söylenen nedir? Tasavvuf bunların
en güzelini söylemiştir. Ama gençler bizdeki tasavvufla ilgili konuları
okumadıkları için onları okuyor, Mevlana'dan bir beyit bile ezbere bilmiyorlar.
Böyle bir durumda AB’ye girmek intihar etmek demektir. Önce kimliğimize
dönmemiz gerekiyor. Şu anki savaş bir medeniyet ve kültür savaşıdır. İstiklal
Savaşı’nda nasıl topla, tüfekle, taşlarla düşmana saldırdıysak yeni savaşın
içerisinde bunun idrakine varmamız gerekiyor. Yeni savaşın eğer şuurunu
elde edersek, bu konuda düşünürsek başarılı olacağız tabii ki. Edebiyatımız
ve dilimiz her konuda bizlere ait olan değerler olacak. O zaman AB’ye
girmekte mahzur olmayacak.
Ahmet Kabaklı'nın bir sözü var. Şöyle diyor: “Bu topraklarda tarihin
hiçbir zaman görmediği kadar bir medeniyet kanı akıtılıyor.” Yani barış
da, bu açıdan söz konusu değil. Dünya'da barışı öngören bir medeniyet
var ama bugün bu topraklarda barış yok. Madem yok ve bahsetmiş
olduğunuz hususlar da daha çok o savaşla ilgili. Öyleyse ne yapmamız
gerekiyor?
Yeniden kaynaklarımıza dönmek. Halk şiirimize dönmek, ninni dediğimiz,
milli dediğimiz Yunusların edebiyatına dönmek, tekrar tasavvufla ilgili olan
bütün edebiyatın içerisine girmek, zaten onlara döndüğümüzde kimliğimizi
6
kazanacağız ve insan olmanın onurunu yaşayacağız. Dolayısıyla hiçbir
tehlike bize tesir edemez, ama şu an hayır. Edebiyat kalkanı bugün bizi
korumuyor. Ahmet Kabaklı'nın Alperen kitabı Avrupa Birliği projelerine karşı
ne yapmamız gerektiğinin yani milli kaynaklara dönmemiz gerektiğinin, milli
heyecanı tekrar yaşatmak ve bu heyecanı yaşayarak tekrar kendimize
dönmek gerektiğini anlatır. İşte Akif'in Asım'ın Nesli dediği nesli tekrar
yetiştirmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu iş çok zor değil. Eğer bir eğitim
seferberliğiyle bahsettiğim kaynaklar çocuklarımıza okutulursa... Mesela Milli
Eğitim Bakanlığı "Yüz Temel Eser” projesi yayınladı. Bu proje tutmadığım bir
projedir. Şundan dolayı, yüz temel eserin içerisinde kültürle ilgili romanlar
var, ama romanı yazarken yazar birçok şeyi yazıp uzatacaktır. Ama bütün
bunların içerisinde bir Mümtaz Turhan'ın bir Erol Güngör'ün ve Ahmet
Kabaklı’nın eserlerini okuduğunuzda bütün kültür eserlerini orada
bulabileceksiniz. O eserlerden seçmeler yapılabilirdi. Böylece genç her
konuda dolu dolu yetişebilirdi. Ayrıca o yüz temel eser de tamamıyla
okunamıyor. Keşke okunabilse... Hatta hocalar da o eserleri okutmaya hazır
psikolojide değiller. Hocaların da eğitilmesi gerekiyor. Tabii ki bütün bunların
sonucunda ümitsiz olunmamalı. Devletin politikası diyoruz ama o olana
kadar da sivil toplumu önemsemek gerekiyor. Şu anda sivil toplum bu
konuda duyarlı olsa Türkiye yine de değişir. Çünkü milli vakıf ve dernekler
var. Belki bunlar bu konuları düşünse başarılı olabilirler.
Teşekkürler
7
Safa Metin ile “Edebiyat ve Avrupa Birliği” Üzerine
Hazırlayan: Ahmet Büyükgümüş
AB’yi bir medeniyet projesi olması açısından ele alırsak, bu
medeniyetin bir parçası da edebiyattır. AB’ye girdiğimizde o medeniyet
projesinde edebiyatımızın konumunu iyi belirlememiz gerekiyor.
Özellikle edebiyatımızda nasıl bir değişimin ve gelişimin olduğunu
belirlememiz gerekiyor. Bundan önce edebiyatımızın bugünkü
konumunu tespit etmemiz geleceği anlamlandırabilmek açısından
önemli. Tanzimat’la başlayan süreçte başlayan batılılaşma sürecinde
Türk edebiyatını nasıl görüyorsunuz?
Ben Türk edebiyatının çok da problemli olduğunu düşünmüyorum.
Tanzimat’tan bu yana hiçbir şey yapmadık, hiçbir şey yazamadık, öldük,
bittik, mahvolduk şeklinde düşünmüyorum. Şuna inanıyorum, Fatih
döneminde şairler yine eski zamanlara bakıp biz öldük, bittik, mahvolduk
diyorlardı. Biz de şu an aynı şeyleri yapıyoruz. Her dönem kendisinden bir
önceki döneme bakacak ve ne kadar kötü bir haldeyiz, diyecek. Bu hep
adettendir. O sebepten ben durumu çok da kötü görmüyorum. Ortada bir
edebiyat yok, şeklinde bakmıyorum meseleye.
Örneğin son Sümer kazılarında bir tablet ortaya çıktı. Bu tablette
gençler ne olacak diyor?
(Gülerek) Ama hâlâ gençler var. Her zamanın kendisine ait bir problemi var.
Sadece bir zaman önceki gencin problemiyle şimdiki gencin problemi aynı
görünmediği için biz bakıp ah bizim geçliğimizde böyle miydi, diyoruz. Ne
olacak bu gençlerin hali diyoruz. Benim annem de bana bakıp öyle diyordu.
Onun annesi de ona bakıp böyle diyordu.
Bunu medeniyet açısından söyleyebilir miyiz?
Sadece problemlerin isimleri ve şekilleri değişiyor. Ama hepsi birbirinin
içerisinden akarak devam etmektedir. Bugün Türk edebiyatı yoktur, Türk
edebiyatı bitmiştir demek zaten bu edebiyat hiçbir zaman olmamıştır
demektir. Yani olaya fiziki açıdan da baksak olan bir şey yok olamaz ki!
Nasıl yok edeceksiniz Türk edebiyatını? O zaman zaten bir kökü yoktu,
Tanzimat’la doğmaya çalıştı ve yok oldu. Ama öyle değil ki köklü bir şeyden
bahsediyoruz ve dediğimiz gibi o kadar sağlam bir köke sahipse yok olması
da mümkün değil.
Bu sözlerinizi destekliyor aslında; Cumhuriyet'le birlikte batılılaşma
daha keskin ilkelerle düşünülmüş ve bir yaşam projesi haline
getirilmiştir. Ama bir Servet-i Fünun döneminde yazılan romanlar
9
Cumhuriyet’e nazaran daha batılı tekniğe yakın romanlardır.
Çünkü o zaman bir redd-i miras söz konusuydu. Yeni bir edebiyat
oluşturmak arzusu vardı. Eski edebiyat kötüydü ve yeni bir edebiyat
oluşturmak gerekiyordu. Yeni edebiyat ne olacaktı? Dışarıya bakıp alınan bir
şey olacaktı. Adam dışarıdaki roman tekniğine baktı. Demek ki ben
ülkemdeki bazı sosyal sorunları bu tekniklerle anlatırım dedi. Bu teknikler
miladını doldurdu dedi. O teknik oturuncaya kadar böyle sancıların çekilmesi
de normal diye görüyorum.
Aslında söylemiş olduğunuz şu; Cumhuriyet’te sadece Fuzuli ve Baki
eski değildi. Aynı zamanda Namık Kemal de Halit Ziya da geri kalmıştı.
Tabii ki bizim için Baki neyse Namık Kemal de o değil mi? Ben öğrencilerime
aynı asırda yaşadıklarını söylesem inanmayacaklar mı? Çünkü her ikisi de
tarihe gömülmüş insanlar artık. Böyle bir mantıkla da bakmak lazım. İkisi de
bitti ve ikisi de geçti diye bakıyorlar.
Bir de Fuzuli ile Shakespeare’in aynı dönemde yaşadığını idrak
edemeyiz.
Acaba nasıl etkilendiler birbirinden. Ortak zaman ve ortak hissediş. Belki
de aynı ufku görerek şiir yazdılar.
Başka türlü söylemek. Edebiyat başka coğrafyada olmaya devam etmeli.
Onun için bu kadar birbirinin içerisine katılmak zorunda değiller. Birbirlerinin
içerisine bu kadar katılsaydı Fuzuli ve Baki olacak mıydı? İyi ki katılmamışlar
ne kadar güzel?
Bu bağlamda edebiyatımız ve AB ilişkisine baktığımızda, bahsetmiş
olduğunuz değişimle birlikte şöyle bir yargı değişimi var. Bizdeki AB
tartışmalarını batılılaşma tartışmalarına götürürsek, o dönemde kültür,
medeniyet ve Avrupa'nın kültürel boyutu düşünülürken, bugün AB
tartışmalarında işçilerin serbest dolaşımı ve gümrük birliği gibi daha
maddi konular üzerinde seyretmekteyiz. Ama o gün garplılaşma
tartışmalarımız daha kültür ve sanat eksenliydi. Bu noktada
edebiyatımızın maddeleşmesini de diğer alanlarla birlikte düşünebilir
miyiz?
Ben bu meseleye şöyle bakıyorum Bush bir gün ''Irak Savaşı bir Haçlı
seferidir'' diye gaf yapmıştı hatırlarsanız. Bunu alıp buraya çekmek lazım
aslında. Diyordu ya savaşların sebebi duygusaldır, diye. Eğer savaşın
sebebi duygusal olmasaydı oturur satranç oynardık. Kaybeden taraf ülkesini
verirdi. Bu kadar basit olurdu. AB meselesini de bu şekilde okumak
10
gerekiyor. Bu ekonomik veya böyle bir şey değil. Ben meseleyi tamamen
duygusal okuyorum. Bir kültürün diğer bir kültürü kapsaması şeklinde
okuyorum. Onun için yok ekonomik paketler, meseleyi böyle ayrı tutamayız.
Kendi edebiyatımızı AB ülkeleri edebiyatının içerisine sokmaya da
çalışmamalıyız. Neden çalışayım ayrıca?
Bununla bağlantılı olarak Avrupa Birliği medeniyetini kabul ettiğimizde
kaçınılmaz bir şekilde yaşamımızda birçok şeyin değişmesi söz
konusu. Ama biz biliyoruz ki edebiyatın beslendiği en önemli
kaynaklardan birisi de yaşam. Bu yaşamsal değişimi öngörürseniz, bu
durum edebiyatımıza nasıl etki edecek? Bunu somutlaştırırsak
romanlarda edebi eserlerde geçen bir meta, şerbet, bir kültürel
etkileşim sonucunda bu kültürün kaybedildiğini düşünün dolayısıyla
romanlarımızda şerbet olmayacak.
Bir defa karakterler değişecek. Meta olarak kullanılanlar değişecek ve tabii ki
mekânlar değişecek.
Mesela muhafazakâr bir yazar olmamasına rağmen Sabahattin Ali bile
romanlarında camii çevresini çok güzel tasvir edebiliyor.
Çünkü orada Müslüman saati dediğimiz bir şey var. Kültür Müslüman
kültürü, saat de Müslüman saati... Sabahattin Ali'nin bahsettiği şey de
o. Ama bizim hangi birliğe girersek ya da girmezsek yapacağımız şey bu
ortak değere çıkmak olacak. Saat dört buçuktu demeyelim, ikindi vakti
diyelim, yatsı vaktiydi diyelim. Bu çok önemli. Bir hayvan türünü korumak
gibi bir şey. Hayvanat bahçelerinde ya da özel kamplarda tutup da nesli
tükenmekte olan hayvanları üretiyorlar, bunların nesli tükenmesin diye. Bir
hayvanı üretmeye çalışıyorsunuz. Bugün bir kelimenin kaybedilmesi, mesela
bugün romanlarda havanelinin bile kullanılmadığını görüyoruz. Havaneli çok
basit değil mi? Ama bugün hayatımızda havaneli yok. Mutfak robotları var.
Bu durum da edebiyatı etkiliyor. Bir kelime yok oluyor.
Öyleyse edebiyatı bu kelimeleri koruyan mahfaza olarak düşünebilir
miyiz?
Mahfaza olduğu kadar bizi de koruyan bir muhafaza aracı aslında. Biz
edebiyatta kendi kalkanımızı buluyoruz ve kendimize dair bir kalkan
oluşturuyoruz. Ben eski bir roman okuyup bir şey görüyorum orada ve bunu
yapmıyorum diyorum artık ve sonunda bunu yapayım deyip kendi zamanımı
geriye çekiyorum. Edebiyat gerektiği zaman bizim saat ayarımızı değiştiren
bir şey ve değiştirmeli de zaten, ben edebiyat yaparken benden sonrakilere
bir kalkan üretmeye çalışıyorum. Öyle diyorum aman ha koruyun.
11
Biz bir medeniyet dairesine giriyoruz. Bu medeniyet dairesinden bir
şeyler alacağız ve onlara bir şeyler vereceğiz. Peki, Safa Metin İngilizce
bir roman yazsa İngiliz edebiyatına ne kadar katkıda bulunabilir?
Hiç. Hem de hiç.
Eğer biz bu bahsettiğimiz yaşamsal öğeleri ve dolayısıyla kelimeleri
kaybedersek, aslında burada farklı bir durum da yok?
Evet, hiçbir fark yok. Hatta ben ona şunu söylemek istiyorum. Bir başka dilde
kitap yazmanız için -edebi bir metinden bahsediyoruz tabii ki- en az üç kuşak
oralı olmanız gerekiyor. Çünkü edebiyatı oluştururken siz sadece kendi
dilinizi yazmıyorsunuz ki. Kendinizden bir öncekinin ondan bir öncekinin dilini
de yazıyorsunuz. Bugün kültüre işlemiş bir şey en basitinden mütevelli
diyorum ben. Bu kelime benim kuşağımın dili değil ki. Benim babaannemin
dili. Eğer üç kuşak ben buralı olmasaydım. Bu dili kullanmazdım. Bir yerde
bir şey görüyorum diyor ki; "Ayağı yanmış it gibi koşmak.” Bir İngiliz "Ayağı
yanmış it gibi koşmak” deyimini Türkçe olarak böyle ifade edebilir mi?
Edemez. Bunu ben duydum.
Bu noktada böyle bir kayba uğramış Türk edebiyatı ve bahsetmiş
oluğunuz değerleri koruyan bir Türk edebiyatı düşünün. Bunların AB
içerisindeki yeri nasıl olur?
Ben kendi kültürünü muhafaza etmiş birinin yanlış bir şeyler söylüyor olsa
bile diğerinden çok daha hayırlı bir iş yapmış olacağına inanıyorum. Ben
bugün Sabahattin Ali'yi fikir olarak beğenmiyor olabilirim. Bizim karşı
cephemizde görünebilir. Ama bugün dile yaptığı çok iyi bir şey. Dile dair biz
ondan bir şeyler okuyup öğreniyoruz. Bu minvalden baktığımız zaman sağda
duran bir yazara göre çok hayırlı.
Çünkü o edebiyatımızla yaşamsal değerlerimizi muhafaza etmiş.
Beni devam ettiriyor, benden bir öncekini devam ettiriyor. Benim geleceğe
dair söylemek istediğim şeylerin hâlâ sözcülüğünü yapıyor mu, yapabilir mi?
Ona bakmam lazım. Adam benden kaç kuşak önceydi ve benden kaç kuşak
sonrasına hâlâ bana dair bir şeyleri söyleyebilecek yazdıklarıyla. Ben ona
bakarım. Ona göre edebi bir metin olur.
Edebiyatın sağı solu olmaz diyorsunuz.
Olmaz tabii ki.
Dolayısıyla bu noktada aşırı bir siyasallaşmadan öte birtakım
değerlerin olduğu ve bu değerlerin üzerinden edebiyatın yapılması
12
gerektiğini söylüyorsunuz.
Sloganlaşan edebiyatın da edebiyatın en büyük düşmanı olduğunu kabul
etmek gerekli. Sloganlaştığınız zaman bitersiniz. Bir edebiyatçının sloganla
işi olmaz aslında Slogan bir sonuçtur.
Buradan az önce de bahsetmiş olduğunuz gibi edebiyatın kelimelerle
yapıldığı gerçeğine dönebiliriz. Kelimeleri rast gele tercüme ettiğimizi
zannediyoruz. Bir “medeniyet ve civilisation” bu kelimelerin ikisi de
aslında aynı manaları mı çağrıştırıyor?
Kelimenin beni titretmesi gerekiyor aslında. Bir şey söylersiniz ve o şey
muhatabınızı titretir ve kalbine dokunur. Kelimeleriniz muhatabınızın kalbine
dokunan parmak uçlarınızdır aslında. Bunu hissetmeniz lazım, felç
geçirmedim ki! Eğer kelimelerinizdeki anlamın ağırlığı yitirilirse diliniz felce
uğrar ve diliniz bir şey hissedemez. Ama zevk alıp hissetmeniz lazım. Acıyı
acı olarak, tatlıyı da tatlı olarak hissetmelisiniz. Anlamını yitirir, bir şey olmaz
ölüp gidersiniz.
Bu kelimelerin kudretiyle de alakalı mesela biz Mehmet Akif'in hiç
meyhaneye gitmediğini biliyoruz, ama meyhaneyi çok güzel tasvir
ediyor. Aynı şekilde biraz önce söylediğimiz gibi Sabahattin Ali'nin de
camiye ender gittiğini biliyoruz. Ama öyle bir camii tasvir eder ki beş
vaktini geçiren daima bu değerlerle iç içe olan bir insanmış gibi
gözükür.
Ben hep söylüyorum, insanlar liseye giderken şair olurlar. Ama şiir
duygularla değil kelimelerle yazılır meselesi var. Kelime, bu iki cepheli bir
şey tabii ki. İnsanı öldürebilecek kudrette kelimelerimiz vardı ve bu kelimeler
için ölebilecek insanlar vardı. Kelimeler ve insanlar birbirlerinden
ayrılamıyorlar aslında. Ayrılamamaları gerekiyor. Akif’in vecdi kullanmasına
baktığımız zaman, vecd kelimesinde insan bitmelidir. Eğer bitmiyorsa
kelimeniz bitmiş demektir. Bu noktadan sonra kelimeleri çıkarın, atın hiçbir
anlamı yok.
Kelimelerin önemli olduğundan bahsettik. İnsanların ideolojilere
yönelişi de bu değil mi? Demek ki düşünen insan da kelimenin bu
anlamı bir açlık seviyesinde bir istidat. Bir süre sonra insan bu
düşündüklerini kelimelerle elde edemeyince sloganlara sarılıyor.
Böyle kısacık anahtar kelimeleri oluyor bu insanların. Bu kelimeleri
söylediğinde meselelerin çözüme kavuşacağını söylüyor. Ama çözüme
kavuşamıyor. Çünkü çözüme kavuşması için bir defa karşınızdakinin o
sloganı dolduracak verilere sahip olması lazım.
Örneğin “ulusal ve milli” kelimeleri çoğu zaman aynı manalarda
13
kullanılıyor. Ancak içeriğinde hiçbir fark olmuyor.
Kelimelerin cepheleri var. İşte bu noktada kelimelerle ve cephelerle
oynamak lazım. Bir kelimeyi alıp kendi cephenize eklemlemek, neticede
kelimeler hepimizin. Oraya eklemleyip oradan başka şeyler çıkarmak lazım.
Sezai Karakoç’un şiirlerindeki gibi.
Mona Rosa mesela bu kadar somut bir şekilde bir kadına aşkını ilan
eden herhalde bu cephede başka bir adam yok.
Evet, yok.
Mesela Akif için de durum benzer birkaç Türkçe konuşurum diyor
kendisi.
İşte bu ne kadar güzel değil mi? Bunlar çok güzel küfreden adamlardı. Çok
temiz küfrediyorlardı. Bugün insanlar küfredemiyor. Küfrün bile bir inceliğinin
olduğu bir zaman vardı. Artık o bile yok. Onun bile en adi, en aşağı bir
şeklini yapabiliyorlar. O kadar işte. Çünkü kelimeniz ne kadarsa o kadarsınız
aslında, kaç avuç kelimeniz var o kadar düşünüyorsunuz aslında. Adamın
kelimesi yok. Bugün Avrupa Birliği’ne girdiğimizde edebiyatımız ne olacak,
böyle şöyle yapalım mı? Tabii yapalım. Zaten kalmış üç tane kelimemiz. Üç
kelimeyle insanlar sokaklarda slogan atıyorlar. Onu da yapamadığı zaman.
Gidiyor başka birisini öldürüyor. Cinayet oranlarının artacağını
düşünüyorum.
Medeniyetle ilgili sorunların tartışılmasında sanat ve edebiyata ait
sorunların göz ardı edilmesini neye bağlıyorsunuz?
Bu duruma bakmak bile mümkün değil. Böyle bir şey nasıl olabiliyor.
Medeniyet projesinden bahsederken kültür ve sanat bunun dışarısında nasıl
bırakılabiliyor. Ben bunu hiç anlamıyorum. Bu, yıkın Süleymaniye’yi, bırakın
Selimiye’yi, Sultanahmet ne güzel kahve olurdu demek.
Bahsettikleriniz çok önemli aslında, Türkiye’nin Avrupa Birliği
tartışmaları ekonomik ve maddesel standartlar üzerinde şekillenmekte.
Ama hiçbir şekilde medeniyetsel analizler yapılmamakta. Eğer biz bunu
tartışmazsak hedefe ulaştığımız zaman yok hükmünde mi olacağız?
Kültür ve Turizm Bakanlığı birleştirildi mesela. Kültür, turizmin bir parçası
değildir. Turizm kültürün bir parçasıdır.
Kültürümüzü satılacak bir meta olarak mı görüyoruz?
Evet. Ne para edecekse o kültürdür anlayışı var. Hâlbuki kültür parayı da
içine alan bir şeydir. Para kültürü kapsamaz. Peki, biz nasıl oluyor da parayı
14
alıp kültürü dışarı atabiliyoruz. Bu babamı reddediyorum ama soyadımı
istiyorum demek, acayip bir şey.
Keşke Avrupa Birliği tartışmaları kültür eksenli devam edebilse de
kavramların her açıdan ne mânâ ifade ettiğini anlayabilsek.
İnsanlar çok ayıp bir şekilde Avrupa Birliği’ne girerse kokoreç yiyip
yiyemeyeceğini tartıştı. Efendim işkembe çorbası içebilecek mi? Yahu senin
işkembeni alıyor adam. Sen şiirine ne olacağını düşünsene. Sen çocuğuna
hangi ismi vereceksin? Çocuğumuza Çakıl diyoruz, Jasmin diyoruz. Böyle
bir şey olacak Avrupa Birliği’ne girdiğimizde.
Bu noktada farklı görüşler de var aslında. Dünya vatandaşlığı kavramı
bunlardan en çok bilineni. Böylece Dünya’da ortak bir kültüre gidiş var.
Bir tek kültürlülüğe gidiş.
İnsanlığın tek kültürü diye bir şey olamaz. Öyle değil mi? Dünya’da zaten
olan kültürler var. Neden olan bu kültürleri iptal edip tek olan bir kültür
oluşturmak isteyeyim. Hem Dünya yalan söylüyor. Çok kültürlülük
oluşturmak istese Filistin’i bombalar mı? Peki, biz nereye koyacağız Filistin’i
veya Afganistan’ı bu tek kültürün içerisinde. Çin’deki çocuklar ne olacak? Bu
tek kültür hangi tek kültür? Tek olmamız için evvela biz olmamız lazım.
Varlığımızı varlık olarak kabul edip ben ve sonra biz olacağız. Sonra tek
olacağız. Tek olabilmek için arada bir aşkın olması lazım. Biz Avrupa’yla
birbirimize âşık değiliz. İki amca çocuğu benim de mallarım var senin de
malların var. Hadi gel biz bu malları birleştirelim daha büyük bir şirket oluruz
diyorlar. Olur, en büyük parayı da senin baban kazanmış olur. Bu ne kadar
mantıklı?
Oluşturulan bu insanlık bahçelerine ne diyorsunuz?
Kendi bahçemizi adam gibi bir oluşturalım. Kendi bahçemizi önce bir nadasa
bırakalım, üzerine zift atalım. Artık o katrandan sonra ne olursa olur. Sonra
gideriz başkasının bahçesine bizim gülleri dikeriz demenin bir mantığı yok.
Başka toprakta sizin gülünüz bitmez.
Bu minvalde daha edebiyat ve sanat eksenli bir Avrupa Birliği
tartışması nasıl etkilenecektir?
Ben yine eserlerin çevrileceğini, bizim daha çok eser çevireceğini
düşünüyorum. Biz yine çeviri okumaya devam edeceğiz. Kitaplar
çevrilecektir. Zaten o metinlerin, mesela bir İngiliz’in yazdığı bir metni İngiliz
kadar anlayabileceğimi düşünmüyorum. Ne kadar vakıf olsam bir İngiliz
kadar hissedemem. Benim Sait Faik’imi de benim kadar kimsenin
15
hissedemeyeceğini düşünüyorum. Tabii buradan kasıt edebi eserlerdir. İlmi
eserler için tercüme ve onları anlama zorunludur. Dünya’da bu şekilde zaten
kültür birbirinin içine akarak, birbirinin içinden geçerek devam ediyor. Akmak
ve birbirinin içinden geçmek çok normal şeyler. Ben Shakespeare’yi de onun
üzerine yapılan araştırmalarla tahlil edebilirim. Mesela bir Lübnanlı kadının
kendisini Amerikalı bir kadın gibi hissetmesi gerekmiyor ki.
Orhan Pamuk benim anlattığım İstanbul’u bir Türk anlayamaz diyor.
İstanbul’a milletler üstü olarak bakıyorum ben. Türklüğe burada daha
şemsiye bir kültür anlamında bakmak gerekiyor. Buna karşın ben Orhan
Pamuk’un Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanında Feride’nin babasıyla olan
konuşmasını bir İngiliz’e anlatıp anlatamayacağına bakıyorum. Doktor Bey’i
siz bir Amerikalı’ya anlatabilir misiniz? Bir İranlı’ya anlatırsınız belki ama bir
Batılıya anlatamazsınız. Mesele önemli olan Orhan Pamuk’un kime, neyi,
nasıl anlattığı değil. Siz korktuğunuzda anne çığlığını hangi dilde
atıyorsanız, edebiyatı da o dilde yaparsınız. Sevgilinize hangi dilde hitap
ediyorsanız, edebiyatı o dilde yaparsınız. Bana göre edebiyat mahrem
zamanlarımızın iyelik eklerinde kullandığımız şeydir.
Teşekkürler
16
İNCELEME
18
Konu: Zengin
Mutfağı’nda Köpek
Motifinin Kullanımı AdıSoyadı: Ayşe Büşra
Sarıcan No: 467
Sınıfı:11-D
KÖPEKLER VE KÖPEKLEŞENLER
Vasıf Öngören, Zengin Mutfağı
isimli tiyatro eserinde 1970’li yıllar
Türkiye’sinde işçi-patron mücadelesini
anlatır. Yazar, eserinde sömüren zengin
sınıfına karşı üreten işçi sınıfının
bilinçlenip
haklarını
savunmak
için
harekete geçmesi gerektiğini savunur.
Zengin
Mutfağı’nda
olaylar,
oyunun tek mekânı olan mutfağa gelip
gidenlerin dışarıda olanları içeridekilere
aktarması ile oluşur. Mutfakta gelişen
olaylar ise birbirine paralel olarak ilerleyen
iki olay çizgisi üzerine kurulur. Bunlar,
Selim’in Kerim Bey’in adamı olması ve eve
köpek alınmasıdır.
Öngören,
eserinde
köpek
sembolünü kinayeli olarak kullanarak
Kerim Beyin adamları -özellikle Selim- ile
köpek arasında özdeşleştirmeye dayalı bir
paralellik kurar. Köpek sembolünden
yararlanarak
okuyucunun
ileride
gerçekleşecek olayları sezmesini sağlar.
Lütfü Usta, oyunun başlangıcında,
gerçekleşen olayların sebebini köpeklere
bağlar:
Aşçı: Susun ulan itoğlu itler, zaten
ne olduysa sizin yüzünüzden oldu,
aşçıysak eşek değiliz ya... Bunların
yüzünden başladı her şey. Kerim Beyin
itleri. En iyisi ben olanları size başından
anlatayım, dinleyin. (Zengin Mutfağı, 233)
Yazar, oyunun başında geriye
dönüş tekniğini kullanır. Olup biten
Lütfü’nün
perspektifinden
anlatılır.
Yaşananlar anlatılmadan önce Lütfü Usta
olaylarla ilgili en genel değerlendirmesini
yapar. Lütfü Usta, olaylara köpeklerin
sebep olduğunu söyler. "Kerim Beyin itleri”
ifadesini kullanır. Burada "it” sözcüğü ile
hem evi koruyan köpekler hem de Kerim
Bey’e uşaklık eden insanlar kastedilir.
Yazar köpek ile insanları özdeşleştirerek
olayların köpekler, yani Kerim Bey’in
adamları,
tarafından
çıkarıldığını
söyleyerek
gelecekte
gerçekleşecek
olayları sezdirir.
17 Haziran işçi olayları yüzünden
Patron Kerim Bey yurtdışına kaçar.
Olaylar bitince yurda döner. Yaklaşık on
ay sonra, sıkıyönetim ilan edildiği gün eve
bir kurt köpeği alınır. Yazar, bu olanları
Lütfü Usta’nın ağzından şöyle anlatır:
21
Aşçı:
Bizim
patron
ortalık
sakinleşince döndü Avrupa’dan.. Bir on ay
kadar sonra da bir köpek geldi köşke
Terbiyeli kurt köpeğiymiş... O zamanlar 12
Mart olmuş.. Sıkıyönetim var. Kuş
uçurtmuyorlar. Ne gereği var. Bu itin? Ama
geldi, geldi ama derdi de beraber geldi.
Yemek saatleri belli köpek beyin. Benim
mesaim bitiyor. Köpeğin yemeğini vermek
lazım. Ya sabır... 1971 yılının Haziranıydı,
tam bir yıl sonra. (Zengin Mutfağı, 242243)
Lütfü Usta, köşke terbiyeli kurt
köpeğinin geldiğini ve yemekleriyle ilgili
problem yaşadığını söyler. Lütfü, köpek
için "terbiyeli kurt köpeği” ifadesini kullanır.
Yazar, köpeğin kurt cinsinden olduğunu
belirtmekle kurt simgesine gönderme
yapar. Terbiyeli olması ile de faşizmin
emrinde olduğunu gösterir. Yazar, eve
alınan köpek ile gelecekteki olaylar
arasında bağlantı kurar. Kızın nişanlısı
Selim, parasızlık yüzünden devletin
aradığı bir anarşisti ihbar eder. Polis
adamı öldürür, yanındakiler kaçar. Selim
zarar görmemek için saklanmak ister.
Lütfü Usta, Kerim Bey’e durumu ifade
eder. Kerim Bey, Selim’i yanına alır. Artık
Selim, Kerim Bey’in adamı olur.
Yazar, Selim’le köpek arasında
22
özdeşleştirme yaparak gelecekteki olayları
okuyucuya sezdirir. Sıkıyönetim ilan
edildiği gün eve köpek alınır. Aynı
dönemde Selim, Kerim Bey’in emrine
girme yolunda ilk adımı atar.
Eve getirilen köpek, sahibine son
derece sadıktır. Ne zaman eve bir işçi
girse köpek havlamaya başlar:
(Köpek havlamaları duyulur. Kapı
açılır. İşçi girer.)
Ahmet: Yahu bu it de nerden çıktı?
Seyfi: Patronun yeni köpeği..
Almanya’dan, terbiyeli kurt köpeği...
(Zengin Mutfağı, 243-244)
Aşçı Lütfü, Selim’i patronunun
yanına çıkarırken İşçi Ahmet köşke gelir,
ama köpeklerden içeriye giremez:
(Köpekler
şiddetli
şiddetli
havlamaya başlar. Kız kapıyı açar dışarı
bakar. Bir ses) Hey kimse yok mu şu itlere
sahip olun.. (Kız seslenir) Kim o..
Ses: Benim ben Ahmet
Kız: Sen misin Ahmet Abi, (Kız
çıkar. Ahmet’le Seyfi içeri girerler.)
Ahmet: İtlere bak be.. Kazara içeri
girsek parçalayacaklar. Kerim Bey de
kendisini koruyacak iti iyi seçiyor hani.
(Zengin Mutfağı, 255)
Burada yazar iki ana olayla ilgili
23
paralellik kurar. Köpek, İşçi Ahmet’e
havlarken işçi olaylarının şiddetlenmesiyle
birlikte işçilere daha kuvvetli havlamaya
başlar. Patronların işçilere tepkisi köpek
havlamasının şiddetiyle ifade edilir.
Selim’in Kerim Bey’in himayesine girmesi
sonrası Ahmet’in yaptığı yorum kinayelidir.
Yazar, hem dışarıdaki köpekleri hem de
Selim’i kastederek Ahmet’e "Kerim Bey de
kendisini koruyacak iti iyi seçiyor hani”
dedirtir.
Yazar, köpeğe pişirilen yemek ile
Selim’e pişirilen yemek arasında da
paralellik kurar:
Aşçı: Sus ulan pişti işte.. (Etleri bir
kaba boşaltır) Hususi pişirilmiş biftek yiyor
köpek bey.. Millet bayramdan bayrama et
yiyor be (Havlamalara artar) Dur ulan,
getiriyoruz işte.. (Zengin Mutfağı, 251)
Üçüncü bölümün sonunda Selim
için yatak serilir. Kerim Bey’in talimatıyla
Selim’e ziyafet hazırlanır. Yemekte et
vardır:
Selim: Evet.. Çok insan adammış
Kerim Bey.. Çok ilgi gösterdi.
Aşçı: Oturt delikanlıyı.. İyice karnı
acıkmıştır şimdi..
Kız: Gel otur, ye hadi..
Selim: Baba adammış.
24
Aşçı: Demedim mi ben size. Kerim
Bey gibisi.. Sen başla delikanlı.. Şimdi et
de geliyor.. (Selim yemeye başlar hızlı
hızlı.. Düşünmektedir) (Zengin Mutfağı,
258)
Aşçı Lütfü Usta, mutfakta sadece
köpeğe ve Selim’e yemek verir. Dışarıdan
gelen işçiler, mutfakta hiçbir şey yemezler.
Yazar, köpeğe ve Selim’e verilen et ile
özdeşleştirme yapar. İkisini de besleyen
Kerim Bey’dir.
Dördüncü ön oyunda Lütfü
Usta’nın sorgulama ve bilinçlenme süreci
kendi ağzından dile getirilir:
Aşçı: Yahu bütün bu anlattıklarım
sıkıyönetime rastlıyor.. Yahu durun.. Bizi
hep sıkıyönetimde yaşatmışlar.. Bunu hiç
düşünmemiştim..
Yani
tuhaf..
Yani
şaşırdım.. Her neyse artık ben ne
diyordum.. Ha Kerim Beyin iti.. Yedi ay
içinde ısırıp parçaladıkları dokuz oldu.O
zaman kafam bozuldu.. Dedim ki ulan
Lütfü bu köpeğin katli vaciptir.. Kerim
Beyin itini zehirlemeye karar verdim.. Bir
plan yaptım.. (Zengin Mutfağı, 259)
Lütfü
Usta’nın
"bütün
bu
anlattıklarım
sıkıyönetime
rastlıyor”
demesi çıkartılan olayları sorguladığını ve
bir sonuca ulaştığını gösterir. Halk, askeri
yönetimler altında tutulmakta, düşünen
25
insanlar
hapse
atılmaktadır.
Halk,
korkutma, hapse atılma, işten çıkarma gibi
yaptırımlarla tarafsız veya askeri yönetim
yanlısı olmaya zorlanmaktadır. Lütfü Usta,
bu süreci sorgulayarak ilk defa tarafını
belli etme yolunda adım atar. Konuşmanın
devamında köpekleri zehirlemek istemesi
onun patrona ve sömürü düzenine karşı
tavrını gösterir.
Lütfü Usta, köpeği zehirlediği gün,
Selim, eve elinden yaralı olarak gelir.
Selim
köpeğin
kim
tarafından
zehirlendiğini araştırmaya başlar:
Selim: Kapa çeneni pehlivan
eskisi.. Komünistler zehirledi kurdu. Ama
dur dur bakalım. Kurt terbiyeli köpektir.
Dışarıdan birisi ona yaklaşamaz. Mutlaka
içeriden biri ona yardaklık etmiş olmalı.
(Her birisini ayrı ayrı süzer) Evet içeriden
birisi. Bunu bulacağım, kurdun katilini
bulacağım.. Hiç biriniz kımıldamasın
buradan. Ben Kerim Beye gidip haber
vereyim.. Demek içimize kadar girdiler.
(Zengin Mutfağı, 267)
Dördüncü
bölümün
sonunda
Selim, kurdun zehirlenebilmesi için,
içeriden birinin, dışarıdakilerle işbirliğine
girmesi gerektiğini düşünür. Beşinci
bölümün
başında
sorgulamaya
ve
bilinçlenmeye başlayan ev halkı, Selim’in
26
işçilere düzenleyeceği baskını engellemek
için işçilerle işbirliğine gider:
Kız: Ne olursunuz inanın bana
aynen böyle söyledi.. Köpeği öldürenlerin
Kerim Beyin fabrikasındaki işçileri disk için
örgütlediklerini söyledi.. Ahmet Abi sen
değil misin?
Ahmet:
Hayır.
Kerim
Beyin
fabrikasını örgütleyen Murat.
Kız: Murat. Ağabeyim mi?
Ahmet: Evet ağabeyin. Neyse
mesele anlaşıldı. Seyfi, dinle, Murat’ı ve
arkadaşlarını
yakalatmaya
gidiyorlar.
Benim sizden önce yetişmem lazım.. Vakit
kazanmalıyız. Ne yapabilirsin?
Aşçı: Arızalandır..
Ahmet: Nasıl?
Seyfi: Benzine şeker atarız.
(Zengin Mutfağı, 280-281)
Yazar,
mutfak
çalışanlarının
patrona karşı İşçi Ahmet’le işbirliğine
gideceğini
köpeğin
zehirlenmesindeki
işbirliği ile paralellik kurarak okuyucuya
sezdirir.
Yazar, Lütfü Usta’nın sorgulama
sürecine girişini yine köpek üzerinden
verir. Lütfü, Selim’in mutfağa gelmesine,
ona hizmet etmeye dayanamaz. Kerim
Bey’e şikâyet eder. Kerim Bey, Selim’e
sahip çıkar ve aşçıya kızar. Lütfü mutfağa
27
iner, kendi kendine sorar:
Aşçı: Ben kime hizmet ediyorum?
Kerim Beye mi, köpeğine mi? Ben
köpeklere hizmet edemem arkadaş..
(Zengin Mutfağı, 268)
Lütfü Usta, "köpeklere hizmet
edemem” derken köpeği tür ismi olarak
çoğul kullanmıştır. Lütfü Usta, burada
sömürü düzenini savunanları yani Kerim
Bey ve adamı Selim’i kasteder. Bu söz
aynı zamanda Lütfü Usta’nın olayları
sorguladığını “Yahu biz kimlere hizmet
ediyoruz.. İnsan kimlere hizmet ettiğini
düşünmeli" (Zengin Mutfağı, 284) diyerek
bilinçlenmeye başladığını gösterir.
Lütfü Usta, Selim
azarlanınca mutfağa iner:
yüzünden
Aşçı: Aldın mı Seyfi oğlu Seyfi..
Mesaisi bitmiş.. Nah bitmiş.. Çok
keyiflendim.. Aferin ülen Kerim Bey (Köpek
havlamaya başlar) Sus ulan itoğlu it pişiyor
işte. Ben de kafamı kızdırma. (Zengin
Mutfağı, 268)
Kerim Bey ile ilgili konuşurken
köpek havlamaya başlar. Lütfü Usta
köpeğe küfreder. Bu küfür hem köpeğe
hem de Kerim Bey’edir. "Sen de kafamı
kızdırma” demesiyle daha önce birinin
28
aşçıyı kızdırdığı anlaşılır.
Lütfü
mutfağa
Selim’in
arkadaşlarının
da
gelip
gitmeye
başladığını söyler ve şikâyet eder:
Aşçı: “Kız gitti.. Bir fabrikaya
girmiş duydum.. Ardından Seyfi ayrıldı.. O
da bir sendikaya girmiş. Yerlerine Selim
gibi aynı bokun soyu iki kişi geldi.. Ya
Sabır.. Selim yetmezmiş gibi, arkadaşları
da gelip gitmeye başladılar. Lütfü Usta
içkili bir sofra hazırla.. Lütfü Usta bize
ziyafet çekeceksin. Ya Sabır.. Yahu biz
kimlere hizmet ediyoruz.. Bu arada itler
çoğaldı. .Üç taneler şimdi, ya sabır.."
(Zengin Mutfağı, 283-284)
Seyfi ve Kız’ın yerine Selim
benzeri iki kişi daha gelir. Yazar bu
durumu "itler çoğaldı, üç taneler” diyerek
ifade eder. Köpek, Kerim’in adamları için
kullanılır.
Selim, Kız’ın köpeği zehirlediğini
sanır.
Baskın
sonrası
gelip
Kız’ı
cezalandıracaktır.
Kaçmaması
için
Lütfü’nün Kız’a göz kulak olmasını ister.
Hâlbuki köpeği Lütfü zehirlemiştir. Kız,
nişanlısı
Selim’in
kendisinden
şüphelendiğini anlayınca yıkılır, evi terk
eder. Bu durum üzerine Aşçı Lütfü olayları
sorgular:
29
Aşçı: Hey durun.. gittiler.. Yani kız
da gitti.. Eee.. Ben ne diyeceğim bu
pezevenge şimdi.. Ben kızı tutayım, sen
de tozunu kaldır.. Meymenetsiz it. (Köpek
havlamaları) Sus ulan itoğlu it.. Şu köpeği
de zehirlesem mi acaba.. Eee yenisini
alırlar o zaman.. Eee ne olacak yani.. O da
it, bu da it, o da Kerim Beyin hizmetinde
bu da Kerim Beyin hizmetinde.. (Zengin
Mutfağı, 283)
Lütfü Usta, açık bir şekilde hem
Selim için hem de dışarıdaki köpek için "it”
sözcüğünü kullanır. "Şu köpeği de
zehirlesem, yenisini alırlar” derken yeni
adamların ve yeni köpeklerin geleceğinin
bilincindedir. Kerim Bey’in köpekleri
öldürmekle tükenmez. Hizmet edecek
birileri daima vardır. Önemli olan, Selim’in
söylediği ve düzen taraftarlarının felsefesi
olan “Bak kızım bizim ölçümüz bellidir. Bir
insan ya bizdendir, ya karşıdan, bunun
ortası yoktur. Kim olursa olsun bir şey
değiştirmez..." (Zengin Mutfağı, 274)
ölçüsüne karşı direnmektir.
Sonuç olarak Vasıf Öngören
Zengin Mutfağı’nda bir mutfakta çalışan
işçilerin bilinçlenme sürecini anlatır.
Eserde köpek motifini kullanan yazar, evi
koruyan
köpek
ile
efendilerine
köpekleşenler arasında paralellik kurup
30
gelecekte olanları bu motif üzerinden
okuyucuya sezdirir. Köpek; havlamasıyla,
insanlara saldırıp onları parçalamasıyla
işlenir. Selim’de Kerim Beyin emrinde
işçilere saldırmış, haklı haksız aldırış
etmeden onlara baskınlar düzenlemiştir.
Yazarın sermayenin adamları için köpek
hakaretini kullanması, bu kesime duyduğu
öfkenin yansımasıdır.
Kaynaklar
1. Öngören, Vasıf, Zengin Mutfağı,
İstanbul: Bütün Oyunları 1, Mitos- Boyut
Yayınları, 1999
31
32
33
Konu: "Günün Adamı”nda Siyasetteki Aksaklıkların Topluma Etkisi AdıSoyadı: Ceren Er No: 462 Sınıfı: 11-F
SİYASETTE DEĞİŞEN BİRŞEY YOK!
Haldun Taner’in "Günün Adamı” adlı eserinde başarılı bir profesörün, yaptığı
bir konuşmadan ötürü bir siyasal parti tarafından politikaya girme ve
partilerinde yer alma teklifi aldığı söylenmekte, sonrasında profesörün
yaşadığı iç çatışma, çevresinde olan değişim ve siyasete katıldığında başına
gelecekler anlatılmaktadır. Haldun Taner böylelikle çok partili sistem kötü
amaçlarla kullanılırsa siyasete giren herkes onun kölesi olur, benliğini
kaybeder tezini ortaya koymaktadır. Eserde, politikada yaşanan aksaklıklar
toplum değerlerindeki değişime neden olmaktadır. Değişen değerler;
ihtisasın verilen önemin azalması, kişiliğe duyulan saygının yitirilmesi,
dürüstlük kavramının içinin boşaltılması, verilen sözde sadık olmama ve
ayrımcılığın toplum tarafından kanıksanmasıdır.
Siyasette yaşanan aksaklık, toplumdaki ihtisasa verilen önemin
kaybedilmesine neden olmaktadır. Bu durum, profesörün karısı ve
kayınpederinin aralarındaki konuşmalarında görülmektedir. Profesöre
politikaya atılma teklifi gelmiştir, fakat daha kararının ne olacağı belli değildir.
Karısı ile kayınpederi ise kabul ettiğini hayal ederek onun için bir bakanlık
tercihi yapmaktadırlar:
“Kadın: Yok ama yapmazlar onu. Oraya (hariciye nazırlığı) meslekten bir
diplomat seçerler, ihtimal... Görürsün, bizimkine ya iktisat, ya maliye öyle bir
şey vereceklerdir. İhtisası diye.
Kayınpeder: Boş ver efendim ihtisasa. Nazırlıkta ihtisas sonradan gelir. Bak
mesela şimdiki ticaret nazırı neci idi vaktiyle?
Kadın: Neciydi?
Kayınpeder: Bevliye mütehassısı.
Kadının profesör adına düşündüğü mevki hakkında babasıyla konuşmasında
hariciye nazırlığının profesöre verilmeyeceğini inandığı görülmektedir. Bunun
sebebi ihtisasının nazırlığa uygun olmasıdır. Kayınpederi ihtisasın önemli
olmadığını başka bir nazırı örnek vererek açıklamaktadır. Diğer nazırda
görüldüğü gibi nazırlığa getirilirken tahsiline bakılmamakta, kişinin görevini
nasıl yapacağı o konuda başarılı olup olmayacağı sorgulanmamaktadır. Bu
durum siyasetteki eğitime yönelik aksaklıkları ve dolayısıyla oluşan kalite
düşüklüğünü okuyucuya göstermektedir. Toplum da bu yanlış durumu işine
geldiği gibi kabul etmekte, ihtisasa önem vermemeye başlamakta ve insan
hayatında önemli bir yeri olan eğitimi önemsememektedir.
Politikanın içinde olan insanların hükmedici güçlerinin olması siyasetteki
aksaklıklardan kaynaklanmaktadır ve bu ezici güç toplumdaki, insanlara
34
verilen değerde değişikliklere yol açmaktadır.
Bu, profesörün siyasete atılmadan önce yaşadığı bir görülmektedir:
Profesör: Hatırlar mısın evvelki yıl maarif nazırı gelmişti üniversiteye? Kadın:
Hatırlayamadım.
Profesör: Hani beni talebesini paylar gibi haşım haşım haşladı sınıfta
bıraktığım nazır kızı yüzünden. Hem de üç hocanın önünde.
Doçent: Hatırlıyorum.
Profesör: Ve ben ne aciz, ne zavallı kalmıştım. Haklı olduğum halde. İşte
dostum ben iktidarı o gün özledim.
Profesörün başından geçen olayda politikanın içinde olmanın verdiği gücü
görmekteyiz. Bir nazırın, haklı olmasına rağmen hocaların karşısında büyük
bir profesörü çocuk azarlar gibi azarlaması siyasetteki aksaklığı
göstermektedir. Aksaklığın sebebi olarak, politikaya atılmış ve nazır
konumuna gelmiş insanların bir eğitimcinin değerini bilemeyecek seviyede
olduğu gösterilmektedir. Bu ise topluma, insanlara karşı olan saygının
kaybedilmesi olarak geri dönmektedir. Ayrıca toplumun gözünde değerli olan
eğitimcilerin önemsenmemesi, hükmediciliği olan insanların önemsenmesine
neden olmaktadır. Bu da toplumun değer yargılarında değişikliğe neden
olmaktadır. Ayrıca toplumda hükmetme isteğinin artmasına ve profesörde de
olduğu gibi istenilmeyen hırsa yol açmaktadır.
Siyasetteki diğer bir aksaklık dürüstlük konusundadır ve bu da toplum
değerlerinde değişikliğe neden olmaktadır. Bu durum sanayi nazırı olan
profesör hakkında konuşan iki gazetecinin sözleriyle okuyucuya
gösterilmektedir:
I.
Gazeteci: Belli olmaz.
II. Gazeteci: Bu nezaret bugüne kadar bu kadar dürüst, bu derece namuslu
adam görmedi. Muhalefet bile bir ona dil uzatamıyor. Neden? Sağduyuyu
parti mülahazalarından da üstün tutan tek politikacı oluşundan.
I.Gazeteci: Büyük söyleme.
Gazeteciler
profesörün
sağduyulu
oluşundan
dürüstlüğünden
bahsetmektedirler. II. Gazetecinin "bugüne kadar onun kadar namuslusunu
görmedim” sözlerinden siyasetteki hemen hemen bütün insanların sahtekâr
olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca profesörün dürüstlüğüne tam olarak
inanamamaları ve şaşkınlıkları, bu durumun politikada nadir göründüğünü bir
kez daha göstermektedir. Bu da siyasetin aksayan yönlerinden birini temsil
etmektedir. Gazetecilerin inanmakta güçlük çekmeleri, politikacıların dürüst
olmayacaklarını kabullendiklerini göstermektedir. Toplumun değer
yargılarına bakıldığında, ülkeyi yöneten kısımda yani siyasette sahtekârların
35
garip karşılanması gerekirken, dürüst olanın sıra dışı olması değişen toplum
yapısını okuyucuya göstermektedir.
Genel sekreter ile profesörün politika hakkındaki münakaşaları siyasetin
aksayan yönlerinden bir diğeri olan verilen vaatlerin yerine getirilmemesini
anlatmaktadır. Bu durum da toplumun değer yargılarını etkilemektedir:
Profesör: Biz iktidara anayasaya ve insan haklarına aykırı bir vergiyi
önleyerek geçmedik mi idik?
G. Sekreter: Evet
Profesör: Şimdi nasıl olurda anayasaya ve insan haklarına aykırı aynı çeşit
bir vergiyi ihdas etmeye kalkarız?
G. Sekreter: Bırak bu mantığı be hoca. Politikada hep karşı partiye
bakacaksın o ne diyor. Verginin aleyhinde. Sen lehinde olacaksın. Lehinde
mi, sen derhal aksini savunacaksın. Mesele bu. Yok vaktiyle öyle demişiz
yok böyle demişiz. Geç bunları bir kalem.
Politikaya yeni atılmış olan profesör, bulunduğu konuma gelmesini sağlayan
başkaldırılarının, savunduğu tezinin tam tersi bir şekilde davranmayı, verdiği
sözleri yerine getirmemeyi yanlış bulmaktadır. Fakat hayatını siyasette
harcamış olan Genel Sekreter onun gibi düşünmemektedir. Çünkü o da
siyasetin aksayan bu yönünü kabullenmekte ve hatta bundan yararlanmaya
çalışmaktadır. Ayrıca Genel Sekreterin verilen sözlerin yerine
getirilmemesini bir kuraldan bahseder gibi söylemesi, yanlış olan bu duruma
karşı kabullenişi, toplumda değişen sadakat yapısını ortaya koymaktadır.
Siyasetinin en büyük aksaklıklarından biri olan kişilikleri yok sayma durumu
ve bunun toplum üzerinde yaptığı etki, profesörün politikaya atılmasını
istemeyen, bir hocaya bu durumu yakıştırmayan sinsi arkadaşı doçentin
ağzından anlatılmaktadır. Doçent profesörün yanına uğramakta ve bunları
söyleyip gitmektedir:
Doçent:. Siz, siz değilsiniz artık.
Profesör: Ya kimim?
Doçent: Politikada sen ben olmaz. Biz ve onlar vardır sade. Siz bir partinin
adamısınız o partinin malı, kuklası.
Profesör: Peki ya şahsiyetimi ne yapıyorsun?
Doçent: Onu er geç parti şahsiyetinin tavasında eritirler ya da eritecekler.
Profesörün siyasete katılma kararında onu desteklemeyen tek kişi olan
doçent, profesöre verdiği kararın hatalı oluşunu bir kez daha
hatırlatmaktadır. Profesöre siyasetin aksayan yönünü yani politikanın
kişilikleri önemsemeyen yüzünü göstermektedir. Doçentin politika için
kişilerin önemli olmadığını sadece iktidar ve muhalefetin olduğunu, kişilerin
36
sadece geçici birer piyonlar olduklarını söylemektedir. Bu durum da diğer
kabul edilen aksaklıklar gibi toplumda yerini almaktadır. Toplumda bireyler
olması, bireye saygı duyulması gerekirken politikada bu durum tam tersi
işlemektedir. Sonucunda da toplum değerleriyle bireyin çatışmasına neden
olmakta ve toplumdaki bireysellik, kişilik kavramlarının yok olmasına neden
olmaktadır.
Toplumun içinden gelen sıradan bir adamın profesörle konuşmalarından
yapılan torpillere karşı, toplumun bakış açısı, dolayısıyla siyasetteki başka
bir aksaklık gösterilmektedir:
Adam: Ayıplanmaz. Olur böyle şeyler. Dünyanın her yerinde böyledir. Her
memlekette rayları ulaştırma nazırının akrabaları döşer. Piyasada en büyük
vurgunu vuranlar hasbelkader ticaret nazırının dostlarıdır. Olur bu kadar.
Buna itirazımız yok. Ama derecesi var değil mi ya. Bize de insaf edin biraz.
Biz de aile geçindiriyoruz.
Adam, iğneleyici bir üslupla yaşanan torpilleri anlatmaktadır. Hasbelkader,
tesadüfen gibi kelimeleri kullanması hem taşlama yapmasını sağlamakta
hem de yaşanan bu aksaklığın kabullenildiğini göstermektedir. Normalde,
hiçbir insanın ya da toplumun kabul edemeyeceği ayrıcalık, öncelik verme
toplumun değer yapısının bozulması sonucu, kabullenilmektedir. Toplum
buna olmakta gelmekte sadece kendilerinin de geçinebilmelerine izin
verilmesini istemektedirler.
Sonuç olarak Haldun Taner, "Günün Adamı” adlı eserinde bir profesörün
politikaya katıldığında başına gelebilecek kötü olayları ve dolayısıyla
siyasetteki aksayan yönleri anlatmaktadır. Profesörün politikaya girdikten
sonra ailesinde, çevresin ve kendisinde meydana gelen düşünce ve yaşantı
değişimi, toplum değerlerinde ki bozulmaları ortaya koymaktadır. Politika da,
işinin ehli olmayan, eğitim almamış insanların bulunması, ihtisasa bakış
açısının değişmesine neden olmaktadır. Partilerde kişilere değer
verilmemesi, halktan kopuk bir siyaset anlayışının gelişmesine yol
açmaktadır. Ayrıca politikadaki yolsuzluklar, torpiller; toplumdaki dürüstlük
anlayışını yaralamaktadır. Yazar, Günün Adamı adlı eseri ile politika
dünyasına ayna tutmakta, siyasi arenadaki çürümenin toplumdaki değerleri
değiştirdiğini ortaya koymaktadır.
Kaynaklar
1. Taner, Haldun, Günün Adamı, Sander Kitabevi, İstanbul, 1953
37
Konu: Anton Çehov’un Uzun Tiyatrolarında Rus Toplumuna Eleştirel Bir
Bakış
Adı-Soyadı: Sümeyye Koşkulu
Sınıfı: Hazırlık D No: 404
Anton Çehov, "Vişne Bahçesi” adlı tiyatro eserinde Rusya’da bulunan ve
geçmişi simgeleyen vişne bahçesinin satılış öyküsünü anlatmaktadır.
Çehov, ”Vanya Dayı’’da bir profesör ve çevresindekilerin başından geçenleri
ve içinde bulundukları çatışmayı işlemiştir. ‘’Üç Kızkardeş’’ isimli tiyatro
eserinde ise yazar, gelecekleriyle boğuşan üç kızkardeşin ve çevrelerindeki
aydın ve asker sınıfın başından geçenleri anlatmaktadır. Yazar, eserlerinde
değişen değerleri, insanların boşluğa sürüklenişini, değişime ayak
uyduranların varlığını sürdürüp ayak uyduramayanların eleneceğini
savunmuştur.
Çehov, üç eserinde de Rusya’nın durumunu okuyucuya sunar. Vişne
Bahçesi’nde Rusya’nın sanata ve bilime önem vermediğini ve çağın
gerisinde kalmış olmasını eleştirmektedir. Vanya Dayı’da yazar, Rusya’nın
henüz uygarlaşmamasını, insanların cahilliği yüzünden ortaya çıkan
yozlaşmayı ve köylü sınıf ile aydın sınıfı eleştirmektedir. Üç kızkardeş’te ise
aydın sınıfın bunalımda olduğunu işlemektedir.
Vişne Bahçesi’nde Çehov, çağın gerisinde kalan Rusya’nın eleştirisini
Trofimov’un ağzından yapar. Anya ile Trofimov, vişne bahçesinde yalnız
kaldıklarında Trofimov Anya’ya şöyle bir konuşma yapar:
TROFİMOV: Çağımızın en az iki yüz yıl gerisinde kaldık. Henüz hiçbir şey
başarmış değiliz. Geçmişle gerektiği gibi doğru, açık bir ilişkimiz de yok.
Yalnızca ahkâm kesiyoruz. Can sıkıntısından yakınıyoruz ya da votka
içiyoruz. Ne var ki, çağımızın gereklerini yaşamanın zamanı çoktan geldi.
38
Her şeyden önce geçmişimizin suçlarından arınmamız, borçlarını ödememiz
gerekir. Eski borçlarımızdan kurtulmak ancak acı çekerek, alışılmamış bir
biçimde çalışarak mümkün olur.’(Vişne Bahçesi, 336)
Trofimov, Rusya’nın dünyadaki gelişmelere ayak uyduramadığından ve
Rusya’nın çağın gerisinde kalmış olmasından bahseder. Dünyada hem
sanat hem de bilim alanında birçok yenilik olmasına rağmen
39
Rusya bu gelişmelere kulak tıkar, haberi yokmuş gibi davranır ve yeniliklere
ayak uydurabilmek için çalışmaz.
Anton Çehov, Rusya’nın çağın gereklerine göre yaşamadığından ve çağı
yakalayabilmek için çalışmadığından yakınır. Rusya, bu geri kalmışlıktan
kurtulmak için tarihinden ders almaz. Çehov çıkış için şu düşünceyi savunur:
Rusya çağı yakalamak için çok çalışmalı ve geçmişini incelemelidir.
Vişne Bahçesi’nde yazar, Rusya’daki sanat ve bilimden söz etmiştir. Çiftliğin
satılmasına yakın bir zamanda çiftlik sahipleri ve çalışanları aralarında
konuşurken Trofimov durum değerlendirmesi yapar:
TROFİMOV: İnsanlık kendini geliştirerek ilerliyor. Eskiden akıl erdiremediği
kavramlara gittikçe yaklaşıyor; aydınlanıyor. İşte bu nedenle çalışmamız,
tüm gücümüzle çalışarak gerçeği arayanlara yardımcı olmamız gerekir.
Bugün Rusya’da çok az kişi çalışıyor. Ne yeni bir şey öğrenirler, ne de ciddi
bir şey okurlar. Kısacası, hiçbir şey yapmaksızın bilimden yalnızca söz
ederler. Sanattan anladıkları da yoktur. Hepsi ciddi, asık suratlıdır, yalnızca
önemli konulardan bahsederler. (Vişne Bahçesi. 330)
Çehov, Rusya ile ilgili eleştirilerini Trofimov’a söyletmektedir. Trofimov’un
konuşmasıyla Rusya’nın durumunu gözler önüne serer. Trofimov, insanlığın
kendisini geliştirdiğinden bahseder. Rusya’nın bu gelişmelerin gerisinde
kaldığını ve bu gelişmelere yetişebilmesi için çok az kişinin çalıştığını söyler.
Çehov, Trofimov’un ağzından, Rusya’yı değerlendirirken bilim ve sanattan
bahsetmesi boşuna değildir. O, pozitif ilimlerdeki ilerlemenin sanatsal
ürünlerle desteklenmesiyle gerçekleşeceğine inanmaktadır. Rusya’da
insanlar sanattan anlamazlar, fakat sanat hakkında konuşarak felsefe
yaparlar. Bilimden de anladıkları yoktur, sadece boş konuşurlar, fakat hiçbir
araştırma yapmazlar, üstelik kitap da okumazlar.
Çehov, ’Vanya Dayı’ adlı tiyatro eserinde Rusya’nın uygarlaşmadığını,
tembellik ve cahillik yüzünden yozlaştığını vurgulamıştır. Astrov, elindeki
harita üzerinden Yelena’ya Rusya’nın kötü bir durum içinde olduğunu şöyle
anlatır:
ASTROV: Aslında bu, kesinlikle yozlaşmış bulunan ve görünüşe göre de on,
on beş yıl içinde tamamlanacak olan bir yozlaşmanın resmidir. Bunda
uygarlığın etkisi vardır ve eski hayat düzeninin yerini kendiliğinden yenisine
bırakması zorunludur diyeceksiniz. Ortada, çetin bir yaşam mücadelesi
vermenin sonucu olarak beliren bir yozlaşma vardır. Bu yozlaşma,
cahillikten, anlayışsızlıktan, tembellikten ileri gelmektedir. (Vanya Dayı, 146)
Astrov,
harap
hale
gelen
yerlerin
40
uygarlaşmaya
yönelik
adımlarla
zenginleştirilmesi gerektiğini savunur. Fakat Rusya’da bu harap yerlerini ger
eskiden daha kötü durumda olup, etrafa hastalık ve yoksulluk yayar. Çehov,
Rusya’nın gelişen dünyada hala uygarlaşamadığından yakınmaktadır.
Rusya’nın gelişerek daha ileri bir seviyeye gelmesi gerekirken eskiyi
yaşadığını hatta eskiden daha kötü bir durumda olduğunu anlatır.
Astrov, Rusların cahilliği yüzünden baş gösteren yozlaşmayı da eleştirmiştir.
İnsanların uygarca düşünmemesi sonucu ortaya çıkan yozlaşma Rusya’nın
ilerleyememesine sebep olur. Çehov da insanların cahilliği ve tembelliği
yüzünden Rusya’nın çağın gerisinde kalmış olmasından yakınır.
‘’Vanya Dayı’’ adlı tiyatro eserinde yazar, Rusya’daki köylü ve aydın sınıfı
Astrov’un ağzından eleştirmiştir. Sonya ile Astrov yemek odasında yalnız
kalırlar. Astrov, Sonya’ya:
“Köylülerin birbirlerinden farkı yoktur, onlar hala gelişmemişlerdir, pislik
içinde yaşarlar; aydın kişilerle geçinebilmek ise çok zordur. Bizim bu köylü
dostlarımız, düşünce fakiridir, duygudan yoksundurlar, burunlarının ötesini
göremezler, ya da daha açık olarak ahmaktırlar. Onlardan bir gömlek üstün
ve biraz daha akıllı olanlar isteriktirler, kendi düşünce ve duygularını
araştırmak, bunarlı çözümlemek hastalığına tutulmuşlardır. Bunlar hep
sızlanıp dururlar, kin ve iftiraya delicesine tutkundurlar, insana sinsice
yandan yanaşırlar, yan gözle bakarlar."der. (Vanya Dayı, 131)
Astrov, köylü sınıfı da aydın sınıfı da beğenmez ve onları eleştirir. Ona göre
köylü sınıfı akıllıca düşünemez, duygusuzdur ve gelişmemiştir. Çehov, bu
sınıfın düşünce fakiri olmasından, kendilerini geliştirememesinden ve
duygudan yoksun olmasından yakınır.
Aydın sınıf ise, tam tersidir. Bu sınıf köylü sınıftan daha akıllıdır. Fakat
duygu ve düşüncelerini devamlı araştırırlar. İnsanlara kin ve nefret ile bakıp
kibirlenirler. Kendilerini çok yükseklerde görürler ve diğer insanları ezmek
isterler. Çehov, Rusya’da bulunan köylü sınıfın gelişmemesini, aydın sınıfın
ise büyüklenmesini eleştirir.
‘’Vanya Dayı’’da Çehov Rusların, ülkelerini geliştirmek için hiçbir katkıda
bulunmadıklarından, çok şey yapmış gibi kendilerini yüksekte görmelerinden
yakınmaktadır. Profesör konuşma yapmak için bütün aileyi eve çağırdığında,
toplantı başlamadan önce Yelena, Sonya hakkında şöyle bir
değerlendirmede bulunur:
’YELENA: Bu zavallı kızcağızı anlıyorum. Bütün bildikleri yemek, içmek ve
uyumak olan bir takım sönük gölgelerin insan diye dolaştığı, bayağılıktan
başka bir şeyin işitilmediği bir çevrede can sıkıntısından boğulurken, arada
bir o geliyor. (Vanya Dayı, 143)
41
Yelena bulunduğu çevreden ve birlikte yaşadığı insanlardan memnun
değildir. Rusya’daki insanların yararlı işler yapmadığından ve monoton bir
hayat sürdürdüklerinden bahseder. Çehov, gelişen dünyaya karşı, Rusların
uygarlığa katkıda bulunmadan yaşamalarından, her gün aynı şeyi
yapmalarından şikâyet eder.
Ruslar gelişmek namına hiçbir şey yapmadıkları halde, ülkeleri için bir çok
yenilik yapmış gibi böbürlenirler. Çehov, geri kalmış olan Rusya’nın yenilikler
yaparak daha ileri bir seviyeye gelmesi gerekirken hiçbir şey yapmadığı
halde kendini yükseklerde görmesinden yakınır.
Çehov, ’’Üç Kızkardeş’’ isimli tiyatro eserinde aydın sınıfın bunalım içinde
olduğunu Verşinin karakterinin ağzından anlatır. Prozorovlar’ın evinde
Verşinin ve Maşa’nın yalnız kaldıkları bir zamanda Verşinin şöyle bir
açıklama yapar:
VERŞİNİN: Sivil olsun, asker olsun buralı bir aydını dinleyecek olursanız ya
karısından ya evinden ya malikânesinden ya da arabasında yakınır. Ruslar
yaratılışları gereğince yüksek fikirler taşıdıkları halde hayatta niçin böyle
aşağı bir düzeyde kalmışlardır. (Üç Kızkardeş, 217)
Verşinin, bu konuşmasında Rusya’daki aydınları eleştirir. Aydın sınıfın halkı
aydınlatması, modernleşmeye yönelik adımlar atması ve teknolojik
gelişmeleri yakından takip etmesi gerekirken sadece kendi sorunlarını
düşünmesini eleştirmiştir. Çehov, bir çok alanda kendini geliştirememiş olan
Rusya’nın gelişmesi gerekirken halkın üst tabakası olan aydınların sadece
kendi sorunlarıyla ilgilenmesinden yakınmaktadır.
Çehov, aydınların halk için değil de, kişisel problemleriyle ilgilenen
aydınlardan ‘’Martı’’ isimli tiyatro eserinde de bahseder. Martı ‘da Treplev,
Trigorin ve Arkadina gibi toplumun üst tabakasından olan sanatçıların şan,
şöhret ve aşkın peşine düşerek halk için bir şeyler yapmamasını eleştirir.
Rusya’da halkın en çok ihtiyaç duyduğu sınıf olan aydınların ülkeleri için
katkıda bulunmamasından yakınır.
Sonuç olarak, Anton Çehov uzun tiyatrolarında Rusya’nın içinde bulunduğu
durumu teşhis etmiştir. Rusya’nın sanat, bilim ve ekonomik yeniliklerin
gerisinde kalmış olmasına ‘’Vişne Bahçesi’’ üzerinden, Rusya’nın uygarlık
yolundaki kötü durumunu, yozlaşmasını ve köylü sınıf ile aydın sınıf
eleştirisini ‘’Vanya Dayı’’ üzerinden, aydın sınıfın bunalımda olmasını da ‘’Üç
Kızkardeş’’ üzerinden işlemiştir. Yazar, ülkenin profilini Rusya’daki aydınlar
üzerinden çizerek okuyucuya sunmuştur. Dünyada birçok gelişme ve yenilik
olmasına rağmen Rusya’nın üst sınıfında bulunanların gelişmek için çabada
bulunmaması bütün ülkeyi etkilemektedir. Çehov bir aydın sorumluluğu ile
42
eserlerini toplumun hizmetine sunmuş ve başta Rus insanının bilinçlenmesi
için çeşitli alanlarda değerlendirmelerde bulunmuştur.
Kaynaklar
1. Çehov, Anton, Toplu Oyunlar, İş Bankası Yayınları, 2006
43
Konu: "Zengin Mutfağı”nda Dönemin Karakterler Üzerindeki Etkisi AdıSoyadı: Ezgi Birdal No: 401
Sınıfı: Hazırlık-D
TARAFINI ŞAŞIRANLAR Vasıf Öngören "Zengin
Mutfağı” adlı tiyatro eserinde zengin bir iş adamının köşkünde çalışanlar ile
köşke gelip gidenler aracılığıyla 1970’lerin Türkiye’sindeki işçi-patron
çatışmasını anlatmıştır.
Yazar, eserinde toplumsal olaylara duyarsız kalınamayacağını, tarafsızlığın
karşı tarafta yer almak olduğunu savunmaktadır. Öngören, dönem
özelliklerini kullanarak köşkte çalışan Lütfü Usta, Seyfi ve Kız karakterlerinin
olayların dışında kalma çabasını ve olaylar neticesinde kahramanların iç
hesaplaşmaya girerek bilinçlenme sürecini işlemektedir.
Ahmet, Lütfü ustaya patronunun işçilerden korkup Avrupa’ya kaçtığını
söyler. Fakat Lütfü Usta inanmaz, çünkü patronuna çok fazla
güvenmektedir:
AŞÇI: Tövbe tövbe... Adamı kızdırma... Benim patronum sizlerden işçilerden
korkup kaçacak ha.. Benim patronum... Ha... aklınıza turp suyu sıkayım...
Moskof ihtilali mi ulan bu... Benim patronum... Pehlivan Lütfü’nün patronu
korkup kaçacak ha... Doğru mu söylüyorsun ulan... Bak benimle dalga
geçme..
İşçi olayları İstanbul’un her yerine yayılmıştır. Kerim Bey ve ailesi zarar
görmemek için yurt dışına kaçar. Lütfü Usta, patronunun Avrupa’ya
kaçtığına hala inanamaz. İnanmadığını söylese bile emin değildir.
Oradakilere sorar, fakat cevap alamaz. Lütfü Usta’nın işçi hareketlerini
"Moskof İhtilali” diye nitelemesi kendisine ekmek verdiğini düşündüğü
patronunun tarafında olduğunu göstermektedir.
Lütfü Usta köşkte çalışanların sözleri üzerine patronunun Avrupa’ya
kaçtığını kabullenir. Olayların büyük olduğunu ve dışarısının çok karışık
olduğunu öğrenen Lütfü Usta kıza söylenmeye başlar:
AŞÇI: Kız bana bak ne yapacağız şimdi? Bakarsın burayı da basarlar. Git
bakalım git... Sen ne anlarsın Moskof ihtilalinden!.. Kapına kasketini assınlar
da gör. İşe bak yahu... Ya beni patron zannederlerse? (Acele ceketini çıkarıp
önlüğünü giymeye çalışır. )
Ben patron olmadığımı anlatıncaya kadar... Post gider elden... Ben aşçıyım
arkadaşlar... (Durur gelenler adına cevap verir). Ya demek Kerim Bey’in
hizmetini gören sensin... Mal getirmişim mutfağa... Mal getirmişim tamam
küfeyle mal getirmişim.
45
Lütfü Usta ücretlerini alamayan işçilerin evi basacağını düşünmektedir.
Korkusu işçilerin onu patron sanmasıdır. İşçiler geldiklerinde ne
söyleyeceğini planlamaya çalışır. Önce kendisini aşçı olarak tanıtmayı
düşünür, daha sonra da mutfağa mal getiren biri olmaya karar verir. Lütfü
Usta’nın kendisini farklı biri gibi göstermeye çalışması olayların dışında
kalma çabasını göstermektedir.
Nişanına geç kaldığını düşünen Selim telaşla içeri girer. Köşkte kızı arar,
hemen konuşmaya ve durumu anlatmaya başlar:
SELİM: Evini öğrendi kuyumcunun, evine gittim... Adam korkudan sokağa
çıkamıyor... Saatlerce dil döktüm razı ettim adamı... Birlikte gittik dükkanına.
Allahtan o sıra olaylar durulmuştu, oralarda... Acele gidip, getirdi yüzükleri.
Ama korkudan da öldü adamcağız...
Selim zor da olsa yüzükleri almıştır. Kuyumcu evden çıkıp olaylara karışmak
istememektedir. Olayların biraz durulmasından yararlanarak dükkanı açıp
yüzükleri alırlar. Kuyumcunun dışarı çıkmaktan bu kadar çok korkması
olaylara karışmak istememesini ortaya koyar. Toplum, toplumsal olaylardan
zarar görmemek için saklanmaktadır.
Köşkün şoförü olan Seyfi de olaylara taraf olmak istememektedir. Öyle ki
kardeşi Ahmet’in karıştığını öğrenince sinirlenir.
SEYFİ: Kötü ya... Bugün arabada konuşurlarken duydum gece kondu da
evlerini bile yıktırmayı tasarlıyorlar. O kadar söyledim sana karışma şu işlere
diye... Hadi bakalım ne olacak şimdi?
Seyfi, Lütfü Usta gibi olaylara karışmak istememektedir. Ahmet’e de olaylara
karışmaması gerektiğini söylemiştir. Seyfi, eğer olaylar karışırsa evini ve işini
kaybedeceği için korkmaktadır.
Kerim Bey, Avrupa’dan döndükten sonra Selim sürekli köşkte kalmaya
başlar. Selim, Kerim Bey’in emri üzerine işçi hareketlerini örgütleyenleri
öldürmek için baskın hazırlıklarına başlar.
SELİM: Baskın için bundan iyisi olamazdı. Tam solcu işçilere döndün.
SEYFİ: Baskın mı? Nasıl baskın... Ben baskına gitmem...
SELİM: Korkma canım sen sadece bizi taşıyacaksın.
Yazar, Seyfi karakteri ile olaylara karışmak istemeyen kesimi göstermek
istemiştir.
Vasıf Öngören eserinde mutfakta çalışan karakterleri iç hesaplaşmadan
geçirmektedir. Lütfü Usta bilinçlenme sürecine girer ve olayların hep
46
sıkıyönetime rastladığını fark eder. Aşçı nasıl bir oyun oynandığını anlamaya
çalışır:
AŞÇI: Yahu durun ama durun. Yahu bütün bu anlattıklarım sıkıyönetime
rastlıyor... Yahu durun... Bizi hep sıkıyönetimde yaşatmışlar. Yani tuhaf...
Yani şaşırdım...
Lütfü Usta yaşadığı hayatın sürekli sıkıyönetimde olduğunu anlar. Sürekli
sıkıyönetimde olmak ve bunun farkına yeni varmak aşçıyı şaşırtmıştır. Bir an
için geçmişte yaşadıklarını hatırlar ve hepsinin sıkıyönetimde olduğunu fark
eder. Sıkıyönetimler halkın bilinçlenmesini korku, caydırma ve cezalandırma
ile engellemektedir. Zengin sınıf ise sömürü düzenini sıkıyönetim ile
korumaya alır.
Lütfü Usta’nın mesaisi bittiği anda köpeklere yemek vermesi gerekmektedir.
Bu da aşçının canını sıkmaktadır. Mutfakta kendi kendine konuşmaya
başlar:
AŞÇI: (Yeni köpeğe biftek hazırlamaktadır) Ben kime hizmet ediyorum?
Kerim Bey’e mi, köpeğine mi? Ben köpeklere hizmet etmem arkadaşlar...
Hem benim mesaimin ne zaman biteceği belli olmalı... Aşçıysak eşek değiliz
ya... Bana bak Seyfi o kadar kitap okudun... Ben nasıl grev yaparım, anlat
bana grev yapacağım arkadaş...
Lütfü usta bu yeni köpeğe hizmet etmekten bıkmıştır. Kerim Bey neyse de
köpeğe ve Kerim Beyin adamı Selim’e hizmet etmek aşçının ağırına
gitmektedir. Aşçı grev yapmayı öğrenmeye çalışır. Aşçı da bilinçlenmek
istemiştir.
Selim, Kerim Beyin gönderdiği kamptan döndükten sonra çok değişmiştir.
Köpeğin öldürülmesi üzerine kimin öldürdüğünü bulmaya çalışır. Sonunda
içerden birinin yaptığına kanaat getirir. Selim kızdan şüphelenmiştir. Kız ise
bunu en son öğrenir.
KIZ: Üzülmüyorum usta yalnız bir şeye yanıyorum. Seyfi ağabeyi kurtarmak
için için yalvardım... Kendim için yalvardığımı sanmış işte bir buna
yanıyorum.
Kız çok sevdiği nişanlısının kendisini öldürmeyi planladığını duyunca içten
içe çöker, fakat bunu belli etmemeye çalışır. Sadece Selim’in kendisi için
yalvardığını düşündüğüne üzülmüştür. Kız bu olaydan sonra iç
hesaplaşmadan geçer ve evden ayrılmaya karar verir. Seyfi de haksız yere
işçilerin işten atılmasına dayanamaz, evi terk eder ve devrimcilerin safına
geçer.
47
Lütfü Usta, kendi çocuğu gibi sevdiği kızın evden ayrılması üzerine ikilem
içinde kalır. Bu zalimlere daha fazla hizmet etmek istememektedir, ama yirmi
sene çalıştığı köşkten ayrılmak da ağır gelmektedir.
AŞÇI: Ayrılayım diye düşünüyorum... Ama zoruma gidiyor. Yirmi sene
burada Kerim Bey’in köşkünde aşçılık yapmışım. Bu yaştan sonra nereye
giderim ne yaparım... Mecburen ya sabır... Geçenlerde gazetede bir fotoğraf
vardı... Bir de baktım amanın durun yahu olamaz... Bir fabrikanın önünde
bizim kız var ya onunla Selim gırtlak gırtlağa dövüşüyor. İşte o anda
ayrılmaya karar verdim. Ama yine de danışayım dedim ayrılmak mı zor
yoksa Kerim Bey’e hizmet etmek mi?
Lütfü Usta, hizmet ettiği Selim’i, Kız ile dövüşürken görmesi üzerine Kız
kadar olamadığını düşünür. İçinde boğulduğu ikilemden okuyucuya sorarak
çıkmaya çalışır. Yazar, Lütfü Usta karakteri ile insanların iç hesaplaşmalarını
gözler önüne serer.
Sonuç olarak; Vasıf Öngören, Zengin Mutfağı adlı eserinde 1970’lerin işçipatron çatışmasını aktarmaktadır. Yazar, köşkün aşçısı Lütfü Usta, Seyfi ve
Kız karakterleri ile bilinçlenme sürecindeki insanların olayların dışında kalma
çabasını ve iç hesaplaşmalarını gösterir. Oyunun finalinde Lütfü Usta zor da
olsa köşkten ayrılmaya karar verir. Yazar; toplumsal olaylara tarafsız
kalınamayacağını, toplumun bilinçlenerek ve örgütlenerek haklarına sahip
çıkacağını savunmaktadır.
1. Öngören, Vasıf, Zengin Mutfağı, İstanbul: Bütün Oyunları 1, Mitos- Boyut
Yayınları, 1999
48
Konu: "Çemberler” Tiyatrosunun İçerik Yönünden İncelenmesi AdıSoyadı: Yunus Emre VAR No: 138 Sınıfı: 11-D
HAYATIMIZDAKİ ÇEMBERLER Çetin Altan,
"Çemberler” isimli tiyatro eserinde aile yapısındaki bozulmayı işlemiştir.
Eserde kahramanlar, içinde sıkıştıkları çemberlerden kaçma ve kurtulma
isteğindedirler.
Yazar, eserinde yaşanılabilir bir dünya arzulayan ama ne kendine ne de
topluma bir faydası olmayan bireyin, etrafını saran çemberlerden
kurtulamayacağını ve tutsaklık içinde ömrünü geçireceğini savunmuştur.
Yazar, yozlaşmış bir aile portresi çizerek esere başlar. Anne, kumar oynayan
kaybedince de evi terk eden zenginlik ve gösteriş meraklısı bir kadındır.
Baba, maddi sıkıntılar içinde boğulan, karısına ve çocuklarına söz
geçirmekten aciz bir adamdır. Çocuklarıyla ilgilenmeyen baba, ev reisliğini
çocuklara nasihatte bulunmak, nutuk atmak zanneder. Nevin, cinsel içerikli
dergiler okuyan erkek meraklısı nişanlı bir kız; Nejat ise sorumsuz, yurt
dışına gitme hayali peşinde koşan iş bilmez bir delikanlıdır.
Aile içi ilişkilerde saygı ve sevginin kalmadığı görülmektedir. Nejat, annesine
kocakarı, babasına moruk der. Nevin de babasına koca ihtiyar diye lakap
takar. Baba, oğluna serseri diye hitap eder. Nevin cinsel içerikli dergi
okurken babasına yakalanır. Yalan söyleyerek kurtulur. Anne, haftanın dört
günü kumar oynamaya gider. Baba izin vermez. Bağırır çağırır ama anne
umursamaz.
Aile fertlerin ortak noktası, evden ve evde bulunan ortamdan kaçmak ve
kurtulmak arzularıdır. Baba, ailesindeki bu durumu Nejat ile konuşmasında
ifade eder:
Baba: Hakikaten gidecek misin?
Nejat: Gideceğim...
Baba: Peki, para pul.
Nejat: Hiçbir şey istemiyorum.
Baba: Ya bir sıkıntıya düşersen?
Nejat: Buradakinden daha fazla bir sıkıntıyı tahmin edemiyorum.
Baba: Doğru... Ben de sıkılıyorum... Ablan da sıkılıyor... Herkes sıkılıyor.
Herkes hayatını değiştirmek istiyor, bir yerlere gitmek, kurtulmak istiyor.
Nejat: Öyle...
Baba: Gitseler acaba kurtulabilecekler mi? Ne dersin, ha? (s.27)
Baba, anne ile problemlidir. Üstelik ipotek ettikleri ev satılığa çıkarılmıştır.
Anne, kocasının kendisini kısıtlamasından, kumarına karışmasından
50
bıkmıştır. Nevin biri ile evlenip aile ortamından uzaklaşmak ister. Oyunun
baş kahramanı Nejat ise ailesinden ve babasının nutuklarından nefret
etmektedir.
Kapı zilinin çalması ev sakinlerinin beklenti ve korkularını yansıtması
bakımından önemlidir:
Nejat: Ben gitmesem, nasıl olsa siz kovacaktınız beni...
Baba: Kovarsam ben kovarım... Sen de adam ol da kovmayayım. (Nevin’e)
Söyledikleri doğru mu bunun?
Nevin: Bilmem, geçenlerde de Amerikalıların yanında iş bulmuştu sözde...
Baba: Ah, asıl ben bir yer bulsam da, ben çekip gitsem...
Nevin: Annem gitti işte... Nejat gideceğim diyor... Ben de gideceğim
evlenince... Size ne oluyor, neden gitmek istiyorsunuz?
Nejat: Kurtulmak için.
Baba: Kurtulmak!...
Nevin: Hıh... (Hızlı hızlı kapı çalınır.) Nişanlım.
Nejat: İşte geldiler gemiden.
Baba: İcra memurları olmasın. (s.20)
Genç neslin beklentisi ev ortamından uzaklaşmaktır. Nevin nişanlısının,
Nejat gemicilerin geldiğini zanneder. Baba ise içine saplandığı maddi
batağın neticesi olarak memurların icraya geldiğini düşünür. Oysa gelen
anne’dir.
Nejat’ın İtalya’ya gideceği kesinleşince anne ilginç bir tepki verir:
Nejat: Benim gemi kalkacak...
Anne: Bizi bu halde bırakıp ta nerelere gidiyorsun.
Nejat: Hepsi düzelir.
Baba: Toplayın bakalım eşyaları .Kati demek?...
Anne: Mektup yaz... Vaziyetin düzelince beni de aldırırsın.
Nejat: İnşallah...
Anne: Nejat, evladım, gider gitmez Karon pudrası gönder bana, oradakiler
çok iyiymiş... (s.30)
Nejat’ın İtalya’ya gitmesini babası "serserilik” (s.20) olarak nitelendirirken
annesi göstermelik birkaç söz söyleyerek umursamaz. Üstelik oğluna makyaj
malzemesi sipariş etmesi duyarsızlığının ifadesidir. Aile bireyleri birbirinden
son derece kopuktur; baba, oğluna söz geçiremez, anne oğlunun gidişini
umursamaz.
Nejat, İtalya serüvenine çıkar. Bulunduğu ortam ev ortamından farklı değildir.
Babasının yerini Kaptan alır. Ona, emirler yağdırır. Annesinin yerini seyahate
51
çıkan yolcu kadın alır. Üstelik o güne kadar hiç yükümlülük altına girmeyen
Nejat, gemiye kâtip olarak alınır. Geminin mali yükü omuzlarına biner.
Nejat, eşyalarını yerleştirmek için kamarasına iner. Dolabında gemiye kaçak
binen bayan yolcuyu görür. O da kaçmaktadır. Gemi, ortamlarından
memnun olmayıp kaçan insanların buluştuğu bir yer olmuştur. Eşinden
sıkılıp seyahate çıkan kadın da kendi ortamından sıkılmış ve kaçmıştır:
Nejat: Bütün ümit bu gemide... Hepimiz bir şeylerden kaçıyoruz.(s.34)
Tesadüfler, gelişmelere hâkim olmaya başlar. Kaçak kız, nişanlısının
kendisini aldattığını öğrenmiş ve kaçmıştır. Hâlbuki kızın nişanlısı, seyahate
çıkan kadınla kaçak kızı aldatmaktadır. İki bayan birbirine girer. Nejat, kaçak
kızla geçmişe yönelik sohbete başlar:
Nejat: Ya, peki senin yaşındaki kızlar? Nişanlıları kendilerine ihanet etti mi,
evden kaçarlar...
Kaçak: Hadi ben evden kaçtım, utandım kaçtım... Dedikodudan kaçtım,
avunmak için kaçtım. Ya sen neden kaçtın?
Nejat: Zor bunu anlatmak, Selma... Düşün bir evde bir baba var, nah işte
bizim kaptan gibi bir adam.. Bir de ana, o da şu bizim yolcu hanımefendi
gibi... Birbirlerine boyuna yalan söyleyen insanlar, birbirlerine boyuna poz
yapan, geçinemeyen insanlar... Bir zaman hepsine boş verdim... İkisi de
bana musallat oluyordu. Ben adam olmayacakmışım, ben hayırsızmışım...
Benim de burnum sürtermiş... Kendi eksikliklerini bende tamir etmek
istiyorlardı... Çok zor bunu anlatmak, ne bileyim ben sıkıldım işte... Bir şeyler
yapayım diyordum... Bu çemberden kurtulayım, kendi hayatımı yaşayayım...
Bu çemberden kurtulayım, kendi hayatımı yaşayayım... Bir Amerika işi vardı,
olmadı. Bir iş aradım, bulamadım... Mektepten de sıkılıyordum. Hocalar da
babama benziyorlardı. Boyuna nasihat ediyorlardı. Tam kurtulduğumu
zannettiğim sırada bu gemiye düştüm. Sanki evi, o insanları daima yanımda
taşıyor gibiyim. (s.40)
Nejat, yozlaşmış aile ortamını çembere benzetir. Kendi eksiklerini görmeyen
aile büyükleri Nejat’a hiçbir fedakârlıkta bulunup belli değerleri
öğretmedikleri halde ondan kendi istedikleri gibi bir insan olmasını
beklemektedirler. Nejat ise bu çemberi kırıp kendi arzuladığı hayatı yaşamak
ister. İç çatışma, ailenin beklenti ve istekleriyle Nejat’ın yaşamayı istediği
hayat arasında çıkmaktadır.
Nejat ile kaçak kız arasında yakınlaşma başlar:
Nejat: ... Artık ev yok, kaptan yok, kimse yok... Yepyenisin ve güzelsin...
Senin için her şeyi yaparım... Düştüğüm çemberden kurtulurum... Evimiz de
52
olur, çocuklarımız da... Seni mesut etmeye çalışırım... (s. 41)
Nejat, aile ortamından kurtulduktan sonra ikinci bir çemberin içinde olduğunu
düşünür. Kaptan ve kadın tıpkı annesi ve babası gibi Nejat’tan beklenti
içindedirler. Üstelik geminin sorumluluğu da omuzlarındadır. Nejat yine bu
beklenti çemberinden sıkılır. Kaçak kızla evlenip gemide oluşturulan
çemberden kurtulmak, arzuladığı hayatı yaşamak ister.
Kaptan ve kadın, kaçak kızı polise teslim etmek isterler. Nejat, bunun
üzerine çok öfkelenir. Tehditler savurur:
Nejat: Hiçbir şey yapamayacaksınız. Ama hiçbir şey. Beni duyuyor
musunuz? Hiçbir şey... Burası artık babamın evi değil... Ben kendi hayatımı
yaşıyorum... Ne bu kıza dokunabileceksin, ne bana... Sevgilinin resmini
aldım, sakladım.. En küçük bir münasebetsizlik yaptığın takdirde, kocana
gönderir, hakkında zina davası açtırırım... Yağma yok, çember kırıldı... Onun
için hepiniz susmaya mahkûmsunuz. (s.42)
Nejat, kaçak kızla birlikte kimsenin baskısına boyun eğmeyecek, kendi
bildiği hayatı yaşayacaktır. Nejat, çemberin kırıldığını düşünür. Kendisini
kısıtlayan aile ortamından sonra oluşan ortama da ayak uydurmamakta
kararlıdır. Tüm düşüncesi kendi bildiği şekilde yaşamaktır.
Nejat ve kaçak kız nişanlanır. Kadın, evlilik hayatını değerlendirirken kaçış
hikâyesini de anlatır. Aile ortamından uzaklaşıp aile kurmaya hazırlanan iki
genç insan için bu konuşma ilerisi için önemli ipuçları taşır:
Kadın: Siz herkesi mesut mu sanıyorsunuz? Ben de zannettiğiniz kadar
imrenilecek bir durumda değilim... Başımda çeşit çeşit dertler var... Benim de
canım bazen asude bir yuva özlüyor... Yanımda bir kadın olsun istiyorum...
Bu hasret içinde evime döndüğüm zamanlar çok olmuştur. Sonunda ne
oluyor biliyor musunuz? Tekrar bu gemiye kaçmak için can atıyorum... Biz
hepimiz kaderin ipleriyle bağlıyız. (s. 43)
Değerlendirmelerine şöyle devam eder:
Kadın: ... Kâtip de kıza bir yuvadan bahsediyordu... Babası da, anasına aynı
şeyi söylemiştir. Bana da söylediler. Ne diye kandırmalı? O evin
kurulduğundan itibaren bir tuzak olduğu anlaşılıyor. Herkes o evden kaçmak
istiyor. (s.44)
Kadın, aile hayatının insanı çembere aldığını, bireyin özgürlüğünü alıp mutlu
olmasını engellediğini düşünmektedir. Kadın, tek kurtuluş yolunu seçer.
Denize atlar ve intihar eder.
Oyunun üçüncü perdesi yedi yıl sonrasını anlatmaktadır. Nejat, kaçak kız
53
Selma ile evlenmiştir. Selma hamiledir. İtalya’da bir otelde çalışmaktadırlar.
Nejat, annesi gibi kumar oynamakta, para kaybetmektedir. Otelle
mukaveleleri vardır, ama bu ortamdan da kaçmak, kurtulmak isterler. Burada
da değişen bir şey yoktur. İsimler değişmekte, tipler değişmemektedir. Nejat
artık ümitsizlik içindedir:
Karısı: Ah, bir bitse şu sıkıntı...
Nejat: Bitecek mi sanıyorsun... Kaç yıldır dolaşmadığımız yer kalmadı... Hep
aynı insanlar... Gemideki kaptanı hatırlarsın... Babamın aynıydı... İşte şu otel
sahibi Fernando, o da onların aynı... Ya madam, ya yolda intihar eden
kadın?... Hepsi anamın modeli. Hepsi bir şeyler yapmak, kurtulmak istiyor...
(s.55)
Karısıyla birlikte yurda dönen Nejat, annesinin evine sığınmıştır. Annesi
yaşlanmış, geçim sıkıntısına düşmüştür. Buna rağmen kumar partilerine
gitmekten geri kalmaz. Babası ölmüş, kardeşi Nevin mutsuz bir evlilik
yapmıştır. Nejat’ın otelcilik derneğinde bir konuşma yapması gerekmektedir.
Hazırladığı konuşma geleceğe dair umutlarını içerir:
Nejat: Yarın ciddi bir konuşma yapacağım. Bütün insanlar, diyeceğim... Ümit
ettiğiniz kurtuluş doğacaktır, mesut olacaksınız... Çevrenizin baskıları
kaybolacak... Yepyeni bir âlemde istediğiniz yerlere gideceksiniz.
Karısı: Off, ben çok yoruldum... Al biraz da sen süpür...
Nejat: Yepyeni aileler kurulacak... Çocuklar neşeli olacaklar... Babalar geçim
derdine düşmeyecekler.
Karısı: Fernando’nun otelini de böyle süpürürdün...
Nejat: İşte o zaman kimse hayattan kaçmak istemeyecek. Sadece turistik
arzular hakim olacak.
Karısı: Müstakbel otelcilik başkanı.
Nejat: Sende para var mı hiç?
Karısı: Ne yapacaksın? Ben anne gibi kirli çıkı değilim. Bak düzeltmiş
vaziyetini, ne ev satılmış, ne bir şey.
Nejat: Amcamla bir iki arsa olmasaydı, zor düzeltirdi. Varsa paran ver
bana...
Karısı: Son verdiğin o elli lira var işte...
Nejat: Ver bana onu. (s. 61)
Nejat, arzularını söyler. Çevre baskısının, çemberlerin olmadığı bir dünya
hayal eder. Artık kaçmak ve kurtulmak yoktur. Herkes mutludur. Bütün
seyahatler, gidişler turistik amaçlıdır.
Nejat’ın tavrı ironiktir. Çünkü annesinin evinde sığıntıdır. Cebinde parası
yoktur ve çemberi kırmayı başaramamıştır. Yazar bu çelişkiyi ortaya koyarak
ironi sağlamıştır.
54
Nejat konuşmasının provasını yaparken postacı elinde bir zarfla kapıyı çalar:
Annesi: Hayırdır inşallah...
Karısı: (Zarfı yırtar, okur) Aaaa... Nejat’ın banka borcu... Hani geçende
almıştık ya... İcraya vermişler... (s.63)
Nejat, içine düştüğü durum ile babasının yıllar önceki durumu arasında
benzerlikler bulmakta, babasını anlamaya başlamaktadır:
Nejat: Akşam gelen mahut zarf işte.. Hay Allah be... Sanki bir şey
kazanıyoruz. (Koltuğa uzunlamasına uzanır) Babam da böyle otururdu. O
son akşam ipotek vadesi geldiği zaman hatırlıyorum... Pek fena adam da
değildi galiba, ya... (s.63)
İçeriye babasının hayaleti girer. Nejat babasıyla konuşur:
Baba: Kaçtın, hâlâ da kaçmak istiyorsun. Bir türlü kurtulamadın değil mi?
Nejat: İlk defa gemiye bindiğim vakit ne kadar sevinçliydim. Sonra karşıma
gene sen çıktın, annem çıktı, kardeşim çıktı... Aldanıyorum diyordum. Bunlar
başka insanlar. Ama içimden aldanmadığımı biliyordum... Sonra
süründüğüm şehirler... Daima sen vardın, anam vardı... Ama artık sen
yoksun.. Seni göremiyorum etrafımda...
Baba: Nasıl yokum oğlum, nasıl yokum?.. Şimdi sen, ben olmak üzeresin.
Asıl sen kendin kayboluyorsun, sen yoksun... Bak karın yukarda
doğuracak... Baba olacaksın.
Nejat: Baba olacağım... Ve hikâye eskisi gibi devam edecek... İstiyorum ki
bir gün insanlar bu çemberden kurtulsunlar. Birtakım gölgeler kendilerini
takip etmesin. (s.64)
Yazar, oyunun mesajını babası ile Nejat’ın konuşmaları aracılığıyla verir.
Oyunun başında babası, “Gitseler acaba kurtulabilecekler mi? Ne dersin,
ha?" (s.27) diye Nejat’a sormuştur. Oyunun sonunda bu soru tekrarlanır ama
olumlu cevap alınamaz.
Nejat, çemberleri kırmak için çıktığı serüvende hüsrana uğramıştır.
Çemberler hep var olacaktır. Ailede, işte, evde... Değişen zaman ve
kişilerdir. Baba, oğul ve Nejat’ın doğacak çocuğu arasında rol değişiminden
başka bir şey yaşanmayacaktır. Hepsi mutsuz bir şekilde hayatlarını
tamamlayacaklardır.
Oyunun son sözü Nejat’a aittir. Çocuk doğmak üzeredir:
Nejat: Galiba bir mahkûm daha iniyor yeryüzüne..." (s.64)
Nejat artık gerçekleri görmüştür. Her insan, çemberlere mahkûm olarak
doğar ve ölür. Çemberleri kırmak ise mümkün değildir.
55
Çetin Altan, "Çemberler” isimli tiyatrosu ile yozlaşan aile düzenini
eleştirmektedir. Nitelikli birikimlerini aktaramayan ebeveynlerin faydalı işler
yapmaları beklenemez. Aile, mutluluğun bulunacağı yegâne yerdir. Fertler
bencil amaçları doğrultusunda bu kuruma gereken önemi vermezlerse
sağlam bir gelecek tesis edilemez. Saygı ve sevgiye dayalı değerlerle
yetiştirilmeyen nesillerin ne kendilerine ne de topluma bir faydaları yoktur.
Aile içi ilişkilerin bozukluğu, genç nesilleri özgürlükleri adına bulundukları
ortamdan kaçmaya ve kurtulmaya sevk eder. Fakat toplum buna benzer
sosyal yapılarla doludur ve bunlar insanı çepeçevre sarmaktadır.
Çemberler; fert, aile ve toplumda eski değerlerin yitirilmesi yeni değerlerin
oturtulamamasından ortaya çıkar. Onlar, var oldukları sürece insanlar mutlu
olamayacaklardır. Çembere mahkûm insanlar, ondan kaçarak kurtulamazlar
ve onu asla kıramazlar.
KAYNAKLAR:
1. Altan, Çetin, Çemberler, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 1994
Konu: "Tartuffe”te Önyargıların Esere Katkısı Adı-Soyadı: Elif Öztürk
No: 403
Sınıfı: Hazırlık-D
56
Moliere, "Tartuffe” adlı eserinde bir burjuvanın, dindar görünüşlü bir
sahtekârı evine almasıyla başına gelen olayları anlatmıştır. Yazar, halkın
aydınlanıp sahte sofuların oyunlarını durduruncaya kadar sahte dindarların
yalanlarla ve değişik oyunlarla halkı kandıracağını savunur.
Moliere oyunda önyargıyı kahramanlar arasındaki çatışmaları ve önyargının
insanı açık olan bir olayı göremeyecek kadar kör edebileceğini göstermek
için kullanmıştır.
Moliere önyargı sayesinde kahramanların çatışmalarını göstermiştir. Evin
hizmetçisi Dorine ve Cleante; Bayan Pernelle’nin evden ayrılmasından sonra
kendi aralarında konuşmaktadır. Dorine, Orgun’un Tartuffe’e olan kör edici
hayranlığından yakınmaktadır:
DORİNE: O, tüm sırlarının biricik sırdaşı,
Eylemlerinin sakıntılı yöneticisi oldu.
Üstüne titriyor onun, sarılıyor ona,
İnsan sevgilisine göstermez bu kadar şefkat heralde.
Masada başköşeye otursun istiyor,
Herkesten çok onun yemek yemesini seyrediyor keyifle Yemeklerin en
iyi yeri ona ayrılsın istiyor,
Ve, hazret geğirecek olsa “Allah yardımcınız olsun!" diyor.
Yani, onun için deliriyor, bu herif onun her şeyi, onun [kahramanı].
Orgon’un Tartuffe duyduğu hayranlık onun gözünü kör etmiştir. Öyle ki bu
davranışları bile görmemektedir. O, Tartuffe’ün gerçek bir dindar olduğuna
inanmıştır. Başta Dorine olmak üzere ev halkının ona gerçeği göstermeye
çalışmasına önyargılı yaklaşmıştır. Çünkü Orgon, Tartuffe’ü kilisedeki dindar
insan olarak bilmektedir. Onun bir sahtekar olduğuna inanmamaktadır. Hatta
anlatılanları kulak ardı etmektedir. Orgon yalnız Tartuffe’ün fikirlerini
önemsemektedir:
DORİNE: Her fırsatta hayranlığını gösteriyor,
Adını anıyor mutlaka, her konuşmasında.
Ve hazretin söylediği her kelime bir kehanet,
Onun enayiliğini anlayan Tartuffe, bundan yararlanmak[istiyor,
Ve zavallının başını döndürmek için de elinden geleni[yapıyor.
Her fırsatta ondan para sızdırıyor,
Herkese beğendiği sözü söyleme hakkını buluyor kendinde.
Orgon, Tartuffe’ün sözlerine bütün ruhuyla inanmıştır. Tartuffe’ün sözleri
artık onun için bir kehanettir. Yalnız Tartuffe’ün fikirlerini önemsemektedir.
Tartuffe ise kendi çıkarı için Orgon’un ona duyduğu hayranlığı arttırmak için
elinden geleni yapmaktadır. Bu sayede Orgon’un kendisine daha da
57
bağlanmasını sağlamıştır. Ev halkı, Tartuffe’ün bu çabalarını görüp Orgon’u
ikna etmeye çalıştıkça kahramanlar arasında çatışma çıkmıştır. Ev halkı
üsteledikçe Orgon’un Tartuffe’e duyduğu önyargı güçlenmiştir.
Orgon, Tartuffe’ün rüzgârına kapılmış, ailesini bile unutmuştur. Artık herkesi
çok şaşırtmaktadır. Dorine, yolculuktan dönen Orgon’a, Elmire’in
hastalığından bahseder, ama Orgon üsteleyerek Tartuffe’ü sorar. Bunun
üzerine Cleante:
CLEANTE: Günümüzde bir adam bu kadar büyüleyici olabilir mi?
Size her şeyi unutturmuş!
Yanınızda biti kanlandıktan başka,
Sizi öyle bir noktaya getirmiş ki...
ORGON: Hakkında konuştuğunuz kişiyi tanımıyorsunuz.
Cleante, Orgon’un bu davranışına çok şaşırmıştır. Çünkü Cleante; evli bir
adam için karısının ve ailesinin herkesten, en azından bir anda hayatına
giren yabancı bir adamdan daha önemli olduğunu düşünmektedir. Ama
Orgon, Dorine’in karısı hakkında anlattıklarını dinlemeyip her seferinde
Tartuffe’ü sormaktadır. Orgon, Tartuffe’ü karısından daha değerli
görmektedir. Elmire’in kardeşi Cleante, eniştesinin bu düşüncesini
anlayamamaktadır. Yalancı bir sofunun eniştesini bu duruma nasıl getirdiğini
çözememektedir. Orgon ise Tartuffe’e duyduğu önyargı ile Tartuffe’ü
savunur ve Cleante ile tartışır. Önyargı kahramanların çatışmasına neden
olmuştur.
Orgon’un bu önyargılı yaklaşımı ev halkının onunla çatışmasına neden
olmuştur. Oyunun başında Dorine ve ev halkının düşüncesi de bir
önyargıdır. Onlarda Tartuffe’ün sahte bir sofudan başka bir şey olmadığına
inanmaktadır. En başta her iki taraf da önyargılıdır. Çünkü iki tarafında
yargılarını doğrulayacak açık ve net kanıtları yoktur, bu da kahramanlar
arası çatışmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Dorine’nin gözlemleri olaylara aynı önyargı ile baktığı için objektif değildir.
Orgon ise Tartuffe olan hayranlığıyla hareket etmektedir. Bu da onun
anlatılanlara ön yargı ile bakmasına neden olmuştur. Her iki tarafta
Tartuffe’e karşı önyargılıdır ve oyun boyunca birbirlerinin önyargılarını
kırmaya çalışırlar. Bu uğraş daha sonra kahramanlar arasında çatışmayı var
eden unsurdur.
Orgon kızını Tartuffe’le evlendirmek ister. Buna bütün hane halkı inanamaz.
Onun bütün kötü yanlarını ve sahtekârlığını bırakıp onun yoksulluğundan
bahsederler. Tartuffe’ün damat olarak çok yoksul olduğunu aileye denk
olmadığını anlatırlar. Orgon, yine Tartuffe’ü savunur:
58
ORGON: Susunuz. Eğer bir şeyi yoksa
Biliniz ki ona saygı buradan başlamalı.
Onun yoksulluğu, kesinlikle, onurlu bir yoksulluk.
Bu onu her şeyin üstüne yükseltebilir,
Kendini maldan yoksun bıraktığına göre Geçici
şeylere fazla değer vermediğindendir.
Ebedi şeylere bütün gücüyle bağlı olduğu içindir.
Ama benim desteğim onun sorunlardan kurtulmasına,
Mülklerine yeniden kavuşmasına fırsat verecektir.
Memleketindeki o mülklerle insan iyi bir ün sahibi olur.
Bundan da belli olduğu gibi, o soylu biridir.
Orgon, Tartuffe’ün gerçekten soylu bir dindar olduğuna; ev halkıysa onun bir
sahtekâr olduğuna inanmıştır. İki taraf da düşüncelerini savunurken kendi
fikirlerine daha da inanmış ve bağlanmıştır. Orgon, kendini öyle kaptırmıştır
ki; Tartuffe’e, bütün malını mülkünü devretmiş ve siyasi bir bilginin olduğu
kutuyu ona bırakmıştır. Fakat bu durum onun başına dert açar. Olaylar,
önyargı-çatışma-kandırılma doğrultusunda gelişir.
Moliere, önyargıyı aynı zamanda insanı gayet açık olan bir olayı
göremeyecek kadar gözünü kör edebileceğini göstermek için de
kullanmıştır. Orgon, Tartuffe’ü tanımadığını düşündüğü kayınbiraderine;
Tartuffe’ün nasıl biri olduğunu anlatır:
ORGON: Benim şerefim için aşırı bir ilgi gösteriyor.
Karıma değişik gözle bakanları bana bildiriyor.
Benden on kat daha kıskanç davranıyor.
Allaha bağlılığının hangi noktaya vardığına şaşıracaksınız.
En olmayacak şeyleri günah sayıp, kendini günahkar [ilan ediyor
Mesela, geçen gün, dua ederken, bir pire yakalayıp Öfkeyle öldürdüğü
için, günahkarım ben deyip duruyordu.
CLEANTE: Böyle konuşarak benimle alay mı ediyorsunuz?
Bütün bu gülünç şeylerle ne demek istiyorsunuz?
Cleante bu sözleri duyunca Orgon’un kendisiyle dalga geçtiğini
düşünmüştür. Cleante Tartuffe’ün bu davranışlarının hepsinin göz boyamak
için yapıldığının farkındadır. Fakat Orgon bunların farkına varmak bir yana;
önyargısı nedeniyle Tartuffe’e daha da inanmıştır. Cleante bu davranışların
gülünç şeyler olduğunu kolaylıkla fark etmiştir. Orgon ise önyargısı
nedeniyle bunu görememiştir. O, her şeye rağmen sofu Tartuffe’e
inanmaktadır.
Tartuffe, Orgon’un karısına aşkını ilan etmiştir. Bu sırada Damis bunları
duymuştur. Elmire’in ısrarlarına rağmen dayanamaz ve babasına olanları
59
anlatır. Tartuffe bunun üzerine kendini savunmaz:
TARTUFFE: Evet, kardeşim, ben fena bir adamım, bir suçluyum,
Günah kuyusuyum, bahtsız bir günahkârım.
Yeryüzünde görülmemiş vicdansızın tekiyim.
Hayatımda nereye adım atsam, lekedir,
Bir yığın suç ve pisliktir ardımdan bıraktığım.
Görüyorum ki Allah beni cezalandırmak için,
Bunu vesile kılıp nefsimi aşağılatmak istiyor.
Bana yüklenen suç ne denli büyük olursa olsun Asla savunmam
kendimi.
Lütfen size söylenenlere inanın. Bileyin öfkenizi.
Ve bir câni gibi kovun evinizden beni.
Bilmezdim payıma bunca utanç düştüğünü Ama ben daha da fazlasına
layığım.
Orgon ilk duyduğunda şaşırmasına rağmen Tartuffe’ün konuşmasından
sonra yine Tartuffe hakkındaki düşüncelerine olan bağlılığıyla bu olaya da
önyargıyla bakar. Bunun Tartuffe’e yapılan bir oyun, bir iftira olduğunu
inanır. Orgon’un Tartuffe hakkındaki fikirleri öyle güçlüdür ki öz oğluna
inanmaz ve Tartuffe’ün aslında bir yandan suçunu itiraf ettiği aldatıcı
konuşmasına kanar. Her şeyin açık olduğu bu olayda bile önyargılı davranıp
Tartuffe yerine oğlunu evden kovmuştur. Önyargı gözlerini kör etmiştir.
Oğlunu önyargıları uğruna Tartuffe’e kurban etmiştir.
Orgon önyargılarının etkisiyle ev halkının Tartuffe’ü evden uzaklaştırmak için
her şeyi yapacağına inanmıştır:
ORGON: Hepiniz nefret ediyorsunuz ondan, bunu bugün anladım, Karım,
çocuklarım, hizmetçi ve uşaklarım herkes ona karşı.
Bu dindar adamı evden uzaklaştırmak için,
Ama onlar kovmaya kalktıkça
Kalmasını daha çok istiyorum ben.
Olaylara önyargısıyla bakan Orgon, ev halkının Tartuffe’den eğlencelerini,
davranışlarını kısıtladığı için nefret ettiğini düşünmektedir. Oysa ev halkı
Tartuffe’ün nasıl bir adam olduğunu anlamıştır. Orgon’a zarar vermesinden
korkmaktadırlar. Bu yüzden Orgon’un da bunu farkına varmasını
istemektedirler. Orgon ise onlar gerçeği göstermeye çalıştıkça fikirlerine,
önyargılarına daha derinden bağlanmıştır. Hatta bunu bir inatlaşmaya
çevirmiştir. Orgon aslında mantıklı bakıldığında çok açık, anlaşabilecek bu
olaya önyargısıyla bakmış ve gerçeği görememiştir.
Moliere, Tartuffe adlı eserinde burjuva olan Orgon’un ve ailesinin ön
yargılarını kullanmıştır. Orgon kilisede tanışıp eve getirdiği sahte sofu
60
Tartuffe inanmıştır. Bu inanç ve güven güçlenerek onunla ilgili kalıplaşmış bir
fikir oluşmasına dönüşmüştür. Oyunda önyargı ile verilen kararlarla gelişen
olaylar anlatılmıştır. Orgon’un önyargısı Tartuffe’e körü körüne güvenmek ve
inanmaktır. Orgon’un bu önyargıya sahip olmasının temel nedeni Tartuffe’ü
dini bütün bir adam olarak tanıması yani din kaynaklıdır. Moliere oyunda
önyargıyı kahramanlar arasındaki çatışmayı göstermek ve önyargının insanı
çok açık bir olayı bile göremeyecek duruma getirebileceğini göstermek için
kullanmıştır.
Kaynaklar
1. Tartuffe, Moliere, İstanbul, 1995
61
Konu: "Martı”da Şamrayev Ailesinin Yaşadığı İletişimsizlik AdıSoyadı: Ceren Er No: 462 Sınıfı: 11-F
Anton Çehov "Martı” adlı eserinde bir çiftlikte yaşayan orta aydın bir grup
insanın, çıkara dayalı hayatını ve bu yaşantının sonuçlarını anlatmaktadır.
Anton Çehov eserinde bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin
etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını savunmaktadır.
Eserde, çiftlikte yaşayan orta sınıfa mensup bir ailenin yaşadığı
iletişimsizliklere yer verilmektedir. Aile, emekli üsteğmen Şamrayev, eşi
Polina ve kızları Maşa’dan oluşmaktadır. Aile içinde sevgi eksikliğinden
kaynaklanan bir iletişimsizlik söz konusudur. Şamrayev ailesine sevgi ve ilgi
göstermeyen, sert mizaçlı, yalnızca disipline düşkün bunun yanı sıra kendini
ispatlamayı seven bir karakterdir. Polina ailesinden kopuk bir yaşam
sürdürmektedir. Çiftliğe gelip giden Doktor Dorn’a âşıktır ve başka hiç
kimseyi umursamamakta sadece onunla birlikte olmayı düşünmektedir.
Maşa ise ne annesinin ne de babasının tavırlarından hoşlanmamakta onları
sevmemektedir. Ayrıca annesiyle aynı kaderi paylaşacağı düşüncesi
annesinden uzaklaşmasına neden olmaktadır.
Çiftliğin kâhyası olan Şamrayev’in ailesiyle iletişimsizliğine neden olan sert
tavırları ve kendini ispatlama çabası, çiftlik sahipleri olan Sorin ve Arkadina
ile de iletişimsizlik yaşamasına neden olmaktadır. Çiftliği kendi disipliniyle
yönetmeye çalışmakta ve kendini ispatlamak için aslında bilmediği bir konu
olan tiyatro hakkında sık sık konuşmaya çalışmaktadır. Polina ise karşılıksız
aşk yüzünden Dorn ile iletişimsizlik yaşamaktadır ve bunun verdiği ıstırapla
kızı Maşa dahil etrafındaki kimseyle ilgilenmemektedir. Maşa’nın da annesi
gibi sorunları vardır, fakat o iki karşılıksız aşk arasında sıkışmaktadır.
Treplev’i sevmekte fakat karşılık bulamamakta, Medvedenko tarafından
sevilmekte fakat karşılık verememektedir. Şamrayev, Polina, Maşa ailesi
aralarındaki sevgisizlikten, birbirlerine karşı kötü tavırlarından ve aynı kaderi
yaşama korkusundan kaynaklanan aile içi iletişimsizlikler; kendini ispatlama
isteği, karşılıksız aşklar sebebiyle de aile dışı iletişimsizlikler
yaşamaktadırlar.
Aile içi iletişimsizliğin sebebi birbirlerini sevmiyor olmaları, tavırlarından
hoşlanmamaları ve aynı kötü kaderi paylaşmaktan korkmalarıdır. Polina’nın
Şamrayev’e karşı duygu ve düşünceleri, Şamrayev’in Arkadina ve Sorin ile
çiftlik kuralları hakkındaki tartışmalarında ortaya konulmaktadır:
“Sorin: Küstahlık bu! Bu kadarına dayanılamaz! Tahammül sınırını aştı artık.
Nina: İrina Nikolayevna’nın böyle ünlü bir aktrisin isteğini yerine getirmemek,
nasıl olur?.
Polina Andreyevna: Ne yapabilirim ki ben? Kendinizi benim yerime koyun.
62
Benim elimden ne gelir.(...) Günü geçmiyor ki böyle bir tatsızlık çıkmasın.
Bilseniz nasıl üzüyor beni bunlar!"
Polina’nın sözlerinden, Şamrayev’in davranışlarından rahatsız olduğu
anlaşılmaktadır. Onun yaptıklarına çok üzüldüğünü, ama çaresinin
olmadığını söylemektedir. Çiftliktekilerin Şamrayev’in davranışını eleştirdiği
sırada sorunun yönünü kendine çevirmesi durumun onu çok rahatsız ettiği
Şamrayev’i sevmediğinin insanlar tarafından da bilinmesini istediğini
göstermektedir. Şamrayev ile Polina arasındaki kopuk ilişki aile içi
iletişimsizliği sonuç vermektedir.
Ailedeki bir diğer iletişimsizlik Maşa ve Şamrayev arasında geçmektedir.
Sorin’in Maşa ile babası hakkındaki konuşmalarında Maşa’nın babasından
uzak olma isteğine yer verilmektedir:
“Sorin: Marya Ilyiniçna, ne olur babanıza söyleyin de çözdürsün şu köpeği.
Uluyup duruyor. Kız kardeşim dün de gözünü kırpmadı sabaha kadar.
Maşa: Babamla kendiniz konuşunuz. Benim işim değil. Beni mazur görün
lütfen..."
Maşa’nın Sorin’e karşı verdiği olumsuz cevap babasıyla en ufak bir konuda
dahi konuşmak istemediğini göstermektedir. Babasından uzak olmak
istemesi, onunla konuşmaktan kaçınması babasının davranışlarından
hoşlanmadığını, onu sevmediğini göstermektedir. Bu düşünceleri yüzünden
babasıyla iletişim kurmaması aile içi iletişimsizliğin sebebinin Şamrayev
olduğunu göstermektedir.
Ailenin iki bayan bireyi olan Maşa ve Polina arasındaki iletişimsizlik
Treplevle aralarında geçen konuşmada görülmektedir:
“Polina: ... Kostya’cığım, güzelim, benim Maşa’ya da biraz güler yüz
gösterseniz ne olur!
Maşa: Bırakın onu anne!
Polina: Öyle cana yakındır ki. Kostya, arada bir güler yüz göster bir kadına,
başka bir şey istemez senden. Kendimden bilirim...
Maşa: işte kızdırdınız onu! Bu kadar üstüne varmak çok gerekliydi sanki!
Polina: Ne yapayım üzülüyorum senin için!
Maşa: ne de gerekli ya!
Polina: içim parçalanıyor sana baktıkça. Görmüyor, anlamıyor değilim
ki...”
Polina’nın sözlerinde Maşa’yı anladığına vurgu yapması aynı sorunları
kendisinin de yaşadığını dile getirmesi Maşa ile aynı kaderi paylaştıklarını
göstermektedir. Annesinin, ona yardım etme uğraşlarına karşı Maşa’nın sert
63
tavırlar sergilemesi aynı kaderi yaşamaktan korktuğu için Polina’ya karşı
farklı bir nefret duyduğunu göstermektedir. Ayrıca annesinin söylediği her
şeye eleştirel bir üslupla cevap vermesi onun davranışlarından
hoşlanmadığını göstermektedir. Bütün bunlar aile içinde iletişimsizliğe yol
açmaktadır. Aile dışı iletişimsizliğin sebepleri, kendini ispatlama çabası ve
karşılıksız aşklardır. Kendini ispatlama çabası, çiftliğin kâhyası olan
Şamrayev’in, Arkadina ve Trigorin’in konuşmalarına karışması ve konuyla
alakası olmayan hatıralarını anlatmasında görülmektedir:
“Trigorin: ... Akşamüstü oturup da olta mantarının su üstünde kımıldanışını
seyretmekten daha büyük bir keyif yoktur benim için. Arkadina: Aman böyle
şeyler söylemeyin. İltifat edildiğinde neye uğradığını şaşırıyor çünkü.
Şamrayev: Anımsıyorum da şimdi, bir gün Moskova’da, operadayız... ünlü
bas Silva, en alt perdeden bir do sesi çıkardı sahnede. Balkondaki izleyiciler
arasında, şu rastlantıya bakın, bizim kilise korosundan bir bas oturuyor.
Seninki ansızın, şaşkınlığımızı tasavvur edin, bir perde daha aşağıdan
“Bravo Silva!” diye gürlemez mi!(...)”
Çiftliğin kâhyası olan Şamrayev daha önce izlemiş olduğu bir tiyatro
hakkında bir şeyler söyleyerek Arkadina ve Trigorin’in sözlerini kesmekte ve
iletişimsizliğe neden olmaktadır. Edebiyat ve sanat ile ilgisi olmayan
Şamrayev’in Arkadina’yı ilgilendirebileceğini düşündüğü bir konuyla
konuşmaya girmesi Şamrayev’in dikkatleri üzerine çekmek isteyen ve
kendini ispatlamaya çalışan bir karakter olduğunu göstermektedir. Anlattığı
tiyatrolar hakkında hiçbir sanatsal düşüncesi olmamasına rağmen gittiği
tiyatroyu anlatarak kendisini Arkadina ve
Trigorin’in konuşmalarına dâhil etmeye çalışmaktadır. Böylelikle kendisini
ispatlamayı
çalışmasının
iletişimsizliği
doğurduğu
okuyucuya
gösterilmektedir.
Maşa’ın iletişimsizliğine neden olan karşılıksız aşklar Treplev’in tiyatrosunu
beklerken Medvedenko ile yaptığı konuşmalarda görülmektedir:
“Maşa: Para... Ne önemi var paranın? İnsan yoksulken de mutlu olabilir.
Medvedenko: Evet, teoride öyle... Ama işin pratiğinde nasıl oluyor bakın:
Ben, annem, iki kız bir de erkek kardeşim topu topu yirmi üç rubleyle
geçinmek zorundayız. İnsan dediğin yiyip içer öyle değil mi?(...) Çık bakalım
işin içinden çıkabilirsen...
Maşa: Gösterinin başlamasına az kaldı.
Medvedenko: ... Zareçnaya oynayacak. Oyunun yazarı ise Konstatin
Gavriloviç. Birbirlerine âşıklar ve bugün gönülleri tek ve aynı sanatsal
görüntüyü yaratmak arzusunda kaynaşacak. Bizim gönüllerimizde ise ortak
dokunma noktaları yok. Oysa seviyorum sizi Maşa."
64
Medvedenko ve Maşa’nın konuşmasında, Medvedenko kendi sorunlarını
dile getirmekte, yaşadığı para sıkıntısını ve çektiği aşk acısını anlatmaktadır.
Maşa ise kendi dertlerini ona söylemeyi tercih etmemektedir. Bu durum
Maşa’nın Medvedenko tarafından anlayabileceğine inanmadığını ve onu
sevmediğini
göstermektedir.
Dolayısıyla
Maşa,
Medvedenko’nun
söylediklerini umursamamakta ve Treplev’in sergileyeceği tiyatroyu
sormaktadır. Bu okuyucuya Maşa’nın Treplev’i sevdiğini, Medvedenko’yu ise
sevmediğini göstermektedir. Bu durum iletişimsizliği meydana getirmektedir.
Polina’nın yaşadığı iletişimsizliğin sebebi de karşılıksız aşktır. Bu durum âşık
olduğu doktorla olan konuşmalarında dile getirilmektedir.
“Polina Andreyevna: Hiç korumuyorsunuz kendinizi. İnatçılık ediyorsunuz.
Bir doktor olarak nemli havanın size ne kadar zararlı olduğunu pekâlâ
bilirsiniz de, amacınız bana acı çektirmek. Dün akşam da mahsustan
oturdunuz teraste...
Dorn:(bir şarkı mırıldanır)“Söz etme, gençliğimi mahvettiğinden.""
Polina’nın sözlerinden, Dorn’a âşık olduğu anlaşılmaktadır. Bunları rahatlıkla
söylüyor olması Dorn’la bir şeyler yaşamak istediğini okuyucuya
göstermektedir. Dorn’un ise göstermektedir. Dorn’un
Polina’nın aşkına karşılık vermediğinden dolayı ilgisiz cevaplar vermesi
karşılıksız aşkın iletişimsizliğe sebebiyet verdiğini göstermektedir.
"Martı” adlı eserinde Şamrayev ailesi, aile içi ve aile dışı iletişimsizlikler
yaşamaktadır. Aile içi iletişimsizliğin en büyük sebebi fertlerin birbirlerini
sevmemeleridir. Ailenin erkek karakteri Şamrayev sahip olduğu sert mizacı,
aşırı disiplin anlayışı sebebiyle çiftlikteki diğer insanlarla da iletişimsizlik
yaşamaktadır. Maşa ise annesiyle aynı kaderi paylaşacağını düşündüğü için
ailesinden uzak durmaktadır. Ailedeki iki bayan karakterde yaşadıkları
karşılıksız aşklar aile dışı iletişimsizliğe sebep olmaktadır. Anton Çehov
eserinde savunduğu bencil amaçlarla yola çıkıldığında insanı tatmin
etmeyen, topluma yararsız bir hayat yaşanacağını tezini Şamrayev ailesinin
iletişimsizliği üzerinden vermektedir.
Kaynaklar
1. Çehov, Anton, Martı, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2006
65
Konu: Hedda Gabler’de Mizah
Henrik İbsen, Hedda Gabler adlı eserinde birey olmanın farkında olan ve
kendisinin toplum tarafından anlaşılmadığını gördüğünde de yaşamanın
gereksizliğinde karar kılıp hayatına son veren generalin kızı Hedda Gabler'i
anlatır. İbsen, eserinde kadının sadece 'evinin kadını' olmak için
doğmadığını, kadınların özgür olması gerektiğini, ancak bu özgürlüğün yine
toplumun belli kuralları çerçevesinde olmasını savunur. Yazar, mizahi ve
ironik unsurları; kahramanların karakterlerini ortaya koymada, alt üst sınıf
çatışmasını vurgulamada, bireyler arasındaki iletişimsizliğini göstermede
kullanırlar.
Eserde üst sınıf, alt sınıfı daima aşağılar. İki farklı sınıfa ait kişiler evlenme
yoluyla akrabalık kurmalarına rağmen birbirlerini yine de benimsemezler.
Generalin kızı olan Hedda, George Tesman ile evlenir. George’un halası
Bayan Tesman Hedda’nın onuruna bir şapka alır. Hedda, şapkayı
hizmetçinin olduğunu söyleyerek şapkanın sandalyeye bırakılmasına
öfkelenir.
Hedda: Bu hizmetçi ile hayatta yürümez, Tesman!
Bayan Tesman: Berta’yla anlaşamadın mı yoksa?
Tesman: Ne aldın ki canım?
Hedda: Şuraya bakın! Eski püskü şapkasını sandalyenin üstüne bırakmış.
Tesman: Ama Hedda o halamın şapkası (İbsen,132)
Hedda, şapkanın Julie Hala'ya ait olduğunu iyi bildiği halde bilmezden gelir.
Şapkayı gülünç bulur. Hizmetçiye ait olduğunu kasıtlı biçimde iddia ederek o
iyi niyetli halayı yaralar. Çünkü Hedda, George Tesman’la evlenmiş
olmasına rağmen Tesman ailesini kabullenememiştir. Daima kendisini daha
üstün görmekte ve Tesman ailesini küçümsemekte ve fırsat buldukça
66
üstünlüğünü vurgulamaktadır.
İbsen, toplumun ahlaki bakış açısını ortaya koymak için ironiden
faydalanırlar. Hedda Gabler’de Hedda, George Tesman ile evlidir. Yargıç
Brack Hedda'dan hoşlanmaktadır. Evlenmeden önce yakınlaşmalarına
rağmen aralarında resmi bir bağ kurulmaz. Hedda’nın evlenmesinden sonra
yargıç ona karşı hislerini açıklar. Birlikte olmak istediğini ima eder.
Brack: Ah işte üçgen tamamlandı.
Hedda: Öyleyse tren kalkıyor.(İbsen,164)
Hedda evlenmeden önce Brack Hedda'ya karşı farklı duygulara sahiptir
ancak onunla evlenmeyi asla düşünmez. Çünkü evlilik kurumuna
inanmamaktadır. Brack Hedda ile birlikte olma isteğini alaylı bir şekilde
belirtir. Yazar, ‘üçgen’ ifadesiyle George, Hedda ve Brack’ı kasteder. Evlilik
iki kişi ile oluştuğu halde üçlü ifade kullanılır. Yazar, bu üç kişinin birlikte
yaşayacağı yaşamı bir trene benzetir. Kadının eşini aldatması doğal
görülmekte, evlilik kurumu eleştirilmektedir.
İbsen, toplumda adaleti temsil eden kişiler ve adalet kavramını eleştirmek
için mizahtan faydalanılır. Eserde Yargıç Brack, Lövborg'ün Hedda'nın
silahıyla kendisini vurduğunu öğrenir. Yargıya bildirmek yerine Hedda'ya
karşı bu bilgiyi kendisiyle birlikte olması için şantaj yapmakta kullanır.
Hedda: Her halükarda bana hükmedeceksiniz. Her şey arzularınıza ve
taleplerinize kalmış. Eh yani köle olamam. Bana yakışmaz asla! Brack: (yarı
alaylı) İnsan çoğu kez kaçınılmaz olana ulaşmayı da becerir. (İbsen,234)
Brack bir yargıçtır. Adaleti temsil eder. Lövborg’ün intiharıyla ilgili gerçeği
öğrendiğinde bu durumu yetkililere bildirmez. Hedda'nın üzerinde hâkimiyet
kurmak ister ve bunu bir fırsat olarak görür. Hedda hayatı boyunca güçlü,
kimseye boyun eğmeyen bir kadındır. Şimdi ise Yargıç Brack, Hedda’nın
artık eskisi gibi karşısında güçlü olamayacağını ve Hedda'yı köşeye
sıkıştırdığını düşünerek ve Hedda'nın durumu ile alay eder. Görüldüğü gibi
adaleti temsil eden insanlar adaleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar.
Bireylerin sahip oldukları karakter özellikleri eserde olayların sonunu etkiler.
Yazar, bu karakter özelliklerini ortaya koyarken mizahtan faydalanır. Hedda
ve George Tesman’ın balayından döndükleri sabah, Julie Hala onların
ziyaretine gelir.
Bayan Tesman: Gelinimiz yeni evinde iyi uyudu mu bari?
Hedda: Eh işte sağulun.
Tesman: Eh işte mi? Hadi canım ben kalktığıma taş gibi uyuyordun.
67
(İbsen,130)
Hedda, çekici güzel bir kadındır. Çevresinde kendisine karşı nazik
davranılmasına alışmıştır. Ancak George eşi Hedda'nın ince duygularını
anlayamaz. Hedda'yı sadece güzel bir kadın olarak görür onun ruh
dünyasına inemez. George'nin kabalıkları karşısında Hedda evliliğinde mutlu
olamaz ve intihara sürüklenir. George Tesman, halasıyla konuşurken halası
kendisine beklediği bir şeyin olup olmadığını sorar. George ise profesörlük
beklediğini dile getirir.
Bayan Tesman: Evet evet söyledin ama yani senin beklediğin bir şey yok
mu?
Tesman: Beklediğim mi nasıl yani?
Bayan Tesman: Ne kastettiğimi biliyorsun. George hadi ama ben senin halan
değil miyim?
Tesman: Yani tabi beklediğim bir şey var.
Bayan Tesman: Ha!
Tesman: Bugünlerde profesörlüğümü bekliyorum.
Bayan Tesman: Ha tabi profesörlük! (İbsen, 126)
Julie Hala aslında çocuk bekleyip beklemediklerini sorar. Ancak George
işinden başka bir şey düşünmeyen balayında dahi araştırma yapan biridir.
Hedda ise ilgilenilmeye alışmış bir kadındır. George, öngörüsü olmayan,
anlayışsız birisidir. Bu özellikler Hedda’nın intiharını hızlandırır.
Hedda Gabler‘de, Hedda özgür olmak ister, yaşadığı toplumun baskıcı
kurallarından sıkılmıştır. Kendisini ifade edemeyince hayatından vazgeçmeyi
tercih eder. Eserde olayların gelişiminde kahramanların karakterleri, ahlak ve
adalet anlayışı sınıflar arası çatışmalar etkili olur. Bu unsurlar okuyucuya
gösterilirken mizah ve ironiden faydalanılır.
Kaynaklar
1. İBSEN, Henrik, Hedda Gabler, Deniz Yayınları, İstanbul, 2007
Sibel Bayram Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.
68
Konu: "Hedda Gabler” ve "Woyzeck”te Toplum-Birey Çatışmasının
Karakterler Üzerinden Verilmesi
Adı-Soyadı: Ayşe Hilal Kaymak
No: 105
Sınıfı: 11-D
Henrik İbsen’in Hedda Gabler adlı eseri bir general kızı olan Hedda’nın
uyum sağlayamadığı evlilik hayatını ve bu nedenle yaşadığı çıkmazları ele
alır. Georg Büchner’in Woyzeck adlı eseri ise toplumun doğruları ile kendi
doğruları arasında kalan Woyzeck’in yaşadığı çelişkileri konu edinir.
Her iki eser de toplum-birey çatışması üzerinde durmuştur ve bu çatışmayı
karakterler üzerinden vermiştir. Henrik İbsen’in eserinde bu çatışmanın
verildiği karakter Hedda’dır. Hedda Gabler toplumun onaylayacağı bir evlilik
yapmıştır ancak kendisi bu evlilikten memnun değildir. Bu nedenle farklı
heyecanlar aramaya başlar ve Yargıç Brack ile aralarında bir ilişki doğar. Bu
ilişki bir zaman sonra Hedda’yı rahatsız eder çünkü Brack’in hâkimiyetine
girmekten korkmaktadır. Bu nedenle intihar eder. Eser Hedda’nın toplumla
çatışan davranışları üzerinde durur. Georg Büchner ise bu çatışmayı
Woyzeck adlı eserinin ana karakterlerinden olan Marie ile vermiştir. Marie alt
sınıftan bir asker olan Woyzeck ile birlikte yaşamaktadır. Ancak Marie’nin
hayalleri üst sınıftaki gösterişlerle doludur. Marie hayallerine ulaşmak için bir
yol arar, Woyzeck’i aldatır. Ancak bu durum onun sonunu getirir. Marie’nin
ihanetini öğrenen Woyzeck onu öldürür. Eser Marie’nin toplumla örtüşmeyen
yaşam tarzını bir çatışma sebebi olarak ortaya koyar. Her iki eserde de
karakterlerin toplumla çatışmaları üç ortak noktada verilmiştir. Çocuk sahibi
olma, eşlere sadakatsizlik ve toplumun bu bireyleri cezalandırma şekilleri,
eserlerin tezlerinin verilmesinde kullanılan yan temalardır.
Eserlerde toplum ve birey çatışması ilk olarak çocuk sahibi olmak üzerine
aktarılır. Her iki eserde de karakterler çocuk sahibi olunması konusunda
toplumla çatışmaktadır. Hedda Gabler’de bu mesele Hedda’nın çocuk sahibi
olmak
istemeyişiyle
verilir.
Hedda
yaptığı
evlilikle
yüklendiği
sorumluluklardan rahatsızdır. Evli bir kadın olarak yapması gerekenler
olduğunun bilincindedir fakat kendisinden beklenenler onu sıkmaktadır.
Toplum, her evli çiftten beklediği gibi Hedda ve George’ dan da bir bebek
müjdesi bekler fakat Hedda bu sorumluluğu almak istememektedir. Eserde
toplumun düşüncelerini yansıtan Yargıç Brack karakteri Hedda’ ya bu
beklentiyi hatırlatır.
Brack: Hani derler ya ‘’yeni bir gaile”? Tamamen yeni bir sorumluluk, Küçük
Madam Hedda!
Hedda: Hemen susun! Asla öyle bir şey olmayacak.
Brack: Eh bir sene sonra görüşürüz...
71
Hedda: Öyle görevlere, sorumluluklara hiç kulak asmam ben Bay Brack.
(169)
Hedda toplumun bebek beklentisine karşılık vermemektedir ve bu noktada
toplum kuralları ile çatışır. Ondan beklenenin aksine bu meseleye çok soğuk
bakar ve yeni bir sorumluluk istemediğini bu şekilde dile getirir. Böylece
Hedda içinde bulunduğu toplumun doğrularına başkaldırır.
Woyzeck’de ise çocuk meselesi Marie ve Woyzeck’in evlilik dışı ilişkileri
üzerinden verilir. Marie Woyzeck ile nikâhsız bir birliktelik yaşamaktadır ve
bir çocukları vardır. Toplum kuralları ise nikâhsız bir birliktelikten doğan bir
çocuğu hoş görmemektedir. Marie bunun bilincinde olmasına rağmen
çocuğunu dünyaya getirmiştir. Marie bu noktada toplumla çatışır. Eserde
toplumun yargılarını dile getiren karakter komşu Margret ve Marie arasındaki
diyalog, toplumun Marie’ ye bakışını göstermektedir.
Margret: Ne, sen? Sen? Şuna da bakın, kızoğlankız, altı aylık gebe! Ben
onurlu bir insanım, ama sen, herkes biliyor bunu, yedi çift deri pantolonu
deler geçer senin bakışların!
Marie: Şıllık! Gel, yavrum! Ne derse desin elalem. Yine de yoksul bir orospu
çocuğusun sen, o kadar, anana mutluluk verir kutsanmasa da yüzün. Tral lal
la!
Marie evli olmadan çocuk sahibi olmanın doğru karşılanmadığını bildiği
halde bunu umursamaz ve çocuğunu dünyaya getirir. Toplum Marie’nin bu
umursamazlığını ayıplamaktadır. Toplumun onaylamadığı türden bir hayat
tarzını topluma rağmen sürdüren Marie, bu noktada toplum ile çatışır. Kendi
düşüncelerini toplum yargılarına tercih eder ve onları umursamadığını
belirtir.
Eserlerde toplum ve birey çatışmasının verildiği ikinci nokta ise eşlere
sadakatsizliktir konusudur. Hedda Gabler’de bu tema, Hedda’nın, eşi
George Tesman’a sadakatsizliği ile aktarılır. Yaptığı evlilikten mutlu
olamayan Hedda evli olmasına rağmen hayatında ikinci bir erkeğe yer ayırır.
Bu erkek yargıç Brack’tir. Brack, Hedda ve Tesman çiftinin hayatına bir
üçüncü olarak girmeyi planlamaktadır ve Hedda bu teklife olumlu karşılık
verir. Oysa böyle bir ilişki toplum tarafından onaylanmaz. Evli bir kadının
eşini sevmesi ve ona sadık olması gerektiği düşünülür. Toplumun bu bakış
açısı Hedda ve Brack arasında geçen bir diyalogda Brack’in konuşmaları ile
aktarılır.
Hedda: Eh tabii eğitimli adamlar, eğlenceli gezi arkadaşı olamıyorlar. Hele
uzun vadede.
Brack: O eğitimli adama âşık olsanız bile mi?
72
Hedda: Şu iç bayıltıcı sözcüğü kullanmasak...
Brack: Ne diyorsunuz siz Madam Hedda?
Hedda: Ne mi diyorum? Sabah akşam uygarlık tarihinden bahseden birini
dinlemeyi deneyin o zaman!
Brack: ‘Ebediyyen’ ha? (161)
Hedda eşine âşık olmadığını bu şekilde dile getirdikten sonra Brack’in
tepkisiyle karşılaşır. Çünkü toplum evli bir kadının eşini sevmesi gerektiğini
düşünür. Eserde toplumun genel yargılarının verildiği karakter Yargıç Brack
bu hususta da toplumun düşüncelerini yansıtır.
Woyzeck’te ise eşlere sadakatsizlik teması Marie’nin Woyzeck’ e ihaneti ile
aktarılır. Marie sınıflar arası farktan büyük rahatsızlık duymakta ve kendisinin
üst sınıftaki kadınlardan daha güzel olduğuna inanmaktadır. Bu düşüncesi
onun üst sınıftaki erkeklere ilgi duymasına neden olur. Bando çavuşuna
duyduğu ilgiyi açıkça gösterir ve Woyzeck’i bando çavuşu ile aldatır.
Marie’nin bu davranışı toplum tarafından kabul görebilecek bir davranış
değildir fakat Marie buna rağmen kendi doğrularını yaşamayı tercih eder. Bu
nedenle Marie toplumla çatışır. Nitekim toplumun görüşlerini yansıtan
Yüzbaşı bu konu üzerine Woyzeck ile konuşurken toplumun Marie’ye bakışı
anlaşılır.
Yüzbaşı: Ha! Uzun sakallara gelince! Nasıl, Woyzeck, daha bir sakal kılı
bulmadın mı tabağında? Ha, anlıyorsun beni, değil mi? Bir insan kılı, bir
piyadenin sakalından kopma, bir astsubayın, bir- bir bando çavuşunun! Ha,
Woyzeck? Ama uslu bir karın var doğrusu. Başkaları gibi değil senin
durumun.
Woyzeck: Evet, efendim! Ne demek istiyorsunuz yüzbaşım?
Yüzbaşı: Herifin surat asışına bakın! Belki daha çorbanın içinde bir kıl
bulmadın, ama acele edip kapıyı birden açıverirsen, bir çift dudağın üstünde
belki bulursun bir tane. Bir çift dudak, Woyzeck- ben de âşık oldum,
Woyzeck. Hey, kireç gibi oldu herif!
Woyzeck: Yüzbaşım, yoksul bir adamım ben- başka hiçbir şeyim de yok
yeryüzünde. Yüzbaşım şaka yapıyorsanız eğer- (...)
Yüzbaşı: Bana bak, ille- ille bir çift çıkıntı mı istiyorsun alnında? Gözleriyle
bıçak gibi deliyor beni, oysa senin iyiliğin için söylüyorum ben, iyi bir insan
olduğun için, Woyzeck, iyi bir insan. (192)
Toplumun Marie’nin davranışları hakkındaki düşüncesi yüzbaşının bu
konuşmaları ile aktarılır. Marie’nin Woyzeck’i aldatması insanlar tarafından
bilinip ayıplanmaktadır. Marie bu duruma rağmen Woyzeck’i aldatır ve bu
davranışı topluma ters düşer. Yüzbaşı Woyzeck’ in aldatıldığını ve bir şeyler
yapması gerektiğini anlamasını sağlamaya çalışır.
73
Eserlerde toplum ve birey çatışmasının aktarıldığı üçüncü önemli nokta ise
toplumun, kurallara ters düşen davranışlara sahip bu karakterleri
cezalandırması ile verilir. Her iki eserde de toplumla çatışan karakterler
toplum tarafından cezalandırılmıştır.
Hedda Gabler’de hem evliliğin gereği olarak görülen çocuk sahibi olma
düşüncesine karşı çıkan hem de eşine sadık davranmayan Hedda toplum
tarafından intihara sürüklenir. Hedda evliliğini kendi düşünceleri
doğrultusunda sürdürmeyi planlar fakat bu tutumu onun toplumla
çatışmasına sebep olur. Eserde toplumun yargılarını yansıtan Yargıç Brack
karakteri Hedda’nın intiharı seçmesine sebep olan en önemli etkendir.
Hedda’ya içinde bulunduğu durumu ve uyması gereken kuralları hatırlatarak
onu çıkmaza sürükler ve sonunda artık Hedda için intihar kaçınılmazdır.
Hedda hayatını her kadının yapması gereken şeylerle uğraşarak geçirmek
istememektedir. Fakat ondan beklenenin yalnızca bu olduğunu gördükçe
hayatı çekilmez bulmaya başlar.
Brack: Niye sizin de diğer kadınların yapabildiği bir şeye ilginiz olmasın?
Hedda: Susun dedim size! Bazen hayatta sadece bir tek amacım varmış gibi
geliyor bana.
Brack: Ne olduğunu sorabilir miyim?
Hedda: Kendimi can sıkıntısından öldürmeye. İşte artık biliyorsunuz. Ah evet
öyle...” (169)
Hedda, Yargıç Brack ile aralarındaki bu konuşmada, ondan beklenenlerin
canını sıktığını ve kendisini öldürmeyi bile düşündüğünü dile getirir. Hedda
için hayatı anlamlı kılan istediği gibi yaşamaktır. Bunu yapamayacağını
anlayınca intihar etmeyi tercih eder. Hedda’yı intihara sürükleyen sebepler,
toplumla çatıştığı noktalardır. Dolayısıyla Hedda’yı intihara götüren asıl
olarak toplumun kendisidir.
Woyzeck’de ise toplumun Marie’yi cezalandırması Woyzeck aracılığı ile olur.
Toplumun baskısı ile Woyzeck, Marie’yi öldürmeye sevk edilir. Woyzeck
toplumdan gördüğü tepki üstüne Marie’yi öldürmesi gerektiğine inanır ve onu
öldürür. Woyzeck’in bu cinayeti işlemesindeki en büyük etken Marie’nin
ihanetidir -ki bu durum Marie’nin toplum ile çatıştığı önemli noktalardan
biridir.
Woyzeck yüzbaşının Marie’nin ihanetiyle ilgili söylediklerini duyduktan ve
Marie’yi bando çavuşu ile birlikte gördükten sonra düşünmeye başlar.
Woyzeck: Durmadan! Durmadan! Tut, yakala! Böyle çalıyor kemanlarla
flütler. Durmadan! Durmadan! Sus, müzik sesi! Kim konuşuyor toprağın
altında? Ha! Ne, ne diyorsunuz? Daha hızlı! Daha hızlı! Bıçakla, kaltağı
bıçakla mı? Bıçakla, kaltağı bıçakla! Yapmam gerek mi? İlle mi? Buradan da
74
mı geliyor ses? Rüzgâr da mı söylüyor? Durmadan geliyor kulağıma,
durmadan: Bıçakla, öldür!
Woyzeck, Marie’yi öldürmesi gerektiğini düşünmeye başlar. Bu
düşüncesinde etkili olan en önemli şey toplumun bu duruma bakışıdır.
Woyzeck en doğrusunun Marie’nin ölmesi olduğuna inanır. Bu gerekliliği ona
birilerinin söylediğini dile getirir -ki bu birileri aslında toplumdur. Marie’nin
toplumla ters düştüğü noktalar sonuç olarak ona ölümü getirir. Eserde
Marie’yi Woyzeck öldürür ancak Woyzeck’i yönlendiren toplumdur.
Dolayısıyla Marie’yi asıl cezalandıran toplum olmuştur.
Her iki eserde de topluma ve toplum kurallarına başkaldıran karakterler
sonuçta toplum tarafından cezalandırılmışlardır. Henrik İbsen’in toplum ve
birey çatışmalarını ele aldığı eseri Hedda Gabler’ de Hedda’nın intiharı
toplumla çatışmaları sonrasında gelişmiştir. Georg Büchner’in toplum- birey
çatışmasına değindiği eseri Woyzeck’de ise Marie’nin ölümü yine toplumla
örtüşmeyen davranışlarının sonucunda meydana gelmiştir.
Eserlerde ortak nokta toplum ile çatışan karakterlerin toplum tarafından
itildiğini ve bir şekilde cezalandırıldığını göstermesidir. Toplum- birey
çatışmasının ele alınması hususunda iki eser arasındaki fark karakterlerin
cezalandırılış biçimleridir. Hedda Gabler’ de çatışan karakter Hedda’nın
intihar etmesi söz konusu iken, Woyzeck’ de toplumla çatışan Marie intiharı
seçmemiş cinayete kurban gitmiştir.
Kaynaklar
1. İBSEN, Henrik. Hedda Gabler.
2. BÜCHNER, Georg. Woyzeck. İstanbul: Adam Yayınları, 2001.
75
Konu: "Woyzeck” ve "Matmazel Julie” Adlı Eserlerde Kullanılan İmge
ve Simgelerin Eserlerin Tezlerine Katkısı
Adı-Soyadı: Halil İbrahim Yüksel
No: 149
Sınıfı: 11-D
WOYZECK VE MATMAZEL JULIE’DE İMGE VE SİMGE KULLANIMI Georg
Büchner, "Woyzeck” adlı eserinde toplumdaki sınıflaşmanın ortaya çıkardığı
sorunları anlatır. Büchner bu konuyu ele alarak üst sınıftakilerin alt
sınıftakiler üzerindeki baskılarını işlemekte ve bunların bireyi bir cinayete
kadar götürebildiğini ortaya koymaktadır. Strindberg, "Matmazel Julie” adlı
eserinde üst sınıftan birinin zaaflarına yenilerek alt sınıfa düşmesi sonucu
yaşadığı sorunları anlatır. İki eserde de aydınlık, ateş, güneş, karanlık gibi
imgelerle ve içki, çizme, zil gibi simgeler yoluyla sınıf farklılıklarını, kişilerin
psikolojilerini etkileyen unsurları ve birbirlerine bakış açılarını ortaya
koyarlar. Aynı zamanda Büchner dönemin özelliklerinin ve bazı karakterlerin
okuyucu tarafından daha iyi kavranabilmesi için de imgelerden yararlanır.
Böylece her iki yazar da sınıflaşmanın bireyler ve toplum üzerinde
oluşturduğu olumsuzlukları okuyucuya göstererek okuyucunun bu konuda
bilinçlenmesini sağlar.
Georg Büchner, sınıflar arasındaki farkı anlatmak için "güneş” imgesini
kullanır. Okuyucu bunu Woyzeck’in, aldığı parayı Marie’ye vermesi sırasında
görür.
Alnında damlalar birikmiş. Didin dur güneşin altında, uykuda bile terle! Biz
yoksul insanlar! Al, para getirdim yine, Marie; maaşım, biraz da yüzbaşım
verdi. (Woyzeck, 190)
Büchner "güneş” imgesinin Woyzeck’i terletmesini, üst sınıftakilerin alttakileri
76
ezmesiyle özdeşleştirir. Yazar, Güneş’in yoksul insanların üzerinde bir baskı
unsuru olduğunu ve onlara zarar verdiğini göstererek o dönemde Woyzeck
gibi alt sınıftan olanların Yüzbaşı gibi üst sınıftan, zengin insanlarla
aralarındaki sosyal ve ekonomik eşitsizliği ortaya koyar.
Strindberg ise sınıflar arası farkı anlatmada "bira” ve "şarap” simgelerinden
yararlanır. Okuyucu, eserin başında Jean’ın Kristin ile konuşması sırasında
bu imgelerle karşılaşır.
Jean: Yazdönümü Gecesi bira! Yo, teşekkürler! Bende daha iyisi var.
(Masanın gözünden sarı yaldızlı bir şişe kırmızı şarap çıkarır.) Görüyor
musun sarı yaldız! Hadi şimdi bir bardak getir, ama balon bardak olsun!
(Matmazel Julie, 99)
Alt sınıftan olan Jean, Kristin’in getirdiği ucuz birayı içmeyip üst sınıftakilerin
içtiği sarı yaldızlı şarabı çıkarmaktadır. Strindberg, iki çeşit içkiyi kullanarak
toplumun yiyip içtiklerine varıncaya kadar birbirinden ayrıldığını okuyucuya
göstermektedir.
Strindberg sınıflar arası ekonomik ve toplumsal farkı ortaya koymada içki
simgesini kullanır. "bira” alt sınıfın içkisidir ve onları simgeler "şarap” ise üst
sınıfın simgesidir. Yazar bu simgelerle okuyucunun sosyal yapıyı gözünde
canlandırmasını sağlamaktadır.
Büchner, karakterlerin psikolojilerini etkileyen unsurları ortaya koymada
imgelerden yararlanmaktadır. Yazar, Woyzeck’in, bozulan psikolojisini
doktorla konuşması sırasında kullandığı imgelerle okuyucuya gösterir.
Woyzeck: Öğleyin güneş tepeye çıkıp da dünya ateşe düşmüş gibi yanmaya
başlayınca, işte o zaman korkunç bir ses bir şeyler diyor bana. (Woyzeck
189)
Yazar burada kullandığı "güneş” ve "ateş” imgeleriyle aydınlığın ve
sıcaklığın Woyzeck’i rahatsız ettiğini belirtmektedir. Ayrıca tabi tutulduğu
deney sonucu bozulan psikolojisi yüzünden bu imgelerin ona sanrı
görmesine sebebiyet verebilecek kadar etki ettiğini okuyucuya gösterir.
Yazar, Marie’nin ruhsal durumunu anlatırken de imgelere başvurur.
Marie: Ne de karardı her yer; insan kör olacak neredeyse. Oysa sokak feneri
içerdeymiş gibi aydınlık olurdu her zaman. Dayanamıyorum; korkuyorum!
(Woyzeck, 185)
Yazar, "sokak feneri”, "karanlık” gibi imgelerle Marie’nin iç karartıcı, karanlık
öğelerden hoşlanmadığını, Woyzeck’in aksine aydınlık ortamda huzur
77
bulduğunu okuyucuya hissettirmektedir.
Strindberg ise Jean’ın üst sınıftakilerin baskısı altında bozulan psikolojisini
okuyucuya aktarmak için zil ve çizme simgelerini kullanır.
Jean: İşte, geçmişteki günler, Kont, hepsi şurada. Ona gösterdiğim bağlılığı
kimseye göstermedim ben. Eldivenlerini iskemlenin üstünde görsem, yeter
işte, hemen ufalırım. Her zil çalışında bir at gibi ürperirim. Şu anda bile,
şurada görkemli bir biçimde duran çizmelerine baktıkça sırtımın iki büklüm
olduğunu duyuyorum. (Matmazel Julie, 116)
Yazar, "eldivenler” ve "görkemli bir biçimde duran çizmeler” ifadeleriyle basit
eşyaların bile üst sınıftan birine ait olmasıyla alt kademeden biri üzerinde
baskı oluşturabileceğini ve "at gibi ürperirim”, "hemen ufalırım” sözleriyle
Jean’ın bu baskı sonucu yaşadığı ruhsal sıkıntıyı okuyucuya aktarmaktadır.
Yazar, Julie’nin Jean’la ilişkisinden sonra değişen ruh halini göstermek için
görsel imgelere başvurmaktadır.
Julie: Bütün oda sise büründü, sense bir ocak gibisin, uzun şapkalı, karalar
giyinmiş birine benzeyen bir ocak, gözlerin ateşteki közler kadar parlak,
yüzün kül gibi soluk. Ne kadar hoş, ne kadar sıcak! Ne kadar aydınlık, ne
kadar sessiz. (Matmazel Julie, 140)
Yazar, "ocak gibisin”, "ateşteki közler kadar parlak”, "aydınlık” ve "sıcak” gibi
imgeleri kullanarak, Julie’nin gözünde, Jean’ın değişen statüsünü ve kendisi
üzerinde kurduğu baskı ve üstünlüğü okuyucuya aktarmakta ve okuyucunun
Julie’nin değişen ruh halini anlamasını sağlamaktadır.
Her iki yazar da kullandıkları imgelerle üst sınıftakilerin, alt sınıftaki
insanların psikolojileri üzerinde önemli bir baskı unsuru olduğunu ortaya
koymaktadır. Bunun sonucu olarak Woyzeck ve Marie gibi alt sınıftan olan
veya Matmazel Julie gibi alt sınıfa düşmüş bireyler bilinçsel sorunlar
yaşayarak düşünce ve davranışlarına hâkim olamazlar ve kendilerini
güçsüz, ezilmiş hissederler.
Büchner, kişilerin birbirlerine olan bakış açılarını okuyucuya aktarmak için
imgeleri kullanır. Yazar, bunu Marie’nin üst sınıftan olan Yüzbaşı ve
Astsubay’ın alt sınıftan olan Marie hakkında görüşlerini belirtmeleri sırasında
okuyucuya aktarır.
Marie: Yürü bakayım şöyle bir! Boğa gibi göğsü var, sakalı aslan yelesi gibi!
Bir kişi yok üstüne! Çatlasın bütün kadınlar. (Woyzeck, 187)
Yazar, "boğa gibi göğüs”, "aslan yelesi gibi sakal” gibi imgelerle Marie’nin
erkekleri, güçlü fizikleriyle değerlendirip, hayvandan çok da farklı görmediğini
okuyucuya anlatmaktadır. Marie aynı zamanda böyle bir erkeğe sahip
78
olmayı diğer kadınlara üstünlük sağlama aracı olarak görmektedir.
Marie: Nasıl da dik tutuyor başını! Saçları kapkara, ağırlığından beli
bükülecek sanki. Ya gözleri! (Woyzeck, 186)
Yazar, "dik tutuyor başını”, "saçları kapkara” gibi imgelerle Astsubay’ın
Marie’ye duygu ve düşünceleri olan bir insandan çok fiziksel özellikleriyle ön
plana çıkan bir nesne olarak baktığını gözler önüne sermektedir.
Strindberg ise Jean’ın kendi sınıfına ve üst sınıftakilere bakış açısını,
Jean’ın, anlattığı düşte kullandığı imgelerle ortaya koymaktadır.
Jean: Gördüğüm düşte, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın altında
yatıyorumdur. Yukarılara çıkmak isterim, ağacın ta tepesine çıkıp, güneşin
aydınlattığı, ışıltılı görünüme oradan bakmak, sonra o tepede duran
yuvadaki altın yumurtaları almak. (Matmazel Julie, 107)
Yazar, "karanlık bir orman”, "büyük bir ağacın altı” gibi imgeler kullanarak
Jean’ın, kendisinin de bulunduğu alt sınıftan duyduğu huzursuzluğu ve bu
ortamdan kurtulma isteğini okuyucuya göstermektedir. "Güneşin aydınlattığı,
ışıltılı görünüm”, "altın yumurtalar” gibi zenginlik ve güzelliği belirten
imgelerle de Jean’ın, üst sınıftakilerin bulunduğu konumu şaşaalı ve üstün
olarak gördüğünü okuyucuya aktarmaktadır.
Her iki yazar da o dönemde insanların birbirlerine bakış açılarının sınıflara
göre farklılık gösterdiğini, alt sınıftaki bireylerin üst sınıfa ulaşma veya
yakınlaşma çabasında olduğunu çünkü bunu huzursuz, mutsuz oldukları
yerden ayrılmak olarak gördüklerini belirtir. Böylece her iki yazar da
toplumdaki ayrılığın daha iyi kavranabilmesi için imgelere başvurmaktadır.
Sonuç olarak; "Woyzeck” adlı eserinde Büchner’in imgeleri kullanması, sınıf
farklılıklarının ve bunun sonucunda kişilerin değişen ruh hallerinin ve
birbirlerine bakış açılarının okuyucu tarafından daha iyi anlaşılması içindir.
Strindberg ise "Matmazel Julie” adlı eserinde imgelerle, sınıflaşmanın,
karakterlerin psikolojik durumlarında ve birbirlerine bakış açılarında
meydana getirdiği değişiklikleri okuyucuya aktarır. Her iki eserde de
sınıflaşmanın toplumu birbirinden uzaklaştırdığına ve buna karşı bilinçli
olmak gerektiğine değinilmektedir. O dönemde sınıf farklılıklarının ortaya
çıkardığı ekonomik ve toplumsal sorunlar gösterilerek, okuyucunun ders
alması amaçlanmaktadır. Ortak veya farklı olarak kullanılan imgelerle iki
eserde de karakterlerin yaşadıkları sorunlar ve sınıflaşmaya bağlı olarak
olgunlaşmış veya değişmiş, duygu, davranış ve bakış açılarının okuyucunun
zihninde daha iyi canlanması amaçlanmaktadır. Böylece her iki yazar da
topluma zarar veren sınıflaşmaya karşı okuyucuda itki oluşturarak,
79
okuyanların bu toplumsal eşitsizliğin bir daha yaşanmaması noktasında
bilinçlenmesini amaçlamaktadırlar.
Kaynaklar
1) Strindberg. Matmazel Julie. (Adam Yayınları)
2) Woyzeck. Georg Büchner. ( Adam Yayınları)
80
Konu: "Woyzeck” ve "Matmazel Julie”de Alt Sınıf Karakterlerin Sınıf
Atlama İsteğinin Esere Katkısı
Adı - Soyadı: Hatice Deniz KARA
Sınıfı: 11-D
Numarası: 464
Georg Büchner "Woyzeck” adlı tiyatro eserinde, ezen ezilen ilişkisinden
yararlanarak bir er ve erin çevresinde gelişen olayları anlatır. Georg Büchner,
eserinde, bütün insanların eşit olduğunu ve sınıf farklılıklarının ortan
kaldırılması gerektiğini savunur. August Strindberg ise "Matmazel Julie” adlı
tiyatro eserinde, bir konağın mutfağında efendi-hizmetçi ilişkisini işler, farklı
sınıflar arasında yaşanan olayların Julie’yi ölüme sürükleyişini anlatır.
Strindberg ise sınıf farklılığına dayanan toplumsal düzenin her koşulda kendini
muhafaza ettiğini ve buna uygun hareket edenlerin ayakta kaldığını savunur.
Her iki eserde de yazarlar, kahramanların sınıf atlama isteğini işler, bu isteği
anlatılar, simgeler ve kahramanların davranışları aracılığıyla yaparlar. Alt sınıfa
mensup olan Woyzeck’te Marie, Matmazel Julie’de Jean statülerini reddeder,
bir üst sınıfa geçmeyi isterler. Bulundukları konum sebebiyle sahip
olamadıkları maddi ve manevi değerlere üst sınıfa atlayınca ulaşacaklarını
düşünürler.
Büchner, eserinde Marie’nin sınıf atlama isteğini anlatı ile verir.
Marie kendi sosyal güdülerini ve üst sınıfa olan hayranlığını tatmin etmek için
Bando Çavuşu ile ilişkiye girer. Bando Çavuşu da ona bir çift altın küpe alarak
ona değerli olduğunu hissettirir. Küpeleri deneyen Marie bir şarkı mırıldanmaya
başlar:
“Kız kepengi kilitle,
Geliyor genç Çingene.
Takıp seni koluna
Götürecek yurduna
Yazar, eserin tamamında Marie’nin duygularını şarkılar ya da iç diyaloglar ile
dile getirir. Şarkıda "Çingene” diye simgelediği şahıs "Bando Çavuşu”dur.
Marie, Bando Çavuşu ile evlenip üst sınıfa yükselmek ister.
Matmazel Julie adlı eserde Strindberg, anlatı tekniğini kullanarak Jean’ın sınıf
atlama isteğini işler. Oyunda Jean’ın rüyası onun sınıfsal konumunu ve
arzularını göstermek için kullanılır.
Jean, Julie ile konuşurken ona sık sık gördüğü bir rüyayı anlatır:
Jean: Hayır. Gördüğüm düşte, hep karanlık bir ormanda, büyük bir ağacın
81
altında yatıyorumdur. Yukarı çıkmak isterim, ağacın ta tepesine kadar çıkıp,
güneşin aydınlattığı, ışıltılı görünüme oradan bakmak, sonra o tepede duran
yuvadaki altın yumurtaları almak. Ha bire tırmanırım, ağacın gövdesi kalın ve
kaygandır, daha ilk dala bile ulaşamam. Ama bir kez ulaşınca, sanki merdiven
çıkar gibi ağacın tepesine kolayca varacağımı bilirim. Şimdilik o dala
ulaşamadım, ama yakında ulaşacağım, düşlerimde bile olsa.
Jean, üst sınıfa yükselmek istediğini Julie’ye anlattığı rüya ile dile getirir.
Yazar, Jean’ın rüyasını kullanarak Jean’ın en büyük amacının sınıf atlamak
olduğunu okuyucuya gösterir. Yazar, "ağaç”ı üst sınıfa ulaşabilmek için çizilmiş
bir yol olarak değerlendirir, "ağacın dalları”nı da bu yoldan geçerken
kullanacağı araçlar olarak simgeler. Ağacın tepesindeki "altın yumurtalar” ve
parlayan "güneş” Jean’ın ulaşmak istediği maddi zenginlik ve kontluk
unvanıdır.
Büchner, eserinde, Marie’nin sınıf atlama isteğini simgelerden yararlanarak da
verir.
Margret ve Marie askerlerin geçişini seyrederler. Bu sırada Margret, Marie’ye
iğneleyici sözler söyler ve onu toplumsal kuralları hiçe saymakla suçlar. Bu
konuşmalardan sonra kutsanmamış çocuğuyla yalnız kalan Marie, çocuğa
şarkı söylerken üst sınıfa çıkma isteğini dile getirir:
Sakın yulaf yemesinler,
Sakın ha su içmesinler!
Buzlu şarap olmalı, hey!
Buzlu şarap olmalı!
Eserde, "şarap” üst sınıfın içtiği bir içki olarak kullanılır. Marie bu sözleriyle "su”
yerine "şarap” içen insanlara özentisini gösterir ve orada olmak istediğini
belirtir. "Yulaf” ve "su” alt sınıfla ilişkilendirilerek Marie’nin ait olduğu sınıfa
isyanı işlenir.
Matmazel Julie’de yazar, sınıf atlama isteğini şarap ve bira simgelerini
kullanarak işler, bu simgeleri alt sınıfa kullandırarak onların üst sınıfa yükselme
isteklerini gösterir.
Jean, konağın mutfağında yemek yer, Kristin ise ona hizmet edip isteklerini
yerine getirir. Yemeğin yanına içki istediğinde Kristin’in ona bira getirir. Jean
buna tepki verir:
Jean: Yazdönümü Gecesi bira! Yo, teşekkürler! Bende daha iyisi var.
(Masanın gözünden sarı yaldızlı bir şişe kırmızı şarap çıkarır.) Görüyor musun,
sarı yaldız! Hadi şimdi bir bardak getir, ama, balon bardak olsun!
Yazar, bira ile alt sınıfı, şarap ile üst sınıfı simgeler. Kont şarabını balon
82
bardakta içer. Jean’ın bira yerine kontun mahzeninden getirdiği şarabı balon
bardakta içmesi, üst sınıfı taklit ederek onlar gibi olma isteğini gösterir.
"Woyzeck”te Marie, üst sınıf bayanlara özenir. Marie kendi sınıfını
benimsemez, üst sınıfı hak ettiğini düşünür.
Marie, Bando Çavuşunun ona hediye ettiği küpeleri takıp şu sözleri söyler:
Marie: (...) Ama yine de, boylarında aynaları olan, ellerini yakışıklı beylere
öptüren kibar hanımlarınkinden daha kırmızı benim dudaklarım. Yalnızca
yoksul bir dişiyim ben! (...)
Üst sınıfa mensup kadınlardan daha çekici ve güzel olduğunu düşünür:
Marie, kendisini üst sınıf bayanlarla kıyaslar, onlardan daha çekici olduğunu
söyler. Marie dudaklarının soylu kadınlardan daha kırmızı olduğunu söyleyerek
üst sınıfta olmayı onlardan daha çok hak ettiğini belirtir, asıl eli öpülmesi
gereken bayanın kendisi olduğunu anlatır. Büchner, bu kıyaslama ile Marie’nin
üst sınıfı arzuladığını gösterir.
Strindberg, Jean’ın Julie’ye karşı söylediği sözleriyle de onun sınıf atlama
isteğini gösterir:
Jean: (...) Bir başka ülkeye gitsen yeter, bir başka cumhuriyete, uşak giysileri
de neymiş orda görün, herkes önümde eğilecek. Evet, iki büklüm eğilecek
herkes, bense dimdik ayakta. Eğilmek için yaratılmamışım ben. Aklım var,
kişiliğim var, o ilk dala bir ulaşayım nasıl tırmanıyormuşum görsünler. Bugün
bir uşağım, gelecek yıl mülk sahibi, derken on yıl içinde koca servet yığarım,
sonra ver elini Romanya, takıp takıştırır, belki de bir kont olur çıkarım.
Yazar bu konuşmasında Jean’ın üst sınıfa atlama isteğini işler, Jean’ın kont
olma arzusunu ön plana çıkartır.
Sonuç olarak eserlerde alt sınıf karakterlerin üst sınıfa hayranlığı yansıtılır.
"Woyzeck” adlı tiyatro eserinde Marie üst sınıfa yükselmeyi hayal ederek
yaşarken, "Matmazel Julie”de sınıf atlama isteği Jean tarafından dile getirilir.
Her iki yazar da eserlerinde alt sınıfa mensup karakterlerin sınıf atlama isteğini
anlatılar, simgeler ve diyaloglar aracılığıyla ortaya koyarlar. "Woyzeck”te Marie,
söylediği şarkı, içki tercihi ve üst sınıf kadınlarla kendisini kıyaslamasıyla sınıf
atlama isteğini gösterir. "Matmazel Julie”de Jean rüyası, içki ve yemek tercihi
ve konuşmalarıyla sınıf atlama isteğini dile getirir.
KAYNAKLAR
1. Strindberg, August, Matmazel Julie, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 2001
2. Büchner, Georg, Woyzeck, İstanbul: Dünya Edebiyatından Seçilmiş Kısa
Oyunlar, Adam Yayınları, 2002
83
Konu: ‘Martı’ adlı tiyatroda "Hamlet”ten yapılan alıntıların "Hamlet” ve
"Martı”da kullanımlarının karşılaştırılması
Adı-Soyadı: Zülâl Arslan
No: 188
Sınıfı: 11-F
Anton Çehov, "Martı” adlı tiyatro eserinde, bir çiftlikte buluşan orta ve aydın
tabakadan insanların yaşadığı boş hayatı anlatmaktadır. Yazar, eserinde
kişisel amaçlara sahip hedefsiz insanların üretmeyen, faydasız hayatlar
yaşayacağını savunur.
Çehov, aydın sınıfın geçirdiği buhranı ve bu sınıfın toplum meselelerinden
uzak hayatını ortaya koymak için Shakespeare’in "Hamlet” adlı tiyatro
eserinden alıntı yapar. Oyun içinde oyun tekniğini kullanarak alıntılar
aracılığıyla Treplev ve Arkadina arasındaki çatışmayı verir. Eserin sonuna
göndermede bulunur.
Babasının, amcası Claidius tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü düşünen ve
bunu açığa çıkarmaya çalışan Hamlet, eserin dördüncü perdesinde annesiyle
gittikçe ciddileşen bir konuşmaya girişir. Bu sırada Polonius, perdenin
arkasından gizlice onları dinlemektedir. Konuşma devam ederken Hamlet,
aniden kılıcını çeker ve saklanmakta olan Polonius’u öldürür. Gertrude
donakalır. Hamlet konuşmayı babasının ölümüne getirir ve annesinin
amcasıyla evlenmesindeki ihaneti yüzüne vurur:
GERTRUDE : Ah, ahh! Gözünü kan bürümüş senin, gözünü kan bürümüş!
HAMLET : Kan bürümüş ha! Pekiyi o gözler nasıldı anneciğim, Bir kralın
kanına giren kardeşiyle evlenirkenki?
GERTRUDE : Bir kralın kanına girmek mi dedin?
HAMLET : Aynen öyle dedim.
Elveda sana, paskal saraylı, şaşkın hafiye! (...)
84
Ve bu erkân denen musibet olanca duygunluğa karşı,
Etrafına kapkalın bir duvar örmemişse henüz.
GERTRUDE : Ne kusur işlemişim ki ben, böyle avaz avaz Bağırıp
çağırıyorsun annenin yüzüne?
HAMLET : Öyle püften bir kusur ki,
Tevazuun o zarif, o utangaç benzini sararıp soldurur
İkiyüzlüye çıkarır erdemin adını, masum aşkın. (...)
Gökyüzünün yüzü kızarır,
Ve şu taş kalpli, vurdumduymaz külçe feleğini şaşar
Kıyamet arifesinde sanki, faltaşı gibi açılır gözleri İzlerken
o hatt-ı hareketi.
GERTRUDE : Neymiş o hatt-ı hareket,
Vebal çetellerini çentik çentik eden o deprem?
HAMLET : Önce bu resme,sonra öbürlerine bak anne!
Yanyana koy karşılıklı iki kardeşin tasvirini! (...)
Kör müydün sen, kör,
O çiçekli dağdan ayak götürüp bu bozkıra inecek,
Dikenlerle nefsini körletmeye? Ne göz varmış, sende ne göz!
Aşkla da bir ilgisi yok bunun, hem senin geçkin yaşında Kandaki
heyheyler, durulur, yatışır mâlum.
Ağır basmaya başlar akıl, ama nasıl akılmış ki o,
Akı karayı şaşırmış? Ve ne hınzır şeytanmış o Körebeye kandırıp
seni gözlerine kara çaput bağlamış! (...)
Akıl godoşluk ediyor şehvete, bundan böyle ardan,
Namustan dem vurmasın kimse!.."
Hamlet'in sert bir üslupla yaptığı suçlamalara dayanamayan Gertrude şunları
söyler:
GERTRUDE : Oğlum! Bakışlarımı ruhumun ta derinliklerine yönelttin sen
Ve ben orda öyle kanlı, öyle öldürücü yaralar gördüm ki,
Kurtuluş yok!"
Gertrude, bunları söylemekle, kendine itiraf edemediği hatalarının farkında
olduğunu ancak bunlardan geri dönüşün olmadığını bildirmektedir. Hamlet,
Gertrude’un bu itirafıyla yetinmez; annesine yüklenmeye, ondan hesap
sormaya devam eder:
HAMLET : Öyleyse neden kötülüğe teslim ettin kendini,
Aşkı cinayetin uçurumunda aradın?"
Çehov’un "Martı” adlı eserinde Treplev, üniversite eğitimini yarıda bırakmış,
dayısının çiftliğine sığınmıştır. Bütün vaktini yazarlık çalışmalarına ayırır.
Yazdığı tiyatroyu âşık olduğu Nina oynayacaktır. Sevgilisi Trigorin’le çiftliğe
85
gelen sanatçı Arkadina, oyunun başında kendi yeteneğini göstermek için
Treplev’e Gertrude’nin söylediği gibi seslenir. Treplev de Hamlet’in karşılığını
verir.
"Martı”da Arkadina ve Treplev ilişkisi "Hamlet”teki Hamlet ve Gertrude
ilişkisine benzerlik gösterir. Kahramanların babaları ölmüş, anneleri kuraldışı
bir ilişkiye girmiştir. Gertrude, kocasını öldüren kayınbiraderi Claidius ile
evlenirken, Arkadina kendisinden yaşça küçük bir yazar olan Trigorin’le
yaşamaktadır. Her iki eserde de anne-oğul arasındaki iç çatışmanın sebebini
bu kural dışı ilişkiler oluşturur. "Hamlet”in sonunda Hamlet zehirli kılıç
darbesiyle ölürken, "Martı”da Treplev intihar eder.
Hamlet’in suçlamalarından sonra Gertrude’da görülen pişmanlık “Oğlum!
Bakışlarımı ruhumun ta derinliklerine yönelttin sen. Ve ben orda öyle kanlı,
öyle öldürücü yaralar gördüm ki, Kurtuluş yok!" repliği ile verilmiştir.
Gertrude Hamlet’le yaptığı konuşmadan etkilenerek kendini sorgular.
Gertrude’un konuşmasını “Kurtuluş yok!" ile bitirmesi yaptığı hatayı fark ettiğini
göstermekle beraber olayın sonunda Gertrude ve Hamlet’in ölümlerinin
kaçınılmaz olduğunu simgeler.
Arkadina ise Trigorin ile yaşadığı kuraldışı ilişkiyi sorgulamaz. Çünkü Arkadina
yazar Trigorin’le sahip olduğu ünü korumak ve gündemde kalmak için
birliktedir. Bu birliktelikten aldığı eleştirileri önemsemez. Çünkü onun önceliği
aşk değil şöhrettir.
Arkadina’nın
söylediği
“Kurtuluş
yok!"
cümlesi,
bu
birliktelikten
vazgeçmeyeceğini gösterir. Gertrude’un kurtulamaması belli bir noktadan
sonra elinde değilken, Arkadina’nın kurtuluşu kendi isteğindedir. O ise iradesini
kullanmış ve oğlunun canı pahasına ilişkisinden vazgeçmemiştir.
“Kurtuluş Yok!" sözünün Treplev’e bakan yönü ise oyunun sonuna yaptığı
göndermededir. Zira Treplev’in kurtuluşunun olmadığı ve öleceği buradan
anlaşılmaktadır.
Kraliçe Gertrude, eşi ölünce kayınbiraderi ile evlenmiştir. Hamlet, annesine
“Öyleyse neden kötülüğe teslim ettin kendini" derken bu evliliği, "kötülüğe
teslim” olarak niteler. Çünkü Kraliçe, iktidar uğruna kardeşini öldüren Claidius
ile evlenmiştir. Bu söz ile Hamlet amcası Claidius’u "kötü”, yapılan evliliği
"kötülük” olarak değerlendirilir.
Treplev’in "kötü” olarak nitelendirdiği kişi, annesiyle birlikte olan yazar
Trigorin’dir. Trigorin’in kötü oluşu "Hamlet”ten farklı olarak eserin finalinde
ortaya çıkar.
86
Treplev, annesiyle birlikte yaşayan Trigorin’i hem yazarlıkta hem de aşkta rakip
olarak görür. Trigorin, hikayelerinde kullanmak için genç bir kızla aşk yaşamak
ister. Bu yolda seçtiği kurban Treplev’in aşık olduğu Nina’dır. Nina, Trigorin’in
eserlerini okumuş, eserlerden etkilenmiş ve henüz görmediği bu yazara aşık
olmuştur. Trigorin’in çiftliğe gelişiyle Nina hayranı olduğu bu insanla tanışır.
Trigorin, Arkadina ile birlikte yaşamasına rağmen ilerisi için ümit vermeyeceğini
bile bile Nina’yla birlikte olur. Nina, onun peşinden kente gider. Ondan hamile
kalır, çocuğunu düşürür. Trigorin bütün bu olanlardan sonra eski ilişkilerine geri
döner ve Nina’yı terk eder. Trigorin, Nina’nın hayatını çalmıştır. Nina
konusunda Trigorin’e yenilen Treplev yazarlıkta da ona yenilir. Yazdıklarını
kendisi bile beğenmez, hâlbuki Trigorin’in belli bir hayran kitlesi vardır. Hayatta
bir türlü dikiş tutturamayan ve iki isteği olan Nina ve başarılı bir yazar olma
hayalleri suya düşen Treplev kurtuluşu ölümde bulur, intihar eder.
Trigorin, Treplev’in intiharının sebeplerinden biridir. Bütün bunların olmasının
sebebi, Arkadina’nın Trigorin ile ilişki yaşaması ve Trigorin’i Arkadina’nın
çiftliğe getirmesidir. Nina’nın mahvoluşu, Treplev’in intiharı bu "kötülüğe”
bağlanmıştır.
"Aşkı cinayetin uçurumunda arama”, "Hamlet”te Kralın cinayetine ve
Gertrude’un Claidius’a âşık olup onunla evlenmesine bağlanırken; "Martı”da
Trigorin ve Arkadina birlikteliğinin sebep olduğu ve hayattaki başarısızlıklarının
hızlandırdığı Treplev’in intiharına bir göndermedir. Okuyucuya aşkın bir
cinayete sebep olacağı hissettirilmektedir.
Sonuçta, Shakespeare bu replikleri Gertrude’un içinde bulunduğu durumu
ortaya koymak ve onun intibaha gelişini sergilemek için kullanmıştır. Çehov’un
bu iki repliği "Hamlet”ten alıntılaması Arkadina ve Treplev arasındaki ilişkiyi
göstermek, Arkadina’nın içinde bulunduğu durumu ortaya koymak ve oyunun
sonuna göndermelerde bulunmak içindir. Annesinin Trigorin ile yaşadığı
birlikteliği içine sindiremeyen Treplev’in intiharı "Kurtuluş yok!” ve "cinayet”
sözleriyle okuyucuya hissettirilmiştir. Shakespeare durum tespiti yaparken
Çehov gelecekte olacak olaylara göndermeler yapar. Aydın sınıfın geçirdiği
buhran Arkadina’nın şöhret merakı, Trigorin’in hayatları mahvedişi, Treplev’in
hayata tutunamayışı ile verilir. Bu insanlar kendi dertlerine o kadar
düşmüşlerdir ki yaşadıkları toplumda ne olup biter bilmezler. Topluma bir
faydaları da yoktur.
87
Konu: "Yalnızlık” ve "Yalnızlığa Övgü” Adlı Şiirlerde, Şairlerin "Yalnızlığa
Bakışları”nın Karşılaştırılması Adı-Soyadı: Ezgi Cansu Bingöl Sınıfı: 11-F
YALNIZLIK/ Cahit Sıtkı Tarancı Geniş, siyah gölgesi hayatımı kaplayan,
Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.
Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim, benim olan bir masaldır
yalnızlık.
Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü,
Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı.
Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü Kimsesiz gönlüm kadar hiç kimse
duymadı.
Bir ayna parçasından başka beni kim anlar,
Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde?
Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar;
Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde?
YALNIZLIĞA ÖVGÜ/ Özdemir Asaf Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,
Öbürü uykusunda bile bağırır.
Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.
Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.
Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var...
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.
İKİ FARKLI BAKIŞLA "YALNIZLIK”
Cahit Sıtkı Tarancı, "Yalnızlık” adlı eserinde bir duygu olarak ele aldığı
yalnızlığın hayatındaki etkilerini ve kendisinden götürdüklerini anlatmaktadır.
Özdemir Asaf ise "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinde "mutluluk” ve "yalnızlık”
kavramlarını karşılaştırarak yalnızlığı üstün konuma getirmekte, yalnızlığın
hayatına etki eden özelliklerini ortaya koyarak yalnızlığın insan hayatındaki
88
yerini konumunu anlatmaktadır. Her iki şair de şiirlerine "yalnızlık” temasından
yararlanmaktadır. Şiirlerde hareket noktası olarak aynı temalar ele alınmışsa
da ulaşılmak istenen hedeflerin farklı olduğu görülmektedir.
Cahit Sıtkı Tarancı, "Yalnızlık” adlı şiirinin ilk dörtlüğünde "yalnızlığın
yaşamındaki konumuna ve yaşamındaki etkilerine” yer vermektedir:
Geniş siyah gölgesi hayatımı kaplayan,
Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.
Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim,
benim olan bir masaldır yalnızlık."
Şair, bu dörtlükte yalnızlığı tepesinde dönen bir kartala benzetmektedir.
Yalnızlık, şairin dünyasını bir kartalın dünyası gibi karartmakta ve
zorlaştırmaktadır. Şairin sözünü ettiği gölge için "geniş” sıfatını kullanması,
yalnızlığın hayatının her alanını kapladığını göstermektedir. Ayrıca şair "masal”
kavramını kullanarak da yaşamının tümünü, yaşamı boyunca başından
geçenleri kastetmekte, yalnızlığın hâkim olduğu günlerin çok ağır ve zor
geçtiğini anlatmaktadır.
Tarancı, şiirinin ikinci dörtlüğünde de "yalnızlığın ruh dünyasına etkilerini”
incelemektedir:
Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü,
Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı.
Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü Kimsesiz
gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı.
Şair bu dörtlükte kendini bir ağaca benzetmektedir. Yapraklarının dökülmesiyle
sadece gövdeden ibaret kalan bir ağaç gibi zamanla yalnız kaldığını
anlatmaktadır. Yapraklar, nasıl bir ağaç için tamamlayıcı unsursa ve yoklukları
ağacın yalnızlığına sebep oluyorsa, şair için de bu geçerlidir. Şair, yaprakların
dökülmesiyle sonbaharı kastederek hüznü, "bahar” kavramını kullanarak da
mutluluğu anlatmaktadır. Ayrıca yalnızlığına örnek olarak "gemilerin gelmediği
bir liman”ı da "yapraksız ağaçlar” gibi kullanmaktadır.
Üçüncü dörtlükte, şair yeniden yalnızlığını vurgulamaktadır:
Bir ayna parçasından başka beni kim anlar,
Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde?
Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar;
Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde?
Cahit Sıtkı, "ayna” simgesini kullanarak yalnızlığını vurgulamakta, aynaya
89
baktığında gördüğü kişiden, yani kendisinden başka hiç kimsesinin olmadığını
anlatmaktadır. Yalnızlığını doldurmak için sahip olduğu tek kişinin yine kendisin
olduğunu, "kardeş tesellisi” kavramını kullanarak anlatmaktadır. Şair, "düğün”le
yaşamı kastetmekte, buna "bitmeyen” sıfatını ekleyerek de zamanının çok ağır
ve zor geçtiğine tekrar vurgu yapmaktadır. Kendisini bitmeyen bir muma
benzeterek, tamamen dışında gördüğü düğüne benzeyen hayatta, mutluluktan
faydalanamadığını, bir mum gibi kendi halinde, fark edilmeden eriyip yok
olduğunu anlatmaktadır.
Özdemir Asaf, "Yalnızlığa Övgü” adlı şiirinin ilk dörtlüğünde "mutluluk” ve
"yalnızlık” kavramlarını karşılaştırmıştır:
Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür;
Öbürü uykusunda bile bağırır.
Şair, bu dörtlükte mutluluk ve yalnızlık kavramlarına insani özellikler yükleyerek
somutlaştırmaktadır. Mutluluğa "kör” sıfatını ekleyerek tökezlemeye mahkûm
olduğunu belirtirken; yalnızlığa "sağır” sıfatını yakıştırarak sürekli bağırdığını,
sağır olanın daha güçlü göründüğünü, yani yaşamında yalnızlığın mutluluğu
yenerek daha baskın olduğunu anlatmaktadır.
İkinci dörtlükte de şair, mutluluk ve yalnızlık kavramlarının karşılaştırmaya
devam ederek yalnızlığın kendisi için daha vefalı olduğunu göstermektedir:
Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutkunluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.
Özdemir Asaf, "mutluluk yalnız kendisini görür” diyerek mutlu olan bireyin
bencilce yalnız kendi mutluluğunun farkında olacağını, başkalarının durumunu
görmeyeceğini anlatmaktadır. Şaire göre, yalnızlığın durumu kabullenmiş bir
şekilde sabırla kayıp olan sesini bekleyeceğini, yani yalnız olan birinin şikâyet
etmeden ve anlayış içinde sabırla bekleyebileceğini belirtmektedir:
Şair, üçüncü dörtlükte mutluluk ve yalnızlığın özelliklerine değinmektedir:
Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kendisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.
Şair, bu dörtlüğün ilk iki dizesiyle mutluluğun uzak kalındığında çok zorlayıcı,
90
"ölümden beter” olduğunu ve "doğurmayacağını”, yani sürekli var olmayacağını
anlatmaktadır. Son iki dizede ise mutluluğun bu durumuna karşın yalnızlığın
gidecek bir yeri olmadığını, yani kalıcı olduğunu, kolay kolay geçmeyeceğini,
istenmese de uzaklaştırılamayacağını anlatmaktadır.
Son dörtlükte, şair iki kavramı son kez karşılaştırarak önceki dörtlüklerdeki
düşüncelerini genel olarak vurgulamak istemektedir:
Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var.
Her ikisinin de saksılarında çiçek Biri hep başka bir
renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.
Mezara gömülenler, zamanla toprağa karışarak kaybolacaklardır. Buna
dayanarak şair, mutluluğun geçici olduğunu bir kez daha vurgulamaktadır.
Heykeller ise her zaman kalıcı yapılardır. Şair, okuyucuya bunu sunarak da
yalnızlığın kalıcı olduğunu tekrar belirtmektedir. Şair, son iki dizede ise
mutluluğun mezarındaki saksıların içindeki çiçekler için "biri hep başka bir
renkte solar” diyerek mutluluğun her an kötü sonuçlar doğurarak çekip
gidebileceğini
anlatırken; yalnızlığın heykellerinin saksılarındaki çiçekler için "ha açtı ha
açmayacak” diyerek, yalnızlığın sürekli bir bekleyiş gerektirdiğini, sabır
istediğini vurgulamaktadır.
Sonuç olarak; her iki şair de "yalnızlık” temasından yararlanarak yalnızlığın
hayatlarındaki yeri ve hayatlarına etkilerini anlatmışlardır. Cahit Sıtkı
Tarancı "Yalnızlık” adlı şiirinde yalnızlığın hayatındaki etkilerini bilhassa
olumsuz yönleriyle ele alırken, Özdemir Asaf "Yalnızlığa Övgü” adlı
şiirinde yalnızlığı mutluluğa kıyasla kendine daha yakın bulduğunu
anlatmaktadır.
91
Konu: Şeyh Bedrettin Destanı’nın On Dördüncü Bölümü Üzerine Bir Tahlil
Adı-Soyadı: Pınar Ulutaş
No: 267 Sınıfı: 10-D
ŞEYH BEDRETTİN DESTANI (14. Bölüm) / Nazım Hikmet
Yağmur çiseliyor
korkarak yavaş
sesle
bir ihanet konuşması gibi
Yağmur çiseliyor
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi
Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf
çarşısında bir bakırcı dükkanının
karşısında Bedreddinim bir ağaca
asılı
Yağmur çiseliyor
gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir
ve yağmurda ıslanan yapraksız dalda
sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor
Serez
çarşısı
dilsiz
Serez
çarşısı kör
havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü ve
92
Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü
Yağmur çiseliyor
Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’nın ‘Yağmur Çiseliyor’ ile başlayan
on dördüncü bölümde, Şeyh Bedreddin’in idamının, kendi ruh âlemindeki ve
çarşıdaki etkilerini anlatmaktadır.
Şeyh Bedreddin, Osmanlı Devleti’nde Fetret Devri’ne denk gelen dönemde
yaşamıştır. Özgürlük ve eşitliğe dayalı bir yönetim anlayışının gerekli olduğuna
inanmış, bu düşüncesiyle Nazım Hikmet tarafından komünizmin öncüsü olarak
görülmüştür. Nazım Hikmet de devrimci kişiliği dolayısıyla Bedreddin’i
kendisine örnek alır.
Şiir "Yağmur Çiseliyor’ dizesiyle başlamakta ve bu dize şiirin farklı yerlerinde
birçok değişik anlamda kullanılmaktadır. Buna mukabil bir tek anlamı şiir
boyunca değişmemiştir. Şair ‘yağmur çiseliyor’ diyerek kendi ruh dünyasını
yansıtmıştır. Yağmurun çiselemesi şairin hüznünün şiirdeki görüntüsüdür.
Fakat neden yağmur yağmıyor da çiseliyor, sorusu akla gelmektedir. Zira
yağmurun yağması şairin üzüntüsünü daha iyi betimleyebilir. Burada Şeyh
Bedreddin’in idam edildiği dönem dikkate alındığında halkın olaylardan
haberdar olmadığı, hissetse bile ‘farkında’ olmadığı görülmektedir. Yağmurun
çiselemesi de buna benzer. Eğer içerideyseniz dışarıda çiseleyen yağmurun
farkına varamazsınız. Dışarıdaysanız ve yağmur yüzünüze çarpıyorsa, ancak o
zaman durumun farkına varırsınız. Şair de dışarıda olan ve durumun farkına
varan nadir insanlardan biridir. Bu yüzden üzüntüsünü belli belirsiz bir
çiselemeyle ifade etmektedir. Zaten,
Yağmur çiseliyor korkarak yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi
derken de bunu kasteder. Yağmurun çiselemesini, korkarak yavaş sesle
yapılan bir ihanet konuşması gibi addetmesi, onun gizliliğindendir. Bilindiği
üzere ihanet konuşması açıktan açığa yapılmaz ve ancak çok güvenilen,
savunulan fikirleri anladığı düşünülen insanlara yapılır. Şair, o ihanet
konuşmasını duyan bir insan olması sebebiyle Şeyh Bedreddin’i ‘anladığını’
gösterir. Ve belki de bu yüzden çiseleyen yağmuru sırf yüzünde, gözlerinde
değil; kalbinde de hissetmektedir:
Yağmur çiseliyor
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi
Şiirin bu ikinci bölümünde ‘mürted’ kelimesi göze çarpmaktadır. Mürted, Arapça
93
inkâr eden anlamına gelir. Dini terminolojide İslam dininden çıkmış anlamında
kullanılır. ‘Beyaz ve çıplak mürted ayaklarının/ ıslak ve karanlık toprağın
üstünde koşması’ ve ‘yağmurun çiselemesi’ birbirine benzetilmiştir. Yağmur
çiselerken toprakta iz bırakmaz ama toprağı derinden derine ıslatır. ‘Çıplak’
ayakla toprağın üzerinde koşmak da aynıdır. Toprakta iz bırakmaz. Şeyh
Bedreddin’in aykırı düşünceleri çiseleyen bir yağmur gibi alttan alta yayılır,
etkileri ise derindendir.
Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf
çarşısında bir bakırcı dükkanının
karşısında Bedreddinim bir ağaca
asılı
Şiirin bu bölümünde, Şeyh Bedreddin’in idamı anlatılmaktadır. ‘Bedreddinim bir
ağaca asılı’ derken kullandığı ağaç kelimesi darağacı anlamında kullanılmıştır.
Şeyh Bedreddin düşüncelerinden ve çıkardığı isyandan dolayı Serez
Çarşısı’nda asılmıştır:
Yağmur çiseliyor
gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir ve
yağmurda ıslanan yapraksız dalda
sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.
Şair bu bölümde adeta idam sahnesini gözler önünde canlandırmaya
çalışmıştır. ‘Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir’ derken kullanılan ‘geç’ ve
‘yıldızsız’ kelimeleri ortama uygundur. Bilindiği gibi idamlar genelde gecenin
geç saatlerinde gerçekleşir. Mahkûm uykunun en sakin yerinde, halkın
uyuduğu vakitte uyandırılır ve darağacına götürülür. Gecenin ‘yıldızsız’
olmasıyla içinde bulunulan durumun kötülüğünü, karanlığını ifade eder. İnsan
ölene kadar her an, içinde bir ümit ışığı taşır. Oysa Bedreddin artık idam
edilmiştir. Ve onun böyle bir şansı yoktur. ‘Yapraksız dal’ ifadesi darağacını
temsilen kullanılmıştır. ‘Şeyhimin çırılçıplak etidir’ derken onun maddi boyuttaki
çıplaklığı söz konusu değildir. Burada şairin anlatmak istediği kefeni olmaması
dolayısıyla çıplaklığıdır. Ayrıca bu insan bir şeyhtir ve bu dönemde şeyhler
saygı görürler. Yani öldüğünde tabutunun omuzlar üstünde taşınmaması,
bedeninin bir darağacında sallanmasıdır çıplaklığı ya da üzerini örtecek toprağı
bile olmaması...
Yağmur çiseliyor
Serez çarşısı dilsiz
Serez çarşısı kör
havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü ve
Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü
94
yağmur çiseliyor
Şair bu bölümde ‘Serez Çarşısı’nı olaya tanık olması sebebiyle kullanmıştır.
Serez Çarşısı’na dilsiz ve kör sıfatlarını yakıştırmasıysa olaya tepkisinden
dolayıdır. Aslında herkes bu olay nedeniyle hüzünlüdür ama kimse
konuşamaz. Görür ama görmez. Çünkü konuşanın, görenin sonu karşılarında
duruyordur. ‘Ve Serez Çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü’ dizesi de utancı
anlatır. Herkes savunduğu fikir uğruna ölecek kadar cesur değildir. Ve
karşılarında böyle bir insan, yani hangi fikirden olursa olsun düşündükleri adına
ölümü bile göze alan bir insan görünce utanırlar. Ve yağmur hem üzüntüden,
hem utançtan, hem de böylesine kara bir lekeyi temizlemek adına çiselemeye
devam eder.
95
Konu: Kawafis’in ‘Şehir’ Şiiri Üzerine Bir İnceleme
Adı-Soyadı: Çağrı Güzel
No:
Sınıfı: 11-D
Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,” dedin,
bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
bir ceset gibi - gömülü kalbim.
aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.”
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır
düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma.
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
Kawafis "Şehir" adlı şiirinde bireyin yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında
bulunduğu ülkeden uzaklaşmayı seçmesi ve bunun sonucunda yaşadığı
mekânı değiştirmekle beraber yaşamını değiştiremeyeceğini konu edinmiştir.
Yazar eserde insanların nereye giderlerse gitsin, geçmişlerini de beraberinde
götüreceklerini ve benliklerinden kurtulmanın imkânsız olduğu tezini ortaya
koymaktadır.
Şiir, şekilsel olarak iki bölümden meydana gelmiştir. Bu bölümler sekizer
dizeden oluşmaktadır. Dizeler kendi aralarında kafiyeli değildir. Şiir serbest
ölçüyle kaleme alınmıştır. Şair, mısra aralarında açıklayıcı söz kullanmıştır.
Kendisini ikinci bir şahıs olarak görüp kendisine seslenmektedir. Anlamsal
olarak ele alındığında ise ikinci bölüm birinci bölümün devamı niteliğindedir ve
aralarında anlamsal bir bütünlük vardır. Şiirde konuşmalara yer verilmiştir.
Eserde iki anlatıcı vardır. İlk kıtada bireyin kaçışının nedenini anlatmaktadır.
İkinci bölümde ise anlatıcı değişmiş ve bireyin sahip olduğu duyguların,
düşüncelerin temelsiz olduğu vurgulanmaktadır.
"Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;”
Yazar ifadesiyle birey olarak yanlış anlaşılmışlığı vurgulamaktadır. Bireyi göçe
zorlayan temel unsur duygularını ifade edemeyişidir. Toplum bireyi yanlış
96
anlamakta ve yargılarıyla bireyi çıkmaza sürüklemektedir. "-bir ceset gibigömülü kalbim-" ifadesiyle ceset ve kalp kavramları bireyin duygusal olarak bir
durgunluk yaşadığını açıklamaktadır.
"Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?” sorusuyla birey kendine
sorular yöneltmekte ancak cevabını kendisi de verememektedir ve gidişini bir
nedene bağlamaya çalışmaktadır.
"kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün ” ifadesiyle yaşamış olduğu kötü
günlerin bulunduğu ortamda meydana geldiği ve bunların yaşamında derin
yaralar açtığını vurgulamış, bulunduğu ortamın kendisine bir şeyler
katmadığını ifade etmiştir. "Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede." ifadesiyle
bu düşüncesini pekiştirmektedir.
Eserin ikinci bölümde birinci bölümün cevabı niteliğindedir. Yazarın asıl
anlatmak istediği düşünce bu kıtadadır. "Yeni ülke bulamazsın, başka bir deniz
bulamazsın” " Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın.” Dizeleriyle yazar kaçışın bir şey ifade etmediğini anıların her an
beraberinde olacağını sokakların bile yabancılığının farkına varamayacağını
ifade etmiştir. "Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok” dizesi çıkış yolunun
bulunmadığını, gemi ve yol kavramıyla betimlemiştir. Gemi ve yol yolculuğu
uzakları sembolize eder. Şair, uzaklara gitmek istemekte ancak kendinden
kaçamamaktadır. Çünkü anıları buna izin vermemektedir.”Ömrünü nasıl
tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir yeryüzünde de.”
Dizeleri ise yine aynı düşünce etrafında şekillenmekte ve bölge kavramını
ortadan kaldırmaktadır. Gidilen bölge bir şey ifade etmemektedir. Önemli olan
yaşanmışlıktır. Anıların yollarla silinemeyeceği, unutmak için kaçmanın
anlamsız olduğu vurgulanmıştır.
Şair, hayal kırıklığı yaşamakta ve mücadele edecek gücü kendisinde
bulamamaktadır. Bunu sık sık tekrarladığı kelimelerle vurgular.
‘ Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede’
‘Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte’
‘Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de’
Şair, ruhunun bitmişliğini ‘tükenmek’ kelimesiyle ifade eder.
Şiirde mekândan kaçmak vurgulandığı için şehir, ülke, mahalle kelimelerini
kullanır.
Kawafis, "Şehir” şiirini mekân olarak iki bölüme ayırmış, bunun sonucunda ayrı
iki kavram ortaya çıkmıştır. Birini şehir kavramı yaşanmışlığı anlatmakta ve bu
şehirde bireyin anıları yer almaktadır. Diğer şehir kavramı mekânsal olarak ele
alınmış bu kavram sadece uzaklığı belirtmekte ve mana olarak bir duyguyu
ifade edememektedir. Bu kavram etrafında şair insanların mekânsal olarak bir
ayrılık düşüncesini yerine getirseler de; yaşanmış olanın her zaman onlarla
geleceği tezine vurgu yapmıştır.
97
YALNIZLIK
İÇİNDE
ÜÇ PORTRE
Sanatçı kimdir? Sanatçı
sadece
ansiklopedik
bir deha değildir. Aynı
zamanda kendi konularıyla, kendi dünyasını kuran, kendi yerçekimi
kanunlarını var edendir. Eserlerindeki her kişiye, her olaya, her duyguya,
kendi damgasını vuran, içimize güçlü bir şekilde sızan kişidir. Her sanatçının
kendisine ait bir alanı vardır. Ahmet Haşim, Dostoyevski ya da Kafka sadece
bireyin veya insanlığın dünyasını anlatmazlar, aynı zamanda kendi
dünyalarını da ifade ederler. Çünkü her sanatçı kişiliğiyle, yaşadığı çevreyle
ve eserleriyle bütündür. Eserlerindeki kişiler sanatçıların sözcüleridir. Satır
aralarında sanatçıyı görürüz, sanatçı yazdığı her mısranın, her cümlenin
içine sızmıştır. Kullandığı her kelime, bizi eserin arkasındaki gizli kahramana
götürür.
Bir eseri ele aldığımızda sanatçının ruh dünyasını da tanımamız gerekir.
Çünkü eseri anlamadaki en büyük rehberimiz, sanatçının ruh dünyası,
kişiliği, ailesi, yetiştiği çevredir. Karmaşık gibi görünen sanatçıların
yaşamlarına baktığımızda, aslında onların karmaşık olmadıklarını sadece
kendilerini ifade edemediklerini görürüz. Yazın hayatına damgalarını vuran
Kafka, Ahmet Haşim, Dostoyevski bu sanatçılardan yalnızca birkaç tanesi.
Belli bir duygudan yoksun olan kişilerin bu eksikliklerini gidermek için diğer
duyguları geliştirdikleri bilinir. Kafka’nın edebiyat yaklaşımına ve ifade
yeteneğine katkıda bulunan ögelerden biri konuşmayı sevmemesi ve ifade
etme yeteneğinin kısıtlı oluşudur. Konuşma konusundaki sıkıntısını ‘Dava’
yazarı Kafka şöyle ifade eder: “Konuşmak doğama aykırı. Söylediğim her
şey bana göre yanlış. Bana göre konuşmak söylediğim her şeyin ciddiyetini
ve önemi ortadan kaldırıyor. Bana göre başka türlü olmak olanaksız, çünkü
konuşma binlerce dış faktörden ve kısıtlamadan etkileniyor. Yazmak benim
için tek doğru ifade etme biçimi."
Kafka, hukuk öğrenimi görmüştür. Eserlerinde sürekli savlar ve karşı savlar
ortaya koyar. Bunda aldığı eğitimin yeri büyüktür. Özellikle1919 yılında
babasına yazdığı mektupta bu açıkça görülür. Bu mektupla yıllarca babasına
karşı beslediği duygularını, düşüncelerini açıklar. Bir nevi ömrü boyunca
konuşmak isteyip de konuşamadıklarının savunmasını yapar. Daha sonra
yazacağı” Yargı” adlı hikayeye bu durum mektup ilham kaynağı olacaktır.
19. yüzyılın Rus dehası Dostoyevski de tıpkı Kafka gibi konuşmaktan
hoşlanmayan insanlarla iletişim kuramayan birisidir. Yalnızdır. "Delikanlı”
adlı romanında şöyle der: “Hiçbir topluma alışık değildim. Okulda dostlarım
vardı ama çok azdı bu dostlarım. Kendim için bir köşe yaptım ve orada
yaşadım."
Göller Saatleri şairi Ahmet Haşim de hayatı boyunca yalnızlığı seçen
sanatçılardandır. Haşim’in çocukluğu Dicle nehrinin kıyısında yaptığı yalnız
98
yürüyüşlerle geçmiştir. Annesiyle birlikte kendisini dış dünyaya kapatmıştır.
Annesini kaybettikten sonra da durum değişmeyecektir. Bağdat’tan
İstanbul’a geldikten sonra Galatasaray Sultanisi’ne gitmiş ancak hiçbir
zaman okuldaki öğrencilerle kaynaşamamış tıpkı Dostoyevski Kafka gibi
kendine ait bir köşe yapmış ve hayatı boyunca o köşede yaşamaya devam
etmiştir.
Sanatçıların hayatlarındaki bazı olaylar birer dönüm noktasıdır. Ahmet
Haşim’in ‘O’ adlı şiirinde ‘mah’ dediği kişi Dicle nehri kıyısında akşamları
beraber yürüyüş yaptığı ve daha sonra bir sonbahar akşamında kaybettiği
annesinden başkası değildir ya da Kafka’nın ‘Dava’ adlı romanında yaptığı
savunma, ayrıldığı nişanlısı Felice’ye yaptığı savunma konuşmasından
başka bir şey değildir. Dostoyevski’nin ‘Budala’ adlı romanında Prens
Mişkin: “Geceleyin haydutların eline düşüp öldürülen kimse son ana kadar
kurtulacağı umuduyla yaşar. Ama bizde çok daha kolaylaştıran bu son
umudu esirgerler insandan. Ortada bir hüküm vardır. Bu hükme muhakkak
uyulacaktır. İşte bu acıların en büyüğüdür. Savaş sırasında bir askeri getirip
topun karşısına dikin ateş ederken bile kurtuluş ümidi taşır fakat aynı askere
kesinleşmiş bir hükmü okuyun ya aklını oynatacak ya da ağlayacaktır. Öyle
bir adam düşünün ki kendisine ölüm karar okunduktan sonra hadi git
bağışlandın
diyerek
salıverilmiş
olsun.
Hayır
insanlara
böyle
davranılmamalıdır." derken aslında yazarın idama mahkum oluşu ve son
anda affedilişini hatırlatır.
Bu üç sanatçının kişiliğinin gelişmesinde ve eserlerinin oluşmasında
babalarıyla olan ilişkileri etkili olmuştur. Üç sanatçının babası da baskındır,
otoriterdir. Kafka’nın "Yargı” adlı öyküsü ile babasına yazdığı mektup
okunduğunda eserlerindeki baba imgesi net bir şekilde ortaya çıkar.
Kafka’nın eserlerinde bazen babası onu engelleyen bir bürokrat bazen onu
şekillendirmeye çalışan bir dayı olarak karşımıza çıkar. Yazar baba
otoritesine her zaman karşı çıkmaya çalışır. Kafka babasına “Neden her
zamanki gibi senden korkmayı sürdürdüğümü yakınlarda bana sormuştun.
Her zaman olduğu gibi bu soruya yanıt bulamadım. Buna kısmen senden
korkmam kısmen de bu korkunun nedenlerini açıklamak için girmem
gereken ayrıntıları seninle konuşurken aklımda tutamama neden oldu. Şimdi
yanıtı yazarak vermeye çalışırsam yine de tam bir açıklama yapamam çünkü
yazarak bile bu korku ve bunun sonuçları seninle olan ilişkimi güçlendiriyor
ve durumun etkisiyle belleğim zayıflıyor mantık yürütme gücüm azalıyor.”
der. Suç ve Ceza yazarı da babasıyla hiçbir zaman baba-oğul ilişkisini
yaşayamam ıştır. Çoğu zaman babasının ölmesini arzulamıştır. ”Karamazov
Kardeşler” adlı romanın kahramanı Ivan’ın konuşmalarından Dostoyevski’nin
bu arzusu anlaşılır. Ivan da tıpkı Dostoyevski gibi babasına hınç duyup
99
ölmesini arzular.
Kenan Akyüz, Ahmet Haşim’in Bağdat’taki çevresini ve çocukluk dönemini
ayrıntılı olarak şöyle değerlendirir: “Şefkate şiddetle muhtaç olan küçücük
varlığı, babasının sertliği karşısında sadece bir annenin kırık kanatlarına
sığınır.”
Anne imgelemi üç sanatçıda da etkin değildir. Aile içerisinde baba baskın,
anne ise zayıf siliktir. Haşim’in annesi verem hastasıdır. Dicle’nin kıyısında
Haşim annesi ile gölgeler gibi sessiz dolaşır. Anne bütün sevgisini oğluna
vermiştir. Dostoyevski’nin annesi sıradan bir Rus köylüsüdür. Babası ise
soylu bir ailedendir. Hayatları boyunca bu zıtlık ailede hâkim olur ve
annesinin söz hakkı hiçbir zaman olmaz. Kafka ise annesinden de
babasından da nefret eder. Kafka “Aileme söylediğim veya onların bana
söylediği her söz benim için kolaylıkla ayağıma takılabilecek bir engel
oluşturuyor. Yine de ebeveynlerimden türedim onlarla ve kardeşlerimle kan
bağım var. Bazen bu kan bağım nefretimin hedefi oluyor." der. Üçünde de
mutlu bir aile yaşantısını göremeyiz. Bu onların özel yaşantılarını ve
eserlerindeki aileye bakış açılarını etkilemiştir.
Tezatlıklar, aşırılıklar... Haşim’in küçükken öksüz kalması daha sonra
yabancı çevrelere girmesi, kendisini çirkin bulması, kendisine güvenin
olmaması, ondaki tezatlıkları aşırılıkları arttırır. Suç ve Ceza’daki
Marmeladov içki parasını bulabilmek için nasıl karısının çoraplarını aşırırsa,
Dostoyevski de rulet oynayabilmek için karısının çamaşırlarını satar. Hayatı
boyunca kumar tutkusunun esiri olur. Çöller şairi Ahmet Haşim’in kendisini
aşırı derecede çirkin bulması, üzüntüsünün ve kendisine olan güvensizliğin
başlıca nedeni olur. ‘Başım’ adlı şiirde kendisini aynada bir şekle koymaya
çalıştığını ancak bunu başaramayınca başını kesip atmak istediğini ifade
eder.
Kaçış... Haşim, kendisini her zaman için çevresi tarafından kabul
görmediğini düşünür ve hiç kimsenin giremeyeceği bir dünya yaratmaktan
başka çare bulamamış mavi gölgeli "O Belde”ye kaçmak ister. İnsan
olmaktansa göllerde bir kamış olmak ister.
‘Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam’
Kafka "Dönüşüm” adlı romanında Gregor Samsa bir sabah uyandığında bir
böceğe dönüştüğünü görür. Gregor Samsa, böcek olduğu için çevresi hatta
ailesi tarafından dışlanır. Kabul görmez, kendisini ifade edemez. "Şato” adlı
romanda kahraman bir şatoya ulaşmak ister ancak bu bilinmeyen şatoya bir
türlü ulaşamaz. Tıpkı Haşim’in ulaşamadığı "O Belde” gibi.
100
Nasıl ki Haşim’in ırkı, dili, kültürü onun hem yaşamını hem sanatını
etkilemişse Kafka’nın da Alman toplumunda Çekli bir Yahudi olması onu
derinden etkilemiştir. Haşim’e okul arkadaşları tarafından "Arap” denilerek
alay edilmesi, Kafka’nın Alman toplumunda Çekli bir Yahudi olduğu için
dışlanması onları bulundukları toplumdan ayırmış, onları sinirli, karamsar,
çelişkili kişiliklere sahip insanlar yapmıştır. Haşim’in yalnızlığını "Akşamlar”
adlı şiirinde tanık oluruz. ”Bir Günün Sonunda Arzu” adlı şiirin başında gülleri
tasvir ettikten sonra bendi "gün doğdu yazık arkalarında” diyerek bitirir.
Seher vakti dahi onda hüzünlüdür.
‘ Bir gamlı hazanın seherinde’
Şiirlerinde mutluluktan, canlı tasvirlerden, renklerden söz etmek mümkün
değildir. Daima alacakaranlıklar, sonbahar, akşam, kızıllık vardır. Tıpkı
Dostoyevski’de, Kafka’da olduğu gibi. Hem Kafka’nın hem Dostoyevski’nin
romanlarında aydınlık, umut, mutluluk kavramlarından söz edemeyiz. Gece,
karanlık, yağmur, bulutlu gökyüzü. Kahramanları hiçbir zaman huzura
kavuşamazlar daima sinirlidirler. Kendileriyle, toplumla çatışırlar, kendilerini
suçlarlar, bir yanardağdan çıkan lavlar gibidirler. Trajik oyunun
başkahramanlarıdırlar. Kafka’nın eserleri bizi düşler alemine çeker. Kimi
zaman hayvanları konuşturur, kimi zaman kendisi hayvan olur, kimi zaman
da hayvana dönüşür. Bazen ulaşılmayan şatolar, yargıçlar, insanlar vardır.
Kahramanları sürekli olarak düzenle çatışıp ve yakınları tarafından itilip
kakılmakta ve sürekli bir yaşam mücadelesi vermektedirler. Aslında biraz
derinden incelediğimizde bu bir var oluş mücadelesidir Kafka’nın
mücadelesidir.. Tutarsızlardır, sorular sorarlar ancak cevaplarını alamazlar,
çaresizdirler. Kafka’nın ”Dava” adlı romanında Gregor Samsa, böceğe
dönüştüğünde çaresizce bir çözüm arar, ancak bulamaz. Gregor Samsa,
perde arkasındaki Kafka’dır. Suç ve Ceza’daki Mermeladov: “Bir insanın
gidecek hiçbir yerinin olmamasının ne demek olduğunu bilir misin?" derken
Dostoyevski’nin kendisidir.
Üç farklı millete ait olan bu sanatçılar için ortak kullanacağımız kelimeler:
Gece, kaçış, yalnızlık, mutsuzluk, kendini ifade edememe ve hüzün. Bir diğer
ortak noktaları ise eserlerindeki her kişiye, her olaya her tasvire kendi
varlıklarının damgasını vurmalarıdır.
Sibel BAYRAM Türk
Dili ve Edebiyatı Öğrt.
101
YARATICI YAZI
103
Konu: "Asiye Nasıl Kurtulur” Oyununun Baş Kahramanı Asiye’nin Erkeklere
104
Nutku
ASİYE’NİN ERKEKLERE NUTKU!
Pek Saygıdeğer (!) Erkek Milleti!
Burada toplanmamızın sebebi ne bir izdivaç ne de bir bayram. Tüm kadınlar
adına yargılamaya geldim sizi. Ağırlığının farkında bile olmadığınız, küçük
sandığınız ve insanı umursamaksızın işlediğiniz suçlar için.
Siz erkekler, yapınız gereği güce odaklısınız. Maddi güç, sosyal güç, cinsel
güç. Bunları Elinizde tutmaktır sizin için başarı ve mutluluk. Lakin bu hırslı ve
yıkıcı yapınızı dengelenmek durumunda. Bu görevi kadınındır. Sizin sert
yanlarınızı törpüler, yıktığınızı yapar, kirlettiğinizi temizlerler. Sizi daha güzel
görünmek zorunda bırakırlar. Bu görevi kimi anneniz, kimi ablanız, kimi de
sevgiliniz ya da karınız olarak yerine getirir. O rollerin arasında siz
göremezsiniz ki bir müddet sonra amaçlarınız dolaylı olarak onlar olmuştur.
Düşünün, bugün kadınlar dünyayı terk etse ne olur?
İlk saat: Yokluklarını fark etmezsiniz.
İlk gün: Fark eder ve özgürlüğün tadını çıkartmaya başlarsınız. İlk hafta:
İşler oldukça keyifli gitmektedir. Çalışmayı bırakmış ve tamamen bedensel
ihtiyaçlarınızı giderme üzerine kurulu eğlencelere yoğunlaşmışsınızdır.
İlk ay: İşler tatsızlaşmaya başlar. Temizlik; her yere, her şeye ve hepinize
uzak bir kavram halini almıştır. Eğlenceleriniz sizi tatmin etmekten
uzaklaşmaya başlar ve sıkılırsınız. Daha da beteri, kadınları özlemeye
başlamışsınızdır.
İlk yıl: Artık birbirinizin kafasına taş vurur hale gelmişsinizdir. Yaşayış ve
görüntü olarak hayvanlaşma başlamıştır. Üçüncü Dünya Savaşı, taş ve
sopalarla yapılır.
Bunu deneyemeyiz elbette. Ama illa ki bir şeylerin kıymetini, kaybettiğinizde
mi anlamanız gerekli?
Ya hal böyleyken sizin yaptığınız nedir? Artık gazeteler tecavüz
haberlerinden geçilmiyor, yakında ekonomi sayfasına da sıçrayacak.
Kadınlarımız evinden işine, işinden evine taciz edilmeden gidemiyor.
Saat dokuzdan sonra sokak onlara yasak. Caddeler eşkıyalarınıza kalmış.
Bunlardır sizin eseriniz işte. Ki bunlar sadece tanımadıklarınıza
yaptıklarınızdır. Kimi kadınlar var, eşleri çalışmalarına, hatta bazısının
sokağa çıkmasına yasak koyuyor. Orada bir başka kadın zorla çalıştırılıyor.
Bir başka kız, ahlakı bozulur diye okula gönderilmiyor. Okula giden kız,
ağabeyinden sokak ortasında dayak yiyor, yaka paça sürükleniyor.
105
Sürükleyin! Nereye kadar?
Siz erkekler, empatiden yoksunsunuz. Taciz edilmenin, et olarak görülmenin
rezilliğini
asla
anlayamayacaksınız.
Annelik
duygusunu
anlayamayacaksınız. Cinsiyetinizden dolayı mahrum olduğunuz tek yer
kadınlar tuvaleti olacak. Acaba anlayamadığınızı yok etme huyunuzdan
mıdır bu muamele?
Ne istiyoruz biz? Söyleyeyim.
Bir kadın da kendi eşini seçebilmeli.
Bir kadın da istismar edilmeksizin istediği işte çalışabilmeli.
Bir kadın da kendi hayatıyla ilgili seçimleri yapabilmeli.
Bir kadın, bedeninin sınırları içine itilmemeli. Hayattan, özgürlüklerinden,
hislerinden, haysiyetinden mahrum edilmemeli.
Şu sözde insan hakları artık sözde olmaktan çıkmalı. Sadece erkeklere
işlememeli.
Vesaire vesaire. İşin özü bellidir. Eşitlik, saygı, vefa! Bunları istiyoruz. Çok
mudur?
Gelelim hükmünüze. Mahkûm ediyoruz sizi. ‘Erkekler Dünyası’ diyerek kendi
ellerinizle yarattığınız yere mahkûm ediyoruz. Sevgi ve saygıdan
yoksunlaşan yere.
Hırs ve öfkeyle dönen düzene.
Kendinizi yalnızlaştırdığınız evlere.
Aldattığınız karılarınızla paylaştığınız döşeklere.
Parayla satın alınabilen aşklara.
Çürümüş inançlara.
Nezaket, ihtiyat ve dengeden yoksun her şeye.
Bu dünya, anlayanadır.
Cezası da anlayana.
Şimdi dağılın ve yeni kelepçelerinizle devam edin hayatlarınıza.
Solitaire
106
Konu: Murathan Mungan’ın Mahmud ile Yezida Oyununun
Kahramanlarından Havas Ağa ile Röportaj
Hazırlayan:
Hasan Turunçkapı Hazırlık-C Ayşe Büşra Sarıcan 11-D
Havas Ağa, bu ağalık size nereden geliyor?
Bana babamdan kalmış, ona da babasından. Üç kuşaktır ağalık bizde.
Havas Ağa, bataklığı kurutacak kadar gözünüzü karartan, cesaretlendiren
neydi?
Bu sene buralara hiç yağmur yağmadı, hiç ekin yetişmedi. Kapımızda onca
adam besleriz biz, bunları nasıl doyuracağız? Derken aklımıza bataklık
geldi. Bataklık son çaredir, dedik. Ne yapalım bizde köyümüz için her şeyi
yaparız. Ağalık vicdandan feragattir. Biz de kuruttuk bataklığı.
Havas Ağa, Yezidiler ile konuşmak varken niye köyü dairelediniz?
Arada bin yıllık nefret vardır. Hiç bir Müslüman, Yezidi’yi sevmez. Törelerin
107
bin yılda bir değiştiği bu toprakta yeni bir iş için elbet kan dökülecektir. Kan
dökmek bu işin neticesidir. Bunun önü tutulmaz. Zaten konuşsaydık bile
onlar bize bataklığı vermeyeceklerdi. Çünkü bataklık onların kalesidir,
hendeğidir. Müslümanlardan ve tüm tehlikelerden uzak tutar onları.
Hem de o köyün ağası Deli Miro’dur. Bütün ataları eski köy baskınlarında
kesilmiş dedeleri diri diri gömülmüştür. Bacısı kaçırılmıştır. O töresine en
sahip ağadır. Hayatta vermezdi o bataklığı.
Havas Ağa, Mahmud ile Yezida’dan haberiniz var mıydı?
Yoktu. Son zamanlarda Mahmud‘un aklı dumanlıydı. Fakat sebebini
sormadık. Zaten annesi, ağabeyi de bilmiyormuş. Onların haberi yoksa ben
nerden bileyim? Başka birini sevdiğinden de şüphelenmedim değil, çünkü
ben onu bataklığın emniyeti için Teyfo Ağa’nın kızı ile evlendirecektim.
Kabul etmeyeceğinden korktum. Fakat sevdiği kızın bir Yezidi olduğunu
tahmin edemedim.
Havas Ağa, Mahmud’u niye ateşe attınız?
Yine ağalık töresinden, çünkü bunca köylüden biri feda edilebilir diğerleri
için. Sanki suç bize yükleniyor. Töremizi bilirsin, Mahmud yasak bir şey
yapmıştır. Eğer yaptığı öğrenilse idi zaten öldürecekti onları, Deli Miro.
Tamam, Mahmud yiğitti, severdik ama sonuçta bunca köylüye yeni ekmek
kapısı açıldı, böylesi daha iyi.
Yezida kendisini ölüm çemberine aldığında onu görmeye neden gitmediniz?
Ben aklımı peynir ekmekle yemedim. Sen sanır mın ki Eyşan Ana’yı
aralarına aldıkları gibi beni de alırlar? Unuttun mu ben onların köyünü
daireledim, köye girdiğim anda beni vururlardı. Ayrıca bir Müslüman Ağa’ya
Yezidi bir eksik eteği kurtarmak düşer mi? Yakışık almaz. Olmazdı, o köye
giremezdim.
Havas Ağa, son bir sorum var, hiç aşık oldunuz mu? Yanlış anlamayın
sadece Mahmud’u anlayabiliyor musunuz, diye sordum.
Biz ağa gibi yetiştik, doğduğumuzda bizim evleneceğimiz kadın belliydi, sen
hiç duydun mu töresine uymayan ağa? Aşk nedir bilmeyiz biz. Biz, ağalık
için yanımızdakilerin karnını doyurabilmek için varız. Ağalık bunu gerektirir.
108
EDEBİYAT ve SOSYAL BİLİMLER
Konu: Korku Psikolojisi ve Melih Cevdet Anday’ın "Müfettişler” Adlı
Oyunu Üzerine Psikolojik Bir Tahlil Denemesi
110
KORKU VE MÜFETTİŞLER Kaygıdan kaynaklı
korkmak... Korkmaman gerektiğini bilerek korkmak... Korkunun saçmalığını
fark ederek korkmak. Korkmamak için çıkarımlara sarılarak korkmak.
"Korkma” telkinlerine rağmen korkmak. Giderek korkuya gömülmek,
korkunun içinde kaybolmak. Korkmamak için gerekçeler üretmek.
Gerekçelerine iman edip korkmak. Korkuyu gizlemek, derinden derine
korkmak.
"Korkmuyorum”a
inandırarak
inancın
içinde
korkmak.
Uydurduklarını başkalarının da düşündüğünü zannedip korkmak. İnsanların
zihnini okuduğunu sanıp korkmak. Sanrılar üretip korkmak. Korktukça daha
çok sanrı üretmek. Gerçekle sanrının arasında sıkışıp kalmak. Kendi
anlağını evrenin merkezine koyup sadece kendinden korkmak. Korkuyu
bulaştırmak, hep beraber korkmak. Bir eve hapsolup, perdeleri kapatıp,
odaları kilitleyip, odalar dolusu hatıralardan kaçıp da kurtulamamaktan
korkmak. Hafızadan korkmak. Bir korku kültürünü bireysel bazda yaşayıp
ötekinin neyden korktuğunu hatta korkup korkmadığını bilmeden korku
toplumunda tek başına korkmak. Tek başı evin içinde çoğaltıp hep beraber
korkmak. Korkudan korkmak.
"Adam, korkuyor”. Perdenin aralığından bakmaktan, bakıp da baktığı
tarafından görülmekten korkuyor. Gazete haberlerini atlamaktan, belleğinin
zayıflamasından, olayları karıştırmaktan, olaylarla karşılaşmaktan korkuyor.
Geçmişi bir odaya kilitleyip bıraktığını sanıyor. Anılar "ortadan katlandığında
sırtı gümüş gibi parlayan” bir anahtar misali parlıyor zihinde. Hafıza
kilitlenmiyor. Basit bir kimya değişimi deyip içinden çıkılmıyor ‘korku’
olgusunun. İnsanlık tarihi kadar eski, dinler kadar güçlü bir histir korku.
Odalara, perdelerin arkasına hapsedilmiyor. "Denize yirmi metre mesafeli bir
eve” kaçar gibi kaçılmıyor korkudan.
Konuştuğun dil kadar eski, uyduğun örfler kadar köklüdür korku. Bir müfettiş
denetiminden kurtulabilir insan, ama ya vicdanın hele hele pek de sağlıklı
çalışmayan bir zihnin denetiminden nasıl kurtulur. Tüm dünyadan gizlediğini
kendinden nasıl gizler insan? Senin bildiğini başkalarının bilmemesi hangi
anda anlamını kaybeder? Öyle hazindir ki bu an itiraf edecek bir şeylerin
olmasa da itiraf ediverirsin bir şeyleri. Adı korkudur bunun. Bilinmeyen
tarihler kadar gizemlidir.
Müfettişler, davranış bozuklukları sergileyen bir adamla bu bozuklukların
tesiriyle çeşitli karmaşalar yaşayan ve kendisini bu anormallikler yaşamına
kaptıran bir kadının hayatını izliyor. Olay örgüsü sanrı ile gerçek arasında
sıkışmış bir yaşam izlenimi veriyor insana. Gerçekle düşselin, korkudan
kaynaklı inkâr ile aynı korkudan kaynaklı itirafın gitgellerinde bir hikâye.
Metni ilk okuduğunuzda zihninizde oluşacak izlenim bu olacaktır herhalde.
Bazı anların gerçek mi sanrı mı olduğunu seçemiyor insan. Davranış
111
bozukluklarına gelince, başlarda basit nevrotik özellikler izlenimi verirken
gittikçe paranoyak özellikler taşıdığı kişinin sanrılarının olduğu fobi,
obsesyon gibi düşük düzeyli anormalliklerin sadece olayın görünen yüzü
olduğu anlaşılıyor. Ancak bazı diyaloglar geçiyor ki, o anda yaşanan gerçek
mi yoksa Adam’ın sanrıları olay akışına mı karışıyor, seçmek zor.
Yine bu kısa oyundan edinilen en basit çıkarım yaşantıdan kaynaklı
travmatik süreçler zihinsel yapı üzerinde kalıcı tahribatlar yaratabiliyor ve
boyutları çok üst noktaya varabiliyor diye özetlenebilir. Günlük yaşam
akışında da karşılaşılabilecek bu durum daha olayın başındayken gerçekle
yüzleşerek, onu bastırmadan ve gerekirse profesyonel bir yardım alarak
üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Gecikmemek kaydıyla.
Adam, denetimlerle dolu bir geçmişe sahip. Dolayısıyla denetlenmeye, emir
almaya, vazifesini yerine getirmeye alışık. Otomatikleşmiş bir zihin-kas
işleyişine sahip. Ancak basit bir olgusallıktır ki aynı uyarana aynı birey farklı
anlarda farklı tepkiler verebilir. Bilişsel psikoloji kuramlarının tepki
yaklaşımıdır bu. Yani emir almaya alışık birey, hep itaatkâr davranacağı gibi
yaşadığı yüksek kaygı düzeyiyle ilintili olarak saldırgan tepkiler de verebilir.
Bu olayda ise yüksek kaygı durumu başka travmatik tecrübelerle
birleştiğinden obsesif (takınçlı)/ obsesif kompülsif örüntüden başlayıp
paranoid özelliklere dek yükselen davranış bozuklukları çıkıyor karşımıza.
Adam birden başını geriye çevirir, bir ayak sesi duymuştur. Dikkatle dinler ve
odanın ortasında koşmaya başlar. Saklanacak bir yer aramaktadır. Bula
bula ortadaki masanın altını bulur..."
Kadın (çok sert): Kalk ayağa!
Adam (korku içindedir.): Ben şuradaydım... şurada masanın altında.
Geleni, bir korku öznesi olarak kurgulayan adam, korku nöbetine giriyor ve
gerileme (ilkele dönüş) yaşıyor. Çocuksu bir davranış sergiliyor. Rahatça
görülebilecek bir yere saklanıyor. (Acaba çocukken de korktuğunda
emekleme pozisyonu alıp masanın altına girer miydi?)
Kadın (gözlerini açarak bağırır): Pencereden bakmışsın sen Adam
(korku içinde kekeler): Hayır bakmadım
Aynı çocuksu tepkiler. Korkan ve sığınan, korkudan kurtulmak için "inkâr”
eden bir adam.
Kadın: Bakmışsın bakmışsın.
Adam: Bakmadım!
Kadın: Git otur oraya!
Adam: Oturdum işte.
112
Kadın: Al eline gazetelerini.
Adam: Aldım.
Kadın: Başla okumağa!
İtaatkâr, korkak ve güvensiz. Kendine güveni o kadar az ki gazete okumayı
bile emirle yerine getiriyor. İlk bakışta nevrotik özellikler sergilediği
söylenebilir.
Kadın: Ne havadisler var gazetede?
Adam: ...sıradan şeyler hep doğumlar, ölümler, evlenmeler...
Kadın: Kaç ölü var?
Adam: Saymıştım ama unuttum
Bir aritmoman gibi davranıyor, ölümler bile sayılacak objelerdir onun için.
Adam: ...saymıştım ama unuttum. Bu günlerde belleğim zayıfladı ölümleri
doğumlarla karıştırıyorum.
Bir şeyleri sayma, unutmama takıntısı dönüp duruyor kafasında bu
obsesyonel takıntılar giderek şiddetleniyor. Fobilerle birleşiyor. Takıntılarıyla
beraber korkuları var adamın. Unutmaktan korkuyor. Aslında unutmayı çok
istiyor gibi ama unutmaktan da korkuyor.
Korku bulaşıcıdır.
Adam:...ölümleri doğumlarla karıştırıyorum. Eskiden hiç olmazdı... Kadın:
Bak bu hoşuma gitmedi. Belleğin zayıflarsa ne yaparız? Yeni bir hayata
hazırlanıyoruz. Geçmişi unutursak nasıl başarırız?
Bulaşıyor korku, "Geçmişi unutursan yeni bir yaşama nasıl başlarız?”
dedirtiyor. Unutmaktan korkuluyor ama korku varsa korkulacak bir geçmiş
yaşantı da vardır. Korkunun kaynağından kurtulmak istemiyorlar. Fasit daire
içinde dönüp duruyorlar.
Adam: Ben seni aldattım sevgilim.
Kadın: Baktın mı pencereden?
Adam: Yemin ederim hayır
Kadın: Ne vakit oldu bu
Adam: Onu kesin olarak söyleyemeyeceğim. Belki demin belki sen
gelmezden önce Kadın: Ya görselerdi seni
Dışarıdakiler sadece ev almak isteyen müşterilerdir hâlbuki. Ama ‘korku
zihni’, bunları müfettişleştiriyor. Giderek fobi olmaktan çıkıp paranoid
113
nitelikler taşımaya başlıyor kahramanların algı dünyası. Hatta zaman algıları
bile karışmaya başlıyor. Perdeyi açmamak, arkasında gözetleyenlerin teftiş
edenlerin olduğunu düşünmek paranoid bir davranıştır.
Peki, bu korku sendromunu doğuran nedir?
Süregelen sorunlar, travmatik durumlar, algılayamamak, bilememek, bir
şeyleri kaybetmek gibi olumsuz beklentiler? Belki de hepsi beraber.
Kadın: Anılarla doludur bu evin içi, hazineler saklıdır.
... Sonra ne nişanlar ne düğünler oldu bu evde (adama) değil mi cicim?
(adam başını sallar) Kızı yukarı kattan omuzlarda indirdilerdi aşağı. Saçları
bukle bukle küçük tombul bir kız... Gözleri kapalı... Kalabalık bunu görünce
donakaldı. Hiç unutmam. Bu nişanı düşünmek günlerce, aylarca, yıllarca
sürdü. Hala da sürer.
Uzun süren bir travmatik durum yaşıyor aile. Bir ölüm ve ölümün
hapsedildiği, kilitlendiği bir oda. Bir odaya kilitlenen travmanın bitebileceğini
düşünüyorlar. Yüksek düzeyli gerilimler, bu gerilimlerin kaynağı ile yüzleşip
hesaplaşılmadıkça varlıklarını sürdürürler.
Bastırılmaları ancak geçici bir dengeleme sağlasa da uzun süreli bastırma
zihin süreçleri üzerinde olağandışı etkiler yapacaktır. Yaşanan gerilimin
süresi ve şiddeti de anomalinin türü ve düzeyini belirleyecektir.
Adam: odalardan birinin bir köşesinde... gözyaşı dökülmemiştir hiç... duvar
saati dokuzu vurdu diye boğazımıza hıçkırıklar takılmaz
Yaşanan travma itiraf ediliyor. Bu bastırmanın farklı bir anda patlak
verdiğinin kanıtıdır.
Adam: Biz cenazemizi hep içeride tutarız. Bu yüzden daraldıkça daralıyor
ev. Yukarıdaki odaların biri hep kapalıdır. Bir gün kilitledik nedense. Anahtarı
kaybettik.
Kadın: Çok güzel bir anahtar...ortasından büktünüzmü ikiye katlanır sırtı
gümüş gibi parlar.
Anahtarın parlayan sırtı gibi parlıyor anılar belleğin derinlerinde. Kaybetmek
travmaya yol açıyor. Travmatik süreçler uzun vadeli ise ve yüzleşilmeden
zihnin odalarından birine kilitleniyorsa geçici bir kurtulma hissi yaşatır ancak.
Ve gene ancak günün birinde bir anahtarın gümüş gibi parlayan sırtı benzeri
bir parlaklıkla çıkar su yüzüne.
Bu tür yaşantılar sanrılara yol açabilecek boyuta ulaşabilir ve artık süje
paranoid-şizofren özellikleri göstermeye başlar.
114
Adam: Gece yarısı uyanı verirsiniz.bütün daire arkadaşları dolmuş içeriye.
Ellerinde koca koca defterler...
Kadın: arkadaşların sevgilim seni unutmamışlar ziyaretine geliyorlar.
Kadın hala bir çocuğu kandırır gibi kandırmaya çalışıyor adamı. Gerçekle bir
türlü yüzleşemiyorlar.(Asıl travmayı yaşayan hangisi acaba?) Korku önemli
bir psikolojik nüvedir. Kaynağı ve şiddeti çok önemlidir. Yüksek seviyedeki
bir korku, başka gerilimlerle-olumsuz tecrübelerle birleşince intihara kadar
götürebilir süjeyi.
Adam: itiraf ediyorum.
Müşteri: Niçin bu güne kadar bekledin.
Adam: Korkuyordum.
Müşteri: Sık sık kahkahayla güler misin?
Adam: Hiç kahkaha atmam.çünkü gülmek sesle değil ruhla ilgili bence.
Müşteri: kendini öldürmeye kalktın mı hiç?
Adam: Evet ......... İple... asacaktım.
Bu durum paranoyak bir bireyin davranış şeklidir. Ancak paranoyada daha
ziyade çevredekilere yönelen bir yaşam tehdidi vardır. Muhtemelen özgüven
düşüklüğü, itaatkâr yapı ya da birilerinin ölümünden duyulan suçluluk hissi
gibi etkenler kişinin kendi yaşamına son vermesi eğilimini doğurmuştur.
Bu müşterinin müfettişe dönüştüğü andır. İş arkadaşlarını odanın
ortasındaymış gibi görmeyle benzer bir süreçtir. Sanrı ile gerçeğin arasında
gidip geliyor adam. Öyle ki bu konuşmalarda müşterinin not alması bile
algılanıyor adamca. Tıpkı bir müfettiş gibi.
Ancak gerçekten kaçılmıyor. Ölümden kaçılabiliyor ama gerçekten
kaçılmıyor.
Adam: Deniz kıyısında bir ev alıyoruz.
Kadın: Yirmi metre yürüdünüz mü kıyı. Kocaman taşlar var kıyıda deniz bu
taşların arasına girip çıkıyor.
Gerçekten kaçamıyor insan. Hafızasını kilitleyemiyor çünkü. Gerçekler,
kurmaca dünyaların ve sanrıların, sanrılar gerçeklerin arasına girip çıkıyor
denizin taşların arasına girip çıkması gibi.
Adam: Müşteriler tellallar gelmeyecek yeni evimize değil mi?
Kadın: Gelmeyecek sevgilim.
Adam: Bizi kimse tanımayacak değil mi?
Kadın: Tanımayacak.
Adam: Ya biz? Biz de tanımayacak mıyız kendimiz?
115
Baycan AYBEK
Felsefe Öğretmeni
116
MAKALE
Konu: Şarkılardaki Anlatım Bozuklukları Adı-Soyadı: İnci
Timur No: 200 Sınıfı: 10-C
118
Popüler şarkılar. Her an, her yerde dinlediğimiz hatta özel bir dinleme isteği
duymadığımız halde dinlemekten kaçamadığımız şarkılar. Özellikle
gençlerin en çok ilgilendiği alan olan müziğin temelini oluşturan şarkılar.
Önceleri ruhu beslemek ya da bir duygu veya düşünceyi estetik anlayış
içinde ortaya koymak gayesiyle yazılsalar da bugün -ne yazık ki- popüler
olabilmek için kullanılan bir araç haline gelen şarkılar. Ve bu popülerlik
çabası içinde nasıl şarkı olmaktan çıkıp birer anlatım bozukluğu abidesi olan
şarkılar.
Gereksiz sözcük kullanımı, şarkılardaki anlatım bozukluğu konusunda ön
sırada yer alıyor:
*Yokmuş bir benzeri yokmuş emsali (benzer-emsal)
*Göz göze bakışmak az mı geliyor? (göz göze bakışmak)
*Mecalim yok ah halim yok. (mecal-hal)
* Dünya senin vatanın mı yurdun mu? (vatan- yurt)
* Ne yarınım var, yarınsızım
* Zor gelir bu ayrılık henüz erken daha erken ( henüz erken-daha erken)
* Kafadan attım salladım türkülerden de çaldım (kafadan atma- sallama)
*Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan. (bakakalmak süreklilik bildiren bir
eylem olduğu için gözünü ayırmadan yapılır)
* Anladım bugün yalnızım tek başıma. (yanında birisi varken yalnız
olunmaz)
* En çıkmaz sokaktayım (çıkmaz sokak çıkmazdır, bunu az çıkmaz çok
çıkmaz en çıkmaz şeklinde derecelendiremeyiz)
* Üzüleceksin işte o zaman boşa oyaladığın zamana beni (Oyalamak, boşa
yapılan bir işmiş)
Kelimeler veya eklerin yanlış yerde kullanımından kaynaklanan anlatım
bozuklukları:
* Bu kaçıncı kapıma gelişin affet diye (bu kişinin bir sürü kapısı varmış da
suçlu olan kendini affettirebilmek için kapı kapı dolaşıyormuş gibi bir anlam
ortaya çıkıyor)
119
* Güzel elbiselerle makyaj yapıp dolaşmayı (burada makyaj yapma ve güzel
elbiseler giyme isteği dile getirilmek istenmiş ancak yerleri biraz
karıştırıldığından güzel elbiseler birer makyaj malzemesine dönüşmüş)
* Cenneti değişmem saçının teline ("e” ve "i” hal ekleri yanlış yerde
kullanılmış)
* Canısı (iki adet "i” eki peşi sıra gelmiş)
Sözcükten tasarruf etmek de anlatım bozukluğu sebeplerinden:
* Beğenirim hepsini severim ayıramam (hiçbirini ayıramam)
* Unut beni sevgilim ben unutmuyorum (neyi ya da kimi unutmuyorsun,
yoksa ben beni mi unutmuyorum)
* O senin sevdiğini görmezden gelir (senin onu sevdiğini mi yoksa senin
sevdiğin herhangi bir kişiyi mi)
* Yüzüne boya sürene anlat (kimin yüzüne, senin mi onun mu)
* Sen aklına eseni ben içimden geçeni yapabilseydik (burada birer tane fiile
ihtiyacı olan iki özne bir de bu öznelerle alakası olmayan bir fiil var)
* Baş harfi ben (yirmi dokuz harften oluşan alfabemizde ben harfi mevcut
değil)
* Bu şarkının ne yazık ki sözleri yok, bu şarkının ne yazık ki bestesi yok
(sözü ya da bestesi olmayan esere şarkı denilmez)
* Senin için çarpan bu kalbi inan söndürebilirim (çarpan bir şey ancak
durdurulabilir, söndürmek daha çok yanan şeyler için kullanılır, ateş gibi)
* Kalbimin mührünü açan tek anahtar (mührü anahtarla açmak iyi bir fikir
değil)
* Ya içeri gir ya dışarı (dışarı girilmez çıkılır)
* Senin bırakıp gittiğin günden beri güzelim psikolojim hızla gelişti (Burada
sevgilisinin onu terk etmesinden sonra ruh sağlığının bir düzene girdiğinden
bahsedilmek istenmiş, ama farkında olmadan kişi kendine ait bir bilim dalı
geliştirmiş)
* Aşkım beni yanında bırak/ lütfen ağlatma beni/ kalbimin sancısı buna
dayanamıyor (aşkım ne olur yanında kalayım/ lütfen ağlatma beni/ kalbim
120
Ayrılmaz ikililer ikilemeleri ayırmak da anlatım bozukluğuna yol
buna dayanamıyor)
* Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime/ Allah’ım bu dünyaya ben niye
geldim (soruyu kendine soruyorsan neden Allah’a sesleniyorsun?)
* Yerin yurdun nerelisin dedi bekârım dedim (sorulan sorunun medeni hal ile
ilgili değil)
* Öptün mü ballı dudaklarımdan/ sıktın mı elma yanaklarımdan/ bıktım
bitmeyen şu yalanlarından/ sen kaybettin bu oyunu çık hayatımdan (ilk iki
dizeyle son iki dize arasında hiçbir anlam ilişkisi yok)
* Seni çok sevmiş olsam da/ Unut beni lütfen/ Sana çok kızmış olsam da/
Ara beni lütfen (sözler birbiriyle çelişiyor, unutsun mu arasın mı karar
verilememiş.) açıyor:
* Sen hem kötü hem kaba hem sabasın
* Falımda çıktın zalim yar huyun ayrı suyun ayrı
* Sen ayrı ben gayrı
Deyimlerdeki
sözcüklerin
yakın
kaynaklanan anlatım bozuklukları:
anlamlılarıyla
değiştirilmesinden
* Ağzından bal akıyor (ağzından bal damlıyordu)
* Gel benden özür dile bak kırıldı yüreğim (kalbi kırılmak)
Sözcüklere bazı ekler ekleyip yeni kelimeler türetmek veya iki kelimeyi bazı
harflerini atarak birleştirip ortaya yeni sözcükler çıkarmak:
* Ben seni nazlatamam /Bulunur yenileri ağa takılır biri ben seni fazlatamam
* Bir de cehennette yaşıyorum (orası neresi)
* Senin olmasını becerir gibiyim (senin olmayı)
Müzik adı altında defalarca dinlediğimiz bu şarkıları, belli bir süre sonra
benimsiyoruz ve bu şarkılardaki gibi konuşmaya başlıyoruz. Dilimiz daha
121
Ayrılmaz ikililer ikilemeleri ayırmak da anlatım bozukluğuna yol
fazla yozlaşmadan bir şeyler yapmamız gerekiyor.
122
124
126

Benzer belgeler