2010 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2010 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2010-01
OCAK-SUBAT 2010
1
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den.......................................................................................................... 3
yeni bir sayıyla merhaba,...................................................................................................... 3
genel kurul çağrısı................................................................................................................ 5
Mülkiyeliler Birliği Dergisi dijital ortamda.......................................................................... 6
Cemal Süreya anma ve şiir ödülleri etkinliği......................................................................... 7
ekmek barış özgürlük için demokrasi ve haklar mitingi.......................................................... 10
ekmek ve özgürlük için yaşasın dayanışma............................................................................ 11
Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği Korosu .................................................................... 15
“güvencesizliğin gölgesinde işçi hareketleri ve tekel direnişi”.................................................. 16
Ayhan Açıkalın anıldı.......................................................................................................... 40
zorunlu hayat belgesel gösterimi............................................................................................ 41
8 mart dünya kadınlar gününün 100.yılı............................................................................. 42
sergilerden görüntüler.......................................................................................................... 44
Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR).................................................................................... 45
Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) açıldı......................................................... 46
Mülkiye Araştırma Merkezi Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi kokteyl verdi............... 48
şubelerimizden..................................................................................................... 49
üyelerimizden....................................................................................................... 51
imf üzerine söyleşi................................................................................................................ 51
ölülerimiz bir tutar bizi....................................................................................................... 70
sevgili kardeşim Hırant....................................................................................................... 72
konuk yazarlar...................................................................................................... 73
Kızılay’da bir “hayalet” dolaşıyor!......................................................................................... 73
kentlerin tarihi..................................................................................................... 75
Pesinus................................................................................................................................ 75
hatırlatma defteri.................................................................................................. 79
6 ocak 1969 commerin arabası yakıldı.................................................................................. 79
Hrant Dink......................................................................................................................... 81
Lenin ................................................................................................................................. 82
Uğur Mumcu....................................................................................................................... 84
Muammer Aksoy . ............................................................................................................... 85
Abdi İpekçi.......................................................................................................................... 86
Dostoyevski......................................................................................................................... 87
Brecht . ............................................................................................................................... 88
Albert Camus................................................................................................................................................. 89
anlaşmalı kurumlar listesi.......................................................................................................................... 90
E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır.
mülkiye’den
YENİ BİR SAYIYLA MERHABA,
2010 Yılının ilk sayısıyla yeniden karşınızdayız.
Aralık 2009 sayımızı, 150. Yıl Kutlamaları’nın finali olan 4 Aralık törenleri ve Balo’dan hemen sonra ve
içinde bulunduğumuz o coşkuyla çıkarmıştık. 150. Yılımızda, birçok arkadaşımızın emeği ile hazırlanan ve
yalnızca Ankara’da değil, şubelerimizin olduğu birçok ilde yıl boyu gerçekleştirilen birçok etkinlik oldu.
Bizler de elimizden geldiğince bunları sizlerle paylaşmaya çalıştık.
Aralık sayımızdan bu yana Genel Merkezimiz ve Şubelerimizde gerçekleşen etkinliklere ilişkin bilgileri de
bu sayımızın sayfalarında ve yine kendi bölüm başlıkları altında bulacaksınız.
Birliğimizde; 10 Şubat’ta "Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri Ve Tekel Direnişi" konulu
bir panel, 12 Şubat’ta Ayhan Açıkalın Anma Toplantısı, Şubat’ta izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle
yüzleşmelerini ve boşaltılan köylerin ve zorla göçün yürek burkan öyküsüne tanıklık etmelerini sağlayan
“Zorunlu Hayat” belgesel film gösterimleri ve 17 Mart’ta Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ve
Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (Mim) Açılış Kokteyli gerçekleştirildi. Okulumuzda
ise 9 Ocak’ta Cemal Süreya Anma Toplantısı, 10 Mart’ta ise Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun
düzenlerdiği Kadın ve Sanat paneli gerçekleştirildi. Bu etkinlikler dışında Tekel işçileriyle dayanışma
ziyareti ve mitingi, Danışma Kurulu Toplantısı ile ilgili bilgiler “Mülkiye’den” bölümünde yer alıyor.
Bilindiği üzere Genel Kurul dönemine girdik ve bu nedenle de tüm şubelerimiz genel kurullarını
tamamladılar. Şube genel kurullarımızla ilgili bilgiler “Şubelerden” bölümünde yer alıyor.
Üyelerden, Konuk Yazarlar, Kentler Tarihi ve Hatırlatma Defteri’mizi her zaman olduğu gibi bu sayımızda
da kendi yerlerinde bulacaksınız.
Üyelerimize sosyal yaşamlarında katkı sağlanması amacıyla Mülkiyeliler Birliği üyelerine indirim olanağı
sağlayan ve sürekli listeye yenileri eklenen anlaşmalı kurumların güncel bir listesini de yine Bültenimizde
bulacaksınız. İsteyen üyelerimiz internet sayfalarımızdan da (http://www.mulkiye.org.tr) bu kurumların
güncellenen bilgilerine ulaşabilirler. Arkadaşlarımıza, internet sayfalarımızı daha fazla kullanmalarını
öneriyoruz.
GENEL KURUL
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezimiz Genel Kurulu, 14.03.2010 tarihinde saat 10:00’da Konur Sokaktaki
Birlik Merkezi’mizde, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa çoğunluk aranmaksızın 21.03.2010 Pazar
Günü saat 09:30’da Fakültemiz Aziz Köklü Salonunda yapılacaktır.
Bizler de seçime girecek tüm arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz. Dileğimiz “Mülkiye değerlerini koruyup
geliştirilecek, laik, çağdaş, uygar, aklın ve bilimin öncülüğünde, kamu yararını esas alan, tek sesliliği,
kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirmeyi ve dışlamayı reddeden, emekten, demokrasiden, toplumsal
barış ve kardeşlikten yana her türlü görüşü bir arada barındıracak, demokratik hukuk devleti ve eşitlikçi
toplum idealleri doğrultusunda” çalışmalarını en iyi şekilde yürütmeye gönüllü bir ekibin yönetime
gelmesidir.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SOSYAL TESİSLERİ YENİDEN YAPILANDIRMA PROJESİ
Mülkiyeliler Birliği binalarının da içinde yer aldığı Konur Sokak ve Yüksel Caddesi’nin oluşturduğu “T”
aksı, Ankara’da demokratik tepkilerin dışa vurulduğu, taleplerin dile getirildiği, insanların toplumsallaştığı
önemli alanlardan birisidir. Mülkiyeliler Birliği de bu yapının önemli bir bileşeni ve tamamlayıcısıdır.
Mülkiyeliler Birliği olarak, bugüne kadar kendi olanaklarımız ölçüsünde bulunduğumuz sokağa, kentin
merkezine ve Başkente, demokrasi güçlerinin yararına olacak şekilde müdahalede bulunduk ve bundan
sonra da bulunmaya devam etme kararlılığındayız. MÜLKİYE SİTESİ PROJESİ’nin ana amacı da, bir
YENİDEN YAPILANMA PROJESİ ile zaman içerisinde neredeyse yalnızca bir lokanta işletmesine
dönüşmüş, artık ihtiyaçlarımızı karşılamaktan uzak ve ömrünü tamamlamış binalarımızı, Mülkiyeliler,
SBF Öğrencileri ve Ankaralılar açısından yeniden bir sosyal – kültürel üretim merkezi haline getirmektir.
İçerisinde konferans salonu, tiyatro ve sergi salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı
salonları ve idari büroları olan Mülkiye Sitesi Projesi, kent merkezinin bozulan dokusunu tamire yönelik de
önemli bir çabadır.
Mülkiye Sitesi Projesi, bulunduğu bölgenin yapısını bozmayacak ve bahçeyi tahrip etmeyecek şekilde
3
tasarlanmıştır. Proje ile bahçe, teraslar ve açık alanlar büyütülecek, mevcut durumda her iki binanın neredeyse
tamamı işletmeye açık rant tesisi olduğu halde, yeni yapılacak ana binanın 4 katı tiyatro salonu, sergi salonu,
konferans salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı odaları ve yönetim birimleri olarak,
kısacası Mülkiyelilerin sosyal, kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılacaktır.
Mülkiyeliler Birliği, kuruluş yıllarında farklı binalarda kiracı olarak oturmuş, 1964 ve 1968 yıllarında ise
halen kullanılmakta olan, önceden yapılmış ve ev olarak kullanılan bu binaları satın almıştır. Fakat bugüne
kadar kendisinin yaptığı, dolayısıyla kendi kimliğini, anlayışını, rengini kattığı bir binası olmamıştır. Bugün,
bugüne kadar hemen her yönetimin ele aldığı, tartıştığı ya da düşünü kurduğu, çaba harcadığı bu projenin
yaşama geçmesi için önümüzde bir fırsatımız vardır ve bu projenin iptali, Mülkiye Topluluğu’na bir 30 yıl daha
kaybettirecektir.
Tüm arkadaşlarımızı, ne yapılmaya çalışıldığını doğru anlamaya ve Mülkiyelilerin gelişimine, geleneğini
geleceğe taşımasına ve kendi kimliğimizi yansıtabileceğiz doğru tasarlanmış bir binanın ortaya çıkmasına
katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Önemli olan Mülkiye Topluluğunun yararına olacağına inandığımız bu projenin
hem Mülkiyeliler hem de kentte yaşayanların önemli ölçüde mutabakatı ile hayata geçirilmesidir. Sorun ortak,
dert ortaksa, çaba, emek ve çözüm de ortak olmalıdır.
TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
12 Eylül’den beri yürütülen ve emek düşmanlığı üzerine kurulu neo-liberal politikalar, milyonlarca emekçiyi,
işçiyi işsizliğe, yoksulluğa, açlığa ve geleceksizliğe sürüklerken, ülkede emek mücadelesi de cılız da olsa
yeniden kendini göstermeye başladı. Bizleri de sevindiren ve geniş bir kesimden destek alan bu örneklerden
birisini Tekel İşçilerinin yürüttüğü mücadele oluşturdu.
2 yıl önce Tekel'in sigara bölümünün satışı sırasında Ankara'da Özelleştirme İdaresi önünde birkaç saatlik
eylem organize eden sendika, işçileri tekrar evlerine göndermişti. Sendika yönetimi bu süreçte de, bir günlük
protestonun ardından Tekel işçilerinin evlerine döneceklerini düşünmüş, Tekel işçilerinin hemen her bölgeden
Ankara'ya gelişinin, böyle uzun soluklu bir direnişe dönüşeceğinin hesabını yapamamıştı. Oysa işçilerin
kararlılığı ve kendi aralarındaki dayanışma ile hem emek cephesinden hem de bölge halkından gelen yoğun bir
destek ile AKP önünde başlayan ve Abdi İpekçi parkındaki müdahaleyle devam eden süreç, sendika yönetimi
öngörülerini aşarak, Türk-İş’in bulunduğu sokağa çadırların kurulmasıyla 78 gün devam etti. Danıştay'ın
yürütmeyi durdurma kararıyla mücadele sürecinin önünün yeniden açılmasına rağmen, Sendikalar ertesi gün, 2
Mart’ta apar topar çadırları söküp işçileri evlerine göndererek 78 günlük direnişi bitirdi. Üzücü olan durum ise,
işçilerin bir kısmına ve destekçilere rağmen yine işçilerin ve sendikacıların bu çadırları kendilerinin sökmesiydi.
Elbette burada ülkedeki örgütsüzlüğü, genel anlamda dayanışma eksikliğini, problem doğrudan kendi cebine
dokunmadan harekete geç(e)mez hale getirilmiş toplum kesimlerini, direnişteki perspektif ve örgütlenme
eksikliğini, bu sürece gerçekte bu kadar hazır olmayan işçilerdeki yorgunluğu ve bezginliği de hesaba katmak
gerekiyor.Tekel işçilerinin direnişi kendi gücünün de ötesinde, iktidarın emek düşmanı politikalarına karşı bir
potansiyel de taşımaya başlamıştı. Bu nedenle bu durumun bir örnek yaratma ihtimali, hem iktidar cephesi
açısından hem de sendika yönetimleri için çeşitli sıkıntılar doğurabilirdi. Bunun da önüne elbirliği ile geçmek
gerekiyordu. Gazetelerde yazdığına göre Tekelin İstanbul Unkapanı ve Cevizli’deki çok değerli arsa ve binaları,
Maliye Bakanlığı eliyle bazı gruplara “üniversite” yapmak üzere bedelsiz hibe (peşkeş değil) ediliyormuş. Fakat
galiba henüz ortada böyle üniversiteler de yokmuş; sonra kurulacaklarmış. Başbakan, Tekel işçilerine verecekleri
3 – 5 kuruş için “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmem. Milletim bu kasayı bize emanet etti.” demişti.
Demek ki, bu arsa ve binalar ile daha önceden sadece yıllık karlarının bile altında ve o da banka kredileri ile
verilen fabrikalar, tüy – kıl sorunları içerisine girmiyor.
8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ
“Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara.
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
100. yılında, tüm kadın okurlarımızın ve Mülkiye Topluluğu”nun “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”’nü, kadınların
yaşadığı cinsel, ulusal, sınıfsal tüm baskılardan kurtulduğu, eşit ve özgür bir dünya özlemimizle kutluyoruz
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle…
A.Raif FALCIOĞLU
4
GENEL KURUL ÇAĞRISI
DEĞERLİ ÜYELER
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi Genel Kurulu’nun aşağıdaki gündemle, 14.03.2010 tarihinde saat 10 00’da Konur
Sokak No:1 adresinde toplanmasına, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantının çoğunluk aranmaksızın
21.03.2010 tarihinde saat 09 30’da Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Salonunda aynı gündemle yapılmasına karar
verilmiştir.
1-
Açılış
2-
İstiklal Marşı ve Saygı Duruşu
3-
Başkanlık Divanı’nın seçilmesi
4-
Yönetim Kurulu Başkanı’nın açılış konuşması
5-
Konukların konuşmaları
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİM KURULU
6- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosu, Denetleme Kurulu Raporlarının okunması ve görüşülmesi
7- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosunun onaylanması ve Yönetim Kurulu’nun aklanması
8-
Denetleme Kurulu Raporunun onaylanması ve Denetleme Kurulunun aklanması
9- Yönetim Kurulu, Denetim Kurulu, Onur Kurulu, Danışma Kurulu ve Mülkiyeliler Birliği Vakfı
Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu’na aday olacakların tanıtılması ve konuşmaları
10- Oylamanın başlatılması
11- 2012 dönemi bütçesinin görüşülmesi
12- Bütçenin kabulü
13- Yönetim Kurulu tarafından önerilen tüzük değişikliklerinin görüşülmesi ve oylanması
14- Mülkiyeliler Birliği Vakfı Mülkiye Sitesi Merkez Bina Projesi hakkında bilgi sunulması
15- Dilek ve Temenniler
16- Kapanış
5
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ DERGİSİ – MÜLKİYE DERGİ
DİJİTAL ORTAMA AKTARILDI
45 yıldır yayınlanan ve ülkemizin saygın dergileri arasında yer alan MÜLKİYE
DERGİSİ daha kolay ulaşılabilir hale getirildi. Toplam 28.000 sayfa yoğun ve
titiz bir çalışmayla tek tek taranarak onarıldı ve tıpkı basım haline getirilerek
dijital ortama aktarıldı. Çok yakında tüm topluluğumuz ve akademisyenler
şu ana kadar yayınlanan 265 sayıya internet sayfalarımızdan ulaşabilecekler.
Ayrıca; Mülkiyelilerin tarihsel belleğinin önemli bir bileşeni ve bilgi
birikimi olan MÜLKİYE DERGİSİ’ni kendi arşivinde bulundurmak isteyen
okuyucularımız 265 sayının tamamını DVD olarak da edinebileceklerdir.
6
CEMAL SÜREYA ANMA VE ŞİİR ÖDÜLLERİ
ETKİNLİĞİ
Cemal Süreya Anma ve Şiir
Ödülleri etkinliği 9 OCAK 2010
A.Ü. SBF Aziz Köklü Salonu
Saat 16.00’da yapıldı. Etkinliğe
Prof. Dr. Celal Göle (Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dekanı), Ahmet
Saraçoğlu (Cemal Süreya Kültür
ve Sanat Derneği Başkanı),
Mehmet Özer (Mülkiyeliler
Birliği Üyesi, Şair), Mustafa
Şerif Onaran (Şair ve Yazar),
Muzaffer İlhan Erdost ( Şair,
Yazar ve Yayımcı)
Vecihi Timuroğlu, Şair, Yazar ve
Araştırmacı, Ertan Mısırlı (Şair),
Muzaffer Özdemir (Bağlama
Virtiözü) ve Cemal Süreya
dostları, hayranları katıldı.
“Bir misillemeydin” dünyaya.
Cemal Süreya’nın şiirinin gücünü yine metin Altıok
“Cemal Süreya’nın şiirinde neler var”şirinin son iki
dizesinde özetler ve derki:
Sayın Dekanım,
Sevgili Hocalarım
Şair, Araştırmacı, Yazar, müzisyen dostlarım
Fakültemin Değerli Emekçileri
Sevgili Mülkiyeliler
Sizleri Mülkiyeliler Birliği Adına sevgiyle selamlarım
Mülkiyeli Bir şairin, Cemal Süreya’nın anma gününde
katkılarınızla bizleri onurlandırdınız.
Teşekkür ederim.
Ceyhun Atuf Kansu Cemal Süreya için, “Soylu
duyarlılığın şairi”ydi…der.
Sabit Kemal Bayıldıran ise ‘Elma yiyişi bile günah. Dar
gelirli, bol giderli. Develeri dört hörgüçlü. Acayip bir
devlet memuru.’ Her şeyi, tersinden de olsa doğru
okur. Edebiyatın romantiği. Devletin masasına gizlice
şiir sokar, ama yakalanmaz. ‘Vakit var daha’ dedi,
vakti yetmedi. ‘Kefeninin cebinde şiir vardı’ diyor
Cemal Süreya için.
Cemal Süreya tutkunun şairi, sıradan insanların büyük
şirini yazdı.
Metin Altıok “Misilleme” şiirinde anlattı Cemal
Süreya’nın dünyamızda doldurduğu yerini;
Sen ki şiirin kilit diliydin
İmgeyle gerçek arasında
Gidip gelen pericik
Sen Cemal Süreya
Benzersiz ve depreşik
Süreya’nın şiirinde bir saydam yürek var;
İçinde göçmen kuşlar uçuşan.
Sizlerinde bildiği gibi, Cemal Süreya ikinci yeni
şairlerindendir. ikinci yeni akımının içinde Cemal
Süreya şiiri özgün, özgür ve anlamlıdır. Cemal
Süreya’nın hiçbir imgesi, sözcüğü, tümcesi rastlantı
değildir. Uyarına da gelmiş değildir. Hayat ve
hayal bilgisi dersinin pekiyili öğrencisi olmasının
sonucudur.
“ Alevdir çünkü benim şiirim
Hayatın alev halidir
Çiçek tozudur
Kırılmış dalın türküsüdür
Nasıl şık şık berber makası Odur”
Hayatımıza dipnotlar yazan şairdir.
“Cins şairim ben!
Çıkar giderim,
Nişancı bir şairim
Gözünden haklarım imgeyi”
7
Bir düşbazdı Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın düşü
yalnızlığı bir sevince dönüştürmek, acıları Munzur
suyuyla yıkayıp çocukluğunu geri çağırmaktı.
Ateşle, ölümle ikna edilmek istenen düşleri basılan
bir halkın çocuğu Cemal Süreya. Başaramadı. Her
defasında dönüp baktığında arkasına acı suların
kendine doğru koştuğunu gördü. Aşk acısını
ancak başka bir aşkla dindirebilirdi. Daha büyük
yalnızlıklara sürgün etti kendisini. Her şehir, başka bir
şehre yolculuk olduğu için güzeldi. Ama gittiği her
şehir “yalnızlığın başkentiydi”. Uçurum yalnızlığından
kurtulamadı. Bu da doğaldı itiraz edenler çoğunlukla
yalnız değil midirler?
Cemal Süreya “Şiir bir başkaldırma sanatıdır” diye
özetlemiştir poetikasını.
Mizancı Murat’tan günümüze Mülkiyelilerin
oluşturduğu itiraz dilinin en özgün örneğidir Cemal
Süreya’nın oluşturduğu şiir dili. Kendinden yola
çıkarak bizlerin de düşlerini ve itirazlarını anlatan
bir dil oluşturmuştur. Şairin hayatı şiirine dahilse ki
dahidir. Cemal Süreya bizim aşkımıza dahildir. Cemal
Süre’ya sadece bize ait değildir, bütün aşkbazların
şairidir. Soluğunda serin dağ rüzgarları, kayalarda
ağlayan sular, uğultu ormanlar, kekik kokusundan
mayaladığı şiiri, Ülkü Tamerin deyimiyle “ Okyanusta
Fırat’ın Salı”dır. Fırat okyanusa, okyanus dalgaları
sahillere taşır Cemal Süreya’yı. Rivayet odur ki her
dağın denizlere ulaşan bir yolu, her denizin dağ
doruklarına çıkan bir yer altı nehri varmış.
İlk büyük yolculuğun derin izlerini Cemal Süreya’nın
tüm yaşamında ve şiirlerinde görmek mümkündür.
Şöyle anlatır;
“Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi.
Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin
nezaretinde. Sonra iki erle yük vagonuna
doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra
bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler
havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,
o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da
o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde
öldü.”
Anadolu’nun yüzüdür Cemal’in aylasında keder
vardır, uzaklık vardır, yol vardır, yar vardır, uçurum
vardır. Ayın kan ağladığı, “güneşin linç edildiği”
bu yüzden dağların insanlara benzediği bir uzak
memlekettir Dersim. Dilini orada kaybetti. Bir kör
kuyuda. Bir dağ geçidinde. İçine göllenen sularda.
Bunu asla unutmayacaktır. Enver Gökçe’nin
dizeleriyle söylersek : artık / haram bana/ bu /
yollar/ bu ağaçlar / bu taşlar / Dağ bana / hastir
çeker / kurt bana / hastir çeker / kuş bana /
lan kardaş bu nasıl yara / kanar her yerim / en
derinden / ölürüm kedereimden / sövülmnüşüm
/ dövülmüşüm / k ovulmuş/ ve kırık / kolum /
kanadım / çekip giderim / bir meri keklik gibi”.
Gurbetçidir. Kendi Dizeleriyle, “gurbet garba
düşmektir”. Cemal Süreye Kalbinin batısına
düşmüştür. Şarktan başka her yer sürgündür.
Şark çok uzak bir ülkedir artık. Çok uzak. Yine de
sevmekten asla vazgeçmez;
“Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum”
Der.
Çünkü her yüz bir memlekettir.
Çünkü Cemal Süreya aylasıdır memleketin.
“Umulmadık bir gün olabilir bugün
Kan var bütün kelimelerin altında”
Günümüz gerçeği ile şöyle söyleyebiliriz,
Uzat elini kalbimin doğusuna
Umulmadık bir gün olsun
Biz Munzur diyelim. Cemal’in yaralarından çiçekler
dökülsün.
“son söz
Nasıl olsa yine döneriz bir gün
Döneriz bu yollardan geri
Senin bir elinde mendil
Öbüründe kuş sesleri”
Sesimizi yıkayalım
kelimeleri yıkayalım
Sürgün, göç, acı, yalnızlık, ölüm sözcüklerini
yıkayalım
Ağzımızda kardeş bir dünyanın ferah şiirleri
Cemal Süreya
bağışla bizi.
Çiçeklensin elimiz, yüzümüz.
Sevgiyle, Özlemle.
Mehmet ÖZER
*Birliğimiz üyesi Şair-Fotoğrafçı Mehmet Özer’in
etkinlikte yaptığı konuşma metnidir.
8
Zaman mı? Değil zaman
Akan zaman değil mesafelerdir
Güneşin çekici yukarda
Suyun bıçağı aşağıda
Krom alçakgönüllü, bakır utangaç
Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında
Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini
Sınırlar kesik,
Yerleşme yerlerinde balkıma
Biz kırıldık daha da kırılırız
Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü
Hırsız da bilmiyor çaldığını
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz, aşkımız yeniden,
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında
Biz kırıldık daha da kırılırız
Doğudan batıya bütün dünyada
Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer
İki ciğer arasında bağlantı kurar
Büyür, bir gün, zenginleşir orada
Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı
Hasan’a sunulmuş ağuda,
Granitin de olur bir okyanus diriliği,
Nehirler daha uysal akar,
Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden
Bir kuş nasıl uçuyorsa
Öyle sever, çalışır insan,
Kıraçlar çarptıkça dağlara
Gül göçürür şafağından
Doğanın altın şafağından
İnsanın altın şafağından
Tarihin altın şafağından
Bir kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.
9
EKMEK BARIŞ ÖZGÜRLÜK İÇİN DEMOKRASİ VE HAKLAR MİTİNGİ
Birliğimiz 17 Ocak 2010 tarihinde Tekel işçilerinin düzenlediği “Ekmek, Barış, Özgürlük için
Demokrasi ve Haklar Mitingi”ne Mülkiyeliler Birliği pankartıyla katılan Birlik yöneticisi ve
üyelerimiz Tekel işçilerinin başlatığı ve sürdürdüğü özelleştirme karşıtı mücadelesine destek
verdi
10
EKMEK VE ÖZGÜRLÜK İÇİN YAŞASIN DAYANIŞMA
DAYANIŞMA SÜRÜYOR…
09.01.2010 Cumartesi günü Mülkiyeliler Birliği tekel işçilerinin direnişinin 26. gününde işçilere Türk-İş’in önünde çorba
ikram etti. Ziyarete yönetim kurulu üyeleri, Birlik üyeleri ve SBF-DER’li Mülkiyeliler katıldı. Tekel işçilerini ziyaret eden
Mülkiyeliler Birliği, işçilerin ekmek, özgürlük ve adalet için sürdürdükleri direnişe desteklerinin sürdüğünü bildirdiler.
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak işçilere hitaben bir konuşma yaptı.
“Barış, demokrasi, İnsan hakları, kamu yararının önceliği ve emeğin en yüce değer olduğu bilinciyle yetiştirilen Siyasal
Bilgiler Fakültesi mezunlarının örgütü Mülkiyeliler Birliği adına hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Tekel işçilerinin Ankara’ya gelmeleriyle başlayan eylemler dizisi Türkiye’nin toplumsal mücadele tarihinde bir dönüm
noktasıdır. Bu eylemler birçok ezberi bozmuştur. Başta özelleştirmelere direnmeyen bürokratik sendikal örgütlerin
ezberini, olay yoksa reyting olmaz diyen medyanın ezberini bozmuştur. Tekel işçilerinin eylemleri hak verilmez mücadele
ile alınır sözünün somutlaşmasıdır. Gerçek bir demokrasinin ekonomik demokrasi olmadan mümkün olmayacağının
bilincindeyiz. Böyle bir siyasal, toplumsal düzenin ancak demokrasi ve emek güçlerinin ortak, kararlı mücadelesiyle
kurulabileceğine inanıyoruz.
Tekel işçileri burada olduğu sürece biz de burada olacağız. Sizinle dayanışma içerisinde olacağız. Mülkiyeliler Birliği
adına bunun sözünü veriyorum. Dayanışmanın vicdanları rahatlatma değil, birarada olma, birlikte olma, birbirine
dayanarak mücadele etmek olduğunu bize yeniden hatırlatan tekel işçilerine örgütüm adına hepinize şükranlarımı,
sevgi ve saygılarımı sunuyorum.” dedi.
11
12
13
Birliğimiz tekel işçilerine verdiği sözünü tuttu ve tekel direnişinin her aşamasında tekel işçilerinin
yanında oldu
14
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ TÜRK HALK MÜZİĞİ KOROSU ....
Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği korosu yeni bir repertuvarla çalışmalarını sürdürüyor.
Birlik binamızın gazete okuma salonunda, lokalinde aralıksız çalışan koro yıl sonu konserine
hazırlanıyor.
15
“Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve Tekel Direnişi”
Fabrika tipi üretim modelinden üretim zincirlerinin
parçalanmasıyla atölye tipi küçük üretim modeline
geçilmiştir. Bunun sonucunda evde çalışma, part-time
çalışma gibi güvencesiz, atipik çalışma biçimleri ortaya
çıkmıştır. Devlet önce üretim sonra da hizmetler
alanından çekilmiştir. Kamu hizmetleri, eğitim, sağlık,
sigorta gibi hizmetler piyasada alınıp satılan mal
haline getirilmiştir. Kamu işletmeleri hızlı bir şekilde
elden çıkartılmış, özelleştirilmiştir. O dönemde pek
çok aydın, bilim adamı özelleştirmenin bir kaynak
ve sermaye transferi olduğunu anlatmaya çalışmıştır
ancak neoliberal hegemonya bunun anlatılmasına
pek de izin vermemiştir. Tekel özelleştirmesi,
hepinizin bildiği ve yaşadığı, bunun bu yapılan
işlemin özelleştirme işleminin kamunun kaynağının
özel şahıslara aktarılması olduğunu tartışmaya yer
bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur.
Neoliberal modelin gereği olarak güvencesizleştirmenin
ve özelleştirmenin yaşandığı süreç sendikalar ne yazık
ki iyi bir sınav vermemiştir. Sendikalarda oluşan
bürokratik yapılar özelleştirme karşıtı mücadeleyi
yerel ölçekte, yerel ölçekte yaşayacak şekilde
örgütleyememiş, yerel ölçekte örgütleyebilmiş ve bu
mücadeleyi yalnızca hukuk zemininde yürütülecek
bir mücadele alanına sıkıştırmıştır. Özelleştirmenin
ve güvencesizleştirmenin yarattığı mağduriyetin bu
ölçekte tartışılması anlamında Tekel direnişi bir ilk
olmuştur. Başlangıçta görmezden gelmeye çalışan
medya da bu kararlı mücadeleyi görmek zorunda
kalmış ve ilk kez bu ölçüde objektif anlatılması Tekel
direnişine olan kamuoyu desteğini de artırmıştır.
Ali Çolak. İyi akşamlar. Mülkiyeliler Birliği tarafından
düzenlenen “Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi
Hareketleri ve Tekel Direnişi” paneline hepiniz hoş
geldiniz. Mülkiyeliler Birliği adına 58 gündür direnen
Tekel işçilerini saygıyla selamlıyorum.
Konuklarımıza söz vermeden önce birkaç cümle
söylemek istiyorum.
-Kapitalizm her şeyden önce kriz üreten bir sistemdir.
Kapitalizmin tarihi bir okumayla krizler tarihidir.
Kapitalizm aynı zamanda çözüm üretme kapasitesi
de yüksek bir sistemdir. Kapitalizmin en önemli ve
bildik krizlerinden biri de 1974 Petrol Bunalımı’dır.
Bu krize çözüm başlangıçta Thatcherizm, Reaganizm
olarak adlandırılan, daha sonra da küreselleşme ya da
neoliberalizm olarak tanımlanan model olmuştur. Bu
modelin ayırt edici özelliklerini sıralamak gerekirse
temel özelliklerinden bir tanesi finans olmak üzere
mal ve hizmetlerin sınırsız dolaşımı olmuştur. Bu
finans piyasalarıyla üretimin kopmasına yol açan
bir modeldir. Bir günde finans piyasasında dolaşan
para miktarı bir yılda üretilen ürün miktarına eşittir.
17
Toplumsal mücadele ve eylemliliklere siyasal
iktidarların bakışı bugüne kadar hep aynı olmuştur.
Özal ile başlayan yöntemlerden biri hak arama
eylemlerini yürütenleri diğer toplumsal kesimlerle
karşı karşıya getirme çabasıdır. Çok iyi hatırlarsınız bir
dönem çöpçülerin grevi söz konusuydu. Çöpçülerde
doktor maaşlarını kıyaslayarak bunları karşı karşıya
getirmek, işçi ile memuru kıyaslamak…bunlar tipik
yöntemler olmuştur. Yetim hakkı yedirmem, devletin
kasasını soydurmam söylemleri de bu karşı karşıya
getirme ve kışkırtma çabalarından biridir. AKP
iktidarının da yürüttüğü bir diğer yöntem ise eylemleri
bölme çabasıdır. Hak arayan eczacıları bölebilmek için
çok sayıda eczanenin bireysel sözleşmeleri imzaladığı
söylentisi yayılmıştır bir dönem, hatırlarsınız, çok
kısa bir dönem önce yaşandı bu da. Bugün de pek
çok Tekel işçisinin 4/c sözleşmelerini imzaladığı
haberlerini yaymaya çalışmaktadırlar. Buralarda başarılı
olamayınca bu eylemleri önce ideolojik eylemler olarak
nitelendirilmiş, bu da yetmemiş, çok tehlikeli bir yola
gidilmiş, büyük bir toplumsal kışkırtmayı yöneltmeye
çalışmaktan bu eylemlere çekinilmemiş. Şeytan
girdi, PKK karıştı deme hadsizliğini, densizliğini de
göstermiştir hükümet. Bu hükümetin aczini ortaya
koyan bir girişim olarak tutmamıştır. Tekel eylemleri
sınıf mücadelesi açısından bir dönüm noktasıdır.
Pek çok özelliği ile ve çok öğretici derslerle doludur.
Hepimiz açısından öğretici derslerle doludur.
Demokrasi havarisi kesilen, Avrupa Birliği reformlarını
yaptığını iddia eden, derin devlete karşı mücadele
ettiğini söyleyen iktidarın antidemokratik tutumunu
deşifre etmesi en önemli özelliğidir kanımca. Bize
öğrettiklerine gelince dayanışmanın vicdan rahatlatma
değil, bir arada olma, birlikte olma, birlikte mücadele
etme olduğunu hepimize yeniden hatırlatmıştır Tekel
direnişi.
Peki, Cemal Doğru arkadaşımıza veriyorum, Tek Gıda
İş sendikası Diyarbakır il temsilcisi. Buyurun.
Cemal Doğru- Ben de başta başkanlarımı, hocalarımı
ve bütün arkadaşları saygıyla selamlıyorum. Bizim yola
çıkışımız aslında bugünden değil. Hocam özelleştirme
sürecini detaylı olarak anlattı. Bizim mücadelemiz
de yaklaşık 12 yıldır bir şekilde sürmektedir. Ama
bu mücadelenin çok çeşitli dönemlerde, çok farklı
dönemlerde, çok farklı kulvarlarda yürüdüğünü de
burada söyleyebilirim. Yine sendikalarımızın bu süreci
çok iyi yürüttüğüne ve çok iyi mücadele içerisine
girdiklerini de söylemek tabi ki mümkün değildir.
Her ne zaman ki birimizin canı yandıysa o zaman eyvah
demesini bildik. Birçok kurum ilk yılında veya birkaç
ay içerisinde satıldı, peşkeş çekildi ama buna rağmen
hiçbir direnç gösterilmedi. Hatta hatta çok önemli bir
kurumumuz ki kendileri ciddi anlamda bir mücadele
içerisine girselerdi ben inanıyorum ki o kurumu asla
Ekonomik demokrasiyi, toplumsal adaleti özelleştiremezlerdi ve yaptıkları eylemlerde şu sözü
hedeflemeyen bir demokrasi mücadelesinin ne denli kendilerine o süreçte kendilerine esas almışlardı her şeyi
içi boş bir söylemden ibaret kaldığını ve hak temelli satabilirsiniz ama filan kurumu asla demişlerdi. Ama
yürütülen toplumsal mücadelenin bunun temel hükümet ne yaptı. Mevcut, o dönemki iktidar ne yaptı.
dinamiği olduğunu ortaya koyması açısından da çok İlk önce onları sattı. Ve hiçbir dirençle karşılaşmadan
önemli bir katkıda bulunmuştur Tekel direnişi. Ben sattı. Bizler kendimizi övme anlamında söylemiyorum,
böyle özetleyerek, böyle toparlayarak konuşmaya asla. Ama Tekel’in özelleştirilmesi süreci gerçekten
başladım. Zaten arkadaşlarım son derece yetkin bu Türkiye’deki özelleştirmeler içerisinde en uzun süreye
konuda. Onlar çok daha ayrıntılı şeyler söyleyecektir. yayılan özelleştirmelerden bir tanesi oldu. Yaklaşık
Ben izninizle sözü size mi vereyim öncelikle hocam. 12 yıldır biz bu süreci bir şekilde götürmeye çalıştık.
İhaleler iptal ettirildi. Mahkemeler kapılarından
döndüler ama buna rağmen uluslar arası sermayenin,
uluslar arası sigara tekellerinin ve Türkiye’deki
işbirlikçilerinin önlerine koydukları bir hedef vardı.
Biz bu Tekeli satacağız. O süreçte Anap, Mhp, Dsp
döneminde çıkartılan tütün yasasıyla beraber bu
süreç başlatıldı ve geldiğimiz noktada bir son bizim
açımızdan bir son noktadır diye biliyoruz artık.
Tabi başlangıç çok da kolay olmadı. Alkollü içkilerin
satışına hepiniz bir şekilde kani oldunuz, basında yer
alan biçimiyle ve birçok konferansta, birçok panelde
konuşulduğu biçimiyle alkollü içkilerin 17 tane fabrikası
hem de modernize edilen fabrikalar, 17 tane fabrika
292 milyon dolara sattılar. Ve bunu alan firmalar o
fabrikaların yenileme çalışmalarını üstlenen firmalardı.
17 tane fabrikayı alan o günkü şartlarda Türkiye’nin işte
kendilerince en saygın firmaları bir buçuk yıl içerisinde
910 milyon dolara Amerikan Pacific gruba sattılar ve
o alan firma bütün bu fabrikalardan sadece 4 tanesini
bırakıp hepsini kapattı. Bir örneği de yaşadığım
ilde Diyarbakır’da. Tamamen modernize edilen
bütün parçaları elden geçirilen binası elden geçirilen
fabrikaya kilit vurup bütün arkadaşlarımızı kapı önüne
18
koydular. O süreçte yine personel açısından çok önemli
gelişmeler yaşandı. Önceleri mağdur edilmeme adına
ordaki büyük çalışmaların büyük bir bölümünü sigara
fabrikalarına ve yaprak tütünlere dağıtmak durumunda
kaldılar. Yine bir direnç vardı. Çalışanlar açısından bir
direnç vardı ve bünyesinde bulunduğumuz Tek Gıda
İş’in bu konudaki bir kararlılığı yeterli olmasa bile bir
kararlılığı vardı. Bu arkadaşlarımız sigara fabrikalarına
dağıtıldıktan sonra hani o fabrikalar çalışacaktı ya
kendileriyle görüşmeler yapılmış ve bu konuda
kendileri de doğan tepkiye karşılık bakanlarına emirler,
talimatlar vermişti ve o fabrikaların kapatılmasını o
süreçte engelleyebilmiştik. Ama uluslar arası sigara
tekelleri hiç durur mu Türkiye gibi bir pazarı hiç
kaybetmek ister mi. Orta doğuya açılan bir kapıyı hiç
eline geçirmeden durabilir mi. Hiç mümkün değildi.
Ve büyük dayatmalar sonucunda en son biliyorsunuz
1 milyar 700 milyon dolara bütün sigara fabrikaları
özelleştirildi.
Şimdi değerli arkadaşlar bu özelleştirmeler
sadece çalışanlar açısından değerlendirmemek
gerekir. Esas büyük acıyı bu fabrikalar
sayesinde, bu işletmeler sayesinde geçimlerini
sağlayan ekici boyutuyla ele almamız çok
daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.
Çünkü cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle
birebir örtüşen o kamu kurumlarının
yoksul bölgelerde ve istihdama yönelik
olarak yapılandırılması o süreçlerin aslında
yoksullara bir nebze de olsa nasıl önem
verildiğini açık olarak ortaya çıkarmaktadır.
Çünkü özellikle doğu-güney doğuda ve
Türkiye’nin büyük bir bölümünde, iç
Anadolu’da hangi ile ilçeye gitsen bir
jandarma karakolu varsa bir de Tekel birimi
özelleştirildikten sonra da devam edecekti, belli vardır. Her yerde ama. İstisnasız bütün ilçelerde, bütün
bir miktarda da işçi arkadaşlarımız o fabrikalarda illerde mutlaka bir Tekel birimi vardı. Ve insanlar orda
bırakıldılar. Ama çok kısa bir sürede oranın kapısına çalışmak durumundaydı ve kendi geçimlerini ordan
kilit vurulunca o arkadaşlarımız artık bırakın 4/c’yi sağlamakla karşı karşıyaydılar.
tamamen işsiz kalmakla karşı karşıya kaldılar. Ve
o süreçte yine sendikanın bir çabasıyla bir şekilde Şimdi geldiğimiz noktada özelleştirmenin ilk ayağında
diretmesiyle geliştirdiği ikili ilişkilerle bu insanların büyük acıyı çeken ekiciler oldu. Türkiye’de yaklaşık
mağdur olmaması yönünde 4/c’ye gönderilmesi belki 500.000 aile tütünden koparıldı. Sadece bölgemizde
Türkiye’de bir ilk gerçekleşiyordu. Özel sektörden 150.000 aile tütünden koparıldı. Ve köylerinden göç
işsiz kalanların ilk defa 4/c de yerleştirilmesi ettirilmek zorunda bırakıldılar. Doğu güneydoğudaki,
konusunda bir mutabakata varılmıştı. Bu insanlar özellikle de güneydoğudaki köy boşaltmalarının
tabi sigara fabrikalarına gittikten sonra orda da bu bir sebebi orada yaşanan kirli savaş ise de bir diğer
sancıların devam ettiğini hep biliyorduk. Bu eylemlilik ayağının da tütün olduğunu unutmamak gerekir.
süreçlerinde Malatya, Bitlis ve Adana sigara fabrikaları Çünkü o insanlar yıkılan, yakılan köylerin dışında kalan
özellikle çok büyük bir direnç gösterdiler. Malatya insanlarımız orayı kendi geçimlerini tütünden doğru
sigara fabrikasında 27 gün, Adana sigara fabrikasında idame ettiklerini fark edip, daha doğru bunun dışında
60 günü aşkın bir süre, Bitlis sigara fabrikamızda orda geçimini sağlayabilmenin imkânları ortadan
yine 60 günü aşkın bir sürede insanlar işyerlerini kaldığından köylerini terk etmek durumunda kaldılar.
terk etmedi. O fabrikalara kendilerini kitlediler, gece Ve hepsi şehirlerin varoşlarına girdi. Diyarbakır’da
gündüz evlerine gitmediler. Ve o fabrikaların satışları o bugün işsizlik ve yoksulluk oranı resmi rakamlarda %
süreçte durduruldu. Hani sayın başbakan hep diyor ya 65-70’lerde seyrediyorsa bunun bir sebebinin de tütün
ben iki yıl önce aslında ben bunlarla anlaşmıştım diyor. olduğunu görmek gerekir. Çünkü köylerini terk eden
her aile şehre girdi, şehrin varoşlarına girdi ve işsizlerin
Değerli arkadaşlar o süre iki yıl değil dört yıl önceydi. sayısı her gün büyüdü o kentte. Sokak çocuklarının
Ve sürede sadece bu fabrikaların kapatılma meselesi sayısında her gün artışlar oldu, ordaki kapkaç, ordaki
konuşulmuştu sayın başbakanla. Bu insanların mağdur hırsızlık, ordaki balici ve diğer faktörler bir bir ortaya
edilmemesi, bu fabrikaların açık bırakılması yönünde çıkmaya başladı. Bir sebebi kirli savaş, bir diğer sebep
19
tütün. Çünkü tütünün ekildiği arazilerde başka bir
ürünü yetiştirme şansı yok. Hiç birinin şansı yok.
Çünkü tamamen küçük parçalı ve kıraç arazilerde
yetişen bir ürün. Ve 14 ay boyunca, sene 12 aydır, 14
ay boyunca yediden yetmişe herkesin uğraş verdiği
bir ürün tütün. Bütün aile o tütüne uğraş verir. Ve 14
ayın sonunda da ürününü götürüp Tekel’e teslim edip
karşılığını bir nebze de olsa alırlardı. Ve bütün bunlar
bitti. Ve son geldiğimiz nokta bu.
Diyarbakır’da bir fabrika açılmıştı ki orta doğuda
benzeri yoktu. Türkiye’de, Balkanlarda yoktu. Japonya,
Brezilya, Amerika ve bir iki ülkede daha vardı. Onun
dışında bu fabrikanın bir örneği daha yoktu. Ve
açılış süreci de çok eskiye dayanmıyor. 97’de işte bu
gördüğünüz arkadaşların tümü orda işe başladı. 97 ve
98’de işe başlayan arkadaşlarımız o fabrika sayesinde
bin tane genç insanımız, çoğu da Endüstri Meslek
Lisesi mezunu ve yüksek okul mezunu, orda işe
başlatıldı. Ve sadece 12 yıllık bir süreçte bu fabrika
kapatıldı ve şu anda kilit vuruldu o fabrikaya. Bütün
mücadelelere rağmen biz bunu açık tutamadık. Çünkü
tütün olmazsa o fabrikanın çalışmayacağını çok iyi
biliyorduk. Bu 12 yıllık süreçte defalarca ekiciler,
muhtarlar, bu işle ilgili bütün katmanları bir şekilde
Ankara’ya taşımaya çalıştık. İlgili siyasiler nezdinde
girişimlerde bulunduk ama uluslar arası sigara tekelleri
bir defa kararlarını vermişlerdi. Bu Türkiye’deki bütün
hükümetlerin gücünü aşar durumdaydı ve o pazarı
ellerinden kaybetmeyi de asla düşünmüyorlardı.
Bütün ekiciler gittikten sonra değerli arkadaşlar
sıra çalışanlarımıza gelmişti. Bu çalışanların başka
kurumlara aktarılması yönünde çok uzun süredir bir
uğraş içindeyiz. Mevcut siyasi iktidar doğrudur geçmiş
seçimde belki de bu Tekelcilerin %60’ından oylarını
aldı. Ama inanın hep yalanlarla aldılar. Hep namus,
şeref sözleri vererek aldılar. İşte bu insanlar yarın işsiz
kalacaklarını görüyorlardı. Ve her gelen siyasetçi onları
bir şekilde ikna etme yolunu bir şekilde kandırma
yolunu seçtiler. Ve bunu da bir nebze de olsa başardılar.
Ve geldiğimiz noktada o namus, şeref sözü veren hiçbir
milletvekilinin şu anda telefonlara bile çıkmadıklarını
çok iyi görüyoruz ve biliyoruz.
15 Aralıkta, 14 Aralık ta bir karar alındı. Ankara’ya
yürüyüş kararı. Sendikamızın aldığı karar
doğrultusunda sadece Ankara’ya gidiş biletlerinin
kesileceğini ve dönüşünün ne zaman olduğunu da
kesinlikle bilinmediğini herkesin buna hazırlıklı olması
gerektiği yönünde bütün teşkilata talimatlar verildi.
Ve ayın 15’inde Ankara’daydık. Değerli arkadaşlar
yürüyüşümüz başladı ama bu kadar uzun süreceğini,
bu kadar yükümüzün artabileceğini, Türkiye’nin
ezilenlerine, Türkiye’nin yoksullarına, işsizlerine,
çalışanlarına bu kadar büyük bir umut olabileceğimizi
20
asla beynimizden, kafamızda geçirmemiştik. Ama
geldiğimiz noktada baktık ki çok onurlu bir yürüyüş
ve direniş başlatmışız. Kamuoyu vicdanında %100
haklılığımızı ispat etmemiş olsa idik bu kış koşullarında
bu kadar zor şartlarda Ankara’nın merkezinde bu işi
götürebileceğimizi de götüremeyeceğimizi de çok iyi
biliyoruz. Ama kamuoyu vicdanı o kadar bizden yana
çarptı ki bu işin geri dönüşünün olamayacağını bizler
de artık fark etmeye başladık. Tek bir adım bile geri
atma geri adım atma şansımızın olmadığını çok iyi
öğrendik, biliyoruz. Tek bir hata bile işleme şansımızın
olmadığını görmeye başladık. İnanın ilk günkü gibi
diriyiz, dirençliyiz, en azından beyinen kendimizi öyle
hissediyoruz. Belki hastalandık, belki birçoğumuz yani
gerçekten bir yoksulluk yaşanmaya başlandı doğru.
Ama beyinen o kadar kendimizi o kadar adapte etmişiz
ki kendimizi bu işe hiç kimsenin aklından kazanmama
gibi bir şey geçmiyor. Hiç kimsenin aklından ben
yarın artık evime döneyim gibi bir fikir aklından
geçmiyor. Ben bu işi kazanacağım diye inancın her
gün yükseldiğini, daha da güçlendiğini hep birlikte
görüyoruz ve yaşıyoruz.
Bütün dostlarımız artık bizleri çok yakından
tanıdılar. Çünkü gerçekten Ankara’daki aydınlarımız,
yazarlarımız, çizerlerimiz, sendikalarımız, sivil toplum
örgütlerimiz her gün bizlerledirler. Gençlerimiz,
öğrencilerimiz, siyasi partilerimiz o kadar bizlere
yakın duruyorlar ki biz kendimizi unutmuş olduk artık,
unutur olduk. Biz bu insanların beslediği umudu nasıl
boşa çıkarmayacağız, nasıl başaracağız diye biraz da
dizlerimizi dövmeye başladık. Geceleri sabaha kadar o
varillerin etrafında insanların nasıl dimdik durduğunu
hep birlikte yaşıyoruz. Oradaki kitlenin Türkiye’nin
dört bir yanından geldiğini içinde Lazı, Çerkezi, Kürdü,
Türkü, Arabı, Sünnisi, Alevisi, milliyetçisi, komünisti
her türden insanın olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Ve 58
gündür orda hiçbir problem yaşamadık. Bu bize öyle
bir umut besletti ki gelecekte Türkiye’nin mozaiğinin
ancak bu şekilde olması gerektiğini hep beraber
yaşamaya başladık, görmeye başladık. Trabzonlu
kardeşimizle karşı karşıya bizim çadırımız. O benim
halayımı o kadar iyi bir öğrendi ki Şamami parçasını
o kadar iyi söylüyor ki artık. Ben de onun horonunu
öyle bir güzel oynuyorum ki ve onun konuşmasıyla
onun konuşmasına o kadar eşlik ediyorum ki yani o
güzellikleri yaşamak, görmek belki de birçok insana
nasip olmamıştır. Ben 50 yaşına geldim. 30 yıldır, 32
yıldır ben çalışıyorum. Ben bu kadar güzel bir anı bu
çalışma yaşamımda hiç görmedim, hiç yaşamadım.
Çünkü burada o kadar dostluklar edindik ki, o kadar
güzellikleri bir arada yaşadık ki paylaşımı artık
ağzımızdaki lokmayı bir simit geldiğinde dört parçaya
beş parçaya bölüyoruz arkadaşlarımıza dağıtıyoruz.
Bunu birlikte yaşamaya başladık. Bazen üstümüze çay
dökülüyor, bazen üstümüze, bazen sobaya yapışıyoruz
ama inanın hiç kimse artık kendi halinden şikâyetçi
değil. Ve evimiz olmaya başladı orası. Bazılarına gidin,
birkaç gün dinlenin öyle gelin diyoruz. Yok, diyor
ben halimden çok memnunum diyor. Ben 58 gündür
gitmedim. Benim de çocuklarım var. Valla herkes
kendi çocuğunun yanına gitmek ister. Benim ilkokul
üçe giden çocuğum vardır. Ne tatilini gördüm, tatile
girişini gördüm. Ne okula başlayışını gördüm. Sadece
bir telefonda nasıl oğlum okul iyi mi, iyi baba diyor ve
öyle gidiyor. Birçok kişi, birçok bayan arkadaşı var ki
sekiz aylık çocuğunu, altı aylık çocuğunu evde bırakıp
gelmiş. Öyle direniyoruz. Çünkü kendi çocuğunun
geleceği için direniyor. Türkiye emek hareketi böyle
bir fırsatı teperse Türkiye’nin aydınları, Türkiye’nin
demokratları, Türkiye’nin sosyalistleri eğer böyle bir
fırsatı teperse ben inanıyorum Türkiye’de sendikalar
diye bir şey kalmayacak. Zaten onun çalışmaları
yapılıyor. Zaten taşeronlaşma özelleştirme son süreçte
işte hizmet alımlarıyla zaten sendikalar çok ciddi bir
sıkıntı yaşıyor. Hele hele işte iki milyon kişiyle ifade
edilen bir sendikal ortamda altı tane konfederasyonun
Türkiye’de cirit atması yani bu zaten akıl karı değil.
Sekiz yüz bin kişi ile sözleşme yaptığın bir ortamda
altı tane konfederasyonun olması zaten akıl karı değil.
Zaten bunların mutlak bir şekilde toparlanması bir
araya gelmesi gerekir. Emek hareketinin bunu çok iyi
gördüğüne de ben inanıyorum. Mesela bireysel hırslar
sadece kendi geleceklerini düşünme arzusu ve mantığı
bizi birçok şeyden alıkoyuyor. Ama ben inanıyorum
ki bu hareket bu direniş bu direnç hepimize çok şey
öğretti. Çünkü o Sakarya Caddesi artık sadece bir
cadde değil. O Sakarya Caddesi artık bir okul, bir
akademi. Ben öyle inanıyorum ki birçok üniversitede
ders olarak okutulabilecek bir yaşam tarzı gelişiyor orda.
Belki tezlerin konusu olur, belki filimleri yapılır, belki
romanı yazılır bilemem. Ama Türkiye emek hareketi
bence bir şeyi çok iyi kavradı. Ben kendime çeki düzen
vermek zorundayım mantığını artık herkes taşımaya
başladı. Hepimiz açısından bu geçerlidir. Bütün
konfederasyonlarımız işçi memur, bütün işsizlerimiz,
bütün aydınlarımız açısından çok ciddi anlamda
düşünülmesi gereken bir manzara oluştu diye ben
düşünüyorum. Ve biz bunu zaferle taçlandırırsak işte
o zaman Türkiye’deki emek hareketinin Türkiye’deki
ezilenlerin mücadelesinin taçlandırıldığını hep birlikte
yaşayacağız. Ben şimdilik sadece bunlarla yetineyim.
Çok uzun konuştum. Özür diliyorum sizlerden
hocalarımdan. Biz bu işi başaracağız değerli dostlar.
Sağ olun. Var olun. (alkışlar…)
Ali Çolak. Ben hemen ikinci sırada sözü Mehmet Beşeli
hocama bırakıyorum. Birleşik Metal İş Sendikası genel
21
sekreter yardımcısı. Buyurun.
Konuşmama başlamadan önce, direnişçi Tekel
işçilerinin mücadelesini selamlıyorum. Tekel işçilerinin
mücadelesine pek çok anlam yüklenmeye çalışıldı.
Mücadelenin içinde bulunduğumuz aşamasını doğru
kavramak ve bundan sonraki sürece ilişkin doğru
tespitler yapabilmek açısından direnişin kendine ait
anlamını, bu yükleme yapılan anlamlardan ayırmak
gerekiyor. Bu nedenle sorulması gereken ama çok
fazla sorulmayan basit sorularla direnişin anlamına
ulaşmaya çalışalım.
• Tekel direnişi hükümet karşıtı bir direniş midir?
Tekel işçileri hükümetin tüm politikalarına karşıt
bir siyasal duruş içinde değillerdir ve olmaları da
beklenemez. Kendi yapmış oldukları açıklamalardan
öğrenmekteyiz ki büyük çoğunluğu itibariyle AKP’ye
oy vermişlerdir.
• Tekel direnişi hükümetin tüm politikalarına karşı
değilse, örneğin özelleştirme politikalarına karşı bir
direniş midir?
Hayır. Çünkü tekel işçileri ne önceki siyasal iktidarlar
zamanında ne de AKP dönemindeki özelleştirme
uygulamalarına karşı olduklarını gösteren bir etkinlik
içinde olmamışlardır. Üstelik Tekel’in özelleştirilmesine
bile eylemli bir karşı duruş içinde olmamışlardır.
• Tekel işçileri, özelleştirmeye karşı değiller ise,
özelleştirme sonucu işyerlerinin kapanmasına karşı
mı direnmektedirler?
Hayır, çünkü tekel işçileri özelleştirme nedeniyle
kapanan diğer işyerlerine yönelik hiçbir eylemli karşı
duruş, dayanışma sergilememişlerdir.
• Tekel işçileri, kendi işyerlerinin kapatılmasına karşı
mı hükümete muhaliftirler?
Hayır. Çünkü (yaprak tütün) tütün sarma işyerlerinin
kapatılma kararı çok önce alınmış, tekel işçileri kimi
işyerlerinde işgal ve benzeri eylemler gerçekleştirmişler
ancak sonunda kapatma kararına karşı duramamışlardır.
• Hükümetin tüm politikalarına karşı olmayan,
özelleştirme politikalarına karşı çıkmayan, işyeri
kapanmalarına karşı olmayan ve kendi işyerlerinin
kapanmasını da engelleyemeyen Tekel işçileri
hükümetin hangi kararına karşıdırlar?
Yaprak tütün işletmelerinde çalışan işçiler, işyerlerinin
kapatılması sonucunda kendilerine önerilen Devlet
Memurları Kanununun 4-C maddesinde çalışma
kararına muhalefet etmektedirler. Bu statüde
çalıştıklarında, var olan iktisadi ve sosyal koşullarında
kayıplar yaşadıkları için bu karara karşıdırlar.
şiddeti meşru gören büyük bir kitle desteği ile
karşılaştırıldığında bu önemlidir.)
İşten atılmış olmaları, “siyasal” amaçlarının olmaması
(!), ekmek mücadelesi verdiklerini söylemeleri ve bedel
ödemeyi göze alma konusunda göstermiş oldukları
cesaret bu ilgi ve desteğin ana nedenleridir.
Hükümeti zorlayacak bir güçten de yoksun olmaları
nedeniyle (işyerleri kapanmıştır) böyle bir strateji
geliştirmemiş olsalar sadece müzakereler yoluyla
sonuç alabilmeleri mümkün değildi. Tekel direnişinin
stratejisi özet olarak budur: Tamamen kesimsel
sorunlarını genelleştirebilmenin yolu, mümkün
olduğunca büyük bir kitle desteği alarak muhatabının
yani hükümetin üzerinde bir baskı oluşturmaktan
geçmektedir. Bu desteğin alınabilmesi için ise
haklılığın tekrarlanması yetmemekte, bu hakkı elde
etmek için bedel ödemeyi “ölmeyi” göze aldığını
herkese göstermek gerekmektedir.
Kapitalist egemenlik altında hak arayışında olan her
bir işçi bedel ödeyerek, bedel ödemeyi göze alarak
Bu kayıplar öncelikle ücret ve sosyal haklarla ilgili bu egemenliğin sınırlarına vurabilir. Bedel ödemenin
kayıplardır. Buna ek olarak, devlet memuru statüsüne boyutları ile verilen mücadelenin niteliği arasında bir
geçecekleri için devlet memurlarında olmayan ve ilişki kurulamaz. Daha çok kan dökülen mücadeleler
işçilerde olan yasal haklardan yoksun kalacaklardır. siyasal, diğerleri sendikal gibi ayrımlar yapılamaz. İşçi
Bunların başında kıdem tazminatı hakkı gelmektedir. hareketi tarihinde çok “sıradan” “normal” taleplerin
Ayrıca, belirli süre ile sözleşme yapılacağı için, hem kanla boğulduğu bilinmektedir.
gelir ve çalışma süreklilikleri hem de sosyal güvenceleri Kazanılmış haklar/kazanılan haklar gerilimi
ciddi biçimde değişecektir.
Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilir olup olmadığı
İşçilerin gelir ve çalışma sürekliliklerindeki değişim, konusu da üzerinde durmayı hakediyor. Hemen
çoğu kimse tarafından “iş güvencesi”nin ortadan belirtelim ki, bir toplu iş sözleşmesi mücadelesinin tüm
kalkması olarak yorumlanmaktadır. Bu yorum daha önce talepleri gerçekleştirilebilir taleplerdir. Dolayısıyla tekel
iş güvencesi olduğuna inanmaktan kaynaklanmaktadır. işçilerinin talepleri de gerçekleştirilebilir taleplerdir. Bu
Bizzat Tekel işçilerinin kendileri, kapitalizmde taleplerin ne kadarının ve hangi oranlarda gerçekleştiği
iş güvencesi olmadığının ve olmayacağının açık ayrı tartışma konusudur.
kanıtıdırlar.
Öncelikle tekel işçileri, var olan haklarıyla ve esas olarak
Sonuç olarak, tekel işçilerinin direnişi hükümetle işçi statüsünde çalışmaya devam etmek istemektedirler.
çalışma ve yaşam koşullarının pazarlık edilmesi için Bunu biraz daha genel terimlerle ifade edecek olursak,
ortaya çıkmış bir direniştir. Bu direniş bu açıdan bir tekel işçilerinin istediği “iş”tir. Bu sadece işçilerin
toplu sözleşme direnişi, sendikal bir direniştir. (bu talebi değildir, aynı zamanda hükümet de bu talebi bu
kelimenin yasal anlamıyla değil, gerçek anlamıyla bir biçimiyle okumaktadır.
toplu iş sözleşmesi mücadelesidir) Mücadelenin şiddet
dozunun yüksekliği -gerek devletin saldırganlığı, Hükümet, daha eylemler başlamadan ve sadece tekel
gerekse özü itibariyle bir şiddet eylemi olan açlık grevi işçileri için değil tüm özelleştirilen kuruluşlarda çalışan
ve ölüm orucu temaları- toplumsal ilgiyi ve desteği işçiler için bu talebe 4-C ile yanıt vermiştir. 2004 tarihli
uyandırmakta gecikmemiştir. (Şiddet sarsıcıdır!, bir kararname ile yürürlüğe konulan esaslar bu durumu
açıklıkla ifade etmektedir: “Özelleştirme Uygulamaları
bilinçleri sarsar. Ama o kadar!)
Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan
Maruz kaldıkları şiddet ve kendi uyguladıkları şiddet işçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici
nedeniyle işçiler her zaman rastlanmadık bir biçimde Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin
genel bir kamuoyu desteğini alabilmişlerdir. (Devrimci Esaslar”. Sorun her iki taraf açısından da iş sorunudur.
örgütlerin açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine verilen
desteğin sınırlılığı hatta devrimcilere uygulanan Hükümet, özelleştirme nedeniyle işsiz kalanları ve
22
kalacakları diğer kamu kurum ve kuruluşlarında
istihdam ederek çalışanların “iş” talebine kendi
meşrebince yanıt üretmiş durumdadır. Bu tek taraflı
yanıt bugüne kadar binlerce çalışan tarafından “boynu
bükük” bir şekilde kabul edilmiştir. Tekel işçilerinin
direnişi ilk adımda bu tek taraflılık durumunu ortadan
kaldırmış ve sözleşmenin karşı tarafının da olduğunu
açıklıkla ortaya koymuştur. Hükümetin “teklifi”
işçilerin direnişi ile reddedilmiştir. İşçilerin direnişi,
tek taraflı sözleşmeyi ortadan kaldırmış, bir “masa”nın
kurulmasına neden olmuştur.
İkinci adımda, hükümete geri adım attırılmış ve
sözleşmenin esasları değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden
söz etmekte fayda var:
1) Sözleşmenin süresi 10 aydan 11 aya çıkarılmıştır.
2) Ücretlere esas gösterge rakamlarında artışlar
sağlanmış, dolayısıyla ücret zammı getirilmiştir.
3) Çalışma koşullarında, geçici personelin çalışma saat
ve sürelerinin devlet memurları için tespit edilenlerle
aynı olması düzenlenmiş ancak verilen görevi çalışma
saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorunda
olduğu ve bu durumda fazla ödeme yapılmayacağı
hükmü kaldırılmıştır.
ücretli hastalık izni verilmiştir.
7) Görev yeri tanımı genişletilmiştir.
Bütün bu düzenleme, sadece tekel işçilerini değil
toplam 36.215 işçiyi kapsamaktadır. Tekel işçilerinin
direnişi, sadece hükümete geri adım attırmakla
kalmamış, 4-C kapsamındakilerin çalışma koşulları ve
ücretlerinin iyileştirilmesine neden olmuştur.
Bu teklif, tekel işçileri tarafından kabul edilmemiştir.
Tekel işçileri şiddetin dozunu arttırma kararı almışlar
ve süresiz açlık grevine başlamışlardır. Aynı şekilde
hükümet, teklifinin kabul edilmesi için bir aylık
bir süre vermiş, süre bitiminde işçilere saldıracağını
deklare etmiştir.
Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilirliği konusuna
yeniden dönecek olursak, “iş” talebi üzerinde süren
mücadele ilk adımda işin koşullarının görece
iyileştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak bu iyileştirme,
geçmiş koşullardan halen çok uzaktır.
Tekel direnişinin özü itibariyle bir toplu iş sözleşmesi
mücadelesi olduğu gerçeği dikkate alındığında
muhatabın ilk tavrı kararlılık gösterisidir. Karşıtına
mücadele etmekle bir şey kazanamayacağı
düşündürtmeyi amaçlar. Karşı taraf, kararlılık dozunu
4) Daha önce olmayan 12 ay fiili çalışma karşılığı artırdığında, muhatap bir adım geri çekilir ve bu sefer
1 maaş iş sonu tazminatı getirilmiş bu tazminatın mücadele edenlerin birliğini bozacağını düşündüğü
emekli olanlara, ölenlere ve kendi isteği ile ayrılanlara bir teklif sunar. Sadece teklif sunmakla kalmaz,
teklifin kabul edilmesi için uyguladığı yöntemleri
verileceği belirtilmiştir.
çeşitlendirir ve iğrençleştirir. Çevreyi rahatsız etmekle
5) Her çalışılan ay için 1 gün olan ücretli izin süresi 2
suçlamak, kaçak elektrik kullanımından zabıt tutmak,
güne çıkarılmış ve bunun toplu olarak kullanılabilmesi
dayanışma için gönderilenleri tutanak altına almak,
düzenlenmiştir.
Ankara dışındaki ailelere belediyeler yoluyla baskı
6) Eski halinde her 4 ay için iki günü geçmeyen ücretli yapmak, cumhurbaşkanına açıklama yaptırmak, kafa
hastalık izni yerine yılda 30 günü geçmemek üzere bulandırmak, banka hesaplarını açıklamak, gün gün
sözleşme imzalayanların
sayılarını duyurmak vs. vs.
Bugün bu aşamayı yaşıyoruz.
Bu aşama Şubat ayı sonuna
kadar devam edecek gibi
görünüyor. Bundan sonraki
aşama bu aşamadaki
gelişmelerin her iki tarafça
da değerlendirilmesiyle
çizilecek yeni yol üzerinde
şekillenecek.
İşçilerin
kararlığı sürer ve çözülmeler
olmaz ise iki yol söz konusu
olacak. Ya şiddetli bir saldırı
yoluyla direnenler ezilmeye
çalışılacak ya da yeni bir
teklifle masaya çağrılacaklar.
Teklifin içeriği bu aşamada
23
direnişin devam edip etmemesi konusunda belirleyici
olacaktır. Ancak şiddet yoluyla bastırma seçeneğine
karşı da işçilerin hazırlıklarını gözden geçirmelerinde
fayda var.
Artık asıl soruyu sorma zamanı geldi!
Hangisi daha doğru bir mücadele stratejisidir? Kendi
kesimsel çıkarlarını sınıfın diğer kesimlerine kabul
ettirme çabası mı, yoksa kesimsel çıkarlarını sınıfın
genel çıkarına tabii kılmak mı? Tali sorumuz da
Direnişin sıkışma noktaları
şu olsun: sınıfın bir kesimi mücadelesinde başarıya
Tekel işçilerinin mücadelesinin “iş” mücadelesi
ulaştığında, diğer kesimleri bundan faydalanabilir mi?
olduğunu söyledik. Ancak, iş için verilen mücadele
Yani iddia edildiği gibi Tekel işçilerinin direnişi diğer
sadece tekel işçilerinin sorunu değildir. Sadece
işçilerin önünü açacak mıdır?
özelleştirilen kamu kuruluşlarında çalışanlar için değil,
özel sektörde çalışan, emek gücünü satmaya zorlanan Tekel direnişi birinci stratejiyi benimsemiş durumda.
Bu direnişin şu anda kimi kazanımları ortaya çıktı.
milyonların sorunudur.
Sonucun nasıl oluşacağını hep birlikte göreceğiz.
İşini kaybetmek, işsiz kalmak! Mezarlıkların girişinde
yazan her fani ölümü tadacaktır sözü gibidir. Her işçi Ama giderek büyüyen bir kitle ile tekel işçisinin
işsiz kalmaya mahkûmdur. Bu kapitalist egemenliğin, ortak noktası başka. İşsiz kalmak. İşsiz kalmaya bağlı
kapitalistlerin iktidarının şifresidir. Ve işsizlik, işçilerin olarak gelir kaybı. Tekel işçisi, işsizlik sigortasından
yaşama ve çalışma koşullarını aşağıya doğru çeken bir faydalanan veya faydalanamayan işçilerden daha iyi
bir sözleşmeyi hükümete imzalatmış durumda. Oysa
etki yaratır.
işsizlik sigortasından faydalanamayan işçiler sıfır
Kamu işletmelerinde iş güvencesi konusu oldukça
gelirde, faydalanabilen azınlık ise asgari ücretin biraz
tartışmalıdır. Amelenin kıt olduğu zamanlarda, işin
üzerinde bir gelirle, sürekli değil, geçici sürelerle
güvencede olması iktisat kuralıdır. Amele bollaştıkça
yararlanıyor.
güvence de azalır, gelir de. Hiç bir kapitalist, sırf
işçiler çalışsın diye fabrika kurmaz; onun amacı kar Hükümetin 4-C’si aslında bir tür işsizlik sigortası.
etmek, işçileri sömürmektir. Sömürüyü, maddi varlığa Devlet, sınıfın tümüne vermediği hakları, bir kesimine
dönüştüremiyor ise sermayesini başka alana kaydırır, verme konusunda duraksamıyor. İşsizlik sigortasının
üst sınırının 10 ay olduğu düşünülürse (sizce 4-c nin
işletmesini kapatır, işçileri çıkarır.
süresinin 10 ay olması bir tesadüf mü?) şu an bunun
Devlet işletmeleri de kapitalist işletmelerdir. Onlar
önüne geçildiği görülecektir. Daha da öteye geçebilir
da işçileri sömürürler. Ancak, devlet işletmelerinin
ve bu mümkündür!
kar oranlarının eşitlenmesi ya da rekabet yasalarından
kendisini muaf tutabilme, ya da görece daha düşük Destekçiler ve Kuşatılmışlar
sömürü oranlarına rağmen giderek eriyen sermaye
Tekel işçileri, sınıfın diğer kesimlerinden ve diğer
birikimini, politik kimi mekanizmalarla destekleyerek
sınıflardan destek istiyorlar. Bu strateji olabilecek en
işletmeye devam ederler. Bunu işçiler işlerine devam
iyi strateji.
etsin diye değil, özel sermayeye hizmet için yaparlar.
Bu arada kamuda çalışan işçiler de bundan nemalanmış Tekel işçilerine destek verenlerin faaliyetleri,
örgütlenmeleri ve “siyasal” duruşları açısından ise bu
olur.
kesinlikle yanlış strateji. Onlar ikinci strateji için Tekel
Özelleştirme kolektif kapitalist olan devletin elindeki
işçilerini ikna etmek zorundalar. Bu gerilimli bir iş! Bu
kapitalist işletmelerin, “özel” ya da anonim şirket
tekel işçilerinin yanlış değil eksik yaptığının onların
biçimindeki başka kolektif kapitalistlere devridir.
yüzüne söylenmesi demek! Onu övmeden, verdiği
Bu süreç dünyanın büyük bölümünde ve Türkiye’de
mücadelenin önemini azaltmadan, yapmak zorunda
tamamlanmak üzeredir.
olduğu şeyin ne olduğunu ona anlatmaya çalışmak
Bugün dünya yüzeyinde sermaye egemenliğinin en demek. Kapitalizmi anlatmak, devleti anlatmak ama
üst noktası yaşanmaktadır. Sermayenin egemenliği hepsinden önemlisi işçi sınıfını anlatmak demektir.
ve iktidarı herkese haddini bildiren bir iktidar ve Ama bu zor! Bu destekçilerin hazırlıklı olmasını
egemenliktir. Sermayenin ihtiyaçlarının önceliğinin gerektirir, öyle değiller.
olduğu, bu iktidar aracılığıyla tüm topluma kabul
Tekel işçileri kendi bildikleriyle, kendi yapacaklarını
ettirilir. Eskiden devletin, belediyelerin kapısına yığılan
yapıyorlar ve yapmaya devam etmeliler. Kimsenin onlara
kitleler, bu kez taşeronların, kapitalistlerin kapılarına
akıl vermeye hakkı yok! Önemli olan destekçilerin ne
akın ederler. Yıkmak için değil, iş için. Bu bağımlılık
yaptıkları, tekel işçilerine onların yaptıklarından başka
ilişkisidir. Bu işçilerin maddi ve manevi çürümesinin
ne önerdikleri…
nedenidir.
Sadece destekçilerinin değil, işçilerin basıncıyla
24
Oysa süreç şöyle işletilmelidir: Müzakereleri sürdüren
heyetin kararı, Tekel işçilerinin onayına sunulmalıdır.
Şu anda direnen işçilerin sendikalarına karşı görünür
bir muhalif tavırları yoktur tam tersine sendikanın
arkasında kenetlenmiş durumdadırlar. Dolayısıyla,
sendika yönetiminin süreç hakkında karar verme
Destekçiler sürecin ilerleyen aşamalarında, hareketin
zorluğu bulunmamaktadır. Görüşmeye direnişçi işçiler
iktidarı olmadıkları ve destek konumunu içselleştirdikleri
alınmadığına göre, sendika yönetimi var olan iradeyi
için ve aslında bütün hareketlenmelerine rağmen her
yansıtmakla, masadan sonuç çıkarmakla görevlidir.
geçen gün pasifize oldukları için, Kuşatılmışlara göre
daha olumsuz koşullardadırlar. Kuşatılmışlar, sürecin Dolayısıyla mutabakattan önce oylama değil,
gelişim seyri içinde uygun anda en az kayıpla ve kimi “mutabakattan” sonra oylama yapılmalıdır. Önce
ayak oyunlarıyla bu süreci atlatabilecek olanaklara hükümet ve Türk İş hangi konularda anlaştıklarını
-kuşatmayı yarma olanağına- hareketin önderliğini ele açıklamalı ardından bu işçilerin oyuna sunulmalıdır.
İşçiler kabul ederse imzalanmalı, kabul etmez ise
geçirmiş olmaları nedeniyle sahiptirler.
mücadeleye devam edilmelidir. İşçi demokrasisi böyle
Tekel işçileri kendileri açısından en iyi stratejiyi seçtiler.
işler!
Bu stratejinin hedefi, hükümetle çalışma koşullarının
pazarlığı. Önderliğinin sendikacılar olduğu acımasız Kamuoyu desteği değil işçi sınıfı dayanışması
gerçeği dikkate alındığında, pazarlıkla ulaşılan düzey
Tekel işçileri bugün itibariyle, kendi kesimsel çıkarlarını
-eğer eskisinden daha ileri ise- imza atılacaktır.
terk edip, sınıfın genel çıkarı için mücadelenin önüne
En iyi strateji en doğru strateji demek değildir. Doğru geçebilirler mi? Bu mümkün gözükmüyor, gerekli de
stratejinin olmadığı yerde uygulanma olasılığı en değil, doğru da. Onlar bu mücadeleyi verilmesi gerektiği
gibi yürütüyorlar, onlardan başka mücadelelerin de
yüksek stratejidir.
öznesi olmalarını istemek onlara haksızlık yapmak
Destekçilerin stratejisi yok! Destekçi olmanın doğal
anlamına gelir.
sonucu! Yürürlüktekinin peşine takılırsın, belki başka
Diğer taraftan onların mücadele stratejilerinin en
bir yola döner diye hayal edersin...
önemli bileşeni, kamuoyu desteği almaktır. Kamuoyu
Mücadelenin çapının genişlemesi: sadece bu onları
desteği belirsiz bir tanımdır ve manipüle edilerek
heyecanlandırmaya yetiyor. Tekel işçileriyle aynı
çok kolaylıkla yön değiştirebilir. Bir genel kamuoyu
sorunu yaşayan ve tekel işçilerinin 100 katı bir kitleyi
desteğinin vücut bulma biçimi olarak sendikaların
de kapsayabilecek bir mücadele stratejisine, sınıfın
önderliğindeki işçi ve memur kitlesinin dayanışma
kesimsel çıkarlarını geriye itebilen ve ortak çıkar için
amacıyla iş bırakması gündeme gelmiştir.
mücadeleyi öne çıkaran bir yaklaşıma ve örgütlenmeye
Bu çerçevede 4 Şubat etkinliği (eylem, grev, genel grev
sahip değiller.
ve genel direniş tanımlamasını hak etmiyor ve kitlesel
Ağa diye suçladıkları adamlardan genel grev çağrısı
bir etkinlikten başka türlü değerlendirilmesi doğru
yapmasını ve örgütlenmesini istiyorlar. Onların
değildir) muhatabın korkularını ortadan kaldırmıştır.
bunu yapabileceklerine inanıyor olmalılar! Tayyip
Bakan, etkinliği sağduyulu ve makul eylem biçiminde
Erdoğan’dan faşizmi yıkmasını ve demokrasiyi
değerlendirerek, hükümetin düşüncesini ortaya
kurmasını, TSK’dan emperyalizme karşı mücadele
koymuştur. Bu, etkinlikle içten içe dalga geçmek
etmesini ve ülkenin bağımsızlığını sağlamasını da
anlamına gelmektedir.
isteyebilirler. Nasıl olsa bunu yapan liberallerimiz ve
Katılım düşük olmuştur, temel alanlarda ve kilit
ulusalcılarımız bolca mevcut.
sektörlerde iş durdurulmamıştır, çoğu fabrikada işçilere
İşçi demokrasisi sandığa eşitlenemez.
neyin nasıl yapılacağı konusunda bilgi aktarılmamıştır.
İlginç tarihi örnekler ortaya çıkıyor. Direnişe devam Gerçek bir örgütlülüğe dayanmadan bir adım bile
edilip edilmemesi konusunda tekel işçileri arasında yol yürünemeyeceğinin ve aslında yürünmemesi
oylama yapıldı. Bu işçilerin iradesinin gösterilmesi gerektiğinin en son örneği bu etkinlik olmuştur. Genel
olarak sunuldu. Buna hiç ihtiyaç yoktu. Polisin gazını grev çağrıları, öznesini, önderliğini ve örgütünü tanımlı
copunu yiyip, eylemine devam eden işçinin irade hale getirmediği için genel grev gibi bir mücadele
yoklamasına ihtiyacı yoktur. Ama bu sendikacılar aracına darbe vurulmuştur.
açısından oldukça işlevsel bir adımdı. Çünkü
Tekel işçilerinin ihtiyacı olan genel bir kamuoyu
oylama ile alınan direniş kararı yine oylama yoluyla
desteği değil sınıfın diğer kesimlerinin desteğidir.
kaldırılacaktır. Bunu sendika genel başkanı da açıkladı.
Sınıfın diğer kesimlerinin desteği ancak ortak talep
kuşatılmış olanların da ne yapacakları önemli.
Destekçiler ve kuşatılmışlar kendi zaaflarını
örtmenin aracı olarak Tekel işçilerinin direnişine
sımsıkı sarılıyorlar, onları yücelttiklerinde kendilerini
yücelttiklerini sanıyorlar.
25
ve belli sonuçlar çıkartılmasına ihtiyaç gösteren ve
aslında gördüğümüz bu tablo işçi sınıfı hareketi
açısından ve sendikal hareket açısından bir örgütlenme
Sonuç: İşsizlik Sigortası yasasında değişiklik için
ve mücadele stratejisine bugünün ihtiyaçları, bugünün
mücadele!
koşulları üzerinden kurulacak ve kurulmakta olan
İçinde yaşadığımız kriz dönemince bizim hesaplarımıza Tekel direnişinin de ortaya çıkarttığı sonuçlar
göre 1,5 milyon insan işten çıkarıldı. Bunların çok itibariyle kurulmakta olan bir örgütlenme ve mücadele
küçük bir azınlığı işsizlik sigortasından faydalanıyor. stratejisine ihtiyaç duyulduğunu neredeyse bağırıyor
İşten atılmayanların dışında kalan önemli sayıda işçi artık. Ve bu sürecin aslında temel dinamiği ve bundan
ise, kısa çalışma ödeneği alarak geçmişteki gelirlerinin sonraki dönemde de en hareketli ve süreci dinamize
altında yaşamlarını devam ettiriyor.
mücadelesi temelinde kalıcı kılınabilir ve sınıfın ortak
örgütlenme ve mücadelesi sayesinde sağlanabilir.
Bu kadar işçi!!! Sendikalı işçi sayısının neredeyse 2
katı işçi!!! Buhar olup uçtular, görünmüyorlar. Onlar
da işlerini kaybettiler. Her fani ölümü, her işçi işsizliği
tadıyor!
İşçi sınıfın geniş kesimlerini birleştirecek olan
4-C’ye karşı mücadele değildir. Bugün için işsizlik
sigortası yasasında yapılacak değişiklik, hem tekel
işçilerini hem de işten çıkarılan milyonların ortak
talebi haline gelebilir. Tüm işini kaybedenlerin (hangi
gerekçe ile olursa olsun) herhangi bir prim ödeme
şartı aranmaksızın ve yeni bir işe yerleştirilinceye
kadar son ayrıldıkları işteki ücret ve sosyal haklarının
ödeneceği bir yasa değişikliği talebi için mücadelenin
örgütlenmesi günün acil görevidir.
Denilebilir ki, çalışmayana para vermezler, bu
gerçekleşmez! Kapitalizmde çalışmayana para verilir,
hiç çalışmadıkları halde başkalarının sömürüsüyle
yaşayanları ne yapacağız? Bunlar bir tarafa işsizlik
sigortası tam da çalışmayana para verilmesi kurumudur
ve kapitalist bir kurumdur. Nasıl 4-C’nin koşulları için
mücadele ediliyor ise, bunun için de edilebilir.
Ali Çolak. Son sözü Dev Sağlık İş genel başkanı Arzu
Çerkezoğlu’na veriyorum. Buyurun.
Arzu Çerkezoğlu. Teşekkür ediyorum. Değerli dostlar,
değerli mücadele arkadaşlarımız ve 58 gündür işine,
ekmeğine, geleceğine, sendikasına sahip çıkmak için
direnen Tekel işçisi arkadaşlarım hepinizi sendikamız
Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası adına sevgi ve
dostlukla selamlıyoruz.
edecek olan kesimlerin özellikle panelin konusunda da
vurgusu yapılan güvencesiz çalıştırılanlar ve güvencesiz
çalıştırılmaya mahkûm edilmeye çalışılanlar olacak.
Güvencesiz çalıştırma dediğimiz şey aslında
uzunca bir zamandır konuşuluyor, dünyanın her
tarafında konuşuluyor ve bizim ülkemizde de. Ve
bu güvencesizleştirme süreci hepimizin bildiği gibi
Konu başlığımız güvencesiz çalıştırmanın gölgesinde
aslında tüm dünyada yaşanan bir işçileştirme sürecinin
işçi hareketleri ve Tekel direnişi. Evet, Tekel direnişi,
bir parçası. Bu işçileştirme süreci bir yoksulaştırma ve
benden önceki konuşmacı arkadaşlarım süreci gayet
mülksüzleştirme temelinde yaşanıyor ve kendine özgü
iyi özetlediler. Çok içerden konuşmalar da yapıldı.
bir takım özellikler ifade ediyor.
Eminim bundan sonraki bölümde de yapılacaktır.
Tekel direnişi ve bugün işçi sınıfı hareketinin
Şöyle tanımlıyorlar genellikle, dünya tarihinin ve tek
sendikal hareketin içinde bulunduğu durum aslında
tek ülkelerin gördüğü en büyük en geniş kapsamlı ve en
önümüzdeki döneme dair ortaya çıkarttığı sonuçlar
hızlı biçimde gelişen bir işçileştirme sürecini yaşıyoruz.
açısından bu sürecin çok iyi bir biçimde tartışılmasına
Ve bu süreç aslında bir önceki döneme ait örgütlenme
26
ve mücadele biçimlerini ve araçlarını da bütünüyle
etkisizleştirerek yürütülüyor. 90’lı yılların başında
çokça tartışılan ve işçi sınıfının artık tarihsel misyonu
sona erdi, işçi sınıfı mücadelesinin toplumsal misyonu
sona erdi denilerek birilerinin elveda proletarya diye
kitaplar yazmasına yol açan bu süreçte aslında bizler
değişen bu dönemi ve bu dönemin ortaya çıkarttığı
dinamikleri görerek birilerinin elveda proletarya dediği
bu dönemde merhaba proletarya diyerek yola çıktık ve
bugün aslında üzerinde konuştuğumuz Tekel direnişi
ve Tekel işçilerinin mücadelesi de bunun en önemli
örneklerinden bir tanesini gösteriyor.
koyuşu engellemeye dönük bir politika izliyorlar.
Bu süreçte içerilemeyen ve en kötü koşullara maruz
kalan kesimlerse taşeron işçileri gibi güvencesi elinden
alının kesimler gibi doğru bir stratejiyle buluştuğunda
aslında bugün sınıf hareketinin en dinamik kesimlerini
oluşturuyor.
Bu sürecin bir başka özelliği de değerli arkadaşlar,
tüm dünyada ve bizim ülkemizde son dönemde
yaşanan deneyimlere baktığımızda bütün bu süreç
var olan geleneksel zeminde, geleneksel işçi hareketi
ve geleneksel sendikal hareketin kendi formları ve
biçimleri içerisinde ufak kazanımlar kuşkusuz var, ama
Neoliberalizm, hani hep böyle tarif ediyoruz, neoliberal bu çizgi içerisinde bir evrimsel gidiş içerisinde değil,
politikalar aslında temel iki tane strateji ile yürütülüyor aslında tüm bunlardan çok ciddi niteliksel kopuşları
sermaye tarafından tüm dünyada. Bunlardan birincisi, ifade eden bir takım devrimci sıçramalar, niteliksel
neoliberalizm örgütlü işçi kitlelerini, örgütsüz işçi kopuşlarla hep ilerliyor. Aslında bugün Tekel işçisi
kitlelerine empoze ettiği güvencesiz çalıştırma arkadaşlarımızın yaşadığı süreç de bunun başka bir
biçimleriyle kuşatıyor. Özellikle kamuda ve kamunun örneğidir diye düşünüyorum.
tasfiyesi sürecinde sendikamızın örgütlü olduğu sağlık
işkolu başta olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin Yine sevgiyi arkadaşlar, bu sürecin bir başka özelliği de
piyasaya açıldığı ve bütünüyle piyasanın konusu haline aslında işçi sınıfı hareketinin her tarihsel döneminde şu
getirildiği bu süreçte örgütlü işçi kesimleri, yani kamuda an içinde bulunduğumuz tarihsel dönem açısından da
bulunan örneğin sağlık işkolundaki kadrolu işçiler ya da bu geçerli. Ekonomik mücadele ile politik mücadelenin
kadrolu güvenceli çalışan memurlar doğrudan bir hak araçları ve örgütleri arasındaki ilişki de hep yeniden
gaspının ya da saldırının konusu haline getirilmiyorlar. kurulmuş. Bugün de aslında bunu yaşıyoruz. Belki
Onların etrafı çok hızlı bir biçimde ve bilinçli bir de bizim ülkemizde emek hareketinin hiç olmadığı
biçimde uygulanan politikalarla güvencesiz bir işçi kadar politikleştiği ve ekonomik mücadele ile siyasal
kesimiyle kuşatılıyor ve böylelikle baskı altına alınıyor. mücadele düzlemlerinin hiç olmadığı kadar üst üste
Yani çekirdek bir güvenceli çalışan, bunun etrafında düştüğü ve yaklaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Aslında
sayısı giderek artan bir güvencesiz işçi kuşatması ve başbakanın Tekel işçilerinin direnişi için söylediği
bunun bir dış halkasında da hepimizin bildiği gibi sözler bunun çok anahtar ifadeleri. Diyor ki Tekel
işsizler. Dolayısıyla birinci stratejisine aslında örgütlü işçileri kendi dertleri için mücadele etmiyorlar, bir
işçi kitlelerini güvencesizlikle kuşatarak uygulamaya ekmek mücadelesi değil bu. Bizim siyasal iktidarımıza
çalışıyorlar. Ve bu kuşatmayı hiç kuşku yok ki sadece karşı mücadele ediyorlar diyor. Bugün başbakan aslında
içerden bir direnişle, yani kazanılmış hakları korumakla bu gerçekliği görüyor ve bunu bir biçimde ifade ediyor.
sınırlı bir direnişle ortadan kaldırabilmek ve kırabilmek Bizim de bunu görmemiz, kuşkusuz şu demek değildir.
mümkün değil. İkincisi de Tekeldeki arkadaşlarımızın Tekel işçileri AKP politikalarının bütününe karşı
yaşadığı gibi özelleştirilen ve tasfiye edilen alanlarda siyasal bir mücadele yürütüyor gibi bir tarifi dört başı
güvenceli çalışan kesimler var olan tüm haklarını, tüm mamur ifade etmek kuşkusuz doğru değil. Ama şu çok
kazanılmış haklarını ortadan kaldırma tehlikesiyle 4/c açıktır ki Tekel direnişi örneğin bu arkadaşlarımızın
gibi 4/b gibi bizim işkolumuzda çok yaygın bir biçimde mücadelesi bundan beş ya da yedi yıl önce aynı şekilde
uygulanan taşeron çalıştırma gibi güvencesizliğin aynı dinamiklerle gerçekleşmiş olsaydı bunun Türkiye
en ağır çalıştırma biçimidir, taşeron çalıştırma gibi toplumundaki karşılığı ve sonuçları bugünkü gibi
en güvencesiz ve kötü çalışma koşullarına mahkûm olmazdı. Şunu söylemeye çalışıyorum. AKP hükümeti
edilmekle yüz yüze bırakılıyor. Ve aslında bu süreçte tarafından hayata geçirilen bu yoksullaştırma ve
yine neoliberalizm içererek etkisizleştirme politikası güvencesizleştirme politikalarının ortaya çıkarttığı
izliyor. Bununla şunu kast etmeye çalışıyorum. sonuçlar bugün Tekel işçilerinin mücadelesini, bu
Örneğin özellikle kendi işkolumuzdan yine örnek mücadelenin ortaya çıkarttığı dinamikleri tüm Türkiye
vereceğim, performans uygulamaları gibi, toplam kalite toplumu açısından algılanabilir hale getirmiştir.
yönetimi gibi sağlıkta özel hastanelere gidişin önünün Ve kendi talepleri ve kendi hak kayıplarıyla Tekel
açılması gibi, bir takım döner sermaye uygulamaları işçisinin taleplerini aynı çizgi üzerinde buluşturabilme
gibi uygulamalarla aslında bir takım kesimleri içererek olanaklarını yaratmıştır. Bu açıdan aslında emek
etkisizleştiren ve topluca hep birlikte ortak bir karşı hareketi açısından böylesi bir siyasallaşmanın içinde
27
bulunuyoruz. Ve bugün aslında geleceğe dönük kendi
deneyimlerimizden de yola çıkarak birkaç şeyin altını
çizmek istiyorum. Bugün parça parça birçok yerde
birçok direniş var. Tekel direnişi bunun en önde olanı.
Ve kuşkusuz bunu herkes söylüyor, bu direniş nasıl
biterse bitsin, büyük yenilgi alma ihtimali bana kalırsa
yok. 58 günün sonunda bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İdeolojik olarak bu direniş yenilmez artık. Politik
olarak yenilmez. Yenilmemelidir. Bunun için
sendikamız başta olmak üzere tüm sendikal örgütlerin,
solun önemli görevleri vardır. Pratik olarak belki bir
takım noktalarda çeşitli seçenekler tartışılabilir. Ama
bu direniş nasıl biterse bitsin bundan sonra artık sınıf
olduğu için hakkını hukukunu savunduğu için 18
tane arkadaşımız işten çıkartıldı. Çoğunluğu da şu an
bu salondalar. Şunu düşündüler: üç beş gün bağırır
çağırırlar, ondan sonra giderler diye düşündüler. Belki
Tekel işçileri için de böyle düşündüler. Ve 45 gün
boyunca o hastanenin kapısından ayrılmadık. 45 gün
boyunca Okmeydanı hastanesinin kapısında bir direniş
yürüttük. Belki o Tekel direnişi kadar herkes görmedi,
bilmedi ama mutlaka bilen arkadaşlarımız vardır. Ve
45 günün sonunda bu direniş başarıya ulaştı ve bütün
arkadaşlarımız hastanede yeniden işbaşı yaptılar.
hareketi açısından bir başka dönemi başlatan çok
önemli işlerden bir tanesidir. Ve bugün aslında parça
parça birçok yerde birçok şeyler yapılıyor. İstanbul’da
itfaiye işçilerinin direnişini biliyoruz hepimiz. Yılbaşını
onlarla geçirdik biz. Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası
olarak. Hep yanlarında olmaya çalıştık. Çadırları
söküldü, yanlarında olmaya çalıştık. Şimdi Marmara
işçileri direnişteler. Sağlık işkolunda biz taşeron
çalıştırmaya karşı yıllardır bir mücadele veriyoruz. Ve
bu mücadelede en yoğun baskılarla aslında karşı karşıya
kalıyoruz. Daha çok yakın bir zamanda örgütlendiğimiz
her yerde arkadaşlarımız işten çıkarılıyor. Taşeron
işçisinin sendikası olmaz deniyor çünkü. Daha çok
yakın bir zamanda İstanbul’da Ok Meydanı Eğitim
ve Araştırma hastanesinde sadece sendikaya üye
bir takım sonuçları ortaya çıkarması açısından anlamlı
ve bugün sendikal stratejimizi biz esas olarak çok
yoğun bir biçimde güvencesiz çalıştırmanın kıskacında
işçileşen ve bu işçileşme sürecinde aslında bir sınıf
olduğunun farkına varmayan, farkında olmayan bu
devasa kitleyi bir sınıf halinde örgütlemeyi ama mutlaka
bir hareket içerisinde örgütlemeyi hedefleyen bir çizgi
izlemek zorundayız. Önceden işçi sınıfı denildiğinde
işte fabrikalarda çalışan büyük üretim birimlerinde
çalışan işçiler akla gelirdi. Ama bugün artık doktorların
da hemşirelerin de öğretmenlerin de mühendislerin
de işçileştiği bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla bugün
aslında bu işçileşme sürecinin farkına varan ve kendini
bir sınıf olarak örgütleme hedefini önüne koyan ve bu
kitleyi bu kadar parçalanmış bu kitleyi tek bir kitle
28
Bu aslında …bu süreçte önümüzdeki döneme ilişkin
haline getirmeyi ve bunun hareketini örgütlemeyi
önümüze koymak durumundayız.
Bu noktada birkaç tane bazı noktalarda ciddi
kısıtlarımız var. Bunlardan bir tanesi farklı statülere
dayanan ve aynı alanda faaliyet gösteren emek
örgütlerinin ortak mücadele düzleminde bir araya
getirilmesi bu noktada birinci sorunumuz. Yani örneğin
sağlık işkolunda veya başka işkolunda farklı statülerde
çalışan arkadaşlarımızın farklı örgütleri var ve herkes
kendi dükkânı üzerinden bu süreci örgütlemeyi önüne
koyarsa, bir ortak mücadele düzlemi oluşturamazsak
başarı şansımız son derece sınırlı.
İkinci önemli sorun da aslında atipik işletme
örgütlenmeleriyle aynı iş sürecinde birden fazla
işkolunun işçilerini istihdam eden esnek iş
organizasyonları. Örneğin, bir işyerine girdiğimizde,
örneğin bir belediyede, bir hastanede birden fazla
işkoluna tabi olan geleneksel zeminde baktığımızda işçi
toplulukları var ve bunların ortak mücadele zemininde
bir araya getirilmesi de ikinci temel sorumumuz.
Bu nedenle yeni bir sendikal örgütlenme diyoruz.
Aynı işyerinde çalışan bütün işçileri içine alan hak
mücadelelerinin geçişkenliğini sağlayan bir zeminde
örgütlenmelidir. Değerli arkadaşlar bugün aslında
sendikal mücadelenin, işçi sınıfı hareketinin talepleri
ve kendini tanımladığı düzlem de başka bir duruma
ya da düzleme taşınmak zorundadır. Şunu söylemeye
çalışıyorum. Çok basit somut bir örnek vereyim.
Örneğin asgari ücret, hepimiz için önemli. Bizim sağlık
işkolundaki arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu asgari
ücretle çalışıyor. Asgari ücret tartışmasını biz sadece bir
rakam tartışması, üç beş tartışması olarak yapamayız.
Bundan yirmi sene önce asgari ücretle geçinen bir işçi
arkadaşımız aldığı bu ücretle çoluğunun, çocuğunun
giyimini, yemeğini, ısınmasını vs.sini sağlıyordu. Ama
bugün aldığımız o asgari ücretle sadece bunları değil,
aynı zamanda hastaneye gittiğimizde para ödemek
zorundayız, çocuğumuzu okula gönderdiğimizde
ayrıca bir takım paralar ödemek zorundayız, devlet
okuluna gitse de ulaşım için, barınma için, tüm temel
yaşamsal haklar için artık daha fazla para ödemek ve
her gün daha fazla para ödemekle karşı karşıyayız.
Dolayısıyla bugün örneğin asgari ücret tartışması
sadece şu kadar lira olsun, bu kadar lira olsun tartışması
değil eğitimin, sağlığın bütünüyle parasız olması. Belli
saatlerde örneğin işe gidiş geliş saatlerimizde ulaşımın
ücretsiz olması. Herkese yaşayabileceği, barınabileceği
bir ev, konut hakkının talebiyle farklı bir biçimde
değerlendirilemez. Dolayısıyla aslında sendikal hareket
önümüzdeki dönem açısından sadece ücret meselesine
29
değil, esas olarak piyasalaştırılan ve her gün daha da
paralı hale getirilen, daha da pahalı hale getirilen
temel yaşamsal hakları da temel talepler içerisinde tarif
etmek zorundadır.
Yani yaşama ve çalışma hakkını bütünüyle ortadan
kaldıran bu politikalar karşısında temel haklar için
ortak mücadele, ortak mücadele hedefleri belirlemek,
ortak örgütlenme düzlemleri belirlemek, güçlü
merkezi inisiyatifler oluşturmak ve başta iş güvencesi
olmak üzere kazanılmış tüm haklarımıza sahip
çıkan ve güvencesizleştirme saldırısına karşı burada
güvencesizleştirmeden kastımız sevgili arkadaşlar
basitçe bir iş güvencesi değil. Güvencesizlik öyle bir şey
ki hani taşeron işçileri bunun ağır biçimini yaşıyorlar
dedik, güvencesizlik öyle bir şey ki hani şimdi 4/c filan
geçiriyorlar ve arkadaşlarımız direniyorlar, çok haklılar,
güvencesizlik basitçe bir iş güvencesinin olup olmaması
meselesi değil, bizim hayatla kurduğumuz ilişkiyi bir
bütün olarak güvencesiz hale getiren, yani üç gün
sonramızın beş gün sonramızın hiçbir biçimde planını
yapamaz hale getiren bir süreç. O yüzden Tekel işçisi
arkadaşlarımız diyorlar ki sekiz aylık çocuğumu evde
bıraktım, gönlüm rahat. Çünkü ben aslında onun için
mücadele ediyorum. Dolayısıyla güvencesizlik bu kadar
kapsamlı ve bu kadar bütün bir yaşam hakkını ortadan
kaldırmayı hedefleyen bir süreç. Ve son olarak şunu
söylemek istiyorum. Bütün bu politikalar, bütün bu
güvencesizlik, 4/c, 4/b, taşeron, çeşitli biçimler altındaki
bu saldırı politikaları ve bu sistem tek bir şey üstünde
yürüyebilir. O da emekçilerin örgütsüzlüğü üzerinde
o yüzden işte arkadaşlar aslında bizim yürüttüğümüz
bu mücadele evet, kazanılmış haklarımıza sahip çıkma
mücadelesidir ama bundan da önemlisi örgütlenme
hakkımıza sahip çıkma mücadelesidir. Sendikamıza
sahip çıkma mücadelesidir. Onun için işte 4/b ya da
4/c denen şey ne işçidir ne memurdur. Açalım 657’yi 4/
nin ve 4/c’nin tanımına bakalım, bundan iki ay önce bu
memlekette kimse bilmiyordu bunu, şimdi herkes 4/c’yi
konuşuyor, Tekel işçileri sayesinde, ikisinde de böyle üç
dört satırlık tanımlar vardır ve der ki işçi sayılmayan
personel. Hani memur zaten değil, 4/a’da tarif edilmiş.
İşçi sayılmayan personel. Bu aslında özünde bir
tanımsızlık, yani emeğin yok sayılması, kimliğin yok
sayılması ve bir örgütsüzleştirme saldırısıdır. Onun
için aslında bugün özellikle biraz önce Mehmet beyin
söylediği o ismi uzun kararnamede de açıklandığı
gibi özelleştirilen ya da tasfiye edilen alanlardaki
arkadaşlarımız böylesi bir çalıştırma sistemine mahkûm
edilmeye çalışıyorlar. Yani örgütsüz, sendikasız ve
mevcut hakları bütünüyle her an ortadan kaldırılabilir
bir çalıştırma biçimi. Aynı şey taşeron sistemi için de
böyledir. Biz taşeronlaştırmanın bütünüyle ortadan
kaldırılması için mücadele ediyoruz. İhale lafını
hiç sevmiyoruz ama her şeyin ihalesi olabilir belki,
masanın, sandalyenin, bir laboratuar malzemesinin ya
da herhangi bir şeyin ihalesini belki yapabilirsiniz ama
insan emeğinin ihalesi olur mu? İnsan emeğinin pazarda
alınıp satıldığı, insanın ihale ile çalıştırıldığı bir sistem
her şeyden önce insan onuruna aykırıdır. O yüzden
bizim temel sloganımız insan ihale ile çalıştırılmaz
diyoruz. Dolayısıyla taşeron çalıştırmayı, 4/b’yi 4/c’yi
yani tüm güvencesiz çalıştırma biçimini bu topraklarda
bütünüyle ortadan kaldıracak bir mücadele sürecinin
bugün artık Tekel işçilerinin direnişiyle birlikte tüm
Türkiye toplumu açısından sonuçları ve yapılabilirliği,
görünürlüğü artmış durumdadır.
özel ve istisnai durumlar için tarif edilmiş şeylerdir.
Yani Tekel işçilerinin 4/c statüsünde çalıştırılması
aslında hukuken mümkün değildir. Devletin kendi
hukuksuzluklarından bir tanesidir. Devlet 4/c’yi
şunun için tarif etmiş. Özel bir iş vardır. Örneğin,
herhangi bir bakanlıkta ya da kurumda bir bilgisayar
donanımı diyelim ki kurulacaktır, bunun için bir
paket iş olarak yapılır bu. Gelir birileri kısmi zamanlı
çalışır, işi yapar ondan sonra gider. Dört b de aynı
şekilde. 4/b’nin tanımında da diyor ki istisnai hallere
münhasır olmak üzere. Şimdi sağlık hizmeti istisnai
hallere münhasır bir hizmet midir? Hani Arapçasıyla
söyleyelim. Ama bugün sağlık hizmetlerinin çok
büyük bir kısmı 4/bli arkadaşlarımız tarafından
Bugün yapılması gereken şey aslında Tekel direnişi yürütülmektedir. Çok büyük bir kısmı da taşeron
konusunda da söylendi. Basitçe bir dayanışma ilişkisi, şirketler tarafından çalıştırılan, yaklaşık 150.000
bu hiç basit bir şey değil, basit derken küçümsemek sağlık emekçisi bugün sağlık hizmetini yürütmektedir.
açısından söylemiyorum. Dayanışma çok önemli. Tekel Dolayısıyla aslında bütün bunlar devletin kendi
işçilerinin gerçek anlamda, kelimenin gerçek anlamıyla hukuksuzluklarıdır aynı zamanda. Hukuk da aslında
dayanışmaya da ihtiyacı var. Vardı ve bu dayanışma da biraz önce yine vurgulandı, hani hukuk dediğimiz
gösterildi ve bundan sonra da gösterilecek. Ama bunu şey hukukçu değilim ama şunu herhalde hepimiz
bu düzlemden sıçratan ve bu topraklarda bu ülkenin biliyoruz ki hukuk dediğimiz şey bir takım kâğıtlar
tüm değerlerini ve güzelliklerini üreten emekçilerin üzerinde yazan maddeler veya yasalar değildir, hukuk
güvenceli çalışma haklarını her ne koşul altında da yaşayan bir süreçtir. Hukuk sınıflar mücadelesi
olursa olsun güvenceli çalışma hakkını garanti altına içerisinde yapılan ve yazılan bir süreçtir. Dolayısıyla bu
alan ve bunu hedefine koyan ve 4/b, 4/c taşeron gibi alanın hukukunu da güvencesizleştirmeye karşı, kendi
tüm güvencesiz çalıştırma biçimlerine karşı ortak hakkımızı hukukumuzu koruyan devletin doğrudan
bir mücadele düzlemi yaratılmak zorundadır. Bunun hukuksuzluğuna karşı mücadele eden ve bu alanın
yaratılabilmesinin olanakları aslında dün olduğundan hukukunu yazan bir süreci örgütlemek zorundayız.
bugün çok daha fazlasıyla vardır. Ve aslında bugün
siyasal iktidar da Tekel işçilerine karşı bu noktadan daha Son olarak sağlık alanında son küçük bir diyelim
fazla esnememiz mümkün değildir derken başbakan mütevazı olarak ama bir kazanımımızı sizlerle
bu temel stratejilerinin yani emeği ucuzlatmak, ucuz paylaşarak bitirmek istiyorum. Tekel işçilerinin
ve güvencesiz işçilik politikalarında da geri adım talepleri ve direnişiyle çok örtüştüğünü düşündüğümüz
atamayacağını söylemektedir. Aslında bu hepimizin için bunun altını çizmek istiyorum. Evet, biraz önce
bildiği gibi en başta da onu vurgulamaya çalıştım, söyledim. İnsan ihaleyle çalıştırılmaz, sağlıkta taşeron
tüm dünyadaki sermaye stratejisidir. Evet, herkesin bir olmaz diyerek yaklaşık yedi sekiz yıldır çok yoğun
stratejisi vardır. Bu bir sermaye stratejisidir. Ve bugün bir mücadele yürütüyoruz. Sağlık işkolunda taşeron
AKP bunu yapmaya mecburdur. Bu AKP iktidarının şirketler aracılığıyla çalıştırılan yaklaşık 150.000
kendi kararı ya da AKP iktidarının kendi politikası arkadaşımız var. Hiçbir hakları yok. Asgari ücretle
değildir. Bu sistemi sürdürebilmek için tüm dünyada çalışıyorlar. Yıllık izinleri yok. Sürekli girdi çıktıları
ucuz ve güvencesiz işçilik üzerine kurulu bu sistemi yapıldığı için kıdem tazminatları yok. Fazla mesaileri
sürdürebilmek için bu iktidarı, bu sermaye iktidarını yok. Emekleri görülmüyor. Kimlikleri görülmüyor. Ve
sürdürebilmek için bugün AKP hükümeti yarın da bu örgütlenme süreci içerisinde örgütlü olduğumuz
bir başka sermaye hükümeti bu politikayı uygulamaya tüm hastanelerde bu çalıştırma biçiminin anayasaya
mahkûmdur ve mecburdur. O yüzden Tayyip Erdoğan, ve iş kanununa aykırı olduğunu, hukuksuz olduğunu
buradan daha geri adım atabilmemiz mümkün değildir mücadelenin eşlik ettiği bir biçimde ifade ettik ve
demektedir. Sanıyorum Mehmet Şimşek ti, daha fazla Çalışma Bakanlığından bu konuda tespitler yapmalarını
geri adım atamayız dedi, on beş yirmi gün önce, yol istedik. Çalışma Bakanlığı müfettişleri tüm hastanelere
olur dedi. 90.000 işçi olacak 4/c statüsünde dedi. müfettişlerini gönderdi ve bu ihalelerin yani sağlık
Aslında hukuken bakıldığında 4/c ve 4/b statüsü çok hizmetinin doğrudan taşeron şirket aracılığıyla
parantez içi bir şey söylemek istiyordum, mutlaka çalıştırılan sağlık emekçileri tarafından yürütülmesinin
biliyordur arkadaşlarımız ama, bu her iki statüde 657’de hukuki deyimiyle muvazaalı, yani aldatmacalı, hileli
tanımlanmış olan bu her iki statü de aslında son derece olduğunu tespit etti ve bu şekilde çalıştırmayı tespiti
30
yaptırdığımız tüm hastanelerde kaldırmanın yolunu
açtı. Adana’da Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi’ne bağlı olarak çalışan 1.200 tane taşeron
sağlık işçisinin ilk işbaşı yaptıkları tarihten itibaren
asıl işverenin yani Üniversite Rektörlüğünün işçisi
olduğunu tespit etti ve 1.200 tane arkadaşımızın
SSK kayıtları dâhil olmak üzere taşeron şirketin
dosyasını kapattı ve tamamının Çukurova Üniversitesi
Rektörlüğü üzerinden tescil işlemlerini yaptı. Yani
Çukurova Üniversitesindeki arkadaşlarımız sizler gibi,
sizin bırakmamak için mücadele ettiğiniz güvenceli,
kadrolu işçi statüsüne kavuştular. Yani başından
itibaren en kötü koşullarda güvencesiz çalıştırılan bir
kesim açısından önemli bir kazanım elde edilmiş oldu.
Bu alanın hukukunu tarif etmek açısından da aslında
önemli bir adım atılmış oldu. Bugün önümüzde
duran görev tüm sağlık işkolunda ve tüm işkollarında
taşeron çalıştırmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen
ve yasaklatmayı hedefleyen bir mücadeledir. Biz
biliyoruz ki bu mücadele Tekel direnişiyle birlikte
aslında bundan sonraki günlerde örneğin 26 Şubatta
başbakanlık önünde bir eylemimiz olacak, başbakana
diyeceğiz ki taşeron sistem sağlık işkolunda vicdanen
zaten iflas etmişti, hastane yangınları, bebek ölümleri
bunlar vicdani iflasın göstergeleriydi. Artık hukuken
de iflas etmiştir. Bunda ısrar etmek hukuksuzluktur.
Ey başbakan, madem sen bu ülkeyi yönetiyorsun.
O zaman bu hukuksuzlukta ısrar etme ve taşeron
çalıştırmayı kaldır. Tüm sağlık çalışanlarına ve tabi
ki tüm çalışanlara güvenceli çalışma hakkını tanı,
diyeceğiz. Ve biz biliyoruz ki 26 Şubatta başbakanlık
önüne gittiğimizde taşeron sağlık işçileri olarak
Tekel direnişinin ortaya çıkarttığı tüm sonuçları, o
arkadaşlarımızın 58 gündür ortaya çıkarttıkları tüm
enerjiyi, tüm dinamizmi yüreğimize koyacağız ve
onunla birlikte gideceğiz. Sınıf hareketi böyle bir
şey değerli arkadaşlar, hepimizin bildiği gibi. Sınıf
hareketi sınıf kardeşlerinin farklı dilden, farklı dinden,
farklı kültürden sınıf üyelerinin unsurlarının bu
mücadele içerisinde, yani emek mücadelesi içerisinde
yan yana geldiği, ne güzel söyledi başkan, Trabzonlu
ile Diyarbakırlının aynı türküyü birlikte söylediği bir
süreç emek hareketi içerisinde, yani eşitlik, özgürlük,
barış, adalet mücadelesi emek mücadelesi içerisinde
çok güzel bir biçimde yan yana geliyor ve bunları,
taşları birbirinin üstüne koyarak yürüyoruz. Hiç
birimizin yaptığı çok küçük gibi görünen herhangi
bir kazanım ya da verilen mücadele hiç biri boşa
gitmiyor. Hepsi Tekel kadar büyük olmak zorunda
değil. Üç tane tekstil işçisinin bir fabrikada üç gün
yürüttüğü bir direniş, ya da sokağa çıkıp attığı iki tane
slogan hiç biri boşa gitmiyor. Hep birbirinin üstüne
koyarak yürüyoruz. Biz de o yüzden diyoruz ki taşeron
işçiler olarak, Tekel için direnen arkadaşlarımızın
31
tüm bu enerjisini ve tüm dinamizmini sırtımıza
alacağız, arkamıza alacağız, yüreğimize koyacağız ve
bu mücadeleye devam edeceğiz. Ama bu mücadelenin
başarıya ulaşmasının kuşkusuz temel yollarından bir
tanesi de bu mücadeleyi ortaklaştıracak ve gerçekten
sendikal hareketi bir parçası olan sendikal hareketi
ama esas olarak işçi sınıfı hareketini bir başka düzleme
sıçratacak enerjiyi bunun örgütlerini, bunun araçlarını
hep birlikte yaratacağız ve önümüzdeki dönemde
bunun örneklerini çoğaltacağımıza inanıyorum.
Hepinize teşekkür ederim. (alkışlar…)
Ali Çolak. Ben konuşmacı arkadaşlara çok teşekkür
ediyorum. Dilerseniz ikinci bir tür hakkı vermeden
önce sözü salona verelim. Salondan gelecek sorulara
ve yorumlara bırakalım. Daha sonra bu sorulara cevap
olmak üzere beşer dakika arkadaşlarımıza söz vereceğiz.
Abdülkerim Dinçmen. Tekel Diyarbakır Yaprak
Tütün işçilerindenim. Öncelikle ben size teşekkür
ediyorum, aydınlatıcı bilgilerinizden dolayı. Ben her üç
başkanımıza birden soruyorum kim ne pay çıkarırsa.
Şimdi bahsediyoruz ki işte özelleştirme furyası altında
işte taşeronlaştırma bu şeydeki bir emek mücadelesinde
şimdi bütün bunlar ortaya çıkarken bizim altı tane
konfederasyonumuz var, işçi memur olmak üzere,
şimdi en son 4 Şubatta aldığımız bir günlük dayanışma
eyleminde ortaya çıktı ki bazı konfederasyonlarımızla
yol yürünemeyeceğini anladı herkes. Ayyuka çıktı. Bu
süreçten sonra yani bu söz konusu iki tane konfederasyon
önlerine nasıl bir yol çıkaracaklar. Ve işte başta Kesk,
Disk ve Türk İş olmak üzere bu konfederasyonlar diğer
bu eylemi kıran işte Hak İş örneğin veya Memur Sen.
Hak İş’in İstanbul’daki Saraçhanedeki mitinge dört
tane elemanla katıldığını biliyoruz. Yani bunlarla yol
yürüyemeyeceğimizi, daha doğrusu dereyi geçerken at
değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz için katlandığımız
bu konfederasyonlar hakkında kim ne biliyorsa bizi
aydınlatırsa çok seviniriz. Teşekkür ediyorum.
Faruk Ayyıldız. Herkese teşekkür ediyorum.
Diyarbakır’dan katılıyorum. Siz 4/c’yi tarif ettiniz.
Başbakan 4/c diyor. Biz 4/c diyoruz ama arzu başkanım
da tarif etmeye çalıştı ama ben çözemedim. Yarın olası
bir 4/c’ye gittiğimizde, en kötü ihtimali düşünüyorum,
altıma ütülü pantolon üstüme avam ? mı giyineceğim,
yoksa üstüme kravat takıp altıma iş tulumu mu
giyeceğim, onu bilmiyorum. Aydınlatırsanız sevinirim.
Dursun Çil. Birleşik Bes üyesiyim. Benim söylemek
istediğim şu. Yani sınıfsal mücadele İngiltere’de
tekstil sektörüyle başlamıştır. O sektörden sınıfsal
mücadelenin başlamasında yüzlerce işçimiz çok
zor koşullarda çalışılmış, hatta idam edilmiş, en zor
koşullarda mücadele sonucunda işçi sınıfı sendikal
örgütlenmeye varmıştır ve sendikal mücadele ancak
mücadele ederek kazanılmıştır. Bir noktaya gelinmiştir.
Tekel işçilerinin mücadelesi şu anda çok önemlidir
benim açımdan. Çünkü mücadele vardır. Mücadele
işçi sınıfı hareketini ileri noktaya götürür. Yoksa
masa başında oturarak mücadele etmeden işçi sınıfı
hareketinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu
anlamda 25-26 (15-16 demek istedi- b.ç.) Haziran
olaylarından sonra Türkiye’de gelişen işçi sınıfı
hareketlerine en yakın örnek budur. O 25-26 haziran
olaylarını bize hatırlatmıştır Tekel işçilerinin hareketi.
Onun için Tekel işçileri diğer sendikal hareketlerinden
veya sendika yöneticilerinden bir adım öndedir. Elbette
ki bu mücadeleye diğer sendikalar arka cepheden
bakacaklardır. Mücadeleye imreneceklerdir. Hatta
aman aşırıya gitmeyin, diğer siyasi hareketlerin etkisine
kapılmayın. Sizin mücadeleniz ekmek mücadelesidir.
Bunun dışındaki mücadeleye katılmayın diyeceklerdir.
Buna katılmak kesinlikle mümkün değildir. Bu sadece
Tekel işçilerinin ekmek mücadelesi değildir. Bu işçi
sınıfının mücadelesidir. Bu gözle bakmak lazımdır. Bu
anlamda değerlendirmek lazımdır. Tekel işçileri her
ne kadar kendi ekmek mücadelelerini veriyorlarsa da
verilen mücadele bir sınıf mücadelesidir. O anlamda biz
kendimizi emekçiyiz, ilericiyiz, devrimciyiz diyorsak
olanca gücümüzle destek vermeliyiz, bu hareketi
Türkiye genelinde yaygınlaştırmak…4/c hareketi ilk
…soracağım soru şu. Yani bu perspektifle baktığımız
zaman olaya nasıl Tekel işçilerine siz ekmek mücadelesi
verirsiniz verin, onun dışındaki mücadelenin dışında
kalın. Bu sadece Türkiye’nin mücadelesi, sizin
mücadelenizdir, diğer mücadelenin kapsamını göz ardı
edin gibi bir söylemde bulunabiliyorlar onu anlamakta
sıkıntı çekiyorum. Buna yanıt verirlerse çok teşekkür
ediyorum.
Ali Çolak. Bir de arkada bir arkadaşımız var…
Ragıp Çelik. Adıyaman’danım. Adıyaman şubesinden.
Benim sadece şunu öğrenmek istiyorum. Altı tane
konfederasyon varken neden başbakan sadece Türk
İş’i davet ediyor. Bunu öğrenmek istiyorum. Teşekkür
ederim.
Ali Çolak. Teşekkürler. Ben gene ilk…bir soru daha
var…peki…ilk turda unuttu galiba sorusunu…
Aydın Aslan. Diyarbakır’dan. Benim üç başkanıma
sorum olacak. Bu süreç niye bu kadar uzadı.
Eksiklerimiz ne. Ben bu süreç içerisinde eksiklerimiz
ne. Çok teşekkür ederim.
Ali Çolak. Ben gene ilk turdaki sırayla söz veriyorum.
Buyurun Cemal bey.
Cemal Doğru. Teşekkür ediyorum sayın başkanlarıma.
Özellikle gerçekten bize bir aydınlattılar birçok konuda.
Tabi her iktidar kendine yakın bir sendika yaratmak
ister. Kendi sendikasını yaratmak ister. Son süreçte
yaşadıklarımız da bunu apaçık ortaya koydu. Özellikle
bizim Tek Gıda İş sendikasına karşı gösterilen duruş
aslında bugünkü acı tabloyu da önümüze koydu. Çünkü
hani bu son alınan kararda bile uyum sağlamayan, bu
işe katkı sunmayan Hak İş’in son süreçteki saldırıları
bunu tekrardan apaçık ortaya koymaktadır. Bugün bile
bizleri çok farklı bir yönle suçlayan bizim sendikayı
ve genel başkanımızı farklı bir boyuta taşımak isteyen
bir açıklamaları tekrardan oldu. Ama bu söylemleri
bugünden değil. Yani AKP hükümetinin işbaşına
gelmesiyle beraber tabi ki kendi sendikasını yaratma
adına öncelikle birilerine saldırtmaya çalıştılar. Bizim
Çay Kur mücadelesi bunun bariz bir örneğidir.
Çay Kur’da biz iki yıldır bir tek üyemizden aidat
Ali Çolak. Teşekkürler. Başka soru yok galiba. Şurda alamıyoruz. Çay Kur’da 15.000 üyeden 9.600 tane
bir arkadaşımız var…son soru olsun. Ondan sonra üyemiz olmasına rağmen 4.500 üyesi olan Hak İş’e
toparlayalım.
Çalışma Bakanlığı tarafından yetkinin verilmesi bu
açık bir göstergedir zaten. Ben yetkiyi onlara verdim.
Bahri Esmer. Diyarbakır’dan geliyorum. Ben bir şey Siz gidin itiraz edin mantığını ön plana çıkardılar ve
söyleyeceğim. Bu sendikalar, konfederasyonlar neden iki yıldır bizleri o alandan mahrum bıraktılar. Ama
yani tam etkinliklerini biraz ortaya çıkarıyor yani neden en son mahkeme kararıyla yetkinin tekrardan bizlere
bir yerde samimiyet ortaya çıkmıyor yani. Herkes bana verilmesi tabi ki oları belli bir derece kudurttu işin
diyor. Bütün yani konfederasyonlarının başkanları açıkçası. Son olarak Tekelde çalışan arkadaşlarımız,
büyük arabalarla, lüksle oraya mı…kaçmaya… 12.000 üyemiz, yani şu anda burada olanlar bile şu
yoksa kendi işçisini sağlamayan konfederasyon işçi anda resmi anlamda Tek Gıda İş’in üyeleri değiller.
sendikaları neden yani bunu yapamıyor, beceremiyor. Çünkü yine Çalışma Bakanlığının Hak İş üzerinden
Neden bir araya gelemiyor. Bu çıkar meselesi mi ne bir itiraz dilekçesi sunması üzerine bizim yetkimizi
meselesi. Bunu anlamak istiyorum. Yani işçinin…la ? düşürdü. Tek Gıda İşin yetkisini düşürdü. Ve bir yıl
cebine koyup da yan gelip yatmak mıdır bilmiyorum. bir aydır bu arkadaşlarımızın hiçbir tanesi sendikasına
Bunu bir açıklarsanız çok iyi olur.
bir kuruş bile aidat ödemiyor. Bunu da yaptırdılar ve
maddi açıdan çok ciddi açıdan bizleri sıkıntıya soktular.
32
27.000 üyeden bir yılla iki yıl arasında aidat almazsan
bir sendika nasıl ayakta duracak gerçekten çok zordur
ama buna rağmen Tek Gıda İş sendikası dürüst ve ciddi
bir tavır ortaya koyaraktan bu mücadeleyi sürdürmeye
çalıştı. İşte 4 şubattaki aslında bu konfederasyonların
geri adım at…daha doğrusu geri adım at…zaten baştan
beri bu işin arkasında samimiyetsiz bir şekilde bu işin
arkasında durmaya çalıştılar. Bunun göstergesidir o
sendikalara cevabı da bence en iyi cevabı verecek olan
üyeleridirler. Bu konuda bir şüphemiz de yoktur. 4/c’nin
tarifini arkadaşımıza tekrardan söylemenin bir anlamı
yoktur. Gerçekten bunlar ne işçi ne memur statüsüyle,
köle statüsüyle çalıştırılacak durumdalar. Ben destek
konusunda Tekel çalışanlarına destek konusunda bir
iki şeye değinmek istiyorum. Hocalarımdan özür
dileyerekten, başkanlarımdan.
Şimdi herkes bize bir şekilde destek vermeye çalışıyor.
Ama son süreçte, yaklaşık on beş gündür herkes
kendisini bizim önümüze koymaya çalıştı. Şu anlamda
önümüze koymaya çalıştı. Bizlere hep yol göstererek.
Yani bu bildirilerle, bu asılan afişlerle herkes bizlere bir
şey öğretmeye çalıştı. Bizlere önümüze bir yol koymaya
çalıştı. Şimdi herkes önümüze bir yol koymaya çalışırsa
biz ne kendi yolumuzu doğru buluruz, ne onlar bizden
faydalanabilir. Yani kendi alanını genişletmek ister.
Bu doğaldır. Kendi propagandasını da yapmak ister
bu da doğaldır. Ama bu mücadele benimse ordaki
kurallara da birilerinin saygı göstermesi gerekir. Benim
koyduğum kurallara birilerinin destek sunması gerekir,
arkamda durması gerekir. Herkes kendi kuralını benim
önüme koyarsa orda ciddi anlamda bir kuralsızlık
başlar ve hepimiz açısından da bir hüsran olur diye
düşünüyorum.
Şimdi, başbakanın neden Türk İşi çağırdığı konusuna
aslında başkanlarım daha iyi cevap verir de bence o
konfederasyonlar bir araya gelip bu işi kendi aralarında
çözebilirler diye düşünüyorum. Nasıl bir kararlaşma
yaşarlar. Onu da bilmiyorum. Ama hükümetin bize
karşı kullandığı bütün attığı bütün adımların ve
söylediği bütün yalanların bir bir kendisine döndüğünü
ve gün geçtikçe de battığını açık olarak söyleyebilirim.
Hocamın bizim yaptığımız oylama, referandum
konusundaki yanlış bulmasına bir yerde katılabiliriz
ama o oylamayı yapmamız bu harekete çok ciddi
anlamda bir ciddiyet kazandırdı ve ivme kazandırdı.
Onu söyleyebilirim. Ama yanlış tarafını da hocamın
söylediği şekilde şu aşamada ben dersem ki ben bu
işciye bir referandum yaptıracağım, devam mı tamam
mı kararını şu anda oylatırsam en büyük yanlışı,
en büyük hüsranı biz kendimiz yaratmış olacağız.
Biz görüşmeler sonucunda varılan noktayı getirip
işçilerle paylaşmadığımız sürece zaten yapacağımız
33
her türlü referandumun hüsranla sonuçlanacağını ben
söyleyebilirim. Şu anda söyleyebileceklerim onlar ve
süreç niye bu kadar uzadı derseniz bunun bir süresi
yoktur. Bu sadece Yorsan deneyiminde bile 382 günlük
bir direnişi biz gözümüzün önüne getirirsek bir
fabrikada, bir özel sektörde 382 günlük bir direnişin
sonucunda kazanılan bir kazanım vardır, bir zafer
vardır. Ama gelin görün ki yine hükümetin yandaşları
olan o fabrika 40 trilyon para nakit o işçiye ödemesine
rağmen o işçileri işbaşı yaptırmadı, geri iade etmedi,
mahkeme karar vermesine rağmen. İşe iade etmedi
ama bütün kıdem tazminatlarını 40 trilyon lira defaten
ödedi işçiye ve hepsini kapı dışarı etti. Bunu bu şekilde
söyleyebilirim. Bunun süresi yoktur. Devam edebiliriz.
Teşekkür ediyorum.
Ali Çolak. Teşekkürler buyurun hocam.
Mehmet Beşeli. Sorular çok, isim belirtilmeden
yapıldığı için genel değerlendirme gibi olacak. Bana
gelen sorularda isim vermedikleri için anlayabiliyorum.
Şimdi öncelikle birinci mesele şu: benim sunuşumda
işçiler sadece ekmek mücadelesi versinler başka
hiçbir mücadeleye karışmasınlar diye bir anlam
çıktıysa herhalde benim anlatımımdan kaynaklamış
bir anlamdır. Ben böyle bir şey söylemedim. Ama
Tekel işçilerinin mücadelesine olmayan anlamları
yüklemek aslında yapması gerekenleri yapmayanların
tembelliğinden çıkıyordur diye düşünüyorum. Yani
bu çerçevede cevap vereyim. Zaman zaman dilimiz
sürçüyor. 25-26 haziran değil, 15-16 haziranı kast
etti arkadaşımız. Mikrofon heyecanı. Ama kayıtlara
girdiği için düzeltelim diye söyledim. Şimdi bu sürecin
içerisinde yaşanan bu sürecin geldiği nokta uzun mu
kısa mı? Normal bir akış seyrediyor aslında şu anda
bana göre. Ben çok fazla uzayacağını zannetmiyorum
aslında Yorsan direnişi ve başka yerlerdeki grevler ve
direnişler gibi çok uzun süreceğini zannetmiyorum.
Gelinen aşama açısından yani sonucu nasıl olacağı
açısından tabi bu falcılıktır sonuç itibariyle ama falcılık
yapmamamız gerekir. Birincisi Tekel işçilerinin kendi
bulundukları yerden yani sıfırda değillerdi sonuç
itibariyle. Onu hep söylemeye çalışıyorum. Kazanılmış
bir takım hakları vardı. Bu haklarla şu anda kazanmış
oldukları, vermiş oldukları mücadeleyle değiştirdikleri
ve kazanmış oldukları ama kabul etmedikleri bir takım
haklar var. Bu ikisi arasında gerilim yaşayacak bu süreç.
Siz kendi içinizde tartışırken de son nihai noktaya
gelindiğinde finale gelindiğinde kazanılmış haklar mı
kazan….şu an kazandığımız ya da önümüzdeki birkaç
gün içerisinde, hafta içerisinde kazanacağımız haklar,
kazandığımız haklar mı arasında bir gerilim yaşanacak.
Buna en iyi kararı sizler vereceksiniz. Dolayısıyla en
doğru kararı da sizler vereceksiniz ve sizin kararınız
tartışılmaz. Buradan hemen şeye bağlayayım, ben
o ilk yapılan oylamayı kesinlikle küçümsemek için
söylemedim ama bir tehlikeye işçilerin dikkatini
çekmek için söylüyorum. Şu sağlanamazsa, kim ne
karar, görüşme, müzakere, anlaşma yaparsa yapsın
eğer son söz Tekel işçilerinindir kuralı işletilemezse
yapılacak her türlü adım, oylama, görüş, yoklama, anket
vs. işçilerin aleyhine sonuçlanır. Buna izin verilmemesi
gerekiyor. Yani ister oylama yapın ister yapmayın,
o ayrı mesele. Ama birileri görüşme öncesinde işçi
görüşü sormamalıdır. İşçiler son sözü söylemelidirler.
başbakanın alanına girer. O kadar ileri gitmeyelim.
Sorunun esas sahibi odur ama muhtemelen altı
konfederasyon içerisindeki görüşmelerde muhtemelen
bir takım yakınmalar şikâyetler türünden şeyler
olmuştur. Tek bir konfederasyonu çağırarak belki
sorunu daha rahat halledeceğini düşünmüştür. Ama
bütün bunların hangisini yaparsa yapsın bu kuralı
hayata geçirmemiz lazım. Hep birlikte ne olursa olsun
son sözü biz söyleyeceğiz diyebilmeniz gerekiyor. Yani
bunu bir kural ve ilke, yasa olarak bu direnişin yasası,
ilkesi olarak hayata geçirmemiz gerekiyor.
Yani sendika yöneticileri hükümet başkanı ile
bakanlarla görüşme yapmadan önce işçilerin görüşünü
sormamalıdır. İşçilerin görüşü belli. Gidip görüşmesini
yapmalıdır. Görüşmede ortaya çıkan sonucu ve kendi
görüşleriyle birlikte işçilerin onayına sunmalıdır. İşçiler
hep son sözü söylemelidirler. Çünkü müzakereye girme
hakkınız yok sizin. Direnen Tekel işçileri şu anda
müzakereye giremiyorlar. Girseniz başka şey söylerdim.
Girmiyor, kendi adınıza müzakere etmiyorsunuz.
Temsilcileriniz sizin adınıza müzakere ediyor ve şu an
görülen zaten sizi temsil edenlerle sizin bir sorununuz
gözükmüyor şu anda. İlerde çıkabilir ya da çıkmayabilir.
İnşallah çıkmaz. Yani bu birliktelik devam eder. Ama
bu bir mücadeledir sonuç olarak. Biraz evvel sorulan
sorularda niye konfederasyonların hepsi değil de
birisini çağırıyor meselesi. Muhtemelen bir bilgisi
vardır. Konfederasyonların arasındaki tartışmalara
yönelik olarak bir bilgisi vardır. Daha detaylı açıklamak
4 Şubat ile ilgili birkaç şey, aslında söylemedim ama
bu tür mücadelelerde kol kırılır yen içinde kalır
bölümü vardır. Ama 4 Şubat böyle bir şey değildir. Biz
eksikliklerimizi ve hatalarımızı, yanlışlarımızı bilmezsek
doğru dürüst mücadele edemeyiz. 4 Şubatta genel grev,
genel direniş diyenler var. 4 Şubat genel grevi diyenler
var. Doğru tabir şudur. 4 şubat etkinliğidir bu. Bunun
da tarihe geçmesi lazım. Yani yirmi yıl sonra birisi
kalkıp bugünkü gazeteleri okuduğunda ya bunlar genel
grev yapmışlar dememeli. Bu herhangi bir etkinlik gibi
bir etkinlik olmuştur. Katılım azdır. Kilit sektörlerde
iş durdurulamamıştır. Herkes birbirini kollayarak
sürece girmiştir. Bunu özellikle Tekel işçilerinin çok
net olarak bilmesi gerekiyor. Bütün işçilerin bilmesi
gerekiyor. Bu, bunun niye olduğunu bunun niye bu
şekilde gerçekleştiğini başka boyutlarla tartışmamız
mümkün ama buradan çıkartmamız gereken ders
şu hepimiz açısından çıkartmamız gereken ders şu.
34
Örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgütlemeyeceksin.
Onu yapacak örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgüt…
yani genel grev yapamıyorsan, genel grevi yapacak
örgütlülüğün yoksa genel grev talep etmeyeceksin. Bu
çünkü genel grevin anlamını ve önemini küçültüyor.
Söylüyorsan da yapacaksın. Ben şöylelerini gördüm.
Aylar önce size burada gaz sıkarlarken İstanbul’da
daha o gün kimse söylemeden genel grev diye ortalığa
çıkanların işyerinde bir kişinin iş durdurmasını
sağlayamadığını gördüm ben. Bu süreçte gördüm. Yine
bir başkasının hareket tarzına göre kendisini ayarlayan
ve örgütüne de böyle talimat verenleri de gördüm.
Başkası yapıyorsa biz yapıyoruz diyenleri de gördüm.
O nedenle işçiler olarak şunu bileceğiz. İşçi, yani
genel…daha büyük mücadele noktasına taşıyor olmak
kendi başına bir şey etmiyor. Bunun örgütlenmesi
yoksa zaten taşıyamıyoruz. O gözüktü. Taşınamadı
da. Ve bakan çok açık mesela Çalışma Bakanı dalga
geçti. Makul ve sağduyulu bir eylemdi. Bir bakan
böyle değerlendiriyorsa, övüyorsa şeyi bunda bir
problem var demektir. O nedenle işin hangi boyutlara
taşınacağı noktasında şu andan itibaren ne olacağı,
nasıl biteceği noktasında en doğru kararı elbette ki
öncelikle özneleri sizler olduğunuz için sizler karar
vereceksiniz. Yani önünüze bir teklif çıkacak, bir öneri
çıkacak, bir şey çıkacak yani sonuç olarak, birkaç gün
içerisinde muhtemelen başbakanla görüşmeler vs.den
sonra bir şey çıkacak. Onu değerlendireceksiniz. Onun
koşullarını birlikte değerlendireceksiniz. Hükümetin
kendisine çizdiği bir süre var. Ay sonu verdi size sayın
başbakan. Ay sonunda yasa dışı muamelesi yapacağını
söyledi. Göreceğiz. Yani onların da ne olacağını
göreceğiz. Yani o gerçekten ay sonunda bitecek mi bu
iş. Ondan sonraki sürece sarkacak mı sarkmayacak mı?
Onların hepsini göreceğiz.
Bu konfederasyonlar konusunda birleşmesi konusunda
bir kere şöyle bir noktayı yani bu genel grev
tartışmasıyla da bağlantılı olarak, bilgi olarak da şey
yapalım. Yani 13 milyon civarında ücret ve maaşıyla
geçinenlerin olduğu, yani işçi sınıfını kapsamayan,
sayısal kapsamını söylüyorum. Şehirlerde yaşayanlar
açısından 13-15 milyon arasındadır. Bunun şu günkü
koşulları memur sendikalarını bir tarafa ayırıyorum.
600.000 kişisi örgütlüdür. Yani 11 milyonun diyelim
aslında 11 milyonun 600.000 kişisi örgütlüdür. Burada
isterse bir tane konfederasyon olsun, isterse iki olsun
6 olmasın, 3 olmasın neyse. Bu tablo esas itibariyle
sendikal örgütlülüğün belki de tarihinin en kötü
dönemini yaşadığının göstergesidir. Bunu herkesin
bilmesi gerekir. Burada altı tane lükstür elbette. Bu
örgütlülüğe göre altı tane lükstür ama aynı sayıya ve
orana sahip olan ülkelerde neler olduğunu biz biliyoruz.
Yani bu sayıda olan bu kadar sendika üyesi olan
35
ülkelerde hayatın nasıl durdurulduğunu yine bu az çok
sayıda sendika tarafından olduğunu görüyoruz. Mesele
sadece birleşme meselesi değildir. Yani hepsi aynı şeyi
savunanları birleştirseniz ne olur. Hiçbir şey çıkmaz
ordan. Koltuk kavgası çıkar başka bir şey çıkmaz.
Benzer şeyleri yapan, benzer şeyleri savunanların, yani
bir araya …ayrı ayrı duracaklarına bir araya gelecekler
yani şu anda. Dolayısıyla biraz daha hem sendikal
örgütlülüğün artması, hem de sendikal zihniyetin,
anlayışın değişmesinden bakmak gerekiyor. Bu …kolay
değil yani birleşsinler, birleşince daha güçlü olurlar.
Hayır, bugünkünden daha da zayıf olurlar birleşince.
Çünkü o zaman dışarıdan laf söyleyeni de kendi
içlerinde boğmaya çalışırlar birleşirlerse. O yüzden
birleşmek her zaman iyi değildir. Teşekkürler…
Ali Çolak. Teşekkürler. Şimdi, Arzu Çerkezoğlu…
Arzu Çerkezoğlu. Soruların bir kısmına yanıt verildi
aslında tekrar etmemeye çalışacağım.Konfederasyonlara
yönelik özellikle 4 Şubat eyleminden yola çıkarak
arkadaşların sorduğu biraz daha farklı bir dille ifade
edersek sendikal bürokrasiye ilişkin birtakım
tespitlerden yola çıkarak sorular bazı sorular var.
Söylendi hakkaten de her siyasal iktidar sendikaları,
sınıfı kontrol altında tutmak açısından, sınıf hareketini
denetim altında tutmak açısından kendine yakın, kendi
güdümünde bir takım sendikal tırnak içerisinde
örgütler yaratır. Bunları güçlendirir, büyütür. Örneğin
bizim ülkemizde kamu sendikaları açısından işte
memur senin son yedi yılda astronomik bir büyümesi
vardır. Ortada bir mücadelenin büyüttüğü bir şey
midir? Bize göre sendikalar nasıl büyür. Mücadele
büyürse, mücadele gelişirse, sendikal örgütlenme
mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verirse üyesi de çoğalır,
örgütlenir, büyür. Ama bu böyle değildir. Doğrudan
devlet olanaklarıyla büyütülmektedir. Dolayısıyla bu
yapılar açısından işte Hak İş, memur sen…4 Şubat
süreci veya bütün bu süreç içerisinde etkin bir rol
almaları, bu süreçte ilerici bir dinamik olarak
varsayılmaları bile doğru bir şey değildir bize göre.
Fakat hani bu süreçte mümkün olduğu kadar geniş bir
birlik sağlamak adına bu adım atılmıştır. Ama buradan
böyle bir beklenti içinde olmak dahi aslında çok
anlamlı değildir. Bugün sendikal harekete dönük bir
taraftan 600.000 sendika üyesinin olduğu bir ülkeden
söz ediyoruz denildi. Bir taraftan güvencesiz işçilik,
ucuz işçilikle sendikal örgütlenme zemini ortadan
kaldırılıyor bir taraftan da çeşitli uluslar arası merkezler,
stk’laştırma dediğimiz bir takım yönetişim politikaları
gibi çeşitli araçlarla da aslında sendikal hareket çeşitli
biçimler altında manipüle edilmeye çalışılıyor. Bütün
dünyada böyle, bizim ülkemizde de böyle. Dolayısıyla
mücadeleyi ve çizgiyi nereye kuracağımıza ve kimlerle
ve nasıl kuracağımıza bakmalıyız. Evet, Hak İş
İstanbul’da hakkaten bizim de önümüzde yürüyordu
hani yol boyu da beraber yürüdük. Bir tane kocaman
bir pankart arkasında dört kişi vardı. Yani bunun
ötesinde bir katılımı söz konusu değildi. Böyle bir
beklenti içinde olmak da aslında çok doğru değildir.
Yine bir konfederasyonun geçenlerde bir toplantısında
şöyle konuşuyor konfederasyonun yetkilisi bize
hükümetin arka bahçesi diyorlar, yok, biz arka bahçesi
değiliz, ön bahçesiyiz diyor. Göğsünü gere gere. Şimdi
bunlara da sendikal örgüt dememek de gerekir. Ve
böyle de bir beklenti içinde de olmamak gerekir. Ama
bütün bu süreç aslında şunu göstermiştir ki gerçek
mücadele dinamikleri üzerinden aslında birleştirecek
ve yan yana getirecek ve büyütecek olan mücadele
dinamiklerinin kendisidir. Demin itfaiye işçilerini
örnek verirken onun için söyledim. Biz Disk’e bağlı bir
sendikayız. İtfaiye işçileri de Türk İş’e bağlı bir
sendikada örgütlü. Şimdi burada Disk, Türk iş gibi bir
tartışma mı yapacağız. Tabi ki hayır. Orada mücadele
eden. Taşeronlaştırmaya karşı mücadele eden işçi
arkadaşlarımız ve bir sendika var. Dolayısıyla bizim
görevimiz onlarla kendi mücadelemizi bütünleştirmek
taleplerimizi yan yana getirmek ve büyütmek olmalıdır.
Birlik tartışması da böyle bir şeydir. İktidarın yaptığı
birlik tartışması gibi geçen başbakan söyledi. Aynı
tartışmayı o da yapıyor aslında. Dedi ki bu kadar çok
konfederasyon niye var. İşçi memur konfederasyonları
ayrı ayrı hani gelin bunları birleştirelim. Tek bir yapı
olarak karşımıza çıkın. Daha da güçlü olursunuz dedi.
Aslında bu birlik tartışması, esas olarak onların yaptığı
birlik tartışması sendikal hareketi daha da fazla kontrol,
denetim altına alma hamlesinden başka bir şey değil.
Ha, neden sadece Türk İş ile görüşüyor başbakan
kuşkusuz onun bu süreçte seçiciliğinden ve belki de
Tekel direnişine ilişkin
aslında başından beri
planı,
programı,
stratejiyi kurduğu yere
işaret eden bir şey. Ama
esas olarak burada bir
takım farklı çizgide
gördüğü inisiyatifleri ya
da sendikal örgütleri
devre dışı bırakmak ve
bir başka yerden tarif
etmek
açısından
seçilmiş bir durum. Bu
da bana kalırsa çok
şaşırtıcı bir süreç değil.
4/c’nin ne olduğuna
dair arkadaşım bir soru
sordu. Aslında kendisi
de çok güzel ifade etti.
Cevabı da vardı hani
benzetmesi de çok yerinde. Siz ne işçisiniz ne
memursunuz, sizin emeğiniz görülmez, sizin değeriniz
yoktur. Örgütlenemezsiniz, hiçbir hakkınız yoktur.
İstediğim zaman ben sizi kapının önüne koyarım
biçiminde kölece çalıştırma koşulunun ve biçiminin
bir adıdır 4/c. Dolayısıyla arkadaşlarımız da buna karşı
bir direnç örgütlüyorlar. Buradaki temel hedef biraz
önce de ifade ettiğim gibi bu güvencesiz çalıştırma
biçimlerinin bütününü bu topraklarda ortadan
kaldırmak zorundayız. Başka türlü bize Günyüzü yok.
Belki biz bugün bir süredir çalışıyoruz, her birimizin
belli bir çalışma süresi var vs. ama hakkaten çocuklarımız
çok daha kötü koşullarda ve çok daha vahim bir tablo
bekliyor onları. Dolayısıyla bu ülkenin geleceğine sahip
çıktığımız için bunları yapmak zorundayız. Burada 4
Şubat açısından birkaç şey söylemek istiyorum yine.
Aslında 4 Şubat süreci ta başından itibaren, Ankara’da
yapılan Türk İş mitingi de dâhil olmak üzere bir sürecin
devamı. 4 Şubatı hatırlarsak kararı 3 Şubat diye
alınmıştı önce. Sonra bir pazartesi günü bir görüşme
vardı. 4 Şubattan önceki pazartesi. Ve o pazartesi
günkü görüşme müthiş bir beklenti yaratıldı. Ve aslında
4 Şubat eylemi dolayısıyla doğrudan örgütlenmedi.
Sonra bir gün ertelendi 3 Şubattan 4 Şubata alındı.
Ama 4 Şubat eyleminin temel problemi bir mücadele
bütünlüğünden yoksun olması ve aslında hani eyleme
ne dersek diyelim, ister etkinlik diyelim, ister grev
diyelim, ne dersek diyelim, 4 Şubat eyleminin sahibi
yoktu arkadaşlar. 4 Şubat eyleminin sahibi ne Türk İşti
ne disk idi ne kesk idi ne bir başkasıydı. 4 Şubat eylemi
hani hakkaten hiçbir biçimde örgütlenmeyen ama
sadece örgütlenmeme meselesi değil, sahibi olup ben
bu eylemi şunun için örgütlüyorum diye dönüp tüm
Türkiye halklarına da çağrı yapan bir iradeden, bir
36
inisiyatiften, bir merkezden yoksundu. Tıpkı bugün
aslında sendikal hareketin böyle ikisi bir bütünlüklü
toplumsal muhalefetin bütünlüklü bir merkezinin
olmaması gibi. Oysa ki tam tersine bugün günlerdir
süren bu direnişin ortaya çıkardığı duyarlılık aslında
belki de çok uzun zamandır gerçek bir halk grevine
doğru gidebilecek çok önemli bir adımın atılabileceği
bir konjonktürün ve olanakların olduğu bir dönemde
bu yapılmadı. Çok yakınında 25 Kasımda biliyorsunuz
kamu emekçilerinin bir grevi gerçekleşti. Ha, o da çok
iyi örgütlendi mi. Aslında o da çok iyi örgütlenmedi.
Kesk dâhil bir sürü eksiklikleri vardır. Ama 25 Kasım
grevinin bir sahibi vardı. Ben şunun için grev yapıyorum
diyen bir irade, bir örgüt, bir inisiyatif vardı ve 25
Kasım grevi, hepimizin bildiği gibi, aslında önemli bir
toplumsal desteği de açığa çıkartan bir eylemlilik oldu.
4 Şubat ta çok rahatlıkla bu süreçte bu kadar sıcak bir
direnişin ortasında ve herkesin taraf olduğu, evinde
televizyon izleyen bir ev kadınının da taraf olduğu
duyarlılığını açığa çıkarttığı kendi talepleriyle
özdeşleştirebildiği bir süreçte herkesin katılabildiği,
sadece üretim süreci içerisinde olanların değil.
Üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, tıpkı 91’de
Zonguldak döneminde olduğu gibi, 3 Ocakta,
üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, ev kadınının
bir biçimde kendini ifade ettiği, esnafın kepenk
kapatarak belki kendini ifade ettiği bir sürecin
örgütlenmesinin aslında olanakları vardı. Ama bunu
ortaya çıkartacak bir irade, bir inisiyatif, bir merkez
yoktu 4 Şubatta. Bunu bu sürecin bir bütünlüğü yoktu.
Yani ben 4 Şubatta tamam belki iki günde genel grev
örgütleyemem ama Tekel işçisine destek grevi
örgütlüyorum. Ama 10-11 Şubatta da bu topraklardan
güvencesiz çalıştırmayı ortadan kaldırmaya dönük bir
mücadele sürecinin başlangıcı olarak da iki gün grev
örgütlüyorum diyen bir irade çıksaydı bunun
arkasından, böyle bir süreci örgütleyebilseydik 4 Şubat
bambaşka olurdu. Bunu hepimiz herhalde görüyoruz.
Dolayısıyla burada bir merkezin olmaması, bir iradenin,
inisiyatifin oluşmasındaki zafiyet mevcut konfederal
örgütlerimizin, mevcut durumların ötesinde bir başka
eksikliğe de işaret ediyor. Çok küçük bir şeyle
bitireceğim. Tabi ki son söz Tekel işçilerinin olmalıdır.
Bu konuda hiçbir beis yok ama şöyle bir yaklaşımı biz
çok doğru bulmuyoruz. Evet, son söz Tekel işçilerinin
olmalıdır ama Tekel işçilerinin sözü de sendikadır
değerli arkadaşlar. Şöyle bir yaklaşım hani sendika
yöneticileri bir genel başkan olduğum için asla
söylemiyorum, yarın o arkadaşlarım burada olacaklar,
bizim işkolumuzdaki diğer sendikanın, Türk İşe bağlı
Sağlık İş sendikasının 49 yıldır aynı başkan var başında.
Bir ömür boyu başkanlık yapıyor. Hani o ayrı bir uç
örnek ama bizim mesela sendikal anlayışımızda asla
şöyle bir şey yoktur. Yöneticilerin karar verdiği
37
olmamalıdır da hiçbir sınıf örgütünde, yöneticilerin
karar verdiği ve temsil ettiği bir süreç değil. Doğrudan
bütün kararları yöneticisi, üyesinin birlikte aldığı. Her
kararı biz birlikte alırız. Aldığımız kararın arkasında
da hep beraber dururuz. Almadığımız kararı da kimse
bize söyletemez. Dolayısıyla son söz Tekel işçilerinin
olmalıdır. Ama sendika Tekel işçileridir. Ve bu süreçte
hani Tekel işçilerinin sendikasıyla evet, bir problem
yoktur. Bu da çok önemli bir şeydir. Bu önemli bir
şeydir kuşkusuz, hele bu dönemde, sendikal
bürokrasinin bu kadar ağır olduğu bir ülkede bir
sendikal hareket içerisinden konuşuyoruz, ama sendika
işçinin kendisi olmak zorundadır. Her şeyiyle işçilerin
söz ve karar sahibi olduğu bir sınıf örgütü olarak
yaşamın bütününü örgütleyen, sadece üretim süreci
içerisindeki parçasını değil, evinde çoluğuyla çocuğuyla,
komşusuyla beraber çalıştğı arkadaşlarıyla ilişkisini
bütünüyle örgütleyen bir sendikal anlayışa ve mutlaka
ve mutlaka kendini mevcut yasalarla sınırlamayan fiili
ve meşru temelde ve tırnak içinde altını çizerek
söylüyorum düzen dışı bir gerçeklik haline gelmediği
sürece sendikalarımız ve sendikal hareketimiz aslında
bugün şu konuştuğumuz bu koşullar içerisinde emek
ve sermaye arasındaki ilişkiler düzleminin yeniden
kurulabilmesinin olanakları yoktur. Bunun çok açık
göstergelerini de aslında içinde n geçtiğimiz günlerde
yaşıyoruz. Teşekkür ederim. (alkışlar…)
Ali Çolak. Ben çok teşekkür ediyorum. Bence her
üç yöneticimiz de çok önemli şeyler söylediler. Ve
bu toplantının amacına uygun bir toplantı olduğu
kanısındayım. Biz Mülkiyeliler Birliği olarak eylemin
başından beri Tekel işçilerinin yanında olmaya özen
gösterdik. Sayın başkanın Cemal Doğru arkadaşımızın
ifade ettiği şeyi çok önemsiyorum. Uyarıyı çok
önemsiyorum. Biz o noktada durduğumuz için bunu
kendi üzerime almıyorum ama çok önemli bir uyarıdır.
Tekel işçilerine hiç kimse bir irade, bir kural dayatamaz.
Son söz Tekel işçilerinin olacaktır. Ben gene Türk İş
önünde sizleri ziyaret ettiğim gün söylediklerimi tekrar
ediyorum. Tekel işçileri orda olduğu süre içerisinde
Mülkiyeliler Birliği gücü ve olanakları ölçüsünde Tekel
işçilerinin yanında olacaktır. Olmaya devam edecektir.
Gene Cemal arkadaşımızın tarifindeki gibi çok güzel
tarif etti. Türkiye’nin gelecekteki mozaiğini bugünden
kuran Tekel işçisini saygıyla selamlıyorum. Hepinize
teşekkür ediyorum. (alkışlar…) Bu arada Tekel işçisi
arkadaşlarımız için yemek hazır arkada. Buyurun…
Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve
Tekel Direnişi paneli gelecekleri özelleştirmeciler
tarafından çalınan tüm emekçilerin sorunlarına
yanıt aramak sermaye sınıfının kamuyu talan
etme çabalarına dur diyebilmenin küçük bir
çabasıdır. Panel afişleri yoğun olarak Tekel Direniş
çadırları bölgesinde yapılarak işçilerin katılımı
sağlanmış internet üzerinden yapılan yayın sayesinde panel Birlik sitemizden ve çadırlar bölgesine yerleştirilen sinevizyon aracılığıyla panele
katılamayan işçilerede ulaştırılmıştır.
38
39
ESKİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANLARINDAN
AYHAN AÇIKALIN ANILDI
Birlik eski genel başkanlarımızdan Ayhan Açıkalın 12
Şubat Cuma günü Birliğimiz konferans salonunda
arkadaşları, dostları ve genç Mülkiyeliler tarafından
anıldı. Anma toplantısına Prof. Dr. Metin Kazancı,
Arslan KAYA ve Birlik Başkanı Ali Çolak katıldı.
Anıların paylaşıldığı toplantıda geçmiş günleri yâd
etmek için konuklara simit, çay ve peynir ikram edildi. Anma Mülkiye Spor Vakfı ve BİLAY ile birlikte
düzenlendi
40
Yönetimliğini Mülkiye Spor futbol
takımı antrenörlerinden Zafer Akturan
ve Sema Cabbaroğlu’nun yaptığı
“ZORUNLU HAYAT” belgeseli 17 Şubat
2010 Çarşamba günü saat 18.30’da
Birliğimiz salonunda gösterildi ve
izleyiciler yönetmen Zafer Akturan
ile söyleşi yaptılar. Belgeselin amacı
izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle
yüzleşmelerini sağlamak ve boşaltılan
köylerin ve zorla göçün yürek burkan
öyküsüne tanıklık etmekti.
41
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜN 100.YILI
EKMEK VE GÜL
Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hala bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hala analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın
sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan
“Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!”
James OPPENHEİM
• 1912 yılında Amerika’da, Massahucettes Eyaleti’ndeki büyük yün merkezi Lawrence’de, 20.000 işçi,
ücretlerinin azalmasını protesto ettiler. Bunun üzerine büyük New England Tekstil Sanayi’ni sarsan işi
bırakma olayı gerçekleştirildi. Grevcilerin yaptığı pek çok yürüyüşden birinde, bir grup genç kız “Hem
Ekmek Hem de Gül İstiyoruz” yazılı bir pankart taşıdı. Bu James Oppenheim’in ünlü “Ekmek ve Gül” şiirine
ilham oldu. Fransızca’da “Du Pain et Des Roses”, İtalyanca’da “Pan a Rosa” başlığıyla başlığıyla söylenen
şiiri. Şair Metin Demirtaş “Ekmek ve Gül” başlığıyla Türkçe’ye çevirdi.
42
Dünya Kadınlar Günü nedeniyle, Mülkiyeliler Birliği
ve Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun ortaklaşa
düzenlediği “Kadın ve Sanat” isimli panel, 10 Mart
2010 tarihinde Ankara Üniversitesi SBF Aziz Köklü
Konferans Salonunda gerçekleştirildi. Mülkiyeliler
Birliği adına Vadi Küçük konuştu. Halime GÜNER
(Uçan Süpürge Kurucusu ve Başkanı) , Güzin
YAMANER (A.Ü. Devlet Konservatuarı Dans Bölümü
Başkanı), Banu AKIN (Kişisel Gelişim Uzmanı) , İlkay
AKKAYA (Özgün Müzik Sanatçısı) katıldığı panelden
sonra, Aysun TÖNGÜR dünya folk müziğinden
örnekler sunduğu bir dinleti yaptı. Karikatürcüler
Derneğinin kadın sorunlarını anlatan karikatürleri
ve Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin
ve Belgesel fotoğrafçıların kadın fotoğraflarından
oluşan fotoğraf sergileri açıldı. Etkinlik kokteyle sona
erdi.
43
SERGİLERDEN GÖRÜNTÜLER
44
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ
ÇALIŞMALARINA YENİ BÜROSUNDA DEVAM EDECEK...
Değerli Mülkiyeliler;
ve bir rapor halinde üyelerimiz ve kamuoyu ile
paylaşılmıştır.
İşgücü piyasası, istihdam ve işsizlik konularını geniş
bir perspektifte ele almayı amaçlayan İstihdam
Çalışma Grubu değerlendirmelerini kapsamlı bir
rapor haline getirmiş olup, rapor önümüzdeki
günlerde kamuoyunda tartışmaya açılacaktır.
Ülkemizdeki tarımsal yapıyı ve tarım kesiminin
sorunlarını ele alacak bir Tarım Çalışma Grubu da
faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’nin Tarımda
Kendi Kendine Yeterliliği (Gıda Güvencesi)
konusunu ele alan bir rapor hazırlanmış olup,
önümüzdeki günlerde üyelerimiz ve kamuoyu ile
paylaşılacaktır.
Halen faaliyet göstermekte olan çalışma gruplarına
ek olarak ülkemizin güncel ekonomik, siyasal ve
toplumsal gereksinimleri çerçevesinde yeni çalışma
gruplarının oluşturulması gündemimizde öncelikli
bir konudur. Özellikle kamu yönetimi ve dış politika
alanları öncelikli olarak çalışılması gereken alanlar
arasında yer almaktadır.
MAR çalışmalarında bilgi ve birikim olarak
yararlanacağımız en temel kaynak elbette ki
Mülkiyeli üyelerimizdir. Fakültemiz özellikle
teorik çalışmalarda bize büyük katkı sağlayabilir.
Bürokraside halen çalışan veya emekli, bilgisi ve
deneyiminden yararlanabileceğimiz geniş bir kitle
var. Diğer taraftan, örgütsel bir temelde meslek
odalarıyla, sendikalarla, sektör temsilcisi örgütlerle
birlikte ortak çalışmalar yürütmek, projeler yapmak
hedeflerimizden birisidir.
Mülkiye Araştırma Merkezi olarak destek ve
katkılarınızı bekliyoruz.
Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi bünyesinde
oluşturulan Mülkiye Araştırma Merkezinde (MAR)
Türkiye’nin iktisadi, toplumsal, siyasal, idari ve
dış politika alanlarında önem arz eden sorunların
ele alınması, incelenmesi, çözüm önerilerinin
geliştirilmesi ve geleceğe yönelik perspektiflerin
ortaya konulması temel amaç olarak belirlenmiştir.
MAR, çalışmalarında, ülkemizin kaynaklarını
doğru ve akılcı bir yönelimle kullanan ve geliştiren,
kamu yararının gözetilmesini ve toplumun refahın
artırılmasını ön planda tutan, ilerici ve emekten yana
bir yaklaşımı benimsemiştir.
Merkezimizin yetkili organı olan yönetim kurulu
yedi üyeden oluşmaktadır. Başkanlığını Rahmi
Aşkın Türeli’nin yürüttüğü merkezde, Prof. Dr.
Can Hamamcı, Prof. Dr. Aziz Konukman, Fikret
Gülen, Ahmet Erhan Çelik, Erdal Eren ve Dr. Yiğit
Karahanoğulları yönetim kurulu üyeleri olarak görev
yapmaktadırlar.
MAR faaliyetlerini yürütürken iki çalışma yöntemini
birlikte izlemeyi amaçlamıştır. Bu çerçevede MAR,
bir taraftan bir araştırma merkezinden beklenen
temel işlev olan çeşitli konularda araştırmalar
yapma, çözüm önerileri geliştirme ve raporlar
yayınlayarak kamuoyunu doğru bilgilendirme
işlevini yerine getireceği gibi, diğer taraftan bir
düşünce üretim merkezi olarak geleceğe yönelik bir
perspektifi de içerecek şekilde fikir üreten, strateji
belirleyen bir işlevi de üstlenmeyi temel prensip
olarak benimsemiştir.
Merkezde, halen, kriz, istihdam ve tarım konularında
oluşturulan çalışma grupları faaliyetlerini
yürütmektedirler.
Kriz Çalışma Grubunda, küresel kriz, nedenleri,
izlediği seyir, muhtemel etkileri ve Türkiye
ekonomisine olan yansımaları çerçevesinde
ayrıntılı inceleme konusu yapılmış olup, ulaşılan
sonuçlar web sitemizdeki değerlendirme notlarıyla
Mülkiye Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu
İletişim: Karanfil Sokak 15/5 Kızılay/ ANKARA
0312.4185572
www.mulkiye-mar.org
45
MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM)
AÇILDI
(Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme
Merkezi (MİM) 17 Mart 2010 Çarşamba günü
Karanfil Sokataki bürosunda çalışmalarına
başladı. Merkez Başkanı Erdal Eren’inAçılış
konuşmasının Birliğimizin tarihe bir dipnot
düştüğüne inanarak konuşmanın tümünü
yayınlamayı gerekli gördük)
1980’den itibaren yaygınlaşan d evletin
küçültülmesi ve özelleştirme politikaları sonucu
kamu sektörünün ekonomi içindeki yeri ve
dolayısıyla istihdamdaki payı giderek azalmaya
başlamıştır. Bu süreçte SBF gibi, özellikle
kamu sektörüne nitelikli yönetici yetiştiren
okulların mezunlarının istihdam edilmesinde
ve yetiştirilmesinde değişimler başlamıştır.
1980 öncesi SBF mezunlarının neredeyse tümü
kamu sektöründe istihdam edilirken, devletin
küçültülmesi politikalarının yanı sıra, yüksek
ücret ve yükselme olanaklarının fazlalığı sonucu
,son yıllarda özel sektörde istihdam edilen
mezunlarımızın sayısı hızla artmıştır.Günümüzde
geleneğinin devamı olarak mezunlarımızın
ağırlıklı bir bölümü kamu sektöründe istihdam
edilirken,giderek artan oranda mezunumuz da
özel sektörde çalışmaktadır.
Kamu Personel Seçme Sınavlarında(KPSS)
Fakültemiz mezunlarının başarı sıralaması
en üst düzeydedir. KPSS öncesi öğrenci
ve mezunlarımızın sınavlar ve meslek
seçimi konularında bilgilendirilmeleri ve
yönlendirilmeleri ile bu başarının artarak devam
ettirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kamu
kurumlarının yaptıkları mülakatların yakından
takip edilmesi ne yazık ki günümüz koşullarında
bir zorunluluk haline gelmiştir.
Diğer taraftan bir çok köklü üniversite
(ODTÜ, Boğaziçi Ün. , Bilkent Ün.vb.) kendi
mezunlarının istihdamını kolaylaştırmak için
Kariyer Merkezleri kurmuş durumdadır. Eğitimi
, nitelikleri ve mezunlarının başarıları ile bilinen
Mülkiyelilerin özel sektöre personel seçiminde
diğer üniversitelerin mezunlarının olanaklarından
geri kalmaları kabul edilemeyeceği gibi istihdam
olanaklarının kurumsal bir yapı tarafından
koordine edilmesi/desteklenmesi durumunda
ortaya büyük bir başarının çıkması beklenen bir
durumdur.
Bu noktada SBF’nin mezunlar derneği olan
Mülkiyeliler Birliğinin devreye girmesi
kaçınılmaz olmuştur. Emeğin en yüce değer
olduğuna inanan Mülkiyeliler Birliği, SBF
öğrenci ve mezunlarının kamu ve özel sektörde
istihdam olanaklarını artırmak, nitelik ve
deneyimlerine uygun iş bulmalarına destek
olmak üzere 4904 sayılı Türk İş Kurumu
Kanunu’nun özel İstihdam Bürolarına ilişkin
hükümleri çerçevesinde Mülkiyeliler Birliği
İstihdam Yönlendirme Merkezini (MİM)
kurmuştur. MİM’in kuruluşu ile,
-Mülkiye mezunlarının seçili özel sektör
kuruluşlarında işe yerleştirilmeleri,
• Mülkiyelilerin Kamu Personel Seçme
Sınavı ile yazılı/sözlü kurumsal
sınavlar hakkında bilgilendirilerek
yönlendirilmeleri,
• Kamu kurumsal sınavlarında
mezunlarımızın başarı durumları ve
haklarının etkin bir şekilde izlenmesi,
46
• Öğrenci ve mezunlarımıza yönelik bilgilendirme toplantıları, kurs ve seminer gibi eğitim
etkinliklerinin gerçekleştirilmesi,
• Öğrenci ve yeni mezunlarımızın iş yaşamı hakkında bilgilendirilmesi ve istihdama ilişkin yeni
koşul gereksinimlerinin önceden tespiti ve giderilmesi,
• Öğrencilerimize kamu kurumlarında ve seçili özel sektör kuruluşlarında staj yapma olanağının
sağlanması,
• MİM faaliyetlerinin Fakültemizle birlikte ve akademisyenlerimizin katılımı ile yönetilmesi ve
yürütülmesi,
amaçlanmaktadır.
Kısa bir süre önce Karanfil Sokak No:15/5 Kızılay /Ankara adresinde faaliyetlerine başlayan Mülkiyeliler
Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) bünyesinde, Mülkiye mezunlarının özgeçmiş ve nitelik
bilgilerinin bulunacağı www.mulkiyeistihdam.org.tr web sitesini barındırmaktadır.
Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) Yönetim Kurulunda; Erdal EREN (Başkan), Doç.
Dr. İlkay Savcı, Eren Öğütoğulları, Yurdum Çağatay, Serkan Opak, O.Nejat Güneri ve Hüseyin Boğa görev
almaktadır.
47
MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR)
MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM)
AÇILIŞTAN SONRA MÜLKİYELİLER BİRLİĞİNDE KOKTEYL VERDİ
Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ile Mülkiye İstihdam ve Yönlendirme Merkezinin (MİM)
açılışından sonra Mülkiyeliler Birliği lokalinde kokteyl verildi. Kokteyle Birlik üyeleri, Birlik yönetim
kurulları , siyaset ve bürokrasi dünyasından çok sayıda konuk katıldı
48
şubelerden
Şubelerimizin yetkili organlarının listesidir
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ANTALYA ŞUBESİ
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ADANA ŞUBESİ
Yönetim Kurulu (ASİL) Regaip BAYKAL Başkan Esmeray YOĞUN ERÇEN Sekreter
Mehmet SEÇİNTİ II. Başkan
Mehtap TÜRKDOĞAN Muhasip Erol COŞANOĞLU Üye Yönetim Kurulu (YEDEK)
Nurhak ÖZENSOY
Samih Azmi EZER Cumali KURAN
Yalçın METE
Okan ÖZANDAÇ
Denetim Kurulu ( ASİL)
Havva YENİÇERİ Başkan
Mustafa KIZAK Üye Kudret ÇAKIRCA Üye
Yönetim Kurulu (ASİL) Hasan KALAYCI Mahmut DURAN H. Demet TUZCU Süreyya MUŞLULAR Cem BALKAN Üye
Başkan II. Başkan
Yazman Sayman MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ESKİŞEHİR ŞUBESİ
Yönetim Kurulu (ASİL)
Nejdet BİLGİN Başkan Abdulkadir ADAR Başkan Yard.
Mefkure ATAK Sekreter
Cebrail ZDEMİR ayman
Mehmet BAŞAR Üye
Yönetim Kurulu (YEDEK)
Mehmet AKKAŞ
Nihal YILDIRIM MIZRAK
Oğuz TURAN
Murat ÖZGÜL
Denetim Kurulu (YEDEK)
Beyazıt ABLAY
H. Kaan ÖYKEN
Osman Turhan ÖZCAN
Denetim Kurulu (ASİL)
Turan ÖZKAN
Mustafa UÇKAÇ
Fikriye YÜKSEL
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ BURSA ŞUBESİ
Yönetim Kurulu (ASİL)
Naci DAMAR Başkan
Fatih SİVRİ Sayman M. Yalçın YALÇINKAYA Sekreter Üye
Doğan TAŞFİLİZ
Mustafa ÖZTÜRK
Denetim Kurulu (YEDEK)
A. Banu BAŞAR
Berna KAYA
Sedef OLUKLULU
Yönetim Kurulu (YEDEK
Nalan ÖLMEZOĞULLARI
Şener ŞENYÜREK
Rasim ÇALIŞKAN
Haluk BAHAR
Çetin TOKAT
Denetim Kurulu (ASİL)
Mustafa BAYRAKTAR
Levent KUMRAL
Önder EVCİ
Denetim Kurulu (YEDEK)
Şeracettin ÖZAĞAÇ
Tayfun BEŞE
Naci AŞIROĞLU
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ KAYSERİ ŞUBESİ
Yönetim Kurulu (ASİL)
Ali Rıza İNCETAN Başkan
Nuhmehmet YILMAZKOLUKISA 2. Başkan
Şemsi Aziz ÇINAROĞLU Sekreter Mehmet ERCİYES Sayman Aliye Ferdağ AKKAN Üye Denetim Kurulu (ASİL)
Turgay ERGİN
Özkan BASAT Yasemin UNCULAR 49
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İZMİR ŞUBESİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İSTANBUL ŞUBESİ
Yönetim Kurulu (ASİL)
Kadir TİMURTURKAN Başkan
Yeşim GENÇOĞLU 2. Başkan
İsmail ORAL Sekreter
Aslı TENGİZ Sayman
Melih DİRİL
Üye
Yönetim Kurulu (ASİL)
A. Müfit ERKARAKAŞ Haluk YURTKURAN Gazi Turgay ÖZMANSUR Şimal KONANÇ Ahmet AKCAN Yönetim Kurulu ( YEDEK)
Kurtuluş OZAN KESER
Levent ÖZKARDEŞ
Sinem SEYHAN
İsmail IŞIK
Esat YAMAÇ
Denetim Kurulu (ASİL)
Prof. Dr. Tülay YÜCEL
Ömer AKDOĞAN
Barış ULUDAĞ
Denetim Kurulu (YEDEK)
Çağdaş BEKTAŞ
Mehtap KARGIN
Alper ELİKÜÇÜK
Yönetim Kurulu ( YEDEK)
Erdoğan SAĞLAM
Ali Ergin ŞAHİN
Emin TAYLAN
Demet ANGIN
Selçuk YILDIZ
Denetim Kurulu (ASİL)
Fikret YAKAR
Gökhan GÜNERİ
Kenan ÖZSARAÇ
Denetim Kurulu (YEDEK)
Oğuz BULUT
Recep ÇELİK
Tevabil ÜSTÜNDAĞ
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ MERSİN ŞUBESİ
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SAMSUN ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL)
Celalettin ÇIPLAK
Başkan
Betül BARBUR Sekreter Ender ÖZBEK Sayman
Burak HANCIOĞLU Üye
Saim TINAZTEPE Üye
Yönetim Kurulu ( YEDEK)
Şahabettin DOĞAN
Çelik CESUROĞLU
Özgür DURMAZ
Burçin İLDAS
Ayfer VARLI
Yönetim Kurulu (ASİL)
A. Alper Küpcü Başkan
Burhan Kömpe Başkan Yard.
S. Yener Günay
Coşkun Mutlu
Mustafa Kösebalaban
Muzaffer Kesim
Başkan
2. Başkan
Sekreter
Sayman
Üye
Yönetim Kurulu (YEDEK
Başkan Gamze Türker
M. Savaş Dizdar
Ali Türker
Hüseyin Gülmen
Denetim Kurulu (ASİL)
Mustafa İngenç Özer Muratoğlu
Cihan Özkalaycı Denetim Kurulu (YEDEK)
Erdoğan Özdemir
Erdal Yavuz
M. E. Baysal
Denetim Kurulu (ASİL)
Mehmet YEŞİLBOĞAZ
M. Süha SOYUPAK
Veli KARGI
Denetim Kurulu (YEDEK)
Hüseyin SOYER
Naci MENTEŞ
Harun ELGİN
50
üyelerden
IMF ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Doç. Dr. Mustafa Durmuş
Gazi Üniversitesi İİBF
Maliye Bölümü Öğr.Üyesi
Uluslararası Para Fonu (IMF),
2008 küresel ekonomik
krizinden belki de en karlı
çıkan ender uluslar arası
kuruluşların başında geliyor.
Çünkü kriz öncesinde ciddi
biçimde eleştirilmiş, önemli
bir kredibilite kaybına
uğramıştı. Öyle ki çok sayıda
insan IMF’nin kapatılması
gerektiğini düşünüyordu.
Krizden bu yana ise IMF yeniden aranan bir kurum
haline geldi. Çünkü ne Fed ne de diğer merkez
bankaları küresel finansal çöküşe yeterince koordineli
ve güçlü bir biçimde müdahale edemediler. Bu durum
‘son borç verici kurum’ olarak IMF kredilerine olan
talebi artırdı. Böylece IMF, G20 Londra zirvesinde
alınan kararların ardından, kaynaklarını üç katına
çıkartarak 1,1 trilyon ABD dolarlık bir fona hükmeder
hale geldi. Kendi tahvillerini ve altın stokunu satarak
ilave fon yaratması konusunda da yetkilendirildi.
Özetle, IMF bugünlerde bir arı kovanı gibi işliyor.
Diğer taraftan, IMF’ ye ilişkin eleştiriler hız kesmeden
devam ediyor. Özellikle krizden ciddi olarak etkilenmiş
olan ve geçmişte de IMF’nin ‘Yapısal Uyarlama
Politikaları’nı izleyerek bugünlere gelmiş azgelişmiş
ülkelerin, IMF’nin kapısını çalarken elleri titriyor.
Büyük medya, IMF’nin daha insancıl politikalara
yönelmekte olduğu, azgelişmiş ülkeleri daha fazla
gözetmeye başladığı, bu anlamda da değişmekte
olduğu yönünde bir izlenim yaratmaya çalışsa da,
azgelişmiş ülkelerle kriz sonrasında yapılan 30
civarındaki kredi anlaşmasının çoğunluğunun içerdiği
koşullar, verilmeye çalışılan görüntünün aksine, IMF’
nin pek de değişmediğini ortaya koyuyor.
soruları yanıtlayabilmek için IMF’nin kuruluşundan
başlayarak bugüne kadar izlediği stratejileri
yönlendiren dinamikleri iyi analiz etmek gerekli.
SORU 1: Uluslar arası Para fonu (IMF) hangi
ihtiyaçtan doğdu?
İktisat kitapları ağız birliği içinde, Bretton Woods
(BW) İkizleri olarak da adlandırılan IMF ve Dünya
Bankası’nın (DB), 1929–1933 krizi ve 2. Dünya
Savaşı’ndan çok kötü etkilenen dünya ticaret sistemini
ve yerle bir olan Avrupa ekonomisini yeniden inşa
etmek amacıyla, ABD’nin öncülüğünde, 1944
yılında Bretton Woods Konferansı’nda kurulduğunu
yazarlar. Bu kurumların finansal tasarımı yapanlar ise
Keynes ve dönemin önde gelen New Deal’cılarından
ve McCarthism döneminde komünist ajanlığıyla
suçlanmış olan ABD Hazine müsteşarı White’dır . Yani
IMF ve DB’ nın bir anlamda fikir babaları sağ- liberal
iktisatçılar değil, ekonomik istikrarın sağlanması için
piyasalara kapitalist devletin müdahalesini savunan
Keynesyen reformist iktisatçılar olmuştur.
Diğer bir yönüyle, IMF, tıpkı DB ve GATT gibi, özünde
2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın tek
hakimi haline gelen ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamaya
hizmet eden ve onun egemenliği altında dünya
kapitalist sisteminin bütünleştirilmesini hedefleyen
kuruluşlardan birisi olarak tasarlanmıştır. O günden bu
yana da, başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalistemperyalist ülkelerin değişen ihtiyaçlarına karşı az
gelişmiş dünyayı biçimlendirme rolünü üstlenmiştir.
Bu anlamda IMF, ABD kapitalizmi tarafından
yönlendirilen küresel kapitalizmin, en başta gelen
payandalarından birisidir.
Bretton Woods öncesinde dünya ticaret ve para
sisteminin nasıl işlediğine bakıldığında IMF’ nin
Acaba, IMF’nin açıklanmış misyonunun yanı kuruluş nedeni daha iyi anlaşılabilir. BW öncesinde
sıra, açıklanmamış bir başka misyonu mu da mı uygulanan döviz kontrol rejimleri uluslararası
var? Ya da IMF ile ilgili algılarımız mı yanlış? Bu ticaretin gelişimini, özellikle ABD sermayesinin
51
büyüyüp tüm dünyaya yayılmasını önlüyordu. Çünkü
1930’larda uluslararası ticaret Sterling Bloku gibi aynı
para birimini kullananların arasında kurdukları para
bloklarıyla sınırlı hale gelmişti. Böyle bloklaşmalar
ise, uluslar arası sermaye akımı ve yeni yabancı
yatırım fırsatlarının ortaya çıkmasını engelliyordu.
1930’larda her bir kapitalist hükümetin komşuları
aleyhine olmak üzere devalüasyonlar yaparak
ihracatı artırmak biçiminde yürüttükleri politikalar
deflasyonist gidişe neden olurken, bu durum, büyüme
hızlarını yavaşlatıyor, talebi azaltıyor, böylece de
dünya ticaretinin daralmasına neden oluyordu. Dünya
ticaretindeki bu daralma Büyük Depresyonu daha
da kötüleştirmişti. Bu sorun çözülmediği sürece de
Amerikan kapitalizminin savaş sonrası uluslar arası
genişlemesi tehdit altında olacaktı.
Bir başka anlatımla, BW anlaşması ve onun kurumları
ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki egemen
gücünün bir ifadesiydi ve bunlar 1950 ve 1960’larda
dünya ekonomisinin lokomotifliğini yapan, askeri
harcamalar ve devasa kamusal teşviklerle canlı tutulan
ABD ekonomisinin istikrarlı büyümesi sayesinde
ayakta kalabildiler.
Özetle, IMF genelde, kapitalist sistemi savunmanın,
özelde ABD orijinli çok uluslu şirketlerin karlarını
maksimize etmenin ve ABD’nin dünya ekonomisini
yönlendirmesinin bir aracı olarak kurulmuştur.
SORU 2: IMF’nin kuruluşunda etkili olan başka
faktörler de söz konusu mudur?
Hem IMF hem de DB’ nın kurulmasına neden olan
diğer bir faktör, savaş sonrasındaki durumdur. Savaş
yıllarında Avrupa’nın Nazi işgaline girmesinin
ardından kapitalistler ya Avrupa’dan kaçtılar ya da
Nazilerle işbirliği yaptılar. Buna karşılık sosyalistler
direniş grupları örgütlediler. Bunun sonucunda,
Savaşın ardından devrimler Avrupa’da boy
göstermeye başlamış, işçiler ve çiftçiler işyerlerini
ve fabrikaları ele geçirmeye başlamışlardı. Bunu
fark eden ABD, giderek yayılmakta olan sosyalizmin
etkileriyle güç kazanan devrimleri önleyebilme adına
Avrupa’nın yeniden inşası konusunda büyük çapta
yardım programları uygulamak durumunda kaldı.
Bu programların aktörleri de IMF ve DB idi. Zaman
içerisinde gelişmiş ülkelere verilen bu krediler giderek
az gelişmiş dünyaya da verilmeye başladı.
Savaş dönemi boyunca, rakipleri çok büyük zorluklar
yaşarken ABD ekonomisi çok hızlı bir sanayileşme
ve sermaye birikimi gerçekleştirmiştir. Dünyadaki
sermaye birikiminin, imalat sanayi üretiminin ve
ihracatının büyük bir kısmı ABD’nin kontrolündeydi.
ABD bu pozisyonunu, dünya ekonomisini kendi
kontrolü altında restore etmek için kullandı ve bu da
onun dünya piyasaları ve hammadde kaynaklarına
sınırsız bir biçimde ulaşabilmesini sağladı. ABD daha
önce sadece bu tür bloklara açık olan piyasalara girmeyi
amaçlıyordu. Ayrıca Amerika kökenli şirketlerin,
dışarıda yeni yatırım fırsatlarını değerlendirmek
için uluslar arası sermaye hareketlerinin önündeki
engelleri de kaldırmayı hedefliyordu. İşte tam bu
noktada Keynes-White Planı mal ve hizmetlerin bir
ülkeden diğerine transferinin üzerindeki tüm engelleri,
para bloklarını ve döviz kontrollerini kaldırmayı
amaçlamıştır.
SORU 3: Dünya kapitalizminin yeniden
yapılandırılmasında bu iki kuruluş nasıl bir
Önerilen yeni sistemle, uluslararası ticarette işbölümüne tabi tutuldu?
kullanılabilen konvertibl paralar, sabit bir oranda
ABD dolarına bağlanıyor, akabinde talebe göre Dünya
kapitalizminin
ABD
egemenliği
altına da dönüştürülebiliyordu. Yani, bu yeni sistemde ve yönlendiriciliği doğrultusunda yeniden
ABD doları-altın standardı ilişkisi, Bretton Woods şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev,
anlaşmasının pivotuydu. Bu yeni sistem altında tüm yollar, enerji santralleri, limanlar gibi alt yapı projeleri
diğer para birimleriyle ilişkilendirilen ABD dolarının için kredi sağlamaktı. Savaşla büyük ölçüde tahrip
değeri de 35 dolar = 1 ons altın olarak düzenlenmişti. edilen Avrupa’nın yeniden inşası kar oranlarındaki
IMF dâhil Bretton Woods’ta kurulan örgütlerin üçü azalmanın da restore edilmesine yardımcı olmuş ve
de gerçekte, savaşın tek galibi, savaş sonrasında 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’
dünya sınaî üretiminin yarısını, ihracatının üçte birini adı verilen döneminin yaşanmasını sağlamıştır.
gerçekleştiren ve altın rezervlerinin % 61’ini elinde
tutan ABD’nin denetim ve yönetimi altındaydılar. Uluslar arası Para Fonu ise, proje kredileri dışında
IMF, hem sabit döviz kuru rejiminde istisnai kalan ve uluslar arası finansal piyasalardan, kreditör
ayarlamalar yapmaya yetkiliydi, hem de nihai likidite ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek
sunucusuydu.
olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar
vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere çok
uluslu şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük
kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük
politikaları uygulatmakla görevlendirilmiştir. Son
dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren
sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan
uluslar arası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle
baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out)
vermeye başlamıştır.
Yani, IMF hangi ülkelerin uluslararası kredileri
hak ettiğine karar veren bir finans hakemi gibi
davranmaktadır. Bunu yaparken de dönemin
ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Örneğin,
başlangıçta, ülkelerin üretim ve sosyal hayatlarını
sürdürebilmeleri için gerekli olan malzeme ve malları
ithal edebilmek için kredi vermişken, sonrasında
dış borçları düzenlemiş ve son krizlerden bu yana
da sıkıntıdaki uluslar arası bankacılık sistemini
desteklemek rolünü üstlenmiştir.
bağlanmış bir sabit kur sistemini karşılayamazdı.
Önce, zayıf rakipler olan Fransız Frangı, İngiliz
Sterlini ve sonunda ABD doları çökmeye başladı.
Bunun ardından Başkan Nixon, artık doları altınla
değiştirmeyeceğini açıkladı. İki yıl sonra sabit kur
rejimi kaldırıldı ve yerine oynak kur rejimi getirildi.
Savaş sonrasında yaşanan bu gelişmeler ekonomik
istikrarsızlık ve periyodik resesyonlarla bezenmiş
uzun dönemli bir ekonomik kriz döneminin de önünü
açtı.
SORU 4: IMF politikalarının bir kısmı (örneğin
devalüasyon ve talep artırıcı politikalar) 1970’li
yıllardan bu yana değişmeye başladı. Bunun
nedeni neydi?
Bu dönemde artık cari hesap fazlası değil, cari
açıklar veren ve bu açıkları da giderek artan bir
ABD ile karşı karşıyayız. Bu açıklarının finanse
ettirilebilmesi bağlamında da diğer ulusların ticaret
fazlası vermesi gerekiyordu. Bu durum bu ulusların
iç pazarlarını daraltmalarını, daha çok ihracata
yönelmelerini ve böylece de içerde talep artırıcı
değil, talep daraltıcı para, maliye ve döviz politikaları
uygulamalarını gerekli kılmaktaydı. Bu nedenle de
BW’ un çöküşünden itibaren IMF, Standby anlaşması
yaptığı hemen tüm ülkelerin talep daraltıcı-sıkı para
ve maliye politikaları uygulamalarını şart koşmuş ve
onların anlaşma öncesi ya da hemen sonrasında büyük
çaplı devalüasyonlar yapmalarını zorunlu kılmıştır.
Başlangıçta IMF, değişik ulusların cari açıklarını
yönetmekle sorumluydu. Çünkü, bu ülkeler
devalüasyona başvurmak durumunda kalması, böylece
de ithalatlarını azaltmaları istenmiyordu. Kısa dönemli
ödemeler bilânçosu açıkları ve ticaret zorlukları IMF
kredileriyle aşılabiliyordu ve bu krediler de sabit
döviz kuru sisteminin işlemesini kolaylaştırıyordu.
Nitekim, ABD ve diğer güçlü ihracatçı ekonomileri
uluslar arası ticaretteki dalgalanmaların etkilerinden
koruyabilmek amacıyla IMF, fiilen talep artırıcı ve
resesyon giderici Keynesyen politikaları uygulamıştır.
Eğer daha ciddi yapısal problemler gelişirse IMF
genelde % 10’u aşmayan kontrollü devalüasyonlar
aracılığıyla bunları düzeltebiliyordu. Keza IMF,
ABD Hazinesi adına, ulusal paraları desteklemek için
verdiği krediler karşılığında diğer ülke ekonomilerini
gözetlemekteydi.
SORU 5: Bu neo-liberal dönemde uygulanan ve
IMF tarafından kredilendirme koşulu olarak
dayatılan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ ne
anlama gelmektedir?
1970’lerde ABD’nin gücünün azalması ve Bretton
Woods’un çöküşü, ABD’nin uluslararası alandaki
acenteleri konumundaki IMF ve DB’ nın da itibarını
azaltmıştı. Her iki kuruluş da uluslar arası finansal
piyasalardaki etkili konumlarını yavaş yavaş özel
bankalara ve özel kredi kurumlarına terk etmek
durumunda kaldılar. Avrupalı bankalar, özellikle de
Japon bankaları hükümetlerin dış borçlanmasında
merkezi bir rol oynamaya başladı.
Ancak 1960’ların sonlarından itibaren Almanya ve
Japonya ekonomileri ciddi rakipler olarak tekrar
sahneye çıktılar. Her iki ülke de ABD’nin tersine
askeri harcamaların ağır yükü altında değildi. Oysa
ABD ekonomisi başka etmenlerin de yanı sıra, askeri
harcamalar, Vietnam Savaşı ve beraberindeki enflasyon
yüzünden inişe geçmeye başlamıştı. Artık ABD’nin
eski biçimiyle egemenliğini sürdürebilmesi mümkün
değildi. BW tarafından yaratılmış olan sistem de artık
sürdürülemezdi. Doları değer kaybettikçe ABD, altına
Ancak bu çok uzun sürmedi. 1973-74 ve 1978-79
petrol fiyatlarında yaşanan ciddi artışlar
ve bunun neden olduğu arz yönlü şoklar; emisyonla
finanse edilen bütçe açıkları ve bunun yarattığı mali
dengesizlikler sırasıyla, enflasyonun artmasına,
ödemeler dengesi açıklarının daha da büyümesine
ve kaçınılmaz bir biçimde dış borç krizinin patlak
vermesine neden oldu. 1982 yılında, önce Meksika,
ardından da diğer bazı L. Amerika ülkeleri dış borçlarını
geri ödeyemeyeceklerini açıkladılar. Uluslararası
bankalar çok borçlu Latin Amerika ülkelerine kredi
vermeyi durdurdular. Çünkü bu özel bankalar, batık
53
kredi zararlarıyla ilgili olarak panik yaşadıklarından
yeni kredi vermek istemiyorlardı. Ödeme güçlüğüne
düşen böyle çok borçlu ülkeler nedeniyle dünyanın
en büyük 10 bankasının tüm sermayesi ve rezervleri
ciddi risk altındaydı.
ve ABD emperyalizminin gücüyle ilişkisi nedeniyle
borçlu ülkelere dayatabiliyordu ve bu konuda ikizi
DB’ nın da tam desteğini alıyordu.
‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ adı verilen ve
Ortodoks IMF politikalarının özünü oluşturan bu
Böylece, küresel finans piyasalarının bu fiyaskosunun politikalar, borçlu ülkelerin uygulaması zorunlu
üzerinden gelmek ve iflasın eşiğine gelmiş ülkeleri politikalardır. Bu politikaların belirlenmesinde borçlu
kurtarma görevi IMF’ye verildi. ABD, IMF’ nin yeni ülkelerin herhangi bir inisiyatifi yoktur.
rolünü son borç verici kurum olarak yeniden belirledi.
IMF’ nin yeni rolü, özel kredi kurumları risk almak Bu programlar altında, hem IMF hem de DB, verilen
istemediklerinde aracı olarak ya da son borç verici kredilerin geri ödenebilmesini sağlayabilmek için
kurum olarak bu ülkelere kredi vermekti. Bu adeta, borçlu ülkelerin kamu işletmelerini özelleştirmelerini;
özel bankalar ile merkez bankalarının ilişkisine benzer kamu harcamalarını kısıp, kamu gelirlerini
bir ilişkiydi.
artırmalarını, mali disiplin ve faiz dışı fazla vererek ve
para ve kredi hacminin daraltarak bütçe açıklarının
Nitekim IMF, ‘Concerted Lending’ adı verilen bir kapatılmasını; eğitim, sağlık, emeklilik ve çocuk
program aracılığıyla Büyük Amerikan bankalarını yardımları gibi sosyal harcamaları kısmalarını; ulusal
devreye soktu. Bu program çerçevesinde büyük sanayilere ve tarım kesimine verdikleri sübvansiyonları
bankalar vadesi gelen borçların anaparalarının azaltarak ve tarife ve diğer ithalat engellerini
ertelenmesine ve kısa vadelilerin uzun vadeye ortadan kaldırarak ekonomilerini düzenlemekten
çevrilmesine (roll-over) imkân tanıdılar. Ekstra vazgeçmelerini şart koşmaktadırlar. Ayrıca, talep
faiz oranı karşılığında bu bankalar borçlu ülkelere fazlasını ve enflasyonu dizginleyebilmek için serbest
yeni krediler açtılar. Burada amaç borçlu ülkelerin piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırılması, kamu
iflasını önleyerek yeniden borçlarını geri ödeyebilir iktisadi teşebbüslerinin ürettiği mal ve hizmetlerin
ve uluslararası sermaye piyasalarından yeniden fiyatlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının
borçlanabilir bir duruma getirmekti. Bu uygulama yükseltilmesi gerekli kılınmaktadır.
her ne kadar borç çevirmeyi kolaylaştırsa da, borçlu
ülkelerin giderek daha fazla borçlanmalarına ve borç Keza, yapısal uyarlama programları altında,
stoklarının ağırlaşarak borç tuzağına düşmelerine azgelişmiş ülkeler ekonomilerini yabancı sermayeye
neden oldu. Öyle ki Türkiye dâhil günümüzün çok daha fazla açmalıdırlar, yabancı yatırımlar üzerindeki
sayıda azgelişmiş ülke IMF kaynaklarının sürekli kısıtları kaldırmalıdırlar ve yabancı şirketlerin
kullanıcısı haline geldi
ülkenin doğal kaynaklarını ve işçilerini en düşük
fiyatlardan kullanmalarına izin vermelidirler. Ayrıca,
1979 yılında iş başına gelen Reagan Yönetimi ise, karın çok büyük bir kısmının bu çok uluslular
önceleri IMF’yi Keynesyen devletin bir düzenleme tarafından kendi ülkelerine transfer edilmesine de
aracı ve serbest piyasa etkinliğinin düşmanı ve engel koymamalıdırlar. Yapısal uyarlama programları
özellikle de AGÜ’ler için süt veren bir inek olarak ayrıca, döviz sağlamak amacıyla, ucuz hammaddeleri
gördüğünden ihtiyatlı davransa da, 1982 Meksika dünya pazarlarına satmak anlamına gelen bir ihracat
krizinin ardından fikir değiştirdi ve IMF’nin neo- yönlü büyümeyi de içerir. Bunun için de devalüasyon
liberal, serbest piyasa gündeminin dayatılmasında yapılması ve sermaye hareketlerinin tam serbestisi
araç olarak kullanılabileceğini keşfetti.
ve döviz kontrollerinin kaldırılması gerekir. Bir
bütün olarak, IMF ve DB’ nin bu Yapısal Uyarlama
Nitekim IMF, borçlu ülkelerin borçlarını geriye Politikaları, azgelişmiş ülkeleri borç ödeme
ödeyebilmelerini kolaylaştırmak ve onlara uluslar makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin
arası özel bankalarca verilmiş olan kredileri yeniden bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan karlar
yapılandırmak amacıyla köprü kredileri verirken bu yaratmıştır.
kredileri belli şartlara bağlamaya başladı. Bu şartlar
IMF kredilerini kullanabilmek için yerine getirmesi Daha önce belirtildiği gibi, orijinal Bretton Woods
gerekli şartlardı. Normalde hiçbir özel bankanın sisteminde IMF kredileri devalüasyonu önlemek
önermeye dahi cesaret edemeyeceği bu koşulları ve talebi körüklemek için verilirdi. ABD sermayesi
(conditionality) IMF, sağladığı kredilerin büyüklüğü, bu Keynesyen önlemleri benimsemişti, çünkü o
uluslararası kreditörler için garantör olma pozisyonu zamanlar ABD dünyanın en temel ihracatçısıydı, çok
54
büyük cari hesap fazlası vermekteydi ve dünyanın
geri kalanı ithalatlarını yapabilmek için onun parasına
bağımlıydı. Ancak 1980’lerde IMF daha önce izlediği
bu yönlü politikalarını ters yüz etti ve kasıtlı olarak
devalüasyonlar yapılmasını empoze etti, ithalatın
kısılabilmesi için milli gelirde ve talepte azaltmaya
yol açacak önlemlere yöneldi. Bütün bu politika
değişiklikleri de uluslar arası finans kuruluşlarının
borçlu ülkelerden olan alacaklarını garantili bir
biçimde tahsil etmesine yarıyordu.
kölelik anlaşmalarını imzalamaya yanaşmazlardı.
IMF patentli kredi ve ticaret politikaları borç yükü
altındaki ülkeleri, temelde ABD’li şirketler ve
bankaların çıkarlarına hizmet eden bir dünya ticaret
ağına daha sıkıca bağlamakta kullanılan bir silah oldu.
Para ve maliye politikaları, IMF’nin azgelişmiş
ülkelerin büyüme ve kalkınma hedefleri üzerinde
etkili olabileceği alanlardan sadece bir ikisi ve en çok
bilinenleri. IMF daha ziyade “yeşil ışığı” yakmak
için bunları şart koşuyor. Ancak IMF aynı zamanda
dış ticaret, finansal serbestleşme, özelleştirme, kamu
kesiminin büyüklüğü ve rolü gibi çok sayıda başka
alanlar üzerinde de etkili olabilecek politikalar ya da
uyarlamaları dayatıyor.
1980’lerde imzalanan 187 adet yapısal uyarlama
kredisi politik olarak sadece ve sadece IMF gibi
kar amacı gütmeyen, çok taraflı bir örgüt tarafından
yaptırılabilirdi, çünkü çok acı reçeteler içeriyordu. Bu
programlar üçüncü dünya ülkelerine açlık, beslenme
sorunları, yoksulluk, hastalık ve ölümler getirdi.
Üstelik bu politikalar büyüme de getirmedi. Örneğin
Sahra altı Afrika ülkelerinde bu yıllarda GSYİH yılda
% 2,2 oranında düştü. Bu ülkeler aldıkları kredileri
geriye ödeyebilmek için sağlık ve eğitim harcamalarını
% 25–50 kısmak zorunda kaldılar.
Bir yandan giderek ağırlaşan borç servisi (anapara
ve faiz ödemesi), diğer yandan ekonomiyi daraltan,
büyümeyi yavaşlatıcı tedbirlerin sonucunda borçlu
ülkelerde bu dönemde ekonomik büyüme hızları iyice
küçüldü. Hatta bazı ülkelerde büyüme hızı negatif
SORU 6: Söylediklerinizden IMF’nin sadece oldu, istihdam azaldı, yoksulluk ve gelir dağılımındaki
ödemeler bilânçosunu düzeltmeye yönelik adaletsizlikler daha da arttı. Buna karşılık IMF’nin
politikalar uygulamadığı, kredi verilen ülkelerin öngörüsü de gerçekleşmedi ve özel bankalar borçlu
neredeyse tüm politikaları üzerinde belirleyici ülkelere verdikleri kredileri genel görünüm itibariyle
olduğu ortaya çıkıyor...
artırmadılar. Yani, yeşil ışık her zaman işe yaramadı.
IMF kamu işletmelerinin özelleştirilmesini bu
işletmelerin verimsiz çalıştırıldıkları ve kamu
müdahalelerinin zararlarından hareketle savunuyor.
Ayrıca KİT satışlarından elde edilen gelirlerin
dış borçları geri ödemede de kullanılabileceğini
öngörmektedir. Bütçe açıklarını ve borç stokunu
azaltmak adına IMF ayrıca sağlık, eğitim ve
sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının
da kısılmasını emrediyor. Reel ücret düzeyini
düşürebilmek için devalüasyon talep ediyor. Burada
amaç, ithalatları kısıp ihracata yönelmeyi teşvik
etmektir. İhracatı artırabilmek için, gıda fiyatlarını
belli bir düzeyde tutan sübvansiyonlar da kesilmelidir.
IMF ayrıca çok yoğun bir de-regülasyon politikası
uygulattırarak uluslar arası sermayenin de hareket
alanını genişletmektedir.
IMF programını uygulayan ülkelerde 1980–1987
arasında kişi başına kamu harcaması miktarı her
yıl düşerken dış borç faiz ödemeleri sürekli arttı. L.
Amerika’da faize ayrılan kamu harcamalarının bütçe
içindeki payı % 9’dan % 19,3’e çıktı. 1980’ler L.
Amerika için kayıp yıllar oldu. Şili’de IMF koşulları
sonucunda reel ücretler % 40 oranında azaltıldı, borç
krizinin pençesindeki Meksika’da ise 1982–1992
döneminde reel ücretler ve beraberinde sağlık, eğitim
ve temel fiziki alt yapı harcamaları yarı yarıya düştü.
Aynı dönemde yetersiz beslenme nedeniyle bebek
ölümleri neredeyse üç katına çıktı.
Yapısal Uyarlama Programları’nın ardından geçen 10
yılda üçüncü dünya borç stoku o yıla göre daha da arttı.
Yani IMF, bu ülkeleri borçtan kurtarmaktan ziyade
SORU 7: Peki, kendilerini ciddi fedakârlıklarda sonsuz bir borç tuzağına sürükledi. Devalüasyonlar
bulunmaya zorlayan bu Yapısal Uyarlama borç stoklarını daha da artırdı, zira borçlar ABD
Politikalarından az gelişmiş ülkeler fayda doları cinsindendi. Kemer sıkma politikası sonucunda
sağladılar mı?
büyüme o kadar kısıtlandı ki, faiz ödemelerini bile
yapmaya yetmedi. Yeni kredi aldıkça, AGÜ’ ler
Azgelişmiş ülkeler 1980’lerde borç krizine giderek artan bir biçimde uluslar arası sermayeye faiz
girmeselerdi ve buna bağlı olarak da gıda, ham ödeyen mekanizmalara dönüştüler. IMF’nin gerekçesi
madde ve sermaye malı ithalatı yapamaz duruma ise, kredilerin ekonomik büyümeyi teşvik edeceği ve
gelmeselerdi, büyük çoğunlukla IMF’nin böyle bunun da borç geri ödemesini mümkün kılacağıydı.
55
Gerçekte ise alınan borçların çok büyük kısmı
ekonomik büyümeyle değil, giderek daha fazla uluslar
arası borçlanmayla ödendi. 1969–1982 arasında L.
Amerikanın dış borçlanması ikiye katlandı. Yeni
borçların % 70’ inin eski borçların faizlerini ödemek
için kullanıldığı ortaya çıktı.
Bangladeş’te, Tanzanya’da, Peru’da, Mısır’da,
Pakistan ve diğerlerinde gıda sübvansiyonlarını
ortadan kaldırtan IMF politikalarıdır. IMF’nin serbest
piyasa politikaları, doğal kaynaklar ve zenginlikler
yabancı kapitalistlere gitsin diye dünyada bir
milyardan fazla insanı günde 1 ABD dolarından az
Neden olduğu felaketlere rağmen IMF, 1980’lerin borç bir tüketime mahkûm etmiştir.
krizinin, önerdiği Yapısal Uyarlama Programları’nın
beraberinde gelen büyüme hızlarıyla, artan ihracatlarla IMF ve DB programlarının benzer nitelikteki ve
ve yeni yabancı sermaye yatırımlarıyla çözüldüğünü felaketle sonuçlanan müdahalelerinin bir diğer
ve uygulanan neo-liberal reformların sonuçta örneği SSCB’ nin dağılmasının ardından Rusya’da
ekonomik büyüme ve daha iyi yaşam koşullarının görülmüştür.1991 yılında bu ülkede GSYİH % 60
oluşturulması için sağlam temeller oluşturduğunu ileri oranında daraldı. Oysa şu ana kadar en büyük bunalım
sürdü. Gerçekte, düşük gelirli yapısal uyarlamaya olarak bilinen 1929–1933 Depresyonunda ABD’ deki
tabi ülkelerin borçlulukları 1980’de 110 milyar ABD daralma bunun yarısından azdı, % 30 dolayındaydı.
dolarından 1992’de 473 milyar ABD dolarına çıkarken, UNDP’ nin tahminlerine göre, günde 4 ABD dolarının
faiz ödemelerinin düzeyi 6,4 milyar ABD dolarından altında gelir tüketilmesi anlamındaki bir yoksulluk
18,3 milyar ABD dolarına fırlamıştır. Endenozya’da tanımına göre Doğu Avrupa ve BDT ülkelerindeki
1980–1992 döneminde dış borçlar GSYİH’ nın % yoksulluk oranı 1988’ de % 4’ten, 1994’te % 32’ ye,
29’undan % 67’ye çıktı (böylece 1990’lardaki derin yani 13,6 milyon insandan 119,2 milyona fırladı.
finansal krizin tohumları da atılmış oldu).
IMF politikaları sadece azgelişmiş ülkelerin
Yani, her iki kuruluş da devasa bir borç tuzağına neden emekçilerini değil, aynı zamanda, hem doğrudan hem
oldu. Bu borç yükü dünyanın en yoksul ülkelerini, de dolaylı olarak ABD ve diğer gelişmiş kapitalist
milli gelirlerinin çok önemli bir kısmını faiz ödemeye ülkelerdeki emekçileri de etkilemektedir. Kısmen
kamu parasıyla fonlandıklarından, hem IMF hem de
ayırmak zorunda bıraktı.
DB, gelir ve serveti, vergiler aracılığıyla, bu ülkelerdeki
Kapitalizmin adaletsiz hastalıklı mantığı servetin çalışan sınıflardan başta ABD temelli olmak üzere
fiilen dünyanın en yoksul ülkelerinden en zenginlerine dünyadaki çok uluslu şirketlerin ve finans tekellerine
doğru akmasını gerektirir. Öyle ki, Latin Amerika hizmet eden programlara transfer etmektedir. Bu,
ülkeleri son yıllara kadar, her yıl toplam hâsılasının büyük şirketlere bütçeden sübvansiyon vermekle
üçte birinden fazlasını diğer ülkelere ve bankalara aynı şeydir. Diğer yandan halkın ödediği vergilerden
borç ve faiz geri ödemesi olarak verdiler. Borç, büyük oluşan devlet bütçesinden fonlanan bu şirketler
kapitalist güçlerin, yoksul ülkeleri baskılamada halka hesap vermezler. Yani, IMF -DB politikaları
kullandığı en önemli silahtır. Hem IMF hem de DB sadece azgelişmiş dünyayı daha da yoksullaştırmakta
bu borçları, yeni pazarlar açmada ve ucuz emek ve kalmamış, aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerdeki
hammadde kaynaklarına erişmede bir kaldıraç olarak işçilerin yaşam standartlarını aşağıya çekmiştir.
kullanmaktadırlar. Borç geri ödemelerini yapabilmek
ve yeni kredi sağlamak ve borç ödeme güçlüğüne
düşmemek için, bir zamanların sömürge ülkeleri,
IMF ve DB’ nın koşullarını kabul etmek zorunda
kalmışlardır.
SORU 8: 1990’lardaki krizler sonrasında IMF’ nin
başta Asya Ülkelerine dönük olmak üzere sunduğu
büyük çaplı kurtarma paketlerinin örtülü başka
amaçları da var mıydı?
“IMF’nin 1990’lar krizleri ve G. Kore kurtarmasındaki
Her ne kadar Dünya Bankasının genel merkez gizli amacı, bu bölgeleri Amerikan sermayesine daha
binasının girişinde “ Rüyamız, yoksulluğun olmadığı fazla açabilmektir.”
bir dünyanın kurulumudur” diye yazsa da, ikizi Vietnam Savaşı ile zayıflayan ABD emperyalizminin
IMF milyonlarca işçi ve köylünün yaşamlarını ve askeri gücü, 1980’lerde, Granada, Libya, Lübnan
sağlıklarını uluslar arası finans kapitalin kullanımı için ve Panama gibi askeri olarak zayıf ülkelere yapılan
feda eden politikaları azgelişmiş ülkelere zorlamıştır müdahalelerle yavaş yavaş yeniden inşa edildi. Bunu
ve bu politikaların uygulattırılmasında en büyük İran Körfezi ve Yugoslavya’ ya yapılan daha büyük
desteği de DB vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne müdahaleler izledi. 1990’larda bu müdahalelerin amacı
göre, yapısal uyarlama altındaki ülkelerin yarısında ABD askeri egemenliğinin yeniden kurulmasıydı.
kişi başına düşen gıda maddesi azaldı. Bunun nedeni, Buna paralel bir biçimde ABD, 1980’lerde ortaya
56
çıkan üçüncü dünya ülkeleri dış borç krizinde IMF’yi
son borçlanıcı olarak tekrar devreye sokarak iktisadi
gücünü de pekiştirdi.
finansman dünyasında da bedava yemek yoktur.
Çünkü ABD, IMF aracılığıyla uluslar arası bankaları
şemsiyesi altına alırken, aslında bütünüyle kendi
çıkarlarına hizmet etmiştir. IMF kredi şartlılığı ile
ABD’nin ekonomik gücü arttıkça, dünya finansal ABD, egemenliğini sadece 1980’lerin yoksullaşmış
piyasalarının işleyişinde IMF’nin kilit rolü de daha ülkeleri üzerinde değil, bu kez küresel kapitalizmin
açık hale gelmeye başladı. Tayland, Endonezya, G. en hızlı büyüyen ikinci katman Asya ülkeleri üzerinde
Kore, Rusya ve Brezilya, ABD finansal gücünün kurmayı denemiştir. Bu da Avrupa bankaları ve de
kolluk kuvvetlerine dönüştüler. Resmi olarak IMF özellikle 1970 ve 1980’lerde Güney Doğu Asya’da
ortada görünse de ülkeler bunun ardındaki gücün yerini dolduran Japon bankalarını karşısına almasına
emperyalizmin yeni ilişkileri olduğunun çok iyi neden olmuştur.
farkındaydılar. Örneğin, Güney Kore döviz sıkıntısına
girince, bir elçisini gizlice IMF yerine, doğrudan ABD ve Japonya’nın Güney Doğu Asya üzerindeki
ABD Hazinesine gönderdi ve gerekli desteği alarak rekabeti, krizin boyutlarını da artırarak büyümesine
neden oldu. Önce Japon Hükümeti öneri olarak, 100
kurtarma paketini elde etti.
milyar ABD doları tutarında bir Asya Para Fonu
Son borçlanıcı kurum olarak IMF, 1997–1998 finansal yaratma önerisinde bulundu. Ancak, bu öneri ABD’nin
krizinin sınırlı tutulmasında merkezi bir rol oynadı. Asya’daki varlığını tehdit ediyordu ve ABD, krizi
Meksika örneği dışında, 1980’lerdeki IMF kurtarma önlemeyi ikinci plana atarak bu tehdide yoğunlaştı.
paketlerinin toplam tutarı yılda ortalama 8 milyar ABD Hazine Bakanı bu öneriyi, IMF’nin yetkisine
ABD doları civarındaydı. Ancak, sadece 1997–1998 zarar verdiği gerekçesiyle veto etti. Çünkü gerçekte
dönemindeki 18 ayda IMF, 200 milyar ABD dolarlık IMF parasal sistemin en etkin jandarmasıydı. Daha da
bir kurtarma paketi düzenledi. Marshall Planı ile önemlisi, ABD güdümlü IMF himayesi altında verilen
verilen tutarın beş kat büyüğü olan bu tutarı ödemek bir kurtarma paketi, nakit zengini ABD bankalarına,
hiçbir özel bankanın, ya da bankaların, ya da her hangi Güney Doğu Asya’da Japon bankalarının üstünde bir
bir aracının yapabileceği bir şey değildi. IMF yeni bir güç veriyordu ve aynı zamanda da ABD’li şirketlerin
role soyunmuştu: Uluslar arası bankacılık sisteminin bu bölgeye girmelerinin önünü açıyordu.
parçalanmasını önlemek.
Nitekim Tayland’a verilen 3,9 milyar ABD doları
kredinin onaylanmasının ardından yabancıların yerel
bankaları ve finansal şirketleri devralma dönemi
başladı. The Economist’ e göre, Güney Kore paketinin
ardından IMF, bu ülkeyi Amerikalı ve diğer yabancı
şirketlere açmada bir kilit haline geldi. Bu paket ile
ülkenin ağır borçlu şirketlerinin (chaebol) borçları
yeniden yapılandırıldı. Ardından IMF, Daewoo
Motors’un iflasını istedi ve bu iflasın ardından dünya
otomotiv devlerinden olan bu grup 6 milyar ABD
doları gibi düşük bir fiyatla ABD’li Ford ve GM’ e
satıldı.
Bu bağlamda, Ağustos 1997- Aralık 1998
dönemindeki beş kurtarma paketi çok önemlidir.
Bu paketlerle Tayland: 17 milyar $, Endonezya: 43
milyar $, Güney Kore 57 milyar $, Rusya 21 milyar
$ ve Brezilya 41 milyar $’lık kredi elde ettiler. Piyasa
faizlerinin altında faiz oranlarıyla verilen bu krediler,
mevduat sahiplerini ve yabancı kreditörleri korumak
ve çöküşün kıyısına gelmiş olan ulusal bankacılık
sistemlerini yeniden kapitalize etmek amacıyla
veriliyordu. Nitekim Güney Kore örneğinde, bazı
yabancı kreditörlerin parası doğrudan IMF tarafından
ödendi. IMF kurtarma paketleri ve şartlılığıyla,
yabancı bankalara mevcut borçları yenilemeleri
durumunda geri ödemelerin tam olarak yapılacağının
da mesajı verilmekteydi. IMF kredileri olmaksızın
finansal erime uluslar arası kredi kurumasına neden
olacaktı. Ancak, bankerler ve sanayiciler mevcut
alacaklarıyla ilgili çok zararlar edeceği riski altında
yeni kredi vermek konusunda keyifsiz davrandılar, bu
da uluslar arası finansal sistemin işleyişini bozdu ve
dünyayı resesyonist bir sarmala itti.
Uygulamadan da görüleceği gibi, IMF’nin Güney Doğu
Asya’daki kredileri, durumu istikrara kavuşturmak
ve borçların geri ödenmesini sağlamanın çok ötesine
geçerek, yerel bankaların ve sanayi şirketlerinin
haraç mezat, esasta ABD’li olmak üzere, yabancı
firmalara satılmasına hizmet etmiştir. Üstelik bu
soygun operasyonu ABD basınında, Asya bankacılık
krizinin yolsuzluk ve usulsüzlüklerden kaynaklandığı
iddia edilerek savunulmuştur. Daha vahim bir durum,
Bir başka anlatımla, 1997-98’ler finansal SSCB’nin çöküşü sırasında, Rusya’daki doğal gaz ve
krizleri sonrasında uygulanan yapısal uyarlama petrol kaynaklarının bizzat IMF yardımlarıyla, çok
programlarının görünürdeki amacı Batılı ve Japon kısa bir sürede Batı sermayesi işbirlikçisi bir avuç Rus
bankaları ve yatırımcıları kurtarmaktı. Ancak, oligarkının eline geçirilmesinde yaşanmıştır.
57
Rusya için 21 milyar ABD doları tutarında bir kurtarma
paketi hazırladı. IMF, yabancı yatırımcılara, Rusya’nın
mükemmel temellere sahip olduğu yönünde garanti
verirken, uluslar arası sermaye piyasalarını Rusya’nın
borç sorununu çözmesi için teşvik ediyordu. Rusya
bankalarını yöneten oligarklar bu kredileri ceplerine
attılar ve bu kredileri, varlıklarını Rusya’dan Batıya
transfer etmede kullandılar. Bir anda gerçekleşen
büyük çaptaki sermaye çıkışları sonucunda Ruble
çöktü, bankalara hücum başladı ve bu durum Rusya
Hükümetinin ulusal borç ödemelerini reddetmesinin
de yolunu açtı. Bu da 1998 yazında ortaya çıkan
finansal krizin önünü açtı. IMF garantilerine rağmen
uluslar arası bankalar Rusya’da ciddi zararlar ettiler
ve bir zamanların en büyük hedge fonlarının başında
gelen Long-Term Capital Management (LCTM)
SORU 9: Anlaşılan Güney Asya Kriz Paketleri iflas etti. Fed ise, bu iflasın ABD bankacılık sistemi
ABD için başka kazanımlara da neden oldu. Peki, için çok ciddi tehdit oluşturduğu iddiasıyla LCTM
bu paketlerin karşılığında uygulanan bu politikalar kurtarmasına müdahil oldu.
kredi alan ülkelerin sorunlarını çözdü mü?
Kriz Brezilya’ya yayılınca IMF’ye olan eleştiriler
IMF, ABD ve Japonya’nın uyguladığı politikalarla artmaya başladı ve IMF vites değiştirmek durumunda
krizi sınırlı tutabilse de, dünyanın % 40’ı 2. Dünya kaldı. IMF, ulusal parasını devalüe etmemesi koşuluyla
Savaşı’ndan sonra görülmüş en derin resesyona girdi. (aşırı değerlenmiş olmasına rağmen) Brezilya’ ya 41
Bu nedenle de genelde IMF programlarının krizi daha milyar ABD dolarlık bir kurtarma paketini önerdi.
da ciddileştirdiği ve Asya gribini yaygınlaştırdığı Devalüasyonu baskılamak için faiz oranlarını %
kabul edilmektedir. Çünkü, IMF, ihracatları 30 ve üzerinde yükseltmeye zorladı. Ancak, iflas
artırarak krizden çıkabilme anlamında devalüasyon etmiş bir hükümetin aşırı değerli parayı uzun süre
dayatmaktadır. Buna uygun olarak Güney Kore wonu devam ettiremeyeceğinin bilincinde olan sermaye,
yarı yarıya ve Endonezya rupiahı üçte iki oranında Brezilya’dan kaçmaya devam etti.
değer yitirdi. Bu durum da giderek pahalı hale gelen
ABD doları ile geri ödenecek olan borç yükünü daha 1990’lar krizleri sonrasında uygulanan IMF
da ağırlaştırdı. Bu ulusal bankacılık sistemini çökertti politikalarının emekçi yığınlar ve halk üzerindeki
ve finansal kurumaya neden oldu.
etkileri ise tam anlamda bir felaket olmuştur. Güney
Kore’de kitlesel işten çıkartmalar yaşandı (öyle ki
Bu ülkelerde IMF talimatıyla yükseltilen yüksek IMF tanımı üzerinden şakalar geliştirildi: “IMF: I’M
faiz oranları, sermaye kaçışını önlemek ve yabancı fired ( işten atıldım)” . Aileleri yoksullaştığından
sermaye girişini teşvik etmek için tasarlandı, ama sokağa bırakılan çocuklara “IMF Öksüzleri” adı
çöküşe katkıda bulundu. Çünkü borç düzeyleri kısa verildi. Tayland’ da çok sayıda çocuk fahişeliğe
sürede iki üç katına fırlayınca bir zamanların çok güçlü zorlandı. Suharto diktatörlüğü altında Endonezya’da
firmaları borçlarını ödeyemediler ve resmi olarak iflas okula kayıtlı öğrenci sayısı dörtte bir oranında azaldı.
ettiler. Bunu yaparken ulusal bankacılık sistemini Pirinç fiyatı % 38, kızartma yağı % 110 ve petrol
de yanlarında götürdüler. Yabancı sermaye IMF’ye fiyatı % 70 oranında arttı. Bunlar ayaklanmalara ve
rağmen ya da IMF politikaları nedeniyle, bölgeden Suharto’nun 1998 yılında devrilmesine neden oldu.
kaçmaya devam etti. Hatta DB bile, IMF’nin bölgesel Bu durum, halk ayaklanmalarına yol açabileceği
krizi küresel bir çöküşe dönüştürdüğünü ileri sürdü.
endişesi nedeniyle, yerel egemen sınıf için tehlikeli
hale gelmeye başladı. Arjantin’de ulusal toplu pazarlık
IMF’nin Asya kurtarma paketlerinin başarısızlığı sisteminin kaldırılması ve işverenlerin istedikleri
borsaları sıkıntıya sokarken, aynı zamanda başka zaman işçilerini atabilmeleri yönünde yasalarda
bölgelerde (Doğu Avrupa, L. Amerika ve Afrika) değişiklikler yapılması şart koşuldu.
ulusal para birimlerinden kaçışı beraberinde getirdi.
1998 yazında, uluslar arası finansal sistemin yeni zayıf
noktaları Rusya ve Afrika oldu. Haziran 1998’de IMF,
IMF’nin yönlendirdiği böyle büyük çapta sermaye
akımları dünya bankacılık sisteminin, ABD
emperyalizmine olan bağımlılığını bir kez daha
ortaya koymuştur. Küreselleşme altında IMF, ABD
hegemonyası altındaki bir uluslar arası merkez
bankası gibi davranmaktadır. Bu IMF için yeni bir
roldür. Krizleri ne kadar kötü yönetse de şimdilik
başka bir alternatif de gözükmemektedir. Her ne kadar
milyonlar için bu durum felaket demek olsa da, IMF
bir avuç azınlık için emperyalizmin ilk dönemleri gibi
oldukça verimlidir. Birçok insana göre IMF, bir işgal
ordusunun vereceği zarardan daha fazla insani zarara
neden olmuştur. Bu barışçıl emperyalizm, savaşın
diğer yüzü kadar öldürücüdür.
58
SORU 10: IMF uluslar üstü özerk bir kuruluş yok olmadı, sadece spotlarını değiştirdi. Önceki
mudur, yoksa büyük devletlerin kontrolü altında sömürgeler resmi bağımsızlıklarını kazansalar
mıdır?
da gerçekte politikaları ve ekonomi politikaları
emperyalistlerce ve büyük sermaye tarafından
Hem IMF hem de DB sapkın ya da şeytani kurumlar şekillenmeye devam etti. Sosyalistler, resmi olarak
değiller ama izledikleri politikalar da özerk politikalar bağımsız, ancak ekonomik olarak emperyalizm
değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere tarafından kontrol edilen bu ülkelerin bu çelişkili
büyük sermayenin araçları konumundalar. Politikaları, durumlarını anlatmak için bu ülkeler için yarı sömürge
neo-liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade tanımını kullanırlar. Bu durumu Jesse Jackson, Afrika
kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve Uluslar Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle
eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist hükümetleri, IMF özetler: “Emperyalistler eskiden mermi ya da urgan
ve DB’ nı neo-liberal programları izlemeye zorlayan kullanırlardı, şimdi ise DB ve IMF’ yi kullanıyorlar”.
şey ise küresel kapitalizm. Bu iki kuruluş küresel
kapitalizmin bürokratik metaforları konumundadırlar. Bugünkü emperyalist hegemonya ekonomiktir ve
bu dünya piyasalarının kontrolüyle, ÇUŞ’ ların
Daha spesifik olmak gerekirse, IMF zengin ülke gücüyle, uluslar arası finansal kurumlarla ve yoğun
hükümetlerince özellikle de ABD Hazinesince kontrol bir askeri güçle muhafaza edilmektedir. Gerektiğinde
edilmektedir. Görüntüde 186 ülkenin ortak bir örgütü emperyalizm, piyasaları koruyabilmek için, askeri
olsa da, New York Times’ın da bir tarihte tanımladığı olarak da müdahale etmektedir. Fantastik bir teknoloji,
gibi ABD Hazinesinin çoban köpeği (lab dog) gibi büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü
davranıyor. Temelde IMF, ABD’nin, kendi belirlediği barındıran bu şirketler ve büyük kapitalist hükümetler
ekonomi politikalarına diğer ülkeleri razı etmede dünyanın kaderini belirlemektedirler. Kendi güçlerini
kullandığı bir örgüt konumundadır. Nitekim Baltimore ve karlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik
Sun Gazetesinin, 18 Haziran 1981 tarihindeki bir kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde
tespiti her şeyi anlatıyor:
görmektedirler. Emperyalist sermaye bu bağlamda
IMF, DB ve DTÖ’ nü, kendi sınıfsal çıkarlarına
“Bazen, ABD yatırımlarının doğrudan dikte hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali
ettirilmesindense, çok taraflı ajansları kullanmak hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için
daha iyidir.”
kullanmaktadır. Yani, IMF ve DB’ nın, emperyalizmin
güçlü birer enstrümanı olarak yarı sömürge dünyanın
Nitekim 1990’ların sonlarındaki Güney Kore krizi ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde
sırasında, bu ülke’nin doğrudan IMF’ye gitmeyip, kullanıldığını ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda,
ABD Hazinesi’ne gitmesi, istediği krediyi alması, daha önce ele aldığımız ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’
bunun rüşveti olarak da ABD’li büyük sermaye küresel sermayenin yarı sömürge ülkeleri yönetmede
gruplarına çok büyük imkânlar tanıması IMF’nin kullandığı politik bir şantaj şeklidir.
bağımsız, uluslar üstü, özerk bir kuruluş olmadığının
somut bir örneğidir.
Aşırı birikim ve aşırı üretimden kaynaklanan kar
Keza, 2008 krizi sonrasında, ABD Hazinesi’nin oranlarındaki azalma ve bunun türev sonucu olarak
Pakistan’ da uygulamaya konulan daraltıcı IMF yetersiz talep sorunu, neo-liberalizmin, az gelişmiş
koşullarını gevşettirmesi şaşırtıcı olmadı. Çünkü dünyayı hem ucuz işgücü hem de yeni pazarlar
nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde, olarak emperyalist sermayenin hizmetine açmasıyla
Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi sonuçlanmıştır. Böylece, ÇUŞ’ lar ürünlerini girdikleri
sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle ülkelerin yerli üreticilerden daha ucuza satarak
daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin ekonomileri ele geçirebilmişlerdir. IMF üzerinden
bölgesel çıkarları açısından iyi olmazdı. Bu nedenle yürütülen neo- liberal kemer sıkma programlarının
de IMF, Pakistan’da faiz oranlarının düşürülmesine yerel üreticiler için verilen sübvansiyonlara, küçük
karşı çıktığı bir sırada, bütçe açığının % 3,4’ten % çiftçilere verilen yardımlara ve küçük işletmelere
verilen desteklere bulaşmasının da ana nedeni budur.
4,9’a çıkartılmasına evet demek durumunda kaldı.
Böylece, serbest ticareti öngören neo-liberalizm
IMF’nin özerkliği konusunu daha iyi tartışabilmek yoksul ülkelerin insanları için bir felaket olurken,
için tarihe bakmakta yarar var. 2. Dünya Savaşı serbest ticaret görüntüsü altında, ÇUŞ’ lar bu ülkelerin
sonrasındaki ulusal kurtuluş hareketleri ve zenginliklerine el koydular ve bu serveti Batının büyük
bağımsızlıkçı hareketlerin yükselişi sömürgeciliğin bankalarının kasalarında depoladılar. Gerçekte, IMF,
sona ermesine neden olmuştu. Ancak emperyalizm
59
DB ve DTÖ destekli olarak hayata geçirilen böyle
bir süper ekonomik dominasyon, geçmişte yürütülen
doğrudan ırkçı sömürgeciliğin gizlenmiş bir şeklidir.
borçlarının da hemen ödenmesini talep etti ve yeni
kredi verilmesini engelledi.
SORU 11: Bu örnekler, IMF’ nin sadece özerk
değil, aynı zamanda demokratik olmayan bir
yapısının da olduğunu göstermiyor mu? IMF
geçmişte, Filipinlerde Marcos diktatörlüğünü
desteklemişti. Yakın dönemde de bu tür antidemokratik iktidarları desteklediği oldu mu?
Keza, aynı ABD, Meksika’nın Nikaragua’ya yaptığı
petrol satışlarını durdurdu, kontr-gerilla ordusunu eğitti
ve finanse etti. Bundan 12 yıl sonrasında, 1992 yılında,
bir muhafazakâr hükümet iş başına geldiğinde ise, her
iki kuruluş da kolları sıvayarak ekonomiyi tamamıyla
dönüştüren bir destek programı uygulamaya başladı.
Köylüler tarafından daha öncesinde el konulmuş olan
topraklar tekrar büyük toprak sahiplerine geri verildi,
millileştirilmiş şirketler özelleştirildi, daha öncesinde
bedava olan sağlık ve eğitim hizmetleri kısmen
özelleştirildi ve kamu işçileri yığınsal olarak işten
çıkartıldı. Bugün bu ülkenin borç stoku GSYİH’ sının
6 katı tutarında, nüfusun % 74’ü yoksul, % 60’ ı işsiz
ve beş yaşın altındaki çocukların % 30’u yeterince
beslenemiyor.
Keza, IMF 2002 yılında Venezüella devlet başkanı
Chavez’e karşı yapılan, ancak sadece birkaç saat
ayakta kalabilen askeri darbenin hemen ardından,
darbecilere her türlü mali desteği vermeye hazır
olduklarını açıklamıştı.
IMF, geçtiğimiz aylarda Honduras’taki darbeci
hükümete 150 milyon ABD doları ve 9 Eylül’de 14
milyon ABD doları tutarında kredi verdi. Dünyadaki
hiçbir hükümet ya da örgütün, DB, BM ya da bölgesel
kalkınma bankasının bu darbeci askeri hükümeti
tanımamasına ve hatta verdikleri mali destek ve
kredileri durdurmasına rağmen, IMF’nin darbenin
hemen ardından darbecilere destek vermesi IMF’nin
politik arenadaki konumunu da ortaya koymaktadır.
IMF’nin bu tutumu aslında kurulduğu tarihten bu yana
onun temel gözetmeni olan ABD ‘nin politikalarıyla
uyumludur. Honduras’taki darbenin ardından, ABD
Hükümeti bu ülkeye doğrudan verdiği 18 milyon
ABD dolarlık yardımı keserken, IMF üzerinden
bunun 10 katını vermiştir. Aynı IMF, geçen Kasım
ayında bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş
başkanı Zeleya Hükümeti ile yapılmış olan Standby
anlaşmasını, ekonomi politikaları konusunda anlaşma
sağlanamadığı gerekçesiyle, durdurmuş ve krediyi
kesmişti.
Tüm bu örnekler uluslar arası politika arenasında IMF’
nin, ABD’ nin emperyalist hegemonyasının devamı
için bir araç olarak da kullanıldığının göstergesidir.
IMF’nin, karar alma mekanizması anlamında, iç
işleyiş biçimi de demokratik değildir. Bunun ana
nedeni, sermaye payı anlamında kota ve oy hakkı
dağılımıdır. Buna göre, en büyük beş kotaya ve oy
hakkına sahip ülkeler sırasıyla; ABD (% 17.09 ve %
Aslında IMF’ nin anti-demokratik iktidarları 16.77 ) , Japonya ( % 6.12 ve % 6.02), Almanya ( %
desteklemesi yeni değil. 1970’li yıllarda Filipinlerdeki 5.98 ve % 5.88), Büyük Britanya ve Fransa’dır (her
diktatör Marcos’a ve Zaire’de diktatör Mobutu’ ya da biri % 4.94 ve % 4.85). İkinci büyük grup ülkeler ise,
destek vermişti.
Çin (% 3,72 ve % 3,66), S. Arabistan (% 3,21 ve %
2,69) ve Rusya’dır ( % 2,73 ve % 2,69). Türkiye’nin
Darbeci hükümetlere destek verme konusunda son payı ise sırasıyla % 0,55 kota ve % 0,55 oy hakkıdır.
derece cömert davranan IMF aynı ilgiyi demokratik
halk iktidarlarına göstermemiş, hatta kredilerini onları Azgelişmiş diğer ulusların payları da % 001 ile %
cezalandırmada bir araç olarak da kullanmıştır.
1 arasında değişmektedir. Böylece oyların % 40’ı en
büyük beş ülkeye aittir. S.Arabistan, Çin ve Rusya’yı da
Örneğin, Nikaragua’da 1979 yılında yapılan içine kattığımızda oyların % 50’sini bulan bir kısmının
Sandinista devriminin ardından hem IMF hem de DB, ve veto hakkının büyük ülkelere ait olduğu görülür.
devrimin tüm L. Amerika’ya yayılacağı endişesiyle, Bu durum uluslar üstü bir kurum görüntüsündeki
bu ülkeye vermekte oldukları tüm kredileri kestiler. bu örgütün aslında zenginler kulübünün bir örgütü
Sandinista Hükümeti, halkın da desteğiyle bazı olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu açıdan
şirketleri millileştirdi, okuryazarlık kampanyası, azgelişmişlerin gerçekte IMF kararlarında söz hakkı
sağlık ve ucuz gıda gibi halkının lehine olan projeleri yoktur. Bu ülkeler için toplantılara katılmak sadece bir
başlattı. ABD, IMF ve DB’ nı Nikaragua’ya hali ritüel gereğidir. 2008 krizi sonrasında azgelişmişlerin
hazırda verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmeye kotasının üç katına kadar çıkartılabilmesine imkân
zorladı ve bunu başardı. Ayrıca devrilen diktatörün veren değişikliğin ise hiçbir işe yaramayacağı açıktır.
60
SORU 12: IMF’ nin değişmekte olduğu doğru mekanizma oluşturması ve daha yeşil bir üretim
mudur? Doğruysa bu değişikliği nasıl yorumlamak dünyasının sağlanması biçimindeydi.
gerekir?
İstanbul IMF Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiri
IM F’nin değişmekte olduğu iddiaları Nisan 2009’da de ise, IMF’nin kuruluşu sırasında yer alan temel
toplanan G20 Londra Zirvesi ve yine aynı yıl yapılan amaçlarda herhangi bir değişiklik meydana gelmediği
IMF İstanbul Zirvesi sonrasında dillendirilmeye vurgulandı. Bu klasik amaçlar sırasıyla; Uluslararası
başlandı.
ticaretin geliştirilmesini, böylece büyüme ve istihdam
yaratılmasını teşvik etmek, döviz kuru istikrarını
Değişimle ilgili olarak, öncelikle, bu yıl ikinci baskısı sağlayarak uluslararası açık ödeme sisteminin
yapılan ‘Kapitalizmin Krizi’ adlı kitabımda da geniş devamını sağlamak ve ödemeler bilânçosu sorunlarına
olarak yer verdiğim gibi, G20 Londra Zirvesi’nden yönelik olarak gerektiğinde ülkelere, yeterli miktarda
çıkan kararların iyi okunması gerekli. Bu zirvede bir döviz kredisi vermek.
araya gelen G20 ülkelerinin li­derleri krize karşı küresel
işbirliğinin koordinasyonu anlamında, hem IMF’nin Aynı toplantıda bu amaçlara ilave olarak 2008 krizine
mali gücünü ve rolünü artırmaya, hem finansal piya­ karşı yeni eylem planları açıklandı. IMF’nin iyiye
saların regülasyonuna, hem de dünya ticaretine ilişkin doğru değişmekte olduğu yorumlarına neden olan da
bir dizi ka­rar aldılar. Bu kararlar özetle:
işte bu fiili durumun beraberinde getirdiği öneriler ve
alınan kararlardır. Bunlar sırasıyla;
— Güvenin tesisi, istihdam ve büyümenin
canlandırılabilmesine yö­nelik olarak ortak eylem — Azgelişmiş ülkelere yönelik kredilerin artırılması:
planı,
Bu çerçevede IMF 2008 yılından bu yana Beyaz Rusya,
—Finansal
denetim
ve
regülasyonların Macaristan, İzlanda, Letonya, Pakistan, Polonya,
güçlendirilmesine yöne­lik olarak finansal sistemin Romanya Sırbistan, Sri Lanka ve Ukrayna’ya yönelik
regülasyonuna ve gözetimine ait bir reform taslağı,
olarak 160 milyar ABD dolarlık rekor bir taahhütte
— IMF ve Dünya Bankası üzerinden sağlanan, bulundu.
finansman miktarını 850 milyar ABD dolarına
artırmak, IMF kaynaklarını üç misli artı­rarak 750 — Azgelişmiş ülke ekonomileri için yeni bir kredi
milyar ABD dolarına çıkartmak ve toplamda 250 hattının oluşturulması: Küresel finansal kriz
milyar ABD dolarlık bir dış ticaret finansmanı nedeniyle ülkelerin yaşadıkları likidite problemlerinin
sağlamak;
çözümüne yönelik olarak yeni bir kısa vadeli likidite
— IMF’nin Esnek Kredi Kolaylığı (FLL) koşullarının kolaylığı uygulaması başlatıldı. Kolombiya, Polonya
ve Dünya Bankası’nın az geliş­miş ülkelere dönük ve Meksika gibi ülkeler bu krediler için başvuruda
uygun kredilere erişim koşullarının yumuşa­tılması,
bulundular.
— 2011 sonunda IFIS-IMF kota reformu ve Dünya
Bankası’nın reformu (2010), IMF ve Dünya — Sosyal korumaya önem verilmesi: IMF olabildiğince
Bankası’ndaki istihdamın liyakata göre yapılması, sosyal harcamaların korunacağını açıkladı. Örneğin,
IMF stratejisi ve sorumlulukla­rının belirlenmesinde Pakistan’da yoksullara yönelik nakit transferleri ve
fon guvernörlerinin daha fazla inisiyatif al­malarının elektrik sübvansiyonları sunulacağı ileri sürüldü.
sağlanması,
Çok tartışılan yapısal reformların, krizden en
— Küresel ticaret ve yatırımların geliştirilmesi, fazla etkilenen kesimleri gözetecek bir biçimde
korumacılığın ön­lenmesine yönelik olarak ülkelerin bir tasarlanacakları açıklandı.
yıl için korumacılığa baş­vurmamaları doğrultusunda
2008 Kasım’ında alınan kararın 2010 yılına kadar — Çok düşük gelirli ülkelere yönelik kredilerin
uzatılması,
artırılması: IMF bu tip ülkelere yönelik finansal
— Adil ve sürdürülebilir bir canlanmanın yardımlarını iki katına çıkarttı. 2008 yılında bu tip
sağlanabilmesine yöne­lik olarak, Milenyum Kalkınma ülkelere yönelik yardımlar 1,5 milyar ABD doları iken
Hedefleri’ne bağlılık, düşük gelir­li ülkelere Sosyal bu rakam Temmuz 2009 itibariyle 2,9 milyar ABD
Sorum­luluk Fonu adı altında, 50 milyar ABD dolarlık doları olarak gerçekleşti. Ayrıca SDR’ler aracılığı ile
bir fon tahsisi, IMF’nin imtiyazlı kredilerinin limitleri yaratılacak olan 250 milyar ABD dolarlık kaynağın
ve kapasitesinin artırılabilmesi için altın rezervlerinin 18 milyar dolarının bu tip ülkelere yöneleceği ve bu
bir kısmının satılması, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün paranın, ülkelerin rezervlerinin güçlendirilmesinde ya
krizin yoksullar üzerin­deki etkilerini izleyen bir da ödemeler bilânçosu problemleri nedeniyle ortaya
61
çıkan nakit ihtiyacına yönelik olarak kullanılabileceği
dile getirildi.
— Kredi koşullarının kolaylaştırılması: Geçmiş
dönemlerde Fon, program çerçevesinde belirlenen
amaçlarla doğrudan ilgili olmamakla beraber ülkenin
uzun dönemli gelişimi için gerekli olabilecek şartları
anlaşmalara dâhil etmekteydi. Bundan böyle,
kredilerin bağlandığı şartların kolaylaştırılacağı ve
yalnızca ülkelerin cari dönemde yaşadıkları ekonomik
sorunların çözümünün hedefleneceği açıklandı.
Kaldı ki, 1,1 trilyon ABD dolarlık enjeksiyon, fabrika
kapanmaları ve iflasları durdurmak, istihdam yarat­
mak, konutların el değiştirmesini durdurmak ve
ihtiyaç içindeki üçüncü dünya ülkelerine yardım için
kullanılmayacak, çalı­şan sınıflara veya yoksullara
gitmeyecektir. Bu para kriz nedeniyle iflasın eşiğine
gelmiş kapitalist devletlere borç olarak verilecektir.
Bunu yaparken de IMF, her zaman olduğu gibi,
krizlerin bedelini ihtiyaç halindeki ülkelerin ka­
pitalistlerine değil, işçilerine, köylülerine ve
yoksullarına ödettirecektir. Nitekim Kriz sonrasında
IMF’nin avukatlığına soyunmuş yayın organları da yapılan çok sayıda kredi anlaşması bunu ortaya
IMF’nin değiştiğini söylüyor. Örneğin The Economist’ koymuştur.
e göre, IMF yeni bir görünüme büründü. Buna göre, Ayrıca, bu trilyon ABD dolarlık fon, IMF’nin
IMF artık sadece Wall Street ve Avrupa bankaları kamusal yoldan fonlanmasıyla sağlanmış olan bir
için değil, dünyadaki tüm ülkeler ve insanlar için fondur ve özel bankaların hizmetine sunulacaktır.
çalışacak. Bunu da, hem kaynaklarının 1,1 trilyon Kriz nedeniyle bankalara borç geri ödemelerini
ABD dolarına çıkartılması, hem de işleyiş biçiminde yapamayan ülkeler bu sözü edilen fondan kredi alarak
önerilen bazı değişikliklere ve IMF’ nin giderek bu borçlarını ödemeye çalışacaklar. Böylece, aslında,
daha çok azgelişmişlerin sorunlarına yöneleceğinden G20 bir adımda IMF’nin kreditör ve gelecekteki borç
hareketle savunuyor.
tahsildarı rolünü yeniden zorunlu, vazgeçilemez bir
hale getirmiştir.
Yani, IMF’ye sanki dünya çapında “son borç verici
kurum” anlamında bir dünya merkez bankası rolü
veriliyor. Üç katına çıkartılmış kaynaklarıyla IMF şu
ana kadar oynadığı rolü daha önce ayak basmadığı
bölgelere doğru genişletmeyi düşünüyor. Tarihinde
ilk kez IMF bu yaygınlıkta klasik koşullarına bağlı
olmayan kredi tahsisi yapmayı planlıyor. Bu durum
onu resesyonda kredi enjeksiyonu yapma anlamında
son borç verici konumuna yaklaştırıyor ve haklı olarak
da bugünkü gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında
Bretton Woods anlaşmasıyla kıyaslanıyor ve G20
Londra Zirvesi sonucunda BW benzeri bir yeniden
yapılanmaya gidilip gidilemeyeceği tartışılıyor.
Washington Uzlaşması yıllarından bu yana IMF’ nin
kötü isminin nedeni, kalkınmayı destekleyen bir acente
olmaktan ziyade bir banker gibi davranmasıydı. Krizle
mücadele konusunda yapılan resmi açıklamaların
tersine, krizin kendisi eski IMF’ nin yeniden dünyaya
gelmesinde ebelik görevi yaptı. Yani kriz yeni IMF’
yi doğurttu. IMF’ ye örneğin 3 trilyon ABD doları
dahi verilmiş olsaydı, çöken dünya talebini ayağa
kaldırma konusunda bir farklılık ortaya çıkmazdı.
Bu 3 trilyon ABD doları efektif talebi ve istihdamı
ayağa kaldırmayı finanse etmek için değil, kriz içinde
olan ve geri ödemelerini yapamayan hükümetlere
yapılacak kredilendirmede bir donanım faktörü olarak
Öncelikle vurgulamak gerekir ki, IMF’nin değiştiğine kullanılacaktı. Bir başka deyimle G20 ülkelerinin
ilişkin yorumlara esas teşkil eden bu kararlar, IMF kaynaklarını güçlendirme kararı bırakın düğümü
krizdeki dünya ekonomisinin kumanda ve kontrolünü çözmeyi konuya değinmiyor bile.
tamir etmeye yönelik olduğunu kararlardır. Ancak, 1,1 trilyon ABD dolarlık kaynağın bir kısmı aslında
IMF kaynaklarını artırmaya dönük bu 1,1 trilyon sanıldığı gibi ihtiyaç halindeki ülkelere kredi
ABD dolar­lık plan, 600 trilyon ABD dolarlık türev biçiminde de verilmeyecektir. Bunun 250 milyar
borç piyasasındaki toksik borçlarla ilgili hiçbir şey ABD doları, dünya ticaretine yöneliktir, ancak bu
söylemiyor ve bu toksik borçlar finansal sistem için bir harcama şeklinde değil, sigor­ta şeklindedir.
yeni kriz riskler oluşturmaya devam ediyor. Bu durum İhracatçının parasını alamaması durumunda sağla­
son borçlanıcı rolü verilen IMF’ nin de en önemli nan bir ödeme garantisi niteliğinde bir destektir. Yani,
kısıtını oluşturuyor. Nitekim IMF son olarak, finansal 250 milyar ABD dolarlık ticari kredi sigortası, mal
sistemin zararının 2010 yılında 4 trilyon ABD dolarını bedellerinin ödenmemesi durumunda ihracatçıları
bulacağını açıklamıştı. Söylentilere göre, IMF daha kurtarmak için sunulmaktadır. Vergi mükelleflerinin
yüksek rakamlar telaffuz etmeye hazırlanıyor. Böyle cebinden çıka­cak olan bu para, istihdamı korumak,
bir ortamda finansal piyasaların pusulası niteliğindeki kamulaştırma yapmak ya da gıda ve ilaç sübvansiyonu
güvenin nasıl tesis edileceği ve IMF’nin bu işin için kullanılmayacaktır.
kaptanlığını nasıl becerebileceği ciddi bir sorundur.
62
Nitekim IMF, 2009 yılında 283 milyar ABD dolarlık
bir kredi tahsisi yaptı, ama bunun büyük kısmı zengin
ülkelere, bir kısmı yükselen piyasalara ve sadece 20
milyar ABD dolarlık kısmı yoksul ülkelere ayrıldı.
mi yoksa maliyet enflasyonu biçiminde mi olduğu
ülkelere göre değişmekte, bu da anti enflasyonist
önlemleri kökten değiştirebilmektedir. Bu bağlamda
“Yapısal İktisatçılar” adı verilen bir grup Latin
Amerikalı iktisatçı, ABD’ nin Latin Amerika’yı yanlış
Dolayısıyla IMF’ ye sunulan bu yeni kaynak analiz ettiğini, arz yönlü bir enflasyonun varlığına
imkânı, aslında mevcut krediler, yeni bir dış ticaret rağmen IMF’ nin ısrarla bu ülkelere talep düşürücü
sigorta sistemi ve IMF’nin para basması imkânı dı­ politikalar dayatarak, bu ülkeleri daha da daralttığını,
şında bir yenilik de içermemektedir. Artık sadece hatta stagflasyona soktuğunu iddia ettiler.
finans kapital için değil, aynı zamanda azgelişmiş Her ülkeye aynı reçetenin yazılması şu tür sorunlara
ülkelerin sorunlarının çözümü için çalışacağı iddiası da neden oldu: AGÜ’ ler henüz hazır olmadan, bazen
ise tutarsızdır. Bu iki grup arasındaki uzlaşmaz de sömürgecilik dönemlerindeki gözdağı siyasetiyle,
nitelikteki bir çelişki uluslararası sermaye tarafından piyasalarını uluslar arası sermayeye açmak zorunda
kurdurulup, denetlenen, güçlendirilen bir kurumca kaldılar. Bu açılımdan faydalananlar ise gelişmiş
nasıl çözümlenebilecektir? Kaldı ki, hala hedge kapitalist ülkelerin çok uluslu şirketleri oldu. Standart
fonlar ve vergi cennetleri gibi Anglo-Sakson finansal Yapısal Uyarlama Politikaları, AGÜ hükümetlerinin
modelin temel dayanaklarına karşı bir duruş bile kendi ekonomilerini idare etme imkânlarını ellerinde
sergilenememiştir. Bankaları kontrol etmekte başarısız aldı ve bunun sonucunda işsizlik ve yoksulluk daha
kalan mekanizmalar şimdi hedge fonları nasıl kontrol da arttı.
edebilecektir?
Şu ana kadar yapılan eleştiriler dışında, IMF’
Bu anlamda G–20 toplantılarından çıkan IMF’nin nin benimsemiş olduğu iktisadi felsefeye, temel
yenilenen rolü, bir göz boyama niteliğindedir. Bu paradigmaya ve temel aldığı modele yönelik ciddi
rolde dünyanın ezilen, sömürülen, yoksul halklarının eleştiriler yapmak da mümkündür.
durumlarını iyileştirici bir yenilik mevcut değildir.
Siyah Obama ile ABD emperyalizmi ne kadar insancıl IMF politikalarının temelinde ‘Finansal
olduysa, G–20 sonrası IMF’ de o kadar insancıl Programlama Modeli’ adı verilen bir model yatıyor.
Bu model ağırlıklı olarak Monetarist bir felsefenin
olacaktır.
ürünüdür. Ancak Howard gibi bazı iktisatçılara göre,
SORU 13: IMF’ den umutlu olanlar bu model saf Monetarist bir model olmaktan ziyade
kurumun reforma tabi tutulması ve hedeflerinin Monetarist, Keynesyen ve Yeni-klasik serbest piyasa
daha da netleştirilmesiyle yararlı bir kurum yaklaşımlarının eklektik bir ürünü.
haline getirilebileceğini ve eski hatalarını
tekrarlamayacağını ileri sürüyorlar. Bunlar size Modele göre, gelişmekte olan ülkelerde görülen
ödemeler dengesi sorunları, iç kredi hacmindeki
inandırıcı geliyor mu?
artışın para arzını artırmasıyla ortaya çıkan parasal
Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekir. IMF bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bir başka anlatımla,
geçmişte, yardıma ihtiyacı olan birçok ülkeye, pek kamu harcamalarının kamu gelirlerinden fazla olması,
çok yanlış politika dayatıp onları daha da sıkıntıya bu açığın kamu sektörüne sağlanan merkez bankası
soktu. 2008 krizinden sonra bunu sürdürdü. Örneğin, kaynaklarından karşılanması ve para talebi veri iken
ekonomisinin % 18 küçüleceğini tahmin ettiği bunun para arzını artırması sonucunda enflasyon
Letonya’da IMF, beklenenin aksine devalüasyona oluşmakta ve beraberinde de ödemeler dengesi
karşı çıktı. Oysa devalüasyon Letonya ekonomisi için açıkları ortaya çıkmaktadır. Böylece IMF programı
daha iyi olabilirdi. Çünkü devalüasyon yapılmayınca uygulayan bir ülkenin yapması gereken ilk iş, iç kredi
geriye sadece ekonomiyi küçültmek ve reel ücretleri hacmini daraltmak (hem özel sektöre hem de kamu
düşürmek kaldı. Aynı yanlışı IMF 1999–2002 derin sektörüne yönelik) ve buna neden olan bütçe açıklarını
kapatmak ya da azaltmaktır. Ayrıca yaklaşım döviz
krizi sırasında Arjantin’de de yapmıştı.
kurunun ödemeler bilançosu üzerindeki etkilerinden
IMF geçmişte de, örneğin Stiglitz gibi bazı iktisatçılar yola çıkarak, ödemeler bilançosunu dengeleyebilmek
tarafından, bütün azgelişmiş ülkelere aynı formatta adına hemen hemen bütün programlar için devalüasyon
reçeteler yazmakla suçlanıp eleştirilmişti. Oysa az yapılmasını şart koşmaktadır.
gelişmiş ülkeler dahi kendi içlerinde homojen bir
yapıya sahip değiller. Öyle ki enflasyonun talep Böylece toplam arz ile toplam talep arasındaki
dengesizliğin çözümü, toplam talebin toplam arz
63
teşhis konulmakta ve yanlış tedavi yöntemleri
uygulanmaktadır. IMF’nce alınan bu önlemler ise
doğaları gereği daraltıcı olup, istihdam, üretim ve gelir
azalmasına ve gelir dağılımında hızlı bozulmalara
neden olurlar, bu da yoksulluğu artırırlar.
Reform konusuna gelince, son krizle beraber küresel
finansal sisteminin reforma tabi tutulması yönünde
talepler ve baskılar artmaya başladı. Ancak, bu
krizdeki durum, 1990’ların krizlerinden farklı. Çünkü
bu kriz AGÜ’ler kadar zengin ülkeleri ve geçmişteki
adaletsiz dünya düzeninden büyük fayda sağlayan
ekonomileri de etkiledi. Ayrıca geçmiştekilerden
farklı olarak, AGÜ’ lerin reform konusundaki sesleri
biraz daha fazla çıkıyor.
IMF ve DB içindeki insanların kendileri de, reforma
tabi tutulmaları gerektiğini dillendirmeye başladılar.
Örneğin, Dünya Bankası başkanına göre G7 işlemiyor,
daha çok ülkenin katıldığı büyük bir gruba ihtiyaç var.
seviyesine çekilmesini sağlayan bir istikrar
programıyla mümkün olabilmektedir. IMF’ye yapılan
temel eleştirilerden birisi bu noktada oluşur. Buna göre
talep yönlü baskı gereğinden fazla abartılmaktadır.
Kendisini ağırlıklı olarak ‘Yapısalcı Görüşler’
olarak ifade eden bu eleştiriye göre gelişmekte olan
ülkeler talep yönlü olmaktan ziyade arz yönlü bir
baskı altındadırlar. Bu nedenle de gelişmekte olan
ülkelerdeki üretim yapısından kaynaklanan (yapısal)
sorunlara sırt çeviren ve istikrarsızlığı talep fazlasında
arayan IMF politikaları başarılı olamamaktadır.
Yapısalcı görüşlerin dayandığı temel nokta azgelişmiş
ülkelerdeki üretim (arz) ve talep yapısının katılığıdır.
Böylece talep yapısı yeterince esnek olmadığı sürece
para arzının daraltılmasının enflasyonu düşürme
yönündeki etkisi çok zayıf olacaktır. Ayrıca kamu
harcamaları da çok katı bir görünüm sergilemektedir.
Böylece faizlerin serbest bırakılması ve kredi hacminin
daraltılması biçimindeki sıkı para politikaları özel
tüketim ve kamusal harcamaları kısmaktan ziyade,
özel yatırım harcamalarının düşmesine neden olacak
ve bu da uzun vadede üretim ve istihdamın düşmesine
yol açacaktır. Böylece gelişmekte olan ülkelerdeki
hali hazırda mevcut olan yapısal sorunlar giderek
tırmanacaktır. Bu da ekonominin uzun vadede döviz
yaratma (ihracat) kapasitesini daraltacak ve ödemeler
dengesi sorunlarının daha da ağırlaşmasına neden
olacaktır.
Fransa devlet başkanı ve AB dönem başkanı Sarkozy,
IMF ve DB’ nda temel reformlar yapılması çağrısında
bulundu. Bu çağrı, yeni bir finansal mimari için olduğu
kadar, eriyip yok olmaya başlayan bu iki kurumu
kurtarma operasyonu olarak da değerlendirilmelidir.
Sarkozy’ nin önerisi, uluslar arası bankacılık
sisteminin daha sıkı denetlenmesi ve devletlerarasında
zararlı vergi rekabetine neden olan vergi cennetlerinin
ortadan kaldırılmasını içeriyor. Ancak burjuva
hükümetlerin liderlerinin ve OECD gibi örgütlerin
benzer önerileri 20–30 yıldır yapmakta olduğunu da
unutmamak gerekir. Yani, bu yeni bir şey değil.
Ayrıca, Sarkozy’ nin adeta ikinci bir Bretton Woods
toplanması yönündeki talebini ciddiye alabilmek
için o ve diğer liderlerin, az gelişmiş ülkelerin
hem IMF hem de DB’ nda daha fazla söz hakkına
sahip olma yönündeki taleplerine sahip çıkmaları
gerekiyor. Bilindiği gibi Stiglitz gibi reformist
iktisatçılar, azgelişmişlerin daha iyi temsil edilmesi,
daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi
yönetişim konularını uzun zamandır tartışmakta,
ancak aynı zamanda da bu kurumların bunu
sağlayacak temellerinin olmamasından dolayı, bu
kurumları özellikle de IMF’ yi ikiyüzlü davranmakla
suçlamaktadırlar.
Kısaca, temel aldığı iktisadi felsefenin tutarsızlığı
nedeniyle üretimden kaynaklanan sorunların göz
ardı edildiği böyle bir durumda hastalığa yanlış
Diğer taraftan, ABD, Kasım 2009 ortalarında finansal
krizi tartışmak amacıyla G20 ülkelerine bir toplantı
daveti yaptı. Gayrı resmi yapılanmasına rağmen,
G20 ekonomileri ’ dünya GSH’ sının % 90’ını, dünya
nüfusunun % 80’ini temsil ediyorlar (en yoksul % 20
yani 160 ülke hiç temsil edilmiyor ). Bu toplantıda
AGÜ’ ler ve Avrupalı ülke temsilcisinin bir kısmı
64
tahsisi efektif olarak yeni para basmak demektir.
Bunun 100 milyar ABD doları yükselen piyasalara
ve az gelişmiş ülkelere giderken, toplamda 1,1 trilyon
ABD dolara yükselen kaynaktan dünyanın en yoksul
49 ülkesine sadece 50 milyar dolar tahsis edilecek. Bu
toplam tahsisatın % 5’ inden az bir orana denk düşüyor.
Güçlendirilmiş bir IMF’ nin yoksul ülkeler için bir
anlam ifade etmediğinin de açık bir göstergesidir bu.
olası temel reformları tartışmak istediler, ama ABD
ve yanındakiler sadece mevcut krize ve onunla
ilgili olarak alınması gerekli kısa vadeli önlemlere
odaklanılmasını sağladılar. Bu saptırma görüşmelerin
etkinliğini azaltan faktörlerden birisi oldu. Ardından,
Birleşmiş Milletlerin Kasım 2009 sonunda
düzenlediği, “kalkınmanın finansmanı” konulu daha
çok katılımcıyı içeren (192 üye ülke) bir konferans ise
nedense medyada çok az yer bulabildi.
IMF kaynaklarındaki bu büyük artışa rağmen, IMF
‘nin şu ana kadarki kurtarma paketlerinin ardından
uygulattığı kemer sıkma politikalarını sonlandıracağına
ilişkin açık bir taahhüt de söz konusu değil. Çünkü
krizle beraber verilen birçok reçete, geçmişte
eleştirilmiş olan reçetelerle aynı: Kemer sıkma ve
krizde en çok ihtiyaç duyulan kamu harcamalarında
kısıntılar. IMF’nin öne sürdüğü koşullar, IMF’nin 10
yıl önceki Asya finansal krizlerinden ders almadığını
da ortaya koyuyor.
Ağırlıklı olarak bazı AB ülkelerince ve AGÜ’
ler tarafından talep edilen bu değişikliklerin her
hangi birisi etkin olarak gerçekleşebilir mi? Ya da
gerçekleşse dahi ne değişir? Örneğin, Nisan 2008’de
toplamda zengin ülkelerin oy haklarının % 3’ünden
vazgeçerek, bunun % 2’sini yükselen piyasalara ve
% 1’ini de diğer AGÜ’ lere devretmesi konusunda
karar verilmişti. Ancak, açıktır ki bu çok şey değil
ve bu kriz daha fazla şeyin ve daha anlamlı biçimde
ve daha derin olarak yapılması gerektiğini ortaya
koymaktadır. Bu yapılır mı, iyimser olmak çok zor.
Eğer tarih iyi bir göstergeyse, güç ve açgözlülüğün
iyi fikirleri yok ettiğini çok iyi biliyoruz. Sistemden
faydalananların, sistem değişikliklerini kabul etmeleri
zordur. Ya da kendileri lehinde olan değişiklikleri
kabul etmeye yanaşırlar ki, bu da herkesin iyiliğine
olmayacak bir değişikliktir. Yani reformlara karşı
sistemin kendi içindeki egemenler tarafından bir
direniş söz konusudur.
G20 zirvesi sonrasında yayımlanan tebliğ ise uluslar
arası finansal kurumların(IFI) yönetişim reformlarıyla
ilgili yeni hiçbir şey söylemiyor. Bankacılıkla ilgili
düzenlemelerde elle tutulur somut gelişmeler yok.
AGÜ’ lerin oy haklarının artırılarak daha fazla
seslerinin çıkmasını sağlayacağı ileri sürülen
değişiklikler ise sadece lafta kalmış gibi gözüküyor.
Soru 14: Yani, IMF’nin reforma tabi tutulmasına
bizzat zengin ülkelerin direnç gösterdiklerini
söyleyebilir miyiz?
IMF’ nin reforma tabi tutulabileceğini ve
iyileştirilebileceğini
savunanlar
yukarıda
açıkladığımız iktisadi felsefenin geçerliliğini
sorgulamaksızın, onu veri alarak, yeni IMF’ nin görev
tanımının iyi yapılmasıyla daha faydalı olabileceğini
savunmaktadırlar. Bunlara göre IMF’nin yeni
dönemde görevleri sırasıyla; ulusal politikaları
nedeniyle ödemeler bilânçosu sorunları yaşayan
ülkelere yardımcı olmak; küresel bir rezerv havuzu
oluşturmak; makro düzeyde basiretli bir denetçi
olmak; büyük ülkelerin izlediği politikaların neden
olduğu risklere karşı uyarılarda bulunmak ve uluslar
arası sistemin reforme edilmesini koordine etmek.
Evet. Çünkü sırasıyla G20 Nisan zirvesi ve 26
Haziran 2009 tarihli BM’ in “Kalkınma Üzerinde
Dünya Finansal ve Ekonomik Krizinin Etkileri”
konulu konferans sırasındaki gelişmeler bunu
ortaya koydu. İlkinde zengin ülkelerin mevcut kriz
konusunda alınacak anlamlı önlemleri destekleyeceği,
ikincisinde ise daha uzun dönemli ve daha anlamlı
önlemlerin hayata geçirilebileceği ümit ediliyordu.
İlk toplantıyı bir kenara bırakın, ikincisinde de AGÜ’
lerin belki de ilk defa seslerini yükseltebilecekleri
ve reformlarını masaya koyacakları bu konferansta,
zengin ülkeler reformlara yanaşmadılar. Tam tersine,
az gelişmişlerden gelen haklı taleplere direndiler. İşin
acı yanı, ciddi bir değişiklik olmamasına ve IMF’ ye
ve DB’ na daha fazla para akıtılması kararına rağmen,
Nisan G20 zirvesi büyük medyada çok olumlu bir
şekilde yer bulabildi.
Yani, reformistlerce IMF’ye hem GÜ hem de AGÜ’
lerin ekonomi politikalarını izleme konusunda daha
büyük yetki verilmek istenmektedir. Fakat aynı
IMF yakın geçmişte 1990’ların borsa balonu ve son
konut balonunu önceden görüp izleyememişti. Bu
geçmişi varken ve AGÜ’ ler konusunda yanlış çok
sayıda politika izlediği bir gerçekken, IMF’ye böyle
bir genişletilmiş işlev, yani resesyondan çıkarken
ülkelere sıkı makro ekonomi politikaları izletme
yetkisi verilmeli midir?
Hatırlayalım, G20 Zirvesi sonrasında IMF, yeni
kaynak anlamında 500 milyar ABD doları, 250 milyar Diğer yandan, 2008 küresel krizi sonrasında ortaya
yeni SDR sunumu sağlayarak aslan payı aldı. SDR çıkan durum kapitalizmin bekası için ‘küresel bir
65
reserv sisteminin’ kurulmasını gerekli kılmaktadır.
Çünkü krizden sonra ABD doları güçsüz bir küresel
değer biriktirme aracı haline geldiğinden, dünyanın
ABD doları esaslı bir rezerv sisteminden uzaklaşması
söz konusu olabilir. Az gelişmiş ülkelerin krize etkin
bir biçimde yanıt vermeyi sağlayacak ilave kaynakları
yok, yani yardıma ihtiyaçları var. Ancak, az gelişmiş
ülkelerin halkları yeni borç tuzaklarına düşmek
istemiyorlar. Bu nedenle de bu ülkelerin güvenini
kazanacak çok çeşitli ve yeni dağıtım kanalları, yeni
kredi kolaylıkları gerekli, ayrıca yardımın büyük
kısmı hibe biçiminde verilmeli. Ama uluslar arası
finans kapitalin böyle bir yaklaşımı benimsemesini
beklemek için safdilli olmak gerekir.
bir kredi taahhüdünde bulundu. Sadece Meksika için
taahhüt edilen 47 milyar ABD doları ve Polonya için
20,5 milyar ABD dolarıdır. İkinci olarak, azgelişmiş
ekonomiler için yeni bir kredi hattı oluşturuldu. Bu
yeni bir kısa vadeli likidite kolaylığından şu ana kadar
sadece Kolombiya, Polonya ve Meksika yararlandı.
Üçüncü olarak, çok düşük gelirli ülkelere yönelik çok
düşük faizli krediler ve finansal yardımlar hacim olarak
artırılarak iki katına çıkartıldı. Ama çok düşük gelirli
ülkelerin büyüyen IMF kredi pastasının kırıntılarıyla
yetinmek durumunda kalacaklarını vurgulamıştık. Son
olarak, kredi koşullarının kolaylaştırılacağı açıklandı.
Ayrıca, bu tür iyileştirici (!) önlemler konusuna
da dikkatli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Bu
tür öneriler aslında emekçiler açısından yoksulluk,
işsizlik ve beraberindeki zulüm dışında şu ana
kadar bir şey getirmemiş olan bir sistemin ve onun
kurumlarının yeniden umut haline getirilmesine de
hizmet edebilmektedir.
Uygulamada ise, 2008 krizi sonrasında verilen IMF
kredilerinin sadece bir kısmının eskiye göre sıkı
para ve maliye politikalarına bağlı kılınmadığı ya da
sadece bir kısmında politika sıkılığının gevşetildiği
görülmektedir. Büyük bir kısım kredi yine Standby
kredileri statüsü altında eski bildik kemer sıkıcı
politikalara bağlı olarak verilmiştir. Nitekim kriz
sonrasında kredilendirilen 41 ülkenin 31’i ile yapılan
kredi anlaşmaları Ortodoks sıkı para ve maliye
paralarını şart koşmuştur. Kalan 10 ülke ise Polonya,
Meksika, Kolombiya’nın aralarında bulunduğu
nispeten gelişmiş ülkeler ya da yükselen piyasalar
olarak tabir edilen ülkelerdir.
SORU 15: IMF’ nin bundan böyle az gelişmiş
ülkelere daha fazla miktarda ve daha iyi koşullu
kredi vereceği doğru mu?
SORU 16: Sözü edilen ülkeler hangi ülkeler ve
bunlara ne tür koşullar dayatıldı?
IMF belki de tarihinde ilk kez bu çapta bir koşulsuz
kredi tahsisi yapıyor. Bu durum onun son borç verici
işleviyle uyumlu. Ama bu bir radikal değişiklik değil.
Çünkü IMF kurulduğu 1944 yılından bu yana ilk kez
bu denli bir küresel finansal kriz ve resesyonla karşı
karşıya kaldı. Bu nedenle de otomatik olarak uluslar
arası finans kapital onu küresel bir merkez bankası
rolü oynamaya doğru zorlamaya başladı.
Bu ülkeler daha ziyade Gürcistan, Ukrayna, Letonya,
Romanya, Macaristan, Ermenistan, İzlanda, Pakistan,
gibi ülkeler.
Bunlar içinde en çarpıcı örneklerden birisi Aralık
2008’de IMF ile 1,7 milyar Euro’luk bir Stand by
Aslında, IMF’ nin 2001 krizi sonrasında Türkiye’ye anlaşması yapmak durumunda kalan ve % 17,2 resmi
verdiği ve o döneme kadarki en büyük kredilerin işsizlik oranıyla İspanya’dan sonra en yüksek işsizlik
başında gelen Standby kredilerinin de koşulları oranına sahip bulunan Letonya’dır.
eskilere göre yumuşatılmıştı, ama bu kredilerin
büyükçe bir kısmı fiilen yabancı bankaların batan Bu ülke IMF ile yaptığı Standby anlaşması gereğince,
Türk bankalarıyla ilgili alacaklarını tahsil etmede bütçe açıklarını IMF’nin istediği düzey olan % 4’e
kullanıldı.
çekebilmek için kamu hastanelerinin yarısını, kamu
okullarının bir kısmını kapatma taahhüdünde bulundu
Yani, 2008 krizi sonrasında IMF’ nin küresel krize ve bunları uygulamaya başladı. Hali hazırda bütçesi
karşı daha etkin tedbirler alması zorunluluğu kendisini % 40 oranında daraltıldı. Buna rağmen, bütçesini
açıkça dayattığından, IMF bu yönde bir dizi kararlar yeterince kısmadığı için Mart 2009’da IMF’ den
aldı.
verilmesi beklenen 200 milyon euroluk tahsisatını
alamadı. Bunun üzerine, öğretmen maaşları ve
Bunlardan ilki, daha önce de vurgulandığı gibi, emeklilerin maaşları % 10 ile % 70 arasında azaltıldı,
azgelişmiş ülkelere verilen IMF kredilerinin hacim 2010 yılından itibaren artık emekli maaşları enflasyona
olarak artırılmasıydı. Öyle ki, 2008 yılından bu yana endekslenmeyecek. KDV oranları % % 21’den %
IMF, bu ülkelere toplamda 160 milyar ABD dolarlık 23’ e çıkartılırken, petrol ve alkollü içkiler üzerinden
66
alınan özel tüketim vergisi oranı artırıldı. Aylık özel
geçim indirimi 90 lot’tan 35 lota düşürüldü. 2010
yılında bütçe açıklarının daha da aşağı çekilebilmesi
için GSYİH’ nın % 4’ü oranında vergi artışı ve
harcama kısıntısı yapılacağı taahhüt edildi. Tarıma
verilen vergisel teşviklerin azaltılması planlanıyor.
Gider kısıcı tedbirler olarak ise, yapısal uyumun
gerçekleştirildiği bakanlık ve kamu kurumlarının
bütçelerinde GSYİH’ nın % 1,5’i tutarında kesintiye
gidildi.
Hükümetin, Rusya’ya olan doğal gaz borcunu ve
memur maaşı ve emekli maaşlarını ödeyebilmek için
bu paraya ihtiyacı vardı.
Ukrayna Maliye Bakanı Ihor Umansky, IMF ile
görüşmeleri 2010 yılı başlarında tazeleyeceklerini
ancak bu yılın sonundan önce taze bir IMF kredisi
almanın mümkün olmayacağını açıkladı. IMF ise
2009 yılında, GSYİH’ sı % 15 oranında daralmış
olan bu ülkeye hali hazırda 11 milyar ABD doları
kredi verdi, ancak reformların yetersizliği ve politik
Bu politikaların da etkisiyle, Letonya’nın GSYİH’ kavgaların derinleşmesi nedeniyle yardımı Kasım
sı 2009 yılının ilk çeyreğinde % 18 daraldı (2008’in 2009’ da dondurdu. Hükümet yetkilileri eğer ülkenin
son çeyreğinde % 10,3 daralmıştı). Bu, IMF’nin finansal sıkıntısı artarsa bunun diğer bölgelere de
acı reçetelerinin günümüzde de sürdüğünün tipik yayılacağını ileri sürdü. Avrupa bankalarının Ukrayna
örneğidir. Oysa IMF kredilerinin işleri daha da pazarındaki payının % 40 dolayında olması, durumu
zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için verildiği iyice kötüleştiriyor.
ileri sürülmektedir.
IMF kredilerinin eski sıkı koşullarının sürdüğünün Bu arada, Ukrayna Merkez Bankası’nda 27 milyar
kanıtı diğer bir Standby anlaşması Ukrayna ile ABD dolarlık bir rezerv olması Hükümete kaynak
yapılan anlaşmadır. Bu ülkede de bütçe açığının % transferi yapılabileceği anlamına gelse de, bu rezervler
4’e çekilmesi şart koşulmuş ve bunun için; doğal gaz IMF parasıyla sağlandığı için rezerv düzeyinin aşağı
ve elektrik fiyatlarına % 20 dolayında zam yapılmış, çekilmesi izni IMF’ den çıkmadığı sürece bu paranın
kamusal mal ve hizmet sunumunda kısıntılara Hükümete bir faydası yok. Bu rezervler 2008 yılında
gidilmiş, kamu çalışanlarının ücretlerine zam % 40 oranında değer kaybeden ulusal paranın yeniden
yapılmayacağı kararlaştırılmış, başta enerji dağıtım istikrara kavuşmasını sağlamıştı.
firmaları olmak üzere bazı KİT’lerin özelleştirilmesi
hızlandırılmış, sıkı para politikası uygulanması sözü
verilmiş, bu arada beş özel bankanın kurtarılması
kararlaştırılmıştır.
Bir başka sorunlu ülke olan Romanya ile yapılan
Standby anlaşması daha da çarpıcı maddeler içeriyor.
Bu ülkede 2009 yılında % 7,3’lük bütçe açığı hedefine
ulaşabilmek için GSYH’ nın % 0,8’ine denk gelen
Bugün Ukrayna adeta resesyon ve IMF koşullarının bir mali daralma gerçekleştirilmesi planlandı. Bu
pençesinde kıvranıyor. IMF, resesyonla sarsılan bağlamda, cari harcamalar için aylık tavanlar belirlendi,
Ukrayna’nın 2009 yılı sonunda talep ettiği 2 milyar personel harcamalarının kısılması için acil önlemler
ABD dolarlık acil yardım kredisini 2010 bütçesini devreye sokuldu ve kamu çalışanlarının ücretleri %
basiretli bir biçimde hazırlamadığı ve yaklaşan 15,5 oranında düşürüldü. 2010 yılında bütçe açığının
devlet başkanlığı seçimi için politik bir uzlaşma % 6 seviyesinin altına düşürülmesi planlandığından,
sağlayamadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Oysa personel harcamaları daha da kısılacak, emeklilik
reformu ile sosyal güvenlik kuruluşlarına yönelik
transfer harcamaları düşürülecek, bazı mal ve
hizmet alımlar durdurulacaktır. Gelirler yönünde
ise emlak vergilerine yönelik düzenleme ile vergi
tabanı artırılırken aynı zamanda da petrol ve tütün
mamullerinin ÖTV’ leri artırılacak.
Ayrıca bu anlaşmayla uzun dönemde, gerçekleştirilecek
reformlarla kamu kesiminin etkinliğinin artırılması
hedeflenmektedir. Bu reformlar yedi alanda
yoğunlaşacak: i) kamunun yeniden yapılandırılması
kapsamında kamu çalışanlarının payının azaltılması,
ii) emeklilik reformu, iii) mali sorumluluk yasasının
yürürlüğe konulması, iv) kamusal girişimlerde
reforma gidilmesi, v) mali hesap verilebilirlik
adına yerel yönetimlerle olan finansal ilişkilerin
yeniden yapılandırılması, vi) vergi idaresinde
67
etkinliğin artırılması, vii) daha verimli sosyal yardım Öncelikle, 24 Ocak 1980 kararlarının en yoğun bir
programlarını geliştirilmesi.
biçimde uygulamaya konulduğu Özal döneminden
başlayarak, yani 1983 yılından, 2009 yılı üçüncü
Macaristan’da benzer politikalar hayata geçirilmeye çeyreğine kadar yapılan dış borçlanmaya baktığımızda
başlanmıştır. Buna göre, 2009 yılı bütçe açığının çok çarpıcı gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz. Öyle
% 4 oranında tutulması planlandığından, kamu ki, bu 27 yıllık dönem boyunca Türkiye kamu ve özel
harcamalarını kontrol altına alacak tedbirler sektör dış borç servisi olarak toplam 520 milyar ABD
yürürlüğe konulmuştur. Bu bağlamda, yerel yönetim doları civarında dış borç servisi yapmıştır. Bunun 377
harcamalarının kontrol altına alınması, eğitim milyar ABD doları anapara olup, 141 milyar ABD
harcamalarının demografik eğilimlere göre azaltılması doları faiz ödemesidir.
ve belli sübvansiyonların azaltılması hedeflenmiştir.
Ayrıca kamusal ulaşım harcamalarında da kısıntıya Bu borç servisinin 324 milyar ABD dolarlık kısmı
gidilmektedir. Ayrıca ÖTV oranları artırılmış ve yani % 62’si 2002 yılından bu yana yani AKP
vergi dışı kamu gelirlerinde artış sağlamak için KİT iktidarı döneminde yapılmış olup, bunun içinde faiz
ürünlerine zam yapılmıştır.
ödemelerinin tutarı 71 milyar ABD dolarıdır.
Krizden etkilenen ülkelerin başında gelen İzlanda’da
ise finansal sektöre yönelik birçok tedbirin yanı sıra
2009 yılında % 14’e ulaşan bütçe açığını aşağıya
çekebilmek için orta vadeli bir mali uyum kanunu
çıkartılarak kamu harcamalarında özellikle de
sermaye yatırımlarında kısıntıya gidilmesi, böylece de
faiz dışı fazla verilmesi hedeflenmiştir. 2013 yılında
vergi gelirlerinin GSYİH’a olan oranının % 32’ye
çıkması hedeflendiğinden vergi yükü artırılacaktır.
Bu bağlamda, gelir ve kurumlar vergisi oranlarının
artırılması, tüketim üzerinden alınan vergilerin
daha da ağırlaştırılması ve teşviklerin kapsamının
daraltılması planlanmıştır.
Bu veriler özellikle son 30 yıldır Türkiye’den borç
anapara ve faizi biçiminde önemli bir miktarda
kaynağın uluslar arası finans çevrelerine doğru
aktarıldığını ortaya koymaktadır. Bu aktarma süreci
özellikle AKP iktidarı döneminde hızlanmış olup, son
7 yılda aktarılan değer bu döneme kadar ki kısmın iki
katından fazla olmuştur.
Buna rağmen Türkiye’nin dış borç stoku azalmamıştır.
2009 yılının üçüncü çeyreği itibariyle toplam brüt dış
borç stoku yaklaşık 274 milyar ABD dolarıdır. Bunun
84 milyarı kamu
(% 30,5) ve 176 milyarı özel sektöre ( % 64,5) ve
Yukarıdaki kredilendirme örneklerine, kemer sıkmaya 14 milyarı T.C.Merkez Bankası’na aittir (% 5).
yönelik sıkı para ve maliye politikası uygulamaları Türkiye’nin böyle bir borç ödeme mekanizmasına
damgasını vururken aynı IMF, ABD’nin telkinleriyle dönüşmesinde kuşkusuz IMF’nin hem doğrudan hem
Pakistan’ da koşullarını gevşetmiş, hatta 2011 yılında de yeşil ışık anlamında dolaylı olarak payı büyüktür.
KDV’ye geçiş ve sigaranın vergisinin artırılması
gibi önlemlerin dışarıda tutulduğunda, genişletici Diğer taraftan, vade yapıları itibariyle, daha sorunlu
sayılabilecek maliye politikalarının uygulanmasını olabilecek kısa vadeli borçlar toplam dış borçların
kabul etmiştir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, sadece % 18’ini, uzun vadeli borçlar ise % 82’ sini
nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde, oluşturuyor. Özel sektörde ise kısa vadeli dış borç
Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi oranı biraz daha yüksek olsa da (%25) çok büyük bir
sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle sıkıntı yaratacak gibi gözükmüyor. Ayrıca, TCMB
daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin net rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranı : % 151,
Asya’daki çıkarları açısından iyi bir politika olmazdı. toplam borç stokuna oranı % 27 civarında. 2008
Bu nedenle de IMF, Pakistan’da bütçe açığının % yılından bu yana bu rasyolarda iyileşme anlamında
bir artış var. Keza, dış borç servisinin ihracata oranı
3,4’ten % 4,9’a çıkartılmasını kabul etti.
% 60 ( % 75’in altında).
Soru 17: Son olarak, Türkiye bir süredir yapılan
görüşmelere rağmen IMF ile henüz bir Standby Bu göstergeler, yukarıda ele aldığımız ve IMF ile ağır
anlaşması imzalamadı. Sizce bunun nedeni nedir? koşullarda Standby anlaşmaları yapmak zorunda kalan
ülkelerle kıyaslandığında göreli olarak Türkiye’nin
Böyle bir anlaşma gerekli midir?
neden rahat davrandığını bir miktar açıklıyor.
IMF ile yeni bir Standby anlaşmasının gerekli
olup olmadığını değerlendirebilmek için öncelikle Ancak, 2010 yılı itibariyle şöyle bir durum da söz
Türkiye’nin dış borçlarıyla ilgili bazı verilere bakmak konusudur: Bankacılık dışı reel sektörün 2010 yılı
yararlı olur.
68
sonu itibariyle ödemesi gereken dış borç miktarı (faiz hariç) 27 milyar ABD doları civarında. Bankaların dış
borç ödemelerini de kattığımızda bunu 35 milyar ABD doları (faiz hariç) olarak düşünmek mümkün. Kamu
kesiminin 2010 yılında yapması gereken faiz dâhil dış borç geri ödemesi 11 milyar ABD doları tutarında.
Hazine garantili dış borç stoku ise 6,3 milyar ABD doları civarında, ancak bunun geri ödeme detayları
bilinmiyor. Ayrıca kamu kesiminin 2011 ve 2012 yıllarının her birinde faiz dâhil 10’ ar milyar ABD doları
dolayında bir borç servisi var.
Kısaca, 2010 yılında kamu ve özel sektör, borç anapara ve faizi olarak 50 milyar ABD doları civarında bir
dış borç geri ödemesi yapacak. Bunun dörtte üçü özel sektöre, ağırlıklı olarak da reel sektöre ait.
Kanımca, burada temel sorun bu borcun çevrilip çevrilemeyeceğiyle ilgili. Aslında 2007’den bu yana pek
de sıkıntı çekmeden bu miktarda bir borç çevrilebilmiş ve sırasıyla 2007’de 49 milyar, 2008’de 53 milyar ve
2009 üçüncü çeyrek itibariyle 59 milyar ABD dolarlık bir geri ödeme(faiz dâhil) yapılabilmiş. Bu nedenle
de 2010’da 50 milyar dolar civarındaki bir dış borç servisi yapılabilir gibi gözüküyor. Bu anlamda da IMF
ile bir Standby anlaşmasına gidilmesi çok elzem gibi gözükmüyor.
Bununla birlikte, IMF kredi anlaşmalarının beraberinde getirdiği ve emekçilerin aleyhine olan koşullar
(özelleştirmelerin hızlandırılması, istihdamın daha da esnekleştirilmesi, sendikasızlaştırma- örgütsüzleştirme,
sosyal harcamaların kısılması gibi) ve bir miktar da özel sektörün daha düşük faizlerle yeni dış borç bulabilme
arayışından dolayı yeni bir Standby büyük sermaye tarafından destekleniyor olabilir.
Kısaca, verili Standby koşullarında IMF ile bir Standby anlaşması yapılırsa, , bu dış borçların çevrilebilmesi
ihtiyacını karşılamak için değil, büyük sermayenin emek karşıtı IMF politikalarını uygulatma talebini
karşılamak için yapılacaktır.
Son söz olarak, Türkiye 1958 yılından bu yana IMF ile beraber. O yıl söz kesmişiz, ardından nişan ve
ardından evlilik, ama 60 yıl süren bu beraberlikte ülke olarak ve özellikle de emekçiler olarak hiç mutlu
olamamışız. Sadece 2000–2005 döneminde 30 milyar SDR civarında kredi kullanıp, şu ana kadar 20’ yi
aşkın Standby anlaşması imzalamışız. Geldiğimiz nokta nedir? Her seferinde başa sarıyoruz. Yani, IMF ile
geçen 60 yıl, boşa geçmiş 60 yıl olarak değerlendirilebilir. Siz hiç IMF politikalarını uygulayarak kalkınan
bir ülke gördünüz mü?
69
ÖLÜLERİMİZ BİR TUTAR BİZİ
Osman AKINHAY
...Kalkıp gitsem şimdi, ellerim
pantolonumun ceplerinde, yönüme
bakmadan sokakların arasına girip
çıksam. Yine de bilirim, hiç karşı
koyamayacağım içimdeki sesin beni nereye
yönlendireceğini, koluma girip beni -en
uzak ülkelere gittiğimde dahi bu şehrin
adı geçtiğinde zihnimde görüntüsünün
canlandığı- nereye götüreceğini. Nitekim
çok geçmeden, yürümeye başlayalı yarım
saat bile olmadan dikilmeye başlarım bu
durağımda, fakültenin karşı kaldırımındaki
lokantayla kahvenin önünde, caddeye biriki metre mesafede. Ve başımı çeviririm bir
sağa, yüksek ağaçların arkasında heybetini
hâlâ kaybetmemiş binaya, bir de sola,
hamamın önündeki, yanından uzanan
kolun tuttuğu silahı apaçık gördüğüm
elektrik direğine...
dudaklarının kenarına iliştirdiğin utangaç gülümsemen
yerine, bu sefer ağzın kulaklarına varan bir sevinç içinde
söylemiştin bunu. Kış aylarında üstünden hiç eksik
olmayan o kalın gri pardösünü giymiştin gene, keşke
canını korumaya yetseydi kalınlığı, kurşun işlemeyen bir
zırh olsaydı, yetmedi ama, koruyamadı seni, tam o sırada
sen de apaçık gördün mü, o melunun, elektrik direğini
kendine siper ettiğini, mavi anorağı ve kalın bıyıklarıyla
sağ kolunu uzatıp namluyu tam üstümüze doğrulttuğunu.
Taşlar vardı o gün ellerimizde, banliyö treninin geçtiği
lokantanın arkasındaki açıklıkta. Akşamdan kalmış hafif
bir kar tabakasının örttüğü trenyolunun kenarındaki
çakılların içinden toplamıştık hepsini alelacele, kahvenin
önünde kümelenmiş, saldırmak üzere bizi bekleyen
grubu fark edince. Semtteki okullarda dersler bittiğinde
bizim ayrı bir grup olarak otobüs durağından topluca
ayrıldığımızı bildiklerinden orada hedef seçmişlerdi
bizi. Tasarlanmış bir tuzaktı bu; biz onlara doğru
yürümesek, arkadaki açıklıktan taş toplamak yerine
onları umursamadan, gelecek ilk otobüsle gitmeye
niyetlenmiş olsak dahi yine sloganlar, küfürler ve taşlarla
tahrik edeceklerdi belli ki. Yirmi beş-otuz kişi vardılar
o hengâmede seçebildiğim, fakat tek bir kız yoktu
aralarında, doğrudan saldırmak amacıyla bizi bekliyor
olduklarını bundan anlamalıydık esasında. Sonra geri
çekilmeye başlayınca onlar, biz de taş atarak kovalamaya
başlamıştık topluca, ama hiç ihtimal vermemiştik silahlı
olmalarına, ihtimal versek de, gözlerimizle görsek
de aldırmazdık ya, biraz tereddüt geçirdikten sonra
yine kavgaya girerdik ya; oysa bizi üstlerine çekmek,
hayatımıza kast ederek ateş açmak içinmiş koşmaları –o
katilin karşısında öylesine açık bir hedeftik ki her birimiz...
Yan dönmüş olmalıydın ilk kurşunu yediğinde, yoksa
ikinci mermi yandan delip geçmezdi boğazını, ya
önden girerdi vücudunun başka bir yerine, ya da boşa
giderdi belki, esirgerdi seni, esirgemedi ama işte, en
uzun boylumuzdun da ondan dolayı doğrudan sana
nişan almış da olabilirdi –anlaşılan kolayına gelmişti
katilin, hiç bilemeyeceğiz bunu, yakalanmamıştı zaten,
saldırganları fiilen yönlendirenlerin adları sanları bilinse
bile faili meçhul kalacaktı bugüne kadar. Ve tam o ânda
gözlüklerin mi fırlamıştı havaya, parmakları açılan sağ
elin vurulduğunu mu haber vermek istiyordu, yoksa
havadaki gözlüklerini tutmaya mı çalışıyordu, bir sıcaklık
hissettin mi o esnada vücudunda, hemen anladın
mı vurulduğunu, düşündün mü öleceğini –sonraları
defalarca zorladım zihnimi, yüzün mü çarpılıp kasılmıştı,
yoksa ben mi ekliyordum hep bu ayrıntıyı, aklımdan hiç
çıkmayan o görüntüne; haykırıp yardım istedin mi, onu
da hatırlamıyorum, ilk kurşun sesi duyulunca şaşkınlıkla
sağa sola baktığımı, ileri doğru koşmak yerine, merminin
kime isabet edeceğini görmek istercesine durup yüzümü
arkaya çevirmek üzere olduğumu, sonra da solumdan,
senin tarafından bir inilti gelince tehlikenin büyüklüğünü
fark edip ikinci mermiden önce kendimi yola fırlattığımı
hatırlıyorum ama, önüne atılan birini görünce onu
Sen, birkaç saniye sonraki -erken mi erken- ölümünle
kaderi hepimizden ayrılacak olan, çok fark olmasa
da yaşça en büyüğümüzdün, çoğumuz ikinci, üçüncü
sınıftayken sen iki yıldır mezun olmanın eşiğindeydin.
Üstelik evleneli birkaç ay ancak olmuştu; bir hafta önce
de kantinde hep birlikte otururken vermiştin müjdeyi, çok
sevdiğin karının bir aylık hamile olduğunu. O her zaman
70
ezmemek için sert bir fren yapan arabadan çıkan tiz
sesi de, başımın hafiften otomobilin ön çamurluğuna
çarptığını da hatırlamıyorum bir nebze olsun. Yanı
başımda lastiğini yakarcasına bir frenle duran otomobil
ile bizim arkadaşların tarafından kızlı erkekli karışık
bağırış sesleri ve çığlıklar, sloganlar arasında bir bilinç
kaybı, algısını kaybettiğim zamanın birkaç saniyeliğine
buhar olup uçuşu, durdurulmuş bir film karesi gibi ânı
sabitleyen o uğursuz zaman dilimi...
durma gücüm, yaslanıyorum onun ölümüne.
...siz.
Ölüm, geçen zamanın acıyı seyrelttiği o büyük ayrılık;
ve işte ölüm, beni ya da diğerlerini değil sadece o
yoldaşımızı alıyor aramızdan. Sırf bize saldıranların açtığı
ateş, şavkını gördüğümü sandığım mermiler, benim ya da
diğerlerinin değil onun vücuduna saplandı diye.
Nedeni...
Ne çok arkadaş öldü o günlerden bu yana. Ateş yanı
başımıza da düştü. Her gün fakülteye beraber gidip
geldiğimiz, dernekte ortak toplantılara katıldığımız,
topluca ya da grupça bildiri dağıtmaya, afiş asmaya
ve yazılamaya çıktığımız, birlikte nöbet tuttuğumuz
arkadaşlarımız, kimisi gözlerimizin önünde, öldürüldü.
Hele biri, herkes için en yakınındaki kendince en acısı;
yarım saat önce okulun ortasındaki geniş salonda, üç kişi
gülüşerek volta atmışken ve o bize yeni eviyle, sekiz ay
sonra doğacak bebeğiyle ilgili güzel tasarılarından söz
etmişken, bazı öğlenler yaprak ciğer yemeye gittiğimiz
lokantanın yanında, fakültenin karşı çaprazındaki
hamamın önünde iki kurşunla vurulup kaldırıma düşeni.
Onlar, ölülerimiz, bizi asla terk etmeyeceklerini, içimizden
herhangi birini hiçbir zaman bir başına bırakmayacakları
nı, biz hangi istenmez yollara sapsak, hangi akıl almaz
serüvenlere meyletsek de; hatta epeyidir takatimiz
kesilmiş, ancak köşemize çekilip gevezelik etmeye ve
biraraya gelince gençlikte yaşadıklarımızı sonsuz bir
tekrarla, hep aynı şekilde birbirimize nakletmeye güç
yetirebiliyor olsak da hep orada, öldükleri yerde, bizi
bekleyeceklerini bildiğimiz –yoldaşlarımız.
Ölülerimiz –bizim gittikçe yaşlanan zihnimizde, geçmişin
hayali ile bugünün hayaleti arasında mekik dokuyup
duran çehreler.
Ölülerimiz –içimizdeki suçluluk duygusunu perçinleyen,
hesabı sorulmadan duran, öçleri alınmamış bedellerimiz.
..
Sizin ölü olmanız, sizin -devrimci bir çağ için doğal
karşılanan, şahsi tarihiniz içinse çok erken- bir zamanda
ölmeniz, hepimizin ortaklaşa baş koyduğu bir dava
uğruna sizin ölmüş, bu yolda sizin ebediyete göçmüş
olmanız; biz gençlikte yürekten inandığımız davaya
olgunlukta hâlâ inanıyor olmakta büyük güçlük çeker,
ayağımızın altındaki zeminin nasıl, nereye kadar ve ne
tarafa doğru kaydığını anlayamazken sizin bedenlerinizin
çoktan toprağa karışıp çürümüş olmasıdır belki, bizi
-bir topluluk olarak- hâlâ bir parça diri tutan, ya da
diri kalalım diye çaba harcamayı sürdürecek gücü
tazelememizi sağlayan.
Gerçek ki...
Tarihe mal olan, ama tarih olmasına, maziyle anılmasına
gönlümüzün elvermediği bu ölümler işte, içimizdeki
insanlığın aynası, değişmez tesellilerimiz.
Eğer siz olmasaydınız, siz ölüp bizden ayrılmasaydınız,
biz yaşlanıp gözlerimizdeki ışık azaldıkça sizin o hep
genç kalan, inançlı suretleriniz, sonsuzluğu kucaklayan,
ölmeden önceki sağlıklı, umutlu, bilinçli, kararlı ve atak
duruşlarıyla, hayatı yudum yudum tatmayı dileyen güleç
yüzlerinizle, ışıltısını da dinçliğini de kaybetmeden hep
kaderimizi kolluyor olmasaydı, sizin ölümünüzden otuz
yıl geçtikten sonra -tarihin ve hafızanın iyiden iyiye
demode kılındığı bir çağda- bunca insanı bu şehirde,
bu sokaklarda, bu lokal bahçesinde biraraya toplamak,
bize baba olmadan bizi yetim bırakan sizlerin üzerinden
geçmişi, bir uzak gençliği, topluca yâd etmek nasıl
mümkün olabilirdi?. .
Gün geliyor, mekân duygusu uyandırmayan, ama
zaman duygusunu hatırlatmakta da ısrarcı bir boşluktan
gözlerini üstüme diktiğini görüyorum onun. Özlemli
bir bakış oluyor hep bu; ürpertiyor baştan aşağı. Bazen
rüyama girip, bazen otobüsle bu şehirden ayrılırken
aklıma düşüp, öylesine süzüyor, bir türlü indirmiyor
gözkaparlarını, tek bir sinir bile oynamıyor yüzünde; fakat
dudaklarının kenarındaki gülümseme hiç silinmeyecekmiş
gibiyken konuşmaya da başlıyor benimle.
... hepiniz.
Hiçbir seferinde anlamıyorum ne demek istediğini, hep
kaçırıyorum sözlerinin başını, ya da hafızamdan silinmiş
oluyor rüyadan uyandığımda. Sıfatlar, deyimler, cümleler
mi birbirine karışıyor, bizim bilmediğimiz bir dille mi
anlatıyor derdini; ses tonu bağışlayıcı mı, itham mı edici,
yoksa kayıtsız mı, çözemiyorum –fakat onun sözlerini
anlamasam da gitmiyor vücudumdaki titreme. Biliyorum
öldüğünü, her aklıma gelişinde ölümünün gerçekliğinin
biraz daha eskidiğini düşünmeden de edemiyorum ne
yazık.
...şimdi...
Ondan kalan, artık koyu bir sisin ardındaki bölük
pörçük görüntülerden ibaret. Aradan onyıllar geçip de
başka bir çağın içinde nefes alıp verdiğimizin bilinciyle,
sanki zamanı geri getirebileceğ imizi kurarak telafi
edebileceğimizi zannettiğimiz gerçek kaybın yerini,
geçmişe dair hiçbir şeyi yeniden canlandırmanın mümkün
olmadığını bilen bir hayali kayıp duygusu aldıkça ve edepli
bir yas duruşunun dahi yatıştırıcı etkisini yitirdiği anlarda,
kendimi ölüme yakın buluyorum en çok. Azaldıkça ayakta
71
SEVGİLİ KARDEŞİM HIRANT
üstlenenleri sen de biliyorsun.
O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini
onların paçavralarıyla örtmüşlerdi. “ders gibi gerekçe”
diyenler de vardı. “Yargıtayı böldüğünü” haykıranlar da.
“Kanadı kırık kuş merhamet ister” diyemediler.
Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır.
“Pişirmek”, iyice aç, çıplak ve savunmasız bırakmak
bu ülkenin KOZMİK geleneğinin en iyi bildiği işti. Onu
kimselere bırakmadılar. Esen yelden hile sezen asırlık
gelenekleri ve nobranlıklarıyla gözlerini kör, kulaklarını
sağır, dillerini lal ettiler.
Bir düğün sağdıcı gibi kanlı günün hazırlıklarını yapıp,
önündeki engelleri temizlediler.
İşlerini layıkıyla yaptılar. Yapamadıklarını da katlinden
sonraya bıraktılar. O kadar pervasız, o kadar küstahtılar.
Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe
pusuya düşürenler onlardır.
Bu kanlı ziyafeti yiyenler için konuşmaya bile değmez.
Onlar cezaevinde fiziksel olarak, mahkemede zihinsel
olarak semirtilip duruyorlar.
“Kurban” olduklarını bilmedikleri için küspeyle
beslenmelerini ikram zannediyorlar.
Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran
“KALLEŞTİR”
Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır.
Bizler, hani bana demeyenler, bu zalimler sofrasına
haykırıyoruz.
Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz!
Kardeşler!
3 yıl önce tam da burada yere düşen, sadece kardeşimiz
Hrant değildir.
Yere düşen namusumuz, izzetimiz ve haysiyetimizdir.
Bunu namusu saymamak namustan habersiz olmak
demektir.
Bunu haysiyet saymamak, haysiyetten nasipsiz olmak
demektir.
Madem katilleri tanıyoruz.
Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür.
Yaşasın insanlık onuru.
Yaşasın tüm dünya halklarının onurlu kardeşliği.
Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu
topraklarının çocuklarına, henüz küçücük bebeklerken
anlatılan bir masal vardır.
Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir
parmakla basılır ve “Buraya bir kuş konmuş...” diye
başlar...
Sonra devam edilir. O minicik parmaklar tek tek,
bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir
“OPERASYON”a suç ortağı yapılarak anlatılır.
“Bu tutmuş...” denilir önce.
“Bu tüylerini yolmuş...” denir ardından...
“Bu pişirmiş...” dedikten sonra,
“Bu yemiş...” diyerek masalın vahşet boyutu iyice
ballandırılır.
Adını serçeden alan en küçük parmak “hani bana - hani
bana” diyerek ağlamaktadır masalın sonunda.
Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim.
Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir
iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün
tedirginliğinle.
Bir hoyrat parmak tam da üzerine basarak, bu
“OPERASYON”u, bu ülkenin bir serçe kadar ufalmış,
küçücük zihinlerine göstere göstere ve arsızca anlatmaya
devam ediyor.
“Bu tutmuş..” denilenler var ya... İşte senin ilk katillerin
onlardır, biliyoruz!
Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler
üzerine.
Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular.
Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler.
Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara..
Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi...
“Tüylerini yolma” işini büyük bir kanperestlikle
19 Ocak 2010
Sırrı Süreyya ÖNDER
72
konuk yazarlar
KIZILAY’DA BİR “HAYALET” DOLAŞIYOR!
Bugün tam 40 gün oldu… Dile kolay, Ankara
ayazında, ısı sıfırlarda seyrederken, sulusepken
altında, rutubetli battaniyelere sarılı, birbirlerine
sokulmuş, yarı aç geçirilen geceler. Azan siyatiğe,
ülsere, zorlayan böbreklere, tutulmuş bele, kronikleşen
bronşite, 40 gündür ayaktan çıkmayan ayakkabının
tetiklediği mantara inat… (Çoğu 40’ını, 45’ini geride
bırakmış… Bir başka deyişle, yapışkan hastalıklarla
birlikte yaşamayı öğrenmişler zaten.) Naylon, branda
gerilmiş çatıların altında, her bir standın önündeki,
içinde ıslanmış kütüklerin dumanlarını tüttürdüğü
varillerin başında, plastik bardaklarda çayını
yudumlayıp “4-C”yi tartışarak akan günler…
Bugün ilk günden daha kararlılar.
Fabrikaları bir imzayla ve 1 milyar 720 milyon
dolara BAT (British American Tobacco)’ya satılırken
sırtları sıvazlanmış, ağızlarına bir parmak bal
çalınmıştı. “Korkmayın, biz işçi babasıyız, hakkınızı
yedirmez, sizi mağdur etmeyiz… Dileyeni kamuda,
muadil işlere yerleştireceğiz. Hak kaybı olmayacak.
Dileyen ise özel sektöre geçebilir. Bakın bunun için
şartnameyi değiştirdik bile…”
Sonra… sonra birden kendilerini 4-C denilen
kölelik dayatmasıyla yüzyüze buldular. Ayda 600-650
TL.’ye yılda 8-9 ay çalışıp bütün özlük haklarından
olmak… Yalnızca rezil bir gelir kaybına razı olmak
değil, aynı zamanda 20-25 yıldır çalışarak biriktirdiği
sosyal güvenlik, emeklilik, sağlık gibi haklarının gasp
edilmesine seyirci kalmak…
Biraz homurdanıp, yüzde 20’lere varan işsizlik
tehdidi karşısında “Buna da şükür,” diyecekleri
hesaplanıyordu. Ama bu ucuz hesabı yapanlar bu kez
baltayı taşa vurdu. Türkiye’de Reji/Tekel işçilerini işçi
sınıfı hareketi tarihinin kaynağına yerleştiren devrimci
gelenekten habersizdiler besbelli. “Tütüncüler”in bu
ülkenin emek mücadelesi tarihi içerisindeki seçkin ve
mücadeleci yerini bilmiyorlardı. “Gelenek”, uyuduğu
yerden başını kaldırdı apansız. Ülkenin işçisini,
emekçisini sürüye sayanların beklemediği bir şey
oldu…
“Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste,
sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının,
hayının...”
(Ahmed Arif, “Anadolu”.)
Tekel işçisi Ankara’ya akmaya başlamıştı.
AKP iktidarı önce meseleyi basit bir asayiş
sorunu olarak algıladı. İki gaz bombası, üç-beş cop
darbesiyle dağıtılabilecek bir kuru kalabalık…
Öyle olmadıklarını gösterdiler.
40 gün oldu onlar Sakarya’da, Türk-İş
merkezini çevreleyen sokaklarda kamp kuralı...
Orayı bir “Özgürlük ve Direniş Alanı”na
dönüştürdüler. Mukavva parçalarına, kartonlara
kendi elleriyle yazdıkları sloganlarla donattılar her
bir köşeyi. Sokakların adlarını değiştirdiler: “Osmanlı
mahallesi, direniş caddesi, işkence sokak…”
Günboyu dayanışmalarını dile getirmek
üzere akın akın gelen öğrenciler, kadınlar, memurlar,
aydınlar, sanatçılar, akademisyenler… (Bugün
“Sakarya sizinle gurur duyuyor!” sloganıyla Sakarya
caddesi esnafı sökün etti örneğin.) Sosyalist partilerin,
kitle örgütlerinin, sendikaların karınca kararınca
dayanışma nişaneleri: bir köşede ücretsiz çay dağıtılan
bir semaver; elden ele aktarılan kumanyalar; torbalar
dolusu ilaç, battaniye, yakacak…
Kent kent ayrılmış her bir çadırda eylemci
işçilerle sohbete dalmış Ankaralı devrimciler…
Hemen her köşe başında üzerine çıkıp konuşulacak
bir iskemle, bir cızırtılı hoparlör, bir serbest kürsü…
Önlerine uzatılan mikrofona kırk yıllık sunucu
rahatlığıyla içini döken, hakkını arayan, öfkesini
haykıran kadın ve erkek işçiler… Birbirini tanıyantanımayan herkesin selamlaştığı, köşe başında
durup hükümetin geri adım atıp atmayacağını,
Türk-İş yönetiminin tavrının ne olacağını, olası bir
genel greve katılımın ne kadar olacağını tartıştığı velhasıl hayata ve kavgaya dair bir şeyleri paylaştığı,
Kürtçe’yle Türkçe’nin sarmaş dolaş olduğu tıklım
tıklım sokaklar…
Seyyar satıcılar, büfeler, çevredeki dükkânlar
havaya ayak uydurmuş. Vitrinlerinde, camlarında
işçilere destek veren dövizler… Kâh yorulup dinelen,
kâh binlerce ağızdan birden yükselen sloganlar:
“Tekel işçisi yalnız değildir!” “Genel grev, genel
73
direniş!” “Ekmek yoksa barış da yok!”, “Ne istiyoruz? İş! Vermeyecekler! Alacağız! Nasıl? Söke söke!”
“Eller şaltere, genel greve!”
***
Yıllardır, “Elveda Proletarya,” “Tarih bitti,” “Kapitalizm insan doğasına en uygun düzendir ve
ebedîdir,” söylenceleriyle dilsizleştirilmişler, yıllardır kazanımları parça parça gasp edilenler, başlarını
kaldırdıklarında polis copuyla, gaz bombasıyla, bastırılanlar, medyanın görmedikleri, ısrarla görmezden
geldikleri, işlerini, aşlarını, geleceklerini yitirmişler… Tekel işçilerinin kendileri için de mücadele
ettiğinin bilincine varıyor. Bunun yalnız ekmek değil, onur ve gelecek, onurlu bir gelecek mücadelesi
olduğunu… Taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bu talan düzenine “Dur” diyecek birilerinin
çıkabileceğini… Bu “birileri”nin aslında “biz”den başkası olmadığını… “İşçilerin birliği sermayeyi
yenecek!” sözlerinin bir peri masalından ibaret olmadığını… Emekçilerin kendi yazgılarını ellerine
alırken “halkların kardeşliği”ni de gerçekleyebileceklerini…
Tekel işçisi Türk-İş’in çevresindeki sokaklarda geçirdiği 38 gün içinde kendisini dönüştürürken
bize de bütün bunları gösteriyor.
Kızılay’da gerçekten de bir “hayalet” dolaşıyor, bugünlerde. Bastırdıklarını, yok ettiklerini, tarihe
gömdüklerini sandıkları kadîm düşlerimiz dolaşıyor.
Kıdemli katillerin beş yıldızlı otellerde eteklendiği, daha çaylaklarının, hepimizle dalga geçercesine
yattıkları cezaevinde infaz koruma memuru olmak için sınavlara sokulduğu, Romanların kentlerden
sürüldüğü, pompalı tüfekli canilerin sırtlarının sıvazlandığı şu linç günlerinde bir soluk özgürlük, eşitlik
ve kardeşliğe hasretseniz eğer, mutlaka ve mutlaka, elinizde bir demet çiçek, Sakarya’nın yolunu tutun.
Umutla ışıldayan gözleri izleyin, onlar sizi “olay yeri”ne götürecektir…
Ahmet Telli (Şair), Şükrü Erbaş (Şair), Mehmet Özer (Fotoğrafçı-Şair), Fikret Başkaya
(Akademisyen), Zerrin Taşpınar (Şair), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Temel Demirer (Yazar), Sibel
Özbudun (Akademisyen), Oktay Etiman (Çevirmen), Necmettin Salaz (Yazar), Mahmut Konuk, Sait
Çetinoğlu (Yazar), Adnan Caymaz (Şair), İsmet Erdoğan, Mustafa Çoban (Yayıncı), Aydın Şimşek (Şair),
,Emir Ali Türkmen (Yayıncı), Adil Okay (Şair-Yazar)
74
kentlerin tarihi
PESSİNUS
Mehmet ÖZER
Bir olasılıkla bu kaygın karşılığı olarak kutsal alan
Attaloslar’ca güzelleştirilmiş ve genişletilmiştir.
Günümüzde hiçbir kalıntısı bulunmayan tapınağın,
bugünkü caminin yanındaki evlerin altında olduğu
sanılmaktadır. Pessinus başrahibi Attis’le Pergamon
kralları II. Eumenes (hd. MÖ 197-159) ve II. Attalos
(hd.MÖ 159-138) arasında yapılan “kutsal yazışma”,
MÖ 163-157/156’da, hatta başrahipliğin Galatlar’ın
eline geçtiği kısa dönemde bile kentte Pergamon
etkisinin sürdüğünü, kentin politik ve askeri açıdan
Pergamon’a bağımlı olduğunu kanıtlamaktadır. MÖ
102’de Romalılar’ca zorla vergiye bağlanmasına
karşın kent, ancak MÖ 67/66 ya da 63’te Roma’nın
yardımıyla, Galatia kralı olan, yakın çevredeki
Kelt topluluğu Tolistobogioi’nin tetrakh’ı (eyaletin
dörtte birinin yöneticisi) Deiotaros’un yönetimine
girerek özerkliğini yitirmiştir. Deiotaros, MÖ 56’da
tapınağı yeniden rahiplere vermiştir. Bu, kutsal
alanın o dönemde hala önemini koruduğunu
göstermekteyse de Pessinus, Roma Cumhuriyet
Dönemi’nin son 10 yılında saygınlığından çok şey
yitirmiştir.
Eskişehir’in Sivrihisar ilçesindeki Ballıhisar köyünde
yer alan Pessinus, çok eski dönelerden beri Tanrıça
Kybele’nin ana kült merkezi olmuştur. Efsanelere
göre Kybele kültünün PHYRGİA (Frigya) Krallığı’nın
kuruluşundan beri var olduğu, ilk tapınağın,
hatta kentin Phrygia kralı Midas tarafından
kurulduğu kabul ediliyorsa da kültün ortaya çıkışı
Phryg (Frig) öncesi bir döneme rastlamaktadır.
Pessinus’ta, başrahip attis tarafından yönetilen
bir “tapınak-devlet” gelişmiştir. Ahamenişler’in
ve Selevkoslar’ın yönetimindeki başka dinsel
merkezler gibi Pessinus da MÖ 3. yy’ın ilk yarısında
Phryg topraklarının Galatlar’ca (GALATİA) işgal
edilmesinden sonra bile bağımsızlığını korumuştur.
PERGAMON kralı I. Attalos’un (hd. MÖ 241-197)
girişimiyle, MÖ 205/204’te Roma Senatosu’ndan
bir elçi Pessinus’a gelerek Kybele kültünü ROMA’YA
RESMEN TANITMAK AMACIYLA TANRIÇANIN
KUTSAL HEYKELİNİ ÜLKESİNE GÖTÜRMÜŞTÜR.
75
Pessinus, MÖ 25’te Galatia’nın Roma
İmparatorluğu’na katılmasından sonra, hem
Tolistobogioi’un Galatia’daki hızla polis tipinde
bir YUNAN kentine dönüşmüştür. Batı sınırı
bilinmeyen kent güneyde Orkisto’ya kadar
uzanmakta ve büyük olasılıkla Sangarios’la
(b.Sakarya)
sınırlanmakta;
kuzeyde
İstiklalbağı’ndaki Germa’yla (Germakoloneia),
doğuda Çaykoz ve Karacaören köylerini de içine
alacak biçimde Dindymos (b. Günyüzü) Dağı’nın
batı yamacıyla çerçevelenmekteydi. Kentin kendi
adına SİKKE basması Claudius döneminde (hd.
MS 41-54) başlamış ve Geta döneminde (hd.209212) son bulmuştur. Kalıntıları günümüzde de
izlenebilen bir Roma yol ağının kavşak noktası
olan bu dinsel merkez aynı zamanda dokuma
endüstrisiyle ünlü önemli bir ticaret kentiydi.
Yapıları, çoğunlukla kentin kuzeyinde 5 km
uzaklıktaki İstiklalbağı’nda bulunan taşocaklarının
iri daneli beyaz mermerinden inşa edilmiştir. Roma
imparatorluk kültünün eyalet merkezi önceleri
yalnızca Ankyra’yken (ANKARA) BÜYÜK OLASILIKLA
31/32’DE Tiberius döneminde (14-37) Pessinus
da kült merkezi olmuştur. 252/253’te Gotlar
Anadolu’ya girdiklerinde, aralarında EPHESOS’un çeyreğini geçmemekte; bu tarih de bölgenin son
da (b.Efes) bulunduğu kentlerle birlikte Pessinus’u yerleşim tarihi gibi görünmektedir.
Ballıhisar köyü 1834’te Fransız arkeolog ve gezgin
da yakıp yıkmışlardır.
Charles Texier (1802-71) tarafından Pessinus antik
362’de İmparator Iulianus’un (hd.361-363) kenti olarak tanımlanmıştır. 1967-73’te Gent
Konstantinopolis’ten (İSTANBUL) Antiokheiaa’ya Üniversitesi’nden Pieter Lambrechts başkanlığında
giderken Kybele’nin (Manga Mater) tapınağını bir Belçika ekibinin kazı çalışmalarını, 1976, 1983
ziyaret ederek sunaklarda kurban kestiği ve 1986’da aynı üniversiteden John Devreker
bilinmektedir. Kentte ilk Hıristiyanlar’ın ortaya çıkışı başkanlığında yürütülen araştırmalar izlemiş,
en geç 3. yy’ın ortalarına tarihlendirilebilir. Yaklaşık 1987’de Devreker kazı çalışmalarınayenidne
400’de Galatia Eyaleti, İmparator I. Theodosius başlamıştır. Lambrechts’in kazı döneminde kent
(hd. 379-395) tarafından bölündüğünde Pessinus merkezi, özellikle de kentin güneyindeki kutsal
hem Galatia Salutaris’in (Secunda) başkenti hem alan ortaya çıkartılmıştır. Burada, 6x11 Korinth
de dinsel metropolis olmuştur. 600’lerde kentte iki sütunlu (SÜTUN) ve ANTE’leri arası iki sütunlu bir
Hıristiyan kilisesinin varlığı bilinmektedir: Haghia giriş mekanı bulunan 13.70x24.10 m boyutlarında,
Sophia Katedrali ve Muriangeloi Kilisesi (kent PERİPTEROS bir tapınak vardır. Geç Phryg ya da
dışında). Bu kiliselerin yapım tarihleri ve kesin Helenistik Dönem’e (YUNAN) ait eski bir yapı
yerleri saptanamamakla birlikte yerel müzede grubunun üstüne inşa edilmiş olan bu tapınaktan
çeşitli arkeolojik kalıntıları toplanmıştır. 9. yy’da günümüze, sütunların kesme taş temelleri, KREPİS
AMORİUM önem kazanırken Pessinus’taki dinsel ve TEMENOS kalmıştır. Tapınağın önünde, aynı
metropolis giderek önemini yitirmiş, hatta 19 km doğrultuda (doğu-güneydoğu/batı-kuzeybatı)
uzaktaki Justinianopolis’e (b. Sivrihisar) taşınmıştır. uzanan ve yalnızca kireçtaşından temelleri
Anadolu’nun öteki bölümleri gibi (Pessinus’un da korunmuş olan TİYATRO biçimli bir yapı yer
ANADOLU SELÇUKLU egemenliğine girdiği tarih almaktadır. Geç Cumhuriyet Dönemi’nin Romalı
bilinmemektedir. Kentin, 14. yy’a değin Notitiae örneklerinden etkilenmiş bir “tiyatro-tapınak”
episcopatuum’da adı geçmekteyse de ele geçen oluşturan bu iki yapı, Galatia’daki geniş Tiberius
en geç Bizans sikkelerinin tarihi 11. yy’ın üçüncü programının bir parçası olarak, Ankyra’daki ve
76
Antiokheia’daki (b.Yalvaç, İsparta) Augustus
tapınaklarıyla aynı dönemde inşa edlimiş,
imparatorluk kültünü barındıran bri Sebasteion
olarak nitelendirilebilir. Kutsal alan Augustus’un
ölümünden kısa süre sonra bir olasılıkla 35/36’da
törenle açılmış, ancak kuzey, doğu ve güneyi
çevreleyen bölümün yapımına 1.yy’ın ikinci
yarısından önce başlanmamıştır. Aşağıdaki, üç
yönden İon düzeninde (-DÜZEN) üç basamaklı
portiklerle çevrili meydan (26.83xykş.32m) en
geç Tiberius döneminin sonunda ya da Claudius
döneminde yapılmıştır. İç duvarları PİŞMİŞ TOPRAK
döneminde (193-211) tamamlanan geniş kapsamlı
bir onarım programının parçası olmalıdır. Tapınak
tiyatrosunun alt yarısının doldurulması ve
tiyatronun mermer oturma sıra ve merdivenlerinin,
eski ORKHESTRA’nın batı ucunda inşa edilen yeni
merdiven temellerinde kullanılması da bu döneme
rastlıyor olabilir.
çiçeklerle bezeli alçı panolarla kaplanmış olan
yapıda, yalnızca doğudaki portik Dor düzeninde
ikinci bir kata sahip görünmektedir. Dolayısıyla
bu yapı grubu, Rodos tipi bir PERİSTİL olabilir.
Tapınakta, büyük olasılıkla bir depremin yol
açtığı hasarlardan dolayı 1.yy sonu ya da 2.yy
başında yer yer onarımlar yapılmıştır. Aynı felaket
portikli meydandaki yenilemelerin (yeni mermer
döşemenin ve kuzeydeki portiğin yerine küçük
mermer yapının yapılması) nedeni de olabilir.
Bu değişiklikler Marcus Aurelius döneminde
(161-180) başlayan ve ancak Septimius Severus
Kuzeyde Severuslar döneminde yapılmış anıtsal
bir takla sona eren bu sistem portikler (Augustus
dönemi) çifte kolonad (2.yy) suya inen basamaklar
(3.yy dan önce) ve basit iskeleler ( 1.yy ve 3.
yy’lın 1. çeyreği)içermektedir. Genç Roma
döneminde kolonadın yıkılmış bölümünün yerini
su düzeyini ayarlayan bir hidrolik sistem almıştır.
Günümüzde yalnızca CAVEA’sının (seyirci bölümü)
yeri görülebilen büyük Tiyatronun yapım tarihi
bilinmemekle birlikte Hadrianus döneminde (117138) onarıldığı ya da bezendiği bilinmektedir.
Anıtsal tak yakınındaki ev kompleksi müzede
77
Hala bugünkü köyün ana yolunu oluşturan 1113 metre genişliğinde ve 500 m. Yi aşan mermer
döşeli bir kanal sistemi, Augustus döneminde Galos
ırmağını denetim altına almak için tasarlanmıştır.
korunan büyük toprak küplerin ele geçtiği bir
depo yapısı bugünkü okuulun yanında yer alan
işlevi belirsiz büyük bir yapının temelleri ve
tapınağın yakınındaki istinat duvarı Kentteki Genç
Roma İmparatorluk döneminden kalma birkaç
arkeolojik kalıntıdır. Tapınak tiyatrosu üstünde
bir ev hatta bir yol yapılmak suretiyle tamamen
toprakla örtülmüştür. Aşağıdaki meydansa
Genç Roma ya da Erken Bizans döneminde(
GENÇ ANTİK) dükkanlarda içeren bir mahalleye
dönüştürülmüştür. Aynı kronolojik belirsizlikler
tiyatronun üstündeki nekrapolis’te (mezarlık) yer
alan ve 5.yy değin tahrip edilmemiş gibi görünen
eken Roma mezarlığından devşirilmiş taşlardan
yapılı oda mezarlar içinde geçerlidir. Öteki taş
mezarlar bunlarla daha az çağdaş olmalıdır. Ölü
yakma geleneğine bağlı mezarlar ve basit çukur
mezarlar MÖ 3.yy’dan ölü gömme geleneğine
bağlı tuğla mezarların yapıldığı Roma İmparatorluk
Döneminin sonuna kadar kullanılmıştır.
19.yy gezginlerince “Akropolis” olarak adlandırılan
bölgede yapılan yeni kazılar buranın önce
nekrapolis olarak kullanıldığını (MÖ 2.yy MS 5.yy)
Bizans döneminde ise bir kaleye ve yerleşim
alanına dönüştürüldüğünü (MS 5.yy/ 6.yy başı11.yy) ortaya koymuştur. Buradaki mezarlar
Tiyatro üstünde yer alan ve daha önce kazılmış
olan nekrapolis’tekilerle az çok aynı tiptedir. Ölü
yakma geleneğine bağlı basit çukur mezarlar
Augustus döneminde ya da biraz öncesinden 4.yy
tarihlenirken kerpiç tuğladan yapılma örnekler Geç
Helenistlik Döneme (MÖ2-1.yy) tarihlenmektedir.
4/5 yy’ tarihlenen URNE’li (ölü külü kabı) bir
mezar bulunan en yeni örnektir. Ölü gömme
geleneği Augustus döneminde hem tek hem de
toplu gömülerin yapıldığı basit çukur mezarlarla
başlamış görünmektedir. ¾ yy’a tarihlenen bu
toplu mezarlarda en az 35 ölü saptanmıştır. Taş
oda mezar tipindeki büyük aile mezarları erken
imparatorluk döneminin sonlarında ya da Geç
Roma İmparatorluk başlarında ortaya çıkmıştır.
Bu mezarlar düzgün mermer bloklardan yapılmış
en eski tiptir. İkinci tipte mezar yan duvarları kireç
taşından yapılmış, örtü taşları olarak da kireç taşı
y da mermer bloklar kullanılmıştır. Hepsi antik
çağ’da ya da daha yakın dönemde yağmalanmış
olmakla birlikte bu mezarların bir kaçı hala değerli
buluntular içermektedir. En çarpıcıları 3.yy’a ait
bir mezarda takıların yanı sıra ele geçen deri
ayakkabılar ve dokuma parçalarıdır. Bir 4.yy
mezarından elde edilen parçayla birlikte bu
buluntular, Anadolu’nun dokuma teknolojisinin
Bereketli Hilal’den (Ortadoğu’da, Batı ve Ortadoğu
uygarlıkların doğduğu bölgede) çok Avrupayla
ilişkili olduğunu gösteren bir eğitim tipine sahiptir.
5.yy’lın ikinci yarısına değin kullanılan en yeni
mezar grubu, kısmen ya da tamamen yazıt ve kapı
taşları gibi devşirme mermer bloklardan yapılmıştır.
Pessinus’taki gömülerin büyük bölümünü
çocukların ve gençlerin oluşturması demografik
olarak çok çarpıcıdır. Kırkbeş yaşını geçenler
çok enderdir; erkek ve kadınlar eşit sayıdadır.
İkinci yerleşim evresinde “Akrapolis” 5.yy sonu
ya da 6.yy başından 11.yy üçüncü çeyreğine değin
bir kale ve yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. 2.252.50m genişliğindeki geniş anıtsal savunma duvarı
büyük ve düzgün kireçtaşı bloklarla ve devşirme
taşlarla yapılmıştır. Duvarın bir yanı 3.10x1.85
olan bir gözetleme kulesiyle son bulduğu ortaya
çıkmıştır. Küçük ve düzensiz kireç taşlarından
yapılmış evlerin bazılarında devşirme mermer
parçalarda kullanılmıştır. En eski yapıların kaleyle
aynı dönemde yapıldığı ve çeşitli yapı evrelerin
varlığı anlaşılmıştır.
Kireç taşı arazide pek çok yere silolar ve PİTHOS’lar
(erzak küpü) için çukurlar kazılmıştır. Günümüze
ulaşanların çoğu tamamen ya da kısmen korunmuş
IN SITU (ilk yerinde) küpler içermektedir. Bazıları
metalurji (demir ve tunç) ve dokuma gibi el
sanatlarının varlığını gösteren ev ve mutfak
çöpleriyle doludur. Evlerin ve atölyelerin savunma
duvarına bitişik yoğunlaştığı gözlenirken, merkezde
yalnızca depolama ve imalat amacıyla kullanılan
hafif ahşap yapılar görülmektedir. Bir evin içinde
buğday, arpa ve çok sayıda asma çekirdeğinden
oluşan karbonlaşmış bitki kalıntıları bulunmuştur.
Bu tip buluntular Bizans dönemindeki yerel
tarımı aydınlatıcı bilgi vermektedir. Ele geçen
hayvan kalıntılarının hemen hepsi koyun, keçi,
sığır, domuz gibi evcil türlere aittir. Sığırın çokluğu
çevrede elverişli otlakların varlığını gösterir.
Av hayvanları azdır, yalnızca tavşan ve yaban
domuzu kalıntılarına rastlanmıştır. Binek hayvanı
ve köpek de enderdir. Pithos’lar içinde, balık
omurgası ve henüz emzikteki bir domuzun eksiksiz
iskeleti gibi özel buluntular ele geçirilmiştir.
78
Prof. Dr. John Devreker *Eczacıbaşı SanatAnsiklopedisi
3.Cilt yapı-endüstri merkezi yayınları
hatırlatma defteri
6 ocak 1969
ABD'nin ANKARA BÜYÜK ELÇİSİ ROBERT KOMER’in MAKAM ARACI
ODTÜ’DE YAKILDI
Ertesi gün gazeteler olayı şöyle duyurdu: "ABD'nin Ankara Büyükelçisi Robert Komer'in makam otomobili
dün ODTÜ Rektörlüğü önünde bir kısım öğrenci tarafından yakılmıştır."
ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş basın toplantısında olayı şöyle aktarıyordu: "Her yönü ile yerilecek bir kaba
kuvvet gösterisi oldu. Rektöre bir nezaket ziyaretinde bulunan, dost bir elçinin arabası herkesin gözleri
önünde gösteriler arasında yakıldı."
ABD Büyükelçisi Komer'in basın açıklamasında ise şu ifadeler yer alıyordu: "Müttefik bir ülkenin
temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından öğle yemeğine davet edildiği sırada,
otomobilinin müfrit bir grup tarafından ateşe verilmesi üzücü bir husustur."
ODTÜ Direniş Komitesi'nin bülteninde bir başka söylem yer alıyordu: "6 ocak 1969. Öğle üzeri kalabalık
büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi
arabayı sarıverdi."
Komer, Türkiye'ye kasım 1968'de gelmiş ve Esenboğa'da protestolarla karşılanmıştı. Çünkü, 'Vietnam'da
çalışmış, Vietkong çetelerinin pasifize edilmesi alanında ortaya attığı fikirlerle dikkat çekmiş üst düzey bir
yönetici'ydi.
Bir başka deyişle, 'Vietnam'da Milli Kurtuluş Hareketi'ne karşı yürütülen sindirme hareketinin kıdemli
yöneticisi, Vietnam celladı'ydı.
Komer, rektöre üç kez ODTÜ'ye gelmek istediğini söylemişti. Ancak Kurdaş, "bu fırtına estiği sürece Komer'e
fazla yakınlaşamazdım. Ama üniversiteme 7 milyon 700 bin dolar yardım yapacak bir ülkenin elçisine karşı
uzak da duramazdım" diyordu. Sonunda elçiyi yemeğe davet etmiş ve davet son ana kadar gizli tutulmuştu.
Öğrenciler ise bu davetin planlı olduğunu düşünüyordu: "Öğrencilerin en kalabalık olduğu saatte ve büyük
bir gösteriş içinde geldi. Vietnam celladı Komer'in devrimci üniversitelilerin ocağı ODTÜ'ye gelişinin ne gibi
olaylara yol açacağını tahmin etmek zor değildir."
Gerisini Kurdaş şöyle yazıyor: "Misafirlerimizi yemeğe davet ettim, masaya oturduk. Çok geçmeden
öğrencilerin toplandığı ve giderek kalabalıklaştığı haberleri geldi. Arabanın etrafındalar. Arabayı devirmeye
çalışıyorlar. Camını kırdılar. Devirdiler. Arabayı şişliyorlar. Arabayı yaktılar. Saat 13.15 dolaylarında…"
O sırada telefon çalıyor. Arayan İçişleri Bakanı Faruk Sükan. Rektörün ifadesi ile, 'telefonda bir bacağı
kopmuş kedi gibi bağırıyor'. Aralarında şu konuşmalar geçiyor:
Sükan: "Sefiri kandırıp oraya yemeğe davet ettin, tuzağa düşürdün, arabayı yaktırdın. Bütün gücümle
üniversiteye giriyorum. Karşıdaki benzin istasyonunda 250 polisim bekliyor."
Kurdaş: "Polisin üniversiteye bir adım bile atmasına izin vermiyorum. Girersen karşında beni bulursun."
Sükan: "Elçinin orada hayatı tehlikede."
Kurdaş: "Elçinin hayatı benim teminatım altında. Beni öldürmeden kimse ona dokunamaz."
79
almadan Komer'i okula çağıran yöneticilerindir'.
Hiçbir şey olmamış gibi yemek yeniyor. Mönü
etsuyu çorba, biftek, lahana dolması, salata, meyve
ve Türk kahvesinden oluşuyor. Sonra rektör, elçiyi
kendi arabasıyla sefarete bırakıyor: "Yola çıkmadan
önce arabayla üniversite etrafında bir tur attırdım.
Zorbalığa pabuç bırakmadığımı dosta düşmana karşı
anlatmak istiyordum."
Kurdaş, aynı günün akşamı İçişleri Bakanı'na
telefonda şunları söylüyordu: "Şu kanıya vardım ki,
arabayı siz yaktırdınız. Maksadınız polisi üniversiteye
sokup, bir çatışma çıkartmak, kan akıtmak, olayı
büyütmekti. Tertipçisi sizsiniz."
Daha sonraki günlerde üniversite kapatıldı.
Öğrencilerin başvurusu ile Danıştay üniversitenin
açılmasına karar verdi. Öğrenci Birliği tutuklanan
öğrencilere, kayıt harcı ödenmesi dahil katkısını
sürdürdü.
Öğrencilerin bir bölümü zorbalığa pabuç
bırakmayacaklarını söylüyordu: "Hiçbir güç tarihin
akışını durduramıyacaktır. Arkadaşlarımıza yapılacak
en ufak bir haksızlık, en keskin şekilde karşılığını
alacaktır. Hodri meydan."
Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak,
'büyükelçilere ait makam otomobillerinin (henüz
1900 km'de 1968 model Cadillac) tahribi halinde
bunların mahalli hükümetlerce tazmin edilmelerinin
normal olduğunu' söyledi.
Öğrenci Birliği yönetiminde bulunan sosyal
demokrat görüşlü öğrenciler ise, 'fikir olarak
sosyalistlere katıldıklarını ancak arabanın yakılmasını
tasvip etmediklerini' söylüyordu. Yayınladıkları
bildiride şöyle diyorlardı: "Bu anarşi ortamına
katılmadan ve fanatik duygularımızın esiri olmadan
antiemperyalist savaşı sürdürmek istiyoruz."
Savcılık, yedi öğrenci hakkında gıyabi tutuklama
kararı verdi. 3 binden fazla ODTÜ öğrencisi
imzaladıkları dilekçe ile savcılığa başvurarak, arabayı
yakanların sadece dokuz kişi olmadığını kendilerinin
de yakma eylemine katıldıklarını bildirdi.
Öğrenci Birliği'ne göre, 'sorumluluk tüm olarak
birkaç anarşist öğrencinin ve bunları dikkate
80
HRANT DİNK
19 Ocak 2007 tarihinde İstanbul’da Agos gazetesi önünde
uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.
de teşviğiyle AGOS Gazetesi'ni kurdu.
Dink bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve
yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.
Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda
konferansa katılan Dink Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi
üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı.
15 Eylül 1954’te Malatya’da doğdu.
Babası Sivas'ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise
Sivas'ın Kangal ilçesinde doğup büyüdü. Anne ve babası
1961 yılında İstanbul'a taşınmalarının ardından boşandı.
Anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle
birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni
Protestan Kilisesi’nin yetimhanesine yerleştirildi.
Ödüller
2005 yılında Türkiye’de İnsan Hakları Derneği tarafından
Dink’e “Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü
Ödülü” verildi.
Dink’e verilen bir diğer ödül ise 2006’da Alman Stern
Dergisi Kurucusu Henri Nannen adına dünya çapında
tanınan “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü”
oldu.
Dink’e dünya çapında iki ayrı ödül ise bu yılın 18
Kasım’ında Hollanda ve 24 Kasım’ında ise Norveç’te
verildi.
Hollanda’da verilen ödül Pen Award fikir ve düşünce
özgürlüğü,
Norveçte verilen ise Bjornson İnsan Hakları Ödülüydü.
Dink öldürüldüğünde AGOS Gazetesi’nin genel yayın
yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyordu.
Bu gazeteyi Türkiye’nin demokrat ve muhalif seslerinden
biri haline getirmeye, özellikle Ermeni toplumunun
uğradığı haksızlıkları kamuoyu ile paylaşmaya
çabalıyordu.
Gazetenin en temel hedeflerinden biri de Türk ve Ermeni
halkları, Türkiye ile Ermenistan arasında yeniden diyalog
kurabilecekleri bir ortamın gerçekleşmesine katkıda
bulunmak.
Dink değişik demokratik platformlarda ve sivil toplum
örgütlerinde elden geldiğince görev alıyordu.
Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda
okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar.
Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki
Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin
ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans
okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada
tanıştığı Silopu doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel
Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri
Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı.
Zooloji lisansı bitiren Dink bu kez İstanbul
Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk
sahibi oldu. Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk
Kampını yönetmeyi üstlendiler.
1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve
kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990
yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu
içindeki faal yaşantısına döndü.
Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla
Ermeni tarihiyle ilgili Türkiyede çıkan kitaplara ilişkin
kritikler yazdı.
1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin
81
LENİN
21 OCAK 1924
Üniversiteden ayrıldıktan sonra entelektüel yanını
geliştirmek için çok çalıştı. 19'uncu yüzyılda yaşamış Rus
aydınların, ülkenin geleceğiyle ilgili fikirlerini incelemeye
ve onların eserlerini okumaya başladı.
1890'da Hukuk Fakültesi'ne yeniden kabul edildi
ve 1891'de okulu birincilikle bitirdi. 1892'de St.
Petersburg'da avukat olarak işe başladı. 1893-1895 yılları
arasında devrimci çalışmalar yaptı. Nisan 1895'te bir grup
devrimci arkadaşının da desteğiyle Avrupa'ya gitti.
Paris'te Çalışan Sınıfın Özgürlüğü grubuna başkanlık
eden Plekhanov ile görüştü ve onu devrimci fikirlerinden
yararlandı. Aynı yıl Rusya'ya geri döndü, fakat tutuklanıp
15 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1897'de Sibirya'ya
sürgüne gönderildi.
1899 yılında ilk makalesini 'Lenin' takma adıyla yazdı.
Adını değiştirmesinin nedeni devletin tepkisini daha
fazla üzerine çekmemek ve kardeşinden beri devam
eden Ulyanov soyadına karşı oluşan aşırı şüpheleri
artırmamaktı.
1898'de Sosyal Demokrat İşçi Partisi kurulu. 1903'de
parti Lenibn'in başkanlığındaki sert solcular olan
Bolşevikler ve Axelrod'un başkanlığını yaptığı ılımlı solcu
Menşevikler olarak ikiye ayrıldı. İki grup da Marksist
akımın güçlenmesi için çalışmalar yaptı.
Sovyet Devrimi'nin mimarı Vladimir İliç Lenin, 1924
yılında hayatını kaybetti.
22 nisan 1870'te Simbirsk'te, Rusya'nın prestijli
ailelerinden Ulyanov'ların üçüncü çocukları olarak
dünyaya geldi. Mutlu bir çocukluk geçirdi.
1905'de Menşeviklerin çalışmaları sonucunda daha iyi
çalışma koşulları isteyen işçiler ayaklandı. Kanlı Pazar
olarak bilinen günde binlerce işçi öldürüldü ve ayaklanma
bastırıldı. Bu olaydan sonra Çar II. Nikola, Rus Meclisi'ni
(Duma) açmak zorunda kaldı.
İlk eğitimini annesinden aldı, piyano çalmayı öğrendi.
Dokuz yaşında Simbirsk Gymnasium'una gönderildi.
1917 devrimlerinin ilki 8 mart 1917'de Kadınlar Günü'nde
işçi kadınların sokaklara dökülmesiyle başladı. Diğer
işçilerin de katılmasıyla isyan büyüdü. Polis ve askeri
kuvvetler de isyanı bastırmaya yanaşmayınca Çar II.
Nikola 15 mart 1917'de tahttan çekildi.
Okulda, ileride olacağı gibi, hep liderdi. Bu özelliğiyle
ilgili kız kardeşi Anna'nın hatıralarında, baba
Ulyanov'un küçük oğlu Vladimir'in her şeyi kolayca
öğrenebilmesinden endişe duyduğu ve onun ileride
sistemli ve ciddi çalışmayı öğrenemeyeceğinden korktuğu
yazar.
Çar çekildikten sonra Rusya'yı liberal görüşlü Geçici
Hükümet yönetmeye başladı. Hükümetin ana
kadrosunda Menşevikler ve Sosyal Devrimciler
bulunuyordu. Bu sırada Bolşevikler devrimle çok fazla
ilgilenmiyor görünüyordu.
Ağabeyi Alexander, Çar III. Alexander'a karşı giriştiği
başarısız suikasttan sonra 1887'de idam edildi. Ağabeyi
ve arkadaşlarının yaptığı eylem ülkede büyük ses getirdi
ve üniversitelerde çarlık rejimine karşı sesler yükselmeye
başladı.
1900'de sürgünden dönüp 17 yılını Batı Avrupa'da
geçiren Lenin, 16 mart 1917'de Rusya'ya döndü.
Lenin'in dönmesiyle Bolşevikler yönetimi ele geçirmek
için faaliyetlere başladı. Hükümetin başarısızlığı halkın
güvenini kırdı ve Bolşevikler popüler oldu.
Aynı yıl Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi.
Üniversitede öğrenciler tarafından yapılan eylemlerin
elebaşını arama çalışmaları sırasında eylemciler arasında
Ulyanov soyadının bulunması tutuklanmasına ve okuldan
atılmasına yetti.
6 kasım 1917'de Bolşevikler iktidarı ellerine aldı. Parti
82
hemen çaılşmalara başladı. Lenin tarafından hazırlanan parti programı dört nokta içeriyordu: Birincisi aç olanlara
yiyecek, ikincisi köylülere toprak, üçüncüsü Sovyetlere iktidar ve sonuncusu Almanya ile barış.
Parti bu dört noktayı çok hızlı bir şekilde hayata geçirdikten sonra iktidarı korumak için ÇEKA ve Kızıl Ordu kuruldu.
Bolşeviklerin faaliyetlerine karşı oluşan tepkiler Menşevikler tarafından da desteklenerek Rusya'da iç savaş çıkmasına
sebep oldu.
Savaş müttefikler tarafından da yakından izlendi. Hatta Avusturya, Almanya ve Japonya Menşevikleri desteklediler.
Ancak 1922'de sona eren savaşı Bolşeviklerin kazanmasını ve Lenin'in düşlediği gibi Bolşevik diktatörlüğünün ülkeyi
yönetmesine engel olamadılar.
Siyasi bir lider olduğu kadar bir siyaset filozofuydu. Rusya'nın içinde bulunduğu durum ve öne sürülen çözümlerin
işe yaramayışı Lenin'i daha radikal eğilimlere yöneltmiş ve acı içinde kıvranan halkın ancak komünist bir yönetimle
kurtulabileceğine inandırmıştır.
Klasik Marksizm'e göre komünizm tarihteki gelişmelerle ortaya çıkan bir sürecin ürünüdür. Marx'a göre tarihsel
gelişme özel mülkiyetin gelişmesiyle ve iş bölümünün belirginleşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Buna göre Marx tarihi
beş ana mülkiyet aşamasına ayırır.
Bunlar: Komünal mülkiyet, antik toplumsal mülkiyet, feodal mülkiyet, kapitalist mülkiyet ve komünizmdir. Komünizm
devresinin başlaması için kapitalist düzenle ezilen bir proletarya sınıfının olması ve onların kapitalist düzeni
devirmeleri gerekmektedir.
Rusya'da durum Marx'ın öngördüğünden tamamen farklıydı. Ezilen halkın büyük çoğunluğu köylülerdi, işçi sınıfı yok
denecek kadar azdı. Devrimi yapanlar da entelektüel olarak yetişmiş eğitimli insanlardı.
Lenin Rusya'yı yeniden yaratmaya kararlıydı. Bunu başarmak için tam örgütlenmeyi sağlamanın gereğine inanıyordu.
Devrimi tek bir ulus için değil bütün dünya için planlamıştı: "Dünya devrimine temel olması için devrimi tek bir ulusta
yaptık. Şaşmaz ve bilimsel olan bu öğretinin (Marksizm) tek doğru yorumlayıcıları ve sahipleri biziz. Amacımız bunu
bütün dünyaya yaymaktır."
Bu amacını gerçekleştirmek için 1919'da Commintern'i kurdu. Avrupa'nın bir yıl içinde tamamen komünist düzene
geçeceğini düşünüyordu. Düşündüğü gibi olmadı,
Vladimir İliç Lenin, 30 yıllık kariyerinde yüzlerce kitap, binlerce makale ve mektup yazdı. 'Bütün Eserleri'nin (Collected
Works) beşinci baskısı 1965'de yapıldı. Eserin içinde 9 binden fazla doküman vardır.
83
UĞUR MUMCU
24 OCAK 1993
“VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ…”
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı,
ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik
kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak
katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde
sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi
kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız,
arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer
taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım
unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine
terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi
suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım,
unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli
işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı
daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi
savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla
kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce
kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik
bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana7da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan
döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler
üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez
dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece
sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi
hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına
ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri
önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,
Unutma bizi,
Unutma bizi...
25 / 08 / 1975
Cumhuriyet Gazetesi
84
Muammer AKSOY
31 OCAK 1990
1917 yılında Antalya’da doğdu. 1939’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Zürih
Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi’nde doktora yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Kürsüsünde asistanlık ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Medeni Hukuk
Kürsüsünde öğretim üyeliği yaptı. 1957 yılında üniversite yasasında yapılan değişikliklerin üniversite özerkliğine
zarar verdiği gerekçesiyle üniversitedeki görevinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdi.
27 Mayıs 1960 sonrasında yeniden üniversiteye döndü, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Anayasa Hukuku profesörü
oldu. 1960-1961 yıllarında kurucu mecliste Antalya temsilcisi olarak çalıştı. 1961 Anayasasının hazırlanması sırasında
Anayasa komisyonu sözcülüğü ve CHP parti meclisi üyeliği görevlerinde bulundu. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra
sıkıyönetimce tutuklandı ancak yargılama sonucunda aklandı. 1977’de CHP İstanbul milletvekili olarak parlamentoya
girdi. Avrupa Konseyi Türkiye temsilciliği ve Türk Hukuk Kurumu başkanlığı görevlerini yürüttü. 12 Eylül 1980’den
sonra Ankara Barosu başkanlığına seçildi.
1989’da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü
Düşünce Derneği’ni kurdu ve Kurucu Genel Başkan olarak çalıştı. 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler’deki evinin
önünde kurşunlanarak öldürüldü.
85
ABDİ İPEKÇİ
1 ŞUBAT 1979
13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul’e suikast düzenleyen Ağca,
olay yerinde yakalandı. Papa soruşturması boyunca 128 kez
ifade verdi, 22 mart 1986’da ömür boyu hapse mahkum edildi.
13 haziran 2000’de İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio
Ciampi, Ağca’nın affını imzaladı. Ağca, sabaha karşı İstanbul’a
getirildi. Sadece gasp suçundan Türkiye’ye iadesi kararlaştırılan
Ağca’nın İpekçi cinayetinden tekrar yargılanmasının mümkün
olmadığı açıklandı.
Kadıköy Adliyesi’nde gasp davasıyla ilgili mahkemeye çıkarılan
terörist Ağca’nın ilk sözü, “ben Abdi İpekçi’nin katili değilim.
Ben sadece bir aktördüm” oldu.
Ağca, daha sonra çıkarıldığı bütün duruşmalarda şov yaptı. Her
duruşmadan sonra basın mensuplarına mektup dağıtan Ağca,
Vatikan’a tehditler savurdu.
Vatikan’dan hesap soracağını ileri süren Ağca, “Katolik olmam
için Vatikan bana 50 milyon dolar, özgürlük ve kardinallik
önerdi. Vatikan’da kral olmaktansa, Afrika’da maymun olmayı
tercih ederim” dedi.
Mehmet Ali Ağca, Türkiye’ye iadesinden sonra Fruko fabrikası
gaspından 10, bir kuyumcunun gasp edilmesinden 10,
cezaevinden firar suçundan ise üç yıl hapis cezasına çarptırıldı.
İpekçi cinayetinden ise idam cezası almıştı.
Ancak, son yasal düzenlemelerle idam cezası kalktığı için bu
ceza, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştü. Ağca’nın,
İtalya’da geçirdiği 20 yıllık süre yeni TCK’nın 16’ncı maddesi
gereğince 36 yıldan düşüldü.
Ağca’yı hapisten kurtaran Türk Ceza Kanunu’nun 16’ncı
maddesi oldu. TCK’nın 16’ncı maddesi şöyle diyor: “Nerede
işlenmiş olursa olsun, bir suçtan dolayı yabancı ülkede
gözaltında, gözlem altında, tutuklulukta veya hükümlülükte
geçen süre aynı suçtan dolayı Türkiye’de verilecek cezadan
mahsup edilir.”
ANAP döneminin affı olarak da bilinen 3712 No’lu kanun
Ağca’ya uygulanmadı. Eğer uygulansaydı Ağca çok daha erken,
hatta Türkiye’ye iade edildiği gün tahliye edilebilirdi.
Geriye kalan 16 yıllık süre, 10 yıl daha düşülerek altı yıla indi.
Ağca’nın Türkiye’den kaçmadan önce cezaevinde geçirdiği 153
günlük süre de hesaplamaya dahil edilince 12 ocak 2006 günü
tahliye edildi.
Adalet Bakanlığı’nın başvurusunu değerlendiren Yargıtay, 20
ocakta Ağca’nın tahliyesi ile ilgili kararı hatalı bularak bozdu.
Yargıtay bozma gerekçesinde Ağca’nın İtalya’da yattığı 19 yıl
cezanın Türkiye’deki cezasından mahsup edilemeyeceğine
karar verdi.
Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’nin tahliye kararını bozması
üzerine 20 ocak 2006 tarihinde yeniden yakalanarak aynı
cezaevine konulan Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinde kalacağı
süre yeniden hesaplandı.
Toplam 40 yıl üzerinden yapılan hesaplama sonucu hazırlanan
müddetnamede, Mehmet Ali Ağca’nın 18 ocak 2010 tarihinde
cezaevinden tahliye olacağı belirtildi. Müddetname, Ağca’nın
hükümlü olarak bulunduğu Kartal H Tipi Cezaevi ile diğer ilgili
yerlere gönderildi. 18 Ocak 2010 da cezasının bittiği söylenen
Mehmet Ali Ağca tahliye olarak ceza evinden çıktı.
Abdi İpekçi evine giderken uğradığı suikast sonucu öldürüldü
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1979’da
suikast sonucu hayatını kaybetti.
Gazeteci ve yazar Abdi İpekçi 9 ağustos 1929’da İstanbul’da
doğdu. 1948’de Galatasaray Lisesi’ni bitirdi.
Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam etti.
1943-48 arasında ‘Kırmızı-Beyaz’ ve ‘Şut’ spor dergilerinde
yazıları yayımlandı.
‘Yeni Sabah’ ve ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde muhabir olarak
çalıştı. 1951’de ‘İstanbul Ekspres’ gazetesinde yazı işleri
müdürlüğü yaptı. 1954’te genel yayın müdürü olarak göreve
başladığı Milliyet gazetesinde 1959’da başyazar oldu.
1959’da Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanlığı, 1960’ta Basın
Şeref Divanı sekreterliği yaptı.
1964’te Uluslararası Basın Enstitüsü yönetim kurulu üyeliğine
seçildi. 1968’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Gazetecilik Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak ders verdi.
1972’de Türkiye Basın Enstitüsü başkanlığına getirildi.
1 şubat 1979 sabahı evine giderken uğradığı sukast sonucu
hayatını kaybetti. 25 haziran 1979’da yakalanan saldırgan
Mehmet Ali Ağca, 23 kasımda cezaevinden kaçırıldı.
Ağca, 26 kasım 1979’da Milliyet gazetesi yakınındaki bir
çöp kutusunda bulunan mektupta, kendi el yazısıyla Papa’yı
vuracağını yazıyordu. 28 nisan 1980’de İpekçi davasından
dolayı ölüm cezasına çarptırıldı.
86
DOSTOYEVSKİ
6 ŞUBAT 1890
Dostoyevski, aynı zamanda varoluşçuluğun kurucularından biri
olarak anılır
Klasik edebiyatın en önemli yazarları arasında gösterilen Rus
romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 1881'de hayatını
kaybetti.
1821'de Moskova'da doğan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski,
9 şubat 1881'de Petersburg'da hayata veda etti. Annesini ve
babasını küçük yaşta kaybetti.
İlk yazılarıyla adını duyurmaya başlamışken genç liberallere
katılmasıyla yaşamının akışı değişti. Tutuklandı ve sekiz ay
hücrede kaldıktan sonra ölüm cezasına çarptırıldı. İnfaza birkaç
saat kala cezası dört yıllık Sibirya sürgününe çevrildi.
Sürgünden sonra yeniden St. Petersburg'a dönme izni elde
etti. Bu koşullar altında yeniden yazmaya başladı. Yazdıklarıyla
Çar II. Aleksandr'ı bile etkiledi. Yapıtlarının ses getirmesine
karşın, Dostoyevski paraya kavuşamamıştı.
Bundan sonra özel yaşamında büyük sıkıntılar yaşadı.
Sürgünden sonra sara nöbetlerinden de bir türlü kurtulamadı.
Ancak 'Karamazov Kardeşler', 'Ecinniler', 'Suç ve Ceza' gibi en
ünlü yapıtlarını da bu dönemde kaleme aldı.
1881'de öldüğünde, Rusya bu eski mahkum için, görülmemiş
bir cenaze töreni düzenledi. Dostoyevski'nin sanatçılığı,
dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin
düşünselliğini ve bir gazete yazarının büyük coşkusunu bir
arada içerir.
Anlatı yapıtları, birçok yeni edebi anlatım araçlarını kapsar.
Özellikle romanlarındaki çoksesli tipler, gerçekçi roman tarzının
zenginleşmesine yol açmıştır.
En önemli yapıtlarından 'Suç ve Ceza'da, bir cinayet
etrafında kurar metnini Dostoyevski. Ne var ki, cinayet bir
'oyun' ya da basit bir heyecan unsuru değildir. Daha açık bir
biçimde söylemek gerekirse yazar, öldürme eylemini amaca
dönüştürmez.
'Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u yazarın ahlaki bir sorgulama
yapmak için cinayete ittiği karakterlerdir. Fakir bir genç olan
Raskolnikov, Hukuk Fakültesi'ni yarıda bırakmıştır. Avrupa
kaynaklı siyasi ve felsefi düşüncelerin etkisi altındadır.
Güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit
edebilmek amacıyla, zaten borçlu olduğu tefeci bir kadını
kurban olarak seçer. Ancak kararını uygularken pek de rahat
değildir Raskolnikov.
"Kollarına müthiş bir dermansızlık gelmişti. Kollarının
her geçen saniye gittikçe uyuşarak ağırlaştığını kendisi de
fark ediyordu. Baltayı bırakıp düşürmekten korkuyordu...
Ne yaptığının farkında olmadan, hemen hemen kendini
zorlamadan, sanki bir makine gibi, baltanın tersini kadının
kafasına indirdi. Bu sırada neredeyse dermansız gibiydi.
Ama baltayı indirir indirmez gücü yerine geldi" cümleleriyle
canlandırılan suç sahnesi, 350 sayfalık romanın 140'ıncı
sayfasında cereyan eder.
Artık işin ceza kısmına gelmiştir Dostoyevski. Kimsenin
kendini görmediğini ve geride bir iz kalmadığını bildiği halde,
Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. İnsanlığını,
masumiyetini yitirmiştir.
Ceza, yalnız kendisine verilmemiştir, ailesi de etkilenir
Raskolnikov'un günahından. Katilin cinayet mahalline dönmesi
kuralına uygun olarak, yakalanmayı ve rahatlamayı, arınmayı
isteyen genç adam, öldürdüğü tefeci kadının evine gelir,
komiserle tanışır ve soruşturmanın baş şüphelisi olur.
Komiser Porfiry Petroviç, zeki bir adamdır ve katil olduğunu
anlamıştır Raskolnikov'un. Ama ona bir fırsat tanımak, itiraf
ederek ruhunu yüceltmesini sağlamak ister. Ailesi tarafından
fahişeliğe zorlanan temiz kalpli Sonia'ya suçunu ve aşkını itiraf
eden Roskolnikov, nihayet huzura kavuşur ve teslim olur.
Sibirya'ya sürgün edilen Raskolnikov, yanında Sonia ile birlikte
yola çıkarken henüz pişman olmamış, ruhu tam anlamıyla
temizlenmemiştir.
"Ama burada, yeni bir hikaye, bir adamın derece derece
yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat buluşunun, bir
dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç
bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının hikayesi başlıyor" diye
bitirir romanı Dostoyevski.
Hakkında ciltler dolusu inceleme ve biyografi kitabı yazılan
Dostoyevski'yi kısa bir yazı içerisine sığdırmak söz konusu
olamayacağı gibi, sadece 'Suç ve Ceza'daki felsefi ve ahlaki
motifleri tartışmak bile sayfalar tutar.
Öte yandan, Ferud'ün psikanaliz çalışmalarını da etkilemiştir
Dostoyevski ve 'Suç ve Ceza'. Freud, ilkel benlik, ego ve süper
ego üçlüsünün 'Suç ve Ceza'da eksiksiz olarak yer aldığı
vurgular.
Raskolnikov'un ilkel benliği, ona tefeci kadını öldürmesini
ve parasını çalmasını emreder. Bu eylemin muhakemesi ego
sürecinde olur ve süper egosu Roskolnikov'u suçluluk duyguları
içerisinde kıvrandırır.
87
BRECHT
10 ŞUBAT 1956
Brecht, Berliner Ensemble'ın da kurucusuydu
Epik Tiyatro'nun kurucusu Alman oyun yazarı Bertolt
Brecht 1898 yılında doğdu.
Eugen Berthold Friedrich Brecht, 10 Şubat 1898'de
Augsburg'da doğdu, 14 Ağustos 1956'da Berlin'de hayata
veda etti.
20'nci yüzyıla damgasını vuran oyun yazarı ve tiyatro
kuramcılarından Brecht, aynı zamanda yetenekli bir
şairdi. İlk şiirlerini 1913'te okul gazetesinde yayımladı.
Bir yıl sonra ise yaşadığı kentin yerel gazetesinde yazıları
çıkmaya başladı.
Edebiyata ve tiyatroya büyük ilgi duymasına karşın bir
süre tıp eğitimi gördü. Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında
askere alındı ve bir hastanede görev yaptı. Aynı yıl yazdığı
'Ölü Askerin Öyküsü' adlı bir şiiri yüzünden Nazilerce
suçlanarak yurttaşlıktan çıkarıldı.
1924'te gittiği Berlin'de Carl Zuckmayer, Max Reinhardt
ve Helena Weigel gibi sanatçılarla tanıştı ve birlikte
çalıştı. Helena Weigel'le evlendi ve bu evlilik ömrünün
sonuna kadar sürdü. Brecht'in oyunların pek çoğunda
Weigel başrolde oynadı.
Tiyatro yönetmeni Erwin Piscator ve besteci Kurt
Weill ile tanıştıktan sonra tiyatro yaşamında yeni bir
adım attı. Jaroslav Hasek'in romanı 'Aslan Asker Şvayk'ı
sahneye uyarladıktan sonra yazdığı 'Adam Adamdır'
oyunu Epik Tiyatro anlayışının ilk denemesiydi.
Epik Tiyatro öğretici bir tür olup, olaylar geleneksel
tiyatrodakinin aksine, dramatik bir biçimde
canlandırılacak yerde, izleyiciye anlatılır. İzleyici
sahnede olup biteni bir gözlemci gibi izler.
Epik Tiyatro'da amaç düşündürmek, izleyicinin aklını
kullanarak bir karara varmasını, harekete geçmesini
sağlamaktır. Brecht dünyanın değişmesinden,
insanların fırsat eşitliğine, düşünce özgürlüğüne sahip
olduğu, adaletli bir düzenin kurulmasından yanaydı.
Benimsemiş olduğu Marxist dünya görüşü
doğrultusunda, böylesine bir dönüşümün
gerçekleşeceğine inanıyordu. Tiyatronun bu amaca
ulaşmak için etkili araçlardan biri olduğu kanısındaydı.
Gene bu sırada yazdığı ve Kurt Weill'in bestelediği,
dünya çapında ün kazanacak olan 'Mahagonny' ve 'Üç
Kuruşluk Opera' adlı müzikalleri sahneye koydu.
Nazilerin yönetime gelmesiyle Almanya'da çalışma
olanağı ortadan kalktı. 1933'te Almanya'yı terk etti.
Önce İsviçre'ye, oradan Danimarka'ya gitti.
1939'a kadar kaldığı Danimarka'da 'Tak-tik', 'Hitler
Rejiminin Korku ve Sefaleti', 'Galileo'nun Yaşamı',
'Cesaret Ana ve Çocukları' gibi her biri başyapıt olan
oyunlar yazdı. 'Sezua'nın İyi İnsanı'nı da burada
yazmaya başladı.
1939'da Danimarka'nın da Nazi tehdidi altına girmesi
üzerine önce Finlandiya'ya, oradan da 1941'de ABD'ye
gitti. Oyunlarından bazıları bu dönemde İngilizce'ye
çevrildi ve ABD'de sahnelendi. Ne var ki, ABD'li izleyici
Brecht'in oyunlarından tedirgin oldu ve ilgi göstermedi.
1947'de ABD'de esen Soğuk Savaş rüzgarı, Brecht'in
ABD'ye Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu'nca
sorguya çekilmesine yol açtı. Dünya görüşüne ilişkin
suçlamalara karşı çıktı. ABD'de barınmayacağını
anlamıştı.
Brecht, Alman Demokratik Cumhuriyeti yöneticilerinin
çağrısı üzerine Doğu Berlin'e yerleşti ve içlerinde eşi
Helena Weigel'in de bulunduğu bir grup oyuncuyla
1948'de 'Berliner Ensemble' adlı tiyatro topluluğunu
kurdu.
Berliner Ensemble, gerek kuramsal çalışmaları, gerek
sahnelediği çok başarılı oyunlarıyla, dünya çapında
ün kazanmakta gecikmedi. Brecht, 1956 ilkbaharında
hastalandı ve bundan kısa bir süre sonra Berlin'de hayata
veda etti.
88
ALBERT CAMUS
4 OCAK 1960
bir düşünce ve duyuş biçimi getirir.
'Yabancı' ve 'Sisifos Söyleni' adlı yapıtlarında Camus,
hem güçlü bir romancı hem de bir filozof olarak kendini
gösterir. Saçmanın felsefesinin varoluşçulukla ortak
yönleri olduğu su götürmez bir gerçektir, ama yine de
birbirlerine karışmazlar.
Saçmanın felsefesinin başlıca temsilcisi olan Camus,
'Yabancı'da ana hatlarıyla verdiği bu felsefeyi, 'Sisifos
Söyleni'de daha yoğun bir biçimde işler ve bu dünyada
mutlu olmak imkansızlığı üzerinde durur.
Aslında 'Sisifos Söyleni', evrenin anlamsızlığı ve insanın
saçma kaderine baş kaldırma ihtiyacı üzerine yazılmış
bir denemedir. Camus, 1951'de yayımladığı 'Başkaldıran
İnsan'da (L'Homme revolte) bu konuları yeniden ele alır
ve derinliğine işler.
1947'de yayımlanan 'Veba' (La Peste) büyük etki yaratır
ve yazara 'Prix des Eritiques' ödülü kazandırır. Bundan
sonraki kitaplarında Camus, bir filozoftan çok bir ahlakçı
ve edebiyatçı kimliğiyle kendini gösterir. Bu durumu
oyunlarında görmek daha kolaydır.
En son romanı olan 'Düşüş'ü (La Clute) 1956'da yayımlar.
1957'de en güzel hikayelerinin bulunduğu 'Sürgün ve
Krallık' (L'Exil et le royaume) ile yaratıcı sanatın en güzel
örneklerini verir. En güzel hikayeleri, şüphesiz, Cezayir'de
geçenlerdir.
Eserlerinde çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta
ölüm, anlamsızlık ve nihilizm temalarını işleyen ve
1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Camus,
1960'da bir trafik kazasında, gerçekten saçma bir ölümle
hayata gözlerini kapattı.
En tanınmış eseri olan 'Yabancı'yı 1942'de yayımladı.
'Yabancı'da açık, sade, süssüz ve hareketli üslubu ile
Hemingway'den etkilenmiş izlenimi verir.
Camus 'Yabancı'da, kayıtsız, hayatın anlamsızlığınakarşı
mücadele etmekten yorulmuş, etrafında olup biten
olayları anlamayan, anlamak için de hiçbir çaba
harcamayan, unutulmaz bir insan tipini canlandırır.
Önemli eserleri
'Amerika Günlükleri', 'Başkaldıran İnsan', 'Büyüyen
Taş', 'Caligula', 'Denemeler', 'Düğün ve Bir Alman Dosta
Mektuplar', 'Düşüş', 'Ecinniler', 'İlk Adam', 'Mutlu Ölüm',
'Sıkıyönetim', 'Sisifos Söyleni', 'Sürgün ve Krallık', 'Tersi ve
Yüzü', 'Veba', 'Yabancı', 'Yolculuk Günlükleri'.
Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı
'Yabancı' ve 'Veba'nın yazarı Albert Camus, 1960'da 46
yaşında trafik kazasında öldü.
Günümüzün en güçlü Fransız yazarlarından biri olan
Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında
dünyaya geldi. Babası Fransız, annesi İspanyoldu. Fakir bir
ailenin çocuğu olan Camus, küçük yaşta babasını kaybetti.
Bağımsız bir hayat sürebilmek amacıyla küçük yaşta
evden ayrıldı. Geçimini sağlamak için birçok işe girip çıktı,
vereme yakalandı. Felsefe eğitimini yarıda bırakarak, bir
süre tiyatro ile uğraştı. Alman işgali boyunca 'Combat'
gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı.
1937 ve 1938'de yayımlanan iki denemesiyle edebiyata
giren Camus, bu kitaplarında bir şair ve üslupçu
görünüşüyle karşımıza çıkar. 1942'de yayımladığı
'Yabancı' (L'Etranger) ona çabucak şöhretin kapılarını
açar.
'Yabancı', saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında
olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir
çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin
durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer.
Aynı yıl yazdığı 'Sisifos Söyleni'nde (Le Mythe de
Sisyphe), mutsuzluğa düşen çağımız insanının trajedisini
ele alarak, saçmanın felsefesi diye tanımlanan bir dünya
görüşü ve Jean Paul Sartre'ın varoluşçuluğu ile yepyeni
89
BİRLİĞİMİZİN ANLAŞMA YAPTIĞI KURUMLAR
BEYAZ EŞYA - MOBİLYA - YAPI
METİS MİMARLIK VE DEKORASYON
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş ve fatura bedeli üzerinden
%25 indirim yapılacaktır.
Adres: Karapınar Mah. 1186 Cad. No:25/4 DİKMEN/
ANKARA
Tel: 0 (312) 476 83 00
FAALİYETLERİMİZ:
Mimari tasarım ve uygulama projeleri
Tadilat ve Dekorasyon projeleri ile uygulama işleri
yükleniciliği
Compact Sistem Arşiv Dolapları satış temsilciliği
SUNKAR HALI
ORIENTAL RUGS-SUNKAR HALI
1. Mağaza: Güvenevler Mh. Farabi Sk. N: 48/D Çankaya/
Ankara Tel: 312 428 85 15
2. Mağaza: Kızılırmak Mh. Ufuk Üniversitesi Cd.
AMBROSIA Çarşı n: 18/27 Çukurambar / Ankara Tel: 312
284 85 50
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde
peşinde %30, 6 taksitte %20, 12 taksitte %10 indirim
yapılacaktır.
AYSA MOBİLYA SANAYİ PAZARLAMA
Çamlıtepe Sk. 103/3
Siteler-Ankara
Tel: (0312) 353 90 25
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ödemelerde % 25, taksitli ödemelerde % 10 ve 4
taksit, ayrıca indirim dönemlerinde indirim oranı.
SAYDAMLAR ELEKTRONİK (Casio Yetkili Servisi)
Adakale Sokak N: 25/27 Kızılay / Ankara
Tel: 0312.431 04 72
Casio ve diğer markalardaki video kamera, digital fotoğraf
makineleri, saat, traş makinesi ve benzeri elektronik
aletlerin bakım ve tamirinde, Mülkiyeliler Birliği üyelerine
nakit ödemelerde ve kredi kartı ile tek çekimlerde
%25, taksitli ödemelerde 4 taksit ve %15 indirim
uygulanacaktır. .
DEKOMART Ltd. Şti.
Turan Güneş Bulvarı 4. Cad. 56. Sok. No. 49/C Yıldız/
ANKARA
Tel: 0312.443 00 75
Müşterilerine prestijli, konforlu ve estetik yaşam
mekanları sunmayı vizyon haline getiren DEKOMART
yapı sektöründe toptan ve perakende bazında hizmet
sunmaktadır. Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura
bedeli üzerinden nakit ödemelerde % 20, kartla
ödemelerde % 10 ve peşin fiyatına 3 taksit yapmaktadır.
90
BİLGİSAYAR
MAY-NET BİLGİSAYAR YAZILIM DAN. HİZ. LTD.ŞTİ.
ÇETİN EMEÇ BLV. 4. CAD. 70. SK. 8/12 ÇANKAYA - ANKARA
Tel: (0312) 473 28 94
Faks: (0312) 473 28 93 e-mail: \n mayyilmaz@may-net.
com
Bilgisayar satış, bakım ve tamirinde Mülkiyeliler Birliği
üyelerine özel indirimler
ATC BİLGİSAYAR LTD. ŞTİ.
Selanik Cd. N: 31/3 Kızılay/Ankara
Tel: (312) 419 82 70
Faks: (312) 419 82 71
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15,
kartla ödemelerde %10 ve taksitli ödemelerde 6 taksit
yapılacaktır.
EĞİTİM
YAŞAMKENT ANAOKULU
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %20,
kartla ödemelerde %25, taksitli ödemelerde %20 ve 12
taksit yapılacaktır.
Adres : Yaşamkent Mah. Gülbeng Sit. A Blok N: 20
Yenimahalle / Ankara
Tel : 0312 217 43 47-48
Prof. Dr. Mustafa BALCI Akademisi
Bu protokol ile Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/
fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde %15, kartla
ödemelerde %10, taksitli ödemelerde %10 ve 10 taksit
yapılacaktır.
Adres : Bayındır 1 Sok. No: 27 Kat: 3 Kızılay - ANKARA
Tel : 0 312 431 32 33 Faks : 0 312 431 67 67
OYA SÜRÜCÜ KURSU
Atatürk Bulvarı 94/12 Kızılay/Ankara
Tel: 0312.2310869
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ödemelerde % 10, kartla ödemelerde % 10, taksitli
ödemelerde % 10 indirim ve 10 taksit yapılacaktır.
TÜRK AMERİKAN DERNEĞİ (AMERİKAN KÜLTÜR)
Cinnah Cad. No. 20 Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0 312 426 37 32
Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) ile Birliğimiz
arasında imzalanan protokol uyarınca, üyelerimiz, eşleri
ve çocukları ile Fakültemiz öğrencileri, düzenlenen Dil
Eğitimi Programlarından indirimli yararlanabileceklerdir.
Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) düzenlenen
İngilizce Dil Eğitimi Programlarında, Mülkiyeliler Birliği
üyelerine, eşlerine ve çocuklarına mevcut kurs ücreti
üzerinden ¼ oranında indirim sağlayacaktır. Belirtilen
indirimden yararlanmak için Mülkiyeliler Birliği kimlik
kartının gösterilmesi zorunludur.
Yapılan protokol gereğince öğrencilerimiz de, kurslardan
1/3 oranında indirimli olarak yararlanabileceklerdir.
Bu indirimden yararlanmak için SBF öğrenci kimliğinin
gösterilmesi zorunludur.
Tel : 0 (312) 287 35 50
YEDEK PARÇA VE İŞÇİLİK NAKİT ÖDEMEDE % 10 KARTLA
ÖDEMELERDE 3 TAKSİT + % 5 İNDİRİM
YUMURCAK OTOMOTİV/RENAULT SERVİS
Siteler-ANKARA
Tel: (0312) 351 29 60
Bakım ve onarıma gelen araçlara randevu önceliği,
Bakıma gelecek araçları yerinen teslim alıp yerine teslim
etme kolaylığı,
Araçların bakım ve onarım hizmetlerinin kaliteli ve
kusursuz olması yanında en kısa sürede teslim etme
olanağı,
Araçlara eğitilmiş kurs belgeli personel ekibi ile hizmet
verilmesi,
Araçların servis içinde kaldığı sürede ve test sürüşü
esnasında doğabilecek kazalara karşı firmamız tarafından
sigorta güvencesi verilmesi,
Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması,
Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması
Hasarlı araçlara ekip gönderilerek ilk müdahalede
bulunulup, kurtarıcı ile çektirilmesi
500 YTL'yi dolduran bakım ücretini müteakiben yılda bir
kez ücretsiz pasta-cila hizmeti
Yılda bir defa ücretsiz check-up
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ve kartla ödemelerde yedek parçada % 10, işçilikte
% 35 indirim ve 2 taksit olanağı.
BAŞKENT ÇANKAYA SPOR KLÜBÜ
Murat Özdoğan - Tel: 0 535 276 58 56 / Tolga Tillioğlu Tel: 0 532 542 62 32
1 Haziranda başlayan yüzme kursları Mülkiyeliler Birliği
üyeleri için 60 YTL
DOSYA EĞİTİM MERKEZİ
Turan Güneş Bulvarı No. 23 Çankaya / ANKARA
LGS HAZIRLIK (4., 5., 6., 7. VE 8. SINIFLAR) – ÖSS
DERSANELERİNDE MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE
FATURA BEDELİ ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT
Sakarya Cad. No. 36/1 Kızılay / ANKARA
KPSS, MÜFETTİŞLİK, UZMANLIK, KAYMAKAMLIK,
DENETMENLİK SINAVLARINA HAZIRLIK DERSANELERİNDE
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE FATURA BEDELİ
ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT
MİLLİ PİYANGO EĞİTİM VE SPOR TESİSLERİ
Konya Yolu 26. Km. Gölbaşı
Tel: 0312. 484 44 90
Mülkiyeliler Birliği Üyelerine % 25 İndirim
ACİL YARDIM
GÜNDÜZ: 0312.351 29 60 - 0533.353 66 10
GECE: 0533.353 666 10
KURTARICI: 0533.369 95 72
ÖZEL KARACA YABANCI DİL KURSU
Karanfil Sok No. 20 Kızılay / ANKARA
Tel : 0 (312) 418 78 73
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE % 10 İNDİRİM
TURİZM
BUTİK MULBERRY TREE HOTEL
Tel: 0252-486 80 82
GSM : 0532 437 53 45
www.mulberrytreehotel.com
KÜLTÜR - SANAT
PANAYIR SANAT MERKEZİ
(Doğum Günleri, Sünnet Düğünleri, Tanıtım
Organizasyonu vb. Palyaço ve Noel Babalar)
Kızılırmak Sok. N: 35/10 Ankara
Tel : 425 79 09-425 76 53
Nakit Ödemelerde %25 indirim.
GRAND ŞEKER HOTEL
Evrenseki Beldesi Manavgat Antalya
Tel:0242-7638420
IN DBL pP
01.06-30.06.2008 - 65. YTL
01.07-31.08.2008 - 75. YTL
01.09-30.09.2008 - 65. YTL
OTOMOTİV
SNGL SUPL %50
3. PAX %70
1. CHD (0-12) FREE
2. CHD (0-2) FREE
(03-12) %50
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemede %15, kartla
ödemede %10 indirim yapacaktır
KIZILKAYA OTOMOTİV
Başkent Sanayi Sitesi 248/2 Sokak N: 19 Batıkent /
Ankara
Tel: 312 278 47 06
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde
%25 indirim yapılacaktır.
OTOKOÇ OTOMOTİV TİC. SAN. A.Ş.
Söğütözü Cad No. 2 / ANKARA
NATURMED
Mülkiyeliler Birliği üyelerine %10 indirim yapılacaktır. Bu
91
indirim resmi tatillerde ve bayramlarda geçerli değildir.
1-KASIM -31 MART
3 Hafta 1 Kişi: 1450 YTL 2 Kişi: 2500 YTL
2 Hafta 1 Kişi: 1050 YTL 2 Kişi: 1800 YTL
5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 560 YTL 2 Kişi: 950 YTL
4 Gün 1 Kişi: 500 YTL 2 Kişi: 850 YTL
3 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL
2 Gün 1 Kişi: 300 YTL 2 Kişi: 510 YTL
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ve kartla ödemelerde % 20 indirim yapılacaktır.
01 ADANA ASMAALTI
Adres: Prof. Dr. Muammer AKSOY Cad. 29/B Bahçelievler
/ ANKARA
Tel : 0312 2239053
Gsm : 0505 663 09 56 - 0537 666 50 76
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.
1 NİSAN – 31 EKİM
3 Hafta 1 Kişi: 1900 YTL 2 Kişi: 3300 YTL
2 Hafta 1 Kişi: 1400 YTL 2 Kişi: 2400 YTL
5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 750 YTL 2 Kişi: 1250 YTL
4 Gün 1 Kişi: 650 YTL 2 Kişi: 1150 YTL
3 Gün 1 Kişi: 550 YTL 2 Kişi: 900 YTL
2 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL
ULAŞIM
0312 CONCEPT
Selanik Cd. N: 70 Kızılay / Ankara
Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15,
kartla ödemelerde %5 indirim yapılacaktır.
PASAPORT PİZZA
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince
aşağıdaki adreslerde faaliyet gösteren Pasaport Pizza,
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden %
10 indirim sağlayacaktır.
BORNOVA (MERKEZ) 0 232 388 18 18 - 339 90 99
BORNOVA (KÜÇÜKPARK) 0 232 343 00 99 - 343 00 77
GAZİEMİR 0 232 251 80 85 - 251 79 00
KARŞIYAKA (ÇARŞI) ) 0 232 368 78 28
KARŞIYAKA (GİRNE) ) 0 232 364 43 13 - 0 232 364 66 26
KEMERALTI 0 232 441 11 66
KIBRIS ŞEHİTLERİ 0 232 464 09 99 - 0 232 465 01 01
KORDON 0 232 446 56 36 - 483 66 35
ŞİRİNYER 0 232 448 63 63 - 438 93 93
YEŞİLYURT 0 232 255 59 59 - 261 88 48
ÇANKAYA 0 232 483 50 09
URLA 0 232 754 14 75
ANTALYA (ÇARŞI) 0 242 247 99 33 - 248 03 28
ANTALYA (LARA) 0 242 323 22 21
ANTALYA (DEFTERDARLIK) 0 242 237 95 96 - 237 78 58
MANAVGAT (ANTALYA) 0 242 743 38 20 - 743 38 21
BUCAK (BURDUR) 0 248 325 98 00 - 325 99 33
ISPARTA0 246 223 88 99
İSTANBUL (BAKIRKÖY) 0 212 561 16 16 - 561 02 12
MANİSA 0 236 232 96 16 - 232 39 94
TENEDOS CAFE PUB BRASSERİE
Dünya mutfağından seçme yemekler
Brüksel usulu soslu midye
Tenedos'a özel şaraplar
Caz ve Blues konserleri
Adres: Arjantin Cad. Budak Sok.5/1 GOP ANKARA
Tel : 0312 4274294
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.
VARAN TURİZM
Mülkiyeliler Birliği Üyeleri, Varan Turizm ile yapacakları
tek yön seyahatlerde bilet satış bedeli üzerinden %10,
çift yön seyahatlerde ise 2 adet tek yön bilet satış bedeli
üzerinden %20 oranında indirim uygulanacaktır.
İndirimlerden yararlanabilmek için aşağıda belirtilen
ve Birliğimize tahsis edilen Varan Business kart
numaralarından herhangi birini Varan Turizm Bilet
görevlilerine hatırlatmanız ve Mülkiyeliler Birliği üye
kimliğinizi göstermeniz gerekmektedir.
Mülkiyeliler Birliğine tahsis edilen Varan Business Kart
Numaraları:
0119 0099 - 0119 0123 - 0119 0321 - 0119 0255 - 0119
0230 - 0119 0222 - 0119 0404 - 0119 0180 - 0119 0008 0118 9992
YEME - İÇME
01 ADANA ASMAALTI
Prof. Dr. Muammer Aksoy Caddesi 29/B Bahçelievler /
ANKARA
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır.
WATERBOX (SUKUTUSU İÇME SUYU TEK. A.Ş.)
Turan Güneş Bulvarı Koyunlu Sitesi B Blok No: 175/22
Çankaya / ANKARA
Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince,
Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden
nakit ve kartla ödemelerde % 15 indirim yapılacaktır.
THE NORTH SHIELD PUB
Adres: Güvenlik Cad. No: 111 A. Ayrancı / ANKARA
Tel :
92

Benzer belgeler