Ekonomi Forumu Yayınları -1: Küresel Kriz

Transkript

Ekonomi Forumu Yayınları -1: Küresel Kriz
EKONOMİ FORUMU YAYINLARI - I
KÜRESEL KRİZ
2013
Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği
Friedrich-Ebert-Stiftung (FES) 1925’ten bu yana Sosyal Demokrasi ilkelerine bağlı kalarak Almanya’da ve Almanya dışındaki ülkelerde yürüttüğü siyaset, eğitim ve danışmanlık alanlarındaki çalışmalarıyla demokrasiyi ve kalkınmayı dünya çapında teşvik
etmeyi, barışa ve güvenliğe katkıda bulunmayı, küreselleşmeyi dayanışma içerisinde
şekillendirmeyi ve Avrupa Birliği’nin genişleme ve kökleşmesini desteklemeyi amaçlamaktadır. FES, Türkiye’deki temsilciliği aracılığıyla yirmi yıldan uzun süredir Türkiye
ve Almanya’da kendilerini toplumsal bir amaca adamış bireylerin ve sivil toplum kuruluşlarının diyaloğunu ve işbirliğini teşvik etmektedir.
Editör: Ogan Yumlu
Grafik Tasarım ve Uygulama: Berkay Yahya
Kapak Fotoğrafı: istockphoto.com
Sorumlu: Michael Meier
© FES Turkey, 2013
Bu yayında ifade bulan görüşler, Friedrich-Ebert-Stiftung’un görüşleri ile örtüşmek
zorunda değildir.
Friedrich-Ebert-Stiftung (FES) yayınları FES’in yazılı onayı olmadan ticari amaçla
kullanılamaz.
Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği
Türkiye Temsilciliği - İstanbul
Cihannüma Mah. Mehmet Ali Bey Sk. No:12 D:5
34353 Beşiktaş / İstanbul
T + 90 212 310 82 37
F +90 212 258 70 91
Ankara İrtibat Bürosu
Abidin Daver Sk. No. 5 D.9
06550 Çankaya / Ankara
T +90 312 4418596 / 97
F +90 312 4418598
E-mail: [email protected]
Websitesi: www.festr.org
İçindekiler
Önsöz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Toplantı Programları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Ekonomi Forumu - I
Sunum: YENİ BİR KÜRESEL KRİZİN GÖLGESİNDE. . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Tartışma Özeti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
Ekonomi Forumu - II
Sunum: TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KIRILGANLIĞI,
AVRO BÖLGESİ PROBLEMLERİ VE TEŞVİK PAKETİ . . . . . . . . . . . . . . . . 61
Tartışma Özeti. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 85
Önsöz
Türkiye Ekonomisi maruz kaldığı kısmen ağır krizler, peşi sıra gelen derin
durgunluk dönemleri ve IMF‘nin 80‘ler ve 90‘lar boyunca katı Stabilizasyon
Programları sonrasında, 2001 krizinin hemen ardından büyük bir büyüme
gösterdi. Bir yandan enflasyon başarılı bir mücadeleyle normal seviyelere indirilirken yıllık ortalama yüzde 5’e denk gelen büyüme oranları on yıldan
kısa bir süre içerisinde kişi başına düşen gelirin üçe katlanmasını sağladı.
Türkiye küresel ekonomik ve finansal krizle uzun süre diğer ülkelere kıyasla daha iyi başa çıkabiliyormuş gibi göründü, ancak yavaş yavaş bu mucizevi başarının da çatlakları görünür olmaya başladı. Her şeyden önce,
Türkiye‘nin devasa bütçe açığı, hızlı ve akıllca kontrol edilmesi gereken bir
tehlike olarak belirdi.
Buradan yola çıkarak, geçen seneden itibaren daha önce başarıyla gerçekleştirmiş olduğumuz Ekonomi Forumu Toplantı dizimizi tekrar canlandırdık.
Politik partilerden, sendikalardan, işveren örgütlerinden ve çeşitli araştırmacılardan oluşan seçilmiş bir uzman grubu ile Türkiye Ekonomisi önündeki sorunları ortaya koyarak sorunları aşacak politika önerilerini tartışmaya çalıştık
Elinizde bulunan yayın Prof. Ahmet Sahinöz ve Prof. Vefa Tarhan’ın 2012
yılının ilk yarısında yaptıkları sunum ve arkasından yapılan tartışmaları
içermektedir.
Alexander Geiger
Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği
Türkiye Yardımcı Temsilcisi
6
Ekonomi Forumu Toplantıları - I ( 04.02.2012 )
YENİ BİR KÜRESEL KRİZİN GÖLGESİNDE
10:00 10:15 12:30 13:30 14:45 15:00 16:30 Açılış Konuşmaları
Michael Meier (FES)
Prof. Dr. Burhan Şenatalar (İstanbul Bilgi Üniversitesi)
Sunum ve Tartışma
Prof. Dr. Ahmet Şahinöz (*)
(Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü)
Küresel Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları
Moderator: Prof. Dr. Burhan Şenatalar
Öğle Yemeği
Tartışmanın devamı
Kahve arası
Tartışmanın devamı ve değerlendirme
Kapanış
(*) Prof. Dr. Ahmet Şahinöz Hacettepe Üniversitesi’nde lisans, Fransız Université d’Aix-Marseille
II, Faculté des Sciences Economiques,de yüksek lisans ve doktorasını tamamlayarak 1979 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. 2011 yılına kadar
farklı pozisyonlarda bu görevini sürdürdü. Prof. Dr. Şahinöz’ün iktisat biliminin pek çok farklı alanlarında verdiği eserlerin yanında Gıda ve Tarım Politikaları ile ilgili de çalışmaları bulunmaktadır. Sosyal Demokrasi perspektifinden iktisat alanındaki çalışmalarını farklı platformlarda sürdürmektedir.
Ekonomi Forumu Toplantıları - II ( 18.05.2012)
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KIRILGANLIĞI,
AVRO BÖLGESİ PROBLEMLERİ VE TEŞVİK PAKETİ
14:00
Açılış Konuşması
Sunum : Prof. Dr. Vefa Tarhan (*),
Loyola University Chicago
15:30
Kahve arası
15: 45 Tartışma
Moderator: Prof. Dr. Burhan Şenatalar,
Istanbul Bilgi Üniversitesi
17:30 Kapanış
(*) Prof. Dr. Vefa Tarhan, yüksek lisans (1971) ve doktorasını (1974) University of California at
Santa Barbara’da tamamlamıştır. 2000 yılında European Economic Association tarafindan dünyanın en önemli bin ekonomisti arasında 107. sırada gösterilen Prof. Dr. Tarhan, 1984 yılında
Loyola’da, 1990 da Northwestern Üniversitesi’nde, 1999’da ise Washington Üniversitesi’nde
“Senenin en değerli profesörü” seçildi. Vefa Tarhan, 2011’de Loyola Üniversitesi’nde yılın en
başarılı araştırmacısı ödülünü aldı. 2011-2012 yılları arasında bir süre Kemal Kılıçdaroğlu için
ekonomi danışmanlığı yaptı. Halen Loyola University Chicago’da para politikaları, şirket birleşme ve ortaklıkları, hisse alımları, ve portfolyö yönetimi alanlarında araştırmalarına devam
etmektedir.
7
Ekonomi Forumu - I
Sunum: YENİ BİR KÜRESEL KRİZİN GÖLGESİNDE (*)
Prof. Dr. Ahmet Şahinöz
Hacettepe Üniversitesi
İktisat Bölümü Öğretim Üyesi
GİRİŞ
Eylül 2008’de ABD’de ipoteğe dayalı konut kredileri (mortgage) sisteminin
çökmesi ile su yüzüne çıkan ve kısa sürede küresel bir boyut kazanan mali
kriz reel sektörü de arkasından sürükleyerek bir genel ekonomik krize dönüşmüştür. ABD’de finansal kriz, içerden türev piyasaları aracılığı, dışarıdan
ise hem cari hem de bütçe açıklarının kapatılması için ülkeye giren yabancı sermaye akımları tarafından yaratılan likidite bolluğu ile tetiklenmiştir. Bu
süreçte faiz oranları % 1’lere düşerken, fiziki varlık fiyatları, özellikle de konut gibi türev işlemlerine konu olanların fiyatları “balon” yapıp patlamıştır.
Kapitalist sistemin merkezinde patlak veren mali kriz, herhangi bir yönetsel
zaafa ya da konjonktürel durgunluğa benzememektedir. Kriz sistemin bünyesinde gerçekleşen strateji değişikleri ile birlikte kendini göstermeye başlamıştır. Krizi tetikleyen finansal şişkinliğin arkasında, 1980 sonrası sermaye hareketlerinin denetimsiz serbestleşmesi ve finansal piyasaların giderek
reel ekonomiden tecrit olması yatmaktadır. Güneydoğu Asya krizi diye adlandırılan uluslararası finansal krizin çıktığı yıl olan 1997 yılında dünya yıllık üretiminin 15 katı olan finansal işlem hacmi, günümüzde 70 kata yaklaşmıştır (Halimi, 2012). Küreselleşme dereceleri açısından da, finansal işlemler
uluslararası mal ve hizmet ticaret hacminin çok çok ötesine geçmiş durumdadır. Küreselleşme derecesi arttıkça, doğal olarak krizlerin “domino etkisi” de hız kazanmaktadır.
1970’li yıllarda enerji fiyatlarındaki ani artış, ekonomik durgunluk, yeni sanayileşen ülkelerin yükselen rekabeti ve dünya reel ekonomisinin güç merkezinde meydana gelen kaymalar karşısında kârları azalan şirketler, reel sektörden finansal piyasalara yönelmişlerdir. Kısa sürede şirketlerin finans piyasalarında elde ettikleri faaliyet dışı kârlar % 2’den % 40’a yükselirken, ekonomik durumu giderek bozulan düşük ve orta gelirli hane halkları tüketimlerini finans dünyasının kendilerine sunduğu türlü-çeşitli kredi olanakları ile
arttırmışlardır. Söz konusu dönemde, ABD, İngiltere ve Fransa gibi geleneksel sanayi ülkelerinde, sanayi sektörünün toplam katma değere katkısı yarı
yarıya azalarak % 25-30’lardan % 15’ler düzeyine gerilemiştir.
* 04.02.2012 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir
8
Parasal akımların reel faaliyetlerin önüne geçtiği bu sürecin başlıca aktörleri olan bankalar, verdikleri kredilerin risklerini-gelirlerini türev piyasalara havale ederek kendi sermaye varlıklarını zorlayıp yeni finansal kaynaklar oluşturmuşlardır. Risk fiyatlandırması ya da varsayımsal fiyatlara dayalı türev piyasaları, çoğu zaman reel ekonomide bir karşılığı bulunmayan enstrümanlara dayalı “sanal” bir dünya yaratmıştır. Nitekim 2008 kriz yılında 62 trilyon $’lık bir dünya toplam reel gelirine karşılık türev piyasalarının hacmi
700 trilyon $’a ulaşmış bulunuyordu. Mali piyasalarda “rant” üzerine kurulu bir tür “saadet zinciri”, sonuç itibariyle sermayedarlara olağanüstü kazançlar sağlamıştır.
Balonun patlaması ile, konut kredilerinin ipotek işlemlerinden türetilen mali
araçların fiyatları büyük bir düşüş yaşamıştır. Hızlı değer kaybı önce, başta
“Lehman Brothers” olmak üzere, çok sayıda konut kredisi veren bankanın,
ardından birçok yatırım bankasının çökmesine yol açarken, borsaların da
büyük kayıplara uğramasına neden olmuştur. Krizin etkileri mali piyasalarla
sınırlı kalmamış, kısa sürede reel sektöre de sıçramıştır. Kriz ABD’den dünyanın her yanına dalga dalga yayılmıştır. General Motor, Ford, Toyota, IBM,
Sony, vs gibi dünyanın en büyük firmaları önce yıllık kâr tahminlerini düşürmüş, sonra zarar edeceklerini duyurmuş, ardından kapasite kullanımlarını
düşürerek işçi çıkarmaya başlamışlardır. Sonuç olarak, Dünya Bankası verilerine göre Japonya 7, Türkiye 8, ABD 15, AB 30 ve dünyamız geneli 55 yıldır
ilk kez 2009 yılında ekonomik daralma ile karşı karşıya kalmış ve 40 milyondan fazla insan işini kaybetmiştir.
BORÇ EKONOMİLERİ
1980’li yıllarla birlikte hızla büyüyen ve genişleyen finans piyasalarının sunduğu likidite bolluğu, 2000’li yılların başından itibaren tüketici kredilerine
dönüşüp gelişmiş sanayi ülkelerini “borçlanma-özel talep artışı” sarmalında bir büyüme modeline yönlendirmiştir. Bu dönemde tüketici kredilerinin
besleyeceği talep, bir ölçüde, bir önceki dönemde, 1970’li yıllarda terk edilmeye başlanan talep yönlü Keynezyen politikaların telafisi işlevini üstlenmiş
olacaktı. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerde, yeni sanayileşen ülkelerden ithal edilen düşük ücretlere dayalı nihai ürünlerin de özendirmesi ile
genişleyen tüketim kalıpları tasarrufların köklü bir biçimde gerilemesine neden olmuştur. 1995-2008 yılları arasında dünyanın 10 en büyük gelişmiş sanayi ülkesinde toplam borcun Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH)’ya oranı, ortalama olarak % 200’den % 300’lere yükselmiştir (Demma, 2011:14). Bu
oranlar İrlanda’da % 350’den % 700’e ve İzlanda’da % 289’dan % 1189’a
kadar yükselirken, yeni sanayileşen ülkelerin ortalaması, 2011 yılı sonu itibariyle yalnızca % 37,8’dir (IMF:2011).
Gelişmiş ülkelerde yeni yüzyılda giderek şişen borç ekonomilerinin kayna-
9
ğında, özel talebin borçlanma yoluyla artışı kadar, kamu gelirleri ile giderleri arasındaki farkın ikinci lehine açılması bulunmaktadır. Ekonomik büyümeyi özendirmek ve ekonomik faaliyetlerin etkinliğini arttırmak adına düşürülen vergi oranları kamu açıklarının giderek büyümesine neden olmuştur. Örneğin, Fransa’da 1980’li yılların başında neredeyse birbirine eşit olan
kamu gelir ve giderleri, yıldan yıla birbirinden uzaklaşmış ve 2010 yılında,
GSYH’nın % 56,6’sına denk gelen bir harcamaya karşılık kamu gelirleri %
48,8’de kalmıştır (Alt. Eco. 2011:31).
Aslında likidite bolluğu, kapitalist sistemin yapısal bir hastalığı olan ve gelir dağılımı eşitsizliğinden kaynaklanan “talep yetersizliği” sorununun su yüzüne çıkmasını engelleyip gelişmiş ülkelerde ekonomik büyüme sürecinin
sürekliliğini sağlamıştır. İlginç nokta, başta yeni sanayileşen ülkeler olmak
üzere, gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerin borçlanmasına kaynaklık etmesidir. 2001-2010 döneminde gelişmekte olan ülkelerde yıllık ortalama % 2,6 düzeyinde fazla veren cari denge, gelişmiş ülkelerde ortalama %
0,9 oranında açık vermiştir. Gelişmiş ülkeler arasında en fazla açığı bulunan
ABD’nin cari açığı 2001-2009 döneminde, ortalama olarak dünya GSYH’nın
% 1,4’üne ulaşmışken, gelişmekte olan ülkeler arasında en büyük fazlası
olan Çin’in cari fazlası, söz konusu on yıllık dönemde % 0,1’den % 0,8’e
yükselmiştir (Demma, 2011:14).
Borç ekonomileri ilk ciddi krize AB Euro bölgesinde yakalanmıştır. Portekiz,
İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi AB’nin Akdeniz ülkeleri ve İrlanda yüklendikleri ağır kamu borçlarını çeviremez duruma gelmiş ve son yıllarda bu
ülkeler için, “kemer sıkma” reçeteleri ile donatılmış IMF destekli Kurtarma
Paketleri peş peşe devreye sokulmaya başlamıştır. Ancak söz konusu paketlerin, dünyada son bir yılda su yüzüne çıkmış olan ekonomik durgunluğu
daha da güçlendireceği, üstelik borçların büyüklüğü karşısında yetersiz kalacağı ve nihayet borç krizinin Euro bölgesinin geleceğini tartışılır hale getireceği kaygıları mevcuttur.
KÜRESEL KRİZ HENÜZ BİTMEDİ, YALNIZCA BİR SÜRE
ERTELENDİ
Başta ABD olmak üzere, krizden etkilenen tüm ülkeler 2008-2009 krizini
atlatabilmek için “ekonomiyi canlandırma paketleri” çerçevesinde piyasalara trilyonlarca dolar sürmüşlerdir. 2009 yılında dünya ekonomisini saran derin duraklamanın ardından 2010 yılı, gelişmiş ülkelerde ekonomik canlanma (% 2,5-3,0) ve yeni sanayileşenler başta olmak üzere, gelişmekte olan
ülkelerde güçlü ekonomik büyüme (% 7-8) başlangıcı olmuştur. 1929 ekonomik krizinde 38 ay sürmüş olan dünya sanayi üretimindeki toparlanmanın
2008 krizinde yalnızca 12 ayda gerçekleşmesi de (Eichengreen, 2010) ekonomik krizden artık çıkılmış olduğu düşüncesini iyice güçlendirmiştir. 2010
yılında işsizlik düzeyindeki artışın durması, Almanya ve ABD başta olmak
10
üzere, bazı gelişmiş ülkede işsiz sayısının azalmaya başlaması, ham madde fiyatlarının yukarıya doğru hareket etmesi ve borsa endekslerinin yeniden tırmanışa geçmesi yeni bir büyüme sürecine girişin ilk işaretleri olarak
algılanmıştır.
Ancak 2011 yılı ile birlikte kendini gösteren iki farklı eğilim bir yıl önce yeşeren umutları soldurmaya başlamıştır. Gelişmiş ekonomilerin bir bölümünü deflasyon ve kamu borç yükü, yeni sanayileşen ülkeleri ise enflasyon
tehdit etmeye başlamıştır. Aynı anda dünya genelinde ekonomik büyümenin yavaşlama sürecine girmesi yeni bir küresel krizin ilk işaretleri olarak kabul edilmese bile, en azından 2008 krizinden henüz çıkılmadığı, ekonomiyi
canlandırma paketleri sayesinde yalnızca ertelendiği biçiminde algılanabilir.
Yeni sanayileşenler başta olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerde içinde bulunduğumuz yıl yükselen enflasyon eğiliminin arkasında, ekonomiyi canlandırma paketleri çerçevesinde piyasalara sürülen trilyonlarca doların yarattığı
likidite bolluğu, ani ve hızlı ekonomik büyüme ve nihayet, gıda, ham madde, petrol, altın vs gibi dünya emtia fiyatlarındaki artış (2010 yılında ortalama artış: % 25) bulunmaktadır. 2010 yılında Çin ve Brezilya’da % 5 olan
enflasyon oranı, Endonezya’da % 6, Türkiye’de % 6,4 (2011 yılı için %
10,5), Rusya’da % 7 ve Hindistan’da % 10’a yükselmektedir (OECD-FMI,
2011).
Enflasyon tehdidi ilgili ülkeleri içinde bulunduğumuz 2011 yılı içerisinde değişik anti enflasyonist önlemler almaya yöneltmiştir. Hindistan ve Brezilya;
faiz oranlarını, sırasıyla % 4,75’ten % 6,25’e ve % 8,75’ten % 10,75’e yükselterek, Çin ve Türkiye; bankaların zorunlu karşılık oranlarını yükselterek,
Tayland ve Brezilya; portföy yatırım gelirlerini, sırasıyla % 15 ve % 6 (Alt.
Eco. Hors-Série, 2011:17) oranlarında vergileyerek yabancı sermaye girişini sınırlandırmaya çalışmışlardır. Ayrıca Türkiye, TL’nin aşırı değerlenmesine
izin vererek fiyat artışlarındaki tırmanışı engellemeye çalışmıştır. Enflasyon
oranlarının % 1-1,5 düzeyinde olduğu Japonya, ABD ve AB’de deflasyon ile
gelen yeni bir resesyon tehlikesi söz konusudur. Birleşmiş Milletler (2011)’in
“2012 Dünya Ekonomik Görünümü ve Beklentiler Raporu”na göre, 2012
yılında gelişmiş ülkelerin tümü için yalnızca % 1,3’lük bir büyüme öngörülmektedir. IMF (Ocak 2012)’in “Dünya Ekonomik Görünüm Raporu”nda ise,
2012 yılında dünya ekonomisi için % 3,3 olarak öngörülen büyüme oranı, gelişmiş ekonomiler için % 1,2’ye ve Euro Bölgesi için – % 0,5’e düşmektedir. Aynı rapora göre, 2011 yılında % 6,9 olan dünya ticaret hacmindeki genişleme, 2012 yılında neredeyse yarı yarıya azalarak % 3,8’e
düşecektir. Sonuç olarak, dünyamızı aynı anda saran ve küresel ekonomik
büyüme dinamiklerini zaafa uğratan enflasyonist ve deflasyonist eğilimler,
2008 küresel krizinin henüz atlatılamadığına, kriz sonrası uygulamaya sokulan “ekonomiyi canlandırma paketleri” sayesinde biraz ötelendiğine işaret etmektedir.
11
FİNANSAL PİYASALARIN YENİDEN DÜZENLENMESİ
Lehman Brothers’ın batışının dünya finans piyasalarında neden olduğu yıkım ve panik sonrasında, Nisan 2009’da Londra’da toplanan G 20’lerin,
“Bundan böyle artık, hiçbir finansal piyasa, kurum ve ürün gözetim ve denetimsiz kalmayacaktır.” (Alt. Eco. 2010:32) şeklindeki ifadesi, aslında finans piyasalarındaki mevcut başıboşluğun ve denetimsizliğin itirafı olarak
kabul edilebilir. İzleyen Pittsburgh (Kasım 2009), Toronto (Haziran 2010),
Seul (Kasım 2010) ve Cannes (Kasım 20011) G 20 zirvelerinde de aynı yönde temenniler dile getirilmiştir. Yine küresel krizin hemen akabinde harekete geçen IMF ve BRI gibi uluslararası finans kuruluşları, finansal işlemlerin daha sıkı kurallara bağlanmasının ve daha etkin bir biçimde denetlenebilmesinin yöntemlerini aramaya başlamışlardır.
Amerikan Kongresi, Temmuz 2010’da, “bankacılık lobisi”nin büyük bir
direnç göstermesine karşın, finansal piyasaları düzenleyen ve denetleyen
kamu kuruluşlarının yetkisini arttıran, 2300 sayfalık Dodd-Frank yasasını
onaylamıştır. Yasa, Amerikan bankalarının bundan böyle “hedge fon” tutmalarını ve pazarlamalarını yasaklamıştır.
Avrupa Parlamentosu, Eylül 2010’da, yeni bir Finans Gözetim Kurulu’nun
oluşturulmasını onaylamıştır. Hemen akabinde Avrupa Komisyonu, DoddFrank yasasını örnek alarak, başta türev ürünler olmak üzere, spekülatif
ürün ve işlemlerin yeni kurallara bağlanmasını önermiştir. Bilindiği gibi, türev ürünleri ile ilgili işlemlerin % 90’ından fazlası denetim dışı, tarafların karşılıklı rızasıyla yapılmaktadır. Hedge fonlar dâhil, türev ürünler elden ele geçmekte, bu nedenle sorun ve tehlikenin nerede olduğu kolayca saptanamamaktadır. Komisyon, banka ve spekülatör gibi ilgili tarafların işlemlerini, düzenlenmiş piyasalarda (takas odalarında) saydam bir biçimde yapmalarını
önermektedir. Küresel krizin hemen başlangıcında, Eylül 2008’de 700 trilyon $’a kadar ulaşmış olan dünya türev piyasaları hacmi, 2009 yılında 500
trilyona kadar gerilemiş olsa da 2010 yılında yeniden yükselişe geçerek 600
trilyona yükselmiştir.
1975 yılından bu yana faaliyette olan Bankacılık Gözetim BÂLE (Basel)
Komitesi Ekim 2010 tarihinde, bankaların mali bünyelerini güçlendirmek ve
üstlendikleri riskleri sınırlandırmak için, “Bankaların öz kaynaklarının banka
aktiflerine oranının % 2’den, 2013 yılından itibaren % 7’ye çıkarılması önerisini, kaynak kullanımlarını ve verimliliklerini sınırlayacak olması nedeniyle bankaların çok sert tepki göstermelerine karşın kabul etmiştir (Alt. Eco.
2010:32). İngiltere’de 2008 yılında % 130’a kadar yükselen banka borçlarının GSYH’ye oranının 2010 yılında ancak % 110’a kadar gerileyebildiğini
belirtelim. Bu oran ABD için, aynı dönemde % 120’den % 105’e inmiştir.
Bu arada dünya finans piyasalarında istikrar sağlamak için önerilen bir başka
12
politika aracı da, Nobel ödüllü Amerikalı iktisatçı James Tobin’in 1970’li yılların başında önerdiği “Tobin Vergisi”dir. Türev ürünler başta olmak üzere,
finansal yatırım araçlarını denetim altına almak ve finansal piyasalarda sert
dalgalanmaların önüne geçmek gibi temel işlevleri olan Tobin Vergisi, aynı
zamanda gelir transferi yoluyla da gelir dağılımının dengelenmesine ve toplumsal barışın sağlanmasına katkıda bulunmaktadır. Mevcut sermaye hareketlerinin yönünde köklü sapmalara neden olmaması için, söz konusu verginin dünya ölçeğinde mümkün olduğunca yaygın olarak uygulanması gerektiğinden, Tobin Vergisi’nin ancak orta vadede düşünülebilecek bir piyasa
düzenleme aracı olduğu söylenebilir. Ancak küresel kriz öncesi finansal piyasalara müdahale anlamına gelebilecek en küçük kural koyma hareketlerine, örneğin, “Tobin Vergisi kesinlikle bir saçmalıktır” (Halimi, 2012) diyerek
karşı çıkan Nicolas Sarkozy gibi neoliberaller, günümüzde söz konusu aracı, finansal krizin ekonomilerde neden olduğu yıkımın önüne geçmek için
bir fırsat olarak nitelendirmektedirler. Tobin Vergisi için önerilen oranlar ise,
hisse senedi işlemlerinde % 1 ve türev işlemlerde % 0,1’dir.
KRİZDEN ÇIKIŞ: PARA VE MALİYE POLİTİKALARININ
SEÇİMİ
Küresel krizin hemen sonrasında, 2010 yılı içerisinde gelişmiş ülkelerin kaydettikleri ekonomik canlanma, krizin neden olduğu ekonomik gerilemeyi
telafi etmeye yetmemiştir. Söz konusu ülkelerin GSYH’larında, kriz öncesi ve sonrası arasında 3-6 puan fark bulunmaktadır. Kriz öncesinde ABD’de
44 000 $ olan kişi başına yıllık gelir, toparlanma yılı olan 2010’da, ancak
37 000 $ düzeyine ulaşabilmiştir. Bu rakamlar Japonya için 37 000 $ ve 32
000 $, Euro Bölgesi için 35 000 ve 30 000’dir. Söz konusu gelir farklarının
üç yıl sonra dahi kapatılamadığını, örneğin AB (27)’nin 2008 yılı için 100 kabul edilen kişi başına düşen ortalama gelirinin 2011 yılında ancak 98,5 olabildiğini belirtmeliyiz (Alter. Eco., no.308, Aralık 2011:13). Söz konusu gelir endeksi, krizden en fazla etkilenen AB ülkelerinden İrlanda’da 86,4 ve
Yunanistan’da 87,8’e kadar gerilemiştir.
Gelişmiş sanayi ülkelerinin ekonomik kayıpları yalnızca gelir düzeyleri ile sınırlı kalmamış, istihdam açısından da benzer kayıplara uğramışlardır. Kriz
öncesinden (2008) günümüze (2011) işsizlik oranı; OECD ülkelerinde ortalama olarak % 6’dan % 7,5’a, AB (27)’de % 7,1’den % 9,7’ye (Euro
Bölgesi için % 10) düzeyine yükselmiştir. AB’de işsizliğin 2011 yılı itibariyle en yüksek olduğu ülkeler, günümüzde borç krizi içerisinde olan İspanya
(% 20,9), Yunanistan (% 16,6), İrlanda (% 14,4) ve Portekiz (% 12,6) gibi
ülkelerdir (Alter. Eco., Aralık 2011: 11). Bu oranlar 2008 ve 2011 yılları
için ABD’de % 5,8–% 8,9 ve Japonya’da % 4–% 4,5 olduğu görülmektedir (USD of Labor, 2012). AB (27) şu an, üç sene öncesine göre 6,2 milyon
13
daha fazla, 23 milyon işsiz barındırmaktadır. Kriz sonrası dönemde işsizlik
oranlarında düşüş gösteren (% 7,5’dan % 6,1’e) tek AB ülkesi Almanya’dır.
Sanayi ülkelerinde 2010 yılında gerçekleşen ekonomik canlanmanın 2011
yılında zayıflaması, IMF’nin Ekonomik Görünüm Raporu’na göre söz konusu büyüme % 1,6 düzeyinde kalacaktır (Eylül 2011), ileriye dönük istihdam beklentilerini de zayıflatmaktadır. 2011 yılında başlayan ekonomik yavaşlamanın çalışma yaşamı üzerindeki olumsuz etkisini göstermesi ile yukarıdaki işsizlik rakamlarının, 2012 yılında daha da yükseleceğini şimdiden
söyleyebiliriz. Dünya Bankası (2011)’nın “Ekonomik Görünüm Raporu”na
göre, 2012 yılında dünya ekonomisi % 2,5 oranında büyürken, Euro Bölgesi
% 0,3 oranında küçülecektir. Avrupa Komisyonu’na göre, 2012 yılında
Euro Bölgesi’nde % 0,5’lik bir büyüme gerçekleştirilecektir (Commission
Européenne, 2011). AB’deki durgunluk, başta ihracata dayalı büyüme stratejileri uygulayan, Türkiye dâhil yeni sanayileşmiş ülkeler ve yine ihracatlarını büyük ölçüde AB pazarlarında gerçekleşen ABD ve Japonya gibi gelişmiş
ülkeler, daha da önemlisi, başta Almanya olmak üzere bizzat AB ülkelerini
durgunluk tehlikesi ile karşı karşıya bırakacaktır.
Genişleyici maliye politikaları, derin ve uzun ekonomik durgunluk dönemlerini aşmak için geleneksel olarak başvurulan ekonomik politika aracıdır.
Ancak, başta AB olmak üzere çok sayıda gelişmiş ülke, ekonomik durgunluk
ve ardından Ekonomiyi Canlandırma Programları’nın yol açtığı kamu açıklarını-devlet borçlarını karşılayabilmek için tam aksi yönde politikalara, yani
sıkı maliye politikalarına yönelmektedirler. AB’nin ikinci büyük ekonomisi
Fransa’da kriz sonrasında bütçe açığı GSYH’nın % 8’ini ve kamu borç tutarı GSYH’nın % 80’ini aşmış durumdadır (INSEE, 2011).
Para politikalarına gelince, şu an “likidite tuzağı”na düşmüş gözüken gelişmiş ülkelerde, para miktarındaki değişmeler faiz oranlarını artık etkileyemediği gibi, faizlerin de bir politika aracı olarak yatırımları uyarma işlevini kaybettiği anlaşılmaktadır. Öncelikle bu durumdan çıkış, Paul Krugman
(2008)’ın “optimal para politikaları” çerçevesinde ilgili ülkelerin negatif reel
faiz uygulamaları, yani enflasyonist eğilimleri harekete geçirmeleri ile mümkün olabilecektir. Kısa vadede reel faize geçişin de ancak fiyatları ve büyümeyi hareketlendiren genişleyici maliye politikalarından geçtiğini biliyoruz. Aşırı borç yükü nedeniyle kamu harcamalarını azaltmak ya da vergileri arttırmak ikileminde kalan bir ülkede ekonomik büyüme ve sosyal barışın sağlanması ancak “doğrudan vergilerin” yükseltilmesi yoluyla gerçekleşebilir. Para politikası konusunda bir de Euro Bölgesi ülkelerinin, isteseler
bile tek başlarına ayrı bir para politikası oluşturma olanaklarının bulunmadığını belirtmeliyiz.
Oysa günümüz gelişmiş ülkelerinde, son bir yıldır fazla üretim kapasitesi ve
14
işsizliğin baskısı ile tam tersi bir gelişme, yani deflasyonist bir süreç yaşanmaktadır. İleriye dönük beklentilerin zayıflaması yatırım kararlarını da olumsuz yönde etkilemektedir. Ücretler ve varlık fiyatları ucu aşağı dönük bir sarmal oluşturmaktadır. Fiyat düşüşleri para politikalarını etkisizleştirmektedir.
Faizler düşük bir düzeyde bulunsalar dahi reel pozitif konumunu sürdürmektedirler. Bu durumda tasarruf sahipleri yatırım yapmak yerine beklemeyi ya da birikimlerini daha emin yerlerde (bankalar ya da devlet tahvilleri) değerlendirmeyi tercih etmektedirler. İşte likidite tuzağı bu aşamada oluşmaktadır. Söz konusu tuzaktan kurtulmanın en kestirme yolu ise yine genişletici, yani ekonomiyi yeniden canlandırıcı maliye politikalarından geçmektedir. Mayıs 2012’de Camp David’de gerçekleştirilen son G-8 zirvesinde dünya ekonomisi için yapılan yeni bir ekonomik büyüme programı önerisi mali
disiplin kaygısı karşısında yeterli desteği bulamamıştır.
ÇİN DÜNYAYI KURTARABİLİR Mİ?
Son on yıl içerisinde dünya ekonomisinin konumunda köklü değişiklikler yaşanmıştır. Batı’nın mutlak ağırlığı devam etse de, dünyanın ağırlık merkezinde, yeni bin yılın başından bu yana, özellikle de reel ekonomi açısından
Batı’dan Doğu’ya (ya da Kuzey’den Güney’e) doğru güçlü bir kayma olmuştur. 2000 yılında, dünya sanayi katma değeri içerisinde % 20 olan gelişmekte olan ülkelerin payı, 2008 yılında ikiye katlanarak % 40’a yaklaşmıştır. Söz
konusu dönemde, sanayi üretimindeki yıllık artış Kuzey’de % 2,5’de kalırken Güney’de % 8,7’lerde gerçekleşmiştir (www.worldbank.org).
Dünyanın yeni ağırlık merkezine yerleşen, Çin başta olmak üzere “sivrilen”
ülkeler, büyümelerini iç talepten çok dış talep üzerinden gerçekleştirmişlerdir. İç talebin artması ülkelerin hem gelir hem de sosyal politikalarında gerçekleştirecekleri reformlara; örneğin, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık sistemlerinde ve alt yapı yatırımlarında atacakları adımlara, gelir dağılımının daha
adil bir duruma getirilerek ortalama tüketim eğilimin arttırılmasına bağlıdır.
Ekonomik refahın tabana yaygınlaştırılmasını ifade eden sosyal politikalar,
Batı dünyasında çok uzun sürmüş sınıf mücadeleleri ile ancak gerçekleştirilebilmiştir. Yani sivrilen ülkelerde sosyal politikaların bir anda ön plana çıkması beklenmemelidir.
Bu kısa açıklamadan sonra başlıktaki soruyu sorabiliriz: Çin dünyayı kurtarabilir mi?. Başta ABD ve AB olmak üzere, Çin’in dünyayı yeni bir ekonomik
krizden kurtarıp kurtaramaması, öncelikle Çin’in iç tüketimini köklü bir biçimde arttırmasına bağlıdır. 2008 krizine kadar ABD-Çin “ortaklığı” üzerine kurulu olan dünya ekonomisi, yıllık ortalama % 5 gibi oldukça yüksek bir
büyüme başarısı göstermiştir. Söz konusu “ortaklık”, bir çeşit tamamlayıcılık üzerine kurulmuş, Çin’in gerçekleştirdiği ekonomik fazla, ABD’nin açıklarını kapatmak için kullanılmıştır. Örneğin, 2008 yılında ABD dünya top-
15
lam cari açığının % 40’ının sorumlusu iken, Çin, tam tersine dünya toplam
cari fazlasının % 25’ini gerçekleştirmiştir (Alt. Eco. 2010:38). Sonuç olarak,
ABD’nin dünyanın en büyük sermaye ithalatçısı ve Çin’in ise en büyük ihracatçısı olduğunu söyleyebiliriz. 2010 yılı itibariyle Çin’in elinde 2,4 trilyon
$’lık bir rezerv bulunduğu ve bu rezervin % 70’ini, yani 1,8 trilyon’luk bir
bölümünü, 1,2 trilyonu hazine bonolarına olmak üzere ABD kağıtlarına yatırmış olduğunu biliyoruz. Borç krizini aşmak için Avrupa İstikrar Fonu’nu
büyütmek durumunda kalan AB de Çin’in biriktirdiği söz konusu sermayeden yararlanmak istemektedir.
Çinlilerin biriktirip (karınca) Amerikalılara tükettirdiği (ağustos böceği) küresel ekonomi sistemi bugün de sürmektedir. Küresel kriz, ABD-Çin “ortaklık” ilişkisini koparmamış, yalnızca zayıflatmıştır. ABD’nin, kriz öncesi % 6
olan cari açığı kriz sonrasında % 3’e inerken, Çin’in fazlası % 11’den %
6’ya düşmüştür (Alt. Eco. 2010:38). Çin’in dış fazlasını önümüzdeki yıllarda
da sürdürebilmesi, hızlı ekonomik büyüme performansını sürdürebilmesine bağlıdır. Kriz dönemine kadar Batılı ülkelerin tüketici talebine dayalı olarak % 10’lar düzeyinde büyüyen Çin ekonomisi, kriz sonrası düşen, düşüşünü önümüzdeki yıllarda da sürdüreceğe benzeyen Batılı talebi kendi tüketicisi ile telafi edebilecek midir? Çin’in 2012 yılı için büyüme tahminini %
8’den % 7,5’a indirmesi aslında bu soruya verilen zımnî bir olumsuz yanıttır.
Çin’in dünyayı kurtarıp kurtaramayacağı sorusunun yanıtı, işte bu iç taleple
ilgili sorunun yanıtında bulunmaktadır. Çin’in ekonomik büyümesini giderek kendi iç talebine bağlı hale getirmesi, dünya ekonomisine önemli bir pazar olanağı sunacak ve dünya ticareti yeniden, büyük bir olasılıkla sanayileşmiş ülkeler lehine şekillenecektir. Ancak tüketim, gelirin olduğu kadar, sosyo-kültürel yapının ve uzun yılların oluşturduğu alışkanlıkların da bir fonksiyonudur. Bireylerin kullanılabilir gelirlerinin düzeyi, ilgili ülkenin Milli Geliri
büyüklüğü kadar gelir dağılımı tarafından da belirlenmektedir. Bilindiği gibi,
ülkelerin ne gelir politikaları ne de tüketim alışkanlıkları kısa bir sürede köklü bir biçimde değişikliğe uğramaz. Bu bakımdan Çin ekonomisinin talep yapısında kısa dönemde önemli değişiklikler beklememeliyiz.
Doğu toplumlarının “kanaatkâr ve tutumlu” olma niteliklerine, Çin’in sosyal
güvenlik sisteminin zayıflığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği, gelir
dağılımının dengesizliği ve artan işsizlik eklenince % 40’lara varan bir tasarruf oranı ile karşılaşılmaktadır. 2008 krizinin ardından bu ülkede uygulamaya konulan Ekonomiyi Canlandırma Programı’nın tüketimden çok yatırımları özendirilmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Aslında Devlet de, ekonomik büyümenin sürdürülmesi ve sanayiye kamu arazisi satışından parasal
gelir sağlanması gibi nedenlerden dolayı yatırımları teşvik etmiştir. Kaldı ki
toplam nüfusun yarısından fazlasının kırsal kesimde yaşayan bir ülkede, refah ekonomisi politikalarının etkinliği de ister istemez sınırlı kalacaktır.
16
Sonuç olarak; kısa vadede Çinli tüketicinin dünya ekonomisini peşinden sürüklemesi beklenmemelidir. Orta ve uzun vadede ise, kentleşme (şu an yalnızca % 45), reel ücretlerin artması ve nüfusun yaşlanması ile tüketim eğiliminin güçlü bir biçimde artması beklenebilir.
AB BORÇ KRİZİ
2008 krizi öncesinde “cari açıklar” ve “borçlanma” gibi kriz unsurları
ABD’de AB’ye göre çok daha ağırken, kriz sonrasında gerçekleştirilen toparlanma ve yeniden büyüme sürecinde AB açık bir ara ile ABD’nin gerisinde kalmıştır. Üstelik 2011 yılında yeni bir “küresel kriz” kuşkusu yaratan
ekonomik durgunluk ve borç krizi depremi de, merkez üssü Akdeniz ülkeleri olmak üzere AB’de meydana gelmiştir. Bu durum, her şeyden önce AB’de
ciddi bir yönetişim sorunu olduğunu ve yeni bir yapılanmaya gereksinim duyulduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır.
Günümüzde Euro Bölgesi’nde yoğunlaşan ekonomik kriz iki yıl önce, 2009
sonbaharında, % 3,7 olarak öngörülen Yunanistan’ın kamu açığının, aslında % 15,4’e yükselmiş olduğunun anlaşılması ile dünyanın gündemine yerleşmiştir (Alt. Eco. Kasım 2011: 64). uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarınca notu birkaç basamak birden düşürülüp “yatırım yapılamaz ülke”
ilan edilen Yunanistan, çok yüksek borçlanma faiz oranları ile karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkenin zaman geçirmeden uygulamaya koyduğu sıkı maliye politikaları ve tasarruf önlemleri de uluslararası finans piyasalarını yatıştırmaya yetmemiştir.
Ancak AB’nin mali krizi Yunanistan ile sınırlı değildir. İrlanda, Portekiz,
İspanya ve İtalya gibi Euro Bölgesi ülkeleri 2009’dan bu yana benzer kriz belirtileri gösterirken, 2012 yılının hemen başında, 2008 küresel krizinin ardından ABD’nin kredi notunu düşüren uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standart&Poors (S&P), aralarında Fransa ve Avusturya gibi AB’nin
en büyük ve güçlü ekonomilerinin bulunduğu dokuz Euro Bölgesi ülkesinin kredi notunu da düşürmüştür. S&P’nin ardından, kredi derecelendirme
kuruluşu Fitch, İtalya, İspanya ve Belçika başta olmak üzere 6 Euro Bölgesi
ülkenin kredi notlarını düşürmüştür. Bir diğer uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu olan Moody’s ise, Şubat 2012’de, üstelik de Yunanistan’da
130 miyar Euro’luk ekonomiyi kurtarma paketinin onaylanmasının hemen
ardından borç krizi yaşıyan İtalya, İspanya, Portekiz, Slovakya, Slovanya ve
Malta’nın kredi notlarını düşürdüğünü duyurmuştur. İkinci kurtarma paketine karşın, borç takası anlaşmasının temerrüte düşme tehlikesinden dolayı Yunanistan’ın kredi notu, iflası işaret eden “C” notuna düşürülmüştür.
Belli başlı Euro Bölgesi ülkelerinin kredi derecelerindeki yaygın indirim, ister
istemez bir bütün olarak Euro Bölgesi’nin güvenilirliğini de olumsuz yönde
etkilemektedir.
17
Yunanistan Parasal Birliğin üyesi olmasına karşın, Birliğin mali koşulları (Maastricht Kriterleri) olan; maksimum % 3’lük bütçe açığı ve % 60’lık
kamu borçları sınırlamalarına hiçbir zaman uymamış, (gerçi Almanya, Fransa
ve İtalya gibi ülkeler de bu kuralı sık sık ihlâl etmişlerdir) üstelik mevcut durumla ilgili hiç de sağlıklı olmayan bilgiler sunmuştur. Yunanistan siyasi iktidarları Parasal Birliğin mali disiplinine uymazken, hatta finansal göstergelerle ilgili bir takım manipülasyonlara başvururken, Yunan tüketicileri de, gelişmiş ekonomilerin yer aldığı Parasal Birliğin düşük faizli kredilerinden yararlanma olanağı bulmuşlardır. 1990’lı yıllarda bu ülkede % 10 ile % 25 arasında seyreden faiz oranları, Parasal Birliğe geçiş ile birlikte, Euro Bölgesi’nin
ortalaması olan % 5’lere gerilemiştir (ECB, Şubat 2012). Kısaca hem özel
tüketim hem de kamu açıkları dış kaynaklarla finanse edilmiştir. Kısaca
Yunanistan; 1980 ve 1990’lı yıllarda AB Bütçesi ve 2000’li yıllarda dış kaynaklar sayesinde “yapay” bir refah toplumu yaratmıştır. Örneğin, 1990’lı
yıllarda AB’nin Yapısal Fonlarının % 10’undan fazlası Yunanistan’a yönelerek kişi başına her yıl yaklaşık 300 ECU’lük bir ek gelir sağlamıştır (Şahinöz,
2000:19). Euro bölgesinde % 58 olan özel tüketim harcamalarının GSYH’ya
oranının Yunanistan için % 75’e yükselmesi, yukarıda sözü edilen “yapay
cennet” tanımlamasını doğrulamaktadır.
Dış kaynakların üretken yatırımlardan ziyade tüketim harcamalarında kullanılması Yunanistan’ın “borç batağı”na saplanmasını hızlandırmıştır. Bir başka anlatımla Yunanistan, İtaya’nın Güney bölgesinde kalkınma yardımlarının etkin kullanılmayışı sonucunda bölgenin gelişme dinamiklerinin körelmesi anlamına gelen “Mezzogiorno etkisi”ne maruz kalmıştır. Derin sosyoekonomik farklılıklarına karşın, özellikle de ekonomik verimlilikleri genel ortalamanın çok altında bulunan, başta Yunanistan olma üzere Güney ülkelerini Euro Bölgesi’ne kabul eden, AB’nin lider ülkeleri Fransa ve Almanya’nın
bugünkü borç krizinde, en az krizdeki ülkeler kadar sorumlulukları vardır.
Euro Bölgesi Yunanistan’ı krize teşvik etmiştir. AB-Euro Bölgesi üyeliği yoluyla aktarılan refahtan yalnızca Yunanistan değil, bir ölçüde tüm Güney AB
ülkeleri yararlanmıştır ve bugün Yunanistan’ı felç eden borç krizi söz konusu ülkeleri de ciddi biçimde tehdit etmektedir.
İrlanda, İspanya ve Portekiz, bir ölçüde de İngiltere krizlerinin arkasında özel
kesim borçları ve cari açıklar bulunurken, Yunanistan’ın şu an hem özel,
hem kamu hem de cari açık sorunları bulunmaktadır. Derin borç krizi borçlanma faiz oranlarının süratle artmasına neden olmuştur. Kasım 2011 tarihi
itibariyle Almanya’da % 1,7 ve Fransa’da % 3,7 olan 10 yıllık tahvil faizleri İspanya’da % 6,4, İtalya’da % 7,3, İrlanda’da % 8,1, Portekiz’de % 11,4
ve Yunanistan’da % 32,3’e yükselmektedir (Eurostat&Thomson-Reuters).
Yunanistan olayı ile zirveye çıkan Euro bölgesi borç krizinden sonra, 26 Ekim
tarihinde bir araya gelen AB yöneticileri bir dizi önlem üzerinde anlaşmaya
18
varmışlardır. Zirvede alınan kararlar; Yunanistan’ın borçlarını hafifletmek,
güven tazelemek amacıyla bankaların bilançolarını güçlendirmek, ülkeleri
kriz salgınından korumak amacıyla Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSE)’nun
müdahale gücünü arttırmak ve nihayet, üye ülkelerin ekonomi politikalarını daha sıkı bir biçimde, karşılıklı olarak gözetlemek biçiminde özetlenebilir. Sandra Moatti (2011:16)’nin yazdığı gibi, “AB zirvelerinin biri biter
biri başlar ve hepsi de birbirine benzer.” Gerçekten de bu anlaşma AB’nin
ekonomik yönetişim biçiminde somut bir adım atılmasını, bir başka anlatımla AB düzeyinde makroekonomik bir müdahale sisteminin kurulmasını
içermektedir.
Maliye politikalarında ortak bir karar mekanizması oluşturulmadığı sürece
parasal birliğin kalıcı bir istikrara kavuşturulamayacağı açıkça görülürken AB
yöneticileri, “ekonomi politikalarının karşılıklı gözetimi” ile yetinmektedirler. On yılı aşan parasal birlik uygulaması AB’de “Her koyun kendi bacağından asılır” ilkesini değiştirememiştir. Oysa finansal piyasaların bütünleştiği bir sistemde bir ülkenin borçları diğer ülkenin bankalarının alacakları demektir, bu durumda bir ülkeyi kaderiyle baş başa bırakmak bütün bir sistemi
tehlikeye atmakla eş anlamlıdır. Bankaların finansal bünyesini zayıflatacak
bir kriz salgını, kısa sürede kredi kıtlığına dönüşerek reel ekonomiyi de krize
sürükleyebilecek bir tehlikeyi içinde barındırmaktadır. “EFSE’nin müdahale
gücünün arttırılması”ndan söz edilirken üye ülkelerin finansman katkılarının
arttırılmasının gündeme gelmemiş olması, alınan kararların kâğıt üzerinde
kalacağının bir göstergesidir. Gerçi üyelerini aşırı borçlanmasını engellemek
amacıyla getirilen Avrupa Birliği Hizmet Anlaşması’nın 125 nolu maddesi de, Birliğin ya da bir üyenin bir başka üye için finansal yükümlülük altına
girmesine izin vermemektedir. Bu bakımdan, söz konusu maddenin bypass
edilmesi için Mayıs 2010 tarihinde, krizde olan ülkelere uygun koşullarda finansman kaynağı sağlamak üzere EFSE kurulmuştur.
Ulusüstü oluşumlarda ortaya çıkan sorunların ulusal politika araçları ile aşılamayacağı artık anlaşılmış bulunmaktadır. Bu bakımdan ekonomik ve parasal birliği oluşturan ülkelerin, para ve maliye politikalarında ortak bir karar alma mekanizmasını devreye sokmaları gerekmektedir. Bu bağlamda;
Euro bölgesinin maliye politikalarını ortak bir merkezden yönlendirip denetleyecek bir “Avrupa Maliye Kurumu”na, daha doğrusu bir “Euro Bölgesi
Hükümeti”ne gereksinim vardır. Ancak AB’de ekonomik ve mali kararların
ulusüstü oluşumlara bırakılması konusunda ne güçlü siyasi bir irade vardır,
ne de ekonomik koşullar böyle kurumların işlemesine uygundur. Nitekim
Euro Bölgesi borç krizinin çözümü için gerçekleştirilen 2011 yılı son AB zirvesinde “AB ortak tahvili” çıkarmak gibi somut adımlar atmak yerine, “Mali
birlik için Bütçe açığının GSYH’nın % 3’ünü aşanlara yaptırım uygulanması” koşulunun getirilmesi gibi uygulanabilirliği şüpheli mali kurallarla yetinil19
mesi, maliye politikalarında ortak mekanizmalar oluşturmadaki güçlüğün
bir göstergesidir.
Ocak 2012 tarihinde, İngiltere ve Çek Cumhuriyeti dışındaki 25 AB ülkesinin üzerinde anlaşarak 1 Mart 2012’de imzalayıp Ocak 2013’te yürürlüğe
girmesini hedefledikleri hükümetler arası bütçe disiplini anlaşmasına göre,
“uygulanmadan önce Brüksel’in denetimine tabi olacak bütçelerde yapısal
açıklar GSYH’nın % 5’ni geçemeyecek, bu kuralı ihlal eden ülkeler otomatik
olarak cezalandırılacaklardır.” Bu karaların uygulanabilmesi, doğal olarak
1 Mart Anlaşması’nın üye ülkelerin parlamentolarında onaylanması koşuluna bağlıdır. Oylamalarda sorun çıkmasa dahi, uygulama tarihi olan Ocak
2013’e kadar sürecek olan bu işlemler mevcut sorunların daha da büyümesine neden olabilecektir. 1 Mart kararlarının, ulusal bütçelerin uygulamaya
girmeden önce ortak karar mekanizması (Brüksel)’nın denetimine tabi tutulacak olması nedeniyle, parasal birliğin eksik tarafı olan “ortak maliye politikalarına” geçiş yönünde atılmış önemli bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Ocak 2012 zirvesinde EFSE’nin bankacılık lisansına ve 500 milyar Euro’luk
bir mali kaynağa sahip Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM)’na dönüştürülmesi benimsenirken, hemen söz konusu kurumun ECB’nin kaynaklarından
yararlanıp ortak Euro tahvili çıkarması ve zor durumdaki bankalara sermaye
sağlaması önerisi ise, kesin karara bağlanamamıştır. Oysa finans piyasalarına güven vereceği düşüncesi ile ESM’nin kurulması ve borç krizinin aşılmasını hızlandıracağı varsayımıyla ortak tahvil çıkarılması önerileri IMF Başkanı
Ch. Lagarde tarafından da desteklenmiştir. Parasal Birliğin oluşturulmasında, aslında AB’de tarih tersine işlemiş, egemenlik hakkı olmayan bir oluşuma (AB), egemenliğin sembolü olan “para” teslim edilmiştir. Bu bakımdan
AB’nin ortak geleceğini ilgilendiren konularda karar almak, ortak çıkarları
tekil ülke çıkarları önüne koyacak bir “AB Başkenti” henüz oluşturulamadığı için oldukça zor gözükmektedir.
“ASİYE NASIL KURTULUR” ?
AB 2011 yılını, özellikle Euro Bölgesi’nin geleceğini çok yakından ilgilendiren ciddi bir borç krizi salgını ve yeni bir ekonomik durgunluk süreci tehlikesi ile bitirmiştir. AB’de şu an öncelik, aşırı borç yükü (kamu borçlarının
GSYH’ya oranı) nedeniyle mali sarsıntı geçiren Yunanistan (% 166), İtalya
(% 121), İrlanda (% 109), Portekiz (% 106) ve İspanya (% 67)’nın istikrara
yeniden nasıl kavuşturulacaklarının tespit edilmesidir. 2011 yılında AB ortalaması olarak % 89 olan kamu borç stokunun GSYH’ya oranının Türkiye’de
% 39,5 ve yeni sanayileşen ülkelerin ortalaması olarak da % 37,8 olduğunu belirtelim (FMI).
Borçlu ülkelerin borç maliyetlerinin, yükselen faizler nedeniyle her geçen
gün çığ gibi büyümesi alacaklı bankaları da mali krize sürükleme tehlikesi
20
taşımaktadır. Elinde sorunlu tahvil ve bono bulunan bankaların batması durumunda hiçbir AB ülkesi mali depremin yıkıcı etkilerinin dışında kalamaz.
Bu konuda en yüksek risk altında bulunan bankalar, ellerinde en çok alacak kâğıdı bulunduran Fransız bankalarıdır. Örneğin, İtalya’nın AB bankalarına olan toplam 832 milyar $’lık dış borcunun yaklaşık yarısı, 413 milyarı,
Fransız bankalarına aittir (BIS, 2011). Son bir yıl içerisinde Avrupa Bankacılık
endeksi % 40 ve Euro Bölgesi Bankacılık endeksi % 50 oranında değer
kaybetmiştir. Uluslararası derecelendirme kuruluşu Moodys, ellerinde yüksek miktarda Yunanistan tahvili bulunan Fransa’nın üç büyük bankası olan
Société Générale, Banque Nationale de Paris ve Crédit Agricole’ün notlarını düşürmüştür.
Aslında son yıllarda hem borç sorunu bulunan İtalya, İspanya, Yunanistan,
Portekiz ve İrlanda gibi ülkelerin hem de alacaklı olan Fransa ve Belçika gibi
ülkelerin bankaları önemli bir kaynak sorunu yaşamaya başlamışlardır. AB
bankalarının karşı karşıya olduğu sermaye açığı Avrupa Merkez Bankası’nı
harekete geçirmiş ve Aralık 2011 tarihinde 523 ve Şubat 2012’de 800 AB
bankasına % 1 faiz ile üç yıl vadeli olarak tahsis edilmek üzere, sırasıyla 489
ve 530 milyar olmak üzere toplam 1 trilyon euronun üzerinde bir kaynak
aktarmıştır (Cordonnier, Şubat 2012). Öncelikle bankaların finansman kaynaklarını zenginleştirip kâr marjlarını yükseltecek olan ECB’nin parasal genişleme harekâtı, nihai tahlilde devletlerin de borç finansmanı olanaklarını
genişletmiştir. Gerçekten de piyasalara şırınga edilen milyarlarca euro tutarındaki taze para, 2012 yılının hemen başından itibaren devlet borçları üzerindeki güçlü spekülatif baskıları hafifletmiş bulunmaktadır.
2011 yılında en derin borç krizi ile karşı karşıya kalan Yunanistan ve ardından da İtalya, siyasi iktidar değişikliğine giderek, bir anlamda krizin siyasi sorumluluğunu kabul ederek sarsılan ekonomik güveni yeniden oluşturmaya çalışmışlardır. Mayıs 2010’da Yunanistan, Kasım 2010’da İrlanda ve
Nisan 2011’de Portekiz için, IMF desteği ile oluşturulan kurtarma paketlerinden bir adet de İtalya için hazırlanmıştır. Mali disiplin için sıkılan kemerler, zaten durgunluk içerisinde bulunan söz konusu ekonomileri iyice resesyona sürükleyecektir. 2012 yılı için yapılan tahminler (IMF, Ocak 2012);
İtalya’nın % 0,1, Yunanistan ve Portekiz’in % 3 oranlarında küçüleceği yönündedir. Yunanistan 2010 ve 2011 yıllarında da, sırasıyla % 4,5 ve %
5,5 oranlarında küçülmüştür. Kasım 2010 tarihinden bu yana, yapısal uyum
programını Troyka (IMF-AB Konseyi-ECB)’nın sıkı denetimi altında uygulayan İrlanda ise, 2011 yılında ancak dış talep artışlarına dayalı olarak, üç
yıllık bir durgunluğun ardından % 1,1’lik bir büyümeye tanık olabilmiştir.
İrlanda’nın yeniden büyüme sürecine girişini sağlayan, ekonominin içinde
bulunduğu deflasyonun, birim ücret maliyetlerini düşürerek, tıpkı bir devalüasyon gibi imalat sanayinin rekabet gücünü arttırıcı yönde etki yapmasıdır.
21
Örneğin, 2008 yılından bu yana İrlanda’nın dış pazarlara dönük sektörlerinde birim ücretlerde % 30’a varan düşüşler olmuştur (Alt. Eco. Mart 2012:
9). Euro Bölgesi’nin 2012 yılı büyüme tahmini ise, AB Komisyonu tarafından % 1,8’den % 0,5’e çekilmiştir. Bu son rakam, OECD’ye göre % 0,2,
DB’ye göre – % 0,3 ve IMF’ye göre – % 5’dir.
Öyle anlaşılıyor ki, 2008 krizini aşmak için devreye sokulan “Ekonomiyi
Canlandırma Programları”nın yarattığı bütçe açıkları-kamu borçları mali disiplini ön plana çıkarmış ve daraltıcı maliye politikalarını gündeme getirerek AB’de ikinci bir durgunluk krizinin koşullarını oluşturmuştur. Sıkı maliye politikalarının durgunluk etkisini telafi etmek için başvurulabilecek, paranın değerini düşürecek bir kur politikası Euro’nun uluslararası bir kur çıpası olması, faizlerin düşürülmesi yönündeki bir para politikası ise, AB’nin likidite tuzağında bulunması nedeniyle kullanılamamaktadır. AB Ekonomik ve
Parasal İşler Komiseri Olli Rehn (Alt. Eco. Kasım 2011: 14)’in “Yeni bir durgunluk dönemi ile karşı karşıya kalabiliriz “ biçimindeki uyarısı, AB’de geleceğe dönük kaygıların ciddiyetini tescil etmektedir. Durgunluk kaygıları
Avrupa Komisyonu’nun 2012 yılı ikinci yarısından itibaren kullanılmak üzere 200 milyar euro büyüklüğünde bir “ekonomik büyüme paketi” hazırlamasına ve çok sayıda AB siyasetçisinin Avrupa Yatırım Bankası’nın yatırımlara daha fazla kaynak aktarmasını talep etmelerine yol açmıştır.
IMF’nin yer aldığı Troyka tarafından oluşturulan Kurtarma Paketleri’nin dayattığı sıkı maliye politikaları ve tasarruf önlemleri ile sıkılan kemerler ekonomiyi küçültürken, borçlu ülkelerin bütçe gelirlerini nasıl arttırıp borçlarını
ödeyeceği bilinmemektedir. Aslında AB’yi 2011 yılında durgunluğa sürükleyen sıkı bütçe politikaları son bir yıldır AB’nin genelinde uygulanmaktadır.
Büyüyemeyen bir ekonominin ne “faiz dışı fazla” gibi mali yükümlülüklerini yerine getirmesi ne de borç ödeme taahhütlerini yerine getirmesi mümkündür. İtalya 2012 yılından itibaren, emeklilik yaşını yükselten (kadınlar
60’dan 62’ye, erkekler 65’ten 66’ya), 2012-2013 yıllarında emekli maaşlarına zam yapmayan, KDV ve zorunlu tüketim vergisi oranlarını arttıran, yerel yönetimlerin ödeneklerinde kesintiye giden, ikinci ev sahiplerine ek vergi koyan, kamu çalışanı sayısını azaltan, sosyal güvenlik kurumlarını yeniden
düzenleyerek açıklarını sınırlandıran, devlete ait bir takım sosyal işlevli kurumları lağveden vs. bir tasarruf paketini uygulamaya koymuştur.
Yunanistan ise, iki yıl önceki 110 milyar Euro’luk paketin ardından, 2014
yılına kadar kullanılabilecek yeni bir 130 milyar euroluk kurtarma paketini
onaylamaları için Troyka’nın ileri sürdüğü; “asgari ücrette % 22 indirime gidilmesi, işsizlik % 10’a düşünceye kadar bütün maaş artışlarının dondurulması, özel sektörde iki maaş ikramiye uygulamasına son verilmesi, emeklilik için yapılan kesinti süresinin 37 yıldan 40 yıla çıkarılması, vergiye tabi gelir eşiğinin 12 bin eurodan 5 bin euroya düşürülmesi, 15 bini 2012 yılında
22
olmak üzere, 2015 yılına kadar 150 bin kamu çalışanının işten çıkarılması,
özelleştirmenin hızlandırılması, bütçede 2013 yılından itibaren ortalama %
4 faiz dışı fazla gerçekleştirilmesi vs gibi sosyal maliyeti yüksek olan koşulları, Şubat 2012 tarihinde Parlamento’da oylayarak kabul etmiştir. Kurtarma
paketi, Euro Bölgesi ülkelerinin parlamentolarında onaylanmasının ardından
Mart 2012 tarihinde uygulamaya girecek ve uygulama bir troyka heyeti tarafından denetlenecektir. Ayrıca Euro Bölgesi Maliye Bakanları, tahvil takas
işlemi (PSI) ile Yunanistan’ın 206 milyar Euro’luk borcunun 105 milyarlık bölümünün, yani borcun yarıdan fazlasının aynı paket çerçevesinde silinmesini
ve eski devlet tahvillerinin yerini alacak yeni dönem tahvillerin faiz oranlarının düşürülmesini kararlaştırmışlardır. Söz konusu kurtarma paketine göre,
şu an % 160’ın üzerinde bulunan borçların GSYH’ye oranı 2020 yılında %
120’ye düşmüş olacaktır.
İçeriğine bakıldığında, Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya ve bir ölçüde
de İtalya’ya dayatılmak istenen yapısal uyum ve kemer sıkma önlemlerinin,
çevre ülkelerinin karşı karşıya olduğu verimlilik ve rekabet gücü zayıflıklarının, işçilik maliyetlerini bastırmak yoluyla gidermeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Oysa sorun ücretlerin “traşlanması” ile çözülemeyecek kadar derindedir ve ekonominin genel yapısı ile ilgilidir. Verimlilik farklılığı ücretleri
farklılaştırarak değil, ekonomik yapıları yakınlaştırarak çözülebilir.
Eğer Yunanistan ekonomisi içinde bulunduğumuz dönemde ya da en geç
2013 yılından itibaren yeni bir büyüme sürecini başlatamazsa, ki ne iç koşullar ne de dış konjonktür buna uygundur, yukarıdaki hedefleri yakalaması çok zor gözükmektedir. Kaldı ki, bir yandan 130 milyar euroluk kurtarma
paketinin temin edilmesinde ve 107 milyar Euro’luk bir “borç tıraşı”nın gerçekleştirilmesinde, bir yandan da Yunanistan’ın, özellikle sosyal içerikli taahhütlerini yerine getirilmesinde bir takım sosyal sorunlarla karşılaşılması şaşırtıcı olmayacaktır. Hatta son günlerde yeni bir kurtarma paketine gereksinim
duyulacağından söz edilmeye başlanmıştır.
2008 krizinden bu yana aralıksız küçülen Yunanistan ekonomisi, öyle anlaşılıyor ki 2012 yılında da, yani üst üste beşinci kez küçülecek ve Yunanlılar
daha da yoksullaşacaklardır. Kurtarma paketleri ekonomiyi sağlıklı bir yapıya kavuşturup yeni bir büyüme sürecine sokmaktan çok, ülke maliyesini
borçlarını ödeyebilir bir durumda tutmaya yönelik önlemler olarak tasarlanmıştır. 2010-2012 döneminde ekonomisi, büyük bir olasılıkla % 20 oranında küçülecek ve işsizlik oranı % 25’e tırmanacak olan Yunanistan’a kabul
ettirilen “reçeteler”, M. Chevallier (2012:8)’nin yazdığı gibi, “hastayı ölüme sürüklemektedir.” Oysa Yunanistan ve bir ölçüde de diğer borçlu ülkelerin, borç krizini başlatan reel üretim, teknoloji, alt yapı, verimlilik, kamu finansmanı, vs gibi bir takım yapısal sorunları vardır. Borç sorunu nedeniyle
körelmiş üretken dinamiklerin harekete geçirilmeye gereksinimi vardır. Eğer
23
borç sorununa, tamamen finansal kaygılarla hazırlanmış “Troyka paketleri” dışında bir çözüm bulunamaz ise kamu borç yükünün ağırlığı ile kurtarma programlarının içeriği ve sıklığı bize Yunanistan’ın orta vadede küçülme döngüsünden kurtulamayacağını işaret etmektedir. IMF eski Başkanı D.
Strauss Kahn (NetEase.com Inc.)’ın söylediği gibi, “Avrupalı yöneticilerin şu
ana kadar aldıkları tasarruf önlemleri, talebi iyice kısarak, Avrupa’nın büyüme sorununu daha da kötüleştirmiştir”.
Ekonomik kriz sonrasında sıkılan kemerlerin bir de sosyal maliyeti bulunmaktadır. Çünkü sıkılan kemerler öncelikle sosyal devleti küçülterek sosyal
güvenlik, sağlık ve eğitim sistemleri başta olmak üzere, kamusal hizmetleri zaafa uğratmakta ve çalışanların ücretlerini aşındırarak yoksulları daha da
yoksul yapmaktadır. Yunanistan’da son bir yıl içerisinde; intiharlar % 25 ve
uyuşturucu kullananların sayısı % 20 artış göstermiş, şiddet ve cinayet vakaları ikiye katlanmış, Dünya Doktorları Derneği (ücretsiz tedavi)’ne başvuranların sayısı % 30 artmıştır (Alt. Eco. Kasım 2011:30).
IMF destekli kurtarma programlarına duyulan kuşkular yeni çözüm önerilerinin üretilmesi neden olmuştur. Bunlardan bir tanesi Avrupa Merkez
Bankası’nın krize doğrudan müdahale etmesidir. ECB’nin borçlu ülkelerin
Devlet tahvillerinin bir bölümünü satın alarak piyasaları fonlaması ve alacakları nedeniyle zor durumda kalan bankaların sermaye yapılarını güçlendirmesi öngörülmektedir. Böylece hem borçlu ülkeler krizden daha gevşek
kemerlerle çıkma olanağına kavuşacak hem de Euro bölgesinde dolaşan
deflasyon tehlikesi, borçların parasallaşması yoluyla fiyat artışları körüklenip
faiz artışları frenlenerek atlatılmış olacaktır. Mayıs 2010 tarihinden bugüne kadar ECB, başta Yunanistan olmak üzere, İrlanda, Portekiz ve son olarak da İspanya ve İtalya’ya ait, toplam 200 milyar Euro’luk Devlet tahvili almış olsa da bu işlemler söz konusu ülkelerin borç sorununu çözmekten henüz çok uzaktır.
Bu türden bir çözüme ECB’nin bizzat kendisi, Merkez Bankası’nın üye devletlere finansman sağlamasının Parasal Birlik Sözleşmesi (21. Madde)’nin ruhuna aykırı olması nedeniyle karşı çıkmaktadır. ECB yalnızca piyasaların likidite sıkıntılarını aşmak için yardımda bulunmaktadır. Herhangi bir ödeme sıkıntısı meydana geldiğinde ise, alacaklılarla borçlular bir araya gelerek
borçların yeniden yapılandırılmasını sağlar. ECB’nin yukarıda adı geçen ülkelerin devlet tahvillerinden, henüz bir ödeme sıkıntısının su yüzüne çıkmadığı bir dönemde satın aldığını söyleyebiliriz. Aksi takdirde ECB’nin ülkeleri
mali disiplinsizliğe teşvik etmiş olacağı düşünülmektedir. Aslında yasak olan,
ECB’nin devletlere borç vermesi ya da devlet borç senetlerini satın almasıdır. Oysa borçların parasallaşması tehlikesi bir yana, ECB’nin devlet tahvillerini ikinci el piyasalardan satın alması için yasal bir engel bulunmamaktadır.
Bu yönde bir girişim, tahvillerin fiyatlarını belirli bir düzeyin üzerinde tutacak
24
ve sorunlu ülkelerin borçlanma faizlerinin aşırı yükselmesini engelleyecektir.
AB’nin en güçlü ekonomisi ve en büyük mali destekçisi Almanya ise; borçların parasallaşmasının neden olacağı enflasyon tehlikesi ve piyasa-bütçe disiplini, ya da “yapan öder” ilkesi ile ECB’nin müdahalesine sıcak bakmamaktadır. Aslında AB’nin kurucu ilkelerinden biri olan “dayanışma”, ekonomik çıkarlar söz konusu olunca, genel olarak “sözde” kalmaktadır. Üstelik
Yunanistan, Portekiz ve İrlanda ve bir ölçüde de İspanya’yı kurtarabilecek
mali araçlara sahip olan ECB, İtalya gibi AB’nin üçüncü büyük ekonomisinin
1,9 trilyon Euro’ya ulaşan borçlarını üstlenebilecek bir olanağa şu an sahip
değildir. Ancak söz konusu ülkelerin mevcut borç sorunlarının sürüncemede
bırakılması durumunda, ödeme güçlüklerinin neden olacağı yaygın bir bankacılık krizi tüm bölgeyi saracak bir finansman krizinin fitilini ateşleyebilir.
AB’nin borç krizine üçüncü çözüm yolu olarak, borç yönetiminin Avrupa
Finansal İstikrar Fonu (EFSE)’na devredilmesi öngörülmektedir. Birliğin 21
Temmuz 2011 tarihli toplantısında, krizdeki ülkelerin borçların geri ödenmesi ile ilgili işlemlerinin ECB’ye değil EFSE’ye devredilmesi önerisi ortaya
atılmıştır. Böylece piyasalardan tahvil satın alacak olan EFSE, borç sorunu
yaşayan ülkelerde faiz oranlarının belirli bir düzeyin üzerine çıkmasını önlemiş olacaktır. Bu türden bir işlev doğal olarak EFSE’nin, üye ülkeler tarafından fonlanacak bir çeşit kamu bankasına dönüştürülmesini gündeme getirmiştir. EFSE’nin operasyonel olabilmesi için şu an 440 milyar Euro olan operasyonel bütçesinin, IMF’nin sağlayacağı 250 milyara ek olarak, Çin başta olmak üzere, G-20 gibi yabancı ülkelere ihraç edilecek tahvillerle 1 trilyonun üzerine çıkarılması düşünülmektedir. Toplamı 3 900 milyar euroya
ulaşmış bulunan Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya, İtalya ve Belçika’nın
borçları ancak bu miktarda bir finansman kaynağı ile çevrilebilir. Bu kaynağın sağlanmasında ortaya çıkacak sorunlar borç sorununun çözümünü çıkmaza sokacaktır.
Dış ülkelere kendi tahvilini ihraç ederek elde edeceği gelirler ile sorunlu AB
ülkelerinin tahvillerini satın almak zaman alacağı için, EFSE’nin kısa vadede ve yeterli ölçüde fonlanabileceği tek kaynağın da yine ECB olduğu anlaşılmaktadır. Ancak 2012 yılının hemen başında, ECB’nin Başkanı Mario
Draghi, “ECB’nin para basma planı yok” diyerek AB borçlarının parasallaşmasına izin verilmeyeceğini ve borç sorunlarının tek çözüm adresinin de
“Kurtarma programları-EFSE” olduğunu göstermiş bulunmaktadır. Eğer
bu yönde bir karar alınırsa, bu kararı şu anki EFSE değil, EFSE’nin yerine
Temmuz 2012 tarihinden itibaren faaliyete geçmesi Mart 2012’de karalaştırılmış olan ve 500 milyar Euro’luk bir sürekli fona sahip olacak olan Avrupa
İstikrar Mekanizması (ESM) uygulayacaktır. EFSE üye devletlerin güvencesine dayalı olarak finansal işlemlerde bulunurken ESM ödünç verme işlemlerini kendi öz sermayesine bağlı olarak gerçekleştirebilecektir.
25
AB iktisatçıları tarafından önerilen krizden bir başka çıkış yolu ise (Duval,
2011: 67), alacaklıların, borç batağındaki ülkeler ya da firmalardan alacaklarının bir bölümünden vazgeçerek borçluları, borçlarının geri kalan bölümünü ödeyebilecek bir konuma getirmeleridir. Borçlar yeniden yapılandırılırken, sisteme güven tazelemek için 2011 yılı sonunda yapıldığı gibi, ECB
de devreye sokularak, alacaklı bankaların sermaye yapıları da güçlendirilmelidir. Zira banka sisteminin çökmesinin neden olacağı ekonomik yıkıntı, bankalara sağlanacak kamu finansman desteğinden daha pahalıya mal olabilecektir. Borçların yeniden yapılandırılması, tahvil takas işlemi (PSI) olarak da
AB zirvelerinde sıkça gündeme alınan borçların “tıraş işlemine” tabi tutulup
hafifletilerek uygulanabilir hale getirilmesi yöntemine göre, borç tahvilinin
% 50’si baştan silinecek, % 35’i otuz yıl vadeli yeni tahvillerle takas edilecek ve geriye kalan % 15’lik bölüm için peşinen ödeme yapılacaktır. Nitekim
2012 yılı başında Yunanistan için 107 milyar euro tutarında bir “borç tıraşı” yapılmış bulunmaktadır.
Bu türden bir çözüm yönteminin de daha başlangıçta iki önemli soruna neden olacağı düşünülmektedir. Bunlardan ilki, özel sektör kreditörlerinin yani
alacaklı bankaların silinecek alacaklarının yerine ne konulacağı, yani sermaye yapılarının nasıl güçlendireceğidir. Bir adım daha ileri giderek, örneğin
banka mudilerinin, yatırım fonu sahiplerinin ya da bireysel sigorta sahibi
emeklilerin borç silmek yoluyla uğrayacakları zararlar nasıl telafi edilecektir
sorusu henüz yanıtlanamamıştır. Şu an Fransa’da hane halkının % 42’si yaşam boyu bireysel emeklilik sigortasına sahiptir. Öyle anlaşılıyor ki, bu yöntemin uygulanabilmesi, ilgili bankaların ve sigorta şirketlerinin alacaklarının
bir bölümünün devlet tarafından üstlenilmesine, ama kısa vadede ECB’nin
2011 yılı sonu ve 2012 yılı başında yaptığı gibi parasal genişleme ile ilgili finans kurumlarının sermaye yapılarını güçlendirmesine bağlı olacaktır. Bu
ilk sorun çözülmüş olsa dahi, borçların bir bölümünün silinmesi ortaya başka bir sorun daha çıkaracaktır; o da, Yunanistan gibi küçük ekonomi-küçük borçlu ülkelerin borçlarının bir bölümünün silinmesi ile, 740 milyar ve
1900 milyar Euro gibi AB ekonomisini önünden sürükleyecek borç rakamlarıyla İspanya ve İtalya gibi ülkelerin sıraya girecek olmalarıdır. Konunun bir
de “ahlâki” boyutu bulunmaktadır; borçların silinmesi “yanlış politikaların
ödüllendirilmesi” anlamına gelecektir.
“Asiye”yi kurtarmak için yukarıda sıraladığımız önerilerin tümünün kısa vadeli acil kurtarma programlarından ibaret olduğunu belirtmeliyiz. Bu tür kısa
vadeli öneri paketlerinin AB’nin borç krizini daha da derinleştirip, borç krizini genel bir ekonomik krize dönüştürme tehlikesi hiç de azımsanacak bir
olasılık değildir. Yunanistan’ın alacaklılarını zarara uğratan borçlarının yeniden yapılandırılması, yani tahvil takas (PSI) sürecinin ilk adımı, alacaklıların
% 85,8 oranında katılımıyla 9 Mart 2012 tarihinde başarılı bir biçimde atıl26
mış, borç anaparasını % 53,5 oranında silecek işleme konu olan toplam 206
milyar euroluk borcun 172 milyarlık bölümü takas edilmiştir.
Ancak bu başarılı borç silme ve takas işleminin çok daha büyük borçlu ülkelerde, alacaklılar, özellikle de küçük yatırımcılar için henüz etkin bir kayıp
telafi sistemi oluşturulamadığı için, herhangi bir tıkanma yaşanmadan tekrarlanabilmesi oldukça zor gözükmektedir. İtalya ve İspanya gibi sorunlu ülkelerin çözümsüzlüğe sürüklenmesi Euro Bölgesi’ni hiç şüphesiz tartışmaya
açacaktır. 2012 yılı başında İtalya ve İspanya’nın yeniden borçlanma işlemlerinin ancak ECB’nin piyasalara, bankalar aracılığı ile aktardığı likidite bolluğu ortamında sorunsuz gerçekleşebildiğini unutmamalıyız. Nitekim aynı yılın ortalarına doğru İspanya’da bankaların sermaye yetersizliğinden kaynaklanan yeniden yapılandırma sorununun gün yüzüne çıkması, ECB’nin devlet tahvili takası yoluyla bankalara nakit aktarmayı reddetmesi ve on yıl vadeli devlet tahvili faizinin % 7’ye yaklaşması ile Euro Dolar karşısında 1.24
ile son iki yılın en düşük düzeyine inmiş ve uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, İspanya’nın kredi notunu üç basamak birden düşürerek A’dan BBB’ye getirmiştir. Aynı dönemde Euro Bölgesi maliye bakanlarının, İspanya bankalarının acil sermaye gereksinimlerini karşılamak üzere
İspanya’ya, EFSF-ESM aracılığı ile 100 milyar euro kredi sağlama kararı alması Fitch’in not düşürme işlemini doğrulamaktadır.
YUNANİSTAN İÇİN KÖKTEN ÇÖZÜM!
Troyka (Avrupa Komisyonu, ECB ve IMF) tarafından Yunanistan’a sağlanan
130 milyar dolarlık kurtarma paketinin, paketin ekinde sıralanan “kemer
sıkma” koşullarına bağlı olması, zımnen bu ülkeyi ciddi bir seçim ile karşı karşıya bırakmaktadır; “Ekonomik taahhütlerin yerine getirilmesi ya da
Euro Bölgesi’nin terk edilmesi”. Mayıs 2012’de yapılan Yunanistan genel
seçimlerinden “Ekonomik Kurtarma Paketi” karşıtı partilerin oylarını arttırarak çıkması ve sonuçların hiçbir siyasi partiye hükümet kurma olanağını
vermemesi Yunanistan için “kökten çözüm” önerisinin AB’de giderek daha
güçlü bir biçimde seslendirilmesine yol açmıştır.
Son iki yıldır uyguladığı istikrar politikalarına karşı Yunanistan’ın, kamu
maliyesi başta olmak üzere temel makro ekonomik göstergelerinde belirgin bir iyileşme olmamıştır. 2009 yılında % 15,4 olan bütçe açığı oranı,
Troyka’nın denetiminde yaşama geçirilen tasarruf önlemleri ve mali disipline karşın ancak % 10,5’a indirilebilmiştir. Çok büyük sosyal dirençle karşılanan istikrar programının biraz daha genişletilerek kamu finansman açıklarının kabul edilebilir boyutlara çekilmesi, en azından politik açıdan oldukça zor gözükmektedir. Bu bakımdan, Yunanistan’ın şu an içerisinden geçtiği ağır ekonomik krize karşı en kökten çözüm olarak, “Euro Bölgesi’ni terk
etmesi” seçeneği gündeme getirilmektedir. Bu öneri, Yunanistan ulusalcı-
27
ları ile Kuzey Avrupa’nın “anti-siestacı”ları gibi politik gruplardan başka,
Nouriel Roubini ve Hans-Werner Sinn gibi tanınmış iktisatçılar tarafından da
desteklenmektedir.
N. Roubini (Moatti, 2011:68)’ye göre, Yunanistan’ın sorunu yalnızca bir aşırı borç sorunu değil, aynı zamanda ekonomik rekabet gücünün yetersizliğidir. Euro bölgesi ülkelerine göre ekonomik verimliliğindeki düşüklükten kaynaklanan rekabet gücü yetersizliğini gidermesi için Yunanistan’ın kendi fiyat
ve ücretlerini % 30 oranında düşürmesi gerekmektedir.
Diğer yandan Euro’yu terk edip önerilen fiyat ve gelir politikalarını uygulamaya koyan Yunanistan’ın krizden kurtulabileceği konusunda da ciddi endişeler vardır. Bir defa, Yunanistan’ın Euro’yu terk edip kendi parasını yeniden basması ve piyasaların Drahmi’ye uyum göstermesi, hem teknik hem
de sosyal açıdan zaman alacak bir işlemdir. Bu zaman süresinde, ekonomik
darboğaz ve Drahmi’ye güvensizlik nedeniyle Yunanlıların büyük bir bölümü özellikle de yüksek gelir grubu tasarruflarını yurt dışına çıkaracaklardır.
Bu da, şu an sermaye yeterlilik rasyoları zaten çok düşük olan Yunan bankalarının bir anda içlerinin boşalmasına ve kısa sürede çökmeleri anlamına
gelecektir. Bu yönde bir karar alınması durumunda, W. Buiter (2011:68)’in
yazdığı gibi, “Yunan banka sistemi, Yunanistan Euro bölgesini henüz terk
etmeden çökmüş olacaktır.”
Yukarıdaki öneriler çerçevesinde yapılacak % 30 gibi güçlü bir devalüasyon
ise, sarsıntı geçiren ve durma noktasına gelen, üstelik güçlü bir sanayi sektöründen yoksun bir ekonomide ihracat artışından çok ülke içerisinde fiyat
artışlarını, yani enflasyonu körükleyecektir. Yunanistan’ın verimlilik sorununu kur politikaları ile çözmesini öneren N. Roubini’nin Yunan ekonomisinin
yapısal sorunlarını model dışında bıraktığı anlaşılmaktadır. Drahmiye geçişte yaşanacak ekonomik karmaşa, düşecek ücretlerin ve artacak işsizliğin yol
açacağı yoksulluk hiç şüphesiz çok büyük bir sosyal karmaşa ve şiddete ortam hazırlayacaktır. Bu bakımdan Yunanistan’ın Euro Bölgesi’ni terk etmesi, siyasi riskler bir yana ekonomik ve sosyal açılardan da çok zor gözükmektedir. Yunanistan’ın Euro Bölgesi’ni terk etmek durumunda kalması bizzat
Euro Bölgesi’nin güvenilirliği ve geleceği için de büyük bir risk taşımaktadır.
Yunanistan’ı öne çıkararak yaptığımız borç krizi ve krizden çıkış yolları ile ilgili çözümlemelerimizin yalnızca Yunanistan için değil, bu ülke ile az çok
benzer sorunlar yaşayan Portekiz, İspanya, İtalya ve İrlanda gibi “güney” ülkeleri için de genel eğilim olarak geçerli olduğunu belirtmeliyiz. Bugün borç
krizini aşmak için, ücret düşüşleri dâhil geniş çaplı bir kemer sıkma politikası uygulayan ve ekonomik verimlilik düzeyi Yunanistan’ın da gerisinde olan
Portekiz, 2011 yılındaki % 1,5’luk ekonomik daralmadan sonra, Avrupa
Komisyonu (2011)’nun bir araştırmasına göre, 2012 yılında da % 3,1’luk
28
eksi büyüme ile karşı karşıya kalacaktır. Sanayisi Portekiz ve Yunanistan’a
göre biraz daha ileri olsa da, teknolojisini hızla yenileyemeyen, daha çok
orta ve alt gamlı sanayilerde uzmanlaşan İspanya da son yıllarda dış pazarlarda büyük bir rekabet sorunu yaşamaktadır.
Yukarıda sunulan beş çözüm senaryosunun tümü de aslında geçici reçeteler içermektedir. Kalıcı çözüm, sorunların kaynağına inip yapısal nedenlerin çözüm masasına yatırılmasıdır. Euro Bölgesi borç krizinin arkasındaki en önemli neden, Bölge ülkeleri arasında var olan önemli sosyal yapı ve
ekonomik verimlilik farklılıkları ve bu farklılıklara bağlı olarak oluşan fiyat
ve ücret farklılıklarıdır. Genelde Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya ve
Belçika gibi merkez ülkelerde düşük büyüme-düşük enflasyon, İspanya,
Portekiz, Yunanistan, İrlanda ve İtalya gibi çevre ülkelerinde ise tam tersi hızlı büyüme-yüksek enflasyon hüküm sürmektedir. Diğer taraftan, merkez ülkeler genelde dış fazla verirken, çevre ülkeler sürekli dış açık vermektedirler. Oysa, “Optimal para sahası” kuramına göre (Mundell, 1961), parasal birliğin kendinden beklenen olumlu sonuçları verebilmesi için birliği
oluşturan ülkeler arasında belirli bir yapısal uygunluğun olması gerekmektedir. Farklı gelişmişlik düzeyine sahip ülkelerin aynı parasal birlik koşullarına
(Maastricht) tabi olmaları, bir başka anlatımla güçlü ekonomiler ile zayıfların aynı “sepete” doldurulmaları ile Euro Bölgesi krizinin tohumları en baştan atılmış bulunmaktadır. Nitekim parasal birlik ekonomik faaliyetlerin, verimliliğin ve rekabet gücünün yüksek olduğu, başta Almanya olmak üzere
Kuzey Avrupa ülkelerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Değeri düşük
Drahmi’den güçlü Euro’ya geçiş üretim maliyetlerini arttırarak Yunan sanayisinin rekabet gücünü daha baştan zaafa uğratmış ve kronik cari açıkların
oluşmasına neden olmuştur. Parasal Birliğin dayattığı ortak para politikası ve
sabit kurlar ise Yunanistan ve diğer açık veren ülkelerin kısa vadeli çözümler
üretmelerinin önünü tıkamış bulunmaktadır.
On yılı aşkın süredir uygulamada olan Parasal Birlik, üye ülkelerin ekonomilerini birbirine yaklaştırıp ortak bir potada eritmekten ziyade zayıf ekonomilerin kırılganlıklarını daha da artırmış bulunmaktadır. Euro Bölgesini
oluşturan ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farklılıklarının ortadan
kaldırılması ancak söz konusu güney ülkelerinin mevcut yapısal sorunlarının çözülmesi ile mümkündür. Bunun için de uzun vadeli bir “ekonomik
gelişme projesi”nin yaşama geçirilmesi gerekmektedir. M. Aglietta (2012)
Yunanistan’ın verimlilik sorununun çözümü için gerekli yatırımların finansmanında kullanılmak üzere bir Marshall Planı önermektedir. Diğer taraftan,
maliye politikaları başta olmak üzere, Bölge ülkeleri arasında ortak bir makro ekonomik karar mekanizmasının oluşturulması gerekmektedir. Devlet
bütçelerini de kapsayacak ortak bir karar mekanizması üye ülkelerin egemenlik haklarını tartışmaya açtığından Birliğin politik oluşumunda birtakım
29
adımlar atmak gerekebilecektir. Aksi takdirde ya Euro Bölgesi sınırlandırılıp ileri ekonomilerin yer aldığı “çekirdek bir Euro Bölgesi” oluşturulur ve
dışarıda kalan ülkeler hazır oldukça Bölgeye dâhil edilir ya da önemli bir
refah kaybını göze alınarak çok sıkı maliye ve daraltıcı gelir politikaları ile
sorunlu ekonomiler yeniden yapılandırılır ya da son çare olarak AB Siyasi
Birliği hemen gerçekleştirilir ve “AB Federasyonu” kurularak ulusal ekonomik sorunlar bölgesel gelişme sorununa dönüştürülerek çözüme kavuşturulur. Tanınmış iktisatçı M. Aglietta’nın son kitabının başlığı bu bağlamda anlamlıdır; “Euro Bölgesi: federasyon ya da dağılma” (2012).
Yukarıda sıralanan her bir çözüm yolunun mali-ekonomik olduğu kadar sosyo-politik sonuçları da olacaktır. Etkin çözümler için katlanılmak istenmeyen maliyetler, ileride AB’nin karşısına çok daha büyük mali faturalar çıkarabilir. Bu bağlamda yapılacak tercihler ve alınacak kararlar yalnızca Euro
Bölgesi’nin değil, hiç şüphesiz AB’nin geleceğini de etkileyecektir. Son bir
yıldır giderek sıklaşan AB liderler zirvelerinden somut ve köklü kararlar çıkamamasının arkasında AB’yi yeniden tanımlama konusundaki çekinceler
bulunabilir.
KÜRESEL KRİZ VE KAPİTALİZM
Küresel finansal krizin kapitalizmin merkezinde, ABD’de ortaya çıkması krizin kapitalizmin doğasında zaten var olduğunu bize bir kez daha anımsatırken, ister istemez bir sistem tartışmasını da harekete geçirmiştir. Bazılarına
göre kriz, uluslararası finansal piyasaların düzenlenmesindeki eksikliklerden
kaynaklanmaktadır. Düzenleme, kurallaştırma (regulation) eksikliği doğru
bir saptamadır. Ancak finans piyasalarının üzerine kurulu olduğu neoliberal sistem, yenilikçiliği, girişimciliği ve nihayet etkinliği azaltacağı kaygısı ile
bu türden düzenlemelere izin vermemiştir. Kuralsızlaştırma (deregulation),
özelleştirme, esnekleştirme, sendikasızlaştırma ve nihayet tüm kamusal malhizmetleri metalaştırma bu sistemin en temel uygulamaları olmuştur.
2008 krizinin “artçı depremleri”nin günümüzde de güçlü bir şekilde devam
etmesi söz konusu krizin “sistemik” olduğu konusundaki iddiaları iyice güçlendirmiştir. Üstelik artçı sarsıntıların yeni ve daha güçlü bir depreme dönüşme tehlikesi mevcuttur. AB ekonomisinde bitmek bilmeyen çalkantılar tüm
dünyayı kaygılandırmaktadır. IMF’nin Başkanı Christine Lagarde ve Almanya
Başbakanı Angela Merkel (Radikasl, 6 Kasım 2011)’in “Avrupa’nın borç krizi küresel ekonomiye on yıl kaybettirecektir.” biçimindeki açıklamaları ise,
yeni bir küresel krizin her an kapımızı çalabileceğine işaret etmektedir.
2008 küresel krizi ile küreselleşme üzerindeki ideolojik örtünün aralanmaya
başladığını ve “serbest piyasa fetişizmi”nin büyük bir yara aldığını biliyoruz.
Çünkü uzun yıllardır ısrarla sürdürülen “piyasa yanılmaz” metaforu çok pahalıya test edilmiştir. Liberal iktisat doktrinini sarsan yalnızca 2008 krizi de
30
değildir. Kriz sonrasında dünya ekonomi politikalarında gözlemlenen temel
yönelimler ve AB’de henüz birkaç yıl öncesine kadar tabu olan “müdahale”,
“düzenleme”, ya da “korumacılık” gibi ekonomi politik paradigmaların artık ciddi tartışmaların-yayınların konusu olması da aynı doğrultuda bir zihniyet değişimine işaret etmektedir. Yani ekonomilerde devlet-piyasa sınırlarını yeniden çizmek, bir başka anlatımla “ekonomik etkinlik” ile “ekonomik güvenlik” arasında yeniden bir denge oluşturmak için küresel kriz güçlü bir fırsat yaratmıştır. Sanayi sektöründen yabancı sermaye hareketlerine
kadar ekonomik faaliyetlerde devletin etkin müdahaleleri bulunan G. Kore,
Çin, Hindistan, Endonezya gibi ülkelerin krizden en az zarar gören ve krizden sonra da en hızlı toparlanan ülkeler olması bu eğilimi güçlendirmiştir.
Devletin piyasa düzenleme işlevini elden bırakmayan söz konusu ülkeler,
son 20-30 yılda gerçekleştirdikleri hızlı ekonomik büyüme-sanayileşme ve
dünya ekonomisi ile bütünleşme sayesinde küresel kaynak dağılımını liberal
eski sanayileşmiş ülkeler aleyhine bozmuşlardır. Günümüzde süregelen DTÖ
Doha Müzakereleri’nde ticari serbestleşmeyi en fazla sivrilen ülkeler savunmaktadır. Geleneksel sanayi ülkeleri ise, ticari serbestleşmeyi savunmadaki
çekinceleri bir yana, ulusalcı ekonomi politikaları yeniden gündeme getirme
eğilimindedirler. Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkeler stratejik sanayilerin
sivrilen ülkelerin denetimine geçmesinden endişe duymakta ve devlet üzerinden yeni koruma araçları üretmeye çalışmaktadırlar.
2008 krizi sonrasında dünya ekonomi yazınında neo-liberal ideolojik bağnazlık da aşılmaya başlanmış ve “kurallı piyasa ekonomisi” her düzeyde
tartışılmaya başlanmıştır. OECD ülkelerinin devlet-hükümet başkanlarından IMF ya da DB gibi uluslararası kurumların yöneticilerine kadar dünyanın
önde gelen politika yapıcıları artık, “piyasa fetişizmi”nden kurtulmaya başladıklarını gösteren söylemler üretmektedirler. Kriz öncesinde Tobin Vergisi
gibi finansal piyasaları denetim altına alacak düzenlemeleri “saçmalık” olarak nitelendiren Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, kriz sonrası finansal serbestleşmenin “aşırılığını” mahkûm edip, günümüzde söz konusu vergiyi krizin neden olduğu tahribatı durdurabilecek “etkili bir araç” olarak dillendirmektedir (Halimi, 2012). Hâkim iktisat anlayışındaki bu değişiklikler
ABD ve İngiltere gibi neo-liberal ekonomik sistemin öncülerini ne kadar etkileyecek ve “kurallı bir piyasa ekonomisi”ne ne ölçüde yönlendirecek henüz bilinmemektedir. Bilinen, kuralsız uluslararası finans piyasalarının dünya ekonomisini tehdit etmeye devam ettiğidir.
Kriz sonrasında yaygın bir biçimde uygulamaya sokulan “ekonomiyi canlandırma paketleri”, öyle anlaşılıyor ki krizi sonlandırmak yerine ötelemiş bulunmaktadır. Canlandırma paketleri ile 2010 yılı boyunca hareketlenen dünya ekonomisi, hemen ertesi yıl 2011 yılı itibariyle yeniden aksamaya başlamıştır. Nitekim günümüzde AB üyesi ülkeler aşırı borç krizini bir türlü aşa31
mazken, ABD ve Japon ekonomileri yeni bir durgunluk sürecine doğru ilerlemekte, Çin ve Hindistan başta olmak üzere Asya ülkeleri ise dış talep yetersizliği ile karşı karşıya kalma tehlikesi taşımaktadırlar. 2008 krizinden tam
olarak çıkmadan dünyanın bir başka krize yönelmiş olması, krizin “sistemik”
bir kriz olduğu konusundaki görüşleri iyice güçlendirmiştir.
BAŞKALDIRI VE ALTERNATİF KÜRESELLEŞME
Küresel krizin üçüncü yıl dönümünde, 17 Eylül 2011’de krizin çıktığı ülke
ABD’de ortaya çıkan “Wall Street’i İşgal Et” hareketi, Roma, Frankfurt,
Paris, Atina, Londra, Madrid, Santiago, Tel-Aviv gibi dünyanın değişik kentlerinde yankı bulmuştur. Hareket, iktidarı ve parayı ele geçirmiş olan % 1
süper zengine karşı, halkın % 99’unu temsil etme iddiasındadır. Hangi ölçekte olursa olsun mevcut küresel sisteme karşı gerçekleştirilmiş bir başkaldırının kısa sürede kitleselleşmesi ve tüm dünyada yankı bulup meşruiyet
kazanması, öncelikle 30 yıllık küreselleşmenin neden olduğu krizin mali yükünün, finansal rantın dışında kalmış kitlelere ödetilmeye kalkışılması, ikinci olarak da 30 yıllık küreselleşmenin sosyal eşitsizlikleri daha da arttırmış olmasının bir sonucudur.
Kriz esnasında kamu finansman kaynakları ile kurtarılan krizin sorumlusu
bankaların, hiçbir maliyet ödemeden bugün daha da yüksek kârlar gerçekleştirmeleri, kriz esnasında binlerce işçinin işine son veren firmaların kriz yılında karlarını arttırmış olmaları ya da “krizci” büyük bankaların en üst yöneticilerinin bir yılda, dört asırlık asgari ücrete eşdeğer gelir elde etmeleri
(Alt. Eco. Ocak 2012: 64) sosyal gerilimleri iyice tırmandırırken bu yöndeki
başkaldırılara da meşruiyet kazandırmıştır.
Son otuz yıldır salt ekonomik verimlilik ve kâr ölçüsüne göre işleyen küreselleşme, belirli bir ekonomik gelişmişlik düzeyine ulaşamamış bölgeleri sistem
dışına iten “seçkinci” bir ekonomik sistemi temsil etmektedir. Herhangi bir
sosyal boyutu bulunmadığı için dünyanın öteki yarısını yok sayabilen mevcut küreselleşme, zengin-yoksul ülkeler arasındaki gelir farklılaşmasını da
1’e 30’lardan 1’e 70’lere yani birlikte yaşamı olanaksızlaştıran boyutlara taşımıştır. Söz konusu küreselleşme, ülke içerisindeki sosyal farklılaşmaları da
sosyal barışı tehdit eder boyutlara çıkarmıştır. Son otuz yıldır ekonomik etkinlik adına doğrudan vergiler başta olmak üzere vergi oranlarının azaltılması ve kamusal faaliyet alanlarının sınırlandırılması, yüksek gelir gruplarının
ulusal gelirden aldığı payı daha da arttırmış bulunmaktadır.
II.Dünya Savaşı sonrasında yaşama geçirilen talep yönlü politikalarla gelir
dağılımında belirli bir denge sağlayan ve refahı tabana yayabilen, başta Batı
Avrupa olmak üzere ileri sanayi ülkelerinde, 1970’lerde yaşanan ekonomik
kriz ve ardından gelen arz yönlü politika denemeleri ve nihayet 1980’lerde kendini gösteren küreselleşme ile birlikte sosyal politikalar ve kazanım32
lar aşındırılmaya başlamıştır. OECD ülkelerinde Gini katsayısının, 1985’ten
2008’e, ortalama olarak 0,29’dan 0,32’ye yükselmesi (OECD, 2011) söz konusu gelişmenin bir sonucudur. Yukarıdaki katsayısı ortalama bir rakamdır, yani bazı ülkeler ortalamanın altında, bazıları ise üzerinde bulunmaktadır. Örneğin, 0,32 olan 2008 yılı OECD ortalaması İsveç’te 0,26’da kalırken,
ABD’de 0,38’e tırmanmaktadır.
Ülkelerin gelir dağılımına daha yakından bakıldığında, örneğin gelir dağılımını toplumun en yoksul ve en zengin grupları arasında ele alındığında, küreselleşme sürecinde farklılaşmanın daha büyük boyutlara ulaştığı anlaşılır.
Nüfusun en zengin % 1’inin ulusal gelirden aldığı pay, 1980 yılından 2008
yılına; ABD’de % 8’den % 18’e ve İngiltere’de (1970-2005 döneminde) %
7’den % 14’e yükselmiştir. Aynı dönemde söz konusu oranlar Fransa ve
Japonya’da % 8’den % 9’a çıkarken Almanya, Hollanda ve İsviçre’de kayda
değer bir değişim olmamıştır (Alt. Eco. 2010:58-59). Anglo-sakson ülkelerinde eşitsizliklerin kara Avrupa’sına göre çok daha büyük olması uygulanan
ekonomi politikaları ve sosyal yapılarla ilgili bir durumdur. Arz yönlü iktisat
politikalarının ilk uygulayıcıları olan, vergi oranlarını azaltan ve piyasalarda
kuralsızlaştırmayı sağlayan ABD’de Başkan R. Reagan (1981) ve İngiltere’de
M. Thatcher (1979) gelir dağılımındaki eşitsizliklere hız kazandırmışlardır.
Ancak gelir dağılımının oldukça dengeli olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinde
de 2000’li yıllarla birlikte eşitsizlikler artmaya başlamıştır. Örneğin, İsveç’te
1980’lerde % 4 olan en zengin % 1’in gelirden aldığı pay, 2005 yılında %
9’a sıçramıştır.
Küreselleşme sürecinde IMF’nin Yapısal Uyum Programları’nı uygulamak,
dolayısıyla sosyal devleti küçültüp kamu hizmetlerini metalaştırmak, özelleştirme yapmak, sosyal kazanımları törpülemek, ücretleri dondurmak durumunda kalan Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri gibi gelişme yolundaki ülkelerde de gelir dağılımı giderek dengesizleşmiştir. Ancak TÜİK verilerine
göre, Türkiye’de, 2000’li yıllarda gelir dağılımında küçükte olsa bir düzelme olduğu ve 2002-2008 yılları arasında nüfusun en zengin % 20’sinin ulusal gelirden aldığı pay % 50’den % 45,3’e gerilerken, en yoksul % 20’nin
payı % 5,3’ten % 6,4’e çıktığı görülmektedir. Kara Avrupa’sında belirli ölçülerde muhafaza edilebilen sosyal içerikli ekonomi politikaları gelir uçurumu oluşumunun önüne geçmiştir. Son küresel kriz ise yoksulların daha da
yoksullaşmasına neden olmuştur. 2008 yılına göre reel ücretler 2011 yılında Yunanistan’da % 10, Romanya’da % 14 ve Litvanya’da % 17 oranında
azalmıştır (Duval, 2011: 13).
Dünya ve ülke ölçeğinde sosyal farklılaşmanın ortak yaşamı tehdit eder boyutlara tırmandığı bir ortamda, Dünya Sosyal Formu’nun “Bir başka dünya
mümkündür” sloganı ile önerdiği alternatif küreselleşme anlam kazanmaktadır. Alternatif küreselleşme her şeyden önce, fizik yasalarını zorlayacak öl33
çüde dünyanın “öteki” yarısını yok sayan ve ortak yaşamı olanaksızlaştıracak bir sosyal farklılaşmayı “piyasa” metaforu ile meşrulaştıran mevcut küreselleşme yerine; ekonomik kârlılığın ötesinde insana yönelik beslenme,
yoksulluk, işsizlik, eğitim, sağlık, göç, şiddet, vs gibi birtakım sosyal hedefler
öngören daha insani ve daha yaygın bir küreselleşme önermektir.
Küreselleşmeye sosyal bir boyut kazandırılmasının ilk koşulu, bizzat ulusal
ekonomi politikalarının sosyalleştirilmesidir. Otuz yıllık küreselleşme sürecinde aşındırılan sosyal devlet, liberalizmin alternatifi yine liberalizmdir” retoriğinin dışına çıkılarak yeniden inşa edilmelidir. Ülke içerisinde yaratılan katma
değer yeniden ve daha adil bir biçimde paylaştırılmalıdır. Ulusal gelirin daha
adil bölüşülmesi düşüncesi, sınıflı toplumların tarihi kadar eskilere dayanmaktadır. Ancak sınıflar arasındaki sosyo-ekonomik farklılaşmanın uçuruma
dönüştüğü kapitalizm döneminde, hem mevcut düzene alternatif daha adil
bir sosyo-ekonomik düzen hem de mevcut düzen içerisinde daha adil bir
gelir dağılımı sistemi önerileri olmuştur. Yeniden bölüşüm sorunu kaynağını
ücret-kar farklılaşmasından alsa da çağımızda artık çok daha geniş bir gelir
yelpazesini ilgilendirmektedir. Özellikle finansal faaliyetlere bağlı olarak son
yıllarda türeyen “süper” ücretliler, bizzat ücretler arasındaki makasın ağzının giderek açılması sonucunu doğurmuştur. Örneğin, Fransa’da 1500 en
yüksek ücretlinin ortalama ücrete göre gelir farkı, 1995’ten 2007’ye 25 kattan 60 kata tırmanmıştır (Pech, 2011:75). Bu bağlamda, Amerikalı Filozof
Felix Adler (Pizzigati, 2012:1-11)’in XX. yüzyılın başında yaptığı “yüksek gelirler için tavan” oluşturma ya da ücretleri “en yüksek ücret” ile sınırlandırma önerisinden hareketle, % 0 ile % 100 arasında değişen artan oranlı bir
gelir vergisi ile mevcut sistem içerisinde hem ekonomik hem de sosyal açıdan sürdürülebilir bir gelir dağılımı gerçekleştirilebilir.
Katma değerin daha adil paylaşımı yoksulluğu azaltarak sosyal devlete olan
gereksinimi de azaltacaktır. Artan oranlı doğrudan vergilerin arttırılması,
katma değerin daha adil paylaşımı sürecini başlatabilecektir. Ülke düzeyinde ve küresel ölçekte daha adil gelir dağılımı ile kapitalist krizlerin temelinde bulunan “talep yetersizliği” sorunu da bir ölçüde aşılmış olacaktır.
Sismondi (1773-1842)’nin de iki asır önceden işaret ettiği gibi, üretimin sınırsız bir biçimde artış gösterdiği kapitalist sistemde “her arz kendi talebini
yaratır” diyen “Say Yasası” kabullenilerek talep-tüketim konusu ihmal edilmiştir. Eşitsiz gelir bölüşümü, üretimin tüketimden çok daha hızlı artmasına,
dolayısıyla kapitalist sistemin kronik bir “eksik tüketim” sorunu ile karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır.
KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE
Otuz yıldır dünya ekonomik sistemine eklemlenmiş olması nedeniyle dışsal etkilere ve konjonktürel dalgalanmalara tümüyle açık hale gelen Türkiye
ekonomisinin küresel krizden etkilenmemesi elbette beklenemezdi. Her ne
34
kadar Başbakan R. T. Erdoğan “Küresel kriz bizi teğet geçti.” diye beyanatta
bulunsa da, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) rakamları Türkiye’nin 2009 yılında % 4,8’lik bir negatif büyüme ile dünyanın küresel krizden en fazla etkilenen ülkelerinden birisi olduğunu ortaya koymuştur. Bu oran krizin merkez ülkesi ABD için % 2,6 düzeyinde gerçekleşirken, dünyanın ortalamasının yalnızca % 0,6 düzeyinde olduğu tespit edilmiştir. Küresel krizin olumsuz etkilerine maruz kalan Türkiye’nin, dünyada en fazla ve en yoğun ekonomik ilişki içinde bulunduğu bir bölgenin krizinden, AB borç krizinden, etkilenmemesi beklenmemelidir.
Türkiye’nin bankacılık sektörü, 2001 yılında uygulamaya sokulan “Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı” çerçevesinde gerçekleştirilen bankaların mali
bünyesini güçlendiren “bankacılık reformu” ve ardından Merkez Bankası’nın
özerkleştirilmesi kararı sayesinde küresel krizden pek etkilenmemiştir.
Buna karşılık reel ekonomi, küresel krizin yıkıcı etkisinden kurtulamamıştır.
Dünya ekonomisinde meydana gelen durgunluk dış ticaret üzerinde anında
etkisini göstermiş ve ihracat gelirleri 2008’den 2009 yılına % 22,2 oranında azalarak 140,8 milyar $’dan 109,6 milyar $’a gerilemiştir. İhracattaki gerileme anında büyük ölçüde dış talebe bağımlı olan sanayi sektörüne yansımış ve imalat sanayinin 2009 yılında % 7,2 oranında küçülmesine neden
olmuştur. Aynı yıl imalat sanayinde kapasite kullanımının da % 70’in altına
düşmesi ile Türkiye, Japonya, Singapur, G. Kore ve İspanya’nın ardından küresel krizden en fazla etkilenen ülkeler arasına girmiştir. IMF-OECD kaynaklı (TİSK, 2010:23) bir başka hesaplamaya göre, 2007 yılına kıyasla 2009 yılı
büyüme hızı kaybı sıralamasında Türkiye % 9,4 ile yedinci sırada yer almaktadır. OECD ortalaması ise % 6,1’dir.
Zaman içerisinde kriz genişleyip derinleşmiş ve tarım dışında kalan tüm sektörlere sıçramıştır. 2009 yılında inşaatın % 16,3, ticaretin % 10,4 ve sanayinin % 9,9 oranında gerilemesi ile Türkiye ekonomisi % 4,8 oranında daralmıştır. Aynı yıl 860 bin kişi işini kaybetmiş ve işsiz sayısının 2 milyon 611
binden 3 milyon 471 bine yükselmesi ile işsizlik oranı % 11’den % 14’e
çıkmıştır. Bu son oran ile Türkiye dünyada, hem İspanya’dan sonra işsizliğin en yüksek olduğu ikinci ülke hem de 2007 yılına kıyasla 2009 yılında işsizlik oranı artışı (% 3,7) açısından dördüncü ülke konumuna gelmiştir. Bu
son oran için OECD ülkelerinin ortalaması % 2,5’tır (TİSK, 2010: 25). Krizin
sosyal sonuçları da gecikmeden kendini göstermiş ve bir yıl içerisinde yoksul sayısı 818 bin kişi artarak ülkenin yoksulluk oranını % 17’den % 18’e
yükseltmiştir.
KRİZİN ARKA YÜZÜ
2008 yılı küresel ekonomik krizi, Türkiye’nin 2009 ekonomik krizinin asıl nedeni değil daha çok hızlandırıcısıdır. Türkiye ekonomisinin makro ekonomik
35
göstergelerine yakından bakıldığında, krizin belirtilerinin 2000’li yılların ikinci yarısında ortaya çıktığı görülür. 2007 yılına kadar % 7-8 oranında büyüyen ekonomi, aşağıdaki tablodan da izleneceği gibi. 2007 yılında birden %
4,7’ye, 2008 yılında ise, küresel krizin etkilerinin henüz tam olarak hissedilmediği bir dönemde, % 0,7’ye düşmüştür. Kısaca Türkiye’nin krizi, küresel
krizden çok daha önce geliyorum demiştir.
Türkiye ekonomisinin krizinin arkasında; - Ülke içi üretken dinamikleri etkisizleştiren, -Makro ekonomik dengesizlikleri körükleyen ve - Yüksek maliyetli dış kaynaklarla beslenen ekonomik büyüme stratejileri yatmaktadır.
1980’lerin sonunda uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirerek
(1989 tarihli 32 Sayılı Karar) küresel ekonomiye finansal piyasalar aracılığı
ile eklemlenen Türkiye, “yüksek faiz–düşük kur” sarkacı ile dışarıdan sağladığı “sıcak para” ile 1990’lı yıllarda kamu finansman açıklarını kapatmıştır. Aynı kaynaklarla iç talep körüklenerek ülke içerisinde yapay bir refah artışı sağlamıştır. Maliyeti giderek yükselen dış kaynak kullanımı ekonomiyi
kriz “tutsağı” yapmış; 1994, 1999 ve 2001 yıllarında % 60’ı aşan enflasyon
oranları ile birlikte % 6’ları aşan ekonomik daralmalar bir arada yaşanmıştır. Üç kriz ülke ekonomisinin yaklaşık % 20 oranında küçülmesine, binlerce
işyerinin kapanmasına, milyonlarca insanın işini kaybetmesine ve nice toplumsal dramların yaşanmasına yol açmıştır.
2000’li yıllarda yaşanan kronik bütçe açıkları ve enflasyon IMF yönlendirmesiyle uygulamaya sokulan sıkı maliye politikaları, yapısal reformlar, kurumsal-yasal düzenlemeler ve özelleştirme programı ile denetim altına alınınca aynı “yüksek faiz-düşük kur” sarkacı bu kez de cari açıkların kapatılması
ve enflasyonun denetim altında tutulması amacıyla çalıştırılmıştır. Dışarıdan
gelen döviz cinsinden sıcak para, düşük kur politikaları ile zaten aşırı değerlenen Türk Lirasını daha da değerlendirmekte, değerlenen TL ise yerli ürünlerin rekabet gücünü zayıflatmakta, bir başka anlatımla ihracatı olumsuz
yönde etkilemektedir. Aşırı değerlenmiş TL, ithalatı körükleyip cari açıkların artmasına neden olmaktadır. Artan cari açıklar, TL’nin aşırı değerlenmesi yönünde yeni bir süreç başlatarak cari açıkların kendi kendini besleyen bir
sarmala dönüşmesine yol açmaktadır.
Kur politikaları ile özendirilen ithalat, cari açıklarla birlikte işsizliğin de kronikleşmesine neden olmaktadır. Uzun yıllardan bu yana ithalatın % 7080’lik bir bölümünü sanayide kullanılan ara malları ile yatırım mallarından
oluşmaktadır. TÜİK tarafından açıklanan son yılın (2011) verilerine göre toplam ithalat değerinin % 72’si ara mallarına aittir. 2000’li yıllarda gerçekleştirilen yıllık % 7-8’lik büyüme oranlarına karşılık işsizliğin % 10’ların altına inmemesinin arkasında “istihdamsız” ya da “zayıf istihdamlı” diye isimlendirilen büyüme stratejileri yatmaktadır. Dünya Bankası (2006:iv) tarafın-
36
dan yapılan bir araştırma, Türkiye’yi istihdam açısında en zayıf ekonomik
büyümeye sahip ülkeler arasına koymuştur. TÜİK’in verilerinden hareketle
yaptığımız bir araştırmaya göre, GSYH’nın % 1’lik artışına karşılık istihdam
1998-2003 döneminde % 0,4 artarken; 2004-2008 döneminde bu oran %
0,2’ye düşmüştür. E. Yeldan (2010:9) tarafından yapılan bir araştırma da
benzer sonuçlar vermiştir: 1989-2000 döneminde % 0,39 olan söz konusu
istihdam oranı, 2002-2008 döneminde % 0,14’e gerilemiştir. Yılık ortalama
% 2,4’lük büyümenin gerçekleştirildiği 1992-2001 döneminde % 7,6 olan
ortalama yıllık işsizliğin, yıllık ortalama büyümenin % 5,4’e yükseldiği 20022011 döneminde % 10,9 düzeyine sıçraması ekonomik büyümede giderek
güçlenen istihdam zafiyetinin bir başka göstergesidir.
Source: TÜİK, 2012, Ankara.
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN İKİ KIRILGAN ALANI
Yıllar
GSYH
Büyüme
İşsizlik
İşsiz
Enflasyon
Bütçe
İhracat
İthalat
Dış
Cari
Cari
Reel
(milyar
Oranı
Oranı
Sayısı
Oranı
Açığı/
(milyar
(milyar
Ticaret
Açık
Açık/
Kur
$)
(%)
(,000)
(%)
GSYH
$)
$)
Dengesi
(milyar
GSYH
(milyar
$)
(%)
(%)
(%)
$)
1999
247,5
-3,4
7,6
1.774
68,8
-11,6
29.031
38.802
-9.771
-925
-0,4
127,3
2000
265,4
6,8
6,6
1.452
39,0
-7,9
30.825
52.882
-22.057
-9.920
-3,7
147,6
1.967
68,5
-11,9
34.729
38.092
-3.363
3.760
-
116,3
29,8
-11,5
40.719
47.109
-6.390
-626
-0,3
125,4
2001
196,7
-5,7
8,4
2002
230,5
6,2
10,3
2.464
2003
304,9
5,3
10,5
2.493
18,4
-8,8
52.394
65.883
-13.489
-7.515
-2,5
140,6
2004
390,4
9,4
10,8
2.385
9,3
-5,2
68.535
91.271
-22.736
-14.431
-3,7
143,2
2.388
7,7
-1,1
78.365
111.445
-33.080
-22.198
-4,6
171,4
-0,6
93.612
134.669
-41.057
-32.193
-6,1
160,1
2005
481,5
8,4
10,6
2006
526,4
6,9
10,2
2.328
9,7
2007
648,6
4,7
10,3
2.376
8,4
-1,6
115.361
162.156
-46.795
-38.311
-5,9
190,3
2.611
10,1
-1,8
140.800
193.821
-53.021
-41.946
-5,6
168,8
6,5
-5,5
109.640
134.536
-24.896
-13.963
-2,3
170,2
2008
742,1
0,7
11,0
2009
616,7
-4,8
14,0
3.471
2010
735,8
9,2
11,9
2.929
6,4
-3,6
120.923
177.277
-56.354
-48.561
-6.6
189,3
2011
772,2
8,5
9,8
2.615
10,4
-1,3
134,954
240,833
-105.879
77.089
-10.0
—
37
YENİDEN, FAKAT ESKİ USUL BÜYÜME
Türkiye ekonomisi krizden krizin başlangıcından tam bir yıl sonra, 2009 yılının son çeyreğinde çıkmaya başlamış ve 2010 yılında % 9,2’lik bir büyüme
gerçekleştirmiştir. Bu yüzde Türkiye’yi Singapur, Tayvan, Çin ve Arjantin’in
ardından dünyanın en hızlı toparlanan beşinci ülkesi yapmıştır. 2001 krizi sonrasında, dünya ekonomisindeki olumlu konjonktüre bağlı olarak ekonomiyi ihracat artışları harekete geçirmişken, 2010 yılında, henüz tam olarak toparlanamayan bir dış talep ortamında ekonomik canlanma iç talep ve
özel yatırım artışları ile sağlanmıştır. Nitekim 2010 yılı büyümesine özel yatırımlar (+) 5,4, iç tüketim (+) 4,7 ve dış ticaret (− 4,4 yüzde puanlık katkılar
yapmışlardır. Sıcak para akışı kredi genişlemesi yoluyla iç tüketime güçlü bir
ivme kazandırınca, tasarruf oranları ciddi bir biçimde gerileyip % 17-18’lerden % 12’ye inmiştir.
2010 yılında 736 milyar $’lık bir hacme ulaşan GSMH ancak 2008 yılı düzeyini tutturmuştur. Demek ki 2010 yılının büyümesi 2009 yılının kaybını telafi
etmiştir. Örneğin, 2010 yılının % 13’lük sanayi üretimi artışı, 2009 yılının %
10’a yaklaşan daralması üzerine gerçekleşmiştir. Hızlı ekonomik büyüme sayesinde işsiz sayısı 542 000 azalmış ve işsizlik oranı % 14’ten % 11,9’a gerilemiştir. Aynı yıl istihdama genel katılım oranı % 46’dan % 49,7’ye ve kadının istihdama katılım oranı % 24,5’dan % 28’5’a yükselmiştir.
2010 yılı hızlı ekonomik büyümesi Türkiye’de geleceğe yönelik umutları
da filizlendirmiştir. Ancak 2010 yılı atılımının, 2001 krizi sonrasında olduğu gibi, en azından 5-6 yıl süren “orta” soluklu bir büyüme süreci başlatabileceği konusunda güçlü kuşkular bulunmaktadır. Çünkü; - 2010 yılı yüksek ekonomik büyüme hızı, önemli ölçüde 2009 yılı ekonomik durgunluğunun bir ürünü olarak “baz etkisi” ile ortaya çıkmıştır, - 2002-2008 dönemi ekonomik büyümesini sürükleyen dış talep, küresel ekonomik kriz nedeniyle ancak çok yavaş ve uzun vadede toparlanabilecektir, - 2010 yılında
ekonomik büyümeyi sırtlayan iç talep, tüketici kredilerinde % 38’lik bir artış ile beslenmiştir, - Tüketici kredilerindeki artış ise, yoğun sıcak para girişi ve MB’nin, söz konusu girişi yavaşlatmak için faiz indirimine gitmesi (%
18’den % 6,5’a) ile ortaya çıkmıştır. Dışarıdan yoğun para girişinin arkasında, 2008 krizi sonrasında gelişmişler başta olmak üzere çok sayıda ülkenin
“Ekonomiyi Canlandırma Programları” çerçevesinde piyasalarda yarattıkları likidite bolluğu bulunmaktadır. 2011 yılı ekonomik programı 2010 yılının bir tekrarı niteliğindedir ve bu düzlemde gerçekleştirilen % 8,5’lik yüksek büyüme oranının arkasında yine tüketici kredileri ile desteklenen iç talep yer almaktadır.
ESKİ BİR HASTALIK NÜKSEDİYOR
Hızla ısınan ekonomi ve kendini gösteren enflasyon tehlikesi MB’nı, 2011
yılı içerisinde bankaların zorunlu karşılık oranlarını üç kat arttırarak % 5’ten
38
% 15’e yükseltme ve faiz oranlarını yeniden % 10’un üzerine çıkarma durumunda bırakmıştır. AB borç krizi nedeniyle dünya finans piyasalarında da faizler son bir yıldır artış yönünde bir hareket izlemektedir. Bu arada Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurulu da devreye girerek, bankaların konut ve
taşıt dışında kalan ve fiziki bir teminatı bulunmayan tüketici kredileri ile ilgili olarak genel karşılık oranlarını yükseltmiştir. Nitekim daha önce % 5 olarak öngörülen 2011 yılı enflasyon hedefi, bir türlü önüne geçilemeyen fiyat artışları karşısında Orta Vadeli Program (2011-2013)’da % 7,8’e yükseltilmiştir. Ancak, 2011 yılı ikinci çeyreğinin hemen başında ucu yukarıya dönen enflasyon, dördüncü çeyrekte meydana gelen döviz kurlarındaki yükseliş ve vergi oranlarındaki artışların da etkisi ile çift haneli rakamlara tırmanarak % 10,45 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran ile Türkiye, 1990’lı yıllarda olduğu gibi dünyanın enflasyonu en yüksek ilk birkaç ülkesi arasına girmiştir.
2011 yılı içerisinde, MB tarafından 2012 yılı için öngörülen % 5,2’lik enflasyon hedefi, 2012 yılının hemen başında % 7,9’a yükseltilmiş bulunmaktadır. 2012 yılının Ocak ayı enflasyonunun, öngörülen % 0,46 (TÜFE) yerine % 0,56 olarak gerçekleşmesi enflasyonist beklentileri doğrular niteliktedir. Bu gelişmeler bize 1990’lı yılların, dönemin Başbakan-Cumhurbaşkanı
T. Özal’ın da dillendirdiği ekonomik retoriği anımsatmaktadır: “Enflasyon,
hızlı büyümenin maliyetidir.” Şikâyet etmeyelim!
Geçmişin “kronik bütçe açıkları” tehdidi ve günümüzün “enflasyon” tehlikesi, siyasi iktidarın mali disiplini terk ederek genişletici bir maliye politikasına yönelmesine psikolojik bir engel oluşturmaktadır. 2000’li yıllarda büyük ölçüde özelleştirilmelerden sağlanan finansman desteği ve tarım, sosyal
güvenlik, kamu personel reformu vs ile sağlanan mali disiplin ile Stand-by
Anlaşmaları gereği % 6,5’luk faiz dışı fazlalar gerçekleştirilmiş ve sonuç olarak bütçe açıklarının GSYH’ya oranı makul düzeylere indirilmiştir. Küresel
kriz öncesinde % 2’nin altına kadar inen söz konusu oran, ekonomiyi canlandırma paketi nedeniyle 2009 yılında % 5,5’a kadar yükseldiyse de, 2010
yılın da yeniden düşüşe geçerek % 3,6’ya ve 2011 yılında yeniden kriz öncesi düzeyine, yani % 2’nin altına inmiştir. Bütçelerin sürekli ve kalıcı gelir
kaynakları olan vergi gelirlerinin, kayıt dışılık sorununun yaygınlığı nedeniyle köklü bir biçimde arttırılamadığı, zaman zaman bütçe gelirlerinde gerçekleştirilen artışların ise ancak dolaylı vergi oranlarının arttırılması yoluyla sağlandığı bir kamu maliyesinde, genişletici maliye politikalarının “kronik” bütçe açıklarını harekete geçirme tehlikesi her zaman mevcuttur.
Türkiye’nin gelir dağılımında kısa ve orta vadede, marjinal tüketim eğilimi
yüksek olan düşük ve orta gelirliler lehine bir değişiklik olması için de güçlü
bir siyasi irade mevcut değildir. Toplam vergi gelirlerinin üçte ikisinden fazlasını dolaylı vergiler oluştururken, en son 2011 yılı sonbaharında yapılan
vergi oranlarındaki artışın yine dolaylı vergilerle ilgili olması, siyasi iktidarın
39
aslında gelir dağılımında dengesizliği körükleyici bir uygulama içinde olduğunu göstermektedir. Bu koşullarda, iç talep artışına dayalı, en azından %
6-7’ler düzeyinde hızlı bir ekonomik büyümenin orta vadede sürdürülemeyeceği anlaşılmaktadır. Bu koşullarda 2012 yılı için ancak % 3’ler düzeyinde
bir büyüme tahmini yapılırken (DB, 2011), 2011 yılı sonu ve 2012 yılı başlarında ABD ve AB Merkez Bankaları’nın parasal genişlemeye giderek dünya
finans piyasalarının likiditesini arttırmasından sonra Türkiye’de büyüme yeni
bir ivme kazanmış bulunmaktadır.
Aslında 2001 krizi sonrasında genel ekonomik büyüme stratejilerinden belirgin bir sapma olmadığı gibi, 2008 krizi sonrası da bir değişiklik olmamıştır.
2002 yılından günümüze ekonomik büyüme oranları ile dış sermaye akımlarının GSYH’ye oranları üst üste çakışan bir seyir izlemiştir. “Yüksek faiz-düşük kur” sarkacının aktardığı dış kaynaklara dayalı büyüme stratejisi 2010
ve 2011 yıllarında da sürdürülmüştür. Bu strateji, daha önceki yıllarda da
görüldüğü gibi, Türkiye ekonomisini çok önemli iki kırılganlıkla karşı karşıya bırakmıştır: Cari açık ve işsizlik. İssizlik, 2011 yılında % 9’a yaklaşan büyümeye karşın ancak % 9,8’e gerileyebilmiş ve 2012 yılı başında tekrar %
10’un üzerine çıkmıştır. Üstelik issizliğin gerilemesinde ekonomik büyümenin yarattığı yeni istihdam olanaklarından çok son iki yıldır, 2009 krizinden
bu yana tarımsal istihdamda meydana gelen sayısal ve oransal artışın etkisi
olmuştur. 2009 yılında 5,2 milyon olan tarımsal işgücü miktarı, 2011 yılında
yaklaşık bir milyon artışla 6,1 milyona yükselirken; tarımsal istihdam oranı
da kalkınma kuramlarına “inat” % 24,6’dan % 25,5’e yükselmiştir (TÜİK).
2011 yılında ihracat, yılın son çeyreğindeki döviz kurlarındaki artışın da
olumlu etkisi ile % 18,5’luk bir artış ile 135 milyar $’a yükselmiştir. Ancak
aynı yıl ithalatın çok daha yüksek bir hızla % 29,8 oranında artarak 240,8
milyar $’a yükselmesi, ihracatın ithalatı karşılama oranını % 68,2’den, son
on yılın en düşük düzeyi olan % 56,1’e geriletmiş ve dış ticaret dengesinde
105,9 milyar $’lık bir açık oluşturmuştur. Dış ticaret açığındaki artış, turizm,
taşımacılık, bankacılık ve sigortacılık gibi görünmeyen kalemlerden sağlanan dış gelirlerin artışı ile telafi edilemeyince, cari işlemler açığı 2010 yılına göre % 65’lik bir artış göstererek 77,1 milyar $’a yükselmiştir. Böylece
2010 yılında zaten % 6,6 gibi hayli yüksek bir düzeyde bulunan Cari Açık/
GSYH oranı, 2011 yılında çok hızlı bir artışla ekonomik açıdan sürdürülmesi çok tehlikeli bir düzeye, % 10’a tırmanmıştır. Türkiye cari açık oranı açısından dünyada ilk sırayı, cari açık miktarı açısından ise, ABD ve İtalya’dan
sonra üçüncü sırayı işgal etmektedir. 2012 yılının ilk verilerine göre, ocak ayı
cari açık rakamlarının yaklaşık olarak bir yıl önceki ocak ayının cari açık düzeyine ulaştığının görülmesi, “cari açık özürlü” büyüme stratejilerinin olduğu gibi sürdürüleceği izlenimini vermektedir.
Türkiye ekonomisinde cari açığın boyutu ve bu açığın kısa vadeli sermaye
40
hareketleri ile fonlanmasının yarattığı kırılganlık IMF, DB ve OECD’nin raporlarında da sık sık dile getirilmektedir. 2011 yılında gerçekleşen 15,7 milyar $’lık doğrudan yabancı sermaye yatırımı cari açığın ancak beşte biri için
yeterli olurken; % 16’yı aşan kısmının (12,5 milyar $), kaynağı belli olmayan net hata noksan hesabı ile kapatıldığı bilgisi, söz konu kaygıları doğrular niteliktedir. 2012 yılı Nisan ayında ihracatın, bir önceki yılın aynı dönemine göre % 2,9 oranında azalmasının hemen ardından, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P, Türkiye’de siyasi iktidarın şimşeklerini üzerine çeken bir kararla Türkiye’nin “pozitif” olan kredi notu görünümünü
“durağan”a çevirmesi, yüksek cari açıkların yarattığı endişenin ciddiyetini
göstermektedir.
AB borç krizi nedeniyle küresel sermaye hareketlerinin yönünde keskin dönüşler olacağı ve bu dönüşlerden olumsuz olarak etkilenecek Türkiye’nin
cari açık sorununun, 2012 yılında miktarı azalacak olsa bile daha da ciddileşeceği bilinmelidir. Eylül 2011’de, Türkiye’nin de yer aldığı yükselen Avrupa
ülkelerine 2012 yılında girecek net özel sermaye miktarını 289,4 milyar $
olarak öngören Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF, 2012), Ocak 2012’de bu
öngörüyü yarı yarıya azaltarak 146,1 milyar $’a çekmiştir. 2011 yılı üçüncü
çeyreğinde şiddetlenmeye başlayan Euro Bölgesi borç krizi, dünya sermaye
hareketlerini tümden yavaşlatmıştır. Küresel kriz sonrasında yükselen piyasa ekonomilerinde, 2010 yılında 1 107 milyar $’a kadar yükselmiş olan toplam net sermaye akımı, 2011 yılında 958 milyar’a gerilemiş, 2012 yılında
ise, IIF tarafından 789 milyar $’a kadar ineceği öngörülmektedir. ABD ve AB
Merkez Bankalarının 2011 yılı sonunda piyasalarda yarattıkları likidite bolluğu finans dünyasında ancak geçici bir rahatlama sağlayacaktır.
Bilindiği gibi AB, Türkiye’nin hem en önemli ticari partneri hem de en önemli finansman kaynağıdır. Türkiye dış ticaretinin yaklaşık yarısını AB ülkeleri
ile gerçekleştirirken, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dörtte üçü AB
firmaları tarafından yapılmakta ve dış borçların da dörtte üçü AB bankalarınca sağlanmaktadır. Öte yandan üç milyonun üzerinde Türk işçisi AB ülkelerinde çalışırken, Türkiye’ye gelen turistlerin yarısı AB pasaportu taşımaktadır. AB ile ekonomik bütünleşmesi bu derece güçlü olan Türkiye’nin AB krizinden etkilenmemesi düşünülemez. AB’nin içine gireceği bir resesyon süreci ihracat yoluyla Türkiye’nin ekonomik büyümesini, finansal piyasalarda
yaşanacak bir dalgalanma ise cari açıklar yoluyla ekonomik istikrarını olumsuz yönde etkileyecektir. Buna karşılık, Yunanistan başta olmak üzere, AB
ülkelerinde yaşanacak bir mali ve ekonomik krizin AB yatırımcılarını, istikrarlı büyüme performansını sürdürmesi koşuluyla Türkiye ekonomisine yönlendirme olasılığı da mevcuttur.
MB’nin cari açıktaki hızlı yükselişi frenlemek amacıyla uygulamaya koyduğu faizleri düşürücü para ve TL’nin aşırı değerlenmesini önleyici kur politika41
ları iki olumsuz makro ekonomik olguyu harekete geçirmiştir: 1. Ekonomik
büyümenin yavaşlaması, 2. Enflasyonun yükselişe geçmesi. Temel işlevi fiyat istikrarını sağlamak olan ve bu bağlamda 2008 yılından bu yana açık
enflasyon hedeflemesi uygulayan MB, enflasyon tehdidi karşısında 2011
Ekim’inde borç verme faizini arttırarak bileşik faiz oranlarının kısa sürede %
12’ye yükselmesine izin vermiştir. Kur (düşük kur) politikaları ile enflasyonu
denetim altında tutmanın orta vadede maliyetinin, Türkiye ekonomisini her
an finansal bir krize sürükleyecek büyüklükte cari açıklar olduğu görülmüştür. Bu tarihten sonra MB, politika faiz oranlarının % 5,75 ile % 12,50 arasında oluşturulan koridorda, ekonominin gidişatına göre, günlük olarak hareket etmesini sağlayacak esnek para politikalarına yönelmiştir.
2011 yılının ikinci yarısından itibaren cari açıklardaki yükselişin ve sıcak para
yönünde tersine dönüşün yarattığı baskı ile döviz kurlarında meydana gelen aşırı yükselişi–TL değerindeki düşüşü engellemek için de MB, Ağustos
2011 tarihinden itibaren sık sık döviz ihalesi yapmış ve yılsonuna kadar 15
milyar $’lık satış gerçekleştirmiştir. Her bir döviz ihalesi sonucunda piyasalardan çekilen TL, faiz oranlarını faiz koridorunun üst bandına yaklaştırarak
özel tüketimle birlikte ileriye dönük sabit sermaye yatırımlarının hızını kesmiştir. Ancak 2012 yılı başında dünya finans piyasalarında yaşanan parasal
genişleme, MB’nı yeniden faiz indirimine yöneltmiş ve faiz koridorunun üst
sınırı % 12,5’den % 11,5’e indirilmiştir. Faizlerin aşağı çekilmesi, yeni yılda
daralan kredi hacminin yeniden genişlemesine ve yavaşlayan ekonomik büyüme seyrinin hızlanmasına katkı sağlayacaktır.
SONUÇ: “KIRK KATIR YA DA KIRK SATIR”!
Kısaca, reel ekonomiden ve sosyal yapıdan kopuk bir zeminde, “faiz-kur”
sarkacına dayalı olarak oluşturulan ekonomi politikaları; her seferinde ülkeyi ya “kırk satıra” (cari açık + işsizlik) ya da “kırk katıra” (enflasyon + durgunluk) mahkûm etmektedir. Faiz-kur döngüsünden kurtulamayan büyüme stratejileri Türkiye ekonomisini “cari açık + işsizlik” – “enflasyon” ya da
durgunluk” arasında bir seçim yapmaya zorlayacak, ancak her iki model de
ekonomiyi eninde sonunda bir krize sürükleyecektir.
Türkiye ekonomisini “büyüme - cari açık” sarmalından kurtarmak için, öncelikle cari açığı besleyen dinamikleri saptamak ve ardında da söz konusu
dinamikleri aşındıracak önlemleri almak gerekmektedir. – Yüksek faiz-düşük kur politikaları ile aşırı değer kazanan TL’nin iç tasarruf oranını düşürmesi, – Düşük iç tasarruf düzeyinin iç tüketimi ve yatırımları dış kaynaklara bağlaması, – Teknoloji, enerji, ara malı ve tarım başta olmak üzere yanlış ve yetersiz sektörel politikaların üretim ve istihdamı düşük bir düzeyde bırakması, – Dengesiz gelir politikalarının iç talebi istikrarsızlaştırması bu dinamiklerin başlıcalarıdır. Yıllardır dış sermaye akımları ile finanse edilen ve
42
dış talebe dayalı olarak büyüyen ekonomi, dünya finans piyasalarında olası bir likidite darlığı ve dünya ekonomisinde yeni bir daralma karşısında çok
büyük bir çöküntü ile karşı kaşıya kalabilecektir. Kısaca Türkiye ekonomisi “diken üzerinde” durmaktadır. 2012 yılı başında ABD ve Euro Bölgesi
Merkez Bankaları’nın piyasalarda likiditeyi arttırması “dikenin” üzerine örtü
çekmekten ve kriz riskini ötelemekten başka bir anlam ifade etmemektedir.
KAYNAKÇA
- AGLIETTA, Michel (2012), Zone Euro: Eclatement ou fédération, Michalon.
- BUITER, Willem (2011), “A Greek Exit from theEuro Area: A disaster for Greece, a Crisis for the World”,
Citigroup.
- CHEVALLIER, Marc (2012), “La rigueur, coûte que coûte”, Alternatives Économiques, No: 311.
- CORDONNIER, Laurent (2012), “Dette publique, la conjuration des bonnes idées”, Le Monde
Diplomatique, Şubat 2012.
- DEMMA, Claude (2011), “La crise parachève le basculement du monde”, Alt. Eco. Hors-Série.
- DUVAL, Guillaume (2011), “Il n’ya qu’à annuler les dettes”, Alternatives Économiques, No:307. & “Les
revenus reculent”, No: 308.
- EICHENGREEN, Barry (2011), “The Great Recession and the Great Depression: Reflections and
Lessons”, Journal Economica Chilena, Central Bank of Chile, Vol. 13 (2).
- HALIMI, Serge (2012), “Après Tobin”, Le Monde Diplomatique, Şubat 2012.
- KRUGMAN, Paul (2008), “Optimal Fiscal Policy in a Liquidity Trap”, The Conscience of a Liberal (New
York Times blog), Dec. 29.
- MOATTI, Sandra (2011), “L’Europe Fait Fausse Route”, Alternatives Économiques, No: 308.
- MUNDELL, Robert (1961), “A Theory of Optimum Currency Area”, The American Economic Review,
No:51.
- PECH, Thierry (2011), “Il n’ya qu’à faire payer les riches”, Al. Eco., No: 307.
- PIZZIGATI, Sam (2012), “Plafonner les revenus, une idée américaine”, Le Monde Diplomatique, Şubat
2012.
- ŞAHİNÖZ, Ahmet (2000), “Dünya Ticaret Örgütü ve AB’de Teşvikler”, Ekonomik Gelişme, Teşvikler ve
Sivas, Türkiye Ekonomi Kurumu, Ed. Erdinç Telatar, Ankara.
- YELDAN, Erinç (2010), Krizin ve Kriz Tedbirlerinin Etkilerinin Makroekonomik Boyutta Değerlendirilmesi,
İLO, Ankara.
- Alternatives Economiques (2010), “L’état de la mondialisation”, Hors-Série, No:8.
- Alternatives Economiques (2011), “L’état de l’économie 2011”, Hors-Série, No:88.
- Banque Mondiale (2006), Turkey, Labor Market Study.
- BIS (2011), BIS Statistics.
- Dünya Bankası (2009, 2010, 2011), 2010, 2011, 2012 Küresel Ekonomik Görünüm Raporu.
- Birleşmiş Milletler (2011), 2012 Dünya Ekonomik Görünümü ve Beklentileri Raporu.
- Commission Européenne (2011), “The distributional effects of austerity measures: a comparison of six
EU countries”, Research Note, Kasım 2011.
- IIF (2012), “Capital Flows to Emerging Market Economies”, Araştırma notu.
- IMF (2011, 2012), World Economic Outlook, Eylül 2011, Ocak 2012.
- OECD (2011), “Pourquoi les écarts de revenus se creusent?”, Paris.
- TİSK (2010), TİSK Çalışma Raporu, Ankara.
-TÜİK (2012), İstihdam Raporları.
- USD (2012), United States Departement of Labor, Bureau of Labor Statistics.
43
Ekonomi Forumu - I
Tartışma Özeti
Bu bölümde temel olarak 2008 ekonomik krizinin sebepleri ve seyri üzerinde durulacaktır. Katılımcıların bu konudaki fikirleri belli alt başlıklar altında
özetlenecektir.
Krizin Başlangıç Noktası
Ahmet Şahinöz sunduğu tebliğde krizin kaynakları üzerine belli saptamalar
yapmıştı. Şahinöz’ün tebliği tam metin olarak bu kitapçığın başına eklendiğinden, bu saptamaları burada tekrarlamak çok anlamlı olmayacaktır. Onun
yerine, katılımcıların Şahinöz’ün tebliğinden hareketle krizin kaynağı üzerine söyledikleri özetlenmeye çalışılacaktır. Katılımcıların bir kısmı, Şahinöz’ün
Amerika Birleşik Devletleri hakkındaki analizine katılırken, Avrupa hakkındaki analizini yetersiz bulmaktadır. Avrupa’daki krizin sorumluluğunu tekil
olarak Yunanistan ekonomisinin başarısızlığına yüklemektense, krizin daha
geniş bir perspektiften okunması gerektiğini ileri sürmektedir.
Yorumcuların çoğuna göre, Avrupa ekonomisinden bahsederken öncelikle Avrupa finans piyasalarının Amerikan finans piyasasıyla arasındaki organik bağı tespit etmeliyiz. İngiltere ve Kuzey Avrupa ülkeleri örneğinde açıkça görüldüğü gibi, bu bağ krizin doğrudan Avrupa’ya sıçramasına sebep olmuştur. Güney Avrupa ya da Akdeniz Avrupa’sında ise ekonomik sorunlardan bahsederken, 2000lerin başına kadar geriye dönmek ve bu ülkelerin
Euro ile bütünleşme sorunlarına bakmak gerekmektedir. Euro’ya entegre
olamamak bu ülkelerin kamu borçlarının ve bütçe açıklarının artmasına neden olarak ekonomilerini yaklaşan kriz karşısında daha korunaksız bırakmıştır. Dolayısıyla Avrupa’daki krizi Yunanistan özelinde düşünmek krizin boyutunu azımsamamıza yol açabilir. Oysa ki ortada Avrupa ekonomisinin Euro
ile nereye kadar devam edebileceği gibi temel bir sorunsal vardır; Almanya
ve Hollanda gibi ülkeler Euro’dan yarar sağlamaktayken Yunanistan, İtalya
ve İspanya gibi ülkeler Euro nedeniyle ihracat yapamamakta ve büyüyememektedir. Dahası, bu ülkeler büyüyemedikleri için vergi toplayamamakta ve
vergi toplayamadıkları için de açıklarını kapatamamaktadır.
Avrupa Birliği’nin Yapısal Sorunları
Avrupa’daki ekonomik kriz incelenirken üzerinde durulması gereken önemli
bir nokta Avrupa Birliği’nin yapısal sorunlarıdır. Avrupa Birliği’nin ulus-üstü
parasal bir birliğe sahip olduğuna (Euro) ancak gerçek anlamda ulus-üstü bir
merkez bankasına sahip olmadığına dikkat çekmek gerekir. Avrupa Merkez
Bankası gibi bir örgüt bulunmasına rağmen, bunun rolü yalnızca para arzı44
nı kontrolle sınırlı kalmaktadır. Bunun dışındaki konularda, örneğin finansal
piyasaların ve ticari bankaların kontrolleri tamamen ulusal bankalara bırakılmış durumdadır. Ayrıca her ülkenin farklı mali politikalar izlemesi de para
politikalarında bir ortaklaşmanın önünü tıkamaktadır. Dahası, mali politikalar yalnızca verimlilik temelinde ele alınamayacağından, sosyolojik ve politik
dinamiklerin de işin içinde olduğu kabul edilmelidir. Bu durum, sorunu daha
da çetrefil bir hale sokmaktadır. Örneğin Kuzey ülkelerinde vergilerin düşürülmesi toplumun belli kesimleri tarafından protesto edilmekteyken, diğer
bazı ülkelerde tam tersi bir tepki gözlemlenebilir. Bu gibi dinamikler Avrupa
Birliği’ nde ortak bir mali politikanın ve onunla yakın etkileşimde olan ortak
bir para politikasının oluşumunu zora sokmaktadır.
Bazı öngörülere göre Avrupa Birliği içindeki ülkelerin bir kısmı çekirdek bir
grup oluşturarak Euro’yu sahiplenecek ve Euro’nun geçerliği bu grup içerisinde devam edecek, ancak Yunanistan gibi diğer bazı ülkeler Euro’dan çıkmak durumunda kalacak, çünkü bu ülkelerin uzun süre mevcut yapıyla devam etmeleri mümkün olmayacak. Bazı katılımcılara göre, krize karşı geliştirilecek bazı geçici çözümler bu yapısal sorunu belki bir süre daha öteleyebilir, ancak uzun vadede Yunanistan gibi ülkelerin Euro’dan çıkması uzak bir
ihtimal de değildir.
Amerika Birleşik Devletleri
2008 yılı ekonomik krizinin nedenlerinden bahsederken Avrupa Birliği’nin
yanı sıra, elbette krizin temel çıkış noktası olan Amerika Birleşik Devletleri’ne
toplantı sırasında sıkça değinilmiştir. 1980’li yılların başında gerçekleşen
Washington Konsensüsü sayesinde küresel sermaye hareketlerinin serbest
dolaşımı hızlanmış ve bu konsensüse katılan ülkeler arasında
para hareketlerinin önündeki engeller kaldırılmıştır. Bunun sonucunda dünyadaki mal ve hizmetlerin birbiriyle değişimi için kullanılan para miktarının
çok üstünde bir para arzı ortaya çıkmış ve bu para arzı da dünyadaki üretimi olumsuz etkilemiştir. Para arzının bu çaptaki artışı paradan para kazanmayı çok daha cazip kılmış ve para arzında nerede eksiklik varsa, orası hemen doldurulmaya başlanmıştır. Bu sayede, dünya ekonomisi üretim yerine parasal hareketlerin çok daha cazip olduğu yeni bir kapitalist düzene
girmiştir. Bu yeni düzen yine Amerika’daki yönetimin bundan sonraki adımın ne olacağı konusundaki tercihleri bağlamında, yani 11 Eylül olaylarından sonra toplumu ikna edici bir şekilde piyasaya çıkmasına ve yeni bir savaş yaratmasına kadar sürdü. Öyle ki önce Afganistan, ardından da Irak savaşı başladı ve bütün sistem enerji ağırlıklı olan Ortadoğu’daki siyasi gücü
ele geçirerek dünyada kapitalizmin tekrar güçlü bir hale gelmesi sağlandı. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin gücünün arttırılması amaçlandı.
Ancak bu plan tam anlamıyla başarıya ulaşamadı ve netice itibariyle 2008
45
yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin başı çektiği bir dünya krizi ortaya çıktı.
Burada Neo-con’ların politikalarının şöyle bir etkisi oldu; özellikle Vietnam
sendromu yaşayan bir toplumu tekrar bir savaşa girmeye ikna etmek için,
özellikle de düşük gelirli kesime, bir şekilde kaynak aktarıldı. Bu kaynaklar
da daha ziyade ‘mortgage’ piyasalarına aktarılan paralar yoluyla, toplumun
geri ödeyecek gücü olmayan kesimlerini bile harcama yapmaları konusunda teşvik etti. Bunun karşılığı olarak da planlanan; bu harcamaların yapılmasıyla ortaya çıkan açık, Ortadoğu kontrol altına alındığında, enerji fiyatlarının manipülasyonu yoluyla kapatılır ve Amerikan ekonomisi de yine güçlü bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Ancak bu plan tutmayınca 2008 krizi patlak verdi. Amerika Birleşik Devletleri borçlanma yerine bolca para basmayı tercih etti ve bu eğilim hala devam etmektedir. Çünkü borçlanma politikaları bir noktaya kadar sağlıklı olmasına rağmen o borcu geri ödemek
ve borcun maliyetinin (yani faizlerin) yükselmesini durduramıyorsanız, o zaman para arzını arttırarak o maliyeti aşağı çekmek mümkün olabilir. Bugün
Amerikan kağıtları kendine yüzde bir ile piyasa bulabiliyor ve insanlar başka
bir sağlam kapı olmadığı için oralara ciddi oranda para yatırıyor. Amerikan
ekonomisi de bu şekilde kendini döndürmeyi başarabiliyor.
Avrupa’nın Kriz Politikaları
2008 yılında ortaya çıkan ekonomik krizi anlık bir olaydan ziyade etkileri uzun süre devam eden bir süreç olarak tanımlamak daha doğru olacağından, 2008 yılını takip eden dönemde özellikle Avrupa’da ne yapıldığına
bakmak da krizden bahsederken mutlaka değinilmesi gereken bir konudur.
Yunanistan örneğiyle başlamak gerekirse, iki yıl öncesine kadar 350 milyar
dolarlık bir ekonomi olan Yunanistan’ın kamu borcu 290 milyar dolar civarındaydı, ki bu kamu borcunun yurtiçi hasılaya oranı yüzde80-90’lardaydı
demek oluyor. Aynı dönemde bono faizleri de yüzde10’lar civarındaydı.
Kamu borcunda yüzde 60’ın üzerindeki oranları tehlikeli bulan Avrupa ülkeleri panik havasıyla olumsuz bir sürecin içine girdi. Yunanistan’ın büyük
açıklar verdiği gerçeğiyle karşı karşıya kalan Avrupa ülkeleri, Yunanistan’ın
tasarruf etmesi gerekliliğinden hareketle bu ülkeye destek olmaya karar verdi. Uzun görüşmeler ve ciddi tartışmalardan sonra bir paket oluşturuldu. İki
etapta 110milyar Euro’luk destek öngören bu paketler hakkındaki önemli
bir nokta, bunun yardım ya da hibe niteliğinde olmayıp, bir borç olarak verilmesiydi. Bu borcun verilmesinin karşılığı olarak da kemer sıkma politikaları, işten çıkarılmalar ve tasarruf tedbirleri gibi talepler ortaya kondu. 2011
yılının temmuz ayında da Yunanistan’a son kez 110milyar Euro’luk destek
verildi. Yunanistan ekonomisi takip eden iki yılda çözüm olarak sunulan bu
reçete sonucunda yüzde12 daraldı ve 300 milyar dolara geriledi. Kamu borcu 460 milyar dolara çıktı, yani kamu borcunun yurtiçi hasılaya oranı yüzde
46
150’lere ulaştı. Yine bu iki yıl içerisinde yüzde10’larda olan bono faizleri de
yüzde 25’lere çıktı. Kısacası IMF’nin ve Avrupa Birliği’nin Yunanistan ekonomisini toparlamak için uyguladığı politikalar sonuç itibariyle durumu çok
daha olumsuz bir noktaya getirdi. Dolayısıyla burada sorumlu aramak gerekiyorsa, Yunanistan kadar Avrupa Birliği’ne de bakmalı ve neden bu sorunu
göremediklerini sorgulamalıyız.
Eğer bir borç krizi yaşanıyorsa, yani borçlu borcunu ödeyemiyorsa -ki bu bir
kişi, kurum ya da bir ülke olabilir- bu sorunu çözmek için yeni borç vermek
zaten o borçlanma maliyetini arttırdığı için faiz anlamında sorunu çözmek
bir yana daha da ağırlaştıracaktır. Diğer bir deyişle borç sorununu borç vererek çözmek mümkün değildir. Borç sorunu belli bir noktayı aştıktan sonra bu sorunu çözmenin yolu ancak borcu yeniden yapılandırmak ve borçların bir kısmını silmekten geçer. Avrupa iki yıl boyunca Yunanistan örneğinde buna direndi. 2011 yılının eylül ayından itibaren Yunanistan’a önerilen
borçlarının yarısının silinmesiydi ki, o da özel kreditörlerin ve bankaların verdiği borcun yarısının silinmesi demekti. Borç sorununun
sorumluğunun kimde olduğu ayrı bir konu olmakla beraber, kısa vadede bu
sorunu çözmek için yapılması gerekiyordu. Öte yandan borcun silinmesiyle
sorun giderilmiş olmuyor, çünkü bu sefer de borç verenler büyük sıkıntıya
düşebiliyor ki, bunlar da esas olarak Fransa, Belçika, Almanya gibi ülkelerin
bankalarıdır. Bu sebeple sorunun ikinci ayağı, yani Avrupa’nın yapması gereken şey, bankalarını sermayelendirerek kurtarmaktır, çünkü bankalar batarsa, bütün ekonomiyi daha büyük bir krize sürükleyebilir. Bankaların kurtarılması ise, kaynağa olan ihtiyacın ciddi bir şekilde artmasını beraberinde
getirmektedir. Bu anlamda bir ülke bir bankacılık krizi yaşıyorsa, çoğunlukla
yurtiçi hasılasının yüzde5’i ile yüzde20’si arasında bir maliyetin ortaya çıktığı görülmektedir. Yani 17 trilyon dolarlık Avrupa Birliği için bu çok kaba bir
hesapla söylemek gerekirse, 700-800 milyar dolardan 3-4 trilyon dolara kadar çıkabilecek bir maliyet anlamına geliyor. Avrupa’nın bankacılık sektörünün sorununu çözebilmesi için böyle bir tutara ihtiyacı var gibi görünüyor.
Son zamanlarda dikkat edilirse, Avrupa Birliği yaklaşık 1 trilyon dolarlık bir
kaynak yaratmak niyetindeydi. Bu rakamın henüz toplanamamış olmasına
rağmen, 17 trilyon dolarlık Avrupa’nın ve 60 trilyon dolarlık dünya ekonomisinin, bu miktarı bir şekilde çıkaracağı düşünülebilir, çünkü çıkarmamanın maliyeti çok daha ağır olacaktır. Bu anlamda çözüm konusunda
uzun vadede bu arayışın doğru olduğunu söyleyebiliriz. Fakat burada biraz geç kalındığı ve halen yeterince hızlı hareket edilmediği gözlemleniyor.
Avrupa Birliği’nin bu kaynağı gerçekten yaratıp yaratamayacağı bir kenara,
bu paranın yaratılması için para basılması gerekiyor. Yani Avrupa Merkez
Bankası’nın para basması, ‘Eurobond’ olarak adlandırılan Avrupa tahvillerinin çıkarılması, bu tahvillerin alınması ve bu paranın verilmesi gerekiyor. Bu
47
Türkiye’de de böyle oldu, Amerika’da da böyle oldu ve Avrupa’da da böyle olması gerektiği savunulabilir. Para basmak elbette ki iyi bir şey değildir,
çünkü ciddi yan etkileri vardır; enflasyon gibi, onun getireceği yoksulluk
gibi. Bu gibi sorunlar muhtemelen gelecek olsa da, kriz bir kere patlak verdikten sonra 1930’larda olduğu gibi; para basmak, genişletici para politikası uygulamak, genişletici yani Keynesyen görüşler uyarınca, maliye politikası
uygulamak zorunludur. Burada ayrıca büyüme sorununun da dikkate alınması gerekiyor. Avrupa’nın bir zihniyet değiştirmesi gerekiyor.
Avrupa Merkez Bankası, 2011 yılının aralık ayı başında Avrupa bankalarına
500 milyar Euro likidite verdi ve muhtemelen 1 trilyon Euro daha para verecek. Avrupa Merkez Bankası’nın bunu yapmasının nedenlerinden biri de
Avrupa bankalarının artık birbirine güvenmemesiydi ve bu parayı vererek
sorunun daha büyümesini engelleyebileceği inancıydı. Bir sonraki aşamaya
geçilip geçilmeyeceği, yani Avrupa tahvillerini alan bir yapıya dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değil. Belirsiz olan bir diğer nokta ise, Euro’nun geleceğinin ne olacağıdır. Euro’yu gönüllü ülkeler mi kullanacak yoksa bir çekirdek grup oluşturulup burada mı kullanılmaya devam edilecek? Teoriye
bakıldığında, tek bir merkez bankasının on yedi tane maliye bakanlığından
oluşması başlı başına bir sorun. Buna bir çözüm, Amerika gibi federal ve ülkelerin eyalet gibi kaldığı bir yapıya gidilmesi. Bu düşük bir ihtimal olarak
gözüküyor; bunun yerine herkesin kendi bütçesini yapabildiği, ama komiserlik gibi bir makamın belli kısıtlamalar getirdiği (örneğin bütçe açığında
belli bir yüzdenin aşılmaması gibi) bir düzen kurulabilir.
Aslında böyle bir yapı zaten vardı, ancak uygulanamamıştı. Şimdi uygulanmaya karar verilse bile, bu süreç muhtemelen beş, altı ya da on yıl alabilir.
Ancak Yunanistan ve İtalya’daki hükümet değişikliklerinin de işaret ettiği
gibi bu sorunun mutlaka çözülmesi gerekiyor.
Kısaca toparlamak gerekirse, katılımcıların çoğuna göre Avrupa’daki üç temel sorunu şöyle özetleyebiliriz. Birincisi, borç yapılandırması. Portekiz’in
yüzde18, İtalya ve İspanya’nın yüzde 6 faizle ekonomilerini düzlüğe çıkarması pek mümkün gözükmüyor. Bu rakamların mutlaka yüzde3’lere inmesi
gerekiyor. İkincisi bankaların kurtarılması gerekecek ki, bunun için belli bir
kaynak yaratılması gerekecektir. Üçüncüsü, Euro’nun geleceği konusunda
bir bütünleşme ya da eğer bütünleşme sağlanamıyorsa bir ayrışma (örneğin birkaç güçlü ekonomiye sahip ülkeden oluşacak bir birlik) ki bu gümrük
birliğine dönen bir Avrupa Birliği demek olacaktır bir bakıma. Tüm bunlar
ağır ve önemli sorunlar olduğu için çözümsüz kalmaları, kısa vadede küçük
veya büyük ölçekli yeni krizler doğurabilir. Çok daha sıkı bir şekilde denetlenen yeni bir finans sistemi kurulamaz ise, krizin ölçeği daha da büyüyebilir.
Bunun çalışmalarının nüvelerini görebiliyoruz aslında. Nasıl ki, 1971 sonrası dünya dalgalı kur sistemine gittiyse, şimdi de onun yerine yeni bir Bretton
48
Woods bulunması gerekebilir ki, bu belki 2015, belki de 2020’ye kadar sürecek bir süreç demektir.
Kriz Analizinde Teorik Yaklaşım Farklılıkları
Buraya kadar çeşitli katılımcıların 2008 ekonomik krizi hakkındaki analizlerine yer verdik. Ancak elbette her analiz belli bir teorik yaklaşım içerisinde
oluşur ve bu teorik yaklaşıma göre anlamlanır. Dolayısıyla farklı teorik yaklaşımların kriz analizi mutlaka birbirinden farklı olacaktır. Örneğin liberal teorik yaklaşım, piyasa ekonomisinin ahenkli bir şekilde işleyeceği ön kabulünden hareketle krizleri beklenmeyen, istisnai bir durum olarak görür ve analizini bu yönde ortaya koyar. Oysa örneğin Marksist teorik yaklaşım, piyasa
ekonomisin doğası gereği çelişkiler içerdiği ön kabulüyle krizleri beklenmeyen istisnai bir durum olarak değil, tam tersine piyasa ekonomisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görür.
İktisadi yaklaşımlar bağlamında farklı ekollere bakıldığında, kapitalist krizin
nasıl açıkladığına ilişkin olarak üç ana yaklaşım görülür. Bunlardan bir tanesi kapitalizmin, yani piyasa ekonomisinin esas olarak düzgün çalışan bir sistem olduğu kabulünden hareketle zaman zaman içine düşmüş olduğu krizleri daha çok dışsal faktörlerle açıklama yaklaşımı. Bu yaklaşımın değişik
kapsamdaki yorumlarından elbette bahsedilebilir, ancak genel hatlarıyla neoklasik iktisat denilen yaklaşım, hatta konservatif Keynesçilik, kapitalizmin
esas olarak düzgün çalıştığı varsayımına dayanır. Dolayısıyla burada vurgu,
krizi yaratan nedenlerin sistemik değil, dışsal olduğu vurgusudur. Ama içsel
olarak ‘fnetuning’ (ince ayarlamalar) olarak adlandırılan bir takım müdahalelerle bunların düzeltilebileceği anlayışı kabul edilir. İkinci görüşte, kapitalizmin zaman zaman duraksadığı kabul edilmekle birlikte, çözümün dışsallığına yapılan vurgu korunur. Burada dışsallıktan kasıt örneğin belli politik
aktörlerin değişmesi ve belli iktisat politikalarının terk edilip başka yeni iktisat politikalarının uygulanmasıdır -Schumpeter’ci görüş de buraya dahil edilebilir. Bu görüşe göre dışsal faktörlerin, örneğin teknolojik atılımların, sistemi tekrar yenileme imkanı bakidir. Bir üçüncü yaklaşım ise krizlerin; sistemik, kapitalizmin bizatihi varoluşunun tanımı gereği iç çelişkilerinin çıkardığı krizler olduğu ve dolayısıyla aslında kapitalizmin son derece dinamik büyüyen bir ekonomi olduğu, fakat bu uzun gelişme süreci içinde krizlerinin
bir sürgit hadise olduğudur. Tesadüfi ve dışsal faktörlerle tetiklenen bir şey
değil, aslında normal olanın krizlerle bezeli bir kapitalist gelişme olduğu, zaman zaman araya büyüme dönemlerinin girdiği şeklinde bir yaklaşım olarak özetlenebilir bu. Elbette bu yaklaşımın en kapsamlı ifadelerinden birini
Marx’da görüyoruz.
Katılımcıların bir bölümüne göre, 2008 ekonomik krizini bu yaklaşımın ‘Uzun
Dönemli Azalan Kar Hadleri’ teorisi ile açıklamak mümkündür. Çünkü kar
49
hadlerinin azalmasıyla karların yani mutlak olarak karların azalması arasında önemli bir faz farkı vardır. Onların ikisinin arasındaki ilişki krizin kendisini açığa çıkartmasıyla sonuçlanır. Daha önce ortaya konan Amerika Birleşik
Devletleri ve dünya krizinin son dönemde başlamasına ilişkin gözlemleri hatırlayacak olursak, ilk olarak pek çok kişinin katıldığı bir gözlem yapıldı, zaten gazetelerde, televizyonlarda da krizin ilk ortaya çıktığı andan itibaren
ortaya konan bu gözlem likidite bolluğuna işaret ediyordu. Likidite bolluğunun kendi kendine ortaya çıkmadığı gerçeğinden hareket edersek, likidite bolluğunun bir takım iktisat politikaları kararlarının sonucu olarak ortaya
çıktığını rahatlıkla kavrayabiliriz. Bu politikaların arkasında onları oluşturan
belli kişiler var, çıkar ilişkileri var, onların temsilcileri var ve alınan kararlar likidite bolluğu şeklinde ortaya çıkıyor.
‘Uzun Dönemli Azalan Kar Hadleri’ üzerine Marx’ın özgün görüşleri olmasına rağmen bu yaklaşımı Marx’la başlatmak iktisadi düşünce tarihi açısından
tam doğru değil. Çünkü Ricardo da bir azalan kar oranları kriz açıklamasını
geliştirmişti ve bunun Marksist versiyonları da var radikal iktisat teorisi içinde. Ricardo azalan kar oranları kriz açıklamasını, gıda fiyatlarının ve ücretlerin artmasına bağlar ve bunun çözümünü de makineleşmede görür. Bunun
bir versiyonu Marksistler ve sol iktisatçılar arasında da vardır. Marx ise adeta Ricardo’nun tersine, Ricardo’nun çözüm gibi gördüğü şeyi, yani makineleşmeyi bizatihi azalan kar oranlarının nedeni olarak görür.
Likidite bolluğunun esasen bir iktisat politikası tercihi olduğunun altını çizmeliyiz. Örneğin Amerika’da merkez bankasının, faiz hadlerini Amerikan iktisadi tarihinde hiç görülmemiş seviyelere indirmesi -Volcker şok olarak da
bilinen- bir tercihtir. Ve daha önce gerçekten üretim sektörlerinde azalan
kar oranlarını sezen ve oraya yatırım yapmaktan kaçınan sermayedarlara
kısa dönemli çözüm gibi olabilecek üretim sektörü dışındaki bir takım alanlarda deregülasyonlarla, likidite bolluğuyla daha karlı yatırım alanları açmak
kaygısından, tercihinden olmuştur. Peki o zaman bu niye bitmişti? Aslında
yapılacak analizler, 70’ler öncesine ve bu azalan kar oranları kriz açıklamasına nasıl bakıldığıyla doğrudan ilişkili olacaktır. Bilindiği üzere artık iktisat bölümlerinde bazı konular üzerinde neredeyse hiç durulmuyor; ne iktisadi düşünce tarihi, ne değer teorisi ayrıca dersler olarak öğretilmiyor. Dolayısıyla
birçok doktoralı iktisatçı da maalesef birbirleriyle yüzyıllardır çatışan, çelişen,
eleştiren değer teorileri arasındaki farkları ve bu farklılıklar arasında bir konumlanma ihtiyacı olduğunu fark etmiyorlar. Eğer ana akım fiyat teorisini
benimsiyorsanız, fiyatların ve değerlerin açıklamasında Ricardo, Smith geleneğinin, keza Marx’ın da benimsediği, ekonomik faaliyetlerin üretken olan
ve üretken olmayan yanları arasında yapılan ayrımı gözden kaçırabilirsiniz.
Makro ekonomi düzenindeki sektörleri düşünelim. En kaba şekliyle sanayi,
tarım gibi faaliyetler Marksist terminoloji kullanacaksak, değer üreten, ar50
tık değer üreten faaliyetlerdir. Onun yanı sıra, kapitalist ekonominin olmazsa olmazı finans, ticaret gibi ekonomik faaliyetler ise diğer sektörlerin yaratmış olduğu değerden pay alan ve ancak varlıklarını ve büyümelerini diğer
üretken sektörlerin varlığı ve büyümesine bağlı olarak sürdüren sektörlerdir.
Dünya ekonomisinde Amerika başta olmak üzere likidite bolluğu diye tasvir ettiğimiz durumun tıkanmasının nedeni budur. Çünkü yeteri kadar cazip
bulunmayan üretken sektörler Amerikan sermayedarları başta olmak üzere kapitalistler tarafından yatırım alanı olarak seçilmemişlerdir. Seçilmişlerse,
onların büyümesi ve artık değer üretme kapasitesi bir noktaya gelip, giderek şişen ve büyüyen finans ve ticaret sektörünün küreselleşen, derinleşen
finans, ticaret sektörünü taşıyamaz hale gelmiştir. Bu durum, dünya kapitalizminin seyri içinde çok yeni bir durumdur.
Katılımcılar arasında tartışılan konulardan biri de Dünya Sosyal Forumu olmuştur. Sistemi sorgulayan bir takım eğilimlerden bahsederken, bu konuda bir dipnot açmak yararlı olabilir. 2001 yılında başlayan Dünya Sosyal
Forumu, o zamandan beri motto olarak, İngilizce tabiriyle ‘counter-hegemonic globalization’ kavramını benimsemiştir. Dünya Sosyal Forumu küreselleşme konusundaki görüşünü değiştirmemiştir. Ancak şunu da eklemek
gerekir ki Dünya Sosyal Forumu şu anda muazzam bir acz içindedir. Dünya
Sosyal Forumu bir umut, bir esinlenme olarak doğmuş, ama ondan sonra
gerek kendi örgütsel meseleleri, gerekse ölçeği gibi başka sebepler yüzünden uzun süreli kılınamamıştır. Şu anda oldukça küçülmüş ve ciddiye alınabilecek pek bir yanı kalmamıştır, ama 2000’li yılların başında görece önemli bir alternatif olarak kendisini arz etmiştir.
EKONOMİK KRİZDE TÜRKİYE ÖZELİ
Yukarıdaki bölümde 2008 ekonomik krizinin katılımcıların çoğunluğunun
paylaştığı genel bir analizi sunulmaya çalışılırken daha çok krizin çıkış noktaları olmaları sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa üzerinde duruldu. Bu bölümde ise katılımcıların Türkiye özelinde söyledikleri özetlenmeye çalışılacaktır.
Krizde Mali Yapının Rolü
Üzerinde durulması gereken önemli bir konu Türkiye’nin mali yapısının görece güçlü oluşunun krizin atlatılmasında oynadığı roldür. Örneğin IMF tahminlerinde Türkiye’de büyümenin yüzde1’lere düşeceği öngörüsünün geçersiz olmasının en önemli nedenlerinden biri Türkiye’nin elinde güçlü bir
maliye aracının bulunmasının fazlasıyla göz ardı edilmesidir -hatırlanacak
olursa 2009 yılında Türkiye’nin büyüme hızı %4,9’da kalmıştı. O dönemde
çeşitli vergi politikalarından, sigorta primlerinin devletçe üstlenilmesine, iç
pazarı derinleştirici, iç talebi arttırıcı kamu harcamalarının arttırılmasına ka51
dar pek çok politika mali yapı sayesinde kotarıldı. Türkiye 2001 krizinden
sonra yakalanan mali disiplini iyi kullandı ve AKP iktidarı bunu iyi kullanmayı
hala sürdürüyor. Yine bu sayededir ki, Merkez Bankası çok rahat faiz politikaları uyguluyor, faiz koridoru yaratıyor, faiz yükseltiyor, tekrar sıcak parayı
çekiyor ve dolar şoklarını, kur şoklarını bu şekilde önleyebiliyor. Bu dış taleple değil, iç talebe dönük harcamalarla da yapabilir, çünkü böyle bir manevra
alanını kendisine yaratmış durumdadır. Kaldı ki, Avrupa’da yüzde6-7 bütçe
açığı varken burada sıfır bütçe açığı ile devam etmek de bir zorunluluk değildir. Hükümet yüzde2-3 bütçe açığını göze alarak, kamu borçlanma düzeyini yüzde50’lere kadar göze alarak burada kendisine çok geniş bir manevra alanı yaratabilir ve bununla da bu büyümeyi gerçekleştirebilir. Bu sayede
de uyguladığı faiz politikaları vs. sayesinde de Türkiye ekonomisini döndürmeye yetecek kadar bir sıcak paranın çekişi de gerçekleşebilir.
Burada katılımcılara göre, özellikle sosyal demokratların ihmal ettikleri soru
böyle bir maliye politikasının maliyetinin ne olduğudur. Bunun topluma çok
ciddi maliyeti olduğu çok açık olarak biliniyor. Çünkü bunun vergi ayağında
üçte ikisi dolaylı vergi olmak gibi ciddi bir adaletsizlik var. Ayrıca şimdiye kadar 50 milyar doları bulan müthiş bir özelleştirme politikası, bunun getirdiği maliyet; toplumun kamusal varlıklarının satılması gibi olgular var. Ayrıca
şimdi KİT’ler bittiği halde her tür kamu varlığı, kamu arazisi, kamu arsaları
satılarak ancak denk bir bütçe yapılabiliyor. Bunun ciddi bir toplumsal maliyet olduğu görülmelidir. Üçüncüsü; kamusal harcamalar azaltılarak eğitimden, sağlıktan ve bir dizi sosyal harcamadan vazgeçilerek bu güçlü maliye
ayakta tutuluyor. Maliyenin bu etkilerini sorgulamadan, bu maliyenin topluma ödettiklerini dikkate almadan bahsedilen büyümenin gerçekleşmesi
mümkün değildir ya da “bununla daha fazla gidemezler” demek abartılıdır. Maliye politikasından bahsederken bu noktaların da dikkate alınması gereklidir.
Sürdürülebilirlik Sorunu
Sürdürülebilirlik sorunuyla ilgili olarak, 2001’den sonra Türkiye’nin belli kurumlarının belli ölçüde temizlendiği, özellikle finansal kesimdeki yangının
söndürüldüğü, yeni bir düzen kurulduğu, ve o düzenle daha sıkı bir mali politikaya geçildiği söylenebilir. Ancak içinde bulunulan durum sürdürülebilirlikle ilgili endişeleri tamamen ortadan kaldırmamaktadır.
Krizin atlatılması için kullanılan kısa vadeli bazı politikalar orta vadeye kaydırıldığında ülke için belirli riskler de getirmektedir. Bu riskler nelerdir? Bugün
Türkiye’de merkez bankasının son atağı ile artık yüksek faiz, düşük kur politikasından vazgeçiyoruz denildi. Bir müddet sonra kurlar aşırı yükselince
tekrar eskiye dönüş yavaş yavaş da olsa gelmeye başladı. 2012 yılını çıkarabilmek için bir yandan satılması planlanan varlıkların listesi hazırlanırken, bir
52
yandan da 2B arazilerinden ve bedelli askerlikten elde edilecek gelirden medet umulur hale gelindi.
Katılımcılara göre yanıtlanması gereken önemli bir soru, gelecekte bu ülkenin nasıl bir ekonomik güce sahip olacağı meselesi. Türkiye, 250 milyar dolar civarında ithalat ve 135 milyar dolar da ihracat yapan bir ülke. Dış ticarette görünen şu ki, böyle bir dış ticaret açığının sürdürülebilir olması mümkün değil. Bunun cari açığa yansıması da her zaman büyük çapta olacaktır,
çünkü cari açığı düşürme arzuları bu dış ticaret açığının ne kadar düşeceğiyle alakalıdır. Şu an itibariyle orada bir çıkış yolu görmek çok zor. Çıkış yolu
nedir diye bakıldığında, ticarete açık mal ithalatımızın büyük oranda arttığı, ama ticarete açık mal üretiminin de büyük oranda düşmüş olduğu görülüyor, çünkü dünyayla rekabet edecek gücümüz zayıf. Şu anda yapılan, büyük oranda Hindistan ve Pakistan’dan gelen hammaddeye dayanan tekstil ürünleri, Çin’den gelen bir kısım elektronik girdiler, makine ekipmanları
üzerinde bazı eklemeler yapılması. Bu tip işler aslında çok sınırlı katma değer üretir. Otomotivde de buna benzer bir durum var. Bugün herhangi bir
ülke için toplam 6-7 milyon arabalık bir dünya pazarına talip olmanın maliyeti çok büyüktür.
Ekonomik Krizin Çalışma Koşullarına Etkisi
Katılımcıların önemle üzerinde durdukları bir konu da, krizin çalışma yaşamına etkileri olmuştur. Krizin sosyal politika boyutuna bakıldığında, işçilerin çalışma ve yaşama koşullarındaki değişimlerden bahsedilebilir. 2008’de
hükümetin sosyal politika ya da sosyal devletin gerektirdiği politikalar çerçevesinde işçilere yaptığı tek şey, kısa çalışma ödeneği uygulaması olmuştur. Onun dışında, o dönem açısından hiçbir sosyal destek politikası uygulanmamıştır. O kısa çalışma ödeneği de yine işçilerin birikimleridir ki, bu aslında işsizlik sigortası fonu içerisindeki paranın bu ad altında işçilere ödenmesidir. Bunun ödenme koşullarını o dönemde hükümet biraz daha kolaylaştırmıştır ve verilen miktarı arttırmıştır. İşçilerin fondaki birikimleri yine işçilere verilmiştir. 2008 dönemi açısından yapılan sadece budur. Tabii kriz dönemi hem sermaye cephesinin, hem de hükümet cephesinin işçilerin haklarını geriletme çabasını yoğun olarak ortaya koymuştur. Bu çaba belirli sektörlerde ister işyeri krizden etkilensin ya da etkilenmesin, krizin yarattığı toplumsal meşruiyet üzerinden yürütülmüştür. Örneğin 2008 krizinde TÜİK verilerine göre beyaz eşya sektörü hiç etkilenmemiştir. Ancak bu sektördeki
bazı firmalar 2009 yılında borsadaki bilançoya göre yüzde1300 kar ederken 1500 işçiyi işten çıkarmıştır. Aynı dönemde belirli bir kurumda ise, sendika ve işveren arasında işten çıkarılmalar konusunda bir pazarlık yapılmıştır. 16 aylık süre içerisinde işçilerin ücretleri ve ücrete bağlı diğer ödemeleri
yüzde35 oranında düşürülmüş, ama aynı kurum aynı dönemde 1 700 civarında işçiyi işten çıkartmıştır.
53
Dolayısıyla kriz dönemleri doğrudan işçilerin haklarını ve çalışma koşullarını geriletmenin bir aracı olarak kullanılmıştır. O işleyiş biçimleri sonraki dönemlere de yansımıştır.
Kriz dönemlerinde 100 işçi çalışan yerde 20 işçinin işten çıkarılması, geri kalan 80 işçiye 100 işçinin yaptığı üretimin yaptırılması demektir. Pek çok fabrikada eskiden daha yüksek sayıda işçiyle yapılan üretimin şu anda da aynı
sayıda işçiyle yapıldığı, dolayısıyla bu teknik olarak verimlilik gibi gözüken
şeyin kendisi işçiler açısından da daha yoğun sömürü ve daha olumsuz çalışma koşulları anlamına gelir. Kriz dönemlerinin olumsuz koşulları, bir sonraki dönemde de yeni hukuki düzenlemeler açısından da bir meşruiyet zemini olarak kullanılabilmektedir. O dönemde işçilerin işsizlikle terbiye edilmesi ya da kimi olumsuz çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kalmaları, bir
sonraki dönemde sermaye açısından ve hükümet açısından da bu geçiş döneminin koşullarının kalıcı hale getirilmesinin zeminini yaratabilmekted ir.
ve 2010’da sermaye örgütlerinin çeşitli raporları (örneğin TİSK, TÜSİAD,
TOBB gibi kurumlardan üçünün iki raporu) yayınlandı. Bu raporlarda önce
kullanılan daha sonra yerine güvenceli esneklik diye bir kavram ortaya atıldı. O raporlarda şimdi ‘ulusal istihdam stratejisi’ olarak karşımıza çıkan öneriler yer aldı. Zaten ulusal istihdam stratejisi açıklandığında da TİSK başkanı,
taleplerimizin yüzde60-70’inin bu strateji belgesinde olduğunu görmekten
çok memnuniyet duyduk demişti. Dolayısıyla, kriz döneminde, kriz baskısı
altındaki işçilerin çalışma koşulları nedeniyle, bir bölüm işyerinde fiilen kabul edilen çalışma koşulları daha sonra kalıcılaşma ve bir hukuksal güvenceye bağlama girişimine temel oluşturdu. Böylece kriz dönemleri işçilerin hak
ve çıkarlarını bir geriletme dönemi olarak kullanılmış oldu.
Bir katılımcıya göre, kriz öncesi 2008 yılında, borsaya kote olan firmaların,
metal sektöründeki bilançoları incelendiğinde ve oradan hem kar oranındaki düşme eğilimine bakılıp, hem de karlılık düzeyleri hesaplandığında, metal sektöründeki borsadaki firmaların bir yıllık karlarının işçilerin 7 yıllık ücretlerini ödeyebilecekleri düzeydeki bir karlılık durumu olduğu görüldü. Bu
saptama “Metal İşçisinin Gerçeği” adıyla bir raporda yayınlanmıştı. Kar hırsının sadece insani bir davranış biçimi değil, bir sınıfsal tercih olduğu bilinmekle birlikte, bu kar hırsının belirli bir kesimin gözünü kör etmiş olması,
giderek bir toplumsal tepkinin yaygınlaşmasını da ortaya çıkartıyor. Bugün
Avrupa’da yaşananlar ya da Amerika Birleşik Devletleri gibi dünyanın çeşitli
ülkelerindeki hareketlerde bunun bir ifadesi olarak görülebilir.
Kriz dönemleri açısından işçi örgütlerinin talepleri aslında çok açıktır. Bütün
dünyada söylenilen, çok slogan gibi gelen, çok genel gibi gelen bir söz aslında bir gerçeği yansıtıyor; “Biz yaratmadık, yükünü de biz çekmeyeceğiz”.
Çok basit, çok kaba gibi gelen şeyin kendisi bir gerçek ve temel talepler de
54
çoğunlukla bu eksenindedir. Kriz dönemlerinde yinelenen bazı talepler de
var elbette; örneğin çalışma sürelerinin düşürülmesi, ücretlerin düşürülmeksizin işten atmaların yasaklanması gibi. Bu dönemde kriz dalgasının şiddeti artarsa, sendikal hareketlerin de daha etkili bir şeyler yapacağı beklenebilir. Hakların savunulması için mümkün olduğunca fiili bir mücadele hattına
başvurulduğu görülür ki, 2008 döneminde bu bakımdan öne çıkan direniş
biçimleri, işgaller olmuştur işçi sınıfı eylemleri açısından.
Ekonomik Krize Dair Çözüm Önerileri
Toplantı boyunca birçok katılımcı 2008 yılı ekonomik krizinin analizini yaparken, çözüm ya da krizden çıkış yolu üzerinde durmuştur. Bu konuda söylenenleri iki gruba ayırmak mümkün gözüküyor. Biri olgusal olarak ülkelerin
ya da Avrupa Birliği gibi ulus-üstü kurumların çözüm amacıyla attığı adımların özetlenmesidir. Bu alanda söylenenlere bu raporun ilk kısmında, krizin
genel bir analizinden bahsederken kısmen yer vermiştik. İkinci olarak ise katılımcıların kendilerinin sundukları çözüm önerilerini dikkate alabiliriz. Bu kısımda daha çok bu ikinci gruptaki tartışmalar, yani katılımcıların kişisel çözüm önerileri üzerinde durulacaktır.
‘Bir’ Çözüm Üzerinde Anlaşmak Mümkün Mü?
Çözüm önerilerinden bahsetmeden önce, akıllara gelebilecek önemli bir
soru herkesin üzerinde anlaşabileceği bir çözüm formülasyonunun mümkün olup olmadığıdır. Toplumun her kesimine yarar sağlayacak, herkesin
desteğini alabilecek ortak bir çözüm reçetesi fikri ne yazık ki çok mümkün gözükmüyor. Ortaya atılan her çözüm önerisi genellikle toplumun belli
bir kesimine yarar sağlarken, belli bir kesimine de zarar verecektir. Örneğin
ulusal düzeyde sermaye kesimini ele alalım. Öncelikle sermaye dediğimizde homojen bir yapıdan değil, oldukça katmanlı bir yapıdan bahsetmek durumundayız. Benzer şekilde emek ya da işgücü kesimi derken de, yine katmanlı bir yapıyı kastediyoruz. Tüketicilerin içerisinde birbirinden çok farklı malları tüketenler varken, üretici içinde de nitelik ve nicelik olarak çeşitli malları üretenleri düşünmeliyiz. Uluslararası düzeye baktığımızda ise gelişmiş ülkeler, yükselen piyasalar, gelişmekte olan, hızla gelişen ülkeler var.
Hatta bu düzey içerisinde öyle ülkeler var ki onları bu kategoriler içerisine
yerleştirmek dahi pek mümkün değil. Bu tip ülkelerden kastımız; asgari beslenme sorununu bile çözememiş, evlerinde temiz suyu olmayan, barınaktan
yoksun, teneke barınaklarda yaşayan toplumlar. Bir süreliğine kategori dışı
olan bu ülkeleri bir kenara bırakırsak, daha çok gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkeler açısından baktığımız zaman önemli çelişkiler aklımıza geliyor.
Buradaki çelişki aslında basit bir siyasi tercih de değil çünkü küresel yapı içerisinde baktığımız zaman “bu devlet neden adil değil”, “bu hükümet neden
55
adil politikalar uygulamıyor” gibi sorulardan farklı daha derin bir çelişki var
ortada. Örneğin bir ülkeye sermaye çekmek için vergileri indirmek zorunludur. Vergiler indirildiği zaman ülke sermayeyi çekebilir, dolayısıyla eğer mutlaka sermaye geliri ve ücret geliri ayrımı yapılırsa, sermaye geliri üzerindeki
vergiyi azaltarak ülkeye sermaye çekmek esas amaçtır. Ancak böyle bir politika izlenirse örneğin yatay adalet bozulacaktır. Yani ücretler üzerinde vergiler yüksek kalırken sermaye üzerindeki düşürülmüş oluyor. Örneğin Türkiye;
Hindistan’la, Çin’le, Brezilya’yla ve diğer pek çok ülkeyle rekabet etmek zorundadır. Türkiye’ye daha fazla sermaye gelsin diye vergileri düşürmek zorunda olduğumuz düşünülürse, öbür taraftan ücretler üzerindeki vergiler de
bir sorun, çünkü üretim maliyetlerine katılıyor bu vergiler.
Eğer bu artan oranlılık politikasından vazgeçilir ise, bu kez de dikey adalet
feda edilmiş olacaktır. Daha önce yaşananlar hatırlanırsa, başka bir alternatif bulmanın mümkün olmadığı görülecektir. Geçmişte uygulanan ve daha
sonra ortadan kaldırılan ayırma ilkesi bu konuya örnek olabilir. Önceden
sermaye geliri üzerindeki vergiler daha yüksekti. Şimdi hem ülke içerisinde,
hem uluslararası düzeyde Türkiye’nin rekabet etmesi gerekiyor. O rekabet
ortamında kamu maliyesi ciddi bir şekilde bundan zarar görüyor. Örneğin
eğitime ve sağlığa baktığımız zaman yalnızca sosyal bir kaygı değildir düşünmemiz gereken. Ekonomik mantık açısından bakıldığında, bunun eğitimli ve sağlıklı işgücü demek olduğunu da görmek durumundayız. Eğer bir
ülke başka ülkelerle rekabet edecekse verimliliğin artması gerekli kuşkusuz.
Verimliliğin artması için ise, toplumun eğitilmesi ve sağlıklı bir işgücüne sahip olması lazım. Diğer taraftan da teknolojinin geliştirilmesi başka bir gereksinim ki, örneğin ARGE harcamaları burada devreye giriyor. Bunların gerçekleşmesi için ülkenin bu işe ciddi bir mali kaynak aktarması gerekmektedir. Ama öbür taraftan mevcut küresel yapı kamu maliyesini ciddi ölçüde zayıflatarak böyle bir kaynağın önünü kesiyor. Yani rekabetçi olmak adına, bu
alanlara kaynak ayrılamıyor. Ücret avantajları gibi etmenlerle rekabet etmek
de artık her konuda ciddi bir seçenek değil, Çin gibi ülkeler sebebiyle. Bu
gibi örneklerde açıkça görüldüğü gibi, hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki çok katmanlı yapı, çözüm adına ortaya atılacak her politikanın faklı alanları farklı şekillerde etkilemesine yol açacaktır. Dolayısıyla çok değişkenli bu denklemin içinden ortak bir çözüm reçetesi ile çıkmak pek mümkün görülmemektedir.
İhracata Yönelik Mal Üretimi ve Cari Açık Sorunu
Katılımcılar Türkiye ekonomisine ilişkin olarak belirli çıkış yolları üzerinde durmuşlardır. Ekonomik krize yönelik çözüm önerileri üzerinde tam bir
mutabakat sağlanamasa da, belli öneriler ön plana çıkmaktadır. Örneğin
Türkiye’nin önemli bir problemi olan cari açık konusuna dikkat çekilerek
56
ekonomik krize uzun vadede çözümün buradan gelebileceği belirtilmiştir.
Yüzde70 ara malı ithal eden bir ülke olan Türkiye, bu anlamda 1960 ve
70’lerdeki ithal ikameci sanayileşmenin ara ve yatırım malı üretim aşamasını tamamlayamamış bir durumdadır. Türkiye o süreci tamamlamasını sağlayacak bir sanayi planına ihtiyacı duymaktadır. Örneğin Petkim Türkiye’nin
ortalama petrokimya ihtiyacının yalnızca yüzde25’ini karşılıyor. Dolayısıyla
alternatif enerji politikaları ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca turizm gelirini 20
milyar dolardan 40 milyar dolara çıkarma gibi bir hedefi gerçekleştirmek
için de ciddi projelere üretilmelidir. Bu bağlamda hükümetten ve hükümetin ekonomi politikasından beklenmesi gereken şey de kısa ve orta vadede
yapısal anlamda Türkiye’de daha çok üretime yönlenen, cari açık sorununu
da azaltan, ithalatın payını düşüren bir yapı kurmaktır. Bu elbette kısa vadede başarılamaz, ama bu süreç başlarsa ve hedefler bu yönde olursa, Türkiye
bir süre daha yüksek cari açıkla yoluna devam edebilir ve finansman yaratabilir. Türkiye’nin böyle bir potansiyeli vardır, dünya konjonktürü de buna
olanak sağlıyor gibi görünmektedir. Yüksek faiz, düşük kur politikasına gelince, sıkı maliye ve para politikalarıyla enflasyonu düşürmek mümkündür.
2007’ye kadar Türkiye bunu uyguladı, daha doğrusu uygulamak zorundaydı IMF anlaşması çerçevesinde. Faiz yüksekse de, paranız değerlenir ve değerli parayla da cari açık sorunu artar. İşte burada bazı katılımcılara göre,
Türkiye’nin geç kaldığı ve tam başaramadığı şey kur politikasında dalgalı kur
yerine yönetilen bir kur politikası izlemek tir.
Ticarete açık olmayan mal üretimindeki büyük artış da Türkiye ekonomisinde gözlenen önemli bir olgudur. Bunun başını çeken de inşaat sektörüdür.
Türkiye bugün yüzde8’lerde büyürken inşaat sektörü yüzde15’lerde büyüyor ve hatta bu rakam bazen yüzde20’lere bile çıkabiliyor. Dolayısıyla inşaat
açığı var mıdır sorusu burada akla gelebilir. Türkiye’de konut açığının daha
çok düşük gelirli insanların sorunu olduğunu biliyoruz. Bu alanda nasıl bir
üretim yapıyoruz diye düşününce, örneğin TOKİ’nin yaptığı konutların çok
azının 20-30 bin liralık konutlar olduğunu görüyoruz. O anlamda da ticarete açık olmayan malların üretimindeki artış, ticarete açık malların üretimindeki azalış Türkiye için yeni bir krizin habercisidir. Bu gidişat tersine döndürülmediği takdirde düzelen hiçbir şey olmayacaktır.
Katılımcılara göre üzerinde geniş olarak düşünülmesi gereken bir konu ise
sıcak para sorunudur. Dünyada sıcak para dolaşımında iki ülke öne çıkmaktadır; bunlardan biri Türkiye, diğeri ise Brezilya’dır. Bu ülkeler sıcak parayı büyük oranlarda yüksek faiz oranları ödeyerek çekmişlerdir. Türkiye çektiği bu paralarla ne yapıyor diye sorduğumuzda bunun çok büyük oranda tüketim harcamalarında kullanıldığını görüyoruz. Yani sıcak para girişi;
üretim, yatırım ya da istihdam alanında bir ilerleme getirmemiştir. Brezilya
ise kaynaklarının büyük bölümünü üretim alanlarına yatırarak şimdi dünya57
nın en güçlü ekonomilerinden biri olmaya aday hale gelmiştir. Ticarete açık
mal üretimi kaynağını işler hale getirerek cari fazla elde etmeyi başarmıştır.
Türkiye’nin de ileride yeni bir ekonomik kriz yaşamamak için yapması gereken en önemli işlerden biri de bu cari açık sorununu çözmektir.
Büyüme Paradigmasını Sorgulamak
Panelin konuşmacısı Vefa Tarhan’ın sunumunda öne çıkan ‘büyüme paradigmasının sorgulanması’ teması, katılımcıların üzerinde en çok tartıştığı
konu olmuştur. Bu tartışmaya geçmeden önce Tarhan’ın yaklaşımını kısaca hatırlamak yararlı olabilir.
Ekonomik büyüme olgusunun birçok kişi tarafından olumlu karşılandığına dikkat çeken Tarhan, aslında büyümenin kendiliğinden iyi bir gelişme
olarak görülmemesi gerektiğini iddia etmektedir. Büyümenin olumlu ya da
olumsuz bir işaret olduğuna karar verilirken mutlaka bunun nasıl bir büyüme olduğu sorusu sorulmalıdır. Bir ekonomik büyüme gözlenirken bunun
neye rağmen gerçekleştiği mutlaka analiz edilmelidir. Dolayısıyla, büyümenin kendisi doğrudan ekonomik bir başarı sayılmayacağından, bir ülke için
ne olursa olursun büyüme stratejisi izlemek doğru bir ekonomik tercih değildir. Nasıl ki özel bir şirketin temel önceliği satış artışından ziyade karlılığı arttırmaktır, bir ülke ekonomisinin de temel önceliği de yalnızca büyüme
olmamalıdır.
Türkiye ekonomisi özelindeki temel problemlerden biri yüksek büyüme hızının cari açık verilerek gerçekleşmesidir. Bilindiği gibi bir ekonomi ne kadar hızlı büyürse, bu büyümeyi finanse edebilmek için o kadar çok kaynağa ihtiyaç duyacaktır. Bu ihtiyacın karşılanması için ülkenin sıcak para çekme politikası ise ister istemez cari açık sorununu beraberinde getirecektir.
Türkiye’de de son on yılda genel olarak bu yöntem izlenmiştir. Örneğin son
krizde Körfez sermayesinin Türkiye’ye girmesinin ekonomi üzerinde büyük
etkisi olmuştur. Ancak bu sıcak paranın ülkeden ne zaman gideceği belli olmadığı için ekonomik öngörülebilirlik tehlikeye girmektedir.
Türkiye’de büyüme paradigmasının gizlediği önemli bir başka sorun ise
mali disiplinsizliğin aynen devam etmesidir. Örneğin son derece adaletsiz
olan vergi sisteminin düzeltilmesi yönünde herhangi bir adım atılmamıştır.
Gelişmiş ülkelerdeki durumun tam tersi bir oranda, Türkiye’de dolaylı vergiler toplam vergilerin yüzde70ini oluşturmaktadır. Yani zengin ile fakirden
fiilen aynı oranda toplanan vergiler, vergi gelirinin büyük kısmını karşılanmaktadır. Özellikle gelir vergisi denetimini arttırmadan bu sorunu çözmek
pek mümkün gözükmemektedir.
Katılımcıların bir kısmı yukarıda Vefa Tarhan tarafından çizilen büyüme paradigmasının eleştirisini desteklemiş ve bu sorunun yalnızca Türkiye değil
58
dünya ölçeğinde de geçerliği olduğunu belirtmiştir. Dünya üzerindeki çoğu
ülkenin benzer büyüme stratejileri izlemesi kısa sürede dünya kaynaklarının
tükenmesi anlamına gelecektir. Örneğin Çin ve Hindistan gibi kalabalık ülkelerin yaşam standartlarını Amerikan ortalaması düzeyine çıkarması muhtemelen dünya kaynaklarını kısa sürede yok edecektir.
Ekonomik büyüme paradigmasının sorgulanması fikrine katılımcıların çoğunun belirli ölçülerde destek verdiği söylenebilirse de, iki alanda buna itiraz
gelmiştir. Şimdi bu iki alanı kısaca özetlemeye çalışalım. İlk olarak siyasetin
ekonomi üzerindeki rolünü vurgulayan itirazı, daha sonra ise ekonomik büyümenin artık kaçınılmaz bir hal aldığı itirazını inceleyelim.
Siyasetin Ekonomi Üzerindeki Rolü
Ekonomik büyüme paradigması sorgulanırken kullanılan temel argümanlardan biri olan kaynaklar tükendiği zaman kriz kaçınılmaz olur söylemi bazı katılımcılar tarafından fazla determinist bulunarak eleştirilmiştir. Türkiye’deki
muhalefet partilerinde de sıkça gözlenen bu determinist yaklaşımının temel
problemi, ekonomik büyüme sürecinde siyasetin rolünü görmezden gelmesidir. oysa ki, siyasal iktidarların bazı politik hamleleri ekonomik krizi savuşturabilir ya da krizin etkilerini minimize edebilir. Örneğin, Türkiye’de de sıkça gerçekleşen özelleştirme bu hamlelere iyi bir örnek olarak gösterilebilir.
Devletin sahip olduğu bazı varlıkların satışıyla birlikte gelen parayla yeni bir
kaynak yaratılabilir ve ekonomideki istikrar korunabilir. Benzer şekilde, hükümetin uygulayacağı vergi politikası da bütçe açığını kapamada bir yöntem
olarak kullanılabilir. Örneğin bir yandan vatandaşın kaçış şansı olmayan dolaylı vergiler arttırılırken, diğer yandan sosyal harcamalar kısılabilir. Eğitime
ya da sağlığa daha az para ayrılması ile bütçe dengelenebilir.
Siyasal iktidarın bir başka ekonomik hamlesi olarak düşünülebilecek devlet teşviki konusu ise tartışmacılar arasında farklı açılardan ele alınmıştır.
Katılımcılardan bir kısmı, devlet teşvikinin çoğu zaman gerekli olduğunu ve
bu tip teşviklerin dünya üzerindeki pek çok ülke tarafından sıkça kullanıldığını belirterek teşvik fikrine destek verirken; diğer bir kısmı teşvikin bütçe
üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmiştir. Teşvik konusunda üzerinde
durulan önemli bir diğer nokta ise teşvikin hangi alanlara, ne oranda ve ne
sebeple verileceği sorunudur. Devlet teşviklerinin stratejik bir amaç doğrultusunda belirlenmesi ve bütçeye maliyetinin ne olacağı hakkında uzun vadeli planlar yapılması genel kabul gören bir yaklaşım olmuştur. Dolayısıyla
teşvik hamlesi siyasal iktidar tarafından ekonomi üzerinde önemli etkiler doğurabilecek bir araç olarak kabul görmektedir.
Kaçınılmaz Bir Süreç Olarak Büyüme
Ekonomik büyüme paradigmasının eleştirisi temasında dile getirilen ikin-
59
ci bir itiraz noktası ise, Türkiye ekonomisinin artık geri dönülemez bir süreç içerisine girdiği ve yakın bir gelecekte büyüme dışında bir yol izleyemeyeceği iddiasıdır. Türkiye ekonomisinin temel unsurlarından olan dezenflasyon ve sıkı para politikası uygulaması gibi deneyimler büyümenin dışında bir
yol izlenmesini artık imkansız hale getirmiştir. Örneğin enflasyonun ve faiz
oranlarının düşmesi ülkedeki üretim ve yatırımın artmasına neden olmuştur.
Ayrıca, bu çerçevede cari açık ve büyüme arasındaki ilişkiye işaret edilerek,
cari açık verilmeden büyümenin imkansız olduğu belirtilmiştir. Yaklaşık on
yıl öncesine kadar yüzde5’in üzerindeki cari açık rakamları tehlikeli görülürken, bugün büyümenin etkisiyle yüzde 6-7 oranındaki cari açık sürdürülebilir görülmektedir.
Büyüme Paradigmasına Alternatif Öneriler
Panelin tartışma kısmında konuşulan önemli bir diğer konu başlığı Türkiye
ekonomisi için büyümenin yerine uygulanabilecek alternatif programlardır.
Panelin konuşmacısı VefaTarhan Türkiye’nin ekonomik olarak güçlü olduğu
alanlara yönelmesini önermiştir. Bu teze göre, Türkiye örneğin tarım ve lojistik gibi alanlarda kendini geliştirebilir. Ya da çeşitli yüksek katma değer getiren ürünlerin üretimine ağırlık verilebilir. Ancak katılımcılardan bazıları bu
noktada tarımsal üretimin tek bir tarzı olmadığına dikkat çekmiştir. Tarımsal
üretimin toptan artışı yerine daha avantajlı tarımsal ürünlere odaklanılması
gerektiği dile getirilmiştir. Bu tip avantajlı ürünler örneğin sermayeye yönelik olandır. Ortaya atılan başka bir fikir ise Türkiye’nin henüz çok öne çıkmadığı bilgi teknolojileri üretimidir. Türkiye bu alana yatırım yaparak ekonomide bilgi teknolojileri üretiminin payını arttırabilir.
Büyüme paradigmasına alternatif olarak düşünülmese de, katılımcılardan
bir kısmı Türkiye ekonomisindeki kayıt dışı sorununa değinmiştir. Hatta bu
görüşe göre büyüme paradigmasının bir sonucu olarak görülen pek çok
olumsuzluk, kayıt dışı ekonominin kayıt içine çekilmesiyle kendiliğinden çözülebilir. Kayıt dışı ekonomi kayıt alına alınabilirse, vergi sistemindeki sorunların önemli bir kısmı çözülebilir ve vergi devletin asli geliri olduğu için bütçe açığı önlenebilir. Hatta büyüme olgusu bir ekonomiyi ister istemez kayıt
altına doğru iten bir güç olarak bile görülebilir. Kayıtlı ekonomideki olumlu bir diğer etki de tasarrufun artacak olmasıdır. Bu yaklaşıma göre Türkiye
ekonomisindeki sorunların büyük kısmı büyümeden değil, kayıt dışılıktan
kaynaklanmaktadır.
60
Ekonomi Forumu - II
Sunum: TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KIRILGANLIĞI,
AVRO BÖLGESİ PROBLEMLERİ VE TEŞVİK PAKETİ (*)
Prof. Dr. Vefa Tarhan
SUNUMUN KONULARI, BÜYÜME HIZININ ETKİLERİ VE
EKONOMİNİN PERFORMANSI
Bu konuşma birbiriyle ilgili üç konuyu içerecek. Bunlardan birincisi, ekonominin yakın geçmişteki muhasebesini yapmak, ve Türkiye’nin büyüme
hızı ve büyümesinin niteliği, vergi sistemi ve ihracat/ithalat politikası ile ilgili makro politika parametrelerinin ekonomide büyümeyle ilgili kırılganlıklar oluşturması hakkında. İkinci konu ise Avro Bölgesi problemlerinin nedenleri ve bu sistemde yaşanan güçlüklerin hem küresel ekonomilere hem
de Türkiye ekonomisine olan etkisini içeriyor. Son olarak da kronik cari açık
probleminin para ve kur politikası gibi standart makro politika araçları ile çözülebilirlik seviyesi aşılmış olduğu için, hükümetin birkaç ay önce gündeme
getirdiği ve çok olumlu olarak karşılanan teşvik paketi konulu eleştirilerimi
ve benim önereceğim alternatif bir yapısal reform programını kapsayacak.
Cari açık probleminin ülkenin bir numaralı kırılganlık noktasını oluşturduğu
düşünülür. Konuyu biraz daha derin olarak incelediğimizde, bu problemin
ve son zamanlarda problemin diğer boyutunu temsil eden dış finansman
konusunda yaşanan güçlüklerin ön plana çıkmasının ana nedeninin ülkenin
hızlı büyümesinden kaynaklandığını görüyoruz. Aslında ekonominin yapısı
cari açık ile mali disiplin arasında bir takası içermekte. Mali disiplinin geçmişteki sağlıklı durumundan da yine büyük ölçüde ekonominin yakın geçmişteki yüksek hızlı büyüme performansı sorumlu olmuştur. Büyümenin yarattığı makroekonomik sonuçlara bakıldığında şu görülüyor: ülke yüksek hızla büyüdüğünde cari açık problemi yaşıyor, ama, mali disiplini sağlıklı oluyor. Ancak, büyüme hızında yavaşlama gerçekleştiğinde ise cari açık probleminin boyutu küçülüyor, ama cari açık konusundaki kazanç mali disiplinin
bozulması pahasına oluyor. Sonuç olarak ekonomi yüksek hızla da büyüse,
düşük hızla da büyüse önemli bir olumsuz makroekonomik problem yaşıyor. Nitekim, mortgage krizinin etkilerinin hissedildiği 2009 yılı dışında (büyümenin - % 4.7 olduğu, yani bir daralmanın yaşandığı), cari açığın seküler
büyüme profili ve son 9 yılda sadece 2009’da açığın küçülmüş olması, büyüme-cari açık ilişkisinin yönünü teyit ediyor.
* 18.05.2012 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir.
61
Tabii önemli olan konu, neden yüksek büyümenin cari açık problemini tetiklediği ve niçin mali dengeleri olumlu tuttuğudur? Aynı şekilde, büyüme hızı
yavaşladığında ise cevaplanması gereken soru bu durumun niçin cari açık
problemini bir derecede de olsa geri plana çektiği, ancak mali dengelerde
bir bozulmayı tetiklediği oluyor. Büyüme ile bu ikiz problem hakkındaki ilişkiyi detaylı olarak inceleyeceğiz.
Önce cari açık problemine bakarsak, konuya iki gerçeği kabul etmekle başlamamız gerekiyor. Birincisi, büyümenin şirket bazında da olsa ekonomi boyutunda da olsa, finanse edilmesi gerekliliği. Konu şirket seviyesinde incelendiğinde, büyüme kavramı şirketin satışlarının artması olur. Ancak, bir şirketin satışları arttığında yükselen satış seviyesini destekleyebilmek için hem
cari hem de duran varlıklarını artırma zorunluluğu olur. Bazı şirketler, artan satışları için gereken finansmanı eğer şirketin kârlılık seviyesi sağlıklıysa
iç kaynaklardan sağlayabiliyor. Ancak satışlarının kârlılık seviyesi yüksek olmayan şirketler, ne kadar hızlı büyürse kârları düşük, hatta zarar yaratıcı nitelikteyse, büyümeleri dış finansman ihtiyaçlarının artması sonucunu doğurur. Nitekim, bu şirketlerden bir kısmı, yüksek büyüme hızlarına rağmen, dış
finansman konulu güçlükler nedeniyle iflasın eşiğine bile gelebilir. Yukarda
şirket seviyesinde tartıştığımız büyüme-finansman ilişkisi ekonomiler için de
geçerli. Çin gibi bir ülke yüksek hızla büyümesine rağmen, cari fazla yaratan bir büyüme modeli olması sayesinde büyümesini finanse etmekte güçlük çekmezken, Türkiye gibi bir ülkenin yüksek büyüme hızı ise cari fazla yerine cari açık yaratıyor. Tabii ki Türkiye’nin niçin bu ikinci kategoriye girdiğinin incelenmesi gerekiyor.
Ekonominin büyüme-mali disiplin ilişkisi ise ülkenin büyüme modelinin iç talep kaynaklı olma gerçeği ile vergi yapısının çok büyük ölçüde dolaylı vergi ağırlıklı olmasının bir araya gelmesi sonucu olarak ortaya çıkıyor. Dolaylı
vergilerin toplam vergilerdeki payı AB ülkeleri ortalaması olarak % 35 iken,
aynı oran Türkiye’de % 70’e yaklaşmakta. 2011’in ikinci çeyreği büyüme hızı % 8.8 olarak gerçekleşti. Büyümenin iç talep kaynaklı olduğu, %
8.8 olan büyüme hızı iç ve dış talep parçalarına ayrıldığında görülüyor: söz
konusu rakamın bu dönemde % 14 olan iç talep artışı ile - % 5.2 olarak gerçekleşen dış talepteki artışın toplamından oluştuğu ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla, yüksek hızlı büyüme iç talepteki artışlar tarafından tetiklendiği ve vergiler dolaylı vergi ağırlıklı oldugu için, iç talepteki artış yüksek vergi tahsilatına tekabül ediyor. Tabii ki bu durum, düşük bütçe açığı ve düşük
kamu borcu oranının hâkim olduğu bir ortam yaratıyor. Büyüme hızı yavaşladığında ise aynı güçler diğer istikamette işleyip cari açığın küçük olmasına
ve mali disiplinin bozulmasına neden oluyor.
SON 9 YILDA EKONOMİNİN PERFORMANSI
Genel izlenim son 9 yılda hükümetin ekonomik konularda başarılı olmuş ol62
duğu şeklinde. Bence, bu abartılmış bir görüş. Başarı alanlarının büyüme,
doğrudan yatırımlar, özelleştirme, bankacılık sisteminin son krizde çökmemiş olması, ve enflasyondaki düşüş olarak düşünülür.
Bu kâğıt üzerindeki “başarı” listesine bakıp, neden bu “başarıların” göründüğü kadar büyük olmadığını teker teker incelemeden önce, ülkenin yakın geçmişte üç şans faktöründen faydalanmış olduğu gerçeğinden bahsetmekte fayda var:
1. 2001 yılları öncesinden 2007 krizine kadar küresel ekonomiler 20 küsür yıllık bir “lale devri” yaşadılar: bu zaman sürecinde faizler ve enflasyon düşük bir seviyede seyretti, volatilite düşük, verimlilik yüksek (teknolojik gelişmeler nedeniyle) ve ekonomik istikrar çok olumluydu, ve genel olarak ülkelerin ekonomik büyüme hızları yüksek olarak gerçekleşti.
Türkiye ekonomisi de bu olumlu küresel ekonomik ortamdan payını aldı.
2. 2002’den bu yana iktidarda tek parti hükümetinin olmasının, yani politik istikrarın da ekonomiye olan olumlu etkisi küçümsenemez. Bu durum onyıllardır koalisyon boyutlu politik istikrarsızlığın ekonomik maliyetinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya çıkardı.
3. İktidar partisi Kemal Derviş döneminde yapılan reformların meyvesini yiyebilecek bir zamanda seçimleri kazandı. Nitekim, 2007-2009 küresel ekonomik krizinden ülkenin finansal sektörünün etkilenmemiş olmasının en önemli nedeni, büyük bir ihtimalle Derviş döneminde yapılan finansal kesim ile ilgili reformlardı. Bu reformlardan birisi TCMB’nin
bağımsızlığını kazanmış olmasıydı. Bu üç şans faktörü, ekonomik performansın “başarılı olduğu” izlemininin oluşmasında önemli rol oynadı.
Bu yazımda, genellikle en büyük başarı olarak göründüğü için, ancak, bence aynı zamanda ülke ekonomisinin çok sayıda yapısal problemlerinden de
sorumlu olduğu için, en çok büyüme konusuna yer vereceğim.
• BÜYÜME
Ülkenin çok övündüğü ve bir “başarı” olarak gördüğü büyüme hızının iki
nedenle “gerçek” bir başarıyı temsil etmediği iddia edilebilir:
1. Büyüme ihracat boyutlu olmak yerine ithalat bazlı olarak, cari açık ve
bu açığın finansmanı ile ilgili problemler yaratmış olan bir büyüme modelini temsil etti.
2. Büyüme, sokaktaki vatandaşın ekonomik durumunu olumlu olarak
etkileyen bir büyüme yerine “makro” seviyede kaldı.
1. BÜYÜME, CARİ AÇIK VE AÇIĞIN FİNANSMANI
Ekonominin son yıllarda OECD içinde en hızlı büyüyen ekonomilerden birisi oldugu olduğu bir gerçek. Ancak, büyüme konusunda iki önemli faktör
var: 1. Büyüme cari fazla mı, yoksa cari açık mı yaratıyor? 2. Eğer cari açık-
63
la sonuçlanıyorsa, bu açık nasıl finanse ediliyor?
İhracatla büyüyen Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin tam tersine Türkiye
son 9 yılda ithalat kanalıyla büyüdü. Ekonominin büyüme hızı ne kadar yüksek olmuşsa, şu anda 92.4 milyar $ olan ithalat - ihracat farkı (dış ticaret açığı) ve cari açık da o kadar yüksek seviyede oluşmuştur. Nitekim, bu görüşün
doğruluğunu şu verilere bakarak teyit etmek mümkün:
2008: Cari açık: 38.8 milyar $ (büyüme hızı: % 0.7, işsizlik: % 11)
2009: Cari açık: 13.9 milyar $ (büyüme hızı: - % 4.7 (yani, daralma), işsizlik: % 14)
2010: Cari açık: 46.7 milyar $ (büyüme hızı: % 9)
2011: Cari açık: 77.2 milyar $ (büyüme hızı: % 8.5)
Tabii ki, 2009 rakamının, bir önceki ve bir sonraki yıllara kıyasla, çarpıcı derecede düşük olmasının en önemli nedeninin 2009’da ekonominin büyüme
yerine daralmış olmasından kaynaklandığı apaçık görülüyor.
Bu arada, bu rakamlara dayanarak, 2009 hakkında bir yan tespitte daha
bulunabiliriz: eğer, ekonomi % 5 daraldıysa ve resmi işsizlik % 11’den %
14’e sıçramışsa, “krizin Türkiye’yi teğet geçmiş olduğu” gerçekçi bir görüşü temsil edemez.
Türkiye’nin sadece cari açık problemi yok. Ek olarak, bir de cari açığını ancak düşük kaliteli kaynaklar kullanarak finanse edebilme durumuna düşmüş
olması problemi de var. Tabii ki cari açık yaratan bir büyüme arzu edilmez.
Ayrıca, bir ülkenin cari açığı olacaksa bunun geçici bir süreyi kapsaması gerektiği ve bu süre içinde bile “sıhhatli” cari açık oranının (cari açık/GSYH) %
5 civarında olduğu düşünülür (2011’de % 10.3 ile Türkiye, Economist dergisinin takip ettiği 57 ülke arasında en yüksek cari açık oranı, cari açık seviyesinde ise, ABD’den sonra, 2. sırada olan ülkeydi). Üstelik, cari açık kadar önemli bir konu da bu açığın nasıl finanse edildiğidir. Eğer bir ülkenin
cari açığı olacaksa, en azından bu açığın kaliteli finansman kaynaklarıyla kapatılması istenir (iç tasarruflar ve/veya doğrudan yatırımlar). Ancak, bir ülke
hem cari açıkla büyüyorsa, hem de bu açığı kalitesi düşük kaynaklarla finanse ediyorsa, söz konusu ülkenin mümkün olduğu kadar hızlı büyümek yerine, sürdürülebilir bir büyüme politikası uygulaması gerekir.
ŞİRKET BÜYÜME POLİTİKASI:
BÜYÜMENİN FİNANSE EDİLMESİ GEREKTİĞİ GERÇEĞİ
Şirket yöneticilerine “% 10 mu, yoksa % 30 mu büyümek istersin?” diye
sorsanız çok azı % 10 alternatifini seçer. Ancak, % 30’luk bir büyümenin
yarattığı finansman ihtiyacı, % 10’luk büyüme senaryosundan daha fazladır
ve bu finansmanı iç ya da dış kaynaklardan bulabilme zorluğu olan şirketle64
rin % 10 büyümeleri çok daha uygun olur. Yani, büyümenin finansman açısından sürdürülebilir bir hızda olması gerekir.
Finansman ihtiyacından neyi kastediyorum? Bir şirketin satışlarının 100 TL
olduğunu düşünün. Ayrıca bu şirketin tam kapasitede ve çok randımanlı bir
şekilde yöneltildiğini varsayalım (yani, gerekğinden fazla envanter taşımıyor,
ticari alacaklarını zamanında tahsil edebiliyor, masraflarını iyi kontrol ediyor,
vs.). Ayrıca, bu şirketin 100 TL’lik satışı desteklemesi için 20 TL’lik stoklara,
30 TL’lik ticari alacaklara ve 300 TL’lik duran varlıklara (fabrikalar, makineler, vs.) ihtiyacı olduğunu varsayalım. Böylece tüm bu aktif kalemleri için şirketin 350 TL’lik bir finansmana ihtiyacı olur. Satışlar 100’den 130’a çıktığında (% 30’luk bir büyüme), 100’lük satışı destekleyen 20 TL’lik stok yetmeyecek (26 TL’lik bir stok gerekecek). Dolayısıyla, bu örnekte büyüme stoklarda 6’lık bir ek finansman ihtiyacı yaratıyor. Ticari alacakları ve duran varlıkları da hesaba katarsak bahis konusu büyümenin gerçekleşmesi için şirketin gelecek yıl 105 TL’lik ek bir finansman kaynağı bulması gerekiyor (yani finansman ihtiyacı 350’den 455’e çıkmış oluyor). Bu parayı bulamazsa % 30
büyüyemez, % 30 büyümekte ısrar ederse iflasın eşiğine gelebilir.
Aynı durum ekonomiler için de bahis konusudur. Türkiye’de tasarruf oranı
çok düşük seviyede. Örneğin, cari fazlası olduğu için finansman ihtiyacı olmayan Çin’de buna rağmen tasarruflar milli gelirin % 52’si civarında (hanehalkı tasarrufları % 35, şirket tasarrufları % 17). Yani Çin gibi ülkeler büyümelerini öz kaynaklarıyla finanse ediyor, Türkiye ise, iç tasarrufların milli gelire oranı sadece % 12 olduğu için, büyük ölçüde dış kaynaklarla finanse etmek zorunda kalıyor. Maalesef, geçmişin tecrübesi bu dış kaynakların
uzun vadeli doğrudan yatırımlar yerine, kısa vadeli ve DNA’sı ürkek olduğu
için çok tehlikeli olan “portfoy yatırımları” (sıcak para) şeklinde oldu. 2011
sonrası küresel belirsizlikler nedeniyle, riske olan iştah o derecede kurumuş
durumda ki, bu finansman kaynağı bile önemini kaybetti.
2. BÜYÜME MAKRO SEVİYEDE KALDI,
VATANDAŞ SEVİYESİNE İNEMEDİ
Büyüme ne işsizlik oranında önemli bir düşüş yarattı ne de sokaktaki vatandaşın gelirini önemli derecede artırdı. Ayrıca, gelir dağılımında da fazla bir
düzelme yaşanmadı.
2002 (resmi) işsizlik oranı: % 8. Senelerce yüksek büyüme hızı sonrası,
2010 (resmi) işsizlik oranı: % 11.9 (daha önce belirttiğim gibi, 2009 oranı % 14 idi)
2011 (resmi) işsizlik oranı: % 9.8
65
BÜYÜME VE GELİR DAĞILIMI
Bahis konusu büyümenin gelir dağılımındaki adaletsizliğe olumlu bir etkisi
olmadı. Bir tarafta bir kesim halkın büyük çaplı geçim dertleri var: 2012’nin
ilk çeyreğinde hanehalkının harcamalarının % 28’i gıda, içki ve tütüne gitti.
İkinci sırada ise % 20 ile konut, su, ve yakıt harcamaları yer aldı. Ulaşım ve
haberleşme ise % 17 ile üçüncü büyük harcama kalemini oluşturdu. Ülke
çapında geçerli olan bu oranlara gelir seviyesinde invelendiğinde, gelir dilimleri arasında önemli farklar gösteriyor. Örneğin Kamu-Sen’in verileri ortalama (2011 Martında ayda 1.545 TL kazanan) bir memurun maaşının %
46’sının gıda/mutfak masraflarına gittiğini ve % 32’sinin konut masrafları
için gerekli olduğunu gösteriyor.
Diğer tarafta ise bir grup var ki, dünya fiyatlarının 2 misline satılmasına rağmen, lüks araba almak istiyor. New York Times’da üç ay kadar önce yayınlanan bir makaleye göre bu otomobillerin satın alınması için 4 aylık bir bekleme listesi var.
• DOĞRUDAN YATIRIMLAR
Doğrudan yatırımlar yabancı şirketlerin döviz kullanarak bir ülkede yaptıkları uzun vadeli yatırımları temsil eder.
Bence iki nedenle bu konu da bir başarı kaynağı olmaktan uzak:
1. Son 9 yılda Türkiye’deki doğrudan yatırımlar “gerçek anlamda” doğrudan yatırımları temsil etmedi.
Gerçek anlamda doğrudan yatırımlar yabancı şirketlerin bir ülkede yaptıkları reel sektör yatırımlarını, yani fabrika kurma, vs. gibi istihdam yaratan
uzun vadeli işlere girmelerini temsil eder. Genel olarak, Türkiye’deki doğrudan yatırımlar reel kesim yatırımlar yerine önemli ölçüde finansal işlemleri kapsadı. Bu yatırımlar, ortaklık ve şirket satın alma gibi işlemlerden oluştu. Örneğin, General Electric Garanti Bankası’nın % 20’sini satın aldığında,
Garanti Bankası personel sayısını artırmış, yeni şubeler açmış, yeni bankacılık konularına girmiş olmuyor. Ama teknik olarak bu “doğrudan yatırım”
olarak gözüküyor. Hatta, bu işlemlerin finansal niteliği nedeniyle, bahis konusu para, yatırım yapan şirketin orijinal düşüncesi uzun vadeyi kapsasa
bile, ülkeyi terk edebiliyor. Nitekim, birkaç sene sonra GE Garanti hisselerini
sattı. Bir başka örnek ise Citibank’ın daha önce satın almış olduğu Akbank
hisse senetlerinin yarısını satma kararı. Ama GE gibi bir şirketin Türkiye’deki
yatırımı bir fabrika kurmak şeklinde olsaydı, bu yatırım hem ek istihdam yaratırdı, hem de GE kolay kolay fabrikayı paraya çevirip kaçamazdı.
2. Doğrudan yatırımlar önemli ölçüde finansal işlemleri içermesine rağmen, yine de cüzi bir seviyede kaldı
66
Türkiye’de yapılan bu tip “doğrudan yatırımlar” diğer gelişen ülkelere oranla çok düşük olarak gerçekleşti. Net doğrudan yatırımlardan ülke küresel
payını alamadı. Ülke dünyadaki doğrudan yatırımların 1970-2011 arasında sadece % 0.53’ünü, 2003-2011 döneminde ise yalnız % 0.76’sını çekebildi. Türkiye’nin son 9 yıllık doğrudan yatırım tecrübesinden iki gerçek ortaya çıkıyor. Bir, anlaşıldığı kadarıyla, tek partili bir iktidarla yönetilmesine
rağmen yabancı şirketler ülkenin ekonomik/politik istikrarını uzun vadeli bir
yatırım ortamı için yeterli bulmamaktalar. Tabii, bu konuda çok önemli bir
konu bu şirketlerin ülkenin hukuki altyapısını eksik bulmaları ve şu andaki
hukuk/mevzuat konjoktürünün yabancı yatırımları yeteri kadar koruduğuna
inanmamakta olmalarıdır. Dolayısıyla, doğrudan yatırımlar konusundaki çözüm önerilerinin arasında uzun vadede doğrudan yatırımlara güvence sağlayacak reformların mutlaka yer alması gerekiyor. İki, benim görüşümce,
doğrudan yatırımlar vergi destekleri ve iş hukuku altyapısında yapılabilecek
reformlar sayesinde artırılabilir ve artırılmalı. Tabii ki, aynı zamanda cari açığın finansmanı ülkenin ekonomik gündeminin üst sıralarında yer almalı, bu
konuda hem ne gibi yeni kaynakların bulanabileceği, hem de şu anda yetersiz olan geleneksel kaynakların nasıl çoğaltılabileceği araştırılmalı.
Ülkenin son 9 yıldaki en büyük başarısı enflasyonun % 80’lerden tek haneli rakamlara düşürebilmiş olmasıdır. Ancak benim görüşümce, bu başarının temel kaynakları, TCMB’nin bağımsızlığını kazanmış olması, ve Sayın
Süreyya Serdengeçti’nin enflasyon beklentilerinin kırılmasında en zor dönemi temsil eden enflasyon savaşının başında göstermiş olduğu liderlikti.
AVRO BÖLGESİ PROBLEMLERİ
Avro Bölgesi ülkelerinin yaşamakta olduğu problemleri açıklayacak bir hipotez, şu iki soruya tatmin edici bir cevap bulmak zorunda: 1. Niçin bu problemler daha önce değil de, 2008 ve sonrası dönemde su yüzüne çıktı? 2.
Söz konusu problemlerin 27 AB ülkesinden 17’sinin üyesi olduğu tek para
birimli ülkelerinde yaşanması, diğer 10 sadece AB üyesi olan ülkelerde ortaya çıkmamış olması bir tesadüf mü? Benim bu konuda sunacağım hipotezin
doğru olduğunu iddia etmek, günün sonunda “bir veri”ye dayanacağı için
ampirik olarak mümkün olamaz. Ancak, söz konusu hipotezin yukardaki iki
stilize gerçekle uyarlı olduğunu söyleyebilirim.
Nedenleri ne olursa olsun Avro ülke problemlerinin Türkiye ekonomisine
olan etkisinin büyük çaplı olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Söz konusu problemler ekonomimizi hem ticaret kanalıyla (dış ticaretimizin % 50’si AB ülkeleriyle yapılmakta), hem de finansman kanalıyla etkilemekte. Finansman kanalının öneminin de iki nedeni var: 1. Hem finansal hem de reel kesim şirketlerimizin dış finansman kaynağının önemli bir dilimi AB ülkelerince sağlanmakta. 2. Avro ülkeleri küresel belirsizlikten önemli ölçüde sorumlu ol-
67
dukları için, bu belirsizliklerin tetiklediği risk iştahındaki düşüş ülkemizin küresel pazarlarda dış finansman ihtiyacını karşılamasında güçlükler yaratmakta. Nitekim, ülke son 9 ayda cari açık finansman ihtiyacını, Net Hata Noksan
kalemi altındaki yüksek seviyeli döviz girişine rağmen, ancak biriktirilmiş rezervlerin takriben 11 milyar Dolarını eriterek karşılayabildi (aynı dönem cari
açığının % 22’si). Finansman ortamının ne kadar vahim seviyede olduğu, bir
önceki yılın aynı 9 ayında rezerv eritmek yerine rezervlere takriben 11 milyar Dolarlık bir ekleme yapılmasının mümkün olmuş olmasından anlaşılıyor.
Tek para sisteminde olmayan ülkeler, bir ekonomik şok durumunda şu üç
ekonomik politikayı kullanabiliyor: 1. Para politikası (Merkez Bankası’nın
(MB) para arzı/faizleri ve zorunlu karşılıkları değiştirmesi). 2. Kur politikası (döviz fiyatlarını değiştirecek gelişmeler). 3. Mali politika (vergiler / devlet harcamaları).
Örneğin, bir Yunanistan, eğer Avro Bölgesi’nin bir parçası olmasaydı, borç
problemini bahis konusu makro politika araçlarını şu şekilde kullanarak çözmeye çalışabilirdi:
1. Enflasyon yaratıcı çok gevşek bir para politikası uygulayıp, borcunun
piyasa değerini düşürerek, ya da büyüme hızını yükseltici limitli bir gevşek politika uygulaması ile, vergi gelirlerini artırıp, ek bir borç servis etme
olanağı yaratarak. Tabii ki, bir Avro ülkesi olarak Yunanistan’ın bir para
politikası opsiyonu yok. Tüm bölge için para politikasını Avrupa Merkez
Bankası (AMB) belirliyor. Aslında para politikası konusunda bir başka
problem daha var. İspanya ve Yunanistan’ın işsizlik oranı yüzde 23 civarında, ama Hollanda’nın ise yüzde 4 -5 gibi olduğuna göre, ABM yüzde
23’lük işsizliğe uygun bir para politikası mı, yoksa yüzde 4’lük işsizliğe
yönelik bir politika mı uygulasın?
2. Yunanistan Drahma’yı devalüe edip enflasyon yöntemiyle olduğu gibi,
borcunun gerçek değerini düşürerek de problemini çözebilirdi. Ayrıca,
bu politikanın ihraç ürünlerinin döviz fiyatını düşürüp ülkenin ihracatını artırarak, cari açığını, dolayısıyla finansman ihtiyacını (borcunu) azaltıcı olumlu yan etkisi de problemini çözmesine yardımcı olabilirdi. Ama,
ülke bu makro politika aletini de kullanamıyor, çünkü Avro sisteminde
Drahma diye bir para birimi yok.
3. Yunanistan, bir Avro ülkesi olmasaydı, mali politika araçlarını (vergi ve devlet harcamaları) da kullanabilirdi. Kâğıt üzerinde, Avro ülkelerinin mali politika uygulama opsiyonları hâlâ var. Ancak, jenerik bir
Yunanistan’a yardım paketi ülkenin bir “kemer sıkma” politikasını uygulaması şartıyla verildiği için, pratikte ülkelerin mali politika araçlarını
büyümeyi teşvik edici şekilde kullanma opsiyonları olmuyor. Ayrıca, katı
bir şekilde uygulanmasa bile, Avro ülkelerinin bütçe açığının ve kamu
borçlarının belirli bir oranı aşmaması kuralları da var. Sonuç olarak, Avro
Bölgesi üyesi olmak, ülkelerin makro politikalarının hemen hemen hepsini kaybetmeleriyle sonuçlanıyor. Yani, bu ülkeler tek para birimi hük-
68
mü altında olmayan ülkelere kıyasla ekonomik şoklar şeklindeki savaşları
daha az silah kullanarak kazanma durumuna itilmiş oluyor.
Zararların bu büyük boyutuna karşı, Avro’nun sağladığı faydalar nispeten
önemsiz. 1. Avro tek para birimi olduğu için, üye ülkeler arasında ticaret bir
kur riskini içermiyor. Ancak bu risk düşük maliyetli türev ürünleriyle “hedge” edilebileceği için, bu büyük bir fayda olarak düşünelemez. 2. Tek para
birimi bölgesinde olmayan şirketlerin bir de başka ülke para birimini yerli
para birimlerine çevirme işlemlerini gerçekleştirirken bir komisyon ödemesi
gerekiyor. Avro sisteminde, para değiştirme işlemi olmadığı için bir komisyon ödemesi gerekmiyor. Ancak bu fayda da çok ufak: en yüksek tahminler,
bu komisyonların ülke milli gelirlerinin % 0.2’si civarında olduğu şeklinde.
Bu analizin ışığında yukardaki iki soruyu cevaplayabiliriz: 2008 öncesi Avro
ülkelerinin bir problemi olmadı, çünkü küresel konjonktür yukarda belirtildiği gibi ekonomik bir “lale devrini” yansıtıyordu. Bir sistemin dizaynında
çatlaklar olup olmadığı, olumlu ekonomik ortamlarda değil de, ekonomik
şartların olumsuz olduğu dönemlerde ortaya çıkar (bir binanın depreme dayanıklılığı, en kesin olarak deprem olduğunda bilinir). Bu nedenle, tek para
birimi sisteminin içerdiği ülkelerin üç makro politikalarının çoğunu kaybetmeleri şeklindeki dizayn hatasının önemi, en net olarak ekonomilerde şokların hâkim olduğu dönemlerde izlenilebilir. Şimdi, ilk paragraftaki “niçin
bu problemler Avro’nun ilk 10 yılı yerine, son birkaç yılda ortaya çıktı?” sorusunu cevaplayabiliriz: Avro’nun ilk 10 yılında, küresel ekonomik konjonktür çok olumlu idi, ve şimdi biliyoruz ki, böyle bir ortamda ülkelerin tüm üç
makro silaha ihtiyaçları olmayabiliyor. Ama demek ki, 2007 ortasında başlayan ve büyük boyutlu bir krizin yarattığı şokların hâkim olduğu bir ortamda
ise, ülkelerin şokları nötralize edebilmeleri, ancak Avro sisteminin ellerinden
aldığı tüm politika araçlarını kullanabilmeleriyle mümkün oluyor. Bu analiz,
ilk paragraftaki ikinci soruyu da cevaplıyor “Niçin problemler Avro bölgesi
ülkelerinde ortaya çıkıyor da, sadece AB üyesi olan ülkelerde yaşanmıyor?”
Bu sorunun cevabının ileri sürdüğüm hipotez çerçevesinde karşılığı şu oluyor: Ekonomik şok savaşlarında Avro ülkelerinin sadece kısmi ve tek bir silahı varken, AB ülkeleri her üç politikayı da kullanabildikleri için, Avro ülkelerinin problemlerini yaşamıyorlar.
Bu günlerde önerilen ve Avro ülkelerinin birbirlerinin borcunu garantileyen
ortak bir Avro tahvili fikri bir çözümü temsil edemez. Bu durum, Almanya’nın
tek başına tahvil çıkardığında ödediği faizi artırıp, Yunanistan gibi ülkelerin
faizini düşüreceği için, Almanya’nın problemli ülkeleri kurtarma fonuna katkısı şeklinde sağladığı sübvansiyondan farklı olamaz. Ortak Avro tahvillerinin, Almanya’ya yükleyeceği ek faiz maliyetinin Alman GSYH’sinin yüksek
bir yüzdeyi temsil edeceği tahmin edilmekte. Probleme bir başka “çözüm
69
önerisi” ise, mali entegrasyon. Yani merkezi bir Avro kurumunun hem ülkelerin vergi politikalarını belirleyip vergi tahsillerini yapması, hem de her ülkenin devlet masraflarını belirlemesi öneriliyor. Ancak, benim analizim doğru ise, ve problemin kaynağı ülkelerin yeteri kadar silahlarının olmaması ise,
nasıl olur da, ellerindeki limitli de olsa son silahı da almak, probleme bir çözüm olabilir?
Ne zaman gerçekleşeceğini bilmememe rağmen, benim görüşümce Avro
Bölgesi sistemi çökmeye mahküm. Bu nedenle, Avro sisteminin tamir edilemeyecek boyutlu dizayn hatalarını düzeltebilmek için zaman harcamak, ve
gittikçe artan, kurtarma fonuna katkı boyutlu zararları ve bu zararların bilhassa Avrupa bankaları yoluyla yaratacağı küresel finansal sistemdeki depremler ve finansal sistem hasarlarının reel sektörlerde yansımasını üstlenmek yerine, “zararın neresinden dönülürse kârdır” felsefesini uygulayıp, sisteme en kısa zamanda son verilmeli. Sonuç olarak, benim görüşümce, bahis konusu “çözüm önerileri” sadece bir cenazenin kaldırılmasının ertelenme politikasını temsil etmekte.
TEŞVİK PAKETİ ELEŞTİRİLERİ
Cari açık problemine uzun vadeli olarak bakıldığında problemin kronikleşip, artık para, kur, gibi standart makro politikalarıyla çözülebilme safhasını
aşmış olduğu ortaya çıkıyor: Faizler iniyor, çıkıyor; TL değer kazanıyor, kaybediyor, ancak cari açık üstelik gittikçe vahimleşerek devam ediyor. Ayrıca,
son 11 ayın gelişmelerinin ışığı altında, açığın finanse edilmesinde yaşanan
güçlükler problemi daha da tehlikeli bir hale getirmiş durumda. Bence, bu
demek oluyor ki, problemin çözümü yarı-pişmiş “sanayi yapısı dönüştürülmesi” gibi yara-bandlarıyla değil de, ancak gerçek yapısal reformlarla mümkün olabilir.
CARİ AÇIK PROBLEMİNE YAPISAL BİR YAKLAŞIM: TEŞVİK
PAKETİ ÖNERİSİ
Hükümet de probleme yapısal bir yaklaşım gerektiği sonucuna varmış olmalı ki Nisan başında ana hedefi bu problemin çözümü olan geniş kapsamlı bir “teşvik programı” açıkladı. Hükümetin uygulamaya karar verdiği bu program, ithalat bağımlılığı yüksek olan ara malı ve ürünlerin, ülkede yatırım ve üretiminin artırılmasını içeren bir ithalat-ikame politikası olarak tanımlanabilir.
Yapısal bir yaklaşım söz konusu olduğuna göre en azından retorik seviyede
sorulması gereken birtakım sorular var: acaba cari açık ülkenin yanlış (mukayeseli avantajı olmadığı) ürünleri ihraç ediyor olmasından mı kaynaklanıyor? İthalat nedeninin bu ürünlerde Türkiye yerine diğer ülkenin mukayeseli avantajı olma ihtimalinden kaynaklanabileceği kolayca göz ardı edilebilir
70
mi? Eğer, durum buysa, bu malların yerli üretimi için bir dönemlik sübvansiyon programı söz konusu ara mallarını mukayeseli avantajımız olan ürünler
haline dönüştürebilir mi? Yoksa, bu mallar devamlı olarak sübvansiyon serumu ile “yoğun bakım”da kalmaya mı mahkûm? Bu sorulara verilecek cevaplar çok önemli, çünkü cari açık için ne gibi programın ekonomik rasyoneli olduğu ancak bu cevaplar ışığında verilebilir. Nitekim, bu yazının konusu olan “teşvik paketi eleştirileri” ve sunacağım alternatif yapısal önerim yukardaki sorulara cevap arayışı sonucu olarak oluştu.
Hükümetin açıkladığı teşvik paketi pek çok konuda detaylardan yoksun.
Programın açıklanmamış olan detayları arasında şu konular yer alıyor:
Programın toplam maliyetinin ne kadar olması beklendiği (Maliye Bakanı
detay vermeden, sadece 2013 yılı için maliyetin “brüt” olarak 2 milyar $,
“net” maliyetin ise 1.5 milyar $ olacağını açıkladı)? Programın yaratacağı bütçe açığının kamu borcu ile finanse edileceği varsayımı doğru mu?
Programın cari açığı ne ölçüde, ve ne gibi bir süreçte etkilemesi bekleniyor? Teşvik paketinin cari açığa etkisi “geçici” mi, yoksa “kalıcı” mı olacak?
Eğer, beklenti “kalıcı” olacağı şeklindeyse, bu görüşe ne gibi bir analiz sonucu varıldı? Teşvik paketinin ekonomide olumsuz yan etkileri olabilir mi?
Eğer durum böyleyse, bunlar ne gibi konuları içeriyor? Program, mali disiplin ile cari açık arasında bir takası içerdiğine göre, hükümetin teşvik paketine karar vermiş olması cari açıkta beklenen olumlu etkinin mali disiplindeki
bozulmaya ağır bastığı sonucuna varmış olduğunu ima ediyor. Bu karşılaştırma yapılırken ne gibi bir metodoloji kullanıldı ve takasın değerlendirilmesi ne boyutta bir niceliksel sonuç gösterdi? Söz konusu paketin kaynak dağılımının randımanına olan etkisi değerlendirildi mi? Bu yapıldıysa, bulunan
sonuç neydi? Bu analizde ne gibi bir metodoloji uygulandı?
Bu detay eksiklerine, hatta bu detayların incelenip/incelenmemiş olduğu
hakkında bir açıklama yapılmamış olmasına rağmen, bu soruların gündeme
getirilmesine bile zahmet edilmeden, söz konusu paketin şirketler, TÜSİAD,
TİSK, İTO, TİM gibi kuruluşlar ve çok sayıda medya organlarınca Türkiye’de
ender görülen bir oybirliğiyle çok olumlu olarak karşılanmış olmasını bir
“sürpriz” olarak görüyor ve bu konuların sorgulanmamış olmasını biraz şaşırtıcı buluyorum.
Önce, programın genel karakteristiklerinin analiz ve eleştirisini yapacağım.
Daha sonra ise, programın ana hedefi olan cari açıkla mücadele konusunda
anons edilen paketten çeşitli nedenlerle daha üstün olduğuna inandığım alternatif bir yapısal program önerimi gündeme getireceğim.
TEŞVİK PAKETİ ELEŞTİRİLERİ
Programın iki önemli olumlu yönü olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birisinde haklı olarak görüş birliği var: Programın ikinci derecede olsa, bir hedefi
71
bölgesel ekonomik eşitsizliklerin kaldırılması. Fazla tartışılmamasına rağmen
önerilen paketin bir başka olumlu yönünün de kayıtdışı ekonomi konusunda olduğunu düşünüyorum. Teşvik paketi, yatırımları vergi muafiyeti düşüşü/iadeleri, sigorta priminin işçi ve işveren hisselerinde indirimler, vs. gibi kanallarla yaratılacak sübvansiyonlar yöntemiyle destekliyor. Tabii, bu sübvansiyonlardan vergi ödemeyen/kayıtdışı istihdamda bulunan şirketler faydalanamayacağına göre, önerilen paketin şirketleri vergi ödeme, ve kayıtlı istihdam kullanma yönünde teşvik etmesini beklemek normal olur. Bu nedenle,
programın kayıtdışı ekonomiyi daraltma olasılığı var. Ek olarak, teşvik paketi
ülkede vergi ödeme kültürünün gelişmesine de katkıda bulunabilir.
Yukardaki olumlu faktörlere rağmen programın en önemli hedefi olan cari
açık konusunda ne derecede başarılı olacağını belirlemek basit varsayımlar kullanıldığında bile zor bir konu. Tartışılması gereken bir husus bu programın maliyetinin ne boyutlu olacağıdır. Aşağıda maliyetin kalitatif olarak
çeşitli boyutları olduğunu gösteriyorum. Ancak, maliyetin nispeten kolay
olan parçaları hesaplanırken bile, örneğin bütçede yaratacağı olumsuz etkisi, programın süresi gibi dikkate alınması gereken kompleks yan boyutları var. Tabii maliyeti toplum/ekonomi açısından da incelemek gerekiyor.
Bu noktada programın ekonomide negatif dışsallıklar yaratması halinde bu
“maliyet”in de hesaba katılması gerekli oluyor.
Ancak, her şeyden önce programın nasıl çalışacağını mekanik olarak ve basit bir örnek çerçevesinde incelenmesi faydalı olacak: Konfeksiyon sektörü
ürünleri önemli bir ihracat kalemi. Ancak, konfeksiyon şirketleri ürünleri için
ara malı olan kumaşı yerli imalatçılardan almak yerine, daha düşük maliyetli olduğu için Pakistan gibi ülkelerden ithal etmekteler. Diyelim ki kumaşın
dış tedarik fiyatı 80, Türkiye fiyatı ise 100 (para biriminin ne olduğu önemli
değil). Konfeksiyonculara bu ara malın ‘maliyeti’ tabii Pakistan’dan aldıklarında daha ucuz oluyor. Türk konfeksiyoncularının kumaşı Türk kumaş imalatçılarından satın almaları için, yerli maliyetin de en fazla 80 olması gerekir. Tabii, devlet Türk kumaş üreticisine 20’lik bir sübvansiyon sağlarsa, üretici fiyatı 80’e indirir, ve diyelim ki, konfeksiyoncu maliyet farkı olmadığı için
ve navlun gibi masrafları önleyeceği için, Türk imalatçısından satın almaya
başlar. Ancak, maliyete toplum açısından bakarsak, eskiden Pakistan kaynaklı maliyet 80 iken, şimdi 80 artı sonuç olarak toplumun vergi ya da başka bir yöntemle ödemesi gereken 20’lik sübvansiyon eklendiğinde 100 oluyor, yani, toplam maliyet teşvik program öncesinden farklı olmamış oluyor.
Dolayısıyla, topluma kumaşın maliyeti 80 iken (Pakistan’dan ithalat), teşvik
paketi makro-ekonomik olarak bakıldığında, kumaşın maliyetini değiştirmiyor. Ayrıca, bütçe açığı iç kaynaklarla finanse edilirse (ki en azından bugünün şartlarında dış finansman bir alternatif olamaz), 20’lik bütçe açığı da
aynı miktarda ek bir hazine borcunu gerektiriyor.
72
Konuyu bu basit seviyede tutarsak (ve programın 5 yıllık bir süre için geçerli olacağını varsayarsak), programın bu “parasal” maliyetine karşılık olarak
cari açığı senede 80’lik bir azaltma şeklinde faydası (ithalat 80 azalacağı için)
olmuş oluyor. Programın faydalı olup olmadığını belirlemek için bütçede yaratılan yıllık 20’lik açık (ve 20 boyutlu hazine borcu artışı) ile yine senelik olarak cari açığın 80 küçülmesinin karşılaştırılması gerekiyor. Bunun ne gibi bir
yöntemle yapılması gerektiği basit bir konu değil. Görüldügü gibi, cari açıktaki küçülme-mali displindeki bozulma takasının değerlendirilmesi, bu basit
şartlar altında bile kolay değil.
Tabii konu daha da kompleks: örneğin, bütçe dengesindeki ve borçta yaratılan 20’lik olumsuz etkiye karşılık olarak, programın kumaş sektöründe istihdamı artıracağı muhakkak. Ama, bunun mutlaka bir fayda yaratacağı tereddütsüz olarak söylenemez. Eğer devlet ekonomiye 20’lik bir maliyet yüklemeye karar verdiyse, ekonomide en yüksek seviyeli faydayı acaba, bu paranın kumaş ithalatında kullanılması mı yaratır? Bir başka deyişle, ek istihdamın büyük bir ihtimalle mukayeseli avantajımızın olmadığı (ithalat fiyat farkı bunu göstermekte) yerli kumaş sektöründe yaratılması ekonomi için üretken bir politika mı?
Yukardaki faktörlerin topluma net etkisini belirlemenin güçlüğüne ek olarak programın sadece cari açık boyutlu faydasına odaklansak bile, birbiriyle ilgili çok önemli iki konu daha var: 1. Yukarda retorik olarak bahsedildiği gibi mali disiplin pahasına sağlanacak cari açıktaki muhtemel daralmanın geçici mi, kalıcı mı olacağı çok önemli bir konu, ve benim görüşüm, teşvik paketinin, en az ara malın ithal edildiği ülkenin avantajı işçilik maliyeti
ucuzluğundan kaynaklandığında, etkinin malesef “geçici” olacağı şeklinde.
Yukardaki örnekte programın 5 yıllık süreli olduğunu varsaymıştık. Bu sürenin sonunda sübvansiyonlara son verildiğinde, diğer faktörlerin eşit olması
şartıyla, başlangıçtaki duruma, yani, kumaşın Türkiye fiyatının 100, Pakistan
fiyatının 80 olmasına geri dönülmeyecek mi? Pakistan fiyatının düşük olma
nedeni, eğer o ülke en yüksek teknolojiyi yansıtan makineleri kullanırken
Türkiye’deki kumaşçıların kullanmamasından kaynaklanıyorsa, teşvik paketi
ileri teknoloji makine yatırımlarını destekleyip makinelerin teknolojik üstünlüğünün ne kadar süre devam edeceğine bağlı olarak, ve satış/kârlar artacağı için, Türkiye kumaş maliyetini uzun süre küresel fiyat seviyesine (80’e)
düşürebilir. Ancak, düşük Pakistan fiyatı bu ülkede işçiliğin ucuz olmasından kaynaklanıyorsa (ki bence esas neden bu), programın süresi dolduğunda, başlangıçtaki sübvansiyon öncesi duruma dönülür. Dolayısıyla, 5 yıl süresince kumaşı Türkiye’de satın alan konfeksiyoncuların, Türkiye kumaş fiyatı teşvik paketi dönemi sona erdiğinde tekrar 100’e yükseleceği için, yeniden yerli yerine, Pakistan tedarik kaynağına döner, dolayısıyla programın
cari açıktaki olumlu etkisi geçici olur.
73
Peki, bu paketin cari açıkta sağlayacağı etkinin uzatılması için ne gerekiyor? Cevap: programı bir 5 yıl daha uzatmak. Kalıcı olması için ne gerekiyor? Cevap: cari açığa ithalat-ikame yöntemli kalıcı bir çözüm ancak teşvik
paketinin de “kalıcı” olmasıyla mümkün olabilir (bilhassa sorun işçilik maliyet farkından kaynaklanıyorsa). 2. Aslında daha da karamsar bir senaryo
bile mümkün. Diyelim 5 yıl sonra kumaşı Pakistan’dan da daha ucuza üretebilecek bir Afrika ülkesi ortaya çıktı (örneğin, diyelim Uganda kumaşı 60’a
üretmeye başladı). Üretilen mal roket bilimini gerektirmediği için bu olasılığın ihtimali düşük değil. Ayrıca, bu sadece “teorik” bir senaryo da değil.
Ekonomik koşulların statik yerine dinamik olduğunu biliyoruz: Örneğin, işçilik maliyeti Vietnam ve benzeri ülkelerde daha düşük olduğu ve bu ülkeler
bazı ürünlerin imalatı konusunda gereken uzmanlığı kazandığı için, Çin birkaç sene önce eskiden imal etmekte olduğu bazı ürünlerin imalatından çekilmek zorunda kaldı. Benzeri bir durumun ilerde kumaş sektoründe de yaşanması, bir başka ülkenin bu ara malını daha ucuza üretebilir hale gelmesi olasılığı düşük değil. Bu durum tabii ki teşvik paketi açısından geçicilikten daha da kötü bir senaryo. Böyle bir tecrübe yaşandığında, sadece teşvik paketinin devamlı olarak yenilenmesi gerekmiyor, aynı zamanda, yerli kumaş imalatçılarına verilmesi gereken sübvansiyonun da 20’den 40’a artırılması da şart oluyor, yani programın maliyeti zaman içinde gittikçe artıyor. Üstelik, bu olumsuz gelişme sadece maliyet boyutlu değil, aynı zamanda cari açık boyutu da var. İlk etapta yıllık 20 maliyet karşılığı, cari açıkta senede 80’lik bir küçülme yaşanırken, yıllık maliyet 40’a çıkmakla kalmayacak,
programın cari açıkta yaratacağı olumlu etki de 80’den 60’a düşmüş olacak. Bir başka senaryo da 5 yıl süreci ya da sonunda, diyelim Pakistan para
biriminde olabilecek bir devalüasyon sonucu Pakistan kumaşının dolar fiyatının düşmesi. Bu, örnekler şu gerçeği ortaya çıkarıyor: Yukardaki durumun
gerçekleşmesi düşük bir ihtimal değilse, ki bence değil, zaman içinde hem
programın maliyeti artacak, hem de cari açıkta olumlu olması beklenen etkisi azalacak.
Bence bu analizin yüzeye çıkardığı büyük tablo daha da önemli: Bir ülkenin bir üründe mukayaseli avantajı yoksa, o ürünü mukayeseli avantajı olur
hale getirmek, başlamadan kaybedilmiş bir savaşı temsil edebilyor, bilhassa avantaj/dezavantajın kaynağı işçilik maliyetleri farklarından kaynaklanıyorsa. Aslında, bu sonuca varmak için bir analize bile ihtiyaç yok; fiyatların Pakistan’da 80, Türkiye’de 100 olması zaten bu durumun bir göstergesi oluyor.
Buraya kadar, genel olarak teşvik paketinin “parasal maliyetini” tartıştık.
Ancak, benim görüşümce, söz konusu programın ayrıca ekonomiye olumsuz yan etkileri de var (negatif dışsallıklar). Ölçülmesi çok güç olmasına rağmen, bir ekonomist olarak, bence teşvik paketinin en önemli olumsuz yan
74
etkilerinden birisi, ekonomide kaynak dağılımını verimsizleştirecek olmasıdır. Bildiğimiz gibi, pazar ekonomilerinde kaynak dağılımının verimli olmasının nedeni dağılımın relatif fiyat mekanizması kanalıyla yapılmasıdır. Bu
gerçeğin ışığında, bence sürpriz olan kaynak dağılımının fiyat mekanizması
ile yapılmadığı Sovyetler Birliği gibi merkezi ekonomik sistemlerinin çökmesi değil de, uzun bir süre hayatta kalabilmiş olmasıdır.
Programın sağladığı sübvansiyonların, KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vs. gibi çeşitliliği, benim görüşümce yanıltıcı olarak “programın geniş kapsamlı ve hedeflerinin çok hassas ve dikkatli olarak tanımlanmış olduğu” izlenimini veriyor. Bu faktörlere bir de yatırımların teşvik süresi farklılığı,
sübvansiyonların yatırımların niteliğine bağlı olması (örneğin, teknoloji yoğunluluğu), stratejik olup olmadığı gibi değişkenler de eklendiğinde, teşvik
programının ne derece kompleks olduğu ortaya çıkıyor. Benim görüşümce
bu kompleks yapı paket için bir artı olmak yerine büyük boyutlu bir eksiyi
temsil etmekte. Komplekslik derecesi relatif fiyat mekanizmasına çok yüksek sayıda müdaheleler yapılması anlamına geldiği için tek boyutlu bir sübvansiyon sistemine oranla (diyelim, tüm yatırımlar için eşit vergi indirimi uygulanması), bu programın kaynak dağılımının verimliliğine daha da büyük
hasar yaratıcı niteliğe sahip olduğu anlamına geliyor.
Ayrıca, paketin bu kompleks yapısı, uygulanma ve denetimi açısından bir
bürokratik ve yüksek maliyetli bir kâbusu, ayrıca, istismar edilme ihtimalinin
yüksekliğini artırıyor. Nitekim Sayın Çağlayan bu konuda iş dünyasını uyarma zorunluluğunu hissetti.
TEŞVİK PAKETİ ELEŞTİRİLERİ: SONUÇLAR
Bu noktada, III. bölümün 2. paragrafındaki retorik sorulardan bazılarını hatırlamakta fayda var: Niçin kumaş imalatı Pakistan’da daha ucuz? Bu üründe
Pakistan’ın avantajı varsa, bu durum bir dönemlik sübvansiyonla geri çevrilebilir mi? Perspektif kavramı ağaç yerine ormanı görmek olduğuna göre,
konuya statik yerine dinamik, yani birkaç etaplı olarak bakmamız gerekir: 1.
Fiyatların verdiği mesajları görmemezlikten gelemeyiz; Kumaşın Pakistan’da
daha ucuz olması o ülkenin bu konuda mukayeseli avantajı olduğunu gösteriyor (bence, ürün işçilik ağırlıklı olduğu için). Sübvansiyonlar aracılığıyla
bir ara malı ithal ürününü ilelebet yerli ara malı ürünü haline getirmek, sübvansiyonların da sonsuz süreli olmasını gerektiriyor. Yukarda belirtilen maliyet avantaj batonunun ülkeler arasında el değiştirme niteliğini de hesaba
katarsak, ithalat-ikame programları hem geçici olmaya mahkûm olan, hem
de zaman içinde maliyetlerin arttığı, faydaların azaldığı politikaları temsil ettiği görülüyor. Ara malı ithalat-ikame teşvik programları probleme çözüm
getirmek yerine, en fazla bir yara bandı olduğu için benim görüşümce bir
ülkenin kaynaklarının kullanılması açısından bir “dipsiz bir kuyu”yu, yani is-
75
rafı temsil ediyor. 2. Belli ki yukardaki örnekte Türkiye’nin kumaş imalatı konusunda mukayeseli avantajı yok, ama kumaşı konfeksiyon ürününe dönüştürmekte avantajı var (bence, bu durum ülkenin katma değerinin, dizayn,
moda, yabancı pazarlardaki tüketicilerin tercihini bilme gibi konularda birikmiş insan sermayesinden kaynaklanııyor). 3. Ekonomilerin “statik değil de
dinamik oldukları” kavramını içi boş bir slogan olarak görmemek gerekir.
Bu konuda birkaç örnek: kişisel bilgisayarın icat edildiği ABD’de, bu ürünü
hâlâ imal etmekte olan sadece 2 ABD şirketi var (Dell ve Hewlett Packard).
Yakında bu endüstride sadece Dell kalacak çünkü HP, PC bölümünü satmak üzere. TV de, ABD’de icat edildi. Kaç ABD şirketi hâlâ bu işte? Sıfır, vs.
Peki, cari açığa yapısal çözüm ne olabilir? Bence, Türkiye’nin probleme
yaklaşımı ara malı ithalat-ikame yerine ihracat boyutlu olmalı. Detaylarını
aşağıda sunacağım önerimde tartışacağım gibi, eğer bir ülke “doğru” ürünleri ihraç ediyorsa ihracatın ithalatı karşılama ve benzeri oranları sağlıklı olur.
Bu oranların ülkemizde sağlıksız bir tablo çizdiğini ve durumun zaman içinde gittikçe daha da kötüleşmiş olduğu biliyoruz. Bence, bu veriler, ülkenin “doğru” ürünleri ihraç etmemekte olmasının bir göstergesi olarak yorumlanmalı. Aşağıda önereceğim “doğru” ürünler konusundaki mukayeseli avantajımız uzun vade de geçerli olacağından, bu ihraç ürünleri destekleme politikasının cari açık problemine kalıcı bir çözüm getirme potansiyelinin yüksek olduğuna inanıyorum. Bu iyimserliğimin önemli bir kaynağı, bazı konularda çok şanssız olarak gördüğümüz (örneğin enerji kaynakları) ülkemizin, çok şanslı olduğu alanlarının da olması. Ek olarak şunlar da
iddia edilebilir: 1. Bu ürünlerin gelir esnekliği düşük. İlerde küresel şokların daha sık, daha derin ve daha uzun süreli olma olasılığı göz önüne alındığında, gelir esnekliği düşük ihraç ürünleri olan ülkelerin, bu şoklara karşı
tabii bir savunma sistemi olmuş oluyor. 2. Görüleceği gibi ülkenin mukayeseli avantajı olduğuna inandığım ürünlerinin aynı zamanda bir de şu olumlu niteliği var: kaynakların bu ürünlere kaydırılıp desteklenmesi hem ihracatı artırıp hem de ithalatı azaltacak olması nedeniyle, cari açığa etkisinin sadece ihracata, ya da sadece ithalata odaklanmış bir programa oranla daha
yüksek olacağı muhakkak.
Sonuç olarak, “tekerleği yeniden icat etmemizi gerektirmeyen” ürünlerimizin varlığı, üstelik, bu ürünlerin yukardaki üç maddede özetlenen çok olumlu niteliklerinin olması, ülke için çok büyük bir fırsatı temsil ediyor. Bu ürünler yeterli seviyede desteklendiğinde, hem cari açık konusuna kalıcı bir çözüm getireceğinden, hem de bence daha da önemli olarak, “makro” anlamında ülke ekonomisinin geleceğinin sağlam temellere dayandırılmasını
mümkün kılacağından şüphem yok.
76
ALTERNATİF YAPISAL REFORM ÖNERİSİ:
İHRACAT DESTEKLEME POLİTİKASI
Cari açık problemine ihracat hedefli olarak çözüm getirecek bir yapısal paketin ilk etabı tabii ki ülkenin hangi konularda mukayeseli avantajının olduğunun belirlenmesi olmalı. Eğer söz konusu ürünlerin küresel piyasalarda mukayeseli avantajı uzun vadeli, hatta kalıcı ise, programın başarı derecesi yüksek ve bunun uzantısı olarak da cari açığa getireceği çözüm de kalıcı olur. Tabii, inovasyonların yüksek frekanslı olarak gerçekleştiği (örneğin
teknoloji sektöründe olduğu gibi) bugünün dünyasında bu nitelikli ürünlerin var olabileceğinin sorgulanması normal olur. Yukarda belirtildiği gibi,
Türkiye bazı yönlerden çok şansız bir ülke, ancak biraz düşünüldüğünde ülkenin şanslı olduğu taraflarının da olduğu ortaya çıkıyor. Türkiye’nin küresel pazarlarda üç ana alanda mukayeseli avantajı olduğu, üstelik, bu avantajların uzun vadeli olduğuna kuvvetle inanıyorum. Bunlar: 1. tarım sektörü
(hayvancılık dahil), 2. lojistik kesimi, 3. katma değeri yüksek, dolayısıyla, işçilik yerine, insan sermayesi ağırlıklı olan sektörler.
Avantajın uzun vadeli olmasının en önemli nedeni yukardaki üç sektörün
ürünlerine bugün bile yüksek seviyede olan talebin ilerde daha da artacak
olmasından kaynaklanıyor.
Bu ürünlerin bir başka olumlu özelliği de yakın geçmişteki ihraç ürünleri
yüksek seviyeli ara malı ithalatı gerektirirken, ve ihracatın ara malları ithalatını karşılama oranı seküler bir bozulma trendi göstermekteyken, yukardaki
sektörlerdeki ihraç ürünlerinin ara malı ihtiyacı çok düşük bir seviyede. Bu
demek oluyor ki bu ihraç ürünlerinin desteklenmesi için dizayn edilecek politikalar cari açığı hem ihracatı artırarak, hem de ithalatı azaltarak küçültme potansiyeline sahip. Örnek olarak, yakın geçmişin en önemli ihracat kalemlerinden birisi olan otomobil ürününü, bir tarım sektörü ürünü, diyelim
buğday ihracatı ile karşılaştırıldığında, ihraç edilecek bir otomobil için ithal
edilmesi gereken ara mallarının, buğday ihracatının gerektirdiği ara mallarına kıyasla çok daha yüksek miktarda olduğu şüphesiz. Buğday için gereken ara malları tohum, gübre, kimyasal ilȃçlar vs. Bunların ithal edilmesinin
gerektiğinden bile emin değilim. İthal ediliyor olsalar bile, söz konusu ara
malı ithalatı bir tarım ürünü fiyatının düşük bir oranını oluşturur. Öte yandan, otomobil ara malları ithalatı bir otomobil fiyatının yüksek bir yüzdesini oluşturduğu bir gerçek.
Benzeri bir durum lojistik sektörü için de geçerli. Bu sektör tabii ki hizmet
ihraç etmekte. Bir dağıtım merkezinin, ya da bir limanın sağlayacağı lojistik
ihraç hizmetleri için ne gibi ve ne kadar ara malları gerekebilir? Bu örnekler
cari açık için yapısal çözümün, denklemin ihracat kalemini destekleme yöntemiyle gerçekleştirilmesinin çok daha etkili olacağına işaret etmekte.
77
Son olarak da yukarda bahsettiğim gelir esneklik konusu var. Yukardaki, ülkenin mukayeseli avantajı olan sektörlerinde (bilhassa tarım ve lojistik kesimlerinde) gelir esnekliğinin düşük olduğu bir gerçek. Tabii, bu nitelik bir
ekonomik durgunluk ortamında, bu ürünlere olan talebin önemli derecede düşmeyeceği anlamına geliyor. Küresel şokların yukarda belirtildiği gibi
ilerde daha sık, daha derin ve daha uzun süreli olacağı beklentisi çerçevesinde, bir ülkenin ihraç ürünlerinin düşük gelir esnekliği olmasının önemi
abartılamaz.
Önerdiğim ihraç ürünlerinin desteklenmesi bir sübvansiyon yöntemi yerine altyapı yatırımlarının yapılmasını içerdiği için, relatif fiyat mekanizmasına müdahele eden, dolayısıyla, ekonomideki kaynak dağılımının randımanını düşüren bir niteliği de olmamış oluyor. Bu altyapı yatırımlarının önemli
boyutta olması gerekebilir. Ancak, yaratılan avantajların çok boyutlu niteliği (uzun vadeli, çok düşük miktarda ara malı gerektirmesi, düşük gelir elastikliği, vs.) söz konusu yatırımların çok değerli olacağını ima ediyor (yüksek
seviyeli Net Bugünkü Değeri olan yatırımlar). Ayrıca, bu yatırımların cari açığa çözüm getirmenin ötesinde ekonomide çok önemli ek değerler yaratma
potansiyeli de var (istihdam, dış finansman yükünün azaltılması, büyümenin
dengeli olması, vs.). Bu nedenlerle ihracat destekleme boyutlu bir yapısal
çözüm önerisinin hükümetin ithalat-ikame teşvik programından çok daha
üstün olduğuna inanıyorum.
TÜRKİYE’NİN MUKAYESELİ AVANTAJI OLDUĞU
SEKTÖRLER: TARIM VE HAYVANCILIK
Geçmişte, sanayi modernleşme ile eş tutulmuş olduğu için hor görülmüş
olan tarım sektörünün ürünleri belki de küresel pazarlarda ülkemizin mukayeseli avantajının en yüksek olduğu ihracat alanını temsil ediyor. Türkiye’nin
coğrafya ve iklimine bakıldığında ve dünyanın en önemli tarım ülkesi olan
ABD ile karşılaştırıldığında şu gözlemi yapabiliyoruz: Türkiye, iklim ve coğrafya olarak ABD’de tarımın çok önemli olduğu şu 3 yöresinin kombinasyonunu temsil ediyor. 1. “Dünyanın ekmek sepeti” olarak bilinen ABD’nin
Orta-batısı (İç Anadolu, Güney Anadolu’nun bazı kesimleri), 2. Kaliforniya
(Ege ve Akdeniz bölgeleri), 3. Pasifik Kuzey-batısı (Doğu Karadeniz Bölgesi).
Tarımın önemli olduğu iller sıralamasında 1.olan sadece Konya ilinin (13 milyon dekar) tarım arazisi, Lübnan’ın toplam yüzölçümünü (10.2 milyon dekar) aşıyor.
Hayvancılık sektöründe de benzeri şartlar hâkim. Ülkenin bilhassa Doğu
Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgeleri, hayvancılık açısından çok olumlu
şartları içermesine rağmen, bu kesim ülkenin potansiyeline oranla en cılız
kalmış sektörlerden birisini temsil etmekte.
Dünya nüfusu azalmak yerine artacağına, gıda fiyatları düşmeyeceğine, ta78
rım ürünlerinin gelir elastikliği düşük olduğuna, ve Türkiye’nin tarım konusundaki olumlu arazisi/iklimi değişmeyeceğine göre, ülkenin çok önemli bir
mukayeseli avantajının bu kesim ürünlerinde olduğu ve bu avantajın “kalıcı” bir yapısının olduğu bir gerçek. Dolayısıyla, bu sektörü destekleyecek
politikaların devamlı olarak yenilenmesi gerekmeyeceği anlamına geliyor.
Buna rağmen, tarım ve hayvancılık sektöründe, bilhassa son yıllarda artan
bir dış ticaret açığı söz konusu. 2003-2011 dönemi incelendiğinde, 2005 ve
2006 yıllarında tarımda ufak seviyeli (0.77 milyar $ ve 0.83 milyar Dolarlık)
dış ticaret fazlalarına karşılık, sektörün diğer yıllarda dış ticaret açığı oldu. Bu
açık bilhassa 2008 (2.23 milyar $), 2010 (1.34 milyar $), ve 2011’de (3.52
milyar $), yüksek seviyedeydi. 2003-2011 dönemi toplam tarım kesimi açığı 6.52 milyar Dolar, 2006-2011 arasında ise 7.84 milyar Dolar olarak gerçekleşti. Mukayeseli avantaj açısından bakıldığında bu sektör devamlı olarak ve yüksek miktarda dış ticaret fazlası yaratan bir sektör değilse, bunun
tek nedeni tarımın toplam yatırımlardan hak ettiği payını alamaması olabilir. Şartların bu kadar uygun olması, ülkenin bu kesimde büyük çaplı ve kalıcı mukayeseli avantajı olmasına rağmen ve tarımın toplam istihdamdaki payı
% 25.5 olduğu halde, bu sektörün ülke GSYH’ye sadece % 9’luk bir katkısının olması ilk bakışta şaşırtıcı görünüyor.
Ancak, ülkemizi diyelim Hollanda gibi bir ülkeyle karşılaştırdığımızda bunun
nedeni ortaya çıkıyor: Hollanda’da istihdamın tarımda payı sadece % 4 (tarımın bu ülke GSYH’sine katkısı % 2.7). Ek olarak, Türkiye’de tarım sektörü dış ticaret açığı verirken, Hollanda yılda 55 milyar Dolarlık tarım ihracatı ile dünya üçüncüsü (ABD ve Fransa’dan sonra) ve Hollanda tarım sektörü kronik dış ticaret fazlası veriyor. Nitekim ülkenin tarım ihracatı toplam ihracatının % 15’i civarında. Daha da önemlisi, Hollanda’nın tarım dış ticaret fazlası, toplam dış ticaret fazlasının % 42 - % 48’ini oluşturuyor (20052011). Hollanda tüm dünya domates ihracatının % 25’inden, salatalık ve
biber ihracatının 1/3’ünden sorumlu. Hollanda tarımdaki bu başarısını tarıma elverişli arazisi sadece 908 bin hektar (dünyada 108.) olmasına rağmen
(Türkiye’nin tarım arazisi 24 milyon hektar, yani 25 misli daha büyük (dünyada 6.)) gerçekleştirebiliyor. Tarımın bir parçası olan hayvancılık alanında
Hollanda’nın üstünlüğü çok daha yüksek. Bu karşılaştırma sonuçlarının tek
taraflı olarak Hollanda lehine olmasının nedenleri ortada: Hollanda’nın tarıma makine ve diğer yatırımları yapmış olması, en son teknolojik tarım metodlarını uygulaması, gübre ve zirai ilaç kullanımında Türkiye’nin çok ilerisinde olması, vs. Bu durum bilhassa, verimlilik istatistiklerinde görülüyor, örneğin hektar başına tahıl verimliliği (100 kg. olarak), Türkiye’de 25.7 iken
Hollanda’da 85.9. Hollanda/Türkiye karşılaştırması, gereken yatırımlar yapıldığında Türkiye’nin bu alandaki potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu göstermekte.
79
Yatırım eksikliğinin bir göstergesi sektörün yeterli seviyede sermaye bulamamasıdır. Nitekim, bunun bir örneğini tarım kredilerinin çok düşük seviyede olması gösteriyor. BDDK verileri çiftçilerin borçlarını ödeme kültürlerine sahip olduklarını ve verilen kredilerin takibe dönüş oranının ülke ortalamasına oranla düşük olduğunu gösteriyor. Buna rağmen, tarım sektörünün toplam banka kredilerindeki payı sadece % 4. Benim görüşümce, tarımın milli gelire katkısının istihdamdaki payı % 25.5’ken sadece % 9 olması
başlı başına ekonomik politika hatalarını temsil etmekte. Bunun ötesinde,
bir de, sektöre sağlanan kredinin bu rakamla bile orantılı olmaması, ekonomik yöneticilerin tarım kesiminin önemini kavrayamayıp, belki de yanlış olarak sanayileşmeyi modernleşmeyle eş tutup, tarımı ihmal etmiş olmalarının
bir göstergesi oluyor. Hiçbir ülkenin, ekonomisinin hiçbir kesimini haksız,
önyargılı, ve irrasyonel olarak olarak tercih ya da ihmal etme lüksü olamaz.
Yöneticilerin tek hedefi, ülkenin refah seviyesini en yüksek seviyeye getirecek ekonomik politikaları uygulamak olmalı.
Tarım ürünleri ihracatının desteği için gereken altyapı yatırımları barajlar,
yollar, modern tarım makinelerini (biçerdöğer, tarım kombinaları), siloları,
vs. içermekte. Ayrıca, modern tarım teknoloji uygulamalarının gerçekleştirilmesi de gerekiyor (tohum, gübre, kimyasal ilaçlar, vs. gibi konularda). Bu
yatırımlar genellikle hem maliyet açısından önemli boyutlu, hem de meyveleri ancak uzun vadede görülebilecek nitelikli. Ancak, tarımın cari açık problemine kalıcı bir çözümü temsil etmesi, sektörün küresel ekonomik dalgalanmalara karşı ayakta kalıcı niteliği, ve gereken yatırımların pozitif dışsallığı
olması, ihracatı destekleyecek altyapı yatırımlarının zaten devlet tarafından
yapılması gerektiğini gösteriyor. Ayrıca, söz konusu yatırımların teşvik paketinin tersine fiyatlara müdahele etmeyerek kaynak dağılımının verimini düşürmediği, ve yine teşvik paketinin tersine, maliyetlerinin kolayca belirlenebilecek niteliği olması gibi ek faktörler de göz önüne alındığında bu yatırımların ekonomi için yüksek seviyede değer yaratacağı bir gerçek.
Tarım kesimi yatırımlarının yukardaki tüm olumlu niteliklerine ek olarak, çok
önemli olduğuna inandığım için bilhassa vurgulamak istediğim bir başka cazip yönünün de minimum miktarda ara malı ithalatını gerektirdiği. Bunun
önemi şu: önerdiğim tarım ihracat destek politikaları cari açıkla iki boyutlu
olarak savaş edebilecek: bir, ihracatı artırarak, iki, ithalatı azaltarak. Üstelik,
yukarda bu ürünlerin ihracat yönlü olarak cari açığa kalıcı bir çözümü temsil
ettiğini de belirtmiştim. Tabii ki söz konusu ürünlerin desteklenmesi cari açığa aynı zamanda ithalat boyutlu olarak da kalıcı bir çözümü temsil etmekte.
Ülkemizin tarım sektöründe küçük parçalı arazi sistemi hâkim. 3-5 dönümlük arazilerde yüksek teknoloji kullanacak tarım metodlarının uygulanması
mümkün olmayacağına göre, yapılması gereken yapısal değişiklikler, ölçek
ekonomi faydalarının gerçekleşeceği boyutlu arazilerin oluşmasını mümkün
80
kılacak hukuki altyapı reformalarını da içermek zorunda. Yine Hollanda’ya
bakarsak, bunun gerçekleşmiş olmakla kalmayıp bir trend haline gelmiş olduğunu da görüyoruz. Örneğin, bir kişinin çalıştığı tarım “girişimlerin” sayısı 2001 yılında 55 bin iken (toplam girişim sayısı 90 bindi), ve bu rakam
2006’da 44 bine düşerken, 5-10 kişinin çalıştığı tarım şirketleri sayısı aynı
dönemde 3.000’den 3.500’e çıktı.
Bu arada hemen şunu da belirtmek isterim: Tarım konusundaki yukardaki
olumlu faktörlerin neredeyse tümü aynı zamanda ülkenin mukayeseli avantajı olduğuna inandığım diğer iki sektör için de geçerli (lojistik ve yüksek
katma değerli ürün ve hizmetler). Dolayısıyla, bu sektörlerle ilgili tartışmam
kısa olacak.
Yapılacak tarım (ve diğer mukayeseli avantajımız olan ürünler) için gereken
altyapı yatırımlarının miktarını bölgeye bağlı olarak belirleyip, teşvik paketinin içerdiği bölgesel eşitsizliklerin elimine edilmesi hedefi önerdiğim program çerçevesinde de gerçekleştirebilir. Dolayısıyla, önerdiğim ihracatı destekleyen yapısal değişikliklerin teşvik paketinin her iki hedefini de karşılayabilecek bir kapasiteye sahip olduğu bir gerçek.
TÜRKİYE’NİN MUKAYESELİ AVANTAJI OLAN SEKTÖRLER:
LOJİSTİK
Ülkenin tabii kaynaklardan nasibini almamış olduğu bir gerçek. Ama bir bakıma, ticaret açısından çok stratejik bir pozisyonda olması, ülkenin tarıma
uygun olan iklim/arazisiyle birlikte belki de en önemli tabii kaynağını temsil
etmekte (THY’nin en azından büyüme konusundaki başarısı, bence bu mukayeseli avantajdan kaynaklanıyor). Ülkenin dünya coğrafyasındaki stratejik
pozisyonu değişmeyeceğine göre, bunun yarattığı lojistik konulu mukayeseli avantajın da tarım sektöründe olduğu gibi kalıcı olacağı şüphesiz. Ancak
ihracat hizmetleri açısından ülkenin bu mukayeseli avantajını değerlendirebilmesi için tarım sektöründe olduğu gibi lojistik alanında da gereken altyapı yatırımlarını yapılması şart. Bu yatırımlar hava ve deniz limanları, hızlı tren, dağıtım merkez ve depoları, ve lojistik yazılım yatırımlarını kapsıyor.
Tarım konusunda tartışılan tüm olumlu faktörler (ara malı ithalatının gerekmemesi/minimum olması, yatırımların pozitif dışsallığı içermesi, kaynak dağılımı konulu olumsuz yan etkilerinin olmaması vs.), bu kesim için de geçerli olduğu için bunları tekrarlamayacağım.
TÜRKİYE’NİN MUKAYESELİ AVANTAJI OLAN SEKTÖRLER:
KATMA DEĞERİ YÜKSEK ÜRÜNLER
Bu ürünler dizayn, yazılım, ar-ge, teknoloji, tıp servisleri (tıbbi turizmin keşfedilmiş olması bu alandaki avantajımızın bir göstergesi oluyor) gibi alanları
içeriyor. Bu ürünler için gereken altyapı yatırımlarının tümü eğitim sahasın-
81
da. Bir kısmını aşağıda tartışacağım çeşitli nedenlerle üç mukayeseli avantaj alanımız arasında, eğitim konulu altyapı yatırımlar belki de en güç olanı.
Ülkedeki eğitimin seviyesinin daha yüksek kaliteli olmaması büyük bir muammayı temsil ediyor. Ekonomist olarak şuna inanırız: eğer bir toplum herhangi bir konuyu önemli bulursa ve o konunun gelişmesi için gereken kaynakları sağlarsa, o ürün yüksek kaliteli olarak üretilir. Maalesef, ülkedeki aileler ana okuldan başlayarak çocuklarının eğitimine yüksek miktarda para
harcamalarına rağmen, bunun sonucu olarak ortaya çıkan “eğitim ürünü”
yeterli kalitede değil. Nitekim, hepimizin aşina olduğu “genç ve eğitilmiş bir
nüfusumuz var” klişesini her duyduğumda, ben şahsen “genç ve diplomalı
bir nüfusumuz var” şeklinde düzeltiyorum.
Örneğin, okullar “gereken eğitimi” sağlıyor olsalar, başka ülkelerde yaygınlığı ve hâkimiyeti Türkiye’deki önemine yaklaşmayan bir dershane endüstrisi nasıl var olabilir? Aslında, bu endüstri bence eğitim vermiyor, öğrencilere sadece sınav geçme “sanatını” öğreterek, “sistemi nasıl yenebileceklerini (delebileceklerini) gösteren” kısa yollu bir “hile”yi temsil ediyor.
Dershaneler gerçek anlamlı bir eğitim sağlamadığı için yukarda bahsettiğim
“yüksek katma değerli ürünlerin” oluşmasını ve küresel pazarlarda rekabet
edebilecek bir düzeye ulaşmasını sağlayamaz.
Kaliteli eğitimin yoksunluğundan tabii ki çok boyutlu nedenler sorumlu.
Kısmi bir liste şunları içeriyor: yüksek eğitim masraflarına rağmen, öğretim
üyelerinin maaşlarının düşük olması, ve bu nedenle akademisyenlerin bilimsel aktiviteler yerine ek gelir sağlayacak ticari aktivitelere girmeleri (danışmanlık gibi), araştırma kültürünün oluşmamış olması, maaşların öğretim sahasındaki piyasa koşullarını yansıtmaması (örneğin, tüm asistan profesörlerin, hangi dalda olursa olsunlar, maaşlarının aynı olması), eğitim kültürünün temel ilişkileri anlama yerine, ezber sistemine odaklanmış olması, vs.
Benim görüşümce bunlara ek olarak, kaliteli eğitime bir başka engel de eğitimde verilmesi gereken en küçük detay seviyesindeki kararların bile üniversitelerin elinden alınıp merkezileştirilerek, üniversitelerin inisiyatif gösterme ve inovasyon yapmalarını önleyen ve verimsiz bir mikro-yönetimi temsil eden YÖK sisteminin varlığı. Örneğin, bir üniversitenin yeni bir ders başlatması ancak uzun bir süreç alan YÖK onayıyla mümkün oluyor. Ayrıca, bu
sistem üniversiteleri politikleştirerek (rektör seçimleri gibi) eğitim kalitesini
olumsuz yönde etkiliyor.
Ancak, engeller ne olursa olsun, katma değeri yüksek ürünlerin oluşması,
ülkenin katma değeri yüksek olan işçilik yerine insan sermayesi ağırlıklı sahalarda küresel platformda rekabet edebilmesi için kaliteli bir eğitim altyapısının kurulması şart. Toplumun eğitime gereken mali kaynakları tahsis etmesine, ve çalışkanlık ve zekâ boyutlu olarak öğrencilerin yeterli kalitede
82
hammadde sağlamalarına rağmen, kaliteli insan sermayesi birikiminin gerçekleşmemesi sadece dış ticaret/cari açık boyutlu olarak değil, aynı zamanda, ülkenin geleceğinin sağlam temellere dayanması açısından da bu konunun ülke gündeminin en üst sıralarında olması gerekiyor.
Bu arada, detaylarına girmeden Hindistan’ın en azından kısa vadeli olarak
kaliteli eğitim konusunda başarılı bir yeni sistem geliştirmiş olduğunu belirtmek isterim. Bu sistemin başarılı olduğunu şu örnek göstermekte: eskiden
sayılı ABD ilaç şirketi ilaçlarının imalatı için Hindistan’ı dış kaynak olarak kullanırlardı. Şimdi, buna ek olarak, sektördeki bazı şirketler Hindistan’ı ar-ge
konusunda da dış kaynak olarak kullanmaya başladı.
CARİ AÇIĞA YAPISAL ÇÖZÜM: TEŞVİK PAKETİ Mİ,
İHRACAT DESTEKLEME POLİTİKASI MI?
Cari açık probleminin kronikleşmiş olduğu ve standart makro politikalarla
çözülebilme seviyesini aşmış olması nedeniyle, muhtemel bir çözümün ancak yapısal bir yaklaşımla mümkün olabileceği konusunda bir görüş birliği olduğunu sanıyorum. Nitekim, Nisan başında hükümet problemin çözümü için yapısal nitelikli bir “Teşvik programını” açıkladı. Söz konusu program cari ȃçık problemini, ithal edilen ara mallarının sağlanacak sübvansiyonlar kanalıyla yerli pazarlarda üretilmesi, dolayısıyla ithalatı azaltmak yöntemiyle çözmeyi öneriyor. Hükümet, problemi niçin denklemin ihracat kalemi yerine, ara malı ithalat-ikamesi yoluyla çözmeyi tercih ettiğini açıklamadı (ve bu bu konu medya ve iş dünyası tarafından sorgulanmadı). Benim görüşümce, teşvik paketi yukarda tartıştığım çok sayıda nedenlerle probleme
kalıcı bir çözümü temsil etmiyor, aynı zamanda, önemli derecede belirsizlikleri de içeriyor (bihassa maliyet konusunda). Ayrıca, bu programın ekonomide olumsuz yan etkiler yaratma ihtimali yüksek (kaynak dağılımının verimsizleşmesi gibi).
Bu yazıda alternatif bir yapısal yaklaşımı temsil eden ve ülkenin hem bugün
hem de ilerde mukayeseli avantajı olacak olan alanlardaki ihracat mallarının üretiminin desteklenmesini öneren yapısal bir reform programını detaylı olarak sundum. Benim görüşümce, önerdiğim bu program teşvik paketinin eksik ve yanlışlıklarından yoksun olmakla kalmıyor, aynı zamanda, hem
cari açık probleminin çözümü için hem de ekonominin geleceği için sağlam
bir temel de oluşturma potansiyeline sahip.
İki program karşılaştırıldığında, önerdiğim programın üstünlüğünü şu özellikleri gösteriyor: önerdiğim yapısal yaklaşımın cari açık üzerindeki etkisi geçici yerine kalıcı nitelikte, hem devamlı yenilenmesi gerekmeyen hem de yenilemenin içerdiği maliyet belirsizlikleri olmayan bir program, cari açık ile
hem ihracat hem de ithalat yönlü olarak mücadele eden bir yapısal program olduğu için buna bağlı olarak da cari açığa etkisinin yüksek boyutlu ol83
ması beklenmeli, desteklenmesini önerdiğim ihraç ürünlerinin küresel ekonomik şoklara hassasiyeti düşük, önerim relatif fiyat mekanizmasının işlemesine müdahele etmiyor, dolayısıyla, kaynak dağılımını verimsiz yönde etkilemiyor, ve öngörülen yatırımların maliyetinin belirlenmesi nispeten kolay.
Son olarak da teşvik paketine oranla, basit bir reform paketi olduğu için uygulanması büyük bir bürokratik yapıyı da gerektirmiyor. Onerdiğim programın yukardaki olumlu yönlerinin olması üç ana faktöre dayanıyor: 1. Söz konusu ihracat ürünlerindeki ülkenin mukayeseli avantajının çok uzun bir süre
için geçerli olacak olması. 2. Desteklenmesi önerilen ihraç ürunlerinin düşük oranlı ara malı ithalatına ihtiyacı olması, ve düşük gelir elastikliklerinin
olması. 3. Programın, öngördüğü yatırımların ortak noktası, pozitif dışsallıkları olan yatırımlar olduğu için zaten devletin yapması gereken altyapı yatırımlarını temsil etmesi.
84
Ekonomi Forumu - II
Tartışma Özeti
BÜYÜME PARADİGMASINI SORGULAMAK
Panelin konuşmacısı Vefa Tarhan’ın sunumunda öne çıkan ‘büyüme paradigmasının sorgulanması’ teması, katılımcıların üzerinde en çok tartıştığı
konu olmuştur. Bu tartışmaya geçmeden önce Tarhan’ın yaklaşımını kısaca hatırlamak yararlı olabilir.
Ekonomik büyüme olgusunun birçok kişi tarafından olumlu karşılandığına dikkat çeken Tarhan, aslında büyümenin kendiliğinden iyi bir gelişme
olarak görülmemesi gerektiğini iddia etmektedir. Büyümenin olumlu ya da
olumsuz bir işaret olduğuna karar verilirken mutlaka bunun nasıl bir büyüme olduğu sorusu sorulmalıdır. Bir ekonomik büyüme gözlenirken bunun
neye rağmen gerçekleştiği mutlaka analiz edilmelidir. Dolayısıyla, büyümenin kendisi doğrudan ekonomik bir başarı sayılmayacağından, bir ülke için
ne olursa olursun büyüme stratejisi izlemek doğru bir ekonomik tercih değildir. Nasıl ki özel bir şirketin temel önceliği satış artışından ziyade karlılığı arttırmaktır, bir ülke ekonomisinin de temel önceliği de yalnızca büyüme
olmamalıdır.
Türkiye ekonomisi özelindeki temel problemlerden biri yüksek büyüme hızının cari açık verilerek gerçekleşmesidir. Bilindiği gibi bir ekonomi ne kadar hızlı büyürse, bu büyümeyi finanse edebilmek için o kadar çok kaynağa ihtiyaç duyacaktır. Bu ihtiyacın karşılanması için ülkenin sıcak para çekme politikası ise ister istemez cari açık sorununu beraberinde getirecektir.
Türkiye’de de son on yılda genel olarak bu yöntem izlenmiştir. Örneğin son
krizde Körfez sermayesinin Türkiye’ye girmesinin ekonomi üzerinde büyük
etkisi olmuştur. Ancak bu sıcak paranın ülkeden ne zaman gideceği belli olmadığı için ekonomik öngörülebilirlik tehlikeye girmektedir.
Türkiye’de büyüme paradigmasının gizlediği önemli bir başka sorun ise
mali disiplinsizliğin aynen devam etmesidir. Örneğin son derece adaletsiz
olan vergi sisteminin düzeltilmesi yönünde herhangi bir adım atılmamıştır.
Gelişmiş ülkelerdeki durumun tam tersi bir oranda, Türkiye’de dolaylı vergiler toplam vergilerin yüzde70ini oluşturmaktadır. Yani zengin ile fakirden
fiilen aynı oranda toplanan vergiler, vergi gelirinin büyük kısmını karşılanmaktadır. Özellikle gelir vergisi denetimini arttırmadan bu sorunu çözmek
pek mümkün gözükmemektedir.
Katılımcıların bir kısmı yukarıda Vefa Tarhan tarafından çizilen büyüme paradigmasının eleştirisini desteklemiş ve bu sorunun yalnızca Türkiye değil
85
dünya ölçeğinde de geçerliği olduğunu belirtmiştir. Dünya üzerindeki çoğu
ülkenin benzer büyüme stratejileri izlemesi kısa sürede dünya kaynaklarının
tükenmesi anlamına gelecektir. Örneğin Çin ve Hindistan gibi kalabalık ülkelerin yaşam standartlarını Amerikan ortalaması düzeyine çıkarması muhtemelen dünya kaynaklarını kısa sürede yok edecektir.
Ekonomik büyüme paradigmasının sorgulanması fikrine katılımcıların çoğunun belirli ölçülerde destek verdiği söylenebilirse de, iki alanda buna itiraz
gelmiştir. Şimdi bu iki alanı kısaca özetlemeye çalışalım. İlk olarak siyasetin
ekonomi üzerindeki rolünü vurgulayan itirazı, daha sonra ise ekonomik büyümenin artık kaçınılmaz bir hal aldığı itirazını inceleyelim.
Siyasetin Ekonomi Üzerindeki Rolü
Ekonomik büyüme paradigması sorgulanırken kullanılan temel argümanlardan biri olan kaynaklar tükendiği zaman kriz kaçınılmaz olur söylemi bazı katılımcılar tarafından fazla determinist bulunarak eleştirilmiştir. Türkiye’deki
muhalefet partilerinde de sıkça gözlenen bu determinist yaklaşımının temel
problemi, ekonomik büyüme sürecinde siyasetin rolünü görmezden gelmesidir. oysa ki, siyasal iktidarların bazı politik hamleleri ekonomik krizi savuşturabilir ya da krizin etkilerini minimize edebilir. Örneğin, Türkiye’de de sıkça gerçekleşen özelleştirme bu hamlelere iyi bir örnek olarak gösterilebilir.
Devletin sahip olduğu bazı varlıkların satışıyla birlikte gelen parayla yeni bir
kaynak yaratılabilir ve ekonomideki istikrar korunabilir. Benzer şekilde, hükümetin uygulayacağı vergi politikası da bütçe açığını kapamada bir yöntem
olarak kullanılabilir. Örneğin bir yandan vatandaşın kaçış şansı olmayan dolaylı vergiler arttırılırken, diğer yandan sosyal harcamalar kısılabilir. Eğitime
ya da sağlığa daha az para ayrılması ile bütçe dengelenebilir.
Siyasal iktidarın bir başka ekonomik hamlesi olarak düşünülebilecek devlet teşviki konusu ise tartışmacılar arasında farklı açılardan ele alınmıştır.
Katılımcılardan bir kısmı, devlet teşvikinin çoğu zaman gerekli olduğunu ve
bu tip teşviklerin dünya üzerindeki pek çok ülke tarafından sıkça kullanıldığını belirterek teşvik fikrine destek verirken; diğer bir kısmı teşvikin bütçe
üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmiştir. Teşvik konusunda üzerinde
durulan önemli bir diğer nokta ise teşvikin hangi alanlara, ne oranda ve ne
sebeple verileceği sorunudur. Devlet teşviklerinin stratejik bir amaç doğrultusunda belirlenmesi ve bütçeye maliyetinin ne olacağı hakkında uzun vadeli planlar yapılması genel kabul gören bir yaklaşım olmuştur. Dolayısıyla
teşvik hamlesi siyasal iktidar tarafından ekonomi üzerinde önemli etkiler doğurabilecek bir araç olarak kabul görmektedir.
Kaçınılmaz Bir Süreç Olarak Büyüme
Ekonomik büyüme paradigmasının eleştirisi temasında dile getirilen ikinci bir itiraz noktası ise, Türkiye ekonomisinin artık geri dönülemez bir sü86
reç içerisine girdiği ve yakın bir gelecekte büyüme dışında bir yol izleyemeyeceği iddiasıdır. Türkiye ekonomisinin temel unsurlarından olan dezenflasyon ve sıkı para politikası uygulaması gibi deneyimler büyümenin dışında bir
yol izlenmesini artık imkansız hale getirmiştir. Örneğin enflasyonun ve faiz
oranlarının düşmesi ülkedeki üretim ve yatırımın artmasına neden olmuştur.
Ayrıca, bu çerçevede cari açık ve büyüme arasındaki ilişkiye işaret edilerek,
cari açık verilmeden büyümenin imkansız olduğu belirtilmiştir. Yaklaşık on
yıl öncesine kadar yüzde5’in üzerindeki cari açık rakamları tehlikeli görülürken, bugün büyümenin etkisiyle yüzde6-7 oranındaki cari açık sürdürülebilir görülmektedir.
Büyüme Paradigmasına Alternatif Öneriler
Panelin tartışma kısmında konuşulan önemli bir diğer konu başlığı Türkiye
ekonomisi için büyümenin yerine uygulanabilecek alternatif programlardır.
Panelin konuşmacısı VefaTarhan Türkiye’nin ekonomik olarak güçlü olduğu
alanlara yönelmesini önermiştir. Bu teze göre, Türkiye örneğin tarım ve lojistik gibi alanlarda kendini geliştirebilir. Ya da çeşitli yüksek katma değer getiren ürünlerin üretimine ağırlık verilebilir. Ancak katılımcılardan bazıları bu
noktada tarımsal üretimin tek bir tarzı olmadığına dikkat çekmiştir. Tarımsal
üretimin toptan artışı yerine daha avantajlı tarımsal ürünlere odaklanılması
gerektiği dile getirilmiştir. Bu tip avantajlı ürünler örneğin sermayeye yönelik olandır. Ortaya atılan başka bir fikir ise Türkiye’nin henüz çok öne çıkmadığı bilgi teknolojileri üretimidir. Türkiye bu alana yatırım yaparak ekonomide bilgi teknolojileri üretiminin payını arttırabilir.
Büyüme paradigmasına alternatif olarak düşünülmese de, katılımcılardan
bir kısmı Türkiye ekonomisindeki kayıt dışı sorununa değinmiştir. Hatta bu
görüşe göre büyüme paradigmasının bir sonucu olarak görülen pek çok
olumsuzluk, kayıt dışı ekonominin kayıt içine çekilmesiyle kendiliğinden çözülebilir. Kayıt dışı ekonomi kayıt alına alınabilirse, vergi sistemindeki sorunların önemli bir kısmı çözülebilir ve vergi devletin asli geliri olduğu için bütçe açığı önlenebilir. Hatta büyüme olgusu bir ekonomiyi ister istemez kayıt
altına doğru iten bir güç olarak bile görülebilir. Kayıtlı ekonomideki olumlu bir diğer etki de tasarrufun artacak olmasıdır. Bu yaklaşıma göre Türkiye
ekonomisindeki sorunların büyük kısmı büyümeden değil, kayıt dışılıktan
kaynaklanmaktadır.
87

Benzer belgeler