vakanüvis 1. sayı
Transkript
vakanüvis 1. sayı
Vakanüvis nedir? Kimdir? Vakanüvis, Osmanlı İmparatorluğu zamanında saltanatın tarihi olayları kaydetmekle görevlendirdiği kişilere verilen addır. Görevimizi belirtir nitelikte, gazetemizin ismi de Vakanüvis olmuştur. İlk sayımızı sizlere ulaştırmak için Tarih Kulübü olarak tarih öğretmenlerimiz ile birlikte çok çalıştık. Umarız gazetemizi ilgiyle okur, belki de ilginizi çeken bir konu bulursunuz. Ankara’yı Neden Başkent Yaptım ? Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile köşkünün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski köşkün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize: “Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim?” diye sordu. Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından: “Neden?” suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk: “Şimdi dalkavukluğu bırakın” diyerek münakaşayı kapattı. Ankara’nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Em. Tümgeneral Muzaffer Erendil, Anektotlarla Atatürk Vakanüvis ODTÜ GV Özel Lisesi Tarih Kulübü Gazetesi Şubat 2012 Sözde Ermeni Soykırımı “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.” Mustafa Kemal ATATÜRK 1915 Tehcir Kararnamesi Bugünlerde Fransa nedeniyle gündemde olan, ancak hemen her yıl ABD başta olmak üzere pek çok devletin meclislerinde oylanan Ermeni sorununun tarihine bir bakalım istedik. Mustafa Kemal Atatürk, bu Ermeni sorununun kapitalist devletler tarafından kendi yararlarına göre çözümlenmek istediğini şu sözleriyle belirtmişti; “Ermeni sorunu denilen ve Ermeni milletinin gerçek olmayan isteklerinden çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik yararlarına göre çözülmek istenilen sorun, Kars Antlaşması ile en doğru şekilde çözüme ulaştırılmış oldu. Yüzyıllardan beri dostluk içinde yaşayan iki çalışkan halkın iyi ilişkileri memnuniyetle yeniden kuruldu.” Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu’nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya egemen olmalarıyla beraber hoşgörülü politikası doğrultusunda 20. yüzyıla kadar rahat bir yaşam sürmüşlerdi. Osmanlı Devleti’nin her çalışan, liyakatli, vatandaşına sağladığı imkanlardan, gayr-i müslimler içinde en çok faydalananlar Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı “millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdi. Bu çerçevede Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, hatta Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar olmuştu. Ancak Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştı. Batılıların özellikle misyoner din adamı kisvesinde, Osmanlı Devleti içine soktuğu provokatörlerin faaliyetleriyle Ermeniler; dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaştırılmaya çalışılmıştı. Böylece, çoğu defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu’da başlatılan ve İstanbul’a kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmişti. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı askeri olarak cephede ve geri hizmetlerde görev yapan Ermenilere karşılık, düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşan Ermeniler de vardı. Cephe gerisinde komitacı Ermeniler, kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler yüz binlerce yurttaşımızı katlederek Doğu Anadolu’yu harabeye çevirmişlerdi. Devletin isyancı Ermenileri yatıştırmak ve durdurmak için aldığı tedbirler istismar edilmiş ve emperyalist devletlerin kışkırtma ve vaatleriyle, yüzlerce yıldır barış içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardı. Ermeniler tarafından kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya teşvik etmişlerdi. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus orduları ve Rusların yanında yer almış Ermenilerle diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordumuzun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Osmanlı Devleti hem cephede hem de cephe gerisinde savaşmak durumunda bırakılmasına rağmen, 9-10 ay boyunca cephe gerisindeki tehlikeyi “mahalli tedbirlerle” çözüme ulaştırmaya çalışmıştı. Bu arada, 24 Nisan 1915’te, cephe gerisinde faaliyette bulunan Ermeni komitecilerine yönelik bir operasyon yapılmış ve ilk başta 235 komitacı tutuklanmıştı. Komitacıların dışında özellikle Rus sınırına yakın bölgelerdeki Ermeni halkın da devlete isyan halinde olduğunu görünce, son çareye başvurmuş ve bölgedeki Ermenileri savaş bölgesinden alıp, ülkenin emniyetli bölgelerine “sevk ve iskâna”, o dönemdeki ifadesiyle “tehcir”e tabi tutmuştu. Bu uygulama ile aynı zamanda her şeyden önce cephe gerisinde iç savaş ortamında bulunan Ermeni halkın can güvenliği sağlanmıştı. Çünkü Ermenilerin bölgedeki Türklere yaptıkları katliam ve mezalimin karşılığını Müslüman halk da vermeye başlamıştı. Ermenistan ve bir takım siyasi ve ekonomik çıkarlar için Ermenileri kullanan bazı devletler, tehciri ve 24 Nisan’daki tutuklamaları bir “soykırım” gibi göstermek ve dünya kamuoyunu bu konuda ikna etmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir. Oysa I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı topraklarını işgal eden devletlerden İngiltere, aralarında Osmanlı siyasi ve askeri liderleriyle önde gelen aydınların da bulunduğu 143 kişiyi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle tutuklayarak Malta adasına hapsetmişti. Suçlamalarla ilgili olarak Osmanlı, Rus, ABD ve İngiliz arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Buna rağmen, Malta’daki tutuklular hakkında iftiraları kanıtlayacak deliller mahkemeye sunulamamıştır. Sonuç olarak Malta’daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmadan 1922’de serbest bırakılmıştır. 1920’li yıllardan itibaren Ermeniler tarafından düzenlenen saldırılarda pek çok devlet adamını ve elçimizi yitirdik. 1970’li yıllarda “Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu” adıyla bilinen ASALA terörün en acımasız ve insanlık dışı uygulamalarıyla kendini göstermiştir. 1984 yılına kadar yurt dışındaki Türk temsilciliklerine ve kuruluşlarına yönelik silahlı saldırılar yapılmış, 42 Türk diplomatı ASALA tarafından şehit edilmiştir. Bu diplomatlardan biri de mezunlarımızdan Can Balcıoğlu’nun dedesi emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu’dur. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” görüşü doğrultusunda Ermeni yurttaşlarına hiçbir zaman ayrımcılık yapmamıştır. Bizi soykırımla suçlayan devletleri sağduyuya davet ediyoruz.-- SAYFA 2 Tarih Kulübü *Arz-ı Mevud Çocuk çığlıklarının bitmediği, çözümsüzlük ve gözyaşının hakim olduğu Ortadoğu coğrafyasının yanı başında yaşıyoruz. Emperyalist devletlerin çıkar ilişkileri yüzünden, acılarının asla bitmediği bu coğrafyanın insanı, bölgenin iki büyük gücü Türkiye ve İsrail’in ilişkilerini endişeli bakışlarla takip ediyor. Akıllarında ise tek soru var: Bu işin sonu ne olacak? Türklerle Yahudilerin ilişkileri, 15. yy sonunda Endülüs’ten zorla çıkarılan Yahudilerin Osmanlı topraklarına kabulüyle başlar. Bu tarihte Yahudilere kucak açan tek ülke Osmanlı Devleti olmuştur. 20. yy ortasına kadar da Türklerle Yahudiler birlikte yaşamış ve İslam’ın hoşgörü anlayışı çerçevesinde Yahudilere baskı yapılmamıştır. Nitekim, Hitler zulmünden kaçan Yahudilere de kucak açan yine Türkiye olmuştur. Bu dönemde gelen Alman asıllı Yahudi bilim adamları, 1930’lu yıllarda başlayan üniversite reformlarında önemli roller oynamışlardır. Bu bilim adamlarından biri olan Dr. P. Neumark durumu şöyle açıklar “Avrupalılar Türkleri gerçekten sevmez; çünkü Türkler İslam’ın bayraktarıdır. Bu açıdan biz Yahudiler kendimizi şanslı ve huzurlu hissediyoruz; çünkü siz hoşgörü anlayışını oturtmuş bir milletsiniz.” Aynı kürsüde yaptığı diğer bir konuşmada ise, “Ben İstanbul’a geldiğimde Türkiye’de iki üniversite vardı. Şimdi 19’a çıktı. Bu reform hareketinde faydamız olduysa memnun oluruz. Buralar ilim coğrafyasıdır. Şaşıracaksınız ama ilk denizaltını sizler buldunuz; bunu siz bilmezsiniz ama batı biliyor.” diyecektir. 1948 yılında kurulan İsrail’in Türkiye ile ilişkileri, 28 Mart 1949’da Türkiye’nin İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmasıyla başlar. Dönemin başbakanı Adnan Menderes’in Eisenhower doktrini hakkında ‘’üzerimize düşeni yapmaya hazırız’’ demesiyle de hız kazanır. Bu tarihten sonra İsrail ile ilişkiler “ortak çıkar” tabanına oturtulmuş ve siyasal-stratejik ortaklıklar gündeme gelmeye başlamıştır. En somut adımlar ise 1990 yılının ilk devresinde atılır. Yüksek bütçeli askeri ve ticari antlaşmalar yapılmış ve iki devlet Türkiye’de yeni başlayan etnik terörü engellemek amacıyla mutabakat yapmıştır. Türk-İsrail ilişkilerindeki yakınlık 2000’li yıllarda da devam eder. İsrail’in Arz-ı Mevud ’a egemen olma isteği doğrultusunda Gazze’yi işgal etmesi zamanla trajediye dönüştü. Gazze halkı çoluk çocuk demeden zulme uğratılmıştır. Yine aynı tarihlerde ekonomide belli adımlar atan Türkiye daha güçlü bir ülke imajına bürünmüştü. Gelişen İslam coğrafyasında da yeni bir lider arayışı Tarihte Büyük Aşklar “Seni, Antonius’un Kleopatra’yı, Şah Rıza Pevlevi’nin Süreyya’yı, Eva Peron’un Juan’ı, Kanuni’nin Hürrem Sultan’ı sevdiği gibi seviyorum.” Olabilecek belki de en büyük aşk cümlesidir bu alıntı. Peki burada sözü geçen insanlar ne yapmışlardır da onların isimleri bile efsanevi aşkları aklımıza getirmektedir? Onlar tarihe yaptıkları savaşların, keşiflerin, zaferlerin yanı sıra aşklarıyla da tarih sayfalarına isimlerini yazdırmışlardır. Aşkları için başında olduğu ülkeyi terk edenler, cinayetler işleyenler, günümüzde klasikleşmiş edebi eserleri yazanlar, şehirler fethedenler, şehirlere aşkının isimlerini verenler de onlardır. Gelin söz ettiğimiz bu efsanevi aşkları kısa kısa inceleyelim. Kleopatra-Sezar/Marcus Antonius “Sesi, istediği her titreşimi çıkarıp, istediği her dili kullanabildiği çok telli bir müzik aleti gibiydi...” böyle diyor Romalı ünlü tarihçi Plutarkhos Kleopatra için. Kleopatra ; Sezar’ın, Roma’nın en güçlü adamının aşkını kazandı ve ona hayatı boyunca sahip olduğu tek oğlunu verdi. Fakat Sezar katledilince, cesur Marcus Antonius’u tanıdı. Antonius’la büyük aşkını yaşadı. Onlar öyle büyük bir aşk yaşadılar ki ayrılmaları için savaş başlatıldı. Romalıların bir büyük komutanlarının daha Kleopatra tarafından baştan çıkarılmasına tahammül edememesi ve Marcus Antonius’un Kleopatra için karısı Octavia’yı terk etmesi üzerine Octavia’nın erkek kardeşi olan komutan Octavius’un ordusu Kleopatra’yı yok etmek için Mısır’a girdi. Aşıklar Octavius’un ordusundan İskenderiye’ye kadar kaçtılar fakat yakalanacaklarını anladıklarında Antonius, Kleopatra’nın kaçabilmesi için hançerini kalbine saplayarak intihar eder. Kleopatra kaçabilse bile aşkı olmadan yaşamaya dayanamaz ve kölesine getirttiği zehirli yılanı göğsüne bastırarak o da intihar eder. Bu trajik aşk, geçmişte ve günümüzde birçok film ve edebiyat eserine konu olmuştur. Kral Edward-Wallis Simpson Unutulmayan aşklardan biri de 20.yy’da İngiltere’de yaşanmış Kral Edward ve ”uğruna tahtı bıraktığı’” Amerikalı Wallis Simpson’ın aşkıdır. Prens Edward Wallis Simpson’u tanır tanımaz onun büyüsüne kapılmıştı. İkili kısa sürede birbirlerine aşık olduklarını anladılar. Bu sırada İngiltere Kralı 5. George’un ölmesiyle varisi olan 42 yaşındaki Edward tahta çıktı. Wallis sevgilisi ile evlenebilmek için eşinden boşandı fakat İngiliz gelenekleri ve kültürü Kral’ın iki kere boşanmış yabancı bir kadın ile evlenmesine izin vermiyordu. Bu durumun farkında olan Edward sevgilisi Wallis Simpson için tacından tahtından vazgeçmeye karar verdi. Kral Edward aşkı için tahttan indiğini radyodan açıkladığı gün İngiliz halkı tamamen şok olmuştu. doğdu. Bunun içinse tek aday Türkiye’ydi. Türkiye’nin İslam liderliğini üstlenmesiyle, İsrail ilişkileri çıkar çatışmasına dönüşmüş ve kopma sürecine girmiştir. İlişkilerdeki bu durum Davos’ta başlayıp, alçak koltuk kriziyle durma noktasına gelmiştir. İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı baskınla birçok masum insan ölmüştür. Akabinde Türkiye beş maddelik bir yaptırım açıklamış ve bu tarihten sonra Türkiye-İsrail lişkisi kopma noktasına gelmiştir. Türkiye’nin İslam dünyasının liderliğini üstlenmesi İsrail ve bazı“batılı devletler”in çıkarlarına ters düşmüş; ancak lişkilerin gerginleşmesi Türkiye’nin İslam coğrafyasındaki itibarını arttırmıştır. Türk halkının özlemini duyduğu büyük, güçlü Türkiye düşüncesi böylece yeniden canlanmıştır. Bu açıdan baktığımızda tablo güzel. Fakat tablonun tamamına bak madan yorum yapmamalıyız. İktisadi gücün bu kadar önemli olduğu bir devirde, ekonomik bağlantılarımızın yoğun olduğu İsrail ile ilişkilerimizi tekrar yapılandırmalıyız. Türkiye bundan sonraki yıllarda; “batılı ülkeler”in desteğine sahip olan İsrail ile akılcı bir politika izleyip, “Yurtta barış Dünya ’da barış” ilkesi doğrultusunda, tam bağımsız davranarak kendisine yakışanı yapmalıdır. M. Kerem ŞENOL * Basra Körfezi’nden Mısır’a ve Toroslar’a uzanan topraklara Musevilerin verdiği isim. Edward tahtını kardeşine bırakmıştı fakat aşkına kavuşmuştu ve çift 3 haziran 1937’de Fransa’da Conde Şatosunda evlendiler. Kral Edward verdiği karardan hiçbir zaman pişman olmadı. Abelard-Heloise Bir başka hüzünlü aşk hikayesi de 11.yy Fransa’sında yaşanan Abelard ve Heloise aşkıdır. Abelard, döneminin radikal filozofu, düşünürdür. Heloise ise soylu bir aileden gelen, Abelard’ın güzeller güzeli öğrencisidir. Birbirlerini gördükleri anda aşık olmuşlardır. Fakat Heloise’in güçlü yönetici dayısı bu aşka asla onay vermez. Gizlice evlenen Abelard’ın 38 Heloise’in ise 19 yaşında olduğu söylenir. Bir süre kaçak yaşarlar ve bir çocukları olur fakat Heloise’in dayısı sonunda onları bulur ve Abelard’ı hadım ettirerek ikisini de farklı kiliselere kapattırır. Aşıklardan geriye birbirlerine yazdıkları yürek burkan mektuplar kalır. Dante-Beatrice “Ona baktım ve dilim tutuldu” der efsanevi İtalyan yazar Dante sevgilisi Beatrice’yi anlatırken. İkilinin aşkı hakkında pek bilgi bulunmasa da Dante’nin Beatrice’yi 9 yaşında gördüğü söylenir. Efsanevi “İlahi Komedya” eseri ile Dante, Beatrice’yi aşkına karşılık vermemesine rağmen ölümsüzleştirmiştir. Einstein’dan Mileva’ya Mektup (6 ağustos 1900) “Babam da bir ahlak dersi mektubu yazdı bana. Ama asıl işin konuşularak halledileceğini söyledi, bu yüzden çok sevinçliyim. Büyüklerimi çok iyi anlıyorum. Kadını erkeğin bir lüksü olarak, erkeğin ancak çok iyi yaşam koşullarına sahip olunca hak edebileceği bir şey olarak görüyorlar. Açlık ve aşk yaşamın çok önemli güdüleridir. Öyle ki öteki motifler bir kenara bırakılsa bile hemen her şey bunlarla izah edilebilir. Bu yüzden anne ve babama iyi ve güzel bulduğum bir şeyden taviz vermeden, saygılı davranmaya çalışıyorum. Ve o da sensin, benim sevgili hazinem. Sen, kendi ailene henüz söylemediysen, bırak söyleme. Sanırım böylesi herkes için daha iyi. Belki onlar da tıpkı benimkiler gibi bir sürü lüzumsuz dert yaratırlar ve çile çekerler. Ama sen akıllı bir kızsın, ve onları tanıyorsun, dolayısıyla nasıl davranman gerektiğini de çok iyi bilirsin. Sen yanımda olmadığında sanki ben tam olarak kendim değilmişim gibi geliyor bana. Oturursam yürümek istiyorum, yürüyorsam eve dönmeye can atıyorum, eğleniyorsam, çalışmak istiyorum, çalışmıyorsam huzursuz oluyorum ve yatmaya gittiğimden yaşadığım günden hoşnut olmuyorum.” “Sevgili pisiciğim, Az önce, Leonard’ın ultraviyole ışıktan katot ışınlarının elde edilmesine dair muhteşem bir makalesini okudum. Bu güzel yazının etkisiyle öyle bir mutlulukla doldum ki, senin de bundan mutlaka payını alman lazım. Moralini bozma sevgilim ve kuruntulara kapılma. Seni bırakmayacağım ve her şeyi mutlu sona vardıracağım. Sadece birazcık sabırlı ol...” Belki de tarih sayfalarına yazılmamış olan bu aşklardan çok daha büyük aşklar yaşanmış ve yaşanmaktadır. Bana kalırsa tarihin en büyük aşkı henüz yaşanmamış olandır. Çünkü yaşanmış bir aşk ne kadar büyük olursa olsun her zaman başka aşkların yaşanacağı bir gelecek vardır. Batuhan Mert ALTUN SAYFA 3 Tarih Kulübü İlk Suikastçi Cemiyeti İngilizcedeki “assassin” sözcüğünün Arapça haşhaşin (afyonkeş) sözcüğünden türediği varsayılır. Hasan Sabbah’ın müritleri, kendilerini “esaslarına bağlı olan” anlamındaki ‘Esasiyun’ şeklinde adlandırıyorlardı. Bununla birlikte bazılarına göre sözcüğün kökeni Marko Polo’nun 1273’teki Alamut ziyaretini anlattığı anılarında bahsettiği, haşhaştan çok alkollü içecekleri andıran bir uyuşturucudur. Haşhaşiler, Hasan Sabbah’ın 1090 yılında Alamut Kalesi’ni almasıyla kurulmuştur. Hasan Sabbah’ın amacı Selçuklu Devleti’nden intikam almaktı. Bunun için Nizamülmülk ve Sultan Melikşah’ı öldürmek istiyordu(Devlet sarayından kovulma mevzusundan dolayı).Hasan Sabbah gençlik yıllarında bir şeyhin ona haşhaş içirmesiyle haşhaşın büyük etkisinde kalmıştı. Haşhaşla birçok kişiyi kandırabileceğini o zaman anlamıştı. Alamut Kalesi’ni aldıktan sonra Hindistan’dan haşhaş meyvesini getirdi. Dünyanın dört bir yanından köle pazarlarında satılan güzel kadınları aldı. Başlarına bir hanım ağası koyarak onların yetişmesini sağladı. Hasan Sabbah çok geçmeden Alamut’a yakın küçük kaleleri de ele geçirdi. Hazar Denizi’ne yakın büyük bir kale almıştır. Hasan Sabbah’ın bu başarılarını duyan diğer İsmaili tarikatına mensup erkekler, Alamut Kalesi’ne akın etmeye başladı. Haşhaşiler kısa sürede güçlenirken Melikşah Nizamülmülk’ü büyük vezirlikten almış, sıradan bir vezir yapmıştır. Melikşah varisin kim olacağına karar verirken, tarih 1092 yılına gelmiştir. O zamana kadar eğitilen fedailerden birisi olan İbn-i Tahir, Nizamülmülk savaş hazırlığı yaparken çadırına öğrenci kılığına girip onu öldürmüştür. Haşhaşiler’e (suikastçilere) yapılacak büyük sefer böylece başlamadan bitmiş olacaktır. Çok geçmeden yine Haşhaşiler tarafından Melikşah da öldürülmüş,Selçuklular’ın çöküşü hızlanmıştır. Daha sonra Sultan Sencer, Haşhaşiler’e (suikastçiler’e) bir saldırı yapmayı planladıysa da uyandığında yastığına saplanmış hançeri ve mektubu görünce vazgeçmiştir. Mektupta “İster bizimle ilgili planlarını gerçekleştir, ister bizi rahat bırak, yatak odana kendi evimmiş gibi girebiliyorsam arkanı sağlam tut. İbn-i Tahir”. Selçuklular çöküşe geçtikten sonra Haşhaşiler İran’ın kuzeyi, Güney Asya, Orta Asya, Doğu Anadolu, Güney Anadolu ve Irak’ın kuzey bölgelerinde hakimiyet kurmuştur. İran kökenli bu örgüt, bölgeyi hakimiyetinde bulunduran ve İsmailileri baskı altına almaya çalışan Selçuklular’la mücadele etmek amacıyla cinayeti sistemli bir saldırı aracı olarak kullanmaya başladılar. Hedef aldıkları kişiyi öldürme konusunda çok titiz ve başarılıydılar. Eylemlerinin başka kayıplara yol açmama, masum olarak gördükleri diğer bireylere zarar vermemesi konusunda çok dikkatli davranırken, etrafa saldıkları korkuyla elde ettikleri etkin nüfuzu koruyabilmek için cinayetleri genelde halka açık mekanlarda, bilhassa camilerde işlemeyi tercih ediyorlardı. Hedeflerine kılık değiştirerek yaklaşan Haşhaşiler, kurbanlarına kurtulma olasılığı tanımamak için zehir, ok ve yay gibi araçlardan kaçınıp, hançer kullanmayı tercih ediyorlardı. Hiçbir koşul altında intihara girişmeyip hep yakalandıkları kişiler tarafından öldürülmeyi yeğlediler. Hasan Sabbah müritlerine “Biz sadece bir kişiyi öldürmekle kalmayıp, bin kişinin kalbine de korku tohumları ekeceğiz” demiş ve Haşhaşiler’e kurbanı öldürdükten sonra kaçmamalarını, durup beklemelerini tembihlemiştir. Cinayeti de hemen işlememelerini söyleyip kurbanı en iyi biçimde tanıyıp alışkanlıklarını en ince şekilde öğreninceye kadar beklemelerini de söylemiştir. Selçuklular, Haşhaşiler’in Alamut Dağı’ndaki kalesini defalarca kuşatmış fakat alamamışlardır. Haşhaşiler; Moğol istilasından nasiplerini almış, 1256’da Alamut Kalesi’ni, 1260 yılında Masyaf Kalesi’ni kaybetmiştir ama Haşhaşiler yine de durdurulamamıştır. 1277 yılında bir çok komutana suikast yapmışlar, yine aynı yıl Alamut Kalesi’ni kuşatmışlar fakat alamamışlardır. Einstein’dan Atatürk’e ... Kulüp Günlüğü Ekselansları Atatürk OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler. Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler. Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum.. Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan şeref duyan Prof. Albert Einstein Kaan OKUMUŞOĞLU 6 Ekim 2011’de Malıköy Tren İstasyonu Müzesi ve Alagöz Karargahı’na gezi düzenledik. Kurtuluş Savaşı’nın hangi şartlarda kazanıldığını tekrar hatırladık. 24 Kasım 2011 Öğretmenler Günü’nde öğretmenlerimizle başöğretmen Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kabrini ziyaret ettik. Çağatay TIRPANCI 22 Aralık 2011’de ZİÇEV’i ziyaret ettik. Zihinsel engelli arkadaşlarımıza kitap okuduk. Engellerine rağmen bize neler yapabileceklerini gösterdiler. Tarih Kulübü Muhammed Ali "Tüm zamanların en iyi boksörü" unvanına sahip ağır siklet boks şampiyonu. Müslüman olmadan önceki ismi Cassius Marcellus Clay Jr olan Muhammed Ali, 17 Haziran 1942'de Kentucky Louisville'de doğdu. Afro-Amerikan ve İrlanda kökenlidir. 12 yaşındayken boksla tanıştı ve kısa zaman içinde National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası'nda amatör kayıtlara girdi. Yine 1960'ta Roma'da ağır hafif siklette altın madalyayı alarak profesyonel lige döndü. 18 yaşındayken katıldığı Roma Olimpiyatları'nda altın madalya aldıktan sonra ünü giderek artmaya başladı. 1964 yılında 22 yaşındayken, S. Liston'u yenip Dünya Şampiyonu oldu. Bu zaferden sonra dinini değiştirdiğini ve İslam'a geçtiğini açıkladı. Muhammed Ali ismini aldı ve çok sevdiği boks'a 1967'den 1970'e kadar ara vermek zorunda kaldı. "Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım." diyerek Vietnam savaşına gitmediği için 5 yıl hapis ve 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı ve pasaportu elinden alınınca dava süresince maddi sıkıntılar yaşadı ve iflas ettiğini açıkladı. Ailesinin yardımı ve üniversiteler de para karşılığı yaptığı konuşmalarla geçimini sağladı. 1970'te temyiz davasını kazanıp tekrar boksa döndü. 1971'de Joe Frazier ile 'asrın maçına çıktı ve profeyonel boks kariyerinde ilk defa kaybetti. Uzmanlar üç buçuk sene aradan sonra sadece 2 maç yapan Muhammad Ali'nin bu kadar zor bir maça hazır olmadığı görüşünde hem fikirdi. Fakat o en kısa zamanda tekrar şampiyon olmak istiyordu. Ardından çenesinin kırıldığı maçta Ken Norton'a sayı ile yenilince, kendi ve yakınları dışında bir çok kişi kariyerinin bittiğini sandı. Fakat o azmedip ardarda unvan için rakip olan boksörleri birbir yendi. Ken Norton'i yenip rövanşı aldı. 1973'te Joe Frazier ile unvan maçı için anlaştı. Arada sadece Joe Frazier-George Foreman maçı kalmıştı. Frazier sürpriz bir şekilde iki raundda nakavt oldu. Ali böylece önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman'la maç ayarladı ve iki maçıda nakavt'la kazandı. Böylece hem kaybetiği unvanını alacak hem de kendinin daha bitmediğimi gösterecektir. 1974'te Foreman’ın bahisçilerde 7'ye 1 favori olduğu maçta rakibini hiç beklenmedik bir taktik ile sekizinci raundda nakavt edip hakettiği unvanı Floyd Patterson'den sonra tekrar elde eden ikinci boksör oldu. 1978'de L. Spinks'e yenilip ardından aynı yıl rakibini yenince dünya şampiyonluğunu 3 kez elde eden ilk boksör oldu. O zamanlar sadece 2 Dünya Boks Federasyonu olması, değerini daha da farklı kılıyor. 2008 yılı itibari ile 8 Dünya Boks Federasyonu bulunuyor. Muhammed Ali'nin faal döneminde en iyi boksörler mutlaka karşı karşıya gelirdi unvanı elde edebilmek için. George Foreman'in 1994 yılında 20 sene aradan sonra tekrar dünya şampiyonu olması ve unvanını çok kez savunması, o dönemin boksunun bir çok ülkede neden 'Altın 70'li yıllar' diye anıldığını bize anlatıyor. 1978'de boksu şampiyon olarak bıraktı. Sonra Parkinson hastalığına yakalanmasına rağmen bunu gizleyip büyük para karşılığı iki maç daha yapıp kaybetti. İkisi de o vaktin veya sonrasının dünya şampiyonları idi. (eski sparring partneri Larry Holmes ve Trevor Berbick). Profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, olimpiyat ve dünya şampiyonu olan Muhammed Ali, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başardı ve 37'si nakavt olmak üzere 56 maç kazandı. Ona sadece bir boksör olarak bakmamak gerekir. Çünkü o gücüyle olduğu kadar kişiliğiyle de hep daha iyisini yapmaya çalışmıştır. İslamiyet'i seçmiştir ve Vietnam savaşına gitmemiştir. Bu durumu şöyle dile getirmiştir: "Benim onlarla sorunum yok." ünvanlarına el konuldu ve bokstan uzaklaştırıldı. Fakat o yılmadı. Bu süre içerisinde üniversiteleri dolaşarak İslamiyet'i anlattı. Verimli işlerle uğraştı. Muhammed Ali, sadece Muhammed Ali isminden ibaret değildir. O, zamanının en iyisidir. 2001 yılında Hollywood tarafından hayatı filme alındı. Ali filminde Muhammed Ali'yi Will Smith canlandırdı. Parkinson hastalığı yüzünden uzun süre Michigan'daki çiftliğinde gözlerden uzak yaşamayı tercih eden ünlü boksör, ringlerde 20 yıldır ağzından düşürmediği "Bütün zamanların en iyisiyim" sözünü ispatlayarak bir efsane olmuştur. Muhammed Ali 1984'den beri Parkinson hastasıdır. Hayatını anlatan biyografik roman, 2002 yılında Kaknüs Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Arda SÜMER SAYFA 4 Tarihte Açıklanamayan Olaylar Doğada Bulunmayan Bileşik Kristal Kurukafa M.S. 300’lü yıllarda ölen Çinli general Çou Çou’nun mezarında 1956 yılında bulunan kemerin tokası, yüzde 85 oranında alüminyumdan yapılmış. Ama doğada sadece bileşik olarak bulunan alimünyumun diğer maddelerden ayrıştırılarak tek bir madde olarak kullanılabilmesi ilk kez 19. yüzyılda mümkün olmuştu. Maya dönemine ait 1000 yıllık bu kristal kuru kafa, tek bir blok kristal üzerine oyma olarak yapılmış. Nasıl yapıldığı hala anlaşılamayan kuru kafanın altından tutulan ışık, doğrudan göz çukurundan yansıyor. Bu teknolojinin bugün bile mümkün olmadığı söyleniyor. Geleceği Gören Harita 2000 Yıllık Pil Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938’de Irak’ın başkenti Bağdat’ın yakınlarında bulunan 2 bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkına düşürdü. Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi “dünyanın en eski pili” olarak tanımladı. Pilin 2 volt enerji ürettiği saptandı. Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis’in 1513’te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu’nu gösteren harita, ortaya çıkarıldığı 1929 yılında ortalığı karıştırdı. Çünkü Güney Kutbu’nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818’de gerçekleşmişti. Dahası, Piri Reis’in haritası, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu. Ancak kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti. Antik Çağ Bilgisayarı 1900 yılında Girit açıklarındaki bir batıkta araştırma yapan bilim adamları ilginç bir cisme rastladı. Tahta bir muhafazanın içine yerleştirilmiş bir dizi bronz dişliden oluşan bu garip nesnenin kasası, yüzeye çıkarıldığı anda dağıldı ve cihazın içindeki karmaşık yapı ortaya çıktı. Yapılan çalışmaların ardından, bu aygıtın Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin konumlarını hesaplamak ve istendiği anda bunların pozisyonlarına yönelik tahminlerde bulunmak için geliştirildiği anlaşıldı. Bu gazete ODTÜ GV Özel Lisesi Tarih Kulübü tarafından basıma hazırlanmıştır. Kulüp danışman öğretmeni: Elif ÖZEN Kulüp öğrencileri: Kaan OKUMUŞOĞLU, Batuhan Mert ALTUN, İbrahim Yağmur UZUNIRMAK, M. Kerem ŞENOL, Arda SÜMER, Çağatay TIRPANCI, Korhan KORKMAZ, Hakan AKINOĞLU Katkıda bulunan öğretmenlerimiz: Süleyman KEÇECİ, Yıldırım AYMERGEN, Kaan ÖZYER Katkıda bulunan basın kulübü öğrencileri Taha KAVLAKOĞLU ve Oğuzhan TARMAN’a teşekkür ederiz.