Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri,Osmanlı

Transkript

Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri,Osmanlı
Misyonerlik Ve Türkiye’ye
Yönelik Misyoner Faaliyetleri
Kılıç, R. (2006).Misyonerlik ve Türkiye’ye yönelik misyoner
faaliyetleri. Türklük Bilimi Araştırmaları, S. 19, Niğde, ss.
327-342.
Prof.Dr Remzi Kılıç
Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
‘ Misyon ‘ kelimesi Latince ‘ Mittere ‘ den gelmekte ve anlamı
‘ göndermek ‘ tir. Fransızca ‘ ya ‘ misyon ‘ olarak geçmiş, ‘
bir kimseye, bir şey yapmak için verilen özel görev ‘ anlamını
kazanmıştır. Misyon kelimesinden gelen ‘ misyonerlik ‘; bir
dini teşkilat kurarak, din propagandası yapmak, insanları o
dinin müritleri haline getirmektir[1]. Genel olarak
misyonerlik; ; başka dinden olanları kendi dinine kazandırmak
için kurulan dernekler, ; özel de ise, Hıristiyan olmayan
ülkelerde Hıristiyanlığı yayma amacını güden kurumlar ; [2]
olarak tanımlanmıştır.
Hıristiyanlığı yayma yolunda görev alan; rahip, papaz veya din
adamlarına da misyoner denir. Kısacası misyonerlik;
Hıristiyanlığı yaymaya yönelik örgütlü çalışma birimidir[3],
diyebiliriz. ‘ Dini anlamda misyon ve misyonerlik, Havariler
döneminden günümüze kadar gelen dönem içerisinde esas
itibariyle İncili öğretmek, Hıristiyan olmayanları bu dine
kazanmak, yada belirli mezhepten olmayanları bir mezhebe
çevirmek şeklinde anlaşılmıştır. Misyonerlik; matbuat, tıbbi
bakım, okul yapma gibi araçların yardımıyla uygulamaya
konulmuştur ‘ [4].
Dinler arasında bu yola geniş ve teşkilatlı olarak ilk önce
Hıristiyanlık başvurduğu için ‘ Misyonerlik ‘ denildiği zaman
daha çok ‘ Hıristiyan Misyonerliği ‘ akla gelir olmuştur. ‘
Dini teşkilatlı olarak yayma ‘ faaliyeti kapsamında, ‘
Hıristiyan olmayan ülkelerde Hıristiyanlığı yaymak amacı ile
kurulan teşkilat ‘ olarak algılanmıştır[5].
Misyonerlik hareketleri, en kısa şekilde inanç propagandası
yapmak üzere, dini teşkilatlar tarafından din adamlarının
çeşitli yerlere gönderilmesi olarak ifade edilebilir. Misyoner
hareketleri, dini propaganda için kullanılan metotlardan
sadece birisidir. Siyasi kuvvet ve ticari münasebetler bu
propagandanın güçlü silahlarındandır.
Misyonerler zaman zaman hükümet ve ticari çevrelerden de
destek görmüşlerdir. Misyonerler genelde din adamlarıdır.
Bununla birlikte ilk misyonerler ve bilhassa modern zamanlarda
ruhban olmayan şahıslar ve hatta kadınlar da misyoner olarak
görülebilmektedir. Misyonerler inancın eksik olduğunu
düşündükleri her yerde, kendi memleketlerinde veya haricinde
faaliyet gösterebilirler. Dini vaaz ve eğitim işini yazarak,
tercüme ederek ve kitaplar yayımlayarak yapan misyonerler,
zaman zaman bir dildeki ilk kitabın basımını da
yapmışlardır[6].
HIRİSTİYANLIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI VE MİSYONERLİK DÖNEMLERİ:
Hz. İsa ‘ dan itibaren Hıristiyanlık Dini ‘ nin önemli
dönemleri ve misyonerliğin başlangıçtan günümüze kadar uzanan
genel durumu tarihi olarak ana hatları ile şöyledir:
1. 33-100 arası; Havariler dönemi
2. 100-800 arası; Kiliselerin kurulması
3. 800-1500 arası; Ortaçağ dönemi
4. 1500-1650 arası; Reform dönemi
5. 1650-1793 arası; Reform sonrası dönem
6. 1793-1965 arası; Modern dönem
7. 1965 ‘ den sonraki dönem; Diyalog dönemi diyebiliriz[7].
Havariler dönemi; Hz. İsa ‘ ya peygamberliği sırasında on iki
kişi inanmıştı. Bunlara havariler denilmiştir. Hıristiyanlığı
Hz. İsa ‘ dan sonra bunlar tebliğ etmişlerdir. Bu sebeple
bunlara ilk misyonerler gözü ile bakılabilir. Havarilerin
Hıristiyanlığı yaymaları Hıristiyanlık Filistin ‘ de doğduğu
için Filistin sahası ile sınırlı kalmıştır.
Hıristiyanlık dininin en büyük misyoneri aslen Yahudi asıllı
olan Pavlos ‘ tur. Pavlos Anadolu ‘ nun önemli merkezleri ile
Asya nın bir çok yerinde, Makedonya da ve Yunanistan da birçok
kilise kurmuş ve Hıristiyanlığı teşkilatlandırmıştır. Buralara
Hıristiyanlığı yayarak, Roma da çok büyük etkinlik
göstermiştir. İlk misyonerler havarilerdi. Ancak Pavlos ve
öteki misyonerlerin çabalarıyla Hıristiyanlık Roma
İmparatorluğu nun ticaret yolları üzerindeki büyük kentlere
hızla yayılmıştır.
‘ Büyük ‘ lakabıyla anılan Bizans İmparatoru I. Kostantin ‘ in
(306-337) Hıristiyanlığı kabul etmesiyle misyonerlik yeni bir
hız kazanmıştır. Kısa bir süre içerisinde İran ve Arabistan
içlerine kadar yayıldı. Askeri alanda Haçlı seferleri, İslam
Dini ‘ nin yayılmasını geçici olarak durdurmuş ise de
Müslümanları Hıristiyanlaştırmak mümkün olmamıştır.
IX. Yüzyıldan itibaren İngiliz misyonerleri Hıristiyanlığı
Avrupa ‘ nın kuzeyinde ve batısında yaymaya çalışırlarken,
İstanbul Rum Kilisesi ‘ ne bağlı misyonerler de Doğu Avrupa ve
Rusya da faaliyet gösteriyorlardı. Milattan sonra 950-1350
yılları arasında Avrupa
Hıristiyanlaşmıştır[8].
ve
Rusya
neredeyse
tamamen
Ortaçağ döneminde Pavlos ‘ un papazları, Roma İmparatorluğu ‘
nun bütün eyaletlerinde Hıristiyanlık propagandası yaptılar.
Batı Roma ve Doğu Roma ‘ da insanlık derin bir huzursuzluk
içerisindeydi. Bu ortamda zulüm gören ve huzursuz olan
kimseler ‘ kurtuluş ümidi ‘ haline gelen Hıristiyanlık
inancına yöneldiler. Taraftarları artık imparatorun ve beşeri
sistemin otoritesine değil, İsa ‘ nın yeryüzündeki
hakimiyetinin (Tanrı Devleti ‘ nin kurulması) yakın olduğunu
savunuyorlardı. Hıristiyanlar ile Roma imparatorları
arasındaki mücadele 325 yılında İmparator Kostantin ‘ in
Hıristiyanlığı kabulüne kadar sürmüştür. Kostantin İstanbul ‘
u ” Yeni Roma ” adıyla başkent yapmıştır. Hıristiyanlık
tarihinde çok önemli olan İlk Konsül 325 yılında İmparator
Kostantin ‘ in öncülüğünde İznik ‘ te yapılmıştır[9].
Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu ‘ nun resmi dini kabul
edilence bütün Grekler, Latinler, Franklar, Cermenler, Anglo-
Saksonlar Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyanlık Dini VII-VIII.
yüzyıllarda güney, batı ve Orta Avrupa ‘ nın dini haline
gelmiştir[10].
Doğu ve Kuzey Avrupa ‘ da yaşayan Slavlar Bizans
imparatorlarının gönderdiği misyonerler sayesinde Hıristiyan
olmuşlardır. Slav-Ruslar, Kiev şehri ve çevresinde 862 yılında
” Rusya Devleti ” ni kurmuşlardı. Knez Vladimir 988 ‘ de
vaftiz edilerek Hıristiyanlığı din olarak kabul etmiştir.
Bunun ardından Sırplar, Karadağlılar, Çekler vs.
Hıristiyanlığa girmişlerdir. Böylece yapılan misyoner
faaliyetler ile Avrupa ilk bin yılda Hıristiyanlaşmıştır[11].
Bu arada Doğu Avrupa ‘ da Tuna-Bulgar Devleti Atilla ‘ nın
torunlarından Asparuh tarafından 668 yılında kurulmuştu. Tuna
Bulgarları, batıda Franklar ile doğuda Bizanslar arasında
ulaşım, ticaret ve kültürel temasları sağlamaktaydılar. Uzun
süre Bizans İmparatorluğu ‘ na baskın olan Tuna Bulgar
Devleti, özellikle Bizanslı iki misyoner kardeş olan Krill ve
Method adlı papazlar tarafından yapılan propagandalar sonucu
Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Mikail Boris Han (852-889)
zamanında 864 yılında tek Tanrı inancında yaşayan Tuna
Bulgarları Ortodoksluk Mezhebi ‘ ni kabul ederek Hıristiyan
olmuşlardır[12].
Yeniçağda XVI. yüzyıldan itibaren, ‘ Yeni Dünya ‘ denilen
Amerika Kıtası nın keşfi ile Katolik kiliseleri; İspanya,
Portekiz ve Fransa ‘ nın yeni ele geçirdiği bölgelere
misyonerler gönderdiler. Böylece Orta ve Güney Amerika ile
Antiller ve bu arada Filipinler ‘ de Hıristiyan olmuşlardır.
Hıristiyan misyonerler bu dini Uzakdoğu ‘ ya kadar propaganda
ederek; Japonya, Çin ve Hindistan ‘ a kadar uzanmışlardır.
XVII. Yüzyılda Roma ‘ da kurulan ‘ İman Yayma Cemiyeti ‘
misyonerlik faaliyetlerine faal bir şekilde yön vermekteydi.
1750-1815 yılları arasında Hıristiyanlığın yayılmasında sanki
biraz duraksama görülmektedir. Ancak Protestan misyonerliği
XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılda büyük bir yükseliş göstermiştir.
Avrupa ‘ da; Almanya, Fransa, Belçika ve diğer birçok BatıAvrupa ülkelerinde misyonerlik çalışmaları için Enstitüler
kurulmuştur ve buralarda çağdaş-modern bilgilerle donanmış
misyonerler yetiştirilmiştir[13].
XVIII. Yüzyıldan itibaren kurulan bazı misyoner kuruluşlar ise
şunlardır:
1701 yılında Londra ‘ da; İncili Yayma Derneği,
1792 yılında Londra ‘ da; Vaftizci Misyonlar Derneği,
1810 yılında Amerika ‘ da Boston da; Amerikan Misyon Dostları
Konseyi,
1814 yılında Boston ‘ da; Vaftizci Misyoner Birliği,
1837 yılında New York ‘ ta; Presbitoryan Kilisesi Dış
misyonları,
1732 yılında Almanya ‘ da Moravyalı Kardeşler misyonları,
1823 yılında Berlin ‘ de; İncili Yayma Misyonları Derneği,
1824 yılında Fransa ‘ da da; İncil Misyonları Derneği gibi
kuruluşlar bulunmaktaydı.
Ayrıca 1951 yılında yayımlanan Evangeli Praecones adlı Papalık
Genelgesi, Dünyada 1926 ‘ da dört yüz, 1950 yılında ise altı
yüz misyoner bölgesi olduğunu belirtmektedir.
Asya, Afrika, kıtaları başta olmak üzere, Dünya ‘ nın bir çok
ülkesinde yerli din adamları ve piskoposlar, misyonerlikle
görevlendirilmişlerdir. 1962-1965 yılları arasında yapılan
çalışmalar çerçevesinde, II. Vatikan Konsili ‘ nde alınan bir
kararla; başka dinden olanları Hıristiyanlaştırma amacı
gizlenmemekle birlikte, artık ana yaklaşımın diyalog ve ikna
metodu olduğu vurgulanmıştır[14].
Misyonerler, hastane, okul gibi sosyal hizmet, kuruluşlarına
önem vermişlerdir. XIX. Yüzyıldan sonra Hıristiyan misyonları
Dünya nın bir çok yerinde; okullar, kolejler, hastaneler ve
hemşire okulları açmışlardır. Daha sonraları bu sosyal
faaliyetler zirai hizmetlere, desteklere, gelişme ve
kooparatif programlarına, okuma-yazma kampanyalarına kadar
uzanmıştır.
XIX. Yüzyıl Hıristiyan misyonları, ‘ Kültür değişikliği ‘
meselesini din ile birlikte kültür transferinin de yapılması
ile çözmeye çalışmışlardır. Batı Eğitimi ‘ nin yanı sıra;
mimari, müzik, çalışma alışkanlıkları, hatta çalıştırdıkları
yerli insanların kıyafetlerini de kendi kültürlerine göre
belirlemişlerdir. Son zamanlarda ise Hıristiyan misyonerleri
kültür konusunda esnekliği esas almışlardır[15]. Ayrıca
misyonerler liderlik meselesi, Milliyetçilik meselesi gibi
konular ile karşılaşmışlar ve bu konularda kendileri lehine
sonuçlar çıkarmışlardır.
MİSYONERLİK VE TÜRKLER:
Türkler, Ortaçağda Hıristiyan misyonerler ile karşı karşıya
gelmişlerdir. Misyonerler Türkistan ‘ a daha İslamiyet
doğmadan önce girmişlerdi. Bir kısım Türk halkını
Hıristiyanlaştırmayı başarmışlardı. 893 yılında Talas şehri
Müslüman-Araplar tarafından fethedilince, buradaki ‘ Büyük
Kilise ‘ nin camiye çevrilmesi misyonerliğin Türkistan ‘ da
erken dönemde başladığını ortaya koymaktadır[16].
VI. Yüzyılda Aşağı Türkistan askeri hududu vasıtasıyla, Türk
yurtlarına giren Hıristiyanlık bölgede fazla bir dini
mukavemetle karşılaşmamıştır. Bölgede Zerdüştlük Dini ile
Budizm Dini arasında yüzyıllardır süre gelen mücadeleden
yararlanan Hıristiyan misyonerler, Aşağı Türkistan ‘ da
Semerkant ‘ ı metropolitlik merkezi yaparak hayli yayılma
göstermişlerdi. İslamiyetin Türkistan ‘ da yayılış yıllarında
bile, Hıristiyan misyonerleri faaliyetlerine devam etmiş,
ancak fazla taraftar bulamamışlardı. Bu konuda, Budizm gibi
Hıristiyanlığında Türklerin ‘ savaşçı ruh ve karakterine
aykırı olarak miskinliği telkin eden yapısının etkisi olsa
gerektir[17].
Türklerin Hıristiyan olmaları sonucu milli kimliklerini
ortadan kaldıran asıl büyük olay, Doğu ve Orta Avrupa ‘ da
yaşanmıştır. 375-1250 yılları arasında Türkistan ‘ dan
hareketle Karadeniz ‘ in kuzeyinden Avrupa ‘ ya gelen
Türklerden; Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler,
Uzlar, Kumanlar, Kıpçaklar, kısmen Hazarlar ve Sabarlar, Tuna
boyları, Orta Avrupa ve Balkanlar ‘ da uzun süre siyasi ve
askeri izler ve etkiler bırakmışlardı.
Slavlar, Franklar ve Grekler ile savaşarak bu sahalarda
çeşitli dönemlerde hakimiyet kuran Türkler, ‘ Ortaçağ Avrupası
‘ nın meydana getirilmesine büyük rol oynamışlardır[18]. Adı
geçen Türk kavimleri, yerleşik düzene geçmeyip sürekli göçer
olmaları ve arkadan gelen yeni bir Türk kavmi tarafından da
tazyik altına alınmaları sonucu, sürekli bir toplum ve devlet
yapısı gösterememişlerdir.
Ortodoks misyonerlerinin yoğun propagandası karşısında
Hıristiyanlığı kabul ederek, Slav, Frank ve Grek toplumları
içinde asimile olmuşlardır. Sadece bunlardan geriye, Bulgar ve
Macar adları kalabilmiştir. Bu nedenle bunlara, ‘ Türklerin on
kayıp kavmi ‘ denilmiştir[19].
Budizm ve Konfüçyanizm dinlerine giren Türkler de Çin ve Hint
toplumları içerisinde kaybolmuşlardır. Türkler arasında,
evrensel mesajları olan büyük dinler daima hoşgörü ile
karşılanmıştır. Türklerin genel olarak İslamiyet haricindeki
dinlere girmemeleri, Müslümanlığın Türklerin karakteri ve
milli kültürlerine en uygun din şeklinde yorumlanmasına yol
açmış, bu yüzden Türkler İslamiyeti
istekleriyle kabul etmişlerdir.
zorla
değil
kendi
Türklerin Müslümanlığa girmeleri, millet olma şuurunu da
geliştirmiştir. Bu katkının da etkisiyle Türk milli varlığı
günümüze kadar gelebilmiştir. Eğer Türkler İslamiyeti kabul
etmeselerdi, belki de İslamiyet Dünya ya bu kadar yayılamaz,
giderek Hıristiyanlığın saldırıları karşısında Ortadoğu ‘ ya
sıkışmış olarak, Araplar ‘ a has bir din haline
gelebilirdi[20]. Türklerin nihai olarak İslamiyeti din olarak
kabul etmeleri, Doğu ve Güney Asya medeniyetlerinin (Çin ve
Hint) tesirinden ayrılarak, Ön Asya medeniyetine dahil
olmaları ile, Dünya çapında bir cephe değiştirme hadisesi
meydana gelmiştir. Bu durum Türk Milleti için Milli bütünlük
açısından hayırlı bir iş olmuştur, diyebiliriz.
İslamiyet ‘ ten önce Türkler; Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık
ve Musevilik gibi, dinlere girmişlerdi. Bu dinlerin kuralları,
Türk Milleti nin kuvvetli bir kültür etrafında metin bir
devlet olarak teşekkülüne mani oluyorlardı. Türklerin tek bir
dine mensup bir millet olarak, yüzyıllardır sağlam devletler
kurabilmeleri, Müslümanlığı kabul etmiş oldukları devirler de
daha da artmıştır[21].
Türklerin İslamiyet öncesi kabul ettikleri bazı dinler milli
bünyelerine uymadığı için Türk boyları, milli kültürlerini
kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Göktürk Hakanı Bilge Kağan ın
veziri Tonyukuk tan bir Budist mabedi yapılmasını istediğinde,
vezir Tonyukuk O na; savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayan ve
miskinlik telkin eden bir dinin kabulü Türkler için felaket
olur , cevabını vermiştir. Tarih, vezir Tonyukuk un sözlerinin
kehanet olmadığını ortaya koymaktadır. Macarlar ve Bulgarlar
Hıristiyanlık içinde, Hazarlar da Musevilik inancında adetâ
erimişlerdir. Bunların aksine İslamiyetin kabulü, Türklerin
yeni bir ruh ve kuvvetle Asya steplerinden Avrupa içlerine
kadar uzanan büyük ve uzun ömürlü devletler kurmalarına imkan
sağlamıştır[22].
TÜRKİYE DE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ:
Katolik misyonerlerin faaliyetleri, bu mezhebin tarikatları
olan Cizvit, Fransisken, Kapucin ve Lazarist tarikatları
tarafından yürütülmüştür. Bu tarikatlar, Hıristiyanlıkta ki
Reform hareketi nden sonra, Katolik Kilisesi nin de, kendisine
yeni bir çeki düzen vermek düşüncesinden hareketle ortaya
çıkmışlardır.
Osmanlı Devleti bünyesinde, Fransa nın himayesinde faaliyete
başlayan bu tarikatların amaçları; Roma ve Bizans
kiliselerini, yani Katolik ve Ortodoksluk mezheplerini
birleştirmek ve Papa nın otoritesini yükseltmekti. Ayrıca,
Müslümanları Hıristiyan yapmak, Osmanlı ülkelerindeki Rum ve
Ermenileri ve Katolik olmayan Hıristiyanları Katolik yapmak ve
Fransa nın nüfuzunu kuvvetlendirmekti. Osmanlı Devleti nde
Katolik misyonerlerin erkenden faaliyete başlamalarının sebebi
Fransa ya verilen kapitülasyon imtiyazları olmuştur[23].
Osmanlı Devleti tarafından yabancılara tanınan ticari
kapitülasyonlar yanında din ve ayin serbestliği, misyonerlerin
Osmanlı memleketlerine gelmelerine yol açmıştır. Bu amaçla
1583 yılında, Cizvitler adlı Hıristiyan misyonerler İstanbul a
gelmişlerdir. Daha sonra, 7 Temmuz 1626 tarihinde İstanbul a
gelen üç kişilik biri Kapucin misyoner heyeti, 19 Temmuz 1626
da Galata daki St. Georges Kilisesi ne ve Kilise nin yanındaki
eve yerleşerek, Hıristiyanlığın esaslarını öğretmeye,
hastalara, zindandaki esirlere ve limandaki Fransız gemicilere
yardım etmeye, bunun yanı sıra da Katolikliği yaymaya
başladılar. Hatta, Kilise nin yanında bir de okul açtılar.
1637 Yılında, Fransız Kralı XIII. Louis, Kapucin
misyonerlerinin doğudaki faaliyetlerinden o kadar memnun oldu
ki, onlara Fransız elçilik binasının yanındaki evi bağışladır.
1673 de Fransız elçiliğine ve konsolosluklarına Dil oğlanları
adında tercüman yetiştirebilmek için; St. Louis Kapucin
Papazları Koleji adıyla ayrı bir bina dahi yaptırıldı. Bu
Kolejde öğrencilere Latince, Fransızca ve İtalyanca nın
yanında; Türkçe, Rumca ve Ermenice de öğretiliyordu[24].
Osmanlı Ülkesindeki misyonerlerin büyük çabaları yanında
yabancı devletlerin her türlü imtiyazı kendi çıkarları
doğrultusunda
yorumlayarak
bütün
fırsatları
değerlendirdiklerini görmekteyiz. Yabancılar dini faaliyetler
dışında Osmanlı İmparatorluğu nda okul açma hakkına da
kavuşmuşlar, bununla da yetinmeyerek kendilerine yakın olan
gayr-i Müslim cemaat okullarını himaye altına alarak, bu
okullar üzerindeki etkilerini de sürdürmüşlerdi. Aslında
yabancı devletlerin baştan beri izlediği politikanın gayesi
Osmanlı ülkesinde Müslüman olmayan toplulukları denetim altına
almaktı.
Himayeci politika güden devletlerin başında Fransa geliyordu.
Zamanla git gide himaye kuvvetlendi. 1604, 1673 ve 1740
tarihli kapitülasyon fermanlarına ticari imtiyazlar
çerçevesinde himayeye dair maddeler de konmuştur[25].
Himaye konusunda önemli olan şey tüccarlara yardım edecek
konsoloslukların açılmasıydı. Böylece etkilerini göstermeye
başladılar. Latin zümrelerin her biri milliyetine göre bir
Hıristiyan-Katolik devletin himayesine girmeye başlamıştı.
Katoliklerin en büyük hamisi Fransa idi. Ortodoksları Rusya,
Protestanları İngiltere ve Amerika himaye ediyorlardı. Yabancı
okullar Osmanlı topraklarında 1700 lü yıllardan itibaren
çoğalmaya başlamış ve 1850 yıllarında oldukça yaygın hale
gelmiştir[26].
Osmanlı Devleti nde yabancı okulların yanı sıra; Rum, Ermeni
ve Yahudi cemaatlarına ait çok sayıda gayr-i müslim cemaat
okulları da açılmıştır. Osmanlı Devleti nin güçlü olduğu
zamanlarda zararlı olmayan bu azınlık okulları kapalı cemaat
şeklinde, dil ve din tedrisatlarını serbestçe yaparlardı.
Osmanlı Devleti zayıflama sürecine girdikten sonra, devlet
bünyesinde yaşayan gayr-i müslimlerin ayrılıkçı hareketlere
yönelmiş olduklarını görmekteyiz. Osmanlı Devleti ni yıkmak ve
parçalamak isteyen Emperyalist devletler ile iş birliği yapan
gayr-i müslimler, yabancıların misyoner okullarına eleman ve
siyasi gayelerine destek vermişlerdir[27].
Osmanlı Devleti zayıfladıkça, gayr-i müslimlerin gücünü
artırdığını, Osmanlıların imzalamak zorunda kaldıkları
anlaşmalar sonucu da, git gide Avrupa devletlerinin vesayeti
altına girdiklerini görmekteyiz.
Osmanlı Devleti nde eğitim geriledikçe, Ermeniler ve Rumlar
sahip olacaklarını sandıkları Anadolu şehirlerinde, gerçek
anlamda bir eğitim seferberliğine girmişlerdi[28]. Anadolu
coğrafyasına açılmış olan azınlık okullarını, yabancılar
tarafından açılmış okullardan ayrı mütalaa etmek hayli zordur.
Çünkü azınlıklar kendi çıkarları doğrultusunda, misyoner
faaliyetler sonucu kendi iradeleri ile yabancılarla işbirliği
yapmaktaydılar[29].
MİSYONERLİK AÇISINDAN OSMANLI-AMERİKAN MÜNASEBETLERİ:
Osmanlı-Amerikan münasebetlerinin başlangıcı ticari temellere
dayanır. XVIII. Yüzyıl ın son çeyreğinde Amerikan gemileri
Osmanlı limanlarında görülmeye başlanmıştır. 1786 yılında
İstanbul, 1797 yılında İzmir, 1800 yılında İskenderun
limanlarına gelen Amerikan gemileri bunların ilk
temsilcileridir[30]. 1800 lerin başlarında hızlanan OsmanlıAmerikan ilişkileri 1811 de İzmir de Amerikan Ticaret Odası
nın açılışına kadar varmaktadır. 1830 yılında imzalanan
kapitüler haklar ile Amerikalıların Anadolu daki ticari
trafikleri iyice yoğunlaşmıştır.
Osmanlı Devleti bünyesinde oldukça faaliyette bulunan Amerikan
misyon ve misyonerleri, Ermeni Cemaatı na yönelik
faaliyetlerini artırmışlardır. Protestan misyonerlerin bu
dönemde de devreye girerek, bir çok Ermeni vatandaşın
Protestan saflarına çekilmesine sebep olmuştur[31].
Amerikan Board misyonerlerinden Eli Smith ve H.G.Dwight;
Anadolu, Ermenistan ve kuzeybatı İran ı incelemek üzere, Board
ın tam on altı ay süren üç bin millik bir geziden sonra
hazırladıkları raporlar ile daha sonraki yıllarda birçok
misyonerin bu bölgelerde yapacakları çalışmalara ışık
tutmuşlardır. Bu iki Amerikan misyoneri, daha sonra İstanbul a
gelerek Krikor Peştemalciyan ın müdürlüğünü yaptığı üç yüz
öğrenci kapasiteli bir Ermeni Cemaatı okulunda incelemelerde
bulunmuşlardır[32].
Amerikan Board misyonerlerinin eğitim alanında, 1831 yılında
attığı bir diğer önemli adım da, William Goodell ve ailesinin
Malta dan gelerek İstanbul a yerleşmesidir. Goodell, Ermeniler
arasında
misyonerlik
faaliyetleri
göstermek
için
görevlendirilmişti. Bu sebepten yanında Ermenice alfabe ile
yazılmış bir İncil bulunuyordu. Ermeni cemaatının eğitim
alanındaki misyonerler tarafından teşkilatlanması XVIII.
yüzyılın sonlarında başlamıştır[33].
Amerikan misyonerleri Board ın emri ile Osmanlı Türkiyesi ni
(Anadolu) üç ana misyon bölgesine ayırmışlardı. Trabzon-Mersin
arasına çekilen çizginin batısında kalan bölge; Batı Türkiye
Misyonu, Sivas ın güneyinden Mersin e, Mersin den Halep e
çekilen doğru çizgiler içinde kalan bölge; Merkezi Türkiye
Misyonu bölgesini oluşturmaktaydı. Antep, Halep, Adana, Urfa,
Antakya ve Maraş bölgesi bu sahayı oluşturuyordu ve Antep
merkezdi. Bu iki misyonun doğusunda kalan alanlar ise; Doğu
Türkiye Misyonu sınırları içerisinde yer almıştır. Bu misyon
bölgesinin merkezi ise; Harput tur. Harput ile birlikte
Bitlis, Erzurum, Van, Diyarbakır, Mardin şehirleri ve havalisi
bu merkezin faaliyet sahası idi.
Batı Türkiye Misyonu çeşitli istasyonlara ayrılmıştı. 1831 de
İstanbul, 1834 de İzmir, 1835 de Trabzon, 1848 de Bursa, 1852
de Sivas-Merzifon, 1854 de Kayseri misyoner istasyonları
kurulmuştu.
XIX. Yüzyıl Osmanlı Devleti açısından pek çok değişikliğin söz
konusu olduğu bir yüzyıl olmuştur. 1826 Yılında Yeniçeri Ocağı
nın kaldırılması, 1839 Yılında Tanzimat Fermanı nın ilanı,
1856 Yılında Islahat Fermanı nın ilanı, 1877-1878 de OsmanlıRus Harbi, 1876 Yılında I. Meşrutiyet in ilanı gibi, önemli
olaylar cereyan etmiştir.
Misyoner kaynaklarının verilerine göre 1893 yılına
gelindiğinde; Türkiye de 1317 adet misyoner görev yapmaktaydı.
Bunların 223 ü Amerikalı Protestan misyonerlerdi. 1893 Yılı
itibariyle 4085 öğrenciye hizmet veren beş kolej vardı. Seksen
(80) adet orta dereceli, beş yüz otuz (530) adet ilkokul
seviyesinde misyoner okulu vardı. 1897 Yılında ise, Türkiye de
toplam 624 adet misyoner okulu ve bu okullarda toplam 27400
öğrenci bulunuyordu[34].
Amerikalı Dr. Earle; Misyonerler ve din adamları dünyanın
hiçbir ülkesinde, Türkiye deki kadar emperyalizme hizmet
etmemişlerdir[35], demektedir. Bu da Anadolu nun ne kadar
stratejik öneme sahip bir vatan olduğunun, Amerikalı
misyonerler tarafından bile iki yüzyıl önce tespit edilmiş ve
hedef seçilmiş olmasını göstermektedir.
Ermeniler için ilk misyoner okulu, İstanbul Beyoğlu nda 1834
de açılmıştır. 1852 Yılında Harput ta Fırat Koleji olarak
bilinen Amerikan Harput Misyoner Koleji faaliyete
geçirilmiştir. Amerikan misyonerleri Harput gibi, 1854 yılında
Kayseri ye gelmişlerdir. Talas Amerikan Misyoner Koleji ni
açmışlardır. Aynı dönemde Trabzon, İzmir, Bursa da okullar
açan misyonerler, 1863 yılında İstanbul Bebek te Robert Koleji
ni, daha sonra Amerikan Kız Koleji ni açmışlardır.
1897 Yılında Osmanlı Devleti nde; Fransa 127, İngiltere 60,
Almanya 22, İtalya 22 Avusturya 11, Rusya 7 ve Amerika 131
okula sahip bulunuyorlardı[36]. XX. Yüzyılın başlarında ise,
Türkiye üzerinde; 209 yabancı misyoner, 1299 yerli çalışan,
163 Kilise, 15348 üye, 450 okul ve 25922 öğrenci
bulunuyordu[37].
Azınlık okullarında gayr-i müslim gençlerine; kendi dilleri,
dini inançları ve ibadetleri, tarihleri, edebiyatları ve
müspet ilimler okutulmaktaydı. Bu okullardan hayli öğrenci
Avrupa ya yüksek tahsile gönderilirdi. Okullarda eğitim
bütünüyle din adamlarının elindeydi. Roma Katolik misyonerleri
de büyük görevler almışlardı. Ortodoks Rumlar, azınlık
okulları açmada Rusya dan da büyük teşvikler gördüler. Hatta
Rus büyükelçisi Ege adalarını gezerek Rumları okullar açmaya
teşvik etmekteydi.
Rum azınlık okulları, Ortodoks ve Katolik din adamları ve
Rusya nın gayretleriyle Osmanlı Devleti aleyhine birer fesat
ocakları haline gelmişlerdi. Ders müfredatları; Türk
düşmanlığı, Türk Milleti ni ve Osmanlı Devleti ni nasıl yok
edeceklerine dair konular ile doldurulmuştu.
Müfredatlarında; Türklerin ezeli düşman olduğunu propaganda
etmek, Avrupa yı Türklere düşman etmek, ekonomik olarak
zayıflatmak, Türk Milleti ni ahlak, milliyet, din, gelenekleri
bakımından çürütmek, küfrü öğretmek, küfrü Türkler arasında
yaymak, Türkleri zinaya ve diğer ahlaksızlıklara teşvik etmek,
Türk gençlerine külhanbeyi ruhu aşılamak, aralarında sevgisaygı bağlarını koparmak, hocaları içkiye alıştırmak gibi
konular yer almaktaydı[38].
GÜNÜMÜZDE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ:
Türkiye ve Türkler üzerine yönelik Misyoner faaliyetleri,
Cumhuriyet döneminde de genel anlamda kesintiye uğramamıştır.
Atatürk, 1935 de Misyonerlerin faaliyetlerini yasaklamıştı.
Ancak, daha sonra tek parti zamanında bütün dinlere yönelik,
Propagandanın yasak olmasına bağlı olarak asgari düzeye inen
misyonerlik faaliyetleri, 1945 de demokrasiye geçiş ile
birlikte hürriyet havası ndan istifade ile artış göstermiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa Birliği nin kurulması, Türkiye
nin 1961 de Ankara Antlaşması nı imzalaması sonucu, halkımızda
meydana gelen Avrupa ya hoşgörü zemini, ne bağlı olarak bu
zeminden hareketle misyonerler faaliyetlerini artırmışlardır.
1980 li yıllarda Türkiye yi Avrupa Birliği ne dahil etme
girişimleri, Sovyetler Birliği nin 1990 larda dağılması, insan
hak ve hürriyetleri , demokratikleşme, küreselleşme ve
globalleşme anlayışları derken, ülkemizde çok amaçlı ve etkin
bir misyonerlik süreci ivme kazanmış durumdadır.
Bir de dinler arası diyalog meselesi ortaya atılmıştır. Zaten,
bu Avrupa Birliği nin belirlenmiş bir politikasıdır. Vatikan
Papalığı, Avrupa Birliği ile birlikte hareket etmektedir[39].
Papa II. Jean Paul, 24 Aralık 1999 da yayınladığı yılbaşı
mesajında; birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı.
İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı.
Üçüncü bin yılda ise Asya yı Hıristiyanlaştıralım diyerek,
Asya yı Hıristiyanlaştırma politikalarının hedefine koymuştur.
Ayrıca Vatikan tarafından, Asya nın Hıristiyanlaştırılmasında
Türkiye merkez kabul edildi , görüşlerine yer verilmesi,
ülkemizin Asya nın Hıristiyanlık için geçiş yolu üzerinde
olması, günümüz misyonerlik faaliyetleri açısından ülkemizin
ne derece büyük tehlikeler ile karşı karşıya kaldığını ortaya
koymaktadır[40].
Vatikan Katolik Kilisesi nin misyonerlikte ortaya koyduğu yeni
metodu; dinler arası diyalog çerçevesinde, Hıristiyanlık
mezhepleri arasında diyalog ve işbirliği olmuştur. Düşman
Kardeşler olarak bilinen Katolik ve Ortodokslar arasındaki
yakınlaşma dikkati çekmektedir. Katolik Papa ve Fener Ortodoks
Patriği İstanbul da ilk defa bir araya gelmişlerdir. Fener
Patriği bir atakla kendisini Ekümen , yani bütün dünya
Ortodoksları nın başı ilan etmiş, daha da ileri giderek, Fener
de Vatikan benzeri devletçik statüsü istemiştir[41].
Dünya da 1992 yılı verilerine göre; misyonerlere ait 120.880
kurum, misyonerleri eğiten, yetiştiren 99.200 enstitü,
misyonerlik faaliyetlerinde çalışan mesleki misyoner 4.208.250
kişidir. Bu misyoner kurumlarında 82.000.000 bilgisayar,
misyoner kurumlarında bir yıl içerisinde çıkarılan 88.160 adet
kitap, misyonerlik hizmetlerinde faaliyet gösteren 2.340 radyo
ve televizyon istasyonu vardır. Misyonerler, her yıl bedava
53.000.000 İncil dağıtmaktadır. Kilise okullarında okuyan
9.000.000 öğrenci, bu kiliselere ait 10.600 hastane, yine
kiliselere ait 680 huzurevi ve 10.050 tane eczaneleri vardır.
Hıristiyanlaştırma hizmet projelerinin bütçesi 163 milyar
dolardan fazladır[42].
SONUÇ:
Misyonerliğin faaliyet alanlarını şu ana başlıklar altında
tespit edebiliriz:
1. Misyonerlik, Dünya çapında yürütülen bir Hıristiyanlık
propagandasıdır.
2. Misyonerlere destek veren, devletler, kiliseler, siyasiler,
holdingler ve bilim çevreleri vardır.
3. Misyoner örgütler, yerel unsurları kullanmakla beraber,
genel bir strateji ve program çerçevesinde hareket
etmektedirler.
4. Misyonerlikte, dini, siyasi, ekonomik bakımdan tam bir iç
içe girmişlik söz konusudur.
5. Misyonerlerin, Dünya hakimiyetini, Hıristiyanlık Dini nin
egemenliği
altında
felsefeleridir.
sağlama
anlayışları
değişmeyen
6. Misyonerlik; Katolik, Ortodoks ve Protestan adlı
Hıristiyanlığın ana mezhepleri çerçevesinde yürütülmektedir.
Geçmişte misyonerler faaliyetlerini, belki daha gizli olarak
yürütüyorlardı. Talas ta, Tarsus ta, Merzifon da, Harput ta,
İstanbul da okulları vardı. Ama günümüzde, birçok televizyon
programı, yahut gazete ve dergi yayınıyla, hatta özel
broşürler
ile
kendi
edebilmektedirler.
düşüncelerini
propaganda
Bunlara karşı en etkin mücadele, kendi kültür kaynaklarımızı
ve değer yargılarımızı geçlerimize en akılcı ve bilimsel bir
yöntemle öğretmektir. Milli ve ahlaki değerlerimizi
kazandırmaktır. Geçmişte milli birlik ve beraberliğimizi Kürt
Teali Cemiyeti, yada İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile yıkmaya
çalışıyorlardı. Artık misyonerler, bizi sömürge haline
getirebilmek için sevgi, dostluk, barış, özgürlük kardeşlik
gibi güzel kavramları kullanarak, bu faaliyetlerini ülkemizde,
şehirlerimizde, sokaklarımızda daha etkin bir şekilde devam
ettirmektedirler. O halde gençlerimizin, Türk Milleti nin
kültürü, tarihi ve milli ülküleri etrafında daha da
bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
KAYNAKLAR:
BARTHOLD, W.; Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Çev.
Kazım Yaşar Kopraman- A. İsmail Aka, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1975.
ÇELİK, Mehmet; Fener Patrikhanesinin Ekümenlik İddialarının
Tarihsel Seyri, (325-1453), Akademi Kitabevi, İstanbul, 2000.
DAĞLI, Mustafa; Anadoluda Kurulan Yabancı Okullar ve
Tesirleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 1990.
DANİŞMEND, İsmail Hami; Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?, Milli
Ülkü Yayınevi, Konya, 1978.
E. WHİTE, George; Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan
Koleji Hatıraları, Terc. Cem Tarık Yüksel, Enderun Kitabevi,
İstanbul, 1995.
GREENE, Joseph K.; Leavening The Levant, The Pilgrim Press,
Boston, New York, Chicago, 1916.
HAYDAROĞLU, İlknur Polat; Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı
Okullar, Ocak Yayınları, Ankara, 1993.
KILIÇ, Remzi; Osmanlı Türkiyesinde Azınlık Okulları, Türk
Kültürü, Yıl XXXVII, s. 431, Ankara, Mart 1999, ss. 151-159.
KOCABAŞ, Süleyman; Ermeni Meselesi Nedir? Ne değildir?,
İstanbul, 1983.
______________; Misyonerlik ve Misyonerler, Vatan Yayınları,
İstanbul, 2002.
KOCABAŞOĞLU, Uygur; Kendi Belgeleriyle Anadoludaki Amerika,
Misyoner Okulları, Arba Yayınları, İstanbul, 1989.
KOCAOĞLU, A. Mehmet; Misyonerlik Faaliyetlerinden Pontus Rum
Devletine Uzanan Süreç, Giresun Tarihi Sempozyumu, 24-25 Mayıs
1996, Bildiriler, İstanbul, 1997.
KURAT, Akdes Nimet; Rusya Tarihi, T.T.K. Yayınları, Ankara,
1987.
KUZGUN, Şaban; Misyonerlik ve Hıristiyan Misyonerliğinin
Doğuşu, E. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Kayseri, 1983,
ss. 60-65.
KÜÇÜK, Abdurrahman; Misyonerlik ve Türkiye, Türkiyedeki
Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1996.
Misyonerlik, Meydan Larousse, C. VIII.
RUNCİMAN, The Hon S.; Ortaçağ Başlarında Avrupa ve Türkler,
Belleten, C. VII, S. 25, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1943.
SEVİNÇ, Necdet; Ajan Okulları, İstanbul, 1975.
ŞİMŞİR, Bilal; Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu Üzerine,
Tarih Boyunca Türklerin Ermenilerle İlişkileri Sempozyumu,
(8-12 Ekim 1984), Ankara, 1985.
TOGAN, A. Zeki Velidi; Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun
Kitabevi, İstanbul, 1981.
UMARA, Muhammed; Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Denge
Yayınları, İstanbul, 1995.
YAZICI, Nesimi; İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002.
YILDIZ, Hakkı Dursun; İslamiyet ve Türkler, Kamer Yayınları,
İstanbul, 2000.
________________________________________
* Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü
Yeniçağ ve Yakınçağ Tarihi Öğretim Üyesi.
[1] Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadoludaki Amerika,
Misyoner Okulları, Arba Yayınları, İstanbul, 1989, s. 1.
[2] Misyonerlik, Meydan Larousse, C. VIII, s. 843.
[3] A. Mehmet Kocaoğlu, Misyonerlik Faaliyetlerinden Pontus
Rum Devletine Uzanan Süreç, Giresun Tarihi Sempozyumu, 24-25
Mayıs 1996, Bildiriler, İstanbul, 1997, s. 236.
[4] Kocabaşoğlu, A.g.e., s. 14; Süleyman Kocabaş, Misyonerlik
ve Misyonerler, Vatan Yayınları, İstanbul, 2002, s. 9.
[5] Şaban Kuzgun, Misyonerlik ve Hıristiyan Misyonerliğinin
Doğuşu, E. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Kayseri, 1983,
s. 60-65.
[6] George E. White, Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon
Amerikan Koleji Hatıraları, Terc. Cem Tarık Yüksel, Enderun
Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 7-8.
[7] Abdurrahman Küçük, Misyonerlik ve Türkiye, Türkiyedeki
Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1996, s. 37.
[8] Kocaoğlu, A.g.mk., Giresun Tarihi Sempozyumu, Bildiriler,
s. 236.
[9] Mehmet Çelik, Fener Patrikhanesinin Ekümenlik İddialarının
Tarihsel Seyri, (325-1453), Akademi Kitabevi, İstanbul, 2000,
s. 5.
[10] Kocabaş, A.g.e., s. 22.
[11] Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, T.T.K. Yayınları,
Ankara, 1987, s. 31.
[12] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 116.
[13] Kocaoğlu, A.g.mk., Giresun Tarihi Sempozyumu, Bildiriler,
s. 237.
[14] Kocaoğlu, A.g.mk., Giresun Tarihi Sempozyumu, Bildiriler,
s. 237.
[15] George E. White, A.g.e., s. 8-9.
[16] W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Çev.
Kazım Yaşar Kopraman- A. İsmail
Yayınları, Ankara, 1975, s. 78.
Aka,
Kültür
Bakanlığı
[17] Kocabaş, A.g.e., s. 33-34.
[18] The Hon S. Runciman, Ortaçağ Başlarında Avrupa ve
Türkler, Belleten, C. VII, S. 25, T.T.K. Yayınları, Ankara,
1943, s. 46.
[19] Kocabaş, A.g.e., s. 36.
[20] İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?,
Milli Ülkü Yayınevi, Konya, 1978, s. 9.
[21] A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun
Kitabevi, İstanbul, 1981, s. 79-80.
[22] Hakkı Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, Kamer
Yayınları, İstanbul, 2000, s. 9.
[23] Kocabaş, A.g.e., s. 77-78.
[24] İlknur Polat Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı
Okullar, Ocak Yay., Ankara, 1993, s. 12-13.
[25] Haydaroğlu, A.g.e., s. 13-14.
[26] Haydaroğlu, A.g.e., s. 15.
[27] Remzi KILIÇ, Osmanlı Türkiyesinde Azınlık Okulları, Türk
Kültürü, Yıl XXXVII, s. 431, Ankara, Mart 1999, s. 151.
[28] Necdet Sevinç, Ajan Okulları, İstanbul, 1975, s. 105.
[29] Kılıç, A.g.mk., Türk Kültürü, s. 152.
[30] George E. White, A.g.e., s. 22.
[31] White, A.g.e., s. 23-26.
[32] Mustafa Dağlı, Anadoluda Kurulan Yabancı Okullar ve
Tesirleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 1990, s. 3.
[33] Dağlı, A.g.e., s. 3-4; Kılıç, A.g.mk., Türk Kültürü, s.
152.
[34] Bilal Şimşir, Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu
Üzerine, Tarih Boyunca Türklerin Ermenilerle İlişkileri
Sempozyumu, (8-12 Ekim 1984), Ankara, 1985, s. 98.
[35] Süleyman Kocabaş, Ermeni Meselesi Nedir? Ne değildir?,
İstanbul, 1983, s. 28; Kılıç, A.g.mk., s. 157.
[36] George E. White, A.g.e., s. 35-36.
[37] Joseph K. Greene, Leavening The Levant, The Pilgrim
Press, Boston, New York, Chicago, 1916.
[38] Kocabaş; A.g.e., s. 95-97.
[39] Kocabaş, A.g.e., s. 181-182.
[40] Kocabaş, A.g.e., s. 183.
[41] Kocabaş, A.g.e., s. 189-190.
[42] Muhammed Umara, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması,
Denge Yayınları, İstanbul, 1995, s. 35.
Osmanlı Padişahı III. MURAT
Ve
Özbek
Padişahı
II.
ABDULLAH HAN Dönemi OSMANLI –
TÜRKİSTAN Dayanışması
Kılıç, R. (1999). Osmanlı padişahı III. Murad ve Özbek
hükümdarı II. Abdullah Han dönemi Osmanlı-Türkistan
dayanışması. Bilig Dergisi, S. 10, Ankara, ss. 49-59.
Prof.Dr Remzi Kılıç
Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
Türkler, tarih boyunca en geniş sahalarda devlet kurmuş
milletlerden biridir. XVI.Yüzyıl, Türk Alemi açısından çok
büyük mücadelelere sahne olmuştur. Bu dönemde, Özbekler ve
diğer Türk Hanları, Türkistan denilen; Batı da Hazar Denizi
ile Horasan Dağları, Güney de Hindikuş ve Kuh-ı Sefid Dağları,
Kuzey de Kazakistan bozkırlarının kuzey sınırlarına ulaşan,
Doğu da Çin topraklarına kadar uzanan, takriben 5.340.066 km
karelik bir sahayı kapsayan bölge de hüküm sürüyorlardı.[1]
XVI. Yüzyıl süresince, Türkistan ‘ ın büyük bir kısmını Özbek
Hanları temsil ve idare etmişlerdi.[2] Ancak, bu dönem,
Türkistan ‘ ın ekonomik ve kültürel yönden zayıf olduğu bir
dönemdir. Bunun sebebi ise’ XVI. Yüzyıl’ın başlarından
itibaren ‘Yedi İklimde hakim olan ve Doğu’dan Batı’ya
Türkistan üzerinden geçen, ‘ Kara Ticaret Yolları’nın kendi
mevkiilerini, Hindistan ve Çin hududundan açılan Güney AsyaAfrika’ Avrupa Deniz Yolu’na ve Sibirya Arhagelsk tarafından,
Kuzey Akdeniz Ticaret Yolu’na, Amerika Kıtası’nın Avrupalılar
tarafından keşfinden sonra gelişen, Okyanus Deniz Ticaret
Yolları’na terketmeleri gibi umumi gelişmelerdir. Bu ise’ Çin
ve Hint mallarının Karadeniz ve Akdeniz Limanları’na
ulaştırılmasından büyük ticari kazançlar temin etmiş olan
Türkistan Halkı’nın gittikçe fakirleşmesine ve netice de
kültür ve medeniyet sahasında geri kalmalarına sebep
olmuştur.[3]
Batı Türklüğü’nü ise’ Anadolu başta olmak üzere, Avrupa ve
Afrika Kıtaları üzerinde hakimiyet tesis etmiş olan, Osmanlı
Devleti Padişahları temsil ediyordu. Özbek Hanları XVI. Yüzyıl
boyunca, özellikle İran’da hüküm süren Şii-Safevilere karşı,
Osmanlı Padişahları ile birlikte hareket etmişlerdi. Bu
karşılıklı dayanışma’ Yavuz Sultan Selim(1512-1520), Kanuni
Sultan Süleyman(1520-1566), II.Selim(1566-1574), III.
Murat(1574-1595) dönemleri boyunca da sürüp gitmişti. Bilhassa
Osmanlı Padişahı III.Murat ve Özbek Hanı II.Abdullah
devirleri, XVI. Yüzyıl’ın son çeyreği, bu iki Türk Devleti’nin
arasında kalan Şii-Safevi Hanedanlığı’na karşı istikrarlı bir
dayanışma içerisinde geçmişti.
Ancak, Özbek-Şeybani Hanları, Türk Devlet Geleneği’nden
kaynaklanan, ‘Türk Hakimiyet Telakkisi’ [4] sebebiyle
birbirileriyle uğraşırlardı. Bu yüzden Özbek-Şeybani Hanları
arasında sık sık saltanat kavgaları ortaya çıkardı. Bu durum
onların parçalanmasına, bazan da, dış düşman karşısında güçlü
bir varlık gösterememelerine sebep olurdu. Özbekler’in
Semerkant’taki Hanı Abdullatif (1540-1551) ile Buhara
Hükümdarı
Abdulaziz
(1540-1549)
birbirileri
ile
anlaşamıyorlar’ her biri kendi başına buyruk olarak hareket
ediyorlardı. Bu nedenle Türkistan’da’ 1551-1588 yılları
arasında Hanlıklar sık sık el değiştirdi. İçte birbirileri ile
mücadele eden Özbekler, dışarıda da Kazaklar’la kavga
ediyorlardı. Bu vaziyet, II. Abdullah’a kadar devam etti.[5]
Özbekler’in büyük Hanları’ndan Muhammed Şeybani’den(1491-1510)
sonra, en güçlü Han olan II.Abdullah(1560-1598), akrabaları
arasında bölüşülmüş olan Şeybanilere ait Hanlıkları bir araya
toplamayı başarmıştır. 1557’de Buhara’yı alarak Özbek-Şeybani
Hanlığının başkenti yapmıştı. 1578’de Semerkant’ı, 1582’de
ise, Taşkent’i ele geçirdi. Önce babası İskender Han adına
saltanat (1560-1583) sürdükten sonra, bizzat kendi adına da
(1583-1598) Han olarak, hüküm sürmüştür.[6]
II.Abdullah zamanında Hazeresb’te, Timur Sultan’ın üç oğlu’
Mehmed Sultan, Kadir Verdi Sultan, Ebu’l Hayır Sultan,
bulunuyordu. Hive’de ise’ dört oğlu ile Polat Sultan,
Urgenç’te, Hacı Mehmed (Hacım Sultan) Han’ın oğlu İbrahim
Sultan hüküm sürmekteydi. Hacı Mehmed’in oğlu Arab Mehmed de
Deruna hakimiydi. Zir’de ise’ Mehmed Sultan dört oğlu ile
hüküm sürüyordu.[7] Bu Hanlar sürekli birbirleri ile mücadele
ediyorlardı. Özellikle Urgenç’teki Hanlar kendi Özbek
kardeşlerinin yolunu kesip mallarını ellerinden alıyorlardı. O
zaman Şirvan tamamen, Osmanlıların elinde idi. Maveraunnehir
Hacıları, Şii-Kızılbaş yüzü görmemek için Urgenç’ten geçerek
Mankışlak’a geliyor
varıyorlardı.
ve
oradan
gemiye
binip
Şirvan’a
Bir defasında Osmanlı Sultanı, II.Abdullah’a İran Şahı Abbas’ı
ezmek için Sale Şah isminde bir elçi göndermiş, dönüşte ise,
yukardaki yolu takip etmek isteyen Sale Şah’ı Urgençte Hacı
Mehmed’in oğlu İbrahim Sultan soymuştu. Yine Hacı Kutas
başkanlığındaki bir hac kafilesini, Hive’de Polat Sultan’ın
büyük oğlu Baba Sultan soymuştur. Ayrıca Merv ve Abyurd’a
hakim olan Avanes Han’ın oğlu Nur Mehmed, Hacı Mehmed’in
oğullarının her yıl Mervi yağlamasından bıktığı için,
II.Abdullah ‘dan yardım istiyordu. Bu ve buna benzer pek çok
şey II.Abdullah ‘ı Urgenç’i almaya ve Türkistanın birliğini
sağlamaya teşvik etti. Çünkü Türkistanda pekçok Han ve Bey
çıkmış, mahalli devletçikler halinde ele geçirdikleri yerleri,
Hanlıklarına katarak, hakimiyetlerini genişletmek çabası
içerisindeydiler.
Merv Hakimi Nur Mehmed’in düşüncesi, Merv’i II.Abdullah’a
teslim etmekti. Çünkü II.Abdullah her geçen gün yönetimini
güçlendiriyordu. Daha sonra Nur Mehmed, Merv’de II.Abdullah
adına hutbe okuttu. Fakat II.Abdullah Han Merv’i Nur Mehmed’e
vermemişti. Oda kaçıp Urgenç Hanı Hacı Mehmed’e gelmişti. Bu
arada II.Abdullah Han Merv’le yetinmeyerek’ Abyurd, Nisay, Bağ
ve Abad’ı da ele geçirmiştir.[8] Bu durum karşısında, bütün
Hanlar Vezir’de birleşip, II.Abdullah ‘a karşı birlikte
savaşma kararı almışlardır. Fakat çok tecrübeli olan
II.Abdullah Han, kısa sürede Hive’yi ve Urgenç’i de
hakimiyetine almıştı.[9]
II.Abdullah Han Urgenç’i aldıktan sonra, Hacı Mehmed Sultan,
Şii-Safevilerin başkenti olan Kazvin’e, I. Şah Abbas’ın yanına
sığındı. Şah Abbas onları çok iyi karşıladı. II.Abdullaha
karşı, Hacı Mehmed Sultanla birlikte hareket eden Polat Sultan
ise’ ‘Ben kafirin içine gitmem diyerek, Şah Abbas yerine,
II.Abdullah’ın yanına gitti. Hacı Mehmed ve adamları İran
başkenti Kazvin’de üç yıl kadar kaldılar. Hacı Mehmed’in büyük
oğlu Seyügenç Mehmed ve iki oğlu ‘Kafir içinde durmayız
diyerek, Osmanlı Ülkesine geldiler. Bu arada II.Abdullah ‘ın
oğlu Abdulmü’min bütün Horasan Vilayetlerini tamamen ÖzbekŞeybani Hanlığına katmıştı.[10]
II.Abdullah ülke içinde birliği sağlamaya çalışırken, diğer
taraftan da, dışarda, Maveraünnehir’i Kırgız ve Kazakların
saldırılarından korumak gayesi ile 1582 baharında Küçük
Boy’un, Sarı-su ve Turgay Nehirleri arasında Uluğ-Dağlara
kadar uzanan bölgeye bir sefer düzenlemiştir. Doğu Türkistana
da bir sefer düzenlemiş Kaşkar ve Yarkent topraklarını
yağmalatmıştır.[11] Burada II.Abdullahın bütün Türkistanda bir
tek hakimiyet kurmaya çalıştığını, büyük bir Türk-Özbek
Devleti oluşturmak istediğini söyleyebiliriz.
II.Abdullah Han,komşusu Sibir Han’ı Küçüm Han’a yaptığı
yardımlarla, müslümanlığın Uzakdoğu’da yayılmasında da önemli
rol oynamıştır.[12] II. Abdullah Han, Hindistan Hükümdarı
Ekber Şah Tahmasb ile diplomatik münasebetler
suretiyle, Onun dikkatini Hindistan-Türkistan
kurmak
ticari
münasebetlerinin gelişmesine çekmeyi başarmıştır. Bundan
sonra, II.Abdullah Han, Timurlular ile Şeybaniler arasındaki
anlaşmazlığa son vermeye muvaffak oldu. Bu amaçla Ekber Şaha
1572, 1577 ve 1586 yıllarında elçiler göndermiş ve O’a
iltifatlar etmişti. Özellikle Horasan Bölgesinin Şii-Kızılbaş
elinden kurtarılması için ittifak sağlamaya çalışmıştı. Öte
yandan Türkistaı (atalarının yurdunu) yeniden almak
düşüncesinde olan Ekber Şahla askeri bir ittifak kurmayı
sağlayamasa da, Onu bu hususta pasifize etmeyi başarmıştı.[13]
Özbek Hükümdarı II.Abdullah Han, Osmanlı Devletinin en tabi
dostu ve müttefiki idi. Bu dostluk ve dayanışma, özellikle
Şii-İran ve Rusya’ya karşı olmuştu. II.Abdullah Han, Türkistan
Coğrafyasında dedesi Muhammed Şeybani Hanın hedeflediği gayeyi
gerçekleştirmişti. Şimdi sıra da Şii-İranı ortadan kaldırmak
ve Osmanlı Devleti ile doğrudan dostluğu ve ticareti
geliştirmek düşüncesi vardı. Bu amaçla II.Abdullah Han,
1596’da kışı oğlu Abdu’l-mü’min ile Horasan’da geçirip Irak
üzerine yürümeyi istiyordu. Ancak işler istediği gibi gitmedi.
Hanların isyanı ve Hocam Kulunun(II.Abdullah’ın başkomutanı)
üst üste yenilmesi ile aldığı pek çok yerler elinden çıktı. Bu
arada Hacı Mehmed’de Urgenç’i tekrar aldı(1598).
Şah Abbas, 1597’de Özbekleri, büyük bir ordu ile, Herat
yakınlarında ezici bir şekilde mağlup etti. Horasan’ı tekrar
Özbeklerden aldı. II. Abdullahın oğlu Abdu’l-mü’min babasına
isyan etti. Kırgızlar bu kargaşalıktan yararlanarak Taşkent
Bölgesini geri aldılar. II.Abdullah Han, 1598’de eserinin
mahvolmasını gördükten sonra hayata veda etti. Onun yerine
Özbek-Şeybani tahtına geçen oğlu Abdu’l-mü’min altı ay sonra
katledildi. Bu olay ise’ Şeybani Hanedanının sonu
olmuştur.[14] Daha sonra ise’Baki Mehmed’in (1599- 1605) tahta
çıkması ile Hive Hanlığı yeniden istiklalini ilan etti. Ancak,
gerçekten çok başarılı bir Hükümdar olan, Şah Abbas 1599’da
Horasan’ı tamamiyle nüfuzu ve hakimiyeti altına almayı
sağlamıştır.[15]
Özbek-Şeybani Hanlığının, Osmanlı Devleti ile Şii-Safevilere
karşı ittifaklarının Yavuz Sultan Selimden itibaren
başladığını söyleyebiliriz. Kanuni Sultan Süleymanın İran
üzerine yaptığı, üç büyük sefer de bile, Özbekler hep Osmanlı
Ordusunun Safevilere galip gelebilmesi için, hem destek
sağlamışlar, hem de İranla ilgili durumları mektuplar
göndererek bildirmişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman Safevilerin
ortadan kaldırılamayacağını Nahçıvan Seferi(1553-1554) ile
artık kabüllenmişti. Böylece Osmanlı Devleti, varlığını resmen
elli beş yıldır tanımadığı, Şii-Safevi Devleti ile 1555
yılında Amasya Andlaşmasını imzalamıştır.[16]
İran Şahı Tahmasbı Kanuni Sultan Süleyman ile barışa getirme
de Türkistan Hanlarının büyük payı olmuştu. Çünkü Şah
Tahmasb(1524-1576), Osmanlıdan kurtulup Türkistan Hanları,
Türkistan Hanlarından kurtulup, Osmanlı ile savaşmak zorunda
kalıyordu. Amasya Andlaşması en çok Şah Tahmasbın işine
yaramıştır. Nitekim, Kanuni Sultan Süleyman, Amasyada iken
Özbek Hükümdarı Nevruz Ahmed Burak Hana gönderdiği bir
mektupla, ‘istenilen yardımı gönderemeyeceğini, çünkü Şah
Tahmasbla barış yaptıklarını, ancak Şah Tahmasbında Özbek
Ülkesine
saldırmasına
asla
razı
olamayacaklarını
belirtmiştir.[17]
1555 Amasya Andlaşmasından sonra, III. Murat Devri öncesine
kadar, özellikle Osmanlı Devleti,barışı sonuna kadar korumaya
çalışmıştır. Şehzade Bayezid Hadisesi, zaman zaman Şah
Tahmasbın Askerlerinin taşkınlıkları veya İranın Anadoluya
yaptığı Şii Propagandası olsun, hiç biri, Osmanlı Devleti ile
Safevi Devleti arasındaki barışı kaldıramadı. Osmanlı Padişahı
II.Selim döneminde de barışı bozabilecek hiç bir olay olmadı,
diyebiliriz.
Hatta, III. Murad’ın cülusundan on altı ay sonra Tokmak Han
İran Elçisi olarak büyük bir tantana ile Osmanlı Ülkesine
geldi. Tokmak Han henüz İstanbul’da iken, Şah Tahmasbın vefat
haberi gelmişti.[18] Safevi tahtına Şah Tahmasbın yerine geçen
II.Şah İsmail’in(1576-1577) bir yıl üç ay süren saltanatı,
taht kavgaları ve Şah Tahmasb’ın son zamanlarından beri ülkeye
hakim olan birbirine muhalif beylerin mücadeleleri ile geçti.
Bu dönem İran için çok kanlı olduğu kadar Osmanlı-İran
barışını bozucu
olmuştur.
davranışlarında
sergilendiği
bir
dönem
II.Şah İsmail bir Osmanlı Kervanını Zengan’da (Zencan) basarak
tacirleri öldürmüş, mallarını yağma ettirip, Erzurum’dan gelen
iki çavuşu hapse attırmış, bu çavuşları sormaya gelen Van
Paşasının adamlarını da tevkif ettirmişti. Ayrıca, Anadolu’da
Şii-Kızılbaş Propagandası yaptırıyordu. Bundan başka II. Şah
İsmail’in Osmanlılara saldırmak üzere asker topladığı
harberleri gelmişti.[19] II.Şah İsmail bazı Kürt Beylerini
kendisine bağlamış, bu arada, İran’ın Luristan Valisi de
Osmanlılara iltica etmişti.[20] Osmanlı Hükumetinin İranla
mevcut barışı koruma gayretlerine rağmen, İrandan geçen
ticaret kervanlarının yağmalanması,hudut güvenliğini bozan
hadiseler ve bu ülkenin Anadolu Halkı üzerindeki tahrikleri
gibi,
nedenlerden
dolayı
Osmanlı-İran
ilişkileri
gerginleşti.[21] Bu arada II. Şah İsmail müptela olduğu
esrardan dolayı 1578de ölmüş ve ülkede taht kavgası
başlamıştı. İran tahtında çıkan kargaşanın sonunda Kör
Hudabend Şah olmuştu. Van Beylerbeyi İran’daki karışıklıkları
göstererek bundan yararlanılmasını istiyordu.[22] Ancak,
Osmanlılar, Avusturya ile savaş halindeydi. İrana karşı da,
yıllardır yapmış oldukları barış ihlallerinin hesabını sormak
zamanı gelmişti. Osmanlı Devleti 1577’de Avusturya ile sekiz
yıllık bir barış imzaladıktan, sonra İran’a karşı savaş
açıldı.[23]
Sultan III.Murad(1574-1595), İran üzerine sefer açmak
istediğinde, Vezir-i Azam Sokullu Mehmed Paşa, bu işin aksine
görüş beyan ederek’ ‘Acem Memleketi tamamen feth olunsa bile
elimize zarardan başka birşey geçmez. Çünkü elde tutmak için
oralarda kilitli asker bulundurmak lazımdır. Varidat-ı
masarıfa kifayet etmez ve taife-i acem her fırsatta isyan
eder, bu durum Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri mükerrer
vuku bulan İran Seferlerinden tecrübe olunmuştur,[24] dedi ise
de artık eski otoritesi kalmadığından sözü tutulmamıştır.
Şii-İran’ı içeriden ve dışarıdan, sünni Türkler hücum ederek
yıkmaya koyulmuşlardı. İran’da ki Türkmen Beyleri aralarında
anlaşarak İran İllerinin idaresini ve korunmasını
paylaşmışlardı. Daha II. Şah İsmail, kardeşlerini yakalatıp
idam ettirirken ‘Urgenç (Hive) Hanı Din-Mehmed Han oğlu Celal
Han, altı-yedi bin Nayman-Özbeki çerisiyle Nesa ve Abyurd
kesimlerinden Horasan’a girerek yağma ve yıkımlara girişmişti.
Kızılbaşlardan kimse karşısına çıkmadığından, Cam İlini de
yağmalayıp dönerken Meşhed Beylerbeyi (Akkoyunlu Boyundan)
Pornaklı Murtaza-Kulu Han askeriyle Aşkabad yakınında
yetişince yapılan savaşta Din Mehmed Han öldürülmüştü. Meşhed
Beylerbeyinin bu başarısını çekemeyen Herat Beylerbeyi Şamlu
Ali-Kulu Han bir bahane ile Onunla döğüşmeye başlayınca
İran’ın Kuzey- doğusu da karışıklık içinde kalmıştı.[25]
1578de başlayıp, on iki yıl süren Osmanlı-İran savaşları
sırasında, Osmanlı-Özbek İttifakının yeniden canlandığını
görmekteyiz. Özbek Hanı, II.Abdullah Han Osmanlı Devleti ile
dostane münasebetler kurmuştu. II.Abdullah Han, sürekli İran’a
karşı savaş açmanın tam zamanı olduğunu bildiriyor, bu savaşta
bir harekat planı takip edilmesi hususunda teşvik ve
telkinlerde bulunuyordu.[26] Ancak, Özbek Hanı’nın bu
tekliflerine Osmanlılar, İranla olan aradaki barışı korumak
için, pek iltifat etmemişlerdi. Şimdi ise İran’a sefer
açılacağından dolayı, II. Abdullah Han’dan, yardım alınacağını
ve iki tarafın birleşmesi ile Şii-İran’dan intikam
alınacağını, Özbekler ile birlikte hareket edileceğini, III.
Murad, Vezir Mustafa Paşa’ya bir hükümle bildiriyordu.[27]
Serhat Beylerinin İrana akın ve garet seferi icra etmeleri
emri, Erzurum Beylerbeyi Behram Paşa ile, İran ahvaline vukufu
bilinen Pasin Sancağı-beyi Mirza Ali Beyin arzları üzerine
kararlaştırılmıştır. Adı geçen arizalarda’ Bütün Kızılbaşların
Şahın etrafında toplanmış olduğu, Revan Beylerbeyi Tokmak
Hanın da askerleri ile hudutta hazır bulunduğu, İrana
saldırıldığı takdir de, ancak hudutta karşı duracak yeteri
kadar kuvvet kalmayacağı için, Kızılbaşların karşı saldırıya
geçmeleri halinde birçok zarar verecekleri ihtimali bulunduğu,
esasen şiddetli kış ve kar sebebi ile yollar ve bellerin
kapandığı, harekatın güç ve faydasız olduğu beyan
olunuyordu.[28]
Bu ihtar üzerine, Erzurum,Van, Şehrizor, Bağdat ve Diyarbakır
Beylerbeyilerine’ ‘Serdarların sehadde vusulüne kadar akın ve
garetin tehir edilmesi ve fakat muharebeye hazır ve amade
bulunmaları emredilmiştir. İranla fiili düşmanlık başlayıp,
Serhat Beyleri tarafından akın icra edilmesi emri verilmesini
müteakip İlkbaharda gönderilecek orduların serdarlığı meselesi
mevzuubahs olup Erzurum canibi serdarlığına Üçüncü Vezir Lala
Kara Mustafa Paşa, Bağdat kesimi serdarlığına Dördüncü Vezir
Koca Sinan Paşa tayin edildi.[29] Bir müddet sonra bu iki
Serdar arasındaki rekabet ve çekişme had derceye gelmiş olmalı
ki, nihayet Sinan Paşa, Bağdat Canibi Serdarlığından azl
edilerek, Lala Mustafa Paşa Erzurum üzerinden Şirvan ve
Azerbaycan fethine 1578de müstakilen Serdar oldu.[30] Bu arada
Tatar Hanı Mehmed Giray’dan Kefe veya Azak Beylerinden birini
yanına alarak Şirvan Ülkesine hücum etmesi istenmiştir.[31]
Kanuni Sultan Süleyman devrinden beri, Osmanlılara tabi olup,
gönülden İstanbul’a bağlanmak isteyen’ Dağıstan-Şirvan ve
Gilan gibi Sünni Ülkelerin ve Kartli ile Kokhet gibi DoğuGürcistan’ın Hristiyan Beylerinin samimi yardımları ile,
1556’dan beri Astarhan Hanlığını yutarak Hazar Denizine çıkıp
Harezm-Hive ve Özbek gibi kardeş Türk Ülkeleri müslümanlarının
hac ve ticaret yolunu kapayan Ruslara karşı da, bu seferi
tertip etmek icabediyordu. Hazar Denizine hakim olarak, İran’ı
arkadan vurma ve kuşatma, aynı zamanda da Moskof yayılmasını
durdurma gayesi ile III. Murad İran üzerine yapılacak seferin
yolunu Gürcistan-Şirvan olarak seçmiştir.[32]
III. Murad İran’ı kıskaca almak amacı ile arkadan vurması
için,Özbek Hükümdarı II.Abdullah Han’ın Horasan tarafından
harekete geçmesini istemiştir.[33] Bu amaçla Özdemiroğlu Osman
Paşa, Piyale Paşa’yı yüz yirmi top ve beş yüz kadar yeniçeri
ile Bakü’den deniz yolu ile II.Abdullah Han’a, Özbek Ülkesine
gönderdi.[34]
Piyale Paşa, Özbekleri İran üzerine birlikte hareket için
teşvik etmek amacı ile geldiğinde, onları taht mücadelesi
içerisinde, kardeş kavgası ederlerken buldu. Piyale Paşa’nın
getirdiği askerler ve toplar kapanın elinde kalmış ve tabii,
bu durum da İran’ın işine yaramıştır. Kuzey Türkistan’ı idare
eden Baba Sultan, sağ kolu olan yeniçeriler (Rum askerleri)
sayesinde II.Abdullah’ı yenmiştir. Piyale Paşa, bu duruma çok
kızmış’ ‘Aranızda kavga ediyorsunuz. Bu size bir fayda vermez
demiştir. Daha sonra Astarhan’a uğramak maksadı ile Harezm’den
İstanbul’a hareket etmiştir. Kargaşa ortamında yolda iken,
Mangırtlar Piyale Paşayı soymuşlar. Yeniçeriler ve toplar ise
orada kalmış, aralarındaki mücadeleler de kullanıldıktan sonra
bir kenara terkedilmişlerdir.[35]
II.Abdullah, Türkistanda yeniden birliği sağladıktan sonra,
İran’a karşı harekete geçmiş ve Osmanlı Devletine vermiş
olduğu bütün sözleri yerine getirmiştir. Osmanlıların Doğu’da
ilerlemeleri kolay oluyordu. Zira, Gence ve Karabağ’ın zaptı,
Şah’ın Horasan’da Özbek Hanı ile meşguliyetinden, Osmanlılarla
uğraşamamasından dolayı olmuştur. Osmanlılar bu taraftan
ilerlerken II.Abdullah’ta Herat’ı alıp, Şii ahaliyi kırmış,
Meşhed’i zaptetmiş ve pek çok yeri almıştı. Özbek Hükümdarı
II.Abdullah Han bu faliyetlerini Osmanlı Devletine Mehmed
Bahadır adındaki bir elçi ile gönderdiği mektupta
belirtiyordu. Ayrıca, Şii-Kızılbaşların ezilmesini, Horasan ve
Irakeyn mağdurlarının kurtarılmasını, Hacc Yolunun açılmasının
önemini, belirterek bu işe devam edeceğini, bunun dünya ve
ahiret sadeti için şart olduğunu bildiriyordu.
Osmanlı Hükümetinin verdiği cevapta ise’ askerlerin büyük bir
kısmını bir Serdarla Şark Diyarına gönderdiklerini, Allah’ın
izni ile Şirvan-Revan ve nice yerleri aldıklarını, daha önce
Taht-ı Azerbaycan olan Tebriz’i, kuşatma altına aldıklarını,
artık orasının ‘Makarr-ı İslam olduğunu, geçen sene de Gence
Vilayeti ve özellikle Karabağ ve Erdil’i ele geçirdiklerini,
diğer bütün memleketleri ve vilayetleri feth edeceklerini,
ayrıca’ ‘tarafeynden hüsnü ittifak ve ittihad ile ol fırka-ı
dallinin ve şer zümre-i şerayinin nokta-i vücud-ı mazarrat
nümudların sahife-i ruzgardan tığ-ı ser-tiz ile mahv ve tathir
itmekle divanhane-i ahirette ceride-i amal ve ef’allerine
hasenat-ı cezile sebbit ve tahririne mesayi-i cemile zuhura
getirile,[36]
diyerek
birlikte
hareketin
önemi
belirtilmektedir.
Osmanlılar tarafından, II.Abdullah’a gönderilen, bir başka
mektupta da’ daha önce kolaylıkla gelip geçilen Hac Yollarının
açılması, tüccar ve hacıların önüne konulan engellerin
kaldırılması hususunda çaba sarf etmenin ne kadar önemli
olduğu ve bunun sevabı üzerinde duruluyordu.[37]
II. Abdullah Han, Mehmed Bahadır adlı elçisinden, kısa bir
süre sonra, Hatai adlı bir elçi daha göndererek’ Herat’ı ŞiiSafevilerden aldıklarını, pek çok Kızılbaş yerlerinin Asker-i
İslam’ın elinde bulunduğunu, Bestam ve Damgan sınırlarına
geldiklerini, Kızılbaşların Hindistan Sultanı Ekber Şaha
sığındıklarını, Hindistan Sultanının da kendisine gönderdiği
mektupta onlara yardım edeceğini açıkça söylediğini, bunun
Kızılbaşlara güç verdiğini bildiriyordu. Yine birlik ve
beraberlikten bahisle, ‘Her husus ve her emir Cenab-ı
alilerinin rızay-ı hümayunları üzere olub asla mu’araza ve
münakaşa olmamak mukarrerdir,[38] demiştir. Özbek Hükümdarı
II.Abdullah, bu mektubuyla hem Osmanlı Sultanı III.Murata
bağlı olarak hareket edeceğini, hem de Hindistan Şahı Ekberin
Safevileri desteklediğini bildiriyordu.
Gerçekten de Hindistan Sultanı Ekber, II.Abdullah’a’ Osmanlı
Sultanına karşı, İran Şah’ının korunmasını teklif etmiştir.
Şüphesiz ki, bunda amacı denge kurabilmektir. Ayrıca, O
kendisini, Türk Aleminin en güçlü Hükümdarı sayıyordu. Fakat,
II.Abdullah bunu reddetmiştir.[39] Çünkü Özbek Hanı III.
Murata tam bir müttefik ve dost idi.
Osmanlı-İran Savaşı şiddetle devam ederken 1587’de, Şah
Hudabend barış teklifi yapmak istemişti. Fakat bu arada Onun
yerine,Şah Abbas(1587-1629)İran Şah’ı oldu. Şah Abbas, daha
hırslı ve lider bir kişiliğe sahipti. Osmanlı Devletine karşı
barış istemediğinden savaş tekrar hareketlendi. Savaş her iki
tarafa da çok ağır maliyet getirmişti. Bir taraftan
Özbeklerin, diğer taraftan Osmanlıların sıkıştırması sonucu
İranda merkezi devlet otoritesi iyice zayıflamıştır.
‘1589 senesi içinde Yezd Hakimi Bektaş Han Şaha muhalefet
ettiği gibi, Farstaki Zulkadirli taifesi de ona tabi olarak
baş kaldırmış, Giluye Dağında Ereşlü Ümerası ve Afşar Hasan
Han istiklal davasında bulunmuşlardı. Memleket adeta feodalite
sistemine dönmüşe benziyordu. Heratın Özbeklerden istirdadı
kabil olamadığı gibi, aynı sene baharından itibaren Abdullah
Hanın oğlu Abdul-Mümin Han, dört aylık muhasaradan sonra
Meşhedi kahren zaptetmişti. Şah Abbas dahili ihtilalleri
teskin ve Özbek tehlikesini berteraf edebilmek için evvela
garptaki kavi komşusu ile itilaf haline gelmeyi zaruri
gördü.[40]
İranın dahili ihtilafları ve Özbek tehdidi devam ettiği
müddetçe Safevi Hükumeti barış yapmaya mecbur oldu. Böylece
düşmanın birinden kurtulmayı amaçlıyordu. Barış için kardeşi
Hamza Mirza’nın oğlu Haydar Mirza’yı İstanbul’a gönderdi. Kısa
fasılalarla on iki sene devam eden Osmanlı-Safevi düşmanlığına
son veren 1590daki Anlaşma, iki tarafın da savaşın
külfetlerinden bir an önce kurtulma ve sükuna kavuşma meylinin
mahsulü idi. Özbek tehdidi ve iç isyanlarla sarsılan Safevi
Devleti barışı büyük fedakarlıklar pahasına da olsa kabul
etmek zorunda kalmıştı.[41]
22 Mart 1590da İstanbul’da bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya
göre’ Tebriz, Gence, Revan ve Hatt-ı Şirvan Osmanlılarda
kaldı. Azerbaycandaki Osmanlı-Safevi hududunun tesbitinde
herhangi bir müşkilat çıkmadı. Ayrıca Osmanlıların isteği
üzerine, Haydar Mirza’nın İstanbul’da rehin olarak kalmasına
karar verildi.[42] Hammer ise bu hususta, Osmanlı-Safevi
Barışının’ Osmanlılardan ziyade Özbeklerin gayreti üzerine
yapılmış olduğunu,[43] söylemektedir.
İstanbul Barış Andlaşmasından sonra gelişen olaylarla, biz bu
andlaşmada’ Özbeklerin İranlılardan aldığı yerlerin
Osmanlılarla birlikte hareket eden Sünni Özbeklerin elinde
kalmasının
Özbeklerin
ayrıca kabul ettirildiğini, buna karşılık
artık İran’a dokunmaktan vaz geçtiğini de
görmekteyiz. Çünkü 999 h. yılı başlarında, 1590 sonbaharında,
II. Abdullah Han’ Sümnun, Sebzevab, Esferayın, Muhavvelat,
Tun, Cunabad, Kayın ve Tabes gibi bugünkü Afganistanın
Batısında ve İran-Horasan kesimindeki yerleri fetheylemiş, Şah
Abbas ise Yezd şehrine kadar gelip geri dönmüş ve Erdebil’i
ziyaretten sonra Kazvin’e gelmişti.[44] Şah Abbas,
II.Abdullah’ın bu faaliyetlerini Osmanlı Devletie şikayet
ederek, Özbek Hanı II. Abdullah’ın kendi tahtı hükmündeki pek
çok yeri alıp yağma ettiğini kendilerine ‘rahat yeri
komadığını bildiriyordu .[45]
1591 Yılı yaz mevsiminde Bestam ve Damgan’ı da Safevilerden
alan II. Abdullah’ın İstanbul’a gelen elçisi ile Ona
gönderdiği anlaşılan mektupta, Vezir Ferhad Paşa’ Bundan
böyle, İran’a dokunulmamasını, çünkü İran’la barış
yaptıklarını söylüyordu. ‘Hakan-ı Muazzam ve Han-ı Azam
Abdullah Han… elçiniz Hafız Hatai’nin getirdiği mektubunuzu
Padişah aldı, önceleri Padişah’ın gönderdiği mektuba göre’
‘Ehl-i Fesad ve zümre-i rafzu ilhadun kökünü kesmeye
koyuldunuz. Herat şehri ile ‘Vilayet-i Bestam ve Damgan nam
Kasabalar dahi feth olunup ta Kazvin nüzulleri mukarrer olduğu
bildirdi. Beri de ise İran’dan çok yerler alınıp yağmalandı,
fakat Şah Abbas, akibet endişelik idub Südde-i Humayun ŞehinŞahiye izhar-ı ubudiyyet-i sermaye-i Devlet ve piraye-i izzet
bilmeğe ita’at idub karındaşı oğlu Haydar Mirza’yı Dergah-ı
felek-i Bargah-ı Padişahiye gönderub istid’ay-ı inayet
itmişdir…. ‘Recaya ve beraya rahatı içun ahd ve eman
virilmişdir. Madam ki ol canibi Cadde-i ita’atten udul’u
inhiraf göstermeye Sa’adetlu Padişah-ı Cihan Penah Hazretleri
canibundan dahi şerayıt-ı ahd-u emana riayet olunur. ‘Ve
canib-i sa’adet me’abınuz sevabına dahi bir naşayeste vaz’ü
hareket zahir olmayup kuvvet-i kahire savlet-i bahire ile feth
itdiğünüz vilayetler kemakan elinüzde durmak üzere cenab-ı
se’adet. nisabınuzdan sayir yerlerine tecavüz olunmayub kanaat
oluna, eğer alınan vilayetlerine girü dahl ve tecavüz idub
üzerlerine asker gönderirse sa’adetlu padişah-ı rub’-ı meskun
ile mün’akid olan muvalatu musafatınuz südde-i sedid-i
İskender gibi sabit üstüva olduğu mahalli iştibah değüldür.
Size muhalefet iden bu canibe dahi adem-i ita’at itmiş olur,
her
vecihle
bu
canibden
dahi
inayet
müzaherat
olunur,[46]denilmekteydi.
Bu sırada Özbeklerin, İran Ülkesindeki başarılarından sonra,
Divanda siyasi menfatin, dini menfatten üstün olmaya
başladığını ve dolayısı ile Özbeklerin İran’ı alıp, Osmanlılar
için tehlikeli bir komşu olabileceği fikrinden dolayı
Osmanlıların İran’la savaşma fikrinden vazgeçtiği ve Özbeklere
karşı yardım isteyen İran Elçisine de hüsnü kabul
gösterildiği, Hammer tarfından söylenmektedir.[47]
Osmanlılar, Ferhad Paşa’nın yukarıdaki mektubunda, Özbeklere
herhangi bir tecavüz olursa kendilerine yapılmış gibi telakki
edilip Safevilerle Andlaşmayı bozup onlara yardım edecekleri
gibi sözlerinde pek durmamış veya duramamışlardır. Zira, Şah
Abbas, önce Özbeklere iki defa saldırarak Horasan’ı almış,
daha sonra da Osmanlılardan intikam almaya çalışmıştır. Çünkü,
İstanbul Andlaşmasından kısa bir süre sonra, 1603’te
Andlaşmayı bozarak Anadolu’ya tecavüze geçmiştir.[48]
III.Mehmed’in 1596’da cülusunu tebrik etmek için İstanbula
gelen Şah Abbas’ın elçisi,Osmanlılara’ Şah’ın Özbek Hanı’na
muzafferiyetini tebliğ etmiştir.[49] Bundan yine iki buçuk
sene sonra, İran Şah’ı bir elçi daha göndererek Horasan’ı
Özbeklerden tamamen geri aldığını bildiriyordu.[50] Osmanlı
Devleti bu haberlere fazla tepki göstermedi. Bu sırada,
II.Abdullah Han vefat etmiş, Özbeklerin başına Hükümdar Baki
Muhammed Han(Abdul-Baki) geçmişti. III.Mehmed’e bir elçi
göndererek Horasan’ı tekrar almak için top ve tüfenk istemiş,
fakat İstanbul’da Özbek Elçisini ilk kabul eden Şirvan eski
Beylerbeyi Vezir Yemişçi Hasan Paşa, İran ile yapılan İstanbul
Barış Andaşmasını da göz önüne alarak, Bakı Muhammed’in
ricasını Padişaha arz etmiştir. Padişah tarafından da uygun
görülen bu telhisden anlaşıldığına göre, Özbeklere yardıma
devam edilmekle birlikte, aralarında sulh olan İran’la iyi
geçinilmesini telkin eden bir siyasetin takibine başlandığını
görmekteyiz.
Osmanlıların gönderdiği mektupta’Şimdi bundan Muşarun ileyhin
elçisine yirmi kıt’a tüfenk virelum ve darbzen virmeyelum,
zira bunlar tüfenk ve darbzeni Kızılbaşlara cenk eylemek için
isterler. Buhara Hanı Sünni müslümandır. Bunların hatırlarına
ri’ayet olunmak lazımdır. Zeman ile gerek olurlar, hatta
Kızılbaş ile mabeynimiz mukaddima cenk ve cidal üzere iken
Asitane-i Sa’aded’den bunlara Name-i Hümayun gönderilub
Kızılbaşun üzerine yürümek teklif olunduk da, mübalağa asker
ile ol canibden Kızılbaş üzerine yürüyüb nice memleketlerin
almağla Kızılbaş bunlardan ziyade zebun olub bu canibe çok
faideleri olmuş idi. Eğerçi Kızılbaşla şimdi mabeyn sulh ve
salah olmuştur. Bunlar Şah ile cenk üzere olmağın Şah harekete
kadir olmaz belki Şah ile ceng üzere olmaya idi bir nühemva
vaz ede idi. Hasılu’l- Kelam evlası budur ki hem Buhara
Hanı’nın ve hem Şah-ı Acemun hatırı riayet oluna dinu devlet-i
maslahat bu usul mahallerde fikr-u mülahaza idub layık olanı
eylemekle ileri varur,[51] diye bildiriliyordu.
Bu sırada Özbeklerden Horasan’ı geri almış olan Şah Abbas,
kısa bir süre sonra da Osmanlılarla yaptığı Barış Andlaşmasını
bozmuştu. Avusturya Savaşının 1593’den itibaren devam etmesi
ve istenildiği gibi gitmemesi, Anadolu’daki Celali
İsyanlarının yeniden ortaya çıkması, Osmanlılar aleyhine
gelişmelerdi. Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında
1603-1612 ve daha sonra 1615-1618 yılları arasında yapılan
savaşlar da, Şah Abbas, İstanbul Andlaşması ile elinden çıkan
pek çok yeri geri almıştır.[52] Böylece tecrübeli Başvezir
Sokullu Mehmet Paşa’nın, İranla yapılacak savaş hakkındaki
sözleri gerçekleşmiş ‘bunca emek heba olmuştur.
Padişah III.Murat ile II.Abdullah Han zamanında, Şii-Safevi
Devletine
karşı
gerçekleştirilen,
Osmanlı-Türkistan
Dayanışması, başlangıçta etkili olmuştur. Onlardan sonra,
arzulanan sonuca ulaşılamamıştır. Bu iki hükümdarın vefatı ile
şartlar değişmiş, İranda Şah olan Abbas durumu Safevi Devleti
lehine çevirmeye çalışmıştır.
Ancak, Osmanlı Devleti, Safevilere karşı, başta Özbek-Şeybani
Hanları olmak üzere Türkistan Hanlıklarını her zaman dostane
münasebetler içerisinde desteklemiş ve olumlu katkılarda
bulunmuştur. Onlar da gerek Şii-İrana gerekse Rusyaya karşı
hep Osmanlı Devleti ile birlikte hareket etmeye gayret
etmişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Asrar, N.Ahmet, Kanuni Sultan Süleyman
Alemi,2.Baski,Hilal Yay.,İstanbul,?.
ve
İslam
Bahadir Han, Ebu’l-Gazi, THORN’ecere-i Türk,Terc.Riza
Nur,İstanbul,1345 h.
Bayur, Yusuf Hikmet, Hindistan Tarihi, T.T.K.B.,I-II.,
Ankara,1946.
Feridun
Bey,
Ahmed,
Münthorn’eatü’s-Selatin,III.,İstanbul,1274-1275 h.
Grousset, Rene, Bozkir İmparatorluğu, Terc. M. Rethorn’at
Uzmen,İstanbul,1980.
Hammer,Joseph Pustgall,Devlet-i Osmaniyye Tarihi,Terc.Mehmed
Ata,Selanik Matbaasi,I-X.,İstanbul,1330 h.
Hayit, Baymirza,Türkistan Rusya İle Çin Arasinda,Terc.
Abdulkadir Sadak, İstanbul,1975.
İlgürel, Mücteba,’III.Murat’,Doğuthorn’tan Günümüze Büyük
İslam Tarihi,Çağ Yay.,X.,İstanbul,1989.ss.393-401.
İnalcik, Halil,’Osmanlilar’da Saltanat Veraseti Usulü ve Türk
Hakimiyet
Telakkisiyle
İlgisi’,S.B.F.D.,XIV/I,Ankara,1959.,ss.69-94.
Kiliç,Remzi, Kanuni Sultan Süleyman Devri Osmanli-İran
Münasebetleri(1520-1566), Basilmamithorn’ Doktora Tezi,
Kayseri,1994.
Kirzioğlu,
M.Fahrettin,Osmanlilarin
Fethi(1451-1590),T.T.K.B.,Ankara,1993.
Kütükoğlu,Bekir,Osmanli-İran
Kafkas
Ellerini
Siyasi
Münasebetleri(1578-1612),İstanbul,1993.
_________
#8216’III.Murat’,İ.A.,M.E.B.,VII.,İstanbul,1960,
ss.615-625.
Mustafa Nuri Pathorn’a, Netayicü’l-Vukuat,I-II., İstanbul,1327
h..
Mühimme Defteri, XXXII.,Bathorn’bakanlik Osmanli Arthorn’ivi,
İstanbul.
Müneccimbathorn’i, Ahmed bin Lütfullah, Sahaifu’l-Ahbar fi
Vekayiu’l-A’sar, Terc.N. Ahmed, İstanbul, 1295 h..
Münthorn’eat
Mecmuasi,
Esat
Efendi
Kitapliği,Nr.3345,Süleymaniye Ktb.,İstanbul,996 h.
Orhonlu,
Cengiz,
Osmanli
Tarihine
Ait
Belgeler,
Telhisler(1597-1607),İstanbul,1970.
Peçevi,İbrahim Efendi,Peçevi Tarihi,I-II.,İstanbul,1283 h.
Saray,Mehmet,’Abdullah Han’,İ.A.,T.D.V.Yay.,I-XVII (devam
ediyor), İstanbul,1988.
_______, Rus İthorn’gali Devrinde Osmanli Devleti ile
Türkistan Hanliklari Arasi’ndaki Siyasi
Münasebetler(1775-1875),İstanbul,1990.
Selaniki, Mustafa Efendi, Selaniki Tarihi,İstanbul,1281 h.
Togan, Zeki Velidi,Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Yakin
Tarihi, İstanbul,1981.
_______,XVI. Asir’dan Günümüze Kadar Müstemleke Devrinde Asya
Tarihi,İstanbul,1965-1966.
Uzunçarthorn’ili,İsmail Hakki,Osmanli Tarihi, T.T.K. B.,IVIII.,Ankara,1988.
________________________________________
[1] Mehmet Saray, Rus İthorn’gali Devrinde Osmanli Devleti ile
Türkistan
Hanliklari
Arasindaki
Siyasi
Münasebetler(1775-1875),İstanbul,1990,s.1.
[2] N.Ahmet Asrar, Kanuni Sultan Süleyman
ve
İslam
Alemi,2.Baski, Hilal Yay.,İstanbul,?,s.55.
[3] Zeki Velidi Togan,Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Yakin
Tarihi, İstanbul, 1981, s.2.
[4] Bkz., Halil İnalcik,’Osmanlilar’da Saltanat Veraseti Usulü
ve
Türk
Hakimiyet
Telakkisiyle
İlgisi’,S.B.F.D.,XIV/I,Ankara,1959.,ss.69-94.
[5]
Baymirza
Hayit,
Türkistan
Rusya
İle
Arasinda,Terc.Abdulkadir Sadak,İstanbul,1975,s.27.
Çin
[6] Rene Grousset, Bozkir İmparatorluğu,Terc. M. Rethorn’at
Uzmen,İstanbul,1980,s.448.
[7] Ebu’l-Gazi Bahadir Han, THORN’ecere-i Türk,Terc. Riza
Nur,İstanbul,1345 h.,s.272-273.
[8] Bahadir Han, a.g.e.,s.270-272.
[9] Selaniki Mustafa Efendi, Selaniki Tarihi,İstanbul,1281
h.,s.314.
[10] Bahadir Han, a.g.e.,s.278-279.
[11] Grousset,a.g.e.,s.448.
[12]
Mehmet
Saray,’Abdullah
Han’,İ.A.,T.D.V.Yay.,İstanbul,1988,C.I.,s.104.
[13]
Yusuf
Hikmet
Bayur,
Hindistan
Tarihi,T.T.K.B.,Ankara,1946,C.II.,s.98.
[14] Grousset,a.g.e.,s.448’ Baymirza,a.g.e.,s.10.
[15] Saray,Rus İthorn’gali Devrinde Osmanli Devleti İle
Türkistan Hanliklari Arasindaki Siyasi Münasebetler,s.8.
[16] Remzi Kiliç, Kanuni Sultan Süleyman Devri Osmanli-İran
Münasebetleri(1520-1566), Basilmamithorn’ Doktora Tezi,
Kayseri, 1994,s.296-302.
[17]
Ahmed
Feridun
Bey,
Münthorn’eatü’sSelatin,İstanbul,1274-1275
h.,C.II.,s.84-85’
Kiliç,a.g.e.,s.303-304.
[18]
Joseph
Pustgall
Hammer,
Devlet-i
Osmaniyye
Tarihi,Terc.Mehmed Ata,Selanik Matbaasi, İstanbul,1330 h.,
C.VII,s.59.
[19] M.Fahrettin Kirzioğlu, Osmanlilarin Kafkas Ellerini
Fethi(1451-1590),T.T.K.B.,Ankara,1993,s.259-260.
[20] İsmail Hakki Uzunçarthorn’ili, Osmanli Tarihi, T.T.K.
B.,Ankara,1988,C.III/2.,s.56.
[21] Mücteba İlgürel,’III.Murat’,Doğuthorn’tan Günümüze Büyük
İslam Tarihi,Çağ Yay., İstanbul,1989,C.X,s.393.
[22] Mühimme Defteri, XXXII, s.n.,128,s.59.
[23] Kirzioğlu, a.g.e.,s.267.
[24] Mustafa Nuri Pathorn’a, Netayicü’l-Vukuat, İstanbul,1327
h.,C.I.,s.103’ Bekir Kütükoğlu, Osmanli-İran
Münasebetleri(1578-1612),İstanbul,1993,s.29.
Siyasi
[25] Kirzioğlu,a.g.e.,s.271.
[26] Togan, Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Takin
Tarihi,s.133’ Kütükoğlu III.Murat’,İ.A.,C.VIII.,s.621.
[27] M.D.,XXXII.,s.n.403,s.214.
[28] Kütükoğlu, Osmanli-İran Siyasi Münasebetleri, s.26.
[29] Müneccimbathorn’i, Ahmed b.in Lütfullah, Sahaifu’l-Ahbar
fi Vekayiu’l-A’sar, Terc.N. Ahmed, İstanbul, 1295
h.,s.538-539’
Kütükoğlu,
Osmanli-İran
Siyasi
Münasebetleri,s.26-27.
[30] Müneccimbathorn’i, a.g.e.,s539’ Kütükoğlu,Osmanli-İran
Siyasi Münasebetleri,s.28.
[31] M.D.,XXXII.,s.n.128, s.59.
[32] Kirzioğlu, a.g.e.,s.260.
[33] Feridun Bey,a.g.e.,C.II., s.237-239.
[34] Feridun Bey,a.g.e.,C. II.,s.165-166’Togan,Bugünkü Türk
İli ve Türkistan’in Yakin Tarihi,s.135.
[35] Togan, XVI. Asir’dan Günümüze Kadar Müstemleke Devrinde
Asya Tarihi, İstanbul,1965-1966,s.62-63.
[36] Münthorn’eat Mecmuasi, Esat Efendi Kitapliği,
Nr.3345,Süleymaniye Ktb.,İstanbul,996 h.,v.27 b-31 b.
[37] Feridun Bey, a.g.e., C.II., s.241-242.
[38] Münthorn’eat Mecmuasi,v. 32 a-34 b.
[39] Bayur, a.g.e.,C.II., s.145.
[40] Kütükoğlu, Osmanli-İran Siyasi Münasbetleri, s.194-195.
[41] Feridun Bey,a.g.e.,C.II.,s249-252’ HocaSadeddin Efendi
tarafindan kaleme alinan Oamanli-Safevi Ahidnamesi’
Kütükoğlu,a.g.e.,s.200-201.
[42] Peçevi,İbrahim Efendi,İstanbul,1283 h.,C.II.,s.121’
Mustafa Nuri Pathorn’a, a.g.e., C.I., s.106-107’
Kütükoğlu,a.g.e.,s.202-203.
[43] Hammer, a.g.e.,C.VII.,s.152.
[44] Kirzioğlu, a.g.e., s.381.
[45] Selaniki, a.g.e.,s.314.
[46] Münthorn’eat Mecmuasi, v.34 b-39 a’ Feridun Bey, a.g.e.,
C.II.,s.239-240.
[47] Hammer, a.g.e., C.VII., s.169.
[48] Uzunçarthorn’ithorn’li, a.g.e.,C.VI/2.,s.246.
[49] Hammer, a.g.e.,C.VII.,s.222.
[50] Selaniki, a.g.e., s.297.
[51] Cengiz Orhonlu, Osmanli Tarihine Ait Belgeler,
Telhisler(1597-1607),İstanbul,1970,s.79-80.
[52] Mustafa Nuri Pathorn’a,a.g.e.,C.II., s.19’ Peçevi,
a.g.e., C.II., s.343.

Benzer belgeler

Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri

Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri yabancı devletlerin baştan beri izlediği politikanın gayesi Osmanlı ülkesinde Müslüman olmayan toplulukları denetim altına almaktı. Himayeci politika güden devletlerin başında Fransa geliyordu. Zam...

Detaylı