Bu sayının PDF formatını etmek için tıklayın

Transkript

Bu sayının PDF formatını etmek için tıklayın
Kızıl Bayrak
Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete
» “Kuvvetler ayrılığı”
üzerine...
Ö
zel mülkiyet ve ücretli
emeğin sömürüsüne dayalı
kapitalist sistemin çıkarları
söz konusu olunca, kuvvetler tam bir
birlik içinde hareket ederler. Olağan
dönemlerde burjuvazinin siyasal sınıf
iktidarının “demokratik şalı” işlevi gören
kuvvetler ayrılığı kuralı, egemen sınıflar
arasındaki iktidar paylaşımı
kavgalarında, önemli bir rol oynar. Ancak
işçi sınıfı ve emekçilerle çatışma söz
konusu olduğunda, bu kuvvetler tam bir
birlik içinde hücuma geçerler. Zira ayrı
olduklarında da birlik olduklarında da bu
kuvvetlerin varlık nedeni, iktidara
egemen olan burjuvazi çıkarlarını
savunmaktır. (s.3)
www.kizilbayrak.net
Sayı: 2014 / 01 • 03 Ocak 2014 • 1 TL
11 Ocak’ta Ankara’ya!
DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, “Bozuk düzende sağlam çark olmaz!” şiarıyla 11 Ocak’ta
Ankara’da miting yapacağını duyurdu. Neo-liberal saldırılara, yolsuzluk ve yağma
düzenine “Artık yeter!” demek ve hesap sormak için Ankara’da buluşalım.
» 2013: İşçi sınıfı öfke
biriktirdi!
G
eride bıraktığımız yıl boyunca,
kapitalist sömürüye,
baskılara, kölece ve kuralsız
çalışma koşullarına karşı sınıf bölükleri
sürekli bir eylem içerisinde bulundular.
Sömürünün geldiği boyutla bağlantılı
olarak işçi sınıfının saflarında biriken
hoşnutsuzluk, kin ve öfke sınıfı çeşitli
eylem biçimlerine itti.
2013 yılı; Türkiye’nin birçok sanayi
havzasında ve hatta kent merkezlerinde
yaygın işçi direnişlerine, grevlere ve
eylemlere sahne oldu. Bu tabloyu birçok
sanayi havzasında artan yoğun bir
örgütlenme eğilimi tamamladı. (s.14-15)
»
Hayatımızı ve ekmeğimizi çalan, geleceğimizi karartıp
saltanatlar kuran haramiler, birbirlerine düşünce tüm
pisliklerini ortalığa saçtılar. Böylelikle milyonları kölece bir
yaşama mahkum edenlerin milyon milyon götürdüğü
anlaşıldı. Dinden imandan söz edip milyonlara ahlak dersi
vermeye kalkanların, “dünya nimetleri” için her türlü
ahlaksızlığı ve düşkünlüğü yaptıkları açığa çıktı.
Bu yolsuzluk, çürüme ve kokuşma ne sadece AKP’ye aittir,
ne onunla başlamıştır. Çürüme, kokuşma kurulu kapitalist
sömürü düzenin mayasında vardır. Çünkü bu düzen emeğin
gaspı üzerine kuruludur. Her türlü rant ve yolsuzluk da
KESK genel kurulları üzerine / 1 - SKE » s.16-19
»
milyonlarca emekçinin yarattığı zenginliklerin yeniden pay
edilmesinden başka birşey değildir. Burjuva devlet aygıtı,
emperyalizm ve tekelci burjuvazi için, bu soygun çarkının
sorunsuzca çalışması için vardır.
Hırsızların hizmet ettiği bu kapitalist yağma düzenine
karşı alanlara çıkmaya hazırlanıyoruz!
AKP’si, cemaati ve bilumum işbirlikçisinin hizmet ettiği
emperyalizm ve burjuvaziye karşı birleşiyoruz!
Geleceğimizi ve hayatımızı haramilere bırakmamak için
11 Ocak’ta yüz binler olup bir sel gibi Ankara’ya akıyoruz!
2013: Kriz, çatışma, savaş, direniş... » s.23
Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim!
Dinci-gericiliğin 2013’ün son günlerine damgasını
vuran iç iktidar kavgası sürüyor. Gerici koalisyon artık
dikiş tutmayacak şekilde parçalanmış durumda.
Cemaatin yargı ve polisteki gücünü kullanarak 17
Aralık’ta gerekleştirdiği ve aralarında üç bakan
oğlunun da içinde olduğu yolsuzluk operasyonu ile
tüm dünyanın gündemine oturan dalaşma, hükümet
kanadının polis şeflerini görevden almasıyla devam
etti. Polis teşkilatındaki bu operasyon yeni yılın ilk
günlerine kadar sarktı ve son rakamlara göre bu
tasfiyeden 700 civarında polis nasibini aldı. AKP
bununla da yetinmedi; kolluk yönetmeliğini
değiştirerek soruşturmada amiri bilgilendirme
zorunluluğu getirdi.
Çivisi çoktan çıkmış devlet yapısı
Yönetmelik hamlesi aynı zamanda savcılar
üzerinden yargıyı, dalaşmada cemaatin en güçlü
olduğu cepheyi de etkiliyordu. Cemaatin ikinci hamlesi
ise Tayyip Erdoğan’ın oğlunu da kapsayan yeni bir
yolsuzluk operasyonuydu. Fakat emniyetteki görevden
almaların işe yaramış olduğunu, gerek polis gerekse
jandarmanın savcılığın talimatlarını yerine
getirmemesiyle görmüş olduk. Bu, başsavcılık
tarafından yalanlanmış olsa da bizzat ilgili savcının
adliye önünde dağıttığı basın bildirisi ve AKP iktidarını
suçlayan açıklamasıyla ilan edildi.
Bu arada yargı cephesinde, Erdoğan’ın referandum
yoluyla şekillendirdiği HSYK’yı hemen her konuşmada
suçlaması, hatta işi “elimde olsa HSYK’yı ben
yargılardım” diyecek boyuta vardırmasıyla kavga iyice
kızıştı. HSYK ise kolluk yönetmeliğindeki değişikliğin
anayasa ihlali anlamına geldiği uyarısı yaparken,
Danıştay da yönetmelikteki değişikliği iptal etti.
AKP’nin öteki bir hamlesi ise teşhir olmuş bakanları
istifa ettirmek ve parti içindeki açık cemaat destekçisi
milletvekillerini kovmaktı. Fakat denebilir ki en büyük
yarayı da bu hamle sırasında aldı. TOKİ’lerdeki vurgun
ve talanın yürütücüsü konumundaki Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan Bayraktar giderayak, Erdoğan
tarafından “rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu
bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni
rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız şeklinde”
kendisine baskı yapıldığını, soruşturma dosyasındaki
imar planlarının doğrudan Erdoğan’ın onayıyla
yapıldığını, dolayısıyla Erdoğan’ın da istifa etmesi
gerektiğini söyledi. Haliyle pisliğin üzerini kapatmakta
ne istifa ettirmeler, ne de yeni kabine revizyonu bir işe
yaradı. Tam tersine bu hamle, AKP’yi ve şefini rezil
etmede polis ve yargı alanındaki operasyonlardan
daha fazla etkili oldu.
Dalaşmanın ön hatları
Dinci güçler arasındaki iktidar kavgası, bakanların
gecikmeli olarak istifa etmesinden ve kabine
revizyonundan itibaren, ağırlıklı olarak tarafların
medya alanındaki kalemşörleri ve program yapımcıları
üzerinden devam ediyor. Şimdilik ön hatlarda bu
alanda ne kadar yandaş, yalaka, yiyici yazar-çizer,
televizyoncu varsa canhıraş bir çarpışma halindeler.
Kokuşmuşluğun bini bir para. Kavganın sahnesi ise
oldukça geniş. Sadece doğrudan taraflara ait basın
kuvvetleri değil, burjuva medyanın tüm TV, gazete,
internet vb. yayın organları bu dalaşmanın arenası
durumunda. Buralarda eski kirli çamaşırlar ister
istemez etrafa saçılıyor. Bir yandan da dualarbeddualar, camilerdeki taraflaşmalar yansıyor
ekranlara.
İlginç olan kavganın kendisi veya ortalığa saçılan
pisliğin boyutları değil aslında. Çünkü dinci
koalisyonun 11 yıllık iktidarı boyunca hem sürekli
olarak açık veya örtülü bir iktidar ve rant çekişmesinin
eşlik ettiği, hem de bunun devasa boyutlarda bir
hırsızlık olanağı sunduğu ve servetin kitlesel el
değiştirmesine yaradığı belliydi. Bunun toplumun
burjuva ideolojilerin etkisi altındaki yığınlardan
bugüne kadar gizlenmesi de zor değildi. Nihayetinde
koalisyonun gerici güçlerini bugüne kadar birlikte
davranmak zorunda bırakan karşıt dengeler vardı.
Rejimin geleneksel güçlerinin altedilmesi bunların
başında geliyordu. Emperyalist efendilerin icazetinin
ve tekelci burjuvazinin zımni desteğinin başlıca nedeni
olan kitle desteğini elde tutup büyütmek sıkı bir
işbirliği gerektiriyordu. Oy desteği korunmadan, tek
başına hükümet, bu olmadan ekonomide sıcak para
akışına dayalı göreli “istikrar”, onsuz da devlette
kurumsallaşıp iktidarlaşma mümkün olmazdı.
Bunların ve bir dizi başka etkenin zorunlu kıldığı sıkı
işbirliği 2012’nin başlarında MİT başkanının ifadeye
çağrılmasına kadar korunabildi. O zamana kadar Tayyip
Erdoğan kişiliğinde ifrata varan güç yığılmasının
terbiyesi arayışları alttan alta gündeme geliyordu
zaten. 7 Şubat ifade olayında yine de kontrol
sağlanabildi. Şayet Haziran Direnişi olmasa idi kavga
karşılıklı tavizlerle, daha doğrusu zayıf olanların
sinmesi sonucunda hala da kontrol edilebilir sınırlarda
kalabilirdi. Fakat Haziran Direnişi Tayyip Erdoğan
şahsında AKP’nin tüm büyüsünü yerle bir etti, hem
Türkiye’de hem de emperyalist efendileri nezdinde.
Nitekim cemaatin ikinci açık salvosunun Haziran
günlerinde gerçekleşmesi boşuna değil. Sonrasında
AKP ve şefinin cemaatin temel örgütlenme alanı olan
öğrenci evleri ve dershanelere yönelik hamleleri geldi.
Tarafların kamuoyu önündeki sözcülerinin yatıştırma
gayretlerine rağmen ok yaydan çıkmıştı bir kere. 17
Aralık’ın 1,5 yıllık bir hazırlığın ürünü olarak gündeme
gelmesi bile çok şey anlatıyor zaten.
İrin yayarken bile pişkinler
İlginç olan, gericiliğin her yanından irin akan
kokuşmuşluğuna rağmen iç iktidar kavgasını bu denli
pişkince, hatta pervasızca sürdürebilmesidir. Bunu ise
ilkin CHP başta olmak üzere düzen muhalefetinin verili
zayıflığına borçludur. Düzen muhalefeti, ABD’nin
arkaladığını düşündüğü cemaat saflarında kavgaya
katılarak, henüz belirgin bir alternatif olamayacağını
ayrıca ortaya koymuş bulunuyor.
Dinci-gericilerin iç kavgasındaki pervasızlıklarının
ikinci nedeni ise Kürt hareketi ve dolayısıyla onun
yedeğinde hareket eden (HDP’de biraraya gelmiş
bulunan) reformist solun inanılmaz tutumudur. Bu
kesimden bazıları AKP-cemaat kapışmasını “çözüm
süreci”nde AKP’yi ve “Sayın Başbakan’ı” zayıflatma
hamlesi olarak ilan edip, zımnen ona arka çıkmakta
hiçbir tuhaflık görmüyorlar. Reformist solun tüm
politikasını AKP karşıtlığı üzerinden sürdüren geriye
kalan kesimi ise parlamenter hayallerin gerçekleşmesi
hasebiyle aynı çizgide devam ediyor. Tam da tüm
unsurlarıyla dinci-gerici akımın çürümesini ele alıp
bunu sermaye düzeni gerçeğine bağlamak zamanı
iken, onlar gözlerini AKP’nin zayıflamasına, seçimlerde
köhnemiş düzeni onarıp yenilemeye, fakat sadece
buna dikmiş durumdalar.
İşçi ve emekçi kitleleri bekleyen
mücadele sahnesi
Dinci-gerici güçlerdeki rahatlığın en büyük sebebi
ise hiç kuşku yok ki işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin hala
da seyirci konumunda olması, hatta yer yer gerici
güçler arasında taraf olmasıdır. Elbette olayın patlak
vermesinin ertesinde bir dizi kentte militan
çatışmalara da varan, “Gezi 2. sezon başladı” vb.
söylemlerle Haziran’a atıflar yapan kitle eylemleri
yaşandı. Ama bunlar hala da sol ve ilerici kitlenin
katılımı sınırlarını geçebilmiş değil. İşçi sınıfı ve emekçi
kitlelerin harekete geçmesi günün en yakıcı ihtiyacıdır.
Bu çerçevede, AKP-cemaat kavgasından saçılan pislik
üzerinden, onları ve benzerlerini üreten sermaye
düzenini topyekûn hedef alan etkin bir ajitasyon,
propaganda ve teşhir çalışması ile kitleleri eyleme
teşvik eden çıkışlar süreklileştirilebilmelidir. 11 Ocak
Ankara eyleminin cemaati ve AKP’si ile birlikte
sermaye düzenine yöneltilmesi, bu doğrultudaki
çabalar kadar işçi ve emekçilerin mücadeleyi
sahiplenmesine de bakmaktadır.
İşçi sınıfı ve emekçi kitleler harekete geçmediği
sürece, bu pisliğe yönelik içten içe biriken tepkinin AKP
ve cemaat başta olmak üzere tüm sermaye düzenine
yönelmesi mümkün olamayacaktır. Dahası bu
edilgenlik, bu iki gerici odak ekseninde taraflaşmada
da yedeklenmek anlamına gelmektedir. Meseleyi AKPcemaat kavgası sınırlarında tutup sermayenin
kokuşmuş gerçeğini gözlerden gizlemek isteyen
burjuva partiler ile reformist akımlara da prim
verilmemelidir. Onlar her zamanki gibi şimdi de
devrimci mücadeleyi, demek oluyor ki, toplumu
kirleten sınıf olan burjuvaziyi tarih sahnesinden silecek
yegane kurtuluş yolunu parlamenter koltuklara feda
etmeye azmetmiş durumdalar. İşçi sınıfı ve emekçiler
hangisi haklı-haksız tartışmasına girmek yerine, dincisi,
faşisti, ulusalcısı, liberali, “demokratı” ile kokuşmadan,
çürümeden, pislikten başka bir şey üretmeyen sömürü
düzenine karşı “Bu pisliği devrim temizler!” şiarıyla
eylem sahnesine çıkmalı, kaderini kendi ellerine
almalıdır. Diğer türlü, pisliğin içinde çürüyüp gitmek
kaçınılmazdır.
AKP-cemaat çatışması ve
“kuvvetler ayrılığı”
sarsan bu mücadele, devrimci bir nitelik taşıyordu.
AKP-cemaat koalisyonunun çatlamasıyla
1689 yılında iktidarda kuvvetler ayrılığını savunan
şiddetlenen iktidar ve rant savaşı, dinci-gericiliğin
İngiliz düşünür John Locke, “hayat, özgürlük,
rezaletlerini ortaya sermekle kalmadı, burjuva
cumhuriyetteki çürüme ve yozlaşmayı da gözler önüne mülkiyet” haklarını en temel üç hak olarak tanımlıyor
ve bunların Tanrı bağışı olduğunu savunuyor;
serdi. Burjuva hukukunu ayaklar altına alan iktidar,
meşruiyetini korumak isteyen “dünyevi iktidarlar”ın
“gücün hukuku”na dayalı politikasını pervasızca icra
ederek, rejimi demokratikleştirme yanılsamalarına yer ise, bu temel haklara saygı göstermesi gerektiğini
belirtiyordu.
olmadığını herkese hatırlatıyor.
Farklı düşünürler tarafından da savunulan
Koalisyon devam ederken, özel yetkilerle donatılan
kuvvetler ayrılığı ilkesi, 1789 Fransız İhtilali’nden
savcılarının eline giyotin veren iktidar, dinci-gericiliğin
muhaliflerini adeta biçerek yol alıyordu. Hem AKP hem sonra yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin
temel maddelerinden biri oluyor. Bildirgeye göre
cemaat, gidişattan memnundu. Ne cemaat AKP
“kuvvetler ayrılığı” ilkesi gereğince yasama, yürütme
şeflerinin yolsuzluk ve rüşvet bataklığı içinde
ve yargı kurumlarının hiçbirisi bir diğerinin üstünde
yüzmelerine bir şey diyordu ne AKP “paralel devlet”
olamaz.
diye feryat-figan ediyordu. Ancak ortaklık bozulunca
Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinden sonra,
her biri diğeri hakkındaki dosyalarını açmaya başladı.
İşi öyle bir noktaya vardırdılar ki, burjuva cumhuriyetin “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, siyasal iktidarın
paylaşılmasının bir aracı olarak, ‘modern anayasa’
kolluk kuvvetleri, yargı kurumu ve medyası, “çeteler
metinlerinde temel bir yer kaplamaya başladı. Ancak
savaşı”nda başı çekmeye başladılar. Görüldü ki,
bu ilkeler, burjuvazinin egemenliğinde ilerici özünü
çatışma şiddetlenince, burjuva hukukunun hiçbir
yitirmiş, egemen sınıfların kendi aralarında iktidar
kıymet-i harbiyesi kalmıyor. Anayasa, bir paçavra gibi
paylaşımını düzenleyen bir kural haline gelmiştir.
kenara atılıyor, belirleyici sözü, “güç” söylüyor.
Burjuva devletin ayrı gibi
Soruşturmayı yapan savcılar
görünen kuvvetleri, gerçekte
hükümetin hedefi oluyor, polis
her kritik anda birleşir. Özel
şefleri kızağa çekiliyor, Tayyip
mülkiyet ve ücretli emeğin
Erdoğan hakim ve savcılara ateş
sömürüsüne dayalı kapitalist
püskürüyor, AKP güdümündeki
Olağan dönemlerde
sistemin çıkarları söz konusu
polis şefleri, savcıların talimatına
burjuvazinin siyasal sınıf
olduğu yerde, kuvvetler tam
uymuyor, jandarma yargıyı dikkate
iktidarının “demokratik şalı”
bir birlik içinde hareket
almıyor, savcılar işten el çektiriliyor,
işlevi gören kuvvetler ayrılığı
ederler.
isim listeleri yayınlanan (aralarında
Olağan dönemlerde
Tayyip Erdoğan’ın oğlunun da
kuralı, egemen sınıflar
burjuvazinin
siyasal sınıf
bulunduğu) hırsız ve rüşvetçilerin
arasındaki iktidar paylaşımı
iktidarının “demokratik şalı”
kılına bile dokunulamıyor… Burjuva
kavgalarında, önemli bir rol
işlevi gören kuvvetler ayrılığı
hukukuna göre bile görüntü,
oynar. Ancak işçi sınıfı ve
kuralı, egemen sınıflar
rezaletin daniskası…
arasındaki iktidar paylaşımı
Hal böyleyken hukukun
emekçilerle çatışma söz
kavgalarında, önemli bir rol
üstünlüğünden, kuvvetler
konusu olduğunda, bu
oynar. Ancak işçi sınıfı ve
ayrılığından, yasalar önünde
kuvvetler tam bir birlik içinde emekçilerle çatışma söz
eşitlikten söz edilebiliyor. Burjuva
hücuma geçerler.
konusu olduğunda, bu
cumhuriyetteki dejenerasyonun
kuvvetler tam bir birlik içinde
vardığı boyutun ortalığa
hücuma geçerler. Zira ayrı
serilmesinden rahatsız olan
olduklarında da birlik
liberaller ise, kuvvetler ayrılığı
olduklarında da bu kuvvetlerin varlık nedeni, iktidara
ilkesinin hiçe sayılmasının yasını tutuyor, gidişatın
egemen olan burjuvazinin sınıf çıkarlarını savunmaktır.
demokrasi için ciddi bir risk oluşturmaya başladığı
konusunda uyarıyorlar…
Kuvvetler ayrı mı?
İktidarda ‘kuvvetler ayrılığı’, aristokrasinin
egemenliğine karşı mücadele eden burjuvazi
tarafından gündeme getirildiğinde, devrimci bir içerik
taşıyordu. Zira iktidar tekelini elinde bulunduran
aristokrasi, iktidarı tanrısal kaynağa dayandırıyor ve
diğer sınıflara söz hakkı tanımıyordu. Burjuvazinin
iktidara ortak olabilmesi için, kaynağı ‘tanrı katı’ndan
yeryüzüne indirmesi gerekiyordu. Kuşkusuz ki, o
tarihsel koşullarda aristokrasinin mutlak egemenliğini
Düzenin tüm kuvvetleri emekçilere karşı...
Dinci-gerici koalisyonun çatlamasından sonra
yaşananlar, kuvvetler ayrılığı tartışmasını yeniden
gündeme getirdi. Egemen sınıflar arasında cereyan
eden bu iktidar kavgasında taraflar, egemen oldukları
kuvvetleri pervasızca kullanarak, rejimin “demokratik”
görünümünü yerle bir ettiler. Yargı, polis, medya ve
diğer alanlarda belirgin bir hal alan çatışmada taraflar,
sermaye iktidarında belirleyici olanın ‘ilke veya
kurallar’ değil, ‘güç’ olduğunu gösterdiler.
Dinci-gericiliğin iki kanadı arasında yaşan çatışma
“kuvvetler ayrılığı”, “hukuk devleti”, “yargı
bağımsızlığı”, “anayasada eşitlik ilkesi” gibi söylemlerin
gerçek hayatta bir karşılığının olmadığını gözler önüne
serdi. İlke, kural, yasa, değer tanımayan gerici odaklar
birlik olurlar, ayrılılar, çatışırlar, geçici ateşkes ilan
ederler, tekrar çatışırlar vb… Bu çatışmada gücü yeten
iradesini dayatır; esas kural budur.
Çatışma, işçi sınıfıyla emekçilerin sorunlarını
çözemez elbet. Ancak tarafların, sistemin
çürümüşlüğünü gözler önüne seren kirli icraatlarını
açıklamaları ve böylece birbirlerini teşhir edip
zayıflatmaları açısından hayırlıdır. Ancak ne kadar
çatışsalar da, kuvvetleri ayrı da birlik de olsa, işçi sınıfı
ve emekçilere düşmanlık söz konusu olduğunda, aynı
safta yer almakta biran bile tereddüt etmezler. Zira
onlar iktidar için çatışsalar da, sınıf düşmanlarının
emekçiler olduğunu biran bile unutmazlar. Diğer bir
ifadeyle, burjuvazinin resmi ve gayrı resmi tüm
kuvvetleri, her koşulda emekçilere karşı aynı safta yer
alırlar.
Burjuvazinin dinci-gerici iki kanadı arasında
yaşanan çatışma, bu gerçeğin tüm çıplaklığıyla gözler
önüne serilmesini sağlıyor. Bu koşullarda çirkefin içine
batan dinci-gericiliğin iki kanadının, yozlaşan burjuva
cumhuriyetin ve “muhalefet” sıfatı taşıyan sermaye
partilerinin aynı safta yer aldıklarının gösterilmesi,
buna bağlı olarak işçi sınıfı ve emekçilerin kokuşmuş
düzene karşı mücadele alanlarına taşınmasının önemi
her zamankinden büyüktür. Yanı sıra, bu kokuşmuş
cumhuriyeti demokratikleştirme veya bağımsızlaştırma
vaatlerinin safsatadan başka bir anlam taşımadığını
anlatmak da kritik önemdedir ve geçmişe göre çok
daha kolaydır.
İktidar dalaşı ve
düzen medyası
17 Aralık’ta yapılan operasyonun ardından burjuva
basın da kılıçları çekti. İki taraftan birine sırtını
dayayan basın üzerinden yürüyen çatışma ile aslında
muazzam bir manipülasyon yaratılmış oldu. Bu
konuda başı çekense özel olarak dinci-gerici basın oldu
elbette. Bir taraf “hükümeti devirmeye yönelik hamle”
nidaları atarken, yolsuzluğa karşı çıktığını iddia edenler
ise gerici çatışmanın taraflarından biri olarak, tüm
pisliklerin ardında sömürü düzeni olduğu gerçeğinin
üzerini örttüler.
Düne kadar AKP’nin ve Erdoğan’ın elini
temizlemeyi görev edinmiş olan Bugün ve Zaman gibi
gazetelerin şimdiki pek muhalif yayın politikası
bundan dolayı görülmeye değerdir. Yine bazı köşelerin
sahipleri kalemlerini daha da sivriltme imkânı
bulurken, rüzgâra göre rota belirlemeyi kimlik haline
getiren Ilıcak gibileri de açığa çıkan yolsuzluk
olayından sonra pişmanlıklarını belirtmekte, vuku
bulan hırsızlıkların yılmaz düşmanı olduklarını
gösterme çabasındadırlar. Sadık kalmaya devam
edenlerse tüm bu yaşananları AKP’nin mazlumluğuna
gösterge yapmaya çalışmaktadır. Devletin önemli
yönetim mekanizmalarını hükümetleri süresince ele
geçirmiş olan Erdoğan ve ekibine karşı komploların,
derin organizasyonların, paralel bir devlet yapısının
işbaşında olduğunu kanıtlama çabasındalar.
Burjuva medyanın görsel, işitsel, yazılı tüm
organlarıyla sermaye devletinin hizmetinde olmaya
devam ettiği gerçeği ise orta yerde durmaktadır. Özü
itibariyle karşı karşıya bulunan kanatlar, parçalanan
koalisyon işin varabileceği tehlikenin farkındalıklarını
ise yeri geldiğinde göstermekten geri kalmamaktadır.
Kızışan kavganın rejimin kendisini tehlikeye
sokmaması için sağduyu çağrıları yapılmakta,
emekçilerin gösterdiği haklı tepki provokasyon olarak
yansıtılmaya çalışılmaktadır. Cemaatin sesi Zaman gibi
gazeteler Erdoğan’a ve AKP’ye telkinlerde bulunarak
sürecin rejimin bekasına zarar vermemesi için dikkatli
olunması gerektiği hatırlatılmaktadır.
Tüm çeşitliliğiyle sermaye medyası, her ne kadar
farklı cephelerin mevziisi olarak karşılıklı bir savaşım
içindeymiş gibi bir görüntü verse de tüm bunlar işçi ve
emekçilerin gözünde yanıltıcı olmamalıdır. Zira bu
mevzilerden karşılıklı atışlar yapanlar, temize
çıkarmakla mükellef oldukları sermaye sınıfının
refahının tehlikeye gireceğini hissettikleri andan
itibaren, aynı mevzilerden ortak düşmanlarına karşı
taarruza geçebilme yeteneğine fazlasıyla sahiptirler.
Ortak düşmanın kimler, hangi sınıf, milliyet ve inanç
kesimleri olduğu ise yeterince ortadadır. Zaten bu da
şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü onların bir bölümü çekici
sözcüklerle değişim isterken bile kastettikleri sadece
vitrinin bir kısmıdır. Bunu yaparken de tek dertleri
rejimin temel direklerini daha da
sağlamlaştırabilmektir.
Mevzilerinde kendilerine verilen direktifleri yerine
getiren kalemşörlerin, barutunu dolduran siyasal güç
odaklarıyla birlikte güttükleri ortak kaygı onların yayın
çizgisini belirler. İşçi ve emekçileri yıkıma sürükleyen
ücretli kölelik düzenine karşı gelişebilecek tüm
eylemlilikler, tıpkı sermaye devletinin tüm
kanatlarında görüleceği gibi onları daha da güçlü
yeniden aynı safta toplayabilir. Bu nedenle sınıflar
mücadelesinde aldıkları pozisyon onları işçi ve
emekçilerin, Kürt halkının, Aleviler’in karşısında net
bir şekilde konumlandırmaktadır.
Bu nedenlerden ötürü dikkatle bakılırsa işin rengi
değiştiğinde, çıkar odaklı tüm sahte saflaşmaların tek
bir cephede buluştuğu kolayca görülebilecektir. Hem
de bu kaynaşma, onları karşı karşıya getiren
süreçlerden daha sorunsuz gerçekleşebilmektedir. İşte
tam da bu gerçeklik üzerinden hareketle işçi sınıfı,
Kürt halkı ve Alevi emekçiler bu sahte saflaşmalardan
kendisine uygun bir cephe seçme hatasına
düşmemelidir. Sermaye medyasının uğursuz rolü de
tam da budur. Yaratacağı manipülasyonla bizleri böyle
bir seçime zorlamakta, siyasetin bu sınırlarda
yapılmasını sağlamaya çalışmaktadır.
Ortalığa saçılan tüm pisliklerin arkasında koca bir
düzen gerçeği durmaktadır. Sermaye medyası taraf
olduğu düzen siyasetinde bu gerçeğin üzerini örtmeye
çalışmaktadır. Eğer bir fatura kesilecekse, bunun tüm
kötülüklerin kaynağı olan kapitalist sisteme değil,
sadece bu sistemin basit uygulayıcılarına kesilmesi için
uğraşmaktadırlar. Tüm kanatlarıyla burjuva medyaya
düşen görev ise düzenin pisliğini açığa çıkarmak değil
aksine onun üzerini örtmektir. Bazılarınca kimi düzen
unsurlarının özel hedef seçilmesinin gerisinde de
böyle bir mecburiyet vardır.
Bir kez daha ifade etmek gerekirse bu düzenden
hiçbir çıkarı olmayan tek kesim işçi ve emekçiler,
yoksul Kürt halkı ve Alevi emekçileridir. O halde düzen
siyasetinin kendi çıkarlarına göre işleyişine, yeri
geldiğinde zıtlaşmasına umut bağlayamayacağımız
gibi, bu düzenin medyasından da bizlere asıl gerçeği
ulaştırmasını bekleyemeyiz. Bizler bizzat kendi
ellerimizle yarattığımız tüm zenginliklerin yegâne
sahibi olan bir sınıfın, işçi sınıfının üyeleriyiz. Bu
nedenle kulak vermemiz gereken asıl ses devrimcisosyalist yayın organları olmalıdır. Çünkü tek
denetlenemez ve sesi susturulamaz olan ancak
devrimci-sosyalist basın organlarıdır.
Eğer düzenin tüm pisliğini gerçek manada devrim
temizleyecekse, bu pisliği tüm açıklığıyla bizlere
gösterebilecek olan da kelimenin gerçek anlamıyla
özgür olan devrimci yayınlarımızdır.
Gazetecilerin şartları her
yıl daha da kötüye gidiyor
Gazetecileri Koruma Komitesi (Committee to
Protect Journalists - CPJ) 2013 raporunda,
katledilen, tutsak edilen gazetecilere dikkat çekildi.
Komitenin yıl sonunda topladığı verilerle
açıkladığı raporda gazeteciler için en kötü yıllardan
birinin yaşandığına, şartların daha da kötüye
gittiğine dikkat çekildi.
CPJ, 2013 yılında Suriye’de 28, Irak’ta 10 ve
Mısır’da 6 gazetecinin öldürüldüğünü açıkladı.
2013’te 211 gazetecinin ise tutsak olduğunu ifade
etti. CPJ raporunda Türkiye tutsak gazeteci sayısıyla
dünyada birinciliğini koruyor.
Gazeteciler için en tehlikeli çalışma ortamları
Suriye, Irak ve Mısır olarak sıralandı.
Ortadoğu’da ya ölüm ya zindan
Gazetecileri Koruma Komitesi Müdür Yardımcısı
Robert Mahoney, Ortadoğu’nun gazeteciler için bir
“ölüm bölgesi” haline geldiğine işaret ederek şunları
ifade etti: “Uluslararası toplum, bütün hükümetlere
ve silahlı gruplara gazetecilerin sivil statüsüne saygı
göstermeleri ve gazetecilerin katillerini adalet
karşısına çıkarmaları için baskı yapmalıdır.”
Emperyalist işgaller ve gerici çeteler eliyle
gerçekleştirilen saldırılar Ortadoğu’yu kan gölüne
çevirirken gazeteciler de hedef oluyor. Son olarak 23
Aralık günü Reuters’ın, Suriye’de görev yapan 17
yaşındaki foto muhabiri Molhem Bereket öldürüldü.
17 yaşında bir çocuğu ucuz iş gücü olarak kullanan
Reuters’ın kapitalist bir şirket olarak kâr odaklı
işleyişi de açığa çıkmıştı.
Basın çalışanları haber aktarabilmek için savaş
bölgelerinde çalışırken, şirketler çalışanlarını ölüme
gönderiyor. Keza Milliyet foto muhabiri Bünyamin
Aygün Suriye’de kaçırılalı haftalar oldu fakat Milliyet
gazetesi basın çalışanlarının yaygın eylemlerini
yansıtmak dışında ses vermiyor.
İşçi ve emekçileri baskı altında tutmaya çalışan
devletler gazetecilere yönelik tutuklamalarda da
başı çekiyor. Bahreyn, Rusya ve Türkiye gibi ülkeler
gazetecilere yönelik polis terörü, tutuklama kararları
ile her yıl listede üst sıralarda yer alıyorlar. Basın
tekelleriyse zaten sermaye hükümetleriyle dengeli
olarak muhalif gazetecilere karşı oto-sansürü
devreye sokuyor, durduramadığı takdirdeyse işten
atma saldırılarını devreye sokuyor.
Gazetecilere kölelik dayatmaları
Patronlar kâr hırsıyla tensikatlara giderek, daha
az çalışanla faaliyetlerini devam ettirmeye çalışıyor.
Stajyer gazeteciler, yoğun sömürü çarkları arasında
eziliyor. Maaşlar zamanında yatırılmayarak
gazetecilerin hakları gasp ediliyor.
Riyakarlıkta sınırları yok!
Balcalı Hastanesi’nde 2014
mücadeleyle karşılandı!
13 Ocak 2010 tarihinde Çalışma Bakanlığı ve Bölge
Çalışma Müdürlüğü’nün aldığı kararla hastane
yönetimi tarafından açılan ihaleler hukuksuz duruma
düşmüştü. Ancak buna rağmen hastane yönetimi
ihaleler açmaya devam etmiş, sağlık işçileri de bu
hukuksuzluğa karşı mücadelelerini devam
ettirmişlerdi. Gelinen noktada işçiler haklarını aramaya
iş bırakma eylemleriyle devam ediyor.
Önceki hafta yapılan iş bırakma eylemlerinin
ardından, 30 Aralık’ta Acil Servis dışındaki bütün
bölümlerde iş durduruldu.
31 Aralık’ta devam eden eylemin etkisiyle, rektörle
bir görüşme sağlandı. Rektörün, sorunu çözmek için
bir kurul oluşturarak adım atacağı belirtildi. Atılacak bu
adımlara göre eylemin seyri hakkında karar verileceği
ifade edeldi.
“Haklarımızı sonuna kadar
savunmak zorundayız”
AKP ve cemaat kavgası devam ediyor. Cemaatin
yolsuzlukları deşifre eden hamlesinin ardından AKP
karşı saldırıya başladı. Dinci parti, cemaatin benzer bir
saldırıyı yeniden hayata geçirmesinin önünü almak için
polis ve yargıdaki cemaatçi kadrolara yöneldi. Rant ve
iktidar dalaşı yolsuzluk tutuklamaları, istifalar ve
görevden almalarla devam ederken her iki taraftan da
birbirinden riyakar adımlar atılıyor. Kendi kimliklerini
gizlemenin bir yolu olarak karşı tarafı karalıyor. Bunu
yaparken işçi ve emekçileri gerici boğazlaşmaya
yedeklemek için her türlü yöntem kullanılıyor. İki gerici
düzen kliği de oldukça iyi düşünülmüş ilk hamlelerin
ardından kitleleri yedekleme politikasına hız verdiler.
AKP kanadı Kürt hareketine yönelik baskı ve
saldırganlık politikalarını cemaat kadrolarına yıkmaya
çalışıyor. BDP’nin tutsak milletvekilleri için serbest
bırakılmaları gerektiğini söyleyen Beşir Atalay’ın
mesajı Kürt hareketini yedekleme niyetini açıkça
gösteriyor. Tam da bu süreçte cemaat tarafı da aynı
riyakar tutumla Kürt halkına yönelik propagandalarına
başladı. Roboski Katliamı’nın yıldönümü yaklaştıkça
cemaatin resmi yayın organı işlevi gören Zaman
gazetesi “Uludere Katliamı” tanımıyla haberler servis
etmeye başladı. Dün “Irak sınırında F-16’lar kaçakçıları
vurdu” başlığını atanlar şimdi Roboski’de yaşananın
katliam olduğunu ‘fark’ ediyorlar. Arşivi Kürt halkına
yönelik düşmanca tutumlar içeren yazılarla dolu olan
Zaman gazetesi, AKP’ye karşı Kürt halkını etkileme
çabasına hız vermiş görünüyor.
Kürt sorununda devreye sokulan bu yapmacık
hamlelere karşın her iki tarafın da Kürt halkına yönelik
politikalarda inkar ve imha çizgisinde olduğu biliniyor.
Aldatmaca çabaları bunu gizleyemeyecek kadar açık.
Zaten söylevde kalan tutsakların bırakılması mesajı ve
“Uludere Katliamı” yıldönümü vesilesiyle bir-iki haber
dışında attıkları herhangi bir adım da bulunmuyor.
Haziran Direnişi’ne yaslanma yarışı...
Benzer bir riyakarlık Haziran Direnişi üzerine
yapılan açıklamalar üzerinden de devam ediyor. Son
olarak AKP Burdur Milletvekili Hasan Hami Yıldırım,
istifasının ardından AKP’nin direnişe yönelik tutumunu
eleştirdiğini iddia etti. Yine benzer bir mesaj Ertuğrul
Günay tarafından Gezi Parkı’na gidilerek verildi.
AKP’den ayrılanlar uygulanan politikaları tasvip
etmediklerini, eleştirdiklerini açıklayarak işçi ve
emekçilerle aynı paydada oldukları izlenimi vermeye
çalışıyor.
Ertuğrul Günay, Topçu Kışlası AVM projesi ile
gündeme gelen kültür ve doğa talanına sessiz kalıp
parçası olurken o dönem istifa etmek gibi bir tutumu
‘tasvip’ etmiyordu. Aynı Günay, bugün çıkıp Gezi
Parkı’nda dolaşarak eylemcilere destek mesajı
vermeye kalkıyor. Ombdusman M. Nihat Ömeroğlu,
raporunda polis şiddetine karşı tavsiyeler açıklarken
“yasadışı eylem” vurgusunun altını çiziyor, çözüm için
polise yönelik ekonomik, sosyal iyileştirmeler
gerektiğini belirtiyor!
Bu ve benzeri düzen güçleri yolsuzluk ve yağmaya
karşı sokağa çıkan kitleler karşısında da ikiyüzlü
tutumlarını sürdürmekteler. İşçi ve emekçilerin
sokaklara çıkarak yağma ve talanı protesto eylemleri
gerçekleştirmesini “Taksim’e gitme gündemi
değiştirme”, “bunlar cemaat ve Gezicilerin ortak planı”
gibi argümanlarla karalamaya çalıştılar. Bu eylemleri
hedef alan polis şiddeti, yolsuzlukları teşhir eden
cemaatçilerin gündemi olmadı. Hatta Zaman gazetesi
yine bir adım öne çıkarak Taksim Dayanışması’ndan
Tayfun Kahraman’ın görüşlerine yer vererek ‘şiddet
eylemleri yolsuzlukları gölgeler’ diyen haber-analiz
yayınladı.
Düzene karşı devrim
Bakan istifaları, cemaatçi milletvekillerin istifaları,
savcı soruşturmasına müdahale, Başsavcı açıklaması,
HSYK bildirisi, Danıştay kararı, polisleri görevden alma,
eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış
Güler’in malları üzerine konulan tedbir kararının
kaldırılması gibi suyu bulandıran karşılıklı hamleler
düzen içi kavganın süreceğini gösteriyor.
Fakat her iki tarafın riyakar tutumlarla gizlemeye
çalıştığı gerçekleri emekçilere göstermek gittikçe daha
önemli bir hal alıyor. Zira düzene karşı devrim
alternatifini büyütmek gerçek anlamda düzen
güçlerinin oyununu bozacaktır.
Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şube Başkanı
Hüseyin Türkmen: Biz taleplerimizle ilgili üniversite
yönetimiyle 1.5 yıldır görüşüyoruz. Taleplerimizi ilettik,
sürekli zaman istediler. En sonunda yaklaşık 2 ay önce
yeni yılla birlikte ihalelerin yapılacağını biliyorduk. Bu
ihalelerin ve taşeronun kaldırılmasını istiyorduk.
İhalelerin hiçbirini kabul etmiyorduk. Rektörlükle son
olarak görüşüldükten sonra madem ihale yapılacak,
işçilerin de talepleri var. Bu taleplerin de hayata
geçmesini istiyoruz dedik. Taleplerimiz şunlardı; Asgari
ücret istemiyoruz. Açlık sınırın üstünde bir maaş
istiyoruz. 2 tane sosyal hak talebimiz vardı. Ramazan
Bayramı’nda 15 günlük, Kurban Bayramı’nda 1 aylık
bayram parası istemiştik. Yıllık izinlerin ikişer gün
arttırılması… yanı sıra kendilerine 2014 yılına ait
ikramiyelerimizi bu talepler içinde bir madde olarak
eklenmesini istemiştik. Geçen hafta Çarşamba ve
Cuma günü uyarı eylemleri yapmıştık. Bizle bu uyarı
eylemlerinden sonra bir görüşme yapmadılar.
Pazartesi günü üretimden gelen gücümüzü kullanarak
eylemimize 2 gündür devam ediyoruz. Taleplerimiz
kabul edilinceye kadar üretimden gelen gücümüzü
kullanmaya devam edeceğiz. Tabip Odası, SES ve
Balcalı Hastanesi hocaları eylemimize destek verdiler.
Poliklinik katılımı çok iyiydi. 1845 çalışandan sadece
480’ine kısmi bir iyileştirme yapılıyor. 1400 işçiye
hiçbir şey yok.
Mücadelemizi “taşeronda örgütlenilemez” denilen
günden buyana, 8-9 yıldır devam ettiriyoruz. Sonuçta
taşeronda örgütlendik. Bu örgütlenme mücadelesinde
biz şunu fark ettik ve inanıyoruz. Haklarımızı sonuna
kadar savunmak zorundayız, bunun mücadelesini
vereceğiz.
“Sonuna kadar gideceğim”
Taşeron bir sağlık işçisi: Bekleyeceğiz. Olumlu bir
yanıt alırsak çalışacağız. Eğer olumlu bir yanıt
alamazsak gerekirse ölüm orucuna gideceğiz. Sonuna
kadar direneceğiz, kararlıyız. Mücadeleye devam
edeceğiz. İşten kovulsak da kellemizi koltuğumuza
aldık. Eğer bugün açıklamadan bir şey çıkmazsa,
bedenimi bile kaybetsem sonuna kadar gideceğim.
Kızıl Bayrak / Adana
Her dönemin has uşağı: CHP
2014’te soyguna
zamlarla devam...
AKP iktidarının bir dizi etken üzerinden yıpranması
ve gelinen yerde bu sürecin hız kazanması, sermayenin
has partisi CHP’ye düzen siyasetinde daha ileri
görevler yüklemiş görünüyor.
CHP, cumhuriyetin kurulmasından bu yana her
dönem düzen siyasetinde kurtarıcı roller üslenmiştir.
Yeri geldiğinde düzen siyasetinin dizaynında aktif bir
rol oynamıştır, yeri geldiğinde emekçilerin öfkesini
dizginleyen bir dalgakıran olmuştur. Ayrıca iç ve dış
politika alanında büyük sermaye çevreleri ve onların
uluslararası bağlantılarının çıkarlarını zedeleyen
gelişmeler söz konusu olduğunda düzen içi siyaseti
dengeleme unsuru olarak kullanılmıştır.
Yakın tarihimize baktığımızda bile bu gerçekliği
görebiliriz. 1970’li yıllarda, sınıf ve kitle hareketinin
yükseldiği günlerde CHP bu hareketi düzen içine
çekme görevi ile görevlendirilmiştir. Ecevit
hükümetinin sosyal içerikli söylemleri böyle bir
ihtiyacın ürünü olarak emperyalist güçler ve Türk
sermayesi tarafından desteklenmiştir. ‘80’li ve ‘90’lı
yıllarda iktidar ortağı olan, dönem dönem ise düzen içi
ana muhalefet partisi olan CHP işçi ve emekçilere
yönelik saldırıları meşrulaştırmak için kılıf olarak
kullanılmıştır.
CHP ve aynı geleneğin temsilcisi olan partiler her
dönem düzene hizmette kusur etmemişlerdir. Bu
hizmetlerinin ödülü olarak dönem dönem burjuva
devletin temsili kurumlarında daha aktif görevlere
getirilmişlerdir. Şimdi de böyle bir hazırlığın olduğu
burjuva siyaset sahnesindeki gelişmelerden
görülmektedir.
Düzen siyasetinin yeniden parlatılan yüzü
CHP düzen siyasetinin yeniden parlatılan yüzüdür.
Dün sosyal söylemlerle CHP’yi parlatan sermaye
güçleri bugün için böyle bir ihtiyaç duymuyorlar.
Misyonu her dönem sermaye düzenine hizmet olan
CHP’nin bugünkü vizyonu ise, cemaat ve çeşitli dinci
çevrelerin desteğini alacak şekilde yapılandırılmasıdır.
Kamuoyuna AKP-cemaat kapışması üzerinden
gündeme gelen ve gelinen yerde düzen siyasetine ayar
çekme operasyonuna dönen süreç, CHP ve cemaat
Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenen zamlar 1
Ocak’tan itibaren uygulanmaya kondu. Vergi zamları
başta yeni binek otomobil, alkollü içkiler, tütün
ürünleri ve cep telefonları fiyatlarını etkileyecek. Bu
kategorideki ürünlerde uygulanan ÖTV’de artışa
gidildi. Ayrıca pasaport, ehliyet gibi devletten alınan
güçlerini yan yana getirmiş görünüyor. Bu tablo esasta belgelerin harçlarına da zam geldi.
Değişikliğe ilişkin karar Resmi Gazete’nin 1 Ocak
sermayenin güncel ihtiyaçlarının bir yansımasıdır.
sayısında
yayımlanarak, yürürlüğe girdi. Açıklanan
Gerçekleştirilen operasyonun tabii ki cemaatle
zamlara
göre,
yeni binek otomobil alımında ödenen
doğrudan bir bağlantısı vardır. Cemaatin AKP hükümeti
ÖTV’de,
motor
silindir hacmi 1600 cm3’ü geçmeyenler
ile kurduğu ittifakta devlet mekanizmasında elde ettiği
için uygulanan yüzde 40 vergi oranı yüzde 45’e, motor
mevzileri kullandığı ortadadır. Fakat bunun kendisi
silindir hacmi 1600 cm3’ü geçen fakat 2000 cm3’ün
gerçekleştirilen operasyonun emperyalistlerin ve
altında olanlar için uygulanan yüzde 80 vergi oranı
sermayenin ihtiyaçlarının bir ürünü olduğu gerçeğinin
yüzde 90’a, motor silindir hacmi 2000 cm3’ü geçenler
üzerini örtmez. Aksine gelişmeler bu bağlantıyı tüm
için uygulanan yüzde 130 vergi oranı ise yüzde 145’e
açıklığı ile ortaya koymaktadır. Uluslararası güçlerin
yükseltildi. Cep telefonlarından adet başına uygulanan
AKP hükümetinin uygulamaları karşısındaki temkinli
100 liralık vergi de 120 liraya yükseltildi. Emlak
yaklaşımı, cemaatin AKP’yi uyaran söylemler ve
Vergisi’ne tabi değerler ise yüzde 3,93 olan yeniden
CHP’nin her iki güçle paralel bir dil kullanması bunun
değerleme oranının yarısı kadar artış görecek. Çevre
bir göstergesidir.
temizlik vergileri de yüzde 3,93 oranında artırıldı. Buna
Kılıçdaroğlu’nun yakın zamanda yaptığı ABD gezisi
göre binaların ait oldukları gruplara göre ‘çöp vergileri’
ise her şeye ayna tutmaktadır. Tıpkı 2000’li yılların
19 TL ile 2.300 TL arasında değişen tutarlarda yeniden
başında Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi Amerika’ya
belirlendi. Konutlara ait Çevre Temizlik Vergisi, su
giden Kılıçdaroğlu burada çeşitli emperyalist
tüketim miktarı esas alınmak suretiyle metreküp
kuruluşlarla görüşmeler gerçekleştirmiştir. Aynı
başına büyükşehir belediyelerinde 24 Kuruş, diğer
zamanda cemaatin ABD’deki temsilcileri ile de
belediyelerde 19 Kuruş olarak uygulanacak.
görüşerek atacakları adımları belirlemişlerdir. CHP
Ayrıca alkollü içkilerde de asgari maktu vergi tutarı
heyeti Türkiye’ye döndüğünde ise farklı düzen
birada
yüzde 15, diğer alkollü içkilerde yüzde 10
partilerinde yer alan kimi isimleri CHP’ye davet etme
oranında
artırıldı. Bakanlar Kurulu, tütün
işini hızlandırdılar.
mamullerinde
uygulanan ÖTV’de de artışa gitti. Buna
Aynı senaryo 2000 yılların başında Tayyip Erdoğan
göre,
paket
başına
asgari maktu vergi 3,22 liradan 3,75
öncülüğünde sahnelenmişti. Değişen tek şey aktörler
liraya,
paket
başına
maktu vergi de 9,22 kuruştan 13
oldu. Bu adımlar düzen partisi CHP’nin kime hizmet
kuruşa çıkarıldı.
ettiğini bir kere daha gözler önüne sermiştir.
ÖTV’deki değişiklikle birlikte, vergilerine zam gelen
Kılıçdaroğlu’nun solcu, CHP’yi sola çekecek kişi ve
ürünlerin
fiyatlarının artması bekleniyor.
hatta devrimci olduğunu söyleyenlerin hezimeti
Motorin
fiyatları yılın ilk günü saat 00.01’den
ortadadır. Bu güçlerin başında gelen siyasi çevreler
itibaren
9
kuruş
zamlandı. Böylece İstanbul’da litresi
CHP’nin “sağın karşısına sağcı adaylar” çıkarmasından
4,54
liradan
satılan
Eurodizel mazotun litresi 4,63
yakınıyorlar. Halen CHP’nin sol bir parti olmadığını
lirayla
Türkiye’de
tarihinin
en yüksek değerine ulaştı.
kabullenmek istemiyorlar. Hatta sağın karşısına sağcı
Böylece
mazot
fiyatları
4,96
kuruştan satılan benzin
adaylarla çıkılan yerlerde (CHP’nin adaylarını
fiyatına
yaklaştı.
5
liralık
akaryakıt
fiyatının 3 lirası
kastediyorlar) solcu aday çıkarma çağrısı yapıyorlar.
vergi
olarak
devlete
ödeniyor.
Mazot
fiyatlarının
CHP’nin düzenin sadık uşağı olduğu gerçeğini inatla
yükselmesi
dolaysız
olarak
temel
tüketim
görmek istemiyorlar.
hanelerindeki ürünlere de gelecek zammın habercisi
Sadece komünistler düzen partilerine ve düzen içi
oluyor. Alınan zam kararlarıyla sermaye devleti
çözüm hayalleri yayanlara karşı işçi sınıfını aydınlatan
soyguna devam ederken kasayı doldurmayı planlıyor.
ve mücadeleye çağıran bir pratik içerisindeler.
Emekçilerin kafasını bulandıran başta CHP olmak üzere Asgari ücretten vergiyi kaldırma yalanlarını sunanlar
vergileri, harçları yükselterek işçi ve emekçilerin
tüm düzen partilerinin iç yüzünü işçi ve emekçilere
cebindeki üç kuruşa da göz dikiyor.
teşhir etmektedirler.
11 Ocak’ta Ankara’ya!
‘2013 yılında en az 1203
işçi yaşamını yitirdi’
Kardeşler!
Hayatımızı ve ekmeğimizi çalan, geleceğimizi
karartıp saltanatlar kuran haramiler, birbirlerine
düşünce tüm pisliklerini ortalığa saçtılar. Böylelikle
milyonları kölece bir yaşama mahkum edenlerin
milyon milyon götürdüğü anlaşıldı. Dinden imandan
söz edip milyonlara ahlak dersi vermeye kalkanların,
“dünya nimetleri” için her türlü ahlaksızlığı ve
düşkünlüğü yaptıkları açığa çıktı.
Kardeşler!
Şunu da iyi bilmeliyiz ki bu yolsuzluk, çürüme ve
kokuşma ne sadece AKP’ye aittir, ne onunla
başlamıştır. Çürüme, kokuşma kurulu kapitalist sömürü
düzenin mayasında vardır. Çünkü bu düzen emeğin
gaspı üzerine kuruludur. Her türlü rant ve yolsuzluk da
milyonlarca emekçinin yarattığı zenginliklerin yeniden
pay edilmesinden başka birşey değildir. Burjuva devlet
aygıtı, emperyalizm ve tekelci burjuvazi için, bu soygun
çarkının sorunsuzca çalışması için vardır.
Bu aygıta hükümet etmek için iş başına getirilen
AKP gibi düzen partileri de kullanım ömürleri boyunca
bu yağma ve yolsuzluk düzeninden paylarını almakta,
ömürlerini doldurunca günah keçisi ilan edilip kapının
önüne konulmaktadırlar. Türkiye’nin tüm bir tarihi
bunun için yolsuzluklar, vurgunlar, kullanım ömrü
dolduktan sonra çöplüğe gönderilen düzen partileriyle
doludur.
Kardeşler!
Bugün karşımıza rakip olarak çıkanların hepsinin
kumaşı aynıdır. Hepsi emperyalizmin uşağıdır. Hepsi
burjuvazinin uşağıdır. Hepsi boğazlarına kadar
yolsuzluk ve yağmaya batmıştır. Hepsi işçinin ve
emekçinin düşmanlarıdır.
İşte bunun için aralarındaki kavgaya aldanmayalım.
Hiçbirinin arkasından gitmeyelim. Unutmayalım
gidersek onlara dolgu malzemesi olur, belimizi büken
bu düzenin yeni aktörlerle düze çıkmasından başka bir
sonuç elde edemeyiz.
Bunun için yapmamız gereken mevcut oyunu
izleyicisi olmaktan çıkarak mücadelenin yolunu
tutmaktır. AKP’si, cemaati, ana ve yavru muhalefetiyle
bu düzenin tüm aktörlerine, onların hizmette
ortaklaştıkları emperyalizme ve burjuvaziye karşı saf
tutmalıyız. Çünkü emeğimizi çalanlar, hayatımızı
karartanlar, yolsuzluk ve yağmanın başındakiler
bunlardır.
Bunun için “Bu pisliği devrim temizler!” diyoruz.
Devrim tüm zenginlikleri yaratan işçi ve emekçilerin
ülke yönetimine de el koyması, bu sömürü ve soygun
çarkını durdurması, pisliğin kökünü kazıması demektir.
Kardeşler!
Kutu kutu çalan haramilere karşı alanlara çıkıyoruz!
Milyonları aç bırakıp milyon milyon götürenlerden
hesap sormak için alanlara çıkıyoruz!
Ülkeyi yağmalayıp talan eden, peşkeş çekenlerin
karşısına dikiliyoruz!
Hırsızların hizmet ettiği bu kapitalist yağma
düzenini yıkmak için alanlara çıkıyoruz!
AKP’si, cemaati ve bilumum işbirlikçisinin hizmet
ettiği emperyalizm ve burjuvaziye karşı birleşiyoruz!
Geleceğimizi ve hayatımızı haramilere bırakmamak
için 11 Ocak’ta yüz binler olup bir sel gibi Ankara’ya
akıyoruz!
Haydi sen de bu mücadelede yerini al, 11 Ocak
mitingine katıl!
Geleceğine, hayatına, emeğine, onuruna sahip çık!
Kahrolsun sermaye iktidarı!
Yaşasın sosyalist işçi-emekçi iktidarı!
Haramilerin saltanatını yıkacağız, sosyalizmi
kuracağız!
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
Yılın sonu yaklaşırken sermaye hükümeti siyasal
krizin sarsıntısını yaşıyor. Her gün ortaya yeni pislikler
saçılıyor. AKP-cemaat kavgası bir dizi pisliği ortaya
dökerken, iki tarafın da hizmet ettiği sermaye
düzeninin suçlarıysa beraberce örtbas ediliyor. İşçilere,
emekçilere karşı suç ortağı olan iki taraf da sermaye
düzeninin işçi kanıyla beslendiği gerçeğini gizlemeye,
sömürü üzerine kurulu düzeni korumaya/sürdürmeye
hizmet ediyor.
İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi, bu gerçeğe işaret
eden bir açıklama yayınladı. Bu yıl içinde, tespit
edilebildiği kadarıyla en az 1203 işçinin hayatını
kaybettiğini ifade eden İSİG Meclisi, sermaye
hükümetinin iş cinayetlerine yaklaşımına dikkat çekti.
İSİG Meclisi’nin açıklaması şöyle:
Son günlerde devlet içindeki çatışma büyüdükçe
ayakkabı kutularındaki milyonlar, yolsuzluklar,
aşırmalar bir bir ortaya saçılıyor...
Bütün bu gelişmeler üç Bakanın yolsuzluk nedeniyle
istifa ettiği;
Asgari ücret görüşmelerinde yüzde 3 zammı yeterli
bulan ve ‘800 TL’ye bal gibi geçinilir’ sözlerini söyleyen
Faruk Çelik’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
olduğu;
‘İş kazaları medeniyet göstergesidir’ diyen Nihat
Zeybekçi’nin Ekonomi Bakanı olarak göreve geldiği;
‘Kadın da olsa çocuk da olsa güvenlik görevlilerimiz
gereğini yapacaktır’ diyen ve her hak talebine şiddet
uygulanmasını buyuran Recep Tayyip Erdoğan’ın
Başbakan olduğu ülkemizde yaşanıyor...
İşte tam da bu noktada yine gizlenmeye çalışılan
bir gerçeği haykırmak istiyoruz...
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak yazılı,
görsel, dijital basından takip edebildiğimiz ve emekmeslek örgütlerinden gelen bilgiler ışığında tespit
edebildiğimiz kadarıyla 2013 yılında (26 Aralık
itibarıyla) en az 1203 işçi yaşamını yitirdi…
İnşaatlar, tarım, taşımacılık, ticaret, maden, metal,
kimya ve tekstil sektörleri yangın yeri oldu...
Yaşamını yitirenlerin 59’u çocuk işçi, 101’i kadın
işçi...
İşte ekonomik büyümeniz, ileri demokrasiniz, yeni
Türkiye’niz... İşte para düzeniniz...
Yağmanın, yolsuzluğun, talanın, şiddetin sorumlusu
olduğunuz gibi 1203 işçinin yaşamını yitirmesinin de
sorumlusu sizsiniz...
Üç bakan yetmez, hükümet istifa...
Yağma, yolsuzluk, talan ve şiddet düzenine karşı
sokağa...
Dayanışma, eşitlik, özgürlük ve adalet için
sokağa...
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi
Sınıf devrimcilerinden
yolsuzluk eylemleri
Devrimci faaliyetlerden...
Çiğli’de sınıf devrimcileri AKP-cemaat dalaşının
ortaya serdiği rüşvet ve yolsuzluk skandalını yürüyüşle
protesto etti.
Kasaplar Meydanı’nda başlayan yürüyüş Anadolu
Caddesi’nde devam etti. Çiğli Belediyesi önüne kadar
süren yürüyüşün ardından basın açıklaması yapıldı.
BDSP adına gerçekleştirilen açıklamada “Çözüm ne
AKP’de, ne CHP’de ne de MHP’dedir. Ne başka bir
partide, ne de parlamentodadır. Çürümüş düzende
sağlam çark aramak boşunadır. Bu düzen, bu kapitalist
sistem, yargısından, ordusuna, meclisinden,
sermayesine kadar tamamen bataklığa batmıştır.
Bizlere işçi ve emekçilere düşen bataklıkta sinek
avlamak değil, bataklığı kurutmak olmalıdır.” denildi.
Buca’da Forbes sonundan yürüyüşe başlayan sınıf
devrimcilerine Bucalı emekçiler de alkışlar ve
sloganlarla destek verdi. Tansaş önünde yapılan basın
açıklamasında “Sermaye devletinin tarihi bu ve benzeri
operasyonlarla doludur. Ortaya saçılan pisliklerin
bugünkü muhatapları AKP iktidarı ve onun dünkü yol
arkadaşları olabilir. Ancak bu türden pisliklerin kaynağı
temelde kar ve rant üzerine kurulu olan sermaye
düzeninin ta kendisidir.” sözleri kaydedildi.
Ümraniye’den sınıf devrimcileri uzun süredir
yaşanan AKP ve cemaat gerginliğinin iyice kızışması
sonucunda yaşanan ‘yolsuzluk operasyonları’ ve aynı
dönemde milyonlarca işçiye reva görülen % 3’lük
sefalet zammıyla ilgili Sarıgazi’de yürüyüş
gerçekleştirdi.
Derya Market önünde başlanıp Demokrasi
Caddesi’ne doğru gerçekleşen yürüyüş boyunca
konuşmalarla yolsuzluk ve yağmanın bu düzenin
mayasında bulunduğu, kapitalizmin milyonlarca işçinin
emek gücünün sömürüsüne dayalı bir sistem olduğu
ifade edildi. “Yarısından fazlası işçilerden kesintilerle
oluşturulan 2014 bütçesi başlı başına bir yolsuzluk
örneğidir” denerek asgari ücretle dayatılan sefalete
vurgu yapıldı.
Küçükçekmece BDSP Sefaköy metrobüs çıkışında
yaptığı basın açıklamasında “AKP hükümeti 11 yıllık
iktidarı boyunca sermayeye hizmette kusur etmedi.
İşçilerin ve emekçilerin elinde avucunda ne varsa
çalarak sermayeye peşkeş çekti.” dedi. Basın
açıklamasının ardından Gümüşçüler Çarşısı’na
sloganlarla yüründü ve Gümüşçüler Çarşısı’nda da
gerçekleştirilen konuşmayla düzenin çürümüşlüğü
teşhir edildi.
Ankara’da Mamak İşçi Kültür Evi önünde toplanan
sınıf devrimcileri Tuzluçayır’ın ara sokaklarında
ajitasyon konuşmalarıyla, ayyuka çıkmış olan
yolsuzluğa karşı mücadele çağrısı yaptılar. Kimi
emekçiler pencerelerinden destek verirken kimileriyse
eyleme katıldılar. Tuzluçayır Meydanı’nda
gerçekleştirilen basın açıklamasında, gerici odakların
rant kavgası sırasında ortalığa saçılan yolsuzluk ve
rüşvet batağının sermaye düzeninin kendisinden
kaynaklandığı ifade edildi.
Kızıl Bayrak / İzmir-Ümraniye-KüçükçekmeceAnkara
İzmir BDSP 2014 kavga yılını selamladı
İzmir BDSP, 2014’ün de mücadele yılı olması için 2013’ün son gününde eyleme çıktı. Eylem öncesi Çiğli ve
Karşıyaka’da emekçileri eyleme çağıran el ilanları dağıtıldı.
Karşıyaka İzban çıkışında toplanan BDSP, “2014 Kavga yılı olacak!” şiarlı pankartın arkasında yürüyüş için
kortejler oluşturdu.
Yürüyüş boyunca Karşıyaka’da bulunan emekçilerin eyleme ilgisi oldukça iyiydi. Karşıyaka İş Bankası
önünde okunan basın metninde iş cinayetlerinden, temel hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına kadar bir dizi
konuda 2013 yılının işçi ve emekçiler üzerindeki etkilerinden bahsedildi ve “Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu
olarak; tüm işçi sınıfının, emekçi kadınların, gençlerin, zindanlardaki devrimci tutsakların, İzmir’deki 13 Gezi
tutsağının kavga yılını kutluyoruz. Geride bıraktığımız 2013 yılında mücadele alalarında dövüşene düşene bin
selam olsun.” açıklaması yapıldı.
Kızıl Bayrak / İzmir
BDSP, AKP ve cemaatin rant kavgası sırasında
ortaya saçılan yolsuzluk ve rüşvet batağını, özünde
de yolsuzluk ve rüşvet üzerine kurulu düzeni teşhir
ediyor.
Bursa’da “AKP ve cemaat milyonları soyup
soğana çevirdi, paylaşamayınca birbirine girdi...
Haramilerin saltanatını yıkalım, sosyalizmi kuralım!”
şiarlı afişler Kestel Meydan, Kale Mahallesi ve Kestel
Cemevi çevresine yapıldı. Aynı başlığı taşıyan
bildiriler Bursa İşçi Bülteni ve Metal İşçileri
Bülteni’nin Aralık sayısının içerisine konularak,
Küçük sanayi metro çıkışı ve servis güzergahı olan
Mesken’e dağıtıldı.
“Bu pisliği devrim temizler!” başlıklı ve Devrimci
Liseliler Birliği imzalı çıkartılan bildirilerin dağıtımı
da devam ediyor. Ertuğrul Gazi Anadolu Lisesi’nin
akşam çıkışına bildiriler dağıtıldı.
Çorlu’da da “Bu pisliği devrim temizler!” ve
“Haramilerin saltanatını yıkacağız, sosyalizmi
kuracağız!” şiarlı ozalitler merkezi noktalara yapıldı.
Ayrıca yine Çorlu merkez ve Sağlık Mahallesi’nde
yazılamamalarla kapitalist düzenin teşhiri yapıldı.
Sincan’da bölgede bir dizi fabrikadaki işten
atılmaları teşhir eden ve örgütlenmeye çağıran bir
bildiri ve Ankara İşçi Bülteni işçilere ulaştırıldı. Ülke
gündemini çalkalayan yolsuzluk ile ilgili ‘Yolsuzluğa
ve yoksulluğa karşı ses çıkar’ başlıklı bildiri
hazırlanarak Sincan İşçi Birliği imzasıyla servis
noktalarına dağıtım yapıldı. Ayrıca bu konu ile afiş
ve duvar gazetesi hazırlanarak Sincan’ın bir çok
noktasına asıldı. Dağıtımlar Plevne Mahallesi’nde,
Gimsa’da, Yaşar Kemal Caddesi’nde ve Vatan
Caddesi’nde gerçekleştirildi.
DLB’liler bu hafta yolsuzluk ile ilgili “Bu pisliği
devrim temizler!” şiarıyla hazırladıkları afişi Sincan
Endüstri Meslek Lisesi, Selahattin Akbilek Lisesi,
Sincan Lisesi ve Nefise Andiçen Lisesi’nin etrafında
kullandılar.
Sarıgazi’de yolsuzlukların saçılmasına rağmen
yaklaşan yerel seçimler üzerinden sandığın
alternatif gösterilmesine karşı “Devrim” şiarı
gündemleştirildi. Bu bağlamda “Yosuzluk, rüşvet,
yağma, talan... Bu pisliği devrim temizler!” şiarlı
afişler Sarıgazi’nin merkezi noktalarına yapıldı.
DLB ise yaşanan yolsuzluk ve rüşvet
operasyonlarını konu alan bildiri dağıtımı
gerçekleştirdi. Sabah ve öğlenci öğrencilerin girişçıkış saatlerinde Çekmeköy Endüstri Meslek Lisesi
önünde gerçekleştirilen dağıtımda öğrencilerle
yolsuzluk üzerine sohbet edildi.
Kızıl Bayrak / Bursa-Çorlu-Sincan-Ümraniye
Yolsuzluklar protesto edildi
Kütahya’da 26 Aralık’ta ilerici ve devrimci
öğrenciler Cumhuriyet Caddesi girişinde toplandı.
Polis, valiliğin 20 metre etrafında toplanma ve yürüyüş
yapılmasının yasak olduğunu söyleyerek kitleyi
dağıtmaya ve uzaklaştırmaya çalıştı.
Basın açıklamasının okunmasının ardından kitle
tekrar Sevgi Yolu’’nun girişine yürüyüşe geçti ve polis
yürüyüşe izin vermedi. Kitlenin polis barikatının
üzerine yürümesiyle barikat açıldı, burada kitle
dağılarak eylem sonlandırıldı.
Bursa’da 26 Aralık akşamı Setbaşı’nda biraraya
gelen kitle buradan Heykel’e yürüdü. Heykel’de
konuşmalar yapıldı. Eylemde şu ana kadar olan
gelişmelerin birçok gerçeği gözler önüne serdiği
söylenerek, din kisvesi altında milyonların soyup
soğana çevrildiği dile getirildi.
Adana’da KESK, DİSK, TMMOB ve Adana Tabip
Odası tarafından “Hırsızlığa, yolsuzluğa hayır!”
yürüyüşü düzenlenmek istendi.
İnönü Parkı’ndan Atatürk Parkı’na yürüyecek
kitleye izin vermedi. Polisin yasakçı tavrına karşılık 200
kişi yola çıkarak yürüyüş kararlılığını gösterdi. Bunun
üzerine TOMA’lar ve polis tarafından yürüyüşçülerin
önü kesildi. Yürüyüşte ısrar edilmesi üzerine ilk olarak
basınçlı su sıkıldı, ardından biber gazı atıldı. Bu esnada
atılan gaz bombası kapsüllerinden yaralananlar oldu.
Eylem bir süre ana caddelerde sloganlarla sürdürüldü.
Ertesi gün ise KESK, DİSK, TMMOB ve TTB polis
saldırısını kınayan bir eylem yaptılar. İlerleyen
saatlerde ise ülke genelinde gerçekleşecek eylemlere
paralel olarak, Atatürk Parkı’nda eylem yapıldı.
İzmir’de KESK, DİSK ve TMMOB’un çağrısıyla 26
Aralık’ta Sevinç Pastanesi önünde buluşularak AKP
Konak İlçe Binası’nın bulunduğu Basmane Meydanı’na
yürüyüş gerçekleştirildi.
Kitle, öfkeli ve coşkulu sloganlarla Talat Paşa
Bulvarı’ndan Fuar Lozan Kapısı’na, oradan da
Basmane’ye yürüdü. Sınıf devrimcileri yürüyüşe, “Bu
pisliği devrim temizler!” şiarlı pankart ve BDSP
flamaları ile katıldı. Kitle Basmane Meydanı’na
vardığında, meydan girişinin TOMA ve çevik kuvvet
polisleriyle kapalı olduğu görüldü. Ancak kısa sürede,
meydan açtırıldı.
28 Aralık günü ise Alsancak Sevinç Pastanesi
önünden başlayan yürüyüş gerçekleştirildi. Basmane
yolu üzerinde polis biber gazı ve biber gazlı su ile
kitleye saldırdı. İlk geri çekilişin ardından Lozan
Meydanı’na çıkan cadde üzerinde barikatlar kurulmaya
başlandı. Basmane ve Lozan Meydanı çevresinde
süren çatışmalarda 20 kişi gözaltına alındı.
Kartal Dayanışma, ortaya saçılan yolsuzluk ve
rüşvet pisliğine karşı 26 Aralık’ta yürüyüş
gerçekleştirdi. Ahmet Şimşek Koleji önünde toplanan
kitleyi AKP Kartal İlçe Binası’nın önünde polis barikatı
karşıladı. Polisin engeline rağmen yürüyüş devam
ettirildi. Ardından Bankalar Caddesi’ne girildi.
Halkbank’a yumurta atıldı ve “İşte burası yolsuzluk
yuvası!” sloganı atıldı.
Kartal Meydan’da basın açıklaması gerçekleştiren
kitle basın metninin okunmasından sonra eylemi
sonlandırdı.
Taksim Dayanışması’nın “Yolsuzluğa, yağmaya,
talana karşı hesap soruyoruz” şiarıyla çağrısını yaptığı
eylem 27 Aralık akşamı polisin saldırısı ile başladı.
Polisin saldırısı karşısında kitle ilk başta ara sokaklara
çekildi. Sonrasında tekrardan İstiklal Caddesi üzerine
çıkarak sloganlar atmaya devam etti.
Polis saldırısı karşısında ilerleyen saatlerde kitle
hava fişek ve taşlarla karşılık verdi. Mis Sokak ve
Galatasaray Lisesi arasındaki kısımda barikatlar kuran
kitle polisle çatıştı. Saldırının arkasından polis iş
makinalarıyla barikatları kaldırdı. Fakat Tarlabaşı,
Sıraselviler ve Cihangir’e çekilen kitle buralarda polisle
çatışmaya devam etti.
Polis saldırısında 30’dan fazla kişinin gözaltına
alındığı öğrenildi.
KESK İstanbul Şubeler Platformu ve Türk-İş İstanbul
Şubeleri 30 Aralık’ta Cevahir AVM önünden AKP Şişli
İlçe Başkanlığı’na yürüyerek yolsuzluk ve talan
politikalarını protesto etti.
Ankara Dayanışması’nın çağrısıyla 27 Aralık’ta
Güvenpark’ta binden fazla kişi biraraya geldi. Basın
açıklamasının ardından Güvenpark’tan Kolej’e
yürümek isteyen kitleye Mithatpaşa Köprüsü’nde polis
gaz bombalarıyla saldırdı. Ara sokaklara dağılan kitle
bir süre sonra tekrar Ziya Gökalp Caddesi’ne çıktı.
Çevik kuvvet polislerinin saldırdığı kitle bu sefer de
Kolej Meydanı’nda toplandı. Ara sokaklarda polisin
döverek insanları gözaltına aldığı kaydedilirken eylem
bir süre sonra sonlandırıldı.
Tuzluçayır’da BDSP, Halkevi ve Aka-Der’in yeraldığı
eyleme Süleyman Ayten Caddesi üzerinde polis
saldırısı oldu. Tuzluçayır’da çatışmalar ertesi günlerde
de devam etti.
Eskişehir’de devrimci ve ilerici güçler, 27 Aralık’ta,
yolsuzluk, hırsızlık ve talana karşı yürüyüş
gerçekleştirdi. Üniversite Caddesi’nden başlayan
yürüyüş, İsmet İnönü Caddesi üzerinden, AKP
Binası’nın bulunduğu Yunus Emre Caddesi’ne kadar
devam etti.
Kızıl Bayrak / Ankara-İstanbul-Adana-İzmir-BursaKütahya-Eskişehir-Kartal
Ankara’da gençlikten yolsuzluk protestosu
Açığa çıkan yolsuzluklar, 28 Aralık günü Ankara
DLB ve Ekim Gençliği tarafından bir basın
açıklamasıyla teşhir edildi.
Yüksel Caddesi’nde biraraya gelen kitle “Bu pisliği
ancak devrim temizler!”, “Hırsızlara değil, eğitime
bütçe!”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm!” ve “Çözüm
devrimde, kurtuluş sosyalizmde!” sloganlarını gür bir
şekilde attı.
Gerçekleştirilen basın açıklamasında çürüyen
sisteme karşı gençliğin devrim ve sosyalizm bayrağını
yükselteceği vurgulanırken yolsuzluklar teşhir edildi.
Açıklama, yolsuzlukları yapan sermaye
temsilcilerinden hesap sorma çağrısıyla devam etti.
Açıklamada işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin
cebinden çıkan paraların ayakkabı kutularında milyon
dolarlar olduğu belirtilirken bu paralarla insanca
yaşam için gerekli her türlü talebin karşılanabileceği
ve tam da bu yüzden hırsızlara, ranta, talana ayrılan
bütçenin eğitime, sağlığa ve ülkenin üreten
emekçilerine ayrılması taleplerini yineledikleri ifade
edildi.
Sorunun kapitalist sistemin çürümüşlüğünden
kaynaklandığı belirtilen açıklama şu ifadelerle
sonlandırıldı: “Bizlere işçi ve emekçilere düşen
bataklıkta sinek avlamak değil, bataklığı kurutmak
olmalıdır. Gençliğin yanı devrimin safıdır. Çürüyen
düzene, kokuşan hükümete karşı tek seçenek devrim,
kurtuluşumuz ise sosyalizmdir!”
Eyleme Dev-Lis de destek verdi.
Kızıl Bayrak / Ankara
İşçilerin hayatı
oyuncağınız değildir,
hesabını soracağız!
Esenyurt’ta yolsuzluğa
karşı yürüyüş
Oyak Renault yönetimi yeni yıla işçi kıyımı yaparak
girdi. 30 Ocak tarihinde başlayan kıyımda aldığımız
bilgilere göre 51 işçi kapının önüne konuldu. Böylelikle
atılan işçiler ve onların yüzlerce yakını yeni yıla büyük
bir yıkımla girmiş oldu.
İşten atılan işçiler, kapının önüne konulduklarını
yılbaşı arifesinde evlerine gönderilen noter tasdikli
çıkış belgelerinden öğrendiler. İşçilerin sırtından büyük
servetler elde edenler, bunu yaparken böylesine
pervasız, böylesine vicdansızca davrandılar.
Ama unutmayalım ki onlar sadece kendi sınıf
çıkarlarının gereğini yaptılar. Daha fazla sömürmek için
faturayı işçilere kestiler. Oysa bu kararın altında sadece
onların değil, aynı zamanda Türk Metal’i yönetenlerin
de imzası var. Öyle ki işçiden kesilen aidatlarla
beslenen bu çete takımı, bizzat çıkış listelerinin
oluşturulmasında görev aldı. Bunun için işten atılmada
kriter, ne performans düşüklüğü, ne de kıdemi düşük
olanlardı. Kriter muhalif ve mücadeleci görünen işçiler
oldu. Keza gelen bilgilere göre atılan işçilerden
bazılarının çalıştıkları bölüm şeflerinin itirazları dahi,
“sendikanın isteği bu” denilerek dikkate alınmadı. Yani
Türk Metal çetesi, geçtiğimiz yılın Kasım ayında yarım
kalan hesabını görüyordu.
Bunun için altını kalınca çizelim ki, Türk Metal
çetesi yaşanan bu işçi kıyımının birinci elden
sorumlusudur. İşçinin sırtından geçinen bu karanlık
çete, düzeni bozulmasın diye onlarca işçinin ekmeğiyle
oynamıştır.
Öyle ki daha önce Oyak Renault’ta vurgun
yaptıkları için görevden alınan yöneticiler için eylem
yapan Türk Metalciler, yapılan işçi kıyımı karşısında tek
bir laf etmekten dahi uzak duruyorlar. Duruyorlar,
çünkü bugün yapılan kıyımın en önemli nedeni aynı
zamanda, bu büyük vurgunun faturasını işçilere
kesmektir. Binlerce işçinin ürettiği zenginlikleri
yağmalayanlar, işçilerin ekmeğiyle ve işiyle,
hayatlarıyla oynuyorlar.
Bu vicdansızlığı gösterenler, bugüne kadar olduğu
gibi işçiden tazminatlarını alıp susmasını bekliyor.
Bunu yaparken paranın gücüne ve yasaların onlara
verdiği bazı kolaylıklara dayanıyorlar. Ama metal
işçileri susmamalı, haksız ve hiçbir meşru temeli
olmayan bu kıyımı kabul etmemelidir. Parayla satın
alınmış sendikacılar ve uşak takımı eliyle yapılmış
yasalar ne derse desin, biz işçilerin sırtından geçinen
bu asalakların işçilerin hayatlarıyla istedikleri gibi
oynama hakkı yoktur. Böyle bir hakkı biz onlara
vermiyoruz. Milyon milyon çalanların hükümdar
olduğu bir ülkede iliklerine kadar sömürülüp canına
okunanların hayatlarıyla oynanmasını kabul etmiyoruz.
Metal İşçileri Birliği, başta işten atılan
arkadaşlarımız olmak üzere metal işçilerini, bu arsız ve
kuralsız patron keyfiyetine, aidatlarımızla beslenip
arkamızdan hançerleyen soysuz uşak takımına karşı
mücadeleyi yükseltmeye çağırmaktadır.
İşçi kıyımına son, atılan işçiler geri alınsın!
İşbirlikçi-asalak sendikacılık düzenine son!
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
Metal İşçileri Birliği
1 Ocak 2014
Yılın ilk günü Esenyurt BDSP tarafından yolsuzluk ve
rüşvet skandalını protesto etmek amacıyla bir eylem
gerçekleştirildi. Depo girişinde toplanan kitle cadde
üzerinde “Yolsuzluk, rant ve rüşvet düzenine son! / Bu
pisliği devrim temizler! -BDSP” pankartını açarak
yürüyüşe geçti.
Emekçilere tüm çarpıklıklarıyla düzeni, kölelik
politikalarını teşhir eden ve hesap sormaya çağıran
konuşmalar yapıldı. Devrim mücadelesinin önemine
vurgu yapıldı. Yürüyüş boyunca alkışlarla, ıslıklarla ve
coşkulu sloganlarla yürüyen kitle etraftan da alkışlarla
yaygın bir destek gördü.
Yürüyüşün ardından okunan basın metninde
düzenin pislikleri ortaya serildi, asgari ücret süreci,
Taksim Direnişi ve düzen partilerine değinildi. Kölelik
düzeninden kurtulmak için sokağa çıkma ve devrim
mücadelesine katılma çağrısı yapıldı.
Basın metninin okunmasının ardından
sendikalaşma mücadelesi yürüten Ambarlı Limanı
işçileri adına, işten çıkarılan bir işçi söz aldı.
Mücadelenin öneminden bahsetti, bu ülkede aynı
zamanda büyük bir emek yolsuzluğu olduğunu belirtti.
Ambarlı liman işçisi buna sessiz kalmamak gerektiğini
söyleyerek konuşmasını tamamladı.
Eylemin sonunda yolsuzuluk ve rüşvet skandalının
simgesi haline gelen ayakkabı kutuları ateşe verildi.
Kızıl Bayrak / Esenyurt
Bosch’ta “bilirkişi” gölgesi
Bosch’ta Türk Metal ile Birleşik Metal-İş arasında
Bursa 3. İş Mahkemesi’nde görülen yetki davasının 25
Aralık’ta yapılan duruşmasına “bilirkişi” gölgesi düştü.
Duruşmadan bir hafta önce içeriği ortaya çıkan
bilirkişi raporunda, Türk Metal’in fabrikada çoğunluğa
sahip olduğu iddia edildi. Oysa yetki başvurusu
yapıldığında Birleşik Metal-İş’in ezici bir çoğunluğu
bulunuyordu. Ayrıca Türk Metal’in başvuru için üye
yazarken bir dizi usulsüzlük yanında işçiler üzerinde
ciddi baskılar yapıldığı bilinmekteydi.
25 Aralık günü görülen duruşmada Birleşik Metalİş’in avukatları bilirkişi raporuna itiraz ederek yeni bir
bilirkişi heyetinin atanması talebinde bulundular.
Mahkeme heyeti talebi kabul ederek duruşmayı 23
Ocak tarihine erteledi.
Türk-İş asgari ücrete
‘muhalif’ kaldığını açıkladı!
Asgari ücrete
sefalet zammı
Asgari Ücret Tespit Komisyonu son toplantısını 31
Aralık’ta tamamlayarak 2014 yılı için asgari ücreti
belirledi. Komisyon toplantısının ardından açıklama
yapan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik,
2014 yılında asgari ücretin yılın ilk altı ayı için yüzde 5,
ikinci altı ayı için de yüzde 6 arttırıldığını açıkladı.
Çelik’in açıklamasına göre, 2014 yılı ilk 6 ayında
yüzde 5 ücret artışı ile asgari ücret net 846, brüt olarak
1071 TL oldu. İkinci 6 ayda ise yüzde 6 ücret artışı ile
net 891, brüt olarak 1134 TL oldu.
Asgari ücrette 16 yaş ayrımı kaldırılırken, asgari
geçim uygulamasındaki 4 çocuk sınırı 3 çocuğa
indirildi.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işçileri ‘temsil
eden’ Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türkİş), asgari ücretin patron-devlet kesimi temsilcilerinin
oy çokluğuyla belirlendiğini açıkladı. Türk-İş’in karara
katılmadığı ve muhalif kaldığını belirtti.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda geçim
koşullarını hesaplaması için TÜİK’in görevlendirildiğini
aktaran Türk-İş, devletin resmi kurumu olarak TÜİK’in
1.205,10 lira belirlediğini vurguladı. Bu hesaplamada
‘çalışanın ailesi’ dikkate alınmadığına dikkat çekilen
açıklamada, 2014 enflasyon oranlarıyla bu ücretin
dikkate alınması görüşünün aktarıldığı ifade edildi.
Açıklamada patronların ve sermaye hükümetinin
tutumu için şunlar ifade edildi: “Ancak devletin resmi
kurumu TÜİK tarafından belirlenen tutar bile
Komisyonda görev yapan işveren-devlet kesimi
temsilcileri tarafından pazarlık konusu yapılmış ve
asgari ücret daha düşük belirlenerek, oy çokluğuyla
kabul ve ilan edilmiştir. Asgari ücret belirlenirken
çalışanların değil işverenlerin durumu dikkate alınmış
ve talepleri belirleyici olmuştur. Ülkenin ve işletmelerin
rekabet şartlarını düşük ücret politikasıyla sağlamak
ve sürdürmek anlayışı egemen kılınmıştır.”
Yani AKP’nin sermayeye hizmete devam ettiği,
patronların da kendi çıkarlarını savunduğu açık. Ancak
konumuna uygun davranmayan, “işçileri temsil etme”
iddiasıyla komisyonda yer alan Türk-İş’tir. Patronlar ve
hükümetin açık tavrı karşısında muhalefet şerhi
düşmek dışında Türk-İş’in karşı duruşu yoktur.
Türk-İş sendika konfederasyonu olarak
sorumluluklarını atlamak için yaptığı açıklamada şu
mazaretleri ifade etti: “Komisyon çalışmalarında kamu
temsilcileri tarafından yıllık program, ekonomik
göstergeler temel alınarak ifade edilen ülkenin
ekonomik durumuyla ilgili olumlu gelişmeler, işçilerin
günlük yaşantısına ve gelirine yansıtılmamıştır. Bu
yaklaşım gelir eşitsizliğini ve adaletsizliği daha da
büyütmektedir. Devlet sosyal koruma görevini
iktisaden zayıf olan işçiden yana kullanmamıştır.
Belirlenen bu asgari ücret, ülkede uygulanmakta olan
ekonomik ve sosyal politikaların önemli bir göstergesi,
siyasal iktidarın ve işverenlerin çalışanlara
yaklaşımının yansımasıdır. Asgari Ücret Tespit
Komisyonu’nun işveren-devlet kesimi temsilcilerinin oy
çoğunluğuyla belirlenen asgari ücrete, gerek miktar ve
gerek belirleme yöntemi açısından yukarıda
sıraladığımız gerekçelerle katılmıyoruz ve işçi kesimi
olarak muhalif kalıyoruz.”
Kıdem tazminatının fona devri konusunda da aynı
‘muhalif’ sınırlarını koruyan Türk-İş bürokratları, Üçlü
Danışma Kurulu’nda sözlü eleştiriler dışında adım
atmamıştır. İşçilerin eylemli tepkisinin açığa çıkmaması
için çalışan Türk-İş, aynı argümanlarla “devlet ve
patronlar kol kola” demekle yetiniyor. Böylece
bürokratlar işbirlikçi-uzlaşmacı çizgilerini gizlemeye
çalışıyor. “İşçileri temsil etme” iddiasındaki Türk-İş
bürokratları, hak gasplarında ve sefalet ücretinde
patronlar ve sermaye hükümeti kadar karara ortaktır.
Asil Çelik’te sözleşme imzalandı
Grev kararı alınan Asil Çelik’te toplu iş sözleşmesi imzalandı. Sözleşme konusunda 27 Aralık günü Birleşik
Metal-İş Genel Sekteteri Selçuk Göktaş fabrika önünde bir bilgilendirme toplantısı yaptı.
Anlaşmaya göre birinci 6 ay (Eylül 2013) saat ücretlerine 60 kuruş, ikinci 6 ay 6 aylık dönem enflasyon
oranına ek olarak 12 kuruş ücret zammı yapıldı. Bu zam uygulamasından önce saat ücreti 5 TL’nin altında
olanların ücreti 5 TL’ye tamamlandı.
Taraflar arasındaki anlaşmazlık sendikanın saat ücretine 1 TL istemesi karşısında patronun 25 kuruş
dayatması nedeniyle ortaya çıkmıştı.
Yine sefalet ücreti!
Yıllık ortalama yüzde 11 olarak açıklanan zam
oranı, yıllardır tekrarlanan sefalet zamlarının yeni bir
örneği oldu. Zira 2014 yılı için belirlenen asgari ücret
de açlık ve yoksulluk sınırlarının yakınından dahi
geçmiyor.
Ayakkabı kutularında milyon dolarları götürenler ya
da buna göz yumanlar, sıra işçi ve emekçilere gelince
bir kez daha sefaleti dayatıyor. Öyle ki, yapılan
hesaplamalara göre, bir asgari ücretlinin o meşhur
ayakkabı kutusunu doldurabilmek için, hiç harcama
yapmadan 953 yıl para biriktirmesi gerekiyor.
Yüzde 11 zammı bir ‘lütuf olarak’ sunan sermaye
hükümeti, bir yandan da bunu, son günlerde yıpranan
imajını kurtarmak için şova çeviriyor.
DDSB’den
asgari ücret eylemi
Ankara DDSB, 28 Aralık’ta Yüksel Caddesi’nde
biraraya gelerek asgari ücret ile ilgili basın açıklaması
gerçekleştirdi.
“Asgari kölelik ücretine hayır! İnsanca yaşam,
yaşanabilir ücret/DDSB” pankartı açılarak, asgari ücret
görüşmeleri protesto edildi. Basın açıklamasında bütçe
görüşmeleri teşhir edildi. Soygun operasyonuna da
değinilen basın açıklamasında, işadamlarının ayakkabı
kutularından milyar dolarlar çıkarken emekçiye yine
zamların, işsizliğin, sefalet ücretinin ve yoksulluğun
reva görüldüğü söylendi.
Bir DDSB’li emekçinin ayakkabı kutusundan ne
çıkabileceğinin somut olarak göstermek için getirdiği
ayakkabı kutusundan, faturalar ve %4,5 asgari ücret
zammı çıktı.
Kızıl Bayrak / Ankara
Esenyurt’ta işçiler
foruma hazırlanıyor
Binlerce maden ve enerji
işçisi direniş için buluştu!
Esenyurt’ta 29 Aralık Pazar günü gerçekleştirilen
toplantıya metal, gıda, petro-kimya, tekstil, deri,
lojistik ve inşaat gibi sektörlerin yanısıra Ambarlı
Limanı’nda sendikal örgütlenme mücadelelerini
sürdüren liman işçileri de katılım sağladı.
Oldukça canlı geçen toplantıda, bölgedeki
fabrikalardaki somut gelişmeler ve örgütlenme sorunu
üzerine tartışmalar yürüten işçiler, Amerikan tekeli
Greif’ta örgütlenme açısından sağlanan başarının farklı
fabrikalara taşınması gerektiğini ifade ettiler.
Toplantının açılış konuşmasını yapan bir tekstil işçisi,
Greif fabrikasındaki mücadeleyi örnek göstererek zor
olanın da başarılabileceğini ifade etti.
İşçiler örgütlenmeyi tartıştı
Farklı sektörlerde çalışan işçiler toplantıda söz
alarak bölgedeki fabrikalardaki örgütlülük durumu ve
atılabilecek somut adımlar üzerine görüş ve önerilerini
dile getirdiler. Toplantıda konuşan işçiler kendi
örgütlenme deneyimlerini aktarırken işçi sınıfındaki
güven probleminin aşılması gerektiğini ifade ettiler.
Fabrikalarda işçiler arasında yaşanan yapay
ayrımlara da dikkat çekilen konuşmalarda ırk, mezhep,
din farklılıklarının örgütlenme süreçlerinde önemli bir
engel olduğu ve bu engelin ortadan kaldırılması için
yoğun bir çaba ortaya konması gerektiği dile getirildi.
Gerçek ayrımın zengin ve yoksul, patron işçi, ezen
ezilen temelde de emek ve sermaye ayrımı olduğu
tüm diğer farklılıkların ötesinde sınıf kimliğinde
birleşilmesi gerektiği ifade edildi.
Toplantıda biraraya gelen öncü işçiler, bölgedeki
işçilerin katılımıyla, başta kıdem tazminatı olmak
üzere, sermaye iktidarının hedeflediği hak gasplarına
karşı örgütlenme sorununun tartışılacağı işçi forumu
düzenlemeyi hedefliyor. 26 Ocak’ta düzenlenecek işçi
forumunun hazırlıkları da toplantıda kolektif bir
emekle planlandı.
Kızıl Bayrak / Esenyurt
Buca’da devrimci faaliyet
28 Aralık Cumartesi günü Şirinyer Tansaş önünde imza standı açıldı. Standda Gezi şarkıları ve devrimci
marşların yayını yapılırken bir yandan da ajitasyon konuşmalarıyla Gezi tutsakları için imza istendi, hazırlanan
bildiri dağıtıldı. Gezi tutsaklarının resimlerinin ve karanfillerin kullanıldığı imza standı Şirinyer Tansaş önünde
yoğun ilgiye konu olurken standda işçi ve emekçilerle sohbetler gerçekleştirildi.
30 Aralık Pazartesi akşamı ise birkez daha sınıf devrimcileri Mehtap Mahallesi’nde idi. Bir önceki hafta
imza föyleri bırakılan evlere ziyaret gerçekleştirilip föyler toplandı. Ayrıca kapılar çalınarak gezi tutsakları için
imza istendi. Mahallede bulunan kahvelerde ajitasyon konuşmaları yapıldı.
1 Ocak Çarşamba günü de Şirinyer Tansaş önüne yağmurdan kaynaklı olarak bir saat gecikmeli de olsa
imza standı açıldı. Müzik yayını ve sesli ajitasyonların yapıldığı imza standında bir saat içinde 200’e yakın imza
toplandı.
Buca’da her Cumartesi ve Çarşamba günleri saat 14.00-16.00 arasında Şirinyer Tansaş önünde imza standı
açılmaya devam edilecek.
Kızıl Bayrak / Buca
Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerinin
özelleştirilmesi için yasal sürecin ilerlemesi üzerine
alınan eylem kararları uygulanmaya devam ediliyor. 29
Aralık’ta Milas’ta Maden-İş ve Tes-İş sendikaları
tarafından Özelleştirmeye Karşı Emek ve Bağımsızlık
Mitingi düzenlendi.
Milas Şehir Stadyumu’nda toplanan işçiler kortejler
oluşturarak Atapark’a yürüdü. İşçiler daha önce
bölgede özelleştirilen Yatağan Süt Fabrikası, TEKEL gibi
kurumları simgeleyen tabutlar taşıdı. Binlerce maden
işçisi baretleriyle yürüyüş kolunda yerini aldı.
Miting için bölge illerinden de enerji ve maden
işçileri geldi. Binlerce işçi coşkulu ve kararlı sloganlarla
özelleştirmeye karşı mücadele edeceklerini haykırdı.
İşçiler yürüyüş boyunca “Hükümet istifa!”, “Hırsız
var!”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!”
sloganlarını atarak yürüdüler. Yolsuzluklar ve rüşvetler
de eylemde protesto edildi. İşçiler ellerinde taşıdıkları
ayakkabı kutuları ile para saklayanlara gönderme
yaptılar.
Maden- İş Yatağan Şube Başkanı Süleyman Girgin
şunları söyledi: “Halkın desteği ile haklı, meşru ve
demokratik direnişimizi sonuna kadar sürdüreceğiz.
Emeğimiz, yarınlarımız ve ülkemiz için Özelleştirmeye
Karşı Emek ve Bağımsızlık Mitingi’ne destek veren tüm
emekçilerimize teşekkür ediyoruz.”
İşçiler, mitingin ardından dönüşümlü devam
ettikleri açlık grevini de sonlandırdılar. Enerji ve
maden işçileri özelleştirmeye karşı eylemliliklerini
Ocak ayında Ankara’ya yürüyüşle devam ettirecekler.
İzmir’de Metal İşçileri
Bülteni dağıtımı
Metal İşçileri Bülteni’nin asgari ücret gündemine
yer verdiği yeni sayısı, çürümüş düzene karşı işçi ve
emekçileri mücadeleye çağıran bildirilerle birlikte
dağıtıldı.
Bu kapsamda, İDÇ, Habaş, Kocaer, Kardemir, Sider,
Özkanlar, Akdemir işçilerinin servis noktası olan
Asarlık’ta, Metal İşçileri Bülteni, sesli ajitasyonlar
eşliğinde dağıtıldı ve işçiler mücadeleye davet edildi.
Özel olarak asgari ücret tartışmalarının yoğun
olduğu bugünlerde, milyon dolarlarla oynayan
sermayedarlar teşhir edilerek, hesap sormaya çağrıldı.
Metal İşçileri Bülteni, Çiğli Organize’de bulunan ve
Birleşik Metal-İş’te örgütlü bulunan ZF Lenförder
işçilerine de ulaştırıldı.
Kızıl Bayrak / İzmir
Hacettepe işçisinden
zafer kutlaması!
Liman işçileri
FİBA Holding önündeydi!
Liman-İş Sendikası’na üye olan işçilerin keyfi
gerekçelerle işten atılmasına ve sendika düşmanlığına
karşı 30 Aralık’ta holding binası önünde eylem yapan
işçiler FİBA Holding’e bağlı Kumport firmasındaki
sendikal örgütlenme mücadelesinin
engellenemeyeceğini ifade ettiler.
Metrocity Alışveriş Merkezi önünde toplanarak
“Köle değil işçiyiz sendikayla güçlüyüz” pankartını açan
liman işçileri, FİBA Holding önüne yürümelerinin
ardından basın açıklaması yaptılar. Liman işçileri
eylemde, AKP-cemaat kavgasıyla beraber ortalığa
saçılan yolsuzluk ve rüşvet gerçeğini de teşhir ettiler.
Ayakkabı kutularının içerisine koydukları simitlerle,
işçilere dayatılan sefalet ve köleliği anlatan liman
işçileri, “Bize simit parası size milyon dolar” yazılı
kutuları öne koydular. İşçiler adına okunan basın
açıklamasında ise liman patronlarının kölelik
dayatmaları anlatıldı.
“Köle değil işçiyiz sendikayla güçlüyüz!”,
“Kumport’a sendika girecek başka yolu yok!”, “Yaşasın
sınıf dayanışması!” sloganlarının atıldığı eyleme BDSP
ve UİD-DER de destek verdi.
FİBA Holding’e bağlı Kumport, Marport, Mardaş
ana firmalarında yaklaşık 3 bin işçi çalışıyor. Limanda
sendikal örgütlenme nedeniyle Ocak ayında 10,
Şubat’ta 110 ve belli aralıklarla beşer kişi olmak üzere
toplamda 150 işçi işten çıkarıldı. Liman-İş
Sendikası’nda örgütlenen işçiler işçi kıyımının
durmasını ve sendikal haklarının tanınmasını istiyorlar.
Kızıl Bayrak / İstanbul
Kaçak madenler
1 işçiyi daha öldürdü
İş cinayeti 29 Aralık’ta Zonguldak-Kilimli’de
meydana geldi. Tavandan kopan kömür yığını 42
yaşındaki Yüksel isimli işçinin üzerine düştü. Yüksel
diğer işçiler tarafından göçükten çıkarıldı ve özel araba
ile hastaneye götürülmeye çalışıldı. Yolda ambulansa
alınan Yüksel’in cesedi, otopsi için Zonguldak Atatürk
Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı.
Yüksel’in hayatına mal olan maden ocağının bir
süre önce mühürlendiği söylendi. Bu yüzden iş cinayeti
polisten gizlenmiş. Yüksel hastaneye kaldırıldıktan
sonra polise haber verildiği ifade edildi.
Vedat Dalokay Düğün Salonu’nda gerçekleşen
etkinliğe işçiler sloganlarla katıldılar. Coşkuları tüm
salonu kaplayan işçiler “Zafer direnen emekçinin
olacak!” dediler.
Etkinlikte kendi hazırladıkları bir tiyatro oyununu
da oynayan işçiler, oyunda direnişe çıkma evrelerini
anlattılar. Ardından, direniş çadırında çekilen video ve
fotoğraflardan oluşan ve “Mücadeleye devam!” diyen
bir sinevizyon gösterimi gerçekleştirildi.
İşçiler adına gerçekleştirilen konuşmada direniş ve
direnişi kazanma süreci anlatılırken, tüm taşeron
işçilerinin kaderi değişinceye kadar mücadeleye
devam edecekleri vurgusu yapıldı.
Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da
Hacettepe işçisinin kazanımının Türkiye işçi sınıfının
kazanımı olduğunu belirterek şunları söyledi: “Taşeron
yolsuzluktur. Taşeron geleceksizliktir. Tam da bu
yüzden taşeron işçisinin kazanımı Türkiye işçi sınıfının
kazanımıdır. Biz ilk günden beri tereddüt etmedik.
Kazanacağımızı biliyorduk. Direnirken yalnız değildik.
Tüm Türkiye ayaktaydı. Türkiye’nin birçok yerinde
#DirenİŞÇİ eylemleriyle Türkiye işçi sınıfı ayaktaydı.
Hırsızların ellerine kelepçeyi işçi sınıfı takabilir. İşçi sınıfı
takacak!”
Genel-İş Genel Sekreteri Remzi Çalışkan ise hep
birlikte direnildiğini ve hep birlikte kazanıldığını
vurgularken işçilerin zaferini kutladığını dile getirdi.
SES Genel Başkanı Çetin Erdolu’nun gerçekleştirdiği
konuşmada ise şunlar kaydedildi: “Siz direnişinizle
kıdem tazminatını gasp edenlere, bizi baskı altına
almaya çalışanlara gücümüzü gösterdiniz. Direndiniz,
direndik. Başardınız, başardık. Ama daha bitmedi
Balcalı’daki işçiler de kazanacak. Hepinizi tebrik
ediyorum.”
Konuşmaların ardından Grup Mesel ezgileriyle
etkinliğe renk kattı. Çekilen halaylarla etkinlik
sonlandırıldı.
Kızıl Bayrak / Ankara
Migros işçileri hakları için direnişte!
İstanbul Şekerpınar’da kurulu olan Migros marketler grubuna bağlı depoda CEVA Lojistik ve MBM
Taşımacılık adında taşeron firmada çalışırken DGD-Sen’e üye olan işçiler, kıdem ve ihbar tazminatları
verilmeden işten atıldılar. 24 Aralık’ta iş akitleri fesh edilen 31 işçi, sendikal ve ücret hakları için direnişe
başladılar. İşçiler, direnişlerinin 4. gününde (31 Aralık) Kadıköy’de bulunan Migros mağazaları önünde eylem
yaptılar.
Kadıköy’de Boğa Heykeli önünde biraraya gelen işçiler, yürüyüşle üç mağaza dolaştılar. “Yaşasın Migros
CEVA direnişimiz. İşimizi geri alacağız taşeron düzenini yıkacağız!” pankartı taşıyan işçiler, eylem boyunca
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Sendika hakkımız engellenemez!”, “Migros’tan alma emeğimi çalma!”,
“Bu daha başlangıç örgütlenmeye devam!” sloganları attılar.
Gittikleri mağazalarda içeri giren işçiler, yaşadıkları süreci müşterilere anlatarak alışveriş yapmamalarını,
direnişlerine destek olmalarını istediler. Alkışlarla çevredekilerin desteklerini alan işçiler, son mağaza önünde
basın açıklaması yaptılar.
İşçiler adına DGD-Sen Başkanı Murat Bostancı’nın okuduğu açıklamada, işten atılma sürecine değinilerek
direniş amacı belirtildi. İşten çıkarmaların keyfiliğine değinilerek işçilerin sömürüsü üzerinden servetini
katlayan patronlar teşhir edildi.
Sendikal hakkın anayasada tanınmasına rağmen işçilerin bu hakkı kullanamadığının belirtildiği açıklamada,
bu düzenin temelinin yolsuzluk olduğu ifade edildi. Açıklama direnişe destek çağrısı ile sonlandırıldı.
Kızıl Bayrak / İstanbul
2013: İşçi sınıfı kin ve öfke biriktirdi!
Sendikası üyesi Mustafa Güner’in hukuksuz biçimde
işten atılmasına tepki gösteren işçiler eylemler
gerçekleştirdiler.
Şişecam’ın İstanbul Topkapı’da kurulu fabrikasının
kapatılması ve işçilerin daha düşük ücretlerle farklı
fabrikalara sürgüne gönderilme girişimine karşı işçiler
fabrikayı işgal etti. Günler süren işgal eyleminin ardından
sendikal bürokrasi rolünü oynayarak süreci sona erdirdi.
İzmir Aliağa’da kurulu bulunan PETKİM’de iki işçi
gerekçesiz olarak işten atıldı. Bu durumu kabul etmeyen
Petrol-İş üyesi Petkim işçileri fabrikaya kapandılar.
Yaygın grevler…
2013 yılının Haziran ayında yaygın ve militan
eylemlerle bütün bir yıla damgasını vuran Gezi Direnişi
üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Milyonların ayağa
kalktığı Haziran Direnişi, harekete rengini veren sınıfsal
karakter açısından işçi sınıfının damgasını taşımıyordu.
İsyan dalgasının böyle bir niteliğe sahip olması, işçi sınıfı
ve emekçilerin bütün bir seneyi suskunlukla geçirdiği
anlamına gelmedi. Geride bıraktığımız yıl boyunca,
kapitalist sömürüye, baskılara, kölece ve kuralsız çalışma
koşullarına karşı sınıf bölükleri sürekli bir eylem
içerisinde bulundular. Sömürünün geldiği boyutla
bağlantılı olarak işçi sınıfının saflarında biriken
hoşnutsuzluk, kin ve öfke sınıfı çeşitli eylem biçimlerine
itti.
2013 yılı; Türkiye’nin birçok sanayi havzasında ve
hatta kent merkezlerinde yaygın işçi direnişlerine,
grevlere ve eylemlere sahne oldu. Bu tabloyu birçok
sanayi havzasında artan yoğun bir örgütlenme eğilimi
tamamladı. Farklı sektörlerden işçiler kölece çalışma ve
yaşam koşullarına karşı sendikal örgütlenme yolunu
seçtiler. Bu mücadelelerden pek çoğu sınıf hareketi
adına ileriye yönelik önemli dersler bıraktı. İrili ufaklı tüm
direniş ve grevlerin nasıl sonuçlandığına baktığımızda
birçok direniş sürecinin fiili-meşru mücadeleyle
kazandığını görebiliriz.
Yılın son haftalarındaki işçi eylemlerine baktığımızda
dahi sınıf hareketinde yaşanan hareketliliği görebiliriz.
Taban örgütlenmelerini kuran ve toplu sözleşme
sürecine hazırlanan Greif işçileri, Yatağan’da enerji
işçilerinin özelleştirme saldırısına karşı eylemleri, 4. ayına
yaklaşan Feniş direnişi yeni mücadele yılına girerken
umut verdi.
hedefliyorlar. DHL işçilerinin yeni yılda sağlayacağı
kazanımlar kargo ve taşımacılık işkolunda yeni
kazanımları getirecek.
İlaç tekeli Abdi İbrahim’de sürekli hale getirilen işten
atma saldırısına karşı işçiler direnişe çıktılar. Abdi
İbrahim’deki işçi sömürüsünü, hak gasplarını ve işten
atma saldırılarını teşhir eden işçiler direnişleri boyunca
bir dizi eylem gerçekleştirdiler. Direnişin basıncı
fabrikadaki işten atma saldırılarının durdurulmasını
sağladı.
Çalıştıkları Hey Tekstil fabrikasının kapatılmasının
ardından sokağa atılan Hey Tekstil işçileri, hak arama
mücadelelerini farklı araçlarla devam ettiriyorlar. İşçiler,
2 yılı aşkın süredir devam eden mücadelelerine destek
bekliyorlar.
Zeytinburnu’nda kurulu Punto Deri’de çalışırken
DERİTEKS Sendikası’nda örgütlenen işçiler sendika
düşmanlığı ve işten atmalara karşı aylardır fabrika
önündeki direnişlerine devam ediyorlar.
Sendikal örgütlülükten kaynaklı işten atılan ve
aylardır direnişte olan Standart Profil işçilerinin Manisa
Organize Sanayi Bölgesi’ndeki direnişi sürüyor.
Kendilerini satarak sözleşmeye imza atan Petrol-İş
Sendikası’na tepki gösteren işçiler şube binasını
basmışlardı.
Avcılar Ambarlı Limanı’nda yaklaşık 1 yıldır sendikal
örgütlenme mücadelesi yürüten liman işçileri işten
atmalara ve sendika düşmanlığına karşı eylemlere
devam ediyor. Liman-İş üyesi işçiler sendikal haklarına
saygı gösterilmesini istiyorlar.
İşçiler direniyor...
Direniş ve grev süreçlerinin yaşandığı alanlar daha
çok güvencesiz işçileri kapsasa da geride kalan yılda
sendikal örgütlülüğün bulunduğu işletmelerde de çeşitli
saldırılara karşı direnişler yaşandı.
Gebze’deki Şişecam fabrikasından işten çıkarma
yapılması üzerine vardiya çıkışındra eylem yapılarak
dayatmalara sessiz kalınmayacağı gösterildi. Çayırova’da
kurulu Şişecam Cam Elyaf fabrikasında Kristal-İş
2014 yılına da direnişte giren DHL Lojistik işçileri, 2
yılı aşkın süredir devam ettirdikleri inatçı direnişleriyle
Alman sermayeli DHL’ye geri adım attırdılar. Paravan
sendika Öz Taşıma-İş’e karşı da kararlı bir mücadele
veren TÜMTİS üyesi işçiler toplu sözleşme aşamasına
gelen süreci tam bir kazanımla noktalamayı
Güvenceli işçiler hedefteydi
2013 yılı farklı sektörlerde bir dizi greve tanıklık etti.
Türkiye’nin ilk AVM grevi olan Leroy Merlin grevi
kazanımla sona erdi. Sendika hakkı için greve çıkan
DİSK/Sosyal-İş üyesi işçiler 16. günde imzalanan toplu
sözleşme ile önemli haklar kazandılar.
Türk-İş’e bağlı Basın-İş Sendikası’na üye Darphane
işçilerinin, toplu sözleşme döneminde uzlaşma
sağlanamaması üzerine çıktıkları grev, grevin 68.
gününde anlaşmayla sonuçlandı.
2013 yılına grevle giren Hava-İş üyesi THY işçileri,
sönümlenen grevlerini Hava-İş’te AKP’li listenin yönetimi
kazanmasıyla sona erdirdiler. Genel kurulun hemen
ardından Hava-İş yönetimiyle kapalı kapılar ardından
yapılan pazarlıklar sonucu THY işçileri işlerine geri
dönerken 24. Dönem Toplu İş Sözleşmesi metni
işçilerden gizlendi.
Türk Metal Sendikası’nın örgütlü olduğu Fokker Elmo
Havacılık işyerinde toplu sözleşme sürecinde anlaşma
sağlanamaması üzerine grev başladı. İzmir Gaziemir’deki
Ege Serbest Bölgesi’nde kurulu bulunan fabrikada grev
29 Ağustos günü sabah saatlerinden itibaren hayata
geçirildi. Grev, 81. gününde TİS’in kabul edilmesiyle
bitirildi.
Tekstil işkolunda 20 bin işçiyi kapsayan grup toplu iş
sözleşmesi sürecinde TEKSİF Sendikası ülke genelinde 30
fabrikada greve çıktı. Gasp edilen haklarını geri alan
tekstil işçileri taleplerini kabul ettirdi.
TÜMTİS, Bursa’da kurulu Gülen Nakliyat’ta toplu
sözleşme sürecinde greve çıktı.
Esenyurt’ta kurulu Jumbo Madeni Eşya A.Ş
fabrikasında 27 Haziran 2013 tarihinde başlayan grev 11
Eylül’de sona erdi. Çelik-İş üyesi Jumbo işçileri, patronla
imzalanan protokol sonucunda grevlerini sona erdirdiler.
İskenderun Demir Çelik Fabrikası (İSDEMİR) ile Çelikİş Sendikası arasında sürdürülen 25. Dönem Toplu İş
Sözleşmesi görüşmelerinde sonuç alınamaması
nedeniyle 22 gün süren grev, tarafların anlaşması
üzerine son buldu. İsdemir işçilerinin ardından, 19
Temmuz’dan itibaren greve çıkan MMK Metalurji
işçilerinin grevi 6 Ağustos’ta sona erdi.
Çelik-İş Sendikası Ümraniye’de kurulu GAMAK
fabrikasında greve çıktı. Grev, satış sözleşmesiyle sona
erdi.
22 Nisan’da başlayıp, aynı gün sona eren Çaykur
grevi ise hükümetin yaptığı ayak oyunlarıyla kırdığı grev
olarak akıllarda kaldı.
Toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin taleplerine
kayıtsız kalınması üzerine İpek Kağıt’ta çalışan 190 işçi
greve çıktı.
AKP iktidarının Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy termik
santrallerinin özelleştirilerek sermayenin hizmetine
sunulmasına yönelik adımlarına karşı işçiler aylardır
eylemdeler. Sendikal bürokrasinin hakim olduğu Tes-İş
ve Maden-İş sendikalarına üye işçilerin özelleştirme
karşıtı eylemleri yılın son günlerine girerken hızını
kaybetmedi. İşçiler, AKP-cemaat koalisyonu arasındaki
rant ve iktidar kavgasıyla birlikte ortaya saçılan rüşvet ve
yolsuzlukları teşhir ederek AKP’yi protesto etmeleri,
Haziran Direnişi’ni simgeleyen sloganları atmaları ayrıca
anlamlı bir yerde duruyor.
Mersin Limanı’nda Toplu İş Sözleşmesi’de greve
gidilen süreçte önce sendika üyesi 34 işçi işten atıldı.
İşçiler, işten atılmalara karşı direnişe başladı. Vinçlerin
tepesine çıkan işçiler iş durdurma eylemini sürdürürken,
daha önce işten atılan ve dışarda bekleyen işçilere de
polis saldırdı.
“Taşeron köleliğine hayır!”
İş güvencesinin olmadığı, taşeron köleliğine mahkum
edilmek istenen taşeron işçileri geride kalan yıl boyunca
farklı işletmelerde bir dizi direniş gerçekleştirdiler. Fiilimeşru mücadelenin temel alındığı direnişlerin kazanımla
sonuçlananları taşeron köleliğine karşı mücadelede
örnek oldu.
Teknopark İstanbul projesinde Uzunlar İnşaat
bünyesinde taşeron olarak çalışan işçiler ayları bulan
ücret alacakları için direnişe çıktı. Bir buçuk ay boyunca
Teknopark İstanbul’un ana firması ve en büyük hissedarı
İstanbul Ticaret Odası’nı hedef alan eylemli direniş süreci
geliştirilmişti. İşçiler, yaptıkları merkezi eylemler, İTO
önünde çadır direnişi ile tüm hak alacaklarını
kazanmışlardı.
CHP’li Beşiktaş Belediyesi bünyesindeki BELTAŞ
A.Ş’de çalışan işçilerin iki aya yakın zamandır
sürdürdükleri direnişi kazanımla sona erdi. İşçiler,
direnişlerinin 48. gününde açlık grevine başlayarak,
BELTAŞ firmasının işçilerin sendikalaşma hakkına yönelik
açtığı davayı geri çekmesini istemişlerdi. BELTAŞ firması
davayı geri çekti.
Dersim’de Enerji-Sen üyesi AKSA işçileri 17 Eylül’de
başlattıkları fiili grevi kazanımlarla bitirdi. Enerji-Sen
yöneticileri ve AKSA yetkilileri arasında yapılan
görüşmede AKSA yönetimi, işçilerin tüm taleplerini kabul
etti.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde
46 gün sürdürdükleri direnişlerini kazanımla
sonuçlandıran taşeron işçileri fiili mücadeleleriyle
hastane yönetimine geri adım attırdılar.
Antalya Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler
Şube Müdürlüğü‘nde eylem yaptıkları gerekçesiyle işten
atılan işçiler işe geri alındı. Ödenmeyen maaşları için iş
bırakma eylemi yapan işçilerin talepleri karşılandı.
BEDAŞ’ta Enerji-Sen’e üye oldukları için işten
çıkartılan 5 işçi, İstanbul Taksim’deki BEDAŞ Genel
Müdürlük Binası önünde 35 günlük direnişin ardından
işlerini geri kazandılar.
İzmir Gediz EDAŞ’ta işçiler, taleplerinin kabul
edilmemesi nedeniyle üç gündür çadır eylemi
gerçekleştirdi. İş bırakma ile birlikte 7 bölgede elektrik
bakım onarım hizmeti verilemedi. İşçiler; “İşçi sağlığı ve
iş güvenliği kuralları uygulansın”, “Yol ve yemek paraları
ödensin”, “İnsanca çalışmak istiyoruz” talepleriyle iş
bıraktılar.
Adana’da Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı
Hastanesi’nde uzun yıllardan bu yana taşeron köleliğine
karşı süren eylemler 2013 yılında da devam etti.
Devrimci Sağlık-İş üyeleri hukuk dışı ihalelerin iptal
edilmesi ve taleplerinin kabul edilmesi için iş bırakma
eylemi yaptı.
Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne bağlı Farabi
Hastanesi’nde taşeron işçilerin örgütlenme mücadelesi
ayları bulan direnişle sürdürüldü. İşten atma saldırısına
karşı başlayan direniş özel güvenlik saldırılarıyla
bastırılmaya çalışıldı. Mahkemenin tüm işçilerin işe
iadesine karar vermesiyle direniş bitirilmişti.
Artvin’in Murgul İlçesi’ndeki Eti Bakır İşletmesi’nde
özelleştirmeden sonra şartları kötüleşen işçiler eyleme
geçti. Murgul tesisindeki fiili grev ve fabrika işgali üzerine
patron işçilerin taleplerine olumlu karşılık vermek
zorunda kaldı.
Kartal Belediyesi’ne bağlı KARTURSAŞ, KARYAPSAN
ve kadrolu işçiler toplu sözleşmeden doğan ve 2 yıldır
ödenmeyen sosyal hakları için tekrar iş bırakma eylemi
gerçekleştirdiler.
Çiğli Belediyesi’ne bağlı KAFESAN işçilerinin,
geçmişten gelen toplu sözleşme farkı alacakları
ödenmediği gerekçesiyle iş bırakmalarının ardından
ilçede çöp dağları oluştu. Kent sokaklarında konteynırlar
doldu, çöpler çevreye dağıldı.
Koç Üniversitesi taşeron işçilerinin, sözleşmeleri
feshedilerek işten çıkarılmaları üzerine başlattığı direniş
kazanımla sonuçlandı.
Örgütlenme eğilimi güçleniyor
Uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve kuralsız
çalışma koşulları 2013 yılında birçok sanayi havzasında
sendikal örgütlenme mücadelelerini de tetikledi.
Tuzla’da kurulu bulunan COFLE TK Otomotiv’de
Birleşik Metal-İş örgütlendi.
Tuzla’da TAYSAD’da kurulu Cavo Otomotiv’de uzun
süredir örgütlenme çalışması yürüten Birleşik Metal-İş
Sendikası Gebze Şubesi, çoğunluğu sağlayarak yetki
başvurusunda bulundu. Cavo Otomotiv’de örgütlenme
süreci tamamen internet üzerinden sağlandı.
Pendik Kurtköy’de kurulu bulunan Birgi&Mefar ilaç
fabrikasında Haziran ayında açığa çıkan örgütlenme
sonucunda 2 işçi işten atılmıştı. Aradan geçen süre
zarfında işçiler Petrol-İş 2 No’lu Şube’de örgütlenmeye
devam ettiler ve mücadeleden geri durmadılar.
Düzce Gümüşova ve Gebze’de fabrikaları bulunan
İNTEK Kalıp İskele San. ve Tic. AŞ. işçileri Birleşik Metalİş Sendikası’nda örgütlendiler.
Eku’da Çelik-İş Sendikası’ndan istifa ederek, Birleşik
Metal-İş’e geçen işçiler, patronun işten atma saldırısı ile
karşılaşmış, bunun karşılığında direnişe başlamışlardı.
2012 yılında ihanetçi Türk Metal çetesini sırtlarından
atmak için mücadeleye başlayan Bosch işçileri, Birleşik
Metal-İş Sendikası’na geçiş yapmışlardı. Bosch işçilerinin
mücadelesine darbe vurmak amacıyla türlü
ayakoyunlarına başvuran MESS ve Türk Metal’in bu
çabaları büyük oranda sonuç verdi. 2 Nisan 2013
tarihinde Bosch Genel Müdürlüğü önünde direnişe
başlayan öncü işçilerin bir süre devam eden direnişi
süreci farklı araçlarla devam ettirmek üzere sona erdi.
Petrol-İş Sendikası’nda örgütlenmek isteyen fakat
sendikal bürokrasinin engellerine takılan KOROZO
Ambalaj işçileri, sendikal bürokrasi engelini teşhir eden
açıklamalarıyla basın ve kamuoyunu bilgilendirdiler.
İşçilerin mücadelesi devam ediyor.
Yurtiçi Kargo ve MNG Kargo’da sendikal örgütlenme
mücadelesi başlatan DİSK/Nakliyat-İş Sendikası işten
atmalara karşı aylar süren direnişler gerçekleştirdi.
Tuzla Organize Sanayi Bölgesi’nde, sendika ve işe
iade hakları için direnen İsmacco işçilerinin direnişi sona
erdi.
Fabrikalardaki sendikal örgütlenme eğilimi pek çok
fabrikada kendini gösterdi. Dinex, Arobus, Inductotherm
İndiksiyon Sistemleri San. A.Ş., NBR, Tekersan Jant San.
A.Ş., Plasko Plastik, PMR Kauçuk, Taral Makine, Teka
Simeco, Tansel A.Ş. ve Balorman A.Ş. gibi birçok
işyerinde işçiler sendikal örgütlenme mücadelesi verdi.
Taban iradesi güçleniyor!
2013 yılının şubat ayında örgütlenme mücadelesinin
başladığı Greif’ta işçilerin söz, yetki, karar hakkı
mücadelesi büyük kazanımlarla devam ediyor. Amerikan
tekeli Greif’ta çalışırken DİSK/Tekstil Sendikası’nda
örgütlenen işçiler yeni yılla beraber toplu sözleşme
masasına oturacaklar. Fabrikadaki taşeron çalıştırmaya
da son verme mücadelesi yürüten Greif işçileri, sendikal
bürokrasiye karşı yürüttükleri çok yönlü mücadeleyle de
sınıf kardeşlerine örnek oluyorlar.
Gebze’de kurulu bulunan ve uzun yıllardır Çelik-İş’in
örgütlülüğün bulunduğu Feniş Alüminyum fabrikasında
taban iradesinin güçlenmesinden korkan patron
saldırılarını yoğunlaştırdı. Sürekli ücret hakkı gaspının
yaşandığı fabrikada taban iradesini güçlendiren işçiler bir
süre sonra kıdem tazminatları ve ücret alacakları
ödenmeden fabrikanın kapatılması saldırısıyla
karşılaştılar.
4. ayına yaklaşan direniş ve işgal eylemi boyunca
birçok eylem gerçekleştirildi. Feniş patronuna karşı işgal
eylemi başlatan işçilerin direnişi sürüyor.
Ağır koşullarda ve ölümle burun buruna çalışan
maden işçileri üretimi durdurarak taleplerini istedi.
Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı
Üzmez Müessese Müdürlüğü’nde işçiler ocaktan
çıkmadı. 24.00-08.00 vardiyasında çalışan işçiler, ağır
çalışma koşulları, iş elbisesi ve çizme verilmemesi,
baskılar ve çalışma saatlerinde çıkış kapılarının
kilitlenmesi nedeniyle ocakları terketmeme eylemine
başladılar. Sabah vardiyasındaki işçilerin gelmesiyle
eylem büyüdü. TTK Genel Müdürlüğü’nün talepleri
kabul etmesiyle eylem sonlandırıldı. İşçilerin fiili-meşru
eylemi sonuç getirirken GMİS Genel Başkanı Eyüp
Alabaş’ın eylemin fazla uzatılmaması yönünde telkinde
bulunduğu iddiaları işçilerin tepkisini çekti.
Manisa Soma’da bir maden işçisinin hayatını
kaybetmesi üzerine işçiler denetim yapılana kadar işi
bıraktılar. Uyar Madencilik’in işçi hayatını hiçe sayan
tutumuna karşı Ekim 2012’de de işçiler, yaptıkları bir
oylamanın ardından üretimi durdurmuştu. 700 maden
işçisinin “bu madende iş güvenliği önlemleri alınana
kadar üretim yapılmayacak” demesi üzerine 6 iş
müfettişi madene gönderildi.
Şişli’de kurulu Kazova Tekstil’de çalışırken “iflas”
gerekçesiyle kapı önüne konan ve tüm hakları gasp
edilen işçiler 31 Ocak 2013 tarihinden itibaren bir dizi
eyleme imza attılar. Hakları verilmeyen işçiler işyerindeki
makinalara el koyarak kendileri üretmeye başladılar.
Kazova işçileri kendilerinin üretmiş olduğu kıyafetleri
destek için sattılar.
Devrimci temellerde y
KESK genel
“Dün olduğu gibi bugün de kamu emekçileri
hareketinin temel sorunu önderlik sorunudur. Önderlik
sorunu çözümlenemedikçe sendikalarımız ile emekçiler
arasındaki mesafe daha da açılacak, KESK ve bağlı
sendikalar güç kaybetmeye devam edecek, sermayenin
saldırıları hayat bulacaktır. Önderlik sorunu ise
yalnızca dar anlamı ile “sendika yönetimlerinin
dönüştürülmesi-değiştirilmesi”ne indirgenemez.
Özünde bu, işin belirleyici değil, tali yanıdır. Önderlik
sorunu reformcu sendikal-siyasal gruplar tarafından
bu dar kapsamı ile ele alınmakta, böyle olduğu ölçüde
de ‘yönetim kademelerinde temsil edilme’ye
indirgenmiş ve genel kurul süreçlerini de ‘yönetim
belirleme aritmetiğine’ dönüştüren bir dar pratikçiliği
bizlere dayatmaktadırlar. Önderlik sorunu her şeyden
önce bir sendikal çizgi sorunudur. Geniş anlamı ile
sendikal çizgi, sendikalara bakışta, mücadele ve eylem
biçimleri karşısındaki tutumda, sendika-siyaset
ilişkisinin ele alınışında, düzen karşısındaki
konumlanışta kendisini ortaya koyar. Önderlik
sorununun bir başka boyutunu ise sendikal çizgi ile
diyalektik bir bütünlük içinde sendikal işleyiş sorunu
oluşturmaktadır. Sendikal işleyiş kavramı, üye-sendika
ilişkisinde, yönetim ve karar mekanizmalarının işleyiş
biçiminde ifadesini bulmaktadır.”
KESK ve bağlı sendikaların üç yıl önce
gerçekleştirdikleri genel kurullar öncesinde, 2010
Kasım ayı içerisinde çıkarmış olduğumuz “KESK’te
Genel Kurullar Süreci ve Sosyalist Kamu
Emekçileri’nin Temel Mücadele İlkeleri” başlıklı
broşürde dile getirdiğimiz tespitler bugün de
geçerliliğini koruyor. Bu üç yıllık dönem içerisinde KESK
ve bağlı sendikaların güç kaybı durdurulamamış,
sermaye iktidarının işçi sınıfı ve kamu emekçilerine
dönük kapsamlı saldırıları hayat bulmaya devam
etmiştir. Emekçi yığınların devrimci eylemi yerine
parlamento zemininde siyaset üretmeyi; kitlelerin
demokratik hak ve özgürlükler uğruna fiili
mücadelesini örgütlemek yerine düzeni kendi içinde
demokratikleştirmeyi bir çizgi haline getiren Türkiye
solunun reformist kesimleri, hakim oldukları kitle
örgütlerinde de bürokratik-icazetçi çizginin taşıyıcıları
olmuşlardır. “Hak verilmez alınır” söyleminde ifadesini
bulan fiili-meşru mücadele çizgisinin yerini, uzun
yıllardır, reformist solun siyasal yönelimlerine paralel
olarak, günübirlik eylem biçimlerine dayalı protestocu,
bürokratik ve icazetçi çizgi almış, son üç yıllık dönemde
ise bu tablo değişmemiştir.
Geride bıraktığımız son üç yıllık döneme damgasını
vuran ise 2013 yılının Mayıs ayı sonunda patlayan ve
Haziran Direnişi olarak tarihe geçen halk hareketi oldu.
Bu aynı dönem, bir yandan kapitalist dünya düzeninin
gittikçe derinleşen bunalımlarına, emperyalist
müdahalelere, emperyalist-kapitalist devletler
arasındaki rekabetin büyümesine ve gerilimlere, sosyal
yıkım saldırılarının büyümesine, ama öte yandan da,
kitle hareketlerine, sosyal patlamalara ve
ayaklanmalara sahne oldu. Bu ve burada
sayamayacağımız bir dizi gelişme, emperyalistkapitalist dünyanın “bunalımlar, savaşlar ve devrimler
dönemi” içerisinde olduğunu gösterdi. Gerek dünya
ölçeğinde yaşanan gelişmeler ve gerekse de Haziran
Direnişi bu gerçeğe işaret ederken, bu tarihsel
gelişimin tersine, dünya ve Türkiye solunun büyük bir
bölümünü oluşturan reformcu sol hareketin
“anayasalcı” ve “parlamentocu” siyasal çizgisi daha da
derinleşti. Burjuva siyasal yaşamın içerisinde siyaset
üreten, ümitlerini ve gelecek tezahürünü parlamenter
yaşama endekslemiş, düzeni kendi içerisinde
demokratikleştirmeyi(!) eksen alan bir siyasal strateji
ile kitle hareketlerine önderlik edilemeyeceğini bizzat
Haziran günleri, gündelik yaşamın acımasız pratiği ile
bir kez daha gösterdi.
KESK’in ve reformist solun Haziran sınavı
Haziran Direnişi, onyıllardır uygulanan ve AKP’nin
11 yıllık iktidarı boyunca da pervasızca devam ettirdiği
sosyal yıkım saldırılarından kent yaşamının hoyratça
yağmalanmasına, Alevilerin ve kadınların
aşağılanmasından gençliğin geleceksizliğe mahkum
edilmesine, toplumun yaşam biçimine dönük kaba
müdahalelerden dinsel yaşam dayatmalarına, hak ve
özgürlüklerin kısıtlanmasından polis devleti
uygulamalarına kadar geniş bir yelpazede biriken tepki
ve öfkenin açığa çıkmasıydı. Toplumun alt ve orta
katmanlarında mayalanan tepki ve öfkeyi “AKP ve
hükümet karşıtlığı” ekseninde buluşturan Haziran
Direnişi, beklenmedik bir anda patlak verdi ve
beklenmedik biçimde soluklu bir direniş olarak
yaşandı.
Kendiliğinden bir patlama olarak gerçekleşen
Haziran Direnişi, tepki ve öfkenin ötesine geçerek
sınıfsal-sosyal taleplerle ve devrimci bir önderlikle
buluşamadan geri çekildi. Milyonların katıldığı ve
ülkeyi saran direniş, sol hareket açısından da turnusol
işlevi gördü. Haziran Direnişi, Türkiye sol hareketinin
emekçilere yakınlığını ve emekçilerin de -kendiliğinden
gelişse bile- başkaldırı dönemlerinde sola yakınlaştığını
gösterdi. Ama bu aynı direniş, reformist solun ufkunun
sınırlarını göstermesi bakımından da önemli belirtiler
sundu.
Milyonları kucaklayan halk hareketi, daha düne
kadar kitleler gözünde meşru görülmeyen taş, sopa ve
barikatı meşru birer mücadele araçları haline
getirirken, hem çeşitli kanatlarıyla sol harekete ve hem
de Kürt hareketine sosyal mücadeleler içerisinde
emekçi kitlelerle buluşmanın olanaklarını sunuyordu.
Ne var ki, her ne kadar tabandaki kadroları kitlelerin
direnişinde belli ölçülerde geliştirici rol oynasalar da,
reformist Kürt hareketi ve Türkiye solunun reformist
kesimleri, merkezi politikaları bakımından, hareketle
bağlarını devrimci bir zeminde kurma çabasından
alabildiğine uzaktı. Denebilir ki milyonlar direnme
gücü ve enerjisini, biriktirdikleri öfkeden ve düzenin
“marjinal” diye damgalayıp hedef haline getirdiği
devrimci hareketlerden alıyordu.
yenilenme ihtiyacı ve
kurulları / 1
eylem alanlarını terk etti.
Bugün KESK’te hakim anlayışlar bu süreci “KESK
sınıfta kaldı” gibi söylemlerle tarif ediyorlar. “Sınıfta
kalma” deyimi çok duyulan deyimlerden birisi ve çoğu
kez “mazur görme” aracı olarak da kullanılıyor.
“Haziran Direnişi’nde KESK sınıfta kalmıştır”
dediğinizde hiç kimse itiraz etmeyecektir. Oysa bu
sınıfta kalmaların istisnai olmadığını ve özünde KESK’e
hakim olan anlayışların siyasal çizgilerinden ileri
geldiğini söylediğinizde, “koca” bir reformist bloğu
karşınızda bulacağınızdan şüpheniz olmasın. Oysa
gerçek tamı tamına budur. Siyasal yaşamda işçi
sınıfının devrimci eylemi yerine “parlamentoyu”,
“devrim” yerine “düzenin demokratikleştirilmesini”
koyanlar, sendikal mücadele sahnesinde de fiili meşru
mücadele çizgisi yerine protestoculuğu ve icazetçiliği
koymaktadırlar.
İCAZETÇİ SENDİKAL ÇİZGİ, KÖKLEŞEN
SENDİKAL BÜROKRASİ VE ÖNDERLİK SORUNU
Kürt hareketi ilk başlarda hareketi “ulusalcı” olarak
damgalayıp yalpalayan tutumlar geliştirirken, reformist
sol hareket ise onu “barışçıl” bir çizgide tutmaya ve
“Türkiye’nin demokratikleştirilmesi” çizgisinin bir
dayanağı haline getirmeye çalışıyordu. Reformist Kürt
hareketi, düzenle girdiği sözde “barış” sürecinin
darbeleneceğini düşünürken, Haziran Direnişi, Kürt
sorununda gerçek çözümün ancak sosyal mücadeleler
içerisinde sağlanabileceğini, farklı milliyetlerden
emekçiler arasına örülen milliyetçi-şoven önyargıların
bu mücadeleler içerisinde aşılabileceğini gösteriyordu.
Kürt hareketinin “barış” çizgisindeki ısrarı sayesindedir
ki, AKP iktidarı, milyonların ayağa kalktığı bir dönemde
bile “çözüm” adı altındaki -özünde Kürt hareketinin
oyalanması ve tasfiyesini amaçlayan- politikasını
sürdürebildi. Hareketin yüz binleri kucakladığı
kentlerde Kürt emekçiler yüz binlerin arasında
yerlerini alsalar da, Kürt hareketinin bütün bir tabanını
harekete geçiren bir tutumdan özenle kaçınması, Kürt
ve diğer milliyetlerden emekçilerin devrimci bir
zeminde buluşmasının olanaklarını zayıflatan bir rol
oynadı. Denebilir ki, bu tutumuyla reformist Kürt
hareketi tarihsel bir fırsatı heba etmiş oldu.
Hareketin en temel zaafı, işçi sınıfının harekete,
örgütlü bir sınıf olarak katılamamış olmasıydı. Bu
durum hareketi “AKP karşıtlığı” sınırlarında tutuyor ve
sosyal taleplerle bütünleşmesini engelliyordu. Hareket
önderlikten yoksundu ve bir ölçüde bu ihtiyacı sol
siyasal akımlarla çeşitli kitle örgütlerinin yer aldığı
Taksim Dayanışması karşılıyordu. Ne var ki, reformist
sol hareketin önemli bir bölümü hareketi sosyal-
sınıfsal taleplerle bütünleştirme çizgisinden
alabildiğine uzak duruyor ve onu “barışçıl” bir çizgide
tutma çabasına girişiyordu. Bazıları “hükümet istifa”
dilekçe kampanyalarıyla hareketten düzen içi bir
zeminde yararlanma çabasına yönelirken, bazıları da
“biz de vurdulu kırdılı şeylere karşıyız” gibi
açıklamalarla kitleler gözünde meşrulaşan mücadele
araçlarının meşruluğunu sorgulamaya yöneliyordu.
Reformist solun -birkaç istisna dışında- ortaklaştığı
zemin ise Gezi Parkı’ndaki çadırların sökülmesi ve
temsili düzeye indirilmesi oluyordu. Hareketin daha ilk
günlerinde Taksim Dayanışması içerisinde bu türden
geriletici tutumlar alan reformist sol parti ve örgütler,
başbakanla yapılan görüşme sonrasında, Gezi
Parkı’nda oluşturulan forumların almış olduğu
direnme kararına rağmen çadırlarını söküyor ve bunu
bir basın açıklaması ile deklare ediyorlardı. AKP iktidarı
Gezi Parkı’nın boşaltılmasına dönük saldırı cesaretini,
bir yandan kitlelerde oluşturulan beklentinin yarattığı
rehavetten, öte yandan da reformist solun bu
tutumundan alıyordu.
Kısacası çeşitli parti ve örgütlerde toplanan
reformist solun önemli bir bölümünün ufku, Haziran
Direnişi’ni “barışçıl” sınırlarda tutma, ondan
parlamenter amaçlar doğrultusunda yararlanmanın
ötesine geçmiyordu. 4-5 Haziran tarihlerinde grev ve
eylemlerle Haziran Direnişi ile bütünleşme yönünde
olumlu adımlar atan KESK ise yüz binlerin hala
sokakları doldurduğu bir dönemde 17 Haziran’da
yapmış olduğu eylemlerde, utanç verici bir tutumla
polis barikatlarının önünde basın açıklamaları yaparak
Kamu emekçileri hareketinin temel sorununun
önderlik sorunu olduğunu, bu sorunun bir yanının
sendikal çizgi sorunu olduğunu, öte yanının ise
bununla bütünlük içerisinde sendikal işleyiş sorunu
olduğunu söylemiştik. Son üç yıllık dönemde de KESK,
kamu emekçileri hareketinin ihtiyaç duyduğu önderliği
yaratamamış, KESK ile kamu emekçileri arasındaki
bağlar zayıflamaya devam etmiştir. Bürokratik-icazetçi
sendikal çizginin kamu emekçileri hareketinde yarattığı
tahribatları görmek açısından son üç yıllık dönemi belli
yönleriyle ele almak, izlenmesi gereken yolun
belirlenmesi açısından önem taşımaktadır.
A- 2012-2013 toplu sözleşmeleri ve
23 Mayıs grevi
Son üç yıllık dönemde iki toplu sözleşme süreci
yaşadık. Bunlardan ilki 2012 yılında gerçekleşti ve
2012-2013 yıllarını kapsadı. Hatırlanacağı gibi 2011
yılında KESK, toplu görüşmelerin yasa değişiklikleri
sonrasında “toplu sözleşme” olarak yapılmasını kabul
etmiş ve görüşmelerin yasa değişiklikleri sonrasına
ertelenmesine onay vermişti. Böylece “toplu
görüşme” adı ile gerçekleştirilen orta oyununun “toplu
sözleşme” adıyla gerçekleştirilecek olması, KESK’e
hakim icazetçi çizgi tarafından da kabul edilmişti. 11
Nisan 2012 tarihinde 4688 sayılı yasada değişiklikler
yapılmış, toplu görüşme yerine grev hakkı içermeyen
“toplu sözleşme” getirilmişti.
2012 Mayıs ayında yapılan toplu sözleşmelerde
hükümetin sefalet zammı dayatması karşısında önemli
bir tepki açığa çıkmış, Memur-Sen’in masadaki dilenci
tutumu emekçiler nezdinde gözden düşmüş ve kamu
B- Bir iflas tablosu:
2014-2015 toplu sözleşmeleri
emekçileri gözünü KESK’e dikmişti. KESK tabandan
gelen basıncın da etkisiyle 23 Mayıs’ta grev çağrısı
yapmıştı. Sosyalist Kamu Emekçileri olarak 23 Mayıs
grevi öncesinde yapmış olduğumuz ve kamuoyu ile
paylaştığımız değerlendirmede şunları söylemiştik:
“23 Mayıs grevinin güçlü geçeceği bugünden
söylenebilir. Öyle ki, belli bir mücadele deneyim ve
birikimi olan sektörlerde, yoğun bir çalışma ve ön
hazırlık süreci olmadan dahi güçlü bir katılımın ortaya
çıkacağını söylemek abartı olmaz. Bunun en önemli
belirtisi, KESK’in grev kararı sonrasında işyerlerinde
oluşan olumlu havadır. Bir başka belirti ise hükümet ile
karşı karşıya gelmemeyi bir çizgi haline getirmiş olan
ve dahası bizzat AKP desteği ile palazlanan MemurSen’in basın açıklamaları yaparak tepki göstermek
zorunda kalmış olmasıdır. Aynı durumu Kamu-Sen de
yaşamış, 1 Mayıs’ta AKP karşıtı görünmeme adına –
öteki gerekçeler olayın esasını oluşturmamaktadırfarklı mitingler yapma yolunu seçen bu konfederasyon,
paçayı kurtarma telaşı ile miting kararını iptal ederek
KESK’in 23 Mayıs grevini destekleyeceğini açıklamak
durumunda kalmıştır.” (‘23 Mayıs grevi, birlik sorunu
ve görevler’ - 20.05.2012)
23 Mayıs grevi burada söylediklerimizi olduğu gibi
doğrulamış, ülke tarihinin en geniş katılımlı
grevlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki,
Memur-Sen’e bağlı kimi sendikalar dahi greve katılma
yönünde kararlar almak zorunda kalmıştır (Grevi
örgütleyen ise gerici kontra sendikalar değil, KESK ve
bağlı sendikalar olmuştur). Yapmış olduğumuz bu
değerlendirmede KESK’e önden bir uyarı yapmayı da
gerekli görmüş ve değerlendirmenin sonunda şunları
söylemiştik:
“Önümüzdeki süreçte en önemli risk bizzat KESK’in
mücadele anlayışından ileri gelmektedir. Günübirlik,
stratejik plan ve hedeflerden yoksun bir anlayış,
doğaldır ki süreçlerin arkasından koşmayı beraberinde
getirmektedir. Kuşkusuz süreçler değerlendirilmek ve
gözetilmek zorundadır. Ancak emekçi yığınların
beklentilerini bir günlük eylemlere sıkıştırmak ve
kazanıma odaklanmış bir çizgi izlememek KESK’in
kitleler içerisindeki gücünü zayıflatan bir rol
oynamaktadır. Bu ise gerici odaklar tarafından
beslenen ‘ancak bu kadar olabiliyor’ gibi bir
düşüncenin kitleler içerisinde gelişmesi sonucunu
doğurmakta, bilinç bulanıklığını beraberinde
2014-2015 dönemini kapsayan toplu sözleşmeler,
Memur-Sen’in ihanetçi kimliğinin emekçiler nezdinde
açığa çıkmasını sağlarken, KESK’e hakim icazetçi
çizginin de iflasını tescilleyen olgulardan biri olmuştur.
Denilebilir ki KESK, yasada tarihi belli bir toplu
sözleşme için, aylar öncesinden bir program çıkarmak
yerine her zamanki alışkanlığı ile “yumurta kapıya
dayanınca” bir tutum belirlemiştir. Saldırı yasalarının
meclis gündemine gelmesini beklemeyi bir alışkanlık
haline getiren KESK, toplu sözleşmeler söz konusu
olduğunda ise görüşme sürecinin başlayacağı
dönemleri beklemeyi tercih etmiştir. Bu koşullar
altında KESK’in Ankara yürüyüşü çağrısına da kamu
emekçileri bir yana öncü kadrolar dahi riayet
etmemiştir. İlgili dönemde yapmış olduğumuz
değerlendirmelerde şunları söylemiştik:
“Memur-Sen’in satış sözleşmesini imzalaması ve
bunu arsızca “müjde” olarak sunması şaşırtıcı değil.
Burada dikkate değer olan, Ağustos başında başlayan
ve bir ay sürmesi beklenen görüşme sürecinin, bir
haftada ve üstelik KESK ve Kamu Sen’in bypass
getirmektedir. Eğer KESK, kendi kuyusunu kazmak
edilerek bitirilmesidir. Sözleşmenin bayram öncesi
istemiyorsa, 23 Mayıs sonrasını da planlamak ve
bitirilmesi, AKP hükümetinin, kamu emekçilerinde
Kamu-Sen’in getireceği sınırlamalara takılmadan
gelişebilecek tepkileri eritme ve bayram süresince bu
yönünü çizmek zorundadır. Aksi bir durum kamu
emekçilerinin beklentilerini ortada bırakmak anlamına tepkileri çaresiz bir kabullenişe dönüştürme niyetiyle
davrandığını ortaya koymaktadır. Bu durum,
gelecektir.” (Adı geçen yazı...)
Ne var ki KESK’e hakim icazetçi anlayış bu uyarıyı ve hükümetin, Haziran Direnişi sonrası yaşadığı panik ve
tabandan gelen eleştirileri dikkate almamış, Kamu Sen korkuyu ortaya koyması bakımından anlamlıdır. KESK
ve Kamu-Sen’in bypass edilmesinin de, hiç değilse
ile birlikte yaptığı açıklama ile Memur-Sen’e ‘hakem
görüşme sürecinin kısa tutulması
kuruluna katılmama’
açısından hükümetin bu niyetiyle
çağrısı yapmış, ancak bu
örtüştüğü söylenebilir.
çağrıya bizzat kendisi
Özetle son üç yıllık dönemde
Ne var ki, bu aynı tablo, KESK ve Kamuuymayarak, 23 Mayıs
reformist-icazetçi
çizginin
Sen’in
kamu emekçilerini harekete
grevini ikinci bir grevle
geçirebilecek
bir konumdan uzak
sonuçları
işyeri
taçlandırmak yerine
bulunduğunun
hükümet tarafından iyi
Kamu Hakem Kurulu’na
örgütlülüklerinin alabildiğine
algılandığına
da
işaret etmektedir.” (agy.)
katılmış ve Memurzayıflaması, KESK ve
“2014-2015
Toplu
İş Sözleşmeleri
Sen’in tutumuna
sendikalar
ile
kamu
Memur-Sen’in
ihanetçi
kimliğini, KESK’in
yedeklenmiştir. 23
(ve
bağlı
sendikaların)
ise
bürokratikemekçileri arasındaki bağın
Mayıs grevi sonrası
reformist
sendikal
çizgisinin
iflasını
süreç, KESK’e hakim
“sırat köprüsü” kadar
tescillemiştir.
Kuşkusuz
bu
iflas
yeni bir
icazetçi-bürokratik ve
incelmesi, kamu
durum değil. Bu toplu sözleşme sürecinin
reformist çizginin kamu
emekçilerinin KESK’e
ayırt edici yanı, KESK’e hakim icazetçi
emekçileri hareketini en
çizginin iflasını tescillemiş olması değil (ki
duyduğu
güvenin
daha
da
uygun koşullar altında
dahi kötürümleştiren bir
zayıflaması, kamu emekçileri bu, kaçıncı tescil?), bu tescillemenin “kör
gözün” görebileceği kadar açık biçimde
rol oynayabileceğini
hareketinin
gerçekleşmiş olmasıdır. Öyle ki, mevcut
göstermiştir.
kötürümleştirilmesi
olmuştur.
çizginin tabandaki dayanağını oluşturan
“Kısacası KESK en
ve reformist solun etrafında kümelenmiş
uygun koşullarda 23
kadrolar dahi süreçten duydukları
Mayıs grevine ve bu
rahatsızlığı
daha
yüksek sesle dile getirir olmuştur.
grevle özgüven kazanan kamu emekçilerinin mücadele
Zaten,
değil
kamu
emekçilerinin geniş kitlesi, hakim
dinamiklerine -ihanet etmiştir demiyoruz- sırtını
çizginin
dayandığı
sendikal gruplar içerisinde yer alan
dönmüş, hakem kurulunu yeni bir grevle karşılamak
kadrolar dahi, düne kadar tabandan gelen tepkilere
yerine, gerisin geri Memur-Sen’in kuyruğuna
kulak tıkayan KESK’in çağrılarına benzer şekilde yanıt
yedeklenmiştir.” (‘KESK’e hakim çizginin iflası olarak
vermiş ve kulak tıkamıştır. Kuşkusuz kadrolarda
toplu sözleşme süreci’, Sosyalist Kamu Emekçileri
yaşanan ‘umursamazlık’ bir olumluluğa değil, icazetçibroşürü, Ekim 2013, İşçi Bülteni Özel Sayı: 1046)
bürokratik-reformist çizginin yarattığı tahribatın
Böylece KESK, kamu emekçilerinin kendisine
boyutlarına işaret etmesi bakımından önem
yönelen ilgisini kaybetmiş ve emekçiler nezdinde
taşımaktadır.” (agy.)
gözden düşen Memur-Sen’e can simidi olmuştur. Ülke
Bu aynı değerlendirme içerisinde bütçe dönemini
tarihine geçen 23 Mayıs grevi, KESK’e hakim reformisthedefleyen
bir çalışmanın örgütlenmesinin
icazetçi çizgi sayesindedir ki, dönüp dolaşıp kamu
gerekliliğine
de vurgu yapılmıştı:
emekçileri hareketini zayıflatan bir araca
“Memur-Sen’in
imzaladığı satış sözleşmesinin
dönüşebilmiştir. 23 Mayıs grevi sonrasında bir yıl
programlı bir mücadele ile yırtılması, Memur-Sen’in
boyunca ise KESK neredeyse ortadan kaybolmuştur.
etkili bir teşhirini de içeren “satış sözleşmesini
tanımıyoruz” eksenli bir kampanyanın örgütlenmesi
bugün önemli bir ihtiyaç olarak durmaktadır. KESK ve
bağlı sendikalar toplu sözleşme sonrası bırakalım bir
mücadele programı ortaya koymayı, Memur-Sen’in
etkili bir teşhirine dahi yönelmemiş, ikide bir yapılan
açıklamaların ötesine geçen bir tutum
geliştirilmemiştir. Her ne kadar sefalet artışlarını
öngören toplu sözleşme imzalanmış olsa da, kamu
emekçilerinin yakıcı talepleri orta yerde duruyor. Her
türlü ek ve yan ödemenin emekli keseneğine dahil
edilmesinden iş güvencesine, insanca bir ücret ve ücret
adaleti talebinden geçmiş kayıpların giderilmesi
talebine kadar bir dizi talep ile kamu emekçilerini
harekete geçirmek ve önümüzdeki bütçe dönemini bir
mücadele sürecine dönüştürmek bugünün güncel
görevleri olarak durmaktadır. ‘Yaz dönemi’nden şikayet
edenlere ‘kış’ın geldiğini hatırlatmak ise öncü kamu
emekçilerine düşmektedir.” (agy.)
Ne var ki, KESK ve bağlı sendikalar bütçe dönemi
öncesini güçlü bir teşhir çalışmasına konu etmek ve
programlı bir mücadele ile emekçileri bütçe dönemine
hazırlamak yerine “sessiz sedasız” geçirmişlerdir.
Çıkartılan birkaç bildirinin ötesinde bir çalışma
yürütülmemiş, BES’in bütçe dönemi eylemlerini ve
Eğitim-Sen’in 23 Kasım Ankara eylemini bir yana
bırakırsak, neredeyse tümüyle sessiz geçirilen bir
dönemin ardından 19 Aralık grevi ilan edilmiştir. Bütçe
dönemi Kasım ayında başlamasına rağmen, KESK erken
bir tarihte bölge toplantıları gerçekleştirip bir
mücadele programı ortaya koymak yerine bir günlük
uyarı grevi ilan ederek süreci geçiştirme yolunu
tutmuştur.
19 Aralık grevi öncesi yapmış olduğumuz
değerlendirmede “Tüm bu tablo 19 Aralık grevinin
zorluklarını göstermesi bakımından önemli olsa da,
sorun, 19 Aralık’ın örgütlenmesinin zorluklarından
ibaret değildir. Aslolan 19 Aralık sonrasında nasıl bir
süreç örüleceğidir. Kamu emekçileri hareketinin içinde
bulunduğu -daha doğrusu bizzat KESK’in çizgisi ile içine
sürüklendiği- bugünkü tablo, 19 Aralık’ın hemen bir
gün sonrasına bir grev daha örgütlemeyi neredeyse
olanaksız kılıyor. Bu nedenle 19 Aralık grevini uzun
soluklu bir mücadele programının bir parçası olarak
ele almak ve devamında, grevin talepleri
doğrultusunda ayları bulan ve fiili kazanımı hedefleyen
bir program oluşturmak büyük önem taşıyor.” (‘Grev,
soluklu bir mücadelenin parçası olarak
değerlendirilmelidir’, Sosyalist Kamu Emekçileri
broşürü, Aralık 2013, İşçi Bülteni Özel Sayı: 1074)
denilmektedir.
C- İşkolu eylemleri, gözaltı terörü ve
reformist çizginin sonuçları
KESK’in son üç yıllık dönemde işkolu eylemleri
karşısındaki tutumu da önceki dönemleri aratmamıştır.
21 Aralık 2011 tarihinde gerçekleştirilen “uyarı
grevi”ne, kamu emekçileri önemli oranda katılım
göstermiş ve onbinler alanlara çıkmıştı. 21 Aralık grevi,
KESK’in grev kararı almasından çok, SES’in de
içerisinde yer aldığı çeşitli sağlık örgütlerinin aldığı
grev kararının yaygınlaştırılması niteliğindeydi. Bu ilgili
dönem 2012 yılını kapsayan toplu görüşmelerin 4688
sayılı yasada yapılacak değişiklikler sonrasına
ertelendiği, grev hakkı içermeyen yasa değişikliklerinin
gündemde olduğu, bir gecede çıkartılan Kanun
Hükmünde Kararnameler ile sağlık hizmetlerinin
tasfiyesine dönük adımların atıldığı, performans
sisteminin dayatıldığı, “eşit ücret” söylemi ile
eşitsizliğin arttırıldığı ve kamu emekçilerinin gelir
kayıplarına uğradığı bir dönemdi. Kısacası kamu
emekçilerinde önemli bir tepkinin geliştiği bir döneme
denk düşüyordu 21 Aralık grevi. Ne var ki KESK, yüz
binlerin sahiplendiği grev sonrasında her zamanki
tutumuyla günübirlik tepkilerin ötesine geçen bir
mücadele programı ortaya koymamış, kamu
emekçilerinde biriken tepkinin örgütlü ve birleşik bir
mücadeleye yöneltilmesi yönünde bir tutum
geliştirmemişti. Bu aynı dönem sağlık emekçilerinin
yanı sıra büro işkolunda da 666 sayılı KHK karşısında
tepkilerin büyüdüğü bir dönemdi.
Büro ve sağlık işkollarında özellikle metropol illerde
yaygın eylemler gerçekleştirilmiş, farklı günlerde
binlerce büro ve sağlık emekçisi Taksim’de kitlesel
yürüyüşler örgütlemişti. Bu dönem tabanda gelişen
tepkilerin örgütlü bir mücadelenin konusu haline
getirilmek yerine, bizzat sendikalara hakim anlayışlar
tarafından eritildiği bir dönem olmuştur. Örneğin BES,
666 sayılı KHK nedeniyle tabanda gelişen yoğun
mücadele dinamiklerine ve grev beklentilerine rağmen
21 Aralık sonrasında bu beklentilere yanıt vermemiş,
tepki ve mücadele dinamikleri geri çekildikten sonra
şubelerin genel kurul süreçlerini yaşadığı bir dönemde
(Maliye Bakanlığı bünyesindeki vergi dairelerinde
sınırlı olmak üzere) 22 Şubat 2012 tarihine grev kararı
almıştır. Gerek işkollarına dönük sendikaların
geliştirdiği mücadele çizgisinin ve gerekse de KESK
bütünlüğünde geliştirilen mücadele çizgisinin ortak
özelliği, taban dinamiklerini geliştiren değil eriten,
programsız, günübirlik ve kazanıma yönelen bir bakış
açısından uzak “protestocu” bir tarza sahip olmasıdır.
Dönem içerisinde öne çıkan eylemlerden biri de
Eğitim Sen’in “kademeli ve 4+4+4 eğitim sistemi”ne
karşı 28-29 Mart 2012 tarihli iki günlük grev kararı ve
merkezi eylemi olmuştur. 4688 değişikliklerinin de
sonuna yaklaşıldığı bu dönemde KESK, 28-29 Mart
grev çağrısını genelleştirmek yerine onu Ankara
merkezli bir kadro eylemine dönüştüren bir çağrıya
yönelmiş, Eğitim Sen de “grev” çağrısının altını
boşaltırcasına “sevk, vizite vb.” biçimler önererek grevi
özünde merkezi bir alan eylemine dönüştürmüştür.
Hizmet üretimini durdurmaya dönük bir yönelim
geliştirilmemiş olsa da, 28-29 Mart’ta azgın polis
şiddeti ve eğitim emekçilerinin bu şiddet karşısında
gösterdiği direnç kamu emekçilerinde önemli bir
tepkinin gelişmesine yol açmıştır. Ancak yine KESK bu
atmosferden yararlanıp işkollarının bütününü
kucaklayan bir tutum geliştirme yolunu tutmamış,
KESK’e bağlı sendikalar da gerici eğitim sistemi
dayatmaları karşısında tutumsuz kalmıştır. Sağlık
alanının tasfiyesi ve 4+4+4 gerici eğitim sistemine karşı
mücadele yine bu alanda örgütlü emekçilerin ve
sendikaların sırtına yıkılmış ve bu sendikalar yalnız
bırakılmıştır. Benzer bir durum hemen her dönemde
tüm işkollarında yaşanmış, 2013 yılında büro, sağlık,
haberleşme, ulaşım vb. işkollarında yapılan grevlerde
de aynı tablo yaşanmıştır.
Geride bırakılan üç yıllık dönem KESK’e dönük
gözaltı ve tutuklama terörünün ardı ardına yaşandığı
bir dönem olmuştur. AKP iktidarının kamuda tasfiye
politikalarına tutuklama terörü eşlik etmiş, KESK ve
bağlı sendikaların gözaltı ve tutuklama terörü
karşısında gösterdiği tutum basın açıklamaları ve
mahkeme önlerinde yapılan eylemlerin ötesine
geçmemiştir. Oysa KESK’e yönelen baskı ve
tutuklamalar özünde kamu emekçilerine dönük
saldırıların bir parçası olmasına rağmen, tutuklama
terörü karşısında kamu emekçilerinin mücadeleye sevk
edilmesi yönünde hiçbir tutum geliştirilmemiştir.
İşyerlerini eksen alan ve kamu emekçilerinde
sahiplenmeyi geliştirecek hiçbir kampanya
örgütlenmemiş, merkezi noktalarda yapılan basın
açıklamaları ve mahkeme önü eylemleri dışında öncü
kadroların ötesine geçen bir mücadele çizgisi
geliştirilmemiş, denebilir ki tutuklama terörünü kamu
emekçilerine dönük bir çalışmanın parçası yapmaktan
özenle kaçınılmıştır.
Özetle son üç yıllık dönemde reformist-icazetçi
çizginin sonuçları işyeri örgütlülüklerinin alabildiğine
zayıflaması, KESK ve sendikalar ile kamu emekçileri
arasındaki bağın “sırat köprüsü” kadar incelmesi, kamu
emekçilerinin KESK’e duyduğu güvenin daha da
zayıflaması, kamu emekçileri hareketinin
kötürümleştirilmesi olmuştur. 19 Aralık grevi ile bu
gerçeklik, pratikte bir kez daha sınanmıştır.
(Devam edecek...)
Sosyalist Kamu Emekçileri
Zaman, devrimci seferberliği
büyütme zamanıdır!
Kapitalizm, bir sömürü, yağma ve rant düzenidir.
Bir yolsuzluk ve rüşvet bataklığıdır. Sermaye adına
işbaşına gelen her hükümet, şu veya bu düzeyde bu
bataklığa saplanır. Zira burjuvazi ve onun siyasi
arenadaki temsilcileri, işçi sınıfının ürettiği toplumsal
servetten daha çok pay almak için, her zaman kıran
kırana bir tepişme içindedirler. Tam da bundan
dolayıdır ki, tümünün yolu yolsuzluk ve rüşvet
bataklığından geçer.
Dinci-Amerikancı AKP iktidarı ve onun arkasındaki
sermaye grupları da, yıllardır bu bataklıktan
besleniyordu. Önceki hükümetlerin yaptığı gibi, AKP ve
onun etrafındaki asalaklar da işçi sınıfının ürettiği
zenginliklerin yağmalanmasından önemli bir pay
aldılar. Ancak diğerlerinden farklı olarak, dinciAmerikancılar oldukça açgözlüydüler, aceleleri vardı ve
bir an önce kasalarını tıkabasa doldurmak istiyorlardı.
İşi ifrata vardırdılar. T. Erdoğan, bu yağma sayesinde 11
yıl içinde dünyanın en zengin 13. başbakanı haline
geldi.
AKP bir şemsiye partiydi. Dinsel-gericilikle ırkçıgericilik AKP’de toplanmıştı. Tümü birden AKP denen
“şemsiye parti” şahsında bir iktidar tekeli
oluşturmuşlardı. Bunu kimseyle paylaşmak
istemiyorlardı. Önceleri uyumluydular, fakat iktidarı
ele geçirince, paylaşım kavgası onları böldü. İktidarın
tek hakimi olmak ve bu sayede sömürüden ve
yağmadan daha fazla pay kapmak temelinde kıyasıya
bir kavganın içine girdiler.
Bu daha başlangıç;
çatlak büyüyecek, kavga kızışacak
Kavganın ilk belirtileri Haziran günlerinde
görülmeye başladı. Şöyle ki, Haziran Direnişi dincigerici iktidara ağır bir politik ve moral darbe vurdu.
Dinsel gericiliğin sömürüye ve yağmaya dayalı iktidar
çarkı, ilk kez Haziran günlerinde teklemeye başladı.
Dahası var; dinci-Amerikancı iktidarın küstah
başbakanı T. Erdoğan’ın kimyası bozuldu. Sadece
içerde değil, Ortadoğu’da ve dünyadaki, şişirilmiş imajı
bir anda yerle bir oldu. Hem AKP iktidarı ve hem de
onun küstah başbakanı hızlı bir yıpranma sürecine
girdi. Bu ise onu ve müritlerini daha bir
saldırganlaştırdı.
Büyük halk hareketi dinsel-gericiliği derinden
sarsmış, hakim kılmaya çalıştığı boğucu atmosferi bir
parça dağıtmış, bu anlamda yeni bir dönemin önünü
açmıştı. Deyim uygunsa, dinsel gericilik yolun sonuna
yaklaşmış, doruktan aşağı düşüşe geçmişti.
Pek çok belirti bu düşüşün süreceğini ve giderek
hızlanacağını gösteriyordu. Haziran’da yaşanan, henüz
bir ilk sarsıntıydı; oysa fay hatlarında sürekli enerji
birikiyordu. Demek oluyor ki, yeni kırılmalar ve daha
büyük sarsıntılar kaçınılmazdı.
Dinsel gericiliğin önemli ve etkili bir ayağı olan F.
Gülen ve cemaati Haziran Direnişi ile birlikte tehlikeyi
sezdi. Tehlikeyi sezdiği içindir ki, kendisini geri çekti,
AKP ve T. Erdoğan’la araya mesafe koydu. Onun tek
başına hedef olmasına göz yumdu. Hatta tek başına
hedef haline gelmesi için özel bir çaba gösterdi.
Hiç kuşkusuz F. Gülen ve cemaati de kapitalizm
denen bataklıkta üremiş, bu bataklıktan besleniyor ve
on milyarlarca dolara ulaşan bir servet biriktirmiştir.
Bu ahlaksız din bezirganı, siyasetin de doğrudan içinde
yer alıyor. Buna dayanarak Haziran Direnişi’ni fırsata
dönüştürmek istiyordu. AKP ve T. Erdoğan’ın Gezi
Direnişi ile birlikte yıpranmasından yararlanarak,
pazarlık gücünü arttırmak ve ranttan daha fazla pay
almak istiyordu. Bu talep karşılık bulmadığı gibi, Tayyip
Erdoğan ve müritleri, cemaate karşı saldırıya geçti.
Dershaneleri ele geçirme hamlesi bunun dışa vurumu
oldu. İşte fırtına bundan sonra koptu. Karşılıklı olarak
kılıçlar çekildi, kanlı ve kirli tüm çamaşırlar ortaya
döküldü. Daha ilk kapışmayla, Türkiye Cumhuriyeti
tarihinin en rezil yolsuzluk ve rüşvet skandalı patlak
verdi.
Türkiye günlerdir bu rezil yolsuzluk ve rüşvet
skandalıyla çalkalanıyor. O kadar ki, her gün ve her
yerde, pislik fışkırıyor. Nedir ki, bu daha başlangıç.
Yolsuzluk ve rüşvet dinci-gerici iktidarın her kanadının
icraatıdır. Daha ilk vuruşmada, bizzat dinci-gerici
iktidarın küstah başbakanı ve oğlunun, hükümetin en
önemli bakanları ve çocukları başta gelmek üzere,
etrafında kümelenen asalak takımı ve belediye
başkanlarının, boylu boyunca pisliğe bulaştığı ortaya
çıkmıştır. İktidar kavgası büyüdükçe, çatlaklar
derinleştikçe -ki öyle olma ihtimali yüksektirçürümenin ve kokuşmanın sanılandan da büyük
olduğu açığa çıkacaktır.
Sonuç olarak, ortaya çıkan pisliğin bu kadarı bile,
bir iktidarın meşruiyetini yitirmesi için yeterlidir. AKP
iktidarı ve onun küstah başbakanı da meşruiyetini
yitirmiştir. Deyim yerindeyse, dinci-gerici iktidar için
ölüm çanları çalınmaya başlamıştır. Bunu T. Erdoğan da
biliyor. Onun bugünlerdeki agresifliğinin gerisinde de
bu vardır. Ama nafile!
Emperyalizm, sermaye devleti ve
alternatifsizlik çıkmazı
Yolsuzluk ve rüşvet skandalı, ilke ve ahlak
yoksunluğunun AKP iktidarının temel özelliklerinden
biri olduğunu göstermiştir. Bunu, ‘’Sultanlık’’ olarak
ifade edilen diktatörlük hırsı ve hevesi tamamlıyor. En
küçük bir karşı çıkışı sınırsız bir devlet şiddetiyle
ezmeye çalışan bu iktidar Kürt halkına sınırsız bir
düşmanlık besliyor, Alevi emekçilerinin eşitlik istemini
duymazdan geliyor, kısacası yandaşları dışında herkese
saldırıyor. Bununla da yetinmeyen dinci-Amerikancılar,
dış politikada maceracı ve saldırgan bir politika izliyor,
özellikle kardeş bölge halklarına karşı, iflası tescil
edilen rezil politikada halen ısrar ediyor.
Dinci-Amerikancı AKP iktidarının ölçüsüz
saldırganlığı, yolsuzluk ve rüşvet bataklığına
saplanması, emperyalist efendiler nezdindeki önemini
darbeledi. Kendi tabanını kandırmak için kimi zaman
emperyalistlere dil uzatması, efendilerini de
kızdırmaya başladı. Zaman zaman emperyalist
efendileri tarafından yapılan uyarıları duymazdan
gelecek denli, hesapsız bir pervasızlık örneği
sergilemiştir açıkçası. Haziran günlerinde emperyalist
cephenin, şüphesiz ki, sistemin bekası için, yaptığı
uyarıları dinlemeyip, hatta direnişin bizzat onlar
tarafından kışkırtıldığını dillendirmesi, emperyalist
merkezler nezdinde “kabak tadı” vermeye başladı.
Bundan dolayı bir yandan AKP ve T. Erdoğan’a ayar
çekmeye çalışırken, öte yandan yeni arayışların içine
girmişlerdir.
İktidar bloku içindeki bölünme ciddidir. Sömürü ve
yağmadan daha fazla pay kapma savaşı adeta geri
dönülmez boyutlar kazanmaya başlamıştır. Toplum her
gün yeni bir skandala tanık oluyor. Gerçekten de
devletin her katını kapsayan bir yolsuzluk, rüşvet ve
yağmalama durumu var. Hükümetin ve arkasındaki
sermaye guruplarının her yerinden pislik akıyor.
Emperyalist cephe bunun için mesaidedir; yeni
alternatif ya da alternatifler yaratabilmek için çok
yoğun bir çalışma yürütmektedir.
Haziran’da patlak veren büyük halk hareketi
yenilmedi, zorunlu olarak geri çekildi. Elbette ki
ruhunu koruyarak... Haziran’ın ruhu şimdi yine
sokaklarda hissedilmeye başladı. Haziran Direnişi’ne
sahne olan hemen her yerde, ortak atılan ‘’Her yer
yolsuzluk, her yer rüşvet!‘’ sloganı ile kitleler alanlara
çıkıyorlar ve Türkiye tarihinin en rezil yolsuzluk ve
rüşvet skandalını protesto ediyor, dinci-gerici AKP
iktidarını ve küstah başbakanını istifaya çağırıyorlar.
Protestolar giderek sermaye düzeni ve devletine, şu
veya bu düzeyde sistemin kendisine yöneliyor. Kimi
yerlerde ‘’Pisliği halk temizler!’’, kimi yerlerde ise,
‘’Pisliği devrim temizler!’’ sloganları haykırılıyor.
Süreci izleyen emperyalistler ve işbirlikçileri, işçi
sınıfıyla emekçiler sistem dışı çözüm arayışına
yönelmeden, önlerine sahte alternatifler koymak
istiyorlar. Ne var ki, bu konuda adeta bir açmazın
içindeler. Deyim uygunsa, hiç değilse şimdilik, AKP
alternatifinden başka hazır bir alternatifleri
bulunmamaktadır. Şöyle ki; burjuvazi 12 Eylül’de
askeri-faşist darbeyi devreye soktu. Arkasından azgın
bir sağ dalganın damgasını vurduğu neo-liberal Özal
dönemi var. Onu, Çiller-Güreş dönemi, içinde sosyaldemokratların da yer aldığı, en iğrencinden bir
şovenizm dalgası izledi. Kürdistan’da gelmiş geçmiş en
kanlı ve en kirli savaş bu dönemde gerçekleşti. Sivas
Katliamı bunu tamamladı. 11 yıldır ise, dinsel gericilik
iktidarda. Diğerleri kendini toparlamadan, gericiliğin
en ilkel hali olan AKP iktidarı da yıpranıyor.
Hala bir belirsizlik var
AKP emperyalist-kapitalist sistemin özellikle
Ortadoğu’daki çıkarları, ihtiyaçları, yönelimleri ve
tercihleri gözetilerek işbaşına getirildi. O dönem en
uygunu AKP idi ve o tercih edildi. Sol cenahı da
kapsayan yanılsamalara karşın, AKP de kendisini
önceleyen sermaye hükümetleri gibi, hatta onlardan
da beter bir sosyal yıkım ve savaş hükümeti olarak iş
gördü. Dinsel gericilik Türkiye’de hep anti-komünizmin
koçbaşı olmuştur. Din ve dinsel gericilik her dönem
sınıf mücadelesine karşı bir dalgakıran olarak devreye
sokulmuştur. Bayar-Menderes döneminde olduğu gibi,
şimdi de dinsel gericilik sistemin bir parçasıdır ve
uşakça bir sadakatle de ona hizmet
etmiştir/etmektedir.
Türk burjuvazisinin siyasal temsilcileri, 60 yıldan
beri Amerikancıdır. Bununla birlikte AKP, gelmiş geçmiş
en Amerikancı iktidardır. Başından itibaren sisteme
itirazsız uyum göstermiş, özellikle ABD’nin bir dediğini
iki etmemiştir. Böyle davrandığı için ABD tarafından
hep desteklenmiş, korunmuş ve kollanmıştır. Yukarıda
da belirtildiği üzere, gelinen yerde AKP, emperyalistler
nezdinde, cazibesini önemli ölçüde yitirmiştir.
Efendilerine yeterince hizmet etti ve onu başa
geçirenler, ondan vazgeçtikleri zaman, çöplüğü
boylayacaktır.
Burjuvazi ve emperyalistler, kendileriyle tam
uyum içinde çalışacak bir alternatif hazırlamaya
çalışıyorlar. İşte burada, yine bir düzen partisi olan CHP
akla geldi. CHP’nin başkanı Kemal Kılıçdaroğlu apar
topar Amerika’ya çağrıldı. Bir tür görücüye çıkarıldı.
ABD, AB ve İsrail adına Yahudi lobisince sınava tabi
tutuldu. En temel hususlara ilişkin sorular sordular.
Hepsine de istedikleri cevabı aldılar. Kılıçdaroğlu bu
arada bir de F. Gülen cemaati ile de görüştürüldü.
CHP ve Kılıçdaroğlu için, Cumhuriyet yaşasındı
yeter. AKP bu cumhuriyet için büyük tehlikeydi. K.
Kılıçdaroğlu, AKP’nin gitmesi için ABD başta gelmek
üzere herkesle, şeytanla bile işbirliğine hazır
olduklarını dile getirerek geri döndü. Görünen o ki,
Kılıçdaroğlu CHP’sini bir alternatif olarak hazırlamaya
çalışıyorlar.
Ancak AKP ve şefi T. Erdoğan, kurdukları rüşvet,
yolsuzluk ve yağma saltanatını korumak için her yola
başvuracaklardır. Nitekim gırtlağına kadar çirkef içine
batmasına rağmen devlet aygıtını arsızca kullanıyorlar.
Burjuvazinin önemli bir kesimi ve yardakçı medya,
halen kokuşmuş iktidarı destekliyor. Dinci-gericiliğin
kemikleştirdiği toplumun bir kesimi halen AKP’nin
güdümündedir. Fakat burada asıl önemli olan, tüm
rahatsızlıklarına karşın, ABD’nin henüz AKP’nin ipini
çekmemiş olmasıdır. Bunu yapması için, alternatif
hazırlama işinin başarıya ulaşmasını bekliyor olsa
gerek. Bu durum, devam eden süreçteki gelişmelerle
açıklık kazanacaktır.
Düzene karşı devrim:
Bu pisliği ancak devrim temizler!
Tüm gelişmeler bugünkü haliyle dahi ayrıştırıcı
olmaktadır. Sorun AKP ve cemaat karşıtlığına
hapsedilemez. Sorun bundan öteyedir, mücadele bunu
aşan bir mahiyete sahiptir.
CHP bu düzenin partisidir. Onun solculuğu düzen
solculuğudur. Avrupa’da ve dünyadaki örneklerinde
tanık olduğumuz evrimi bu parti de yaşamaktadır. Her
geçen gün biraz daha sağ bir çizgiye kaymaktadır. Bu
parti her şeyi AKP iktidarına mal etmekte, AKP ile
cemaat arasındaki kavganın sermaye düzenine zarar
vermemesi için çabalamaktadır. Bu çerçevede
sömürüye, yağmaya, yolsuzluğa ve rüşvete karşı
sokaklara çıkan emekçi yığınları, o uğursuz itfaiyeci
rolünü oynayarak, sakinleştirmeye, bu rezaletlerin
kaynağı olan kapitalist düzene bağlamaya
çalışmaktadır.
CHP’nin arkasından, reformist sol gelmektedir.
Ufku kapitalizmi aşamayan, devrim ve sosyalizm
mücadelesinden uzak olan reformistler, dincigericiliğin iki kanadı arasındaki it dalaşını, düzen
içindeki konumlarını sağlamlaştırmanın olanağı olarak
ele alıyor. Geleceğini burjuva parlamentarizmine
bağlayan politika ve pratiği ile reformistler, gerçekte
düzene soldan destek olmaktadırlar.
Ulusalcı cephe de, mevcut durumdan yaralanmak
istemektedir. Tümüyle AKP ve cemaat karşıtlığına
yoğunlaşan, sokaklara çıkan emekçileri, burjuva
cumhuriyetin kazanımlarını yok ettiği gerekçesiyle
dinci-gerici koalisyona karşı, Ulusal Cumhuriyet’i
savunmaya çağırmaktadır. Bu amaçla durmadan ‘’Milli
Hükümet’’ safsatasını öne çıkartmaktadır.
Kürt hareketine gelince, bir kez daha, nereden
bakılırsa bakılsın bu hareket bir ‘’çözüm
sendromu’’nun içindedir. Gelişmelere hep bu
pencereden bakmakta, ciddi ciddi CHP, cemaat ve
ulusal solun AKP’yi yıpratma stratejisi izlediklerini,
verili kavgayı bunun imkanı olarak değerlendirdiklerini
ve bundan güç alarak ‘’çözüm süreci’’ni baltaladıklarını
ileri sürmektedir. Bu tutum, Kürt hareketinin Haziran
Direnişi sırasındaki önyargılarını, güvensizliklerini
tekrarlayacağı ve olası bir yeni halk hareketine karşı da
mesafeli duracağına işaret ediyor. Bu tutum, çirkefe
batmış dinci-gerici AKP’yi kurtarır mı belli değil, ama
Kürt halkına ve Kürt özgürlük mücadelesine hiçbir
yararı olmayacak, dahası zararı olacaktır.
Ortaya saçılan pisliklerin bugün için muhatapları
AKP iktidarı ve onun dünkü yol arkadaşları
cemaatçilerdir. Ne var ki, bu türden pisliklerin asıl
kaynağı sömürü, aşırı kâr ve rant üzerine kurulu
kapitalist düzendir. AKP de cemaat de bu bataklıkta
üremiş, buradan beslenmiş ve büyük bir güç haline
gelmişlerdir. Bu bataklık kurutulmadan kapitalist
yoğun sömürünün, yağmanın, en rezilinden yolsuzluk
ve rüşvetin sonu da gelmeyecektir.
Söz konusu olan bir çürüyen düzen ve tükenen
burjuva cumhuriyet gerçeğidir. Ortaya saçılan pislikler
bir kez daha bu gerçeği gözler önüne sermiştir. Şimdi
gün bu gerçeği yılmadan, yorulmadan işçi sınıfına,
emekçilere, özgürlük ve eşitlik kavgası veren kardeş
Kürt halkına, eşitlik uğruna mücadele eden Alevi
emekçilere anlatma günüdür. Ne dinci-gerici
cumhuriyet, ne ulusalcı cumhuriyet ve ne de
dayanaksız bir hayalden başka bir şey olmayan
demokratik cumhuriyet… Adı farklı olsa da, burjuva
cumhuriyetin devamı anlamına gelen bunların hiçbiri
çözüm değildir. Hiçbiri bu pisliği kalıcı ve köklü olarak
temizleyemez. Pisliği ancak ve ancak devrim temizler;
sosyalist bir işçi-emekçi cumhuriyeti ise bunu kalıcı
hale getirir.
Vurgulamalıyız ki, dönem olağan dönemlerin
davranış kalıplarını kırmak, ileri atılmak, inisiyatif
almak; olağan dönemlerin alışkanlığı ile bir
propagandacı değil, eylem adamı olmak ve eylemli
önderlik yapmak dönemidir. Dönemin yarattığı
devrimci imkanlardan yaratıcı biçimde yararlanmak ve
bunları sınıf ve kitle hareketini geliştirmenin
dayanaklarına dönüştürmek zamanıdır.
Zaman, ülkede ve yurtdışında ‘’Pisliği devrim
temizler!’’ şiarı ile devrimci seferberliği büyütmek
zamanıdır.
(Enternasyonal-Info sitesinden alınmıştır…)
Dünya basınında yolsuzluk ve
rüşvet operasyonu
Avrupa ve ABD medyası konuyu gündemlerinin ilk
sırasından işlediler. Dış basındaki değerlendirmeler
ağırlıklı olarak AKP’nin sonunun geldiği, ancak onun
yerine geçecek alternatif bir yapının olmadığı şeklinde.
Dünya basınında konuyla ilgili olarak İran ile olan ticari
ilişkiler, Erdoğanlar’ın malvarlığı, kırılgan ekonomi ve
Türkiye’nin geleceğine ilişkin soru işaretleri dile
getiriliyor.
Dünya medyasının konuya ilişkin tavrı elbette
emperyalistlerin AKP’ye bakışlarından bağımsız değil.
Belli bir zamana kadar medya ve Batılı emperyalistler
tarafından alkışlanan AKP iktidarı ve “Türk modeli” için
şimdi “sonu mu geldi?” sorusu soruluyor.
Financial Times, “Başbakanın yargının
bağımsızlığının kesin olmaması gerektiğini ima ettiğini”
yazıyor ve “oğlu Bilal dahil hükümete yakın isimleri
ifadeye çağıran Savcı Muammer Akkaş’ı tehdit eder
gibi göründüğünü” belirtiyor. Daha sonra da “Bu nasıl
savcı? Başsavcı ondan dosyayı istiyor diye, feryad
ediyor! Dur bakalım seninle daha işimiz var” diyen
Erdoğan’ın pervasızlığına vurgu yapıyor. Ayrıca
Ortadoğu’daki ABD-Türkiye ilişkilerinin yaşamsal
önemde olduğunu belirterek bazı uzmanların skandal
için “Amerika için büyük bir problem” değerlendirmesi
yaptığını aktarıyor.
Times gazetesinden Piotr Zalewsky, sürecin
Erdoğan’ın “geleceğini tehdit ettiğini” söylüyor ve
ardından şunları dile getiriyor:
“Listedeki bir isim ise dikkat çekici: Başbakan’ın
oğlu Bilal Erdoğan. Öğrenci yurtları inşa eden
TÜRGEV’in yerel yetkililerin aracılığıyla yasadışı arazi
devirlerinden kâr ettiği iddia ediliyor. Savcılar,
Başbakan’ın oğlunun normalde 1 milyar dolar
değerindeki bir araziyi 460 milyon dolara ihalesiz satın
alan bir şirketle bağı olup olmadığına bakıyor.”
Sunday Telegraph yolsuzluk ve rüşvet skandalının
“Erdoğan’ın imparatorluğunu” tehdit ettiğini yazıyor.
Gazete skandalı şu şekilde değerlendiriyor:
“Mart’ta yerel seçimler var. AKP’nin başarısız
olması Suriye’ye yabancı para ve savaşçıların
girmesine ve dolayısıyla El Kaide’nin güçlenmesine ve
Batı yanlısı ılımlıların zayıflamasına neden olduğu için
dışarıda itibarı zedelenen Erdoğan’ın konumuna ağır
bir darbe indirecek. Erdoğan’ın açıklamalarını kabul
eden birçok kişi var. Diğerleri ise alternatif bulamıyor.
Laik siyaset Sağ ve Sol olarak bölünmüş durumda ve
bu partiler İslamcılara karşı tutarlı bir muhalefet
sergileyemedi. Fakat çevik kuvvet Cuma günü
sokaklarda ‘Hırsız var’ diye bağıran protestocularla
karşı karşıya gelirken Erdoğan’ın tedirgin olduğuna
şüphe yok.”
Guardian Türkiye tarihinin zaten karanlıklarla örülü
olduğuna dikkat çekiyor: “Birçok yerde, normal
kurumların görünen yüzünün arkasında birbiriyle
mücadele eden, hükümetin normal işleyişini sekteye
uğratan karanlık güçlerin varlığı, siyasetin bir parçası
olarak kabul edilir. Fakat Osmanlı zamanından bu yana
komploların, gerçek veya hayali gizli ya da yarı gizli
şebekelerin önemli bir rol oynadığı Türkiye için durum
özellikle böyledir.”
ABD‘de yayınlalan Foreign Policy dergisinde yazan
Jonathan Schanzer ve Mark Dubowitz’in ortak
yazısında şunlar ifade ediliyor: “Erdoğan, ABD’nin
Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’yi bile sınırdışı
edebileceklerini ima etti. Ancak soruşturmada adı
geçen bu sağlam bağlantılı kişiler hakkındaki
suçlamalar sabitleşirse, bu durumda AKP’nin
kendinden başka kimseyi suçlamaması gerekir. İran ve
Türkiye arasındaki altın karşılığı doğalgaz ticareti, ABD
Kongresi Temmuz ayında bu uygulamaya bir son
vermeden öncesine kadar hukuki sayılabilir. Ama bu
ticaret, aynı zamanda Türk siyasi elitini İran’ın geniş
yeraltı dünyasına maruz bırakmışa benziyor.”
New Yorker’dan Dexter Filkins “Kendilerini yıkılmaz
gören ve siyaset üretirken kurumsal kısıtlamalardan
özgür olan liderler, iktidarı kendi istekleriyle terk
etmez. Buna demokratik seçimle işbaşına gelen
liderler de dahildir. Kendilerine karşı çıkanlardan
korunmak ve mevkilerini korumak amacıyla siyasi
kurumları zayıflatırlar. Türkiye’deki siyasi kurumlara
verilen tahribat Erdoğan’ın ayakta kalıp
kalmamasından daha önemlidir. Bu da güçlü bir
Türkiye’ye bağımlı olan Amerika’nın Ortadoğu’daki
çıkarları açısından önemli bir tehdit oluşturuyor”
değerlendirmesini yapıyor.
Neue Osnabrücker Zeitung Erdoğan için “Onun tek
derdi siyasi geleceğini kurtarmak. Önümüzdeki yıl
cumhurbaşkanlığına seçilme hedefine kilitlenmiş olan
Erdoğan yolsuzluk skandalının siyasi sonunu
getirebileceğini biliyor. Eski bakanlarından biri
yolsuzluk ve sahtekârlıkla ilişkilendirilen marifetlerden
başbakanın da haberdar olduğunu söylemişti” diyor.
İsviçre’den Neue Zürcher Zeitung Türk
ekonomisinin risk içerisinde olduğuna dikkat çekiyor:
“Hükümete yakın 50’den fazla kişi ve şirket hakkındaki
yolsuzluk soruşturmasına yaz başındaki Gezi
protestolarına verdiği tepkinin aynısını veriyor:
Yabancı ülkelere sövüp sayıyor, tehlikeli komplo
teorileri yayıyor ve büyükelçilerin sınır dışı edilmesi
tehdidini savuruyor. Bu otoriter kasılma demokratik
siyaset açısından hayal kırıklığı yaratmakla kalmıyor.
Ekonomik açıdan da riskli. Türk ekonomisi büyük bir
sırça köşke o kadar benziyor ki. Kırılganlık evvela
yüksek cari işlemler açığından kaynaklanıyor. Bu açığın
yüzde 80’i yurtdışından gelen kısa vadeli portföy
yatırımlarıyla finanse ediliyor. Bu ‘sıcak para’
Türkiye’ye ne kadar kolay akabiliyorsa, uluslararası
yatırımcıların Türkiye’ye güvenini kaybetmesi halinde
aynı hızda da geri çekilebiliyor.”
Fransa’dan Le Monde’un değerlendirmesi ise şu
şekilde: “Birçok Arap ülkesine örnek oldu ve uzun
dönem Batılılara güven verdi. Ne diktatöryal ve Batı
düşmanı İran modeli gibiydi, ne de İslamist zehirin
yayıcısı gibi Suudi Arabistan modeli. “Türk modeli”,
demokrasi ile kapitalizmin birlikte işleyişi idi; kendisine
güvenen ve ABD’ye yakın İslamcı-muhafazakâr bir
partinin yönetiminde gerçekleşiyordu. Arap-Müslüman
dünyasında modernleşmenin yolunu temsil ediyordu.
AVM ile camiiyi, daha önce görülmemiş bir şekilde
birleştirebiliyor ve Türkiye’nin sürekli ekonomik ve
diplomatik olarak büyümesinin yolunu açıyordu (75
milyonluk bir nüfus, dünyanın 17. ekonomisi, NATO
üyesi ve AB’ye üye adayı). Elbette, ölmeden
gömmemek gerek, ama ‘Türk modeli”nin yazdan bu
yana soluğu kesildi. Ve son günlerde ise duraksıyor.”
2013: Kriz, çatışma, savaş, direniş…
Kapitalist/emperyalist sistem, 2013 yılında da
uğursuz yıkıcılığını dünyanın farklı bölgelerinde
gösterdi. Ekonomik kriz ve neo liberal saldırı dalgaları
emekçileri ve genç kuşakları vurmaya devam etti.
Çatışma ve savaşlar sona ermek bir yana daha da
yayıldı. Dünyada açlık ve yoksulluktan acı çeken
milyarlarca insan varken, akıl almaz boyutlara varan
silahlanma yarışına, trilyonlarca dolar harcandı. Fosil
yakıt tüketimi artmaya devam etti, atmosfere salınan
karbondioksit oranının azaltılması için hiçbir çaba
harcanmadı, dolayısıyla küresel ısınma ve buna bağlı
olarak ekolojik dengenin bozulması süreci hızla
ilerlemeye devam etti.
Altıncı yılına giren küresel ekonomik krizi
hafifletmek için bölgesel savaşları kışkırtan
kapitalist/emperyalist sistem, bunu başaramadığı gibi,
bir hegemonya kriziyle de karşı karşıya bulunuyor.
Ekonomik krizin sarstığı ABD emperyalizmi, dünya
jandarması rolünü oynamakta zorlanıyor. Buna karşın
dünyada bu rolü oynayabilecek bir gücün ortaya
çıkamamış olması, 2013’te belirgin bir hal almaya
başlayan ve farklı olasılıklara açık olan hegemonya
krizinin de derinleşme olasılığını yükseltiyor.
Krizleri ve açmazları derinleşen sistemin
saldırılarına maruz kalan işçi sınıfı, emekçiler, genç
kuşaklar ve ezilenler ise, hakları ve gelecekleri uğruna
mücadeleye devam ettiler. Ekonomik/demokratik,
sosyal/siyasal kazanımlarını koruyup geliştirmek için
2013 yılı boyunca dünyanın dört bir yanında direnişi
yükselttiler.
Geride kalan yılın tablosu, sistemin açmazlarının
derinleştiğini, her geçen gün hoşnutsuzluğu artan işçi
ve emekçilerin bu pervasızlığa tepkili olduklarını,
henüz somut olarak bilince çıkarılmamış olsa bile,
kapitalist/emperyalist sistemden kurtulma eğiliminin
güçlenmekte olduğunu gösteriyor.
Ekonomik krizin sarsıntıları
2008’de doruğa çıkan kapitalizmin küresel krizinin
sarsıcı dalgaları, geride bıraktığımız yılda da şiddetli
etkisini hissettirdi. AB ülkeleri ve ABD, krizin belirgin
bir şekilde hissedildiği bölgeler oldu. Trilyonlarca dolar
akıtarak altı yıldır çöküşü önleyebiliyorlar, ancak krizi
aşamıyorlar ve çöküş riski baki kalıyor.
Yunanistan, AB’nin halen çöküşe en yakın ülkesidir.
Fakat yalnız değildir. Zira Güney Kıbrıs, İspanya, İtalya,
Portekiz ve belli ölçüde Fransa krizin girdabından
kurtulamayan diğer ülkelerdir. Bu arada AB’ye iltihak
eden Doğu Avrupa ve bazı eski Sovyet Cumhuriyetleri
de, krizin dalgalarına maruz kalıyor ve faturayı
emekçilere ödetebilmek için, yol arıyorlar. Grev ve
kitle eylemlerinin bu ülkelerde de daha sık yaşanması,
emekçilerin krizin faturasını ödemeyi reddetmelerinin
dolaysız sonuçlarıdır.
Ekonomik krizin sarsıcı etkilerini hissetmeye devam
eden ABD emperyalizmi ise, bundan dolayı dünya
jandarmalığı rolünü eskisi gibi oynama gücünden
yoksun kaldı. Haftalar boyunca Federal Hükümet’in
kepenk kapatmasına yol açan kriz, yoksul
Amerikalıların yaşamına yıkıcı bir şekilde yansıyor.
İflasını ilan eden kentlerin sayısı artarken işsizlik,
yoksulluk, eğitim ve sağlık hakkından mahrum
bırakılan on milyonlarca Amerikalı’ya yenileri
ekleniyor.
Artık sistemin efendileri de, krizi aşmanın mümkün
olmadığını kabul ediyorlar. Çatışmaların, savaşların,
grev ve kitle hareketlerinin yayılması, sistemin krizinin
dolaysız sonuçları olarak ortaya çıkıyor. Kriz uzadıkça,
çatışmalar da şiddetleniyor. Öte yandan işçilerin,
emekçilerin ve geleceksizliğe mahkum edilmek istenen
gençliğin öfkesi de artıyor ve bu öfke grevleri, kitle
eylemlerini ve isyanları tetikliyor.
Yıkıcı savaşlarda yeni cepheler
Kapitalist/emperyalist sistemin yarattığı
musibetlerin en acımasızı, yıkıcı savaşlardır. Ezilen
halkların ağır bedeller ödemesine yol açan savaşlar
Suriye, Afganistan ve Mali’de devam ediyor. Irak, Libya,
Pakistan, Yemen, Sudan ve bazı başka Afrika ülkeleri,
emperyalistlerle işbirlikçilerinin müdahaleleri sonucu
çatışmalara sahne olmaktadır.
Emperyalistlerle bölgedeki işbirlikçileri, Suriye’deki
yıkıcı savaşı yıl boyunca körüklediler. Savaş tehdidi
savuran ABD, bunu gerçekleştirme gücünü kendinde
bulamasa da, tetikçi muhalefete silah akışı devam etti.
Devşirilen binlerce tetikçi eğitilip Suriye’ye gönderildi.
Ülkenin yarısını enkaza çeviren, on binlerce kişinin
hayatına mal olan, milyonları yerinden yurdundan
eden savaş halen devam ediyor.
2001’den beri emperyalist orduların işgali altında
bulunan Afganistan’da da savaş sürüyor. Afganistan
halkı 12 yıldır vahşi işgalin faturasını öderken, ABD
savaşı Pakistan’a da taşıdı. Amerikan ordusunun
İnsansız Hava Araçları’yla düzenlediği saldırılarda,
yüzlerce Pakistanlı sivil de katledildi. Çatışmaların
devam ettiği ülkelerden biri de Libya’dır. Yedi ay süren
NATO bombardımanıyla Kaddafi yönetiminin
devrilmesiyle ülke, savaş ağaları tarafından
parsellendi. Başkent Trablusgarp dahil, çeteler savaşı
ülkenin farklı bölgelerinde halen devam ediyor.
On yıl süren ve 1.5 milyon kişinin hayatına mal olan
emperyalist işgalin ardından, Irak’ta da kitlesel
katliamlar devam ediyor. ABD’nin bölgedeki Suudi
Arabistan, Türkiye, Katar gibi işbirlikçileri tarafından
desteklenen El Kaide’nin uzantısı cihatçı katiller,
neredeyse her gün sivil halkı hedef alan intihar
saldırıları gerçekleştiriyorlar. Yine bu güçler, son
aylarda Yemen’de benzer saldırılar düzenlemeye
başladılar.
Geçen yıl savaşa maruz kalan ülkelerden biri de,
Mali oldu. Fransız emperyalizminin saldırısına maruz
kalan bu Afrika ülkesinin halkı, yıkım ve kıyımlara
uğradı. El Kaide’ye karşı savaşmak bahanesiyle Mali’ye
saldıran Fransa, diğer emperyalist devletler tarafından
da desteklendi. Oysa bu aynı Fransa, Suriye’deki El
Kaide uzantıları olan cihatçı katillerin önde gelen
destekçilerinden biridir.
Tüm bu çatışma ve savaşlar, kapitalist/emperyalist
sistemin halkların başına sardığı, bedeli ağır belalardır.
Bu savaşları kışkırtan kapitalizm bir şiddet, savaş ve
yıkım düzeni olduğunu, döne döne kanıtlamaktadır.
Genel grev, direniş, isyan
Hem işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz
çelişkiyi hem emperyalistlerle ezilen halklar arasındaki
çatışmayı şiddetlendiren kapitalist/emperyalist sistem,
kaçınılmaz olarak karşıtlarını da harekete geçiriyor.
Nitekim 2013 yılında gerçekleşen sayısız grev, genel
grev, kitle hareketi ve isyanlar, sistemin küresel çapta
izlediği saldırgan politikalara karşı biriken öfkenin dışa
vurumu oldu.
Açmazları derinleşen kapitalist/emperyalizm
savaşları kışkırtmakla kalmıyor, işçi ve emekçilerin
ekonomik, sosyal, siyasal, demokratik kazanımlarına
da saldırıyor. İşçiler, emekçiler, gençler, ezilen halklar
ise, bu saldırganlığa karşı direnerek, kazanımlarını
savunma çabası içindeler.
Mısır’da, Tunus’ta, Türkiye’de, Brezilya’da,
Tayland’da, Sudan’da, Bangladeş’te gerçekleşen
kitlesel direniş ve isyanlar, orta kuşak kapitalist
ülkelerde sınıf çelişkilerinin giderek keskinleştiğine
işaret ediyor. Halk isyanının muazzam bir boyuta
ulaştığı Mısır’da, on milyonlarca işçi, emekçi ve genç,
dinci-gerici Müslüman Kardeşler yönetimini, birinci
yılında alaşağı etti. Son dönemde geçici bir durulma
döneminde bulunsa da, adını andığımız diğer
ülkelerde de görkemli kitle hareketleri yaşandı.
Tunus, Güney Afrika Cumhuriyeti, Güney Kore ve
Yunanistan başta olmak üzere bazı AB ülkeleri, etkili
genel grevlere sahne oldu; grevlere militan kitle
gösterileri de eşlik etti. Bunların yanı sıra, 2013 yılı
boyunca Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya, Asya’dan
Afrika’ya pek çok ülkede sayısız grev, gösteri, direniş
ve çatışmalar yaşandı. Pek çok yerde işçi ve emekçiler,
yeni yılı grev veya direnişle karşıladılar.
2014’te mücadele güçlenerek devam edecek
Genel grevleri, kitle gösterilerini, direnişleri ve
isyanları tetikleyen sorunları her gün yeniden üreten
kapitalist sistem, mezar kazıcılarını da güçlendirmeye
mahkumdur. Zira bu sistemin yapısal sorunları
uzlaşmaz sınıf çelişkilerini çözmek bir yana, daha da
keskinleştiriyor. Halk isyanları boyutuna varan tepkiler,
bu uzlaşmaz çelişkinin görünümlerinden biridir.
2013 yılında mücadele eden milyonlar, belli
kazanımlara ulaşsalar da, temel sorunları yerli yerinde
duruyor. Zira ekonomik-demokratik, sosyal-siyasal
sorunların kapitalist/emperyalist sistemde çözülmesi
olası değil. Bu da genel grevlerin, direnişlerin ve
isyanların önümüzdeki dönemde de devam etmesinin
kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. Artık ne militan
kitle eylemleri gerçekleştiren milyonlarca kişi
taleplerinden vazgeçebilir ne de egemen sınıf
konumundaki burjuvazi bu talepleri karşılayabilir.
Diğer bir ifadeyle, yeni yılda da burjuvazi saldırmaya,
emekçi kitleler ise direnmeye devam edecektir.
Krizler, çatışmalar, savaşlar ve bunlara karşı gelişen
genel grev, kitlesel direniş ve isyanlar döneminde işçi
sınıfıyla müttefiklerinin en temel ihtiyacı, devrimci
sınıf partisi önderliği altında birleşerek mücadeleyi
büyütmektir. Sınıfın devrimci öncüsünün oynayacağı
rol, hem güncel planda kazanımları koruyup
geliştirmek hem sömürü ve kölelik düzeni kapitalizmle
nihai hesaplaşmaya hazırlanmak için hayati bir önem
Seçim dönemi ve
reformizmle mücadele
Yeni bir seçim dönemi içerisine girildi. Seçim
dönemine nasıl bir Türkiye ve nasıl bir dünya tablosu
üzerinden girildiğine göz atmakta fayda var.
Tunus’ta ve Mısır’da ayaklanmalar yaşanıyor,
hükümetler istifa etmek zorunda kalıyor. Bir sene
sonra yine ayaklanma yaşanıyor, halk “yeni” gelen
yöneticileri de istifa ettiriyor. Kuzey Afrika’daki gibi
kısmi başarılar üretemese de Avrupa yaygın ve kitlesel
eylemlerle sarsılıyor. Emekçiler hükümet binalarını
kuşatıyor. En olmaz denilebilecek yerlerde, Amerika’da
işgal eylemleri yapılıyor. Kısacası dünya yeni bir eylem
dalgası ile sarsılırken çok geçmeden Türkiye’den buna
kitlesel bir yanıt geliyor: Haziran Direnişi. Kitleler,
eylemlerinin “daha başlangıç” olduğunu ilan ederek
mücadeleye devam edileceğini bildiriyor. Komünist İşçi
Partisi bu gelişmeleri şu şekilde ögörüyor: ... “Bu
dönemin özgünlüğü, dünyada ve Türkiye’de bir siyasal
gericilik, bir sosyal durgunluk dönemi olmasıdır.
Şimdilerde bunun aşılmakta olduğu bir geçiş
evresindeyiz. Dünyanın ve Türkiye’nin geleceğinde
büyük toplumsal sarsıntılar, toplumsal devrimlere
doğru büyüyebilecek büyük birikimler var.”(TKİP IV.
Kongre Bildirisi)
Türkiye’de yaşanan Haziran Direnişi birçok ülkede
selamlandı. Emekçilerin direnişi dosta umut, düşmana
korku saldı. Bu direniş, “her şeyin bittiğini”
söyleyenlere “bu halktan bir şey olmaz” diyenlere tok
bir yanıt oldu. Daha düne kadar düşman cephesinde
“devrimler bitmiştir, kapitalizm bakidir” sözleri
yankılanırken içerisinden geçtiğimiz dönem, siyahı
siyah, beyazı beyaz kadar netleştirdi.
Gelin görün ki yaşanan gelişmeler düşmanın
korkularını büyütürken “dostlar hala alış-verişte”...
Yaşanan eylemler, ayaklanmalar, ödenen bedeller,
devletin katliamcı yüzü, bu sistemin daha fazla teşhir
olmasını sağlarken, son yaşanan hırsızlık-yolsuzluk
operasyonu, kapitalist düzenin, kitleler nezdinde
itibarını yerlerde süründürürken, bu gelişmelerden
sanki hiçbir şey anlamıyormuş gibi, “dostlar”, yani
reformist güçler hala umudu yerel seçimlere bağlama
derdinde. Düzen solu, düzen sağı ve reformistler
aralarında anlaşmışlar gibi, hepsi de “AKP’den hesap
sormak için” kitleleri, kendi dünyaları gibi dar olan
sandıkların içine hapsetmeye çalışıyorlar.
“Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye,
Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi
düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu
işler devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları
tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf
halk’ı aldatma ereğiyle gevezelikten başka bir şey
yapılmaz.”
Bu alıntı Lenin’in “Devlet ve Devrim”inden... Lenin
her ne kadar bunu parlamento seçimleri için söylese
de aslında düzen ve kurumlarına bakış itibariyle, bu
cümlelerin bu günlerde reformist akımlara da
hatırlatılması gerekiyor. Açarsak... Sömürü düzeni
burjuvazi tarafından yönetiliyor. Ve onların gölgesinde,
burjuvalaşmış devlet bürokrasisi tarafından... Tam da
içinden geçtiğimiz dönemde “devlet daireleri,
bakanlıklar, kurmay kurullar” trilyonları götürüyor. Ve
bu durumun kendisi, kapitalist düzeni teşhir etmek için
bir malzeme... Aslında pislikleri ortalığa saçılırken
sistem kendi kendini teşhir ediyor. Kitleler “Bu pisliği
devrim temizler!” sloganını atarken reformist akımlar
(BDP, HDP, TKP, Halkevi, ÖDP vb.) ne yapıyor? Kitleleri
seçime, seçim bilincine hazırlıyor. Yani “bize oy verin
bu pisliği temizleyelim” diyorlar. Devrim nerede?
Kitleleri iktidar bilinci ile kuşatmak varken, işçi ve
emekçileri tam da kendi ideolojileri etrafında, devrim
ve sosyalizmin programı altında kenetlendirmek
varken bu imkanları heba ediyorlar. Yani özetle,
Lenin’in deyimi ile “saf halk”ı aldatıyorlar. Bu yönleri
ile reformist akımlar aslında devrimin önünde ciddi bir
engeldirler.
Tarihte de hep böyle olmadı mı zaten? Devrimlerin
olanaklarının gün gibi ortada durduğu her zaman
diliminde, reformizm bir akım olarak hep olmuştur.
Her ülkede, her mücadele alanında.... Eylemi, süreci ve
imkanları hep geriye çekmişlerdir. Fakat toplumsal
mücadele böylesi tutum ve akımları tarihin bir
kenarına itmesini de bilmiştir.
Bu ülkenin komünistlerine çok önemli görevler
düşmektedir. İçinden geçtiğimiz bu dönemde devrim
ve sosyalizm propagandasını her zamankinden daha
etkili ve güçlü yapmak gerekiyor. Öte yandan mevcut
atmosfer sistemin daha da teşhir olmasını sağlıyor. Bu
şu demektir ki, reformizmin önüne daha güçlü bir
şekilde çıkmak son derece önem kazanmış bulunuyor.
Seçim dönemi reformizmin teşhiri açısından önemli bir
fırsattır aynı zamanda.
F. Deniz
Eğitim piyasalaşırken...
Geçenlerde bir kısa filmde oynadım. Yan rollerden
biri, hatta, işte bildiğin figüran diyebileceğiniz bir roldü
bu. Filmin konusu şeker hastalığı üzerine bir farkındalık
yaratma ya da ‘nedir bu hastalık?’ üzerineydi. Aslında
ne olduğu hayati önemde değil. Neden çekildiği ve bu
filme neyin kaynaklık ettiğine bakmamız daha doğru
olacak.
‘10 Şeker Yönetmen Aranıyor’ adı altında
düzenlenen bir kısa film, ya da reklam filmi çekme
kampanyasıydı projenin özü. Her yere afişleri asılıp,
internet portallarından duyurusu yapılan, Anadolu
Üniversitesi’nin kaynak sunduğu, öğrencilere; tecrübe
ve eğer yarışmayı kazanırlarsa bir miktar para kazanma
şansı tanıdığı proje geçen haftalarda son buldu. Buraya
kadar her şey ‘üniversite-öğrenci desteği’ konusunda
güzel görünüyordu. Ancak şunu öğrendim ki, yarışma
üniversite tarafından değil bir ilaç firması tarafından
düzenlenmiş ve kaynağı karşılanmış.
Bunu öğrendiğimde aklıma birkaç soru ve sorun
geldi. Bunlardan birkaçı şunlar: Bir ilaç firması
üniversiteye neden böyle bir proje ile geldi? İlaç
firmasının konumu ve düzen içindeki temsiliyeti nedir?
Üniversiteden beklentisi nedir? Üniversitenin tutumu
nedir? Öğrencilerin buna bakışı nedir? Eğitim neye
hizmet etmektedir ve bu eğitimden geçen öğrenciler
genel bir bakış olarak bilimi, sanatı kim için
kullanmaktadır? Şunu öncelikle söylemem gerek, bu
ve bunun gibi birçok konu bir gerçeklik teşkil
ettiğinden tamamen reddetmemiz mümkün değildir.
Katılabiliriz, kendi sözümüzü söyleyebiliriz, ancak bunu
yaparken nerede ve ne bakışla duruyoruz? Bence asıl
önemli olan şey budur.
Eğitimde ticarileşmenin boyutu
gittikçe artıyor
Üniversitelerde, bilginin metalaşma süreci ve
özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ‘bilgi
toplumu’ olma üzerinden yürütülen politikalar,
rekabete dayalı bir sistemi oluşturmuş (‘en iyi bilgi
üretim yolu rekabettir’ diyen sözde naif düşünce ile)
ve bu kurumlar bilginin mülkiyeti üzerinden kendini
yapılandırmıştır. Son dönemlerde ise neoliberal
politikalar doğrultusunda üniversitenin alacağı konum
ve işlev nasıl olmalıdır konusuna yoğunlaşılmıştır.
(Bologna sürecinin ciddi etkilerini görmekteyiz.) Bu
konuda yapılan ve yapılacak olan uygulamalar
üniversitelerde gerek yönetim gerekse eğitim
personeli olarak benimsenmiştir. Bu doğrultuda;
araştırmacı profesör, çalışan öğrenci, kariyer kulüpleri,
şirket pazarlama ve reklam kampanyaları gibi
uygulamalar somut birer örnek olarak verilebilir.
Üniversitelerde okutulan, öğretilen ya da
deneyimlediğimiz bütün alanlarda ne varsa, ilerideki
emeğimizin ve düşüncelerimizin nitelikli olması içindir.
Buraya kadar yine sıkıntı yok gibi. Ancak mezun
olduktan sonra, bize sunulan yaşam; ‘insanı değil,
sermayeyi yeniden nasıl üretebilirsin?’ olduğu için,
üniversitelerin işlevi, yapılanması, bahsettiğim
doğrultuda, sömüren ya da sömürülen ikilemi
içerisindeki sisteme öğrenciyi entegre etme tesisi
olarak dönüştürülmüştür. Üniversite denetimini ve
yönetimini sağlayan, işlev ve içerik belirleyici yapılar ve
kişiler (YÖK, MEB, rektörler) bu dönüşümün içinde
yerlerini sabitlemiş ve içinde bulunduğumuz kapitalist
sömürü düzeninin birer temsilcisi durumda varlıklarını
devam ettirmektedirler.
Böyle bir düzen içerisinde üniversiteye şirketlerin
ortak olması, firmaların, bankaların birer şubesinin
açılması, dekanların birer şirket sahibi ya da ortağı
olması, eğitimcilerin de sermayeye ters düşecek
sunumları ve hayatı benimsememesi ya da benimsese
dahi bunu dillendirmemesi, dillendirdiği anda
yaptırımlara maruz kalması kaçınılmaz bir durumdur.
Hal böyle iken üniversitede bilim ve sanat üzerine
yapılan eğitim, üretim ve uygulamalar da sermayeye
hizmet etmek durumundadır. Toplum ve ihtiyaç için
değil, tüketime yeni ve para kazandıracak ürünlerin,
fikirlerin öğrenciler tarafından eğitim süresi boyunca
olabildiğince üretilmesi veya tasarlanması bu
doğrultuda doğal bir süreçmişcesine gelişir.
Gelen ilaç firması da bu sömürü düzeni içinde
sömüren taraflardan biridir. Nasıl ki, ikinci emperyalist
paylaşım savaşı sonrasında, fabrika sahipleriyle işbirliği
yaparak çalışan kadın istitihdamını azaltmak için
yoktan hastalık var edip, kadınları işten çıkartmanın
yolunu açmışlar, sattıkları ilaçlarla, hem kendi ceplerini
doldurup hem de fabrika sahiplerini rahatlatmışlarsa;
bugün de aynı görevi üstlenmektedirler. Üniversitelere
gelmeleri ise elbette reklamlarını kolayca yaptırıp, kâr
oranlarını arttırma amacının bir ürünüdür.
Buradan yola çıkıp genelleyecek olursak; öğrenciler
büyük şirketler, holdingler ve fabrika sahipleri için
muhteşem bir üretim kaynağı sunar. Hem öğrenci hem
deneyimsiz olunduğu için reklamlar, araştırma ve
geliştirmeler, büyük projeler ücretsiz bir biçimde
yaptırılabilir. Durumun kendisi öğrenciye bir fırsatmış
gibi gösterilir, çünkü mezun olan kişi yaşamını devam
ettirmek zorundadır, bunun için paraya ihtiyacı vardır
ve onlara muhtaç kalacaktır. Öğrenci de ‘ben daha iyi
sömürüleceğim’in yarışına başlar. Bazıları bu yarışta
sadece sömürülen olup, işçi ve emekçi sınıfına dahil
olurken, bazıları ise istisnai bir durum sergileyerek
deneyimini arttırıp sınıf atlayabilir ve sömüren sınıf,
yani burjuva durumuna geçebilir.
Üniversiteler, sözde, ‘toplum inşasında en önemli
yerlerden biri ve nitelikli meslek elemanı yetiştirme’
kurumlarıdır. Ancak her öğrencinin gelecek kaygısı
yaşaması boşuna değildir. Adaletin güçlünün adaleti,
eğitimin parası olanın eğitimi olduğu, ezilenin yanında
olan bir ÇHD’li avukatın hapis edildiği, derste
sorgulamayı öğreten eğitimciye soruşturma açıldığı,
sağlığa gereken yatırım yapılmadığı için sağlıkçıların
uzun saatler çalışmak zorunda bırakıldığı, sanatçıların
sermayedarlarla birlikte iş yapmadığı zaman
tutunamadığı her parçası çürümüş bu sistemde,
geleceksizlik genel bir hal almış durumdadır.
Yukarıda bahsettiğim baskı ve şekillendirme
mekanizmaları açıkça görülebilinecek şeyler olmasına
rağmen sürekli pompalanan bireycilik ve yapay olarak
ustaca sunulan ‘fırsat eşitliği’ düşüncesi bu noktada
işlevini eksiksiz görmektedir. Yapılan işler ve
düşünceler de zorlamayla itaat değil, “özgürlük” ve
“birey iradesi” olarak kendini bulmaktadır.
Toplumsal değiştirici dönüştürücü etkisi çok yüksek
olan üniversite ve gençlik ise bu sistemin içinde
siyaseti gündelik bir yaşam biçimi haline getirmediği
için sorunları görmezden gelmekte, yapılan
yolsuzlukları, katliamları ve sistem içindeki tüm
adaletsiz uygulamaları unutmaktadır.
Bizlere düşen görev ise; çözümün bu sistem içinde
gerçekleşemeyeceği bilinci ile, sınıfsız, sömürüsüz bir
toplum inşasında, üniversitelerden başlayarak,
dinamik, örgütlü, militan bir gençlik hareketini örmek
ve mücadeleyi büyütmektir.
Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru
İÜ’de mücadele
etkinliklerle sürüyor
Geçtiğimiz hafta İstanbul Üniversitesi
öğrencilerinin biraraya gelmesiyle oluşan Van ile
Dayanışma Komisyonu’nun depremzedelerle
dayanışma amacıyla düzenlediği faaliyetler devam
ediyor.
Komisyon toplantısında kararı alınan dayanışma
kermesi 26 Aralık’ta başladı. İki gün süren kermesin ilk
gününde öğrencelerin evlerinde hazırlayıp getirdiği
yiyecek ve içeceklerle takılar yer aldı.
Masalar hemen hemen hiç boş kalmazken,
öğrenciler yemekhanede yemek yerine kermesten
yiyecek temin ederken faaliyet çerçevesinde maddi
yardımda bulundular. Faaliyeti öğrenen birçok öğrenci
de faaliyetlere eşya yardımı yaparak katkıda bulunmak
istediklerini söylediler. Bütün gün açık kalan kermeste
bin lirayı aşkın maddi yardım toplandı.
Aynı zamanda Ocak ayının ikinci haftası yapılması
düşünülen dayanışma konseri için çalışmalar da
sürüyor.
Soruşturmalara, baskılara ve gericiliğe karşı
devrimci faaliyet sürüyor
Dönemin başından itibaren afiş asmaktan
sinevizyon göstermeye, “sesli konuşarak eğitim
öğretime engel olmaya” kadar bir dizi temelsiz ve
dayanaksız suçlamayla yüzlerce öğrencinin
soruşturulmasına karşı faaliyetler devam ediyor. En
son, Ekim Gençliği’nin düzenlediği ve Fen-İş işçilerinin
katıldığı etkinlikten dolayı gerek Ekim Gençliği okurları
olsun gerek diğer devrimci, ilerici gençlik örgütünden
öğrencilere olsun onlarca kişiye soruşturma açılmıştı.
Çarşamba günü soruşturmalarla ilgili savunma isteyen
üniversite yönetimine cevap olarak öğrenciler ortak
hareket ederek savunma vermediler. Soruşturmaya
neden olan sözde suçların ne zaman, nerede
gerçekleştiği, ne olduğu dahi yazmazken onlarca
öğrenciye soruşturma açılmasını kabul etmeyen
öğrenciler yazılı savunmalarında soruşturmaları
hukuksuz olduğunu yazıp verdiklerinde dilekçeleri
kabul etmeyen soruşturma komisyonuna bu keyfi
tutumu ve hukuksuz soruşturmaları kabul
etmediklerini ve bu halde savunma vermeyeceklerini
ifade ettiler. Üniversiteler açıldığı günden bugüne
çeşitli olay ve gündemler üzerinden şu an İstanbul
Üniversitesi’nde kimi öğrencilere sayısı onu bulan
soruşturma açılmış durumda.
Roboski için belgesel gösterimi
DEM-YÖM üniversite içerisinde belgesel gösterimi
düzenledi. Şırnak Barosu’nun hazırladığı katliamı
anlatan belgesel Edebiyat Fakültesi Hergele
Meydanı’nda gösterildi. Belgesel gösterimi öncesinde
şiir de okunurken atılan sloganlarla da hesap
sorulacağı vurgulandı. Etkinlikte Roboski Katliamı’nda
ölenler anıldı.
Ekim Gençliği / İstanbul Üniversitesi
Üç Fidan Gençlik Kültür Evi
açıldı!
Kartal’da bir süredir çalışması yürütülen Üç Fidan
Gençlik Kültür Evi 28 Aralık’ta gerçekleştirilen toplantı
ile açıldı.
Üç Fidan Gençlik Kültür Evi adına yapılan
konuşmada, bu coğrafyanın bir devrim toprağı
olduğu, devrimci dinamiğin ve mirasın çok güçlü
olduğu ve bunun önemli ayağının gençlik mücadelesi
olduğu vurgulandı. Denizler’in, İbolar’ın, Mahirler’in
‘71 devrimci çıkışı ile taçlandırdıkları sürece ve
devrimci hareketin tarihine değinerek işçi sınıfının kızıl
bayrağını gençlik içerisinde dalgalandırmanın
önemine vurgu yapıldı. Üç Fidan Gençlik Kültür Evi’nin
bu mirasın taşıyıcısı olduğu ve Kartal’da da bunu
temsil edeceği ifade edildi.
Ardından toplantıya katılanlar söz alarak
düşüncelerini ifade etti.
Ekim Gençliği temsilcisi, üniversitelerdeki süreci
özetleyerek baskıların arttığı bir dönemde hayata
geçirilen “diren, örgütlen” kampanyasını anlattı.
Sistemin her yerde aynı baskıyı uyguladığını ve buna
karşılık örgütlenmek gerektiğini anlatarak Üç Fidan
Gençlik Kültür Evi’nin açılışını selamladı.
Toplantının devamında yapılan tartışmalarda
Haziran Direnişi ve gençliğin direnişteki rolü
tartışılarak gençlik kitlelerine ulaşmak için yapılması
gerekenler konuşuldu.
Son söz olarak Üç Fidan Gençlik Kültür Evi’ni işçi
sınıfının yolunda, sosyalizm mücadelesi için büyütmek
gerektiği vurgulandı.
Kızıl Bayrak / Kartal
Siirt’te yurtta kalan
öğrenciler yol kesti
Siirt Kredi Yurtlar Kurumu Erkek Öğrenci Yurdu’nda
kalan 100’ü aşkın öğrenci 29 Aralık gecesi 2 saat
boyunca Siirt-Kurtalan anayolunu kesti. Öğrenciler
geçen yıl taşındıkları yurtta sürekli sorunlarla
karşılaştıklarını, son üç aydır da su ve ısınma sorunu
yaşadıklarını ifade ettiler. Öğrenciler yol kesme
eyleminde şu açıklamayı yaptılar: “Siirt Kezer
yerleşkesindeki yurtta yaklaşık 230 öğrenci kalıyor. Kış
ortasındayız ama kaloriferler yanmıyor. İhtiyacımızı
giderecek su da bulamıyoruz. Final haftasına
girmemize rağmen bu sorunlarla karşı karşıya
kalmamız derslerimizi etkiliyor. Defalarca yurt
yönetimi ve ilgili birimlere şikayetlerimizi
aktarmamıza rağmen bir türlü çözüm üretilmedi. Biz
de Siirt-Kurtalan karayolunu trafiğe kapatarak
sesimizi duyurmaya çalışıyoruz”.
Yolda yığınak yapan polis ise öğrencilerden
eylemlerini bitirmelerini istedi. Öğrenciler 2 saatlik
eylemlerinin ardından yolu trafiğe açtılar. Öğrenciler,
bu sorunların devam etmesi halinde eylemlerine
devam edeceklerini vurguladı.
Eylemin basıncıyla sorumlular adım atmak
zorunda kaldı. Yurt-Kur Diyarbakır Bölge Müdürü
Metin Yılmaz ise yaptığı açıklamada suçu yüklenici
firmaya attı. Siirt Valisi Ahmet Aydın da resmi Twitter
hesabından hemen açıklama yaparak sorunun
giderileceğini belirtti.
Roboski için yaygın eylemler
Katliamın ikinci yıldönümünde Roboski’de anma
düzenlendi. Kürdistan’dan anma için gelen binler,
katillerin korunmasını protesto etti.
Mezarlıktaki anmanın ardından binler, Roboskili
ailelerle birlikte anmanın yapılacağı alana yürüdü.
Anma töreninde konuşan Selahattin Demirtaş;
“Roboski Katliamı’nın emrini Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan verdi” diyerek sorumluluğun AKP
hükümetinde olduğunu ifade etti. Demirtaş,
Erdoğan’ın telefonla bilgilendirildiğini, “Riskli bir
operasyondur” denildiğini ve Erdoğan’ın “Vurun”
emrini verdiğini aktardı.
Ankara’da Roboski Katliamı birçok eylem yapılarak
lanetlendi. BDP Kadın İl Meclisi’nin çağrısıyla yapılan
Güvenpark’ta eylem yapıldı. Yine aynı yerde KESK,
DİSK, TMMOB ve TTB’nin çağrıcılığını yaptığı bir eylem
gerçekleştirildi. HDK Ankara İl Meclisi de akşam
saatlerinde parkın içinde bir eylem yaptı. Eylemde
Roboski’de katledilenler için dilek fenerleri uçuruldu
ve Gezi Direnişi şehitlerinden Ethem Sarısülük’ün polis
tarafından vurulduğu noktaya karanfil bırakıldı.
Gebze’de Moda Giyim önünde bir araya gelen kitle
yürüyüşe başladı. Roboski Katliamı’nın resminin
olduğu pankartların açıldığı eylemde sloganlarla Kent
Meydanı’na doğru yüründü. Öcalan ve KCK
bayraklarının açılması sonucunda eylemde gerilimler
yaşanmaya başladı. Basın açıklamasının okunduğu
sırada bir grup ülkücü eyleme doğru yöneldi. Ancak
polis ülkücü gruba engel oldu. Basın açıklamasında,
Maraş’tan Roboski’ye devletin katliamcı geleneğinin
sürdüğü vurgulandı.
BDP İstanbul İl Örgütü Saraçhane’den Aksaray’a
gerçekleştirdiği yürüyüşle Roboski’de katledilenleri
andı. Saraçhane Parkı’nda buluşan yüzlerce kişi
Aksaray Metro İstasyonu önüne yapılan yürüyüşün
ardından Roboski için saygı duruşunda bulundu.
Saygı duruşunun ardından BDP İstanbul İl Eş
Başkanı Emrullah Bingül “çözüm sürecinin nitelikli bir
müzakereye evrilmemesi sebebiyle” katliamların
devam ettiğini söyledi.
Galatasaray Lisesi önünde DİSK, KESK, TTB ve
TMMOB’nin çağrısıyla biraraya gelen kitle, Roboski’de
katledilen 34 kişiyi temsilen 34 dakikalık oturma
eylemi yaptı. Roboski’de katledilenlerin fotoğraflarını
taşıyan kitle yere karanfil ve mumlar koydu. Oturma
eylemi sırasında, Roboski Katliamı’nı ve katledilenleri
konu alan, şiirsel bir sunum gerçekleştirildi. Kürtçe
yakılan ağıtla eylem sürdürüldü.
İHD İstanbul Şubesi de Galatasaray Lisesi önünde
yaptığı basın açıklamasıyla Roboski’de katledilenleri
andı.
Bursa’da DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, katliamın
ikinci yılında, katliamı gerçekleştirenlerden hesap
sormak için yürüyüş yaptı. Kent Meydanı’nda toplanan
kitle buradan Fomara Meydanı’na yürüdü. Eyleme
BDSP ve birçok devrimci ve ilerici kurum destek verdi.
Adana’da katliamın yıl dönümünde iki eylem
yapıldı. İlk olarak, Beşocak Meydanı’nda biraraya gelen
BDP üyeleri İnönü Parkı’na yürümek istedi. Yolun
trafiğe kapatılmasını gerekçe gösteren polis, ilk önce
yürüyüşün yapılmasına izin vermeyeceğini söyledi.
Polis ile yapılan görüşmelerin ardından İnönü Parkı’na
yüründü.
Diğer bir eylem ise İnönü Parkı’nda KESK, DİSK,
TMMOB ve Adana Tabip Odası tarafından yapıldı.
İzmir’de Roboski Katliamı’nı lanetlemek için
BDP’nin çağrısıyla 28 Aralık günü Basmane Fuar
Kapısı’nda toplanan kitle slogan ve ajitasyonlarla
yapılan yürüyüşün ardından Sümerbank önüne geldi.
Burada Türkçe ve Kürtçe olarak basın açıklaması
gerçekleştirildi. Eylem bittikten sonra ESP Saat Kulesi
önünde Roboski Katliamı ile ilgili basın açıklaması
yapmak istedi. Polis ESP’lilere saldırdı ve birçok kişiyi
gözaltına aldı.
Kızıl Bayrak / İstanbul-Gebze-Adana-İzmir-BursaAnkara
Gezi Tutsak Aileleri Roboski’yi unutmadı!
İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde buluşan Gezi Tutsak Aileleri bu haftaki eylemlerinde Roboski’de
katledilenleri andı.
Eylemde ilk olarak Gezi tutsağı Diren Saygılı’nın Babası Kamber Saygılı konuştu. Saygılı, Maraş, Çorum,
Sivas ve Roboski katliamlarını hatırlatarak “katil devlet olunca bulunmuyor” dedi. Gezi tutsakları için
yargıdan birşey beklemediklerini ifade ederek yolsuzlukları teşhir etti ve yolsuzluğa karşı yapılan eylemlere
saldıran polisi kınadı.
Berfu Canbey ise “Gezi tutsaklarının daha iddianameleri bile hazırlanmamışken, neyle yargılandıkları
bile bilinmiyorken, bize hukuktan adaletten bahsetmesinler” diyerek adaletten bahsedilebilmesi için bütün
siyasi tutsakların serbest bırakılmaları gerektiğini ifade etti.
İzmir’de Gezi Tutsak Aileleri evlatlarına sahip çıkarak, mücadelelerini haykırmaya devam ediyor.
Aileler adına okunan basın açıklamasında şunlar ifade edildi: “Sizlere soruyoruz bugüne kadar devletin
aynı kurumları, farklı farklı hükümetleri işçi ve emekçileri açlığa ve yoksulluğa, geleceksizliğe iterken
işbirliği yapmadılar mı? Dersim’de, Gazi’de, Sivas’ta, 19 Aralık Katliamı’nda, Roboski’de ve Gezi’de aynı
düzen güçleri işbirliği halinde insanların üzerine gaz bombaları, panzerlerle saldırmadılar mı?”
Kızıl Bayrak / İstanbul-İzmir
28 Aralık 2013 / İsta
nbul
“Yargılanan değil,
yargılayan olduk!”
- ÇHD’ye yönelik operasyon ve tutuklama
saldırısının nedenlerini kısaca anlatır mısınız?
- Tutuklanmamızın en temel nedeni, mevcut
avukatlık pratiğimiz ve üyesi ve yöneticisi olduğumuz
Çağdaş Hukukçular Derneği olarak özellikle son 2 yılık
süreçte ortaya koyduğumuz pratiktir. Artan işkence
uygulamaları karşısındaki ‘İmdat Polis Hattı’ olarak
bilinen ve İstanbul Barosu ile ortak yürüttüğümüz
‘İşkenceye Karşı Mücadele Komisyonu’ çalışması,
insanlara gözaltında hangi haklara sahip olduklarına
ilişkin seminer çalışmamız ‘olağan şüpheliler’, İstanbul
Siyasi Şube Müdürü Sedat Selim Ay (SS Ay) hakkında
yürüttüğümüz çalışmalar kolluğu ciddi anlamda
rahatsız etti ve derneğimiz hedef olarak görüldü.
Öte yandan, 12 Eylül referandumu ile AKP yargıyı
kendi istediği şekilde organize etme işini bitirmiş,
avukatlar ise bu noktada hukuk alanında tek muhalif
unsur olarak kalmıştı. Böylesi bir durumda sıra
avukatlara geldiyse ilk saldırıya uğrayacakların başında
ÇHD’nin gelmesi zaten ‘beklenendir.’
- Tutuklanmanızın üzerinden yaklaşık bir yıl
geçtikten sonra ilk duruşma görüldü. Yargı sürecini,
iddianamede yer alan ithamlar ve mahkeme
üzerinden anlatır mısınız?
- İddianame hukuksal bir metin değildi zaten.
Kelimenin tam anlamıyla siyasal bir metindi. Bize
yönelik özel politik saikler hukuk metini kılıfına
sokulmuştu denebilir rahatlıkla. Tarafımıza yönelik
iddiaların tamamı avukatlık faaliyetlerimizle ilgilidir.
Duruşma ise genelde tam istediğimiz tarzda geçti
diyebiliriz. İyi bir politik savunma yaptığımızı
düşünüyorum. Yargılanan değil, yargılayan olduk
mahkemede. Biz savunmamızda bu yönüyle
iddianamedeki hiçbir iddiaya cevap vermedik.
Derneğimiz ÇHD’yi ve avukatlık anlayışımızı anlattık.
- Yargı süreci henüz sona ermiş değil. Hala tutuklu
arkadaşlarınız var. Bundan sonraki süreç hakkındaki
düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
- Evet 4 kişi tahliye olduk ve 5 arkadaşımız halen
tutsak. Bu duruşmada ortaya konan pratik ve
meslektaşlarımızın bizleri sahiplenmesi üst
seviyedeydi. Tarihi bir gündü aslında yaşanan. Rekor
sayıda avukat katılımı gerçekleşti. Bu güç çok önemli.
Bizler tutsak arkadaşlarımızı alacağımızdan eminiz.
Mücadelemize devam edecek ve tutsak
arkadaşlarımızı söküp alacağız.
Devlet Maraş’ta katlettiklerinin mezarlarını saklıyor!
Cumartesi Anneleri, bu yılın son haftasında yaptıkları eylemde Maraş Katliamı’nda ölenlerin kaybedilen
mezarlarını gündemine aldı.
Bu haftaki oturma eyleminde ilk sözleri Maraş Katliamı ile ilgilenen yazar Aziz Tunç ve Avukat Seyit
Dönmez aldı. Dönmez şehitleri olan ailelerin kendilerine ve insan hakları örgütlerine başvuruda bulunmalarını
istedi ve “Maraş’ı unuttuk, Sivas oldu, Sivas’ı unuttuk Roboski oldu” şeklinde konuştu.
Daha sonra Maraş Katliamı’nda öldürülerek mezarları kaybedilen Ergönül ailesinin mektubu paylaşıldı.
Roboskili aileler adına Ferhat Encü’nün kaleme aldığı mektubun paylaşılmasının ardından basın açıklamasını
Pınar Aydınlar okudu.
Kızıl Bayrak / İstanbul
Teşekkür…
Artvin’den Uşak’a, İstanbul’dan Adana’ya,
Şırnak’tan Edirne’ye, İzmir’den, Diyarbakır’a,
Ankara’dan Roma’ya, Paris’e, Köln’e ve daha
nicelerine… Türkiye’de ve Dünya’da savunmanın
tarihine silinmeyecek izler bırakan
meslektaşlarımızın, mücadele ve başarısını
selamlıyoruz.
Meslektaşlarımıza, Arkadaşlarımıza, Dostlarımıza;
ÇHD’li tutsak avukatların duruşmaları yaklaşırken
bir dönemece yaklaştığımızı ifade ettik. Silivri’de
başlayacak davaya hukuk ve toplum açısından
tarihsel değer atfettik. Arkadaşlarımız nezdinde bir
avukatlık tarzının mahkûm edilmek istendiğine
dikkat çektik. Savunma mesleğine yönelen
kuşatmayı ancak dayanışma ile aşarız dedik.
Duruşma 24, 25, 26 Aralık günlerinde görüldü.
Daha 24 Aralık sabah saatlerinden itibaren, Silivri’de
duruşma salonunda, yüzlerce meslektaşımızın
katılımı ile “sanık avukat” ile “avukat” arasındaki
sınır, dolayısı ile kuşatma aşıldı, anlamsızlaştı. Devasa
salonda kendilerine ayrılan yüzlerce koltuğa
sığmayan avukatlar, sanık sandalyelerine taştılar.
Toplamda bine yakın meslektaşımız duruşmayı takip
etti.
Arkadaşlarımız yıllarca, müvekkillerini olağanüstü
mahkemelerin ürettiği hukuksuzluğa karşı korumaya
çalıştılar, bu haksızlıkları teşhir ettiler, yargılanma
sırası kendilerine geldiğinde:
Eğilip bükülmeden, dosdoğru lafın ortasından,
hukukun sınıflı toplumdaki yerini ve işlevini,
mahkemenin tarihsel olarak nerede durduğunu,
savunmanın tarihsel olarak nerede durduğunu
anlattılar. Sömürülen işçi sınıfının, ezilen halkların
hak, hukuk mücadelesini, onların hukukla ilişkisini
ortaya koydular. Örgütlü hukuk mücadelesinin,
ÇHD’nin mücadelesinin önemini bir kere daha açığa
çıkarttılar. Yargılanan devrimci avukatlığı duruşma
salonunda tekrar tekrar pratikleştirdiler. Hepimiz
meslek ve mücadele yaşamımız boyunca dönüp
dönüp bakacağımız dersler aldık.
Tecrübelisinden gencine, yüzlerce meslektaş
ortak bir duygu ile üç gün boyunca, dinledik,
konuştuk, tartıştık, yoldaşlaştık. Şimdilik dört
arkadaşımızı zindandan söküp aldık. Tüm
ağırlığımızla bu zorlu dönemeci savrulmadan geçtik.
24, 25, 26 Aralık’ta biz bunları yaparken, hırsızlar
polise sığındı, jandarma savcıyı dinlemedi, savcılar
savcıları yalanladı, HSYK tatile kaçtı, başbakan yeni
dizayn ettiği HSYK’yı ihbar etti…
Biz ise durduğumuz yerle onur duyduk.
Artvin’den Uşak’a, İstanbul’dan Adana’ya,
Şırnak’tan Edirne’ye, İzmir’den, Diyarbakır’a,
Ankara’dan, Roma’ya, Paris’e, Köln’e ve daha
nicelerine… Türkiye’de ve Dünya’da savunmanın
tarihine silinmeyecek izler bırakan
meslektaşlarımızın, mücadele ve başarısını
selamlıyoruz.
Biz bir arada olduğumuzda, şehirden ve
adliyesinden onlarca kilometre uzakta kurulmuş
“duruşma salonlarında” dahi tecridi boşa
çıkartacağımızı gördük.
Dayanışmamızın sürekli ve yüksek olması dileği
ile bu tarihi süreçte yerini alan tüm üyelerimize,
meslektaşlarımıza, kurumlara ve dostlarımıza
teşekkür ederiz.
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç
birimiz!
Çağdaş Hukukçular Derneği
Özgürlük ve eşitlik yürüyüşümüz sürüyor
2013 yılı, işçi sınıfı, emekçiler, gençler için olduğu
gibi kadınlar için de çok yönlü saldırıların yaşandığı bir
yıl olarak geride kaldı. Sermaye sınıfının uyguladığı
sosyal yıkım politikalarından kadınlar da çok yönlü
olarak etkilendi.
AKP iktidarının sermaye sınıfının yönelimleri
doğrultusunda işgücü piyasalarının yeniden
düzenlenmesi çerçevesinde izlediği politikalarda
olduğu kadar, yaşamın her alanına müdahale eden
muhafazakar politikalarında da kadınlar doğrudan
hedefteydi.
Geçtiğimiz yılın sonlarında gündeme gelen, bu
eğitim döneminde ilk adımları atılan, 4+4+4 eğitim
sistemi ile kamuoyunda sıklıkla ifade edilen biçimiyle
çocuk işçilik ve çocuk gelinliğin önü açıldı. Böylelikle,
sermaye sınıfının ucuz ve nitelikli işgücü ihtiyacının
karşılanması hedeflenirken, aynı zamanda işgücü
piyasasının içine giremeyen kız çocuklarının ise eve
kapatılması, çocuk yaşta evliliğin önünün açılması
yasalaştırıldı.
Aynı zihniyet, iktidar tarafından yapılan her
hamlede kendini gösterdi. Kürtaj tartışmaları, 3-5
çocuk doğurulması teşvikleri, ardından aylardır
kamuoyuna sunulan Kadın İstihdam Paketi de aynı
bakışın ürünü olarak piyasaya sürüldü. Bir yandan
kadınların çocuk doğurmaları sermayenin orta vadeli
ucuz işgücü ihtiyaçları gözetilerek teşvik edilirken,
öbür yandan ise kuralsız, güvencesiz çalışma sistemi ile
kadın emeğinin fütursuzca sömürüsü hedeflendi.
AKP iktidarı 11 yıl boyunca sermaye sınıfının
ihtiyaçları doğrultusunda hareket ederken, aynı
zamanda gerici ve muhafazakar politikaları hayata
geçirmek için adımlar attı. Kuşkusuz bunlardan
öncelikli olarak kadınlar etkilendi. Kadını yok sayan,
hiçleştiren gericilik, toplumun üzerine ağır bir tortu
olarak çöktü. Kamuda türban serbestliğinin
getirilmesinde olduğu gibi, siyasal gericiliğin
“kadınların özgürlüğü” söylemleriyle topluma
yedirilmesi, kadınların eteklerinin boylarının
belirlenmesi, hamile kadınların sokaklarda
dolaşmasının günah sayılması ve kızlı-erkekli evlerde
kalınmasının engellenmesi vb. tartışma ve
uygulamalarla kadın üzerindeki gerici kuşatma
derinleştirildi.
Tüm bu uygulamalar sözde kadınları korumak adına
gerçekleşirken, 2013 yılı kadına yönelik şiddetin,
tacizlerin, tecavüzlerin, cinayetlerin artmaya devam
ettiği bir yıl oldu. Öyle ki, 2013’ün ilk 9 ayında sadece
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na uğradığı şiddet
nedeniyle başvuran kadın sayısının 5774 olması, 4210
kadın hakkında geçici koruma verilmesi kadına yönelik
şiddetin boyutu konusunda bir fikir vermektedir.
Kadınların öfkesi
Haziran’da sokakla buluştu
Yıllara dayanan sosyal ve toplumsal
hoşnutsuzluğun sonucu olarak gerçekleşen ve tüm
ülkeye yayılan Haziran Direnişi’nde emekçi kadınlar da
başta sosyal sorunlar olmak üzere kadına yönelik
baskı, hakaret ve gerici saldırılar karşısında kitlesel bir
şekilde alanlara çıktılar. Kadınlar, bilinç düzeyleri
ölçüsünde direnişte yerlerini aldılar. Yeri geldi kent
meydanlarında çatışmalarda, barikatlarda, yeri geldi
emekçi semtlerinde ellerinde tencere tava ile direnişe
katıldılar. Yıllardır dört duvar arasına hapsedilmek
istenen kadınlar, öfkelerini, tepkilerini dile getirdiler.
Yaşamın yarısını var eden kadınlar, direnişin yarısını
oluşturdular. Süreç içinde yapılan araştırmalara göre
direnişe katılanların %52’sini kadınların oluşturması,
bu gerçeği gösterir niteliktedir.
Haziran Direnişi bir başka açıdan kadınların
üzerindeki değiştirici-dönüştürücü etkisi ile anılmaya
değer. Direniş kadınların özgürleşmesinin, kabuklarını
kırmasının bir adımı olmuş, kadınların taşıdıkları
devrimci enerji açığa çıktığı koşullarda nasıl bir güç
olduklarını da (tarihsel deneyimlerde olduğu gibi) bir
kez daha göstermiştir.
Kadın mücadelesindeki zaafiyetin
derinleştiği bir yıl
Emekçi kadınların düzene karşı öfkesini bilemek,
onları sınıfsal zeminlerde örgütlemek bir ihtiyaç olarak
kendini belirgin bir şekilde öne çıkartıyorken, 2013
yılında kadın sorununa ve kadınların örgütlenmesine
bakıştaki zaafiyetin daha da derinleştiği bir süreç
yaşandı.
Türkiye’deki dünün devrimci örgütlerinin reformist
saflara kayması ile birlikte, sol hareket açısından
ayrışma ve saflaşma daha da netleşti. Kadın
mücadelesi açısından ise reformizmden ayrı ele
alınamayacak şekilde feminist etki daha da
belirginleşti. Emekçi kadınların çifte ezilmişlik, baskı ve
eşitsizlik karşısında büyüyen öfke ve tepkileri düzene
değil, cinsiyet eşitsizliği temelinde erkeğe yöneltildiği
reformist-feminist bakış açısı süreç içindeki tüm
gelişmelerde kendini somut olarak gösterdi. Emekçi
kadın mücadelesinin en belirgin simgelerinden biri
olan 8 Mart, bu yıl reformist-feminist etkinin daha da
güçlendiği, bu açıdan saflaşmanın artık tümüyle
belirginleştiği, sol açısından sınıfsal tutumun daha da
zayıfladığı eylemlere sahne oldu. Keza, kadına yönelik
yaşanan saldırılar karşısında verilen tepkiler de bu
eksende gelişti. Son olarak geçtiğimiz ay 25 Kasım
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü vesilesi
ile gelişen eylemler de bu bakışın ürünü olarak erkek
egemenliğine karşı ve cinsler arası eşitsizlik ekseninde
şekillendi. Kadın-erkek omuz omuza verilen
mücadeleye dair kendi içinde muazzam deneyim
bırakan Haziran Direnişi’nin kolektif irade ve tablosu,
bu zihniyetin değişmesine katkı sağlamamıştır. Zira
reformist solun tutumunu belirleyen şey sistem
karşısında konumlanışıdır.
Kadın sorununa bakıştaki çarpıklığa, kadın
sorununun sınıfsal ve tarihsel özünden kopartılarak
sınıflar üstü görülmesine, kadın mücadelesini erkeğe
karşı ele alan feminist-reformist anlayışa karşı devrimci
bir bayrak yükselten komünistler ise, 2013 yılının
şubat ayında Devrimci Kadın Kurultayı
gerçekleştirmişler, kadın sorunu üzerinden solda
estirilen liberal cereyana karşı devrimci tutumu ortaya
koymuşlardır. Aynı zamanda emekçi kadınları devrimci
sınıf mücadelesine yöneltmek ve sınıf mücadelesine
kazanmak için geçmiş deneyimlerin ve özellikle
Haziran Direnişi’nin deneyimleri ışığında mütevazi
ancak kararlı adımlarla yürüyüşlerini
sürdürmektedirler.
Mücadeleyi büyütmek,
geleceği kucaklamak için…
Toplum genelindeki dinci-gerici saldırıların ve kadın
hareketi ekseninde reformist-feminist anlayışın
panzehiri ise tüm diğer sorunlarda olduğu gibi Haziran
Direnişi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Geleceğin yeni
sosyal mücadeleleri, kadını ucuz işgücü ve evin kölesi
olarak gören egemenlere olduğu kadar onun
mücadelesini burjuvazinin sığ sularında yüzdürmeye
çalışan reformist-feminist akımlara da yanıt olacaktır.
Komünistler, yaşamın yarısı olan kadınların kavganın
da yarısı olarak ön plana çıkabilmeleri için mücadeleyi
büyütmeye devam edecekler.
Kutulardan para saçılıyor,
yolsuzluk saklanamıyor!
Kadınlar yolsuzluklara karşı
Bizleri yoksullaştırıp saltanat sürenlerden
hesap soralım, 2014’ü mücadele yılı yapalım!
Bizleri her geçen gün daha da yoksullaştıranlar,
açlığa mahkum edenler, sömürüyü, yağmayı,
yolsuzluğu arttırarak zenginliklerine zenginlik
katıyorlar. Ve gözleri doymayan haramiler her gün
iliklerimize kadar kanımızı emmekle yetinmiyor,
yolsuzluk ve rüşvet üzerinden milyon dolarları kutu
kutu götürüyorlar.
İnsanca yaşamayı hak eden bizlere açlığı ve
yoksulluğu dayatan haramiler saltanatlarından
vazgeçmiyorlar. Haramiler saltanatlarını sürüyorlar,
bizler akşam eve götüreceğimiz ekmeği, pişireceğimiz
yemeği düşünüyoruz. Haramiler saltanatlarını
sürüyorlar, Konya’da yeni doğmuş bir bebek soğuktan
ölüyor. Haramiler saltanatlarını sürüyorlar, depremde
evlerin yıkıldığı Van’da yıllardır insanların barınma
sorunu çözülmüyor. Haramiler saltanatlarını
sürüyorlar, alınmayan önlemlerden dolayı yaşanan iş
cinayetlerinin sayısı her ay artıyor. Haramiler
saltanatlarını sürüyorlar, biz işçi ve emekçilerin %3-5
zam eklenen asgari ücretle yaşamamız isteniyor.
Haramiler saltanatlarını sürüyorlar, kıdem
tazminatının fona devredilmesi planlanarak elimizdeki
son kalan haklara da göz dikiliyor. Haramiler
saltanatlarını sürüyorlar, kadın istihdamı paketi
denilerek aslında doğuma teşvik ediliyor, esnek
çalışma dayatılıyor, çifte sömürü boyutlandırılıyor.
Haramiler saltanatlarından vazgeçmiyorlar ve bir
yandan da 2013’ün sonuna yaklaşırken çıkarları
çatıştığından karşı karşıya geldiler ve pisliklerini
ortalıklara saçıyorlar. Ortaya saçılanlardan bir kez daha
gördük çürümüşler, sonları yaklaşmış. Artık
beklemenin zamanı değil! Şimdi vakit işçi ve emekçi
kadınların direnişi büyütme, hesap sorma zamanıdır!
Bugün 2013’ün son günü, yarın itibariyle 2013
bizim için eski bir yıl olacak. 2013 ile birlikte
sorunlarımızı, alışkanlıklarımızı geride bırakalım.
2013’ün içinde Haziran Direnişi ile biriktirdiğimiz
mücadele deneyimini daha da ileriye taşımak için yeni
yıla taşıyalım ve 2014 bizim kazandığımız bir yıl olsun.
Milyonları soyup soğana çeviren, paylaşamayınca
birbirlerine giren haramilerin saltanatını yıkmak için
ayağa kalkalım. Sömürüye ve talana karşı kadın-erkek
birlikte örgütlü gücümüzü ortaya koyalım, haramilerin
saltanatını yıkalım!
Emekçi Kadın Komisyonları
31 Aralık 2013
İstanbul ve Sakarya’da kadın cinayetleri
Kadın cinayetleri hız kesmeden sürüyor. Sermaye devleti ise kadın katliamlarına ‘iyi halli’ teşviğe devam
ediyor. Devlet destekli erkek vahşeti nedeniyle yaklaşık 200 kadının cinayete kurban gittiği 2013 yılının son
haftasında da kadın cinayetleri yaşandı.
İstanbul: Zeytinburnu Telsiz Mahallesi Balıklı Yol Sokak’ta 27 Aralık sabah saat 07.30 sıralarında bir kadının
silahlı saldırıya uğradığı ihbarı üzerine olay yerine çok sayıda polis ve sağlık ekibi gönderildi. Sağlık ekiplerinin
tüm çabalarına rağmen Evrim Aktuğ (31) isimli kadın olay yerinde hayatını kaybetti.
Evrim Altuğ’un vücudunun 4 yerinde kurşun yarası olduğu belirtildi.
Görgü şahitleri silah seslerinin ardından evlerinden çıktıklarını ve yerde yatan kadını gördüklerini söyledi.
Sakarya: Acil Servis’te ambulans şoförlüğü yapan Hüseyin A. isimli şahıs, 29 Aralık’ta sabah saatlerinde eşi
Fatma A.’ya bıçakla saldırdı. Dört çocuk annesi olan Fatma A. kendini korumaya çalışsa da, birçok yerinden
aldığı bıçak darbeleri ile hayatını kaybetti.
İstanbul Kadın Dayanışması, 29 Aralık’ta Şişli’de
Cevahir AVM önünde buluşarak bir süre burada
yaptıkları teşhir konuşmalarının ardından sloganlarla
AKP Şişli İlçe Başkanlığı önüne yürüdüler.
Eylemde “Emeğimizden, bedenimizden,
hayatımızdan çalan hükümet istifa” pankartı açan
kadınlar, “Hırsız AKP hesap verecek!”, “Yaşamak için
rüşvet mi gerek!”, “Her yer rüşvet her yer yolsuzluk!”
sloganlarını attılar.
AKP önünde ise içlerinde cinayete kurban giden
kadınların resimlerinin, fatura ve sebzelerin bulunduğu
ayakkabı kutuları yere bırakıldı. Ardından bir grup
kadın “Yuh yuh” şarkısını söyledi. Şarkının ardından
eylemciler hep birlikte AKP’yi ve polisi yuhaladılar.
Basın açıklamasını okuyan Fikriye Yılmaz şunları
söyledi: “Son günlerdeki yolsuzluk ve rüşvet
operasyonları bir kez daha AKP’nin dolandırıcı ve kirli
yüzünü ortaya çıkardı. AKP’li bakanların zengin iş
adamları ile yaptığı yolsuzluklar bir bir gözler önüne
serildi. Bizleri asgari ücretle yaşamaya zorunlu
bırakan, ‘800 TL büyük para niye geçinilmesin’ diyen
hırsız bakanların bu halkın cebinden çaldıklarını
ayakkabı kutularına istifleyenlerin pislikleri saçıldı.”
Daha sonra AKP’nin kadın düşmanı politikalarından
bahseden Yılmaz, Kadın İstihdam Paketi’yle kadınlara
esnek, güvencesiz ve ucuz çalışmanın dayatılacağını
ifade etti. Açıklamanın ardından eylem sonlandırıldı.
Kızıl Bayrak / İstanbul
“Kızlı-erkekli” baskısı
can aldı
Trakya Üniversitesi Temel Bilimler Meslek
Yüksekokulu Elektronik Bölümü birinci sınıf öğrencisi
Hasan Özdemir ve arkadaşı Fuat Y., okuldan
arkadaşları Dilek İ.’nin evine gitti. 20 yaşındaki Hasan
Özdemir, Fuat Y., Tuğçe E. ve Dilek İ.’nin evde olduğu
sırada komşuları “gürültü yaptıkları” iddiasıyla polisi
aradı.
Polis kapıyı çaldığında, “kızlı-erkekli” tartışmaları
nedeniyle telaşa kapılan Hasan Özdemir ve Fuat Y.,
önce evin yatak odasına saklandı. Hasan Özdemir
daha sonra 4. katta balkondan bir alt katın balkonuna
inmek istedi. Ancak ayağının kayması sonucu zemine
çakıldı.
Ambulansla önce Edirne Devlet Hastanesi’ne,
oradan da Trakya Üniversitesi Edirne Tıp Fakültesi’ne
kaldırılan Hasan Özdemir, 10 gün sonra yaşamını
yitirdi.
Hasan Özdemir’in cenazesini almak için morga
gelen amcası Mustafa Özdemir, olayın “kızlı-erkekli”
tartışmalarının yarattığı korku nedeniyle meydana
geldiğini söyleyerek bu gerici baskı nedeniyle
öğrencilerin panik durumunda olduğunu ifade etti.
Kartal Emekçi Kadın
Komisyonu kuruldu
Yolsuzluğa ve yoksulluğa
karşı mücadele çağrısı
Emekçi kadınlar toplantıda Kadın İstihdam
Paketi’nden Haziran Direnişi’ne kadar bir dizi sorun
hakkında tartışarak bunlara dair mücadele planı
ortaya koydu.
“Emekçi kadınların sesi olmak için toplandık”
Etkinlik “Anlatılan senin hikâyendir!” şiarlı ozalitin
olduğu sahnede, etkinlik kapsamında dünyada ve
Türkiye’de ezilen, sömürülen, tacize, tecavüze, şiddete
uğrayan kadınların yaşamlarından örnekler verilerek
kim olup-olunmadığı ve niçin toplanıldığına dair bir
anlatımla başladı.
Açılışın ardından, kadın emeği üzerindeki
sömürüyü anlamanın insanlık tarihini anlamakla
eşdeğer olduğu söylenerek bu tarihi anlatmak üzere
emekçi bir kadın sahneye çağrıldı. Söz alan emekçi
kadın ilkel komünal dönemden köleci topluma, feodal
sistemden günümüz kapitalizmine kadar insanlık
tarihini ve kadının rolünü kısa ve özlü bir biçimde
sundu. Bu çerçevede günümüzde kadına biçilen
misyonun kader olmadığını ifade ederek mücadele
çağrısı yaptı.
Konuşma sonrasında Emekçi Kadın Komisyonu’nun
hazırlamış olduğu “Gezi Direnişi ve Kadınlar” isimli
sinevizyon gösterimine geçildi. Sinevizyon ilgi ile
izlenerek sonlandırıldı.
Roboski’li ailelerden Miram Encü’nün katliamın
yıldönümünde vefat etmesi ve Mehmet Ayvalıtaş’ın
annesinin ölümünde sorumlunun sermaye devleti
olduğu hatırlatıldı. Emekçi Kadın Komisyonu adına, UİS
ve Kadın İstihdam Paketi’nin amaçlarına ve neler
getireceğine dair bir sunum gerçekleştirilerek Emekçi
Kadın Komisyonları’nda örgütlenme çağrısı yapıldı.
Çözüm mücadelede!
Bu bölümde söz alan Avukat Zeycan Balcı Şimşek,
her yerde kadınların %50 olmasına rağmen
temsiliyetin genelde erkeklerde olduğunu söyledi.
Kadın İstihdam Paketi ile kadınların yasal haklarını
anlatan Şimşek, kırıntı düzeyinde olan yasal hakların
dahi bugün uygulanmadığından hatta kadının yedek
işgücü olarak kullanıldığından ve eve kapatılmaya
çalışıldığından söz etti. Kadın İstihdam Paketi üzerine
sunumdan sonra yasal olarak emekçi kadınların
haklarına değinen Şimşek, çözüm yolu olarak
mücadeleyi gösterdi.
“Kadın-erkek elele mücadeleye!”
Verilen aranın ardından serbest kürsü bölümü ile
etkinlik devam etti. Serbest kürsü ve soru-cevap
bölümüyle katılımcıların soruları yanıtlandı ve
Kartal’da neler yapılacağı üzerine konuşuldu.
Üç Fidan Gençlik Kültür Evi adına da bir konuşma
gerçekleştirildi. Kadın sorununun kapsamına dair
kısaca değinilen konuşma toplumsal olan bir sorunun
toplumsal çözümle yani devrimle ve sosyalizmle
mümkün olduğu söylendi. Kadın-erkek mücadelesinin
ortaklığına dikkat çekildi.
Kadının kurtuluş mücadelesinin işçilerin kurtuluş
mücadelesinden bağımsız olmadığı ve sosyalizm
mücadelesi ile birleştirilemediği sürece kadının
kurtuluşunun mümkün olamayacağı belirtildi.
Birçok işçi, emekçi, kadın, erkek ve gencin söz
aldığı bu bölüm de yapılan planlamalarla ve “Kurtuluş
yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganı
ile sonlandırıldı.
Kızıl Bayrak / Kartal
Gebze’de Emekçi Kadın Komisyonu (EKK) ve
Gebze İşçilerin Birliği Derneği İşçi Kadın Komisyonu
kadınların yaşadıkları sorunlara dair çalışmalarını
sürdürüyor.
Kadın İstihdam Paketi ile ilgili bilgilendirme,
paketin getireceği hak gasplarına ve güvencesiz
çalışmaya karşı mücadele çağrısı işçi ve emekçi
kadınlarla yapılan birebir görüşmelerle başlatıldı.
Kadınlara, Gebze İşçilerin Birliği Derneği İşçi Kadın
Komisyonu’nun hazırladığı “Kadın İstihdamı Yasa
Tasarısı çifte sömürüyü boyutlandırıyor! Haklarımız
ve geleceğimiz için örgütlü mücadeleye!” şiarlı
broşürler ulaştırıldı.
29 Aralık günü açılan standda EKK olarak işçi ve
emekçilere seslenildi. EKK imzalı “Kutulardan
paralar saçılıyor, yolsuzluk artık saklanamıyor!
Bizleri yoksullaştırıp saltanat sürenlerden hesap
soracağız!” başlıklı bildirinin dağıtımı yapıldı.
Standda sohbet edilenlere Kadın İstihdam Paketi ile
ilgili hazırlanan broşür ve Emekçi Kadın Bülteni
verildi. Ayrıca standda Kızıl Bayrak gazetesinin
dağıtımı da gerçekleştirildi.
Bildiri dağıtımı boyunca ajitasyon konuşmaları
yapıldı. Kutularından milyon dolarlar çıkanların artık
pisliklerini, yolsuzluklarını saklayamadığının
belirtildiği konuşmalarda, haramilerin saltanat
sürerken işçi ve emekçilere açlık ve yoksulluğun reva
görüldüğü, fabrikalarda sömürünün her gün daha
da arttırıldığı belirtildi. Sömürü ve yolsuzluğa karşı
artık hesap sorma zamanının geldiği, örgütlü
mücadelenin büyütülmesinin yakıcılığına vurgu
yapıldı. Dağıtım sırasında birçok işçi ile sohbet
edildi.
Kızıl Bayrak / Gebze
Kızıl Bayrak
Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete
Sayı: 2014/01 * 03 Ocak 2014
Fiyatı: 1 TL
Sahibi ve Y. İşl. Md.: Tayfun Altıntaş
EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti.
Yayın türü: Süreli Yaygın
Yönetim Adresi:
Eksen Yayıncılık Millet Cd. Selçuk
Sultan Cami Sk. No 2 / 9 Fatih / İstanbul
Tlf. No: (0212) 621 74 52 - 0536 285 73 25
e-mail: [email protected]
twitter: @kizilbayraknet
http://www.kizilbayrak.net
Baskı: ESMAT Matbaacılık
M. Nezih Özmen Mah. Yüksel Sk. No: 19
Güngören / İstanbul
Devrimci tutsaklardan
yeni yıl mesajları
F tipi hapishanelerden tutsakların gazetemize
gönderdiği yeni yıl mesajlarını okurlarımızla
paylaşıyoruz...
Merhaba yoldaşlar
Diktatörlerin halk tarafından devrildiği, dünyanın
her yerinde işçilerin-emekçilerin, öğrencilerin
grevleriyle, eylemleriyle yankılandığı ve
topraklarımızda Haziran Direnişi’yle halkımızın ‘yeter’
dediği bir yılı geride bırakırken, 2014 yılının sınıf
mücadelesinin yükseldiği bir yıl olması dileğiyle ve bu
sınıf mücadelesini devrimle taçlandırmak için devrime
hazırlanan tüm sınıf devrimcilerine selam ve
sevgilerle...
Sınıfsız, sömürüsüz, özgür günlerde buluşmak
dileğiyle...
İyi seneler yoldaşlar...
Soner İnanç
Kırıklar 1 No’lu F Tipi Cezaevi
B-49 Buca / İzmir
***
Sevgili Kızıl Bayrak emekçileri,
2013 yılı, Haziran Direnişi’yle sınıf mücadelesi
tarihine önemli bir kazanım kaydederek sona eriyor.
Yeni yılın-yılların işçi sınıfı merkezli yeni ve daha
ileri Haziran Direnişleri’ne sahne olması umuduyla,
yeni yılınızı kutlar mücadelenizde başarılar dilerim.
Sevgilerimle…
Kemal Toka
04 Aralık 2013
1 No’lu F Tipi Cezaevi
C-13-56 PTT Adalet Şube
İzmit / Kocaeli
***
Sevgili dostlar merhaba;
Özlemini duyumsadığımız güzel yarınlar inancıyla,
öncelikle sizlere selam ve sevgilerimizi gönderiyor, iyi
olmanızı temenni ediyoruz...
Özelde ülkemiz ve dünya emekçi halklarına karşı
her türden baskı ve sömürü politikalarının halklara
dayatıldığı bir yılı daha geride bırakırken, yeni bir
mücadele yılına başlarken, yerleşik olanın yıkıldığı ve
direnişler tarihlerinin örüldüğü, yaratan öznelere daha
çok gereksinimimizin olduğu bir mücadele yılına daha
başlıyoruz. Acılarımız derin olsa da azmimiz-öfkemiz
daha da büyüktür.
Başta siz dostlarımızın ve sevdası güzel yarınlara
vurgun halklarımızın yeni mücadele yılınızı en içten
duygu yoğunluğumuzla kutluyoruz. Yeni yılın sağlık ve
başarı getirmesi umuduyla...
Yeni yılınız kutlu olsun! Kendinize iyi bakın.
Edirne Tutsak Partizanlar
Zeynel Firik
F Tipi Hapishane
C-102
***
Merhaba dostlar,
Duvarların ardından hepinize selamlarımızı
gönderiyoruz.
Gezi Direnişi ve Rojava devriminin coşkusuyla yeni
mücadele yılınızı kutluyor, çalışmalarınızda başarılar
diliyoruz. Hoşçakalın.
15 Aralık 2013
Mustafa Kocatürk
E Tipi Hapishane
B-10 / Giresun
***
‘Kapital iktidarda kaldıkça;
değil yalnızca toprak, değil yalnızca insan emeği,
değil yalnızca insan kişiliği, değil yalnız bilim, her şey,
her şey alınıp satılacaktır.’ V.İ.Lenin
Sevgili dostlar,
Öncelikle siz Kızıl Bayrak gazetesi çalışanlarının
yeni mücadele yılını en içten devrimci duygularla
kutluyor ve selamlıyorum.
2014 yılının, başta Rojava olmak üzere tüm
Ortadoğu ve dünyada anti-sömürgeci, antiemperyalist ve anti kapitalist talan ve sömürüye karşı
mücadele veren sosyalist ve ezilen halkların başarı ve
zaferine tanık olmasını diliyor, bu mücadele
saflarındaki tüm yoldaşların yeni yılını kutluyor ve
selamlıyorum. Devrimci selam ve sevgilerle…
Ali Şimşek
1 No’lu F Tipi Hapishane
C-68 Sincan / Ankara
***
Merhaba yürek dostlarım!
Sevgili yürek dostlarım bir yılı daha geride
bırakarak yeni bir yıla merhaba diyoruz.
Sermaye düzeni her yıl olduğu gibi 2013 yılında da
kendi yaşam gıdası olan sömürü, baskı, kan ve
gözyaşıyla ömrünü biraz daha uzatmaya çalışmıştır. Bu
barbar sisteme karşı “yeni bir yaşam mümkündür”
idealiyle başta Gezi Direnişi olmakla birlikte,
coğrafyamızın dört bir yanına yayılan direniş geleneği
gerçek anlamda sermayedar haydutları tedirgin
etmiştir.
2008 yılında dünya genelinde gelişen ekonomik
kriz sancıları günümüze kadar sürüp gelmiştir. Bu
ekonomik kriz sancılarının emperyalizmin,
kapitalizmin can çekişme sancıları olduğu bir gerçektir.
ABD’de derinleşen bütçe krizi de bu gerçeğin bir
yansımasıdır.
Tüm doğanın ve insanların bu kokuşmuş sistemden
tek kurtuluş yolu devrim ve sosyalizmdir. Başka da
kurtuluş yolu yoktur.
2014 yılı devrim ve sosyalizm yılı olsun. Biz
devrimci sosyalist tutsaklar olarak bu inançla siz yürek
dostlarımız olan Kızıl Bayrak-Eksen’in tüm
emekçilerinin şahsında, işçilerin, emekçilerin ve ezilen
dünya halklarının yeni mücadele yılını en içten
devrimci duygularla kutluyoruz. O proleter yüreğinizi
selamlıyoruz. 09 Aralık 2013
Mehmet Yamaç
1 No’lu F Tipi Hapishanesi
C/84 / Tekirdağ