basılı - 3 Saat

Transkript

basılı - 3 Saat
vizyon ötesi söyleşi
CAN CANDAN İLE
3 SAAT
BİR ÖSS DENEYİMİ
Akademisyen ve belgeselci Can Candan’ın
geçtiğimiz aylarda tamamladığı ve Boğaziçi
Üniversitesi, İstanbul Modern gibi kurumlarda ilk
gösterimleri gerçekleştirilen 3 Saat, altı üniversite
adayı genci bir yıl boyunca takip eden
bir ÖSS belgeseli.
söyleşİ: SENEM AYTAÇ, ABBAS BOZKURT, FIRAT YÜCEL
FOTOĞRAF: SEVGİ ORTAÇ
C
an Candan ve Serdar Değirmencioğlu’nun kalabalık bir ekiple gerçekleştirdikleri ve “gerçek anlamda ortak bir çalışma” olarak niteledikleri
ÖSS belgeseli 3 Saat, ÖSS’ye hazırlanan altı adayın peşine takılarak,
bir yıllık hazırlanma süreçlerini ve bu sürecin sonuçlarını kayıt altına alıyor.
En az bir yıl boyunca “gelecekleri için” test çözmek zorunda olan bu altı gencin ortak hikâyesini izlemek, Türkiye’deki eğitim sistemine maruz kalmış her
seyirci için travmatik bir deneyim sunuyor. Hayatımızı çoktan seçmeli şıklara
indirgeyen bu sistemin insanlar üzerinde yarattığı baskıyı ve sistemin işlevsizliğini, tüm olanlara sadece tanıklık ederek çarpıcı bir biçimde ortaya koyan
3 Saat, bu sistemin konuşulması ve tartışılması için bir zemin sağlama amacı
da taşıyor. Biz de filmin yönetmeni Can Candan ile tüm bu konuları, oldukça
uzun bir sürece yayılmış olan filmin yapım hikâyesi etrafında konuştuk.
Filmin çıkış noktasından başlayalım
isterseniz... Bir ÖSS belgeseli yapma
fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?
Filmi Serdar Değirmencioğlu’yla beraber
yaptık. Aslında 97’de askerde tanışmış ve
hayata karşı benzer bir bakış açımız olduğunu görünce, hangi konularda belgesel yapılabilir veya hangi konularda eylem belgeselle ortaya konulabilir diye konuşmuş,
düşünmüştük. Yaklaşık üç sene sonra Bilgi
Üniversitesi’nde tekrar bir araya geldiğimizde de düşünmeye devam ettik. Ben Sinema-Televizyon bölümündeydim, Serdar
ise Psikoloji bölümünde. Üzerine düşündü60 altyazı eylül 2008
ğümüz konulardan biri de ÖSS meselesiydi.
Konuyla ilgili olarak, hem Türkiye’deki eğitim sisteminden geçmiş insanlar olarak hem
de öğretim görevlisi olarak deneyimlerimiz
vardı. Karşına birtakım insanlar geliyor, o insanlar gerçekten o bölümde olmak istiyorlar
mı, gerçekten o derste olmak istiyorlar mı hiç
belli değil. Birçok durumda da aslında orada
olmak istemiyorlar. Örneğin benim özelimde, hangi öğrenci sinema-televizyon eğitimi almaya uygundur, kim yeteneklidir, kimin ilgisi vardır, bunu merkezî bir sistem mi
daha iyi bilecek, yoksa bunun eğitimini almış
bizler mi daha iyi bileceğiz? Karşımıza gelen
öğrenciyi seçme konusunda hiçbir etkimiz
ya da katkımız yok, kimse bize bir şey sormuyor. Bu sistemi iki tarafından görebildiğimiz için iyi bir pozisyondaydık. Yavaş yavaş araştırmaya başladık, basında çıkanları
takip etmeye başladık, 2003’ün ÖSS’sinde
de ön çekimleri yapmaya başladık. O sene
İstanbul’un bu yakadaki sorularının dağıtımı Bilgi’nin Dolapdere Kampüsü’nde yapılıyordu, binayı tamamen kapatmışlardı. Biliyorsunuzdur belki, sınav soruları basıldığı
zaman milleti bir yere kapatıyorlar, bütün
matbaa bir hapishane gibi kapanıyor. Dışarıyla görüşmek yasak, telefon etmek yasak,
giriş çıkış yasak ki sorular dışarı sızmasın.
Aynı şekilde polis kordonu etrafında, polisler ve ÖSYM görevlileri eşliğinde yapılıyor
soruların dağıtımı da. İlk çekimleri orada
yaptık ama bu görüntüleri filmde kullanmadık. Malzemeyi görmek açısından böyle bir
başlangıç yaptık sadece. Sonra bu nasıl bir
film olacak, nasıl bir yaklaşımımız olmalı,
karakterler kimler olacak gibi sorular geldi.
Meselenin bizi ilgilendiren kısmı olayın kişisel tarafıydı. Kişisel düzeyde ÖSS deneyimi
nasıl yaşanıyor? Çünkü bu ÖSS’nin en eksik
kalan, en az görünen tarafı. Her sene birtakım rakamlar telaffuz ediliyor, istatistikler
veriliyor, kendini eğitimci olarak tanımlayan
birtakım insanlar, ÖSYM, YÖK yetkilileri
açıklamalar yapıyorlar. Ama işin garip yanı,
üniversite sanki bu sürecin dışındaymış gibi
algılanıyor ve öyle de davranılıyor. Öğretim
görevlileri çıkıp da eğitim sistemiyle, ÖSS’yle
ilgili bir şey söylemiyorlar. Milyonlarca insan
her sene bunu yaşıyor; aileleri, dostları, sevgilileri de yaşıyor ama sanki herkes sadece
kendi küçük dünyasında yaşıyor. Belki arkadaş gruplarında, dershane etrafında paylaşılıyor ama kamuoyunda ortak bir deneyim
olarak paylaşılmıyor, tartışılmıyor, bu acı
bir nevi hissettirilmiyor. Dolayısıyla, biz de
birtakım adayların ÖSS deneyimlerini anlamaya, gözlemlemeye, temsil etmeye çalışalım diye çıktık yola. Sonra bu insanlar kimler, nereden olacaklar, Türkiye geneline ulaşalım mı, ulaşmayalım mı, gibi sorular çıktı
karşımıza. Kendimizi İstanbul’la sınırlandırmaya karar verdik. İstanbul’da, şehrin kozmopolit yapısı, göç vb.’den dolayı hem sosyoekonomik anlamda hem de etnik anlamda
müthiş bir çeşitlilik mevcut ve İstanbul’daki
çeşitliliğin bize yeterli olacağını düşündük.
Sonuç olarak da, altı öğrenciyi bir yıl takip
etmeye karar verdik. 6 kişinin içinde kadınerkek eşitliğini sağlamamız gerektiğini düşündük. Sonra malum Türkiye’de -benim anlayamadığım- binbir türlü lise var; yok süper
lise, düz lise, meslek lisesi, özel lise, devlet
lisesi... Bu altı kişinin, o lise farklılığını da
yansıtmasını istedik. Mümkün olduğu kadar, sosyo-ekonomik anlamda da bir çeşit-
lilik olsun istedik. Buna karar
verirken de, “falanca adam kardeşlerini okuttu, tarlada bilmem
ne yaptı ve ÖSS’yi kazandı” gibi
medyanın, basının çok sevdiği
uç örnekler seçmemeye dikkat
ettik. Sanki müthiş bir başarıymış gibi ele alınıyor bunlar ve
bu öne çıkarılıp diğer bir milyon talihsizlik hikâyesi anlatılmamış oluyor. Aynı şekilde, konakta oturan, özel şoförüyle alınıp bırakılan, özel hocaları olan
biri de olmasın istedik. Empati
kurulabilecek, kendimizin ve etrafımızdakilerin deneyimlerine
daha yakın olabilecek durumlar
olsun istedik, ki insanlar özdeşleşebilsinler. Bir de üniversite
için farklı hedefleri olsun istedik. Meslek lisesinden bir öğrenci, özel yetenek sınavına girmek isteyen bir öğrenci mutlaka
olsun istedik. Öğrencilerden bir
kısmı istediği yere giremez diye
de düşünüyorduk (bunu hiç dilemesek de), ama bu kadar olacağını tahmin
etmiyorduk. Filmde görüyorsunuz, 6 kişiden
hiçbiri istediği yere, birinci hedefim dediği
yere giremiyor.
Tüm ÖSS sürecini üniversite sınavıyla sınırlandırmak da hatalı, çünkü bu çok uzun
bir süreç. En az bir-iki yıl hazırlığı var, sonra
sınava giriş süreci, sınavın değerlendirilmesi, puanları bekleme, puanların açıklanması, tercih yapmaya çabalamak, tercih formunu vermek, tercihlerin belli olması ve sonrasında yerleştirme, kayıt, üniversiteye adım
atmak, alışmaya çalışmak, geriye dönüp ÖSS
sürecine bakmak veya bakmamak... Bütün bu
süreci ele almak gerekiyordu ve her karakterin bu süreçle kurduğu ilişki de farklı. Mesela
filmde Derya diyor ki: “Ben ÖSS’ye hazırlanmıyorum, çünkü hiçbir şansım yok. Herkes
hiçbir şansın yok diyor, benim ne ümidim
olabilir ki?” Diğer yandan, Melis ve Çiğdem
daha hırslı hazırlanıyorlar. Çiğdem derece
grubunda, dershanede derece bekleniyor ondan, o bundan sıkılıyor. Yunus karakter itibarıyla vurdumduymaz bir insan olarak ortaya çıkıyor, olayı akışına bırakıyor vs. Genel
olarak karakter seçimlerimizin böyle bir arka
planı vardı. Sonrasında da etrafa mümkün
olduğu kadar geniş bir ağ atarak, biz böyle
bir film yapmak istiyoruz, böyle bir filmde
yer almak isteyebilecek insanları tanıyor musunuz, diye sorarak, bu insanlara yavaş yavaş ulaştık.
İnsanların böyle bir teklifi kabul etmeleri de zor sonuç olarak. Sınavdan beş
dakika önce bile yanlarında kamera
var, tüm o stresi yaşarlarken kayıt altındalar... Nasıl kabul ettiler?
“Kurgunun uzun sürmesinin ve bu süreçte de birçok ön izlemeyle
insanlardan geri bildirim alınmasının bir belgeselin en önemli kısmı
olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de yapılan birçok belgeselde bu
büyük bir eksiklik.”
eylül 2008 altyazı 61
vizyon ötesi söyleşi
Başta yaklaşık 20-25 kişiye ulaştık ve oturup derdimizi anlattık. Ayda bir kere çekim
yapacağız, bütün süreci takip etmek istiyoruz, evinize gelmek, arkadaşlarınızı çekmek, dershanenize, okulunuza gelmek istiyoruz, yılbaşı eğlencenize katılmak istiyoruz, dedik. Bir kısmı, malum sebeplerden,
yani bu benim hayatımı etkileyecek bir sınav ve buna hazırlanmamı da etkileyebilir,
diyerekten katılmak istemedi. Bir kısmının
da ailesi endişe etti. Sonunda altı kişi bulduk, ama bir tanesi tam yılbaşından önce
ben yokum dedi, yani aslında beş kişiyle
başladık filme, sonradan Derya da işin içine
girdi. Bence bu insanlar acayip bir cesaret
gösterdiler böyle bir şeyi göze alarak. Biz de
sorduk onlara neden böyle bir şeyi kabul ettiniz, böyle bir çılgınlık yaptınız diye. Bu sorunun cevabı filmde yok ama kimisi hayatımda bir renk yoktu, ilginç olur diye düşündüm, dedi; kimisi hayatımın böyle bir şekilde belgelenmesi ve buna dönüp bakabilmem ilginç olur, dedi; kimisi ise bence çok
önemli bir şey yapıyorsunuz ve ben de sesimin duyulmasını istiyorum, dedi. Kameranın varlığı, belli zamanlarda kameranın
özel anlarını çekmesi tabii ki alışık olunan
bir durum değil bir sürü insan için. Otobüse
biniyor, yanında kamera, diğer yolcular bakıyor, o anda kameranın yarattığı spot ışığı
tabii ki rahatsızlık yaratıyor üzerlerinde.
Filmde kamerayı gizlememe kararını
da bunları düşünerek mi verdiniz?
O, en baştan verilmiş bir karardı aslında.
62 altyazı eylül 2008
Özellikle 60’larda ortaya çıkan ‘American
Direct Cinema’ ve ‘Cinéma vérité’ akımlarının izleri var bu filmde, diğer filmlerimde
de olduğu gibi. Amaç bir yandan ‘American
Direct Cinema’nın iddiası olan ‘kamera olmasaydı da aynen bunlar olurdu’yu hissettirmek -çünkü onlar kameranın unutulduğunu
ve hayatın kameranın önünde akmaya devam
ettiğini iddia ediyorlardı; bir
müdahalemiz yok, biz sadece
kaydediyoruz, diyorlardı. Tabii kameranın varlığından etkilenilmemesi mümkün değil,
ama en azından seyircinin algısı anlamında buna ben de
inanıyorum. Yani, kamera olmasaydı da, mesela siz o otobüste olsaydınız ve kimse sizi
tanımasaydı, siz de uyanmaya
çalışan bir adam görecektiniz,
bu bakışın kamera aracılığıyla
olması bunu ne kadar etkiliyor, etkilemiyor tartışılır tabii, ama ben çok da etkilemediğini düşünüyorum. Diğer
yandan da, çok yapay bir şey
var tabii ki ortada, bir belgesel
yapılıyor, ortada kamera, mikrofon var ve bunları insanlara
doğrultuyorsunuz, bir nevi
taciz ediyorsunuz onları, bu
yüzden bu yapaylığın kendisinin de filmin içinde olması
gerekiyor; çünkü seyrettiğimiz şey, bir yandan akan hayat ama bir yandan da bizim
müdahalemiz, katılımımız sonucunda ortaya çıkan yapay bir şey. İşte bu da ‘Cinéma
vérité’nin söylediği şey. ‘Cinéma vérité’nin
söylediği şeylerden bir diğeri de, kamerayla ve mikrofonla insanları dürtmek ve
bu dürtme sonucunda gerçeğin ortaya çık-
pıldı örneğin ve ne çekilecek, adaylara neler
sorulacak çok da belli değildi. Aslında çerçeveyi çizip, ekibin kendi kendisini yönetmesini sağladık, hem gereklilikten hem de
benimsediğimiz yaklaşım yüzünden. Dolayısıyla, yönetmen ben olabilirim ama çekimlere baktığımızda yönetmen koltuğunda çok
kişi oturuyor. Gerçek anlamda ortak bir çalışma olarak görüyorum ben bu filmi.
“Vizyona sokmak oldukça masraflı bir şey; 60.000 YTL’yle
bilmemkaç öğrenciye burs verilebilecekken, bu filmin bilmemkaç
tane 35mm kopyasının olması doğru bir şey mi?”
“ÖSS olmasın da ne olsun peki sorusunun cevabını vermek,
alternatif sunmak bizim işimiz değil; ama bunu tartışmak,
alternatifi birlikte aramak hepimizin işi.”
masını sağlamak. Kamera ve mikrofonu
insanları konuşturmak için, onların kendi
gerçeklerini ortaya çıkarmaları için bir alet,
bir araç olarak kullanmak.
Peki filmin ne kadarı ön hazırlık aşamasında, ne kadarı kurguda belirlendi?
Aslında kurguya kadar nasıl bir film olacağı konusunda tam bir fikrin olmuyor. Altı
aday ve bir yıl, tamam, ama hangi temalar
çıkacak, bunlar çekimler bittikten sonra ve
malzemenin değerlendirilmesi sonucunda
ortaya çıktı. Malzeme bir nevi dikte ediyor
kendisini, onu da aslında adaylar dikte ediyorlar. Kaba kurguları sürekli insanlara izlettirmemizin sebebi de buydu. Mesela, ön
gösterimlerden birinde, millet yerlere yattı
gülmekten, bir aday tamamen karikatürize
olmuştu bizim kurgumuzda, böyle iki boyutlu birisi olarak ortaya çıkmıştı. Bu en son
yapmak isteyeceğimiz şey olurdu herhalde.
Hemen kurguya girip, değiştirdik her şeyi.
O kadar malzeme arasından çok az bir şeyi
kullanabiliyorsun aslında, 125 saatlik çekimin 118 dakikaya inmesinden bahsediyoruz,
60:1’den daha büyük bir oran var. Kurgunun
uzun sürmesinin ve bu süreçte de birçok ön
izlemeyle insanlardan geri bildirim alınmasının bir belgeselin en önemli kısmı olduğunu
düşünüyorum. Türkiye’de yapılan birçok belgeselde bu büyük bir eksiklik. Çok kısa bir
sürede “tamam oldu” yapılıyor. Bu mümkün
değil, işin doğasına aykırı bir şey.
Çekimler 33 kişilik bir ekip tarafından ya-
Dağıtım ve gösterim konusundaki planlarınız neler?
Şu anda en çok kafa patlattığımız mesele bu.
Malum birtakım klasik yöntemler var, yurtiçi, yurtdışı festivaller, Türkiye’de vizyon
şansı var mı onu araştırmak, televizyon satışları, DVD satışı... Tabii, bunların hepsinin
artısı ve eksisi var. Yurtdışında bir sürü festivale gönderiyoruz, yurtiçinde varolan ve belgesel kabul eden festivallere de gönderiyoruz.
Vizyona sokmak oldukça masraflı bir şey ve
birkaç açıdan düşünüyorum bunu, birincisi böyle bir parayı nerden buluruz, ikincisi
böyle bir parayı harcamak doğru bir şey mi?
Yani 60.000 YTL’yle bilmemkaç öğrenciye
burs verilebilecekken, bu filmin bilmemkaç
tane 35mm kopyasının olması doğru bir şey
mi? Onun yerine DVD’lerle dijital gösterimleri ya da televizyon gösterimlerini zorlamak
daha mı doğru? Televizyonda milyonlarca kişiye ulaşma potansiyeli var sonuçta. Bunların
yanı sıra, aktivist bir duruşumuz da var. Örneğin Eğitim-Sen’le, tam sınav sonuçlarının
açıklandığı gün Ankara’da bir gösterim yaptık. Bu tür özel gösterimlere devam etmek istiyoruz. Her gösterime Serdar ve ben, mümkünse adaylardan bir veya birkaçı ile birlikte
gitmeye çalışıyoruz. Neredeyse 4,5 senedir
bu insanlar da bizimle birlikteler bu süreçte.
Sonbaharda üniversite turları yapmayı düşünüyoruz. Birisi filmin broşürlerini dershane
çıkışında dağıtma önerisinde bulundu. Bunu
da düşünüyoruz, kartpostal bastırıp dağıtmayı. Bu işi devam ettirmek istiyoruz, insanlarla bir şeyler yapalım, bizi davet etsinler,
filmi sahiplensinler, gösterim imkânı yaratsınlar, biraz bunu bekliyoruz.
Bu filmde adayların da katkısıyla ortak bir
başkaldırı var diye düşünebiliriz. Biz kendi
çapımızda, belgesel yaparak başkaldırıyoruz.
Başkaldırı tam doğru kelime değil belki ama
‘müdahale ediyoruz’, ‘itiraz ediyoruz’. Benim
görevim, işlevim böyle bir meseleyi ele almak, bunu etkili bir şekilde incelemek ve bu
konuda tartışma başlatmak; ama onun ötesinde de bize çok şey soruluyor. Mesela, “ÖSS
olmasın da ne olsun peki?” Bunun cevabını
vermek, alternatif sunmak bizim işimiz değil, ama bunu tartışmak, alternatifi birlikte
aramak hepimizin işi.
eylül 2008 altyazı 63