İnşirah - İlim Talebesi

Transkript

İnşirah - İlim Talebesi
YILMAZ DÜNDAR
Euzü Billahi mineş şeytanir raciym
Bismillahir Rahmanir Rahiym.
1
İNŞİRAH
2
YILMAZ DÜNDAR
Nisan 2014
Ankara
3
İNŞİRAH
İNŞİRAH
Sadr Kalb Fuad Lüb
Yılmaz Dündar
ISBN: 978-605-87210-3-6
Üçüncü Baskı
Nisan 2014
4
YILMAZ DÜNDAR
SUNUŞ
Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn” yapının gereği olarak hayata
kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i
Selim” için bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbteki bu maraz sebebiyle insan,
“Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah
VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi”
inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan
kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile
mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.
Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir
reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya
çalışmaktadır.
Allah bizleri kendisine kalb-i selim ile ulaşanlardan eyleyiverir İnşaAllah (Amin).
5
İNŞİRAH
6
Euzü Billahi mineş şeytanir racim
Bismillahir Rahmanir Rahiym.
1) Elem neşrah leke sadrak
2) Ve vada’na anke vizrak,
3) Elleziy enkada zahrak,
4) Ve rafe’na leke zikrak,
5) Fe inne meal usri yüsra,
6) İnne meal usri yüsra,
7) Fe iza ferağte fensab,
8) Ve ila rabbike ferğab.
Sadakallahul aziym.
İNŞİRAH
1) Senin için sadrını inşirah etmedik mi?
2) Böylece yükünü senden almadık mı?
3) Ki o senin zahrını çatırdatmıştı!
4) Ve senin için zikrini yükseltmedik mi?
5) Bundan ötürü o zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
6) Muhakkak ki, bu zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
7) Boş kaldın mı hemen başka işe koyul,
8) Ve Rabbine rağbet et.
Sadakallahul aziym. “Sübhane Rabbike
Rabbil Izzeti amma yasifun, Ve Selamün alel
mürseliyn, VelHamdülillahi Rabbil alemiyn.”
Âmin
Âlimlerin çoğunluğuna göre İnşirah Sûresi
Mekke’de, Duha Sûresi’nden sonra onikinci sırada nazil olmuştur ve sekiz ayettir.
Sûre’nin konumuzla ilgili detayına ileride bakacağız. Önce, bizim için önemli manaları hızlı
fark edebilelim, anlayabilelim ve ileride yapılacak açıklamaları birbiriyle kolay ilişkilendirebilelim diye bazı tanımları açıklayalım inşaAllah.
VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i
Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed
olan Kendini Hissetmesi’nden dileğini suretlendirdikten sonra onun kendisini bilmesini dilemiş, kendini bilmesi için ona nazar ederek “Kün”
demiştir. “Feyekûn” sonucu; Allah’ın o Kul’daki
dileğinin şartları surete KALB olmuştur. Kul’daki
8
YILMAZ DÜNDAR
bu nazar noktası “nazargah” olarak kalmış ve
KALB ismiyle anılmıştır.
Paragrafta yer alan kavramlarımıza bakalım:
VAHİDÜLEHADÜSSAMED olan Allah: Allah
VahidülEhadüsSamed’dir. Bu vasfı, Allah’ın kavramamız gereken önemli bir özelliğidir. Daha
önce VahidülEhadüsSamed’i ayetlerden detaylı
olarak görüp incelemiştik. Şimdi yapacağımız
açıklamalarda size yabancı gibi gelen kelimeler/
tabirler olursa onlara lütfen “Sen Tanrı Mısın?”
kitapçığımızdan bakınız.
NEFS-İ VAHİDE: Vahidiyet’in kendini hissetmesidir, Kendini Vahidiyet’te hissedişidir,
Vahidiyet’te kendini hissedendir. Tanrı İlmi’ni
ele aldığımız “Sen Tanrı Mısın?”da Nefs-i Vahideyi de genişçe bulabilirsiniz. Orada nefsi açıklarken NEFS’i kendinizi hissetmenizle ilişkisini kurarak tanımlamıştık. Nefsin temelini oluşturan
“Kendini Hissetme Duygusu” konumuz gereği
burada da sık geçeceği için kısaca hatırlatalım.
Siz sizdeki Kendini Hissetme Duygusu’na Can
da dersiniz. Can, Kendini Hissetme Duygusu’nun
ortaya çıkış hallerinden birisidir, bir açılımıdır.
Siz ona CAN dediğinizde kastettiğiniz şey Kendini Hissetme Duygusu’nun o birimle kayıtlı halidir. Hani bazen “canım sıkılıyor” dersiniz ya, siz
“canım sıkılıyor” derken farkında olmadan Kendini Hissetme Duygusu’yla ilgili çok önemli bir
bilgiyi de itiraf etmiş olursunuz...
Allah Nefs-i Vahide’den, Vahidiyet’in Kendini
Hissetmesi’nden dilediğini/dileğini suretlendir9
İNŞİRAH
dikten sonra o suretin kendisini bilmesini istemiş ve ona “KENDİNİ BİL” demiştir. O suretin
kendisini bilmesi için (bu dileği için) o surete nazar ederek “Kün” demiştir. “Kün fe yekun” gereği
ilmi suret kendini kendi kaydının şartlarında bilmiş ve ÇOKLUK ÂLEMİ başlamıştır.
Allah, dilediği suretin kendini hissetmesi için
“Kün” deyince ”fe yekün” sonucu kul; Allah’ın
dileğinin şartları ne ise, o şartlarla kayıtlanmış
olarak KAYITLI KENDİNİ HİSSETME DUYGUSU
ile kendisini bilmiş ve bu halini “BEN” diyerek
kendi kaydı dışına takdim etmiştir. Dileği (düşüncesi) suretlendikten sonra Allah ona “suret
şartları altında kendini bil, o kayıtla kendini hisset” dedi ve suret dilenen o şartlar neyse, neyle
kayıtlanmışsa kendisini o kayıtla bildi. Bu biliş,
bu hissediş kayıtlı olduğu için ona “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” diyoruz. İşte şimdi o
suret kendini hissettiği kayıtlı hale “BEN” diyor,
“BEN” diyerek kayıtlı bu halini takdim ediyor.
Kaydını “BEN” diye takdime başlayan Kul’un
“BEN” derken kastettiği şey o kulun SADR’ıdır.
Ayet ve hadislerde geçen önemli bir kavram
olan SADR’ı tanımlamaya başladık. Meallerde
“göğüs” olarak da karşımıza çıkan SADR, kulun
“BEN” derken kast ettiği alandır. Kul kayıtlı haliyle kendini hissettiğinde o hissetme duygusuyla
“BEN” derken kast ettiği alan onun sadrıdır. Sadr
BİRİMİN HİSSETME ALANI’dır; kayıt yüzünden
kulda oluşan kayıtlı hissetme alanı onun sadrıdır. Kulun “BEN” derken kast ettiği, “BEN”le takdim ettiği şeyin alanı onun sadrını oluşturuyor.
10
YILMAZ DÜNDAR
Kul, bu alanla ilgili hissiyat dalgalanmalarını
esas itibariyla sırtı ve göğsünde hisseder, gözlemler. Bu bölgeye o nedenle SADR diyoruz.
Bizim için çok önemli olması nedeniyle özetleyelim: “BEN” diyerek kast ettiğimiz alanın hissiyat dalgalanmalarını esas itibariyla göğsümüz
ve sırtımızda fark ederiz, hissederiz. O alanın
tamamına ait hissi göğsünde ve sırtında hissedersin. Bu yüzden, kayda ait hissiyatın tüm alanı
sadr olmasına rağmen göğüs ve sırt bölgesine
sadr diyoruz. Bu sebepten, ayetlerde sadr bazen
yalnızca göğüs kafesini, bazen de kayıtlı hissetme alanının tamamını ifade eder mânâda geçer.
Sadr hissedilen genel çerçevenin adıdır. Kulun kayıtlı hissetme alanı olan bu genel çerçeve
içerisinde KALB barındırılır. Kalb, işlevlerinden
birine atfen bazen “Fuad” olarak adlandırılsa da
fuad ve kalb farklı şeylerdir. “FUAD” kalbin analiz sentez yapan işlevinin adıdır ve bu işlev kalbin tamamında mevcuttur. Aslında FUAD analiz
ve sentez yapan bir “Kalbî Görüş” işlevidir.
Meallerde “Kalb” ve “Fuad” birbirlerinin yerine kullanılıyor, ancak bunlar doğru tanımlanırsa
birbirlerinin yerine ikame edilemeyecekleri görülür. Fuad kalbin tamamında mevcut bir kalbî
görüş işlevidir. Manayı tam yansıtmaz ama Kalb
ve Fuad’ı anlamak üzere şöyle bir misal verelim. İngilizce’de bir house/ev bir de home/yuva
vardır. Biz bir işlevini anlatmak için “EV” derken
bir diğer işlevi için ona “YUVA” deriz. “Ev” işlevi
“kalb” manası gibiyken diğer bir manasını düşünerek kullandığımız “yuva” ise “fuad” gibidir.
11
İNŞİRAH
Fuad bir işlevi nedeniyle eve “yuva” demeniz
gibidir. Kişinin kendini kaydıyla hissettiği genel
alan olan SADR Kalb’i barındırır, KALB de Fuad’ı
içerir. Fuad bir “Kalbî Görme” işlevi olarak kalbin
tamamında mevcuttur. Bir de kalbin özünün
özü vardır ki adı LÜB’dür ve bu öyle bir özdür
ki... Sadr Mekanizmasının üyeleri dıştan içe doğru sırayla şöyledir: Sadr; içinde Kalb; içinde Fuad.
Fuad’da da Lüb.
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb bir organizasyonun
fonksiyonel isimleri olup aslında farklı şeyler değillerdir. Organize çalıştıkları ve organizasyonda
farklı işlevlere sahip oldukları için sanki farklılarmış gibi anlatılır; Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb’den
oluşan bir mekanizma varmış gibi anlatılır.
Onları tek tek tarif edeceğiz. Çünkü TANIMA
YOLU’nda ilerlerken bu kavramları özellikleriyle
çok net, çok somut anlamak ve zihnimize doğru
bir mana ile yerleştirmek zorundayız. Bu yüzden
onları biraz daha yakından tanıyalım.
SADR; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
“kaydı”nın his alanıdır. Sadr bir his alanıdır. Eğer
siz “Esas Kendini Hissetme Duygusu” ve suretlerdeki “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” hakkında doğru bir tarife sahip değilseniz sadrı doğru anlayamazsınız. Sadece sadrı değil, bu yolun
üzerine bina edildiği birçok kavramı anlayamazsınız, onlar size birbirinden kopuk ve zor anlamlandırılan şeyler gibi gelir. Herşeyin aslı, kökeni
Esas Kendini Hissetme Duygusu’dur. Siz herşeyin
kökeni olan Esas Kendini Hissetme Duygusu’nu
fark etmemişseniz, suretlerdeki Kayıtlı Kendini
12
YILMAZ DÜNDAR
Hissetme Duygusu’nun ayrımını yapamamışsanız sadrı da, kalbi de, nefsi de anlayamazsınız.
Mesela nefs! Nefs nedir? NEFS kuldaki Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’dur. SADR nefsin
(kulun Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun)
his alanıdır. Sadr nefs kaydının his alanıdır.
KALB; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
kaydını oluşturan kalıptır. Kaydın kalıbı Kalb’dir.
Bu cümleyi iyi anlayalım. Çünkü bu tanımı ilerleteceğiz, açacağız. KALB Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıpdır,
onun kalıbıdır. Kulda Kendini Hissetme Duygusu var, ama kayıtlı. Kul’u KUL yapan zaten o kayıttır. Kul’u CÜZ yapan onun o kaydıdır. Hatta
o kaydın özelliğine göre kullar farklı farklıdır. Biz
o kaydın his alanına, o kaydın hissinin kapladığı
alana “sadr” demiştik. Şimdi o kaydı oluşturan
kalıbı tanımlıyoruz, ona “KALB” diyoruz. Kalb
o kaydın kalıbıdır. Kaydın kalbi onun kalıbıdır!
Bunu neye benzetelim? Para basılacağında onun
bir kalıbı olur değil mi? Hatta biz parayı illegal
yolla kalb edenlere “kalpazan” deriz. Normalde
de basılacak paranın bir kalıbı vardır. “Kalpazan”
bu işi kötü niyetle yapanlar için suçlar mahiyette
kullanılır hale gelmiştir, o iş normalde de kalbetmektir. Anlatmaya çalıştığım mana anlaşılmıştır
inşaAllah. Parayı kaydınız gibi düşünün, o kaydın bir kalıbı vardır ve o kalıp onun kalbidir, o
kalıp “KALB” olarak adlandırılmıştır. Daha detaylandıracağız, o zaman daha da netleşecektir.
FUAD’ı biraz açalım. Fuad’ı anlatırken de öznemiz “Kendini Hissetme Duygusu” ve “Kayıtlı
13
İNŞİRAH
Kendini Hissetme Duygusu”. Çünkü kuldaki en
önemli işlevsel özellik Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’dur. Kulu kul çerçevesinde Biiznillah
ZAT kılan, ona kul çerçevesinde Biiznillah İND
kazandıran özellik ondaki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’dur. FUAD; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yeteneğini kendi kaydından alan, analiz ve sentezden sorumlu olan bir
Kalbî Görüş işlevidir. Hakk Yol’da çalışabilirse
“BASİRET”e yol açar. Demek ki, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu için analiz ve sentezden
sorumlu olan Fuad bu işleviyle bir Kalbî Görüş
oluşturuyor. Eğer bu Kalbî Görüş Hakk Yol’da
çalışabilirse Basiret ortaya çıkıyor. Ayetlerle göreceğiz. Fuad bu işler için gereken yeteneği yine
kendi kaydından alır.
Sadr, kalb, fuad ve lüb! LÜB; Kul’un “Muhtar”
olmadığını ve “Muhtar olarak varım” zannından
doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan, İhlâs Sûresi hakikatli bir
NUR’dur.
LÜB ahirete yönelik çok önemli bir nurdur,
ahiretî bir nurdur. Dünya için önemli olan bir
şeye “çok hayatî” denir. Onun gibi “Lüb” de çok
ahiretî bir nurdur. O kadar ahiretî ki, kişinin sonsuza dek olan yaşantısını Lüb Nuru etkiler. Böyle
bir nur! Ne yapar? Lüb nuru kalbte faaliyet gösterebilirse akla çok önemli bir imkân sağlayarak
aklın bir şeyi görmesini sağlar: Kul’un Muhtar
olmadığını fark ettirir! Ve kendini Muhtar sanışından doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlar. Lüb böyle bir nurdur.
14
YILMAZ DÜNDAR
Çok dikkat edin: Demek ki, kul varlığını Allah’a eş
koşmaktan ancak LÜB desteğiyle kurtarabiliyor.
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organize Mekanizması’na
eğer Allah lütfetmişse Lüb bir ikramdır. Lüb, var
olan kul yapısına tamamen bir ikramdır.
Dikkat edin, bu mekanizmada hükümdar
Lüb değildir. Bu organizasyonun hükümdarı
Kalb’dir. Kaydınızı oluşturan kalıbın vücudunuzdaki merkezi, bir organ olan VÜCUD KALBİdir.
Kalıbın kulun vücudundaki merkezi vücud kalbi olduğu için o organa kalb denmiştir. Kalıbın
merkezinin adı Kalb’tir.
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp sadrın tümüne vücudun kalbi
ve kan kimyasıyla ulaşır. Sadr kaydın his alanıydı
değil mi? O kaydı oluşturan Kalb sadrın tamamına vücud kalbi ve kan kimyasıyla ulaşıyor.
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun
işlevlerini ise KALB’ın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki BEYİN ve vücuttaki diğer
Nöron Sistemleri fiillendirir. Burası çok önemli!
Bu anlaşılmadığı takdirde insanlar her işi beyine bağlarlar. Demek ki; beyin, bu organizasyonun yalnızca hizmetçisidir! “Sadr, Kalb, Fuad ve
Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini kalbın yönü
doğrultusunda beyin ve vücuttaki diğer nöron
sistemleri fiillendirir” tanımıyla birlikte bu organizasyona onun hizmetini gören BEYİN de eklenmiş oldu.
Bu mekanizmada Kalb’ın Rabbine yönelmesi
engellenirse Nefsin Şerri, vehmin zulmeti lehine
15
İNŞİRAH
hükümdarlığı ele geçirir ve sadra hâkim olur.
Böylece; beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını
da ele geçirmiş olur. Bu durumda (Kalbin Rabbine yönelmesi engellendiğinde) ne olur? “Sen
Tanrı Mısın?” kitapçığından biliyorsunuz, iki ana
yol var. Bu iki ana yol nedeniyle de esas iki nefs
hali var; Nefs-i Emmare ve Nefs-i Levvame, esas
çatıyı bu iki nefs oluşturur. Kalb direksiyonu bu
iki yönden birine büker ve direksiyon nereye bükülmüşse beyin o doğrultudaki fiillerin emrini
verir, o yönde iş yapar. Bu yüzden, inananlar hep
“Rabbine yönelmesi” için uyarılır.
Kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse Nefsin Şerri yönetimi (sadrın yönetimini), hükümdarlığı ele geçirir. NEFSİN ŞERRİ; Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nun asi davranışıdır, haddi
aşan halidir, esfele safiliyn yapıdır. Biz “asi, haddi
aşmış, esfele safiliyn” gibi tanımların hepsini nefsin şerri için kullanıyoruz.
Burada önemli bir bilgiyi not edelim: Eğer
anlatımlarda NEFS ve NEFSİN ŞERRİ davranışları ayrılmazsa okuyanlar ve anlamaya çalışanlar nefsi tanıyamazlar ve nefse kızmaya başlarlar. Oysa kızmaları gereken nefs değildir, nefsin
şerridir! Uymamaları gereken de nefsin şerridir!
Nefsi işte o şerden temizleyip kurtarmak gerekir.
Nefs kızacağınız değil, kurtaracağınız bir şeydir.
Onu o “KİR”le, o “ŞER”le bırakırsanız ve o kiri
nefsin esası zannederseniz “NEFSE ZULM” etmiş olursunuz. “Nefsinize zulmetmeyin” demek;
“onu şerrinden arındırın, onu şerre, asiye, isyancıya, haddi aşana bırakmayın” demektir.
16
YILMAZ DÜNDAR
Kalbın Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele
geçiriyor. Sadr, Kalb, Fuad ve fonksiyon göstermeyen Lüb Organizasyonu’nun yönetimi nefsin
şerrinin eline geçiyor. Nefsin şerri bu yönetimi
vehmin zulmeti lehine yapıyor, yani vehmin zulmeti kurallarıyla yapıyor. Nefsin şerrinin elindeki
hayat yönetmeliği (kuralları) vehmin zulmetidir.
Dolayısıyla bu organizasyonu vehmin zulmeti
lehine yönetir. Böylece beyni, diğer nöronları ve
kan kimyasını ele geçirmiş olur. Yönetim nefsin
şerrinin eline geçince Kalb Hakk’a yönelik davranamaz. Bu durumda Kalb kukla gibidir, çünkü
NEFSİN ŞERRİNİN YÖNETİMİ söz konusudur.
Nefsin şerrinin sadr üzerindeki bu hakimiyeti
vücudun kalbi ve kan kimyası sayesindedir.
Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesi
ile ilgili şu hadisi, yeri ileride gelecek olmasına
rağmen buraya da monte edelim. Bir hadiste
şeytan kendisine verilen yetkileri sıralar. Bunlardan birisi insanın kanına girebilmesidir. Şeytan;
“bana insanın kanına girebilme yetkisi verildi” der. Kana nasıl girdiğini gördünüz değil mi?
Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle,
şeytan o kişinin kanına girmiş oluyor. Günlük
hayatta da benzer cümleler kullanırız. Bir arkadaşınız arzunuz dışında bir fikir ileri sürmüştür,
bir iş yapmıştır. Siz o fikrin, o işin esas sahibini
bildiğiniz için ona; “senin kanına şu girdi” dersiniz. Bunu söylerken o kişinin arkadaşınızın damarına girdiğini düşünmezsiniz, “senin kimyanı
17
İNŞİRAH
(kan kimyanı) o bozdu” demek istersiniz. Nefsin
şerri insanın kan kimyasını böyle ele geçiriyor.
Kul kendisini bu esfele safiliyn hal üzere bulmuştur. DÜNYALI OLMAK; sadr organizasyonunu nefsin şerrinin yönetiyor olmasıdır. Nefsin
şerrinin sadrı vehmin zulmeti yönünde yönetiyor olması, kalbi ve kan kimyasını ele geçirmesi dünyalı olmak demektir. Kul kendisini bu hal
üzere bulur ki; bu hal ESFELE SAFİLİYN yapıdır.
Kul, dünyada kendisini bu “esfele safiliyn”
hal üzere bulmuştur ve sadr “A” Takdim Formu
“BEN”in kasd alanı durumundadır: Sadrı “BEN”
derkenki kastınızın alanı” olarak tarif etmiştik.
Kulun kendisini esfele safiliyn hal üzere bulması
nedeniyle sadrın kastı “A” Takdim Formu “BEN”
olur, yani sadr “A” Takdim Formu “BEN”in (haddi
aşan Asi BEN’in) alanı olur. Ona “A” takdimi” dememizin bir nedeni de Asi kelimesinin “A”sıdır.
Kul; nefsin şerrinin vehmin zulmeti lehine
olan sadr hâkimiyetinden ancak LÜB ikramıyla
kurtulabilir. Kul kendini içinde bulduğu esfele
safiliyn halin imkânlarıyla o hakimiyetten kurtulamaz. Kulun kendisini içinde bulduğu o halin
imkânlarında onu kurtaracak bir şey yoktur, o
halden ancak LÜB ikramıyla kurtulabilir.
Lüb nuru Kalb’ı sarıp tesirine alınca Fuad
Hak’ka uygun analiz ve sentezler yaparak kalbi hükümdarlığa kavuşturacak bilgi ve görmeyi gerçekleştirir. Dikkat edin, Fuad yalnız Lüb
varken çalışıyor değildir. Fuad daha önce de
çalışıyordu, ama analiz ve sentezinden vehmin
18
YILMAZ DÜNDAR
zulmeti doğrultusunda sonuçlar çıkarıyordu.
Fuad’ın Hakk yolda sonuç çıkarabilmesi için Lüb
desteği lazımdır, o ancak Lüb desteğiyle Hakk’ı
Batıl’dan ayırd edebilir. Ve böylece yeni oluşturulan bilgi ve görmeyi gerçekleştirir. Böylelikle
bu organizasyonun hükümdarlığını Kalb tekrar
ele geçirmiş olur. Sonuçta, Kalb beyni Hakk yolda yönetmeye başlar, Rabbine yönelmiş olarak
yönetmeye başlar.
Dedik ki; beyin KALB’in hizmetçisidir! Evet,
beyin kalbın hizmetçisidir, beyin bu organizasyonun hizmetçisidir. Bu yüzden, eğer organizasyon nefsin şerrinin yönetimindeyse, beyin o
doğrultuda fiiller ortaya koyar. Ama fuad -Lüb
desteğiyle, Lüb nuruyla- Hakk yolda analiz ve
sentez yapıyorsa bu bilgilere göre davranan beyin de Rabbine yönelmiş olarak çalışmaya başlar.
Lüb Nuru ile Fuad’da açılan hakikatî gerçekleri, hakikatle ilgili gerçekleri görme BASİRET
olarak adlandırılır. Bunu bize ayet şöyle açıklıyor: “Arzda hiç gezip seyretmediler mi ki, onlarla
akledecekleri kalbleri ve işittiğini anlayacak kulakları olsun. Çünkü gözler âmâ olmaz, sadrların
içindeki kalbler âmâ olur.” (Hac Sûresi-46).
Kur’an’ın, “âmâ” derken, “göremiyor” derken
kast ettiği şeyi bu ayetle öğrenmiş oluyoruz:
“Gözler âmâ olmaz, sadrdaki kalb âmâ olur.”
Peki, Kalb nasıl âmâ olur? Kalb esası göremezse, esastan perdelenirse o kalbe “ÂM” deriz. Bu
yüzden “Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu”nu
nefsin şerri yönetiyorsa Kalb ÂMÂ’dır. Fuad, Lüb
ikramıyla, Lüb Nuru desteğiyle analiz sentez ya19
İNŞİRAH
pıp buna uygun fikirler çıkarmayı başardığında
bu fikirlere uygun görmenin başlaması sonucu
kalb görmeye başlamıştır.
Kafa Gözü’yle hologramı, Kalb Gözü’yle hologramın hakikatini görürsünüz. Bu iki görme
arasındaki fark budur: Kafa Gözü hologramı
görür. Hologramın hakikatini ise Kalb Gözü’yle
görebilirsiniz. Kafa Gözü’yle gördüğün kadar
düşünebilirsin. Kalb Gözü düşünebildiği kadar
görür. İşte iki görmenin farkı!
Şimdi söyleyeceğimiz şey Lüb’ün önemli bir
özelliğidir, hatta tek özelliğidir. Bir hadis var, hadisin kolay anlaşılabilmesi için açıklamasını yapalım: LÜB Nuru ile desteklenen FUAD analiz ve
sentezlerinde özellikle İhlâs Sûresi’nin gerçeğinden sapmaz. Demek ki, aklın İhlâs Sûresi’ni kavrayabilmesi ve onun gerçeğinden sapmaması
Lüb’den aldığı nurla başarabileceği bir şeydir.
“LÜB nuru ile desteklenen fuad analiz ve
sentezlerinde özellikle İhlâs Sûresi gerçeğinden
sapmaz ve Allah VahidülEhadüsSamed’dir müşahedesini ve bilgisini kalbe gönderir.” Anlıyoruz
ki, Lüb fonksiyon gösteremiyorsa Fuad’ın yaptığı
analiz Hakk yol için yeterli olmuyor, analiz-sentez işlevinin Lüb Nuru ile desteklenmesi gerekiyor. Fuad, Hakk yolda kendine sunulan verilerle, yani Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
kaydındaki verilerle, kaydı gereği kaydının ona
sağladığı imkânlarla, çevresindeki bilgilerden,
yani Sünnetullah’tan yararlanır. Fuad’ın onlardan yararlanma özelliği de yine kendi kaydındandır, kendisindeki kayıt ona onlardan yarar20
YILMAZ DÜNDAR
lanma imkânı sağlar. Ayet bu yüzden, arzda hiç
gezip seyretmediler mi diyor. “Gezip dolaşmak”
öneriliyor, ama Hakk’ı anlayabilmek için. Demek
ki, gezme/dolaşma ancak bunun için! “Hac-46”
Bize sesleniyor: “Arzda hiç gezip seyretmediler
mi ki, onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiklerini anlayacakları kulakları olsun. Çünkü gözler
âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ olur.”
Lüb nuru ile desteklenen fuad analiz ve sentezden elde ettiği müşahedeyi ve bilgiyi kalbe
gönderir. Bilgi kalbe tesbitlendikten sonra kullanılabilir olur. Şöyle: Bilgi kalbte/kalıpta tesbitlenince beyin o tespitin emrini alır ve ona uygun
işler yapar. Fuad’ın analiz ve sentezinin sonucu
fiile dönüşmeye, yani beyinde bir emre dönüşmeye yetmiyor, o fikrin kalble de tasdiklenmesi
gerekiyor, kulun fuadın bulduğu o sonucu KALB
İLE de TASDİK etmesi gerekiyor. Kalbiyle tasdik
verdikten sonra beyin o analiz ve senteze yönelik işleve hazır olur, ona yönelik fiiller ortaya koyar. Mesela bazı ameller duyarsınız ve fuadınız
sizin için hızlıca bir analiz sentez yapar. Ancak,
siz o amele kalben tasdik verirseniz beyin sizi o
amele hazırlar ve böylece o iş size kolaylaşır inşaAllah. Kalben tasdik vermeniz, o bilginin kalbe
girmesi ve tesbitlenmesi demektir.
“Bilmeyerek yaptığınız yeminlerden dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz, fakat kalbleriniz
kazandıklarıyla sorumludur; Allah Ğafurun
Haliym’dir.” (Bakara-225).
21
İNŞİRAH
Allah kalblerinizi kazandıklarıyla sorumlu tutuyor. Şu hadis konuyu anlamamızı kolaylaştıracaktır inşaAllah. Efendimiz (SAV) buyuruyor:
“Allah nefslerinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu tutmayacaktır.”
Ayeti ve hadis birlikte düşünüldüğünde, Sadr
Mekanizmasında üretilmiş ama Kalbe girmemiş bilgiler (kuruntular) hadiste NEFSİN KONUŞMASI olarak adlandırılmaktadır. Kalbe giremeyeceği ve tasdiklenip beyinde ona uygun
ameller üretilmeyeceği için Efendimiz (SAV);
“Allah nefslerinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu tutmaz” buyuruyor. Sadra bir bilgi
girdiğinde o bilgi fuada ulaşsa veya fuad onunla
ilgili analiz sentez yapmış olsa bile Allah o bilgiden kulu sorumlu tutmuyor. Neden? Kalb o bilgiye sahip çıkmadığı için! Fuad onunla ilgilendi,
analiz ve sentez yaptı ama sonuç Kalbe girmedi,
bu yüzden kul ondan sorumlu olmaz. Demek ki;
sorumluluk için kalıbın o bilgiyi kabullenmesi
gerekiyor, o bilgi kalıpta yer alacak ki o kalıba
uygun suret çıksın. Şuna benziyor: Kalpazanlar para basacaklar, oturup konuşmuşlar ama
basmamışlar. Bu durumda bir sorumlulukları
olmaz, ancak dedikodu yapmış olurlar. Ama konuştuklarını kalıba dökmüşlerse, tespitlemişlerse ve ona uygun bir suret çıkarmışlarsa sorumlu
olurlar. Kalb işte böyle bir şeydir! Bir şeyin sizde
suret bulması için onun kalıbı hazırlanmalıdır.
Hazırlanacak o kalıba bilgi fuaddan gelir. Gelen
bu bilgiyi kalb tespitlerse beyin ona uygun suretleri sizden fiil olarak çıkarır ve sorumluluk başlar.
22
YILMAZ DÜNDAR
“Eğer fuad Hakk’a (Rabbine) yönelik analiz ve
sentezler yaparsa, kalb de onları tespitleyip sadr
organizasyonunun hükümdarlığını ele geçirirse,
kalb NANKÖRÜN ESİRİ OLMA HASTALIĞI’ndan
kurtulur.” Peki, bu nankör kimdir? Nefsin Şerri!
Nankör odur. Kime? Yaradanına! Nankör olduğu için ona “ASİ” ve “HADDİ AŞAN” diyoruz. O
nankörün nankörlük davranışlarıyla kalbi esir
alması, böylece onu Yaradanına karşı HASTA
pozisyona sokması “kalbin marazlı, kasvetli, hastalıklı” olması demektir. Kalb bu hastalıktan, bu
marazdan ancak Rabbine yönelmişse kurtulur.
Nankörün Esiri Olma Hastalığı’ndan ancak Rabbine yönelmiş bir kalb kurtulur.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Yararsız bilgiden sana sığınırım Allahım.” Efendimiz yararsız
bilgiden korkuyor ve korkmamızı istiyor. Yararsız
bilgi nedir? “YARARSIZ BİLGİ”nin günümüzde
anlaşılması çok kolaydır; virüs etkili bilgi! O bilgi
virüs tesiri yapabilir ve sizin fuad mekanizmanızı
sarsabilir. Peki, bilginin hangisi yararlı hangisi yararsızdır, nasıl biliriz? Bilemeyiz! Kim bilir? Sahibi
bilir. Bu yüzden sahibine; “Allahım yararsız bilgiden sana sığınırım, beni koruyuver” diyorsunuz.
Bir başka hadisinde Efendimiz (SAV) buyuruyor ki: “Bilgi iki türlüdür; dile bağlı bilgi, kalbe
bağlı bilgi.” KALBE BAĞLI BİLGİ; esir alınmamış
kalbin, kukla olmayan kalbin bilgisidir. Eğer kalb
nankörün esiri olmuş da kukla gibiyse sadra kalb
değil de nefsin şerri hâkimse ve fuad bu doğrultuda analiz sentez yapıp bilgi üretiyorsa, kalb aslında o bilgiyi almadığı halde almış gibi gözükür.
Esir! Almıyor, ama almış gibi görünüyor. Böylece o bilgi o kulun dilinde kalan bir bilgi oluyor.
23
İNŞİRAH
Çünkü: Kalbin hakikate ait bilgi tesbit ettiği yere
nefsin şerri tesir edemez.
“Bir sure inzal edildiğinde onlardan kimi “bu
hanginizin imanını artırdı” der. İman etmiş olanlara gelince onların imanı artmıştır, onlar müjdeleşip seviniyorlar.” (Tevbe-124).
“Kalblerinde hastalık olanlara gelince; (inzal
ettiklerimiz) onların pisliğine pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir.”
(Tevbe-125)
Bu ayet kalb hastalığından bahsediyor, kalbin hasta olabileceğini öğretiyor. Tevbe-124 ise
kalbi hasta olanların Allah’ın hükümlerine karşı
alaylı davrandıklarını gösteriyor. Tevbe-28. ayet
bize onları şöyle tanımlıyor: “Ey iman edenler,
müşrikler ancak bir neces (pislik)tir.” Ayetlerde
müşriklik ve şirkin “KİR” ve “PİSLİK” kabul edildiği idrakıyla Tevbe-125. ayeti yeniden okuyalım: “Kalblerinde hastalık olanlara gelince; inzal
ettiklerimiz onların pisliğine pislik katıp artırmış
ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir.”
“Kalblerinde hastalık olanların, ‘dairenin bize
isabet etmesinden korkuyoruz’ diyerek yahudi
ve nasaranın arasına süratle daldıklarını görürsün. Umulur ki; Allah, fetih olarak gelir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerinde sıraladıkları üzerine nadim olurlar.” (Maide-52).
Ayetteki şu cümle Efendimiz zamanında savaşa çağırılan ama kalblerinde hastalık olan kişilere aittir: “Dairenin bize isabet etmesinden
korkuyoruz.” Bunu derken kasıtları şu: Dairenin
24
YILMAZ DÜNDAR
(yani zafer yerine mağlubiyetin, refah yerine sıkıntı ve darlığın) bize isabet etmesinden korkuyoruz. Böyle düşünen kalbi hastalıklı kişiler için
ayet diyor ki: “Onların (o zamanki karşı taraf
olan) Yahudi ve Nasara’nın arasına süratle daldıklarını görürsün. Umulur ki; Allah, fetih olarak
gelir veya indirilen bir emir getirir de enfüslerinde sıraladıkları üzerine nadim olurlar.” Maide
Sûresi 52. ayet de bize kalbin hasta olabileceğini
söyledi. Eğer Rabbine yönelmemişse, ayetler bu
kalbi HASTA KALB kabul ediyor.
Hac Sûresi 52. ayet Rasul ve Nebilerin istisnasız hepsinde yaşanan bir olaydan bahseder:
Rasul ve Nebiler gelip Hakk yolda açıklamalar
yaptıklarında, bir temennide bulunduklarında,
bir ideallerini dile getirdiklerinde şeytan mutlaka beşeri yaklaşımlar katar. Allah’ın emriyle! Bir
sonraki ayette ise bunun bir nedeni açıklanır:
“(Allah böyle yapar ki;) kalblerinde hastalık
bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimseler için
şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın. Muhakkak
ki, zalimler uzak bir şikak içindedirler.” (Hac-53).
Kalblerinde hastalık bulunan, kalbleri kasvetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne
kılsın diye! Fitne kılmak nedir? Ayetlerde FİTNE
özellikle “İKİLEM” anlamındadır. Fitne ikilemdir!
“Ya Allah’ın dediği gibi değilse? Ya Allah yoksa?
Ya öldükten sonra dirilmeyeceksek? Ya öyle olmayacaksa?” gibi vesveselerle kişiyi sürekli ikilemde tutar. İkilem ise ŞEYTANİYET’tir.
25
İNŞİRAH
Şeytaniyeti görev olarak alan İblis ikilemi ilk
başlatan, onu ilk icra eden olmuştur. Rabbi ona
“secde et” dediği zaman o ikileme düşmüş ve
Âdem’e secde etmemiştir. Melaike behemehâl
secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Çünkü
kâfirlerdendi, yani kafası fitne fücurdu. Buna sebep, FİTNE; seni Allah’a karşı ortak çıkaran fikirlerdir. Seni Allah’a karşı kışkırtan ve kendini O’na
ortak koşturtacak fikirlerdir. Allah’a karşı “ben
de varım, ben de düşünürüm, sen öyle diyorsan
ben böyle diyorum” diyen bir sistem çalışmaktadır ki, ismi Fitne’dir. Dikkat edin, ayetlerde fitne
geçtiğinde aklımıza normal hayatta insanların
birbirlerini kışkırtmaları gelmesin.
“İnsanlar fitneye düşürülmeksizin, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar?” (Ankebut-2).
Çok korkutucu bir uyarı! İnsanlar, “iman ettik” demeleriyle fitneye düşürülmeksizin bırakılıverileceklerini mi sandılar?
“Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun
Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona
iman etsinler ve ona kalbleri ihbât (mutmain)
olsun. Muhakkak ki; Allah, iman etmiş kimseleri
Sıratı Müstakıym’e hidayet edendir.” (Hac-54).
Hac-54’te şeytanın kattığı ikilemin kendilerine ilim verilenlere etkisi anlatılıyor: Kendilerine
ilim verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu
bilip ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbât etsin, mutmain olsun! Önceki ayette (Hac-53’te)
bu ikilemin zalimler için, kalbi hastalıklı/kasvet26
YILMAZ DÜNDAR
li olanlar için nasıl bir fitne olduğu anlatılmıştı.
Peki, KENDİLERİNE İLİM VERİLENLER kimlerdir?
Detayına baktığımızda bunlar Lüb’ü çalışanlardır. Nebi ve Rasullerin açıkladıklarını duyduklarında şeytan onlara da fitne verir. Neden? Onların o fitneye karşı savunma duygusuyla; “hayır,
bu Hakk’tır demeleri için! Hikmeti budur: “Hayır, bu Hakk’tır” deyip ona iman etsinler, kalbleri ona mutmain olsun; kalbleri onu tesbitlesin.
Ayet böyle açıklıyor.
Rasul ve Nebi bir şey söylediğinde fuadın
kuvvetli ve geri dönüşsüz analiz sentez yapabilmesi için karşı tez lazımdır. Karşı tez nasıl oluşur?
Karşı tezi şeytan oluşturur, onu fitne/ikilem olarak şeytan verir. Bu fitne karşısında karşı tezi seven hastalıklı ve kasvetli kalbler kaybeder! Ama
kendilerine ilim verilenler bu karşı tez sebebiyle
fuadlarını daha kuvvetli çalıştırırlar. Analiz ve
sentezinde karşı tezle mücadele eden fuad öyle
bir fikir çıkarır ki, “Nebi ve Rasul’ün söylediği
Hakk’tır” der. Böylece o bilgi kalbe girer ve kalb
mutmain olur, kalb o bilgiyi tesbit eder. Bu durumda, Nebi ve Rasul’ün o bilgisi artık kulun bilgisi olmuştur. Beyin artık o bilgiye yönelik fiiller
ortaya koymaya hazırdır. Hikmeti demek ki bu:
Kendisine ilim verilenlerin Sadr, Kalb, Fuad, Lüb
Mekanizması çalışsın diye Allah böyle yapıyor.
Ayet buyuruyor: Muhakkak ki, Allah iman etmiş
kişileri Sıratı Müstakıyme hidayet edendir.”
“Onlar iman etmişlerdir ve kalbleri Allah zikriyle mutmain olur. Dikkat edin, kalbler Allah
zikriyle itminan olur!” (Ra’d-28).
27
İNŞİRAH
Uyarılıyoruz: “Dikkatinizi toplayın, fuad dikkatli çalışsın; dikkat edin de şu çok önemli gerçeği kalbe sıkı tesbit yapın: “Onlar iman etmişlerdir ve onların kalbleri Allah zikriyle mutmain
olur!” Kalblerin doğru yola gireceği, mutmain
mutlu olacağı hal ancak Allah’ın zikriyle mümkündür. Sahibi böyle söylüyor! Demek ki, sadrı
nefsin şerri yönetiyorken kalbin mutlu olması
mümkün değil! İnsanlar, nefsin şerri doğrultusunda vehmin zulmetine ait rahatlık ve memnuniyetleri mutluluk sanarlar. Rahat olduklarında, memnun olduklarında mutlu olduklarını
sanarlar. Ra’d-28 “hayır” diyor! “Gerçek mutluluk
ancak Kalb’te Allah zikriyle mümkündür!”
“Onların kalblerinde bir maraz mı var? Yoksa
şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah’ın ve O’nun
Rasulü’nün kendilerine haif edeceğinden (haksızlık edeceğinden) mi korkarlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Nur-50).
Bu ayet bize öğretiyor: Eğer sadra nefsin şerri
hâkimse Kalb HASTA’dır. Kalbte hastalık (maraz)
varsa Fuad şüphe içeren tereddütlü fikirler üretir!
Kalb “Sözde Varlık ve Muhtariyet İddiası”nın
oluşturduğu perdelilikten sıyrılınca, bu perdeliliğin oluşturduğu hastalıktan kurtulunca sadrı istila etmiş olan vehmin zulmeti kuralları da
fonksiyonsuz hale gelir. LÜB’le gelen nurun tesiri
bütün SADR’ı kaplar.
“Allahu veliyyülleziyne amenü, yuhricühüm
minez zulumati ilen nur...” Allah iman edenlerin velisidir, onları zulmetten nura çıkarır. Fiilen
28
YILMAZ DÜNDAR
küfür halinde olanlara gelince onların evliyası
Tağuttur. İşte onlar ashabun nar’dır. Onlar onda
ebedi kalıcılardır.” (Bakara-257).
Allah dûnu’nda (DûniHİ) oluşturulan ilahlar
ve fikirler kişiyi nurdan zulmete çıkarır. Bu başka ayetlerde de hatırlatılır. Efendimizin açıkladığı şekilde imanını deklare edenlerin ve sonra
bu deklarasyona uygun fiiller ortaya koymak
için mücadele edenlerin velisi ise Allah’tır. Allah onları zulmetten nura çıkarır. Nefsin şerri ve
vehmin karanlığı zulmettir, ZULMET bunlardır.
Allah, “velisiyim” dediği kullarını bu zulmetten
nura çıkarıyor. Ayetlerde geçen zulmet budur:
İman edenleri Allah zulmetten nura çıkarır. Kulun kendisini içinde bulduğu sadrı nefsin şerri ve
vehmin zulmeti yönetiyor. Onu bu halden kurtarabilecek bir özelliği, bir dayanağı da yoktur.
Onu o halden ancak Allah lütfuyla kurtarır ki,
“onu zulmetten (alıp) nura çıkarması” budur.
Oysa küfrünü deklare eden ve küfür fiiller ortaya
koyanların yol göstericisi tağut’tur; yani Allah’ın
dûnu’nda iddia ettikleri ilahlıktır. O ilahlık onların yol göstericisidir. Bu nedenle onlar o yola uygun fikirlere tabi olurlar. Bu yüzden ayet onları
“ASHABUN NAR” diye isimlendiriyor.
“Elif Lam Ra. (O), insanları Rablerinin izniyle zulmetten nura ve Aziyzil Hamiyd’in sıratına
çıkarman için sana inzal ettiğimiz Kitap’tır.” (İbrahim-1).
“O’dur ki, sizi zulmetten nura çıkarmak için
size salât eder, O’nun melekleri de. O mü’minlere
Rahıym’dir.” (Ahzab-43).
29
İNŞİRAH
Öğreniyoruz ki; imanını deklare etmiş kişileri
zulmetten nura çıkarmak için Allah destek veriyor, melekleri de... Bu ayetteki “Sâlat” destek
manasınadır: Allah iman edenlere destek verir, o
kullarını yalnız bırakmaz. Çünkü O Mü’minlere
Rahıym’dir. Melekler de o mü’min kulu yalnız bırakmazlar, onlar da ona destek verirler.
“O sizi zulmetten nura çıkarmak için apaçık
ayetleri Kul’unun üzerine tenzil eden (tafsilen
indiren)dir. Muhakkak ki; Allah, size karşı Raufün Rahıym’dir.” (Hadid-9).
Bu ayetlerde geçen iki hal var: ZULMET ve
NUR. Kulunu zulmet halinden nura çıkarması
Allah’ın lütfudur, bu ancak lütfuyla mümkündür ve o Lüb Nuru iledir. Demek ki, LÜB bir ikram! Şu ayetteki müjde bu ikram nedeniyledir:
“Biz onların sadrlarından Ğıll’den ne varsa söküp attık...” (A’raf-43).
Ayetteki “onlar” CENNET ASHABI’dır. Bunu
önceki ve sonraki ayetlerden anlıyoruz. Cennet
ehlinde olmayan bir şey var: ĞILL. Meallerde
Ğıll “sevgisizlik, kin, nefret” gibi açıklanır. Burada şunu hatırlayalım: Beşeri tanımlarla yaklaşarak ayetleri anlamak, tanımak mümkün olmaz!
Çünkü Kur’an Arap harfleriyle yazılsa da manası Rabca’dır. Yazılışı Arapça, manası Rabca’dır.
Kur’an kelimelerini manalandırırken bu özelliğe
çok dikkat etmeliyiz. Ayetlere normal hayatın
içindeki manalara göre meal koyarsanız İslam’ın
önerilerini normal yaşantıya monte etmeye çalışmış olursunuz. Oysa Kur’an bize normal hayattaki o yaşantıyı terk etmeyi öneriyor. Ama kişi
30
YILMAZ DÜNDAR
o hayatın içine bunları monte edeceğini sanıyor.
Bu yanılgının sebebi yanlış yönlendirmelerdir.
A’raf-43’ü tefekküre devam edelim: Bu ayetten
önemli bir şey öğrendik: Sadrlarda Ğıll var. Ayet
diyor ki, “Ama biz cennet ashabının sadrında
Ğıll’den ne varsa onu söküp attık.” Demek ki
sadrda Ğıll bulunduğu sürece kişi cennete giremiyor. Demek ki, sadrda Ğıll bulunması cennetin kabul etmeyeceği bir hal. Ğıll ile ilgili tablo
şöyledir: Kul kendisini sadrında Ğıll ile buluyor.
Onu normal zannediyor ve bu yüzden onunla
mücadele etmek hiç aklına gelmiyor. Zaten kulun elinde ondan kurtulabileceği bir araç da yok!
“Biz Ğıll’den onların sadrlarında olanı söküp
attık, kardeşler olarak serirler üzerinde mütekabildirler.” (Hicr-47).
İşte Cennet Ehli: “Onlar karşılıklı kardeşler
hâlindeler.” Ayet bize öğretiyor: KARDEŞLER haline gelebilmek için sadrlarda Ğıll olmamalıdır.
Aksi halde MÜ’MİNLER KARDEŞ olamaz! Ğıll
mü’min kardeşliğini bozuyor. Neden ve nasıl bozuyor, biraz sonra tarif edeceğiz. Peki, Sadrdaki
bu Ğıll’den kurtulmak için ne yapacağız, çaresi
nedir? Rabbimiz şimdi onu öğretiyor:
“Onlardan sonra gelenler (Muhacir’den ve
Ensar’dan sonra yaşayan mü’minler) şöyle derler: “Rabbimiz bizi ve imanda bizi öne geçmiş
kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman
etmiş olanlar için Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki; Sen Rauf’sun Rahıym’sin” (Haşr-10).
Ayetteki dua ve yakarış orijinaliyle şöyledir:
Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne sebekûna
Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine ĞılI’len lille31
İNŞİRAH
ziyne amenu Rabbena inneKE Raufun Rahıym.
Bu yakarışı “Kalb Duası” olarak adlandırdığımız
kompozisyonda da bulacaksınız.
Ayetteki “Ğıll” nedir? Hakk’a (Hakk açıklamalara) ve Hakk’ı hatırlatan şeylere karşı sevgisizlik,
hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların bütünü ĞILL’dir. Normal hayatta insanların
birbirlerine duydukları kin, nefret ve sevgisizlik
değildir Ğıll! Bu yaklaşım ve bakış açısı dua ve
yakarışlarımızda da çok önemlidir. Şimdi verilecek örneği iyi anlarsak Ğıll’in tanımını da iyi
yakalarız. Kişi bir vicdan muhasebesi yapıyor,
günün muhasebesini yapıyor: Gündüz şöyle
yaptım, şunu üzdüm, şunu kırdım, şuna kızdım,
şuna haksızlık ettim diye üzülüyor ve bir daha
yapmama kararı alıyor. Bunun Muhammedî bakış ve yaşayış için bir önemi yoktur. Eğer siz muhasebe yaparken, muhasebeyi sizle Allah arasında yaparsanız bunun Muhammedî bir değeri
vardır! “Ben Allah’ın hükümlerine karşı neler
yaptım?” derseniz bu sizi tövbeye götürür. Ama
“ben ona şunu yaptım” derseniz, gider özür dilersiniz, “aferin” derler ve iyi insan olursunuz.
Peki, ölçü nedir? Bir davranışın, bir fikrin doğru
olup olmadığını anlayabilmek için, onu fuada
doğru sunabilmek için, fuadın doğru analiz sentez yapması için, yanılmaması için, virüs programlardan korunması için ne yapacağız? Tarif
ettiğin bir davranışı, açıkladığın bir fikri, deklare
ettiğin bir inanışı Muhammedî olmayan birisi
de yapabilir mi, ona bakacaksın! Muhammedî
olmayan birisi gece oturup vicdan muhasebesi
yapamaz mı, daha dürüst, daha iyi insan olma
32
YILMAZ DÜNDAR
kararı alamaz mı? Bu yalnızca Muhammedîlere
has bir şey mi? O zaman bu Muhammedî bir
davranış değil. Öyle bir davranış tarif edeceksin
ki, onu ancak Muhammedî olan yapabilecek.
Bir başkası yapabiliyorsa o da Muhammedî olacak, yani Muhammedî olmadan o yapılamayacak! Mesela bir hayr işi düşünün. Muhammedî
olmayanlar “hayır” yapmıyorlar mı? Onların
“hayır” dernekleri yok mu? Afrika’yı karış karış
gezip misyonerlik yapmıyorlar mı? Siz öyle bir
“hayr” tarif edeceksiniz ki, yalnız Muhammedî
olan onu yapabilsin. Veya kim öyle hayr yaparsa
o Muhammedî olsun. Yine öyle bir “îman” tarif
edeceksin ki ancak Muhammedi olan öyle inanabilsin. Farklı inanan ve düşünen öyle inanamasın, öyle uygulayamasın. Çünkü bir başka felsefe onu öyle açıklayamaz, yapamaz. Mümkün
değil! Yapsa, yapabilse zaten o da Muhammedî
olur. Bu Ğıll için de öyledir, normal ibadetleriniz için de! Kendinizi incelemeniz gerekiyor, yani
fuadınıza görev vermeniz gerekiyor: “Haydi bir
analiz sentez yap bakalım, bende Ğıll var mı?
Benim ikame ettiğim salât Muhammedî mi?
Tuttuğum oruç Muhammedî mi?” demeniz gerekiyor. Bunu nasıl yapacağız? Örneğin, nasıl bir
salât ikame ediyorsan oturup baştan sona yaz.
Eğer, inanmayan birisi de aynısını yapabiliyorsa
senin salâtın Muhammedî değil demektir. Bir
başkası yapabiliyor çünkü! Öyle bir salât tarif
etmelisin ki; o salâtı Muhammedi olmayan yapamasın. Yapıyorsa o da Muhammedî olmalıdır.
Oruç da öyle! Yanlış tarif ediyor olmamalısın.
Aksi halde bir başkası da yapabilir, hatta çok
33
İNŞİRAH
titiz de uygulayabilir. “Yeni bir şey yapıyorum”
diye, “kutsal bir şey yapıyorum” diye heyecanlanır, duygulanır, ağlar... Sahuru kaçıracağım diye
uyumaz... Sahura kalkar, iftarını yapar, aç durur.
Dilini de bağlar, elini de bağlar, belini de bağlar... Peki, bunu yapınca Muhammedî mi oldu?
Bunları yapmakla oruç mu tutmuş oldu? “Biz de
aynısını yapıyoruz?” diyorsan kendini incelemen
gerekiyor. Öyle bir oruç tarif etmelisin ki, onu
ancak Muhammedî birisi yapabilsin, bir başkası yapamasın, yapanın Muhammedî olacağı bir
tarif olsun! Bütün amellerinizde buna dikkat etmelisiniz. Ğıll de öyle! Ğıll’i öyle bir tanımlamalısın ki, Muhammedî olmayan birisi çıkıp “bende
zaten Ğıll’den eser yok” diyememelidir. Aksi halde kişi çok iyidir, çok hümanist bir tanrıdır, iyi bir
Polyanna tanrıdır; “bende Ğıll yok, Ğıll’den eser
yok” der ve senin tarifine göre de haklı olur. Çünkü tarifin yanlış! ĞILL; Hakk’a ve Hakk’ı hatırlatan
şeylere karşı hissedilen sevgisizlik, hoşnutsuzluk,
rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların ortak adıdır! Eğer kişideki Sadr Organizasyonu’nu nefsin
şerri yönetiyorsa o kişi Hakk’a karşı Ğıll içindedir, Hakk’a ait cümleleri duymayı sevmez. Siz bir
yerdesiniz diyelim, Tv’de birden bir dini sohbet
veya bir Kur’an tilaveti başlamış olsun. Bazıları
onu duymaya dayanamaz, koşar gider kapatır,
kanal değiştirir. Onu duymaya dayanamaz! Ezan
sesini duymaya dayanamaz! “Gürültü kirliliği”
diye şikâyet dilekçelerini görseniz... Dayanamaz!
Çünkü; “inzal olan ayetler inananların imanını,
kâfirlerin küfrünü artırır.” (Tevbe; 124-125).
34
YILMAZ DÜNDAR
İşte bu Ğıll, kendinizi içinde bulduğunuz
normal halde var. Onu tanımanız, fark etmeniz, bulmanız gerekiyor! Dikkat edin, yaşantıda
çok rastlıyorsunuzdur Ğıll’inize! Rastladığınızda
onu umursamalısınız; “işte bu benim sadrımın
hastalığıdır. Bu hastalıkla beni cennete almazlar,
cennet için heyet raporu vermezler” demelisiniz. Bilirsiniz, bazı yerlere başvurmak için heyet
raporu istenir. Heyet raporunuz “sağlam” değilse olmaz! Cennetin heyet raporunda “Ğıll’sizdir”
yazacak ki kabul edilesin! Öyleyse sorulmadan
önce o Ğıll’i temizlemek lazım! Nasıl temizleyeceğiz? “Haşr-10” bunu bize öğretiyor: Allah’tan
isteyeceğiz. “Allahım kendimi içinde bulduğum
o Ğıll’den beni koru, beni kurtar, beni temizle”
deyip isteyeceğiz. Sonra da SABR edeceğiz. Yani
Allah’ın hükmünün gelmesini bekleyeceğiz. O
hüküm gelecek seni temizleyecek!
Burada parantez açıp bir not paylaşalım. Bir
kişi Rasulullah’ı görmek, Rasulullah’la bir olmak,
Rasulullah’ı dinlemek Onunla konuşmak istiyor,
çok istiyor. Öncelikle bilmeli ki, onun bu muhabbeti çok önemlidir. Çünkü bu muhabbet öyle
büyür ki içinden Muhammed sallallahu aleyhi
vesellem çıkar. Senden çıkacak MUHAMMED’i
bu MUHABBET oluşturur. Bu Muhabbet olmayınca Muhammed Hakikati filizlenemez. Nur-u
Muhammedî’nin sulayanı, yeşerteni bu muhabbettir. Muhabbet olmayınca olmaz. Fakat bu
muhabbet sahibi şöyle söyleyelim de üzülmesin:
Diyelim ki, çok önemli bir Kalb Cerrahı’nı görmek istiyorsunuz. O’nunla yolda mı karşılaşmak
35
İNŞİRAH
istersiniz, yoksa kalbinize müdahale gereken bir
yerde mi? Hayatınızın o zor anında, o cerrahın
birden şak diye gelmesini istersiniz, değil mi?
Anlatabildim mi? Bu yüzden, siz o muhabbeti
taşıyın. O muhabbeti taşırsanız, size operasyon
gerektiğinde, o anda muhabbet duyduğunuz
sizinle olacaktır! Bunun gerçekleşmesini, zamanını beklemek SABR’dır. Allah’ın hükmünü beklemenin ismidir sabr! Beşeri münasebetlerde
insanların birbirlerine katlanıp tahammül etmeleri değil! Kur’an’ın açıkladığı SABR; hanîf olarak
Allah’a yönelmek, salih amel yapmak ve Allah’ın
hükmünü beklemektir. Allah’ın hükmünü beklemektir sabr.
Sadrın, kalbin Ğıll’den temizlenmesi için ne
yapacağımızı Sahibi tarif etmişti: “Rabbenağfir
lena ve li ıhvaninelleziyne sebekûna Bil’iymani
ve la tec’al fiy kulubine Ğıll’len lilleziyne amenu,
Rabbena inneKE Raufun Rahıym: Rabbimiz bizi
ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir Ğıll
oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen Rauf’sun
Rahıym’sin.” (Haşr-10).
Bu ayeti/duayı umursamak lazım. Beşeri hayatta insan neleri umursuyor bir bakın! Beşeri
sistem içerisinde “şu şunu dedi, bu bunu dedi”
diye neleri umursuyoruz. Ama Allah yolunda?
Onlar hayatî olabilir. Bu da ahıretî! Hem de o kadar ahıretî ki! Dolayısıyla, Yaradan’ın ne dediğini
çok umursayan bir kalb bizim için çok önemli!
36
YILMAZ DÜNDAR
Size Ğıll’le ilgili çok uç bir örnek vereceğim.
Bu örneği günlük yaşantının bir konusu olduğu
için de veriyorum. Başı örtülü bir kardeşimize
tepkili bakış doğrudan Ğıll’dir! Kişi bir yere gidiyor, bakıyor ki başı örtülüler var, rahatsız oluyor,
hemen içinde bir rahatsızlık hissediyor. Hatta ne
diyor biliyor musunuz? İçim daraldı! Bakın içi
(sadrı/göğsü) daralıyor. Hakk’a karşı sadrı daraldı! Neden? Hâkimiyet nefsin şerrinin de ondan!
O bilerek bilmeyerek, modaya uyarak uymayarak örtünmüş. Ama örtünmüş! Yani Kur’an’ın
emrini yapmış, o emre uymuş. Sen onu görünce
bir şekilde rahatsız oluyorsun, bir hoşnutsuzluk
duyuyorsun! İşte bu doğrudan Ğıll’dir!
“İşte böyle! Kim Allah’ın hürmetlerine tazim ederse, o onun için Rabbi’nin indinde daha
hayrlıdır.” (Hac-30).
Allah’ın hürmetlerine, işaretlerine, O’na ait
gözüken davranışlara hürmet eder, saygı gösterirseniz, bu davranış Rabbi’niz İNDinde daha
hayrlıdır. Eğer Rabbi’nin İndi’ne talibsen böyle!
“İşte böyle; kim Allah’ın şeairine tazim ederse, muhakkak ki o; kalblerin takvasındandır.”
(Hac-32). Ayet buyurdu ki; Allah’ın hükmüne
hürmet etmek, saygı göstermek kulun kalbinin
takvasının işaretidir!
Şimdi buraya kadar anlatılanları düşünerek
bir Kalb Duası yapacağız, onları duaya çevireceğiz. Bu duadaki ayet ve hadisleri meallerden,
tefsirlerden, âlimlerin kitaplarından inceler araştırır, neler önerilmiş diye detaylı bilgi edinirsiniz.
37
İNŞİRAH
Eğer uygun görürseniz zaman zaman bu duayı
yapabilirsiniz. Bu dua kalbinizin kendini içinde
bulduğu perdelilikten/hastalıktan kurtulması,
ona Lüb ikramının ulaşması ve onun sonsuza
dek size destek olması, özellikle kalb gözünüzün
açılması ve kalble görmeye başlamanız (hakikati
görüyor olmanız) için bir yakarıştır, sadece ayet
ve hadisleri içermektedir. Herhangi bir beşeri
bakış, yorum, cümle yoktur. Duayı yaparken sağ
elimizi göğsümüze, sadrın hissiyatının dalgalandığı noktaya koyacağız. Sağ elimiz kalbin/kalıbın
vücudumuzdaki merkezi olan vücudun kalbine
gelirse elimiz hem göğsümüzde hem de kalbde
olur. Bu duayı nasıl bir tefekkürle yapmalıyız?
Diyelim ki, vücudunuzun bir yerinde size çok
sıkıntı veren bir rahatsızlık var ve çok güvendiğiniz bir kişi de size şifa ayetleri ve hadislerini
içeren bir dua verdi, “sağ elini göğsüne koyup,
bunu oku” dedi. O ızdırabı hissediyorsun ya, ne
kadar yürekten koyarsın elini, hiç formaliteden
yapmazsın! Kalbindeki hastalığın rahatsızlığını o
ızdıraptan daha fazla hissetmeli ve rahatsız olmalısın ki bu el çalışsın!
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den öğrendiğimiz bir hadis nedeniyle “sağ elimizi göğsümüze” koyuyoruz. Efendimiz bir sahabeye
şeytandan korunması için “böyle yap” diyerek
öğretiyor. Onun sadrının yönetimini şeytana
vermemesi için elini böyle koyduruyor ve İhlâs,
Felak, Nas okutturuyor. Efendimizin tarif ettiği
gibi elimizi göğsümüze koymuşken ayetlerden
yararlanarak bazı yakarışları, duaları da bir araya
38
YILMAZ DÜNDAR
getirdik. Bir hadis gereği de dualarımızı iki salâvat
arasına aldık. Salâvatların kabul olma ihtimalleri
çok yüksek olduğundan Efendimiz (SAV); “kabul
olmasını istediğiniz dileğinizi iki salâvat arasına
koyun, salâvatlar kabule yükselirken aralarındaki
duayı da yükseltirler” buyuruyor. Biz bu hadisten
de yararlanarak bir paket program yaptık.
Okurken dikkatinizi çekecektir, duamızdaki
salâvatlardan birisi feth edici/açıcı bir salâvattır.
Duanın sonunda ise, birisi bize Rahmani Güç
sağlayacak, bizi Feth-i Zulmani’ye değil de Feth-i
Nurani’ye doğru götürecek bir salâvat, diğeri ise
tüm Rasul ve Nebileri, tüm Mürseliyn’i içeren
bir salâvat okuyoruz ki; “Allahım kalbimi Nebi
ve Rasullerinin zincirinin arasına koydum, kabul
buyur” demiş olalım. Âmin:
Euzü Billahi mineş Şeytanir Raciym
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad. Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad. Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad. (İhlâs).
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• KuL e’uzü BiRabbil felak; Min şerri ma halak; Ve min şerri ğasikın iza vekab; Ve min şerrin
neffasati fil’ukad; Ve min şerri hasidin iza hased.
(Felak).
39
İNŞİRAH
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• KuL e’uzü Birabbin Nas; Melikin Nas; İlahin
Nas; Min şerril vesvasil hannas; Elleziy yüvesvisü
fiy sudurin Nas; Minel cinneti ven Nas. (Nas).
SadakAllahul Azıym.
• Subhane Rabbike Rabbil ızzeti amma yasıfun; Ve Selamun alel murseliyn; Vel Hamdu Lillahi Rabbil alemiyn (Sâffât; 180-182).
• Amin. Ya HU, Ya men HU, Lailahe illa HU.
Ya men HU;
• SubhanAllahi ve ma ene minel müşrikiyn.
(Yusuf-108).
• Eşhedu en la ilahe illallahu ve eşhedu enne
Muhammeden abduhu ve rasuluhu.
• Allahümme salli a’la Muhammedin ve a’la
âli Muhammedin Kema salleyte a’la İbrahime ve
a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd.
• Allahümme barik a’la Muhammedin ve a’la
âli Muhammedin Kema barekte a’la İbrahime ve
a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd
• Cezallâhu annâ Seyyidenâ Muhammeden
ma huve ehluh.
• Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedinil Fatihi lima uğlika, vel Hatimi lima sebeka,
Nasıril-Hakka Bil Hakkı, vel Hâdî ila sıratıkel
müstakıym, ve ala alihi Hakka Kadrihi ve migdarihil Azıym.
• Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhıbbuke.
40
YILMAZ DÜNDAR
• Yâ Hayyu Yâ Kayyum Yâ zel Celali vel İkram;
Yâ Mukallibel Kulûb, sebbit kalbiy alâ diynike
ve es’eluke en yuhyi kalbiy Binûri ma’rifetike
ebeden. Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Bedi’es
semâvâti vel ard.
• Ferdün, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûsun…
• Allâhu lâ ilahe illâ Hû el Hayy’ül Kayyûm lâ
te’huzuHÛ sinetün vela nevm (Bakara-255)
• Allâhu Veliyyülleziyne amenû yuhricühüm
minez zulümati ilen Nûr… (Bakara-257)
• Huvelleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU li yuhriceküm minez zulümati ilen Nûr ve
kâne Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab-43)
• Leyse leha min dûnillahi kaşifeh. (Necm-58)
• Lakad kunte fiy ğafletin min hazâ fekeşefna
anke ğıdaeke febasarukel yevme hadid. (Kaf-22).
• İnne zalike alellahi yesiyr. (Hac-70).
• İnneHU Aziyzün Hakiym. (Enfal-63).
• Rabbişrah liy sadriy; Ve yessirliy emriy. (TaHa; 25, 26).
• Rabbenağfir lena ve li ıhvaninelleziyne
sebekûnâ Bil’iymani ve la tec’al fiy kulûbina
ğıll’len lilleziyne amenu, Rabbena inneKE Raûfun
Rahıym. (Haşr-10).
• Rabbiğfir verham ve ENTE hayrur Rahımiyn.
(Mü’minun-118).
41
İNŞİRAH
• Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledünKE Rahmeh. İnneKE
entel Vehhab. (Âl’u İmrân-8).
• Allahümme salli alâ Seyyidina Muhammedin Rahmeten min Allah, Ni’meten minAllah,
Minneten minAllah, Kuvveten minAllah, Kudreten minAllah, Hikmeten İzzeten Azameten
minAllah.
• Allahümme salli alâ Muhammedin ve
Âdeme ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve
ma beynehum minen nebiyyiyne vel mürseliyn,
salâvâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmaıyn.
Birahmetike yâ Erhamer Rahımiyn Vel hamdü lillahi Rabbil âlemiyn.
• El Hamdu Lillahilleziy lem yettehız veleden
ve lem yekün leHU şeriykün fil mülki ve lem yekün leHU veliyyün minez zülli ve kebbirHU tekbiyra. (İsra-111).
• Allahuekber Allahuekber, Lailahe illallahu
vallahu ekber, HUAllahuekber velillahil hamd…
Âmin.
Sizlerle kısa bir tefekkür antrenmanı yapalım
ve şu iki cümleyi tefekkür edelim. Tefekkür ederken lütfen cümleleri yaşamaya gayret edin. İlk
tefekkür cümlemiz “Ben Varım ve Muhtarım”.
Ben varım ve muhtarım; yani ben özgürüm: Yönettiğim bir aklım, bir gücüm var, kendi yönettiğim bir mülküm var. Bütün bunlar nedeniyle
ben de kendime göre hüküm veririm. Muhtariyet! O “ben varım ve muhtarım” üzerine kurulur
42
YILMAZ DÜNDAR
hep. Dikkat ederseniz, bu cümleyi tefekkür için
bile söylerken nasıl dikleşiyorsunuz!
Bir de; “Biiznillah ben var görünenim” cümlesini tefekkür edelim. Ses nasıl da yumuşadı.
Allah, “Rasulün yanında sesinizi yükseltmeyin”
buyuruyor. Müthiş bir uyarı! “Rasulün yanında
sesinizi yükseltmeyin” denildi, peki Allah’ın yanında yükseltecek misiniz? Lütfen hayatımızın
her anına dikkat edelim. Geçmişimize, şımarık
yaşantımıza tövbe edelim. Konu ne olursa olsun
sesimizi yükselttiğimiz her hal için af dileyelim,
tövbe edelim. Allah; Var! Sesimizi yükseltmeyelim! Ses neden yükselir? Kişi Allah Yokmuş Gibi
düşününce kendiliğinden “Ben Varım ve Muhtarım” haline bürünüyor. Cümle “ben varım ve
muhtarım” olunca... Tefekkürü bile ona göre
gelişiyor. Ama “Biiznillah ben var görünenim”
derken sesimiz daha haddi bilen bir sese kendiliğinden dönüşüyor.
Bunu tefekkür edelim; “Biiznillah BEN” ne demektir? “BİİZNİLLAH BEN” demek; Allah’ın dilemesiyle var olanım ve O’nun dileğiyle/izniyle o
var olana ‘BEN’ diyenim” demektir. O’nun izniyle var görünen bu kul’a BEN diyorum. Biiznillah
BEN var görünenim. Kime göre var görüneniz?
Allah’a göre! Bunu tanrı ilmini ele alırken “Sen
Tanrı Mısın?” kitapçığında detaylı gördük. Kul
Allah’a göre Var Görünen’dir! Biz birbirimize göre
VAR’ız. Var Görünenler birbirlerine göre vardır,
birbirlerine göre YOK olmazlar. Yok olan bir şeye
karşı nasıl sorumlu olacaksınız? Birbirimize göre
varız, Var Görünenler birbirlerine göre VARdır!
43
İNŞİRAH
Ama tüm var görünenler Allah’a göre YOKtur!
Siz “Biiznillah BEN var görünenim” cümlesini
Allah’a göre, Allah’a seslenerek söylüyorsunuz.
Dikkat edin, “Ben Varım ve Muhtarım”ı Allah’a
diyemezsin, bunu ancak çevrene dersin! Ama
“Biiznillah BEN var görünenim Allahım” derken
Allah’a sesleniyorsun. Lütfen bunu tefekkür edelim; Biiznillah BEN var görünenim...
Bu iki cümlenin tefekküründe değişen kan
kimyanızı, aradaki farkı hissedebiliyor musunuz?
İlk cümlenin tefekküründe kan kimyanız nasıl,
ikincisinde nasıl? Aradaki o fark küfür farkıdır!
Eğer fuadınız “ben varım ve muhtarım”a uygun analiz ve sentezler yapar, onlara sahip çıkar
ve kalbe de onu gönderirse, kalb de nefsin şerrinin perdesi altında esarette ise, emir sanki kalbden geliyormuş/yansıyormuş gibi olur. Ama değildir! Bir aynayı bir cismin önüne koyup onunla
o cismi örtünüz. O noktaya ışık ulaşıp ta yansıdığı zaman cismi örtüp sakladığınızı bilmeyen
uzaktaki birisi ışık cisimden yansıyor sanabilir.
Oysa aynadan! Cisim aynanın arkasında, onu
sakladınız, örttünüz. Nefsin şerri de kalbi öyle
örter, esir eder ve duyguları, düşünceleri beyne
o örtü yansıtır, beyin ondan gelen emri alır! Fuad
“ben varım ve muhtarım” fikrine sahip çıkarsa
beyne o emir gönderilir, beyin o emrin fiillerine
bürünür. O fiillere bürününce senin konuşman,
yürüyüşün, duruşun, beden dilin değişir...
O halden kurtulmak gerekiyor. Hatta az önce
o halin tefekkürünü yaptık ya, yaptığımız o tefekkür için de tövbe edelim: Allahım, muhtari44
YILMAZ DÜNDAR
yet etkisini anlamak için yaptığımız ilk tefekkür
için bizi bağışla, bağışla ya Rabbi. Fuadımız anlasın, antrenman yapsın diye o tefekkürü yaptık Ya
Rabbi! Bir ayetin var, Hazreti İsa’ya buyuruyorsun: “Sen onlara ‘ben ilahım’ mı dedin? ‘Annem
ilah’ mı dedin? ‘Ben O’nun oğluyum’ mu dedin?”
dediğinde o; ‘hâşâ ya Rabbi, der miyim öyle şey!’
diyecek. Biz de o ayet nedeniyle korkuyoruz: Ya
Rabbi, der miyiz öyle şey, hâşâ! O tefekkürü fuadımız öğrensin diye yaptık. Biz, “Allahım Biiznillah Var Görünen’im” diyoruz.
Hangi cümlenin tefekküründe zorlandığınıza
dikkat edin, inceleyin. İyi tesbit edip kendinize
doğru cevap vermelisiniz. “Birinci cümleyi kolay
tefekkür ediyorum, ikincisini bir türlü kavrayamıyorum, anlayamıyorum” demeniz çok doğal.
İnsana Esfele Safiliyn halin tefekkürünün kolay
gelmesi çok doğal. Anlayın ki, kurtulmanız gereken “İz”ler var! O izleri kendinizde bulup tesbit
etmelisiniz.
Sizinle bir düşünme antrenmanı yaptık. Bir
şey düşündüğünüzde mekanizma şöyle çalışır:
Düşünürken (tefekkür yaparken) fuad ilminizdeki potansiyelinizden ve tercihlerinizden yararlanarak analiz ve sentez yapıp bir fikir oluşturur.
Bu fikri benimsediğinizde fikir kalbte tesbitlenir.
Beyin bu tesbit doğrultusunda çalışır ve organlara emri ona göre verir. Antrenmanını yaptığımız bu sistem kendiliğinden böyle çalışır.
Önemli olan şudur: Bu sistemde LÜB nuru
yoksa, Lüb aktif değilse yapılan analiz ve sentezin sonucu bellidir. Sadr’a esfele safiliyn yapı
45
İNŞİRAH
hâkim olduğu için sonuç bellidir. Hayatta da
öyle değil mi? Bir yeri birileri yönetiyordur, siz
oradan çıkacak kararı bilirsiniz, “ne karar çıkacağı belli” dersiniz. Niye? Masada oturan adil değil,
demokrat değil, faşizan bir yapısı var. Nefsin Şerri de faşisttir, faşizan karar verir.
Bu mekanizmadaki önemli bir özellik de şudur: Fuad, LÜB nurunun gösterdiği yolda çalışırken kalbi HAŞYETULLAH ile tanıştırır. Şöyle açalım: Fuad Hakk yolda [Rabbine yönelik] analiz
ve sentez yapıp, Rabbine yönelmiş fikirler ürettiğinde, bunu da kalbe/kalıba döktüğünde, kalıp
titremeye sallanmaya başlar; Kalb Haşyetullah’la
tanışır! Bu yüzden; Haşyetullah LÜB nurunun
sadrdaki savaşçısıdır. Bunu şu örnekle kolay anlarız. Vücuda bir mikrop girdiğinde savaşçı hücreler veya bağışıklık hücreleri gider onu bulur ve
organizmaya zarar veremeyecek hale getirirler.
Onu ya yok ederler, ya etrafını çevirip hapsederler veya vücuttan dışarı atarlar. Onun vücudun
uygun bir noktasından dışarı atılmasına çıban
deriz ve içini temizleriz... Savaşçı hücreler gibi,
Haşyetullah da sadrda LÜB’ün savaşçısıdır.
Haşyetullah konu olunca, sabah ve akşam
salâtlarından sonra hadis gereği okuduğumuz
Haşr Sûresi 21. ayet akla gelir: “Eğer şu Kur’an’ı
bir dağın üzerine inzal etseydik, elbette onu
‘Allah haşyetinden’ dolayı huşu ederek çatlayıp
parça parça olduğu halde görürdün. İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye darb ediyoruz.” Bu misaller bu yüzden! Ayete yaptığımız
tanımlamalarla baktığınızda ne demek istediğini
46
YILMAZ DÜNDAR
çok kolay çözeceksiniz. “Tefekkür etsinler diye”
ifadesindeki mana nedir, onu nasıl anlamalıyız,
bakın:
Hakk yolda tefekkür ve bunun fuadla ilişkisini gördük değil mi? Hakk yolda tefekkür fuadın Hakk yolda analiz ve sentez yapmasıdır, bu
yüzden çok önemli bir ibadettir. Çünkü oradan
çıkacak fikirler kalıba dökülecek (tespitlenecek)
ve böylece Hakk yolda yeni suretlerimiz olacaktır. Tefekkür fuad çalışsın diyedir. Fuad çalışsın,
yeni kalıplara yeni fikirler döksün ve sizden yeni
fikirlere uygun suretler çıksın diyedir! Demek
ki, ayetlerde verilen misallerin bir önemi de tefekkür etmemiz için olmalarıdır, yani fuadımızı
Hakk yolda çalıştırmamız için misal veriliyor!
“Eğer Kur’an hakikatini dağın üzerine inzal
etseydik haşyetten parçalanırdı.” Bu kısım bizim için önemli bir ipucudur, onu biraz çözelim:
Sadr’ı nefsin şerri yönetirken orada “ben varım
ve muhtarım” dağı vardır. “Kendini Kaf Dağı’nda
sanıyor” diye ona denir. “Yürüyüşe bak, küçük
dağları ben yarattım sanıyor” denir. Bu dağ sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’dır. Ayete bir de böyle
bakalım: Eğer sen Kur’an’ın hakikatini o iddianın
üstüne koyarsan, Kur’an’ın hakikatini o iddiayla tanıştırırsan tanrılık iddiası paramparça olur.
Eğer fuad, Kur’an’ın hakikatiyle tanrılık iddiasını
çarpıştırırsa, o paramparça olur. Bu durumda
sonuç şudur: HAKK geldi, BATIL rezil oldu.
Fatır Sûresi 18. ayet Efendimiz’e diyor ki: “Sen
ancak; Bil gayb Rablerinden haşyet duyanları ve
salâtı ikame edenleri uyarırsın!”
47
İNŞİRAH
Efendimiz (SAV)in üzüntüsü üzerine Rabbi;
“Habibim, hasta olacaksın. Seni dinlemiyorlar,
alaya alıyorlar, açıkladığın ve uyardığın hakikate
geri dönüyorlar diye hasta olacaksın. Sen ancak
Bil gayb Rablerinden haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın.”
Ayetten anladık ki, kalbin tanışacağı Haşyetullah, Efendimiz (SAV)’in uyarılarını kabullenmemiz, anlayabilmemiz ve uygulayabilmemiz
için çok önemlidir. Çünkü “ancak onları uyarabilirsin” diyor. “Allah’ı sevenleri uyarırsın” demiyor.
Dikkat edin, İslamiyet’i insanlara bir “sevgi seli”
gibi anlatanların yaptığı şey, Uzakdoğu felsefelerini İslam adı altında sunmaktır. Bu anlatım,
insanların sadrlarını yöneten nefsin şerrine o kadar hoş gelir ki, “işte benim aradığım İslamiyet
bu” der. Doğru, nefsin şerrinin aradığı odur! Kişi
o anlatılanı “din” zannederse rehavete düşer ve...
“Sen ancak Zikr’e tabi olan ve Bil gayb
Rahman’dan haşyet duyanı uyarırsın. Onu bir
mağfiret ve kerim bir ecir ile müjdele.” (Yasin-11)
Burada önemli bir öğüt, önemli bir öğretiş
var: Korkup, tedbirini alıp, gereğini yaşayanlar
müjdeleniyor! Böyle bir kulun halini düşünelim: Kul muttaki olsun (korunsun) diye uyarıldı.
Korkuttun, uyardın, kul da tedbirini aldı. Şimdi, “artık onu müjdele” diyor. Yani sonsuza dek
korkutmuyor, hep “korkut” demiyor. Korktu ve
tedbirini aldıysa onu müjdele diyor. Ne ile? Bağışlanma ve Kerim Bir Ecir ile!
48
YILMAZ DÜNDAR
Bu anlatılanlarla eğer Haşyetullah’ın önemini
fark ettiysek şimdi onu zihnimizde netleştirelim,
yani tanımlayalım. Tanımlamadığınız şeyi yapamazsınız, uygulayamazsınız. Bu yüzden, bir şeyi
tanımlamak çok önemlidir. Tanımlayacaksınız
ki netleşsin. Bu tanımı sizde yapacak olan neresidir, tanımı kime yaptırtacaksınız? Fuadınıza!
Fuad o tanımı yapar ve kalbe/kalıba döker. Biz
de şimdi fuadı çalıştırıp sonra da ürünü kalıba
dökelim inşaAllah.
Kulun bir dünya yaşantısı ve bu yaşantı sırasında oluşan deneyimleri vardır. Dünya yaşantısını, bu yaşantıya ait deneyimlerin tümünü topladığımızda kul açısından buna DÜNYA İLMİ
diyebiliriz. Çünkü yaşantısına göre bir dünya
ilmi edindi. Edinilen bu ilmin o kişide bir duygusu, bir hissiyatı oluşur. Yani bir İLİM var, bir de
o ilmin oluşturduğu HİSSİYAT var. Dünya ilmi
hissiyatı içerisinde neler vardır? O kişinin dünyaya ait duyguları! Kin, nefret, korku, sevinç, telaş,
heyecan, sevgi, samimiyet gibi kavramlar. Kişi
bu duyguları, onların ne olduklarını, nasıl olduklarını yaşayarak öğrendi. Yaşamak bir nevi ilim
edinmektir. Bu yüzden biz, kendimizi içinde bulduğumuz dünya yaşantısında bir dünya ilmine
ve bu ilme ait bir duyguya sahip oluyoruz, ister
istemez. Kişi kendini tarif ederken de bu duyguya göre tanımlıyor. Dünya ilmi ve duygusu neyin
üzerine oturuyor? O ilmin ve hissiyatının oturduğu platform CİNSELLİK ve ÖFKEdir. Dünyaya
ait ilmi besleyen, onu coşturan, motive eden
Cinsellik ve Öfke Platformu’dur. Çok başarılı bu49
İNŞİRAH
lunan romanlara, filmlere, şiirlere, reyting yapan
ürünlere lütfen bakın, hepsinin öfke ve cinsellik
üzerine kurulduğunu göreceksiniz. “Cinsellik nedir?” onu henüz hiç ele almadık, şimdilik değinip
geçiyoruz; dünya ilminin oturduğu taban öfke
ve cinselliktir! Cinsellik yalnızca seks değildir, o
bir platformdur! Ama nasıl bir platformdur onu
nasibse ileride ele alırız inşaAllah. Onu tanımamız gerekiyor! Tanıyalım ki kurtulalım!
Bir kula Allah’ı Tanıma ilmiyle buluşmak nasib olmuşsa, bu ilmin ve halin içine girmişse, bu
kul LÜB ikramıyla imanını deklare eder ve Yaradan’ını tanımaya başlar. Ve onda, yaşantısına hiç
uymayan yeni bir ilim başlar, “daha önce şöyleydi
şimdi böyleyiz elhamdülillah” dediği haller başlar. Başlayan bu yeni ilim ALLAH İLMİ’dir. Bir kişide Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladığı Muhammedî Hal ile öğrenme başlamışsa
yeni bir ilim başlamıştır ki; o Allah İlmi’dir. Kul,
girdiği bu Allah İlmi içerisinde Allah’ı tanımaya
başlar, tanır... Bu sefer onda Allah İlmi’nin, Allah’ı
tanımanın getirdiği yeni bir hissiyat başlar; Allah
Korkusu, Allah Sevgisi, Allah Rızası gibi hisler ve
arzularla tanışır, hayatına bunlar girmeye başlar. Böylece o bir hissiyattan başka bir hissiyata
geçer, geçmesi gerekir! Bunu hızlıca yapmak gerekir. ki, buna ESAS HİCRET denir. Hicretle kişi
Dünya İlmi’nden Allah İlmi’ne, o hissiyattan bu
hissiyata geçer. Bu hicreti yapanların haliyle ilgili bir müjde vardır: “Onların ecelleri geldiğinde
yanlarında olan, ölümleriyle ilgilenen, onları misafir kabul eden Allah’tır” mealinde bir ayet var.
Hicret bu kadar önemli! Çünkü Allah yolunda!
50
YILMAZ DÜNDAR
Hicretin bir zâhir’i vardır (ve çok önemlidir),
bir de bâtın’ı vardır. Efendimiz (SAV) bize onun
hem zâhirini hem bâtınını göstermiştir. Hicretle
ilgili yapılacak mücadeleyi bir savaş dönüşünde
şöyle bildirmiştir: “Küçük cihattan geldik, büyük
cihada gidiyoruz.” Ayet ve hadislerde, esas hicretin küfür hali ve yaşantısından Allah’a sığınmak,
dünyanın cazibesinden Allah’a geçmek olduğu açıklanır. Hicret edeceğimiz yeni ilim Allah
İlmi’dir, Allah ilmiyle oluşan duygulardır.
Allah ilminin duygusuna HAŞYETULLAH
denir. Allah ilmine ait duygu olan Haşyetullah salt korku değildir, yalnızca korkmak değildir! Allah İlmi ile gelen “tanıma” hali sende bir
duygu oluşturur. O duygunun, o hissiyatın adı
Haşyetullah’dır. Allah’tan sakınmak, Allah’tan
korkmak ve Allah’tan utanmak duyguları üzerine oturan platform Haşyetullah Platformudur.
Haşyetullah ele alınırken daha çok ve en fazla
“korku”dan bahsedilmesi bundandır. Ancak bu
hususta karıştırılan bir şey vardır. Lütfen fuadınıza emir verin, kıyasını yapsın ve kalbe emir verip hemen kalıbı döksün. Karıştırılan şey şudur:
Dünya İlmi ile edinilen korkuyla Allah’tan korkulmaz, Haşyetullah için anlatılan korku (Allah
Korkusu) o değildir. Allah Korkusu, sizin dünya
ilmiyle, dünya tecrübenizle yaşadığınız duygular
kapsamdaki bir korku değildir. Ama “yanlış yapmayayım” diyorsan, yanlış yapmak istemiyorsan
her tür korkuyu Allah’a yönelt, o korkuları da
Allah’a çevir, onlar da orada yerini bulsun. Haşyetullah kapsamındaki Allah Korkusu bize yeni
51
İNŞİRAH
gelecek bir hissiyattır, daha önce bildiğimiz bir
hissiyat değildir! Allah ilmiyle tanıştıktan sonra,
Allah’ı tanımaya başladıktan sonra oluşacak bir
hissiyattır. HAŞYETULLAH Allah İlmi’nin duygusudur. Şimdi, yaşantıdan ama çok fark etmediğimiz bir ipucu paylaşalım.
Diyelim ki, insanlar bir yanlışı nedeniyle bir
kişiden rahatsız oldular ve o kişiyi de inancına
vurgu yaparak eleştirecekler. Eleştireceklerinde
kurdukları cümleye lütfen dikkat edin: “Sende
hiç Allah korkusu yok mu? Sen hiç Allah’tan
utanmaz mısın? Allah’tan utanmadın mı?” Ona
kızarken; “sende hiç Allah sevgisi yok mu?” demezler. “Sende hiç Allah korkusu yok mu?” sitem ederler. Bu cümle, farkında olmadan bir itiraf ediştir ki, doğruyu yaptırtacak şey korkudur!
Bu, Haşyetullah içerisindeki korkudur. Buna şöyle bir misal verip tanımlamaları bitirelim.
Bir büyük orkestra düşününüz. Çok sesli, çok
enstrümanlı bir klasik müzik orkestrası. Müzik
icra ederken onlardan tek bir ses, tek bir melodi
çıkar ve siz en fazla da onu seversiniz. Zaten kişi
orkestranın karşısına onu dinlemek için geçer.
Bu esnada, bazen müstakil bazen solo ama o tek
sesi tamamlayan enstrümanları da dinlersiniz,
kısa olmak kaydıyla! O bütünlüğü bozmadan,
o bütünlüğün içinde, hatta o bütünlüğü tamamlayan bir şekilde onlar da dinlenir. Bu yola
girmişseniz siz Allah İlmi’ni öğrendikçe enstrümanlar artar, çeşitlenir. Tanıdıkça artar… İşte bu
enstrümanların çaldıkları tek bestenin, tek ortak
bestenin, tek sesin adıdır Haşyetullah. Onun tek
52
YILMAZ DÜNDAR
sesi odur! Oradaki Allah sevgisi, Allah korkusu,
Allah utanması, Allah sakınması gibi duyguların
hepsinin ortak sesi Haşyetullah’tır. O tek beste
Haşyetullah’tır. Şunu da ekleyelim: Bu orkestrada sık sık solo yapan KORKU enstrümanıdır, dinleyici uyumasın diye çeki düzen verir! Geçmişte
Avrupa’da bu yapılmış. O dönemde konserlere
gitmek soyluların bir nevi görevleri olduğundan
kimi zaman isteyerek gitmiyor, yorulmuşsa orada uyukluyor. Uyumasınlar diye bestelerin arasına bir davul sesi koyuyorlar! Arada kuvvetli bir
vurunca kişi uyanıp yeniden dinlemeye başlıyor.
Korku enstrümanı da müttakiyi uyanık tutmak
için önemlidir. Eğer siz “Din’i hoş göstereceğim”
diye ondan korkuyu beşeri duygularınızla çıkarıp kendi zannınızla bir tarif yaparsanız, “herşey
sevgidir efendim, sevgi, sevgi..” diye sevgi enstrümanını çok çaldırırsanız müttakilerin hepsi uyur,
hep uyurlar! Şeytan da bunu istiyor; uyusunlar...
Allah İlmi duygusu olan Haşyetullah’ın bize
bir seslenişi var: ALLAHUEKBER. Haşyetullah’ın
sesli ifadesi, sesli dile getirilişi ALLAHUEKBER’dir.
Lütfen, özellikle salâtta ALLAHUEKBER’lerinizi
manaca yerine koymaya gayret edin.
Allah ilmi duygusu olan Haşyetullah’ı sesle
“Allahuekber” diye dile getiren ve o hali yaşayan Kul’un bir Beden Dili vardır. Onun beden
dili “HUŞÛ”dur! Huşû o bedenin görünüşünün
ifadesidir. Ayetlerde; “onlar salâtlarını huşu
içerisinde ikame ederler” denir. Yani onlar pür
haşyetullah içerisinde haşyetten kütük gibi olmuşlardır. Allahuekber o kütüğün gıcırdama se53
İNŞİRAH
sidir, o haşyetin sesidir. Bu haşyetin beden dili de
huşûdur. “Huşû içerisinde…” denilen hal budur!
Huşû’yu Uzakdoğu rahiplerinin duruşu, oturuşu zanneden aldanır. O düşünce ve felsefelerin
hiçbirisi, onların hiçbir açıklaması Muhammedî
değildir, olamaz da!
Haşyetullah’ı tanımladık. Tanımladığımız bu
Haşyetullah’ın paramparça ettiği bir dağ var, o
nedir? DAĞ; kulda “Varım ve Muhtarım” iddiası sonucu ortaya çıkan Sözde Tanrılık İddiası’dır.
İşte bu dağın parçalanması sonucu kul İhlaslı
olur; İHLASLI KUL ona denir. O tanrı dağı parçalanmışsa, fonksiyonsuzlaşmışsa ihlâslı olunur. İhlâslı olmak; kişilerin birbirlerine samimi
davranması, art niyetli olmaması değildir, İhlâs
öyle bir duygu değildir. Haşyetullah sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’nı paramparça eder ve böylece siz huşu beden diline girersiniz. Bu sizin
ihlâsınızdır, siz şimdi ihlâslı oldunuz.
Bütün bu bilgi ve hallerle Fuad ve Kalb’in
“görüyorum” demesi Kul’un İHSAN SAHİBİ olmasını sağlar. Tarihte birisi “eureka eureka” diye,
“buldum, buldum” diye koşup çıkmıştı ya, nihayet öyle olur. Fuad ve Kalb’in çalışmaları sonucu
Kalb Gözü’ndeki katarakt kalkar, kalb net görmeye başlar ve “görüyorum” der. Fuad ve Kalb’in
“görüyorum” demesi ihsan sahibi olmayı sağlar.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Allah’ı görüyormuş gibi yaşayın/ibadet edin. Siz O’nu görmüyorsanız O’nun sizi gördüğünü bilin.” O’nun bizi
gördüğünü bilmek de bir mertebedir ve “hiç değilse böyle yapmamız” önerilmektedir. Bu idrak
54
YILMAZ DÜNDAR
da bir makamdır, İhsan Makamı’dır! Demek ki,
Fuad ve Kalb “görüyorum” dediğinde Kul “İhsan
Sahibi” oluyor...
Ayetlerde “âlimler” ifadesiyle sık karşılaşırsınız ve kime “âlim” deniyor diye merak edersiniz.
Mesela Fatır Sûresi 28. ayet “ancak âlimler haşyet duyar” der. Bu ayeti görünce, “bizden alim
olmaz, âlim mi olacağız?” demeyin! Allah İlmi’ni
ölçü alırsak, Kur’an’ın “âlim” dediklerinin profesör sertifikaları ile ilgisi kalmaz. Kişi “B” İmanı”nı
deklare ettiğinde Kur’ana göre ÂLİMdir, o artık
âlim bir kuldur ve ordinaryüs profesörden bile
önemlidir, kıymetlidir, değerlidir.
Şu hadisler ve ayetlerle devam edelim:
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize şöyle öğretiyor: “Hikmetin başı Allah korkusudur.”
“Allah’ı en çok tanıyanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Ben ise O’ndan en çok korkanınızım.”
“Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar (genişletir). Kimi de saptırmayı
dilerse, onun da sadrını darlatıp zorlaştırır ki, o
sanki semada yükseliyor gibidir. Böylece Allah
iman etmeyenler üzerine pislik, azab çökertir.”
(En’am-125).
“Allah kimin sadrını İslam’a şerh etti (açtı,
genişletti) ise o Rabbinden bir nur üzere değil
midir? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer-22).
55
İNŞİRAH
Dikkat ederseniz, bu ayetler ve hadisler anlatımlarımızda geçen manaların kaynağını oluşturuyor: Allah’ın hidayet etmesi, kulun sadrının
İslam’a açılmasıyladır, sadrının genişletilmesiyledir. Bu da “Rabbinden bir nur”la mümkündür.
Bunun böyle olduğunu ayetler bildiriyor. Peki,
bu ayetleri okuyan kul bu ayetler karşısında ne
demelidir, kendisini nasıl ifade etmelidir?
“De ki: ‘Eğer saparsam ancak kendi nefsimin
aleyhine saparım. Eğer doğru yolu bulursam
Rabbimin bana vahyettiği şey iledir. Muhakkak
ki O Semiyun Gariyb’dir.” (Sebe-50).
En’am Suresi 125. ayet (Allah kime hidayet
etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar) gelince Efendimiz (SAV)’e soruyorlar: “Ey Allah’ın
Rasulü, göğüs (sadr) açılır mı? Efendimiz “evet”
deyince, “alameti nedir?” diyorlar. Efendimiz
buyuruyor: “Aldanma yurdundan uzaklaşmak,
ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce
ölüm için hazırlıktır.” Efendimiz’in bahsettiği ALDANMA YURDU özellikle “dünya”dır.
Yeri gelmişken sadr daralması ve genişlemesine bakalım. Sadr ile ilgili olarak ayette diyor
ki; “kimin sadrını şerh etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, sadrını İslam’a genişletir. Kimi
de saptırmayı dilerse, onun da sadrını darlatıp
zorlaştırır.” Demek ki, sadrın genişlemesi yalnız
imanlılarla ilgili değil! Küffarın da sadrı genişler!
Eğer sadrı nefsin şerri yönetiyorsa sadr o doğrultuda genişler! O kişinin sadrı Hakk’a karşı daralır,
ama batıla karşı genişler, Allah muhafaza etsin.
Mesela bir yerdedir, bakar bazı masalarda yan56
YILMAZ DÜNDAR
lışla meşgul olanlar var. Onları görünce içi açılır,
göğsü genişler; “oo, bizimkiler” der! Doğru “bizimkiler” dediklerini buldu. Bakın onun da sadrı
genişledi, ama batıla! Mü’minin göğsü/sadrı ise
batıla karşı daralır, Hakk’a karşı genişler.
Bu iki sadr açılımı dışında bir de üçüncü bir
sadr hali vardır. Bu, sadrın her türlü hale karşı geniş olması demektir. Ama Rahmanî yönde! Peki,
bu nasıldır? İşte bu İnşirah Sûresi’nde Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’e söylenendir. Rabbi
ona; “sadrını genişletmedik mi?” diye sesleniyor
ya, öyle derken buyrulan bu üçüncü haldir.
Bu bölüme kadar sizinle temel bazı kavramları paylaştık. Artık Sadr Sistemi’nin Hakk yolda
çalışmasını sağlayan nurlarla devam edeceğiz.
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonunun
Hakk yola çevrilebilmesindeki, Rabbine yönelebilmesindeki temel faktör Kul’un Billahi anlamındaki imanıdır. Kul Billahi anlamındaki imana
ulaşmamışsa Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonunun yönetimi Rabbine yönelmez. Rabbine yöneliyormuş gibi çeşitli davranışlar ortaya
koyar, ama aslında Rabbine yönelen yola, Hakk
yola giden yola girmemiştir! Bu organizasyonun
Hakk yola girebilmesi, Rabbine yönelebilmesi
için Billahi anlamındaki iman ilk şarttır. Nedir
bu? Bu “Amentü Billahi”dir! Bu yüzden, İmanın
Şartları diye bildiğimiz anlaşma şartlarının da
ilki Amentü Billahi’dir. Amentü Billahi olmadan
olmaz! “Amentü Allahe” değil, Amentü Billahi!
Bu organizasyonun Rabbine yönelmesi Amentü
Billahi ile başlar. Ona Amentü Billahi dedirtecek
57
İNŞİRAH
nedir? Bu organizasyona “Amentü Billahi” dedirtecek şey, ona Rabbinden doğrudan bir nur olan
İman Nuru’dur. Yani bu organizasyonun içerisine İman Nuru dâhil olmalıdır. Bu organizasyona
İman Nuru dâhil olmadığı sürece bu organizasyonu nefsin şerri yönetir, daima! Ve bu yönetimden kurtulmak mümkün olmaz!
Hatırlayacaksınız, ayetlerle anlatmıştık, bu
organizasyonda İman Nuru’nun tesiri Kalb’edir.
Kalb dediğimiz vücudun kalbidir, ama asıl o kalbin irtibatta olduğu kalıp, Kulun kalıbı önemlidir. Kalıp ve kalb! Demek ki, iman nurunun tesiri
kalbe! Peki, kalbe/kalıba iman nuru tesir edince
ne olur? Kalb, Hakk yolda tesbit edilmiş sözlere
(bilgilere) sahip olur. Kalbe tesbit edilmiş (kalp
edilmiş) Hakk yolda sözlere, Hakk yolda bilgilere sahip olur. “Hakk yolda tesbit edilmiş bilgilere sahip olur” şu demektir: Kalb, Hakk yolda
amel için emir bilgilere sahip olur. Yani ancak o
zaman kalbin amel için sahib olduğu emir bilgi
“âmenû” ve “amilüs salihati” halini sağlar.
Ayetlerde daima kurtulmuş kişilerin özellikleri olarak belirtilen “âmenû ve amilüs salihati”
hali ancak iman nurunun kalbe tesir etmesi ile,
o kalbin Hakk Bilgi’yi tesbitlemesi ile ve o bilgilerin amele dönecek hale gelmesi ile, yani amel
için emir verecek bilgi haline gelmesi ile mümkündür. Şimdi şu hadisi hayatımız için daha anlamlı bulacağız.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Bildiği ile amel
eden kimseye Allah bilmediğini öğretir.” Bu hadisten çıkan bir anlam da şudur: “Bildikleriniz58
YILMAZ DÜNDAR
le amel ederseniz kazanacaksınız.” Kazanılacak
olan nedir? Allah’ın size sunacağı yeni bilgiler!
Demek ki; yeni bilgileri kazanmanın yolu bildiğinle amel etmektir, bildiğini amele çevirmektir.
Çünkü seni ilerletecek olan şey ameldir.
Kalb’i tesirinde tutanın İman Nuru olduğunu
gördük, bu nurun nasıl bir açılım yaptığını da
birkaç cümleyle belirttik. Sadr’ı tesirinde tutan
ise İslam Nuru’dur. Sadr İslam Nuru’nun tesiri
altındadır ve İslam Nuru bu mücadelede sadrın
başarısını yükseltir. Sadrın Hakk yolda başarılı olmasını, Hakk yolda ilerlemesini İslam Nuru
sağlar. Süreç şöyledir: Kalb amel edebileceği bilgileri İman Nuru’yla kalbeder. Bu kalbedişten,
bu tespit edişten sonra kalb beyne bu doğrultuda emir verir. Beyin bunu amele çevirdiğinde
sadr İslam Nuru etkisine girer. Ve İslam Nuru
sadrı Hakk yola ulaşması için yükseltir... Sonra
devreye fuadın daha aktif çalışması girer. Fuadın
daha aktif çalışması şudur: Ulaşılan bu hal fuada
“sıran geldi, haydi daha aktif çalış” der. Aslında
organizasyon üyelerinin hepsi sürekli faaliyettedir ama sakladıkları esas bilgiler onların aktif olmalarını gerektirecek durumu bekliyordu. O bilgiler aktif olmalarını gerektirecek sinyali bekler!
İşte, kalb ve sadrın anlattığımız çalışmalarıyla
fuad motive edilmiş olur. Böylece, fuadı tesirinde tutan Marifet Nuru fuada tesirini artırır. Demek ki; kalbe tesir eden İman Nuru, sadra tesir
eden İslam Nuru ve fuada tesir eden ise Marifet
Nuru’dur! Analiz sentez yapan ve kalbin görmesini sağlayan, kalbin göreni olan fuada tesir eden
59
İNŞİRAH
Marifet Nuru’dur. Bu idrak noktasına gelince
Marifet Nuru fuada etkisini artırır. Fuad, analiz ve sentezlerinde Marifet Nuru’nun sağladığı
açılımlarla kafa gözüne der ki; “Aslında gören
sen değilsin, gören beyin! Sen nasıl görmek için
beyinden yararlanıyorsun, şimdi de gel kalbden
yararlan.” Böyle diyerek ona yol açar. Daha önce
KALB KÖR idi, bu yüzden kafa gözü görmek için
kalbten yararlanamıyordu. Ama Fuad Marifet
Nuru’nun tesiriyle çalışmaya başlayıp da beyne
ve göze; “görmek için artık kalbten yararlanabilirsin” sinyallerini sağladığında kalb âmâ olmaktan kurtulur. Aslında BASİRET dediğimiz görme
Fuad sayesinde böylece başlamış olur.
Daha sonra, kişi bildikleriyle amelde ısrar ve
sabra devam ederse (etmelidir, eder de!) işte o
zaman Allah ona bilmediklerini öğretir! Zaten
bu olaylar, kişi bu tabiatta olduğu için cereyan
ediyordur. Yolun herhangi bir yerinde işi bırakıp; “tüh, biz fuadla boşuna çalıştık” diyecek bir
yapıda birisi değildir. Zaten o bu tabiatta olduğu için bu akışla gider. Biz sadece bir prosedürü
anlatma sadedinde “kişi bildiğiyle amelde ısrar
ve sabra devam ederse, Allah ona bilmediklerini
öğretir” diyoruz.
Şu ikisi önemlidir; ISRAR ve SABIR. Israr ve
sabır... Israr bildiğinle amel etmektir, amel etmeye devam etmektir! Sabır? Bir kere bilelim ki
“katlanmak” değildir. Sabır; Allah’ın hükmünü
beklemektir. Biz normal yaşantı içerisinde sabır kelimesini kullanırken bir şeylere dayanmak,
katlanmak, birilerini çekmek gibi kullanırız,
60
YILMAZ DÜNDAR
Muhammedî sabır o değildir! Kur’ana göre sabır;
Allah’ın hükmünü beklemek demektir, Allah’ın
hükmünü beklerken geçen süreye sabır denir.
Tekrar ediyorum ki, iyice yer etsin: İman Nuru
kalbi tesiri altına alır, sadr ise İslam Nuru’yla başarı elde etmeye çalışır. Yani kalbe bilgi gelir,
tesbitlenir ve amel üretilir; yani bilgiler amele
dönüşür. Çünkü mekanizma çalışıyor: Kişi bildiğiyle amel ediyor. Bildiğiyle amel ettiği için Allah
bilmediklerini ona öğretiyor... Böyle ilerlerken
fuad sayesinde görmeye başladı ve MÜŞAHADE
noktasına geldi. Dolayısıyla artık onun bildiği
sadece duyduğu değil, gördüğü olmaya başlar.
Şimdi de bu noktadaki bildikleriyle amel etmeye başlar. Prensip hep aynıdır; bildiğinle amel!
Böyle yapmakla, yani bildiğiyle amelde ısrarla
ve sabra devam etmekle Lüb’bü (Lüb Nuru’nu)
motive etmiş olursun. “Lüb” zaten faaliyetteydi, ama esas işine şimdi başlıyor, şimdi etkisini
yüksek düzeyde göstermeye sıra geldi. Bu yolda
hedefi 12’den vuracak olan Lüb’tür, İşte şimdi
onun sırası geldi ve LÜB daha aktif çalışmaya
başladı. Lüb’e tesir eden, onu aktifleyen nedir?
Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur. Kul bu
hale gelince Tevhid Nuru Lüb’ü motive eder ve
Lüb’ün Fuad’a, Kalb’e, Sadr’a tesiriyle öyle bir hal
olur ki Tevhid Nuru Sadr’ın tamamını kaplar. Bu
hal Tevhid Nuru’nun özelliğidir.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “El kanattır, iki
ayak postacıdır, iki göz yardımcıdır, kulaklar toplayıcıdır, ciğer rahmettir, dalak gülüştür, akciğer
nefestir, kalb ise hükümdardır. Hükümdar iyi
61
İNŞİRAH
olursa askerler iyi olur, hükümdar bozuk olursa
askerler de bozuk olur.” Hükümdar olan kalbin
bozuk olması ne demektir? KALBİN BOZUK OLMASI onun Yaradan’ından gafil olmasıdır, O’na
karşı âmâ ve cahil olmasıdır. Kalb Yaradan’ından
gafilse, Allah’a karşı âmâ ise ve bilgi olarak da cahil
ise bozuktur. Bu durumda hükümdar bozuk demektir. Şu hadis bize bunu öğretiyor: “Dili bilgili,
kalbi cahil (bozuk) münafıktan Allah’a sığınırız.”
Aslolan iman nuru olduğu için, kalbteki iman
nurunun kuvvetli olması ve devamlılığı diğer
nurların tetikleyicisidir. İslam Nuru, İman Nuru,
Marifet Nuru ve Tevhid Nuru diye farklı nurlardan bahsediyoruz olsak da aslında TEK NUR
vardır; bu da kalbteki İman Nuru’dur. İman Nuru
fuadda çalışırken oluşan işlevden ve bu nurun
tesiriyle çıkan oradaki bilgilerden dolayı nurun
ismi ve özelliği değişiyor Marifet Nuru oluyor.
Aynı nur Lüb’de çalıştığı zaman Lüb ortamında,
Lüb hakikatinde o nur değişir Tevhid Nuru olur.
Hepsi aslında tek nurdur ve ESAS NUR (kalbe ilk
gelen nur) İman Nuru’dur.
Konuları ele alırken aralara hadisleri koyuyoruz. Çünkü konularla hadisleri böyle ilişkilendirdiğimizde onlar daha önce duyduğumuz hadisler olmasına rağmen hayatımız için çok anlamlı
hale gelmeye başlıyor. Mesela Efendimiz (SAV)
buyurur: “Mü’minin ferasetinden sakınınız, çünkü o Allah’ın nuru ile nazar eder.” Nurdan bahsettik, işte o nur Allah’ın nurudur.
Hadiste “mü’minin feraseti” ifadesi de dikkat
gerektiriyor: “Mü’minin ferasetinden sakınınız!”
62
YILMAZ DÜNDAR
Dikkat edin; “müslümanın ferasetinden sakınınız” denilmiyor. “Akıllının ya da bilgilinin ferasetinden sakının” da değil. MÜ’MİN! Kul tamamen
bu özelliğiyle tarif ediliyor! MÜ’MİN’İN FERASETİ; yani kalbinde İman Nuru çalışanın feraseti!
İşte ondan sakının, yani onun kalbindeki iman
nurundan sakının! Onu hafife almayın! Çünkü o
nur, onun beşeriyetinde bulunan birşey değildir!
Allah onun sadrını İslam’a genişletmek istediği
için o nur oraya onun beşeriyeti dışında, Rabbinden doğrudan bir nur olarak geldi. Sebe-50.
ayeti hatırlayınız; “Eğer doğru yolu bulursam bu
Rabbimin bana vahyettiği şey iledir.” Bu yüzden,
o nur ona doğrudan bir nurdur. İşte “o nur”dan
sakının! O nuru taşıyan kişiye MÜ’MİN denir;
mü’min iman nuru taşıyandır. O nuru taşıyandan sakının; çünkü o Allah’ın nuru ile nazar eder.
Esas itibarıyla aynı olan ama sebep oldukları
idrak seviyeleri itibarıyla farklı isimlerle anılan
İslam Nuru, İman Nuru, Marifet Nuru ve Tevhid
Nuru tesirlerini nasıl gösteriyor? Bu çok önemlidir. İnsan bu noktaları iyi yakalar ve hayatında
da onları iyi analiz ederse kendisini Hakk Yol’da
çok güzel yönetebilir. Bu nurların tesirleri tek
bir şey üzerine oturtulmuştur. İslam Nuru’nun
Sadr’a tesiri, İman Nuru’nun Kalb’e tesiri, Marifet
Nuru’nun Fuad’a tesiri, Tevhid Nuru’nun Lüb’e
tesiri tek bir şey üzerine bina edilmiştir; KORKU
ve ÜMİT; HAVF ve RECA! Havf ve Reca “korku ve
ümit” diye bilinir. Bu nurların Sadr, Kalb, Fuad,
Lüb Mekanizmasında etkisi için şart olan Korku
ve Ümit hayatınızda birlikte olmalıdır. Bakış açı63
İNŞİRAH
larınızda, fikir düşünce ve hayallerinizde, hayatınızda ve nihayet her şeyinizde Korku ve Ümit
eşit ve yüksek olmalıdır. Kur’an ve hadislerdeki
ismiyle “havf ve reca” eşit/dengeli olsun!
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb’ün her birine ait “korku ve ümit”ler vardır. Onların hedeflerine ve
Kul’u getirecekleri idraklere uygun farklı korku
ve ümitler oluşur. Çünkü hedef Sadr’da başkadır,
Kalb’de başkadır, Fuad’da başkadır, Lüb’de başkadır. Dolayısıyla o hedeflere ulaşılınca onların
kulda oluşan idrakleri de farklıdır. O idraklar için
nasıl bir korku ve ümit lazımsa kula o yaşatılır. O
nurların çalışma mekanizması (temel tesir tarzı)
korku ve ümit üzerinedir bu bir. Bir de bu korku
ve ümitler hedeflerine göre değişir, yani korkulan ve ümit edilen şeyler değişir!
Önce Nur Sûresi 35. ayeti paylaşalım, sonra
bu nurlara ait “korku ve ümit”ler nelerdir, nasıldır onu açıklayalım. “Nur Sûresi-35” çok duyduğunuz bir ayet ve şimdi tam onun yeri. Öyle bir
noktada olduğumuz için bu ayeti vermek istiyorum. Ayete yalnızca değinip geçeceğiz. Ancak
siz konumuzla çok ilgili olduğu için ayetin tefsirini İmamı Gazâli Hazretleri’nin Mişkât’ül Envâr
(Nurlar Feneri) adlı kitapçığından okuyabilirsiniz, öneririm. Bir solukta okuyacağınız bir kitap.
Bir solukta okuyup bitireceğiniz, ama o solukları
bir ömür devam ettireceğiniz bir eser. Anlamak
için yeniden başvuracağınız ve hep bir solukta
okuyacağınız bir kitap. Konumuz çok genişlemesin, burada ayetin mealini verelim, siz lütfen
64
YILMAZ DÜNDAR
ayetle ilgili açılımları, manaları İmamı Gazâli
Hazretleri’nden okuyun inşaAllah.
“Allah Semaların ve Arz’ın nurudur. O’nun
Nuru’nun meseli (temsili, örneği) içinde lamba
(çırağ) bulunan bir kandillik gibidir. O lamba (çırağ) da bir cam (sırça) içindedir. O (sırça) cam
sanki inciden bir kevkeb (gezegen, yıldız) gibidir
ki, şarkî ve garbî olmayan mübarek bir ağaçtan,
zeytinden yakılıp tutuşturulur. Onun yağı neredeyse kendisine bir nar dokunmasa da ziya verir.
Nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi kendi
nuruna hidayet eder. Allah insanlar için misaller
veriyor. Allah herşeyi Aliym’dir.” (Nur-35).
Ayet tamamen misaller üzerine kurulmuş
bir anlatımdır. İmamı Gazâli Hazretleri bu misalleri kitabında hakikatlerin ışığı altında açıyor!
“O’NUN NURU’NUN BİR ÖRNEĞİ”ni vermek
gerekirse bakışıyla okuduğumuzda bu ayet bize
ne diyor: “Allah Semaların ve Arz’ın nurudur.
Onun nurunun meseli içinde lamba/çırağ bulunan bir kandillik gibidir. O lamba/çırağ bir cam/
sırça içindedir...” Bazı mealler “CAM/SIRÇA”yı
kalb olarak paranteze almışlar, onun kalbi anlattığını düşünüp yorumlamışlar! Siz ayetle ilgili detaylı bilgiye, konusu yalnızca bu ayet olan
Mişkat’ül Envar’dan bakın inşaAllah.
Ayette bahsi geçen “Zeytin” de önemlidir. Tîn
Sûresi’nden biliyorsunuz, “Zeytin” kendisine yemin edilen bir bitkidir, orada zeytine yemin var...
Bahsettiğimiz NURun bize ayetle bildirildiğini ve önemini vurgulamak için bu ayeti burada
65
İNŞİRAH
verdik, şimdi konumuza dönelim. Anlatımımızı
sadr içerisinde, sadrla sınırlı sürdürüyoruz.
İnsan hayata başlarken kendisini içinde bulduğu sadrda Nefsin Şerri hakimdir. Yani insan
kendini tanımaya başlarken, kendisini bulduğu
halde onun sadrına Esfele Safiliyn yapı hükmeder. Kendisini bu halde bulur! Bu yapıyı nasıl benimsediği ve ona nasıl sahip çıktığı “tanrı ilmi”
notlarında geniş, uzun anlatıldı. Bilmeliyiz ki, kişi
kendisini Esfele Safiliyn yapıda bulur, onun sadrına nefsin şerri hâkimdir. Sadra nefsin şerrinin
hâkim olduğu bu durumdan, bu hâkimiyetten
onu kurtaracak olan şey İslam Nuru’dur. İslam
Nuru’nun çalışma sistemi ise Havf ve Reca (korku ve ümit)tir! Nasıl çalışır? İslam Nuru buradaki kişiye son nefes korkusu verir. Eğer bir kişide
henüz “son nefes korkusu” başlamamışsa onda
daha sadr mücadelesi bile başlamamış demektir. Ki bu daha ilk aşama! Kalbde iman nuru çalışıp kalıba Hakk yolda ilk bilgileri tespitlediğinde
ve onları amele çevirdiğinde beyin telaşlanır;
son nefesin önemini anlar ve o kişiye “son nefesimde ben ne yapacağım? Ya müslüman olarak ölmezsem?” korkusu verir. Bir yandan “son
nefeste müslüman ölmezsem” korkusu verirken
bir yandan da “şu kurallara uyarsam inşaAllah
kurtulurum” ümidi verir, böylece İslam Nuru
seni İslami kurallara dayalı çalışmaya sürükler.
Sen sadrı kurtarmak için önce İslam’ın yasaklarından kaçmaya ve “yap” dediklerini yapmaya
başlarsın. Bu senin ilk işindir, başlangıcındır. Peki,
66
YILMAZ DÜNDAR
sonra bırakacak mısın? Hayır! Bu bırakmak için
değil, başlayabilmek içindir. İlk böyle başlarsın!
Sadrın bu çalışmasının başarıya ulaşabilmesi
için buradaki Havf çizgisi; “Acaba ben müslüman mı öleceğim? Hafizenallah, ya müslüman
ölmezsem” korkusudur. Reca sınırı ise “yapmam
gereken işlere sarılırsam korktuğumdan kurtulabilirim” ümididir. İslam Nuru sadrı bu korku
ve ümit çizgisinde çalıştırarak başarıya ulaştırır
inşaAllah. İslam Nuru’nun sadrdaki bu başarısı
nasıl anlaşılır? “A” Takdim Formu “BEN”in fonksiyonsuzlaştırılmış olmasıyla! “A” Takdim Formu
“BEN” hayata başlarken sadrın içinde bulunduğu haldi. İslam Nuru havf ve reca sistemi ile sadrı İslam’ın yasaklarından kaçındırıp, emir, tavsiye
ve öğütlerine uydurtup da “A” Takdim Formu
“BEN”i fonksiyonsuz yapıncaya kadar işlevine
devam eder. Sonra durur mu? Hayır, onu bu çizgide sabit tutmak da onun işidir, yani A” Takdim
Formu “BEN” fonksiyonsuz olduktan sonra sadrı o noktada o nur sabit tutar.
Kalbde ise İman Nuru bu mekanizmayla çalışıyor. O nasıl çalışır? O da korku ve ümit ile çalışır ama korktuğu ve ümit ettiği şeyler nurun hedefine göre değişiyor. Sadrda mesele günah-sevab meselesiydi, zahiri günah sevab meselesiydi.
Çünkü önce onun bitmesi lazım! O bitmeden
veli çalışmaları yapılmaz! Aksi halde kişi veli çalışmalarını boşa yapar! Ehliyetinizin veya diplomanızın olmadığı bir meslekte uğraşıp duruyor
olursunuz. Boşunadır o, yasal değildir! Bu yüzden önce sadrı kurtaracaksın, önce sadr bu esa67
İNŞİRAH
retten kurtulacak. Sadr nasıl kurtulmuştu? “A”
Takdim Formu “BEN” fonksiyonsuzlaştırılarak.
Sadr mücadelesi devam ederken Kalb, Fuad
ve Lüb de durmuyor, aynı anda onlar da çalışıyorlardı, sırasıyla onları incelemeye çalışıyoruz.
Kalb ne yapıyor,? İman Nuru kalbde çalışırken
nasıl bir korku ve ümit oluşturuyor? İman Nuru
tesirindeki Kalb Allah’ın razı ve hoşnut olmadığı
davranışlardan korkar ve hemen sığınışa geçer.
Korkunun ve umudun şekli değişti! “A” Takdim
Formu “BEN” tam fonksiyonsuzlaşmasa da, İslam
Nuru sadrı rahatlattığı ve nisbeten hâkimiyeti
altına aldığı zaman artık kişinin korktuğu şeyler
değişir; düşünceleri, hevesleri, idealleri, duaları
değişmeye başlar. Kalb İman Nuru’nun tesiriyle
Allah’ın razı olmadığı davranışlardan korkunca
bu korkuyla ne yapar? “Allahım, razı olmadığın,
hoşnut olmadığın hallerden beni koruyuver,
kurtarıver. Bana senin razı olduğun halleri lutfediver ya Rabbî” diye yakarıştadır... “Ya Rabbî,
Allahümme ente Rabbî, medet Ya Rabbî” diye
seslenir, yakarır… Kalbde İman Nuru böyle bir
korku ve ümitle çalışır.
Sadrın fikir vereni nefsin şerriydi, ona fikir veren esfele safiliyndi. Kalbin esas fikir vereni esfele
safiliyn değildir. Esfele safiliyn kalbe giremez, ancak onu esir alabilir. Şöyle düşünün: Çok önemli
birini esir aldınız. Onu parmaklıklar arasına koyabilirsiniz, ama kalbine, beynine, düşüncelerine giremezsiniz. İşte bu yüzden tanrısal âlemde
de “düşünce suçları” denilen ve itiraz edilen bir
konu vardır. İnsanı demir parmaklıklar arkasına
68
YILMAZ DÜNDAR
koyabilirsin, ama beynini? Bunun misalidir ki,
esfele safiliyn kalbi esir alabilir ama kalbin içine giremez! Nefsin şerrinin kalbi esir etmesine
NANKÖRÜN ESARETİ demiştik. Nefsin şerri
kalbi esir alınca beyne emirler sanki kalbten geliyormuş gibi olur. Bu durumda beyne amel etme
emrini esfele safiliyn veriyordur, ama emir sanki
kalbten geliyormuş gibi verilir. Amacımız kalbi
düştüğü bu esaretten kurtarmaktır. Sadra fikir
verenin nefsin şerri olduğunu, ama onun kalbe
giremediğini gördük. Peki, kalbe fikri ne veriyor?
Kalbte ilham ve fikir veren Ahseni Takviym
yapıdır, Ahseni Takviym Kalb’dır. O fikirlerin
bilgilere dönüşmesini teşvik edecek, sağlayacak olan da İman Nuru’dur, o fikirlere sahip
çıkmayı sağlayan bu nurdur. Kalbte iman nurunun kullandığı korku ise; “Allah’ın razı olmadığı
şeyler”den korkmaktır! Onların neler olduğu bir
yerde yazmaz. Bunları (yazılı olanların dışında)
kendin bulursun. Bir sürü şey bulursun; “şu halimden Allah razı olmadı” diye kanaatler çıkarırsın... Bunlar bir yerlerde yazılı değildir, ancak sen
bulursun onları! İşte kalb sana o korkuyu ilham
eder. Sonra da ondan nasıl kurtulacağının duasını (ümidini) verir. Bunu ne zamana kadar yapar?
Sen teslimiyeti yaşayıp IHBAT edene kadar! Sen
teslimiyeti yaşarsın, ıhbat edenlerden olursun;
yani teslimiyetle boyun eğersin, İman Nuru seni
orada sabitler. Bunu ayetlerle göreceğiz.
“Fuadda ise Marifet Nuru çalışır” demiştik.
Marifet Nuru’nun korku ve ümit çizgisi nedir?
Yani o çalışırken neyle korkutur ve neyin ümidi69
İNŞİRAH
ni verir? O seni kaderden korkutur, kader ümidi
verir. Kaderden korkutur kadere sığındırtır, kaderden korkutur kadere sığındırtır; yani “Euzü
BİKE minKE” yaptırtır. Böylece fuadının geldiği
bu noktada sen; aslında, herşeyin kaderi anlamakla, kaderi kavramakla, kaderi yaşamakla
olacağını anlarsın. Marifet Nuru seni o noktaya
getirir.
Marifet Nuru etkisinde çalışan Fuad’a ilham
veren nedir? Fuada bu yolda ilham veren Nefs-i
Levvame’dir! “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında
uzun uzun ve detaylarıyla tarif ettiğimiz Nefs-i
Levvame Fuad’ın ilham verenidir. Fuad’a ilhamı
Allah’ın “üstüne yemin ederim” dediği nefs-i
levvame verir. Önemli bir noktadır ki; kul burada artık bilgileri müşahedesinden almaya başlar.
Peki, Marifet Nuru’nun fuaddaki bu çalışmasının
amacı nedir, Kul’u nereye götürmektir? Hedef,
Kul’un RAZI OLMAsıdır. Kul razı olana kadar o
nur bu işi yapar. Kul razı olana kadar...
Biz mekanizmada sadrı, kalbi ve fuadı anlatırken, onlar çalışırken Lüb de çalışıyordu. Fakat
bu noktadan sonra Lüb bir başka çalışır; aktiftir.
“Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur” dedik.
Peki, bu nurun verdiği korku ve ümit nedir? Buradaki, Rablığı müşahedede oluşan korkudur,
ALLAHUEKBER KORKUSU’dur. Onun korkusunun adı “Allahuekber”dir, herhangi bir iş değil.
Bu korku onun Rabbı müşahededeki korkusu ve
titremesidir! Ve ümidi de yalnızca Rabbi’ndendir. Artık korku da, ümit de hep Rabbi’yle ilgilidir. Daha doğrusu, Lüb aktifleşince Fuad öyle bir
70
YILMAZ DÜNDAR
görme yapar ki; Fuad Rabbi’nden Rabbi’ni seyreder ve ayetlerde bahsedilen hali yaşar: “Ancak
Allah’tan korkar ve ancak Allah’tan ümit ederiz.”
Biz bu cümleyi bu hale gelebilmek için ayette
söyleriz. Bu hali, bu noktayı arzu ettiğimiz için
ayeti bir dua olarak söyleriz: “İyyake na’budu ve
iyyake nestaıyn...” “İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn” derken arzumuz burasıdır.
İman Nuru’nun sadr, kalb, fuad, lüb, organizasyondaki hâkimiyetini, önemini ve onun
“doğrudan Rabbinden nasıl bir nur, bir lütuf”
olduğunu anlatmaya çalıştık. Ve anladık ki, inanan için, talib için iman çok önemli bir yerdedir.
Bu imanın konumuzla ilgili önemli bir inceliğini
şimdi ele alalım.
Normal yaşantıda İMAN ile ilgili bir yanlış
yapmamak ve imanı uygulanabilir, kullanılabilir,
yükseltilebilir hale getirebilmek, onu geri dönüşümsüz kılmak için iman inceliklerini bilmek gerekiyor. İman ile ilgili çok önemli incelik şudur:
Kişi kendini esfele safiliyn yapıda, vehmin zulmetinde buluyor. Esfele safiliyn yapı senin imana yöneldiğini fark ettiğinde sadr hakimiyetini
kaybetmemek için sana imanla ilgili bir oyun
oynar. Bu tamamen akla, beyne, mantığa uygun
bir oyundur. Aslında iman akıl işi değildir, ama o
senin imana akılla bakmanı önerir, buna göre bir
oyun oynar. Der ki; önce gör, sonra inan! Önce
incele, gör, iste, sonra inan! Yani Esfele Safiliyn
yapı seni “ikandan imana” götürmek ister. Bunun anlaşılabilmesi için basit bir örnek verelim.
Daha önce verdiğimiz bir örnek, yeri geldiği için
71
İNŞİRAH
yine kullanalım. Dinimizde domuz eti haramdır.
Esfele safiliynin oyunu ile kişi şöyle der: “Tamam,
kabul ettik ama niye haram? O da bir besin, o
da şöyle, o da böyle… Bana bir izah edin, beni
ikna edin de haram olduğuna inanıp (niye haram olduğunu anlayıp) yemeyeyim.” Yani iman
etmek için ikna olmak istiyor! İman için ikna
olur mu? Ama buna rağmen oturup ona domuz
etiyle ilgili sakıncaları sayalım, bilimsel olarak
kanıtlanmış, literatürlere girmiş yirmi maddelik
sakınca listesini anlatalım. İzah ettik, o da bilimsel bir gözle baktı ve “gerçekten sakıncalıymış,
artık domuz eti yemeyeyim” dedi. Çünkü anlatım tarzımız onun yöntemi. Dünya yöntemiyle
anlattık, o da dünya gözüyle baktı ve sakıncalı
bulup yememeye karar verdi. Bunun İslamiyet’le
ilgisi yoktur! Bu kişi domuz eti yemeyerek sağlık
açısından kazanır, ama sevab kazanamaz! Çünkü Allah yasakladığı için değil, ona zararlarını
gösterdiğimiz için uzak duruyor! Ben ona zararlarını anlattıktan sonra “öyle mi, öyleyse ben de
domuz etinden uzak durayım” dedi. Oysa Allah
bir şeye “yasak” demişse, o “mutlaka zararlı mıdır?” diye incelenmez ki! Faydalı bir şey de olabilir, “yemeyin” dediyse yemeyeceksin! “Yasaklanmış ama şu kadarı faydalıymış, şu kadar alınırsa
damarı şöyle yaparmış…” Böyle saçma şeylerle iman olmaz! Bunlar Esfele Safiliyn yapının
oyunları! “İnanıyorum” demenin yetmediğini,
“inanıyorum” demekle olmadığını size ayetlerle
anlatacağım. İmanla ilgili bu vurgulamayı zaten
onun için yaptık. Sadrda bunların başlayabilmesi için kalbde imanın doğru olması şart; Amentü
72
YILMAZ DÜNDAR
Billahi’nin çalışması şart! Ama sen şartlı yaklaşıyorsun. Hayır! İmanın çalışması şart! Senin imana yaklaşmak için istediğin şartlar geçerli değil!
Bir misal daha verelim: Sigara kullanan birine
“içme, sakıncalıdır, mekruhtur, hatta bazı konulara göre haramdır” dedik. Ama dinlemedi! Sonra öyle bir noktaya gelir ki, doktor ona sigarayı
yasakladı. Gelir sana der ki; “ben artık sigara içmiyorum.” Sigaranın mekruh ve haramlığını çok
anlattınız ya, zannedersiniz ki anlattıklarınız tesir etti de bıraktı. “Hayr olur inşaAllah, ne oldu?”
dersin. Doktorlar “sigara içmeye devam edersen
yaşayamayacaksın” dedi, cevap bu! Sen onu “Allah yasakladı” diye bırakmadıysan boş iş o!
Demek ki, İman’ı iyi incelemek şart. Allah
indinde doğru olanı bulman, kazanman için
“iman ettik” dediğin şeyi incelemen gerekiyor.
Çünkü esfele safiliyn yapı sana “ikandan sonra
iman et, gör de inan” der. Değil, iş böyle değil!
Esfele safiliyn yapının sana sağlayacağı o ikan
zulmanidir. Allah indinde makbul olan sistemde ikan imandan sonradır, iman etmek için
değildir! İmandan sonradır ve imanı daha kavi
yapmak içindir. Ve imandan sonra gelen ikan
lütuftur, Rahmani’dir. İmandan önce istediğiniz
ikanlar (görseniz, yakalasanız bile) zulmanidir ve
sizi zulmani “BEN”liğinize götürür, “ben gördüm,
ben bildim” olursunuz! O yol imana gitmez!
Esfele safiliyn yapının, vehmin zulmetinin bu
argümanlarını ve iman ehlinin onlara bakışını
ayetlerle ele alalım, konuyu ayetlerle anlayalım.
73
İNŞİRAH
“Dediler ki; ey kendisine Zikr indirilen kişi,
muhakkak ki, sen mecnunsun.” (Hicr-6).
Demiştik ya, alay edecekler diye, işte esfele
safiliyn yapı kabul etmiyor!
“Eğer doğru söyleyenlerden isen, bize melaike getirmeli değil misin?” (Hicr-7).
İman etmek için bir güç görmek istiyorlar;
hayret edeceği, korkacağı, insanüstü bir şey, bir
güç istiyor. Esfele Safiliyn yapı için güç ve kudret
istemek, onları beklemek ve ummak çok önemlidir. Dikkat edin, kim bunun aşkına düşerse geldiğinde Deccal’le karşılaşırsa onun ümmeti olur,
kesin! Çünkü tüm aradıklarını, kudretle ilgili
herşeyi onda bulur. Eğer Deccal’le karşılaşmazsa
(günümüzde) Deccaliyet’in kurbanı olur, bu da
kesin! “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında zikrullahtan bahsettiğimiz kısımlarda talib kardeşlerimizi
uyarmaya çalıştık; sakın zikrullahı kudret istemek için yapmayın, tesir eder de o yanınız kuvvetlenir, zikrullah ile esfele safiliyn yapıyı kuvvetlendirirsiniz dedik. Oysa Zikrullah ancak Allah’ı
anlamak, şirkten korunup kurtulmak, dünyanın
cazibesinden sıyrılmak, sizi dünyaya bağlayan
ama sizin güç zannettiğiniz şeyleri terk etmek
için yapılır. Eğer dünyayla ilgili olaylar için, oradaki bir şeyler için zikrullah yapıyorsanız mekanizmayı ters çalıştırıyorsunuz demektir. Esfele
Safiliyn’in damarıdır o. O duygular; “eğer doğru
söyleyenlerden isen bize melaike getirmeli değil
misin?” diyenlerin, bir şekilde güç isteyenlerin
bugünkü genetik devamıdır. Bir sonraki ayet onlara cevap veriyor:
74
YILMAZ DÜNDAR
“Biz melaikeyi ancak Bil-Hakk indiririz. O vakit de onlara zaten mühlet verilmez.” (Hicr-8).
Melaike indi mi felaket var demektir, en azından ölecek demektir, kişi ölecek! Melaike ya
onun için ya da bir felaket için iner! Buyruluyor
ki; melaikeyi indirirsek, artık mühlet verilmez,
vakit tamam demektir.
“İnsanlar için şaşılacak bir şey mi oldu; ‘insanları uyar ve iman edenlere de kendileri için Rableri katında Kadem-i Sıdk (Sıddıklık Mertebesi)
olduğunu müjdele’ diye içlerinden bir Racül’e
vahyetmemiz? Kâfirler; ‘muhakkak ki bu adam
apaçık bir büyücüdür’ dedi.” (Yunus-2).
Ayette Allah buyuruyor; “İçinizden birisine
vahyettik, Sıddıklık Mertebesi diye bir mertebe
var.” İnanmayanlar yine de; “böyle şey olmaz, bu
kişi büyücüdür” diye itiraz ediyorlar.
KADEM-İ SIDK (Sıddıklık Mertebesi) için
Efendimiz (SAV) buyurdu ki: “Şayet bu Ebu
Bekr’in imanı bir kefeye, sair insanların imanı
da diğer kefeye konulsa, Ebu Bekr’in imanı ağır
basar. Ve Ebu Bekr salât ve oruç çokluğu ile size
üstün olmadı. Fakat onun sadrında bir şey vaki
oldu”. Yunus Suresi 2. ayette Kadem-i Sıdk ile
müjdelenen Hazreti Ebu Bekr Es-Sıddıyk radıyallahu anh Efendimiz hadisle de böyle açıklanıyor.
Böyle bir iman! Sair insanların imanlarından ağır
gelecek bir iman! Fuad analiz yapmaya yetişemiyor! Böyle bir imanla yaklaşmak ve yaşamak...
“Onlara tüm ayetler gelse bile (iman etmezler) elim azabı görünceye kadar.” (Yunus-97).
75
İNŞİRAH
“De ki; ‘Semavatta ve Arz’da ne oluyor bir bakın.’ O ayetler ve uyarmalar iman etmeyen kavme fayda vermez.” (Yunus-101).
“(Rasulüm) belki de sen, “O’na bir hazine
inzal edilseydi yahut beraberinde bir melek gelseydi ya” demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bazısını terk edecek ve sadrın ona daralacak
(mı?) Sen ancak bir uyarıcısın. Allah herşeye
Vekiyl’dir.” (Hud-12).
Bu ayetin tefsir ve açıklamasında o dönemle
ilgili olayları görürsünüz. Efendimizin yanında
bir güç kuvvet, bir hazine, bağlar bahçeler, onu
besleyen özel gıdalar olmadığı için, özel hizmetçileri bulunmadığı için “gelen vahyin bir kısmını
söylesem mi?” tereddütleriyle ilgili bir ayet: Sen
ancak bir uyarıcısın, onların sözlerine bakma!
“Yoksa ‘Onu uydurdu’ mu diyorlar. De ki:
“Haydi siz de onun misli on sure getirin. Allah’tan
gayrı gücünüzün yettiği kim varsa çağırın. Eğer
sözünüzde sadıklar iseniz.” (Hud-13).
Efendimiz’in döneminde Efendimiz (SAV)
tebliğini, açıklamalarını yaparken inanmayanların önemli bir özelliği o zaman da buydu: Kudret istemek, kudret beklemek! Açıklanan Tevhid
(Tevhidî Bilgi) onları tatmin etmiyor, kudret
istiyorlar. O safta olmamak lazım! “İnanıyorum
ama” diyerek o safta olmamak lazım! Onların
safı, onların geni günümüzde de var! Sakın “bu
olaylar olmuş bitmiş” demeyin. Aynı izler şimdi
de mevcut olduğu için o izleri yakalayın, o grupta olmamak, o gruba girmemek için gayret edin.
76
YILMAZ DÜNDAR
İnşirah Sûresi’ni geniş olarak ele alıyoruz. İlerleyen kısımlarda “onlar öyle söylüyor diye sadrın daralıyor” mealindeki ayetleri inceleyeceğiz,
ayetlerde geçen “sadr daralmasını” göreceğiz.
O ayetlerin geldiği dönemde henüz Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellemin bâtıla/küfre karşı
sadrı daralmaktadır. Duyduğu zaman, gördüğü
zaman küfre karşı göğsü daralıyor! Efendimizde
inşirah edilen (açılan) hal bununla ilgilidir, onu
göreceğiz inşaAllah.
Şu çok enteresandır: Efendimiz (SAV) açıklama yaptığı dönemde ona itiraz edenler bir
şeylere inanıyorlar, putları ve taptıkları şeyler
var. Bu insanlar, Efendimiz (SAV)in açıkladığıyla
ilgili olarak yaptıkları sorgulamayı kendi putlarına, kendi inandıklarına yapmıyorlar; onlardan
herhangi bir kudret istemiyor ve beklemiyorlar.
Hatta putları kendileri yapıyorlar. Hazreti Ömer
radıyallahu anh efendimiz bir olay anlatıyor,
diyor ki: “Eskiyi düşündüğümde iki şey var ki,
birisini düşününce halime gülüyorum, diğerini düşününce çok ağlıyor çok tövbe ediyorum.
Hamurdan küçük kurabiyeler yapar, yola çıkınca
onlara tapar, acıkınca da yerdik. Bu saçmalığımıza gülüyorum. Ama bir de kızım… Yavrumu gömerken, onun “baba, baba” diye yalvarıp çırpınışı gözümden gitmiyor, ona da çok ağlıyorum.”
Hiç kendi taptıklarını sorgulamıyorlar ama
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gelip
O’ndan kudret, melaike, hazine gibi olağanüstü
şeyler istiyorlar. Bu çok önemli bir çelişkidir!
77
İNŞİRAH
“O’nun (Nuh’un) kavminden kâfir olan mele’
(ileri gelenler) dedi ki: “Bu sizin gibi bir beşerden
başka değil. Size üstünlük murad ediyor. Eğer Allah dileseydi (bir beşer irsal etmek yerine) elbette melaike inzal ederdi. Biz ilk babalarımız içinde
bu açıklananı işitmedik.” (Mü’minun-24).
“Dediler ki: ‘Bu nasıl Rasuldür ki, yemek yiyor ve çarşılarda gezip dolaşıyor. O’na bir melek
inzal edilmeli, beraberinde bir neziyr (uyarıcı)
olmalı değil miydi?” (Furkan-7).
“Yahut ona bir hazine ilka olunmalı, yahut
ondan yiyeceği bir cennet bahçesi olmalı değil
miydi? Zalimler dediler ki; “siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” (Furkan-8).
“Bak, senin için nasıl benzetmeler yaptılar da
bu sebepten saptılar! Artık bir yol bulamazlar.”
(Furkan-9).
“Artık bir yol bulamazlar” mana olarak şöyledir: Artık seninle! Bu iş artık sensiz olmaz! Öyle
bir saptılar ki artık sensiz olmaz! Hiç şansları yok!
“Bize lika’yı (kavuşmayı) ummayanlar dedi ki:
“Bizim üzerimize melaike inzal edilmeli yahut
Rabbimizi (gözle) görmeli değil miydik?” Andolsun ki, kendi nefslerinde kibre kapıldılar ve
büyük bir azgınlık ile (kibirlenerek haddi aşıp)
itaatten çıktılar.” (Furkan-21).
Konuyu bir noktaya toplayan şu ayete de dikkat edelim: “Hani İbrahim de bir zaman; ‘Rabbim göster bana ölüleri nasıl diriltirsin?’ demişti.
Rabbi dedi; ‘İman etmedin mi ki?’ İbrahim dedi;
‘Elbette iman ettim, ama kalbim mutmain ol78
YILMAZ DÜNDAR
sun için!’ Rabbi buyurdu; ‘O halde kuştan (kuş
cinsinden) dört çeşit al, tut. Onları kendine çek
(alıştır, zabt et). Sonra onlardan birer cüz (alarak) her bir dağın üzerine koy. Sonra onları çağır. Sa’yederek (koşarak) sana gelirler. Bil ki Allah
Aziyzül Hakiym’dir.” (Bakara-260).
Hazreti İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl
diriltildiğini görmeyi Rabbinden istiyor. Rabbi
iman ettiğini biliyor, ama “iman etmedin mi?”
diyor. Bu tür olaylar hep bizim anlamamız için!
Bu örnekler bir mana, bir ders çıkarmamız ve
kendimizle ilgili bir yol çizmemiz için bize birer
senaryo aslında! Bu tür misallerin niye verildiğini ayetlerle göreceğiz, Kur’an bize söyleyecek.
Dikkat ederseniz Hazreti İbrahim “elbette iman
ettim” diyor. Yani imandan sonra ikanı yaşıyor!
“Göreyim de inanayım” demiyor. “Bir göreyim
sonra iman edeceğim” demiyor. Demek ki, ikan
“elbette iman ettim” dedikten sonra gelir! İşte
İbrahim aleyhisselam da ikanı öyle yaşıyor.
Ancak dikkat ediniz; o ikan hali de (bir ölüyü
diriltmek de) Hz. İbrahim aleyhisselamdan açığa
çıkıyor. O işi o yapıyor. Rabbi, ölüyü Hz. İbrahim
aleyhisselama dirilttiriyor. “İmandan sonra ikan”
olduğu için Hz. İbrahim işi kimin yaptığını (kendisinden yapanı) biliyor. Mana anlaşılıyor mu?
Eğer ikandan sonra iman olursa dışarıda gördükleriniz gibi olur, kendilerini sihirbaz ilan edenlerinki gibi olur! “Yarattım” der, “ben de yapıyorum” der... Firavun da Musa aleyhisselama; “ben
de öldürür diriltirim, ben de yaparım, benim de
gücüm var” dedi. İmandan sonra ikan çok başka
79
İNŞİRAH
bir şeydir. Hz. İbrahim kendi sözüyle kuşları diriltiyor, ama onu kendinde ve kendinden kimin
yaptığını biliyor: Allahu RabbülAlemiyn.
Ayet bize bir başka şeyi daha öğretiyor: Bilme
ve görme farklıdır! “Bilmek” görmek gibi değildir,
“görmek” de bilmek gibi değildir. Kalb bilir, Fuad
görür! Çok benzemese de şöyle bir örnek verelim, konuyu biraz anlayınca örneği kaldıralım.
Örnek kalb fuad ilişkisine çok benzemiyor, kalb
fuad ilişkisi çok farklı bir şey! Ben pencereden
dışarıya bakıyorum, dışarıyı görüyorum. Odadaki birisi de bana “Ahmed Bey geliyor mu?” diye
soruyor. Baktım ki, Ahmed Bey geliyor, gördüm,
ona söyledim. İçerideki olayı görmedi ama biliyor. Ben gördüm. Görmek farklıdır. Görme’de,
gördüğünle ilgili (onun gelişi, şekli gibi) birçok
şey var. Diğeri bunları görmedi, ama biliyor. Görme ve Bilme farkı bunun gibidir.
“Görme” fuadın işidir; Fuad gördüğünü kalbe
bildirir. Kalb de bilir; o bilgiyi kalb eder. O bilgiyi
görüp kalbe bildiren fuaddır. O işlev Fuad’ındır,
o marifet Fuad’ın marifetidir. Çünkü orada Marifet Nuru var! “Bilmek ve görmek” farklı olduğu
için bunların yaşantıdaki açılımı da farklıdır...
Hz. İbrahim aleyhisselamın bir duası var, bu
farkı idrak ettiği için böyle dua ediyor: “Rabbi
hebliy hukmen ve elhıkniy bis salihıyn; Rabbim
bana hüküm hediye et (lutfet, bahşet) ve beni
salihlerin zümresine katıver.” (Şu’ara-83).
“HÜKÜM” nedir? “Rabbi hebliy hukmen”
duasıyla niçin hüküm istiyoruz? Anlamamızda
80
YILMAZ DÜNDAR
fayda var, çünkü ileride “hüküm” konusu gelecek. Taha-114’de bize bir dua öğretildi: “Rabbi
zidni ilmen; Rabbim ilmimi artır.” Şu’ara-83’den
ise “Rabbi hebliy hukmen” duasını öğrendik.
Tanrılık iddiasında olanın üç temel özelliği vardır: Bir: Hüküm sahibidir. İki: Güç sahibidir. Üç:
Mülk sahibidir. Burada dua olarak öğrendiğimiz
hüküm tanrılık iddiasında olanın “hüküm sahibiyim” demesi değildir. “Rabbi hebliy hukmen”
demek, “hikmeti kavrayan akıl” istemektir. “Allahım hükmünün hikmetini kavrayan akıl hediye
et bana” demektir. “Ben de hüküm vereyim, hükümdar olayım” demek değildir.
Yeri geldi, baba İbrahim ve oğlu İsmail’den
bahsedelim; Hz. İbrahim aleyhisselam ve Hz. İsmail aleyhisselam’dan! Saffat Sûresi 103. ayet ve
devamı anlamamız gereken bir konuyla ilgilidir.
“İkisi de teslim olup onu alnı (şakağı) üzerine yıkınca; Biz O’na “Ya İbrahim” diye nida ettik; “Gerçekten rüyanı tasdik ettin. Doğrusu biz
muhsinleri böyle cezalandırırız.” Muhakkak ki
bu apaçık bir beladır (idrak ettirici bir tecrübedir). Ona (Sema’dan) Zibh-i Aziym (büyük
kurbanlık) fidye (bedel) verdik. Ahıriyn içinde
Onun üzerine (ona alamet olan bir bakışla) anış
(yâd ediş) bıraktık. Selâm olsun İbrahim’e.” (Saffat; 103-109).
AHIRİYN (sonrakiler) Vahdet Ehli demektir.
Örneğin zamanımızda bizler. Allah bir Kul’una,
ayette ismini anarak; “Selâm olsun İbrahim’e” diyor! Zaten biz de bu ayetlerle, Hazreti İbrahim’e
Allah’ın bu muhabbetini sağlayan şeyi anlatma81
İNŞİRAH
ya çalıştık. Kur’an bize İMAN’ı, İKAN’ı şimdi de
TESLİMİYET’i anlatıyor. Bu öyle bir teslimiyet ki
çok önemli! Şimdi, bir insanı Hakk yolda çok hızlı ilerletebilecek bir noktayı, bir bilgiyi, popüler
tabirle “bir sırrı” konuşacağız.
SIR nedir? Normal hayatta sır insanların bilmediğini bilmektir. Birisi onu biliyorsa siz de gider sorar, öğrenirsiniz. Ama Dinimiz’de sır o değildir. “Bu sırdır” ifadesinin manası şudur: Onun
bilgisi sende var ama sen üstünü sırlamışsın,
örtmüşsün, onu açarsan öğrenirsin. Yaşarken
bazı kişiler veya öğrendiğiniz bazı bilgiler sizdeki o bilginin sırrını (üstünü) açar, açmaya vesile
olur. Ancak aradığınız bilgi sizdedir. Burada paylaşacağımız sır da sizdedir, ama üstü örtülüdür.
Örtücü yapı olan Esfele Safiliyn yapı onun üstünü örtmüştür, işte onu açacaksınız. O zaman sır
kalmaz. Sırrı, yani üstündeki örtüyü çeker kaldırırsanız bilgi ortaya çıkar.
Daha önce “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında
kurbanı, kurban işini biraz açmıştık. Orada Hz.
İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini anlatırken
verdiğimiz örneği hatırlatayım. Ama şimdi konumuz gereği işin iman ile ilgili kısmına bakacağımız için örnek yarımmış gibi gelebilir, gelmesin.
Çünkü daha önce onu geniş olarak paylaşmıştık.
Hz. İbrahim aleyhisselamın döneminde enteresan bir alışkanlık var, İNSAN KURBAN ETMEK!
Maalesef günümüzde de böyle; insan kurban
etmek doğal ve normal... Herhangi bir şey için,
herhangi bir evrensel olay için insan kurban
etmek yaygın! Dört yüz, dört yüz elli yıl önce82
YILMAZ DÜNDAR
sine ait, yani günümüze yakın sayılabilecek bir
zamana ait bir kaynakta, Meksika’da bir tapınak
açılışında, yanlış hatırlamıyorsam, yirmi bin insan kurban ediliyor. Yani hala insan kurbanı var!
Geçmişte bu hem çok daha yaygın, hem çok
daha önemli! Hazreti İbrahim aleyhisselam’ın;
“çocuğum olursa sana kurban ederim” demesi
bu yüzden o günün yaşantısı içerisinde çok doğal ve normal. Ama sonra yapamıyor? Böyle diyor ama sonra yapamıyor. Ancak yavrusu ona;
“baba emrolunduğunu yap, ben hazırım” dediğinde öyle bir teslimiyet yaşıyor ki! İşte o teslimiyetle ileriye ait hiçbir üzüntü, hiçbir tasa olmaksızın... Bir endişenin söz konusu bile olmadığı bir
halde, ikisi de çok mutmain bir şekilde teslimler!
Ayetten öğreniyoruz: Alnını taşa koyup da
bıçağı uzattığında O’na seslendik: “Ya İbrahim,
tamam rüyanı doğruladın.” Ve o teslimiyetinin
fidyesini verdik. Lütfen dikkat ediniz, “hediye ettik, armağan ettik” demiyor. Bir yerlerde rastlamayacağınız önemli bir şey: FİDYESİNİ VERDİK!
Ayet böyle diyor. Allah o teslimiyeti satın alıyor,
Hz. İbrahim’in teslimiyetinin fidyesini ödüyor.
Onun o teslimiyetine bedel, fidye veriyor.
Buradan çıkaracağımız ders nedir? Bizde üstü
örtülü olan şey (sır) nedir? Şimdi onu açalım.
Beklenen şey (fidye) teslimiyetten sonradır! Teslim olduktan, yani ihbattan sonra fidye
geliyor. İkisi de ihbat etti, teslim oldu, boynunu büktü ve Allah onların o hallerini satın aldı,
bedelini verdi. Ayet diyor ki: “Daha sonra gelecekler için bu davranış hayrla yad edilsin diye
83
İNŞİRAH
bu olayı bıraktık, hatırlattık.” Yani Hz. İbrahim’i
bu olayların içerisinde hayrla anın. Bir de apaçık
bir BELA (idrak ettirici bir tecrübe) var burada,
onu da edinin! Bir kıssa duyasınız diye anlatmış
değiliz, burada sizin için bir bela var, idrak etmeniz gereken bir tecrübe var, onu çıkarın, olayı da
hayrla anın. Bir işi HAYRLA ANMANIN EN GÜZEL ŞEKLİ nedir biliyor musunuz? O olayı yaşatmaktır! Normal dünya hayatında birisini anmak
istediklerinde ne yapıyorlar? Onu eserleriyle
gündeme getiriyorlar, onu yaşatıyorlar. Daha
çok yaşatmak için onun adına eserler yapıyorlar.
Demek ki, önemli olan yaşatmak; yaşamak! Dolayısıyla “İbrahim’i hayrla anın” demek, “bu bilgiyi yaşatın, sizdeki Hz. İbrahim olayına bakın, bu
işi yaşatın, ben satın alayım, fidyesini ödeyeyim”
demektir. Bu olayı bir ayetle pekiştirip, kısa bir
yorumunu yapacağız.
Al-u İmran Sûresi 154. ayet Uhud Savaşı sırasında gerçekleşen bir olayla ilgilidir. Ayetin daha
kolay ve daha iyi anlaşılması için önce ayetle ilgili bilgiyi verelim. Uhud Savaşı sırasında bakıyorlar ki düşmanın sayısı inananlardan kat kat fazla,
çok fazla. Silahları da öyle! Ve o savaş bugünkü
gibi “düğme”lerle olmuyor. Düğmelerle olan savaşta sayı çok önemli olmayabilir. Bu savaş kılıçla, mızrakla, yüz yüze... Dolayısıyla; kılıç sayısı,
mızrak sayısı, insan sayısı, at sayısı çok önemli;
çünkü savaş bunların üzerine bina edilmiş. Böyle
bir ortamda karşı tarafa bakıyorlar, müthiş kalabalık ve silah da çok. Bu tablo karşısında inananlar ikiye ayrılıyor. Bir grup; “bu savaş başlamadan
84
YILMAZ DÜNDAR
önce bizim görüşümüz sorulmadı ki! Sorulsaydı
gelmezdik. Burada boşu boşuna ölmezdik! Boşuna öleceğiz, bu savaşın bizi ilgilendiren bir
yanı yok” diyor. Bunu diyenler müslümanların
içerisinde! Bir kısmı da Hz. İbrahim olayındaki
gibi boyun bükmüş, teslim olmuş; “emri veren
Allah” diyorlar. Buradaki çok önemli şey şudur:
Allah’ın emrine teslim oluyorlar, bir beşere değil! Rasulullah’a teslim olmak Allah’a teslim olmaktır. Çünkü size “Allah’ın emrini” duyuruyor.
Bu sebeple onlar teslim olmuşlar. Ve savaş başlıyor. Başlar başlamaz münafıklar kaçıyor. İhbat
edenler, teslim olanlar ne yapıyor? Allah, savaşın
tam ortasında onları uyutuyor. Onlar o kalabalıktan korkup savaşta psikolojik bir mağlubiyet
yaşamasınlar diye Uhud Günü savaşta uyuyorlar. Hatta bunlardan birisi Ebu Talha radıyallahu
anh. Onun olayı anlatışından önce şunu tefekkür edin lütfen: Bir iş, bir olay yaşıyorlar. Dönüyorlar ki; Allah o olayı anlatıyor, ayet onları anlatıyor. Onların içlerinden Aliymün Bi-Zatis’sudur
sonucu geçen cümlelere, ayetlere muhatap bir
grubu düşünün! Böyle bir hal! Bunun imanı nasıl olur... Bunun ameli nasıldır… Evet, Ebu Talha
radıyallahu anh ayeti dinledikten sonra diyor ki;
“Uhud Günü uyudum, kılıcım düştü. Aldım yine
uyudum. Kılıcım düştü, aldım yine uyudum. Kılıcım düştü yine aldım...” Böyle savaşıyorlar, savaş oluyor, savaş devam ediyor aslında. Teslim
olanların teslimiyetlerini Allah fidyelendiriyor:
“Sonra o gamın ardından üzerinize bir emene (bir güven), sizden bir taifeyi bürüyen bir
85
İNŞİRAH
uyuklama inzal etti. Bir taife de (münafıklar)
gerçekten kendi nefslerinin kaygısına düşmüştü.
Allah’a Hakk olmayan (bir şekilde) cahiliye zannı
gibi bir zannla yaklaşıyorlardı. “Bu emirden bize
bir şey var mı, bize ne?” diyorlardı. De ki; “EMR,
bütünüyle Allah’ındır.” Onlar sana açmadıklarını kendi nefslerinde gizliyorlar. “Şu emr’den bize
de bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” derler. De ki: “Evlerinizde kalsaydınız da üzerlerine
öldürülme yazılmış olanlar, elbette yine devrilip
yatacakları yere gideceklerdir.” Bu, Allah sadrlarınızdakini denesin ve kalblerinizin içinde olanı
arındırıp temizlesin diyedir. Allah Aliymün BiZatis’sudur’dur.” (Al’u İmran-154).
Az önceki açıklamalarımızın devamı olarak
söyleyelim, bu ayetten anladığımız bir şey daha
var: Bu olay, Allah sadrlarınızdakini denesin; sizin sadrınızdan geçen duyguyu, fikri, fiili denesin diyedir! Burada ve birçok ayette “DENEMEK”
ifadesi geçer, lütfen buna dikkat edelim. Ayetlerdeki deneme ve imtihanı “Allah deneyip görecek” gibi yorumlarsanız İhlâs Sûresi’ne tamamen
aykırı bir mana çıkarırsınız. Öyle değil! “Sadrlarınızdakini denesin” demek; o denemeyle siz öğrenirsiniz demektir! Onu o sadrın sahibi öğrenir,
yani bilir. Burada anlatılan münafıklar gibi ya
sadrında oluşan duyguya sahip çıkar, döner gider veya inananların yaptığı gibi o duyguyla mücadele edip; “ben Rasulullah’a uyacağım” der, bu
bilgiyi kalbine kalbeder, beyne o emri verir, gider
savaşır, savaşta uyusa bile savaşır! Böylece dene86
YILMAZ DÜNDAR
menin sonucunu yaşar! İmtihanın sonucunu kul
yaşar. Zaten “kul öğrensin” diyedir. Sonuç nedir?
Sadrlarda olan Esfele Safiliyn’le ilgilidir. Bunu
hatırda tutalım. Peki, bu olaylar (denemeler) ne
için? Allah Sadrlarınızdakini denesin ve Kalblerinizin içinde olanı temizlesin diyedir. Kalblerinizin içinde olanı, yani Kalbe tesbit olmuş ama sizi
yanıltan bilgileri, Kalbi yanıltan/esir alan bilgileri
arındırıp temizlesin diyedir. “Temizleyin” diye
değil! Sizin bu davranışınızdan sonra Kalbinizi
Allah temizler. Teslim olduğunuzda Allah sizi temizler. Ayet böyle: “Allah sadrlarınızdakini denesin ve Kalblerinizin içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir. Allah Aliymün Bi zatis’sudur’dur.”
“ALİYMÜN Bİ ZATİS’SUDUR.” Çok önemli bir
vasıf olan “Aliymün Bi zatis’sudur” ne demektir,
onu nasıl anlamalıyız? İlerledikçe göreceğiz.
İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefekkür
edebilelim, yaşatabilelim, yaşayabilelim diye hayatın içinden bir örnek gördük; savaş örneği! İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefekkür eder,
hayatınızda incelerseniz gün içinde ona benzer
o kadar çok olayla karşılaştığınızı görürsünüz ki!
Ve onları iyi gözler, bu ayetlerin ışığı altında teslimiyeti yaşarsanız Allah’ı tanıma yolunda, Allah’ı
idrak yolunda çok hızlı ilerleme kaydedersiniz.
Ve o bir kere başladığı zaman artık birbirini tetikleyen bir şekilde devam eder gider. Gözlemek,
fark etmek ve teslimiyeti yaşamak...
“Muhsinleri böyle cezalandırırız (ikramda bulunuruz); kezalike neczil muhsinin.” (Saffat-110).
87
İNŞİRAH
Muhsinlere böyle ikram ediyor. Siz de bu
teslimiyeti yaşadığınızda, bu ikramları hayatınızda tek tek bulacaksınız! Bu yüzden zorlayın,
herhangi bir olayda “bu olay teslimiyetle ilgili
olabilir, bu teslimiyetle ilgili olabilir” diye zorlayın. Birisi size “teslimiyetle ne alakası var” dese
bile ona bakmayın, bir alaka bulun zorlayın, yanılmazsınız! “Bu teslimiyettir” deyin. O işin, o
olayın teslimiyetle ilişkisini bulmak için zorlayın,
bulun ve uygulayın. Bunu yapmak için de büyük
olaylar beklemeyin. Siz teslimiyeti yaşadığınızda
ne olur? Sırayla: Teslimiyetle HUŞU gelişir. Huşu
İHLAS’ı getirir. İhlâs da İHSAN’ı açar. Teslimiyetin ilk ikramı olan Huşu’yu tahayyül edelim. Hz.
İbrahim ve İsmail Arafat’ın devamında taştalar.
Hz. İbrahim kararı “tam” verdi, dönüşü yok, bıçağını uzattı. Hz. İsmail kararı “tam” verdi, dönüşü yok, boynunu uzattı. Bu iş onlar için bitti. Peşine fidye geldi, o nidayı duydular... Şimdi onların beden dillerini bir tahayyül edin; Allah’a karşı
nasıl bir hale girdiler? Yaradan’larına karşı nasıl
oldular? Elleri ayakları ne hale geldi? Bedenleri,
Kalbleri nasıl oldu? Vücutları nasıl titredi? İşte
Huşu... Bu teslimiyet olursa normal hayatınızda
Huşu’yu hep yaşarsınız! Huşu İhlâsı getirir; Fuadın görmesi netleşir, o da İhsanı getirir. O zaman
Saffat Sûresi 110. ayetin muhatabı olursunuz: İhsan sahiplerini (muhsinleri) böyle cezalandırırız.
Bu ayete muhatap olduğunuzda İhlâs Hayat
Döngüsü’ne girersiniz, o döngü o zaman çalışır
ve döner... Ne zamana kadar? Sen RAZI olana
88
YILMAZ DÜNDAR
kadar döner: Nefs-i Radiye. Sonra Allah senden
razı oluverir, inşaAllah: Nefs-i Mardıye.
“Ey o Nefs-i Mutmainne; Radiye olarak, Mardiye olarak Rabbine rucu et; Kullarımın (evliya
zümresi) içine dâhil ol; Cennetim’e dâhil ol.”
(Fecr; 27-30). Öyle olur inşaAllah. Âmin
Şimdi, günlük yaşantı içerisinden konuyla yakın ilişkili ve idrakımızı çok olumlu etkileyecek,
ama fırsatını kaçırdığımız bazı halleri ayetlerle
anlamaya çalışalım, sonra da Lüb’e giriş yapalım.
Yaşantıdaki çok önemli hallerden, çok önemli olaylardan birisi Ezan’ı dinlemektir. Bunun size
getireceğini tahayyül bile edemezsiniz. Bunu
yapmadığınızda kaçırdığınızı da tahayyül bile
edemezsiniz. Ezan’ı dinlemek, duyabileceğimiz
bir sesle tekrar etmek, ezan bitiminde Efendimiz (SAV)in önerdiği salâvatı okumak o kadar
önemlidir ki.. Ezan’ı dinlemek Büyük Haber’i
dinlemektir, “Nebe-ün Aziym”i dinlemektir ve
bu iş günlük yaşantı içerisinde çok önemlidir.
“De ki; “Ben ancak bir uyarıcıyım. İlahlık iddiaları geçersizdir. Ancak Vahidül Kahhar olan
Allah! Semavat’ın Arz’ın, ikisi arasında olanların
Aziyzül Ğaffar olan Rabbidir. De ki; “HU gerçeği
Aziym bir Haber’dir. Siz ise O’ndan yüz çeviriyorsunuz.” (Sâd; 65-68).
Yüz çevirenlerden olmamak, duymazdan gelenlerden olmamak, ezan okunduğu halde (öyle
bir meşgul ki) sanki ezan okunmuyormuş gibi
olanlardan olmamak gerekir. Hele de duymak
89
İNŞİRAH
istemeyenlerden olmamak gerekir. Bu saydıklarım normal yaşantıda, toplumun içerisinde var.
“Siz bu Aziym Haber’den yüz çeviriyorsunuz.”
ayet böyle dediğine göre Aziym Haber’den yüz
çevirenler var! Kim yüz çevirir? Elbette “A” takdim formu; esfele safiliyn yapı! O zaman ayetteki “siz”i bizdeki esfele safiliyn yapı olarak alırsak
Sâd Sûresi 65. ayetin muhatabı doğrudan biziz!
Sizin o yapınız, bu haberden doğrudan yüz çevirir, siz farkında değilsiniz! Bir yanda Ezan okunur,
ama sen başka şeylerle meşgulsün. Kaybedersin! Kaybedenlerden, fırsatı kaçıran ve yüz çevirenlerdensin, o sınıfa giriyorsun! Bu ayete göre
Ezan’ı umursamayarak ondan yüz çeviriyorsun!
Oysa onu dinlemek bile yetmiyor. Sahih hadis diyor ki; “Tekrar da edeceksin! Büyük Haber’i
tekrar edeceksin!” Eğer Ezan’ı takip ediyorsan (ki
onu takip eden olmak lazım) “demek okunmuş
haa, farkında değilim” diyenlerden olmamalısın!
Yaşantıda herşeyin farkındasın, her birini takip
ediyorsun; kim geldi, kim gitti, kim aradı, hangi
program hangi saatte… Takip etmeyi biliyorsun
ama Ezan’ı takip etmiyorsun! Kaybedersin! Kendin bilirsin ama kaybedersin! Dinleyen ve tekrar
eden kazanıyor! Çünkü o cümlelerin her biri o
an Rasulullah’ın Tebliği’dir! O an tebliğdir (Tam
Davet’tir) ve ayet gereği Aziym bir Haber’dir. Büyük bir haber veriliyor, “HU Allah” gerçeği duyuruluyor; La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i ilan
ediliyor ve bu ilan kesintisiz! Sürekli bu haber
var dünyada, sürekli! Ve sen bundan yüz çeviri90
YILMAZ DÜNDAR
yorsun! Ayet “siz ise O’ndan yüz çeviriyorsunuz”
diyor. Hangi sınıfa girdiğine bir bak!
“Allah, tekliği itibarıyla zikr edildiğinde ahirete iman etmeyen kimselerin kalbleri hoşlanmaz!
O’nun dûnundakiler anıldığında hemen müjdelenmiş gibicesine yüzleri güler.” (Zümer-45).
“ALLAH’IN TEKLİĞİ İTİBARIYLA ZİKREDİLMESİ” Ezan’da vardır. Tam Davet’te Allah tekliğiyle duyuruluyor. Aziym Haber’in içinde bu var.
Bu yüzden, bu davetten ahirete iman etmeyenlerin Kalbleri hoşlanmaz. Ayet bize “kendinizi
test edin” diyor: Ahirete iman edip etmediğini
Ezan’a hürmetinden anla! Allah tekliği ile zikredildiğinde hoşlanmıyorsan demek ki yeterince
inanmıyorsun! Dünya hayatındaki inandığın bir
şey için gösterdiğin çabayı düşün, cehennemin
varlığına o kadar inanmıyorsun ki; korkun yok!
Bu testi ilerletelim: O’nun dûnundakiler anıldığında nasılız? Sanki O’nun dışında bir şey varmış gibi bir zann oluşturup, öyle kabul edip sonra da “O’nun dışında varmış gibi” düşündüğün
varlıkların lanse edilmesi, anılması halinde nasılsın? Onlar anıldığında yüzün gülüyor, seviniyor
ve müjdelenmiş gibi birbirinize bakışıyor musunuz? Bu bir ünlü olabilir, sevdiğin herhangi bir
şey olabilir. Test et! Adı geçtiğinde, ekranda göründüğünde hoşlanıp da “aa, o kişi şöyle” diyor
musun? Test et! Belki de anılmasından hoşlandığın o kişi senin “kutsal” kabul ettiğin şeylere
küfreden birisi? Belki de hiç inancı olmayan birisi? Ters çalışan birisi? Ama sen onu görmekten,
onun anılmasını duymaktan haz duyuyorsun,
91
İNŞİRAH
seviniyorsun! Ezan okunduğu zamansa hiç dikkat etmiyorsun! Oysa Kur’an diyor ki; “bu azim
bir haberdir, anlayabilirseniz.” Ayetlerle ölçünce
nereye düştüğünü anlamak ne kadar kolay!
Ne yapmalıyız? Ezan’ı (Tam Davet’i) duyunca
telaşınızı gösterin, onu duyduğunuzu belirten bir
hareket yapın mutlaka. Onu duyduğunuza dair
bir telaş, bir hareket olsun hayatınızda!. Yatıyorsanız kalkın, oturmuşsanız pozisyon değiştirin.
Ezan yüzünden duruşunuzu değiştirin, farklı bir
şey yapın. Telaşınız, gayretiniz bedeninizden bir
belli olsun, bedeniniz Ezan’ın yönetimine girsin.
Ezanı dinleyerek nefsin şerrinin yönetiminden
çıkarın onu! Ezan’ın sesinden korksun, onu korkutun! Nasıl korkutursunuz? Ezan’ı duyduğunuz
zaman telaşa sokarak, telaşlanarak! Telaşlandırın
onu, mutlaka!
Hatta öyle olun ki, EZAN’ı tesadüfen duymayın! Zamanını kollayın; dikkat edin, hesaplayın,
bekleyin! Bu gayretler ve telaşlar sonunda siz
Ezan vakti olmadığı halde Ezan okunuyormuş
gibi sesler duyarsınız, “acaba Ezan okunuyor da
haberim yok” endişesine kapılırsınız. Ezan okunmuyor ama siz bir an Ezan okunuyor sanarsınız.
Dışarıdaki herhangi bir sesi; bir araba sesini, bir
bağırmayı bile Ezan sanabilirsiniz. Neden? Artık
kalbiniz o telaşta, onunla ilgili telaşta, herşeyi
onunla ilişkilendiriyor, elhamdülillah... Ezan okunuyor sanarsınız, böyle sandığınız gibi bazen
gerçekten duyarsınız da! Çünkü Ezan dünyada
devamlı okunuyor, yeter ki siz o telaşa girin...
92
YILMAZ DÜNDAR
Ezan sonunda okuduğumuz salâvattaki “Makamı Mahmud”u sonra konuşuruz inşaAllah.
Ezan bir davet, Tam Davet! Onu hürmetle
dinledin, elbette Tam Davet’e icabet edeceksin.
“Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında bunları detaylı
ele aldık, bakarsınız inşaAllah. Ayet ve hadisten
öğrendik ki; Ezan Büyük Haber ve Tam Davet’tir.
Ona icabet bizim için o kadar çok önemli ki..
Davete icabetin sünnet olduğunu hiç olmadık yerlerde söylenir. Din’le hiç ilişkisi olmayan
bir yere davet edilmişsinizdir, gitmek istemezsiniz, gitmeyeceksinizdir, bir bahane ararsınız.
İnancınızı bildiklerinden sizi oradan yakalamaya
çalışıp; “davete icabet sünnettir kardeşim, niye
uymuyorsun?” derler. Oysa hakikat onların dediği gibi değil! Yanlış davete icabet olmaz! Davet
Ezan’dır, Ezan’a icabet edeceksin, o farz! Ezan’la
ilgili konulara davet varsa sünnet odur, oraya
icabet sünnettir! Onunla ilgili bir toplantı olur,
bu toplantı gibi bir şey olur icabet edersiniz. Yalnızca burası demiyorum, bunun benzerleri neredeyse nasılsa hepsi birer davettir. “Yanlış yerler” davet kapsamına girmez, oralar için “icabet
sünnettir” diye insanları sıkıştırmak yanlış olur.
Davete icabet ettiniz, elbette şimdi size icabet! Kesin! Şimdi de size icabet! Zaten oraya
icabet etmenizin sebebi size icabet! Size icabet
olan şey orada sizi bekliyor...
“Rabbiniz dedi ki; “bana dua edin size icabet
edeyim. Muhakkak ki; benim ibadetimden ki93
İNŞİRAH
birlenenler, dahiriyn (küçülmüş, alçalmış) olarak
cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min-60).
“İbadetten kibirlenme”nin ne olduğunu içinde “Mütekebbir” geçen ayetlerde göreceğiz.
Günlük yaşantı içerisinde idrakımızı hızlı
etkileyecek bir şey de salâtlarımızla ilgilidir, o
salâtlarımızda yapacağımız bir şeydir. Bu açıklamayı salât ikamesi konusunda daha önce öğrendiklerimize ekleyelim ki, salât ikamesindeki
diğer noktalar önemsizmiş gibi olmasın. Bildiklerimize bir ilave yapıyoruz: Tahıyyat’a oturduğunuz zamana özel önem verin, Tahıyyat’a özel
önem! Elbette salâtın her anının önemini yakalamak lazım. Ama neden Tahıyyat’a özel önem?
İkame ettiğiniz salâta dikkatle bakarsanız,
salâtın en ihmal edilen yerinin Tahıyyat olduğunu, unuttuğunuz şeylerin aklınıza geldiği yerin
orası olduğunu göreceksiniz. “Salâttan sonra
şunu yapayım” diye plan yaptığınız yere dikkatle
bakın, yine Tahıyyat’dır; oturduğunuz Ettahıyyatü okuduğunuz yerdir. Onu ezberlemişsinizdir, diliniz bir çırpıda okur, ama kesinlikle o anda
başka şeyle meşgul olursunuz. Genellikle böyledir. Neden? O anın çok önemli oluşundan! O
kadar önemli bir hal ki Tahıyyat, oradan uzaklaşırsınız... O hali yakalamak için mücadele gerekir.
“Önemli şey”i yakalamak için hep mücadele gerekir, mücadele edeceksiniz! Çünkü sizin dünyaya gelen yapınız “önemli şey”e uygun değil! Ona
terstir, sizi oradan uzaklaştırır. Önemli şey için
mücadele etmek zorundasınız! İşte önemli şey:
94
YILMAZ DÜNDAR
“Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat.
EsSelâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu. EsSelâmü aleyna ve ala
ibadillahis salihin. Eşhedü en la ilahe illallahu ve
Eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve Rasuluhu.”
Salâtla ilgili bir önemli nokta da şudur: Salâtın
her halinde dikkat edilmesi gereken şeylerden
birisi de eklemlerin yerinde olmasıdır! Eklemler
kendi yerinde duracak! Kasılıp zorlanıp da onları
bir yerlere çekmeyin, aklınıza gelince hemen bırakın. Bütün eklemler yerine! Kasılıp zorlanarak
bir pozisyon almak salâttan sıkılmayı, salâttan
uzaklaşmayı getirir ve benliğinizi kuvvetlendirir,
salâtla benliğinizi ilişkilendirir. Eklemleri yerine
koyarsanız benliğinizi ve sıkıntılarınızı uzaklaştırırsınız. EKLEMLER YERİNDE DURSUN! Eklemler yerinde olursa Esfele Safiliyn yapıyı salâttan
uzaklaşırmış, onun salâta müdahil olmasını engellemiş oluruz. Ettahıyyatü’de de bu böyledir.
Oturduğunuzda eklemlerinizin yerine gelmesine dikkat edin, hepsi yerinde dursun, eklemleri başka yerlere çekmeyin. Omurunuzun “S”
pozisyonunda düzgün durmasına dikkat edin.
Ve kıpırdamadan durmaya mümkün olduğunca
özen gösterin! Tahıyyat’ta mümkün olduğunca
kıpırdamadan durmaya çalışmak önemlidir.
Bir de şuna özen gösterin: TAHIYYAT’tan önceki son secdede “şimdi Tahıyyat’a gideceğim,
Tahıyyat okuyacağım” diye kendinizi Tahıyyat’a
alıştırın. Aksi halde bir anda Salli Bârik’de bulursunuz kendinizi. Bakarsınız, “Salli Bârik” oku95
İNŞİRAH
yorsunuz, hatta o da bitmiş. Fatiha’nın bittiğini
“âmin”e gelince fark etmek gibi olur.
Tahıyyat’ı bu şekilde okuyabilmek için önce
antrenmanını yapmak lazım. Onu yazıp elinize
alın ve bir karşılıklı konuşma olduğunu bilerek
antrenman yapın. Bunu salât anına bırakmayın,
bir sporcu gibi antrenmanınızı müsabakaya çıkmadan önce yapın. Tahıyyat saniyelik bir iş, yaptın yaptın, yapamadın mı geçip gidiyor. Bu nedenle salât dışında antrenman yapın inşaAllah.
Tahıyyat’ta dört bölüm var. İlk kısım “Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat.” Bilin
ki, salâtta ne yaptıysanız bunu söylemek içindir,
onun için bu anı kaçırmayın. Tüm yaptıklarınızı
bunu söylemek, Allah’a seslenmek için yaptınız,
burada doğrudan Rabbinize seslenmek için yaptınız. Daha önce yaptıklarınızı yerli yerinde yapmanız Tahıyyat’ın gerçek yapılabilmesi içindi!
Benzetmelerin çok basit kaldığını biliyorum,
yine de günlük yaşantıdan benzetmeler yapalım. Anladıktan sonra onları zihnimizden silelim
lütfen. Acil paraya ihtiyacınız var, bankamatiğe
gidip para çekeceksiniz. Oraya gitmenin bir usulü var; ayakkabını giyeceksin, evden çıkacaksın,
gidip işlem yapıp dönüp eve geleceksin. Gittin geldin, evdekiler sordu; ne yaptın? “Gittim
ama parayı çekmedim” der misiniz, öyle bir şey
olur mu? Peki, Tahıyyat farklı mı? O da öyle bir
şey! “Tüm gerekleri yaptım ama Rabbimle karşılaşmadım” demiş olursun. Oysa sen salâtta
bütün işleri “o konuşma” için yapıyorsun. Hatta Tahıyyat’ta bunu yapa yapa öyle olacak ki,
96
YILMAZ DÜNDAR
hayatta da hep Tahıyyat okuyacaksın! Normal
hayatta, kalbin görmeye başladığında, fuad çalıştığında Rabbinle o kadar karşılaşacaksın... O
zaman hep Tahıyyat oku, cevap alacaksın. Arkadaşını görünce selamlaşıyorsun, hayatta Allah’ı
gördün niye selamlaşmıyorsun? Tahıyyat’la sana
bunu öğretiyor... “B İmanı”nda olup olmadığın,
bu işi bilip bilmediğin önemli değil...
Salâta başladın mı, senin en alt pozisyonun
Nefs-i Mutmainne’dir. Bu hali yakalamışken hayatını Nefs-i Mutmaine’de geçirmek ve orada
bitirmek istiyorsan salâttan hiç çıkma, öyle dur,
çünkü nefs-i mutmainne’desin. Salâta başlarken
sana o elbiseyi giydirdiler! Başka türlü salât ikame edemezsin, mümkün değil. Allah; “ne haşmetli bir işle meşgul olduğunuzun farkında değil misiniz?” diyor. Salâtta öyle haşmetli bir işle
meşgulsünüz! Ama dünyadaki en uyduruk işiniz
o! En itinalı işinizden başlayarak bir liste yapın,
salât ikame ediyorsanız en altta o vardır: Salâtı
da araya sıkıştırırım! İşleri salâtların arasına sıkıştıracakken siz salâtı işlerin arasına sıkıştırıyorsunuz. Olmaz! Unutmayın: Ne kadar önem verirseniz, o kadar önem bulursunuz.
Tahıyyat’ta bir karşılıklı konuşma var, salâtı
bunu fark ederek yerine getirmek lazım. Oturdunuz, Rabbinizi karşıda bilin ve söyleyin. Eğer siz
“B” imandaysanız korkmayın şirk olmaz, ötede
beride olmaz. Kişi “B” imanda değilse, “Amentü
Billahi” kapsamında imanını deklare etmemişse,
onun ne olduğunu bilmiyorsa, imanı böyle değilse onun Allah için bir yere bakması şirktir. Eğer
97
İNŞİRAH
kişi “B” imanda ise, salât ikame ederken Allah’ın
önünde eğildiğini de, ona baktığını da, dokunduğunu da düşünebilir; şirk olmaz! Kim şirk yapacak? Yoksun! Şirk olması için “var ve muhtar”
olman lazım. “B” iman ile kendini yok ettin, şirki
kim yapacak? Herşey O (O’nda). Onun için dokunabilirsin de, bakabilirsin de... Zira dokunan
O, dokunduğun da O. Ne fark eder...
Tahıyyat’ta önümüze bakarız. İşte Tahıyyat’ta
bu avantajdan da yararlanarak önünüze baktığınız yerde Kalbinizle görmeye çalışın, Fuadı
zorlayıp görmeye çalışın. İhsan Makamı öyle
olur. İhsan Makamı’nı, Allah’ı görüyormuş gibi
ibadet etmeyi öyle açarsınız. Göremiyorsan
bunu yapamıyorsan bile O’nun seni gördüğünü bilerek yap. Bu da bir makamdır. Tahıyyat’ta
Kalbini, Fuadını zorla ve görüyormuş gibi seslen;
‘Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat’
de! Heyecanı yüzünden uzatırım diye korkuyorum, siz antrenman yaparken mealine bakın
lütfen. Antrenman sırasında iki cümlenin arasına biraz zaman bırakabilirsiniz, ama salâtta
ikinci cümleye geçerken beklemeyin. İki cümle
arasında kendi söylemenizle üç “Sübhanallah”
deme süresini geçecek boşluk bırakmayın. Ve
ikinci cümleyi okurken “dinleme modu”na geçin, “EsSelâmü aleyke Eyyühen Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu”yu dinleyin. Söyleyin
ama dinleyin. Detayını da inşaAllah paylaşırız.
O detayı gördüğünüzde bunu daha kolay ve rahat uygularsınız inşaAllah. Ama şimdi zorlayın,
tefekkürle zorlayın! Neden “dinleyin” diyoruz?
98
YILMAZ DÜNDAR
Çünkü o cevap sizin dilinizden ama sizden değil. Bu yüzden onu dinleme moduyla söyleyin.
O cevap size Esas Mirac’tan hediyedir! O hitap,
sizde O’nun sünnetine uymayı hedef edinmiş
kişiye hediyedir, sendeki Nübüvvet boyutuna,
Nübüvvet uygulamalarına Esas Mirac’tan hediyedir. O hitap; “ey Rasulümün sünnetini, O’nun
açıkladığı Nübüvvet’i kendinde, bedeninde
açan Kul’um” diyen bir sesleniştir! Anlatabiliyor
muyum? Efendimize seslenişi “Ey Nebi”dir. Ama
o hitap sana gelince; “ey Nebi’nin söylediklerini
vücudunda fiilleştiren, fiile çeviren” demektir.
Bu durumda sen Nebi’nin Nübüvvetinin uygulayıcısı oldun, sendeki Nübüvvet Boyutu’nu fiillendirdin. O Nebi, sen de Onun Nübüvvetini uygulayan oldun. Bu yüzden, hitap senin nübüvvet boyutuna; amel boyutuna! Risalet boyutuna
değil. Neden? Çünkü sen zaten işe başlarken o
risaletle, o imanla başladın. O olmadan zaten
olmuyor. Risalete uydun, şimdi de “salih kişi” olman için Yaradan’ın senin amel boyutuna Selam
ediyor. Buradaki prensip: “Salât ikame ediniz ki;
Allah sizin ağzınızla size selam etsin” şeklindedir.
Esma’ül Hüsna’da Selam’ı biliyorsunuz, Selam’la
siz salihler zümresine girersiniz. Dinleme modundaki ikinci cümleden sonra cevap ver. Bunu
iyi tefekkür ettiğinizde, “Ettahıyyatü lillahi ves
Salavatu vet Tayyibat” derkenki heyecanın, söyleyişin ve sesin bu cevapta düşer, yani cevap verirken sesin değişir. Bunu fark edeceksin. Boyun
bükmüş bir sesle; “EsSelâmü aleyna ve ala ibadillahis salihin” diyeceksin; ihbat edeceksin; boyun
büktüğünü göreceksin. Bunu da böyle söyledin
99
İNŞİRAH
mi artık kendini koroya dâhil edebilirsin. “Siz
bilemezsiniz; Sema’da ve Arz’da ne varsa Allah’ı
tesbih etmektedir” anlamında ayetler var, Hadiyd Sûresi’nin ilk ayeti bunlardan birisidir:
“Semavat’ta ve Arz’da olan herşey Allah’ı tesbih etmiştir. O Aziyz-ül Hakiym’dir.” (Hadid-1).
Var olan bu sürekli tesbihata dâhil ol, o koroya gir, o koroya kendini sok! Ve o koroyla birlikte, tüm evrenle beraber; “Eşhedü en la ilahe
illallaHU ve Eşhedü enne Muhammeden AbduHU ve RasuluHU” de! Salâtta bunu uygulamaya
çalış inşaAllah. Çünkü sen bunu uygularken artık “uygulayıcı” bir nefs-i mutmainne’desin.
Sonra da dua ve taleplerin başlar. Mü’min
Sûresi 60; “sana icabet edilecek” dedi, şimdi dualara geçiyorsun. Salli Bârik ve ne tür duaların
varsa yapabilirsin. Efendimiz (SAV) buyuruyor:
“Eğer siz dua etmekte bıkmaz ve usanmazsanız, Allah da size vermekte bıkmaz usanmaz.”
“Bir an önce selam vereyim” demez de orayı
değerlendirirsen orası senin, başla dua etmeye!
Uygun ayet ve hadisleri bul, onlarla dua etmeye çalış inşaAllah. Çünkü istememiz gereken ne
varsa hepsi ayet ve hadislerle öğretilmiş...
Konumuzla ilgili ve günlük yaşantı içerisindeki önemli bir konuya daha dikkat çekeceğiz,
ama önce ilgili bir hadisi not edelim. Buhari
kaynaklı ve kudsî hadis: “Allah Teâlâ Hazretleri
şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma
düşmanlık ilan ederse Ben de ona harp ilan ede100
YILMAZ DÜNDAR
rim. Kul’umu bana yaklaştıran şeyler arasında en
çok hoşuma gideni ona farz kıldığım şeyleri eda
etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu
bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili ve sairi olurum. Benden
bir şey isteyince onu veririm. Benden sığınma
talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben
yapacağım bir şeyde mü’min kulumun ruhunu
kabzetmede tereddüde düştüğüm kadar hiçbir
şeyde tereddüde düşmedim. O ölümü sevmez,
ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Hz. Ebu
Hureyre radıyallahu anh’den).
Hadisi kudsî böyle. Çıkarılacak sonuçlara hızlıca bakalım: Üstünde duracağımız esas sonuç
“nafile” ile ilgili. Ama “veli kuluma düşmanlık
edene harp ilan ederim” ifadesindeki “veli”ye
bakıp “nafile”ye gelelim. Günlük yaşantıda uygulayabilmek için hadisteki “veli” manasını iki
türlü ele almak lazım: Biri VELİ, diğeri VELİ GİBİ.
Eğer kişi Billahi anlamında imanını deklare etmiş
ve bizim açıkladığımız nefs-i levvameye girmiş,
bu nefs-i levvameyi de ısrarla takip ediyorsa
“VELİ GİBİ” muamele görür. Veli değildir ama
veli gibi muamele görür. Zira Veli olmak başka
şeydir! Dolayısıyla, o veli değildir ama veli gibidir, Allah ona veli gibi muamele yapar. Yani bu
hadisten yararlanır!
“Veli kuluma düşman olana harp ilan ederim”
cümlesi âlimler tarafından genişçe tartışılmıştır.
Bir kere burada anlatılmak istenenin “normal
101
İNŞİRAH
hayata ait kavga ve düşmanlık” gibi şeyler olmadığını bilmemiz gerekiyor. Allah bu kudsi hadiste
buyuruyor ki; “VELİ KUL normal dünya yaşantısı
içerisinde o kadar kimsesiz, o kadar yalnız, o kadar gariban, o kadar arkası olmayandır ki, onun
arkasında Ben varım.” Yakalanacak mana budur.
Hadisten çıkaracağımız ve üstünde duracağımız esas sonuç NAFİLE ile ilgiliydi, ona dönelim:
“Farzlarla bana yaklaşır, nafilelerle onu severim.”
Kulun Allah’a yaklaşması nedir, nasıl bir şeydir?
ALLAH’A YAKINLIK, öncelikle kulun Billahi anlamındaki imanını mutmain kalb ile açıklamasıdır. Kulun Allah’a yakınlığı önce bununla başlar. Onun Var Görünüş’ünü Allah’a eş ve ortak
koşmayan yönelişi/imanı bu yakınlığı başlatır.
Bu nereye kadar gider? İhsan Makamına kadar
gider! Kalben görme ve buna göre yaşama noktasına ulaşıncaya kadar! Kul’un Allah’a yakınlığı
dünya yaşantısında bu imanı açıklamasıyla başlar ve İhsan Makamı’na kadar devam eder.
“Kulun halktan, yaratılmışlardan uzaklığı,
yaratılmışların cazibesinden uzaklığı kesret içerisinde Tevhid’i yaşayarak kesretin hiçbir cazibesinin kalmayışı ile kemale ulaşır. Allah’ın kuluna
yakınlığı, ona dünyada lutfedeceği İrfan, ahirette Rıdvan ve ikisi arasındaki Nimet ve İkram’larla
anlaşılır. Allah, ilim ve kudretiyle (ilim ve kudret
özelliğiyle) bütün insanlara yakındır. Allah lütuf
ve nusretiyle havas’a yakındır, ünsiyetiyle veli
kullarına yakındır. Hadiste geçen “yakınlık” ile
ilgili kısa bir bilgi verelim inşaAllah.
102
YILMAZ DÜNDAR
“Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli olurum...” Bunu öncelikle şöyle anlamak
gerekir. Lütfen dikkat edelim, eğer bu cümleyi
anlaşılması gereken en son manadan anlarsak
hadisin açıklanması ve hayatınıza uygulaması
çok kolay olmaz. Elbette anlaşılması gereken o
en son mana da doğrudur, ama biz nereden başlayacağız? “Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü,
tuttuğu eli ve sairi olurum.” cümlesini öncelikle
şöyle anlamak gerekiyor: Kulağı benden başka
bir şey işitmez, gözü başka bir şey görmez, dili
benden başka bir şey söylemez.” O mana buradan başlar. Eğer siz “onun tuttuğu eli, işittiği
kulağı, gördüğü gözü ben olurum” hadisini son
manasından anlar ve henüz fiilleriniz daha oraya ulaşmadığı halde; “benden O açılıyor” diye
düşünürseniz yanlışa düşersiniz. Beşeriyetinle
yaptığın şeyler için; “Allah benden şöyle yaptı,
bendeki kim siz biliyor musunuz?” gibi yanlış
yorumlar başlar ve o yorumları hadise bağlarsınız. “Kişi farzları uyguluyor ve nafilelere devam
ediyorsa onu severim. Sevdiğim zaman onun
işittiği kulağı, gördüğü gözü, söylediği dili olurum” hadisini anlamak, hayatta uygulamak ve
amele dönüştürmek için ilk mana şudur: “Onun
kulağı Ben’den başka bir şey işitmez, ne işitiyorsa Benimdir, Rabbindendir. Gözü Ben’den başka
bir şey görmez; ne görüyorsa Ben’den bilir. Dili
Ben’den başka bir söz söylemez; daima Benim
öğütlerimledir, Benim zikrimledir; onun dilinde
Ben varım.” Mana buradan başlar ve ilerler...
Arapçayı incelediğinizde görürsünüz ki isim
yapılan işin yerine de kullanılmaktadır. Mesela
103
İNŞİRAH
kulak “işitme” yerine de kullanılmaktadır. “Onun
kulağı olurum” ifadesi halk arasında “beni işitir
manasına” kullanılmaktadır.
Esası kavrayamadan ve yaşamadan yorum
yaparak tasavvuf anlatmaya çalışanların anlatımlarından yanlış uygulamalar çıkar ki, birisi
şudur: Allah benden açığa çıkacak! Bu yanlıştır! Allah kimseden açığa çıkmaz. Çünkü Allah
Samed’dir, sana ihtiyacı olmaz! Allah senden açığa çıkacaksa, demek ki açığa çıkması için sana
ihtiyacı var. O cümle bu manayı da içerir ki, o
zaman Allah Samed olmaz! Bir de; demek ki,
sen daha önemlisin ki Allah’ı açığa çıkarıyorsun.
İnsanlar bu sözü sever, neden? Çünkü o onları
kutsal hale getiriyor; ben öyle önemli bir varlığım ki benden Allah açığa çıkıyor. Kibrin (kibirliliğin) dindar hali! O kadar önemliyim ki Allah
benden çıkıyor. “Sizin ev şöyle bizim ev böyle”
der gibi “Allah senden değil benden çıkıyor” bir
mana da oluşuyor. Allah kimseden açığa çıkmaz!
Bu bakışlarla ayet ve hadisleri, mesela bu hadisi
yanlış anlayıp, yanlış yorumlayıp, yanlış beklentilere girmek boş iş olur. İnsanlar oradan bir amel
çıkaramaz. Kişi Allah’ın kendisinden açığa çıktığını hele de böyle düşünerek hiç göremez. Bil ki;
Allah Samed’dir, sana ihtiyacı yoktur ve bir yerden açığa çıkmaz! Sana ihtiyacı yoktur ki senden
açığa çıksın! Ama senin O’na ihtiyacın var! Sen
Samed değilsin ve sen O’nda açığa çıkansın! Çok
dikkat edelim; sen O’nun ilminde açığa çıkarsın!
Açığa çıkan sensin, O değil! O zaten açıkta! O
açıkta olanda “bir zan olarak” açığa çıkan sensin.
104
YILMAZ DÜNDAR
Sen işte o zannı yok etmeye çalış! Zaten onu da
yok etmeye çalışacaksın! Dilerse… Zaten Açıkta
Olan dilerse, kendisinde olan bu zannı kaldırır,
suretteki bu zannı dilerse çeker alır, suret yine
kalır. Ama durum ne olursa olsun O sende açığa
çıkmaz, sen O’nun ilminde açığa çıkarsın. Zaten
açıkta olan O’dur! “Zâhir de, Bâtın da O” olanda (O’nda) sen zan olarak açığa çıkarsın. Dilerse
İlmî Suret’teki zannı çeker, suret gene kalır…
“FARZLARLA YAKLAŞMAK” üzerine yaptığımız bu tefekkürden sonra sıra “NAFİLE” de,
nafile’yi nasıl anlayacağız? Nafile aslında halk
dilindeki normal konuşmada “boş/boşuna” demektir, “yapsan da olur yapmasan da” demektir.
Fakat kullandığımız pek çok kelimede olduğu
gibi nafile kelimesinde de bu mana yanında başka manalar mevcuttur. İbadet ve ameller kapsamındaki nafileyi gerçek manasıyla anlayabilmek
için şu kurala dikkat etmek lazım: Her fiilin, her
düşüncenin bir farzı bir de nafilesi vardır. Nafile dediğimizde aklımıza yalnızca “nafile salâtlar
ve nafile oruçlar” gelirse işin bir kısmına bakmış oluruz. Evet; her düşüncenin, her fiilin, her
ibadetin, her halin bir farzı bir de nafilesi vardır.
Tanımın içine“her hal” girince, salât ve oruç bu
hallerden sadece ikisidir. Ama sizin her düşünce, fiil ve halinizin bir farzı bir de nafilesi vardır.
O zaman, önce her halimizin farzını bilmeli ve
yerine getirmeliyiz. Peki, HALLERİMİZİN FARZI
nedir; FARZ nedir? Bunu tanımlayalım: Her halimiz için öncelikle şart/farz olan şey vehmin zulmetinden çıkmaktır, o zulmetten kurtulmaktır!
105
İNŞİRAH
Bunun gerçekleşmesi gerekiyor, ilk şart budur:
Vehmin zulmetinden çıkmak, nefsi şerrinden
temizlemek! Vehmin zulmetini, nefsin şerrini
takdim ederken söylediğiniz “A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaştırmak, Sözde Tanrılık İddiası’nı hem deklarasyon olarak hem de
fiillerde yok etmek gerekiyor. Bu sizin her türlü
halinizin farzıdır. Farz budur, ilk farz budur; olmazsa olmaz! FARZ; olmazsa olmaz demektir.
Kişi nefs-i mutmainne’ye gelinceye kadar, yani
“B” sıfır noktasına gelip orada kararlı, istikrarlı,
geri dönüşsüz yaşıyor hale gelinceye kadar onun
nefs-i levvame sürecindeki ilk farzı, onun seyr-i
sülûku içerisindeki ilk farzı nefsi şerrinden temizlemektir, vehmin zulmetinden çıkmaktır, A”
Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaştırmaktır,
Sözde Tanrılık İddiası’nı hem deklarasyon olarak
hem de fiillerde yok etmektir! Bu onun için farzdır! Bu olmazsa olmaz…
Sözde Tanrılık İddia’sını “yok etmek” çok
önemlidir. Talib olan için bir önemli şeye dikkat çekmek istiyorum: “Yok olmak” diye bir şey
yoktur. Lütfen çok dikkat edin, yok olmayı başaramazsınız! Çünkü “yok olmak” diye bir şey yok
ki. Ama yok etmek var! Yok olamazsın ama yok
edersin. Dolayısıyla yok olmaya değil yok etmeye çalışacaksın. Bu yoldaki mücadele yok etme
mücadelesidir. Yok etme mücadelesi sonunda,
kişideki zan yok olduğu için ona YOK OLMAK
denir, O mücadelenin sonucuna işaret etmek,
onu anlatmak için yok olmak denmiştir. Bunu
fark etmeyip de yok olma mücadelesi yaparsan
106
YILMAZ DÜNDAR
yanlış olur. Mücadele yok etmek içindir. Yok ettikten (mücadele bittikten) sonraki sonuca yok
olmak diyebilirsin. Çünkü bir zan, bir kişilik yok
olmuştur, o zulmet yok olmuştur.
Yok etme mücadelesi devam ederken günlük
yaşantı içerisindeki sorgulamalarınızı doğru yapmak da önemlidir. “Ne yaparsam olur?” sorusu
ile yaparsanız iyi sonuç vermez, “ne yaparsam
olur?” sorgusundan iyi sonuç alamazsınız. “Ne
yaptım da olmadı?” diyeceksiniz ve daima bunun analizini yapacaksınız. Bir sonuca ulaşmak
istiyordunuz ama olmadı, hemen “ne yaptım da
olmadı?” sorgusuyla analiz yapacaksınız, “ne yaparsam olur?” değil! Çünkü esfele safiliyn yapıyla
ne yaparsan yap olmaz! Zaten esfele safiliyn yapıyla bir şey yapar da sonuç alırsan o senin kibrini kuvvetlendirir. O yapı ona sahip çıkar, onun
hicret etmesine izin vermez. Ama “ne yaptım da
olmadı?” dersen kendindeki esfele safiliyn yapıyı suçlamış olursun. Zaten mesele nefsin şerrini
suçlamaktır! Nefsin şerri ne yaparsa bu iş, bu yol
olur? Cevap: Nefsin şerrinin yapacağı hiç bir şeyle olmaz. Çünkü şer ne yaparsa yapsın şer çıkar.
Bu yüzden; “Ne yaptım da olmadı?” diyeceksin,
analiz için önemli ve doğru soru budur!
Farz olanı, şart olanı açıklamaya devam ediyoruz. Kendiniz için farz ve nafileleri anlamaya
çalışıyorken diyelim ki kendinize ait tanrısal bir
davranış tesbit ettiniz ve tesbit ettiğiniz tanrısal
halden, o mütekebbir hal ve davranıştan kurtulmak için bir çabaya girdiniz. Yanlış halinizi ve
doğrusunun ne olduğunu tesbit ettiniz, tespit
107
İNŞİRAH
ettiğiniz o doğruyu yapmaya başladınız, bazen
yarım bazen tam yapıyorsunuz. Aradan zaman
geçiyor tekrar yanlışa düşüp “eyvah, ben bunun
doğrusunu yapıyordum, tekrar yanlış yapmaya
başladım.” Mücadele ediyor doğruyu yapıyorsunuz, tekrar yanlışa düşüyorsunuz… Bu, o davranış için, o hal için bir doğru-yanlış mücadelesidir.
Ama dikkat edin; bir konuda hep doğru-yanlış
mücadelesi varsa başarı elde edemiyorsunuz
demektir, bu iyi bir hal değildir! Efendimizin bir
duası var: “Allahım beni ARA YER’de bırakma.”
Ara yerde kalmak budur; hep doğru yanlış mücadelesi, hep doğru yanlış muhasebesi... Konu
neyse, o konuda doğru yanlış muhasebesi sizin
için farzdır; mutlaka doğruya ulaşmanız gerekir,
sizin için bu farzdır. Bu yanlıştan kurtulmanız o
işin farzıdır. Bir düşüncenizin, hal ve davranışınızın mütekebbir, yani tanrısal olduğunu tesbit
ettiniz, ondan kurtulmak sizin için farzdır. “Farzdır” demek olmazsa olmaz demektir, şart demektir, sizin olmazsa olmazınız demektir. Diyelim ki kurtuldunuz, yani doğru davranışı, o halin
doğrusunu geri dönüşsüz yakaladınız, o zaman
o halin farzını tamamlamış olursunuz. Farzı tamamladığınızda iş bitti mi, tamam mı?
Eğer talibseniz, hayır! Bu sefer sizin için “yapsanız da olur yapmasanız da” kapsamında yeni
bir mücadele başlar. Siz bir düşünce veya fiilinizi
mütekebbir tanrısal yapıdan, ilahlık iddiasından
geri dönüşsüz kurtardınız, artık o dosya tamam
demektir. O konudaki doğruyu geri dönüşsüz
sürdürdüğünüz için yeni bir şey yapmanız ge108
YILMAZ DÜNDAR
rekmiyor. Yaparsanız o NAFİLE olur. Talibseniz,
yani istekliyseniz yeni başlayacak şey nedir? Şimdi başlayacak olan ise “daha iyisi nedir?” sorgusudur. “Doğru mu yanlış mı?” muhasebesi bittikten sonra başlayacak şey; “daha iyisi nedir, bu
yaptığımın daha iyisi nedir, nasıldır? Demek ki,
günlük yaşantıda somut görmeniz gereken şey,
öncelikle mütekebbir halden, tanrılık iddiasından kurtulmaktır. Mütekebbir’in, tanrılık iddiasının, esfele safiliyn yapının, küfür-şirk yapının
platformunu oluşturan iki önemli şeyi unutmamak gerekiyor: Birisi cinsellik, diğeri öfkedir. Hemen ele alacağınız şey öfkedir ve onu izlerken
çok şey öğrenirsiniz. Önce öfkenin doğru yanlış
mücadelesi başlamalıdır; öfkelendim mi öfkelenmedim mi? Öfkelendiğin zaman onu yutmanın Allah indinde en değerli yudum olduğunu
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor;
“size yutabileceğiniz en değerli yudumu söyleyeyim mi?” Söyle ya Rasulallah, öğret bize diyorlar.
“Öfkelendiğin zaman öfkeni yutmaktır.” Bunu
yapmak için öfkeleniyor olmak lazım. Ki, o öfkeyi yutabilesin. Bu hadis, farzı yerine getirebilmen
için bir teşviktir. Bu işi hallettin ve öfkelenmiyorsun, ne yutacaksın? Bitti! Bunu kendinde o kadar rahat izlersin ki... “Ben bu Rahmani olaylarla
tanışmadan önce nasıl da öfkelenirdim!” dersin.
Şimdiki hal bir antidepresanla ilgili değil! Şu ilacı
almadan çok öfkeleniyordum, şimdi öfkelenmiyorum değil. Burada söylenen bir ilaçla baskılama veya bir psikolog tedavisi ile sağlanan bir hal
değil. Nedir? Öfkenin bizzat Allah’a olduğunu
fark etmendir! Çünkü öfkelenmenin Allah’ın
109
İNŞİRAH
emirleriyle didişmek olduğunu, öfkelendiğin
kimsenin olmadığını, aslında Allah’la kavga ettiğini bilirsen, Fuad sana bunu gösterirse öfkelenemezsin ve bu farzı yerine getirmiş olursun. O
bitti. Şimdi “daha iyisi nedir?” sorusu ve arayışı
başlar, artık daha iyisini ararsın. İşte daha iyisini
aramaya başladığın an nafile ile meşgulsün demektir. Nafile farzdan sonra işte böyle başlıyor.
Farz tamamlanmadan, farz tam olmadan nafile
olmuyor! Bunu hayatın içinden bir örnekle kavramaya çalışıp sonra örneği yok edelim. Bir markete gittiniz, baktınız toz şekeri çuvaldan tartıp
veriyor. “Bana 5 kg toz şeker verir misiniz?” dediniz. Bizim çocukluğumuzda şimdiki marketler,
ambalajlar yoktu, gider bakkaldan alırdık. İbreli
teraziler yeni çıkmıştı. İbreli terazinin teknolojisi
yeni olduğundan, ibre dikkatimizi çeker, o ibreye bakardık, çünkü bizim için yeni! O tartıların
kimisi kolludur. “5 kg” istedik, kolu bükerek 5’e
getirir, 5 kg şeker koyunca ibre 5’i gösterir. Gittik,
5 kg şeker istedik. Tam 5 kg tarttı, çünkü 5 kg
ücreti ödeyeceğiz. Onun tam 5 kg tartması farzın örneğidir. İbre 5’i gösterdi mi farz tamam demektir. Ama tartan kişi bir iki gram fazla tartsa
sevinirsin. Halbuki 5 kg şekerin içinde bir önemi
yok ama ibrenin azıcık geçmesi seni sevindirir.
Veya 5 kilograma tam gelmedi bu sefer üzülürsün. Ya altı üstü bir tatlı kaşığı şeker, eksik olsa ne
olur ki! Ama yüzün değişir; “ne adam be, nelere
tamah ediyor, alt tarafı bir kaşık şeker” diye düşünürsün. O düşünce seni günlerce meşgul eder.
Niye? 5 kg’ı tam almadın diye! Bu duygu nereden geliyor biliyor musun, bu duygu nereden,
110
YILMAZ DÜNDAR
düşünebiliyor musun, bu sana nereden geliyor?
Bu, biraz önceki hadisin duygusudur! Buyurdu
ki; “Farzları tam olursa ondan hoşlanırım! İki üç
gram da fazla olursa sevinirim.” Sen de öylesin!
5 kilogramlık koca torbada bir kaşık fazla şekere seviniyorsun: “Ne iyi adam, gözü tok, gördün
mü, şekeri fazla verdi” diyorsun.
Ancak dikkat edin, onun o fazlayı verebilmesi
için önce 5 kilogramı tamamlaması lazım, o farz!
Farz bitmeden nafilenin olmayacağı anlaşıldı
değil mi? Eğer bahsettiğimiz bu davranış salât
ise farzları yerine getirdin, tamam. Ama “daha
iyisi nedir, acaba daha ne yapabilirim?” dersen
bu sefer karşına Efendimiz (SAV)in sünnetleri
çıkar. Vakit sünnetlerini yapıyorsun, ama “daha
iyisi, ilerisi nedir?” dersen; karşına işrak çıkar,
kuşluk çıkar, önemli gecelerdeki bazı sünnetler
çıkar… Bunları yapmasan da olur. Ama sen farzı
tamamladıktan sonra “daha iyisi ne?” çalışması
yapıyorsun. Çünkü “o Bana yaklaşır ve Ben onu
severim” hitabına nail olmak, muhatap olmak
istiyorsan bunu salâtlarda, oruçta yapabilirsin...
Her halin farzı sonra da nafilesi vardır. Ama
bunu uygularken önemli olan çok önemli prensip, mutlaka “kendine göre bir ORTA YOL” tesbit etmektir. Herkesin orta yolu farklıdır, yapısına göredir. Eğer kişi “daha iyi ne yaparım?”
duygusuna aşırı kapılırsa farzlardan da perdelenebilir. Bu yüzden, “makbul olan az da olsa
devamlı yapılan” ibadetlerdir. Devamlı yapılan,
yani sürdürülebilir olan doğrular makbuldür...
Her olay ve davranışta davranışların her birine
111
İNŞİRAH
ait orta yol farklı olduğundan, kendi sürdürülebilirliğinizi tesbit etmeniz bu yüzden önemlidir.
Her bir davranış için kendi orta yolunuzu tesbit
edip, nafileleri de o orta yol içerisinde yapmakta
fayda vardır. Bu devam ederse nafilelerle bir şey
başlar? Nafilelerle TAKVA başlar; kişiyi takva ehli
yapan nafilelerdir. Farzdan sonra takva başlar.
Ayet buna işarettir; “insanlar ancak takvaca ayrılırlar.” (Hucurat-13). Anlıyoruz ki; insanlar farzı,
şart olanı yaparken aynıdırlar, ancak ondan sonra daha iyiyi yaparken takvaca ayrılırlar...
Bazen “kaza namazı, namaz borcu” gündeme
gelir ve bazı âlimlerin “bir kişinin namaz borcu
varsa sünnet ve nafileleri yapmaması gerekir”
dediği ileri sürülür, tartışılır. Söylenenler mantıklı gelse bile konulara daima “ayet ve hadislerde
bu iş nasıl?” diye bakmak lazım. Bakıyoruz hadislerde öyle bir şey yok! Efendimiz bu işten habersiz değildi, bizi uyarırdı, “eğer şöyle işleriniz
varsa böyle yapın” derdi. “Efendimiz döneminde böyle kimseler yoktu” denirse bu mazeret
olmaz. Çünkü Efendimiz bazı hadislerinde bugünleri anlatıyor değil mi? Bugünkü ümmetin
halini, hatta gelecek ümmetlerin nasıl davranacaklarını söylüyor. Dolayısıyla bizi uyarırdı, bir
öğütte bulunurdu. Hadislerde şu vardır: “Hesap
zamanında bir kulun farzları yeterli gelmezse
Rabbi; ‘nafilelerine bakın, yok mu’ der buyruluyor. Demek ki, yapılan nafileler farzları tamamlar. Bu yüzden, eğer nafile yapacaksak şöyle bir
yol öneririm. Önce normal salâtı bozmayın.
İkindi Salâtı’nı ikame edeceksin, onun kendine
112
YILMAZ DÜNDAR
ait bir sünneti ve kendine ait bir farzı var. “Benim zaten çok borcum var bu yüzden sünneti
yapmasam da olur, onun yerine ben kaza kılayım” dersen olmaz. Onun yapısını bozmamak
lazım. Onu Efendimiz nasıl yapmışsa olduğu
gibi öyle muhafaza etmek gerekir. Onu sünnetiyle farzıyla yerine getirmeliyiz. Ama diyelim ki
işrak vakti salât ikame edeceksin, niyet ederken
“işrak salâtı, nafile salatı” demen gerekmiyor,
orada kaza namazı için niyet edebilirsin. Çünkü
önemli olan o vakitlerde (işrak vaktinde, kuşluk
vaktinde) salât ikame ediyor olmaktır. Mesela, eğer işrak vaktinde hiç değilse iki rekât salât
ikame edersen Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, tam bir hac ve umre sevabı
verilir. Sabahın farzını yerine getirmişse! Efendimiz buyuruyor: “Kim sabahın farzından sonra
işrak vaktine kadar geçen süreyi dünya kelamı
olmadan, dünyayla meşgul olmadan zikrullahla
geçirip işrak vaktinde (güneş doğup ta en az yarım saat geçtikten sonra) iki rekât salât ikame
ederse tam hac ve umre sevabı alır.” Bir teşvik
var ve anlaşılsın diye üç kere tekrar var. “Hac ve
umre görevinden azat olursunuz” demiyor, hac
ve umre sevabı alırsınız. O vakitte iki rekât salât
ikame edeceksen kamet getirip, “Allahım daha
önce vaktinde ikame edemediğim üzerimde bulunan en son sabah salâtına ait farzı bu vakitte
kaza ile ikame edeceğim” dersin. İşrak vaktinde
iki rekât değil daha fazla da ikame edebilirsiniz.
Diyelim ki, dört rekât ikame edeceksin, ona da
“öğlen salâtının farzı” diye niyetlenirsin. Hem
nafilenin (işrak vaktinde salât ikame etmenin)
113
İNŞİRAH
sevabını alırsın, hem de Rabbin kabul buyurursa
senin üstünde bulunan bir farz salâtı yapmışsın
sayar. Dilerse! Bizim dikkat edeceğimiz şey normal salâtları sünneti, farzı, son sünnetiyle formunu bozmadan yapmak! Onu yaptıktan sonra
işrak, kuşluk gibi nafile vakitlerde, daha önce
yapmadıklarının yerine telafi niyetiyle salât ikame edersin, çok da güzel olur. Hem o kuşluğun
sevabını alırsın, hem de diyelim ki bir öğleni
ikame ettin, bir ikindiyi ikame ettin, ondan da
Rabbin muaf tutar inşaAllah. Dilerse. Çünkü; kazaları ikame edin, kazalar kabul olacak diye bir
kural yok! Sen bir nafile ibadete böyle niyetlenerek Rabbinin dileğine sığınıyorsun. Alimlerin de
o konuda söylemek istediği aslında budur: “Sen
nasıl olsa işrakta salât ikame ediyorsun, o fırsatı
kaçırma. İkame etmediğin bir sabah salâtı vardı,
onun farzına niyetlenerek ikame et. Hem onun
hem de işrak vaktinin sevabını almış olursun,
inşaAllah” demek istiyorlar, yani müjdeliyorlar.
Aksi halde “şöyle yapın, şöyle yapmayın” gibi bir
şey söylemek kimsenin haddi ve görevi değildir,
kimse öyle bir şey diyemez. Ne söylenecekse
Efendimiz söylemiş bitirmiştir! Onu tercüme ve
yorumlarla değiştirmek, bazı eğitim yöntemlerinin emirsel uygulanmasıyla değiştirmek olmaz.
Kur’an bile emir olduğu halde “emir veriyorum”
demiyor, “o bir öğüttür” diyor. Kur’an bir öğüttür ama günümüze gelinceye kadar o öğüt emir
cümlesine dönüşmüştür. Âlimlerin bu konudaki
cümleleri de öneridir: “Nasıl olsa bu nafileyi yapıyorsun, bari şu fırsatı da kaçırma” diyorlar.
114
YILMAZ DÜNDAR
Burada “A”si yapıya ait bir özellikten bahsetmek istiyorum: “A” Takdim Formu “BEN” kesretten/çokluktan kurtulma çalışması yapmaz! O
ancak “tanrısal tanımlardan” kurtulma çalışmaları yapabilir. Onun yaşadığı dünyada her şeyin
bir tanrısal tanımı vardır, o tanımlardan kurtulmanın çalışmasını yapar, yapabilir. Allah’ın yarattığı kesrete tanrısal tanımlar konulmuştur, bu
tanımlara göre günahlar ve yasaklar oluşturulmuştur, o onlardan kurtulma çalışması yapabilir.
Kesretten kurtulma çalışmasını “B” Takdimindeki kişi yapar! Yani “kesretten kurtulma çalışması” veli zatın işi ve uğraşısıdır. Kişi gerçek kesrete
ancak nefs-i mutmainne’ye geldiğinde geçer.
Gerçek kesret Esma Dünyası’dır, kesret âleminin
kendisi Esma Âlemi’dir. Normal hayat diye yaşadığımız onun tanrısal tariflerle damgalanmış halidir. Önce ondan kurtulmak lazım! O tanımlar
esfele safiliyn yapının tanımlarıdır, “A” Takdim
Formu “BEN” işte onlardan kurtulmalıdır. Eğer
siz bunu fark etmez de “A” yapıya kesretten kurtulma çalışması yaptırırsanız yanlış olur. Bocalar,
yapamaz! Hem işin içinden çıkamaz, hem ruhsal
dengesi bozulur hem de günahlardan kurtulamaz; çünkü o günahları umursamaz! Veli çalışmasının içinde “günahtan kurtulma çalışması”
olmadığı için kişi veliyi anlatan bir şey okur, onu
okuyunca “günahtan kurtulma çalışması yok!”
zanneder. Çünkü velinin çalışması içerisinde
öyle bir şey yazmıyor diye “demek ki, böyle bir
çalışma yok” der. Hayır! O veli, o zulmetten kurtulma işini bitirmiş! Dolayısıyla, velinin kesretten
de kurtulma çalışmalarının anlatıldığı yerde “gü115
İNŞİRAH
nahtan korunma çalışmaları” yer almamış olabilir. Sen ona bakıp kesretten kurtulma çalışması
yapamazsın. Velayet noktasına gelmeden yani
günahlar ve tanrısal tanımlardan kurtulmadan
velinin uğraşı alanına giremezsin. Sen önce günahlardan kurtulma çalışması yapacaksın. Bu
çok önemli bir şeydir. Olmazsa olmazdır!
Nefs-i levvameye girmenin şartı nedir? Mutlaka ve mutmain olarak Billahi anlamında imanın açıklanması! Nefs-i levvameye girmek için
gerekli olan budur. Ancak bu deklarasyonu yapmakla “A” Takdim Formu “BEN”in yaşantısı hemen Billahi idrakinde bir yapıya dönüşmez, hemen tam uygun hale gelmez. “A” takdimindeki
“BEN” yapınızın yaşantısını bu Billahi anlamındaki iman deklarasyonuna geri dönüşsüz biçimde uygun hale getirdiğinizde “A” takdimindeki
BEN, artık “B” Takdim Formu “BEN” olur.
Yeri geldiği için günah nedir, tarif edelim. Ve
iki tip günahı, onların ne olduğunu açıklayalım.
Lütfen dikkat edin, anlatacaklarımız günahla ilgili kavramlar için önemlidir. Bir ŞİRK GÜNAHI
vardır. Eğer bir kişi imanını Amentü Billahi anlamında mutmain olarak deklare ederse bu günahtan (Şirk Günahı’ndan) kurtulur. “Böyle söylüyorlar, ben de öyle söyleyip kurtulayım” diye
değil de inanarak söylerse şirk günahından kurtulur. Billahi imanını mutmain olarak açıklamak
nedir? Var görünüşünü bile eş koşmadan Allah’a
iman etmektir. “Ben varım ve muhtarım” iddiası olmadan Allah’a iman etmektir. Böyle iman
eden şirk günahından kurtulur. “Allah dûnunda
116
YILMAZ DÜNDAR
bir varlık yok! Bu yüzden varım ve muhtarım
demiyorum. Var görünüşümü Allah’a eş koşmadan iman ediyorum” diyen şirk günahından
kurtulur. Bu öyle önemlidir ki... Onun önemini
Zümer Sûresi 65. ayetle anlamaya çalışalım:
“Eğer şirk işlerseniz tüm amelleriniz boşa gider.” (Zümer-65).
Kişi Billahi anlamındaki imanını deklare etmekle bu ayetin muhatabı olmaktan kurtulmuş,
yani şirk düşüncesinden kurtulmuş olur. Fakat;
bunu deklare etmesine rağmen henüz onun
yapısı ve fiilleri bu deklarasyona, bu açıklamaya
uymuyordur. O zaman onun için yeni bir mücadele var: Fiillerini bu deklarasyona uydurmaya
çalışacak! O ancak bu mücadeleyi tamamlayıp
bitirince B0noktasına (velayet kapısına) gelir. Bu
noktaya gelene kadar olan mesafe çok önemlidir, sevabı çok yüksek bir yoldur/yolculuktur...
Nefs-i levvame’de esfele safiliynle mücadele edilen bu halin, bu sürecin sevabı ayette şöyle açıklanıyor: “Fetih gelmeden (B0 noktasından, velayet kapısından) önceki bu halin derecesi daha
â’zamdır (daha yüksektir).” (Hadid-10).
Şirkten kurtaran açıklamayı yaptın ve şirk günahından çıktın, şimdi mücadele etmen gereken
günah ŞİRK FORMATI KAYNAKLI GÜNAHtır.
Şirk formatı var, o duruyor. O durduğu için şirk
formatından kaynaklanan günahlar oluşmaya
devam eder. Ama bu formatın ürettiği günahlar
şirk günahı değildir. Bu nokta da çok önemlidir.
117
İNŞİRAH
“Eğer bir kişi şirk günahında değilse, Allah
onun diğer günahlarını dilediğine dilediği şekilde bağışlar.” (Nisa-48).
Fark ettiniz mi? Kişi bu deklarasyonu yapmış,
sonra da her türlü halini ve fiillerini bu deklarasyona uydurma çalışması yapıyorsa, bu mücadele sürerken meydana gelen günahları “dilersem bağışlarım” buyuruyor. Bunun için Amentü
Billahi deklarasyonunu umursamak ve fiillerini
ona uygun hale getirme çalışması yapmak şarttır. Deklarasyonu yapıp bir daha gözükmeszen
olmaz! Yani “ben sınava gireceğim” deyip çalışmamak, sınava gitmemek gibi! Öyle iş olmaz! Bu
deklarasyonun gereği mücadeleyi yapacaksın.
Bu mücadeleyi yapıyorsan ayette sana; “bu mücadele sırasında meydana gelen günahları dilersem bağışlarım” diyor. Yeter ki şirk olmasın! ŞİRK
varsa zaten hepsi boşa gidiyor...
“Ârife tarif gerekmez” sözüne de bir bakalım.
Onu tarif edelim, tarif ettiğimizde onu daha iyi
anlayacağız. Bu sözü günlük hayatta da kullanırız? “Arife tarif gerekmez. Çünkü arif olan anlar,
ona tarif etmeye gerek yok, tarifini bilir” deriz.
Ama bizim şimdi bahsedeceğimiz mana bu değil, böyle değil! “Arife tarif gerekmez” demek;
arif artık tarif işini bıraktı, tanrısal tarifleri bıraktı
demektir. Kişi ne zaman arif olur, ne zaman tanrısal tarif işini bırakır? B0 Noktası’ndan sonra! O
B0 Noktası’na gelene kadar tanrısal tarifleri yıktı
yok etti ve bu notayı geçti. Artık o esma dünyasında, artık tarifle meşgul değil, bu yüzden
ona tarif gerekmiyor. O artık tarif istemez! Esma
118
YILMAZ DÜNDAR
dünyasında olduğu için tarif onun için günahtır
artık, tarif onun için küfürdür. Arife tarif bu yüzden gerekmez! Diğer manada değil, tarifi bildiği
için değil! Arif olmak için tariften kurtulmak gerektiği için! Tariflerden kurtulunca arif olursun.
“Onlar ki (o Kul’larım ki), kavl’i (hakkani
sözü) işitirler de onun en güzeline tabi olurlar.
İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer-18).
Bu ayetle birlikte yerimize geldik, Lüb’e geldik. Ayet Lüb sahiplerinin bazı özelliklerini veriyor: Onlar kavli/hakkani sözü işitirler ve onun
en güzeline tabi olurlar. Onlar Allah’ın hidayet
ettiği kimselerdir. LÜB SAHİPLERİ Lüb’leri aktif
olanlardır, Lüb’leri Sadr’ı etkisine almış olanlardır. Lüb nuru dâhil bütün nurlar zaten çalışıyor,
ama önemli olan Lüb nurunun Sadr’ı etkisine almasıdır. O nur Kalb’i ve Sadr’ı etkisine aldığında
o kişiye LÜB SAHİBİ diyoruz. Çünkü onun sadrı
“lüb, lüb” diyor... Ayetteki şu vurguyu fark edin:
“Onlar Allah’ın emrini işittiklerinde tabi olurlar” demiyor. Ne diyor? “Hakkani sözü işitirler
de onun en güzeline tabi olurlar!” Yani en iyisini
yapmaya çalışırlar, çünkü onlar nafileciler! Farzı
tamamladı, nafileyi yapıyor! Lüb sahipleri nafilecilerdir. Nafilenin önemini ayetle ortaya koymaya çalışıyoruz: “İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği
kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer-18).
Ayette geçen “en güzel” Allah’ın emirlerinin
kıyası olarak “en güzel” değildir. “Allah birçok
emir vermiş, bazıları güzel bazıları değil, kişi de
119
İNŞİRAH
en güzelini seçiyor” gibi anlaşılmasın. “Onlar uygulamanın en güzelini seçerler, uygulamanın en
güzeline tabi olurlar, onlar uygularken en güzeline tabi olurlar.” Ayet Lüb Sahiplerini böyle tanımlıyor. Geldiğimiz noktada Lüb Sahiplerini ve
özelliklerini anlamaya tanımaya başlıyoruz.
Lüb Sahipleri Ehli Takva’dır. Biraz önce “onlar nafilede yarışır” demiştik. Nafilede yarışanlar
takvada yarışıyorlar demektir. “Nafilede yarışan”
olmak öyle enteresan bir şeydir ki... Diyelim ki
bir AVM’ye gittiniz. Çok gösterişli, çok zengin birini gördünüz, içinizden bir sevgi duyar mısınız?
Onu çok yakınınız gibi, akrabadan gibi görüp
sever misiniz? Aklınıza bile gelmez. Bazılarının
kıskandığı, bazılarının imrendiği, bazılarının siyasi olarak düşman olduğu o kişi böyle bir dünya azığına sahip olmasına rağmen ona özel bir
yakınlık hissetmezsiniz. Ama diyelim ki bir mescide, bir camiye gittiniz. Baktınız bir adam öyle
güzel oturuyor, kalktı huşu içinde bir güzel salât
ikame ediyor. Onu seversiniz, size akrabanız gibi
gelir. Oysa sizinle ne ilgisi var? Ne yapıyorsa kendine! Salâtı da kendine, duruşu da kendine! Sizin
için olursa zaten şirk olur. Onun herşeyi kendine
olduğu halde, size hiçbir faydası olmadığı halde,
onu tanımadığınız halde akraba gibi ısınır seversiniz. Orada onu seven kim? Bu çok enteresandır; sizde onu seven kim? Bilmeden o sevgiye sahip çıkıyorsunuz ama sizde onu seven kim? Onu
neden seviyorsunuz, neden içiniz ısınıyor? Onu
sevme nedeniniz onun edindiği azıktır! Diğeri
dünyaya, bu ise ahirete azık yapmış. Bakıyor120
YILMAZ DÜNDAR
sun, üstünde ahiret azığı var seviyorsun! O onun
azığı, ama sen onu seviyorsun. O zengin adama
hürmet göstermedin ama buna muhabbet duyuyor hürmet ediyorsun. Onun haline hürmet
etmenin nedeni nedir acaba? Bu hürmet neyin
göstergesi? Çok enteresandır, haliniz kendiliğinden Allah yolunda olanı seviyor. Kendiliğinden
ona bir muhabbet, bir yakınlık duyuyorsun. Bu
halinle sen nafileyi (takvayı) seviyorsun aslında!
Lüb Sahiplerinin bir özelliği de Ehli Takva olmaları değil miydi? Onlar takva sahibidir. Zümer18’den öğreniyoruz ki; “Lüb Sahipleri hakkani
sözü işitirler ve onun EN GÜZELine tabi olurlar.”
“O Hikmet’i dilediğine verir. Kime Hikmet
verilirse gerçekten ona pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası anlayamaz.”
(Bakara-269).
Lüb’ü ve Lüb sahiplerini ayetlerden tanımaya çalışıyoruz. Ayet onların bir başka özelliğini
açıkladı: Kime Hikmet verilirse gerçekten ona
pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiplerinden
başkası anlayamaz.” Anlıyoruz ki, Lüb sahipleri
Ehli Hayr ve Ehli Hükm’dürler; yani hüküm sahibidirler, hayr ehlidirler. EHLİ HAYR olmak nedir?
Düşünceleri, sözleri, fiilleri bâtıl olan her şeyden
arınmış (hayr üzere) olup bu halin hayretlerini
yaşıyor olmak ehli hayr olmaktır. Onlara çokça
nimetler verildiğinden birçok da hayret yaşıyordurlar. Peki, EHLİ HÜKÜM ne demektir? Hikmeti
kavrayabilen akıl sahibi demektir. Onlar hikmeti
kavrayabilen akla sahip, Allah’ın hükümlerinin
hikmetini görebilen kişilerdir. Lüb Sahipleri’nin
121
İNŞİRAH
özelliklerinden üçü: Onlar Ehli Takva, Ehli Hayr
ve Ehli Hükm’dürler.
“Muhakkak ki; Semavat ve Arz’ın halkedilişinde, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde lüb sahipleri için ayetler vardır.” (Al’u İmran-190).
“Onlar (Lüb sahipleri) ki, kıyamda (ayakta),
kuud’da (otururken) ve yanları üzere oldukları
halde Allah’ı zikrederler; Ve Semavat’ın ve Arz’ın
halkedilişi hakkında tefekkür ederler; (Ve şöyle
derler;) Rabbimiz bunu bâtıl olarak yaratmadın.
Sen Sübhan’sın, bizi narın azabından koru.” (Al’u
İmran-191).
Lüb Sahipleri EHLİ ZİKRdirler, son iki ayette
bu anlatılıyor: “Tefekkür ederler ve şöyle derler...”
Ayet “onlar tefekkür yaparlar” diyor. Demek ki,
Lüb Nuru Fuad’a Hakk Yol’da bir analiz ve sentez
yaptırıyor, Hakk yolda tefekkür yaptırıyor. Ve bu
tefekkürle Hakk bir sonuca ulaşıyorlar. Ve bu sonuç kalbe tesbitleniyor. Bu tesbit bir sığınış/sakınış ve dua içeriyor. Yani tefekkürlerinin sonunda
mütekebbirlik yok! O tefekkürle El Hüsna’yı tasdik ediyorlar, o tefekkürün sonunda sığınış, sakınış ve dua var! Nurların her birinin verdiği korku
ve ümit başka olduğu için, Lüb’de çalışan nur
olan Tevhid Nuru’nun da verdiği bir korku ve
ümit vardır. Bu yüzden, tefekkürleri sonucunda
onlar da bir sığınış, sakınış ve dua haline giriyorlar. Lüb sahibi tefekkür ediyor, tezekkür ediyor,
ittika ediyor. Zaten ayetler; “Lüb Sahipleri tefekkür ederler, tezekkür ederler” demekte ve “ittika
edin” diye de uyarmaktadır.
122
YILMAZ DÜNDAR
“Muhakkak ki, azığın en hayrlısı takvadır. Ey,
Lüb Sahipleri Ben’den ittika edin.” (Bakara-197).
Azık’tan bahsetmiştik. Biriktireceğimiz azığın
hayrlısını şimdi Yaratan bize öneriyor: Azığınızın
en hayrlısı takvadır. Ey lüb sahipleri, Ben’den ittika edin; yani Ben’den sakının, bana eş koşmayın.
İTTİKA ETMEK sakınmaktır; eş koşmamak için
sakınmaktır. LÜB SAHİPLERİ iyi biliyorlar ki, eş
koşarlarsa herşey boşa gidecek, bu yüzden sakınıyorlar. “İttika edin” demek “Ben’den sakının
da sakın “BEN”lik ortaya koymayın, yani MÜTEKEBBİR olmayın” demektir. İttika edin; MÜTEKEBBİR OLMAYIN...
“HU ki, Kitab’ı sana inzal etti. Ondan ayetler
muhkemdir. Ki onlar Ümmü’l Kitap’tadır. Ve
diğerleri (ilk, ana, kök) olmayanlar) ise müteşabihdirler. Ama kalblerinde zey’ (art niyet) olanlar fitne isteyerek ve onun te’vilini arzu ederek
ondan sadece müteşabih olanına tabi olurlar.
Onun te’vilini ancak Allah ve ilim’de rasih (derinleşmiş) olanlar bilir. (Bu âlimler) şöyle derler;
“O’na iman ettik, hepsi Rabbimiz indindendir.”
Bunu Lüb sahiplerinden başkası tezekkür edemez.” (Al’u İmran-7).
Ayet bir uyarı ile bitiyor: Lüb sahiplerinden
başkası ibret alamaz! Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetlerin olduğunu, bazı kimselerin bunlardan yalnızca müteşabih olanlara yaslandığını,
oysa onun açıklamasını yalnızca Allah ve ilimde
derinleşmiş olanların bildiği açıklanıyor. Bu arada Lüb sahiplerinin bir yeni özelliği daha veriliyor: Onlar TEZEKKÜR edendir, ayetlerden ibret
123
İNŞİRAH
alandır. İBRET ALAN yararlanan demektir. Onlar
OKUduğundan ibret alandır, yararlanandır.
“De ki: “Habis tayyib ile müsavi olmaz. Velev
ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de. O halde
ey Lüb sahipleri, Allah’tan ittika edin ki, felaha
eresiniz.” (Maide-100).
Benzer kıyasları ayetlerde göreceğiz. Burada
habis ile tayyib kıyaslanmakta, eşit olmadıkları
söylenmektedir. Meallerde HABİS “kötü” olarak
tanımlanmış; “kötü ile iyi bir olmaz” diye açıklanmıştır. Ama bunun Muhammedi manasını
bilmek için tanımını tam yerine koymak lazım.
Çünkü “kötü”nün ve “iyi”nin tanrısal dünyada
oraya ait de manaları var. Allah’a ortak olarak
yapılan, şirk içeren her türlü hal HABİS’tir! Allah’ı
örten her türlü hal habis, necis ve pistir. Habis;
necis, pis, iflah olmaz, düzelmez demektir! Ayet
“velev ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de”
diyor, buraya dikkat edelim. Ayetler “Lüb sahipleri tezekkür eder” dediğine göre, eğer biz Lüb
sahibi olmaya talib isek, Lüb sahibi olmak için
önce “lüb sahibi gibi” davranmalıyız. Bu taklid
çok önemlidir. Korkmayın, bu insanı taklid ehli
yapmaz. TAKLİD EHLİ; Billahi anlamında iman
açıklamamış kişidir, onun yaptıkları taklid ehline ait işlerdir. “Amentü Billahi” kapsamındaki
imanı deklare etmiş kulun yaptıkları taklid değildir. O hal şuna benzetilebilir: Bir çocuk konuşmayı öğrenirken evdeki büyüklerini taklid eder,
hatta büyüklerinden ayrı tutulsa konuşmaya
geç başlar. Niye? Taklid edemiyor! Konuşmayı
öğrenirken siz ona “sen taklid ehlisin” diye kızar
124
YILMAZ DÜNDAR
mısınız? Çocuk büyüklerini taklid etmeden bir
çok işi yapamaz. Demek ki, doğru yolda taklid
gerekiyor. Korkmamak lazım. Veliyi taklid etmeden veli olunmaz, Lüb ehlini taklid etmeden Lüb
ehli olunmaz. Ama “B” imandan sonra ve nefs-i
levvamede iseniz bu böyledir! “B” imanını açıklamamış ve nefs-i levvamede değilseniz siz zaten
taklid ehlisiniz, o zaman tüm yaptıklarınız için
size TAKLİD EHLİ denir.
Allah’ı örten herşey habistir. TAYYİB temiz
demektir; Hakk yoldaki her davranış temizdir,
tayyibtir. Bazı arkadaşlarınız olur, tanışırsınız,
bakarsınız ki herşeyi temiz herşeyi! Sözü temiz, bakışı temiz, yürüyüşü temiz, niyeti temiz,
aklı temiz, kalbi temiz, herşeyi temiz. Hakk yol
böyledir; onun herşeyi temiz, tayyibdir! Diğeri
HABİS’tir, herşeyi kötüdür, bir şeyi iflah olmaz.
“Habisin çokluğu sizin hoşunuza gitse de!”
Habisin çokluğu kimin hoşuna gider? Sizin esfele
safiliyn yapınızın! Ayetin “siz” derken kast ettiği,
sizin kendinizi içinde bulduğunuz ve mücadele
etmeniz gereken o yapıdır. Habisin çokluğu mücadele etmeniz gereken o yapının hoşuna gider
deniyor. Kendinizi içinde bulduğunuz o yapı habisin çokluğunu sever: Çok evi olmasını sever,
çok arabası olmasını sever, çok parası olmasını
sever. Ama Allah ve Rasulü çok umurunda olmaz! Bazen habis o kadar çok olur ki, Allah ve
Rasulü hiç aklına gelmez... Her işi rayında gider;
sağlığı çok iyi, işi çok iyi, eşi çok iyidir... Bazıları da
ona bakar, der ki; arkadaş adamın dinle diyanetle işi yok, tuttuğu altın oluyor, evinde bir neşe,
125
İNŞİRAH
bir şakırtı, bu nasıl iş? Böyle düşünür ve yanılır!
Allah ona öyle “çok” şey vermiş ki, ona Kendini unutturmuş... Onun neyine özeniyorsun? Bu
haline mi göz dikiyorsun? Ama bir yanda da bir
gariban vardır; hastanede kuyruktadır, bekler
sıra gelmez, geri döner. Acıdan “Allah, Allaah,
Allah” der, inler. İşin aslını görürsen bu şanslıdır!
Efendimiz buyurur: “Bu dünya bir ağacın gölgesinde oturdun, dinlendin, kalktın gibi bir şeydir.” Ağaç gölgesinde servetin olsa ne olur, biraz
sonra kalkıp gideceksin ya! Veya istasyonda tren
bekliyorsun, birisi gelmiş; “şu büfe çok kar eder
sana satayım” deyip duruyor. Az sonra trene binip gideceksin, ne işin var büfeyle? Dünya böyle
bir şey! Azrail çekmiş sreni, tren geliyor; sırayla
birileri binecek! Her an hazır ol! Valizini hazırla,
azığını hazırla [en hayrlı azık takva], hazırla ve
bekle! Ama sen biletini almamışsın, valiz boş,
hangi trene bineceğini bilmiyorsun, istasyonda
arsa kapma peşindesin. Olacak iş mi ya! Bu yüzden ayet; “senin o yapın habisin çokluğunu sever. Ama bunu Lüb sahipleri anlar” diyor. Bunu
anlayın, tefekkür edin, ittika edin; esfele safiliynin cazibesine kapılmayın! Ki felaha eresiniz!
“And olsun ki, onların kıssalarında Lüb sahipleri için bir ibret vardır. O (Kur’an) beşer tarafından uydurulan bir söz değildir. Velâkin kendinden öncekileri tasdik eden, herşeyi tafsil eden
ve iman eden bir kavm için de hüda (rehber) ve
rahmettir.” (Yusuf-111).
126
YILMAZ DÜNDAR
“Ancak: “Rabbinden inzal olunan Hakk’dır”ı
bilen kimse âmâ kimse gibi midir? Yalnızca Lüb
sahipleri tezekkür eder.” (Ra’d-19).
“Bu insanlara bir tebliğdir; onunla uyarılsınlar,
O’nun İlahun Vahid olduğunu bilsinler ve Lüb
sahipleri tezekkür etsinler diye.” (İbrahim-52).
“(Bu) sana inzal ettiğimiz bir Kitab’tır, mübarektir. Onun ayetlerini tedebbûr etsinler (derinlemesine tefekkür etsinler) ve Lüb sahipleri tezekkür etsinler diye.” (Sâd-29).
“Böylesi mi, yoksa sacid (secde eden) ve kaim
(kıyam eden) olarak gecenin vakitlerinde kânit
(müstakiym), ahiretten hazer eden (ikan hale
yaraşmayan davranışlardan sakınan) ve Rabbinin rahmetini uman mı? De ki, “Hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu (eşit olur mu)?” Ancak Lüb
sahipleri tezekkür eder.” (Zümer-9).
“Âmâ ile basıyr bir olmaz. Zulmet ile nur da
bir olmaz. Zıll ile harur da. Diriler ile ölüler de bir
olmaz... Muhakkak ki; Allah, dilediğine işittirir...
Sen kabirlerin içindeki kimselere işittirici değilsin. Sen ancak bir uyarıcısın.” (Fatır; 19-23).
“ÂM” kalbiyle göremeyendir! Kafa gözü görmeyen değil, kalbi kör olan Fuadı aktifleşmemiş
kişidir. BASIYR kalbi ile görebilendir. Ayet, bu ikisi bir olmaz diyor. Âmâ ve Basıyr’in anlaşılması
için zulmet ile nuru, zıll ile haruru (gölge ile güneşli yeri) ve diri ile ölüyü de kıyaslayarak örnek
veriyor. Ayetteki DİRİ ve ÖLÜ idrakla ilgilidir. İdrak olarak ölü olanlar vardır ki, Allah dûnu’nda
varlık iddiasında bulunan Allah için ÖLÜdür.
127
İNŞİRAH
“Kabirlerin içindeki kimselere (ölülere) işittirici
değilsin” ifadesindeki KABİR İÇİNDE OLMAK;
doğruya/hakikate karşı kendini kabre sokmuşluk halidir. Hakikate karşı kendini kabre sokmuş,
tefekküre zincir vurmuş, hakikatın önünü kapatmış kişilere işittiremezsin. Kur’an Lüb sahipleri için öğüt, hatırlatma ve zikrdir. Görelim:
“Allah, onlar için şiddetli bir azab hazırlamıştır. Allah’dan ittika edin ey iman etmiş Lüb sahipleri! Allah size gerçekten bir Zikr inzal etmiştir.” (Talak-10).
“O’na (Eyyub’a) bizden bir rahmet ve Lüb sahipleri için bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla beraber bir mislini bağışladık.” (Sâd-43).
Eyyub aleyhisselamın hayatına baktığınızda,
döneminde ailesinin ve aşiretinin darmadağın
olduğunu görürsünüz. Daha sonra hem ailesi
hem de ümmetinin bir misli fazlası bir rahmet
olarak ona yine bağışlanmıştır. Sâd-43 “Bu Lüb
sahipleri için de bir öğüttür” diyor.
“Görmedin mi ki; Allah, Sema’dan bir su inzal etti de onu Arz’daki kaynaklara koydu. Sonra
onunla renkleri muhtelif ekinler çıkarıyor. Sonra
o ekinler kurur da sen onu sararmış görürsün.
Sonra onu bir hutam (kuru bitki, çöp) kılar.
Muhakkak ki bunda Lüb sahipleri için zikra (bir
öğüt, bir ibret) vardır.” (Zümer-21).
“Lüb sahiplerine bir hüda ve bir öğüt (hatırlatma) olmak üzere.” (Mü’min-54).
128
YILMAZ DÜNDAR
Lüb sahiplerini anlatan son ayet hukuki uygulama ile ilgilidir:
“Ey Lüb sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, siz bu sayede korunursunuz.”
(Bakara-179).
Ayetler bize Lüb sahiplerini anlattı. Böylece
Lüb’ü ve Lüb sahiplerini tezekkür ettiğimiz kısmı
tamamlıyoruz. Ancak Lüb’ü bir kez daha tanımlayalım: LÜB; kulun Muhtar olmadığını ve “BEN
varım ve muhtarım” zannından doğabilecek
her türlü şirk halini AKLIN fark edebilmesine
imkân sağlayan İhlâs Sûresi hakikatli bir nurdur.
Lüb’de çalışan Tevhid Nuru’dur. Bu nur kişiye
Tevhid’i, muhtariyetten kurtulmayı öğreten, yolunu gösteren bir manaya sahiptir. Lüb hali İhlâs
Sûresi’yle doğrudan ilişkilidir.
Lüb ehlinin haline ve yaşantısına talib olan
için ayet ve hadislerden bir öneri oluşturacağız
inşaAllah. Efendimiz (SAV) buyurdular:
“Muhakkak ki, HERŞEYİN BİR KALBİ vardır.
Kur’an’ın Kalbi ise YaSin’dir.”
“HERŞEYİN BİR NURU vardır. Kur’an’ın Nuru
da “Kul HUvallahu Ehad”dır.”
Bu hadisler ve açıkladığımız manalar doğrultusunda Kur’an bir bütün olarak ele alındığında;
O’nun Kalbi YaSin, O’nun Nuru ise İhlas’tır; oradaki manayı, idrakı açan nur ise İhlâs Sûresi’dir.
Bize Kur’an idrakını açacak olan bu nur nasıl
istenir? Onu da Kur’an’dan öğreniyoruz. Bize istemeyi öğreten ve bir ismi de “Talimi Mes’ele”
129
İNŞİRAH
olan bir sure vardır; Fatiha. Evet, bu nur Fatiha
Sûresi’yle istenir! Fatiha; anahtar, açan ve istemeyi öğretendir, öyle de isimlendirilmiştir.
Yasin, İhlâs ve Fatiha sureleri hakkındaki bu
bilgilerden sonra, izin verirseniz hadis kaynaklı
bir temenniyi paylaşmak istiyorum: Lütfen bir
plan yapınız ve hayatınız boyunca 500.000 İhlâs
Sûresi okumayı hedefleyiniz. Bu miktara hayatınız boyunca okuduğunuz tüm İhlâs Sûreleri
dahildir; salâtlarda okuduklarınız, okuduğunuz
diğer İhlâs’lar, hepsi dâhildir.
Bir diğer öneri ise, bu yolda hayrlı açılımlara
vesile olacak iki ayetin tefekkürüdür. O ayetlerin
adresini vereyim, sonra yeni bir konuyla (konumuz içinde yeni bir bölümle) devam edelim. Bu
iki ayet, Enbiya-29 ve Kasas-68’dir. İleride gelecek
ama siz Enbiya-29 ve Kasas-68. ayetleri tefekküre başlayın lütfen. Bu iki ayeti tefekkür etmek,
bazı şeyleri anlamamızı kolaylaştırır inşaAllah.
Yukarıda Lüb’ü ve özelliklerini ayetlerle anlamaya çalıştık. Artık sırasıyla Kalb’i, Fuad’ı, Sadr’ı
ele alacağız inşaAllah.
Kur’an Mesajı’nın doğru anlaşılabilmesi için
fark edilmesi ve manasının kavranılması gereken kavramlardan birisi mütekebbir kelimesidir.
Mütekebbir birçok ayette geçer ve Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı mesajla da çok ilişkilidir. İçinde
mütekebbir kelimesi geçen bazı ayetlere bakacağız, ancak önce şöyle bir parantez açalım.
KUR’AN’IN MESAJI tabiri çok kullanılır, hatta
yanlış da kullanılır. Kur’an nasıl bir kitaptır? İs130
YILMAZ DÜNDAR
terseniz önce nasıl bir kitap olmadığını vurgulayalım. Onu bir şifre, geleceği anlatan bir kehanet kitabı, bazı şeyleri fal gibi anlamaya yarayan
bir kitap gibi görmemek lazım! Bir kişi bu işlerle
meşgulse tamamen boş işlerle meşgul demektir.
Kur’an’da öyle bir şey yok ve Kur’an bir ansiklopedi falan değil! Kur’an insana tek bir mesaj
verir! O mesajın ne olduğunu “Sen Tanrı Mısın?”
kitapçığında anlattık, anlamaya çalıştık.
MÜTEKEBBİR kelimesi Kur’an’ın Mesajı’yla ilgili olarak çok önemlidir, mutlaka iyi anlaşılması lazım, mutlaka! “Mütekebbir” aynı zamanda
bir Esma’ül Hüsna’dır. Bir Esma’ül Hüsna olarak
Mütekebbir’in manası nedir? Esma’ül Hüsna
olarak Mütekebbir’i söyleyeyim: Mutlak BENlik
Allah’a aittir. Mutlak BENlik O’na ait olduğu için
“BEN” diyen yalnızca kendisidir, yalnızca Allah
“BEN” diyebilir. Kim “BEN” diyerek kendisine
varlık verirse, var oluşunun hakikatine ait benliği örtüp, göreceli benliği öne çıkarırsa bunun
sonucunu yanmak suretiyle yaşar. Kibriya O’nun
vasfıdır! Mütekebbir; ancak Allah’ın “BEN” diyebileceğini anlatan bir Esma’ül Hüsna’dır. Hatırlamak için ona değişik kaynaklardan bakın lütfen.
Mütekebbir ayetlerde kelime olarak geçtiğinde ona nasıl bir mana veriliyor? Genellikle “kibirli, kibirlenen” diye meal verildiğini görüyoruz.
Doğrudur da. Normal hayatta bir insana mütekebbir dediğinizde ona kibirli demiş olursunuz.
Mütekebbir, kendini bir şey zanneden ve kendini bir şey zannetmesini baskı unsuru olarak da
kullanan, kendini bir şey sanışını öne çıkaran kişi
131
İNŞİRAH
manasına kullanılır. Normal hayatta birisine “ne
kibirli adam” dediğinizde, siz aslında ona “mütekebbir” demiş oluyorsunuz, ama Kur’an’da kastedilen mana bu mudur? Kur’an’da söylenmek
istenen mana bu değil! Eğer siz halkın kullandığı
bu manayı meal olarak yazarsanız, Kur’an’ın o
ayetle açıklamak istediği şeyi örtmüş olursunuz,
o gözükmez olur! Daha önce bir ipucu vermiştik; bir fikriniz, bir davranışınız, bir düşünceniz,
bir yorumunuz, bir tanımlamanız “İslami midir,
Muhammedi midir?” bunu mutlaka test etmek
ve incelemek gerekir. Bu testi “mütekebbir” kelimesi için birlikte yapmaya çalışalım.
Mütekebbirin normal yaşantıdaki “kibirli, kibirlenen” şeklindeki manasını meal olarak alır,
ayeti böyle anlamaya çalışırsak bunu bir başkası
da, Muhammedi olmayan birisi de yapar. Onlar da kibirli kişiden rahatsız olur. Yani bir kişinin kibirli olmaması için mutlaka müslüman mı
olması gerekiyor? Müslüman olmayan birisi de
kibirli kişiden rahatsız olamaz mı? Olur! Bir kişi
müslüman olmadığı halde prensip edinip, “ben
mütevazi olacağım, kibirli olmayacağım” deyip
gayet mütevazi yaşayamaz mı? Onların kendi
dünyalarında hümanist ilan ettikleri kişiler öyle
değil mi? Ayetlerin “mütekebbir” olarak damgaladıkları, kınadıkları hümanist olmayanlar mı?
Öyle değil! Eğer onu böyle ele alırsanız ayeti ötelemiş olursunuz. Ama en sık yapılan da budur.
Bazıları Kur’an okurken birçok ayeti kendisiyle ilgili bulmaz ve öteler. Neden? Tanımların
yanlışlığı yüzünden. İnsan tanımları zihnine yan132
YILMAZ DÜNDAR
lış yerleştirdiği zaman ayetleri öteler ve “bana
hitap etmiyor. Ama hürmeten okuyayım” der.
Böylece kendisi için bir mesaj çıkaramaz. Böyle
yanlış tanımlanan Kur’an tabirlerinden birisi de
mütekebbir kelimesidir.
Kur’an’daki “mütekebbir” ifadesi meallerde
genellikle kişinin normal hayatı içindeki kibirli
davranışları olarak algılanıyor. Ama söz konusu
olan insanların normal yaşantılarında tanrısal
iddialarla birbirlerine sergiledikleri kibirli davranışlar değil! Nedir öyleyse? MÜTEKEBBİR’le
kastedilen mana kişinin bilerek veya bilmeyerek Allah’a karşı gösterdiği kibirdir. Ayetlerde
bahsedilen mütekebbir, insanlara karşı kibirli
olanın vasfı değildir! Bazı karakterlere mütekebbir diyen, onları mütekebbir olmakla suçlayan
ayetler sizin kendi aranızda birbirinize karşı kibirli halinizi hedef almıyor. Hedeflenen şey kişinin Allah’a karşı kibirli olmasıdır, Allah’a karşı
mütekebbir olmasıdır! Allah’a karşı mütekebbir
olan ne yapar? Allah’a karşı mütekebbir olan,
bilerek bilmeyerek, aslında şunu söylemektedir:
“Senden ayrıca ben de varım! Senden başka, senin dışında, senin dûn’unda ben de varım.” Bu
iddia şudur: Varım ve Muhtarım! “Ben de varım
ve muhtarım” demesi, o manaya gelecek şekilde düşünce ve fiiller üretmesi o kişinin Allah’a
karşı kibir yapmasıdır, Allah’a karşı mütekebbir
davranmasıdır. Böyle yapınca ne olur? Böyle yapan Allah üzerine YALAN uydurmuş olur. “Allah
üzerine yalan uyduranlar” tanımlaması ayetlerde o kadar çok geçer ki... Allah üzerine yalan uy133
İNŞİRAH
durmanın bir şekli de budur! YALAN; olmayan
bir şeyi söylemektir: Senin dışında ben de varım
ve muhtarım. Bu iddia ALLAH’A İFTİRA etmektir, O’nun hakkında yalan uydurmaktır. Böylece
o, Allah’a yalan uydurmuş olur, ayetlerin “Allah
üzerine yalan uyduranlar” dediği gruplardan
birine girmiş olur. Bu manadaki ayetlerin kapsadığı gruplardan birisi de “varım ve muhtarım”
idrakıyla yaşayanlardır; mütekebbirlerdir.
Hümanist birisinin kibirsiz davranışlarıyla ilgili olarak şu çok önemlidir: Hümanist bir tanrı,
böyle bir insan normal hayatta insanlara karşı
kibirsiz olabilir, kibirli davranmadan yaşayabilir,
bu hususta çok dikkatli ve özenli olabilir. Ama
bu davranışı, onun Allah’a karşı olan kibrini kaldırmaz. Çok önemli husus budur! Oysa biz onu
takdir edebiliriz, “ne mütevazi insan” diyebiliriz.
Biz onu neden takdir ediyoruz biliyor musunuz?
Bize iyi davrandığı için! Ama mesele insanların bize iyi davranması değil Allah’la ilişkisidir.
Kur’an’da hep ele alınan husus insanın Allah’la
olan ilişkisidir. Dolayısıyla bir hümanistin, bir
iyi insanın tanrısal yaşantısında kibirsiz davranmayı başarması onun Allah’a karşı olan kibrini
kaldırmaz. Normal yaşantıda mütevazi insan
olmak Allah’a karşı olan kibri kaldırmaz. Asıl
hedef Allah’a karşı kibirden kurtulmaktır. İnsan
“Allah’a karşı kibirli olmamak nedir?” öğrense ve
Allah’a karşı mütekebbir olmaktan kurtulabilirse, Allah’a karşı kibri kaldırabilirse doğal olarak
insanlara karşı da kibirli olmaz. Anlatılanlardan
134
YILMAZ DÜNDAR
“insanlara karşı davranışlar demek ki önemli değil” gibi bir anlam çıkarmak doğru olmaz.
Bazı yerlerde, hadislerde; “kâfirlere karşı kibirli olmak, onlara karşı kibirli yürümek” ifadeleri
geçer. O başka bir şeydir ve hadiste bahsi geçen
o halin “sadaka”ya giren kısmı da vardır. O farklı.
Bizim anlatmak istediğimiz önemli şey şu: Bir kişinin insanlara davranışlarına bakıp; “ben insanlara karşı kibirli değilim, kibirli davranmıyorum,
bunu başardım” demesi, bunu başarmış olması o kişinin Allah’a karşı olan kibrini kaldırmaz!
Çünkü kibir ilişkisini Allah’la kurmadı. “Allaha
karşı kibirli olmamak nedir?” bunu öğrenmeliyiz. Bu öğrenilir ve gereği de uygulanırsa, kendiliğinden insanlara karşı kibir de kalkar, bu yeni
öğrenilenin edebi içerisinde o zaten vardır. O
bilgi insanlara kibri de ortadan kaldırır. “Mütekebbir” bu anlattığımız şekilde düşünülmelidir.
“Kendilerine gelmiş bir sultan (delil, güç) olmaksızın ayetler hakkında mücadele edenler
var. (Bu mücadele edenlerin) onların sadrlarında ona asla ulaşamayacakları bir kibirden (varlık
duygusundan, “varım” duygusundan) başka bir
şey yoktur. O halde sen Allaha sığın. Muhakkak
ki, HU Semi’ul Basir’dir.” (Mü’min-56).
“Ayetler hakkında mücadele edenler” tabiri geçti. Kişi bunu okuyor ve ben ayetlerle mücadele etmiyorum ki diyor. Böyle deyip ayeti
öteliyor. Ayetin nasıl ötelendiğini anlamak için,
“ayetlerle mücadele edenleri” doğru tanımlamak gerekiyor. Kişi o tanıma girmiyorsa tamam,
ama o tanıma giriyorsa bir meselesi var demek135
İNŞİRAH
tir. Ayetler hakkında mücadele edenler kimlerdir tanımlayalım: AYETLERLE MÜCADELE,
ayetlere karşı şiddet içeren inkâr noktasından
başlayıp Kur’an’ı kabul ettiği halde içindekileri
umursamayan hayat tarzına kadar uzanan bir
yelpazedir. Allah’ın “ayetler hakkında mücadele
edenler var ya” dediği bir zümre var. Ayet onların özelliklerini, onların sadrlarını anlatıyor:
Kendilerinde bir delil, bir güç olmadığı halde,
dayanakları olmadığı halde Allah’ın ayetleriyle
mücadele eden bu güruhun iki ucu var: Bir uç;
en aşırı uçtur ki, ayetleri inkâr ediyor. İnkârla beraber ayetlere şiddetle saldırıyor, saldırı uyguluyor. Ayetleri hem inkâr ediyor hem de şiddetle
saldırıyor! Bir uç ayetleri böyle inkâr ediyor; bu
inkâr şiddet içeriyor, onlar mücadele ederken
şiddeti kullanıyor. Diğer uç; Kur’an’ı kabul etmiş
ama içindekileri umursamıyor; umurunda değil! Allah’ın ayetlerde insanlara “yapın” dedikleri
umurunda değil, “yapmayın” dedikleri umurunda değil... İşte skalanın iki ucu! Eğer sen bu skalanın bir yerine düşüyorsan ayetten alman gereken önemli bir mesaj var demektir.
Ayette bahsedilen bu gruptakilerin sadrlarında asla ulaşamayacakları bir şey var: Kibir! Kibir
duygusu! Varım duygusu! Varlık duygusu! Buradaki KİBİR varlık duygusudur, “Varım ve Muhtarım” iddiasıdır. Bu iddia nefsin şerrinin iddiasıdır,
nefsin şerrine aittir. Nefsin şerrinin hâkimiyet
yeri ise Sadr’dır, Sadr’da hâkimdir. Bu ayet bize
“kibir onların sadrlarındadır” diyor. “Varım ve
Muhtarım” dedikleri ama hiç ulaşamayacakla136
YILMAZ DÜNDAR
rı bir duygu (olarak kibir) var, o duygu onların
Sadrlarındadır. O nefsin şerrine ait bir duygudur,
yeri de Sadr’dır!
“HU SEMİ’UL BASIYR’dir.” Ayet “HU Semi’ul
Basıyr” Esma’ül Hüsna’sı ile bitiyor. Kur’an’da birçok ayetin Esma’ül Hüsnalarla bittiğini görürüz.
Eğer bir ayet Esma’ül Hüsna ile bitiyorsa aslında orada anlatılan o konuyla ilgili bir “kanunsal
mesaj” var demektir. Ayetteki konu ve ayette
verilen mesaj ile ilgili bir uyarı ve esma âleminin
bir kanunu söz konusu demektir. Bu çok farklı
ve başlı başına bir konudur, ayrıca ele alınması
gerekir. Şimdi nasıl Sadr’ı ele alıyoruz, onların da
böyle ele alınması gerekir. Şimdilik bu açıklama
ile yetinmiş olalım.
“Kibriya Semavat’ta ve Arz’da O’nundur. HU
Aziyz’ül Hakiym’dir.” (Casiye-37).
Allah bizi uyarıyor. Mü’min Sûresi 56. ayetteki “Varım ve Muhtarım” kibrini taşıyana diyor ki;
Kibriya Semavat’ta ve Arz’da ancak O’nundur,
O’na aittir!
“...Böylece Allah her mütekebbir cebbarın
kalbini tab’ eder.” (Mü’min-35).
MÜTEKEBBİR; Allaha karşı “ben de varım”
diyendir. CEBBAR; bu iddiasıyla çevresinde zorbalık yapandır. Allah, bunların kalbini tab’ eder,
mühürler. Mü’min-56’da bu duygunun sadrda
olduğunu ve nefsin şerrine ait olduğunu gördük. Onların sadrlarında böyle bir duygu var! Bu
ayette Allah, onlarla ilgili bir uygulamayı anlatıyor: Allah her mütekebbirin ve cebbarın kalbini
137
İNŞİRAH
tab’ eder! Allaha karşı “ben de varım” diyenin ve
bu iddiasıyla da çevresine zorbalık yapanın kalbini (tab’ eder) mühürleriz. Duygu sadrda olduğu
halde sadr mühürlenmiyor, kalb mühürleniyor,
fark ettiniz mi? “Kalbi mühürler” diyor. Bunları
bu hassaslıkta neden böyle tekrar tekrar vurguluyorum? Çünkü meallerde bunlar birbirine karışmış gitmiş. Ayette “sadr” yazıyor, yerine “kalb”
yazmışlar. Ayet “onların sadrında böyle bir duygu vardır” diyor, ama meal; “kalbinde böyle bir
duygu vardır” şeklinde yapılmış. Aslı öyle değil
ve o ifade mekanizmaya ters, olaya ters! Kur’an
kalbi de diğerlerini de yerinde kullanıyor ve kalb
gereken yere “kalb”, sadr gereken yere “sadr”,
fuad gereken yere “fuad”, lüb gereken yere “lüb”
diyor. Çünkü organizasyonda hepsinin yeri ve
görevi farklı, sadr, kalb, fuad ve lüb bir prosedürün parçalarıdır; onlar bir idrak yolundaki
önemli açılımları sağlayan noktalardır. Siz meal
yaparken onların yerini ve manasını değiştirirseniz okuyan yalnızca duygusal bir öğüt okumuş
olur, mekanizmayı öğrenemez. Sonuçta nasıl
davranacağını öğrenemez, bir amel çıkaramaz.
Mu’min-35’ten öğrendik ki; Allah kalbi tab’
ediyor. Sadrında mütekebbir duygusu olanın
ve bu konuda cebbar olanın yani bu duygusuyla etrafa zulmedenin, zorbalık yapanın kalbini
Allah’ın tab’ edip mühürlemesi öyle bir cezadır
ki... Düşünün ki, sadrda nefsin şerrine ait olan bu
mütekebbir duyguyu yok edecek şey kalbteki
açılımdır. Kalp mühürlendiği zaman artık o bu
işi çözemeyecek demektir, bu işten kurtulama138
YILMAZ DÜNDAR
yacak ve sonucunu yaşayacak demektir. Kalbdeki Lüb nuru ona Tevhid yolunu, doğru yolu
(sıratı müstakıym’i) gösteremeyecek demektir.
“Musa dedi; “Muhakkak ki, ben hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden (Allah’a
karşı ‘ben de varım’ diyenden) benim de Rabbim sizin de Rabbiniz’e sığındım.” (Mü’min-27).
Firavun döneminde, mütekebbirlik büyük
bir iddia halinde ülkeyi yöneten bir sistem haline gelmişti. O şartlar içerisinde yaşayan Hazreti
Musa aleyhisselamın sığındığı bir dua: Ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden
(Allah’a karşı “ben de varım” diyenden) benim
de Rabbim sizin de Rabbiniz olana sığındım.
“Kıyamet günü, Allah üzerine yalan söylemişleri yüzleri simsiyah olmuş görürsün. Mütekebbirler için (Allaha karşı “ben de varım” diyenler
için) mesva (kalma yeri, ikamet yeri) cehennem
de değil midir?” (Zümer-60).
Allah üzerine yalan! Ayet, Allah üzerine yalan söyleyenleri anlatıyor. O grubun en önemli
özelliği olarak Mütekebbir olmaları gösteriliyor.
O’nun dışında ben de varım iddiasındalar. “Varım ve Muhtarım” iddiasında olup bunu fiilleriyle ortaya koyuyorlar. Bu yüzden onlara “Allah
üzerine yalan söyleyenler” deniyor. Onları yüzleri simsiyah olmuş görürsün. Mütekebbirlerin
ikamet yeri cehennemdir...
“Denildi ki; “Girin cehennemin kapılarından,
orada ebedi kalıcılar olarak! Mütekebbirlerin
139
İNŞİRAH
(Allah’a “ben de varım” diyenlerin) kalacakları
yer ne kötüdür.” (Zümer-72).
Bu iki ayette mütekebbirlerin ahiretteki halleri öğretiliyor: Yaşantısı mütekebbir olanların,
Allah’a karşı “varım ve muhtarım” diyenlerin
kalacakları yer cehennemdir. Bu mütekebbirliği
hayattan bir misalle örneklendirelim, hayatımızdan mütekebbir bir kare bulalım. Böyle birçok
hal var. Mütekebbir konusunda çok sık rastladığımız, çok tuzağa düştüğümüz bir hali ilişkilendirelim ve olayın yaşanışı sırasındaki idrakımıza
dikkat edelim.
Ayetlerde “durr” tabiri geçer. DURR; zarar,
hastalık, sıkıntı gibi manalara gelir. İnsanlara bir
durr verilmesi, başlarına bir sıkıntı, bir hastalık,
bir zarar gelmesi durr olarak tanımlanır. İnsan
böyle bir “durr”la karşılaştığında davranışları biraz önce bahsettiğimiz mütekebbir haliyle
çok ilişkilidir, çok dikkat etmesi gerekir. Durr,
insan için çok önemli olan bir sınav demektir,
biraz önce bahsettiğimiz halle ilgili çok önemli bir sınav, bir fitne içerir. Bu süreçle ilgili şimdi
paylaşacağım şey çok önemli, lütfen anlatmaya
çalıştığım şeyi yakalayabilmek için yüksek bir
gayret gösterin. Bir durrla karşılaştığında kişi ne
yapmalı, nasıl düşünmelidir? Durr sürecinde bir
kişinin başına herhangi bir sıkıntı, bir hastalık,
bir zarar geliyorsa, böyle bir süreçte bir stres yaşıyorsa kişi bu süreçte şöyle düşünmelidir: Rahat
ve memnun iken, herşey yolunda gözüküyorken
yaşantım nasıl? Rahat ve memnun hallerinde
Allah’a karşı özgürmüş hissiyle gerçekleştirdiği
140
YILMAZ DÜNDAR
haddi aşma, şımarma, Allah Yokmuş Gibi davranma, ayetleri bile bile inkâr etme hallerini tek
tek yakalamalıdır. Bu anlaşıldı mı? Bir Durr’la
karşılaştığında bunu mutlaka yapmalıdır! Hatta
kendisindeki mütekebbir yapı dolayısıyla “ben
yanlış bir şey yapmadım ki” dese bile bu dediğimi mutlaka yapmalıdır! Hemen; işinin sağlığının
iyi gittiği, sıkıntısının olmadığı, herşey yolunda
gözüküyorkenki rahat ve memnun yaşantısını
mutlaka didiklemelidir. O rahatlık içerisindeyken kendini Allaha karşı özgür hissedip de haddi
nasıl aştı? Allah’a karşı nasıl şımarıklık yaptı? Nasıl Allah yokmuş gibi davrandı? Ayetleri bile bile
nasıl inkâr etti? Bunları tek tek bulmalıdır.
“Ayetleri bile bile inkâr” Kur’an’da geçer, onu
ayetlerle göreceğiz. Ayetleri “inkâr” ile “bile bile
inkar” farklı şeylerdir. Bir grup insandan “ayetleri
bile bile inkâr edenler” diye bahsedilir. “Ayetleri
bile bile inkâr”ın başladığı yer neresidir, nereden
başlar ve biz o skalada mıyız? Bunu araştırmak
önemli! BİLE BİLE İNKAR nereden başlıyor, görelim: Kişi bir ayet duyuyor. Ama diyor ki; “biliyorum günah ama yapmıyoruz, yapmayalım. Duyuyoruz öyle ama zamanımızda olacak şey mi?”
Bu ayetleri bile bile inkârdır! “Bile bile inkar” bu
noktadan başlar. Bu tanımları böyle aldığınızda
hiçbir ayeti öteleyemezsiniz, ayetlerin içine düşersiniz, ayetlerin hepsi size hitap eder hale gelir.
Bir DURR’LA KARŞILAŞTIK, o Durr halinde
ne yapmalıyız, şimdi ona dönelim. Kişi rahat ve
normal halini didikler de yanlışlarını bulursa (ki
bulmalıdır, mutlaka bulmalıdır) bu söyleyeceği141
İNŞİRAH
mi yapsın, öneririm. Bir yanlışını bulamasa bile,
bulamıyor olsa bile, “ben yanlış bir şey yapmadım ki” diyor olsa bile bu didiklemenin peşine
mutlaka; “Allahım rahat durumumdaki haddi
aşmalarımı, şımarmalarımı bağışla, bana merhamet et” diye tövbe etmelidir, af dilemelidir, bağışlanma istemelidir... SONSUZ HAYATIN REÇETESİ budur! Dünya hayatıyla ilgili birçok reçete
bulabilirsiniz. Zarar etmişsinizdir bir yerden bir
şey alır kapatırsınız, sıkıntınızı bir şekilde giderir
tekrar rahata çıkabilirsiniz. Ama sonsuz hayatınızı kurtarmak istiyorsanız, sizin için “durr” olan
o halin size lütuf olmasını istiyorsanız, o halin
sizin rahat olan zamanınızdaki haddi aşmanızla
ilgili olduğunu bilip tövbe etmelisiniz, mutlaka:
“Allahım rahat zamanımda bilerek veya bilmeyerek nasıl haddi aşmışsam, sana karşı nasıl şımarmışsam, seni nasıl yok farz etmişsem... Beni
bağışla Allahım, bana merhamet et Allahım.”
Bunu yaptığınız zaman o iş sizin için büyük bir
lütuf haline gelir. Ve bu tövbeniz; zorda olanın
yalvarması ve tövbesi çok önemlidir, çok makbuldür. Bu yüzden, “durr” olan o şeyin kıymetini
bilin, o sizin için büyük bir nimettir, sizi mütekebbirlikten korur, kurtarır, sıyırır... Bakara Sûresi
156 ve 157. ayetler, bize böyle bir durr halinde
nasıl bir idrakta olmamız gerektiğini öğretir.
“Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” derler. İşte bunlar üzerine Rablerinden salâvat ve bir
rahmet vardır ve işte bunlardır hidayet bulanların ta kendileri.” (Bakara; 156, 157).
142
YILMAZ DÜNDAR
Allah Allah! Allah vaad ediyor, “olur mu canım?” diyemezsin, O vaat ediyor. Eğer bir musibetle karşılaştıklarında “İNNA LİLLAHİ ve İNNA
İLEYHİ RACİUN” derlerse; onlar üzerine Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır ve işte bunlar hidayet bulanların ta kendileridir. O durr hali
şimdi size bir lütuf, bir hediye oldu mu? Müthiş bir şey, Rabbin öğretiyor bunu! Dolayısıyla,
kul böyle zamanında “inna lillahi ve inna ileyhi
raciun” zikrine yoğunlaşmalıdır. “Muhakkak ki
biz Allah’ınız, Allah’a aidiz, Allah içiniz, bu olanlar Allah’tan ve dönüşümüz O’nadır” mealini
içeren “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” zikrini
çok yapan kişi çok isabetli bir davranışa girmiş
olur, ayetteki öneriye uymuş olur. “Allahım, dediğini yaptım. Allahım, işittik ve uyduk; semi’na
ve ada’na, semi’na ve ada’na, semi’na ve ada’na.
İşittik ve uyduk ya Rabbi, lutfediver mükâfatını.”
Çünkü ayetlerde hep “korkut” diyor; korkut!
Ve kul da korktu. Şimdi “müjdele!” diyor. Korkup tedbirini aldığı için şimdi de; “müjdele, artık korkmasın” diyor. Korkutmak sonuna kadar
değil, hep korksun diye değil, tedbir için! Korktu, “semi’na ve ada’na; işittik ve uyduk” dedi, O
gereğini yapıyor; “öyleyse müjdele” diye ikram
geliyor, müjdeliyor: “Onlara rablerinden bir rahmet vardır, onlar hidayet bulanların ta kendileridir.” Artık yapacağın beklemektir: Allahım, söyledim/yaptım bekliyorum. O sıkıntı kalktığında
da ayetle uyarılırız, insanların dünyada yaşayan
formatlarının Sahibi bizi uyarır. Kişiden Durr (sıkıntı, zorda bırakan şey) kalkınca da dikkat:
143
İNŞİRAH
“İnsana bir durr dokunduğunda bizi çağırır.
Sonra ona bizden bir nimet lütfettiğimizde “bu
bana ancak bir ilim üzere verilmiştir” der. Hayır,
o nimet bir fitne (mekr)dir. Fakat onların ekseriyeti bilmezler.” (Zümer-49).
Kula bir durr dokunursa mahzunlaşır ve bizi
çağırır, bizden ister. Ona bu “durr”unu keşfederiz, yok eder kaldırırız, o zaman konuşması değişir: Halletmek için az mı uğraştık, ama üstesinden geldik. Şu kişi olmasa onu başaramazdık...
Televizyonlarda bunları çok dinliyoruz. Durr’dan
kurtulmuş kişilerin söylediklerini, nasıl hallettiklerini roman haline getirdiklerini, “yüksek moral
ve enerjiyle başardım” cümlelerini çok görüyorsunuz. Oysa ayet; “bütün bu nimetler onun için
bir tuzağa dönüştü, lütuf değil mekr oldu. Ama
insanların çoğu bunu bilmez ve farkında değildir, bu onun için bir imtihandır” buyuruyor...
İmtihan’dan daha önce de bahsettik, şimdi
kısaca hatırlatalım. Kur’an’da geçen “imtihan”
veya “Allah sizi deniyor” ifadeleri, “Allah onu
siz yaptıktan sonra öğrenecek” demek değildir.
Normal hayattaki sınavın manası böyledir, ama
Kur’an’daki mana böyle değildir! Unutmayalım;
Kur’an Rabca’dır. Arapça olarak, Arab harfleriyle
yazılmıştır, ama manası Rabca’dır, Rabca’yı öğrenmek gerekir. Kur’an’da geçen “imtihan” senin öğrenmen içindir, ne olduğunu öğrenmen
içindir, o imtihanın sonucu senin içindir. “Ben
şöyleymişim, halimi düzeltmeliyim” noktasına
gelmen içindir. Aksi halde, sen yapacaksın, Allah da bakıp “demek sen böyleydin ha” diyecek
144
YILMAZ DÜNDAR
değil. Sakın böyle anlamayın, Allah’a noksan bir
vasıf yüklemiş olursunuz, Allah muhafaza etsin.
Mütekebbirlikle, haddi aşmışlıkla ilgili olarak “Mütekebbir”i bize biraz daha somutlaştıracak, onun nasıl bir şirk olduğunu anlatacak
bir misal daha vermek istiyorum. Bir ateist düşünün. Çok disiplinli, prensip sahibi bir ateist
düşünün. İnanmıyor, hiçbir inancı yok! Allah’a
inanmıyor, başka bir şeye de inanmıyor. Güneşe,
aya, başka bir şeye secde etmiyor, herhangi bir
putu, bir batıl inanışı yok; hiçbir şeye inanmıyor.
“İnanmama”ya inanıyor, inanmamayı başarmış!
Şimdi bu ateistin halini düşünün. Eğer şirk, onu
yanlış tarif edenlerin tarifi gibiyse ateistin şirkte
olmaması gerekir. Çünkü ötede beride inandığı
bir şey yok, bir putu da yok! Bir şeye inanmıyor
ki şirk işlesin! Peki, inanmamayı başarmış bu ateist bu haliyle şirkten, şirk günahından kurtuldu
mu? Bir şirki yok, Allah’a karşı hiçbir şirki yok.
Halbuki şirkin tam göbeğinde! O kadar mütekebbir ki ötede beridekine bile inanmıyor, ona
bile tenezzül etmiyor; bu kadar mütekebbir, bu
kadar kibirli. Demek ki şirk anlayışı yanlış olursa
ateist birisi o yanlıştan yararlanabilir. Ama Mütekebbir bizim tarif ettiğimiz gibi doğru tarif
edilirse ateist (olduğu gibi) şirkin içerisine düşer.
Yaptığımız tarif ve verdiğimiz örneklerle
Mütekebbir anlaşılmıştır, inşaAllah. Anlaşılması gereken bir önemli mana da HANİF’tir, onun
da doğru anlaşılması gerekiyor. Esfele Safiliyn
yapının NEFSİN ŞERRİ olarak ortaya çıkan mütekebbir davranışından yüz çeviren (bu hale
145
İNŞİRAH
sırt dönen), böylece Rabbine yönelen kullar
Kur’an’da övülmüş ve HANİF olarak belirtilmiştir. Anlattığımız Mütekebbir idraktan, o idrakın
davranışlarından, hayat tarzından yüz çeviren, o
hale sırt dönen ve bu haliyle Rabbine yönelen
Kul’u Kur’an övüyor ve onun halini mütekebbire karşılık HANİF olarak belirtiyor. Hanif; sırtını
dönen, vazgeçen, cayan, dönen demektir. Mütekebbir davranışa, mütekebbir idraka sırtını dönene Kur’an hanif diyor:
“Muhsin olarak vechini Allah’a teslim edenden ve hanif olarak İbrahim’in milletine tabi
olandan diyn olarak daha güzel kimdir? Allah
İbrahim’i Halil edindi.” (Nisa-125).
Bizim için örnek bir ayet. Hanif hal için; “ne
kadar güzel bir hal, bundan daha güzel kimdir?”
diyor. Beyyine Suresi son ayetleri de onu anlatır.
“Oysaki onlar hanifler olarak dini O’na halis
kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı vermelerinden başka
bir şeyle emrolunmadılar. İşte budur Dini Kayyimeh!” (Beyyine-5).
Sağlam yol, sabit yol, güzel yol, istikrarlı yol,
seçilmesi gereken yol budur; DİYN-İ KAYYİM!
Ayet bize ne ile emrolunduğumuzu ve ne ile sorumlu olunduğumuzu özetle anlattı, Kur’an’ın
mesajını hatırlattı. Kur’an’dan çeşitli kehanetler
çıkarmak, çeşitli şifreler uydurmak, onu oralara
yakıştırmaya çalışmak gibi şeylerin doğru olmadığını ortaya koydu ve Diyn-i Kayyim’i (seçilmesi gereken yolu) tarif etti: Onlar hanifler olarak
146
YILMAZ DÜNDAR
diyni O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı vermelerinden başka bir şeyle emrolunmadılar.
“Muhakkak ki, ehli kitaptan ve müşriklerden
kâfir olanlar, içinde ebedi kalıcılar olarak narı
cehennemdedirler. İşte onlar şerrul beriyye’dir.”
(Beyyine-6).
Bu ayetlerde iki tanım, iki hale ait isim var;
Şerrul Beriyye, Hayrul Beriyye. İki grup insan anlatılıyor; şerrul beriyye, hayrul beriyye! Bu ayet
Şerrul Beriyye’yi anlatıyor, Kur’an kafir olanlara
“yaratılanların en şerlisi” diyor.
“İman edip (hanif olarak) salih amel işleyenlere gelince işte bunlar hayrul berriye’dir (yaratılanların en hayrlısıdır).” (Beyyine-7).
“Rableri indinde onların cezası altlarından
nehirler akan Adn Cennetleri’dir, içlerinde ebedi
kalıcılar olarak. Allah onlardan razı olmuştur ve
onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rabbinden haşyet duyan kimse içindir.” (Beyyine-8).
HAYRUL BERİYYE/yaratılanların en hayrlıları
için ayetteki müjdeye bakın: Allah onlardan razı,
onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Dikkat edin)
bu müjde Rabbinden haşyet duyan kimse için!
Bu hal ve duyguyla, bir dua yapalım inşaAllah.
Nefs ölümü tattığında sorulacak sorular bellidir,
imtihanın soruları da cevapları da bellidir. Yapacağımız iki cümlelik dua bunun antrenmanını
da içeren bir güzel zikrullahtır, o antrenmanı içeren bir duadır. Ayet diyor ki; “Allah onlardan razı
147
İNŞİRAH
onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Bu Rabbinden haşyet duyan kimse içindir.” O zaman biz
de şöyle sığınıyoruz: Rabbim Allah, dinim İslâm,
kitabım Kur’an, nebim Rasulallah Muhammed
Mustafa aleyhissalâtü vesselam. Allahım bütün
bunlardan Biiznillah ben razıyım, Sen de benden
razı oluver, Sen de benden razı oluver, Sen de bu
kulundan razı oluver Allahım. Âmin.
Allahümme ente rabbi, medet ya rabbi, medet ya rabbi, medet ya rabbi. Allahümme ente
rabbi. Âmin.
Duaların nasıl yapılacağı, nasıl olması gerektiği Kur’an’da tarif edilmiştir, inşaAllah duayı bir
konu olarak ayrıca ele alırız.
Belki bir ilgilisi duyar diye not etmek istediğim bir konu var. İşimiz birisini eleştirmek değil.
Allah muhafaza etsin, haddimiz de değil. Amaç
bir yanlış örneği gösterip kıyasını yapıp doğrusunu yakalamak, doğrusunu yapmak! Cuma vaazlarının birisiydi, sanırım Kocatepe Camii’nin
vaizi merkezden vaaz ediyor, vaaz tüm camilere
de naklediliyor. Ezan okunmaya başladı, telaşlandı vaazı bitirecek. Aslında camilerde vaaz
verenlerin çok dikkat etmeleri ve ezan başlamadan vaazı bitirmeleri lazım! Ezanın saati belli,
sürpriz değil ki, “aa, ezan okunuyor!” denilecek
bir durum yok! Ezanı dinlemenin çok önemli
olduğunu hadisle anlattık! Ezanı duyunca neler yapmamız gerektiğini bize öğreten o hadis
ahiretinizle çok ilişkili bir hadis! Böyle bir hadis
olmasına rağmen tablo şöyle: Ezan okunuyor,
siz camidesiniz ve ezanı dinleyemiyorsunuz!
148
YILMAZ DÜNDAR
Niye? Çünkü ezanla yarışan bir vaiz var, ezanla
yarışıyor, sesini daha yükselterek yarışıyor. Yarışacağına bir an önce bitir! Ezanın vakti belli, o
vakitten önce bitir. Bitirmiyor ve ezanla yarışıyor. Dikkat edin; mütekebbirlik duygusu! Hadisi
hiçe saymak, kendi yaptığını daha aziz sanmak!
Örneğimize devam edelim. Vaaz edenin vakti
daraldı, hızlandı, sıkıştırarak söylüyor: “Önümde
bazı pusulalar var, benden dua istiyorlar. Hastaları olanlar var. Her evde hasta olabilir, onun
için hemen duamızı edelim ve vaazı bitirelim:
Allahım tüm hastalara şifa ver, bizlere şunu ver,
bunu ver…” diye duasını yaptı, emirleri verdi
bitirdi. Böyle dua olmaz! Allah’a emir verir gibi
dua olmaz, Allah onu da bizi de muhafaza etsin.
Vaaz eden o arkadaşın yavrusu hasta olsa hastaneye gitse, bir doktora çocuğunu gösterse ve
“çabuk ol, buna bir sağlık, bir sıhhat ver” dese
doktor onu kovar. Ama Allah’tan böyle istiyor;
bizlere sağlık ver, bizlere birlik ver, bizlere servet
ver... Olmaz! Dua bir yakarış içermeli, o bir sığınış olmalı. Kişi bir insandan bir şey isterken bile
yalvarıyor ve sığınıyor ama Allah’a emreder gibi
söylüyorsa olmaz! Çok dikkat etmek lazım! Bu
örneği niye anlattık? Mütekebbir hal nerelerde
gizli olabiliyor, görülsün diye. MÜTEKEBBİR hal
buna benzer öyle çok yerlerde gizlidir ki...
Allah merhamet edip de kulunu Mütekebbir
halden kurtardıysa o kul HANİF olur. Haniflerin nasıl övüldüğünü, “yaratılanların en hayrlısı”
diye nasıl vasıflandırıldıklarını gördük. Bu yüzden Kur’an, “inandım” diyen kula öğüt verir:
149
İNŞİRAH
“Allah’a hanifler olarak O’na şirk koşanlar olmaksızın yaklaşın.” (Hac-31).
Ayette HANİF ve MÜTEKEBBİR birbirine zıt
iki mana olarak sunuluyor: “Allah’a Hanif olarak,
Mütekebbir olmaksızın yaklaşın.” Böyle öğütleniyoruz.
“Vechini hanif olarak (o tek) diyne tut ve sakın müşriklerden olma.” (Yunus-105).
“Vechini hanif olarak (o tek) diyne doğrult.
O Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah yaratışına tebdil yoktur. İşte bu
diyni kayyimdir. Fakat insanların ekseriyeti bilmezler.” (Rum-30).
Bu ayetlerin diğer manalarına bakmadık, yalnızca hanifi ele aldık. Bu önerilere muhatap olan
kul bu ayetleri duyunca, görünce ne yapmalı, ne
demeli, idrakını nasıl dile getirmelidir?
“Muhakkak ki; ben, vechimi hanif olarak Semavat ve Arz’ın Fatır’ına yönelttim ve ben müşriklerden değilim.” (En’am-79).
İdrakımızı beyan eden bu öneriyi içeren başka ayetler de var. Efendimiz (SAV)in salâta başlarken Sübhaneke’den önce bu ayetleri okuduğunu hadislerden öğreniyoruz. Bu ayetler ve bu
konu “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında işlendi.
Mütekebbir ve Hanif idraklarının nasıl birbirlerinin zıttı olduklarını çok açık anlayabilmemizi
sağlayacak bir ayet var: Enbiya-29. Tefekkür edelim diye, Enbiya-29 ve Kasas-68. ayetlerin isimle150
YILMAZ DÜNDAR
rini size daha önce vermiştim. İşte Enbiya Sûresi
29. şimdi konumuzun bel kemiğini oluşturuyor.
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir
Rahmanir Rahiym. “Ve men yekul minhüm ‘inni
ilahun min dûnihi’ fe zalike necziyhi cehennem,
kezalike necziz zalimiyn”. Sadakallahul azıym.
Mealen: “Onlardan kim ‘muhakkak ki ben O’nun
dûnunda bir tanrıyım’ derse, biz onu cehennem
ile cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.” (Enbiya-29).
Dûn! Dûn’u! Dûnunda! Bu kelimenin tam bir
Türkçe karşılığı yoktur, bu yüzden “dûn’unda”
diye olduğu gibi kullanacağız. Ama “DÛN’U”
deyince kastımız biraz anlaşılsın: Dûn; Allah’ın
dışı, Allah dışında, ayrıca, Allah’tan ayrı gibi anlaşılıyor. Bu ifadeye şimdilik “Allah’ın dışında,
ayrıca” manasıyla yaklaşırsak biraz yerini bulur. Enbiya-29’da “dûniHİ” geçiyor, HU ismiyle!
Dûn’iHİ; HU’nun (O’nun) dışında. “Onlardan
kim muhakkak ki, ben O’nun dûnunda bir tanrıyım derse...” Ayetteki “inni” kesinlik ifade ediyor; “kesinlikle ben!” Demek ki, kişi iddiasında o
kadar sabit! “Kesinlikle BEN...” diyor: “Kim, muhakkak ki, BEN O’nun dûn’unda (O’nun dışında,
O’ndan ayrıca varım; yani) bir tanrıyım derse
onu cehennem ile cezalandırırız. İşte zalimleri
böyle cezalandırırız.”
Çok önemli olan bu ayetin meali, birçok meale baktım, hemen hemen tüm meallerde böyle.
Yani kelimeler o kadar net, o kadar yalın, o kadar
açık ki, yerine şunu yazalım deseler bile yazacakları bir şey yok, bulamazlar! “Kim Onun dışında
151
İNŞİRAH
ben tanrıyım derse biz onu cehennemle cezalandırırız.” Ayetteki mütekebbir kişi ne diyor?
Muhakkak ki ben Onun dûn’unda bir tanrıyım!
Siz bu ayeti okumuş olsanız ve ayette geçen bu
mana doğrultusunda kendinize veya birisine bir
soru sormak isteseniz nasıl sorarsınız? Sen Tanrı
Mısın? “Kesinlikle Ben tanrıyım” diyenlerle ilgili
uyarıyı gördünüz ve irkildiniz. Kendinize sormaz
mısınız; “SEN TANRI MISIN?” diye! Tanrı ilmi
kitapçığımızın isminin neden Sen Tanrı Mısın?
olduğunu şimdi bu ayeti okuyunca fark ettiniz
mi? Enbiya-29’un kişiye sorusu budur: Sen Tanrı Mısın? Cevap “evet” ise, ayet ona “senin yerin
cehennemdir” diyor! Bir kişi bilerek veya bilmeyerek bu iddiadaysa, “Varım ve Muhtarım” idrakındaysa Mütekebbir olur, buna uygun hayat
tarzını yaşarsa mütekebbirin ameli gerçekleşmiş
olur. “Benim de özgür iradem ve gücüm var,
ben de hüküm verebilirim, benim de bana ait
mülküm var” manalarına gelen duygu düşünce,
arzu istek, heva heves ve davranış biçimleri doğrudan “ben Onun dûn’unda tanrıyım” demektir,
başka bir şey değildir! Bu idrak yaşantısına karşı
Kur’an’ın bize uyarıları vardır:
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve Rabbuke yahluku
ma yeşau ve yahtar. Ma kane lehümül hıyaratü,
sübhanallahi ve teâlâ amma yüşrikun.” Mealen;
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Şirk koştukları şeyden Allah
Aliy ve Sübhandır.” (Kasas-68).
152
YILMAZ DÜNDAR
Enbiya-29 ve Kasas-68. ayetler konumuzun
bel kemiği gibidir. Kur’an iman edebileceğimiz
bir şeydir, tamamen iman üzerine bina edilmiştir. Ona iman gözüyle baktığınızda diyor ki;
Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim
hakkı yoktur. Şirk koştukları şeyden Allah Aliyy
ve Sübhan’dır. Ayetteki manayı ifade eden kelimeler çok yalın, çok sade, çok anlaşılır ve çok
açık olduğu için tevil edecek, yorumlayacak hiç
bir yan yoktur, bulamazsınız. İnşaAllah bu iki
ayete tefsirlerden bakıp kelime kelime inceleyin.
Ayetin orijinalinde bir kelime var; YAHTAR.
“Allah yaratır ve yahtardır; seçer! Kullar yahtar
değildir, onların ihtiyarı yoktur. Eskiden Yurttaşlık Bilgisi derslerinde okurduk, köylerde bir
“ihtiyar heyeti” olurdu. İhtiyar yaşlı demek değildir. İHTİYAR tecrübeli demektir, tecrübesi
nedeniyle seçen demektir. Bir tecrübe kazanmış, bu tecrübe dolayısıyla bilgisi var ve doğruyu
seçiyor. Biz yaşlı ve ihtiyarı ikisini aynı manada
kullanıyoruz ama “ihtiyar sahibi” olmak farklıdır.
Herhangi bir konuda seçim ve insiyatif hakkınız
yoksa “bu konuda ihtiyarım yok” dersiniz. Ayete göre de “yahtar” olan Allah’tır! Allah “yahtar”
olduğu halde, kulların seçim hakkı olmadığı halde “ben de yahtarım” diyene ne denir? Muhtar!
Ona “MUHTAR” denir! Gerçekte yalnızca Allah
Muhtar’dır. Kullar muhtar değildir, onların ihtiyarı yoktur. Ayetle doğrudan bunu anlıyoruz.
Allah buyuruyor: “Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer, onlar muhtar değildir.” Dolayısıyla “Varım
ve Muhtarım” demek ayetle men edilmiş olu153
İNŞİRAH
yor! Enbiya-29’a göre “varım” demek, Kasas-68’e
göre de “muhtarım” demek tehlikelidir!
“Varım ve muhtarım” halini Kur’an’dan öğrendik. Şimdi yine Kur’an’dan o idrak yaşantısının üç önemli özelliğini görelim, öğrenelim:
“Bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana
O’ndan başkasının ne yarattığını? Hayır, gösteremezler! Zalimler apaçık bir dalalet içindedirler.”
(Lukman-11).
Ayet “varım ve muhtarım” diyenlere meydan okuyor. İşte bu “ben tanrıyım” yaşantısında
olanın üç özelliği şudur: Benim özgür GÜCÜM
var. Ben HÜKÜM verebilirim. Benim de MÜLKÜM var, mülk sahibiyim! Buradaki “mülk”ün
“ev, para, pul” manasında olmadığını, bahsedilen esas mülkün BEDEN olduğunu paylaşmıştık.
Bedene sahip çıkan, “bu beden benim, bu beden
benim mülküm” diyen ve o manaya gelecek şekilde yaşayan kişi “ben Mülk Sahibiyim” demektedir. Diğer mülkler onun bedeninin oyuncaklarıdır. Diğerleri “bu beden benim” diyenin oyuncakları! Esas mülk beden olduğu halde sen “bu
beden benim, istediğimi yaparım” mı diyorsun?
Hayır, istediğin gibi yaşayamazsın. Sahibi ne diyorsa onu yapacaksın. İnanıyorsan bu böyle!
“Bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana
O’ndan başkasının ne yarattığını? (Hayır, gösteremezler!) Zalimler apaçık bir dalalet içindedir.”
“Lukman-11” böyle tamamlanıyor. Ayet ilan etti;
Allah’tan başkası birşey yaratamaz! YARATMAK
gücün en önemli göstergesidir, güç sahipliğinin
154
YILMAZ DÜNDAR
en uç göstergesi yaratmaktır! Lukman Sûresi bize
bu uç noktadan yola çıkarak sesleniyor: Allah’ın
dûn’unda bir şey yoktur! Varım diyenin de gücü
yoktur! Güç İlla Allah’a aittir. Bu gerçeği sürekli tekrar ettiğimiz ve tekrar etmekle de sadaka
sevabı aldığımız bir zikir vardır: Ve la havle ve la
kuvvete illa Billahil Aliyyil Aziym. Bu zikirde hep
bunu söylüyoruz, söylediğimiz budur: Bir güç,
bir kuvvet yok, böyle iddialar yok, İlla Allah!
Bu ayetle şunu da öğreniyoruz: Bazı kişiler
cümlelerinde, konuşmalarında “yaratmak” fiilini
kullanır, onun ne kadar tehlikeli olduğunu görüyoruz. Yaratmak Allah’a aittir! Bununla ilgili yaşanmış çok önemli olaylar var. Nasibse bilahare
paylaşırız. Birilerinin “yaratmak” fiilini kullanması, birilerinin de “yaratmak Allah’a aittir” demesi
nedeniyle oluşan yaşanmış çok hayat hikâyeleri
var... “Ben o manada söylemiyorum” diye kimse kimseyi kandırmasın. Ne mana ile söylersen
söyle, öyle bir şey yoktur! Yaratmak Allah’a aittir
doğrudan! O yalnızca Allah için kullanılabilecek
bir fiildir. Eğer siz insanlar için “şöyle yaratıcı, bu
ürünü o yarattı, bu yaratıcı bir fikir...” gibi cümleler ederseniz, Lukman Sûresi sana sorar: Kim
ne yaratmış göster bana! Hayır, gösteremezler! O
zaman; ya bu ayeti seçeceksin ya kendine başka
bir yer bulacaksın. Ayet bu kadar açık! Görüyoruz, duyuyoruz, bazıları diyor ki; “bende yaratan
kim ki, yaratma fiilini o yüzden kullanıyorum.”
Bu da bir Mütekebbirlik’tir! Kendisindeki “BEN”
duygusuna öylesine sahip çıkıyor ki, “BEN’de
yaratan O” diyor. O kadar önemli bir varlık ki,
155
İNŞİRAH
Allah’ın yaratması için o elzem, o olmazsa yaratamaz! “Bende yaratan O olduğu için yaratmak
fiilini rahatlıkla kullanabilirim” demek de bir şirk
yoludur! Lukman Sûresi’nden öyle öğreniyoruz;
yaratmak Allah’a aittir, çünkü GÜÇ Allah’a aittir.
“Allah Bil Hakk hükmeder. Onun dûn’unda
çağırdıkları ise hiçbir şeye hükmedemez. Muhakkak ki Allah, HU Semiul Basıyr’dir.” (Mü’min-20).
Şimdi de ayet bize HÜKÜM sahibini öğretiyor; hükmeden ancak Allah’tır! Tanrılık iddiasında bulunanlar hiçbir şeye hükmedemezler,
hükmeden ancak Allah’tır.
“Semaların ve Arz’ın mülkü Allah’ındır ve dönüş Allah’adır.” (Nur-42).
Bize öğretildi ki; MÜLK ALLAH’INDIR. Ayet
mülkün ancak Allah’ın olduğunu ve “O’nun
dûn’unda ben tanrıyım” diyenlerin mülk sahibi olmadıklarını ilan etti. Böylece; Mülk, Güç ve
Hüküm üçlüsünün aslını ve tanrılık ilanının onlara nasıl sahip çıktığını ayetlerle görmüş olduk.
Sonuç nedir, manzara nasıldır? Bu anlatılanlardan sonra insanlar ne yapıyorlar?
Sonuç şudur: “Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a iman eder.” (Yusuf-106).
Lütfen dikkat ediniz! Ayetin “onlar” dediği iman etmeyenler değil! İman etmeyenlerin
yüzdesi zaten belli! Belli olan yüzdeye değil bu
hitap! Bu hitap, tereddütte olunan yerdekilere!
Yani “zaten inanıyoruz” diyenlere! Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a iman eder156
YILMAZ DÜNDAR
ler! Onların ekserisi “Allah’a inanıyorum” dedikleri halde bu anlatılanları fark etmezler, önemsemezler. Ama “inanıyoruz” derler...
Kur’an’ın öğrettiği bir başka kelimeyle yolumuza devam edelim: İHBAT. Kur’an bize kalbi
ihbat eden muhbitler’i, Rabbine ihbat edenleri
öğretir. Hem öğretir, hem de onları müjdeler:
“Sizin ilahınız İlahun Vahid’dir, o halde O’na
teslim olun. Muhbitleri müjdele! Onlar ki, Allah
zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer. Onlar,
kendilerine isabet eden üzerine sabreden ve
salâtı ikame edendirler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de infak ederler.” (Hac; 34, 35).
Allah muhbitleri müjdeliyor, onları müjdeleyin diyor. Çünkü onlar korktular! Korku ve korunma işini hallettiler, şimdi müjdeleniyorlar;
“müjdeleyin muhbitleri” deniyor. Onların; Allah
zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer. Onlar
kendilerine isabet edenler üzerine sabrederler,
salâtı ikame ederler ve kendilerine rızk olarak
verilenlerden infak ederler. “Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer” ne demektir?
“Kalbleri korkudan titrer” ifadesindeki korku “vecel” kelimesiyle anlatılıyor, havf ve haşyet
değil. Buradaki korku VECEL olarak tarif ediliyor. İleride korku ifade eden kelimeleri tek başına bir konu olarak detaylı inceleriz, İnşaAllah
şimdi anlatacaklarımız ona bir temel oluşturur.
Biliyorsunuz daha önce “haşyetullah” ve “havf”
tanımlarını ele aldık. Ancak “vecel” farklı bir korku. Saygı içeren, yüksek saygıdan kaynaklanan
157
İNŞİRAH
korku vecel’dir. “Havf ve Reca” halindeki Havf’ı
(korkuyu) sadrın İslam nuruyla nasıl onarıldığını
anlatırken gördük. Sadece Sadr’da değil, Kalb’de
Fuad’da ve Lüb’de de “havf ve reca, korku ve
umut” birlikteliğini ve herbirindeki manaları birlikte paylaştık. Ümit üzerine bina edilen korku
HAVF ve RECA halidir. VECEL saygıdan, yüksek
saygıdan kaynaklanan korkudur, saygının getirdiği titremedir. Normal hayatınızda da yaşarsınız bunu. Çok saygı duyduğunuz bir yöneticiyle,
bir insanla, birisiyle karşılaştığınızda onu görünce bir ürker, bir ürperir, bir titrersiniz. Size herhangi bir şey yapacağından değil saygıdan kaynaklanan bir titreme hissedersiniz. Bu yaşadığınız bir şeydir. Vecel ayetlerle ilgili olarak yaşanan
bir haldir. Havf ise tanımladığınız bir olaydan
korkmaktır. Tanımladığınız bir iş vardır, başınıza
geleceğini bildiğiniz bir şey vardır, sizinle ilgili o
işten korkarsınız. Korktuğunuz şeyi “şu iş, şu günah, şu olay, şu yaşantı” diye tarif edersiniz, havf
böyle bir korkudur. HAŞYET ise; Allah ilminin
sizde oluşturduğu duygudur. Sizde Allah ilmi ile
oluşan tanımanın oluşturduğu duygu haşyettir.
Ancak korku konusunda önemle vurgulanması gereken bir şey var: DENGE. Kişiyi Rabbine
ihbat ettirecek, onu muhbit yapacak önemli şey,
bu kavramların her birinde sağlanacak dengedir.
Dengeli yapmadığınız takdirde bu tarif edilenleri başaramazsınız, dengesini kurmayı öğrenmek gerekiyor! Vecel’de saygı ve korku dengede
olmalıdır; saygı kadar korku! Havf ve Reca’da
korku ve umut dengeli olmalıdır; korku kadar
158
YILMAZ DÜNDAR
umut! Korktuğunuz şeyle ilgili tanımlamanızın
karşılığı kadar umut! O korku kadar umut taşımalısınız mutlaka. Eğer korku fazla olursa ruh
dengeniz bozulur. Korku az, ümit fazla olursa bu
sefer amelleriniz bozulur. Öyle bir denge olmalı
ki hiç biri bozulmasın. Ama bu denge için mutlaka korkuyu teşvik etmelisiniz. Yani, korku ne
kadar az olursa dengeyi o kadar iyi sağlarım fikri
doğru değildir. Korku ve ümidi birlikte yükselterek oluşturulacak denge doğrudur. Ne kadar
yüksek korku, o kadar yüksek umut! Korku ve
umudu dengede tutabilmek ancak muhbitlere
lutfedilen, onların başardığı bir iştir, bu dengeyi başarabilmek onlara aittir. Haşyet için denge
ölçüsü şudur: Ne kadar ilim o kadar huşu; ilmin
kadar huşu! Sizde Allah ilmi duygusunun bedeninize yansıması HUŞU’dur. Bu yüzden, o ilmin
bedeninize mutlaka yansıması, sizde görülmesi
gerekir. Birisi size haşyeti öyle bir anlattı ki... Ama
halinden de hiç belli değil! O zaman onda “ilim
huşu dengesi” yok demektir. Baksanıza hiç halinden belli değil! Anlattığın bu ilim nerene yansıdı arkadaş? Bu şuna benzer: Birisi size sağlıktan
bahsediyor, ama elini de sigaraya atıyor veya
başka yanlış şeylerle meşgul. Yaşantısında hiçbir
şeye dikkat etmiyor! “Bu bilgi neye yarar?” diye
düşünmez misiniz? Haşyette de öyledir! “Allah
ilmi kadar huşu” yoksa olmaz! O ilmin size yansımış olan huşusu (dengesi) çok önemlidir, o huşuyla yaşamak çok önemlidir. İşte müjdelenen
o muhbitler (Allah’a kalbi ihbat edenler, Rabblerine ihbat edenler) Vecel’de korku ve saygıyı,
Havf ve Reca’da yüksek korku ve yanında yüksek
159
İNŞİRAH
umudu, Haşyet’te ise Allah ilmi ve huşuyu dengelemişlerdir. Onlarda bu dengeyi nasıl fark ederiz, onlar bunu amel olarak nerede uygularlar?
İlk uyguladıkları yer salâttır. Bunu ilk salâtta yaşıyorlar ki, bu ihbat edenlerin önemli özelliğidir.
Salâtla ilgili bir uygulamaya hiç değilse takliden başlamak lazım, özellikle havf ve reca olarak uygulayabileceğimiz haliyle başlamak lazım.
Çünkü yapabileceğimiz şeyler. Salâta durdunuz,
salâttasınız. Salâtta bu kalbi ihbat ettirmelisiniz,
muhbit olmalısınız. Salâtta kalbi ihbat ettirmek
için yapacağınız uygulama, yapacağınız iş şudur:
Fatiha’da “İhdinas sıratal müstakıym, sıratelleziyne en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve
lad daaalliyn” derken kalbi ihbat ettirmelisiniz.
Bu ayetleri okurken siz bir duadasınız ve duanın
da ne istediğinizi söylediğiniz önemli yerindesiniz. Bunu uygulamaya bu ayetlerle bir başlayın.
Siz bu ihbatı gerçekleştirir de VECEL HALİ’ni yaşıyor olursanız o saygı ve onun getirdiği titreme
tüm ayetlerde kendini gösterir, sizdeki o titreme
tüm ayetlerde görülür. “O titreme nedir, nasıldır?” onu da ele alırız inşaAllah.
Fatiha ile ilgili bir hadis var. Bu kudsi hadiste
Allah buyurur: “Ben Fatiha’yı kulumla paylaştım.” Hadis “İyyake na’budu” ayetine kadarki kısmın Allah’a, sonrasının ise kuluna/Kul Formu’na
ait olduğu bildiriliyor. Eğer kişi “iyyake na’budu”
ayetine kadar olan kısmın ne olduğunu derinlemesine anlamaya, öğrenmeye ve onu yaşamaya çalışırsa yapamaz, Fatiha’dan perdelenir. Bu
hataya düşmemek lazım. Yapamaz, çünkü orası
160
YILMAZ DÜNDAR
kulun işi değil! Bu hadisten şunu da anlıyoruz ki;
ilk iş sana ait yerin hakkını vermektir. “Kulumla
paylaştım” dediği yeri halletmeden üst kısmı yapamazsın. “Kulumla paylaştım” dediği yeri halledersen idrak oranın pozisyonuna geleceği için
üst kısmı da anlarsın. İdrak oranın pozisyonuna
gelmeden o ayetlerin tefekkürüne çok yoğunlaşırsan başaramazsın, yanlış olur. Belki güzel bir
işle meşgul olmuş olursun ama ücretini alamazsın, idrakın ilerlemez. Sen, sana ait olan yerde
idrakını muhbit idrak haline (kalbini ihbat eden
idrak haline) getirdiğin zaman, idrak pozisyonun
üst kısma uygun olunca kendiliğinden orayı anlamaya, yaşamaya başlarsın. Bu yüzden, salâtta
Fatiha okurken çok özen gerekiyor. Fatiha’nın
bittiğini “âmin” dediğinde fark eden kaybeder!
Fatiha’nın çok önemli bir dua olduğunu bilmek
ve tarif edeceğimiz hale öncelikle dikkat ederek,
o dikkatle okumak lazım.
“İhdinas sıratal müstakıym, sıratelleziyne
en’amte aleyhim” derken bir istekte bulunuyorsunuz: “Allah’ın indinde doğru olan yolu istiyorsunuz. Allahım, senin indinde doğru yol, sabit
yol, razı olduğun yol neyse onu isterim. Sen onu
en’amda bulunduklarına verdin, ben de onlar
gibi isterim.” Fatiha’nın bu kısmı umut içermelidir. Bu kısım umut antrenmanı yapacağınız
en önemli yerdir; salâtta! Bu ayetleri mutlaka
umutlanarak okumalısınız: Orayı size mutlaka
verecek! Bu umudu ne kadar yüksek tutarsanız
o kadar kazanırsınız... “Ğayril mağdubi aleyhim
ve laddaallîn” derken ise bu umudun yüksekliği
161
İNŞİRAH
kadar korku yaşamalısınız. “Aman Allahım, sapanlardan, doğruyu öğrendim sanıp sapanlardan, sana karşı nankörlerden yapma beni. Beni
nankör yapma, bana öyle bir rol verme Allahım”
derken o korkuyu yaşamalısınız. O korkunun
peşine de sığınışla Allah’a yaslanarak “âmîn” demelisiniz, âmîn derken onu yaşamalısınız. İnşaAllah ileride bunları daha geniş ele alırız.
“Ve bir de kendilerine ilim verilenler onun
(ayetlerin) Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler
de ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbat etsin.
Muhakkak ki; Allah, iman etmiş kimseleri sırat-ı
müstakıym’e hidayet eder.” (Hac-54).
Belki hatırlarsınız, üst kısmında bir olay anlatılıyordu, bu ayet o olayın son kısmıdır. Ayette geçen “kendilerine ilim verilenler” kimlerdir?
İlim verilmesi nedir ve nereden başlar? Bunları
bilmezsek, “benim öyle bir ilmim yok” der, ayeti
öteleriz. Bir kişi “Mütekebbir” tanımını öğrendiğinde “ben mütekebbir olmak istemiyorum”
dediyse o an İLİM VERİLENLER sınıfına girer.
Çünkü o cümleyi ancak kendisine ilim verilenler
söyler, bu mücadeleye ancak onlar girer. Ayete
bir de bu gözle bakalım: “Allaha karşı mütekebbir olmak istemeyenler, Enbiya-29’daki uyarıdan
korkup “Allah’ın dûn’unda varım ve muhtarım”
demekten sakınanlar, ayetlerin Rabbinden Hakk
olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve ona
kalbleri ihbat etsin. Muhakkak ki; Allah, iman
edenleri sırat-ı müstakim’e hidayet eder.”
İhbatı, ihbatın kalble ilişkisini (kalbin ihbat
etmesini) biraz daha tefekkür edelim. İhbatın
162
YILMAZ DÜNDAR
normal hayattaki manası; boşa gitmek, değerini
kaybetmek demektir, “habt” kökünden türemiştir; boşa çıkarmak, silip yok etmek manalarına
gelir. Kur’an’da, ihbatın bu manada kullanıldığı
ayetlerin meallerinde bu manaya tam rastlayamazsınız maalesef. “İhbat” çok iyi anlaşılamadığından “huşu edenler” gibi kelimelerle meallendiriliyor. İHBAT bir makamdır, az önce anlattığımız halin adıdır. İhbat makamındakilerin
(kalbleri ihbat eden muhbitlerin) özelliklerini
şimdi bir sırayla görelim. Onları harmanladığınız
zaman inşaAllah sizde ihbat edenin hali gözükür. Hani bir insanı tarif ederken onun özelliklerini söylersiniz de kişi o özelliklerin tümünü
dinler, onları harman eder ve o kişi hakkında bir
düşünce, bir önerme oluşturur. Şimdi paylaşacaklarımızdan çıkacak önerme size ihbat halini,
kalbi ihbat etmiş olan MUHBİT’i anlatır.
Muhbit’in “ben varım ve muhtarım” iddiası
söz konusu bile olmayan bir imanı vardır, onun
imanında “varım ve muhtarım” söz konusu bile
değildir ve o bu imana uygun amellerle meşguldür. Demek ki, o bu imanın dışında önemli bir
şey daha başarmış. Bunu bir misalle anlatmaya
çalışayım: Diyelim ki, bir düşmanla savaş halindeyiz. Birisi “ben de onları düşman kabul ettim”
diye bir açıklama yapıyor, tarafını ilan ediyor. Bu
ilan savaşta önemli bir şeydir. Bir başkası ise “ben
onları düşman kabul ettim” deyip mücadeleye
girişiyor; düşmanla savaşıyor, gidip onların hilelerini boşa çıkarıyor, düşmanı yok ediyor. Onu
düşman ilan etmenin ötesine geçip onu boşa
163
İNŞİRAH
düşürüyor; imha ediyor, yok ediyor. İşte muhbit
de böyledir; “Varım ve Muhtarım” iddiasını boşa
çıkarır, siler, yok eder. Muhbit o iddiayı boşa
düşüren kişidir. Muhbitlerin Haşyet’i, Havf’ı ve
Vecel’i nasıl yaşadıkları önemlidir. Onlar Havf
ve Reca’da korku ve umudu yükseltmiş ve dengelemiş, Vecel’de korku ve saygıyı yükseltmiş ve
dengelemiş, Haşyet’te Allah ilmini ve huşusunu
yükseltmiş ve dengelemişlerdir, başarabildiğince... “Yükseltmiş” ifadesine “o işi bitirmiş” gibi
bakılırsa çok doğru olmaz. Söylenmek istenen
şey, muhbitlerin o manaları sürekli yükseltmeye çalışıyor olmalarıdır. Sürekli yükseltiyor ve
yükseltirken de dengeliyorlar. İhbat eden kişi bu
özelliklerin tümüyle yoğrulmuş hali ile Rabbine
yönelmiştir. Rabbine yönelirken bu saydıklarımızla yoğrularak ve ihbat ederek yönelmiştir;
boyun bükmüştür. Müthiş bir şey; bir iddiayı
yok etmiş, boyun eğmiş! İddiaya dönmüş yok
etmiş, Rabbine dönmüş ihbat etmiş! İhbat sahibi; kalbi ihbat edendir. Rabbine ihbat eden tanrıyı boşa düşürmüştür. Bu kul tanrılar âlemine
karşı bir cengâverdir ama Rabbine muhbittir,
boyun eğmiştir. Bu boyun eğiş Mütekebbir’in
boyun eğişi/mütevaziliği değildir. O yukarıda
saydığımız şartlarla boyun eğmiş teslim olmuştur; “eslemtü li Rabbil alemiyn; Rabbül âlemiyn
olan Allah’a teslimim” demiştir ve bütün bunları
somutlaştırmıştır. Nerede? Fatiha’yı okurken “iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn”de! Bu yüzden,
kulun önceliği Fatiha’da kulla ilgili kısımları halletmektir. Önce orası! Üst kısmı okurken “Rabbim böyledir” diyerek oku... Nasılmış diye orayı
164
YILMAZ DÜNDAR
merak edersen, “şöyle midir, böyle midir” diye
hayal kurarsan doğru olmaz. O klibin (hayalin)
yanlış olur, yanlış klip oynatırsın. Senin idrakın o
pozisyona gelince o klip beyninde kendiliğinden
açılacaktır, sen şu an yapabileceğin şeyi yap: Sana
ait yerde; “iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn”de
boyun bük, orayı boyun bükmeden geçme! Orada boynunu bük ve büyük bir umutla; “ihdinas
sıratal müstakiym, sıratelleziyne en’amte aleyhim” de. Bunu derken gözlerinin içi gülsün. Ama
sonra bir anda yüzün düşsün. Korkarak; “ğayril
mağdubi aleyhim ve leddaalliyn” de. Bunlar hep
Fatiha’nın idrakları...
DERİN DÜŞÜNEN, DERİN BAKIŞLI gibi tabirleri sık duyarız. Derin bakışlı insan ne demektir?
Derin bakış? Hayatta derin manalı düşünmek
nasıl olur, bunu nasıl başarırız? Herhangi bir
esma’yı zikrettiğimizi düşünelim. Neden esma?
Çünkü bir esma zikriyle meşgulsek derin düşünmeliyiz, derin bakışlı insan orada önemlidir.
Çünkü bir esmanın tefekkür edeceğiniz sayfalarca manası vardır ve onların hepsini sizin bir saniyede düşünmeniz gerekir. Eğer derin manalı düşünen bir beyin açamamışsanız bu olmaz. Bunu
başarabilmek için tefekkür edilen konuyla ilgili
doğru bilgileri genişletmeliyiz. Örneğin Ehad
veya Samed esmaları. Onlarla ilgili doğru bilgileri
bulur, okur, tefekkür eder ve zihninizde genişletirseniz o bilgilerin hepsini o kelimenin söyleniş
süresine ziplerseniz, sıkıştırırsanız kendiliğinden
derin düşünürsünüz. Biz bunu normal hayatta
yapabilir miyiz? Elbette! Zaten yapıyorsunuz! Bir
165
İNŞİRAH
çocuğun annesine seslenirken “anne” demesi o
kadar çok mana içerir ki... Bu özellik insanda var
demek ki! Yapmamız gereken şey bu özellikleri
Allah’a göç ettirmektir. Nasıl derin düşünürüz,
bu taşımayı nasıl yaparız gibi bir endişe yanlıştır.
Bu özellikler bizde zaten var ve onları kullanıyoruz, çünkü formatımızda bunlar var. Sadece
onları taşımak gerekiyor, o zaman başarırsınız.
Derin bakan, derin düşünen olursanız bakışınız kendiliğinden değişir, artık o boş bakmaz, o
bakışta sayfalarca mana vardır. Bu derin bakışı
kazanmada Kur’an kelimeleri önemlidir. Onları
tefekkürle derinleştirdiğiniz zaman ayetler sizde derinlik açar! Mesela “iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn” derkenki o kısa süreye, okuyup
öğrendiğiniz tüm bilgiyi ve diğerlerini sığdırıp
nasıl ihbat edeceksiniz. Ancak derin düşünmeyi
yakalayarak! Nasıl olur bu? Bu işle meşgul olduğunuzda kendiliğinden olur. “İyyake na’budu ve
iyyake nestaıyn” böyle bir özelliği gerektirir.
“Muhakkak ki, iman edip salih amel işleyenler ve Rablarına ihbat edenler var ya, işte onlar
ashabı cennettir. Onlar orada ebedi kalıcılardır.”
(Hud-23).
Rabbine ihbat eden muhbitlerin, kalbi ihbat
etmiş olanların önemli bir özelliği korku ve umudu dengelemeleri idi. Bu korku ve umutla ilgili
önemli bir noktayı paylaşalım inşaAllah. Çünkü
uygularken dünya yaşantısına ters bir hali var
bunun. Normal yaşantıda bir mikroptan, gribal
bir faktörden korkuyorsan ne yaparsın? Tedbir
alır korunursun, yani gribe karşı müttaki olur166
YILMAZ DÜNDAR
sun. Gripten korktun, ona karşı tedbir alıyorsun.
Birisi gelip “grip olmaktan çekinir misin?” diye
sorsa “evet” dersin. “Bunun için ne yapıyorsun?”
dese, “gripten korunmaya çalışıyorum” dersiniz.
Dünya yaşantısının gereği yaptığın budur. Ama
bu yöntemi bu yolda da uygularsan olmaz. Neden olmaz bakın. İnce bir nokta, bu yüzden çok
dikkat ediniz. Bu yolda korkmak için mutlaka sebepler bulmalıyız. Kendi kendinize kaldığınızda;
“o kadar çok havf ve reca, o kadar çok korku ve
umut diyorlar ama ben neden korkacağımı bile
bilmiyorum” deyip, korkacak şeyleri bulmanız
lazım! “Nelerden korkmam gerekiyor ve bu korku nedir, nasıldır?” diye araştırıp, hakikaten bacağınızı titretecek korkuları bulmalısınız. Demek
ki, korkmak için bir sebep bulman gerekiyor.
Ancak korktuğun şeyden korunurken, korunma
işlerini o sebebe yönelik yapmamalısın, yalnızca
Allah rızası için yapmalısın, izah edebildim mi?
Korkmak için bir sebep arayıp bulacaksın, ancak onunla ilgili müttaki olma (korunma) çalışmalarını “Allahümme ente maksûdî ve rıdâke
matlûbî” çerçevesinde yapacaksın. “Allahım
maksadım yalnızca sensin ve rızanı kazanmak!”
diyeceksin. Korunmaya çalıştığın sebep ortadan
kalktığı zaman işini Allah rızası için yapmış olursun, yoksa korktuğun şey için yapmış olursun!
Bu yol için bu çok önemli! Daha önce verdiğimiz basit bir örneği yine verelim. Bir kişi sigarayı bıraktı. İçiyordu, sigaranın zararlı olduğunu
duydu ve bıraktı. Niye bıraktığını sorduk. “Allah
rızası için bıraktım” dedi. O kişinin korkmak için
bir sebebi var ama bırakma nedeni Allah rızası!
167
İNŞİRAH
Ama ona sorduğumuzda “çok zararlıymış onun
için bıraktım” deseydi o Allah rızası için olmazdı.
Oysa o ne yaptı? Zararlı diye korktu, ama dinen
hoş görülmüyor diye bıraktı. Bırakma işini Allah
rızası için yaptı, “Allah rızası için bıraktım” dedi.
Allah rızası için yapıyor. İzah edebildim mi?
Aynı durum “umut” için de geçerlidir. Umut
için bir sebep bulmak, ama umutlanırken Allah
rızası için umutlanmak, rızasını umarak umutlanmak lazım. Bu yöntemi “vecel” ve “huşu” için
de gerçekleştirirseniz, uygulamalar/işler hep Allah rızası için olmalı sonucunu yakalarsanız ve
bu sonuca göre yaşamaya çalışırsanız, uygularsanız güzel olur. Yani doğru olur. Geldiğimiz bu
idrakten sonra yapılabilecek bir şeyi paylaşalım.
Şimdi paylaşacağımız şey idrak olarak da uygulama olarak da çok önemlidir. Bir kişi düşünün “ben varım ve muhtarım” demiyor, böyle
bir iddiası yok. Muhtar olmadığını fark etti ve
bu konuda nefs mücadelesi yapıyor, nefsini bu
konudaki şerden temizliyor. Bu haldeki kişinin
sakınması gereken önemli bir şey vardır. Onun
bu noktadan sonra düşebileceği (düşülebilecek)
yanlış şudur: Kişinin “varlık ve muhtariyet” iddiası yok, tamam. Bu haldeki kişinin sakınması
gereken önemli bir şey vardır. Onun bu noktadan sonra düşebileceği (düşülebilecek) yanlış
şudur: Kişinin “varlık ve muhtariyet” iddiası yok,
tamam. Ama, eğer o kişi yaşadığı çevredeki “ben
varım ve muhtarım” iddiasıyla yaşayanları tasdik
ediyorsa ilerleyemez! “Ben varım ve muhtarım”
iddiasında olanları, o iddia doğrultusunda ya168
YILMAZ DÜNDAR
şayanları tasdik ediyorsan ilerleyemezsin! Bunu
biraz daha somutlaştırmaya çalışayım.
Kendisi “varım ve muhtarım” demiyor. Hatta
“Allahım, varlık ve muhtariyet iddiasında olmadan iman ediyorum, o iddiaya sırtımı döndüm”
diyor. Ama bakıyorsunuz, “varım ve muhtarım”
diyenleri, “ben de Allah’ın dûnunda varım/tanrıyım” diyenleri tasdik ediyor, onların hallerinin
tasdikçisi! Ne yapıyor? En azından takdir ediyor.
“Ben Allah’ın dışında tanrıyım” zihniyetindeki birisi bir iş yapıyor, bu da “helal olsun, nasıl
yapmış o işi” diyor. Fark ettiniz mi? O işi o mütekebbirce yapmış, zaten mütekebbirliğini ilan
etmiş, sen yorum yaparken onun küfrünü takdir
ediyorsun, tasdik ediyorsun! Söylediğimi iyi fark
ederseniz, küfür ehlinden hayran olduklarınız
olmaz, olamaz! Bir kişi küfür ehli, Allah’a karşı
varlığını/ilahlığını ilan etmiş, bu iddiasında ısrarlı bir yaşantısı var ve siz onu tasdik ediyorsunuz.
Böyle bir şey olmaz! Bunu fark edin!
Bu söylediğimi fark etmenin size şöyle bir
faydası olur: Bir ayet kapsamına girersiniz, “dostumla dost, düşmanımla düşman olun” ayetinin
kapsamına girersiniz. “DÜŞMAN OLUN” demek
gidip düşmanlık yapın demek değildir, onun
küfrüne katılmayın demektir. Küfrüne katılma!
Bunu anlarsanız buğzun ne demek olduğunu
fark edersiniz. Yaptığı işin Allah Yokmuş Gibi
bir davranış olduğunu göre göre ona hayranlık
duyuyorsanız olmaz. Bu halden kurtulmadıkça
ilerlemek mümkün değil! Ancak onu tasdiklemekten kurtulursanız hızla ilerlersiniz.
169
İNŞİRAH
Bir başka örnek: Haberlerde MOBESE kameralarının yakaladığı görüntülere sık rastlıyoruz.
Kuyumcu soyuyorlar, benzinlik soyuyorlar ama
kameralar sayesinde yakalanıyorlar. Arkadaşlarınızla böyle bir haberi izliyorken, içinizden birisi
soyguncu için “bravo adama” deyip onu takdir
etse, onların soygun işini tasdik etse, hatta hayran kalsa ne düşünürsünüz? Şöyle döner bir bakar; “yarın birgün bu da soygun yapar” dersiniz,
değil mi? Küfür de böyle bir şey işte! Çocuğunuz
o yanlışı tasdik etsin ister misiniz? İstemezsiniz
elbette! Çocuğunuz o haberi izlerken “Allahım
bizi böyle işlerden muhafaza ediver” dese memnun olursunuz. Veya dua işiyle meşgul değilse
bile, normal dünya sistemi içerisindeki adaleti
savunup o işi kınasa, “başkasının malına zarar
veriyor vicdansızlar” dese gene memnun olursunuz. Neden? Çünkü o böyle bir işe karışmaya
niyetli değil demektir. Bir işi tasdik, o işi yapacak
demektir! Dolayısıyla, “varım ve muhtarım” iddiasında olanları izlediğinizde, okuduğunuzda,
karşılaştığınızda onlara hayranlık duyar, onları
tasdik ederseniz siz o işi yapacaksınız demektir,
gizli gizli küfre hayransınız demektir. Bunu “Sen
Tanrı Mısın?” kitapçığında anlattık. İnsanın dünyaya gelen hali olan esfele safiliyn yapısının küfre âşık olduğunu, insanın “ilk aşkı”nın küfrüne
olduğunu not ettik. Kişi küfrüne âşıktır, bundan
ancak Allah’a âşık olursa kurtulabilir! Normal
hayatta da öyledir. Herhangi bir aşkı ancak daha
büyük bir aşkla silebilirsiniz. Bunun gibi, kişinin
küfrüne olan aşkını ancak Allah Aşkı siler! O aşkı
yakalamak gerekiyor. Kişi kendini “küfre aşk”ın
170
YILMAZ DÜNDAR
içinde bulduğundan “varım ve muhtarım” iddialarını gizli gizli tasdik eder. Eğer bu tasdikleri, bu takdirleri yakalayıp onlardan kurtulursa
BUĞZ çerçevesine girmiş olur. Buğz ettiği için,
inşaAllah onları yapmayacak demektir. Ve aslında bu haliyle o, nefsini şerrinden temizliyor
demektir. Bu da önemli bir ipucudur. Bir ipucu
daha paylaşalım: Karşılaştığınız veya sizden çıkan her türlü düşünce, hal ve fiili iki şeyden birine havale edersiniz. Havale ettiğiniz şeye bakıp
sormalısınız: Ben bunu şeytana mı havale ettim,
Allah’a mı? Çünkü mutlaka ikisinden birisine havale edilir, mutlaka! Her düşünce, her yorum ve
her fiil için bu böyledir, üçüncü bir şık yoktur.
Kendinizi incelerken buna çok özen gösterin.
Billahi anlamında iman eden imanlıların kalbinin ancak Allah zikriyle mutmain olduğunu
ayetlerle gördük ve üzerinde durduk. Bu tatmin
Sözde Tanrılık İddiasındaki yaşantıda nasıldır,
onlar ne ile tatmin olurlar? Sözde Tanrı İddiasındaki yaşantıda sadrlar tatmin/mutmain olur.
Dikkat edin, o yaşantıda tatmin olan kalbler değil, sadrlardır. O yaşantıdaki sadrları mutmain
eden şey ŞİKAYETtir. Sözde Tanrılık İddiası yaşantısında sadrlar şikâyetle denge bulur. İman
edenin kalbi Allah zikriyle mutmain oluyor, tanrılık iddiasıyla yaşayanın sadrı şikâyetle tatmin
oluyor. ŞAKİ şikâyet kelimesi ile aynı kökten gelir, “şikâyet eden” demektir. Kimi? Allah’ı! Hangi
konuyu konuşursanız konuşun, kimi çekiştirirseniz çekiştirin, yapılan şey hep Allah’ı şikâyettir,
Allah’ı çekiştirmedir. Birisi size bir şeyini anlattı
171
İNŞİRAH
siz de dinlediniz, onun adına da üzüldünüz. Deneyin görün, şikâyeti dursun diye ona hayr duası
yapın rahatsız olur, dua yapmanızdan rahatsız
olur. “Hayrlısı olsun” deseniz rahatsız olur, kızar,
onun tarafını tutmadığınızı söyler. Sistem bu,
size sistemi anlatmaya çalışıyorum. Eğer kişinin
sadrı şikâyetle tatmin oluyorsa onun fiillerinde
şikayet vardır, tatmin olacağı fiiller yapacaktır.
Bir arkadaşına telefon eder, iki cümleyle işini
konuşur, sonra başlar şikâyete... Çocuktan, beyden, hanımdan, gelinden, kayın valideden, sistemden, trafik polisinden, arabadan… Şikâyet,
hep şikâyet! Karşıdaki de şikayet içeren cevaplar
verir, iş biter. Oohh, ikisinin de sadrı rahatladı,
dengeyi buldular! “Seninle de sohbet ne güzel”
deyip telefonu kapatırlar. Onlar artık sıkıştıkça
birbirlerini ararlar, duramazlar! Neden? Sadrlarını rahatlatacaklar! Şikâyetle! Dikkat edin, sürekli şikâyet... Bu hal şakiliğin fiilidir! Eğer şikayetten kurtulmazsanız şaki fiilinden kurtulmak
mümkün değildir. İnsan bu şekavet (şakilik) riski
karşısında hayatını saniye saniye, satır satır incelemeye almalıdır. Eğer ahirette Allah’ın rızasına talibse! Allah muhafaza etsin, tehlikeli bir
hastalıkta doktor “kendine saniye saniye dikkat
edeceksin” dediğinde yemesine, içmesine, ilacına, dışarıda maskeli gezmesine, hepsine dikkat
ediyor. Demek ki, insanda bu haslet var, saniye
saniye dikkat edebilir. Ama bu özelliği Allah için
kullanmaz! Yapmalı! Talibse yapmalıdır; hayatını saniye saniye incelemelidir. Bu tuzaklara nasıl
düştüğüne bakmalı, düşmemek için bakmalıdır.
172
YILMAZ DÜNDAR
Talib kurduğu cümleye hep dikkat etmelidir. CÜMLE deyince yalnızca söylediğin değil,
düşünürken kurduğun da cümledir. İpuçlarından birisi bu: “Ben” diye başladığın her cümleye hemen dikkat etmelisin; o cümle senin için
cehennem bileti mi, cennet davetiyesi mi? Cennet için “bilet” demiyorum, cennete bilet olmaz!
Cennetin ödeyebileceğiniz bir karşılığı yoktur,
ancak davet edilirsiniz; lütuftur, nimettir o. Bir
cümle kurduğunuzda o cümleyle bir cehennem
bileti mi alıyorsunuz, bir cennet davetiyesi mi,
araştırın. Her cümleniz için dikkat etmeli, korkmalısınız. Aksi halde; “bizi geri gönder de yapamadıklarımızı orada bıraktıklarımızla yapalım,
fırsat ver Allahım” diyenlerden olabiliriz. Elinde
fırsat varken her anı saniye saniye incelemelisin.
“Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim”
sözünü duymuşuzdur. Bunu artık daha kolay
anlayabiliriz. Öğrendiğimiz bu ilimle baktığımız
zaman onu şöyle anlayabiliriz: Arkadaşını söyle,
senin nasıl bir tanrı olduğunu söyleyeyim! Söyle de senin nasıl bir tanrı olduğunu anlayayım.
Eğer bu soru “tanrı ilmi” çerçevesinde bir bilinçle sorulmuş değilse manası böyledir: Arkadaşını
söyle senin nasıl bir tanrı olduğunu (narsist tanrı mı, hümanist tanrı mı, şifreci tanrı mı, Polianna tanrı mı olduğunu) anlayayım. Hatta daha da
aslı şöyledir: Arkadaşını söyle. Arkadaşın şeytan
mı, melek mi? “Şeytandan hiç arkadaş olur mu?”
diyorsanız Kur’an’a bakalım, bu konuda Kur’an
bize ne diyor?
173
İNŞİRAH
“Kim Rahman’ın zikrinden âmâ olursa ona
bir şeytan hazırlarız (takdir ederiz), o (şeytan)
ona bir kariyndir.” (Zuhruf-36).
KARİYN, çok yakın demektir: O, ona çok yakın arkadaştır. Demek ki; kim Allah Yokmuş Gibi
davranır, bu hatırlatmadan (bu zikirden) uzak
durursa ona bir şeytan hazırlanıyor ki, o şeytan
ona en yakın arkadaş oluyor. Şeytanla ilgili olarak da yine “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığına atıf
yapacağız. Şeytanın ne demek olduğunu orada
geniş anlattık. Sadra tesir ettiği için, ilerleyen
sayfalarda sadr-şeytan ilişkisine değineceğiz, inşaAllah.
Şeytan’ı kolay anlamak için onu ŞEYTANİYET yani şeytanlık olarak düşünün. Şeytanlık
bir görevin ismidir. Bir bu görevle görevli varlıklar vardır. Bir de onların görevi olan o işi sende
yapan bir Esfele Safiliyn yapı vardır ki o da şeytandır. Şeytan deyince ikisini birden düşünmeliyiz. Böylece ayeti anlamak kolaylaşır. Ona bir
şeytan hazırlarız: Ona görevi şeytanlık olan bir
varlık görevlendirilir. Bir de onun esfele safiliyn
yapısı öyle kuvvetlenir ki, şeytanlık onun karakteri, hali, kişiliği olur. Ayette geçen kariyn yakın
arkadaş demektir ki “kişilik” manasına da gelir...
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir
Rahmanir Rahiym. “Elem e’hed ileyküm ya beniy Ademe en lâ ta’budüş şeytan innehu leküm
adüvvün mübiyn: Ey AdemOğulları, size söylemedim mi, şeytana kulluk yapmayın (diye).
Muhakkak ki, o sizin için apaçık bir düşmandır.”
(Yasin-60).
174
YILMAZ DÜNDAR
Bu ayette vurgu arkadaşlıktan da ileri geçti: Şeytana kulluk yapmayın! Normal tanrısal
hayatta, zalim yöneticiler, yani narsist tanrılar
nasıl elemanı sever? Kendine kul köle olanı! Ondan “benim has elemanımdır, ne desem yapar,
sözümden çıkmaz, bana kul köledir” diye bahseder. Arkadaşlıktan, dostluktan ileri bir tanım;
kul köle olmak! Böyle düşündüğünüzde, işe bu
çerçeveden baktığınızda tehlikenin büyüklüğünü anlarsınız: Şeytana kulluk yapmayın, o sizin
için apaçık bir düşmandır. “Yasin-60”da Yaradanımız soruyor: Size böyle söylemedim mi,
neden o hala sizin arkadaşınız? Baba çocuğuna;
“yavrum o çocukla gezme demedim mi? O seni
hep yanlış yerlere götürdüğü halde neden hala
senin arkadaşın?” der ya, bu da onun gibidir.
Baba bunu yavrusuna niçin söyler? Şefkatinden,
bu uyarıyı şefkatinden yapar. Orada o şefkati,
merhameti görüyorsun da burada neden aramıyorsun O’nun merhametini! Ey Âdemoğlu, sana
şeytana kulluk yapma demedim mi?
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir
Rahmanir Rahiym. “Ve enı’buduniy; hazâ sıratun müstakıym: Bana kulluk edin; sırat-ı müstakıym budur.” (Yasin-61).
Rabbimiz ne yapmamız gerektiği de söylüyor,
merhametiyle: Bana kulluk edin, Sırat-ı Müstakıym budur. Bunu duyunca hemen merak ediyoruz; biz acaba sırat-ı müstakıym olarak, doğru
yol olarak tarif edilen kapsamda mıyız? Talibin
bunu anlaması, öğrenmesi lazım! Bunu kendimizde nasıl anlarız, nasıl inceleriz? Kendimize
175
İNŞİRAH
bir soru sorarak: HAYATTA ÖNCELİĞİN NEDİR?
Önceliğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim! Aynı soruyu arkadaşlıkla ilgili sormuştuk.
Şimdi onu bu yolda kullanıyoruz: Hayattaki önceliğini söyle, kim olduğunu söyleyeyim. Bütün
hal ve hareketlerinizde önceliğinize bakın; eğer
sonuç “İlla Allah” ise sizin arkadaşınız meleklerdir. Çünkü, önceliğiniz “İlla Allah” ise sizinle
ilgilenmek meleklerin görevidir. Yaşarkenki her
türlü hal hareket ve davranışınızı incelediğinizde
önceliğiniz hep “illa Allah, illa Allah...” çıkıyorsa
arkadaşınız meleklerdir, sizinle ilgilenmek onların görevidir.
“Muhakkak ki; “Rabbimiz Allah’dır” deyip
sonra bilfiil istikamet edenlerin üzerine melaike tenezzül eder. ‘Korkmayın, mahzun olmayın
ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin’ derler.”
(Fussılet-30).
“Muhakkak ki” dediğine göre kesinlik var.
“Rabbimiz Allah’tır” diyen kesinlikle önemlidir.
“Allahümme ENTE Rabbiy; Rabbim Allah’tır”
diyen kul bu kadar önemli demek ki! Ayetler
“Allahümme ENTE Rabbiy” sığınışını (bunu söyleyenleri) çok övüyor. Bu yüzden, “Allahümme
ENTE Rabbiy” müthiş bir sesleniştir. Kim “Rabbim Allah’tır” der, buna uygun istikamette olursa onların üzerine melaike tenezzül eder, iner...
“Tenezzül etmek” normal yaşantıda da kullanılır. Birisi yükseklik gösterse “aramıza tenezzül etmedi” deriz. Melaike semadan inen bir hal olduğu için burada kullanılan kelime de tenezzül’dür.
Onlara melaike tenezzül eder ve “korkmayın,
176
YILMAZ DÜNDAR
mahzun olmayın, vaad olunduğunuz cennet ile
sevinin” derler. Neden böyle bir müjde? Çünkü o kul devamlı korku içerisinde! Konuşurken
korkuyor, “BEN” derken korkuyor, salâtta korkuyor. O korkuya eşit bir umut da taşıyor ama
hep korkuyor... İşte onlara “korkmayın, mahzun
olmayın” diyorlar. Onlar artık müjdeleniyorlar.
Bu olayı daha kolay anlamak için bir basit örnek
verelim. Bir baba düşünün, çocuğu sınavlara çalışıyor, yaşı da bisiklet yaşı veya bilgisayar yaşı. O
ders çalışmaktan yoruldukça babası ona; “yavrucuğum seneyi tamamla, sana bilgisayar alacağım” diyor. Çocuk o sınavlara “ya kalırsam” korkusuyla ama sınıfı geçip ulaşacağı hediyenin ve
yaşantının umuduyla çalışır. Çalışırken terler, babası gelir “yavrucuğum iyi çalışıyorsun korkma,
bilgisayarı düşün, gelecek günleri düşün, sevin”
der. İşte onun gibi: Vaad olunduğunuz cennet
ile sevinin! Böyle diyor, size bunu ilham ve telkin ediyor. Korkunun yanına umut sabitlensin
diye. Meleğin görevi o. Sizin için melaike arkadaş kılındı, görevlendirildi. Önceliğin “İlla Allah”
ise onun görevi budur. “Fussilet-30” öyle diyor:
“Korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin” derler. Ve derler ki:
“Dünya hayatında da, ahirette de biz sizin
dostlarınızız. Orada (cennette) nefslerinizin
arzu ettiği şeyler vardır ve orada sizin için temenni ettiğiniz şey vardır.” (Fussılet-31).
Melaike böyle diyecek. Böyle diyor: Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin yakın arkadaşınızız, merak etmeyin biz yanınızdayız. Orada
177
İNŞİRAH
nefslerinizin hoşlanacağı var ve orada sizin için
temenni ettiğiniz şey vardır. Ayet bize cennet
için bir umut veriyor ve istikamette olanın arkadaşının kesinlikle melaike olduğunu müjdeliyor.
“Ey iman edenler, gayrınızdan sırdaş (dost)
edinmeyin. Onlar size noksanlık vermekte gevşeklik göstermezler, size sıkıntı verecek şeyi hoşlanarak isterler. Buğzları ağızlarından taşmaktadır. Sadrlarında gizledikleri ise daha büyüktür.
Eğer aklederseniz, gerçekten biz sizin için ayetleri açıkladık.” (Al’u İmran-118).
Ayette geçen “sadr” ifadesinin manasını ve
önemini biliyoruz. Ayetteki bir önemli vurgu da
şudur: Önceliği farklı olanları sakın dost edinmeyin! Eğer önceliği “illa Allah” değilse öyle birisini
sakın sırdaş ve dost edinme! Onlar size bir noksanlık gelmesi için hiç gevşeklik göstermezler.
Günümüze bir bakalım. Yaşadığınız, çalıştığınız
yerleri bir düşünün. Onlara uygun yaşıyordunuz
da Rabbim lutfetti, salâtla tanıştınız, Rasulullah
sallallahu aleyhi vesellemle tanıştınız, elhamdülillah… Haliniz değişti! Bunlar olunca onların size
bakışı hemen değişecektir; artık sizi sevmezler!
Çünkü onlar Allah’ı sevmezler. Bu yüzden Allah’ı
hatırlatan şeyleri de sevmezler, sevemezler! Ve
başınıza bir şey gelsin diye de umutla beklerler,
bunu isterler. Sizin için ağızlarından taşan düşmanlığı hissedersiniz; “şöyle dedi, böyle dedi”
dediklerini duyarsınız. Onların sadrlarında gizledikleri ise daha büyüktür. Ayet “sadrlarında”
diyor, “kalbler” demiyor. Buralar meallendirilirken “sadr” yerine “kalb” yazılırsa olmaz. Çünkü
178
YILMAZ DÜNDAR
kişinin gizlediği sadrındadır! Yani gizlediği o bilgi
nefsinin şerrine ait bilgidir, esfele safiliyn yapının
bilgisidir. Sadr’da esfele safiliyn yapı hâkimdir.
Bu hal kalbi kapatmıştır, örtmüştür, bu yüzden
emir kalbden geliyormuş gibi görünür. Aslında
emri nefsin şerri veriyordur. Çünkü vehmin zulmeti yaşantısında sadrda nefsin şerri hakimdir.
O yüzden, sadrlarında gizledikleri! Sadrlarında
gizledikleri şey dillerindekinden daha büyüktür.
“Aklın varsa, işte sana açıklıyoruz” diyor.
Fotoğraf bu! Bu durumda sana dünya ve ahiretin için önceliğinin ne olduğunu daima gözetleyecek ve ortaya koyacak faideli bir şey lazım.
Nedir o? O faideli şey FUAD’dır. Önceliğimizi
“İlla Allah” yapacak, bunu gözetleyecek, durumumuzu ortaya koyacak, gözle görünür gibi
yapacak faideli şey Fuad’dır. Fuad “faide” kelimesinden türemiştir zaten. Bu konuda faideli olduğu için ona “Fuad” denmiştir. Fuad, doğru yolu
görmen ve önceliğini “illa Allah” yapman için
kullanacağın faideli şeydir. Yanlış kullanırsan o
ayrı... Fuadın faideli olabilmesi için ihtiyacı İman
Nuru’dur, öyle bir ortamda faaliyet gösterdiğinde faydalıdır. Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonunda, fuadın Hakk Yol’da faydalı olabilmesi
için mekândaki ambiyansın iman nuru olması
gerekir. Fuadın iman nuru ortamında çalışması
gerekir. Fuadın sürdürülebilir ve yükselen faaliyeti iman nuru ortamında marifete ulaştığından, bu çerçevede İman Nuru marifet elbisesi
giyer ve MARİFET NURU olarak belirir.
179
İNŞİRAH
Bu işi başlatanın kalbe gelen iman nuru olduğunu, “Rabbinden doğrudan bir nur” olduğunu
paylaşmıştık; (Zümer-22). Bu nur tüm sadra yayılacaktır. Bu nurun tüm sadra yayılması; sadrla
beraber kalbi, kalbde fuadı ve lübü de ortamına
alması demektir. Rabbinden doğrudan olan bu
nur sadrda çalışırken hedefine yönelik olarak
İslam Nuru adıyla anılır. Onun Kalb’te adı İman
Nuru, Fuad’da Marifet Nuru, Lüb’de Tevhid
Nuru’dur. Hep aynı nurdur, hepsi iman nurudur.
Bu nur sadrda günahlarla mücadele eder. Sadrdaki iş İslami kurallara uyma, günahlardan kurtulma mücadelesi olduğu için, nefsi şerrinden
temizlerken nurun burada, bu görevinden dolayı görünüşü İslam Nuru’dur. Aynı nur bahsettiğimiz şartlarda Fuad’da çalışırsa ve bu çalışma üst
noktaya gelirse marifet açıldığı için ismi Marifet
Nuru olur. Lüb’te ismi Tevhid Nuru olur. O nur
açtığına göre isim alır...
Fuad’ı tanımlamıştık: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yeteneğini yine kendi kaydından alan ve analiz ve sentezden sorumlu olan bir
“Kalbi Görüş” işlevidir. Hakk yolda çalışabilirse
“Basiret”e sebep olur. Fuad görüyor, bu görüleni
kalb biliyor ve kalbediyor. Demek ki, Fuad gördüğünü kalbe iletiyor, kalb onu bilmiş oluyor ve
o bilgiyi kalbediyor. Kalb tespitlediği bu bilgiyi
fiile çevrilmek üzere beyne gönderiyor. Beyne o
bilgi fiil için gönderilir, bilginin amele çevirmesi
için beyne emir verilir. Bu süreç bazen çok kısa
olur, bazen de uzar veya kesintilere uğrar. Bu durum doğrudan iman nurunun kuldaki gücüne
180
YILMAZ DÜNDAR
bağlıdır! İşte şimdi Hazreti Ebubekr Essıddıyk radıyallahu anh efendimizin fuadındaki hıza bakıp
onu kavramaya çalışmalıyız...
“Amenü ve amilüs salihati” ikilisine bir de bu
pencereden bakalım: Billahi anlamında iman ve
salih amel ne demektir? Çünkü kurtuluş “amenü ve amilüs salihati” halinde! Bu ne demektir?
Bu İman Nuru ortamında kalb ve beynin birlikte
çalışması demektir. Kalb iman edip ikan olacak
ki, beyin salih amel yapsın! Salih amel BEYİNle
olur. Beyne salih amelin ne olduğunu bildiren,
o emri veren imani bilgi ise KALBle olur. Dolayısıyla kalble beynin birlikte çalışmasının bu pencereden görünüşü “amenü ve amilüs salihati”
halidir. Bu işler için imanın kesintisiz ve yükselen formda olması gerekiyor. Bu öyle önemli ki,
Efendimiz bize bir dua öğretiyor: “Allahümme
a’dıniy iymanen la yarteddü ve yakinen leyse
badehu küfran: Allahım imanımı yükselt. Öyle
yükselt ki geri dönüşü olmayan bir iman olsun.”
Dönmeyen hep yükselen, seyr grafiği hep yukarı
doğru olan bir iman talep ediyoruz: “Hep yükselen bir iman ve sonu küfür olmayan bir yakiyn
ver Allahım.” Bize böyle bir dua öğretiyor Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem.
Yavaş yavaş Fuad’ı tanımaya çalışıyoruz.
Fuad’ı bir de Hz. İbrahim aleyhisselamın hayatından bir örnekle görelim.
“Rabbimiz! Muhakkak ki, ben zürriyetimden
bazısını senin muharrem evinin yanına ziraatsız
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, salâtı ikame
181
İNŞİRAH
etsinler diye! İnsanlardan bazısının Fuadını onlara meylettir ve kendilerini semerattan rızklandır.
Umulur ki şükrederler.” (İbrahim-37).
Hazreti İbrahim aleyhisselamın hayatından
bir parça. İbrahim aleyhisselam, hanımı Sare
ve onun cariyesi Hacer. Sonra Hacer’le de evlendiğinde Hacer validemizden Hazreti İsmail
aleyhisselam olur. İsmail aleyhisselam dünyaya
geldiğinde İbrahim aleyhisselam 99 yaşındadır.
Daha sonra Sare validemizden de Hazreti İshak
aleyhisselam olur. O zaman Hazreti İbrahim
aleyhisselam 112 yaşındadır. İbrahim aleyhisselam ailesini ve İsmail’i Muharrem Ev’in (hürmet
edilmesi saygı duyulması istenen evin; Kâbe’nin)
yakınlarına getiriyor ve hiçbir ziraatı olmayan bir
yere yerleşiyorlar. İşte orada diyor: “Allahım, ailemi böyle bir yere getirdim, salâtı ikame etsinler
ve yalnızca sana yönelsinler diye. İnsanların bazılarının fuadlarını burada açıkladığımıza meyl
ettir ve buradaki yararlanacağımız nimetlerden
bizi rızklandır.” Ve Zemzem Suyu’na kavuşuyorlar. Ayetle ilgili bu kısa bilgiden sonra, burada
bize şu da öğretiliyor: İnsanlar işlere önce fuadlarıyla yaklaşacaklar! Meyl etmenin Fuad’la olacağı; şeytanın yaldızlı sözlerine de, Hakk söze de
meylederken meylin Fuad’la olduğu bildiriliyor!
“Allah sizi analarınızın batınlarından bir şey
bilmiyor olduğunuz halde çıkardı. Şükredesiniz
diye size sem’, basarlar ve fuadlar verdi.” (Nahl78).
182
YILMAZ DÜNDAR
Fuad’ın geçtiği ayetlerde karşımıza çıkan
önemli yakarış, bekleyiş, umut budur; şükretmek, şükür: “Umulur ki şükrederler.” İbrahim-37
de “umulur ki şükrederler” diye bitiyordu. Madem öyle, Fuad’ın Şükür’le çok önemli bir ilişkisini Biiznillah kuralım.
“Allah sizi analarınızın batnından/karnından
bir şey bilmiyor olarak çıkardı. Şükredesiniz diye
size sem’ (işitme sistemi), basarlar (görme sistemi) ve fuadlar (analiz-sentez sistemi) verdi.”
(Nahl-78). Bu ayette bir olay, çalışan bir sistem
anlatılıyor. Bilgi toplayan bir işitme ve görme
sistemi var; Sem’ ve Ebsar. İşitme ve görmeler!
Ayetlerde genellikle “Ebsar” ifadesi geçer. İki göz
nedeniyle bu çoğul verilir. Ama iki kulak olmasına rağmen “işitme” olayı için tekil kullanım vardır. Çünkü işitme olayının tekil kullanımı çoğuldur, onun tekliği çoğuldur.
“Şükredesiniz” diye verilen sistem içerisinde
Fuad da var! Bu yüzden, eğer Fuad başka isimlerle meallendirilirse onu anlamak mümkün olmaz. O anlaşılamayınca kişi ayetlerdeki şükretme amelini de kavrayamaz.
ŞÜKRETMEK aslında kulun ilk keşfidir, bir kişinin ilk keşfi şükretme halini bilmektir. Bu keşfin başlayabilmesi için Billahi anlamında iman
şarttır, sonra keşif olan şükür başlar. Nefs-i levvamede kişiyi alıp hızla B0 noktasına getirecek,
orada istikrarlı olarak kalmasını sağlayacak şeylerden birisi ondaki şükür halinin kesintisiz devam ediyor olmasıdır, onun şükür halini kesintisiz yaşıyor olmasıdır. Ona “sem’, basar ve fuad
183
İNŞİRAH
sistemi” bunun için verilmiştir. Bilgileri işitip,
kafa gözüyle görüp sonra da fuadla analiz sentez yaparak onu “Kalbî Görüş”e çevirsin diye bu
sistem ona verilmiştir. Bu sistem Kalbî Görüş’le
görmek içindir! Siz Kalbî Görüş’le gördüğünüzde hiç değişmez ve sabitlenmiş şekilde “aslında
bütün bunları veren Allah’tır” dersiniz ki, bu sizin İLK KEŞF’inizdir. Aslında hep, “bunları veren
Allah’tır” duygusunda olmak, “veren Allah’tır”
hali ve duygusundan sıyrılmamak önemlidir.
“HU O’dur ki, sizin için sem’, basarlar ve
fuadlar inşa etti. Ne az şükrediyorsunuz.”
(Mü’minun-78).
Şükretmemiz için verilen bir sistem açıklandıktan sonra; “ne az şükrediyorsunuz; analiz ve
sentezle bu sonuca ne kadar az varıyorsunuz!”
denilerek davranışımız değerlendiriliyor... Dikkat edin “şükredenleriniz ne az!” demiyor. Bilakis şükredenlere hitap: Ne az şükrediyorsunuz!
Yaşantınızda arada bir “Allah” diyorsunuz, ama
sonra “veren Allah’tır” hakikatini hep unutuyorsunuz. Fuadınız analiz ve sentez yaparken rotasını şaşırıyor; rotada ne kadar az duruyor!
“Sonra onu tesviye etti ve ona kendi ruhundan nefhetti. Sizin için sem’, ebsar ve fuadlar
oluşturdu. Ne az şükrediyorsunuz!” (Secde-9).
Yine aynı hitap...
“De ki; “Sizi inşa eden ve sizin için sem’, ebsar
ve fuadlar oluşturan O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Mülk-23).
184
YILMAZ DÜNDAR
“Hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme (izleme). Muhakkak ki; sem’, basar ve fuad,
işte onların her biri ondan mesuldür.” (İsra-36).
Bu ayette bize fuadla ilgili yeni bir uyarı var:
İLMİN OLMAYAN BİR KONU’nun üstüne aşırı
düşüp onu izleme. Çünkü sem’, basar ve fuad
onunla kilitlenir! Sana lazım olmayacak ve seni
saptıracak bir analiz yapar da perdelenirsin. Bu
sistem senin uğraştığın herşeyden sorumludur.
Sizde “sem’, basar ve fuad” şükretmeyi gerçekleştiresiniz diye var. Böyleyken, ahiretine bir yararı
olmayan şeyin ardına düşer de sem’, basar ve
fuadını yanıltırsan bulduğun yanlış sonuç sana
süslü görünür, hüsrana uğrayanlardan olursun!
Sem’, basar ve fuad şükretmen için var. Eğer sen
önceliğini bu yapmaz ve ahiretine faydalı olmayan şeylerin peşine düşer, onları çok incelersen
bu sistemi yanıltırsın. O zaman Fuad’ın bulduğu
sonuç sana süslü gözükür de böylece hüsrana
uğrayanlardan olursun...
“Andolsun ki, biz şu Kur’an’da insanlar için her
türlü misalden sayıp döktük. İnsan ise gerçekleri
tartışmaya en düşkün olanıdır.” (Kehf-54).
Bu ayette insanın esfele safiliyn yapısının bir
özelliği vurgulanıyor: İnsanın “varım ve muhtarım” diyen yapısı gerçekleri tartışmaya en düşkün olanıdır. Dikkat edin, “tartışmaya” demiyor,
“gerçekleri tartışmaya” diyor. Tartışılan gerçek
Allah’ın buyurduğu ayetlerdir. Ayette bahsedilen tartışma nedir? Tanrılık iddiasındaki o yapı
ne yapar da tartışmış olur? Bu yapı, ayetlerle bildirilen gerçeği saptırma, rayından çıkarma ama185
İNŞİRAH
cıyla mücadele eder. Karşı fikirler üretmeye, karşı tezler ortaya koymaya çalışır. İnsanın yapısı da
buna çok uygundur, insan buna çok düşkündür.
Böyle olduğunu ayetten öğreniyoruz.
“Musa’nın anasının fuadı fariğ oldu (başka
bir şey düşünemez oldu). Mü’minlerden olması için eğer kalbine rabıta koymasaydık az kalsın
durumu açığa vuracaktı.” (Kasas-10).
Kalb-Fuad ilişkisini anlamamıza yol açacak
bu ayet Hz. Musa aleyhisselam ile annesinden
bahsediyor. Hz. Musa aleyhisselamın Nil nehrine
bırakılması annesine vahy edilince, bu olaydan
sonra annenin aklı fikri yavrusuna sabitleniyor.
Saplantı haline geliyor, tüm duyup gördüklerini oğluyla ilişkilendiriyor, Fuad analiz ve sentez
yaparken sonuç hep oğlu oluyor. Mekanizmaya
dikkat edelim: Eğer bu iş normal işlerse Musa
aleyhisselamın annesinin fuadı oğluna saplantı
haline geldiğinde, oradan hep oğluyla ilgili tereddüt ve kaygı içeren sonuçlar çıktığında kalbe bu bilgi gider,e beyne de bu doğrultuda emir
gönderilir. O zaman anne bu olayı açığa çıkarır,
kendini ele verir. Ya gider çocuğun etrafında
dolaşır, ya gider birisine söyler, böylece çocukla
ilişkisi anlaşılır. Firavun ve ailesi, Musa aleyhisselamı (çocuğu) Nil nehrinde buldukları zaman
onu kendilerine tanrının gönderdiği, onun hediyesi olduğu zannıyla aldılar; “Belki bizim için
bir müjdedir, bir hediyedir, bunu büyütelim” deyip ona sahip çıktılar. Oysa kâhinler “bir erkek
çocuk gelip bu hanedanı yıkacak” dedikleri için
firavun’un askerleri erkek çocukların yaşamasına
186
YILMAZ DÜNDAR
izin vermiyorlardı. Musa aleyhisselam’ın annesi
gidip de fuadın bu sonucunu kalbine ve beynine
uygularsa bu işi açık edecek. Ayet öyle diyor: Biz
onun inananlar yolunda güvende kalması için
kalbine rabıta koymasaydık, kalbini tefviz etmeseydik, fuadın gönderdiği bilgiye karşı kalbini
sabit (ona uymaz) yapmasaydık açığa verecekti.
Demek ki, fuaddan çıkan bilgi ayrı, kalbte oluşan
sonuç ayrı! Beyne giden kalbte oluşan sonuçtur.
Bu olayda “dayan, dayan çünkü illa Allah” bilgisi
gidiyor ve o da mü’minlerden olarak dayanıyor.
KALBİNE RABITA konması onun mü’minlerden
olması için. O işe dayanması için değil! Aksi halde her dayanan mükâfat alır, öyle değil! “İlla Allah” diyerek bir şeye sabretmek başka bir şeydir,
“İlla Allah” demeden dayanmak başka bir şeydir,
ikisi farklıdır.
“Mü’minlerden olması için kalbine rabıta koyduk.” Ayetin mealleri maalesef hatalı. Diyanet’in
meali de diğerleri de... Fuad yerine bazen kalb,
bazen, gönül bazen de başka bir şey yazılmış.
Kalbin geçtiği yerlere de bazen kalb, bazen başka şeyler yazmışlar. Bu ayette hem fuad geçiyor
hem de kalb: “Fuadı fariğ oldu, kalbine rabıta
koyduk.” Bu ayette ne yapacaklar, ne yazacaklar? Fuad yerine “kalb” yazılsa olmayacak, olmamış da! O zaman “yürek” yazmışlar. Demişler ki,
“Musa’nın anasının yüreği fariğ oldu.” Farkında
olmadıkları için bu yanlışları yapıyorlar. Kalb de,
Fuad da belli başlı şeylerdir, bir sistemin fonksiyonel kısımlarının adlarıdır. Bunların işlevlerinin
187
İNŞİRAH
farklı olduğunu bize en iyi anlatan ayetlerden
birisi bu ayettir, “Kasas-10”dur.
Fuadın Allah indindeki doğruya en üst seviyede sabitlenmesi ve sentez için de bir analize
ihtiyaç duymaması için Allah dilerse fuadı sabitler. Kasas-10’da “kalbine” rabıta konulduğu
bildirilmişti, kalb sabitlenmişti. Dilerse fuadı da
sabitler. Fuad sabitlenirse bir sonuca ulaşmak
için analize ihtiyaç duymaz! Nasıl mı?
“Rasullerin haberlerinden senin fuadını sabitleyecek olan her birini sana kıssa ediyoruz. Bu
sûreyle de sana Hakk tesbit olarak, mü’minlere
ise bir (ibret içeren) öğüt ve hatırlatma gelmiştir.” (Hud-120).
Kur’an’da çeşitli nebi ve rasullere ait kıssalar
var. Ayet buyuruyor: O kıssaların öyle özellikleri var ki, sana onları vahy ettiğimizde, sen onları
aldığında senin fuadın sabitlenir. Onları senin
fuadını sabitlemek için kıssa ediyoruz. Böylece
senin fuadın analiz yapmadan sonuç çıkarır, hep
böyle çalışır. Hud Sûresi’yle sana bir Hakk tesbit
olarak bir hatırlatma, mü’minlere ise fuadları
(okudukları ve dinledikleriyle) analiz yapsın diye
öğüt ve hatırlatma gelmiştir. Bu ayetle fuadın bir
başka yanını, bir başka özelliğini görmüş olduk:
Fuad da sabitlenebiliyor...
“Kâfir olanlar dediler ki: “Ona Kur’an cümle-i
vahide olarak (topluca/birden) tenzil edilmeli
değil miydi? Oysa böylece senin fuadını sabitlemek için onu tertil üzere (bölüm bölüm) okuduk.” (Furkan-32).
188
YILMAZ DÜNDAR
Ters olanlar, gerçekleri tartışmayı severler. Bir
ayeti, bir olayı düşürmek için zıt fikirler ileri sürerler, bakın öyle yapıyorlar: Kâfir olanlar dediler
ki; O’na Kur’an birden gelmeli değil miydi, niye
böyle parça parça geliyor? “Furkan-32” bize onu
öğretiyor: Rasulullah (SAV)in Fuadı’nın sabitlenmesi için Kur’an bölüm bölüm indirilmiştir.
“Ru’yet ettiği şeyi (gözleriyle gördüğünü)
Fuad yalanlamadı.” (Necm-11).
Bu ayette bir olay anlatılıyor. Bize de fuadın
Efendimiz (SAV) özelinde bir başka yanı öğretiliyor. Efendimiz (SAV) vahyi getiren Cebrail
aleyhisselamı birkaç kez aslî suretiyle görmüştür, öğrendiğimiz bilgilere göre. Bu görüşmelerden birisi de SİDRETÜL MÜNTEHA’da olmuştur.
Orası yaratıklar âleminin “son nokta”sı olarak tarif edilir, bu yüzden son ağaç/sidretül münteha
benzetmesi yapılmıştır. Ayet diyor ki, Efendimiz
(SAV) O’nu asli suretinde gördüğünde gözünün
gördüğünü fuad yalanlamadı...
Dikkat ederseniz fuadın buradaki çalışma
yöntemi normal hayata terstir. Normalde, önce
göz görür, yani sem’ ve basar çalışır, sonra fuad
Kalbi Görüş’le onu bilir. Halbuki burada doğrudan kafa gözü görüyor. Bunun için öyle bir fuad
lazım ki, kendi yapacağı işten önce gördüğünü
yalanlamasın! Efendimiz (SAV)in fuadının özelliği gereği; ru’yet etiğini, gözüyle gördüğünü fuadı
yalanlamadı. Bu ayet bize onu öğretiyor.
İnkâr edenlerin fuadları ne durumda, ona da
bakalım. Bu dünyada nasıl, ahirette nasıl?
189
İNŞİRAH
“Andolsun ki, sizi imkanlandırmadığımız şeylerle onları temkin ettik ve onlara sem’, absar ve
fuadlar oluşturduk. Fakat onların ne sem’leri, ne
basarları ve ne de fuadları onlardan bir şey savdı!
Çünkü bile bile Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı.
Alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşattı.” (Ahkaf-26).
Hud kavmi ve Mekkeli’ler kıyaslanıyor. Mekkeli’lere; “Hud kavminin imkânları çok fazlaydı,
onlar sizden çok güçlülerdi. Onlara çok imkan
verdi. Şükretsinler diye sem’ (işitme) absar (görem) ve fuadları (analiz sentez sistemleri) de
vardı ama onları bu iş için kullanamadılar. Onların sem’leri, basarları ve fuadları onların karşılaşacakları şeyi onlardan savamadı. Çünkü “bile
bile Allah ayetlerini inkâr” ediyorlardı. Ayet, Hud
kavminin bir özelliğini açıklıyor: İnanıyorlar,
inanmaya müsaitler, ama inkâr ediyorlar. Bunun
skalasını oluşturmuştuk, BİLE BİLE İNKAR’ın
iki ucunu söylemiştik. Bu hal korkmak için çok
önemlidir: Ayeti duyduğu halde umursamamak!
Mesela şöyle bir düşünce taşımak: “Ayette öyle
deniyor ama ne yapalım! Günah ama ne yapalım.” Bunlar hep bile bile inkâr sınıfına girer. O
skalaya düşmemek için çok dikkat etmeli, çok
dua etmeli, Allah’tan merhamet ve yardım dilemeliyiz. Dileyelim inşaAllah...
“Biz onların fuadlarını ve gözlerini kalbederiz.
İlk keresinde ona iman etmedikleri gibi onları
kendi tuğyanları içerisinde (kör ve şaşkın) terk
ederiz.” (En’am-110).
190
YILMAZ DÜNDAR
İnkârcıların hali tanımlanıyor: Nihayet onlar
inkârda öyle geri dönülmez bir noktaya gelirler
ki, onların fuadlarını ve gözlerini kalbeder, çeviririz. Yani onların fuadları tersine sabitlenir! Önceki sabitlemeler Hakk yoldaydı, şimdi ise fuadı
kalb ediş tersine: Sabitlenirler de artık fuaddan
devamlı onların tuğyanlarıyla ilgili sonuç çıkar.
Ve onları bu durumda (kör ve şaşkın bocalar
halde) terk ederiz.
“Kör ve şaşkın bocalıyorlar” ifadesini doğru
anlamalıyız. Eğer yanlış bakarsak manayı yanlış
görürüz. “Kör ve şaşkın bocalıyorlar” diyen onların o halini görendir. İnkar edenler bu halde olmalarına rağmen kendilerine “biz kör ve şaşkın
bocalıyoruz” demezler. Neden? Çünkü fuadları
ve gözleri kalb edilenlere, ürettikleri batıl fikirler
içerisinde kör ve şaşkın bocalayanlara amelleri
süslenmiştir! Onlar kendilerini çok doğru yolda
zannederler, “biz kör ve şaşkın bocalıyoruz” demezler, kendilerini öyle görmezler. Bunu ancak
gören söyler. Hakk Yol’da olan onlara bakınca;
“bunlar kör ve şaşkın bocalıyorlar” der. Buradaki
bu ifade görenin değerlendirmesidir...
“Ve böylece her Nebi’ye ins ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler vahy eder. Eğer Rabbin
dileseydi onu yapmazlardı. Artık onları iftiralar
ile baş başa bırak.” (En’am-112).
“Ta ki ahirete iman etmeyenlerin fuadları
ona meyl etsin, ondan hoşlansınlar da kazanıyor olduklarını elde etmeye devam etsinler.”
(En’am-113).
191
İNŞİRAH
Bu iki ayet, fuadın YALDIZLI SÖZLER diye anlatılan fikirlere, insandan ve cinden şeytanların
fikirlerine meyletmesinin mümkün olduğunu
anlatıyor: Her nebiye ins ve cin şeytanlarını düşman kıldık. İman etmeyenlerin fuadları onların
o yaldızlı sözlerine meyletsin diye.
“(İşte o gün onlar zillet içinde bakarak) başlarını dikerek koşuşur haldedirler. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamaz! Fuadları iflas etmiş
durumdadır.” (İbrahim-43).
İnanmayanların ahiretteki fuadı bu haldedir.
İşte fuadlarının ahiretteki hali bu! Ayetten anlıyoruz ki; fuad orada faaliyette olacak, ama bazılarında çalışamaz hale gelecek! Bazı fuadların
iflas etmiş olacağı, inkar edenlerin orada kendini
kaybetmiş bir fuadla karşılaşacağı söyleniyor.
“O ki, çıkar (kaplayıp örter) fuadlar üzerine!”
(Hümeze-7).
Manzara cehennemden! Ateşin fuadı kaplayacağı bir cehennem hali anlatılıyor. Muhafaza ediver Allahım. HÜMEZE “çekiştirme”
manasına geliyor. “Hümeze işini adet edinenler
HUDAME’ye atılacaklar” deniyor. Bu öyle bir
ateş ki, fuad onun acısı ve ızdırabıyla tam kaplanır. Ayet böyle tarif ediyor. Demek ki iflas eden o
fuad yalnızca boş olmakla kalmıyor, ateşin acısı
onu sarmalar! Bazı ayetler “onların fuadları boştur” der, yani fuad iflas etmiş kalmıştır. Burada
fuad yalnızca boş olmakla, iflas etmekle kalmıyor, ateşin acısı ve ızdırabıyla kaplanıyor. Bu hal192
YILMAZ DÜNDAR
deyken o başka bir sonuç çıkaramaz. O fuadın
çıkardığı tek sonuç o ateşin acısı ve ızdırabıdır!
Şimdi Fuad’ın analiz sentezi ile ilgili önemli
bir tanımlama yapalım: Kul’un Rabbine yönelmesi, fuadın Hakk yolda sonuçlar elde etmesi
EL-HÜSNA’YI TASDİK olarak değerlendirilir. Bu
manada Leyl Sûresi ayetlerine birlikte bakalım:
“Kim verir ve korunursa; El-Hüsna’yı tasdik
ederse; Böylece ona en kolayı kolaylaştırırız.
Ama kim de cimrilik eder ve müstağni olursa;
El-Hüsna’yı yalanlarsa; Ona en zoru kolaylaştırırız.” (Leyl; 5-10).
“EN KOLAY” nedir? En kolayı kolaylaştırmak
nedir? “EN ZOR” nedir? En zoru kolaylaştırmak
nedir? “VERMEK” VE “CİMRİ” ne demektir? Konumuzla ilgili olarak kısaca bu tanımları görelim.
Kim; Varım ve Muhtarım İddiası’yla oluşan
Sözde İlahlık Yaşantısı’nın Muhtariyeti Tercih
Gücü’nü Sahibine verirse, yani bu yeni idrak ve
imanıyla Allah’ın verdiğini infak ederse, korunmak için nefs-i levvamede mücadele ederse ve
bu süreçte fuadı her sınavda el-Hüsna’yı tasdik
sonucuna ulaşırsa en kolay hayat tarzı olan cennet yaşantısını başarması için ona kolaylaştırırız!
Tanrı ilmi kapsamında “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında GÜZEL ve ÇİRKİN’i anlattık. El-Hüsna
güzel demektir ve Hakk yola, “illa Allah” anlayışına verilen isimlerden birisidir. Güzel odur ama
insanların anladıkları güzel o değildir. “Kim elHüsna’yı tasdik ederse” ayetiyle kastedilen güzel
Hakk yoldur, “illa Allah” idrakıdır. Çirkin ise batıl193
İNŞİRAH
dır. Ayette bir de ESAS CİMRİ tarif ediliyor: Kim
cimri davranırsa: Yani mülkü kendisinin sanarsa!
Haddi aşarsa! Vehmin zulmeti şartları gereği olarak içine düştüğü “varım ve muhtarım” zannına arkasını dönmezse! Ona sıkı bağlanırsa! Bu
iddiasından vazgeçmezse! Bu iddiayı oluşturan
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü Sahibi’ne vermezse!
Davranışlarını da bu iddiaya göre gerçekleştirirse! Böyle olan kişi bahil/cimri ve müstağni’dir,
el-Hüsna’yı yalanlamıştır. Onun fuadı el Hüsna’yı
yalanlayan sonuç bilgilerle ona amelini süsler,
ona ameli süslü gelir. Böylece, çok zor olan cehennem yaşantısını ona kolaylaştırırız!
Fuadın özelliklerini ayetlerle öğrenmiş ve tefekkür etmiş olduk. Artık Fuad bizim için çok
önemle izlenmesi gereken bir mana kazandı ve
zihnimizde Fuadla ilgili şu soru oluştu: Fuadın
ulaştığı noktayı nasıl izleyebiliriz? Bunun göstergeleri var mıdır ve nelerdir? Rabbim izin verirse, lutfederse bunu ayrıca ele alacağız. Ama hiç
olmazsa haberimiz olmuş olsun diye şimdilik
hafifçe değinelim. Bir tanımlama yapıp onu bir
örnekle vermeye çalışalım.
Fuadın izlenebilir özellikte ulaşılabileceği
nokta KUL İÇİN DÖNÜM NOKTASIdır. Bir kul
için, “fuadında izleyebileceği dönüm noktası”, bu
dönüm noktası KUR’AN’IN DİLİ ile ilgilidir. Fuad
analiz ve sentez yaparken ulaştığı sonucu açıklayacağımız “Kur’an Dili” ile ilgili o noktaya sabitleyebilirse o hal onun için bir Dönüm Noktası’dır.
Kur’an ayetlerinin bir kısmı kesret şartlarına
uygun dil iledir. Bir kısmı da ulûhiyet şartları194
YILMAZ DÜNDAR
na uygun dil ile anlatılmıştır. Kur’an’da bize bu
konuyla ilgili uyarılar bulunmaktadır, bu konuda ciddi uyarıların olduğu ayetler vardır. Yeri ve
konusu gelince onlara da bakacağız inşaAllah.
Ama biz söylemek istediğimiz o noktayı biraz
ortaya koymak için bir örnek verelim.
Bir kişi bir tefsirde, bir mealde bir ayete ait bir
cümle okur ve o ayetin manasına bakışı değişir.
O zaman bir yorum yapar; “aslında mana öyle
değil, böyleymiş” der. Bu yoruma temel oluştursun diye iki önerme oluşturalım. Bir: İnsan
günah işlediği için cehenneme gider. İki: İnsan
cehennemlik dilendiği için günah işler. Her iki
önerme de çok rastladığımız cümlelerdir aslında. Ama daha çok duyulanı; “insan günah işlediği için cehenneme gider” cümlesidir. Bu cümleyi duymuş ve onu kabul etmiş olan bir kişi bir
gün bir tefsirde veya bir yazıda farklı yazılmış bir
cümle okur: İnsan cehennemlik dilendiği için
günah işler. Bu cümle orada ona izah edilmiş ve
o da ona inanmışsa bu sefer şöyle der: “Biz öyle
bilmiyorduk. Demek ki, işin gerçeği böyleymiş.”
Şimdi iki önerme cümlemizi bir de cennetle ilgili
kuracağım ki, anlaşılırlık artsın inşaAllah. Bir: İnsan Allah’ın rızasına uygun yaşadığı için cennete
gider. İki: İnsan cennetlik dilendiği için Allah’ın
rızasına uygun yaşar. Kur’an’da buna benzer
cümleler çok geçer, ayetler bu düzen üzeredir.
Bu örnekle anlatmaya çalışacağım konu fuad
için çok önemlidir, lütfen dikkat edelim. Açıklayacağım şey MARİFETİN DÖNÜM NOKTASI’nı
oluşturuyor, Fuad marifeti böyle bulur. Şimdi o
195
İNŞİRAH
iki önermeyi oluşturan cümlelerle ilgili analizimizi yapalım:. Genellikle yapılan şudur; kişi bu
iki cümleden birini kendisine daha uygun, daha
inanılır bulur. Hele de buradaki gibi olursa, ikisini birden duymuşsa, görmüşse onlardan birisini kendisine daha yakın hisseder, daha inanılır
bulur. Diğer cümleyi ise “öyle söyleniyor” diye,
“ayet” diye kabul gösterir. Çünkü diğer cümle
de bir ayette, bir hadiste veya bir önemli kişinin
cümlelerinde geçiyordur, onu da o yüzden kabul eder. Ama birini daha inanılır bulur, diğerini
de hürmeten kabul eder, hatta yorumlar: “Şimdi
anlamıyorum ama sonra anlayabilirim.” Bazen
de; “öyle ama aslında asıl mana öyle dememektedir” diyerek bir yorum yapıp işin içinden sıyrılır, “öyle söylenmiş ama aslında öyle demek
istenmiyor” yorumunu getirir. Neden böyle düşünülür bakın:
Kişi o iki cümleyi birbirinden farklı manada
gördüğü için! Bunun nedeni, yani o cümlelerin
çok farklı anlamlarmış gibi gözüküyor olması,
ikisine de kesret şartları içerisinde bakmak ve
öyle değerlendirmektir, hata buradan kaynaklanır. Kişi bu iki önermeyi değerlendirirken eline
aldığı yönetmelik “Kesret Şartları Yönetmeliği”
olduğu için bu cümleleri birbirine aykırı ve ters
zanneder. Kesret gözlüğüyle baktığı için öyle
zanneder, onları faklı zannediş bundan kaynaklanır. Oysa dikkat edin, her iki cümle de aynı manadadır! Tamamen aynı manadadır; birisi diğerinin aynısıdır! Ama nasıl?
196
YILMAZ DÜNDAR
Birisi olayın “EMİR ANI CÜMLESİ”, diğeri aynı
olayın “FİİL ANI CÜMLESİ”dir. Şimdi bu açıklamaya göre yeniden okuyalım. Emir Anı Cümlesi
şudur; bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler. Emir anı için cümle böyledir! Fiil Anı
Cümlesi ise şöyledir; bir insan günah işlediği için
cehenneme gider. Fiil anından bakınca cümle
böyle kurulur. Dikkat edelim ki, ikisi de aynı olayın cümlesidir, ikisi de tıpatıp aynıdır. Bu cümlelerden birisine tabi olmak ve diğeri yokmuş gibi
davranmak Kur’an’da yasaklanmıştır, ayetleriyle
göreceğiz. Buralardan doğmuş SAPKIN FIRKALAR var, Kaderiye ve Cebriye fırkaları böyle doğmuştur. Bunlar, ayetlerden birisine yaslanır ve
diğer ayet yokmuş gibi davranırlar... Böyle ayetlerden örnekler vereceğim.
Emir anı cümlesi İMAN için, fiil anı cümlesi AMEL içindir ve ikisi beraberdir; “Amenû ve
Amilus Salihati” beraberliğinin ifadesidir. Bu
pencereden bakarsak; “insan günah işlediği için
cehenneme gider” cümlesi amel için iken, “insan
cehennemlik dilendiği için günah işler” cümlesi
iman içindir. “Amenû ve Amilus Salihati” halinde olduğu gibi ikisi beraberdir. Buradan şu sonuç çıkıyor: İman da ayetlere dayanmalıdır, fiil
de ayetlerle olmalıdır. İman da, fiil de ayete dayanmalıdır. Beşeri tanımlarla, bir boşluğu doldurur gibi “iman” veya “amel” tanımı üretmek sakıncalı ve yanlış olup Batıl Fırka’lara sebep olur.
Gelinmesi gereken dönüm noktası iki cümleyi ayrı ayrı kabul değil, tek cümle içerisinde ve bir
seferde anlamak ve iman etmektir. Fuadı sabit197
İNŞİRAH
leyeceğimiz nokta budur! Bu cümlelerdeki her
iki önermeyi öyle anlayacağız ki, “onu anladım,
bunu anlamıyorum” diye bir şey kalmayacak!
Düzelteceğiz. İki ayrı cümle değil, tek cümle (tek
mana) olacak. Noktalı virgülle ayrılan, iki cümle
gibi görünen tek cümle! Emir anı önce olduğu
için “emir cümlesi”yle başlayalım: Bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler; ve bu insan
günah işlediği için cehenneme gider.
Yaptığımız bu antrenman, anlamaya çalıştığımız bu mana başlangıç içindir. Sonra? Sonra bu
iki cümle üst üste getirilip çakıştırılmalıdır ki, aslında fuadın başarması gereken budur: İki cümle
çakıştırılmalıdır. O manaları çakıştıralım ki Fuad
manaları çakıştırarak okumayı öğrensin! O zaman Kur’anı OKUyabilir... Yani benzer şekilde bir
kesrete, diğeri emir anına ait ayetlerdeki her iki
manayı çakıştırarak onları OKUyabilirsiniz. Siz o
zaman neyi başarmış olursunuz? EVVEL, AHİR,
ZAHİR, BATIN’ı birleştirmiş, onları çakıştırıp tek
yapmış olursunuz! “Tek görüntü” ancak çakıştırdığınız zaman çıkar. Ne gibi? Çok benzemese de
anlamak için faydası olacak bir şeye benzetelim.
Bir ışık tayfında, prizmada baktığınız zaman
mor ötesi ve kızıl ötesi ışıklar yayılır, onları gökkuşağında görürüz. Onları ayrı ayrı ışık görmek
var, bir de tek ışık yapıp beyaz ışık gibi görmek
var. Kur’an’ın cümlelerini işte öyle tek ışık yapıp
beyaz ışık gibi görmek lazım. Tek ışık! Vahidiyeti
kişi o zaman kavrar ve bir anda sıçrar, bir anda!
Bu manadaki ayetler tanrı ilmi kitapçığında
örnek olarak çok geçti. Biz bildiğimiz klasik bir
198
YILMAZ DÜNDAR
ayeti örnek verelim; İnsan-29 ve İnsan-30. Eğer
kişi İnsan-29’a daha fazla bağlanır İnsan-30’u ihmal ederse yanlıştır. İnsan-30’a daha fazla bağlanır İnsan-29’u ihmal ederse de yanlıştır. Onları
iki ayrı ayet olarak görür ikisini de kabul ederse
bu başlangıç için doğrudur. İkisini birleştirir tek
ayet gibi anlarsa başarır!
“Muhakkak ki bu bir tezkiyedir(öğüttür); dileyen Rabbine bir yol edinir.” (İnsan-29).
Bu bir amel cümlesidir, değil mi?
“Dileyen yok, ancak Allah diler. Muhakkak ki
Allah Aliymen Hakiym’dir.” (İnsan-30).
Bu cümlelerimizi meallere uygun oluşturduk.
Onların daha onarılmış, daha ileri hallerini “Sen
Tanrı Mısın?” kitapçığında kullanmıştık.
İnsan-30’u en azından şöyle görmeliyiz: Bir
kulda var görünen zan, yani kuldaki “benim”
diyen ve var görünen zan, “diledim” diyerek bir
olaya sahip çıkmadan önce onu Allah dilemiştir!
Bu, Kul’un işi anlaması için bir anlatım tarzıdır
ve başlangıç anlatımıdır. Bu anlatım tarzı, kulun
İnsan-30’u ve kaderi biraz anlayabilmesi için bir
başlangıç anlatımıdır, daha ileri cümlelere taşınacak bir başlangıç olup son değildir. Tekrar
not edelim: “Ben” diyen ve var görünen zan bir
olaya “diledim” diyerek sahip çıkmadan önce
onu Allah dilemiştir. Bu mananın daha iyi anlaşılabilmesi için, tefekkür edebilesiniz diye onu
bir cümleyle tamamlayalım. İnsan-29; “dileyen
Rabbine bir yol tutar” diyor. “Rabbine” diyor!
Hemen altında, bir sonraki ayet İnsan-30’ ise;
199
İNŞİRAH
“ancak Allah diler” buyuruyor. İnsan-29 “dileyen
Rabbine yönelir” dedi, RAB kelimesini kullandı.
Oysa İnsan-30; “Allah diler, dileyen Allah’tır” diyor, “Rabbidir” demiyor. Bunu tefekkür ederseniz, inşaAllah olaya daha yaklaşan sonuçlar elde
edersiniz. Lütfen tekrar tekrar araştırıp bakalım,
“Rabbine yönelir” ve “dileyen Allah’tır” ayetlerini çakıştırıp tek bir ışık yapalım ki, fuadın sonuca
varması ve ona göre fiil üretmesi Rabbimizin hepimize lutfettiği bir hal olur inşaAllah.
Efendimiz (SAV) bize çok önemli bir dua öğretiyor: “Yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbiy ala
diynike.” Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in
bu duayı çok sık yaptığı eşlerinden rivayet ediliyor; “ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi diynin üzerine sabitle.” Hadisin orijinalinde
“dilediği tarafa” ifadesi yok, ama yazarken “kalbleri dilediği tarafa döndüren” diyoruz. “Dilediği tarafa” anlamını kullanmamızın özel sebebi,
seslenişin Allah’a olmasıdır. Böyle bir seslenişi
insana yapamazsınız, “dilediği tarafa döndüren”
diyemezsiniz. İnsan kendisine verilen bir talimat
vardır, onu yapar...
MUKALLİBEL KULUB; kalbleri kalbeden demektir. Sesleniş Allah’a olduğu için, “Mukallibel
Kulûb” özel bir isim haline geldiği için bu manayı
oraya rahatlıkla koyuyoruz: Kalb etmek! Bu insanın yapabileceği bir şey değildir. Duanın idrakını
kavrayabilmek için bu “ey kalbleri dilediği tarafa
döndüren” manası önemlidir. Bu manayı Kasas
Sûresi 68 ve İnsan Sûresi 30. ayette gördük. Bu
ayetler “dilediği tarafa...” manası için bir delildir.
200
YILMAZ DÜNDAR
Aslında bir şeyi hep söylüyoruz, yeri geldikçe
de hatırlatacağız: Allah için kurulan cümlelerle
insan için kurulan cümlelerin mutlaka farkının
olması lazım, mutlaka! İnsan için ve insana hitap
ediyor gibi kurulan cümleler Allah için de kullanılırsa yanlış olur, yanlışlıklar içerir. Bu parantezi
kapatıp hadisle öğretilen duamıza dönelim.
“Neden bu duayı çok yaparsın ya Rasulallah?” diye sorulduğunda Efendimiz (SAV) buyuruyorlar ki; “kalbi Allah’ın iki parmağı arasında
olmayan insan yoktur. Dilediğini sebat ettirir,
dilediğini de kaydırır.” Şimdi bu açıklama üzerinden bize lazım olan kulvarda basamak basamak
ilerleyelim. İlerlerken bu basamakları dikkatli izlersek konuyu yakalamış oluruz inşaAllah, çünkü “önemli bir kelime”ye gelmeye çalışacağım.
“Mukallibel Kulûb” kalbleri bir halden başka bir
hale çevirendir. Peki, bir halden başka bir hale
kalbedilen sadece kalbler midir? “Kalbetmek”
ifadesi ayetlerde gece-gündüz için de kullanılır.
Çünkü orada da bir halden bir başka hale çevrilmek; kalbedilmek var. “Kalbleri bir halden başka bir hale çeviren”i biraz ilerletelim ve “kalb”
ifadesinden bir esma kompozisyonu anlayalım,
şimdilik. Biz özellikle insanı ele aldığımız için
insanı düşünüp kalbin şöyle bir tarifini yapabiliriz: KALB; kulda, surette, Allah’ın dileğinin
suretinde idrakı oluşturan esma kompozisyonudur. Surette idrakı oluşturan esma kompozisyonu Kalb’dir. Surette idrakı oluşturan esma
kompozisyonuna bu basamakta kalb diyelim,
şimdilik. Bunu ilerleteceğiz, ama bulunduğu201
İNŞİRAH
muz basamakta böyle diyelim. Bu basamaktaki
bu tarif yüzünden, meallerde kalb yerine “idrak”
kullanıldığını görürsünüz. İdrak bir sonuçtur ve
kalbin karşılığı değildir. Kur’an’da geçen “kalb”
ifadesini Türkçeleştireceğim derken yerine kullanılan idrak aslında bir sonuçtur. “İdrak” demek
yanlış değildir, ama idrak “kalb” değildir, kalbin
tamamı değildir! Kalb; idrakı oluşturandır, idrakın oluşmasına sebep olan esma kompozisyonunun tamamının ismidir. Kalbden süzülen sonuçlar vardır, bunlardan birisi İDRAKtir. Oradan
süzülen sonuçlardan bir diğeri ŞUUR’dur, bir
diğeri GÖNÜLdür, bir diğeri NEFSdir. Ama bunlar kalbin kendisi değildir. Bunlar, kalbin dünya
şartlarında VEHİMSEL İRTİBAT’ını sağladıktan
sonra görülen sonuçlardır, o sonuçlara verdiğimiz isimlerdir. Bu yüzden, meallerde kalble ilgili
bir mana verilirken, gönül sonucu uygunsa kalb
yerine gönül deyip meallendirmişlerdir, idrak
sonucuna uygunsa idrak demişlerdir. Ama en
güzeli orijinali (kalbi) değiştirmemektir, çünkü
kalbin ayrı bir manası vardır. Belki oralarda parantez açıp idrak veya gönül sonucuna göre yorumlar yapılabilir. İdrak, nefs, gönül, şuur hep birer sonuçtur; kalbin dünya şartlarında vehimsel
irtibatını sağladıktan sonra görülen sonuçlardır.
Bu sonuçlardan birisini, mesela “şuur”u “kalb”in
yerine yazarsanız mana eksik olur. Çünkü Kur’an
yeri geldiğinde şuuru da kullanıyor. Mesela Zümer Sûresi 25. ve 55. ayetlerde şuur kullanılıyor.
Demek ki, Kur’an “şuur”u biliyor. O bir sonuçtur;
kalb çalışırken o anki işlevine göre bir sonuçtur...
Biz “ya mukallibel kulub; kalbleri bir halden baş202
YILMAZ DÜNDAR
ka bir hale çeviren” cümlesindeki kalbi “surette
idrakı oluşturan esma kompozisyonu” olarak
düşünelim, şimdilik. Mukallibel Kulûb; işte bu
esma kompozisyonunu dilediği bir halden bir
başka hale çevirendir. ÇEVİREN; bir halden başka bir hale çeviren! Bu ifadenin yerine daha doğru bir kelime koyalım. Sonucu farklı olduğu için
buradaki “çevirme” bildiğimiz bir şeyi çevirmek
değildir, “halden hale sokmak”tır. Hatta bu halden hale sokma bile farklıdır. Buradaki özel halin
ismi KALB ETMEK’tir. Kalb etmek; kalıbını çıkarmaktır, kalıp oluşturmaktır, bir kalıptan başka
bir kalıba çevirmektir. Çünkü o suretteki sonuç
o kalıba göre olacaktır, sonuç suretin kalıbına
göre çıkar. Kalıbını değiştirdiğiniz zaman yeni
bir kalıp meydana gelir ve suret o yeni kalıbın
sonucunu yaşar. Şimdi cümlemizi şöyle kuralım:
Ya Mukallibel Kulûb; ey kalbeden; idrakı oluşturan esma kompozisyonunu bir halden başka bir
hale kalbeden! Ey Kalbi kalbeden! Kalbi dilediği
kalıba sokan! İdrakı oluşturan esma kompozisyonu meydana gelirken kalb edilerek (kalbı dökülerek) meydana geldiği için, sonuç ürüne kalb
dendiği için, biz onu en son noktadan isimlendiriyoruz. Ona “kalb” denmesi son noktadır, ilk
nokta değil. Bu kalıba “kalb” denmesi onun meydana geliş prosedürü gereğidir, meydana gelişi
kalbedilerek olduğu içindir. Kalb, kalbedilerek
meydana gelmiş yapı demektir. Kalb dediğimiz
bu kalıp Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
kaydını oluşturan kalıptır. Sendeki Kendini Hissetme Duygusu’nun kayıtlı halidir. İşte sendeki
203
İNŞİRAH
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun bu kaydını oluşturan kalıp KALB’tir.
İnsanda, bahsettiğimiz bu kalıbın dünya şartlarında vehimsel irtibatını VÜCUD KALBİ sağlar. Bu durumda karşımıza iki kalb çıkıyor. Birisi,
idrakı oluşturan esma kompozisyonu dediğimiz kalb (kalıp). Ona “Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp” demiştik.
O kalıp yüzünden KAYIT oluşuyor, o kalıbın
farklılığı yüzünden ÇEŞİTLİ KAYITLAR oluşuyor. Çünkü kalıplar farklı! İşte bu kalıbın dünya
şartları içerisinde VEHİMSEL İRTİBAT’ını insan
vücudunda sağlayan organ da vücut kalbidir. Bu
irtibat yüzünden yüreğe kalb denir. Ona kalb/
kalıp denmesinin sebebi kalıpla irtibatı sağlamasıdır, kalıpla irtibatı sağlayan olduğu için kalb
denmiştir. Efendimiz (SAV) buyurdular ki: “Her
şeyin bir kalbi vardır.” Bu hadisten hareketle şu
sonucu şimdi kolay çıkarırız: İnsanda bu kalıpla
vehimsel irtibatı sağlayan vücut kalbidir ve bu
insanda böyledir. Diğer “şey”lerde böyle değildir! Onlarda bu irtibatı sağlayan başka şeylerdir.
Vücut kalbinin kalıpla ilişkiyi sağlaması yalnızca
insan için geçerlidir. Bu yüzden bir varlığa bakıp, “onda kalb yok. Ayetlerde bahsedilen kalb
onda yok” derseniz olmaz. Her suretin kaydını
oluşturan bir kalbı var. İnsanda bu irtibatı yürek
sağlar, diğer cisimlerde ve insan dışı yaratıklarda
ise farklı şeyler sağlar.
“İnşirah” adlı bir tefekkür şemamız var. Şimdi
onun konuyla ilgili paragrafını paylaşalım. Diğer
204
YILMAZ DÜNDAR
kısımları daha önce “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında geniş açıkladık, dilerseniz bakabilirsiniz.
VahidülEhadüsSamed olan Allah, nefs-i
vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed vasıflı “Kendini Hissetmesi”nden dileğini suretlendirdikten sonra o suretin kendisini bilmesi için
ona nazar ederek “Kün” demiştir. “Feyekün” sonucu; Allah’ın o Kul’daki dileğinin şartları surete
KALB olmuştur. Kul’daki nazar noktası “nazargah” olarak kalmış ve KALB ismiyle anılmıştır.”
İlmullah’ta Allah’ın dileği şekillendikten sonra onun “kendini bilmesi” ayrı bir olaydır. Bunun basamaklarını daha önce ayetlerle gördük.
İlmi Suret’in kendini bilmesi için ona “Kendini
Bil” emri gerekir. “KENDİNİ BİL” emri için o surete Allah’ın dileğinin yönelmesi, oraya NAZAR
etmesi, o nazarla “Kün/Ol” demesi ve o emrin
olması; işte o oluş KALBOLUŞtur! Çünkü bir şeyi
murad etti mi “Ol” der hemen olur: Kün feyekün.
“Kün” demesi ve orada onun hemen olması, işte
o oluş kalboluştur “Kün” emri bir nazardır, yani
dileğin emri bir nazardır. Bu nazarın dokunduğu yerde kalboluş ise dileğin kalıbının çıkışıdır.
“Kendini Bil” dediğinde ne dilenmişse o dileğin,
o kompozisyonun kalıbının çıkması, orada kendini nasıl bilecekse onun oluşması (kalb olması)
“feyekün” sonucudur. Demek ki, surette bir nazar noktası var ve o çok önemli. Çünkü bütün
işi başlatan bu nazar, suretteki bu nazar noktası,
Emrin dokunduğu bu nokta! Orası çok özel!
İşte orada o an, o nazarla oluşan nur orada
bir şey açar. Bazen işi insani örneklerle anlatmak
205
İNŞİRAH
gerekiyor, bu yüzden hiç ilişkisi yok ama şu misali verelim, anlaşıldıktan sonra da silelim. Çünkü hiç ilişkisi yok. Bir bakışın oluşturduğu etkiyi
anlatmak için “öyle bir baktı ki içimi yaktı” deriz.
Bir bakış sizde bir şey açmıştır. İşte bir bakış, bir
nazar orada bir şey açar! Manayı biraz yakaladıysak örneği yok edelim, çünkü bu örnek buraya
hiç uymaz. Allah’ın “Kendini Bil” derkenki nazarı
ilmi surette bir nur oluşturur, o nazar (o emir)
o kalıpta bir nur oluşturur. O KALB NURU’dur.
O nur orada durur! O nur çok önemlidir, çünkü
oraya o nazar değdi... Nazar (emir) değdi oraya!
O emrin oraya ulaşması orada bir nur oluşturdu.
Yani o kalb oluşurken o noktada bir nur oluşturdu. İşte o NAZAR NOKTASI sayesindedir ki, kalb
nazargah olur, artık orası bir nazargahtır, nazar
yeridir. Böylece oluşan o nur kalbin nurudur ki,
sonradan yaratılanların tersine o farklıdır. İlahi,
orijinal bir statüye sahiptir ve sonradan yaratılmışta o orijinalliğiyle durur...
Kalb oluşa bir de şöyle bakalım. Vehim sisteminin çalışması günümüzde nasıl açıklanmaktadır? Hologram Sistem ile! Dünya şartlarındaki
vehimsel sistem günümüzde şimdilik Hologram
Mekanizması ile açıklanıyor. Vehim sisteminin,
hologramın mekanizması/çalışması vehim nuru
alanında olur. Herşey bir nurla ilgilidir, bu mekanizmanın nurunu da Vehim Nuru oluşturur.
VEHİM NURU, Allah’ın dileğinin kalb oluşlarının
aynasıdır, Allah’ın dilekleri için bir aynadır. Yine
bir insani benzetme yapalım. Normal günlük yaşantıda aynaya baktığınızda aynaya yansımanız
206
YILMAZ DÜNDAR
aynaya kalb olmanızdır. Kalbolursunuz, aynada
kalıbınız çıkar. Sizin kalıbınızın aynaya çıkması
sizin aynaya kalbolmanız demektir. Olayı biraz
anlamak için verdiğimiz örneği silelim. “Böyledir” sanarsak konuyu anlayamayız. Vehim nuru
alanında/aynasında Allah’ın dileklerinin kalb
olması Allah’ın dileğinin o aynada yansımasıdır.
Herşey, her yaratılan vehim nuru aynasında bir
yansımadır. Hal böyle olunca denir ki; sen bir
yansımasın: BİR DÜŞÜN YANSIMASIN!
Bu yansımanın yani bu kalıbın nazar noktasını oluşturan kalb nurundan insana nazar devam eder. Ama öyle enteresan bir hal vardır ki,
bu nazar yukarıdan aşağıya devam ettiği gibi
aşağıdan yukarıya da olur. Fakat; aşağıdan yukarıya olunca da, yukarıdan aşağıya olunca da
Kendisi’dir. Dolayısıyla, yukarıdan aşağıya aşağıdan yukarıya “kendisinde, kendisiyle, kendisi
olarak” bu nazar akışı devam eder. Nerede? Kalb
Nuru noktasında! Bu nerededir? Kalb’te; kalıpta, kalpta! Bu yüzden NAZAR, Allah’ın Kendisini
Hissetmesi’nin emir ve seyir halini anlatır.
Vehim nuru aynasına yansıyan (kalbolan)
Kul’un bir adı da ÂCİZ’dir, bir özelliği nedeniyle
ona âciz de denir. Bunu anlatabilmek için yine,
konuyu anladıktan sonra hiçbir işimize yaramayacak bir insanî tanım yapalım. Aynaya baktınız,
orada yansımanız var, o yansıma size göre âciz
değil midir? Vehim nuru aynasına yansıyan, kalb
olan Kul işte bu özelliği yüzünden âcizdir. Âciz
kul veya kul âciz! Dualarda, sığınışlarda “biz aciz
kulların” diye sesleniriz, bunu itiraf ihtiyacı duyar
207
İNŞİRAH
ve “bu hususta acziyetimi itiraf ederim” deriz.
Şuna çok dikkat ediniz: Özellikle “nazar noktası” ile ilgili hususlar kavrandığı zaman insanı çok
yükseğe çıkarır, yanlış kullanıldığı zaman da çok
aşağıya indirir! Eğer; “ey Allahım, en güçlü sensin, biz senin gibi güçlü değil aciziz” gibi düşünülür de acziyet böyle anlatılırsa ve Allah’a yakarış
böyle yapılırsa, konuya böyle yaklaşılırsa bu çok
yanlış olur. Bu acziyetin bizim anlattığımızla hiç
ilgisi yoktur; vehim nuru aynasına yansımış olan
kalbın âciziyeti ile bu tarifin hiç ilişkisi yoktur.
Çünkü bu yaklaşımda güç karşılaştırması var, kıyas var: Allah güçlü, insan güçlü değil, zayıf! İki
gücün karşılaştırılması yapılıyor. Bu şekilde güç
mukayesesi yaparak; “Allahım ben acizim, yardım et” diyene de Allah yardım eder. Allah gerçek merhamet sahibidir; Erhamer Rahımiyn’dir,
ona da yardım eder. Ama onun sığınışı, yakarışı
yanlıştır. Bu yüzden, yardım alsa bile bu sesleniş
onu (idrakını) yükseltmez! Yani balığı yer, ama
balık tutmayı öğrenemez. Çünkü kendisini ayrı,
Allah’ı ayrı (ötede) bir yapı ve varlık kabul edip
bu iki gücü kıyasladı, kendisinin âciz olduğunu
gördü. Bu yanlış bir yaklaşım tarzıdır. Bu yaklaşım o kişi için şirkin göbeğini oluşturur. Bu hal
sonraki idrak için şirkin göbeğidir, motorudur.
Çünkü varlıkların Allah’la kıyası yapılmıştır, yapılmamalıdır! Allah’la konuşulurken, Allah’la ilgili bir fikir ileri sürülürken, bir tanım yapılırken
varlıkların kıyası yapılamaz! Kişi Allah’ı insan gibi
düşünürse, insana seslenir gibi Allah’a seslenirse
kıyas yapar, yanlışa düşer. Çünkü Allah’a insanî
bakış açısıyla yaklaşmıştır. Bu birçok yanılgının
208
YILMAZ DÜNDAR
çıkış noktasını oluşturur. Allah ve Kul arasındaki
kıyas daima “var ve yok” üzerinden yapılmalıdır,
buna çok dikkat etmek lazım. Allah ve Kul arasında kıyas VAR ve YOK üzerinden yapılabilir!
Vehim nuru aynasına yansıyan kalba/kalıba
bir özelliği nedeniyle âciz denmesi, ondaki bu
özelliğin “GÜÇ” ile ilgili olmasındandır. O kalıba
“güç” açısından bakıldığında ona âciz denmiştir. Bu kıyası insanlar arasında yaparsanız işe “az
güçlü çok güçlü” diye bakarsınız ve az güçlü olana âciz dersiniz. Bu bakış açısı insanlar arasında
doğrudur, ama Allah ile Kul’u arasında yanlıştır.
Allah ile Kul’u arasında VAR ve YOK kıyası yapılır, daima! İki VARın kıyası yapılmaz. Dolayısıyla
“âciz” denildiğinde az güç, çok güç akla gelmez,
o olmaz. Var ve yok: Allah’ta güç var, Kul’da
yok! “Yok” olduğu için âcizdir kul, az güçlü olduğu için değil! Güçsüz! Gücü yok! “Güç” mevhumu yok! O bu yüzden âcizdir. Dolayısıyla, kul
için âciz, gücü az, gücü yetersiz demek değildir,
“gücü yok” demektir ve bu manada kullanılmalıdır! Dualarda ve yaklaşımda bu çok önemlidir.
Yansımanın bu âcizliğini bildiğimiz bir cümleyle anlatalım. Yansımanın bu âcizliğini nasıl
vurgularız? Onu vehim nuru noktasından başlayarak gerçek manada dile getiren sesleniş budur:
LA HAVLE VE LA KUVVETE İLLA BİLLAH. “Ve la
havle ve la kuvvete illa Billâh” bu acziyetin ifadesidir. Bu seslenişin başladığı nokta vehim nuru
aynasında kalbın kalbolduğu andır, o andan itibarendir. Kalb olduğu an o âcizdir: Ve la havle ve
la kuvvete illa Billâhil Aliyyil Aziym!
209
İNŞİRAH
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Hazreti
Ali efendimize buyurdular ki; “yatmadan önce
on kez “la havle ve la kuvvete illa Billâhil aliyyil
aziym” demen cennette yerini hazırlamana vesiledir.” Bu sesleniş bu kadar önemlidir işte! Ama
bu idrakla! “Bu idrakla” uyarısını neden hep
tekrarlıyoruz? Bu idrakla söylediğiniz zaman bu
böyledir. Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayetle Efendimiz (SAV) şöyle buyurdular: “Dikkat
et, sana cennetin altındaki hazineyi bildiriyorum; la havle ve la kuvvete illa Billâh.” Bu kalıp
için işin başından gelen özellik bu; kalıp âcizdir.
Kalb âciz! Daima, bu acziyetin itirafı, şuuru, bilinci gerekiyor...
Yansımanın âcizliği bu idrakla kavrandığında,
bu idrak, bu kavrayış kişide çok önemli iki motoru birden devreye sokar. Birden! Kişi bu motorun
çalıştığını hisseder. “Nasıl hisseder?” hem bunu
hem de bu idrakı ve o motorlar çalışınca olacakları paylaşacağız. Dikkat eder ve eğer her halinizi
o süzgeçten geçirirseniz size yeni bir hayat başlar. Yeni nesiller bilmez, gençliğimizde Ankara’da
su sıkıntısı çok olurdu, çeşitli yerlerden su bulurduk. O suları kullanmak için hepsini tek tek
süzgeçten geçirmek ve kaynatmak zorundaydık.
Onun gibi, siz de temiz bir hayat için her anınızı
süzgeçten geçirmek zorundasınız.
Yansımanın âcizliği idrakı ile devreye giren iki
motor HAMD ve ŞÜKÜR MOTORLARIdır, onlar
devreye bu idrakla girer. Sen farkında ol olma,
bu idraktaysan onlar kendiliğinden çalışır. Yeter ki sen bu idraka gel. Hamd ve Şükür çalışın210
YILMAZ DÜNDAR
ca sende HAMD ve ŞÜKÜR HALİ ortaya çıkar.
“Hal” olarak ortaya çıkar ki, o hal dilde zikrullahdan ileridir, zikrullahın bir üst mertebesidir.
Zikrullah üç aşamalıdır; dilde, halde ve fiilde.
Zikrullahın DİL’den fiile geçmesi için hal şarttır.
HAL’den sonra o artık FİİL’e dökülür. Bu yüzden,
halimizi ve fiillerimizi sürekli test etmek gerekiyor. Neden sürekli test? İstikrar için!
Yansımanın acziyetini idrakla birlikte kişi fark
etse de etmese de aslında ESMA ÂLEMİ’ne giriş
yapar. Zihninize altını çizerek kaydedin lütfen,
kişi bu idrakla İNSANİ KESRET’ten esma kesretine geçer. İnsani kesretten ESMA KESRETİ’ne
geçer ki bu, Hamîd ve Şekûr esmalarının kişide
hale dönüşmesiyle olur, onların sende hal olmasıyla yaşanır. YANSIMANIN ACZİYETİ İDRAKI bahsettiğimiz şekliyle kişide sabitleşince
Hamîd ve Şekûr esmaları o kulun hali olur. Her
iki sema (Hamîd ve Şekûr esmaları) onun hali
olunca kul esma kesretine geçer, bu hali bozulursa esma kesretinden çıkar! O yüzden, bu halde istikrar çok önemlidir! Esma kesretine geçti,
sonra? Esma Kesreti’nden kurtuluşun da, Tevhid
Yaşantısı’na geçişin de temelini hep Hamîd ve
Şekûr esmalarının hali oluşturur. Bu hal sabittir,
o bina bu hal üzerindedir, işin temeli Hamîd ve
Şekûr esmalarının kişide hale dönüşmesidir.
Ancak “Hamîd ve Şekûr” esmaları ile ilgili
önemli olan husus şudur: “Hamîd ve Şekûr” esmaları ayrı ayrı düşünülmemeli, ayrı ayrı tefekkür edilmemelidir. Şekur esması, ancak Hamid
esması idrakıyla yaşanabilir. İkisi ayrı ayrı çalış211
İNŞİRAH
maz, ikisinin ayrı çalışması kula fayda sağlamaz,
hatta bu iki esmadan biri ağır basarsa kul sapabilir, kulun idrakı sapabilir. Ve saptığı halde kendisini doğruyla meşgul zanneder, doğruyu yapıyor zanneder. “Şekûr ve Hamîd” esmaları birlikte
düşünülmeli, birlikte ele alınmalıdır. Peki, nasıl
bakılmalı ki bu esmalar birlikte olabilsin? Şöyle:
Hamid esması İDRAK’tır, Şekur esması AMEL’dir.
Dolayısıyla, “âmenû ve amilüs sâlihâti” gereği
Hamid esması idrakıyla Şekur esması ameli yapılırsa bu iki esma birlikte olur. Daha iyi anlamak
için şu iki ayete bakalım. Zahiren çok kolay olan
bu ayetleri lütfen derinlemesine inceleyin, tefsirlere meallere bakın, düşünün, kendinize [kendiniz olan kütüphanenize!] bakın ve onu genişletin, bu paylaştıklarımızı ilerletebilmek için bunları yapın. Kur’an’ın faydalarından biri de budur:
Bir şeyi anlamak için ayetlerden yararlanırsanız,
ayet tefekkür ederek o işi anlamaya çalışırsanız
hem o şeyi anlarsınız, hem birçok şeyi anlarsınız.
Şimdi tefekkürünüz için paylaşacağımız bu ayetleri inceleyip hazinenize kazandırın inşaAllah.
“Yemin olsun ki, eğer onlara; “Semadan suyu
tenzil edip de ölümünden sonra arzı kim diriltti?” diye sorsan “elbette Allah” diyecekler. De ki;
“Elhamdülillah.” Hayır, onların ekseriyeti akletmezler.” (Ankebut-63).
“Yemin olsun ki, eğer onlara; “Semavatı ve
Arzı kim yarattı?” diye sorsan, “elbette Allah”
diyecekler. De ki; “Elhamdülillah.” Hayır, onların
ekseriyeti bilmezler.” (Lukman-25).
Bu ayetleri değerlendirelim inşaAllah...
212
YILMAZ DÜNDAR
Yeni bir başlıkla yolumuza devam edelim:
Sendeki TEK GERÇEK nedir? Buna cevaben “hayalsin, gölgesin, aslın yok” gibi birçok şey yazılır
söylenir, siz de onları okur; “bendeki hiç bir şey
gerçek değilmiş” dersiniz. Ama sende gerçek olan
bir şey var: KENDİNİ HİSSETMEn! Sendeki tek
gerçek budur; kendini hissetmen! Bu Hissetme’yi
basamaklarıyla görelim. Hissetme’yi fark edip
düşünmenle birlikte o bir duygu olur; KENDİNİ HİSSETME DUYGUSU devreye girer. Kendini
hissetmen, senin kendini hissedip düşünmenle
birlikte “Kendini Hissetme Duygusu”na dönüşür, bir duygu hissedersin, fark ettiğin için artık
o bir duygudur. İşte bu duygu kulda SAPMAYA
MÜSAİT ALAN’ı oluşturur. Bütün bu dönüşümler o kadar hızlı olur ki, senin onları ayırd etmen
mümkün olmaz. İşte bunları ayırt etmenin ilmini almaya çalışıyoruz. Normalde insanlar bunun
üstüne düşünmezler, bunu önemsemezler, onlar için önemli değildir bunlar... “Kendini hissetmen”, “Kendini Hissetme Duygusu”na dönüştü.
Hemen sonra “kendini ne hissettiğin” devreye
girer, bu basamak oluşur. Bu üç aşama çook hızla oluşur: 1) KENDİNİ HİSSETME: Esas gerçek
budur ama sen bu gerçekten uzaklaşıyorsun. 2)
Fark ettiğin anda o KENDİNİ HİSSETME DUYGUSU haline geldi. 3) Hemen akabinde KENDİNİ NE HİSSETTİĞİN devreye girdi. Bu anlaşıldıysa, lütfen dikkat edin; VAR olan nedir, YOK olan
nedir? Var olan kendini hissetmendir, yok olan
ise senin kendini ne hissettiğindir! “ESAS GERÇEK” olan, “EVVEL, AHİR, ZAHİR, BATIN” olan,
“EHAD SAMED” olan “Kendini Hissetme”ndir
213
İNŞİRAH
ki bu var; VAR budur. Hatta ona “var” demek
bile yanlış olur, ancak kul açısından “var” diyebiliriz. Zira Sahibi açısından, “var” demek ona sınır oluşturur. Kul bir şeye “var” demekle aslında
onun sınırını çizmiş olur. “Kendini Hissetme”ne
sen kul bakışıyla “var” diyebilirsin ama Sahibi
açısından “var” kelimesi bile doğru olmaz. Peki,
“yok” olan nedir? YOK olan senin “Kendini Ne
Hissettiğin”dir! Burada şuna dikkat edelim: Senin “Kendini Ne Hissettiğin” yerde, o haldeyken sen kendini Yaradan bile hissetsen bu bir
sapmadır, yanlıştır, sapma noktalarından birisi
budur. Böyle bir şey olamaz ama böyle idraklar
çoktur, fakat onların bu işten haberi yoktur! Allah Allah’tır, Kul Kul’dur. Kul Allah olamaz! Sen
“Kendini Ne Hissettiğin” yere Yaradan’la ilgili
bir şey bile koysan, yani o boşluğu doldurmak
için oraya ulvi kelimeler, manalar de yazsan o bir
sapmadır. Çünkü onların hepsi zandır! Kendini
Ne Hissettiğin ile ilgili herşey ZANN’dır! Bu kutsal bir zan olabilir, ama sonuçta zandır! Zan olmayan gerçek nedir? Gerçek, tek gerçek; Kendini
Hissetmen’dir! Ancak:
Kendini Ne Hissettiğin o kadar baskın ve kuvvetlidir ki, bu yüzden sen Kendini Hissetmen’i de
o sanarsın. Bu cümleyi yakalayalım! “Kendini Ne
Hissettiğin” dünyanın vehimsel şartları gereği o
kadar kuvvetli ve baskındır ki, “Kendini Ne Hissettiğin” duygusu içinde “Kendini Hissetmen”i
de o sanarsın, Kendini Ne Hissettiğin’in içinde
sanarsın. “Kendini Ne Hissettiğin”i tarif etmene rağmen onu “Kendini Hissetmen” sanarak
214
YILMAZ DÜNDAR
tarif edersin! Sana sorulan “kendini hissediyor
musun?”a “evet, kendimi hissediyorum, biliyorum” diye verdiğin cevap, dikkat edersen
“Kendini Ne Hissettiğin”dir. Tamam, oradan
başlayacaksın, ama bilmelisin ki; “Kendini Ne
Hissettiğin” sendeki “Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu”dur. Sen o kayda “Allah” dersen yanlış
olur! Çünkü o bir kayıt ve sen o kayda Allah diyorsun, demek ki kendini öyle zannediyorsun!
Birinin kendisini Napolyon zannetmesi gibi!
Senin ona Napolyon demenle o Napolyon olmuyor. Senin Kendini ne hissettiğin bir kayıttır,
sen bu kaydın altını istediğin gibi doldurursan
olmaz, o iş zihinsel tuzaklarla doludur da fark
edilmez! Kendisini Napolyon sanan kişiye gülüyoruz ama o kendisine gülmüyor, o kendini
Napolyon sanıyor. Dikkat edin, kendini Allah
veya başka bir şey sanan da kendisine gülmüyor;
o öyle sanıyor! Çünkü boşluğu öyle doldurdu!
Ama senin boşluğu doldurduğun şey “Kendini
Ne Hissettiğin”in kaydıdır ve o bir zandır.
“Kendini Ne Hissettiğin” bu hal çok kuvvetlidir, çünkü dünyadaki vehimsel şart bunu
gerektirmektedir. Aksi halde VEHİM SİSTEMİ
(günümüzdeki bilimsel adıyla HOLOGRAM)
yürümez. Bu mekanizmanın yürümesi bu hissin
baskın ve kuvvetli olmasıyla çok ilişkilidir. Ay’a
giden bir füze gibi! O dünya atmosferinden çıkabilecek bir hıza ulaşmalı, yerçekimini yenmelidir. Yerçekimini yenemezse atmosferde kalır.
Onun gibi, sen de vehimsel şartları yenmelisin.
Yenemezsen vehimsel şartların içinde kalırsın,
215
İNŞİRAH
o şartlarda düşünürsün. Öyle bir halin olacak ki
yerçekimini aşan füze gibi, vehimsel şartları geçeceksin, aşacaksın onu! Hem o şartların içinde
olup hem de onu geçemezsin, çünkü o şartlarda
onun hükmü sürer. Peki, o şartlardan kurtulmanın yolu nedir? Onun yolu, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’ndan kaydı kaldırmaktır! Ancak
böyle! Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’ndan
kaydını kaldırdığın kadar “Kendini Hissetmen”i
fark edersin. Kayıt tam kalktığında o artık “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” değil, “Kendini
Hissetme”ndir.
“Onu (nefsi) tezkiye eden gerçekten kurtulmuştur.” (Şems-9).
Nefsi kirinden, yani kaydından arındıran gerçekten kurtulmuştur. Bunu bir de ulaştığımız
idrakın cümleleriyle söyleyelim: Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nun kaydını/kayıtlarını temizleyen gerçekten kurtulmuştur.
“Onu (nefsi) gömüp gizleyen ise gerçekten
kaybetmiştir.” (Şems-10).
Nefsi özellikle “A” Takdim Formu “BEN” kaydıyla örten/gizleyen gerçekten kaybetmiştir. Bu
idrakı ve ayetleri buluşturduğunuzda ulaşılan
nokta, yakalanan mana ne kadar güzel, değil mi?
“A” (asi, Esfele Safiliyn) yapı ve “B” (Billahi
kapsamındaki ahseni takviym) yapıları anlamak
üzere bir örnek vereyim. Bu örnek akıllarda kalması için! Bir de, bir şey ne kadar basitleştirilerek gösterilebilirse onunla o kadar büyük şeyler
anlatılabilir olduğu için! Bir şeyi ne kadar basit216
YILMAZ DÜNDAR
leştirebilirsen o kadar büyük şey anlatabilirsin.
Gösterim karmaşıksa kişinin beyni o karmaşıklık
içerisinde anlatılanın ancak çok azını anlar, çünkü beynin o karmaşadan çıkması zor olur. Bu
yüzden örneğimiz bir çorap olacak. Hem zihinlerde kalması için, hem beynimiz için bir vesile.
Beyninize seyahat ettirecek bu vesileye de hep
bir “misal” gözüyle bakıp manayı anlayalım.
Bir çorap. Çorabın düzü AHSENİ TAKVİYM
misalidir. Bu “Ahseni Takviym” dünyaya gelmekle ters çevrildi; çorabı ters çevirdik, dışını içeri
içini dışarı aldık ve o Esfele Safiliyn oldu! Ama
hala aynı çorap, aynı dokuma! Herşey aynı, çirkin yüzünü çevirince esfele safiliyn oldu! Dikkat
edin, ahseni takviym denilen düz hali onun dünyaya gelen hali değildir, dünyaya gelen hal o değildir. O düz hal, Tiyn Sûresi’ndeki “yemin olsun
ki insan en güzel surette yaratılmıştır” denilen
ahseni takviym haldir. Öyle yaratılmış ama “sonra esfele safiliyn’e reddedilmiştir.” Çorabı ters çevirmekle onu anlamaya çalıştık. Şimdi de aynısı
oldu, o dünyaya geldi; ESFELE SAFİLİYN oluştu!
Dikkat edin, insan dünyaya böyle geliyor, dünyanın şartı budur! Diğer türlü gelemezsin. Olmaz!
Onun yeri ayrıdır. Dünya için şart budur, dünya
yaşantısı denilenin şartı budur!
Peki, sonra? Böyle dünyaya gelen sen sonra
ne yapıyorsun? Kendini bulduğun bu hale “BEN”
diyorsun, bu ters pozisyona “BEN” diyorsun. Neden? Kendini bunun içinde bulduğun için kendini böyle hissediyorsun. Kaydın bu! Bu yüzden
ona “BEN” diyorsun. Bu esfele safiliyn hale, ço217
İNŞİRAH
rabın ters çevrilmiş haline sahip çıkıyorsun. Eğer
kişi BİZİM AÇIKLADIĞIMIZ NEFS-İ LEVVAMEye girmeyip, inatla bu ters pozisyonda yaşamayı
sürdürürse ve o haliyle de amel diye bazı işlerle
meşgul olursa, çorabın tersi olan bu hali âlim yapar, dindar yapar, bunu Hac’ca Umre’ye götürür.
Hatta onu şeyh yapar, mehdi yapar, peygamber
yapar… Bir şey değişmez, hala çorap ters! Kaydın
üstündeki etiket değişir, çorabın tersi değişmez.
Çorap terstir! Çorabın tersiyle anlatmaya çalıştığımız bu hal Kur’an’da “ASİ” olarak anlatılmıştır.
Asi; düze isyan etmiş, ters davranmış, haddi aşmış yapıdır. Çorabın düz hali ise HANİF’tir! Hanif
bu yapının adıdır, diğeri hanif olamaz. Kendisine Hanif etiketi yapıştırabilir ama hanif olamaz!
Oysa gerçek Hanif’e etiket gerekmez! Düz çevirdiğiniz bu dünyada etiket yoktur zaten, hal vardır... O yüzden etiket gerekmez.
Kendimizi içinde bulduğumuz bu asi halden
kurtulabilmek için onu tanımalıyız. Şimdi onu
bazı isimleri ve özellikleriyle tanımaya çalışalım.
“ESFELE SAFİLİYN, ASİ, HADDİ AŞMIŞ” dediğimiz yapının ismi Kur’an’da ÇİRKİN olarak geçer. Çirkin budur, çirkin buna denir. Size şeklen
çok güzel gelebilir. Onun şekline, fiziksel yapısına
hayran olabilirsiniz, ama onlar “sizin vehimsel”
davranışlarınız! Kur’an’a göre o çirkindir. Kur’an’a
göre görüntüsü çirkin olan bu halin yaşantısı ise
NECİS’tir, PİS’tir, Kur’an buna necis diyor. Onun
pozisyonu ise SOL’dur. Kur’an’da tanımlanan sol
ve sağ, normal hayattaki sol ve sağla, dünyanın
kullandığı siyasi sol ve sağ bakışlarla hiç ilişkili
218
YILMAZ DÜNDAR
değildir. İlişkisi yoktur! Ters çevrilmiş bu halin
(esfele safiliynin) pozisyonunun adı SOL’dur. Sol
onun yönüdür, yönünün adıdır. Bu sol yapının
kalıbında ona yapışmış çok önemli bir özelliği
vardır; ĞILL. Esfele safiliyn yapıda Ğıll (Hakk’a
karşı kin, nefret sevgisizlik...) vardır. Bu yüzden
Kur’an ona ŞERRUL BERİYYEH der. O yaratılmışların en şerlisidir. Kur’an’a göre bu böyleyken sen
ne yapıyorsun? Anlattığımız bu yapıya (çorabın
tersine, ters yüzüne) sen “BEN” diyorsun. Hep
yatırımını ona yapıyorsun; onu süslüyorsun,
onu gezdiriyorsun, onu önemsiyorsun… Oysa
Kur’an ona PİS diyor! Bir de böyle ölürse Kur’an
ona ASHAB-I NAR ve ASHAB-I ŞİMAL diyor. Bu
haliyle o, şu ayetin yaşayanıdır:
“İnsan görmedi mi ki; biz, onu bir nutfeden
yarattık. Böyle iken bir de bakarsın o apaçık bir
HASIMdır.” (Yasin-77).
Dindarsa bile! Müslümanım diyorsa bile böyledir; Allah’a HASIM’dır! İslam’ı fark etmemişse
hasımlığı daha şiddetlidir. “Demişse demiş, ne
olacak, biz böyle yapıyoruz” der. Hasımdır! Bu
ters çevrilmiş yapı düzeltilmeden Allah’a hasımlıktan kurtulunmaz! Çünkü hali budur!
Bir de AHSENE TAKVİYM yapıdan bahsedelim. Çorabın düz hali Ahsene Takviym’dir. Kişi
yaşarken çorabı düzeltmişse, o bu sefer Ahsene
Takviym yapısına “BEN” der. Onun şimdi “BEN”
dediği “B” Takdim Formu “BEN”dir. Onda Asi
“BEN” deyiş kalmaz. Asi “BEN” “A” Takdim Formu “BEN”dir. Bu iki “BEN”i “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında anlatırken Yunus Emre’nin “bir BEN
219
İNŞİRAH
vardır BENde BENden içeru” deyişini ele almıştık.
O “içeru BEN”i (ters çevrildiği için içeride kalmış
asıl “BEN”i) dışarı getirip çorabı düzeltiyoruz.
Bu onun hicret etmiş halidir: Çorabın tersi düze
hicret etti: GERÇEK HİCRET budur; “A” BEN”den
“B” BEN”e gelmektir. Hicretle ulaşılan bu “BEN”
ahsene takviym yapıdır ve Kur’anı Kerim buna
GÜZEL demiştir, Kur’an’ın “güzel” dediği budur.
Bunun yaşantısına ise TAHİR demiştir, TEMİZ
demiştir. “Tahir olmadan dokunmayın” denilen
bu haldir. Kur’an’da bunun pozisyonu SAĞ olarak tarif edilmiştir, onlar SAĞCI’dır. Çorabın düz
haliyle anlatmaya çalıştığımız “BEN” sağ iken,
çorabın tersine “BEN” dediğin haller soldur, o
kişi de SOLCU’dur. Kur’an bunlara ASHAB-I
MEŞ’EMEH der, sağcılara da ASHAB-I MEYMENEH der. Bir hal daha var ki, o da şudur: Eğer çorabın dokuması hiç kalmazsa, yani vehmin yönetimi altında yaşamaktan bile çıkar kurtulursa o
ES-SABİKUN’dur, MUKARREBUN’dur. Hem Ashabı Meymeneh hem de Sabikun/Mukarrebun
gruplarının kalıbı Ğıll’den temizlenmiştir, onlarda ğıll yoktur! Bu yüzden Kur’an onlara HAYRUL
BARİYYEH der; “yaratılmışların en hayrlısı” bu
haldir, Kur’ana göre. Onlar bu halle ölünce adları ASHABUL CENNET’tir. Kişi Ashab-ı Meş’emeh
ise o Ashab-ı Nar’dır. Kur’an’da Ashabı Nar’ın diğer bir adı Ashab-ı Şimal dir, Ashabul Cennet’in
diğer ismi ise Ashab-ı Yemin’dir.
Bu çorabın bir halinden de bahsedelim, hatta
iki cümleyi birleştirelim. Bu çorabın bir bileziği
vardır, ağız kısmı vardır. Burası nedir biliyor mu220
YILMAZ DÜNDAR
sunuz? Burası HİCRET KÖPRÜSÜ’dür. “A” Takdimindeki “BEN”in diğer “BEN”e geçmesi için bu
hicret köprüsünden geçmesi lazım, başka türlü
olmaz. Şart budur; hicret köprüsünden geçecek!
Çorabın bileziğinden o hayatı tamamen geçirmek gerekiyor. Bunu yapmadığınız takdirde siz
dünyada çorabın ters olan bu haline “BEN” der
durursunuz. Şeytan da ona amellerini hep süslü
gösterir. Kur’an’ın söylediği gibi o kendisini hep
doğru yolda zanneder. O halini hırsla savunur,
öyle de yaşar… Bu ters hali düzeltmenin yolu,
hayatımızı hicret köprüsünden geçirmektir.
Bilenler’in “SİZE BİR BİLEN LAZIM” dediği budur işte! Bilen kimdir? Dikkat edin lütfen. Çorabın ters halini sizin hayatınıza benzettik değilmi?
İşte çorabun tersini kim düzeltirse, bunu kim yapabiliyorsa ona “BİLEN” denir. Çorabı tarif edene, anlatana değil! İsterse hiçbir şey anlatmasın,
eğer ters hayatı bu bilezikten (Hicret Köprüsünden) geçiriyorsa Bilen’dir; Bilen O’dur! “Bir
Bilen’siz olmaz” demek, çorabı bu bilezikten geçiren olmadan olmaz demektir. Günümüz öyle
bir idrak halini yaşamaktadır ki, kişi kendisini
BİR BİLEN yapabilir. “Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında hep bunu anlatmaya çalıştık: Senin kendi
çorabını kendinin nasıl düzeltebileceğini anlattık, bunun yol ve yöntemlerini paylaştık, hep...
“İki cümleyi de birleştirelim” demiştik, bu örneği konumuzla ilişkilendirerek onu da yapmış
olalım. “Hicret Köprüsü” dediğimiz yer, çorabın
bileziği olan yer, FUADDAN KALBE BİR YOL’un
olduğu yerdir! Çorabın gövdesi senin kalıbındır!
221
İNŞİRAH
Senin “BEN” dediğin ise bu kalıbının uzantısıdır!
Bu uzantıyı Fuad yardımıyla kalbetmen gerekir.
Çorabı kalbetmen (tersyüz etmen, bir halden
bir hale çevirmen) gerekiyor. Çorabı yeniden
kalbetmen gerekiyor! Bu kalbetme işini sende
yapacak olan Fuad’dır! Fuadı, özelliklerini, nasıl
çalıştığını ayetlerle gördük. İşte, o Fuad’a analiz
ve sentez yaptırıp, sonuçlarını kalbe kalb ettirip,
onları da beyne emir olarak gönderip fiile dönüştürecek yeni bir kalıp çıkarmak gerekiyor.
Bu ters yapıyı hicret ettirmek isteyenin bilmesi gereken çok önemli bir şey var ki; “A” Takdim Formu “BEN”in formatında hicretle ilgili
karar ve arzu yeteneği yoktur. Yani, yine çoraba
benzetecek olursak; çorabın ters halinde o çorabın tersini düzüne çevirecek olan mekanizma ve
yetenek yoktur. Bu işi (hicreti) çorabın tersiyle
yapamazsınız. Uğraşırsınız, yaptım sanarsınız...
O zaman bu iş, bu hicret nasıl gerçekleşecek?
“De ki; “Eğer saparsam ancak kendi nefsimin
aleyhine saparım. Eğer doğru yolu bulursam
Rabbimin bana vahyettiği şey iledir. Muhakkak
ki O Semiun Garib’dir.” (Sebe-50).
“Allah kimin sadrını İslam’a şerh etti (açtı,
genişletti) ise, o Rabbinden bir nur üzere değil
midir? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer-22).
“Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar (genişletir). Kimi de saptırmayı dilerse onun sadrını daraltıp zorlaştırır ki, o
222
YILMAZ DÜNDAR
sanki semada yükseliyor gibidir. Böylece, Allah
iman etmeyenler üzerine pislik (azab) çökertir.”
(En’am-125).
Ayetler bu iş için ayrıca bir müdahale gerektiğini beyan ediyor. Demek ki, “A” Takdim Formu “BEN”den kurtulmak için Allah’tan ayrıca bir
müdahale gerekiyor, ancak böyle!
Hal böyle olunca yalvarıyor ve sığınıyoruz:
Allahım senden korkuyor, senden sakınıyor ve
sana sığınıyoruz: Allahümme inniy euzü Birızâke
min sehadıke ve Bimuâfetike min ukûbetike ve
Birahmetike min ğadabike ve eûzü BİKE MİNKE. La uhsıy senâen aleyke ente kemâ esneyte
ala nefsike: Allahım hoşnutsuzluğundan rızana,
cezalandırmandan bağışlamana, gazabından
rahmetine, SENDEN SANA sığınırım. Senin Kendine olan senâ’n gibi senâ etmekten aczimi itiraf
ederim...
Yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbiy ala diynike.
Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi nûri marifetike, ebeden: Ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sabitle. Allahım, senden kalbimi ebeden marifet nurunla diriltmeni
dilerim... Amin
Duada Marifet Nuru isteniyor, neden? Kalıbın
DÜNYA ŞARTLARINA AİT VEHİMSEL İRTİBATları ölümle kesilir. Bu sebeple Sadr ölümle birlikte biter, ancak Kalb devam eder. Kalb Fuad’ı
barındırır ve Fuad marifet nuru tesirindedir.
“Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi nûri marifetike ebeden” diyerek Fuad mekanizmasının
223
İNŞİRAH
canlanmasını istiyoruz. O Kalb ve Fuad olarak
ölümden sonra da devam edeceği için, Allah’tan
sonsuza kadar böyle devam etmesini diliyoruz.
Diyoruz ki, “onun nurunu canlandır, onu dirilt
ve o çalışsın Allahım. Çalışsın ki, bana Hakk bilgiyi üretsin, onu da kalbe göndersin Allahım.”
Ve bir başka duamız. Biz, Araf-43, Hicr-47
ve Haşr-10. ayetlerden öğrendik ki, esfele safiliyn yapı kalbindeki Ğıll yüzünden cennete giremez. Ğıll’le cennete girilemediği için Rabbimiz
bize “Ğıll’den kurtulmayı isteyin Benden” diyor,
duasını öğretiyor: “Rabbenağfir lena ve liıhvani
nelleziyne sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy
kulubine Ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raufun Rahıym: Rabbimiz, bizi ve imanda
bizden öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et.
Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için bir Ğıll
oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki SEN Raufün
Rahıym’sin.” (Haşr-10).
Ğıll’i öyle çok önemsemek lazım ki... Bu yüzden, gerekirse onu daha önce anlattığımız yere
bakın... Ama bu duayı mutlaka çok yapın...
Efendimiz (SAV), biraz sonra toplantıya sahabeden “cennetlik” birisinin geleceğini söylüyor.
Ve sahabeler elbette merak ediyorlar. Ve birisi
işi çok önemsiyor. Önemsiyor, çünkü başka bir
düşüncesi yok! Gidip ona yapışıyor ve Allah’a
sığınarak bir mazeret belirtiyor. Amacı onu izlemek; ne yapıyor da bu müjdeyi alıyor, bir izleyeyim. Biz de her şeyi yapıyoruz, ama bu mübarek
farklı ne yapıyor? Ve diyor ki; Babam evde rahatsız, onu birkaç gün rahat bırakayım, gelip sende
224
YILMAZ DÜNDAR
kalayım mı, olur mu? “Elbette, buyur” diyor. Gidiyor üç gün o zatta misafir olup, gündüz gece
onu izliyor, ama “hah budur” diyeceği farklı bir
şey bulamıyor. Herşey normal ve hep orta yollu. Süre tamamlanınca, “Ey mübarek” diyor, “hal
böyle böyle, ama ben bir şey tesbit edemedim.
Biliyorsan, söyle nedir bu?” Diyor ki, “benim kalbimde inananlara karşı Ğıll yoktur.” Elhamdülillah, bu yüzden müjdeyi hak ediyor! Kesinlikle
bilin ki, Ğıll’le cennete gidilmez!
“Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lenâ min ledünKE Rahmeh. İnneKE
entel Vehhab.” (Âl’u İmrân-8).
Ayette Rabbimiz bize bir dua öğretiyor: Deyin ki; “Rabbimiz gerçeğe erdirdikten sonra kalbimizi o gerçekten saptırma. Ne olur bize indinden rahmet bağışla, kesinlikle sen Vehhab’sın!”
Öğretildiği gibi korkuyor ve sığınıyoruz...
Kalbi ve kalble ilgili özellikleri ayetlerle tanıma, anlama yolculuğumuz sürüyor:
“Yaklaşan ölüm günü ile onları uyar. O vakit
gamla dolu olarak kalbler hançerelerin (gırtlakların) yanındadır. Zalimlerin ne bir dostu ve ne
de itaat edilir bir şefaatçısı vardır.” (Mu’min-18).
Rasulullah’a “onları ölüm günüyle uyar” buyruluyor! Hem hadis bilgileriyle, hem de elimizdeki Kur’an ile uyarılıyoruz. O an! O an’ın zorluğu… Öyle bir hal ve öyle bir korku var ki o an,
normal yaşantıda bir şey olur da kişi çok korkar; “yüreğim ağzıma geldi, neredeyse yüreğim
ağzıma gelecek” der ya, işte onun gibi! Ama…
225
İNŞİRAH
Bir kere, ölüm anıyla başlayan ahirete ait şeyleri
dünyadaki hislerinizle hiç kıyaslamayın. Ahirete ait olan hislerin iyisi çok yüksek derecede iyi,
zoru çok yüksek derecede daha zordur! Mesela, o ana ait olduğu söylenen bir ferahlık varsa,
dünyada öyle bir ferahlığı hiç tatmamışsınızdır,
o kadar yüksek! Bir korkudan bahsediliyorsa,
dünyada “hiç” öyle bir korku tanımamışsınızdır.
Hislerin frekansı “o an”dan itibaren öyle yükselir!
DÜNYAYA AİT VEHİMSEL ŞARTLAR zayıfladıkça şartlar değişir...
Kalbin bu ayette anlatılan bir başka özelliği; hançerelere yakın hissedilmesidir. Demek
ki öyle hissedilecek! Yani kalıbın ölüm emriyle
öyle bir titreyecek ki, kaydın öyle bir titreyecek
ki ölüm emriyle! “O emr”i ileride belki detaylı
görürüz. “emir nasıl, Azrail nasıl, ölüm anındaki
mekanizma ve melekler nasıl?” inşaAllah bunları
Kur’an’dan dinler ve tefekkür ederiz. Kur’an anlatır, Kur’an’ı yine Kur’an’dan dinleriz inşaAllah.
Evet, ölüm emriyle kalıp öyle titrer ki, kalıbın bu
titremesi, kalıbın bu korkusu onun vehimsel irtibatı olan kalbi yerinden söker! O hal, korkuya ait
ne kadar hormon, ne kadar enzim sistemi varsa
onları maksimum devreye sokar ve kıpırdayamayan çaresiz olan o kişi büyük bir korku yaşar.
İşte o an zalimlerin hiçbir yardımcısı bulunmaz.
“ZALİMLER” deyince, hemen insanların birbirlerine yaptıkları zalimlik akla gelmesin. Böyle
değil! Artık çok iyi biliyoruz ki; ZALİM Allah’a
karşı zalim olandır. Zalimlerin (doğruyu gizleyip
Allah’a karşı iddiada bulunanların) o anda ne bir
226
YILMAZ DÜNDAR
dostu, ne de sözüne itibar edilir bir referansçısı,
bir şefaatçısı bulunur. Onlara bakılmaz! Peki, o
an mü’min ne yapar? O korku mü’minde de var
çünkü! Peki, o an mü’min ne yapar?
Ayette geçen “gamla dolu kalbler” tüm insanlar içindir, sadece kâfirler için değil! Müthiş bir
şeydir bu, dikkat edin, önemseyin lütfen. Ayetin
devamında “zalimlerin bir dostu ve yardımcısı
yoktur” deniyor. Ama “korku, gam yalnızca zalimler içindir” denmiyor. Herkes onu yaşayacak!
Düşünün, öyle bir korku ki, hiçbir desteği de
yok! Yaslanacağı hiçbir yer olmayan bir korku…
Allah muhafaza eylesin, hafizenallah. Peki, o an
mü’minin diğerinden farkı nedir? Mü’minin o
anki en büyük desteği ümittir! “Havf ve Reca”nın
reca’sı; ümidi!
Sadr’ı anlatırken, “sadrın İslam nuruyla çalıştığını, onu çalıştıran şeyin korku ve ümit sistemi;
havf ve reca olduğunu ifade ettik. İşte o anı yaşayan imanlıda o an Allah’tan ümit oluşacak. O
korkuya eş bir ümit! O korku kadar yüksek bir
ümit! Onda öyle yüksek bir ümid oluşur...
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Rasulullah
sallallahu aleyhi vesellem, ölmek üzere olan bir
gencin yanına girmişti, hemen sordu; “Kendini
nasıl buluyorsun?” Genç; ya Rasulallah, Allah’tan
ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum
diye cevap verdi. Rasulullah (SAV) de şu açıklamayı yaptılar: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi, Allah o kulun
ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden onu emin kılar!”
227
İNŞİRAH
Kalbin bir özelliği öğretiliyor ve mü’min kula
Allah’ın bir hediyesi müjdeleniyor: Bu durumda
olan kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi,
Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve
korktuğu şeyden onu emin kılar.
Kur’an Kalbe uygulanan bazı işlemlerden
bahseder. Bir özellik, bir işlem şudur: Kalbler bir
daha imana açılmamak üzere sonlandırılabilir.
Bir daha açılmamak üzere kalb mühürlenebilir,
öyle sonlanabilir. Muhafaza buyur Allahım...
“Hevasını ilah edinip de Allah’ın onu bu ilmi
doğrultusunda saptırdığı ve sem’i (işitmesi), kalbi üzerine sonlandırdığı (mühürlediği), basarı
(görmesi, idrakı) üzerine perde koyduğu kimseyi gördün mü? Allah’ın bu uygulamasından
sonra ona kim hidayet edebilir ki! Hala tezekkür
etmiyor musunuz?” (Casiye-23).
HEVASINI İLAH EDİNEN! Hevasını ilah edinenlerle ilgili birçok açıklama yapılmıştır, onların hepsi doğrudur, hepsi bir ana başlık altındadır. Hevasını ilah edinenle ilgili ne tür açıklama
varsa hepsi bir ana başlık altındadır: TANRILIK
İDDİASINDA BULUNMAK! Kişi tanrılık iddiasında bulunursa hevasını ilah edinmiştir ve bu
haliyle o konuda açıklananların hepsini yapar.
Bunun kaynağı onun kendisini ilah ilan etmesidir. Böyle olduğunu Enbiya-29’dan öğrenmiştik.
Bakara-7, En’am-46 ve Şura-24. ayetlerde de aynı
mana geçmektedir; Allah imana açılmamak üzere kalbi sonlandırabilir; mühürler; kalıbı kapatır,
kalıbın kapısını imana kapatır! Ayetteki ifade
228
YILMAZ DÜNDAR
“HATEMALLAHU ALA KULUBİHİM”dir. Hatem
Allâhu: Allah sonlandırır, mühürler!
Bir başka muamele; kalblerin damgalanmasıdır, kalblerin tab’ edilmesidir. DAMGALAMAK,
bir nevi işaretlemek ve “dikkat edin, bu kalb
işaretli, o işaretlendi, tab’ edildi” demektir. Allah kalbleri damgalar, tab’ eder, kalblere işaret
koyar: TABEALLAHU ALA KULUBİHİM. Diğer
muamele “hatemallâhu alâ kulûbihim” idi, bu
“tab’allâhu alâ kulûbihim”. Meallerde ikisi için
de “mühürleme” yazılıyor, karıştırılmaması için
söylüyorum. Hatem Allâhu; bir daha açılmamak
üzere kalbin imana kapatılması, öyle sonlandırılmasıdır, o halle sonlandırmaktır. Hafizenallah.
Tab’ Allâhu ise; damgalamak, işaretlemektir.
“Onlardan kimi de gelip seni dinler. Yanından
çıkınca kendilerine ilim verilmiş olanlara dediler
ki; “az önce o ne dedi?” İşte bunlar, Allah’ın kalblerini tab’ ettiği (damgaladığı) hevalarına tabi
olmuş kimselerdir.” (Muhammed-16).
O dönemde bazı kimseler var. Bir şey anlasa da anlamasa da Rasulullah (SAV)in meclisine
gelip oturuyor, çıktığı zaman ise kendisine ilim
verilenlere küçümser tarzda “az önce ne dedi?”
diyor. Kimlere soruyor? Kendisine ilim verilenlere! Yani “siz inandınız, ona tâbisiniz, böyle onun
peşindesiniz de ne anlattı ki” derler! Allah onların kalblerini işaretlediğini, tab’ ettiğini, söylüyor.
Bu ifade, “yine de bir şansları olabilir” demektir!
Çünkü “Hatem Allâhu” beyanı değil de “Tab’
Allâhu” ifadesi kullanılıyor. Bu, ileride, düşünce
ve yaşantısına göre bir şansı olabilir demektir.
229
İNŞİRAH
KENDİLERİNE İLİM VERİLENLER kimlerdir? Onların kimler olduğu daha önce anlatıldı. “Kendisine ilim verilen” sınıfında olmak çok
önemli olduğu için “İlim Verilenler” tabiri ayetlerde çok geçer. “Kendisine İlim Verilen” olmak
Billahi anlamında imanını açıklamakla başlar!
Billahi anlamında imanını açıklamış kişi Kendisine İlim Verilenler sınıfına girer. Çünkü ona o ilim
verilmemiş olsa o imanı açıklayamaz! Kendisine
İlim Verilen kişi o ilmi ve o ilme uygun ameli ne
kadar geliştirip ilerletebilirse bu yolda o kadar
ilerler. İlerlediği nokta neresi olursa olsun “Billahi imanını açıkladığı andan itibaren onun sınıfı
Kendilerine İlim Verilenler’dir. Ayetteki; HEVASINA TABİ OLANLAR inanmayanlardır. Onların
bir özelliği de şudur: O meclisten çıktıkları zaman, Billahi anlamında iman etmiş olanlara “o
az önce ne söyledi” derler, alay ederler, küçümserler... Bu özellikte olanların kalblerini Allah tab’
etmiştir. “Tab’ etmek” şu ayetlerde de geçmektedir: A’raf-100 ve 101, Tevbe-87 ve 93, Yunus-74,
Nahl-108, Rum-59, Mu’min-35, Münafikun-3.
Kalbe uygulanan ve Kur’an’dan öğrendiğimiz
bir diğer işlem (hal) de KALBİN KİLİTLENMESİ’dir
“Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı (derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler üzerinde
kilitleri mi var?” (Muhammed-24).
Bu mana “ala kulubin akfalüha” olarak ifade
edilmekte ve ayette sorulmaktadır: Onların anlamalarını, bu işi yapmalarını engelleyecek kilit
mi var kalblerinde? Kalblerde böyle bir kilit olması mümkün ki, ayette bu bize haber veriliyor.
230
YILMAZ DÜNDAR
Allah KALBLERE PERDE koyabilir, KALBLER
PERDELİ olabilir:
“Onlardan seni dinleyenler vardır. (Fakat) biz
onu anlamalarına engel olarak kalblerinin üzerine ekinne (perdeler), kulaklarının içine de vakra (ağırlık) koyduk. Her ayeti görseler de onlara
iman etmezler. Sana geldiklerinde seninle tartışırlar da kâfir olanlar şöyle derler: “Bu öncekilerin
masallarından başka bir şey değil.” (En’am-25).
Perde “ekinne” olarak geçiyor. Kalblerde perdeler (ekinneler) olabileceği İsra-46 ve Kehf-57.
ayette de vardır; bu hal “ALA KULUBİHİM EKİNNETEN” ifadesiyle anlatılır.
Günlük yaşantıda dikkatimizi çekmesi gereken çok önemli bir husus var. İyi dikkat edersek görebileceğimiz bu husus CEMAAT OLMA
ŞARTI’dır: Billahi anlamında imanı olmayan
kalbler cemaat olamazlar! Kalblerde Billahi anlamında (Amentü Billahi gerçeğine dayalı) iman
yoksa cemaat olunamaz. Bunu ayet söylüyor:
“Onlar sizinle toplu halde ancak tahkim edilmiş karyelerde yahut duvarların arkasından savaşırlar. Onların aralarındaki be’sleri şiddetlidir.
Kalbleri ayrı ayrı olduğu halde toplu sanırsın. Bu
onların akletmeyen bir kavim olmalarındandır.”
(Haşr-14).
Onlar seninle savaşır/mücadele eder. Onların
bulundukları şehirler çok iyi kalelerle (donanımlarla) çevrili olsa bile, seninle yüksek ve kuvvetli
duvarlar arkasından savaşıyor olsalar bile onların be’sleri şiddetlidir. Sen onları toplu/birlikte
231
İNŞİRAH
görürsün ama aralarındaki tanrısal çıkar kavgaları ve çekişmeleri çok kuvvetlidir. Onlar toplu
görünseler bile aslında kendi aralarında ciddi
kavgadadırlar. Bu yüzden onlar cemaat olamazlar, bir/bütün olamazlar. Kalbin bu özelliği ayette “KULUBUHUM ŞETTA” diye geçmektedir.
Kalbin içine düşebileceği bir hal de paslanmaktır. KALB PASLANABİLİR. Allah yokmuş gibi
olan davranışlar kalbi paslandırır. Bize bu hali
bildiren ayet günlük yaşantımız için bir uyarıdır!
“Hayır, bilakis kazanmakta oldukları onların kalblerinin üzerini bir pas gibi örtmüştür.”
(Mutaffifîn-14).
“RANE ALA KULUBİHİM.” Kalbi paslandıran, kalbde pas yapan, üstünü kılıf gibi örten hal
“RANE” ile bildirilmektedir. Ayet şöyle tarif ediyor: Kazandıkları, yani yaşarken Allah yokmuş
gibi olan davranışları kalbe pas üretir.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor: “Günah ilk defa yapıldığında kalbde bir
siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer günah
sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar ederse kalb
yine parlar. Tövbe etmez de günah tekrarlanırsa
o leke de artar. Arta arta bir dereceye gelir ki,
leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. Ki Mutaffifîn
Sûresi’ndeki “râne” budur.”
Efendimiz (SAV)’in bir başka hadisi:: “Şeytan ağzını Âdemoğlunun kalbine koymuştur! O
Allah’ı zikrettikçe şeytan çekilir, gaflete düşüp
zikri bırakırsa kalbini yutar.”
232
YILMAZ DÜNDAR
Allah’ı zikirden/zikrullahtan GAFLET’e düşmek Allah Yokmuş Gibi yaşamaktır, özellikle
budur! Allah Yokmuş Gibi yaşamak; Allah’ı zikirden (hatırlamaktan) uzak kalmaktır, Allah Yokmuş Gibi Yaşamak GAFLETE DÜŞMEK’tir! Hele
de, sanki Allah VahidülEhadüsSamed değilmiş
gibi yaşamak GAFLETİN YÜKSEĞİ’dir. Kişi haline
mazeret kabilinden çeşitli şeyler söylese de bu
durum gaflettir. Dolayısıyla ALLAH’I ANMAK;
Allah yokmuş gibi olan davranışlardan kaçınmaktır, özellikle budur!
Bir de KALB-İ SELİM vardır... Dünyada Allah’a
Kalb-i Selîm ile yönelmek, ahirette Selîm Kalb ile
Ba’s Günü’ne gitmek nasib olur inşaAllah... Dünyada Allah’a kalb-i selîmle yönelmeyi, Allah’a
ba’s olurken kalb-i selîm ile gidebilmeyi, ahirette
de kalb-i selîm olmayı Kur’an öneriyor:
“O süreçte zenginlik de fayda vermez, oğullar
da! Sadece Allah’a Kalb-i Selîm ile gelmiş kimse
müstesna.” (Şuara; 88, 89).
Kur’an’da Kalb-i Selîm’den bahsedildiğinde
ne anlamalıyız, onu birkaç cümleyle ele alalım.
Allah’a karşı asinin, haddi aşanın, “Ben Varım
ve Muhtarım” iddiasında ve yaşantısında olanın kalbi Kur’an’da MARAZLI KALB olarak tarif edilir. Bunları ayetlerle inceledik. Ayetler bu
durum için “Fİ KULUBİHİM MERADUN” diyordu. Kalbi hastalıklı olanlardan bahseden bir çok
ayet mevcuttur: 2/10, 5/52, 8/49, 9/125, 22/53,
24/50, 33/12, 33/32, 47/20, 47/29, 74/31. Bu listedeki ayetler “Şuara-89”daki selîm kalbin zıddı
olan hastalıklı kalbden bahsediyor. Kalb sağlıklı
233
İNŞİRAH
ise, maraz yoksa o kalıba Kur’an “KALB-İ SELİM”
diyor. SELİM olmak sağlam kalbin özelliğidir, kalbin şirkten temizlenmiş olmasıdır. Kalb-i Selîm;
şirkten temizlenmiş kalbtir.
Saffat Sûresi 84, Hz. İbrahim aleyhisselam’dan
bahsederek “O Rabbine Kalb-i Selîm ile yönelmişti” der. Şuara-89 ba’s sürecinde Kalb-i Selîm
ile gelenlerin kazanacağını öğretir. Saffat-84 ise
dünyada da Kalb-i Selîm ile yönelmenin mümkün olduğunu ve aslında böyle olunması gerektiğini öğretir.
Bir de kalbin MÜNİB olması var. Kalbin
münîb olması, dünyaya geldiği bu Tanrılık İddiası Formatı’ndan Allah’a dönmesidir. Allah’a
dönen kalb KALB-İ MÜNİB’dir. İlahlık iddiasını
görüp Allah’a dönen, Asi Format’ın kendisine
cazip gelmediği kalb Kalb-i Münib’dir! Kalb-i
Münib’i bize Kaf Sûresi şöyle tanımlar:
“ (Bu) gaybı olarak Rahman’dan haşyet eden
(Allah’a dönen) ve Kalb-i Münib ile gelen kimse
içindir.” (Kaf-33).
Kaf-31 muttakileri anlatırken der ki; “Onlara
cennet yaklaştırılmıştır, zaten uzak değildi.” Kaf33 ise; “onlar gaybları olarak Rahman’dan haşyet
etmişlerdir, onlar Kalb-i Münib sahibidirler” der.
Onlar dünyada tanrılık iddiası olan yaşantılarından yüz çevirdiler, Allah’a döndüler, kalblerini
Allah’a döndürdüler...
“Senin sahip olduklarının en faziletlisi; Allah’ı
zikreden dil, şükreden kalb, imanında yardımcı
olan eştir.” (Hadis).
234
YILMAZ DÜNDAR
Efendimiz (SAV) dünyada “en faziletli üç
şey”i sayıyor: Allah’ı zikreden dil, şükreden kalb,
imanında yardımcı olan eş! ŞÜKREDEN KALB
Kalb-i Selîm’dir; Kalb-i Münibdir. Bu kalb hasta
değildir, hastalığı görüp o marazdan uzaklaşmıştır, dönmüştür. Nereye? Allah’a!
Fark etmemiz gereken çok önemli bir şey şudur: Dünya hayatındaki Billahi anlamında imanın, o imanla yaşayan hastalıksız kalbin (Kalb-i
Selîm’in) kulun sonsuz hayatı için etkisi kavranamayacak kadar önemlidir. Hatta dünya yaşantısı içerisinde de Amentü Billahi anlamında
iman etmiş ve bu imana uygun ameller koymaya çalışan bir kul çok önemlidir... Böyle bir kulun
duası da çok önemlidir, hazinedir o! Dünyadan
ayrılmış olanların tümü (Rasul ve Nebiler dâhil)
dünyada yaşayan bu imanlı kalbden dua isterler!
Çünkü şans ondadır, o şans ancak dünyadayken
vardır. Dikkat edin, “ahirete iman” dünya hayatı
sürecinde vardır. Yani “iman” dünyada yaşarken
gereklidir. Çünkü ölüm anıyla başlayan süreç
size somut değildir, size somutlaşmamış olana
siz iman edersiniz. Ölüm sonrası size hiç somut
değildir, Bilen de onu size somut anlatmaz. Anlatırsa imana gerek kalmaz. Eğer Bilen birisi sana
kabir hayatını, cenneti-cehennemi gösterse o
iman olmaktan çıkar! İman göremediğin içindir,
görürsen neye iman edeceksin? Gördün ki öyle
bir şey var, o zaman o iman olmaz, imanın önemi
kalmaz. Önemli olan imandır, seni değerli yapan
imandır, seni müthiş yapan imanındır! İşte bu
yüzden dünyada yaşayan imanlı kişinin duasına
235
İNŞİRAH
dünya ve ahiretteki herkes ihtiyaç duyar. Zaten
bu nedenle biz tüm Nebi ve Rasul efendilerimize salâvat okuruz. Hadiste Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem buyuruyor: “Ve sen oraya gittiğin zaman da hepsi sana yardımcı olur.” Çünkü
sen o imanlı ağzınla onlara dua ettin, hazine
sendeyken onlar için kullandın, sende o imkan
varken Nebi ve Rasullerin hepsine duadaydın.
Şimdi sen zor yere gittin, artık hepsi sana yardımcı olur. Bu şansı kaçırmamak lazım, ahirete
intikal etmiş kişiler için kullanabileceğimiz bu
şansı kaçırmamak lazım! HAYRLI EVLAD annebabasına dua edendir. Hazine elindeyken annesine babasına o imanlı ağızla dua edendir. Hatta
ölmüş olmaları da şart değildir, mü’minlerin yaşarken de birbirine duaları önemlidir...
“De ki: “Duanız olmasa Rabbim size önem
vermez.” (Furkan-77).
Ayetten anlıyoruz ki KULU ÖNEMLİ YAPAN
ŞEY duadır. Ve dua için önemli bir şey ise günahsız ağızdır. “GÜNAHSIZ AĞIZ” duayı yükselten
önemli unsurlardan birisidir, öyle dua çok makbuldür. Peki, dünyaya “A” Takdimi “BEN” formatıyla gelip sonra da günahsız ağızla dua yapmak
olabilir mi, mümkün mü? Evet, mümkündür.
Ağızlarımız birbirimiz için günahsızdır ve bu çok
önemli bir şanstır! Benim ağzım (idrakım) senin
şirkini yüklenmez; benim idrakım senin şirkin
için günahsızdır. Bu yüzden benim duam senin
için, senin duan benim için çok önemlidir.
En önemli dualaşmalardan birisi birbirimize Allah’ın Selâmı’nı istemektir, biz bu yüzden
236
YILMAZ DÜNDAR
selamlaşırız! SELAMLAŞMAK dualaşmaktır!
Selâm esmasının bir mü’mine ulaşması için dua
ediyorsun; “Allah’ın Selâm esması seni kaplasın
kardeşim.” O da; “seni de kaplasın kardeşim” diyor. Ne kadar güzel değil mi? İkisi de birbiri için
günahsız ağız ve o günahsız ağızlarla selamlaşıyorlar. ALLAH’IN SELAMI (Selam Esması) sana
ulaştığında ne olur biliyor musun? Onu nasıl anlatabiliriz ki…
İmanlı kalbin, Kalb-i Selim’in Kalb-i Münib’in
önemini tefekkür ederken dua ve Selam’a da çok
kısa değindik. Kalbi ve özelliklerini inceliyoruz
ya, işte bir kalb hali de budur: ALLAH’IN İMAN
YAZDIĞI KALB. Böyle kalbler olduğunu, kalbin
bu vasıfla anılışını ayet şöyle öğretiyor: “KETEBE
Fİ KULUBİHİMUL İYMAN.”
“Onlar ki, Allah onların kalbine iman yazmıştır.” (Mücadele-22).
Ne güzel bir şey değil mi? Kalbine iman yazılanlar var, Allah’ın kalbine iman yazdıkları var...
Bazı ayetler bizim için testtir, hayatta kendimizi test edebileceğimiz ipuçları verir: Billahi anlamında iman edenler şöyle yaparlar, şöyle yapmazlar der. Siz o ayete bakıp rahatlıkla halinizi
anlayabilirsiniz: “Amentü Billahi” diyorum ama
ayetteki özellikler bende var mı?” diye kendinizi
tartabilirsiniz. O ipuçlarından birisi de bu ayettir, “Mücadele-22” de öyledir.
“Ben Billahi anlamında imanlıyım, bunu deklare ettim” dediniz, ama kendinizi merak ettiniz:
Acaba ben öyle mi yaşıyorum, amelim buna uy237
İNŞİRAH
gun mu, kalbine iman yazılmışlar sınıfında mıyım? Bu ayetteki göstergelere bir bakalım:
“Allah’a ve Ahiret Günü’ne Billahi anlamında
iman eden bir toplumu Allah ve Onun Rasulü
ile zıtlaşanlarla sevişiyorlar bulamazsın. Velev ki
bunlar onların babaları yahut oğulları yahut kardeşleri veya akrabaları olsalar bile! İşte bunlar,
Allah’ın kalblerinin içine iman yazdığı ve katından bir ruh ile onları teyit ettikleridir. Ve onları
içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altlarından
nehirler akan cennetlere dâhil eder. İşte bunlar
Hizbullah (Allah’ın tarafında) olanlardır. Dikkat
edin, muhakkak ki Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücadele-22).
Lütfen, ayeti inceleyelim ve amel olarak yaşantımızla ayete uymaya gayret edelim! Rabbim
cümlemizi “kalbine imanı yazdıkları”ndan eylesin inşaAllah...
Ayetlerden özelliklerini tanımaya çalıştığımız
kalble ilgili unutmamamız gereken bir hal vardır: ALLAH KALBDEKİLERİ BİLENDİR. Kalblerinizdekileri O bilir: Ya’lemü ma fiy kulûbiküm.
Gayet doğal, Sahibi çünkü!
“İşte onlar Allah’ın kalblerindekini bildiği kişilerdir.” (Nisa-63).
“...Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah Aliymen Haliym’dir.” (Ahzab-51).
Kalb faslını Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’nin
İnsan-ı Kamil’inde yer alan bir kudsi hadisle ta238
YILMAZ DÜNDAR
mamlayalım. Sonrasında “Sadr” ve “İnşirah” bölümleri var, onlarla devam ederiz inşaAllah.
“Beni ne yerim aldı ne de semam. Mü’min
kulumun kalbi beni aldı.” (Hadisi Kudsi).
Kalb olmaya sebep olan nazar noktasının
nurunun bütün kalbi kaplaması hadiste “ALIŞ”
olarak söylenmiştir, “alış” budur. “Beni ne yerim
aldı ne de semam. Mü’min kulumun kalbi beni
aldı.” Böylece, kalb halka ait müşahede yeri iken
Hakk’a ait olur. Kalbde bir nokta olarak, bir nazar noktası olarak duran Kalb Nuru’nun kalbin
tamamını kaplaması “KALBİN ALIŞI” demektir
ki, bu özellikle üç şekilde olur.
Birisi İLMİ ALIŞ’dır. İlmi alış kalbdeki bu nazar
noktasının sağladığı imkânla kulda oluşan ilmin
kalbı kaplamasıdır; ilmin oluşturduğu idrakın
kalıbı/kalbi kaplamasıdır. Bu İLMEL YAKİN denilendir, bunun yaşantısı ise FİİLLERİN TECELLİSİ
diye tarif edeceğimiz halin içine girer.
Diğeri MÜŞAHADE ALIŞI’dır. Burada nurun
fuadda hâkim kıldığı isim kalbde açılır, böylece
kulda da yaşantısı görülür. Nurun fuadda hâkim
kıldığı esma, ona doğru emir bekleyen kalb yüzüne o ismi yansıtır, böylece o isim kalbı kaplar.
Ve kul kalbı kaplayan o esmanın tesirinde kalır,
onun yaşantısına girer, onun halini yaşar. Bu da
karşımıza AYNEL YAKİN ve HAKKAL YAKİN
diye çıkar. Bilenler buna “İSİMLERİN TECELLİSİ”
ve “SIFATLARIN TECELLİSİ” demişlerdir.
Üçüncüsü ise HİLAFETİ ALIŞ’tır ki; bu Hilafet manasını alıştır. Hilafeti alışın özeliği şudur:
239
İNŞİRAH
Burada fuad ve kalb çalışması yoktur, artık onlar
devrede olmaz. Çünkü bu, nurun tam kaplaması olup isim ve sıfatların hepsinin tahakkuk etmesidir. Hilafeti alışta isim ve sıfatların tamamı
kayıtsız tahakkuk eder, bir kayıt altında olmaksızın tahakkuk eder. Çünkü KAYIT fuad ve kalble
ilgiliydi. KALB’i öyle tarif etmiştik; o kaydın kalıbıydı. Kalıp kalmadıysa kayıt da kalmaz! Artık o
kişi kalbın yaptığı izde, kalbın oluşturduğu izde
ama içi boş, kaydı yok... Bu durumda var olan
nedir? TAMAMEN NUR! HER TARAFI NAZAR
NOKTASI! HER TARAFI KALB NURU! Burada
isimlerin ve sıfatların tamamı/hepsi tahakkuk
eder. Buna VUSAT-I İSTİLA; TAM ALIŞ denir. Ancak anlatılan bütün bunlar dahi kul için Sübhanallah kapsamındadır. Bunlara bile bakarken kul
“Sübhanallah” diyecektir. Çünkü Allah Vusat-ı
İstila’dan (Tam Alış’tan) bile münezzehtir.
Sübhanallah ile ilgili olarak inşaAllah ileride
genişleteceğimiz bir iki cümleyi paylaşalım: “Allah
kalbdekileri bilir” uyarısını ayetlerle görmüştük;
(Nisa-63, Ahzab-51). Sübhanallah manasını ileri
götürmek için ayetlerdeki şu vurguya da bakalım: ALLAH ALİYMÜN Bİ ZATİS’SUDUR’dur: O
sadrlarda olanı da (Bizzat) bilir; (Hadid-6). Bir
insan kalbindekini/kalbini bilemeyebilir ama
sadrını bilir. Herkes kendi içinden geçenleri
bilmez mi? Bu gösteriyor ki, insan kendisi için
“Aliymün Bi zatis’sudur”dur. Bir başkası için değil, kendisi için! O bilişin nasıl bir şey olduğu ayrı
bir konudur. Şimdi anlatacaklarımın “İnsan-30
Platformu”nda değil de “İnsan-29 Platformu”nda
240
YILMAZ DÜNDAR
cümleler olduğunu unutmayınız. İnsan yalnızca
kendisi için “Aliymün Bi zatis’sudur”dur. Oysa
Allah hem sizin için hem de tüm yarattıkları için
Aliymün Bi zatis’sudur’dur ve hiçbirini birbiriyle
karıştırmaz! Ef’al Âlemi’ndeki her şey için Aliymün Bi zatis’sudur’dur ve onları birbiriyle karıştırmaz. Ey insan, bunu idrak edebiliyor musun?
Ef’al Âlemi’ni (yaratılmış âlemi) düşünün, Allah onların her biri için, her birini ayrı ayrı bilen
ve hiçbirini birbiriyle karıştırmayandır! Biz böyle
bir Ef’al Âlemi’ni bile kavrayamıyoruz, o bir hayal olduğu halde kavrayamıyoruz. Bu Âlem (bu
varlık) aslında bir hayal, bir YANSIMA! Biz onu
Allah’ın özelliği gibi düşünüp sınırlıyoruz! Oysa
o bir Yansıma’nın özelliği, bir hayal! Ef’al Âlemi
aslında yoktur. İnsan “Yok”u bile kavrayamazken Allah’ı kavraması mümkün mü? Değil! Hal
böyle olduğu için “Sübhanallah” diyorsun; Allah
bundan da münezzeh, böyle de değil! Ne sanar,
ne düşünürsem, ne kadar ileri bilirsem öyle de
değilsin; SübhanAllah! Az önce saydığımız tüm
alışların, mertebelerin hepsi Sübhanallah kapsamında olduğu için, bu yüzden “Allah’ı tam manasıyla anlamak ve kavramak mümkün olamaz”
idrakının kalbde yaşanması belki de ulaşılacak
GERÇEK ALIŞ’tır. Burası anlaşılmalıdır.
Yukarıda çok zor mertebelerden bahsettik,
Allah o mertebelerden de münezzehtir; Allah
Sübhanallah’tır. Bu yüzden; sözde, idrakta ve yaşantıda SÜBHANALLAH, ağırlığı çok yüksek bir
sesleniştir, çok yüksek bir kurtuluş reçetesidir,
ahiret için çok yüksek bir azıktır! Allah buyuru241
İNŞİRAH
yor: “Mütttakiler için en hayrlı azık ahiret azığıdır” (Nisa-77, Bakara-197). En hayrlı azık ahiret
ve diğeri de (dünya da) çöp olacak! “Hepsi çöp
olacak, görmüyor musun geçmişte çöp oldu”
diyor ayetler. Bu durumda, “Sübhanallah” ahiret için çok değerli bir zikrullahtır, çok değerli
bir azıktır, çok önemli bir idraktır. Eğer zamanı
gelince kullanabileceğimiz bir Nur Bankası hesabımız varsa, Sübhanallah’ın o hesaptaki değeri
çok yüksektir! Bu yüzden, SübhanAllah (Allah’ı
tam manasıyla anlamak ve kavramak mümkün
olamaz) İdrakı’nın kalbte yaşanması belki de
ulaşılacak gerçek alıştır!
Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri İnsanı Kamil’inde bahsediyor ki; “Allah her şeyi Rasulullah (SAV)
Efendimizin Nuru’ndan yarattı. İsrafil aleyhisselamın yaratıldığı yer Rasullah sallallahu aleyhi
vesellem Efendimizin Kalb Nuru oldu. O, Efendimizin kalb nurundan yaratıldı. Bu sebeple, bir
nefeste bütün âlemi öldürdükten sonra tekrar
diriltir. İsrafil aleyhisselam maddeye bağlı meleklerin en güçlüsü ve Hakk’a en yakınıdır”.
Konuya “Elem neşrah leke sadrak” ile başladık. Ayetteki “sadrak” ifadesini, oradaki “sadr”
kelimesini ve “Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Mekanizmasını” anlamaya gayret ediyoruz. Ayetin manasını
ve bize mesajını anlamak için önce “SADR” ifadesiyle kastedileni iyi bilmek gerekiyor. Neden?
Birçok ayette “Sadr” geçer. Siz Sadr’ı anladığınız
zaman o ayetleri anlamanız, ilgilerini oluşturmanız çok kolaylaşacaktır. Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu dediğimiz mekanizmayı incelerken
242
YILMAZ DÜNDAR
yolculuğu Kur’an’da yapıyoruz, Kur’an’dan ve
Hadisler’den ayrılmıyoruz.
YÖNTEMİMİZ Kur’anı Kur’an’dan dinlemek,
Kur’anı Kur’an’dan öğrenmeye çalışmak: Soruları Kur’an’dan sormak, cevaplarını Kur’an’dan
almak! Mümkün olduğunca içinde “bana göre”
cümlesinin yer almadığı bir anlatım tarzında
olmak! Eğer beşere ait bir şey olacaksa, onu da
Efendimiz’in hadisleri kapsamında olacak şekilde anlatmak! Usulümüz yaşarken de budur!
Tevbe Sûresi 14. ayette SADR, 15. ayette
KALB geçer. Biliyorsunuz, konuyu özellikle içinde “sadr ve kalb” geçen ayetlerle inceliyoruz.
Anlatımımızın ve kompozisyonumuzun çatısını
özellikle o ayetler oluşturuyor. Tevbe-14 ve 15.
ayetlerdeki “Sadr ve Kalb”in bize anlatmak istediği şeyi yakalayabilmek için bir önceki ve bir
sonraki ayetlere de bakmamız gerekiyor. Bu yüzden o ayetleri birlikte tefekkür edelim inşaAllah.
“Yeminlerini bozmuş, er-Rasul’ü yurdundan
ihraca kastetmiş ve üstelik ilk kere kendileri size
savaşa başlamış bir kavme karşı savaşmayacak
mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz?
Eğer mü’minler iseniz haşyet duymanız için
ehakk Allah’tır.” (Tevbe-13:).
“Mukâtele edin onlarla ki; Allah, sizin ellerinizle onları azablandırsın, rezil etsin onları, onlar
aleyhine size nusret versin. Böylece mü’minler
kavminin sadrlarına şifa versin.” (Tevbe-14).
243
İNŞİRAH
“Kalblerdeki ğayzı (gadabı) gidersin. Allah
dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Aliymun
Hakiym’dir.” (Tevbe-15).
“Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenleri,
Allah’tan ve Rasulü’nden ve iman edenlerden
başkasını veli edinmeyenleri ortaya çıkarmadan
bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yapmakta olduğunuz her şey için Habiyr’dir.” (Tevbe-16).
Bu dört ayetin o an için, ayetlerin geldiği an
için meali zahiren böyledir. Zahir birkaç şekilde
ele alınabilir. Zahir’in tarifini nasıl ele almamız gerektiğini bir yöntem uygulayıp görelim. ZAHİR’i
iki türlü düşünmeliyiz. İlki, ayetin geldiği zamanki duruma ait zahiri manadır: Ayet hangi ortam
için, nasıl bir durumda ve ne demek üzere geldiyse onunla ilgili mana onun zahiri manasıdır.
Ancak, zahiri manayı ele alan kişi zahire yalnızca
böyle bakarsa, böyle değerlendirirse orada kalır,
bir hikâye okumuş gibi düşünüp manayı oraya
kitler. Zahir’i orada bırakmamak için onu günümüze taşımak gerekiyor, bu da zahir’e yönelik
ikinci manadır. “Bu ayetler o günün şartları ve
olayları içerisinde böyle geldi, bunları dedi, ama
bugün bana ne diyor? Bugün bana şunu diyor!”
diyen bir tefekkürle yaklaşmalıyız. Eğer bu iki
“zahiri mana”yı bulup amele çevirmezsek ayetteki “bâtınî mana” bize açılmaz.
Hem yeri geldiği hem de çok önemli olduğu
için vurgulayarak söyleyelim: İnsanı kurtaracak
olan şey ameldir ve bâtın ile amel yapılmaz!
Amel zahir ile yapılır. İnsanı ahiret hayatında
kurtaracak olan şey amelidir o da zahir iledir.
244
YILMAZ DÜNDAR
“Ne düşündün de cennete gittin?” diye bir şey
yoktur, “ne yaptın da cennete gittin?” vardır. Bir
şeyi “yanlış düşünerek, yanlış inanışla” yaparsan
zaten yaptıkların boşa gidiyor, doğru inanman
ve düşünmen şarttır! Ayetler diyor ki, yanlış düşünerek [şirk ile, şirk kapsamında] düşünceyle
bir iş yapıyorsan amellerin boşa gider. Şirk koştun mu bitti, o zaten hesaba alınan bir şey değil! Ama doğruyu sadece düşünerek de cennete
gidilmiyor. İnandığın doğruyu yaşayarak (salih
amelle) gidiliyor. Bu yüzden “Amenû ve Amilus
Salihati” prensibi önemlidir. Unutmuyoruz ki,
bâtınla amel olmaz! Hele de gözünüzü kapatıp
hayal kurarak bâtın yakalıyorsanız amel hiç olmaz. Onun adı HAM HAYAL’dir. Kişi kendisini
ibadette zanneder, ama öyle bir ibadet yoktur.
Çünkü ortada amel yok! Amel edemediğiniz, yapamadığınız bir ibadet yoktur.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Her şeyin taşkınlığı olduğu gibi bilginin de taşkınlığı vardır.
Taşkın olan bilgiden korununuz.” Bilgi taşkınlığı nedir? BİLGİ TAŞKINLIĞI seni ikileme düşüren bilgidir, bilginin seni Hakk Yol’da tereddüte
düşürmesidir. Böyle bakıldığında, az bilgili olup
da ikileme düşmeyen kişi daha şanslıdır! Düşünün şimdi, normal biçimde güzel güzel salâtını
ikame ediyorken din adına bir bilgi duydun ve
tereddüde düştün; salâtı ikame etmeli mi, etmemeli mi? O bilgi seni tereddüde düşürdü, sende
taşkınlık yaptı, bu bilginin sana faydası yoktur!
Bu yüzden dikkat edin, her şeyi öğrenmeye çalışmak şeytana kapı açar.
245
İNŞİRAH
Nasıl bir yolla öğrenmeliyiz? Dengeleyerek!
Bilgin kadar ameli, amelin kadar bilgiyi dengeleyeceksin. Öğrendiğin bilgiyi bir amelle dengeleyeceksin daima, yani bildiğini hayata geçireceksin. Hayata geçiremediğin bilginin peşinde koşarsan ve o bilgileri de yığarsan TAŞKINLIK olur.
Zaten hadiste de “bilgi zararlıdır” denmiyor,
“taşkınlığı zararlıdır” deniyor. Amele çeviremediğin bilgileri yığarsan taşkınlık oluşturursun, o
da sana zarar verir. O bilgi seni “fitneye düşürüp
amelden uzaklaştıracağı” için zararlıdır.
Amel zahirle yapılır. Batınla amel olmaz mı?
Şöyle olur: Kişi zahirle amel ediyorsa ve amelinde de ihlâsı yakalamışsa onun daha önce bâtın
diye bildiği bilgi onda zahir olur. Dolayısıyla o
yine zahirle amel yapar. Bir bâtın bilgi sizde zahir
olmadan siz onunla amel yapamazsınız. O bâtın
bilginin sizde zahir olması için siz o bilginin zahirinin ne olduğunu iyi öğrenip o zahiri amele
çevirmelisiniz. Sonra da onun ilerisi olan bâtının
sizin için zahir olmasını beklemelisiniz. O sizin
için zahir olunca onunla da amel yapasınız...
Şimdi Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16. ayetlerle
bir örnek uygulama yapalım. Bir yöntem uygulayarak [ilk basamak olarak] bu ayetlere hem o
gün için hem de günümüz için bakmaya çalışalım. Kur’anı Kerim’de Tevbe Sûresi’nin bir özelliği
vardır; Besmele’yle başlamaz! Çünkü bu sure ültimatomdur, ültimatom Besmele’yle başlamaz.
Eğer Allah’ın ültimatomu Besmele’yle başlarsa
rahmeti gazabını geçer ve ültimatom kalkar!
Tevbe Sûresi birinci ayet der ki: “Bu Allah’tan ve
246
YILMAZ DÜNDAR
Rasulü’nden bir ültimatomdur, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere!” Sure bu ayetle başlar, bu yüzden başına Besmele yazılmaz.
Eğer bizler çok rahatlıkla, aklımıza geldikçe
Besmele kullanıyor, Besmele söylüyorsak bu bizim için nasıl bir lütuftur anlayın; ültimatomun
dışındasınız! Eğer ültimatom kapsamındaysanız
Besmele’yi söyleyemezsiniz bile! Size Besmele
söylettirilmez ki ültimatom yerine gelsin!
Şimdi Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16. ayetlerden öğrendiğimiz nedir, ona bakalım.
Birincisi; onlar “YEMİNLERİNİ BOZDULAR”
deniyor. Mekke müşriklerinden bahsederken
diyor ki: Siz onlarla anlaşma yapmıştınız, ama
onlar anlaşmalarını (yeminlerini) bozdular, yaptıkları anlaşmaya sadık kalmadılar.
İki: ER-RASUL’Ü İHRAÇ ETTİLER. Efendimiz
(SAV)i yerinden yurdundan (Mekke’den) çıkarmak için bir sürü planlar yaptılar ve uyguladılar,
Efendimiz nihayet Medine’ye hicret etti.
Üç: SALDIRDILAR! Rasulullah’ı ihraç etmekle kalmayıp bir de SAVAŞ AÇTILAR. Efendimiz
(SAV) Medine’ye yerleşince nifak tohumları ekerek O’nu Medine’den de çıkarmak için çalıştılar.
Onların (savaştaki karşı tarafın) özellikleri
olarak bunlar anlatılıyor: “Onlar yeminlerini bozanlar, er-Rasulü ihraç edenler ve her seferinde
ilk saldıranlardır.” Siz onlar saldırınca kendinizi
savunuyorsunuz. Onlara ait üç önemli özellik:
Yeminlerini bozanlar! Er-Rasulü ihraç edenler!
247
İNŞİRAH
Her seferinde ilk saldıranlar! Demek ki, hep saldıran onlar, savaşı hep ilkin onlar çıkarıyor.
Oysa bilmedikleri bir şey var. Elbette bilmiyorlar, çünkü gafletteler! Bilmedikleri gerçek
“Enfal-33”de açıklanıyor: “Sen onların içindeyken Allah onlara azab vermezdi. Ayrıca istiğfar
edenler de varken Allah onlara azab verici değildir.” Müşrik olmalarına rağmen Efendimiz (SAV)
onların içindeyken ve onların içinde Hakk’ı fark
edip de sığınışta olanlar varken onlara azab verilmiyor! Ama bu şanslarını kaybettiler, çünkü
Rasulü ihraç ettiler. Ayet soruyor: Hal böyleyken
onlarla savaşmayacak mısınız? Onlar size savaş
açıyor, size saldırıyor, savaşması gerekenler çekingenlik gösteriyor öyle mi? Onlarla savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Korktuğunuz için mi savaşmıyorsunuz?
Dikkat edin, Allah izin vermedikçe onların size
ne bir zararı dokunabilir ne de faydaları! Size bir
şey yapamazlar. Siz zaten böyle inanıyorsunuz,
inananlar olarak bu düşüncedesiniz. Buna rağmen eğer Allah’ın emrine muhalefet ederseniz;
“savaşın” dediği halde savaşmazsanız, siz esas o
zaman karşılaşacağınız azab ve gazaptan korkun! O zaman gelecek gazaptan sizi kim kurtarabilir? Tevbe-13. ayet bize bir hüküm beyan ediyor: O halde korkmanız gereken ehakk Allah’tır!
Korkmanız gereken Allah’tır, Allah’tan korkun!
Ayetteki “EHAKK” kelimesi “korkmaya Allah
layıktır, korkmaya layık olan Allah’tır” gibi meallendiriliyor. Bu doğru olmaz! “Korkup haşyet
duyacağınız ehakk Allah’tır” ayetine siz normal
248
YILMAZ DÜNDAR
hayatta kullanılan dille yaklaşırsanız “korkmanıza Allah layıktır manası” çıkar ki yanlıştır. Hep diyoruz: Allah’la ilgili bir cümle kuruyorsanız İhlâs
Sûresi dışına çıkan bir mana verilemez! “Bunun
günlük hayattaki manası bu, Araplar böyle diyor, kelimenin geçmişteki manası böyle” gibi bakış açıları normal yaşantının dili için geçerlidir.
“Allah” derseniz mana o çerçevede olmalıdır. Bu
ayette siz “korkmanıza Allah layıktır” derseniz,
Allah’ı insanlarla kıyaslamış olursunuz. Yanlış
olur! Mana verirken, meal yaparken bunlara
çok dikkat etmek lazım. Aksi halde zihin yanlışa
düşer. Bilmeden bile kıyasa düşse, zihninizde tereddütler oluşur.
Ayet diyor ki; “savaşın, korkmayın savaşın!”
Peki, savaşmanızla oluşacak olan ne, ne olacak?
“Savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın!” Bu, tasavvufla meşgul olanların çok
dikkat etmesi gereken bir cümledir: Allah SİZİN
ELLERİNİZLE onları azablandırsın. Birincisi şu ki;
normal hayatta, insani/beşeri alanda insan böyle bir cümle kurmaz. “Onların cezasını ellerinizle
verin”, normal hayatta cümlenin böyle olması
gerekir; gidin savaşın ve onların cezasını ellerinizle verin. İnsan düşüncesine, insan zihniyetine
uygun cümle budur ve buna kimse itiraz etmez.
Bize “git şöyle yap” dendi, “biz de gittik, elimizle
cezasını verdik” denir. Ama bu ayetteki ifade ve
mana öyle değil. “Tevbe-14” bir gerçeği içeriyor:
Ayetin ilk zahiri manası; “Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın”dır. Ellerinizle azablandırsın! Siz değil Allah azablandıracak, azablandıran
249
İNŞİRAH
Allah! SİZİN ELLERİNİZLE! Bu zahiren düşünebileceğimiz ilk basamaktaki manadır. Peki, bu
cümleyi bâtınen nasıl anlayabiliriz? Bâtınen ilk
basamak mana; “Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın.” SİZİN ELLERİNİZ OLARAK
onları azablandırsın! Dikkat edilmesi gereken bir
şey var: Bir ayetin birden çok manası kıyaslanıp
birisi için; “asıl mana böyleymiş” demek yanlıştır,
bu tuzağa düşmemek lazım. Diyelim ki kişi bu
ayetin asıl manası “Allah sizin ellerinizle onları
azablandırsın” değilmiş, “sizin elleriniz olarak
onları azablandırsın”mış derse kendini perdeler.
Çünkü her iki mana da doğrudur. Bir doğruyu
öğrenirken diğer doğrudan perdelenirseniz kesrette kalırsınız. Size hep Tevhid’de ilerlemenin
önemli ipuçlarını veriyoruz, hep yapmaya çalıştığımız bu! Tevhid yolunda ilerlemenin bir ipucu
da, Hakk yolda duyduğunuz manaları/cümleleri
cem etmektir. Kaç cümle, kaç mana duymuşsanız! İnsanlar “ben şu önemli kişiden şunu duydum, şu önemli kişiden bunu duydum” diyerek
önemli kişileri çarpıştırırlar. Halbuki kendilerini,
kendi hayatlarını çarpıştırıyorlar. Yapmaları gereken elele vermeleridir. Birisi bir önemli kişiden bir şey duymuş, diğeri de bir şey duymuş,
ne güzel! Bu iki bilgiyi, iki cümleyi birleştirip “tek
cümle” yapmalıyız. Hakk yolda duyduklarınızı
birleştirip cem ederseniz Tevhid’i çabuk yakalarsınız. Eğer beyin bölmeyi öğrenirse, Tevhid yolunda bile olsa bölücüyse, bölücülükten (kesretten) kurtulamaz! Hakk yolda birleştirmek insanı
Tevhid’e hızlı götürür. Bu yöntem Hakk yoldaki
cümlelerin birleştirilmesini de içerir. Dolayısıyla
250
YILMAZ DÜNDAR
“Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın, Allah
sizin elleriniz olarak onları azablandırsın, Allah
onları azablandırsın” gibi cümleleri çoğaltabilirsiniz. Bunların hepsini birleştirdiğinizde bulacağınız mana daha yüksek bir manadır. Doğru’ya
manaları eleyerek ulaşamazsınız!
Peki, eleme yapılmaz mı? Elbette yapılır. Ne
zaman? Uygulayacağınız zaman! O zaman elemelisiniz! Bilgilerinizi amele dönüştüreceğiniz
için o zaman elemeniz gerekir. ELEME, sırası gelince alıp uygulamak için rafa koymaktır. Çünkü
o bilgiler sırası geldiğinde uygulamak üzere saklamanız için önemlidir.
Batıni dediğimiz “Allah sizin elleriniz olarak
onları azablandırsın” manası kişi için ne zaman
zahir olur? Bu cümle ancak nefs-i mutmainneden sonra zahirmiş gibi söylenebilir. Bize bâtın
gelir ama ona zahirdir. Onun yaşantısının hali olduğu için mutmainne halindeki birisi bu cümleyi
rahatlıkla kurar. Bu yüzden, bu cümle de, diğeri
de doğrudur. Ama bizim (o günün şartlarını düşünüp) buradan öncelikle çıkarmamız gereken
mana, perdelenmememiz gereken mana, hatta
titrememiz gereken önemli mana; “Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın” manasıdır. “Gidin
onları cezalandırın” denmiyor! Bu önemli!
Böyle olunca ne olur? “Tevbe-14” diyor ki:
“Böyle yapın ki, Allah onların aleyhine size zafer versin.” Buraya bir cümle koyalım da ayeti ve
manasını tefekkür ederken yanlışa düşmeyi engellesin. KUR’AN’DA ANLATIM TARZI muhataba göredir ve bu çok önemlidir. Muhatabın, yani
251
İNŞİRAH
hastanın tedavisine yönelik cümle kurulur. Çok
dikkat edin; hastanın tedavisine yönelik cümleye bakılarak doktor değerlendirilmez, o değerlendirme yanlış olur. O cümle “sizin için” öyledir,
doktor için değil! Bu yöntemi bu ayet örneğinde
inceleyelim: Anlatıma bakınca sanki “karşı taraf”
Allah’ın kulları değil sanarsınız. Bu anlatım tarzına bakıp da, müşriklerin müşrik olma emrini Allah vermemiş gibi düşünürseniz, onların savaşma/saldırma emrini Allah vermemiş sanarsanız
yanılırsınız. Eğer kişi kaderi iyi kavramışsa bilir:
Karşıdakilerin öyle olmalarının emrini veren de
Allah’tır. Dileyen Allah’tır! Onları “karşı taraf”
yapan Allah’tır! Ayet; “Allah onları sizin ellerinizle cezalandırsın” dediğinde, cezalanacak kişideki
Allah hakikatini de görmek, onu ötelememek
lazım. Bu bakış GENEL GERÇEK’tir. Siz bu gerçeği bileceksiniz. Hem bu genel gerçeği bilip hem
de; “bu cümleler bu gerçeğe uymuyor” derseniz
yanılırsınız. Ayetteki cümleler tedavi cümleleridir, muhataba göredir, hastanın tedavisi içindir,
doktora göre değildir. “Genel Gerçek” dediğimiz
hakikat doktora göredir. Çünkü karşı taraf ta,
bu taraf ta doktorundur. Hastanın reçetesindeki cümleler ise hasta için öyledir. Bu sebepten
“böyle yaparsanız (onlarla savaşırsanız) Allah
onların aleyhine size zafer verir” buyruluyor.
“Onlarla savaşırsanız ve Allah onlar aleyhine
size zafer verir”se ne olur? Bir kere, Mü’minlerin
şan ve şerefi yükselir. Çünkü çok ezildiler, horlandılar, yerlerinden sürüldüler… İşte böylece şan
ve şerefiniz yükselir. Bu, bugünkü cumhuriyet ve
252
YILMAZ DÜNDAR
demokrasi sistemi içinde, birisine “seçimlerde şu
kazanacak” demek gibi bir şeydir. Şan ve şerefinin yükselmesi “yönetimi onlar ele alır” gibi bir
manadır. “Şan ve şeref” kelimelerinden de perdelenmemeliyiz. Bugünün şartlarında iktidar olmak için nasıl “oy” lazımsa, o günün şartlarında
da bunlar lazım! Allah onların aleyhine size zafer
verirse başka ne olur? Ezilmiş ve acı çekmiş müslümanların sadrları ferahlar. İnsanî cümleyle söylersek; içlerine su serpilmiş gibi olur. Kur’an buna
“ŞİFA-İ SADR; SADRA ŞİFA” diyor (Tevbe-14). Ve
sonuçta Hakk yerini bulur. Çünkü daha öncekiler haksız uygulamalar ve haksız savaşlardı. Bu
saldırılar ve savaşlar haksız yere savaşan grubu şımartıyor, mağdur olanın da içini eziyordu, onun
da içini bunaltıyordu. Bu yüzden bir denge lazımdır. Bu nasıl bir dengedir? Şımarığın şımarıklığını giderip mağduru Hakk’a yaklaştıracak bir
DENGE! Şımarığın da mağdurun da buluşacağı
bu çizgi HAKK ÇİZGİSİ’dir, Dinginlik Çizgisi’dir,
Rahatlık Çizgisi’dir, ORTA YOL Çizgisidir. Bu çizgiye gelince şımarık da mağdur da rahatlar. Bu
çizgi salâttaki saf gibidir. Saf’da kişinin rütbesi
ne olursa olsun İmam’ın arkasında yan yana durur. Yanına bakıp da; “ben müsteşarım, sen hademesin, yan yana nasıl namaz kılarız?” demez,
böyle birşey aklına bile gelmez. İkisi de dingin
olur, mutlu olur. Çünkü Hakk yerini bulmuştur!
Zaten imanlı kişi dış dünyadaki bu ayrımlardan
öyle rahatsızdır ki, o Hakk Çizgisi’ne geldiği zaman rahatlar, onunla safta yan yana olmaktan
rahatlık duyar, beraber olmaktan, bir olmaktan
mutlu olur. Bu en iyi nerede yaşanır? Kâbe’nin
253
İNŞİRAH
etrafında! Bunu en iyi orada, ihramda yaşarsınız!
İnsani rütbelerin (yani tanrısal rütbelerin) kalktığı, Kul Rütbesi’nin hâkim olduğu alanda yaşanır. Hakk yerini bulunca, bu dinginlik oluşunca
galip tarafta da, mağlup tarafta da kin ortadan
kalkar. Kin ortadan kalkınca öfke oluşmaz. Bu
sonuç her iki tarafın fuadında (değerlendirme
merkezinde, analiz-sentez merkezinde) de meydana gelir. Değerlendirme merkezi fuad, kinin
oluşmadığı, öfkenin gazabın kalktığı bir sonuca
ulaşır ve bu bilgiyi kalbe gönderir, oraya bunu
kalbeder, “beyne böyle bilgi ver” der. Böylece
onların kalbi beyne “kin ve öfke” talimatı vermez. Beyin de kan kimyasını, hormon ve enzim
sistemlerini bu yeni emre göre düzenler. Sonuçta kalblerdeki GADAP GİDERİLİR! “Tevbe-15”
buna; “yüzhib ğayza kulubihim; kalblerdeki gadabın giderilmesi” diyor. Tefekkür edilirse ayetin
bir temenniyi içerdiği görülür: Kalblerden gadap
giderse, umulur ki onlar saldırılarına son verirler.
Tevbe-15 “Allah dilediğinin tövbesini kabul
eder” diyerek devam ediyor. Bu çok önemli, ders
alınması gereken bir uyarıdır. Karşı taraf saldırmıştı, ama şimdi işler düzeldi, tedavi gerçekleşti.
Ve doktor devreye girdi. Hastanın ihtiyacı olan
cümlelerle tedavisini yaptı, şimdi doktor diyor
ki; “Tamam tedavi oldun, artık işe hücumla bakma! Allah dilediğinin tövbesini kabul eder; oradakiler tövbe etmişse onun tövbesini de kabul
eder! Bunu da bize Tevbe Suresi açıklıyor:
254
YILMAZ DÜNDAR
“Eğer tövbe ederler, salâtı ikame ederler ve
zekâtı verirlerse diynde kardeşleriniz olurlar. Biz
ayetleri bilen kavme açıklarız.” (Tevbe-11).
Bakın, kin-gadab kalktı. Tövbe kapısı da herkese açık! “Tövbe kapısı kapanmaz” cümlesi çok
doğru değildir. Tövbenin kapısı yoktur ki kapansın! Kapısı yoktur! “Kapanmaz”, kapısı yok
demektir. Kapanmayan bir yere kapı yapar mısınız? Hiç kapatmayacaksanız niye kapı yapasınız
ki! “Tövbe kapısı kapanmaz” cümlesi, “tövbenin
kapısı yoktur” manasınadır.
“İnsanlar denenip ne olduklarının sonucu
görülmeden, “iman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?” (Ankebut-2).
Demiştik ki; “ne düşünüyordun da cennettesin?” yok, “ne yaptın da cennettesin?” var!
Efendimiz, sahabeden birisine buyuruyor ki:
“Ne zaman cennette yürüsem senin ayak izini
duyuyorum. Ne yapıyorsun da cennette önde
ayak sesin geliyor?” Bakın “ne düşünüyorsun
da...” demiyor, “nasıl inandın da...” demiyor!
İnancın/düşüncen yanlışsa zaten bu kulvarda
olamazsın, o ayrı. Ama seni bu kulvarda tutacak
şey ameldir! Efendimiz ona “ne yaptın da oradasın?” buyurunca, mübarek diyor ki; “Hep dediklerinizi yapıyorum başka bir şey bilmem. Ancak
aklıma şöyle bir şey geldi. Her abdest aldığımda,
hemen peşine iki rekât salât ikame ederim.”
Hem bu hadisten hem Ankebut-2’den doğru
inanıştaki amelin önemini çok iyi anlıyoruz. “İnsanlar denenip ne olduklarının sonucu görülme255
İNŞİRAH
den “iman ettik” demekle kurtulacaklarını mı
sandılar?” Bu bir uyarıdır! Demek ki “iman ettik”
lafı kurtulmak için yeterli değil! Ayet bize, “imanınızı amellerle ortaya koymuş olmalısınız!” diyor.
“İmanınız amellerle ortaya konulmadan kurtulamayacaksınız” gerçeğinin altı çiziliyor.
Ayette geçen “denenmek” ifadesi ne demektir? DENENMEK fitneye düşürülmek demektir.
Kur’an’da “imtihan edilmek/denenmek” geçtiğinde mana “fitneye düşürülmek”tir. Fitne nedir? FİTNE ikilemdir, ikilem demektir. İKİLEM ise
normal yaşantınız olan esfele safiliyn içindeki
tereddüt ve ikilemler değildir. O, Hakk ve Bâtıl
konusunda ikilemdir! Bir fikrin, bir davranışın
Hakk mı bâtıl mı olduğunda ikileme düşmek ikilemdir. İkileme düşünce bâtılın cazip gelmesi ise
FİTNE’dir. Bu fitneye düşürülmek deneme/imtihan olduğuna göre ve denenip ne olduklarının
sonucu görülmeden kurtuluş olmadığına göre,
“imtihan sonucunun görülmesini” nasıl anlamalıyız? İmtihan, kulun bir konuda ne yapacağını
Allah’ın öğrenmesi değildir. İmtihan kulun öğrenmesi içindir; kulun kendisine kendisinin şahit
olması içindir. Kulun ameline kendisinin şahit
olmasına İMTİHAN/DENEME denir. Bunu normal yaşantıdaki “deneme/sınama/imtihan” kelimelerine bakarak “Allah insanları öyle sınıyor”
zannetmek Allah’ı tanıyamamaktır. “Deneme”yi
yeri geldikçe ele alacağız, ama Kur’an’da deneme; insanın kendisini tanımasının adıdır.
“Tevbe Sûresi 13-16” ayetlerini o güne göre
zahiren anlamaya çalıştık. Ayetlerden perdelen256
YILMAZ DÜNDAR
memek için onlara bir de kendimiz için bakalım,
“bizim için nasıl düşünmeliyiz?” diye de bakalım.
Böyle bakarsak bu ayetlerde kendimiz için ne
görürüz? Ayetteki karşı tarafın özellikleri nelerdi:
Onlar (Mekke müşrikleri) yeminlerini bozmuşlar, er-Rasulü yurdundan ihraç etmişler ve hep
ilk saldıran olmuşlardı..
YEMİNİNİ BOZMA halini kendimizle ilgili değerlendirip, ayetin günümüzde bize zahiri
manasını yakalamaya çalışalım. Böylece, her iki
zahiri anlayınca, sonra ayetin bâtinî manasına
nüfuz etmeye başlayacağız. “Yeminlerini bozmuşlar” ne demektir? Bunu ipuçlarıyla arayalım.
Ayetleri böyle incelerken aslında HAYATIMIZI
AYETLERE TAŞIMA YÖNTEMİ’ni uyguluyoruz!
Onlardaki üç hal: Yeminlerini bozdular, erRasulü yurdundan ihraç ettiler, daima ilk savaşı
size onlar açtılar. Onlar böyle! Ve bize soruluyor:
Öyleyse onlarla savaşmayacak mısınız, yoksa
onlardan korkuyor musunuz? Bu önemli ipuçlarını hayatımızda arayalım. Önce “yeminlerini
bozmuş olmak” nedir, bunu yöntemimizle inceleyelim. YÖNTEMİMİZ hep aynı: Bir şeyi ararken
soruyu Kur’an’dan soracağız, cevabı Kur’an’dan
öğreneceğiz!
“Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların
bellerinden kendi zürriyetlerini ahzedip (alıp)
onları kendi nefslerine şahitlendirerek; (“Elestü
Bi Rabbiküm;) ben değil miyim Rabbiniz?” Onlar da (Kalu; bela şehidna); “evet, bilfiil şahidiz”
dediler. Kıyamet Günü; “biz bundan gafil idik”
demeyesiniz diye.” (A’raf-172).
257
İNŞİRAH
“KALU; BELA ŞEHİDNA”yı “Sen Tanrı Mısın?”
kitapçığının sondan ikinci bölümünde Âdem
aleyhisselamın cennetten çıkışını ele alırken geniş olarak anlattık. Burada sadece konumuzla ilgili kısımlarını ele alıp geçeceğiz. Ayet öğretti ki;
Kıyamet günü; “ya Rabbi, biz bu bilgilerden habersizdik” demeyesiniz diye siz şahitlendirildiniz.
Hatırlarsanız Kalıp’tan/Kalb’ten bahsetmiştik,
bu bilgi işte sizin kalıbınıza işlendi. Siz bunun farkındasınız, yani kalıbınıza bu işlenmeyi TASDİK
ettiniz. İşte bu tasdik, o anlatım içerisinde bir
“YEMİN” oluşturuyor. Sizin kalıbınıza “Rabbiniz
kimdir?” bilgisi işlendi, bu bilgi size verildi; kalıbınız buna şahid oldu ve bunda sizin tasdikiniz de
var! Bu yüzden siz; “Ben bu bilgiyi duydum ama
anlamamışım” diyemezsiniz. “Evet” diyen; “kâlû
bela şehidna” diyen şahitliğiniz var! Yani bu bilgi
de sizde mevcut! FITRİ YEMİN olarak bilinen bu
yemin, Kıyamet Günü; “Biz bu işten habersizdik”
demeyesiniz diyedir. Bir de şunun içindir:
“Bir de; “Daha önce atalarımız yalnızca müşrik olarak yaşarlardı, biz onlardan sonra (onların
devamı) bir zürriyetiz. Bâtılı işleyenler yüzünden
bizi helak mi edeceksin?” demeyesiniz (diye).”
(A’raf-173).
Bu ayet “dünyada da böyle bir mazeret ileri
sürmeyin” diyor. Kıyamet’te de, dünyada da “biz
bunlardan habersizdik, böyle bir bilgi bizde yoktu” demeyesiniz diye siz buna şahid kılındınız!
Bu yüzden, A’raf Sûresi 172 ve 173. ayetler, İslam
Dini Prensipleri’nde KUL’UN FITRİ YEMİNİ kabul edilmiştir.
258
YILMAZ DÜNDAR
Şimdi insanın bu şahitliğini kıyaslayalım: İnsan böyle ama şeytanın/cinin durumu nasıldır?
“Ben onları (İblis’i, cinleri) Semavat ve Arz’ın
yaratılmasına da kendi yaratılmalarına da şahit
tutmadım. Ve hiçbir zaman mudill (saptırıcı)
olanları yardımcı edinmiş değilim.” (Kehf-51).
Şeytanın böyle bir şahitliği yok! Onun kalıbında işlenmiş böyle bir bilgi yok, böyle bir
yemini yok! Böyle bir yeminden sorumlu değil! Ne böyle bir yemini ne böyle bir bilgisi var!
“Sen Tanrı Mısın?” kitapçığında bu olayın geçtiği
yerde demiştik ki, “Şeytan Hazreti Âdem’i cennetten çıkması için kandırmış değildir!” Kandırmaya kalksa Hz. Âdem hemen kanmaz! Oysa o
kendisi için çok doğru olanı ve inandığını söylemiştir. Çünkü bilgisi bu, buna inanıyor. Bu bilgiye
göre doğruyu sunmuştur. Hz. Âdem anlatırken
yemin eden ve doğruyu sunan haline kanmıştır.
“Anlatım tarzı” içerisindeki ifadeyle böyledir. İnsanın şahit kılındığı bu yemini destekleyen bir
özellik Şems Sûresi 7-10. ayetlerde öğretilir:
“Nefse ve onu düzenleyene,” (Şems-7).
“Sonra da ona (nefse) hem fücurunu ve hem
de takvasını ilham edene ki;” (Şems-8).
“Gerçekten, onu arındıran kurtulmuştur.”
(Şems-9).
“Onu/nefsi gömüp gizleyerek yaşayan ise gerçekten kaybetmiştir.” (Şems-10).
Özellikle Şems-8’den anlıyoruz ki, zamanında
kalıba işlenmiş bir şey daha var: Ona hem fücu259
İNŞİRAH
ru ve hem de takvası ilham edilmiştir. Yani; eğer
bu yeminine uygun davranmazsan (fitne fücurla meşgul olursan) başına ne geleceğinin veya
Hakk yolda yarışırsan (takva sahibi olur da takvada yarışırsan) başına ne geleceğinin bilgileri
de işlenmiştir, bu bilgiler sende mevcuttur.
“Yeminlerini bozdular” ayetinin ne buyurduğunu, onun kendimiz için zahirini anlamaya
çalışıyoruz. Arza gitmeden önce yeminle ilgili
bu özellikleri, bu bilgileri almış olan kalbın, yani
kendisine “evet, Rabbimizsin” şahitliği ve fücuru
ile takvası ilham edilmiş, yüklenmiş olan kalbin
akıbetini anlamak için bir ayete daha bakalım:
“Hatırla ki, Rabbin melaikeye; “Muhakkak
ki, Ben arzda bir halife meydana getireceğim”
dedi.” (Bakara-30).
Bu bilgilerle, bu kalbın bu özelliklerle ARZ’DA
HALİFE olarak yaşayacağını öğrendik. Burada,
ARZ kelimesini bildiğimiz arz gibi bir arz olan
İNSAN BEDENİnin hali olarak ele alın. Arz’daki
HALİFE Esmai-i Külleha (esmaların tümünü taşıma) özelliğine sahiptir. Üç ayette verilen bilgileri birleştirdiğimizde karşımıza bu kalıbın çok
önemli bir özelliği çıkar. Nedir? Araf-172’deki
“Rabbimizsin” şahitliğini, Şems-8’deki “fücurunu ve takvasını” ilhamı, bir de Bakara-30’daki
“Arz’da halife” özelliğini birleştirdiğimizde karşımıza MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ çıkar.
Esma-i Külleha (Halifelik) özelliği, “Rabbimizsin”
sözü/şahitliği ve bir de fücurunu ve takvasını ilham; bu üç bilgi yan yana gelip bir güç oluşturduğunda kalbta Muhtariyeti Tercih Gücü ortaya
260
YILMAZ DÜNDAR
çıkıyor. Bu özellikler kalıpta bir TERCİH GÜCÜ,
bir TASARRUF GÜCÜ meydana getiriyor! Dünya yaşantısı şartlarındaki ilk basamak tasarruf
gücü Muhtariyeti Tercih Gücü’dür! İleri zatlar
için kullandığımız “TASARRUF SAHİBİ” denilen
hal bunun ilerisidir, ötesidir. Tasarruf sahipliğinin başlangıcı budur; bu olmadan o olmaz! Bir
zata, bir ileri zata “tasarruf sahibi” diyorsak, o
başlayan bu noktanın Hakk yolda kullanılarak
ulaşıldığı yerdir. İşte bu üç özellik kalba tasarruf
gücü sağlar, kalıbı tasarruf sahibi yapar. Tasarruf
sahipliğinin Kur’an’daki en önemli delili Hadid
Sûresi’nin ilk on ayeti içerisindedir.
“İman edin Allah’a ve Rasulüne. Hakkında
sizi (tasarruf sahibi kıldığı) halife kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman eden ve infak eden
kimseler var ya, onlar için ecr-u kebiyr vardır.”
(Hadid-7).
Konuyu bu ayet içerisinde çok açık anlıyoruz.
Ayette geçen “MÜSTAHLEFİYN” tabirini lütfen
inceleyiniz. Bu yüzden Hadid Sûresi’nin İLK ON
AYETi önem taşır; içindeki bilgileri anlamak,
söylemek, hatta okumak bile önemlidir!
Bu üç özelliğin meydana getirdiği Muhtariyeti Tercih Gücü’nün dünyada bâtıl yolda kullanılması YEMİNİN BOZULMASI’dır. “Tevbe-13”deki
üç özellikten birisi de “yeminin bozulması” idi.
Ayeti günümüze taşımaya ve yeminini bozanın
kim olduğunu kendimiz için bulmaya çalışıyoruz. Olayı yalnızca o an için düşünür bırakırsak
ötelemiş oluruz, bir masal gibi “o dönemde böyle bir şey olmuş” der geçeriz. Ayetin bugün be261
İNŞİRAH
nim için ne dediğini bulmalıyım. Bunu yapmak
için “birisine göre” değil “ayetlere göre” bakmalıyız. Öyle bakınca ipuçlarını yakalamak kolaylaşır.
Ayetler diyor ki, YEMİNİ BOZMAK Muhtariyeti
Tercih Gücü’nü yanlış kullanmaktır, dünyada o
tasarruf gücünü bâtıl yolda kullanmaktır, “yeminin bozulması” budur. Peki, yeminini bozan
kimdir, şimdi de onun adını koyalım? YEMİNİNİ BOZAN “A” Takdim Formu”dur. Dikkatinizi
çekecektir, ona daha önce “A” Takdim Formu
“BEN” demiştik. O bu formun “kimlikli” halidir
ve yeminini bozan “A” Takdim Formu “BEN” değildir! Yeminini bozan “A” Takdim Formu”dur.
Yeminini bozan bir yapıdır ve bu yapı “A” Takdim Formu”dur. “A” TAKDİM FORMU” aslında
bir kayıttır; Nefsin Şerri yönündeki Vehmin Zulmeti olan kayıttır. Bu geldiğimiz noktada şu ayırımı hatırlayalım: “B” Takdim Formu” da “A” Takdim Formu” da kayıttır. Kendini Hissetme Duygusu İlmi Suret şartlarında kendini hissedince,
yani kuldaki “Kendini Hissetme Duygusu” ilmi
suretin kaydına “BEN” deyince “Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu” meydana çıkınca iki farklı
“BEN” diyen vardır: Bir, yaratılan yapıya (“B” Takdim Formu”na) “BEN” diyen, bir de daha sonra vehmin zulmetine (“A” Takdim Formu”na)
“BEN” diyen var. Bu yapıları ve o yapılara “BEN”
diyeni çok iyi kavramalıyız, ilk basamak olarak
bu çok önemlidir. Bir “A” Takdim Formu (Esfele
Safiliyn) yapı var, bir de ona “BEN” diyen var. İkisi
aynı değildir. İkisini aynı sanmak insanı tehlikeye düşürür; o zaman yatırımını çöpe yaparsın ki,
gafletin büyüğüdür. Ayet diyor ki; o ÇÖP olacak!
262
YILMAZ DÜNDAR
İnsan hayatta hiçbir şeyi bu kadar net görmez; ÖLÜMü ve ÇÜRÜMEyi! Buna rağmen hiç
görmüyor gibidir... Her şeyden ders alır da bundan ders almaz. En net bunu görür ama en az
bundan ders alır. Çok net bilir ki; ölüm vardır ve
var sandıkları çöp olmaktadır... Ama bu onu etkilemez! Mesela ölü evine gider. Orada pide yer
ayran içer, tamam iş bitmiştir, iş pide yiyip ayran
içinceye kadardır! Sonra döner ÇÖPE YATIRIM
yapmaya devam eder. Cenaze evine bir kayıt sistemi yerleştirip izleyin. Pide-ayran faslına kadar
“rahmetli”den konuşulur, pide-ayranla beraber
“tarla, araba, ev, iş güç başlar... “Yarın ne yapıyorsun, seninle şuraya gidelim mi? Yıllardır görmüyordum, ne iyi oldu, gel biraz gezip sohbet edelim, oturalım” başlar. Yani dünya başlar! Çöpe
yatırım başlar! “Bu vehim mekanizması” olmasa
dünya olmaz zaten...
Demek ki bir isyan eden asi yapı (“A” yapı) var,
bir de ona “BEN” diyen var. Yeminini bozmuş kalıp bu “A” yapıdır; o yeminini bozmuş bir kalıptır.
Bir kayıtla “BEN” diyenin Kendini Hissetme Duygusu önce o yapıyı görüp aşık olur, ona vurulur.
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun İLK AŞKıdır o! “A” Takdim Formu”na öyle bir vurulur,
öyle bir cezbe oluşur ki onunla bütünleşir, ona
“BEN” der, bir türlü ondan sıyrılamaz. Ondan
sıyrılması için daha büyük bir aşk gerekir. Bu aşk,
beşeri olarak RASULULLAH AŞKI’dır, hakikatte
ALLAH AŞKI’dır. Ancak bu aşk onu “A” Takdim
Formu”na BEN demekten kurtarır. Bu aşktan
başka türlü kurtulunmaz. Çünkü ilk aşkı odur. O
263
İNŞİRAH
aşk aslında küfre aşktır, o küfrüne âşıktır. Ve aşkına (küfrüne) söz söyletmez! Ondan kurtulmalıdır, ama kurtulabilmesi için yeni bir aşk lazımdır.
O yeni aşk Allah Aşkı’dır.
Yemini bozanı yakaladık: “A” Takdim Formu!
Yemini bozan bu yapıya “BEN” demek Kur’an’da
KALB HASTALIĞI olarak geçer. Kişinin kendisinde mevcut şahitlik ve yemin bilgilerine rağmen
Esfele Safiliyn’e (“A” Takdim Formu”na) “BEN”
demesi maraz olarak kabul edilmiş, ona “BEN”
diyen kalıba HASTA KALB gözüyle bakılmıştır.
Kalbi marazlı olan, kalbi hastalıklı olan budur!
Eğer o bu hastalıktan kurtulursa, kurtulmuş kalbin adı KALB-İ SELİM’dir; o sağlıklı kalbdir. Ama
“A” yapıya “BEN” dediği sürece kalb hastadır ve
Kur’an ona MARAZLI KALB der, böyle tanımlar.
Bu hastalığın bir belirtisi ve sonucu var mıdır, varsa nedir? Bu hastalığın belirtisi ve sonucu
bir iddiadır: VARIM ve MUHTARIM! Klasikleşmiş bir hastalık hali vardır; kişi kendini Napolyon sanar. Eski bir palto bulur, elini de böğrüne
koyar; “ben Napolyon’um” der, bir iddiada bulunur. Aslında ne o Napolyon’dur, ne de palto
Napolyon’un paltosudur, ama girdiği bu kılıkta
onun bir iddiası vardır: Ben Napolyon’um! İşte
kalp hastalanınca da bir iddiada bulunur; Varım
ve Muhtarım! Bu hastalığın iddiası da budur;
Varım ve Muhtarım!
Bu yapıyı tanımada “yemini bozmak” ilk ipucuydu, yemini bozanı ve kim olduğunu gördük.
İkinci ipucu nedir? İkincisi RASULULLAH EFEN264
YILMAZ DÜNDAR
DİMİZ (SAV)İN İHRAÇ EDİLMESİ. Bu, Efendimiz
(SAV)’in Risaleti’nin ihraç edilmesidir! Efendimiz
(SAV)’in Risaleti “A” Takdim Formu”nun yaşantısına uymadığı için onu ihraç etmiştir. Orada
Efendimizin Risaleti yoktur, onu ihraç edip çıkarmıştır. Böylece ihraç edeni de yakaladık: “A”
Takdim Formu! Neyi ihraç ediyor? “A” Takdim
Formu”nun ihraç ettiği şey Efendimizin Risaleti!
Risaleti ihraç eden “A” Takdim Formu yapısıdır!
Sizi ilerletecek şey ameldir, ama DOĞRU
DÜŞÜNÜRKEN AMEL! “İhraç” olayında dikkat
ediniz, “A” Takdim Formu” kişinin amelini ihraç
etmiyor, onun doğru düşünmesini (risaleti) ihraç ediyor: ER-RASUL’ü ihraç ediyor, EN-NEBİ’yi
değil! Ayet de “onlar er-Rasul’ü ihraç ettiler”
diyor. “A” Takdim Formu” niye senin risaletini
ihraç ediyor? Doğru inanmaman için, doğru düşünmemen için! “Doğru düşünme! Doğru düşünme de ne yaparsan yap. Hac’ca Umre’ye git,
hayır yap, namaz kıl, yeter ki doğru düşünme!”
diyor. Çünkü Er-Rasul’ü ihraç edenin amelini
şeytan kullanır! O kişi namazı da, hayrı da zaten
onun için yapıyor olur, onlar şeytanın kullanacağı malzemelerdir. Bu yüzden en-Nebi’yi ihraç etmiyor, Er-Rasul’ü ihraç ediyor. Bu bir ipucuydu!
“A” Takdim Formu”nun Er-Rasul’ü ihraç edişini
de böylece yakaladık.
“Halbuki sen onların içindeyken Allah onlara
azab vermezdi. Ayrıca istiğfar edenler de varken
Allah onlara azab verici değildir.” (Enfal-33).
Burada gizli bir müjde var: Er-Rasul (Risalet)
bir kalıptaysa, hele bir de kişi tövbeyle meşgulse
265
İNŞİRAH
Allah ona azab edici değildir. “A” Takdim Formu”
bu gerçeği, bu şansı bilmez! Niye? Çünkü o yapı
ŞEYTANİYET’tir. Ayeti okuduk; şeytana bu bilgi
işlenmemiştir, o buna şahit kılınmamıştır. O yüzden yaptığına tereddütsüz inanır, Esfele Safiliyn
yapı yaptığı şeye bu kadar kuvvetle inanır! Çünkü o bilgi kendisinde yok. Bu bilgi de şeytaniyete
verilmemiştir: “Oysa sen onların içindeyken Allah onlara azab edici değildir!”
Yemini bozanı ve Er-Rasul’ü ihraç edeni kavradığınız anda hayatınızda şuna dikkat edin,
onun üçüncü özelliğini fark etmeye çalışın: Hep
o size saldırandır, size saldıran hep odur! BİLLAHİ
idrakıyla imanını açıklamakla kul nefs-i levvame
sürecine girmiş olur, değil mi? İşte eğer bir kişi
nefs-i levvameyi fark etmişse bâtıl ona hep saldırır. O zaman önemle hatırlayalım ki; “Amentü
Billahi” demeden nefs-i levvame olmaz! Nefs-i
levvameyi fark etmiş ve nefs-i levvameye uygun
yaşıyorsan bâtıl hep sana saldırır. Hakk yol hep
savunmadadır. Hakk yol saldırmaz, saldırmazsın.
“Bırak da işimle meşgul olayım” der, saldırmaz.
Ama bâtıl hep saldırır! Böylece üçüncü ipucu
da ortaya çıktı: İLK SALDIRAN bâtıldır, hep savaş açıp saldıran odur. “Tevbe-13”ün öğrettiği
üç özellik “A” Takdim Formu” yapısında buluştu: Yemini bozan, er-Rasul’ü ihraç eden, daima
savaşı çıkaran! Ayet şimdi bize soruyor: Onunla
savaşmayacak mısınız? O daima savaş çıkarıp
saldırırken siz onunla savaşmayacak mısınız?
Zaten başlangıçta şunu yapmıştır: Kalbı devre dışı bırakıp sadrı hükmü altına almıştır! Sadr
266
YILMAZ DÜNDAR
Nefsin Şerri’nin hükmü altındadır, hayata böyle
başlıyoruz: Sadra hakim olan şeytaniyettir, esfele
safiliyn yapıdır, deccaliyettir. Kalbi hakim kılmak
için önce bu şartlardan kurtulmak gerekiyor...
“Tevbe-13”deki ipuçlarını kendimizde, kendimiz için yakalamış olduk. Ha Kâbe civarında
yaşayan Mekke müşrikleri, ha sizin kendinizdeki “A” Takdim Formu! O dönemde hitap onlarla
savaşması gerekenlere iken şimdi aynı hitap “A”
Takdim Formu” ile savaşmanız için size! “A” Takdim Formu”nuza değil, size! Çünkü o düşman!
Ayet “A” Takdim Formu”na “BEN” diyeni muhatap alıyor, size sesleniyor: Onunla savaşmayacak
mısınız? Dolayısıyla, “A” Takdim Formu” ile ve o
yolda ona yardım edenlerle savaşmayacak mısınız? Yoksa ondan ve onlardan korkuyor musunuz? Hakk’a karşı hep savaşta olan bâtılla savaşmayacak mısınız? Yoksa ondan ve onlardan
korkuyor musunuz? “A” Takdim Formu” yapısı
sana cazip geliyor da terk etmekten mi korkuyorsun? Bunu kendimize soruyoruz: Bu Esfele
Safiliyn yaşantı cazip geliyor da o yaşantıyı terkten mi korkuyorsun? “Tanrılık İddiası Dünyası”
ayıplayacak, seni saf dışı edecek, sana selam
vermeyecek, seninle konuşmayacak diye mi çekiniyorsun? Onlar tarafından terk edilmekten
mi korkuyorsun? İçinde yaşadığın Esfele Safiliyn
diyarından hicret etmekten mi korkuyorsun?
Yoksa bu Esfele Safiliyn’de menfaatlerin var da o
menfaatleri kaybetmekten mi korkuyorsun?
267
İNŞİRAH
“Semavat’ın ve Arz’ın mirası Allah’ın olduğu
halde, ne oluyor size ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz?...” (Hadid-10).
Oysa Yaradan böyle buyuruyor: Bütün hepsi
Allah’a rücu edeceği halde! Onlar çöp olacakları
halde sen onlardan korkuyorsun öyle mi? “Esas
Sahibi”ni görmüyor musun? Neden O’nun uğruna bunlardan vazgeçmiyorsun? Neden? Neden onunla ve onlarla savaşmıyorsun?
“O şeytan ancak kendi dostlarını korkutur!
O halde onlardan korkmayın, Ben’den korkun,
eğer iman ehli iseniz!” (Al’u İmran-175).
Burada “Tevbe-13”ü hatırlayalım: “Mü’minler
iseniz haşyet duymanız için ehakk Allah’tır.” Bize
söylüyor! Eğer “A” Takdim Formu”yla savaşmaktan korkuyorsan hitap sana: Eğer mü’minler iseniz haşyet duymanız için ehakk Allah’tır.
SAVAŞTAKİ KORKU. Şimdi bu tabir üzerinden ilerleyelim. Bir savaşta iki tarafta da bir korku
hâkimdir, bir korku vardır. Ama inanmayanların
korkusu ile inananların korkusu farklıdır! İkisinin
adı da korkudur, iki taraf da korkuyordur, ama
korkular farklıdır. İnanmayanlar savaştan, ölürse
“son”dan, her şeyin bitmesinden korkar. İnananlar tarafında ölüm müjde iken inanmayana göre
ölüm her şeyin sonudur. Bu çok enteresandır ve
inananlarla inanmayanlar arasındaki çok orantısız bir gücün de göstergesidir. İnanmayanlar
öldürmeye, inananlar ölmeye gelmiştir. İki güç
var; biri ölmeye diğeri öldürmeye gelmiş! Ölmeye gelenin saldırma gücüyle, öldürmeye gelenin
268
YILMAZ DÜNDAR
saldırma ve sakınma gücü aynı olabilir mi? İşte
inanmayanın korkusunu bu etkiler. Billahi anlamında inananlar tarafında korku nedir, onlar
neden ve nasıl korkmalıdırlar?
“Ve onlar verdiklerini, Rablerine rücu’ edecekler diye, kalbleri korkudan ürpererek verirler.” (Mü’minun-60).
“KULUBÜHÜM VECİLETÜN.” Ayette “kalbleri korkudan ürpererek titreyerek” ifadesi böyle
geçmektedir. Bu ayet geldiğinde Hazreti Aişe validemiz bu ayeti daha iyi anlamak için mübarek
eşleri Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’le bu
ayeti konuşuyor. Güzelliği görüyor musunuz?
Bir ayet geliyor ve eşi Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem’le ayeti konuşuyor, ne güzel... Fırsata,
güzelliğe ve hediyeye bakın... Hz. Aişe validemiz
diyor ki: “Bu ayet nazil olunca, ayette zikredilenler zina etmek, hırsızlık yapmak ve içki içmek gibi
haramları irtikâp eden, onlarla meşgul olanlar
mıdır, bunlar mı korkuyorlar diye Rasulullah’a
sordum. Rasulullah buyurdular: “Hayır, ya Aişe.
Ayette anlatılmak istenen, salât ikame ettiği,
oruç tutup sadaka verdiği halde kabul olunup
olunmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir.”
Savaş meydanındaki mü’minlerde yaşanan da
böyle bir korku işte... İnananlardaki korku böyle.
İnanmayanlardaki korkuyu tarif eden ayet ve hadisler de vardır. O tarifleri düşündüğümüzde hemen sığınıyoruz: Bizi muhafaza buyuruver, bize
merhamet ediver Allahım... Semi’nâ ve ada’nâ,
semi’nâ ve ada’nâ (işittik ve itaat ettik), semi’nâ
ve ada’nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileykel masıyr.
269
İNŞİRAH
“Fakat onların (inanmayanların) kalbleri bu
durumdan gaflet içindedir.” (Mü’minun-63).
“KULUBUHUM Fİ ĞAMRATİN.” Bu ayet, gaflet içindeki kalbi böyle tanımlıyor. Billahi imanı
olmayan ve “Mü’minün-60”daki korkuyu tanımayanların kalbleri durumdan gaflet içindedir.
Bir de “DURUMDAN VAZGEÇENLER” vardır.
Bir yere gelmiş, sonra da vazgeçmiş! Böylelerinin
Sadr’ı ve Kalb’i de ayetlerde anlatılır. Nahl Sûresi
106-109. ayetler vazgeçenlerin kalıpları ve sadrlarıyla ilgilidir, onları tarif eder.
Nahl-106: “Kalbi imanla mutmain olduğu
halde küfre zorlanan müstesna, kim imanından
sonra Allah’a kâfir oldu ve küfre sadr açtı ise işte
onlar üzerine Allah’tan bir gadab iner. Ve kendilerine azîm bir azap vardır.” (Nahl-106)!
“Vazgeçmelerinin sebebi dünya hayatını ahirete tercih etmeleridir ve Allah’ın kâfirler kavmini hidayete erdirmemesidir.” (Nahl-107).
Sahibi böyle açıklıyor; vazgeçmelerinin sebebi yeni bir bilgi edinmeleri ve ona ikna olmaları
değildir! Bile bile (dünyayı ahirete tercih etmeleri yüzünden) vazgeçtiler.
“İşte bunlar, Allah’ın kalbleri, işitme kuvveleri
ve basiretlerinin üzerine tab’ ettiği (damga/işaret vurduğu) kimselerdir. Ve onlar gafillerin ta
kendileridir.” (Nahl-108).
“Gerçek şu ki, onlar ahirette hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Nahl-109).
İşte VAZGEÇENLER’in durumu da böyledir...
270
YILMAZ DÜNDAR
Nahl-106’da SADRIN KÜFRE AÇILMASI anlatılır; “onlar küfre sadr açmışlardır.” En’am-125’de
ise SADRIN İSLAM’A AÇILMASI öğretilir: “Allah bir kulunun hidayetini dilerse onun sadrını
İslam’a açar.” Bu iki durum birbirine terstir; sadr
küfre açılmışsa İslam’a daralmıştır. Sadr İslam’a
açılmışsa küfre daralmıştır.
Hedefimiz “Elem neşrah leke SADRAK.” Oraya geliyoruz, onunla da tamamlayacağız.
Bir de bir korkuyu yaşayanlar var ki, Kur’an
onları övüyor. O övülen korkuyu da tanıyalım:
“(Onlar) o ricaldir ki, kendilerini ne ticaret
ne de alış veriş Allah’ın zikrinden, salât ikamesinden ve zekâtı vermekten alıkoyar. Onlar kendisinde kalblerin ve gözlerin takallub edeceği
günden korkarlar.” (Nur-37).
Onlar “öyle bir gün”den korkarlar ki, işte O
GÜN’de kalbler ve gözler takallub eder... Kalblerin ve gözlerin takallub edeceği; alt üst olacağı,
allak bullak edileceği o günden korkanlar... TAKALLUB ETMEK; değişmek, allak bullak olmaktır, kelimenin normal hayattaki manası böyledir.
Konu özelindeki konuya spesifik manası; gözler
ve kalblerin dünyadaki rahatlıklarını kaybetmesi Muhtariyeti Tercih Gücü ile gelen tasarrufun,
tasarruf gücünün ellerinden çıkmasıdır. “Kalbler
ve gözler takallub ettiğinde” demek, “bu tasarruf gücü alındığında” demektir. Bir çocuk düşünün, oyuncağına/oyuna dalmış, oyuncakla öyle
hayaller kurmuş ki… Tam öyleyken siz bir anda
gelip onu aniden elinden aldınız! Ne olur? Fele271
İNŞİRAH
ğini şaşırır, allak bullak olur! Size nasıl saldırır ve
hırçınlaşır. Muhtariyeti Tercih Gücü de bu kalıptan, onu idrak eden bakıştan ve o bakışı fiile
dönüştüren gözden alındığında kalbler ve gözler takallub eder; alt üst olur, yeni bir kalba girer.
Onun KALBI BOZULUR, kalbı sallanır! İşte onlar
O Gün’den korkarlar! Niye? Eğer o gün idraklarımızda hala bir varlık/bir benlik kalmışsa “verilecek mükâfattan yararlanamayız” diye korkarlar.
Öyle korkarlar ki, o kalıntıları yok edebilmek için
bugünden deli gibi çalışırlar! O gün bu yanlışlarla gelmekten ödleri kopar da bu yanlışı o güne
taşımamak için titrerler... İşte Nur Sûresi 37. ayet
“böyle kişiler vardır, bunlar öyle ricaldir” diye
bize onları anlatıyor.
“O gözlerin hainliğini ve sadrların gizlediğini
bilir.” (Mü’min-19).
Bu yaşadığımız her an içindir; Allah gözlerin
hainliğini ve sadrların gizlediğini bilir. Takallub
Ayeti’nde “gözler”in ve “kalbler”in takallub edeceği söylendi, bu ayette ise “GÖZLERİN HAİNLİĞİ” ve “SADRLARIN GİZLEDİĞİ” ifadesi geçiyor.
Sadr bu dünyada vardır, yaşarken vardır. Ve dünya yaşantısındaki bu sadr kalbten gelmesi gerekeni (emri, bilgiyi) gizler, örter. İşte Allah sadrın
neyi örttüğünü bilir! Dolayısıyla, bu ayette SADR
içinde “kalb manasını içeren” son fiil olarak geçmiştir: Sadr neyi örter? Hakikati örter, insanların
birbirlerinden gizlediklerini değil! Bu yaşantıda
sadr, kalbin sadra verdiği hakikati örtendir, onu
gizleyendir. Allah ise bunu bilir! Ayette bir de
GÖZLERİN HAİNLİĞİ var. Gözlerin hainliği için
272
YILMAZ DÜNDAR
sınır neresidir, bu nereden başlar? Gözlerin Hainliği; erkeklerde “Nur-30” ayetine, kadınlarda
ise “Nur-31” ayetine ters hareket etmekle başlar!
“Gözlerin hainliği” ifadesi bizi bir yere götürecek; gözlerde hainlik oluşturan nedir? Varım
ve Muhtarım Bakış Tarzı ve sadra hâkim olan
Nefsin Şerri GÖZLERDE HAİNLİK oluşturur! Bu
hainlik nasıl oluşur? Göz’ün Allah’tan gayrı varlık görmeye başlamasıyla! Göz Allah’tan gayrı bir
varlığı tanımlayarak HAKİKATE HAİNLİK yapar,
Allah’tan gayrı varlık görmekle hainlik yapmış
olur. Kendisini “Muhtar” ilan ettiği için insan
kendisi gibi muhtarları görmeye başlar ki suçta
tek kalmasın. Böylece suçu organize hale getirir.
“Ey iman edenler, Allah’a ve er-Rasûl’e hıyanet etmeyin ve siz biliyor olduğunuz halde emanetlerinize hainlik etmeyin.” (Enfal-27).
Uyarılıyoruz! Gözlerin hainliğini Bilen bizi
uyarıyor: Allah’a, Rasulü’ne ve O’ndan size gelen
emanetlere hainlik yapmayın, hıyanet etmeyin!
Ayetlerdeki kelimeleri İslami prensipler içinde
değerlendirmeliyiz ki, doğru amel çıkarabilelim.
Mesela “EMANETLERE HAİNLİK ETMEYİN” denilince ne anlayacağız? Eğer, yalnızca birisinin
getirip de “şu sana emanettir” dediğini anlayıp
da onlara sıkı sıkı sahip çıkıyorsan, çok iyi koruyorsan bu elbette güzel bir prensiptir, ama onun
Muhammedî manası bu değildir. Çünkü bunu
inanmayan da yapar, daha iyi yapabilir de, daha
iyi saklayabilir de. Yapılan amelin Muhammedî
olup olmadığını anlamak için daima araştırmalıyız. Çünkü yaptığınız iş Muhammedî değilse
273
İNŞİRAH
yanılıyorsunuz demektir. Diğerini başkası da yapabilir! Oysa Muhammedî bir ameli, inanmayan
yapamaz, “Amentü Billahi” imanını açıklamayan
yapamaz! Onu ancak Muhammedî olan yapar.
Bir amel tarif ettiğinizde eğer onu Muhammedî
olmayan da yapıyorsa o İslamî değildir. “Amentü
Billahi” diyen ancak Muhammedî bir ameli tarif
eder ve yapar. Onu aynen yapan varsa zaten o
da Muhammedî’dir, o da sana benzemiş olur! Bu
ayette geçen HIYANET; Risalet ve Nübüvvet’le
gelen ilim ve marifetle ilgilidir; size gelen o bilgiye ve yaşantıya hıyanet etmeyin...
“İyi bilin ki, mallarınız ve evladınız ancak bir
fitnedir. Allah’a gelince aziym ecir O’nun indindedir.” (Enfal-28).
Konu hıyanet olduğu için bu ayet bizi uyarıp
bir noktaya getirecek, Enfal-29 ise “esas hedef”i
gösterecektir. Bu ayet diyor ki: Sizi bu hıyanet yolunda fitneye düşürecek şey mallarınız ve evladınızdır; onlar sizin için bir fitnedir. Allah’a gelince,
aziym ecir O’nun indindedir. FİTNEYE DÜŞÜRECEK ŞEY mallar ve evlattır diye uyarılıyoruz. Fitnenin mal ve evlatla ilgili manasını iyi ve doğru
kavramalıyız ki ayetten salih amel çıkarabilelim.
Şuna çok dikkat edelim, çünkü hesabı vardır!
Eğer ayetlerden yanlış hüküm çıkarıp, onu da uygulayıp insanlara haksızlık yaparsanız, “Sen nasıl
benim adımı kullanarak bunu yaptın?” denir ve
bunun büyük bir cezası vardır! Bu yüzden, ayetleri anlama yolunda çok titiz olmalıyız. Kişi ayetlere
farklı tanrısal manalar yükleyip onlara sarılırlarsa
bu onda tanrısal duygulara sebep olur. Hesabı ve
cezası da o yüzdendir ve büyüktür.
274
YILMAZ DÜNDAR
Enfal-28. ayet buna güzel bir örnektir. Fitne’yi
daha önce tanımladık. FİTNE, Hakk ve bâtıl bilgiler hususunda seni tereddüde düşüren, iki bilgi arasında (o mu, bu mu diye) bocalattırandır.
Aynı kulvardaki bilgi ve davranışların sana Hakk
ile Bâtıl’ı karıştırtması, “öyle mi yoksa böyle mi?”
dedirtmesi fitnedir. Fitnenin mal ve evlatla ilişkisi nedir, neden böyle bir ilişki kurulmuştur?
Ayette “mallarınız ve evladınız ancak bir fitnedir” denilince bunu yanlış anlayan kişi evladına ve yakınlarına ters bakar. Böyle değil! Senin
ters bakman gereken sendeki “A” yapıdır. Çünkü
SENİ FİTNEYE DÜŞÜREN “A” yapıdır, evlat ve
mal değil! Evlat fitneye düşürmez! Sen “A” Takdim Formu”na “BEN” deyip onun özellikleriyle
hareket edince “A” Takdim Formu” evlat ve mallarla öyle bir tanrısal ilişki kurar ki, sen onlara
olan bağlılığı öyle yanlış bir noktaya taşırsın ki o
seni Hakk’tan uzaklaştırır. Çünkü onlarla ilişkin,
onlara olan sevgin ölçülemeyecek, hesaba alınamayacak noktalardadır! Bu yüzden ayet uyarıyor: Evlat ve mal hususunda tuzağına düşme!
Oralarda da Allah rızasını (ara) unutma! Yoksa
bu; “evlat ve mal kötüdür, onları terk et, onlardan uzak dur, onlara nefretle bak” uyarısı değildir. Böyle anlaşılırsa, çok yanlış olur, çok yanlış
amel çıkar ki, insan onun hesabını veremez! Bu
konudaki sünneti izleyin, ne göreceksiniz. Zaten bir konuda tereddüt edildiği zaman hemen
Sünnet’e gitmek, Sünnet’te böyle bir şey var mı
diye bakmak şarttır. Araştırınca görürsünüz ki,
Efendimiz (SAV)’in torunlar, çocuklar, eşler, yakınlar ve mal-mülkle ilgili yanlış anlaşılacak hiç275
İNŞİRAH
bir davranışı yoktur, sünnette öyle bir şey yoktur.
Tam tersine büyük bir muhabbet vardır. Onlar
hep karşılığı Allah’tan beklenen; Allah rızası için;
Allah için; Allah’la olan hallerdir. Yakalanması
gereken de budur. Ayet bize; “bunun dışındakine düşme!” demektedir. Çünkü bu bakış açısı
dışındaki düşüncelere çabuk düşülüyor!
Şimdi de bize sonuç bildiriliyor:
“Ey iman edenler, eğer Allah’tan ittika ederseniz sizin için Furkan oluşturur, kötülüklerinizi
kefaretler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül Fadlil
Azıym’dir.” (Enfal-29).
Öğrendiğimiz ilk sonuç: Eğer Allah’tan ittika ederseniz Allah sizin kalbinizde Furkan
açar! Yani kendinizi korursanız; Allah’tan korunursanız Allah sizin kalbinizde Furkan açar,
kalbinize Furkan’ı koyar. Bu manaları içerecek
şekilde genişleterek ayeti bütünüyle görelim:
Ey “Amentü Billahi” diyenler, eğer fıtrî ahdinize
ve Rasulullah’tan aldıklarınıza hıyanet etmezseniz Allah’tan kendinizi korumuş olursunuz. O
zaman Allah kalbinizde Furkan açar, kalbinize
Furkan’ı koyar.
Yeminini bozanı yakalamıştık. Onun hayatından nasıl Er-Rasul’ü ihraç ettiğini, onun nasıl
saldırgan olduğunu da görmüştük. Şimdi başka
sonuçlara da ulaşacağız, bakın:
Yemininizi bozmazsanız kendinizi Allah’tan
(ancak o zaman) korursunuz. Yemini bozarsanız
O Şediydül Ikab’dır; azabı yüksek, büyük, şiddetli ve çabuk olandır. Eğer yemini bozarsanız böy276
YILMAZ DÜNDAR
ledir! Ama yemini bozmazsanız, o yemine hıyanet etmezseniz siz kendinizi Allah’tan korumuş
olursunuz! Böylece Allah sizin için kalbınızda
Hakk ve bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ilmi olan FURKAN’ı oluşturur ve “A” Takdim
Formu “BEN” ile gerçekleştirdiğiniz davranışları
bağışlar ve dünya yaşantınızda bunu örter! Onu
ÖRTER, setr eder de başkaları görmez. Ve ahirette günahlarınızı BAĞIŞLAR; yok sayar. Çünkü O ZÜL FADLİL AZIYM’dir; ihsan ve keremi
aziym olandır.
Yeminini bozana “ben Şedidül İkab’ım” diyen
Allah’ın mü’min kula olan merhameti çok farklıdır, Rahıym ismi gereği... Lütfen görün:
“Ğafiriz zenbi ve Kabilit tevbi, Şediydül ıkabi, Zit tavl. La ilahe illâ HU, ileyhil masıyr: Allah
ĞÂFİR’İZ ZENB; günahları örtücü/mağfiret edicidir. KÂBİL’İT TEVB; tövbeyi (Rabbine dönmeyi,
O’na yönelmeyi) kabul edicidir. ŞEDİD’ÜL İKAB;
azabı şiddetli olandır. Ve ZÜT TAVL; lütfu ihsanı bol olandır. La ilahe illa HU, ileyhil masıyr.”
(Mü’min-3).
Önce ayette geçen “LA İLAHE”yi daha iyi,
daha ileri nasıl anlarız? “La ilahe”yi daha iyi anlamak için, hele de zikrini, tefekkürünü yaparken,
tefekkürle “La ilahe” derken sizi hızla yükseltecek mana şudur, deneyin görün: LA İLAHE: Tanrılık iddiaları boştur ve yoktur! Dikkat ettiyseniz,
“tanrı yoktur” demedik. Ulaştığımız idrak için o
artık çok doğru değil. Hepsini kapsayacak şekildeki mana; tanrılık iddiaları boştur, yoktur! Tanrılık iddiaları yoktur, illa HU! Dönüş O’nadır.
277
İNŞİRAH
Mü’min Sûresi 3. ayette Ğâfir’iz Zenbi, Kâbil’it
Tevbi, Zit Tavl özellikleri var ve bunların arasında bir de “Şediydül Ikab” geçiyor. Dikkat buyurun lütfen, merhameti görüp titremeye gayret
edin, işin ne kadar beşerî olmadığını yakalamaya
çalışın! Hıyanet eden için Allah’ın azabı şiddetlidir. Ama bu bilginin mü’mine sunuluşuna bakın,
etrafı nasıl bir merhametle örülmüş? Ayetteki
“Şediydül Ikab”ı neredeyse göremiyorsun! Çünkü üç müjde ile etrafı öyle örülmüş ki neredeyse onu göremiyorsunuz: Gâfir’iz Zenbi, Kâbil’it
Tevbi, Şedid’ül Ikab, Zit Tavl... Ğâfir’iz Zenbi (günahları mağfiret edici), Kâbil’it tevbi (tövbeleri
kabul edici), Şediyd’ül Ikab (azabı şiddetli), Züt
Tavl (lütfü ve ihsanı bol)... Kur’an’da mü’min için,
inanan için Allah’ın Şediyd’ül Ikab oluşu sunulurken bile etrafı merhametle, umutla böylesine
çevrelenmiş... Doğrudan “Allah gazab edicidir”
demiyor. Ama kâfir olana doğrudan “Allah şiddetli gazab edicidir” diyor. Bu işte, mü’min olana
Allah’ın Rahıym ismidir. Kâfire doğrudan “Allah
şiddetli azab sahibidir” denmesi Rahman ismidir! Rahman’da Hakk ve adalet dengededir. Ama
Rahıym isminde adalet yoktur; o sırf nimettir,
sırf lütuf ve hediyedir. “Mü’min-3”de “Şediydül
ıkab” mü’mine anlatılırken Rahıym ismi kapsamında sunulduğu için etrafı tamamen merhametle sarılmıştır. Bu sunuşu fark edelim...
Şimdi size yaşantımızla ilgili önemli bir ipucu ve hemen uygulayabileceğiniz çok önemli,
çok önemli bir şeyi söyleyeceğim ki, bu söyleyeceğimin ortası yoktur! Konularımızı ele alırken
hep “Korku ve Umut” dengesinden söz ettik.
278
YILMAZ DÜNDAR
Şimdi söyleyeceğim mekanizma İNANAN İÇİN
SİSTEMDE OTOMATİK ÇALIŞAN BİR EMİRdir,
kendiliğinden çalışan bir emirdir! “KÜN feyekun:
OL der olur.” Allah’ın dilemesi böyleyken bu neden kendiliğinden çalışan bir emirdir? Allah’ın
emri bu kadar (anlayamayacağımız kadar) hızlıdır değil mi? Lütfen dikkat edin: İnanan için bu
işin emri “KÜN FE YEKÜN”DEN DE HIZLI olsun
diye emr önceden verilip otomatikleştirilmiştir!
İnanana bu kadar yakındır... Bu emr nedir bakın:
İLK OTOMATİK EMİR: Allah’tan ne için çok
korkarsan mutlaka seni ondan korur. Ama ancak
Allah’tan! Eğer sen Allah’tan çok korkuyorsan,
o şey neyse, ne için Allah’tan çok korkuyorsan,
yaşantındaki o iş ne olursa olsun, Allah mutlaka seni korur! Neden korkuyorsan hemen bir
bak, test et kendini: Ben hangi konuda Allah’tan
çok korkuyorum? Bu yüzden “şu şöyle mi der,
bu böyle mi der, şu rütbemi alır mı?” korkusu
olmamalıdır. Sahibi’nden kork! Sahibi’ne yönel!
İşin adı ne olursa olsun Sahibi’nden korkarsan,
O seni mutlaka korur!
İKİNCİ OTOMATİK EMİR: Neyi çok umarsan neyi Allah’tan umarsan, umut edersen onu
mutlaka verir, ama yalnızca Allah’tan! “Şu tanıdığımız yapacak, şu kişiyi bulduk o halledecek”
değil! Sahibi’nden! Yalnızca Allah’tan! Mutlaka!
Bu iki otomatik emri bir cümlede birleştirelim:
Neden çok korkuyorsan Allah korur, neyi çok
umut ediyorsan Allah verir! Yalnızca Allah’tan
korkuyor ve umuyor olmak şartıyla bu sistem
şaşmaz!
279
İNŞİRAH
“Enfal-29”dan çıkardığımız sonuçlardan birisi
de buydu: “Eğer ittika edersen KALBİNDE FURKAN OLUŞTURULUR.” Furkan’ı hatırlayalım ve
Furkan’la ilgili bir örnek verelim. FURKAN; Hakk
ve bâtılı birbirinden hem hızlı hem de zamanında ayırmaktır! Bu “hızlı ve zamanında fark
etme, ayırma” öyle çok önemlidir ki... Hz. Musa
aleyhisselam’a bildirildi; denize yürü, çünkü deniz yarılacak. Deniz yarıldı ve Musa aleyhisselam
kavmiyle beraber geçti. “Ben de geçerim” deyip
firavun da yürüdü, ama bir noktaya geldi, deniz kapandı. Tam o anda Hakk ve bâtılı gördü,
ama işe yaramadı! FURKAN mü’mine hızlı ve
zamanında ayırabilme sağlıyor! Ne zaman olursa değil, hızlı ve zamanında! FURKAN; Hakk ve
bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ve uygulamaya koyabilmektir. Neden uygulama? Bu da
çok önemlidir: Çünkü Furkan amelle birliktedir,
ameli iledir. Furkan yalnızca ayırt etmek değildir, yanında amelini de taşır, amelini yapabilme
güç ve şevkini de getirir, böyle bir özelliği vardır!
Furkan geldi mi sen Hakk ve bâtılı hızla ve zamanında ayırır, kendini amelin ortasında veya sonrasında bulursun. Furkan seni o konuda amelin
içine atar! İşte ona bir örnek: Bir münafıkla bir
yahudinin arasında bir ihtilaf var ve Yahudi münafığı ikna etmeye çalışıyor. Diyor ki; “Bu konuda sizin Rasulünüze gidelim.” Bizim tabirimizle
söyleyelim, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem
Efendimiz’e götürmek istiyor. Yahudi işin iyi görülmesini istiyor. Biliyor ki, bizim Efendimiz Hakk
için doğru ve adaletli karar verir. Onu yaparken
rüşvet düşünmez, beklemez, istemez. Yahudi işe
280
YILMAZ DÜNDAR
dünya gözüyle bakarak, Efendimizi bir yönetici
kabul ederek böyle teklif ediyor. Bunun aksi bir
mü’minin zaten aklına gelmez. Ama münafık
olan, Efendimizin düzgün davranacağını bildiği için O’na gitmek istemiyor, yahudiye; “Sizin
hakeminize gidelim” diyor. Onu memnun edip
istediği doğrultuda karar çıkartabileceğini düşünüyor. Fakat Yahudi çok ısrar edince Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’e gidip durumu anlatıyorlar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem,
yahudinin haklı olduğunu söylüyor ve yanından çıkıyorlar. Ama münafık tatmin olmuyor,
memnun olmuyor. Karar kendi lehine olmadı.
Efendimiz onlara Hakk’ı söyledi, adalet tamam
ama sonuç münafığın işine gelmedi. Yahudiye;
“Bir de gel Ömer’e gidelim, bir de ona soralım”
diyor. Yahudi de “peki” diyor. Hazreti Ömer
Efendimiz’e gidip durumu izah ediyorlar. Hazreti Ömer Efendimiz radıyallahu anh onları dinliyor; “bekleyin, şu odaya gidip geleyim de hükmü
vereyim” diyor. Yan odaya gidip kılıcını çekip o
anda münafığın kafasını gövdesinden ayırması bir oluyor. Bunu şimdi yarışmalardaki fotofinişler gösterebilir, bu kadar hızlı yapıyor işini!
“Rasulullah’ın hükmüne razı olmayana benim
hükmüm budur” deyip kişiyi öldürüyor. Ve bu
durum hemen duyuluyor. Halk, doğruyu yanlıştan hızla ayırt eden manasına “FARUK” lakabını kullanmaya başlıyor. Artık bir ismi daha var;
Faruk; Ömer Faruk! Günümüzde de, bir Ömer
varsa muhtemelen yanında bir de Faruk vardır.
LAKAP günümüzde eğlence ve alay için günah tarzda çok yanlış olarak kullanılıyor, maale281
İNŞİRAH
sef. Oysa lakap geçmişte çok önemlidir. Örneğin,
tarihten hatırlayacaksınız, eski Türklerde doğan
bir çocuğun adı hemen konulmuyor. Çocuk bir
güzel şey, bir kahramanlık yapsın da ona izafen
isim verilsin, o işle anılsın diye bekliyorlar. Lakap böyle gelenek haline gelmiştir; insanlar güzel bir şey yaptı mı o onun ismi olur. Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’in Risalet’ten önceki
isminin “Emîn” olması gibi! Ki, Emîn risalet için
çok önemlidir. Emîn olmadan risalet/tebliğ yapamazsınız. Önce Emîn olacaksınız, çevrenizde
Emîn insan olacaksınız. Bu Rasulullah yöntemidir! Evet, anlatılan bu olaydan sonra halk Hazreti
Ömer için ÖMER-UL FARUK lakabını kullanıyor.
Ve bu olayın hemen peşine Nisa Sûresi 60. ayet
geliyor ki, bu olayla ilgilidir.
“Sana inzal olunana ve senden önce inzal
olunana iman ettiklerini sananları görmüyor
musun? İnkâr etmeleri emredildiği halde tağutu
hakem yapmak (tağuta göre muhakemeleşmek)
dilerler. Şeytan da onları uzak (bir daha dönemeyecekleri) bir sapıklığa saptırmak istiyor.”
(Nisa-60).
Ayet doğrudan bu olay için açıklama yapıyor:
Yasaklandığı halde, reddedilmesi istendiği halde
inanmayanların hükümlerine göre hüküm arayanlar var! Bu yüzden onlar öyle bir hale gelirler
ki, dönemeyecekleri uzak bir dalalete düşerler.
Efendimiz (SAV) şu hadislerinde buyurur:
“Sizden önceki ümmetlerde de muhaddesler (ilhama mazhar olanlar) vardı. Bunlar Rasul
282
YILMAZ DÜNDAR
veya Nebi olmadıkları halde Hakk’ı dile getirirlerdi. Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa bu
da Ömer’dir.”
“Ahiret hayatında Hakk’ın musafaha ettiği,
görünce hemen sarıldığı ilk kimse Ömer’dir. İlk
selam verdiği kimse de odur. İlk elinden tutup
cennete koyacağı kimse de o olacaktır.”
“Allah, Hakk’ı Ömer’in kalbi ve lisanına koymuştur.”
KALB’E HAKK KONULMASI! Kalbe Hakk konulunca ne olur? Fuad daima Hakk doğrultuda
sonuç çıkarır. Fuaddan öyle sonuç çıkınca beyin
işini o doğrultuda yapar. O zaman Sadr Mekanizması böyle çalışıyor. Hadiste geçen “HAKK” tefsir
âlimlerince; Hakk’ı ilham etmekle görevli melek
veya Hakk dediğimizin sureti (Hakk olayının sureti) olarak yorumlanmıştır.
Anlattığımız olayın hemen peşine gelen ayet
ve hadislerden ve bildirilen müjdelerden kalbimize Furkan yerleştirilmesinin ne kadar önemli
olduğunu öğrendik. Ancak kalbimizde Furkan’ın
açılması için önemli bir şart var: Allah’tan korkmak, korunmak! Korunmanın yolu ise yemini
bozmamak! Yemini bozmazsak korunmuş olacağımızı, bu mekanizmayı ayetlerden öğrendik.
Peki, biz bu mekanizmayı çalıştıracak bir şey yapıyor muyuz?
Elhamdülillah, bilmeden öyle önemli şeyler yapıyoruz ki! Bunu bir örnekle açıklamaya
çalışalım: Bazen bir ilaç alırsınız. O ilacın etken
maddesinin ne olduğunu, nasıl etki ettiğini bil283
İNŞİRAH
mezsiniz. Çok da önemli olmaz; çünkü ilaç tesirini gösteriyor. Bazı kimseler vardır, bir ilaç verirsin, inceler durur... Prospektüsünü ince ince
okur, üstüne düşünür taşınır. Sen gider gelir ona
bakarsın, ilaç duruyor, miadı geçer hala duruyor.
O hala incelemekle meşgul... Didiklemesi biterse bir gün o ilacı kullanacak… Bazısı da öyle
güvenir, bakarsın ki ilacı alıyor. Prospektüsünü
okudun mu? Okumamıştır bile, ama ilacı alıyor!
Tesir eder! Yemini bozmama yolunda böyle bilmeden kullandığımız ilaçlar var. “Allahım, biz yeminlerini bozanlar değiliz” diye ilan ettiğimiz ve
tarafımızı belirtmeye çalıştığımız ilaçlar vardır.
Neden TARAF BELİRTMEK? Çünkü Hakk yoldan
yana taraf belirtmek önemlidir!
Hz. İbrahim aleyhisselam ateşe atılacak, nemrut şölen olsun diye bunu ilan ediyor, karınca da
duyuyor, ama çok uzak bir diyarda! Ağzına biraz
su alıp düşüyor yola... Yardım edecek! Arkadaşları görüyor: Hayrdır, bu telaşla ağzında suyla
nereye? “Duydum ki, İbrahim aleyhisselam ateşe
atılacakmış, onun ateşini söndürmeye gidiyorum!” Bre mübarek, bir, ağzındaki su yetmez, iki;
yetişemezsin ki, diyorlar! “Ben de biliyorum ama
Allah’a tarafımı belli ediyorum” diyor! Allah’a
“kimin tarafta olduğumu” beyan ediyorum...”
SEYYİDÜL İSTİĞFAR. Allah’a verilen ahd olan
Fıtri Yemin ile ilgili olarak tarafımızı belli ettiğimiz şeylerden birisi Seyyidül İstiğfar’dır. O, istiğfarların efendisi, tövbelerin en mükemmeli, en
üstünü; Tövbelerin Şahı’dır. “Bu işin piri budur”
denir ya, bu da Tövbe’nin Şahı’dır!
284
YILMAZ DÜNDAR
“Allahümme ente rabbî, la ilahe illa ente
halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike
ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma
sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi
zenbî, fağfirlî zünubî feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, birahmetike ya Erhamer rahımîn.”
“Allahım Rabbim sensin. Tanrılık iddiaları
yoktur, yalnız beni yaratan sen. Ben senin kulunum ve gücüm yettiğince sana verdiğim ahdü
va’d üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yeteneğimin şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini itiraf ederim, günahlarımı da itiraf ederim. Günahlarımı bağışla, çünkü günahları senden başka bağışlayacak yoktur. Ya erhamer
rahımiyn, ancak rahmetinle sen bağışlarsın.”
Bu tövbede yer alan “gücüm yettiğince” itirafı çok önemlidir: Gücüm yettiğince Sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim!
Yemin’in önemini hatırlayın. Burada kişi yeminle ilgili ayetleri bilmese de ilacı alıyor, Furkan oluşacağını bilmeden ilacını alıyor, “Allahım
ben tarafımı belli ediyorum; ben yeminini bozanlardan değilim” diyor. Ve merhamete bakın,
“gücüm yettiğince” diyor... Bize bu öğretilmiş! Bu
tövbe bize öğretilirken “kulu korusun” diye içine
“mesteta’tü” konuluyor. Ki; “Ya Rabbi, gücüm bu
kadar yetti” diyebilesin. “Söz vermiştin, ne var
ne yok?” denildiğinde, “gücüm bu kadar yetti,
ya Rabbi” diyebilesin diye oraya “MESTETA’TÜ”
konulmuş. İlacın içine merhamet şırınga edilmiş, içmesi kolay olsun diye... “Ben senin kulunum ve gücüm yettiğince sana verdiğim ahdü
285
İNŞİRAH
va’d üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yeteneğimin şerrinden sana sığınırım. Nimetini itiraf
eder, günahlarımı da itiraf ederim. Günahlarımı
bağışla, çünkü senden başka bağışlayacak yoktur. Ya erhamer rahımiyn.”
Efendimiz (SAV) buyurmuşlar ki: “Kim inanarak ve idrak ederek, karşılığını Allah’tan bekleyerek bu istiğfarı gündüz okur ve gece olmadan
ölürse cennete gider ve yine gece okur da sabah
olmadan ölürse o da cennet ehlinden olur.”
Allah’a yeminimizi ve tarafımızı belli ettiğimiz bir diğer hadis/dua, bir ilaç da budur: “Allahümme lekel hamdü, la ilahe illa ente rabbî ve
ene abdüke amentü bike muhlisan leke fî diynî.
İnni esbahtü ve emseytü ala ahdike ve va’dike
mesteta’tü, etubü ileyke min seyyi’i amelî ve estağfiruke bi zünûbilletî la yağfiruhâ illa ente.”
“Allahım hamd sana aittir. “Tanrılık iddiaları”
yoktur, ancak Rabbim olan sen! Ve ben sana ihsanla iman ettim, kesinlikle! Gücümün yettiğince
sana verdiğim ahdü va’d hal üzere sabahladım ve
akşamladım. Beşer olarak yaptığım bâtıl amellerin günahı için tövbe eder ve “estağfirullah” derim. Başka bağışlayacak yoktur, ancak sen.”
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu
hadisinde yemin var! Efendimiz bu duayla ilgili
olarak yemin ederek buyuruyor; “Vallahi Billahi,
her kim bu istiğfarı sabah ve akşam üçer kere
okursa, o mutlaka cennete gider.”
Çok iyi bildiğiniz bir ilacı daha paylaşalım, inşaAllah zihnimizde bir başka boyut açacaktır...
286
YILMAZ DÜNDAR
“Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne
Muhammeden Abduhu ve Rasulühu.”
Bu Kelime-i Şehadet dahi (aslında) “ben yeminini bozanlardan değilim, şahadet üzereyim”
manasına gelmektedir, Kelime-i Şehadet’in başlangıçtaki esas manası budur, eğer bu manayla
başlarsan ilerisi şahitliktir! “Şehadetim üzere
sabitim” manasıyla söylersen dünyada da sana
şahitlik açılır. Kelime-i Şehadet’teki zahiri yakala, yani ondaki kendine ait zahiri yakala! Daima
bir amel yakala, daima! Çünkü ancak o yakaladığın zahirden tutunup ilerleyebilirsin. Halatı bir
yerinden tutmalısın. “Tefekkür ediyorum” diye
gözünü kapatır bir halat düşünür, gece gündüz
onun hayaliyle gidersen olmaz. O Ömer Hayyam işi, sarhoş olursun! Kişi gözünü kapatıp bir
halat düşünüyor, uyanınca da aşkla o halatı tarif
ediyor. Oysa ne halatı tutmuş, ne halata çıkmış,
hiçbir şey yok; ham hayal! Halatı (zahiri) bir yerinden tutmalı ve tırmanmalısın; amel etmelisin!
Amel çok önemlidir! Doğru halatı tut ve o halata
tırman, onunla amel et! İşte Kelime-i Şehadet’in
tutulacak en önemli yeri önce bu manadır: Ben
şehadetim üzereyim, yemini bozanlardan değilim, fıtri ahdimi bozmadım, o ahdü va’d üzereyim. Yeminini bozmayanların ne yapacağını da
Kulun ve Elçin Muhammed’den öğrendim ve
tasdik ettim. “Eşhedü en la ilahe illallah.” Bu bilgi sana işlendi. “Ve Eşhedü enne Muhammeden
Abduhu ve Rasuluhu.” Bu o bilginin amelidir.
Bunu da öğrendin; hemen uyguluyorsun, yapıyorsun. Çünkü “Şems-8” sana; “fücurun şu olur,
287
İNŞİRAH
takvan bu olur” dedi. Onları Efendimizden Risalet bilgisiyle öğrendin, reçete de Nübüvvet’le
geldi; onu uyguluyorsun.
“Tevbe-13”dekini (yemini bozanı, Er-Rasulü
ihraç edeni ve hep savaş açanı) yakaladık; “A”
Takdim Formu! Şimdi Tevbe-14. ayet “A” Takdim
Formu”na “BEN” diyene sesleniyor. Sesleniş “A”
Takdim Formu”na değil, ona “BEN” diyene: “O
halde onunla ve onlarla savaşın!”
“İman eden, hicret eden ve Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla mücahede edenler derece
itibarıyla Allah indinde daha azimdir, işte bunlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe-20).
Ayetteki manaları günümüze/kendimize uygulayalım. İMAN EDEN; “Amentü Billahi” diyendir. HİCRET EDEN; nefs-i levvamede seyri sülukta olandır. Her şeyini yüklenmiş hicret yolunda;
SEYR-İ SÜLUK’ta... ALLAH YOLUNDA OLAN;
İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmiş ve bu döngünün
içerisinde ilerleyendir.
Bir savaştan dönülmüştü, Efendimiz (SAV)
buyurdu: “Küçük savaştan döndük, büyük savaşa giriyoruz.” Ashab; “ya Rasulallah, geldiğimizden büyük savaş mı olur, evimize geldik?” diye
sorunca, Efendimiz (SAV); “BÜYÜK SAVAŞ nefs
mücadelesidir” buyurdu. Tevbe Suresi’nin 13, 14,
15 ve 16. ayetlerinde bir savaş var. Bu hadisi şerife
göre, o ayetler için şimdi oluşturduğumuz mana
Büyük Savaş’a aittir, biz SAVAŞ’ı kendi özelimize
aktardık. Ne ile? Kalb ve Sadr ayetleriyle. Bu büyük savaşta ZAFER için önemli şeylerden birisi;
288
YILMAZ DÜNDAR
Hakk Yol’da güven duygumuzu artıracak, savaş
için şevk ve gücümüzü yükseltecek seviyede
İMAN GÜCÜne kavuşmaktır. Bu iman gücünü
sağlayacak şey MARİFET NURUdur. Bunun için
ise Fuad’ın “her türlü acaba”dan kurtulması gerekir. Analiz ve sentez yaparken değerlendirme
merkezi olan Fuad’ın lügatında “acaba?” bulunmamalıdır. Fuad bir sonuca varacağında acaba
şöyle mi, acaba böyle mi, olmayacak! Vakit yok!
Bu savaşta, savaşın bu noktasında “acaba?” bulunmayan bir Fuad lazım! Artık Fuad’ın her türlü
ikilemden sıyrılması gerekiyor! Bu nasıl olacak?
Bu, KALBE SEKİNE İNDİRİLMESİ ile hemen gerçekleşir! Allah kalbe sekine indirince Fuad’dan
“acaba?” silinir, kalbe sekine inmesi onu siler
atar. “ACABA” Fuad’da virüs programdır, SEKİNE
indirilince ona format atar, artık Fuad’da o program çalışmaz olur. Bunu ayetlerden öğrenelim.
“İmanlarının kat kat artması için mü’minlerin
kalblerine sekine inzal eden O’dur. Semavat
ve Arz’ın orduları Allah’ındır. Allah Aliymen
Hakiyma’dır.” (Fetih-4).
“Andolsun ki; Allah, o ağacın altında sana
biat ettiklerinde mü’minlerden razı oldu. Onların kalblerinde olanı bildi ve üzerlerine sekine
inzal etti ve kendilerine Feth-i Kariyb’i verdi.”
(Fetih-18).
Savaşla ilgili ayetler bize hep; “Savunma yapın.
Kazandık diye haddi aşmayın, sadece kendinizi
savunun. Hakk’ınızı alın ve orada durun” diye
uyarıda bulunur. Dikkat edin, Efendimiz (SAV)
289
İNŞİRAH
hiç ilk saldıran olmamıştır. İmanlılar bu yüzden
hiç ilk saldıran değildirler. Bu ayet inzal olmadan
önce de barış için elçi göndermek istiyorlar. Barış
elçisi göndermek hatta elçi olarak Hazreti Ömer
Efendimizi göndermek istiyorlar. Hazreti Ömer;
“Benim yapımı, onlarla ilgili duygumu düşüncemi, halimi, tavrımı biliyorlar; beni yaşatmazlar.
Orada kimsem de yok, kimin yanına gideyim”
diyor. O dönemde birinin “buna dokunmayın”
demesi lazım, değilse linç olur. Bunun üzerine
orada akrabaları, çevresi var diye Hazreti Osman
Efendimizi gönderiyorlar. Müşrikler Hazreti Osman Efendimizi dinliyorlar, ama umursamayıp
hapsediyorlar. Öldürmedikleri halde “öldürüldü” diye haber gönderiyorlar, kızıştırmak için!
Tabi savaş çıkıyor… Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem “Haydi savaşa” demeden önce savaşa
gideceklerden savaştan kaçmamaları için söz
alıyor: “Arkamda duracaksınız, kaçmayacaksınız” diye söz alıyor. Efendimiz, bin dört yüz, bin
beş yüz kişiden elini uzatıp söz alıyor: “Ya Rasulallah, kaçmayacağız” diye biat ediyorlar. Efendimiz; “Ne için biat ediyorsunuz?” deyince bazıları;
“Kalbinden ne geçiyorsa hepsine biat ediyoruz
ya Rasulallah” deyip elini tutuyorlar. Ayet onların o halini tarif ediyor: “O ağacın altında sana
biat ettikleri o halden razı oldum.” O manzaranın ismi bu yüzden “BEY’ATÜR RIDVAN; RAZI
OLUNAN BİAT” diye geçer.
Sahabeler kaçmamak üzere biat ettiler, şimdi
kaçmamaları için onlara gerekli ikram verilecek
bakın. Bu nokta hep çok önemli! Kul’un yönelişi
290
YILMAZ DÜNDAR
için denir ki; Sen bir adım at (sen Hakk’a yürü)
Hakk sana koşar. O budur işte! Biat tamamlandı,
şimdi ikrama bakın: “Ne dediyseniz, ne için söz
verdiyseniz öyle davranın” denmiyor! “Kaçmayacağız” demiştiniz, “kaçmayın!” denmiyor. Allah onların Kalblerini kaçmayacakları bir kalıba
çeviriyor: SEKİNE’dir bu! İşte ayet onu söylüyor:
“Andolsun ki; Allah, o ağacın altında sana biat
ettiklerinde mü’minlerden razı oldu. Onların
kalblerinde olanı bildi ve üzerlerine sekine indirdi (sekine inzal etti) ve onlara Feth-i Kariyb’i (gittiklerinde yakın zaferi) müjdeledi.” (Fetih-18).
BİAT hep vardır, geçerlidir, devam eder...
Bunu günümüze, kendimize taşıdığımızda
BİAT ETMEK ne demektir? Eğer siz; “Amentü Billahi” der, ayetlere ve sünnetlere uygun bir şekilde nefs-i levvameye girerseniz biat devam etmiş
olur. Ve RAZI OLUNAN BİAT sınıfına gireriz inşaAllah. Ayetlerin günümüze taşınması halinde
BİAT ve BÜYÜK SAVAŞ bizi böyle kapsar!
FETH-İ KARİYB; Yakın Zafer o gün için zahiren öyleydi. Bizim için Feth-i Kariyb; vehmin yönetiminden kurtulmaktır! Kul Allah’tan razı olur
NEFS-İ RADIYE yaşanır. Sonra da Feth-i Kariyb‘le
Allah kuldan razı olur; NEFS-İ MARDİYE yaşanır.
Nefs-i Mardiye, vehmin yönetiminin kişiden kalkmasıdır. Artık kişi vehmi yönetir, o yüzden ona
TASARRUF SAHİBİ denir. “BEN” diyen, O zamana
kadar vehmin yönetimindedir. Feth-i Karib’den
sonra vehmi o yönetir, o “BEN” diyen yönetir. Oynarken (oyuncu iken) YÖNETMEN olur.
291
İNŞİRAH
“O zaman kâfirler kalblerine hamiyeti, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da
Rasulü’nün ve mü’minlerin üzerine sekine inzal
etti ve onları Kelime-i Takva üzerine sabitledi. Onlar bu söze ehak ve ehil kimselerdi.” (Fetih-26).
Buradaki “EHAK” kelimesi için “onlar Kelime-i
Takva üzere sabitlenmeye layıktır” diyebiliriz.
Ama Allah için “EHAK” kelimesi geçtiğinde “layıktır” diyemeyiz, öyle meal yapamayız. Nitekim
daha önce Tevbe-13’de Allah için “ehak” ifadesi
geçti, orada “Allah layıktır” diyememiştik, “korkmanız, haşyet duymanız için ehak Allah’dır” diye
meallendirmiştik. Çünkü bir üst hale(makama)
onu diyemezsin. Ama insan söz konusu olunca “onlar bu söze ehak, ehil kimselerdi” diyoruz. Onlar bu işe layıktılar, hak ettiler. Bu yüzden onları KELİME-İ TAKVA’ya; Kelime-i Tevhid
üzerine sabitledik. Sekîne’nin inananlara ne
sağladığını gördünüz mü? LÜB! Artık Lüb devrede! Furkan’la birlikte Fuad devreye girmişti,
Sekine ile Lüb devrede! Ve sonuç: Onları La ilahe
İllallah’a Kelime-i Tevhid’e sabitledik...
Kâfirler ne halde? Örtücüler, kafirler KABİLE
(etraf) gayreti ve güveniyle yaşıyorlar. Onlar bu
haldeler. Mü’minlere ise Allah kendi güvenini
verdi! Sizden “acaba”ları kaldırdı, kalbinize sekine indirdi ve sizi Kelime-i Takva üzere sabitledi...
Ayette bahsi geçen savaşta “O ve ONLAR”
denilen, “KARŞI TARAF” denilen bir grup var.
Yaşantımızı ayetlere taşıdığımızda “o ve onlar”
denileni kendimiz için tanımlamalıyız. “O” şey292
YILMAZ DÜNDAR
taniyettir, “ONLAR” ise şeytandır ve her ikisi
birden Karşı Taraf’tır. Bu durumda şeytaniyet ve
şeytanı tanımlamalıyız.
Bulunduğumuz yerin cazibesi bazen karşı
tarafı incelemekle artar, bulunduğumuz yerin
önemini bazen öyle anlarız. İnsan kıyas yaparak
öğrendiği için, “Karşı Taraf”a bakalım, bulunduğumuz yeri daha çok sevebiliriz...
“Muhakkak ki, bunlar (şeytanlar) onları yollarından alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru
yolda olduklarını zannederler.” (Zuhruf-37).
Şeytaniyet “A” Takdim Formu”dur, o yapıdır.
Ona “BEN” demekle kişi de o işe karışmış oluyor! Ama ESAS ŞEYTANİYET Esfele Safiliyn yapıdır, “A” Takdim Formu” yapısıdır. ŞEYTAN, “A”
Takdim Formu”na “BEN” diyeni “BEN” dediği o
yapıya sıkı sıkıya bağlamaya çalışan, onunla ilişkisini sıkı tutmaya çalışan, onu kendine iyi arkadaş yapmaya çalışan, bu yüzden ona kariyn (iyi
arkadaş) olan cin taifesinden varlıktır! Şeytanın
görevi nedir? Şeytanlar ne yapıyorlar? “A” Takdim Formu”na “BEN” diyeni bir şekilde Hakk
yoldan saptırıyorlar, alıkoyuyorlar, engelliyorlar.
Ama işin korkunç ve tehlikeli olan yanı, o yapıya
“BEN” diyenin girdiği bu yanlış yolda kendisini
doğru yolda zannetmesidir. Yaptığını hakikat ve
doğru zannediyor. “Zuhruf-37”; “onlar öyle zanneder” diyor.
“A” Takdim Formu”na “BEN” diyen eğer gerçeği fark ederse ve “A” Takdim Formu” ile savaşa
karar verirse, özellikle bunu “Amentü Billahi” der
293
İNŞİRAH
de yaparsa ne oluyor, onu göreceğiz. “Amentü
Billahi” dememiş birisi onunla mücadele etmeye çalışırsa, o yine şeytanla işbirliği yapıyor demektir! Ancak, “Amentü Billahi” derse ve Nefs-i
Levvame’ye girerse ve bu yolda (seyr-i süluk’ta)
ısrarlı olursa, o zaman olacaklara bakın:
“Şeytan onlara amellerini süsleyip şöyle dedi:
“Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur.
Ben de muhakkak sizin yanınızdayım.” İki grup
birbirini görünce, şeytan iki topuğunun üzerine
gerisin geri çark etti ve: “Muhakkak, ben sizden
ayrıyım. Gerçekten ben sizin göremediğiniz şeyleri görüyorum, muhakkak ki ben Allah’dan korkarım. Allah şediyd’ül ıkab’dır” dedi.” (Enfal-48).
Ayet bir olay anlatıyor: “A” Takdim Formu”na
“BEN” demiş kişi ona karin arkadaş olmuştur.
Şeytan da her ikisine karin olmuştur. Bunlar hayatlarını (kendilerine göre) güzel, mutlu yaşıyorlar, çünkü her yaptıklarını doğru zannediyorlar!
Sistem böyle! Eğer; “A” Takdim Formu” yapısına
“BEN” diyen kişi o asi yapıyla bir savaşa girerse,
bâtıla karşı Hakk’ın savaşçısı olmaya karar verirse; “Amentü Billahi” der de nefs-i levvame seyri
süluğuna girerse bakın ne olur: Şeytan, bu ikisinin (Hakk’la bâtılın) savaştığını ve Kul’un Hakk’ı
tutmaktaki ısrarını görünce çark eder. Bu iki
topluluğu görünce şeytan çark edip; “Ben sizden
ayrıyım” der ve bir anda “A” Takdim Formu’nu
bırakır gider: “Ben sizden ayrıyım, işinize karışmam. Çünkü ben sizin göremediğiniz bir şeyi
görüyorum. Allah’tan korkarım; Allah şediyd’ül
ıkab’dır” der, uzaklaşır. Bu savaş “Amentü Billahi”
294
YILMAZ DÜNDAR
deyip nefs-i levvameye girince başlıyor. Şeytan
bu savaştaki kişinin ısrarını, bulunduğu yol nedeniyle de ihlâsını görünce aradan çekiliyor.
“İblis dedi: “İzzetin adına yemin ederim ki,
bütün kullarına yollarını şaşırttıracağım, ihlâslı
kulların hariç olmak üzere.” (Sâd; 82, 83).
Eğer bir kulun batıla karşı savaş açmış ve bu
konuda ISRARLI ve İHLASLI ise (İhlâs Hayat
Döngüsü’ne girmişse) o hariç! Kulun İhlâs Hayat
Döngüsü’ndeyse veya İhlâs Hayat Döngüsü’ne
girmeye çalışıyorsa, o kulların hariç hepsini yolundan şaşırttıracağım...
“Doğrusu o (şeytanın) iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerine bir sultası yoktur.
Onun sultası ancak kendisini veli edinenler ve
onu ortak koşanlar üzerinedir.” (Nahl; 99, 100).
Demek ki: Şeytanın vesvese vermekten, avam
diliyle gaz vermekten başka yapacak hiçbir şeyi
yok! Hele de “Amentü Billahi” diyerek iman
edenlere! “Amentü Billahi” böyle önemlidir.
“Amentü Billahi” diyenlerin, bu konuda Rabbine
yönelip sığınmış olanların, nefs-i levvamede ilerleyenlerin üstünde şeytanın bir gücü, bir etkisi
yoktur. Onun gücü, ancak kendisini dost edinmiş ve onu ortak koşanlar üzerinedir. Şeytan nasıl ortak koşulur acaba?
Nahl-100; “Onun sultası onu ortak koşanlar
üzerindedir” demekle bize bir gerçeği anlatıyor:
Onun gücü şeytaniyeti (“A” Takdim Formu” yapısını) Allah’a ortak koşanlar üzerinedir. Yani
“A” Takdim Formu” yapısına “BEN” diyerek “Va295
İNŞİRAH
rım ve Muhtarım” iddiasında bulunanlar (onu
Allah’a eş ve ortak yapanlar) üzerinedir! Bu haliyle kişi şeytaniyeti Allah’a eş ve ortak koşmuş olur.
“Amentü Billahi” demekle başlayan bir MEYDAN SAVAŞI var. Bu savaşın yapıldığı meydan
LEVVAME’dir, bu Levvame Meydan Savaşı’dır.
“Ve Nefs-i Levvameye kasem ederim (yemin
ederim).” (Kıyamet-2).
Kıyamet Sûresi’ndeki bu yemini, nefs-i levvameye yapılan bu yemini anlamaya çalışalım:
Sana yeminini bozdurtmuş, Rasulullah (SAV)’in
açıkladığı hakikati hayatından ihraç etmiş (sana
öyle bir hayat sunmuş) ve Hakk Yol’da seninle
hep savaşan, sana saldıran bu TANRILIK İDDİASINA VE YAŞANTISINA KARŞI ÇIKAN NEFSE
YEMİN EDERİM! “Yemin, ihraç ve saldırı” özelliklerinin tümünü kapsayan tanrılık iddiası ve
yaşantısına karşı korunmak için MÜTTAKİ olmuş, “Amenu ve Amilus Salihati” zırhını giyip de
levvame savaş meydanına çıkmış nefse yemin
ediyor: O nefse kasem ederim! Bu yemin sana
şöyle diyor: Levvame savaş meydanına çıkan
nefsin Allah indindeki değeri, derecesi azimdir
ki bunu kavrayamazsın! Nefs-i Levvame’ye girmiş bir nefsin, özelliklerini saydığımız o yapıya,
o iddiaya savaş açmış bir nefsin Allah indindeki
halini kavrayabilesin diye yemin ediyorum! İşte
o nefse (NEFS-İ LEVVAME’YE) yemin ederim ki...
Bu düşmanın bir özelliğini daha görelim:
“Elleziy yuvesvisü fiy sudurin nas: O ki, insanların Sadr’larına vesvese üretir.” (Nas-5).
296
YILMAZ DÜNDAR
VESVESE nedir? Doğru tanımlayalım ki yanlış anlaşılmasın. Çok fark etmediğimiz bir şey
var; bizi hep yaşadığımız hayatın kuralları ve hali
perdelemektedir. Mesela, biz normal hayat içerisinde kapıldığımız evhamları vesvese zannetmekteyiz. Evet, onlardan da Allah’a sığınacaksın,
ama senin için birinci derecede tehlikeli olan ve
bu ayetlerde bahsedilen vesvese onlar değildir.
VESVESE, bâtılı cazip göstererek seni Hakk yoldan uzaklaştıran her türlü fikir, heva ve heveslerdir. Vesvesenin özelliği budur: Bâtılı sana cazip gösterir. Öyle cazip gösterir ki, o seni Hakk
yoldan alıkoyar! Seni Hakk yoldan çeviren cazip
fikirlerin, heva ve heveslerin hepsi vesvesedir.
Şeytanın verdiği vesvese esas itibariyle budur!
Sen eğer bu vesveseye düşmüşsen, senin “vesvese” diye tanımladığın diğer şeyler onun için
çerez sayılır, artık onlar ona çok kolaydır.
Vesvese nereye tesir eder? “Nas-5”den anlıyoruz ki, tesir sadradır! Şeytan kalbe tesir edemez. Kalb Allah’ın elindedir, kalbin yazısını Allah yazar. Şeytan ancak kalbin üstünü örter ki,
esfele safiliyn yapı ona ve sadra hâkim olsun. Bu
yüzden de vesvesesini sadra verir, tesiri sadradır.
Eğer Sadr’a Nefsin Şerri hâkimse, yönetim ondaysa, Sadr’da zalim bir hükümdar varsa bâtıla
ait cazip işleri onun kulağına fısıldar. Nas Sûresi
4. ayet “vesvese nasıl veriliyor?”u anlatır: “Bıkmadan, usanmadan, yılmadan aynı şeyi devamlı yapar...” Üst üste, üst üste vesvese... Sen vazgeçersin yapar, vazgeçersin yapar.. Seni ikna edinceye
kadar... Böyle bir vesvese üretiliyor! Sure “Minel
297
İNŞİRAH
cinneti ven nas” diye bitiyor; (Nas-6). Diyor ki,
“Sadrınıza gelen bu vesvese cinlerden ve insanlardan!” Önceki ayette şeytanın sadra vesvese
verdiğini söyledi, şimdi şeytanın kim olduğunu
açıklıyor: Cinler ve insanlar! Cinlerden ve insandan şeytan olanlar sadra vesvese verir!
Anlıyoruz ki ŞEYTANİYET yapılan bir işin, bir
görevin ismidir. Bu işle görevlendirilmiş bir grup
cin taifesi meslekleri o olduğu için ŞEYTAN diye
anılıyor. Ama insan da bu işi yapan grupta! İnsan bu işi ne ile yapıyor? “A” Takdim Formu” ile!
Lütfen dikkat edin; “A” Takdim Formu” yapısının
şeytaniyet gücü bu işle görevli cinni şeytandan
yüksektir. Çünkü insanın elinde Esma-i Külleha
var! Demek ki; şeytanda olmayan yetenekler “A”
Takdim Formu”nda var! Mesela: Şeytanın ilginç
bir özelliği var: “Ben Allah’tan korkarım” diyor
(Enfal-48). Oysa “A” Takdim Formu” Allah’tan
korkmaz, korkmuyor!! Bütün bunlar birleşince
görürüz ki; kişideki “A” Takdim Formu” yapısı
şeytana pabucunu ters giydirir.
“Eğer şeytandan bir nez’ğ (bir fit, seni fitneye
düşürecek bir fikir) seni dürterse hemen Allah’a
sığın. Çünkü O Semîun Aliym’dir.” (A’raf-200).
“Eğer şeytandan bir nez’ğ (bir fit) seni dürterse hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O; O’dur
Semîun Aliym.” (Fussılet-36).
Her iki ayetteki FİT’i ancak bu savaşta olan
fark eder! Savaşta olmayan böyle bir fitin, dürtmenin olduğunu fark etmez ki! Niye? Çünkü
ona sahip çıkıyor; şeytanın vesveselerine “fikir298
YILMAZ DÜNDAR
lerim” diyor, işi şeytana bırakmıyor; “benim” diyor! Levvame savaşında olan, kendisinde yavaş
yavaş Furkan açıldığı için, FURKAN AÇILMASI
ile Hakk Dili ve Bâtıl Dili’ni anlamaya, ayırmaya
başladığı için vesveseyi fark etmeye başlar ve
“şeytan beni dürttü” der. Ayet; “Onu fark ettiğinde hemen Allah’a sığın, O Semîun Aliym’dir”
diyor. Bu yüzden bu da bir sığınma biçimimizdir:
Euzü Billahis semi’ıl aliym mineş şeytanir raciym.
Özellikle “Lev Enzelna” ayetini okurken bunu üç
defa söyleriz. Bu bize “Fussilet-36 ve A’raf-200”
ayetleriyle öğretilen bir sığınmadır.
Şeytaniyetin (şeytanlıkla görevli insanın, açık
ismiyle “A” Takdim Formu”na “BEN” diyenin)
önemli bir özelliği vardır; o ACELECİ’dir. Vesveseye uymak için öyle acele eder ki... Sadrına yapılan vesveseye uymak için o kadar acele eder
ki... O acele yüzünden vesveseyi yapanı göremez
bile, o vesveseye o kadar hızlı sahip çıkar. İncelemez, hemen “o fikir benimdir” der ve vesveseyi
sahiplenir, sonra onu yanlış bir amele çevirir.
“İnsanlar senden hasene’den (hayr’dan) önce
seyyie’yi (bâtılı) acele isterler.” (Ra’d-6).
“BATIL’I ACELE İSTEMEK! İnsanda böyle de
bir özellik vardır. Bâtılı acele isterler, ama hayrı?
“Onu sonra da yaparız, o sonra da olur, onu sonra da dinleriz, onu şimdi söylemesen de olur, şu
yanlış işleri biran önce ver de yapalım” derler, isterler. Yapıları böyledir. Peki, neden?
“Ona (O Saat’e) iman etmeyenler, onu acele isterler. İman edenler ise ondan müşfiktirler
299
İNŞİRAH
(korkuyla ürperirler). Ve bilirler ki o kesinlikle
Hakk’dır. Dikkat edin, O Saat hakkında tartışanlar, muhakkak uzak bir dalal (sapıklık) içindedirler.” (Şura-18).
Hesap Günü’ne; cezalandırma günlerine,
karşılık verme günlerine iman etmeyenler onu
acele istiyorlar! İman edenler ise o günden (bu
dünyada) korkuyla ürperip titriyorlar. O An’ı tefekkür edip korkuyla ürperirler, çünkü O Gün’ün
kesinlikle Hakk olduğuna ikandırlar. Diğerlerinin
acele etme sebepleri O Gün’e inanmıyor olmalarıdır, bu yüzden O Gün’ü umursamıyorlar...
Demek ki, “UMURSAMAMAK” aceleyi getiriyor. Bu nasıl bir acele? Tersini yapmakla ilgili bir
acele! Tersini yapmakta aceleci oldukları için gelecek O Gün’e de acele etmiş oluyorlar. Ayet bizi
şöyle de uyarıyor: O Saat hakkında tartışanlar,
muhakkak uzak bir dalal içindeler.” Çünkü inanmayanlar vesveseye öyle bir dalarlar ki, hesap
diye bir şeyi düşünmezler. Vesvesedeki acelecilikleri onlarda hayat için de aceleye dönüşür de
geri dönemeyecekleri bir sapıklık içine düşerler.
Kur’an bize insanın bir özelliğini açıklar: İnsan
ACEL’den yaratılmıştır.
“İnsan acelden yaratılmıştır, ayetlerimi (yakında) size göstereceğim, acele etmeyin.” (Enbiya-37).
ACEL aceleci yapı, aceleci davranış demektir.
Ve bu insanın bu özelliği şeytan için çok önemlidir. Bu aceleci yapısı yüzünden detaylı düşünmez, şeytan ve şeytaniyet de bundan yararlanır.
300
YILMAZ DÜNDAR
Oysa aslında “acel” yapı çok ihtiyacımız olan bir
şeydir, onu şeytaniyet kullanınca istenmeyen
sonuçlar çıkıyor. Acel yapı bize çok lazımdır,
ama ne yaparsak? Hicret ettirirsek! Çorap örneğini (tersini düzünü) hatırlayın. Çorabın tersi
“A” Takdim Formu” yapısıdır, düzü ise “B” Takdim Formu” yapısıdır. Dokusu aynıdır, aynı çoraptır; ama tersi ve düzü vardır. O örnekle şimdi
“acel”i anlamaya çalışalım: Acel bu çorabın ipidir. Dolayısıyla, çorabın tersi olan “acel”i düzüne
çevirip hicret ettirdiğinizde o acel bize lazımdır.
“Bakara-148”i uygulayabilmek için bizim “acel”i
kullanmamız gerekiyor. Bu acel, şeytanın karıştığı değil, HİCRET ETTİRİLMİŞ ACEL’dir.
“...O halde hayratta yarışınız...” (Bakara-148).
Acele etmezsen yarışamazsın, yatarak yarışamazsın, acele etmek zorundasın. Dolayısıyla,
“hayratta yarışınız” ayetini yerine getirebilmek
için ACEL lazım. Yeri gelmişken “hayrat nedir,
hayratta yarışmak ne demektir?” tanımlayalım.
HAYRAT’ın bu ayetteki esas manası, ana başlığı;
“Rabbini tanıyabilmek”tir. Buyruluyor: “Rabbinizi tanıyabilmekte acele edin ve yarışın.”
“Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve bir
cenneti kazanmak için yarışın.” (Hadid-21).
Demek ki ACEL “B” Takdim Formu” için! O
yapının çok önemli bir özelliğiymiş ACEL! Onun
İhlas Hayat Döngüsü’nde ilerleyebilmesi, “takvada yarışın” ayetini yerine getirebilmesi için
önemli bir özellik olan ACEL’in göç ettirilmesi
gerekiyor. Bu gerçeği görüp de onu hicret ettir301
İNŞİRAH
meğe başlarsanız ne olur bakın: Şeytan baktı ki,
sen acel’i sırtlamış ısrarla onu “B”ye taşıyorsun,
o zaman şeytan şöyle diyor: “Onu saptıramam,
onlara bir şey yapamam! Onlar kafalarına bir
“ihlâs” takmışlar, “illa İhlâs”a gitmek için inat
ediyorlar, oraya gidiyorlar; bir şey yapamam onlara! Saptırmak isterim ama, bu kul İhlas yolunda inat etmiş bir kere! Orası için inat etmiş kulları saptıramam.” (Sad-82, 83). Dolayısıyla, bir kişi
eğer acel’i sırtına alıp hicret ettirmişse şeytan
ona karışamaz ve sen o acel’i hayratta yarışmak
için, takva yarışında kullanırsın.
Bize dünya işlerinde TEENNİ öğütlenir. Teenni çok önemli iki özellikten birisidir ve işin başını,
ortasını, sonunu düşünmektir, dünya ile ilgili bir
şey yapınca acele etmemektir! Efendimiz (SAV)
buyuruyor: “Ahiretle ilgili işlerinizde acele ediniz, dünya ile ilgili işlerinizde teenni gösteriniz.”
Hayatımızı Tevbe Sûresi 13, 14, 15, 16. ayetlere taşıyoruz, üzerinde duracağımız yer; “Savaşın
ki Allah sizin ellerinizle o hali rezil rüsva etsin,
size zafer versin.” SİZİN ELLERİNİZLE; amellerinizle tanrılık iddiasını ve yaşantısını sizde durdursun, şirk içeren bütün hallerinizi temizlesin.
Bu yaşantı tarzının cazibesini senden kaldırsın
ve o hali senin gözünde rezil rüsva etsin. Tanrılık
İddiası Dünyası’nın aleyhine, Deccaliyet aleyhine sana zafer versin.
“Sizin ellerinizle (amellerinizle) o hali rezil
rüsva etsin” ifadesi, bunu kimin yapacağını da
gösteriyor: Allah! Allah bunu sizin amellerinizle yapacak. Bu mana ilk yakalayacağımız zahir302
YILMAZ DÜNDAR
dir. Bu manayı bir ileri taşıyıp daha enfüsî daha
bâtınî manalarını görmek istiyorsak kural şudur:
Bâtınî manalar savaştan sonra açılır! Kişi bu savaşı yaparsa ayetteki “sizin ellerinizle” ifadesinin
derin manaları onda açılmış olur, artık o manalar onun için bâtın değil zâhirdir. Onlar önce Fiillerin Tecellisi olarak görülür. Fiillerin Tecellisi ilk
mana olarak yaşanır, sonra da diğerleri; İsimlerin Tecellisi, Sıfatların Tecellisi. Ama bu savaştan
sonra yaşanır!
“Habis’i (Şaki’yi) Tayyib’ten (Said’den) temyiz
etsin (ayırsın) ve Habis’i birbiri üzerine yığıp bu
yığıntıyla cehennemi doldursun diye! İşte bunlar
hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Enfal-37).
Bu savaşı yapmanız neden isteniyor? “Ellerinizle/amellerinizle sizdeki tanrılık iddiasını ve
yaşantısını durdursun diye! Ayrıca yaşadığınız
toplum içerisinde Şaki’yi ve Said’i birbirinden
ayırıp habisi (şakiyi) üst üste yığıp, bu yığıntıyı
ATEŞ KAYNAĞI olarak cehenneme atsın diye!
Şimdi, tefekkürümüze yardımcı olur umuduyla bir cümle paylaşalım. Detayının incelenmesi gerekli bir şey, ama burada onu bir cümleyle geçelim, altını doldurmayalım: Allah ne dilemişse, o DİLEK Ef’al Âlemi’nde SURETleşir; Ef’al
Âlemi’ne girince suretlenir. Ef’al Âlemi’nin gereği
budur! Dolayısıyla bir kişide Allah bir amel dilemişse, bu dilek ef’al âlemine emir olarak girince
o kişiden suretlenir. “Ellerinizle/amellerinizle Allah yapsın” cümlesi bu yüzden oluşur, bu cümle
ef’al âlemine uygun bir cümledir. Her emir ef’al
âleminde surete dönüşmek, surete girmek zo303
İNŞİRAH
rundadır. Ef’al âleminin gereği olarak! Bu işleyişi
göremeyenler Kur’an’da geçen “BİZ” kelimesini
yanlış yorumlarlar. “Allah bir işi meleklere, onlara, bunlara yaptırır, bu yüzden onlara “biz” deniyor” derler. Tefsirlere bile girmiş bu tip yorumlar
vardır. Oysa ef’al âleminin gereği budur, “BİZ”
kesretle ilgilidir! Ama Tevhid çerçevesi, Tevhid
anlayışı içerisinde! Kesret âlemi Tevhid’in dışında varlık/varlıklar değildir. “Altını doldurmayalım” dedik, onun için burada duralım.
Kur’an’ı Kerim meali okumaya başlayan kardeşlerimiz okur okumaz O’nu hemen anlamak,
kavramak isterler. Bu hemen olabilecek bir şey
değildir. Bakın “elem neşrah leke sadrak” ayetindeki “SADRAK” ifadesinin manası için, onu anlamak için ayetlerle hadislerde nasıl bir yolculuk
yapıyoruz, sadece “SADRAK”ı anlamak için! Öyle
hemen olmuyor! Bu yüzden “A” Takdim Formu”
“BEN” olan yapı, “A” Takdim Formu”ndan kaynaklanan yorumlar yapar; “bunu ben de yazarım, ben bu cümleleri daha iyi yazarım” gibi
yanlışlara düşer. Çok doğal! Buralarda Allah’a sığınırsa bu yanlışlar onun için sevaba dönüşür, o
yanlışı fark edip de sahip çıkmazsa böyle bir faydası da olur! Şöyle bir yanlıştan da bahsedelim,
çünkü böyle yapanlar, böyle düşünenler vardır.
Kur’an okurlar, inanırlar: “Kur’an Allah kelamıdır, Allah’tandır.” Ama o da ne? Bir üçüncü varlık
var, bu ne iş? Bazı ayetlerde öyle bir anlatılıyor
ki, sanki ayeti Cebrail yazdırmış, Cebrail bir şey
söylüyor gibi? Allah’tan başkası bir ayet söylüyor
gibi? Bu durumda bazıları, Allah değil de başka
bir varlık söylüyor sanıp; “ayetlerin hepsi Allah
304
YILMAZ DÜNDAR
Kelamı değil, bazıları Cebrail kelamı” gibi yanlış
yorumlara girerler. Neden? Anlatım tarzı, kullanılan dil ve olayın hakikati bilinmediği için! Bilmedikleri hakikat şudur: Allah’ın her türlü emri
bu âleme (ef’al âlemine) girince surete bürünür;
suretleşir. Bu ölüm emriyse suret AZRAİL adını
alır, vahiy emriyse suret CEBRAİL adını alır, halife
emriyse suret İNSAN adını alır... Bunlar Tevhid’in
dışında olmayıp hep “illa Allah” içerisindedirler.
Sadr’ı nefsin şerrinin hakimiyetinden yolunda ilerliyoruz. Eğer Sadr ondan kurtulursa şeytaniyet hükmünden kurtulur, böylece “A” Takdim
Formu”na “BEN” demekten, yani SAHİPLENME
HASTALIĞI’ndan da kurtulur. Bu durum için
“sadrına şifa oldu” denir. SADRA ŞİFA budur. Bu
durum Kur’an’da “sadra şifa” olarak tanımlanır.
Sadr’a Şifa yolundaki bu savaşta (Levvame Meydan Savaşı’nda) bizim bir rehberimiz var. Pislik
çukurundan çıkmak için sımsıkı sarılıp tutunacağımız bir ipimiz, bir şifa reçetemiz var:
Bu ip, bu şifa, bu rehber KU’RAN’dır ve RASULULLAH sallallahu aleyhi vesellem’dir; O’nun
getirdikleridir.
“Topluca Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve
tefrikaya düşmeyin. Üzerinizdeki Allah nimetini zikredin. Hani sizler düşmanlar idiniz de O
kalblerinizin arasını telif edip uzlaştırdı (biraraya getirdi). Onun nimeti sayesinde kardeşler
oldunuz. Siz nardan bir çukurun tam kenarında
idiniz, O sizi ondan kurtardı. İşte böylece; Allah,
ayetlerini size açıkça beyan ediyor, gerçeğe eresiniz diye!” (Al’u İmran-103).
305
İNŞİRAH
Ayet, “Allah kalbleri birleştirendir” buyuruyor ve öğretiyor: GERÇEK KARDEŞLİK böyle
gerçekleşebilir. Aslında bu kardeşliği engelleyen
kalbteki ĞILL’dir. O, Allah tarafından temizlenirse gerçek kardeşlik mümkün oluyor. Çünkü Ğıll
Allah tarafından temizlenirse kalbler birleşir...
“Ve kalblerin arasını telif etmiştir (birleştirmiş, uzlaştırmış, ülfet oluşturmuştur). Şayet sen
Arz’da ne varsa toptan infak etseydin onların
kalblerinin arasını telif edemezdin. Fakat Allah
onların arasını telif etti (birleştirdi). Muhakkak
ki o, Aziyzün Hakiym’dir.” (Enfal-63).
“Ey insanlar, size Rabbinizden bir mev’ıze,
sadrlarda olanlara bir şifa, mü’minler için bir
hüda ve rahmet gelmiştir.” (Yunus-57).
Yani: Ey insanlar, size Rabbinizden bir MEV’IZE;
ibret ihtiva eden haber uyarısı gelmiştir. Bu, sadrlarda olana bir ŞİFAdır; “A” Takdim Formu”na
“BEN” deme ve Sahiplenme Hastalığı’na bir şifadır. Mü’minler için ise bir HÜDA ve RAHMET
olarak gelmiştir. Bu ayet bize diyor ki; Kur’an ve
Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’in getirdikleri sadra şifa, kalbe ilaç, bir hidayet, bir rahmet
ve bir rehberdir.
“Sadra Şifa” halinin, sadrın şifa bulmasının
belirtisi” var mıdır? Bunun alameti nedir?
“Allah sözün en güzelini; müteşabih ve mesaniy bir kitabı indirdi. Rablerinden haşyet duyan
kimselerin cildleri ondan ürperir. Sonra cildleri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar; işte bu
Allah’ın hidayetidir, onunla dilediğine hidayet
306
YILMAZ DÜNDAR
eder. Allah kimi saptırırsa onun için hidayet edici yoktur.” (Zümer-23).
Ayette “sadr şifası”na önemli bir belirti gördük: Ciltler ve kalbler Allah’ın zikrine yumuşar.
Yani KOŞARAK KABUL eden hale, “acaba?”sız kabul eden hale gelir. O nedir? SEKİNE İNMESİ’dir!
Sadırlarda olana şifa aslında KALBE ŞİFA gelmesindendir, yani kalbin Kalb-i Selîm olmasındandır. Kalb Kalb-i Selîm olunca sadrlara şifa gelir. Bunun en temel sebebi; Kur’an’ın Efendimiz
(SAV)in kalbine inzal olmuş olmasıdır. Kur’an
Efendimiz (SAV)’in Kalbi’ne kalbolduğu için;
oranın şifası olduğu için mü’mine de şifadır...
“De ki: “Kim Cibril’e düşman olduysa (bilsin
ki) muhakkak ki; O Biiznillah senin kalbin üzere o Kur’an’ı kendinden öncekini tasdik edici,
mü’minlere rehber ve müjde olarak indirmiştir.”
(Bakara-97).
Kalb’e inmiştir! Kalbi’ne inmiştir...
“Er-Ruh’ul Emiyn (Cibril) O’nunla indi, senin
kalbin üzerine, ki uyarıcılardan olasın.” (Şuara;
193, 194).
Kur’an vahiylerle EFENDİMİZ’İN KALBİ oldu.
O, Efendimiz (SAV)in Kalbi oldu ve Mü’minin
Kalbi’ne de ilaç oldu. Mü’minin Kalbi’ne Kur’an
tespit olunca (Kur’an ayetleri kalbe kalbolunca)
beyin aracılığıyla bu kalboluşa uygun düşünce ve FİİL’lere dönüşür. Yani mü’minin kalbine/
kalıbına ayetler kalboldukça/tespitlendikçe bu
hal beyin aracılıyla AMEL’lere dönüşüyor. Bu
durum mü’minin sadrında görülür ve okunur.
307
İNŞİRAH
Şöyle: Kur’an ayetleri kalbe kalbolunca anlaşılır!
Ve ayetler anlaşılınca, yani idrakıyla kalbte tespit olunca beyinde amele dönüşür. Bu amellerin
sonucu da kişinin sadrından görülür ve okunur; bakan bunu görür, okur. Bu durum sadrı
Allah’ın Boyası ile boyar. ALLAH’IN BOYASI İLE
BOYANMAK budur. Kalb, Kalb-i Selîm olunca
Sadr kendisini saran şer’den kurtulur, şifa bulur
ve bütün sadr; Allah’ın Boyası (SIBĞATULLAH)
ile boyanır. Artık bu boya çıkmaz! Üstüne başka
boya almaz! Sadr nefsin şerri tarafından yönetilirken ŞİKAK İLE BOYANMIŞ’tı. Bu yüzden Şikak
Niyetliler vücutlarını (azalarını) ayrıca boyarlar...
“Sıbğatallah (Allah Boyası)! Boyaca Allah’tan
daha güzel kim olabilir! İşte biz O’na ibadet
edenleriz.” (Bakara-138).
“Bilakis O (Kur’an) kendilerine ilim verilmiş
olanların sadrlarında apaçık ayetlerdir. Ayetlerimizi ancak zalimler bile bile inkâr eder.” (Ankebut-49).
“Kur’an ayetlerinin sadrdan görülmesi”ni
bu ayet açıkça anlatıyor, biz de ayetten öğrenip yazıyoruz: Ayetler, kendilerine ilim verilmiş
olanların sadrlarında apaçık haline gelir, ayetler onların sadrında görülebilir hale gelir. Sadr
kalbi barındırır. Kalbe kalbolmuş Kur’an ayetleri de o sadrdan dışarı çıkar; o sadrdan görülür; görülebilir ayetlere dönüşür. Böylece o Sadr
KUR’AN’IN İKİZ KARDEŞİ olur. Kur’an ayetleri
kimlerin sadrında görünüyor? İlim Verilenler’in!
İLİM VERİLENLER kimler? “Amentü Billahi”yi idrak ederek söyleyip nefsi levvameye girene ilim
verilmiştir, o bu haliyle “İlim Verilenler” sınıfına
308
YILMAZ DÜNDAR
girer. “İlim Verilenler” sınıfının başlangıcı budur.
Eğer, “bu ayet âlimleri anlatıyor, âlim nerede, biz
nerede? Ben âlim olmadığıma göre ayet bana hitap etmiyor” derseniz onu ötelemiş olursunuz.
Hangi ayet sana hitap ediyor peki? Kişi ötelemeye bir başladı mı birşey kalmaz ki! Her ayet için
bir gerekçe bulup ötelersin, sana hiç bir ayet kalmaz. Ama ötelemezsen bütün ayetler senindir,
sen o zaman “onun ikiz kardeşi” olursun ve hepsi senin sadrından dışarı çıkar. Demek ki, İlim
Verilen; “Amentü Billahi”yi idrak ederek, inanarak söyleyen, uygulamak için nefs-i levvameye
girerek söyleyen kuldur. O zaman ilim verilenler sınıfına girmiş olursun. Dünya Sistemindeki
“İlim” denilene ait ne kadar rütbe varsa, onların
hepsini almış olsa, hatta en üst noktasında da
olsa “Amentü Billahi” dememişse olmaz! Ne kadar Derin Düşünen Adam da olsa (öyle de tanınsa), eğer “Amentü Billahi” dememişse o kişi
Kur’an’ın tarif ettiği “İlim Verilenler” sınıfında
değildir. “Amentü Billahi” deyip nefs-i levvameye girmiş kişi hiç bir rütbesi olmasa bile Kur’an’a
göre o Kendisine İlim Verilenler sınıfındadır.
Zalimlerin sadrlarından ayetleri okuyamazsın! Çünkü yeminini bozmuş! Yeminini bozduğu
için sadrından ayet çıkmaz. O, sadrının kapısını ayetlerin çıkmasına kapatmıştır. Bu haliyle o,
BİLE BİLE İNKAR edendir! Nereden bilip de inkar
ediyor? Hatırlayın, onun yemini var! O yemini
bozduğu için, o yemine ters davranışlar ortaya
koyduğu için, zalim “bile bile inkâr” etmiş olur.
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonunu anlamaya çalışırken günümüzü (günlük yaşantımızı)
309
İNŞİRAH
Tevbe Sûresi 13, 14, 15, 16. ayetlere taşımak için
bir tefekkür yaptık. Tevbe-15 şöyle bir uyarı ile
sonuçlanıyor: “Allah dilediğinin tövbesini kabul
eder.” TÖVBE her durumda açık bir kapıdır. Bize
bunun müjdesi ayetlerde verilir:
“Kâfirlere de ki: “Eğer vazgeçerlerse geçmiş
(günahları) onlar için mağfiret edilir.” (Enfal-38).
Bu ayetleri anlama ve günümüze taşınma yolunda son cümlemiz şöyle olsun, inşaAllah:
Dünya hayatı sürecinde kendini bilmenden
önceki halinde senin kalbına “Rabbin Allah’tır”
bilgisi ve şahitliği ile bu şahitliği tasdik bilgisi
işlenmiştir. Sana “Rabbin Allah’tır” bilgisi ve şehadeti ile bu şahitliği “tasdik bilgisi” işlenmiştir
ve sen dünya hayatı sürecinde Şahitlik ve Tasdik
ile olan ilişkine bizzat şahitliğin gerçekleşmeden dünyadan ayrılamazsın. Bunun adı DÜNYA
İMTİHANI’dır!
Paragraftaki manayı biraz açalım. Ayetlerini
görmüştük hatırlayacaksınız: Bir kul dünya hayatı sürecinde “kendini bil”diği halden önce ona
işin hakikati gösterildi ve o ilmi suret ona şahit
kılındı, buna; FITRİ YEMİN (Kulun Fıtri Yemini)
dendi. Kul dünya hayatı sürecinde kalbına işlenmiş olan bu bilgiyle (yapmış olduğu bu şahitlik
ve tasdikle) olan ilişkisi gerçekleşmeden dünyadan ayrılamaz! Bu ilişki neyse; Red veya Kabul!
“Kabul” ise ne derecede, “Red” ise ne derecede,
bu ilişki gerçekleşmeden dünyadan ayrılamazsın! Bu ilişkinin anlaşılmasına İMTİHAN DÜNYASI veya DÜNYA İMTİHANI denir. Bu öyle bir
310
YILMAZ DÜNDAR
ilişkidir ki; her tür ve her yaştaki ölüm ile her tür
hayat tarzı bu bakımdan bir ilişki tanımı oluşturur. Hatta kişi bu ilişki tanımı üzerine ölür. Hatta
kişi bu ilişki tanımı üzerine ba’s olur! Kanaatimcedir ki, AZRAİL’İN GÖRÜNEN ŞEKLİ’ni, ölen kişiye görünen şeklini bu ilişki belirler!
Kalb Nuru’nun Kalbin tamamını kaplamasına
“Kalbin Alışı” dendiğini, bunun “İlmi alış, Müşahede alışı ve Hilafeti alış” olmak üzere üç şekilde
olduğunu açıkladık. Bunların çok zor mertebeler olmasına rağmen “Tam Alış” olan Hilafeti Alış
halinin bile SübhanAllah kapsamında olduğunu
paylaştık. Tevbe; 13, 14, 15 ve 16. ayetlerin bize
nasıl seslendiğini, günümüze (günlük hayatımıza) mesajını ele aldık, bunu Kalb ve Sadr ayetleriyle yapmaya çalıştık. Şimdi ise “SübhanAllah
ve Allahuekber”i anlama gayretlerine destek
olacak Sadr’la ilgili önemli bir noktayı ayetlerle
tefekkür etmeye çalışacağız.
“Allah yapmakta olduğunuz herşey için
Habiyr’dir.” (Tevbe-16).
“Nerede olursanız O sizinle beraberdir. Allah
yaptıklarınızı Basiyr’dir.” (Hadid-4).
“Düşündüğünüzü ister içinizde tutun ister açığa vurun. Muhakkak ki; O Aliymun Bi
zatis’sudur’dur.” (Mülk-13).
“Muhakkak ki O Aliymun Bi zatis’sudur’dur.”
Bu ayetteki vurguya lütfen dikkat edelim. Ayet
bize, “O sadrlarınızdakini bilir” denmiyor! “O
sadrlarınızdakini bilir” diyen ayetler var. Ama bu
ayet; “O, sadrlarınızdakini BİZZAT bilir; Aliymun
311
İNŞİRAH
Bi zatis’sudur” diyor. Bu ayet tefekkür eden için
kavrayamayacağı açılımlar yapar... Kavrayamayacağı açılımlar yapar, o tefekküre sokar. Ancak
açılımdan sonra kavrar, açılımdan önce kavrayamaz! Açıldıktan sonra yavaş yavaş o tefekkürü
kavrar. Bu ayette; “sadrlarınızdakini Bizzat bilir”
diyor. Bazı ayetler ise “sadrlarınızdakini bilir” diyor. Farkı ne? “Aliymun Bi zatis’sudur”daki “bizzat” bizim için neden önemlidir? Bunu tefekkür
edelim lütfen...
Mülk-13, “düşündüğünüzü ister içinizde tutun, ister açığa vurun muhakkak ki o Aliymun
Bi zatis’sudur’dur” dediği için Mülk-14 “çünkü”
manası ile başlar, nedenini bildirir: “(Çünkü) Yarattığını bilmez mi? O Latîfü’l Habir’dir.”
Şaşılacak ne var! Yarattığını bilmez mi?
“O Aliymun Bi zatis’sudur’dur.” Bu ifade Mülk
Sûresi 13. ayet’ten başka Al’u İmran-119 ve 154,
Maide-7, Enfal-43, Hud-5, Lukman-23, Fatır-38,
Zümer-7, Şura-24, Hadid-6, Teğabun-4. ayetlerde de geçer.
“BİLME” ile ilgili ayetlerde Kur’an; “Allah kalblerdekini bilir, sadrlardakini bilir ve nefslerdekini
bilir” ifadelerini kullanır. Görmüştük; Nisa-63
ve Ahzab-51; “Allah kalblerdekini bilir” der. Al’u
İmran-29, Neml-74 ve Kasas-69; “Allah sadrlardakini bilir” buyurur. Maide-116; “nefslerdekini
bilir” demektedir. Hadiyd-3 ise; “Allah herşeyi
bilir” diyerek tümünü cem eder. “Kalblerdekini
bilir”, “Sadrlardakini bilir” ve “Nefslerdekini bilir” denildiğine göre bu tarifleri tek tek anlamak
312
YILMAZ DÜNDAR
gerekiyor. Onların herbiri için yerinde ne demek
istediğini mekanizmasıyla anlamak önemlidir.
Meallendirirken oralara başka şeyler yazmak,
hatta birini diğerinin yerine yazmak doğru olmaz: Kalb geçen yere sadr, sadr geçen yere kalb,
nefs geçen yere bir başka şey yazarak meal yapılırsa mana bozulur. Kur’an Kalbi de, Sadrı da,
Nefsi de biliyor ve hepsini yerli yerinde kullanıyor. “Daha iyi anlaşılsın” diye bir gayrete girip de
onları bozmamak lazım! Yanlış olur! Allah’ın ifadesini/ayetini “daha iyi anlaşılsın” diye bozmak,
kişinin onu anlayamadığının işaretidir!
“Ve Huve Bi külli şey’in Aliym; Allah herşeyi
bilir.” (Hadid-3).
Bir ayette bize, “O herşeyi bilir” denmişse, sen
de inanmışsan “O kalblerdekini de bilir mi? O
sadrlardakini de bilir mi, nefstekini de bilir mi”
der misin? “Hadid-3” hepsini kapsıyor. Bazı ayetlerde yerine göre “kalblerdekini, sadrlardakini,
nefstekini bilir” denmesi idrakımızın basamakları içindir, idrakımızın taşınması içindir, idrak seyahati içindir. İdrakımızın taşınması, yerli yerine
oturması içindir, “O herşeyi bilir” bilincine ulaşmamız içindir, o bilinci yaşayabilmemiz içindir.
Yani mekanizmayı kavrayabilmemiz içindir. Bir
de, “kalblerdekini bilir, sadrlardakini bilir...” gibi
vurgular, “o vurgulanan kavramı bilin, anlayın”
demektir, “onu anla” demektir. Yani “sadrı anla,
nefsi anla, kalbi anla” manalarını da içerir.
“ALİYMUN Bİ ZATİS’SUDUR.” Konumuz bu!
Dikkat edin, siz de “Aliymun Bi zatis’sudur”sunuz.
Siz kendiniz için öyle değil misiniz? Bir kişi ken313
İNŞİRAH
disi için; “ben kendim için Aliymun Bi zatis’sudurum” diyemez mi? Der! Çünkü kişi kendi
sadrından geçeni bilir. Bunu daha anlaşılır bir
cümleyle söyleyelim: Kişi kendi içinden geçeni
bilir. Kalbinden geçeni bilmeyebilir. Yani kalıbını, bahsettiğimiz kalbı bilmeyebilir. Ama kalbın
sadra yansımış “İÇ” manasına gelen halini (içinden geçeni) kişi bilir. Öyleyse herkes kendisi için
Aliymun Bi zatis’sudur’dur.
Bu durum zahirendir ve zahiri batını iyi görmemiz için de bir örnektir. Kişi; “bana verilen
yetki (bana verilen sermaye) içerisinde ben de
kendim için Aliymun Bi zatis’sudurum” der. Bu
zahiren böyledir. Batınen ise, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydındaki “Aliymun Bi zatis’sudur” özelliğini (ne kadarsa) sahiplenmektir.
Yani kaydında olduğu kadarıyla “Aliymun Bi
zatis’sudur”a “BEN” diyerek onu sahiplenmesidir! Kişinin “ben de kendim için Aliymun Bi
zatis’sudurum” demesi, o özelliği sahiplenmeden başka birşey değildir! “Ben de içimden geçenleri biliyorum” der, zahiren bu böyledir. Ama
bâtınen, kendisindeki Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kaydında ne kadar “Aliymun Bi zatis’sudur” varsa ona “BEN” deyip sahip çıkmaktır. Kaydındaki esma kompozisyonuna ne kadar
“Aliymun Bi zatis’sudur” düşmüşse ona “BEN”
demesinden başka birşey değildir. “Ben de içimden geçeni biliyorum” diye ona der! Ama dikkat
edin, bu da aslında “kayıtta” Allah’ın bilmesidir,
kayıt çerçevesinde yine Allah’ın bilmesidir. Kul o
314
YILMAZ DÜNDAR
kayda yaşantı gereği “BEN” demiştir. “BEN” demezse KUL olmaz, kul ortaya çıkmaz.
Anlattıklarımız somutlaşsın diye tırnağımızla
bir yere tutunmaya ve oradan ilerlemeye çalışıyoruz, bunun için de bir yöntem uyguluyoruz.
Kulluk için gerekli “BEN”e biz YASAL YANLIŞ demiştik. Yasal yanlış olan hal TAHİR’dir, o temiz sınıfındadır! Yanlıştır ama izin verildiği için de yasaldır! Sahibi; “anlayabilmen için bu kadar yanlışa izin var” diyor. Yoksa kul ortaya çıkmaz, KUL
yasal yanlışla ortaya çıkar. Yasal olmayan yanlış
nedir ve onunla ortaya çıkan nedir? “A” Takdim
Formu”nda “BEN” demek YASAL OLMAYAN
YANLIŞ’tır. Bu HADDİ AŞMAK’tır. ŞIMARIKLIK
bu haldir. NECİS denilen hal bu haldir.
Daima tırnağınla bir yeri tut, bir yerden başla! Biz de zahire tutunup ilerlemeye çalışıyoruz.
Tutunacağımız zahir nedir? Kişinin; “ben de kendim için Aliymun Bi zatis’sudur’um” demesidir.
Kaydınızı oluşturan esmalar sizin kaydınızda
tek bir esma gibidir. Kaydınızı oluşturan esmalar
SİZİ KUL YAPAN TEK ESMA olur. Senin kaydın
olan o kompozisyon bir çok esmadan oluşan tek
bir esmadır. Ve o esmaya sen kendi ADIN’ı verirsin! Evet, o kompozisyon da bir esmadır; esmalardan oluşan bir esmadır! Tüm esmalardan bir
kompozisyon oluşunca o kompozisyon özelliği
olan “tek başına bir esma” olur. İşte o, seni kul
yapan tek esmadır.
Esmaların oluşturduğu kaydınızda bir “B”
kaydınız vardır, bir de “A” kaydınız. ESAS KAYIT
315
İNŞİRAH
(ESAS ESMA) “B” kaydınızdır, “B” Formu”dur. “A”
Form”u denilen kayıt “B” Formu”nun izdüşümü
olup kopyasıdır; sahtesidir, korsanıdır. Kaydın
kopyası da, ahseni takvim olan esası da Esma
Kompozisyonudur. Kişiler bunu fark etmezlerse
Esma Kompozisyonu’na karşı çıkarlar! Nasıl?
Sizin Esma-i Külleha’dan gelen, Esas Esmalardan oluşan bir kaydınız, bir kompozisyonunuz
var değil mi? O kompozisyonu oluşturan esmaların herbiri birer cüzdür, tümünden oluşan
kompozisyon da bir cüzdür. Kaydımızdaki tüm
esmalara zahir gözüyle baktığımızda CÜZ diye
sesleniriz. İlmî Suret böyle meydana gelir; cüz olmasa ilmî suret de olmaz. Ancak cüz ile ilgili bir
yanlış anlaşılmayı burada bir iki cümleyle izale
etmeye çalışalım. Cüz tabiri kendisiyle ilgili bazı
tartışmalara, bazı yorumlara ve farklı bakışlara
sebep olmuştur, aynı şey irade için de geçerlidir.
Örneğin, “Aliymun Bi zatis’sudur özelliği bizde
de var” dedik değil mi? Kişi bunu kabul ediyor,
buna, “evet” diyor, ama “bende cüzi irade yok”
diyor. Lütfen o tuzağa düşmeyin. Cüzi iradesi
olmayan kul olmaz! Cüzi iradesi olmayan kul
olamaz, bu bir hayaldir. Eğer o kişi kul ise, “BEN”
diyorsa, bütün esmaların cüzü onda vardır ve
bunun içerisine irade de dâhildir! İster “A”, ister
“B”, kendini “BEN” diye takdim ettiğin bir kayıt
varsa (koşula dikkat edin) o cüzdür. Ve bu kayıtta bulunan her bir esma da, onlardan oluşan
esma birleşimleri de cüzdür! Bir KAYIT varsa o
CÜZ’DÜR. Eğer “A”dan ve “B”den kurtulmak nasip olursa o zaman kayıt (cüz) kalmaz. Sadece
316
YILMAZ DÜNDAR
bu kaydın, cüzün izi/kokusu kalır. O başka bir
haldir... Eğer kişi şimdiden o hali düşünüp tırnağını oraya atarsa, orayla meşgul olursa amel yapamaz! Tırmanabilmek için, ilerleyebilmek için
şimdi tutabileceğin bir yere yapış. Şu an neyi yapabiliriz, şu an tutunup tırmanabileceğimiz şey
nedir, biz onu anlamalıyız. Zaten onun gayretindeyiz, onu yapmaya çalışıyoruz.
“Cüz” konusunda asıl önemli noktaya gelelim: Anlaşılması gereken, tartışmak gerekiyorsa
tartışılması gereken şudur: Cüzler muhtar mıdır,
değil midir? Mesele budur! Bunu tartıştığınız zaman doğruyu bulursunuz. “Cüzi irade vardır, cüzî
irade yoktur” tartışmasına girerseniz yanılırsınız.
Çünkü cüzî irade olmadan olmaz! Sen, Allah’ta
var olana nasıl yok dersin? Küllî irade var! Onun
sendeki “var” dediğin kısmı cüzi iradedir, o da
var! Bir şeye “var” diyorsan o “cüz”dür! “Var”
diyorsun çünkü! “BEN” diyorsun ya! Sen “BEN”
diyorsan... İradenin (İrade-i Küll’ün) sendeki kısmına, “BEN” dediğin kısmına, kavrayabildiğin
yanına CÜZ denir. Ama “cüz” MÜSTAKİL demek
değildir. Bu yüzden; “cüzî irade muhtardır” dersen şirke girersin. “Cüzî irade” muhtar değildir!
Şimdi, tırnağımızı taktığımız yere, yani bizim
için zahir olana dönelim:
Sizde ve her ilmî suret boyutunda, aynı anda
her biri için ayrı ayrı ve birisini diğerine karıştırmayan bir “Aliymun Bi zatis’sudur” vardır! İlmî
suret denince yalnızca insanı düşünmeyin. Hem
sizde, hem de her ilmî suret boyutunda (bütün
ef’al âleminde) Aliymun Bi zatis’sudur var! ef’al
317
İNŞİRAH
âlemindeki her bir ilmi suret için bu böyle olduğu gibi Ef’al Alemi’ni tek bir ilmî suret olarak
düşündüğünüzde yine aynı anda, her biri için
ayrı ayrı ve birisini diğerine karıştırmayan bir
Aliymun Bi zatis’sudur var.
“Aliymun Bi zatis’sudur” bizim somut olarak
yakalayabildiğimiz en önemli esmalardandır.
Bu esmayı somutlaştırıp yakalayabilirsek bütün esmaları çözme ipucunu yakalayıp esma
âlemine hızla girebiliriz... Esma Alemi’ne/Esma
Kesreti’ne girmek bizim için çok önemlidir.
Kişi Tanrı Kesreti’nden, yani İnsan Kesreti’nden
Esma Kesreti’ne geri dönüşsüz girerse VELAYET
KAPISI’ndan girmiş olur. Esma kesreti (esma alemi) velayet içerir! O yüzden esma kesretinin bir
yerinden tutmak lazım.
ALİYMUN Bİ ZATİS’SUDUR! Bu “Aliymun Bi
zatis’sudur”la sen; “Ben de içimden geçeni bilirim” diyorsun. O dediğin neyse, neyi kastediyorsan, o kadarını tut; onu yakala. “Ben de içimden geçeni bilirim” cümlesini yalnızca kendin
ve diğer insanlar değil her yaratılan için düşün:
Dünyadan gitmişler, gelecekler dâhil tüm ilmi
suretler... Tüm ilmi suretler, her detayında... En
küçük alt yapısı neyse; molekül, atom ve atom
altı parçacıklar... Çünkü onlar da birer cüz, birer
müstakil varlık. Her ilmi sureti, her detayı ayrı
ayrı “aliymun Bİ zatis’sudur/ben de içimden geçeni bilirim” özelliğiyle düşündünüz. Şimdi bir
de bütün onları Ef’al Alemi olarak “tek” düşünün. Ef’al âlemini de tek bir bütün olarak düşündüğünüzde; onun içinden geçeni de, onda318
YILMAZ DÜNDAR
ki detayların hepsini de aynı anda bilen ve hiç
birisini birbirine karıştırmayan ve bu olayın da
kendisine yük olmadığı bir düşünce”yi düşünün!
O zaman Allah’ın “Aliymun Bi zatis’sudur” ifadesiyle anlatmak istediğini anlamaya başlamış oluruz. “Anlarız” değil! Öyle birşey yok! Anlamaya
başlamış oluruz!
Yalnızca “Aliymun Bi zatis’sudur” değil ki!
Sınırsız… Sayıları sınırsız, manaları sonsuz olan
her esmayı da böyle “aynı an”da düşünün; hiç
birisi birbirine karışmıyor, hepsini yönetiyor...
Esmalarla seslenirken Allah’ın “Esma Alemi”
boyutuna sesleniyorsanız, “ALLAH” derken nereye seslendiğinizi düşünmeye çalışın. “Allah”
dediğimiz yer Ulûhiyet noktasıdır! Çok a’la, çok
yukarı. Esma âlemine, ef’al âlemine, çoğul (kesret) âlemine seslenirken bile sen öyle bir yapıya, öyle bir güce sesleniyorsun ki... Ve “komik”
olan ne biliyor musunuz? İnsanca düşününce
“komik” olan ne biliyor musunuz? Bütün bunları İlmullah’ta Allah bir an düşünmüş, geçmiş
gitmiş... Bizim Esma Alemi diye kavramaya çalıştığımız şey aslında yok! Esma Alemi, Ef’al Alemi diye bir şey yok; o bir hayal: Olmuş bitmiş...
Daha hayalinin bir yanını anlayabilmek mümkün değil! Hayalinin bir yanını bile, yani olmayan bir şeyini bile anlayamıyoruz! Olan bir şeyini
değil, olmayan bir şeyini bile anlayabilmek, akla
sığdırabilmek mümkün değil!
Bu yüzden bizi kurtaracak en önemli sığınış
kelimesi de öğretilmiş; SÜBHANALLAH!
SübhanAllah, SübhanAllah, SübhanAllah…
319
İNŞİRAH
“Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü gecenin içine sokar ve O Aliymun bi zatis’sudur’dur.”
(Hadid-6).
Dikkat ederseniz “Hadid-6” verdiğimiz diğer
ayetlerden farklı, ezberleri bozan bir şekil içeriyor: “Geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar. Ve O Aliymun Bi zatis’sudur’dur.”
Hadid Sûresinin önceki ayetleri Arz ve Semavat’ı,
Altı Gün’de Yaratılış’ı anlatır ve bu ayette Gece
ve Gündüz’ü anlatır. Ayet “gece ve gündüz”ü anlatıyor ama “Aliymun Bi zatis’sudur” ile bitiyor.
Eğer kişi burayı anlamazsa “ne alaka!” der, tefsir
ve meallere bakıp alakasını kurmaya çalışır. Bunu
yaparken var olan gece ve gündüzü beğenmez,
yani bildiğimiz gece ve gündüz ona yetmez,
yeni gece ve gündüzler uydurur: “Aslında ayette gece insanın şu yapısıdır, gündüz şu halidir.
Bu yüzden mana insan içindir. Allah insan için
Aliymun Bi zatis’sudur’dur” gibi yorumlar yapar,
kompozisyon yazar, edebiyat yapar! Daima önce
zahirini çözeceksiniz! Ayette ne yazılmışsa önce
onu çözeceksiniz! Onu çözmeden daha ileri bir
mana verilmez. Onu çözmeden ileri bir manaya geçmek gaflettir. Önce zahiri manasını anlayacaksınız. Var olanı, zahiri çözünceye kadar
batıni manaya geçemezsin. Var olan bildiğimiz
gece gündüz için; “geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar ve O Aliymun Bi
zatis’sudur’dur.” Bu ayette önce bu zahiri manayı
anlarsan, sonra daha ileri bir manaya ulaşırsın.
“De ki; sadrlarınızda olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Hem semavattakileri
320
YILMAZ DÜNDAR
ve arzdakileri de bilir, vAllahu ala külli şey’in
Kadîr.” (Al’u İmran-29).
Ayette; “sadrlarınızdakini bilir” deniyor. Ama
devamında “Semavat’takileri ve Arz’dakileri de
bilir” deniyor. Bunu şöyle anlamalıyız: Senin içindekini bilir, çünkü senin sadrını bilir. Semavattakileri ve arzdakileri de bilir; çünkü oların da sadrı
var. Herşeyin sadrı var, yalnız insanın değil! Allah;
bütün sadrlar için Aliymun Bi zatis’sudur’dur.
Dikkat ederseniz ayet “Kadîr” ile bitiyor: “Allah
herşeye Kâdir’dir.”...
Ef’al Alemi de tek başına bir varlıktır ve onun
da sadrı vardır. Dünya atmosferiyle birlikte bir
bütündür, onun da sadrı vardır. Allah onun da
Aliymun Bi zatis’sudur’udur. Bu yüzden dünyanın gecesini gündüzünü birbirine kalbeder!
Bunu böyle zahiren anladıktan sonra, ancak o
zaman “bu ayetteki “gece ve gündüz” ifadelerinde benim için acaba ne var?” demeniz çok
faydalı olur. Bu yüzden, önce bilinen zahiri öteleme, öyle bir mana yokmuş gibi davranma, onu
anla, sonra da kendinde “gece ve gündüz”ü ara!
Ancak böyle yaparsan onu kolay bulabilirsin.
Eğer var olanı, zahiri atlarsan bâtınî manayı açıklayamazsın. Nedenini açıklayalım: Zihin daima
“kıyas”la doğruya gider. Sen zahirî manayı anladıktan sonra yanına bir de bâtınî mana, bâtınî
açıklama getirir de zahiri mana ile bâtınî olanı
kıyaslarsan, kıyas yapabildiğin için bâtınî mana
da sana zahirleşir! Sen var olanı (zahirî olanı) atlar da bâtını anlamaya çalışırsan, yani bâtınî olanı bir şeyle kıyaslamazsan yaptığın bâtınî mana
321
İNŞİRAH
havada kalır. Hiçbir şeyle kıyaslayamayacağın
için o hep gözünü yumup kurduğun bir hayal
olarak kalır; hiç bir zaman “ikan”a dönüşmez.
Bir topluluktasınız, içinizden birisi düşünceleri okuduğunu iddia etti. “Olur mu öyle şey?”
dediniz, o da başladı söylemeye: “Mutfağa gidip çayın altını bir kısayım dedin”, biraz sonra
“acaba ne zaman kalkarlar? Erken bitirir herhalde, ikindiyi kaçırmayız inşaAllah” dedin gibi
içlerindekini söylemeye başladı. Ne yaparsınız?
Önce bir şaşırırsınız, sonra da “ne düşüneceğinizi” şaşırırsınız. Çünkü ne düşünürsek biliyor ve
söylüyor. “Ben şimdi ne düşüneyim?” diye birşey
düşünmekten korkarsınız.
Allahu Ekber! Allahuekber...
Allah ne düşündüğümüzü biliyor da hiç
korkmuyoruz, hiç tınmıyoruz! Allahuekber! Bir
insan içinizden geçeni hissediyor diye düşünürken korkup, “aman düzgün düşüneyim” diyorsunuz. Bir tarafta ayet ilan ediyor: “Allah sadrları
bilir! Kalbi bilir! Nefsi bilir! Herşeyi bilir! O Aliymun Bi zatis’sudur’dur! O herşeye Kadir’dir.” Sürekli uyarılıyorsunuz! Ama siz; “olsun, nasıl olsa
içimden geçiyor, bir şey olmaz” diye istediğinizi
düşünüyorsunuz, hiç çekinmiyorsunuz! Ama bir
insan içinizden geçeni söylüyorsa ondan çekiniyorsunuz! “İçimden geçeni anlar, aman düzgün
düşüneyim” deyip bir insandan korkuyorsunuz,
ama Allah için; “aman batıl şeyler düşünmeyeyim” demiyorsunuz! Fark ettiniz mi? Enteresan!
322
YILMAZ DÜNDAR
Niye? Çünkü “A” Takdim Formu”nda bir yapı
var: “Amaan, ne olacak canım, böyle de olur” yapısı! “Birşey olmaz” anlayış ve davranışı! “Abdestsiz namaz kılınmaz kardeşim” diyorsun, “birşey
olmaz, kıldım birşey olmadı” diyor... Böyleleri
için ayetler diyor ki: “Bir MÜHLET var! O Gün’e
kadar onlara birşey yapılmaz!” Anlatımı basit
olduğu için bildiğiniz şu örneği yine vereyim:
Bir markete girdiniz, sepeti istediğiniz gibi dolduruyorsunuz, güvenlik de sizi uyarıyor. Market
sahibi durumu görüyor; “ellemeyin, bırakın doldursun, nasıl olsa kasaya gelecek!” diyor. Kasaya
kadar mühlet var, marketi gez dur... Kasada paran varsa geçersin, yoksa hepsini boşaltacaksın!
Mühlet verilmiş! Kasaya kadar; Hesap Günü’ne
kadar; ölüm anına kadar mühlet verilmiş...
Bu yanlış hale sebep olan şey “ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışıdır, onu “A” Takdim Formu”nun kullanıyor olmasıdır. O zaman
“NE OLACAK BÖYLE DE OLUR” anlayış ve davranışını hicret ettirmek önemli hale gelir! Onu
hicret ettirmek o kadar önemli ki aslında... Bunu
bir misalle açıklayalım. Ama vereceğimiz örnek
ikisi de aynı düşünüyorsa geçerlidir. Eşi gelip;
“Biliyor musun, masamız kırıldı kırılacak, yeni
birşey alsak” der. O da “olsun, böyle de olur”
diye cevap verir. İnsana verilen bu yetenek, yani
“ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışı burada kullanmak içindir, orada öyle demek
içindir: “Bugün halimiz olmadı, yemek yapamadık” denildiğinde, “olsun böyle de olur, böyle
de yenir” demek içindir. Ama tersini yapıyor, o
323
İNŞİRAH
cümleyi Hakk’ı suistimal etmek için kullanıyor.
“Böyle de olur; namaz kılmasan da olur, namaza
kalkmasan da olur…” Ters! Allah’ın rızasına ters!
Onu hicret ettireceksin! Çünkü o çorabın tersi! Bu konuda “ne olacak, böyle de olur” diyen
vurdumduymaz yapı “A” Formatı”na ait! Ayetler
bize Allah’tan sakınmayı, Allah’tan ittika etmeyi
o yapıyla mücadele etmeyi öneriyor: “İnsanlardan sakınmayın Allah’tan sakının, Allah’tan kendinizi koruyun” diyor.
Şimdi, yapısında “A” Formatı”nın hiç izi, olumsuz hiç bir izi bulunmayan Efendimiz (SAV)’in,
“Aliymun Bi zatis’sudur”u nasıl anladığını, nasıl
düşündüğünü ve nasıl yaşadığını tasavvur edin...
“Aliymun Bi zatis’sudur”un kendisini tasavvur
edemedik ama kendisinde vurdumduymaz yapının izi silinmiş olan Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem’in “Aliymun Bi zatis’sudur”u nasıl düşündüğünü tasavvur etmeye çalışalım... Efendimiz (SAV)in “içinden geçenleri bileni, herkesin
içinden geçeni bileni ve Bizzat bileni” nasıl düşündüğünü tasavvur edin... Bir şeyi anlatmak
için “o işi Bizzat ben yaptım” deriz ya, işte “Bizzat” derken kastettiğiniz gibi Bilen’i, yani Bizzat
Bilen’i; kendisinde ahiret için “ne olacak, böyle
de olur” diyen vurdumduymaz yapı olmadan
“Aliymun Bi zatis’sudur” esmasını yaşayanı; Efendimiz (SAV)’i düşünün... İşte o zaman şu hadisi
anlamak bizim için kolaylaşacaktır.
Hud Sûresi 112. ayet Efendimize şöyle buyuruyor: “O halde SEN EMROLUNDUĞUN GİBİ
MÜSTAKİYM OL, SENİNLE BERABER TÖVBE
324
YILMAZ DÜNDAR
EDENLER DE! Sakın tuğyan etmeyin! Çünkü O
yapmakta olduklarınıza Basıyr’dir.”
Efendimiz (SAV) bu ayetten sonra buyurmuşlardır: “Beni Hud Sûresi ihtiyarlattı.”...
Ayet bize “emrolunduğun gibi müstakim ol,
dosdoğru ol” deyince “yapıyoruz işte” deyip bize
verilen “mesteta’tü/gücüm yettiğince” kartını
ortaya koyuyoruz. Bize verilen bir “mesteta’tü;
gücüm yettiğince” kartı var, onunla işi bitiriyoruz. Doğru değil! Elinde öyle bir kartı olmayan
Efendimiz’i düşünün. “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı” buyuruyor. Bu hadiste neden öyle dediğini
anlamak o zaman bizim için kolaylaşır.
Hud-112 “emrolunduğun gibi dosdoğru ol”
diyor. Tamam, ama devamında “seninle beraber
Rabbine yönelmiş olanlar da dosdoğru olsun!”
diyor: Bu sure, bu ayet seninle birlikte onları da
ihtiyarlatmalı! Seni ve seninle beraber olanları,
tanrılık iddialarından dönenleri, Rabbine yönelenleri de ihtiyarlatmamalı mı? Aslında ayet
soruyor: Seni ihtiyarlatan bu ayet onları neden
ihtiyarlatmıyor? Bunun üzerine biz de kendimize soruyoruz, test etmek için soruyoruz: Yoksa
hayatta bizi ihtiyarlatan başka şeyler mi var? Neden bizi böyle şeyler ihtiyarlatmıyor? Bizi ihtiyarlatan şeyler farklı mı? KENDİMİZE BİR TEST!
“Elem neşrah leke sadrak: Biz senin sadrını
açmadık mı?” ayetini tefekkür ediyoruz. Ayetteki “SADR”ı anlayabilmek için bir beyin fırtınası
oluşturmaya gayret ettik “Sadr Mekanizmasını”
anlayabilmek için ayetlerle dans ve vals etmeye
325
İNŞİRAH
çalıştık... “SADRIN AÇILMASI” anlaşılması gereken bir olaydır. Ayetteki sadr açılması olumlu
manadadır ve özel bir aşamadır. Sadrın olumlu
manada açılması bu açılma Hakk Yol içindir demektir. Sadrın açılmasını/genişlemesini anlamak
için onu sınıflandıracağız. O üç aşamalıdır. Ancak önce şunu açıklayalım:
Meal ve tefsirlerde konuları okurken karıştırmadan anlamanın yolu onları sınıflandırmaktır.
Eğer eşyalarınızı, evraklarınızı sınıflandırırsanız
karıştırmazsınız. Buna Arşivleme Sistemi denir.
Bilgileri de sınıflandırmayı bilirseniz karıştırmazsınız. Yoksa birbirine karışır, karışınca sonuç elde
etmek, hatta anlamak zorlaşır. “Anlamak” için
çok önemli bir şey beynin/idrakın istikrarlı seyahatidir. Hangi yöne giderse gitsin istikrarlı seyahat şarttır. Çok yukarı bile gitse, idrak istikrarlı
seyahat ederse anlar. İdrakı zıplatırsanız anlayamaz! Öyle bir kompozisyon oluşturmalısınIZ
ki, beyin istikrarlı bir hızla gitsin. Hızın istikrarlı
(SÜRDÜRÜLEBİLİR) olması gerekir.
BİR: Bunu bize Kur’an öğretiyor: “Allah kime
hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar,
(genişletir). Kimi saptırmayı dilerse onun sadrını
da darlatıp zorlaştırır ki, o sanki semada yükseliyor gibidir. Böylece Allah iman etmeyenler üzerine pislik (azab) çökertir.” (En’am-125).
Allah bir kulun İslam’ı anlamasını ve yaşamasını, yani hidayetini dilerse onun sadrını İslam’a
açar. Eğer bir kulunun sapmasını dilerse onun
da sadrını İslam’a daraltır. İslam’a sadrı daraltılan kişinin sadrı küfür yaşantısı için açılmış ve
326
YILMAZ DÜNDAR
genişletilmiştir. İslam’a daralan sadr küfüre genişler. Böyle birisi Allah yolundaki yaşantıları
görürse sadrı/içi daralır, çünkü sadrı İslam’a daraltıldı. Böyle bir manzara karşısında, hiç elinde
olmadan bir anda sadr kapanır, kan kimyası onu
boğar. Göğsü daralır; kalbı sıkışır. Neden? Sadrı kapandığı için, kimyası (kan kimyası) bozulduğu için. O, Allah’a ait şeyler görünce kimyası
bozulur/rahatsız olur. Çünkü Allah onun sadrını
İslam’a daralttı/kapattı! Bu “açılma ve kapanma”
sadrla ilgili birinci türdür; sadrın İslam’a açılması
ilk basamaktır, birinci aşamadır.
İKİ: Sadrı İslam’a açılmış olanlar İslamî fikir ve
yaşantılara karşı çok olumlu tepki verir, görünce ferahlar ve rahatlarlar. Elhamdülillahi rabbil
âlemiyn, bakın saatlerce dinliyorsunuz, yüzlerce
sayfayı zorlanmadan okuyorsunuz. Neden? Hep
sadr İslam’a açıldığı için! Sadrı bu şekilde İslam’a
açılmış olanlar “Allah yokmuş gibi” olan fikir ve
yaşantılarla karşılaşırsa bu kez onların sadrı daralır. Çünkü bunun da sadrı İslam’a açıldı. “Allah
yokmuş gibi” bir söz, bir davranış görünce bu sefer onun kan kimyası bozulur, sadrı daralır ve “şu
kişileri görünce içim daralıyor” der.
“Ey O Rasûl, kalbleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla “iman ettik” diyenlerden küfürde
koşuşanlar seni mahzun etmesin...” (Maide-41).
Kur’an bize böyle bir daralmanın olduğunu,
bundan haberdar olduğunu öğretiyor: Bu daralma normaldir, seni mahzun etmesin. Ama bakın
bizi neye hazırlayacak?
327
İNŞİRAH
“(Rasulüm) O sana inzal edilen bir Kitab’tır;
O’nunla uyarman ve mü’minlere öğüt vermen
için. Artık sadrında bundan dolayı bir sıkıntı olmasın.” (A’raf-2).
“(Rasûlüm) belki de sen, “O’na bir hazine
inzal edilseydi yahut beraberinde bir melek gelseydi ya” demelerinden ötürü sana vahy olunanın bazısını terk edecek ve sadrın onunla daralacak mı? Sen ancak bir uyarıcısın, Allah herşeye
Vekiyl’dir.” (Hud-12).
Bu ayetlerin “güzel hikâyeleri” de var ama konumuzu biraz farklı yönde genişletir de anlamamız gereken yeri aşarız diye yalnızca şuan lazım
olanı ele alıyoruz.
“Andolsun ki, onların söyledikleri nedeniyle
sadrının daraldığını elbette biliyoruz.” (Hicr-97).
Birinci aşama kişinin sadrının İslam’a karşı açılmasıydı. Ama bu süreçte bir de daralma
var, küfre karşı bir daralma yaşanıyor. Sadr’daki
ilk açılmadan sonra küfre karşı bir daralma başlar. Hz. Musa aleyhisselamla ilgili bazı ayetlerde
bunu görürüz.
“(Musa) dedi: Rabbim muhakkak ki ben, beni
yalanlamalarından korkuyorum.” (Şu’ara-12).
“Sadrım daralıyor, dilim çözülmüyor. (Bunun
için) Harun’a irsal et.” (Şu’ara-13).
“Ben bu görevi başaramayacağım herhalde,
kardeşim Harun’a ver” diyor. Ama Rabbi merak
etmemesini, Rabbine güvenmesini vahy edip
ikisini birden görevlendiriyor. Birisine bir iş veri328
YILMAZ DÜNDAR
lir, o da; “bana değil şuna ver” der. Ona “madem
öyle, haydi ikiniz yapın” demek gibi bir şey. Bunlardan sonra Tâhâ Sûresi’nde Hz. Musa aleyhisselam Efendimizin bir duası var ki; bizim için de
ilaçtır, onu biz de kullanırız.
“Kale: “Rabbi’şrahlî sadrî; Ve yessirlî emrî;
Vahlül ukdeten min lisanî; Yefkahu kavlî.” (Taha;
25-28).
Bu duanın “Rabbi’şrahlî sadrî ve yessirlî emrî”
kısmı sık yaptığımız dualardandır, Kalb Duamızın içerisinde de yer almaktadır. Bu ayette mealen diyor ki: “Rabbim, onları görünce sadrım
daralıyor, ama sen benim sadrımı açıp genişlet.”
Dikkat ediniz; Hz. Musa aleyhisselamın talebi
“benim sadrımı İslam’a aç” mıdır? Zaten o yolda!
Buradaki dua, birinci aşamayı yaşayanın yaptığı
duadır, onun istediği ikinci aşamadır. Anlatırken
bunları karıştırmadan anlatmak lazım, aksi halde olaylar karışır. Bu dua birinci aşamadan sonrasının duasıdır. Hz. Musa (AS)’a görev gelirken
sadrı zaten açılmış! Ama şimdi Musa (AS) küfre
karşı daralma hissediyor ve “Rabbim sadrımı
açıp genişlet, işimi bana kolaylaştır, lisanımdan
düğümü çöz; kekelemeyeyim, rahat konuşayım
ki sözümü anlasınlar” diye sığınıyor. “LİSANIMDAN DÜĞÜMÜ ÇÖZ” duası zahiren böyledir,
ama aynı zamanda “lisanıma derinlik ver, sözlerime tesir ver, söylediğim zaman işlesin, tesir
etsin” manasınadır da. Hz. Musa (AS)’ın bir seslenişi de Yunus Sûresi’nde bildirilir. Ve O’nun bu
duası da kabul olunmuş dualardandır. Ayetlerin
devamından bu anlaşılıyor.
329
İNŞİRAH
“Musa dedi ki: “Rabbimiz muhakkak ki, sen
verdin firavun ve melesine dünya hayatında ziynet ve mallar! Rabbimiz senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz mallarını sil, kalblerini
sık! Onlar eliym azabı görmedikçe iman etmez.”
(Yunus-88).
Kalbe yapılan bir işlem anlatılıyor: Kalbe şiddet uygulamak! Musa (AS)’ın; “Allahım onların
kalbine şiddet uygula, kalblerini sık” diye dua
ettiğini görüyoruz. Sadrı öyle bir daralıyor ki;
“sil onları sil” diyor. Sil de önümüz açılsın... Sadrın İslam’a genişletildiği ilk aşamada sadr küfre
daralır, bu çok normal bir süreçtir. Ancak böyle
olunca, bu aşamada ne yapmalıyız? Sadr daraldı
diye hücum mu etmeliyiz? Hayır, ne yapacağımızı Kur’an bize öğütleyerek öğretiyor.
“Onun (Rasulün) sözü; “Ya Rabbi, muhakkak
ki bunlar iman etmeyen bir kavimdir.” (Rasulüm) sen onlara aldırma (affet, geniş ol) ve “Selam” de, yakında bilecekler.” (Zuhruf; 88, 89).
“Saldır” diye bir öneri yok! Demek ki sen “o
daralmayla” mücadele edeceksin, onu hücuma
çevirmeyeceksin, daralmayı çözeceksin. Yoksa orada/sınıfta kalırsın, hiç ilerleyemezsin. Bu
daralmayı hücuma çevirmeyeceksin! Sadrının
daralması, daralman başkasına hücum ve rahatsızlığa dönüşemez! Zuhruf-89 ne öneriyordu:
Sen onlara aldırma; affet, geniş ol ve “Selam” de,
yakında bilecekler.
“(Rasulüm) iman edenlere söyle; “Allah’ın
Günleri’ni (Ceza Günleri’ni) ummayanları örtüp
330
YILMAZ DÜNDAR
bağışlasınlar ki; Allah, bir kavmi kazanmakta olduklarıyla cezalandırsın.” (Casiye-14).
Ayetteki “bir kavmi kazanmakta olduklarıyla
cezalandırsın” ifadesi “o iş sonraya kalsın” manasınadır: Ef’al âleminde dünya hayatında sizden
ceza çıkarmayayım onlara, affedin onları, örtün
bağışlayın onları. Ceza günü kazandıklarıyla karşımıza gelirler nasıl olsa! Ne kazanıyorlarsa...
Sadrın ilk açılma noktasından sonraki sadr
açılması kaderle ilgilidir. İkinci aşamadaki sadr
açılması, sadr genişlemesi kaderle ilgilidir. Zaten
İKİNCİ AŞAMA kadere imanın hal olarak görülmesiyle, “Amentü Bil Kaderi” halinin görülmesi
ile başlar ve kişide ilerleyen idraklar meydana
gelir. Bazı olaylara karşı sadrı daralan bu kişinin
sadrı şu idraklarla açılır: Önce RABBİNDEN BİLMEK başlar: Rabbinden bilerek göğsü genişler.
Sonra RABBİ BİLMEK gelir: Bu daha ileri idraktır, göğsü daha da genişler. Üçüncüsü İLLA BİLLAH: Daha ileri bir idrak oluşur, göğsü genişler...
İkinci aşamadakiler için verdiğimiz bu bilgiler,
anlattıklarımız dünyadaki vehimsel yaşantılarıdır. Yani Rabbinden bilmek, Rabbi Bilmek ve İlla
Billâh idraklarının vehimsel yaşantılarıdır.
ÜÇ: Sadrın açılmasının üçüncü aşaması nefs-i
levvame çalışmalarında (hayratta) önde gidenlerin (öne geçmişlerin; mukarrebûnun) özellikle
Hakk’tan halka döndüklerinde HAKK İDRAK ve
YAŞANTISIYLA HALK YAŞANTISININ sadra sığdırılabilmesi özelliğini içerir. Bu yüzden üçüncü
aşama çok özel bir aşamadır, çok özel bir haldir.
Mümkünse, nasib edilmişse bizim yakalayacağı331
İNŞİRAH
mız ve sürdürebileceğimiz, sabit kalabileceğimiz
hal ikinci aşamadır, o aşamaya ulaşmaktır. Yakalamamız gereken hal inşaAllah nasib olur. Üçüncüsü çok özel bir haldir... Nefsi levvame yolunda hayratta öne geçmişlerin, öncü olmuşların
(mukarrebûnun) Hakk idrak ve yaşantısından
halka döndüklerinde, yani halkın içinde halkla
beraber yaşıyor, yiyor içiyor, konuşuyor ve onlara isimleriyle hitap ediyor olduklarında “Hakk
idrak ve yaşantısıyla halk yaşantısı”nı sadrlarına
mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmeleridir. Dikkat edin, “halk idrakı” demedik! “Hakk idrak ve
yaşantısı”yla “halk yaşantısı”nı! Bu ikisini sadra
mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmek üçüncü
aşamadaki sadr açılmasıdır.
İnşirah Suresi’ndeki (“Elem neşrah leke SADRAK/Biz senin SADRINI açmadık mı”) ayetinde
bahsedilen açış bu üçüncü aşamadır. Hitap Efendimiz (SAV)’e olunca “Elem neşrah leke sadrak”
ile ilgili şu açıklamayı geçersek olmaz:
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin çocukluğu mu, risaletten önceki gençliği mi, risaletten
sonraki hali mi olduğu, yani zamanı tartışılan bir
olay var. Hatta Duha Sûresi’nin inmesiyle beraber olduğu da söylenir. Ancak ortak bir kanaat
Mirac Gecesi’nde cereyan ettiğidir. Tartışılan, bu
hadisteki olayın varlığı değil zamanıdır, “tartışmasından bile ders çıkarabileceğimiz” yorumlarıdır. Bu hadisi önemli hadis âlimleri Buharî,
Müslim, Tirmizî ve Nesaî müştereken, Katâde
radıyallahu anh’ten rivayetle vermişlerdir. Hadiste bir tereddüt yok. Hadisteki “ŞERH-İ SADR”
332
YILMAZ DÜNDAR
normal hayatta “eti açmak, eti şerh etmek” için
kullanılıyor, bir operatörün göğsü kesip açmasına “göğsü şerh etti, göğsü açtı” deniyor. Şerh
etti; göğsünü inşirah etti; halktaki manası budur,
ayetin bu manayla ilgili de bir yönü vardır.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Ben Beyt’in yanında uyur uyanık arası bir halde iken, içinde
zemzem suyu bir altın tasla bana gelindi. Gelindi
de Göğsüm şuraya, şuraya kadar yarıldı. Derken
Kalbim çıkarıldı da Zemzem Suyu’yla yıkandı
sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak geldi, O’nun üzerinde Cebrâil aleyhisselam ile gittim, taa dünya
semasına vardık....”
Ve hadisin devamında Mirac olayı anlatılır.
Efendimizin yaşadığı İnşirah-ı Sadr olayına “böyle şey olur mu?” diye yaklaşanlar var. Yorumlarken “burada aslında öyle demiyor ki, şöyle diyor”
gibi yaklaşanlar da var. Yorumlar başka bir konu
ve şimdi oraya girmeyelim. Ancak, olayı ciddi
bir bilim adamı gibi incelerseniz görüyorsunuz
ki, bu şekilde göğsünün yarılışı, yani zahiren bu
yarılış, Allahu ‘Alem, Efendimiz (SAV) için birkaç
defa gerçekleşmiş olabilir. Zamanı hakkındaki
tartışmalar bu yüzden olabilir. Ve Mirac da birkaç kez olmuş olabilir... Ki bu anlattığı da öyle bir
Mirac’tır...
“Elem neşrah leke SADRAK” ayetinin şöyle
bir yanı da var: Duha Sûresi gelmeden önce, vahiy bir süre kesilmişti. Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem de bu hale üzülmüş, “terk mi edildim?”
diye bir sıkıntıya düşmüştü. O’nu, Sallallahu
333
İNŞİRAH
Aleyhi Vesellem Efendimiz’i bu haliyle gören
bir kadın; “arkadaşını görmüyorum, herhalde sana veda etmiş, darılmış” diye konuştu. Bu
olaydan sonra inzal olan Duha Suresi’nde onun
bu cümlesine karşılık; “Rabbin SENİ bırakmadı
ve darılmadı” ayeti geldi. Hemen peşine de İnşirah Sûresi gelmiştir. Hatta ilk zamanlar ikisini
“aynı sûre” diye yorumlayanlar ve sâlatta ikisini
tek sure gibi okuyanlar olmuştur. “Bunlar farklı
surelerdir” diye anlatılınca Duha ve İnşirah Sureleri tefrik edilmiştir. Dolayısıyla, “ELEM NEŞRAH
LEKE SADRAK” ayetinin bir manası da Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in o dönemdeki
sıkıntısına çare olmasıdır, o manayı da içermektedir: “O sıkıntı nedeniyle sen sıkılmıştın, seni
ferahlatmadık mı?”
“ELEM NEŞRAH LEKE SADRAK” Allah’tan
Habibi’ne, Sevgilisi’ne “BİZ SANA DARILMADIK,
RABBİN SENİ BIRAKMADI” diye bir sesleniştir...
Umarız ki, Onlar da bizi “SEVGİLİ” kabul ederler
ve bize sahip çıkarlar, inşaAllah. Âmin.
EL-FATİHA
334
Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini
üç basamakta incelemek mümkündür. Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi, 3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir. Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz özellikte bir hayat
tarzı haline gelmesi, diğer basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için olmazsa olmaz
bir şarttır. “Vehmin Zulmeti şartlarında Nefsin
Şerri program” gereği “Sözde Tanrılık İddiası” ile
dünyadaki yaşantısına başlayan insan, hakikate
talip ise, Tanrı İlmi onun en öncelikli meselesidir.
Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir
müfredat ile sunulmuştur.
kitap talebi için
www.birdusunyansimasi.com
[email protected]
Salât “Diyn”in direği, mü’minin miracıdır.
“Fatiha”sız salât olmaz, noksan olur. “Amentü
Billahî ve Rasûlihi” diyen mü’min için salât hayat tarzı olunca, Fatiha da onun biricik müracaat kitabı ve kurtuluş duası olur. Kurtuluş kapısının açılmasına vesile olabilecek en alt sınır
ise, mü’minin salâtta Fatiha’yı okurken “Mâliki
YevmidDiyn” ve “İyyaKE na’budu VE iyyaKE
nesta’iyn” ayetlerini o anda yaşayabilmesidir. Bu
kitapçıkta “Talib” için, bu en alt sınırı oluşturabilmek adına, bir paylaşım sunulmaktadır.
kitap talebi için
www.birdusunyansimasi.com
[email protected]

Benzer belgeler