hayatımın kadını

Transkript

hayatımın kadını
HAYATIMIN KADINI
(1)
“Sağ ol amca.”
Adam ağzında bir şeyler geveleyerek karşılık vermiş, ancak ne söylediği anlaşılmamıştı.
Görünüşe göre, suratsızlığından böyle konuşuyor, kendisine, günde kim bilir kaç kişi bu
sözleri söylüyordu. ‘Sağ ol amca.’, ‘Sağ ol bey baba.’, ‘Eyvallah dayı.’ Her seferinde bu
sözlere gülerek karşılık vermek, onu çileden çıkartmıştı. Artık kimseye gülümsemiyordu.
Maksat ağzından bir ses çıksın, gerisi o kadar önemli değildi. Günün psikolojisine uygun,
kimi zaman homurdanıyor, kimi zaman da sadece başını sallıyordu. Zaten o, yaşlı ve sıradan
bir metro bileti satıcısıydı. Her sabah saat altı buçukta kalkar, bu ufak kulübeye girer, akşama
kadarda çıkmazdı. Günde binlerce kişinin, gerek telaşla, gerekse kokan ağzıyla kendisinden
bilet alışını seyrederdi. Bilet satıcısı yaşlı adam, sattığı her biletle birlikte, beyninde birkaç
hücrenin öldüğünü bilmiyordu. Bildiği tek şey; eskisi gibi insanları seyredemiyordu. Artık
bıkmıştı bundan. Her tür insanın geçtiği bu gişeden onları seyretmek eskiden zevkli ve zaman
geçirici olabilirdi, fakat şimdilerde bundan kusacak hale gelmişti. Artık çoğunun yüzüne bile
bakmıyordu.
Tıpkı Gürsoy Köklü’nün yüzüne bakmadığı gibi.
*
Gürsoy Köklü’nün bugün çok sıkıntılı olmasının sebebi, çalıştığı kargo şirketinin,
halletmesi gereken onca iş için, kendisine bir araba vermemiş olmasıydı. ‘Tabi ki’ diye
düşündü, ‘şerefsizler, kendileri bu sıcakta, metrolarla, otobüslerle uğraşmak zorunda
kalmayacaklardı. Oysa şirketin onca aracı yok muydu? Ağalar, akşam eve gitmek için
kendilerine araba yaratıyordu ama.’
‘Bugün, bu sıcakta! Şansızlık işte’ diye hayıflandı.
Yaşlı bilet satıcısına, sanki kendisine uğur getirecekmiş, belki de gününün iyi
geçmesine yardımcı olmasını istermiş gibi gülümsedi. Gişeden gelen homurtulara pek
aldırmadı, yinede dikkatini çekmişti. Ağzına kurşun kalem almış, diksiyon dersi çalışan
birinin çıkarttığı seslere benziyordu. Aslında kulübeden gelen seslerin hiç bir şeye benzediği
yoktu. Adamın yüzünü görmek için eğiliyordu ki, bu merakından hızla vazgeçti. ‘Sıcaklar’
diye düşündü. Saçma sapan şeylere takıntısı oluşmaya başlamıştı. Diksiyon dersi alan bir
insanı daha önce hiç görmemişti.
Gürsoy Köklü, geçiş kartını yaşlı adamdan hızla aldı. Yürüyen merdivenlerin başına
geldiğinde, kafasını yukarıdaki tabelalara doğru istemsizce kaldırmıştı. Aslında hangi yöne
gideceğini yeterince iyi biliyordu. Yine elinde olmadan, aradığı ismi buldu. “Merter,
Aksaray.” Doğru yönü gösteren tabelanın altındaki yürüyen merdivenlere ulaştı ve aşağıya
inmeye başladı.
1
Metro, her zamanki gibi alabildiğine kalabalıktı. Oysa kalabalık, insanın üzerine
yürüyecekmiş gibi rahatsız edici de değildi. Böylesine kapalı ve geniş mekanların
kurtulamadığı bir uğultu, beyinleri uyuşturuyordu sadece. En fazla üç dakika sonra Gürsoy’un
kulağı bu uğultuya alışacak sonra sanki yıllarını bu yer altı mağarasında geçirmiş gibi
hissedecekti.
Gürsoy, sıcak çikolata veren bir makinenin yanında beklemeye başladı. Burnuna tuhaf
bir şekilde kömür kokusu geliyordu. Fakat aklı bu kokuyla meşgul değildi. Düşündüğü tek
şey, kendisine verilen görevi tam zamanında yetiştirip yetiştiremeyeceğiydi. Birazdan gelen
ilk metroya atlayacak ve soluğu Merter’deki tekstil firmasında alacaktı. Oradan kendisine
verilen paketi kargo şirketine ulaştırdığında, saat beşi geçmemeliydi. Altında arabası olsaydı
bu işi çok rahat bir şekilde yapabilirdi. Elinde olmadan canı sıkılıyordu buna. Dudaklarını
büzerek başını yana doğru çevirdi. Her şeye rağmen iş işti bir kere.
İnsanlar bu kadar çok konuşacak şeyi nereden buluyor diye kulak kabarttı. Diğer
taraftan, içerdeki aydınlatma garip bir güven vermişti kendisine. Gecenin bir vakti burada
bulunmak istemezdi herhalde.
Saatine baktı. Metro neredeyse gelmek üzereydi. Şöyle bir etrafına göz gezdirdiğinde,
bu kadar yolcuyla aynı aracı beklediğine lanet okudu. Hemen bakışlarını, karşı yönde gidecek
yolcuların bulunduğu yere doğrulttu. Orası oldukça boştu. Birkaç genç, ciddi ciddi bir konu
hakkında tartışıyor olmalıydılar. Onların hemen solunda, yaşlı bir kadın, torunu olduğu
anlaşılan bir çocuğun elinden sıkı sıkı tutuyordu. Gürsoy’un beklediği metro neredeyse
gelmek üzereydi. Birazdan, karşıdakileri seyrederken aralarından geçecek olan aracın hayalini
kurdu ve bu kendisine sefil bir haz verdi. Evet kesinlikle, metro istasyona yaklaşırken karşıya
doğru bakmalıydı. Tıpkı filmlerdeki gibi.
Arkasındaki sıcak çikolata makinesine parasını yuttuğu için bir adam yumruk atmaya
başladı. Hiç kimse adamın yaptığı harekete aldırmıyordu. Hatta Gürsoy’un dikkatini bile
dağıtamamıştı. Bir az önce indiği merdivenlerden bir kadının kahkahası duyuldu. Bu da
yetmiyormuş gibi, bir bebeğin feryatları, zaten uğultulu olan metroyu daha da çekilmez hale
sokmuştu. Ama o hala karşıya bakıyordu.
Gürsoy, bulunduğu yerden, karşıdaki peronun yürüyen merdivenini görebiliyordu. Orası
da en az bulunduğu peron kadar aydınlıktı, ama çok az kişi vardı.
Metronun sesi uzaktan duyulmaya başladığında, ‘otuz saniye sonra perona yanaşacak ve
bu eziyet burada bitecek’ diye düşündü. ‘Bir daha arabasız göreve çıkmak mı? Asla.’
Saniyeleri geri geri saymaya başladı.
Yirmi dokuz, yirmi sekiz, yirmi yedi.
Karşı peronda bakışları bir şeye takıldı.
Yirmi altı, yirmi beş.
Bir kız. Kendisine bakıyordu. İlgili, bir o kadarda garip. Gözleriyle bir şeyler söylemeye
çalışıyordu sanki.
Yirmi dört, yirmi üç.
Saydığı sayılar yavaşlamaya başladı.
Yirmiii iikii. Yiiiirmiiii bbbiiiirrr.
Karşıdaki kızın etrafındaki dünya da yavaşlamaya başladı.
Yiiiiirr...
Hayat durmaya başlamıştı. İnsanlar sanki son bulundukları pozisyonda dondurulmakla
cezalandırılmış gibiydi. Biraz önce kulaklarını rahatsız eden kahkahaların sahibi kadın,
Gürsoy’un yanına kadar ulaşmış ama, yüzündeki ahlaksız gülümseyişle cansız kalmıştı. Neler
olduğunu anlayamıyordu.
Miiii....
2
Karşı peronda, kendisine tebessümle bakan kızın hareketleri haricinde her şey durmuştu.
Sadece Gürsoy’un düşünceleri hareketliydi. Birde içindeki AŞK. Nerden çıktığını daha
keşfedemediği AŞK.
Oooonnn...
Dudakları, hala gelecek olan metro için saniye sayıyordu. Fakat bu hızla saymaya
devam ederse otuz saniyeyi kim bilir kaç saat de tamamlardı. Bakışları da, en az düşünceleri
kadar hareketliydi ama başını çeviremiyordu. Bakışlarını dudaklarına kaydırdığında, hala on
dokuz sayısını tamamlamaya çalışıyordu.
Kulaklarında, Bolu Dağını tırmanırken hissettiği basınca benzer bir sızı vardı. Oysa
sesler zaman öncesi yaratıklarınınkine benziyordu.
Karşıdaki kız, kendisine davetkarca gülümsüyordu. Gürsoy daha önce hiç bu kadar
güzel birini gördüğünü hatırlamadı. Evet kesinlikle görmemişti.
Kalbi hızlı hızlı atıyor, içinde bir coşku beynine baskı yapıyordu. Şu anda neler
olduğunu anlayamaması normaldi çünkü istediği tek şey o kıza ulaşmaktı. O da bunu
istiyordu. Gözleriyle anlatmak istediği buydu.
Tuhaf bir düşünce sarmıştı donan dünyanın her yanını. Karşıdaki kız hayatına
girmeliydi. Hayatının kadını olmalıydı. Bunu anlaması için dünyanın durmasına falan ihtiyacı
yoktu.
Tatlı bir rüzgara, duygusal filmlerdeki aşkları kıskanacak kadar ihtiyacı vardı. O tatlı
rüzgar bu sefer karşısındaydı. Elini sallaması, onu çağırması veya gülümsemesi yeterli
olacaktı. Talihin garip oyunları olduğunu, daha genç yaşlarda öğrenmişti. Şu anda yaşadığı da
o oyunlardan biri miydi? Yıllarca bekledin ve karşına hayatının kadını çıktı ama onu elde
etmek için bir oyun oynaman gerekiyor. Ağır çekim oyunu.
Peki şimdi ne yapacaktı? Bir an önce o kızı istiyordu. Hemen harekete geçip kızın
yanına gidecek ve ona hissettiği her şeyi söyleyecekti. Ama nasıl? Bütün dünya durmuştu.
Talihin oyunları ha!
Ne kadar da güzel gülüyordu. Saçları, evet hayatında hiç bu kadar güzel saçları olan
birini görmemişti. Gözlerinin, bu mesafeden bile olağanüstü olduğu anlaşılıyordu. Boyu en az
kendisininki kadar uzundu, duruşunun ise dünyanın hiçbir yaratığında olmadığına emindi.
Kalbi yanmaya başlamıştı. Onu istiyordu ve bunun için her şeyi verebilirdi.
Doooo....
Bütün dünya ağır çekimde izlenen bir sahne gibi akmaya devam etti. Kıza ulaşmak bu
şartlarda imkansızdı. Hemen ne yapabileceğini kafasında bir tasarladı. Elinden ne gelirdi ki?
Sonuç, hiçbir şeydi.
Gürsoy, elini kaldırıp kıza bir el sallamak istediyse de bunun saatler alacağını
hatırlayınca, acıyla öfkelendi. Beyninin her köşesine aşk dolmuştu ve kalbi bu yoğunluktan
çıldırmak üzereydi. Bir daha asla böyle bir kız bulamayacağını bilmesi ise cabasıydı.
Kız, Gürsoy’a gülümsemeyi sürdürüyordu. Yüzü tatlılıktan iyice yayvanlaşmıştı.
Üzerine, göbek deliği açıkta kalacak bir tişört giymiş ve pantolonu bacaklarını tam anlamıyla
sarmıştı. Sağ elini kaldırıp, saçlarına götürünce Gürsoy, kalbinin durduğunu zannetti. Bu
kadar zarif bir insan olamazdı.
Kuuuu....
Kız, edalı bir baş hareketiyle geriye döndü.
Gürsoy, olanları anlamak için bilincini sadece kızın hareketlerine yöneltti. Eğer aklına
gelen şey oluyorsa kesinlikle çıldırırdı. Artık dünyayla, yani durmuş dünyayla bütün ilişkisini
kesmişti. Sadece o muhteşem kızın ne yaptığını seyrediyordu.
Kız, son bir kez Gürsoy'a baktı ve sırtını ona dönerek perona inen merdivenlere doğru
yürümeye başladı. Sanki onun yürüdüğü istikamette hiç kimse yoktu. Kimseye değmiyor veya
yönünü değiştirmek zorunda kalmıyordu. Yürüyüşü de en az kendisi kadar güzeldi.
3
Gürsoy, onun arkasından bakarken, vücudunun kıvrımlarının salınması, erkeklik namına
bütün duygularını harekete geçirmişti.
Çaresizlik, her şeyi yaşanmaz hale getiren bir fırtına bulutu gibi sardı metro
istasyonunu.
Kız merdivenlerin başına gelince durdu ve bir kez daha Gürsoy'a davetkar bir şekilde
baktı. Sağ elini kaldırıp havada bir şekil çizdi.
‘Aman Allah’ım beni çağırıyor.’ Beyni, dışarıdaki ölü hayatın aksine, bu kelimeyi
salisede bir tekrarlamaya başladı. Gürsoy’un vücudu hiçbir emre tepki vermiyordu. Beyni
patlamak üzereydi. Olamaz böyle bir şey diye haykırıyordu içinden.
Kız merdivenlerden çıkmaya devam etti. Az sonra topukları dahi gözükmeyecekti.
Zzzzz...
Gürsoy, beynine saymaktan vazgeçmesini emretti. Olabildiğince bağırması gerektiğini
söylüyordu. Eğer ağlamak böyle durumlarda işe yarasaydı kesinlikle hiç düşünmeden yapardı.
Hayatının en önemli şeyi gözünün önünden akıp gidiyordu.
Kız görünmez oldu.
Heeeeyy...
Gürsoy boğulduğu düşüncelerinden sıyrıldı, çünkü çevresi normale dönmeye başlamıştı.
Heey! Hey! Hey!
Kızın, biraz önce kendisine baktığı yere doğru avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Bekle! Hey! Bekle!
Etrafındaki insanlar, bir anda bağırmaya başlayan birine nasıl bakılırsa, öyle
bakıyorlardı Gürsoy'a. Ama onun umurunda bile değildi. Çünkü daha gecikmemişti.
Merdivenleri ancak çıkmış olmalıydı kız. Eğer acele ederse onu yukarda, bilet gişelerinin
orada yakalayabilirdi.
Metro istasyonu, yine aynı bunaltıcı gürültüsüne dönmüş, insanlar, Gürsoy’un durup
dururken bağırması haricinde hiçbir gariplik sezmemişlerdi. Hatta o kadın yine iğrenç
kahkahalarını sürdürüyordu. Metro, peronun ucunda görünmüş, herkes binmek için
yaklaşmıştı.
Gürsoy, terk etmekten vazgeçtiği sevgilisine dönmek isteyen bir aşık gibi aceleyle
merdivenlere koşmaya başladı. Artık hiçbir şey düşünmüyor, sadece kızı yakalayıp ona
hissettiği o inanılmaz duyguların eşliğinde kavuşmak istiyordu. Ne kadar şanslı olduğunu
düşündü koşarken. Ya her şey normale dönmeseydi ve hayat, kız tamamen uzaklaşıncaya
kadar öyle donuk kalsaydı. O zaman belki neler olduğunu bile düşünmeye zaman bulamadan
kafayı üşütürdü. Şimdi merdivenleri çıkacak ve o inanılmaz canlıya ulaşacaktı. Onu, eğer
kabul ederse dünyanın en mutlu insanı yapacaktı. Tabi ki kabul edecekti. Yoksa öyle bakar
mıydı? Yada kendisine el işaretiyle gelmesini söyler miydi. Gülümsemek böyle ilişkilerin püf
noktasıydı. Bu kadar güzel gülen ve bakan başka bir kız bulamazdı. Eğer kendisinden
hoşlanmasaydı bu denli davranmazdı.
Evet, tıpkı kendisi gibi o da istemişti bu ilişkiyi. Şimdi iş kendisine kalmıştı. Kızlar her
zaman nazı sever ve bunun gerçek aşkın süsü olduğuna inanırdı. Bunun hiçbir mahsuru yoktu.
Her şey çok güzel olacaktı.
Metro gürültüyle perona girdiğinde, Gürsoy merdivenlere ulaşmıştı. Kulaklarındaki
metro gürültüsü ve insanların koşuşturup araca yetişmek için çıkardıkları sesler çok sönüktü.
Beyninde sadece kızın, duyamadığı tebessümünün melodisi vardı.
Yukarda beni bekliyor diye keyiflendi. Gittikçe azalan mesafede, kıza ilk olarak neler
söylemesi gerektiğini düşündü. Aklına hiçbir şeyin gelmemesi normaldi. Çünkü aklı başında
değildi. Soluduğu hava, şimdi daha bir serin, daha bir ferahlatıcıydı. Bir az önce kalbini esir
alan çaresizliğin yerini, şimdiye kadar tatmadığı oranda büyük bir mutluluk almıştı.
Yürüyen merdivenleri birer ikişer çıkıyor, hızla hareket ediyordu. Hiçbir yorgunluk
hissetmiyor, kıza yaklaştığı her adım ona yeni bir enerji veriyordu.
4
Hayatının kadınını bulmuştu.
*
Merdivenin başına ulaştığında, çabucak gişelerin önündeki büyük koridora göz attı.
Görememişti. ‘Tabi göremem’ diye düşündü. Burada şu an herhalde yüzlerce insan vardı ve
bu şekilde onu asla bulamazdı.
Aklına orta okul yıllarında ki aşkı gelmişti. O kızı her zaman görür ve asla kaybetmezdi.
Hem de üniformaların aynı renk ve aynı modelde olmasına karşın. Sanki kızı kilometrelerce
uzaktan kokusundan tanır, gözleri kartal keskinliğindeymiş gibi yerini bulurdu. Aynı
duyguları şimdi de yaşıyordu. Kız buralardaydı, Gürsoy onun kokusunu alıyordu. Dünya’nın
hiçbir yerinde duyamayacağı kokusunu.
Bağırmak istedi ama ne yazık ki kızın adını bilmiyordu, aşağıda düştüğü gülünç
pozisyona burada da düşmek istemedi. Aslında önemli değildi. O kızı bulmak uğruna
giremeyeceği kılık yoktu. İyide ne diye bağıracaktı; ‘Aşağıda bana gülümseyen kız neredesin’
mi diyecekti?
Aklının böyle karışmasından dolayı gülümsedi.
Koşarak çıkış kapılarına ulaştı. Buradan bir yere gidemezdi. Bütün kapıları gören bir
yerde durdu. Bir yandan çıkış yapanları seyrederken diğer yandan da etrafı inceledi.
On dakika sonra hala bulamamıştı.
Gürsoy Köklü, büyüyen gözlerini kırpmıyordu bile. Belki gözümden kaçmıştır diye,
bakmadığı köşe kalmamıştı. Çıkış kapılarının yanından da hiç ayrılmamıştı. Bir yerde bir
hatamı yaptım diye düşünmüş ama hiçbir cevap bulamamıştı.
Onu kaybettim düşüncesini belki beş saat sonra getirecekti aklına, çünkü hala bir ümidi
vardı. Olmalıydı. Yoksa kafası, boynunun üzerinden, koparak yerde bir karpuz gibi
dağılacaktı.
Bir saat sonra yanına gelen metro güvenlik görevlisinin sözleriyle kendini biraz olsun
toparlamıştı. Adamın sorusu üzerine bir arkadaşını kaybettiğini söylemiş ve buradan başka
çıkış yolu bulunup bulunmadığını sormuştu. Güvenlik görevlisinin olumsuz cevabı,
duyabileceği en acı haber olmuştu. Kuş değildi ya bu kız, nereye gidebilirdi? Hem kendisini
çağırmamış mıydı? Ben seni yukarda bekliyorum anlamında bir el işareti değil miydi o? Ya o
gülüş? Ben seninim artık demek değil miydi?
Bir anda çöktüğünü hissetti. Hayatı anlamsızlaşmaya başlamıştı. Bu dünyada, insan eğer
istediğine kavuşamazsa, yaşamın ne anlamı kalmıştı ki? Aklına gelen düşünceler hep
ümitsizlik üzerine oldu.
Güvenlik görevlisinin rahatsız olduğunu belirten hareketiyle, kendisine direnen
ayaklarını harekete geçirdi ve oradan hızla uzaklaştı.
Talihi ona nasıl bir ceza vermişti? Yada neden?
(2)
“Teşekkürler.”
Sabah saat yediden beri, kalabalıktan dolayı mola alamamıştı. Öğle paydosuna on
dakikası kalmıştı ama yorgunluktan canı çıkmak üzereydi. Öğle paydosundan daha çok,
5
akşam olmasını istiyordu. Çünkü erkek arkadaşı kendisini iş çıkışı alacak, yemeğe
götürecekti. Erkek arkadaşını düşünmesinin sebebi biraz suçluluk duygusundandı çünkü
dikkatini bir erkek çekmişti. Aklını dağıtmak için durmadan yorgunluğunu ve erkek
arkadaşını düşünmeye çalışıyordu.
Şu an çalıştığı hamburgercide işe gireli altı ay ya olmuş, yada olmamıştı. Şimdiye kadar,
iki dakika önce siparişlerini götürdüğü genç gibi biri gelmemişti buraya. Farklı bir tipi vardı.
Hafif esmerdi ve yaramaz çocuklara özgü bir yüz ifadesi vardı. Saçları kısa ve geriye doğru
taranmıştı. Üzerinde kolları bileğinin biraz üzerine kadar katlanmış, beyaz bir gömlek vardı.
Sandalyedeki oturuşuna bakılırsa, atletik bir vücudu olduğu kesindi. Görünüşe göre hiçbir
kusuru yoktu. Oysa garson kız, onu dış yapısından dolayı ilginç bulmamıştı. Onun yüzünde
garip bir çekicilikle birlikte ümitsizlik vardı. Çok hoş biriydi ama yüz ifadesi aklını
karıştırmıştı. Masaların arasında dikilmiş, hamburgerlerini, iştahsızca ama bir o kadarda
dikkatle yiyen gence bakıyordu. Kendi erkek arkadaşının daha yakışıklı olduğunu düşündü.
Fakat arkadaşının yüzünde eksik olan bir şeyler vardı. “İfade!” Aklına aykırı düşünceler
uçuştu. İlk önce bu düşünceleri önemsemedi ama fark edince utandı. Bu düşüncelerden
sıyrılıp kurtulmak istedi. Bu genç eğer kendisine gülerse veya telefonunu isterse, ona
kesinlikle olumlu davranacaktı.
Ama böyle bir şey olmadı.
*
Gürsoy Köklü, garson kızın kendisine olan ilgisini hemen anladı. Lacivert bir
pantolonun üzerine, garip, yeşil bir gömlek giyinen kız, Gürsoy'un masasına servis yaptıktan
sonra, oralardan ayrılmaz olmuştu. Sanki bir fırsatını bulsa, konuşacaktı.
Dün gece saat dört buçukta yatmış, ve çok erken kalkmak zorunda kalmıştı Gürsoy.
Kendini hiç iyi hissetmiyordu. Sabahtan beri kaç tane hap yuttuğunu hatırlamıyor, hiç birinin
işe yaramamasına sinirleniyordu. Saat dokuzda evden çıktığında bir bardak sabah çayının
yanında bir dilim kek yiyebilmiş, bu saate kadar aç kalmıştı. Şimdide bayılmak üzere olan
midesini tekrar eski haline getirmek için bu hamburgerciye dalmıştı. Fazla bir şey
yiyebileceğini zannetmiyordu. Yinede içmeyi düşündüğü sert kahvelerden önce, midesi iflas
etmesin diye ön hazırlık yapacaktı. Genelde sabahları sağlam kahvaltı yapamadığı zamanlar,
diğer öğünlerde doğru düzgün yiyemezdi. Bu alışkanlığı, bir önceki işinden kalmıştı.
Garson kız hala masanın etrafında dolaşıyordu. Neredeyse durup, kendisini Gürsoy’un
kucağına bırakacaktı. Bu düşünce hiç hoşuna gitmedi. Gerçekten böyle bir şey olsa, nasıl
kurtulurdu, bilmiyordu. Sadece bunu yaşamamayı dileyerek kızla ilgilenmemeye çalıştı.
Garson kız, Gürsoy’un oturduğu sandalyeye o kadar yakın geçiyordu ki, bir seferinde kızın
kalçası, sandalyenin üzerinden taşan omzuna sürtündü. Gürsoy, kızı bir an kısa bir süre
inceledi ve onda kendini çeken bir şey bulamadı. Çok silik bir tipi vardı. Herhalde yirmi yıl
aynı yatağı paylaştıktan sonra bile, yolda görse hatırlayamazdı. Kızın suratını ezberlemek
için, muhakkak yanında onun bir resmini taşıması gerekirdi diye hayıflandı içinden.
Hamburgerci oldukça kalabalıktı. Genelde, üniversiteye hazırlık kurslarında okuyan ve
özgürlüğün tadını yaşamak için prova yapan gençler geliyordu buraya. Özellikle tavuklu
burgerine doyum olmuyordu.
Aklında onca şeyle dalmıştı düşüncelere. Kısa bir süre garson kızın flörtünü bile unuttu.
Yaşını düşünüyordu. Yirmi dokuz yıldır aradığı aşkı bulamamıştı. Belki aramamış, yada
doğru yerde aramamıştı. Bir çok kız arkadaşı olmuştu muhakkak. Bu garson kız gibi, bir çoğu
hayatına girmiş ve pek uzun süre barınamadan çıkıp gitmişlerdi. Ve asla tamam şimdi buldum
6
diyememişti. Ama metro istasyonundaki kız, bütün her şeyi alt üst eder gibi, hızla girmişti
hayatına. O hızla da çıkmıştı.
Hamburgerci, Taksim’in yıllanmış binalarından birindeydi. Yıllar sonra teknoloji süper
konutlar sunacaktı belki ama Taksim’deki bu yapılar asla yok olmayacaktı. Gürsoy, bunun
olmasını kimsenin istemeyeceğini biliyordu. Bu düşünceler pencere kenarında, aşağıda
yürüyen insanları seyrederken aklından geçiriyordu. ‘Ne garip!’ dedi kendi kendine, insanlar
bu caddeye geliyorlar ve kısa bir süre de olsa, bu ülkede değil de, başka bir ülkede
yaşadıklarını hissediyorlardı. Taksim’in bu tarihle yıkanmış caddesinde herkese yer vardı
muhakkak.
Gürsoy Köklü, camın pervazına kolunu dayamış ve aşağıdaki insanları seyretmeye
devam ediyordu, bir yandan da istediği sert kahvesinden yudumlar alıyordu. Üçüncü kattaydı
hamburgerci ve buraya sırf bu manzara için geliyordu. Karnını doyuruyor, kahveye ayırdığı
zamanla da aşağıdaki insanları seyrediyordu. Aklında bu insanlarla ilgili hikayeler kuruyor,
onların yüz ifadelerinden nasıl bir kişiliğe sahip olduklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Çoğu
zaman bu işe kendini o kadar kaptırıyordu ki, saatlerin geçtiğini anlamıyordu.
Ama bugün burada fazla kalamayacaktı. Çünkü eğer biraz daha durursa, garson kız
kendine tacizde bulunacaktı. Bu üçüncü sürtünmesiydi. Bir kedi gibi. Gürsoy neredeyse kızı
çağırıp bu hareketten rahatsız olduğunu anlatacaktı. Bunun komik olduğunu düşündü. Çünkü
bütün erkekler kendilerine bu tarz davranan kızlardan hoşlanırdı. Ama Gürsoy, nedense; bu
kızdan hiç hoşlanmamıştı. Şu kahvesini bir bitirsin, hemen buradan çıkıp gidecekti.
Eğer kız burada çalışmaya devam ederse, buranın devamlı müşterisi olmaktan
vazgeçebilirdi. Belki kızın çalışmadığı günleri öğrenir o zamanlar gelirdi buraya.
Güldü. Garson kızla ilgili biraz abartılı düşündüğünü fark etti.
Kahvesinden bir yudum daha aldı ve camdan aşağıya bakmaya devam etti. Bugünlük bu
zevki kısa sürecekti nede olsa. Olabildiğince zevkini çıkarmalıydı.
İstiklal Caddesi yine her zamanki gibi kalabalıktı. Kimi koşturuyor, kimi gezinti
yapıyordu. Çok şık giyinen insanların yanı sıra perişan kılıklılar da vardı aralarında. Karşı
binanın hemen altı bir kasetçi dükkanıydı ve dışarıya kurduğu müzik tesisatı sayesinde koca
caddeye, istediği müziği dinlettiriyordu. Mağazanın girişi oldukça kalabalıktı. İnsanlar sanki
çok ilginç bir yaratığı seyretmeye gelmiş gibi heyecanlıydı. Güzel kızlar, yakışıklı erkekler,
hayatın anlamını bu caddede dolaşarak çözmeye çalışan enteller, tinerci ve mendil satan
çocuklar, aileler, kısacası sanki herkes buradaydı.
“Başka bir arzunuz var mı?”
Bu soru karşısında zorda olsa seyrinden koptu ve korktuğu başına gelmiş gibi garson
kıza baktı. Bir an nasıl davranacağını, ne yapacağını bilmeyen bir sakar gibi hareket ettikten
sonra, gözü kahvesine ilişti. Dibini bulmuş bardağın ne anlama geldiğini biliyordu. Ya
yenisini içecek, ya da kalkacaktı. Az önce kahvesi bittiğinde kalkmayı düşünüyordu ama
şimdi yenisini sipariş etti. Garson kız, yüzüne alımlı alımlı gülünce neden bir kahve daha
içmek istediğini düşündü.
Tekrar caddeye bakmaya başladığında, insanlar yolun ortasından geçen nostaljik
tramvaya yol vermek için kenarlara sığınmışlardı. Aracın çıkardığı çan sesi, bir süre kulakta
kalan cinstendi. Gürsoy bakışlarını tramvayın ardından sürüklemeye başladı.Tramvayın
içindeki insanlar genelde yaşlıydı. Bunu net olarak göremese de, biliyordu. O araca hayatında
sadece bir kez binmişti. Genelde yanından geçerken içini seyretmekle yetinirdi. Yine çan
sesleri duyuldu ve tramvay gözden kaybolunca, bakışlarını devirdi.
Garson kız kahvesini getirdiğinde burnuna gelen yoğun parfüm kokusunu fark etti. Bu
kokuyu tanıyordu. Pahalı ve oldukça hoş bir kokuydu. Ama Gürsoy bu cilveye de cevap
vermeyecekti. Kıza teşekkür etmek için döndüğünde, garsonun yüzünde oluşan sırıtışa
sinirlendi. Buradan bir an önce kaçmalıydı.
7
“Benden herhangi bir şey isterseniz buralarda olacağım.” Kızın umut dolu konuşması,
belki de bir çoğunun yüreğini parçalayacak cinstendi.
Tabi buralardasın, neredeyse bana sürtünerek kendini tatmin edeceksin, diye düşündü.
Kaçarmışçasına kafasını yola çevirdi. Ve bir şey gördü. Çok çok kısa bir süre hayal görüp
görmediğini, yada dejavu denilen şeyi yaşayıp yaşamadığını anlamaya çalıştı.
“Çok güzel tatlılarımız var, denemek ister misiniz?”
Gürsoy aniden garson kıza döndü. Bakışları kızın üzerinde dondu. Sanki yükleme yapan
bir bilgisayar gibi duygusuzdu.
“Tatlı mı?” diyebildi.
“Evet tavsiye etmemi isterseniz karamelli ve meyve parçacık...”
Tatlı ha, kahvenin yanında hem de? Nefret ederim. Tıpkı senden nefret ettiğim gibi.
“Yo sağ ol.” Kafası dağılmıştı şimdi. Duyguları karışmış, kendini beceriksizmiş gibi
düşünmeye başladı. Bakışlarını yine, daima sürprizlere gebe İstiklal Caddesi üzerine devirdi.
Aşağıdaydı işte. Biraz önce gördüğü şey oradaydı, çok güzel bir kızdı. Tramvayın gittiği
yönden, kendinin bulunduğu binanın önüne doğru yürüyordu. Bu mesafeden bile kızın
hayatının kadını olabileceğini düşündü. Evet bu kadar çabuk karar veremezdi ama öyleydi
işte. İçine düşen bir ateş bunu doğruluyordu.
Onca kalabalığın arasında o apayrıydı. Hem rengi, hem yürüyüşü, hem de yaşayışı
farklıydı. Üzerinde el örgüsü bir bluz ve altında dar bir kot pantolon vardı. Ayakkabıları
köseleydi kösele olmasına ama sanki spor ayakkabı giyinmiş gibi rahat yürüyordu. Saçları
kapkara, teni ise bronzların en güzeliydi.
“Kızartma çeşitlerimizde oldukça güzeldir.”
Gürsoy beynine saplanan bir bıçağı çıkarmaya çalışıyormuş gibi hissetti kendini. Bu
lanet olası, Allah'ın karın ağrısı gitmemiş miydi hala? Kafasını çevirmeyecekti kesinlikle.
Eğer böyle bir şeye kalkışırsa çok tehlikeli olacağını biliyordu. Birincisi göz hapsine aldığı
dünyanın en muhteşem kadınını kaybedebilir, ikincisi elindeki sıcak kahveyi garson kızın
suratına atabilirdi. Bütün bunları yapmamak için, ama en önemlisi, aşağıdakini kaçırmak
istemediği için dönmeyecekti.
“Hayır bir şey istemiyorum.” Kendini anlaması için ses tonunu ayarlayabildiğini umdu.
Garson kız kırgın bir tonda onayladı, yavaş ve isteksizce ayrıldı. Eğer o an biri ona
dokunsa ağlayacaktı. Belki de bu işi sonraya bırakmaya karar vererek tuttu kendini.
Gürsoy, gitgide bulunduğu binaya yaklaşan kıza daha bir ilgiyle baktı. Yüz metre sonra
onu tam tepesinden görebilecekti. Ne yapması gerektiğine çabuk karar vermeliydi. Bu sefer,
bu kızı kaçırmamalıydı. İnsanın hayatında böyle anlar ancak birkaç kere yaşanırdı. Bir fırsatı
olmuştu daha önce, o anı asla unutamıyordu. Metro istasyonundaki kız ellerinin arasından,
uçan bir kuş misali yok olmuştu ve bir daha asla onu bulamamıştı. Ama bu sefer
kaçırmayacaktı. Fazla zamanı yoktu. Aklında bir plan hazırlamaya başladı. Kız binanın
önünden geçerken o da kapının önüne çıkmış olacak ve bir yolunu bulup dikkatini çekecekti.
Yapması gereken, dünyanın en zor şeyi olsa bile bunu yapacaktı.
Ancak seksen metre kalmıştı.
Elindeki sıcak kahveden ağız dolusu içerek, sanki onu bitirmezse cezalandırılacakmış
gibi davrandı. Aklına gelen şey Gürsoy’u biraz korkuttu. Hesabı ödemek için zaman
kaybetmemeliydi. Döndü, önüne gelen ilk garsonu yanına çağırdı. Şansı vardı ki, geldiğinden
beri kuyruğundan ayrılmayan kız yoktu etrafta.
Yetmiş metre.
Hesabı çabuk getirmelerini istedi. Bir yandan da aşağıya, sanki tanıdığı birini görmüş
gibi ilgiyle bakıyordu. Ayaklanırken kahvesinin son yudumunu da kafaya dikti.
Altmış metre.
Kahretsin gitgide yaklaşıyordu. Merdivenleri inmesi fazla zamanını almayacaktı ama
içinden bir his yinede acele etmesi gerektiğini söylüyordu. Garson bu sefer bir erkekti ve
8
elindeki küçük tepsinin üzerinde bir adisyon fişi vardı. Gürsoy, fişi kaba bir hareketle çekip
alırken diğer elini de cüzdanına götürdü. Amma da uzun sürüyormuş hesap ödemek diye
düşündü. Cüzdanından bütün para çıkınca neredeyse küfür edecekti. Paranın üzerini çok
çabuk getirmesini emretti garsona.
Kırk beş metre.
Gürsoy pencereden tekrar aşağıya baktı ve kızın daha çok yaklaştığını görünce para
üstünü almaktan vazgeçti. Tam o sırada aklına başka bir virüs bulaştı. Ya ara sokaklardan
birine dalarsa. Kırk metre içinde en az sağlı sollu dört tane ara sokak olmalıydı. Beyninin
ısındığını hissetti. Ve masadan ayrılarak aşağıya inmek için harekete geçti. Üçüncü kattaydı
ve ilk kez bu kadar yükseğe çıktığına, içinden bağırarak lanetler okudu.
Otuz üç metre.
İkinci katın merdivenlerine indiğinde paranın üzerini getiren garson onu yakaladı ve
durmasına sebep oldu. Paranın üzerini yine kaba bir hareketle alarak adımlarını hızlandırdı.
Yirmi beş metre.
Giriş katına ulaşmıştı. Artık birkaç saniye sonra kapının önünde olmayı hesaplıyordu.
Ama bazen insanlar istedikleri şeye ulaşmak için zor engelleri aşmalıydılar, Gürsoy’un
kaderindeki engelse garson kızdı. Kız soldaki tezgahların arkasından kendisinin dışarı çıkmak
üzere olduğunu görünce aceleyle yanına yaklaşmaya başladı. Gürsoy içinin buruştuğunu
hissetti. Kızgınlığı yaktı ciğerlerini.
On sekiz metre.
“Bakar mısın?”
İnanılacak şey değildi. Ne anlayışsız birisin diye düşündü. Seni istemiyorum. Benim
istediğim kişi az sonra kapının önünden geçecek olan kız. Ama garson kız hedefe kitlenmişti
bir kez, aklından geçenleri yapacaktı. Giriş katı kalabalık değildi. Müşteriler bu katta sadece
siparişlerini verirler, daha sonra üs kattaki oturma yerlerinden birini seçerlerdi.
“Biraz konuşabilir miyiz?” Garson kız bunları söylediğinde, kapıdan çıkmak üzere olan
Gürsoy’a yetişmişti.
Allah belanı versin diye geçirdi içinden. Eğer senin yüzünden o kızı kaçırırsam senin
canını yakacağıma yemin ederim.
On metre.
Gürsoy kapıya ulaştığında, gözleri de o muhteşem yaratığı bulmuştu. Gerçekten bu kızı
istiyordu. Onun yüzündeki hülyada kaybolmak istiyordu. Kanının sıcak aktığını hissetti. Ve
başı dönmeye başladı. Kız kendisine bakıyordu.
Kapıyı açıp kendini dışarı attığı sırada arkasından garson kızın ısrarla seslendiğini ve
hiç pes etmeyecekmiş gibi geldiğini hissetti.
“Şiimdii oollmaaazzz...” sesi ağırlaşmıştı.
Gürsoy başını tekrar kızın geldiği yöne, ağır çekimdeymiş gibi çevirdi. Onu görüş
alanının içine aldığında, İstiklal Caddesinin üzerindeki dünya yavaşlamaya başladı. İnsanların
hareketleri gitgide donuklaştı. Ama, gözünü hiç ayırmadığı kızın hareketlerinde hiçbir
değişim olmamıştı. Bu anı yaşadığını hatırladığında kan beynine sıçradı. Arkasındaki ve
önündeki dünya tamamen durmak üzereydi.
Beş metre.
Bu sefer başarmalıyım diye düşünerek hızla adımını attı ama kesinlikle onu
tamamlaması yüzyıllar alacaktı. Az sonra önünden geçecek olan kız, Gürsoy’un gözlerinin
içine bakıyor ve neredeyse ‘beni takip et, bende senden çok hoşlandım’ diye konuşuyordu.
Kalbinin tıpkı önündeki insanlar gibi durduğunu zannetti. Yoksa bu kadar acı çeker miydi?
Bir metre.
Hayatının kadını gözünün önündeydi, hatta elini bir uzatabilseydi onu kolundan
tutabileceği mesafedeydi. Ama o, gözlerinin içine, ‘sana dünyanın en güzel aşkını vereceğim’
9
der gibi bakarak, yürüyordu. Yine bütün dünya durmuştu. Sadece kız ve kendi düşünceleri
hareket ediyordu.
Arkasından kendine doğru gelmeye çalışan garson kızı düşündü. Hayır böyle kadınlarla
yapamazdı o. Bütün acılar bir olup göğsüne basınç yapmıştı sanki. Dur, beni bekle demek için
ağzını açmak istedi ama sonuç vermeyeceğini biliyordu. Bir şey yapmak istiyordu. İyide ne?
Kız önünden geçerken Gürsoy’a güldü. Işıldayan yüzü daha da aydınlanmıştı şimdi.
Davetkardı. Ama adımları aktı gitti. Biraz uzaklaştıktan sonra döndü ve ‘gel’ der gibi yine
güldü. Gürsoy’un beyninde bir balyoz, düzenli ve süratli bir şekilde çarpıyordu.
Yaklaşık otuz metre sonra, kalabalığın arasında görünmez oldu. Artık yoktu. Biri,
kafasının içini ateşe vermiş gibiydi.
Kısa bir süre sonra, her şey yavaş yavaş eski haline dönüştü. Gürsoy adımını tamamladı
ve ağzından kendinin de anlamadığı birkaç kelime çıktı. Şimdi kızın peşinden koşmanın
zamanıydı. Hiçbir işe yaramayacağını biliyordu ama yapacaktı.
“Dur bir saniye.”
Garson kız tam arkasındaydı ve neredeyse onu durdurmak için çelme çakacak kadar
gözü dönmüştü. O kadar delirmiş gibiydi. Gürsoy ne garson kızı, ne de İstiklal caddesinin
üstündeki insanları düşündü. Onun aklında sadece, biraz önce hayatının en değerli şeyini
kaçırdığı gerçeği vardı.
Bir daha böyle bir fırsat geçmeyecekti eline. Koşmaya başladı. Kızın gözden
kaybolduğu yöne doğru gidiyordu. Garson kız kapının önüne çıktığında, ondan kaçtığını
zannedecekti ama hiç umurunda değildi.
Neler oluyor tanrım? Neden böyle oluyor? Tam buluyorum dediğim sırada onu elimden
kaçırıyorum. Yoksa bu bana çektirdiğin bir ceza mı?
Başka bir şey gelmiyordu aklına.
*
Tam bir buçuk saat koşmuştu deliler gibi. Caddenin girilmedik sokağını, bakılmadık
köşesini bırakmamıştı. Bulamayacağını bile bile bütün enerjisini harcamıştı. Sonunda ücra bir
köşeye sığınarak, sinirinden ağladı.
Mantığı da, aklı gibi ağlıyordu.
Olamazdı böyle bir şey.
(3)
Her şeyden o kadar çabuk sıkılıyordu ki, yaramaz bir çocuk kral gibi, önüne sürülen
bütün güzelliklere burun kıvırıyordu. Hayatını renklendiren kalıcı hiçbir şeyin olmadığına
inanıyor, bu düşünce beyninde bir kısır döngüye dönüştüğü için, içinden çıkılmaz bir hal
alıyordu.
Çok farklı şeyler denemişti yirmi iki yıllık hayatında. Aklına koyduğunu, ne kadar
saçma veya ne kadar aykırı olsa da yapar, sıkılması fazla sürmezdi.
Erkekler adeta onu seksten soğutmuştu. Hiçbirinin yaratıcı olmayışı, ve kendilerini ispat
çabaları oldukça komikti. Aslında erkeklerin komiklikleri hakkında kitap yazacak kadar
bilgiye sahipti. Bir ara kadınlara ilgi duymanın nasıl olacağını merak etti. Bu tarz kadınların
10
gittiği bir bar bulunca, bir iki kadınla bu iş üzerine sohbetler yaptı. Olmadı daha baştan
sıkılmıştı. Çünkü kadınların hepsi salaktı. Hem de erkeklerden bile.
Bugün yine farklı bir şeyler bulma ümidiyle dışarı çıkacaktı. İçinde garip bir his,
olabildiğince uçuk giyinmesini söylüyordu. Saçlarını ve makyajını elinden geldiği kadar aptal
yapacak, sonrada aylak aylak caddelerde dolaşıp, kendine eğlence arayacaktı. İnsanlar ona
garip bir aşağılamayla bakacak ama eğlenen taraf kendisi olacaktı. Hiçbir şey umurunda
olmadığı için, istediği şeytanlığı yapabilecekti.
Annesi yetmişli yılların ünlü mankenlerinden biriydi. Oldukça hızlı yaşayan babası ise
zenginliğin vermiş olduğu güvenle, bu güzel ve seksi mankenle aşk yaşamaya başlamış, her
nasıl olmuşsa evlenmişlerdi. Bu evlilik, tek bir ürün vermişti, o da kendisiydi. Öylesine yılışık
bir aile yapısı vardı ki, annesi gizli gizli erkek arkadaş ediniyor, babası ise parasıyla yabancı
ülkelerde küçük kızların peşinde koşuyordu. Kızı için ise bolca para harcıyor ve serbest
bırakıyordu. Annesi onu evde uyuşturucu içerken yakaladığı zaman, sadece bu işi yapmak
için yaşının genç olduğunu söylemiş ve olayın üzerine gitmemişti. Sonunda on yedi yaşında
evden ayrılmış, kendi başına yaşamaya başlamıştı. Ailesinin boşanması, evden ayrıldıktan
sonra uzun sürmedi. Kızlarıyla, başkalarıyla yaşarken sadece parasal konularda diyaloga
giriyorlardı.
Öğle güneşi kararlılıkla ısısını arttırmaya başladığında, mutfaktan aldığı elmayı
üzerindeki sabahlığına silerek parlattı. Elmanın yarısına geldiğinde sıkıldı, mutfak tezgahının
üzerindeki yığılı bulaşığın arasına basket attı. Saatine sıkça bakmaya başlamıştı. Tam bu
saatlerde kargo şirketi, babasından istediği paketi getirmek üzereydi. İki ay önce Hollanda’ya
giden babası, oradan bir şey isteyip istemediğini sorunca hiç tereddüt etmeden bir sipariş
listesi oluşturup eline tutuşturmuştu. Yaklaşık yirmi tane Cd, bir tane, altmış sekiz kuşağı
çiçek çocuklarının taktıkları güneş gözlüklerinden ve bir çok ufak tefek şeyin olduğu bir
listeydi.
Beklemek kadar sıkıldığı başka bir şey olmadığından, kendini yatak odasına attı. Elbise
dolabının içindekileri yatağın üzerine boşalttı. Elbise seçmekten de nefret ederdi ama bugün
saçına uygun bir şeyler bulmalıydı. Şöyle çılgın şeyler. Elbiseleri karıştırırken aklına bir fikir
geldi. Yüzündeki ışıltıdan pekte masum bir düşünce olmadığı belli oluyordu. Eğer kargo
şirketinden gelen kişi genç biriyse, onunla biraz kafa yapabilirdi. Hemen aklına yapabileceği
şeyler gelmeye başlayınca, keyfi arttı.
Geçen sonbahar aldığı, çamaşır ipini andıran kalın iplerden çok seyrek örülmüş, adeta
küçük bir madeni paranın sığabileceği kadar seyrek, turuncu bir transparan bluzu seçti. Seksi
olabilmek için, altına en uygun sutyeni giyindi. Aynanın karşısında kendisine baktığında
oldukça seksi ama bir o kadarda uçuk bir kız gördü. Aynaya yüzünü yanaştırınca, çıkık
elmacık kemiğinin burnuna yakın bölümünde küçük bir sivilce gördü ve sinirlendi. Sonra
zamanın azlığını düşünerek, gelen kuryeyi külotuyla karşılamak istemediği için hemen deri
pantolonunu çekti altına. Evde ayakkabı giyilmesi konusunda kararını hiçe sayarak, annesine
zorla aldırdığı kan kırmızısı köselelerini giyindi. Sanki içinde sevgilisini karşılamak için
hazırlanan birinin telaşı vardı. Heyecan, özlediği bir duyguydu.
Koşarak tuvalet aynasının karşısına gitti. Kaşlarına jöle sürerek şekliyle oynadı. Bunu
lezbiyen birinden öğrenmiş ve çok hoşuna gitmişti. Sol gözünün altına, yeni çıkan sivilcesinin
üzerine gelecek şekilde, uçuk yeşil üç tane pulu, küçük bir üçgen oluşturacak şekilde
yapıştırdı. Kısa bir süre daha neler yapabileceğini düşündü. Dudaklarını lâciverte yakın bir
mora boyayınca ayna karşısında kapkaranlık, bir o kadarda gizemli bir görüntü oluşmuştu.
Gelen kurye kim bilir ne tepki verecekti. Yüzündeki ifadeyi görmek için tekrar saatlerce
uğraşabilirdi. Şimdi canı sıkılmıyordu.
Boynuna Budizm kokan kolyeler taktı ve bileğini deri işlemeli bilekliklerle doldurdu.
Aklına geldikçe geliyordu. Oldukça uçuk olmak istiyordu, bu yüzden elindeki bütün imkanları
kullanacaktı. Çekmeceden çıkardığı bir kutudan üç yüzük ayırdı. Birinin üzerinde ağlayan
11
yaşlı bir kadın figürü vardı. Hepsini sol elinin uygun parmaklarına takarken, dış kapının zili
çaldı.
*
EG Kargo şirketi, bugün Gürsoy Köklü’yü oldukça yoğun bir iş temposunun içine
atmıştı. Yaklaşık, sabah saat yedi buçuktan beri, verdikleri steyşın bir arabayla oradan oraya
koşuşturup duruyordu. Bir ara hava alanında çıldıracağını zannetmişti. Bant sorumlularından
biriyle neredeyse kavga edecek, başını bir trafik polisiyle belaya sokacaktı. Öğle yemeği
öncesi, Avrupa Yakasındaki bir çok paketi yerlerine ulaştırmış, sonrada Anadolu Yakasındaki
iki paketini vermek için karşıya geçmeye başlamıştı. Ama her şeyden önce karnını doyuracak,
ancak o zaman işine kaldığı yerden devam edebilecekti. Bu yakadaki işlerini eğer erken
bitirebilirse, akşamüstü kız kardeşini alacak ve söz verdiği gibi onu sinemaya götürecekti.
Kardeşi kendisiyle önemli bir konuda konuşmak istediğini söylemişti. Konuşacağı şeyleri
kesinlikle merak ediyordu. O yüzden yemek molasını kısa kesmeliydi. İlk önce arabayı park
edecek uygun bir yer aradı. Sonrada sanki çok acelesi varmış gibi, ayak üzeri bir döner ekmek
yedi ve büyük boy bir ayran içti. Yemeğin hemen ardından, sodasıyla sigarasını içmeye
başladı. Üsküdar Meydanındaki büfecilerden birinin önündeydi. Sanki sokak defilesi varmış
gibi etraf güzel giyinmiş kızlarla doluydu. Gürsoy bir çoğunu beğendi. Ama hala aklı
meşguldü. Kargo şirketine girdiğinden bu yana çok yoruluyordu. Son zamanlarda
yorgunluktan kötü kötü rüyalar görmeye başlamıştı.
Gürsoy, sodasının bittiğinin farkına varınca çabucak saatine bir göz attı, daha öğle vakti
olduğunu gördü. Erkenden işini bitirecek ve kardeşine daha çok zaman ayırabilecekti. Arabayı
park ettiği yerden aldı ve kalan iki paketin adreslerine bir kez daha göz gezdirdi. Büyük olan
paketin adresi hemen yolunun üzerindeydi. Bir fotoğrafçı dükkanına aitti. Steyşını meydandan
çıkararak, sahil yolunda ilerlemeye başladı.
Son bir haftadır aklından çıkmayan görüntüler, hayatının kadını olduğuna inandığı o iki
kız. Neler oluyor bilmiyordu? Onları ne kadar istediyse, bir türlü elde edememişti. Garip olan
ise dünyanın bile kendisine engel oluşuydu. Her şey donuyor ve hareketini kısıtlıyordu. Acaba
gerçekten hayal mi görüyordu? Yoksa bilmediği bir şeyler mi oluyordu? Durum her ne olursa
olsun, her iki durumda da başaramıyordu. Bir kez daha olacak mıydı aynı şey? Olursa ne
yapacaktı? Gerçi yapacağı bir şey yoktu ya.
Radyosunun iki numaralı hafıza düğmesine bastı, tatlı bir melodinin arabanın içine
dolmasına izin verdi. Trafiğin bu yoğunluğunda en fazla on dakika sonra elinde kalan
paketlerin ilkini adresine ulaştıracaktı. Bu bölgeyi sokak sokak, cadde cadde biliyordu. O
yüzden adres sormasına gerek kalmadan yönünü rahatça bulabildi.
Soy fotoğrafçılık yazılı tabelanın altında park etti, paketi aceleyle dükkana bıraktı.
Gerekli yerleri imzalattıktan sonra yine çabucak dükkandan çıktı. Arabaya binince ne kadar
becerikli olduğundan dolayı kendini kutladı. Çoğu kez, zaman bile tutardı seriliğini ölçmek
için. Arka koltuktaki son paketi eline aldı. Üzerindeki konşimentodan adrese baktı ve yüzünü
biraz buruşturdu. Adres bulunduğu yere en az yarım saat uzaklıktaydı. Moralini
bozmayacaktı. Çünkü bu işi bitirdiği zaman, saat ancak iki olacak ve EG kargo şirketini
arayarak işinin akşama kadar bitmeyeceğini söyleyerek, birkaç saat zaman kazanacaktı.
Arabaya aldığı yeni koku içinde hoş bir duygu uyandırmıştı. Müzikte bu duygusunu
destekler gibiydi. İşini erken bitirmenin huzuruyla son kargosunu vermek için gaz pedalına
bastı. Çocukluk yıllarında, ‘büyüyünce ne olacaksın?’ Sorusuna karşılık, şoför olacağını
söylerdi. O yıllarda bile arabalara karşı ilgisi oldukça fazlaydı. O günleri hatırlayınca daha bir
hoşnutluk içinde sürdü arabayı.
12
Aklına, o iki kızı hiç getirmek istemiyordu. Aksi halde canı fena halde sıkılıyordu.
Adresteki binanın önüne gelerek, arabayı park edecek uygun bir yer aradı. İki katlı bir
yapıydı burası: Önündeki dört beş arabalık park alanında, sadece bir tane eski model araba
vardı. Kargo arabasını o eski arabanın yanına park etti ve dış kapıya doğru yürümeye başladı.
Burada yaşayan ailenin maddi sıkıntı diye bir derdi olduğunu zannetmiyordu. Zaten
bırakacağı pakette Hollanda’dan geliyordu. Konşimentonun üzerindeki isim bir kadına aitti.
Umarım evdesiniz bayan Berna diye düşündü ve kapının hemen yanındaki garip megafonlu
zile bastı.
“Eğer gereksiz birisi isen canını yakmadan buradan defol.”
Gürsoy neredeyse sıçrayacaktı. Şaşırmak kelimesi hissettiği şeyin yanında biraz aptalca
kaçardı. Onunki garipsemeydi. Bu yüzden kaşlarını astı ve başını hafifçe geri çekti.
Megafondan yükselen bu tok ve emin ses o kadar küstahtı ki, neredeyse cihazın içerisinden
yüzüne doğru soğuk bir rüzgar esecekti.
“Evet.” Megafondan tekrar aynı ses duyuldu. Ama bu sefer küstahlığın yerinde başka
bir şey vardı. Belki biraz sevinç veya sevinç değil de, bu duygunun açlığı olabilirdi.
“EG kargodan geliyorum, bir paketiniz var. Berna Karal için.” Gürsoy kendini biraz
garip hissetti. Sesini duyduğu kişi yaşlı birine benzemiyordu. Sanki sesi kadar güzel birine
benziyordu.
“Tamam. Yalnız sizden bir şey rica edeceğim, dün akşam alkolü biraz fazla kaçırmışım
bu yüzden aşağıya inecek halim yok, eğer mahsuru yoksa onu yukarıya yanıma getirebilir
misin. Eğer kabul etmezsen...” konuşma susmuştu. Gürsoy’a megafondaki ses biraz
eğleniyormuş gibi gelmişti. Fakat sesin tatlılığı merakını bir kat daha arttırdı.
“Yo yo hiçbir mahsuru yok. Kapıyı açarsanız paketinizi yanınıza getirebilirim.”
Sesindeki merakı ve azda olsa heyecanı belli etmemeye çalışarak konuştu.
“Bu şirketi seviyorum, yardım için ellerinden geleni yapıyorlar.” Hiçte dün akşamdan
kalma bir sese benzemiyordu.
Ardından kapı otomatiğinin sesi duyuldu. Gürsoy kapıyı açar açmaz, mistik bir kokuyu
fark etti evin içinde. Tütsü satan dükkanlar gibi kokuyordu. Anlaşılan bu bayanda tütsü
delisiydi. Tam içeri gireceği sırada megafonun sesiyle duraladı.
“Odam ikinci katta, koridorun sonundaki oda. Şimdiden teşekkürler.” Neredeyse
gülecekti ses. Megafonun kapatma sesi duyuldu.
Az sonra neler olduğunu anlarız diye düşünerek tütsü kokulu eve daldı. Girişteki geniş
hol irili ufaklı bir sürü bibloyla doluydu. İğrencinden tut çok pahalısına bir sürü ıvır zıvır. Sol
duvardaki ağaç oyması büyük kızıl derili silueti ilginçti. Sağdaki ayakkabılıkta neredeyse her
renk vardı. Merdivenlere giden koridorun tavanından bir sürü, ne olduğu anlaşılmayan şey
asılıydı. Eğer rotasını doğru düzgün çizemezse, bir şeylere çarpması içten bile değildi. Bu
şeylerin bir çoğu ses çıkaran cinsten olduğu için eğilerek yürümesi gerekiyordu. Merdivenin
başındaki, koca göbeğiyle oturan Buda heykelinin yanına gelene kadar, iki kere ses çıkarmıştı,
gerisini başarıyla atlattı. Bir yuvarlak oluşturarak yükselen merdivenlerin iki ucunda da, yarı
erimiş mumlar vardı. Gürsoy tanık olduğu bunca şeyden sonra bu evde yaşayan kişinin ne
olduğunu tahmin edemiyordu. Azıcık zamanı olsa hayal etmek zevkli olabilirdi.
Ustalıkla ışıklandırılmış merdivenleri, koşarak çıktı. Aslında ev, içindeki dekorasyonu
haricinde gizliden içine sinmişti. Ama evin sahibi kendisi olsaydı, bu kadar abartmazdı. Sol
elindeki paketin sahibinin bulunduğu odayı uzaktan gördü ama içeriyi bu mesafeden
kestiremiyordu.
Sanki kulaklıktan geliyormuş gibi tiz bir müzik sesi yayılıyordu.
“Af edersiniz.” Gürsoy temkinli adımlarla odaya ilerlemeye devam etti.
“Buradayım doğru ilerleyin lütfen.” Sevimli bir ses, hiç bu kadar tuhaf çıkamazdı
herhalde.
13
Buradaki kısa koridora, yoğun bir şekilde kahverengi hakimdi. Bir boy aynasının
yanından geçerken korkar gibi oldu. Sonra bulunduğu ruh haline şaşırdı.
Odadan içeriye girdiğinde şaşkınlığı tahmin edemeyeceği kadar arttı. Karşı taraftaki
kanepeye uzanmış çok güzel bir kız vardı. Gözünün önüne daha önce kaçırdığı iki kız geldi.
Aynı duyguları hissetmiyordu ama yinede içindeki kıpırtı garip bir şekilde kendisini
utandırmıştı. Kapalı, büyük ekran televizyonun hemen yanında, daha on dakika önce yakıldığı
anlaşılan bir tütsü, dumanlarını salıyor ve odanın kokusunu daha da ağırlaştırıyordu. Gözüne
çarpan başka bir şey daha vardı. Dikkatini o yöne doğru yoğunlaştırınca, duvardaki garip
kılıklı insan resimlerini gördü. Kimi uzun sakallarıyla bir filozof gibi bakıyor, kimi ise
kızgınca bir şeylere isyan ediyormuş gibi bağırıyordu. Yerlerde birçok CD dağınık halde
duruyordu. Müzik setinin ışıkları yanıyor ama ses çok derinden geliyordu.
“Evimi beğenmemiş gibisin dostum.”
Bu sıcak konuşma karşısında Gürsoy neredeyse kekeleyecek veya konuşamayacaktı.
“Yo... hayır... aksine oldukça değişik geldi bana.” Sonra cesaretini toplayarak devam
etti. “Bu evin dekorasyonu size mi ait?” Alakasız konulardan sohbet açmaya çalışıyordu.
“Evet tamamen benim zevkime uygun döşendi ama sıkıldım artık, değişiklikler
yapacağım. Benim için güzel olması önemli değil, ilginç olması önemli.” Kız, gözlerini
kısmış bir şekilde kuryeye bakıyordu.
Yattığı yerden hafif etine dolgun olduğu belli oluyordu. Üzerindeki transparan giysinin
içindeki beyaz vücudu davetkar bir biçimde sergileniyordu. Çenesinin şekli, gülüşünü bir kat
daha güzelleştirmişti.
“İlginçliği konusunda zannettiğinizden çok daha fazla başarılı olmuşsunuz.” Dikildiği
yerde rahatsız olmuşçasına kıpırdandı. “Paketi nereye koymamı istersiniz?” Kızın pekte
sarhoşmuş gibi görünmeyen, aksine daha çok sağlıklı birininkini andıran yüzüne bakıyordu.
Sesindeki davet edilme isteğini gizleyememişti.
“Bana verebilir misin onu?” Elini havaya kaldırarak getirmesini işaret etti. Gülümseyişi
garipti. Koltuk altını görünce, Orhan Veli’nin bir şiiri geldi aklına.
“Tabi.” Gürsoy bir kez daha heyecanlandı. Umduğundan fazla kalmıştı burada ve biraz
daha kalmak, hiçte fena bir fikir olmazdı.
Berna, yanına yaklaşan kuryeye yer açmak istermiş gibi uzandığı yerden doğruldu ve
oturdu.
Gürsoy harekete geçtiğinde, bir an dünyanın ve hareketlerinin yavaşladığını zannetti
ama şükürler olsun ki şimdilik böyle bir şey olmadı.
Paketi eline alan kız sanki sıradan bir şeymiş gibi oturmasını söyledi ve bu teklifi ört
bas etmek için hemen paketi açmaya başladı. Kısa bir süre sonra ayaktakinin oturmadığını
görünce teklifinde ciddi olduğunu belli eden bir el hareketiyle tekrar oturmasını söyledi. Bu
sefer istediği olmuştu.
Gürsoy, elinin ayağının boşaldığını hissediyordu. Kızın vücudundan gelen hoş koku
kendisini cezp ediyor, buda kalbinin ritmini artırıyordu. Saçları oldukça değişik boyanmıştı.
Yanağındaki pullar oldukça ilgi çekiciydi.
“İstediğim her şeyi göndermiş babam.” Elindeki CD’leri gelişi güzel ayağının dibine
bıraktı ve diğerlerini de ahşap sehpanın üzerine. “Babaların görevleri sadece çocuklarının
isteklerini karşılamak olmamalı öyle değil mi?” Yaptığı belki de roldü ama yinede içten
söylemişti.
“Babalar konusunda benimde bir takım düşüncelerim var ama herhalde seninki kadar
acımasız değildir.” Bunu neden söyleme gereği duyduğunu bilmiyordu ama fazlada
garipsemedi.
“Anlaşılan ailenle aran oldukça iyi.” İlgiyle bakıyordu kız.
“Oldukça iyidir.”
“Bunun değerini bilmelisin dostum.”
14
Kızın sesindeki bir anlık ciddiyet onu biraz daha güzelleştirmişti sanki. Elindeki paketi
bir kenara bırakarak Gürsoy'a dönen kızın yüzündeki ciddiyet, değerini yitirmiş gibiydi.
“Biliyor musun ailelerden konuşmaktan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret
etmem. Bir gün bunun sebebini sana anlatırım.” Güzel gözlerini kısmış, nefesinin hoş
kokusuyla erkeği baştan çıkarmak istermiş gibi yaklaşmıştı.
“Bunun için sana zaman ayırmaktan çok hoşlanırım. Benim gibilerine paylaşımcı
derler.” Gürsoy, kızın bu denli samimi olmasını garipsedi. Onda garip bir farklılık vardı. Eğer
bu anı başarıyla yaşayabilirse, kuryecilik hayatında geçirdiği en ilginç gün olarak
hatırlayacaktı.
“Dur sana içecek bir şeyler vereyim, tabi acelen yoksa.” Bakışları, Gürsoy'a sanki
teklifimi kabul et der gibi bakıyordu.
“Acelem yok, bugünlük işim bitti.”
“Çok güzel!”
Berna, tuhaf bir sevinç gösterisi yaparak kuryenin yanağını öptü ve hiçte alkollüymüş
gibi davranmadan odadan çıktı. Kız ayağa kalkınca boyu belli oldu. Neredeyse kuryeden bile
uzundu. Yürüyüşü çok asil değildi ama yinede insanın kalbine sıcaklık veriyordu.
Gürsoy bir an keyfinin son safhada olduğunu anladı. Oturduğu yerde sanki yapması
gerekeni yapıyormuşçasına rahatça saldı kendisini. Gözü bir yandan duvardaki resimlere
ilişmişti. Daha neler düşüneceğine karar vermeden, Berna elinde iki bardak dolusu meyve
suyuyla içeri girdi. Birini Gürsoy'un ayak dibine bıraktı, diğerini de kendi oturacağı yerin
yanına koydu. Kız bu sefer kuryeye daha da yakın oturdu.
“Son bir haftadır her şeyden o kadar çok sıkıldım ki inanamazsın. Senin aklına değişik
bir şeyler geliyor mu?”
İşte tuzak soru.
“Ne gibi değişik şeyler?” Gürsoy gerçekten merak etmişti.
“Bir bilsem yapacağım ama aklıma bir şey gelmiyor.” Hülyalara dalmışçasına
bakışlarını karşısında ki erkeğin gözlerinin içine devirdi. Ama Gürsoy, o bakışlarda başka bir
şey görebiliyordu. Arzu.
Biraz düşünecek zaman kazanabilmek için eğilip meyve suyunu aldı ve ağız dolusu bir
yudum içti. Karşısındaki kızda aynı hareketi yaptı ve tekrar döndü. Nefesi keskin vişne
kokuyordu artık.
“Kız arkadaşın var mı?”
“Hayır.” Neden bu kadar telaşlı konuştuğunu anlamamıştı. Bir an için ağzından
çıkanlara engel olamayacağını zannetti.
Tütsü bitmiş ama kokusu yoğunluğunu sürdürüyordu. Odanın içinde garip bir hava
vardı. İnsan dışarı çıkmak istemiyordu. Günlerce burada oturup miskin miskin televizyon
seyredebilirdi. Pencereden, perdeler yüzünden gün ışığı sızmıyordu, odada tamamen yapay
ışık kullanılmıştı. Buda odanın daha gizemli olmasını sağlıyordu.
“Yaşadığın en çılgın anını bana anlatsana.” Berna bir anda konuşmaya başladı. Sesinde
gerçekten aç bir merak vardı.
“Benim yaptığım çılgınlığımı, yoksa başımdan geçen herhangi bir olayı mı?”
Gürsoy, olanları düşündü. Buraya bir paket bırakmaya gelmiş ama bu kız tarafından
evine davet edilmişti. Buraya kadar çokta garipsenecek bir şey yoktu ama gel gör ki sorduğu
sorular ne davetinin amacını ortaya koyuyordu, ne de ne yapmak istediğini. Bildiği tek şey bu
kıza biraz daha yakınlaşmak istediğiydi. Eğer öyle olursa kendini şanslı hissedecekti.
“Ne biliyim aklından çıkmayan bir şeyi anlat bana.” Bakışlarını çekmeden istekli
olduğunu belli etti. İçindeki eğlenme duygusunun yerini garip bir his almıştı. Belki de bu
çocuktan hoşlanmıştı. Beklediği gibi kendisinden faydalanmaya çalışmamıştı. Eğer öyle
olsaydı onunla bayılana kadar dalga geçebilirdi. İşler biraz değişmiş görünüyordu. Hiç bu
kadar doğal birini beklemiyordu.
15
Gürsoy, aklına ilk gelen ilginç anısını anlatırken aklından geçenleri de
engelleyemiyordu. Bu kızdan hoşlanmıştı. Hemen hemen her şeyi tam kendine göreydi. Gerçi
her şeyi denemez çünkü, giyim tarzı ve yaşam rahatlığı kendine uymuyordu ama bir şeyler
onu kendine çekmişti. Karşısında ilgiyle kendisini dinlerken aklını başından alıyordu. El
hareketleri yüz mimikleri ve oturuşu, neredeyse kendisini bir düş sahnesine itmek üzereydi.
Bir ara Berna kalktı ve yeni bir tütsü yaktı. Ne olduğu anlaşılmayan müziği de
değiştirdi, şimdi yine anlayamadığı bir şeyler çalmaya başladı. Belki ilerleyen dakikalarda
neden böyle müzik dinlediğini sorabilirdi. Kız tekrar yerine geldiğinde Gürsoy anısının
sonuna gelmişti.
“İşte bu kadar.” Diyerek son cümleyi masum bir çocuk gibi koymuştu. Aralarındaki kısa
sürede oluşan samimiyete güvense de, çok rahat davranmıyordu.
“Çok korkmuş olmalısın.” Berna, içinden gelmiş gibi Gürsoy'a yaklaştı ve onu öpmek
istediğini belirtti.
“Yaaa...” Gürsoy kızın bu yakınlaşmasından dolayı heyecanlandı. Daha önce hiç bu
kadar kimseyi istemediğini düşündü. Evet öpmesi için izin verecekti ama, ya dünya yavaşlar
ve onu kaybedersem diye de korktu . Aklına gelen bu yeni şeyden dolayı sinirleri gerildi. Bir
anda hızla hareket etmeliydi, yoksa her şey yavaşlayacak ve elindeki bu fırsatı kaçıracaktı.
Sahneyi gözünün önüne getirdi. Kız kendisini öpmek için eğilmeye başladığında hareketleri
yavaşlayacak... ama daha önce gördüğü kızların hareketleri yavaşlamamıştı ki sadece
kendisinin ve diğer şeylerin hareketleri donmuştu. Şimdi bu kız aradığı kişiyse ve kendisini
öpmek istiyorsa onun hareketleri yavaşlamayacaktı.
Kafası karışmıştı. Neler olacağını hesaplayamıyordu. Biraz daha düşünerek zaman
kaybederse o güzel öpücükten mahrum kalacaktı. O yüzden düşünmeyi kesti ve karar verdi.
Karşısındaki hayatının kadınını çok çabuk öpecek ve öpücüğün ardından dünya ne kadar
yavaşlarsa yavaşlasın ona aşkını itiraf edecekti. Bu sefer kaybetmemeye kesin kararlıydı.
Her şey üç saniye içinde gerçekleşti. Gürsoy, Berna’nın dudaklarına o kadar hızla
yapıştı ki, neredeyse kızın dişlerini kırıyordu. Daha karşısındaki neler olduğunu anlamadan
aşkını ilan etmişti.
Berna, canı yanmış bir şekilde iki eliyle ağzını kapattı ve kendini geriye doğru çekti.
Kaşları, sinir ve şaşkınlıktan gerilmişti, neler olduğuna dair açıklama bekliyordu.
Gürsoy etrafına bakınıyor, arada bir kolunu hareket ettirerek sanki çalıştığına şaşırır
gibi, aptalca bir bakışla süzüyordu. Dünya donmamıştı. Karşısındaki kızda ortalıktan
kaybolmamıştı. Asıl neler olduğunu bilmeye hakkı olanının kendisi olduğunu haykırmak
istedi. Gerçekten neler oluyordu? Eğer dünya donmadıysa bu kız hayatının kızı değil miydi?
Yada artık kafayı üşütmeye mi başlıyordu? Alnının tam ortasında oluşan yoğun elektrik
alanından dolayı düşünemiyordu. Tuhaf bir acı hissediyordu beyninde ve kalbinde.
Dayanılmaz bir başarısızlık, kaybetme, kazanamama veya aşksızlık acısıydı bu. Belki de
bambaşka, hiç tatmadığı bir acıydı.
“Neyin var senin, aç bir köpek gibi davrandın.” Berna yerinden doğrulmuştu. Aklından
geçenleri Gürsoy duyabilseydi, her şey daha çok karışacaktı.
“Bana bir saniye ver.” Neredeyse bağırıyordu. Gerçekten, o saniyelere ihtiyacı vardı.
Berna bir şeyler mırıldanarak, elerini ağzından çekmeden odadan çıktı. Gürsoy, bir an
önce evden çıkmak, hatta kaçmak istiyordu. Kendine neler olduğunu bilmiyordu. Kesinlikle
aklıyla ilgili bir sorun yaşadığına karar vermişti.
Koridorun sonundan, açılan musluğun sesi gelmişti. Kız anlaşılan ağzını yıkıyordu.
Utanç o zaman beynine saplanan bir sülük gibiydi. Kendinden tiksindi. En az kızın tiksindiği
kadar. Kaçmak ve kendini dışarı atmak, aklına gelen tek şeydi.
Doğruldu, dizlerinin uyuşukluğu acı verdi. Kalbi normalden iki kat daha hızlı atıyor,
beyni ise kendi kendini kemiriyordu. Kendini bu kadar kötü hissettiği bir an daha yoktu.
Koridoru hızla geçti ve merdivenlerde kızın sesini duydu.
16
“Hayvan herife bak. Dişlerim kanamış.”
Duyduğu her kelime, peşinden atılan birer taş gibi sırtına çarpıyordu. Merdivenleri indi,
koridorda asılı olan süslere aldırmadı. Başını eğmeyecekti, aksi halde kusacağına emindi.
Çıkan onca sese aldırmadan kapıdan dışarı attı kendini. Tek sorun kalmıştı, bu sinirle nasıl
araba kullanacaktı?
Aslında daha büyük bir sorun vardı. Bu psikolojiyle nasıl yaşayacaktı?
Aklına gelen bütün küfürleri, olması gerektiği gibi sayarak arabaya bindi ve ardına bile
bakmadan evden uzaklaştı.
Bir daha insan içine çıkmayacağına yeminler ediyordu.
(4)
Akşam altıya kadar kız kardeşiyle birlikteydi ama kafası yerinde değildi. Gittikleri
sinemanın adını bile hatırlamıyordu. Kardeşi arada bir iyi olup olmadığını sorduysa da pek
aldırış etmedi. Nede olsa bir insanın beynindeki fırtınanın büyüklüğü, suratından belli
olmazdı. En azından Gürsoy bunu gizlemekte oldukça başarılıydı.
Kardeşinin çok merak ettiği havacılık müzesine götürdü onu. Biraz kafasını toplar gibi
olmuştu, fakat müzenin kapısından çıkar çıkmaz, yine aynı bunalımlar başladı.
Son olay gerçekleşmeden önce yaşadığı gariplikleri umursamıyordu. Şimdi ise neden
garipsemediğine şaşırıyordu. Her insanın başına gelmezdi ki böyle şeyler. Bir kız gördüğünde
onun hayatının kadını olduğuna nasıl anlarsın? Birinci gariplik; Burnunun ucuna kadar gelir,
onu elde etmek için eline bir fırsat geçer ve bir anda, bütün dünya sana karşı cephe alır. İkinci
gariplik; Ama sen bu durumu garipsemezsin. Olacak iş değildi. Bütün bu yaşananlar her
zaman oluyormuş gibi davranmak kadar saçma bir şey olabilir mi? Ya son olay. İşte o olayla
her şeyin farkına vardın mı Gürsoy Efendi?
Aklını kaybediyordu. Bu kesindi.
Saat altı buçukta kardeşini eve bıraktı. Kardeş çok mutlu olmuştu bu küçük gezintiden.
Ağabeyine gerekli teşekkürleri yaptı ve anne babasına, ballandıra ballandıra gününü anlattı.
Gürsoy bir şeyler yedikten sonra odasına kapanarak birkaç saat düşündü. Aslında
düşüncelerinden kaçmak için odasına girmişti ama saplandığı bu ölümcül hastalıktan hiçbir
zaman kurtulamayacağının kararına vardı. Derli toplu odasında, çekyatına uzanmış tavanı
seyrediyor, aklına daha önce yaşadığı ilişkilerini getirmeye çalışıyordu. Ama her ilişkisi, içtiği
sigaranın dumanı gibi, kısa sürede dağılıp gidiyordu aklından.
Saat sekiz buçuğa yaklaşırken, neredeyse sinirinden ve içine düştüğü çıkmazın
ateşinden ağlayacak duruma gelmişti. Biri kafasının içinde, kahkahalar atıp duruyordu. Eğer
hemen bu durumdan kurtulmazsa, beynini odasında karanlığa teslim edecekti.
Mantığını kontrol altına alamazsa, aklını yitirebilirdi.
Doğrulup odadan çıktığında, garip boyalı saçları olan kızın evinde hissettiği, yoğun
kaçma isteğini duydu. Bu durumdan kurtulamayacağının korkusunun sinyalleri, beyninde
durmadan acı bir şekilde göz kırpıyordu. Ensesinden başlayan bir ağrı, sol omzunu da
kaplayarak, neredeyse felce dönüşecekti. Can acısı bile düşüncelerinin zehrini alamıyordu.
Evdeki herkese mutlu olduğunu göstermeye çabalayarak izin istedi. Dışarı çıkmak
niyetinde olduğunu söyledi. İtiraz yoktu. Başta evin annesi olmak üzere herkes, yolunda
gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamıştı. Soru yoktu.
Saat dokuz buçuğu biraz geçe Beşiktaş’a gelmişti. Bakışları etrafta dolaşmıyor,
aklındaki şeyleri, sahilden esen rüzgarla temizlemek veya söndürmek için uğraşmıyordu.
17
Buraya neden geldiğini de bilmiyordu. Dışarı çıktığından beri hiçbir şeyden zevk almamıştı.
Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu, sadece alkol vardı aklında. Alkol daima aklını başından
alır, her şeyi unutmasına yardımcı olurdu. Beynindeki her şeyi alkolle yıkamak istiyordu.
Belki işe yarar diye, bir bar aramaya karar verdi. Evet içmek, körkütük sarhoş olmak ona iyi
gelecekti. En azından kısa bir sürede olsa düşünmekten kurtulacağına sevindi.
Büyük bir bara gitmeyecekti. Hele gürültülü bir yer hiç seçmeyecekti. Ara sokaklara
dalacak, nezih ve sakin bir yer seçecekti. Aramaya başlamadan önce garip bir şekilde alkolün
huzurunu duydu içinde. Hemen ardından aklına gelen düşünce korkuttu kendisini, neredeyse
içmekten vazgeçecekti. Ya alkol işe yararsa o zaman alkolik olur muydu? Kafasının içinde
büyük bir savaş çıktı. Gürsoy artık bayılacağını düşünüyordu. Her şey o kadar üst üste sorun
olmaya başlamıştı ki, dayanılması imkansız bir hal almıştı. Ya da onun dayanacak hali
kalmamıştı.
Yorgunluktan kısılmış gözlerinin üzerinde, kazanan alkol oldu. Şimdi içecek ve kafasını
dinlendirecekti. Gerisini sonra düşünebilirdi.
Beşiktaş’ta tam istediği gibi bir bar bilmiyordu. İç güdüleri onu gitmesi gereken yere
doğru sürükledi. Büyük bir giyim mağazasının solundan ara sokağa saptı. Daha önce buraya
hiç gelmediğinden adı gibi emindi. Oysa tanıdık gelmişti. Sokağın girişinde sağ tarafta yarı
kafeterya, yarı sandviççi olan bir yeri geçti. Az ilerde yol biraz karanlıklaşıyordu. Gizli bir
yeri bulmaya çalışıyormuş hissine kapıldı. Belki burada bir bar yoktu ama olduğuna karşı
içinde şüphe götürmeyecek bir his vardı.
Burnuna anason kokuları gelmeye başlayınca iç güdüsüne güvendiğine sevindi. Hava
oldukça güzeldi. Yaz ayının artık son güzel günleri diye düşündü. Sanki bu havaların dadını
çıkaramayacağı korkusuna kapıldı.
Loş bir şekilde ışıklandırılmış tabelasında ‘Saki’ yazan, pavyon tarzı bir yerin önünden
geçti. Anason kokusu buradan geliyordu. Aradığı yer böyle bir yer değildi. Yinede bu anason
kokulu yere karşı garip bir sıcaklık duymuştu içinde. Gülümseyip devam etti.
Biraz ileride bir adam, sarhoşluğunu saklamaya çalışarak üzerine doğru yürüyordu.
Saçları neredeyse tamamen beyazlamış, yüzünde ise, yediği yemekten tiksinmiş gibi bir ifade
vardı. Bakışlarında ise bulaşıcılık. Her an sorun çıkartacakmış gibi bakıyordu. Gürsoy böyle
durumlarda hiç oralı olmazdı ama eğer adam kendisine bulaşacak olursa, onunla kavga
etmeye hazırdı. Dayak yemekten korkmuyordu, hatta rahatlayacağından emindi. Hatta kavga
konusunda biraz istekli sayılabilirdi. Adam yanından geçerken ona tam bir sokak serserisi gibi
baktı. Fakat adam bu ültimatoma karşılık vermedi. Ağzı leş gibi rakı kokuyordu. Kıyafetine
bakılırsa pek öyle fakir olduğu söylenemezdi.
Sokak neredeyse bitecekti. Az ilerde, sakin bir caddeden geçen tek tük arabaların
homurtuları duyuluyordu. Aradığı yerin burada olmadığına kanaat getireceği sırada, kulağına
gelen hoş bir müzikle bu düşünceden silkindi. Sol tarafında az ileride, sanki sokaktan kendini
saklamaya çalışan bir bina gördü. Müzik bütün ahengiyle oradan geliyordu. O tarafa doğru
ilerleyince binanın kapısının önünde iki kara giysili, kel kafalı badigartın olduğunu gördü.
Soğuk bir huzursuzluk çöktü üzerine. Badigartlarla arasında en fazla on beş metre vardı.
Onların yüzündeki abartılı ciddiyeti görebiliyordu. Bunlar neden gülmez diye düşündü,
cevabını bildiği halde. Karanlığın yardımıyla, arkalarındaki binaya çok iyi kamufle
olmuşlardı. İnsan buraya girmeye korkardı. Müziğin dışında hemen her şey kasvetliydi. İçinde
ki garip bir şey, buranın bu akşam aradığı yer olduğunu söylüyordu. Aradığı bir yer varsa tabi.
Yinede hisleri ısrar ediyordu. Aynı hisler onu buraya çekmişti.
Sonra aniden; ‘Sen iyice kafayı üşütüyorsun oğlum’ diye söylendi kendi kendine.
Nasıl hareket edeceğini düşünmeden badigartların yanına doğru yürümeye başladı. Sağ
elini keten pantolonunun cebine soktu. İçeriyi merak ediyordu. Ama bu kara adamlar onun
içeriye girmesini engelleyeceğe benziyordu. Yinede denemekten bir zarar gelmezdi.
18
Badigartların, buz gibi şüpheci bakışları arasında, çok rahat bir şekilde kapıya ulaştı.
Kalbinde zaferden dolayı kan akışı arttı, kendini günün en mutlu anında hissetti.
Eski bir yapıydı ve gizemli olması sadece sokağa taşan müzikten dolayı değildi. Eğer
müzik duyulmasa veya kapıdaki ayılar olmasa, buranın terkedilmiş bir yer olduğu
zannedilirdi. Yüksek, iki kanada açılan kapılardan giriliyordu içeriye. Yapması gerekeni çok
iyi biliyormuş gibi, koca kapıyı aşmayı başardı. Kendini çok ama çok garip hissediyordu.
Böyle durumlarda hiç tanımadığı bir yere girmenin heyecanını duyardı içinde ama şimdi sanki
yıllardır buraya geliyormuş gibi rahat ve mutluydu.
Daha kapıyı açar açmaz dikkatini çeken ilk şey, müzikten ve neredeyse duyulmayacak
kadar kısık fiskostan başka hiçbir gürültünün olmadığıydı. Sanki çevredeki dünya miskince
dönüyordu. Mutlu bir uyuşukluk hisseti vücudunda. Bu kadar güzel yerleri neden daha önce
keşfedemezdi ki sanki.
Belki de gerçekten böyle bir yer yoktu, şu an kendi odasında, çekyatının üzerinde uyuya
kalmıştı. Bütün bunların hepsi bir hayal olabilirdi. Eğer hayalse bile sonuna kadar yaşamaya
karar verdi. Değilse, zaten olanları bekleyip görecekti.
Girişin hemen sağında, üç basamakla çıkılan sahnede genç bir kız, eski ve hemen
herkesin bildiği bir blues parçasını, en az kendi kadar güzel söylüyordu. Anlaşılan buranın
güzelliğine büyü katan bu kızdı. Tıpkı eski Amerikan filmlerdeki gibi bir sahne kurulmuştu.
İnsanın içinde güzel bir ılıklık hissi sağlayan ışık düzeni, parçayı söyleyen kızın yanı sıra,
ardındaki grup üyelerini de oldukça uyumlu aydınlatıyordu.
Gürsoy’un beynindeki karışık düşünceler yavaş yavaş, pazılın pulları gibi yerlerine
oturuyorlardı.
Bar tezgahı soldaki köşeyi tamamen kaplıyordu ama pek az insan orada oturuyordu.
Müşteriler barın önündeki masaları tercih etmişlerdi. Kendisi gibi, üç yada dört kişi yalnızdı.
Elbette kimse Gürsoy kadar yalnız olamazdı. Her masanın, tam ortasında silindir bir camın
içine ışık konmuştu. Böylelikle insanların sadece yüzleri aydınlanıyordu. İlginç buldu Gürsoy
bu düşünceyi.
Sahnenin önünden geçerken yabancı adımlar atmamaya dikkat etti. Bara ulaşıncaya
kadar kimseyi rahatsız etmemek için etrafa bakmıyordu. Ortalıkta hiç garson görmemiş
olması da ilginçti. Bara ulaştığında, masalardaki silindir camların bir benzerinin yanına
oturdu. Hemen ardından, nerden çıktığı belli olmayan, genç ama ciddi yüzlü biri kendisine
yaklaşarak ne içmek istediğini saygıyla sorunca, aklına hemen keyifli bir içki ismi getirmek
istedi. Sonunda alışkanlıklarının önüne geçememişti. İçkisi çok çabuk hazırlanarak önüne
geldi. Bu arada barmen çocuk yalnız değildi. Barın tam sonunda yüzü karanlıkta kalan biri
daha vardı. Bu kadar fakir ışıkta bile onun bir kız olduğu anlaşılıyordu. Terbiyesizlik
etmemek için hemen bakışlarını ve merakını o yönden çekti. Blues söyleyen kıza doğru
döndü.
Sahnedeki kız, söylediği parçayı bitirmiş, ardından biraz daha ritmik bir parçaya
başlamıştı. Bu kız bu parçayı nasıl bu kadar güzel söyleyebilir diye düşünürken, farkında
olmadan kendiside, tıpkı birkaç müşteri gibi parçaya eşlik etmeye başladı.
On beş dakika sonra, alkol kanına karışır karışmaz, hafifte olsa bir gevşeme hissetti. Bu
durum keyiflenmesine yetmişti. Eğer burada birkaç saat daha kalırsa, parçaları sahnedeki
kızla birlikte yüksek sesle söyleyebilirdi.
Yudumlar yudumları kovaladı ve elindeki içki bitti. Tıpkı ritmik bir parça gibi. Gürsoy
bu akşamlık keyfini iyice parlatmayı düşünüyordu artık. İlk önce elindeki içkiyi tazelemeye
karar verdi. Yeni müzik başlayana kadar bunu yapacaktı.
Arkasına döndü. Sanki yüzüne keskin bir rüzgar vurmaya başladı. Neredeyse saçlarının
uçuştuğunu hissedecekti. Beyni bütün korkularını geri çağırmış, ama bilinç altındaki bütün
umutları o korkulara savaş açmıştı. Karşısında duran, biraz önce kendisine içkisini veren
yakışıklı çocuk değildi.
19
Onun durduğu yerde hayatının kadını duruyordu.
(5)
Bütün dünya tekrar yavaşlamaya başladı. Gürsoy aklını hızlandırıp göz kapaklarını
kapatmayı planladı ama merakı bu duygusuna isyan etti. Beyninin içi bir anda yaramaz
çocukların oynadığı çamur gibi karışmıştı. Kalbi neredeyse bir krizin eşiğine gelmiş, soluğu
dünyayla birlikte yavaşlamış, canı sert bir kahve veya uyarıcı bir şeyler çekmişti.
Karşısındaydı işte.
Artık kendini kaybetmişti Gürsoy, avazı çıktığı kadar bağıracaktı. Hem de hiçbir şeye
aldırış etmeden. Ağzını açmaya başladığında bütün dünya tam anlamıyla donmuştu.
Sadece düşünceleri ve hayatının kadını hariç.
Gürsoy onun güldüğünü görüyordu. Bu gülümsemede bir hayranlık vardı. O da
hayatının erkeğini bulmuştu.
O zaman neden bu işkence?
Beynindeki bu haykırış eğer ağzından çıksaydı, kesinlikle onu bu bardan kovarlardı.
Umurunda değildi. Tıpkı hiçbir şeyin umurunda olmadığı gibi.
“Merhaba.”
Gürsoy delirdiğine kesinlikle emin oldu. Karşısında duran hayatının kadınıydı ve
kendisine merhaba diyordu. Ama o ne yapabiliyordu. Ah bir gülebilseydi, ah yanaklarının
kıvrımlarını bir oynatabilseydi, o zaman böyle bön bön ona bakmak zorunda kalır mıydı? Ya
birde konuşabilseydi, o zaman dünyanın en güzel sözlerini söylerdi karşısındakine. Onu
istediğini, ondan vazgeçemeyeceğini. Ona dünyaları vereceğini bir söyleyebilseydi. En
azından bir gülümseyebilseydi.
Allah kahretsin!
Hayatıma hoş geldin der gibi bakıyordu, hayatının kadını Gürsoy’a. Hadi benimle konuş
der gibi gülümsüyordu. Senin olmak istiyorum der gibiydi.
Neler oluyor Allah’ım?
İçindeki isyan artık bütün vücudunu yakmaya başlamıştı. Az sonra patlayacaktı. Yada
beyni öfkesinden kaynayacak, eriyip gidecekti.
Her şey normale dönsün lütfen.
Ensesinden sol omzuna doğru felç ağrısı, tekrar başlamıştı. Ama bu da umurunda
değildi. Sadece karşısındakini istiyordu. Hem de her şeyden çok. Eğer bu sefer de
başaramazsa, kesinlikle canına kıyacaktı.
Daha önce yaşadığı şeyler geldi aklına. O zamandan farklı şeyler vardı şimdi. Önceki
iki seferde de, kızlar bakışlarının arasında kaybolup gitmişlerdi. Ama şimdi öyle değildi. Onu
bulmuş ve hiçbir yere kaçmasına izin vermeyecekti. Nereye kaçabilirdi ki?
“Merhaba.” Kız tekrar seslenmişti.
Gürsoy Köklü, bütün gücünü kullanarak kıza doğru dönmeye çalıştı. Ona bakamıyordu.
Bakıyorsa da farkında değildi. Elini kaldırıp ona dokunmak için hayatında ne kadar değer
varsa onların hepsinden vazgeçebilirdi. Ama hareket edemiyordu. Yinede içinde, işlerin
yolunda gittiğine dair bir his vardı. Çünkü, daha önce o kızlarla bu kadar yakın olamamıştı.
Kayıp gidiyorlardı. Yüzlerine doya doya bakamıyor, onların kokusunu duyamıyordu. Şimdi
öyle değildi, hayatının kadını karşısındaydı ve onun her şeyini hissedebiliyordu. Hatta aşkını
bile.
20
Barın gerisindeki kız, Gürsoy’a uzun uzun bakmaya başladı. Sadece uzun değil,
hayranlık ve istekle. Bunu sadece, hayatının kadınını bulduğuna emin olan genç fark
etmemişti, şu an onları seyreden herkes fark etmişti. Tabi seyredebilseydiler.
“Acele et.” Kızın yüzündeki mutluluk ifadesinin çok gerilerinden, acı bir ses
yükselmişti.
Gürsoy Köklü bu sesi duyunca, ilk önce hiçbir şey anlamadı. Ama hareketlerindeki
donukluk yavaş yavaş kaybolmaya başlayınca, yüreğine bir telaş düştü. Acele etmeliydi.
“Acele et.”
Acele edeceğim.
Çok büyük bir buz dağının çözülmesi gibi normale dönüyordu. Artık bakışları ağır da
olsa hareket ediyordu. Başını yavaş yavaş çevirebildiğini fark ettiğinde, hiç bu kadar
heyecanlandığını hatırlamadı.
Acele edeceğim.
Gürsoy ağzını oynatmaya çalışıyordu. Çünkü birazdan hayatının kadınına seslenecekti.
İlk önce ne söylemeliydi? onu bile düşünüyordu. Çenesini hafifçe kaydırdı. Oluyordu işte,
tekrar normale dönüyordu, karşısında duran kız gözden kaybolmamıştı. O da kendisini
bekliyordu.
Birkaç dakika sonra normale dönecekti, vücudunun kilidinden kurtulup, hayatının
kadınını alarak buradan uzaklaşacaktı. Her şey çok güzel olacaktı. Buna inancı sonsuzdu.
Sol eline baktı, onu hareket ettirebiliyordu ama hala çok yavaştı.
Bulunduğu barın dış kapısı sertçe sonuna kadar açıldı.
Gürsoy açılan kapıya doğru baktığında, hayatının hiç bu kadar anlamsızlaşacağını
tahmin edemezdi. Kapının önünde gördüğü şey, barın arkasındaki kızın, kendisinde
uyandırdığı aşk duygusunun tam tersi, nefreti uyandırmıştı içinde.
Bar kapısından giren adamın sakalları o kadar sık ve gürdü ki, hiç kimse bu durumu
adlandıramazdı. Saçları da, en az sakalları gibi gür ve çıldırtıcıydı. Üzerinde gri bir takım
elbise vardı. Ama en dikkat çekici şeyi, bakışlarıydı. En az Gürsoy’un hissettiği kadar nefret
doluydu. Nefret ve zafer. Sanki bütün dünyadaki her şey onunmuş gibi bakıyordu.
Gürsoy Köklü o adamı yanında istemediği hissine kapıldı. Hayatını çalmaya gelen kötü
bir meleğe benziyordu.
Etrafında sadece, hayatının kadını ve kapıdan giren iğrenç adam hareketliydi. Az da olsa
kendinin hareketleri de çözülmüştü. Başka hiçbir şey hareket etmiyordu.
Acele et.
Edemiyordu ama.
Nefrete bulanmış gözleriyle kapıdaki adam süratle barın içine daldı. Hareketsiz ve
hiçbir şeyden haberi olmayan müşterilerin arasından, bir şeytan çevikliğiyle kayarak, bar
tezgâhının önüne geldi.
Gürsoy yalvaran gözlerle hayatının kadınına baktı.
Artık çok geç.
Gür sakallı adam uzandı ve barın gerisindeki kızı aldı. Sonra yine aynı nefret dolu
bakışlarıyla Gürsoy’a baktı. Zaferi tekrar kendisinin kazandığını belirten bir yüz ifadesiyle
kızı aldı ve bardan dışarı fırladı.
Her şey birkaç saniyede olmuştu muhakkak ama Gürsoy için hiçte kısa değildi bu
zaman. Neler olduğunu belki asla kavrayamayacaktı. Belki buna gerekte kalmayacaktı. Çünkü
o birkaç saniyede hayatının en güzel ve en kötü olayını bir arada görmüştü.
Aşk ve nefret birbirlerine ait şeylerdi.
Aşkın sahibi nefretti ve nefret her şeyin sahibiydi.
Eğer bu dünyada aşka sahip olamayacaksanız ve nefret olmak istemiyorsanız,
yaşamanız için hiçbir sebep kalmamış demektir.
Aşk ve nefret birbirlerine ait şeylerdi.
21
SON
EROL ÇELİK
22