3.Sayı, 2013

Transkript

3.Sayı, 2013
PSİKOLOJİ KULÜBÜ BÜLTENİ
Sayı: 3
İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ ADINA
İMTİYAZ SAHİBİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Yrd. Doç Dr. Özge SOYSAL
EDİTÖR
Yrd. Doç Dr. Özge SOYSAL
YAYIN KURULU
Umur Yiğit Nural
Enes Bilgi
Seda Kantarcı
Gizem Sadı
Kapak Görseli : Nevin Çokay, Tuval Üzerine Yağlıboya, 50x60cm
(Cengiz Çokay’ın izniyle kullanılmıştır.)
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni : Sultan Özer
Yayın Türü : Yerel Süreli
Basıldığı Yer : Filmon Ofset Filmcilik Matbaacılık Ltd. Şti.
İkitelli Organize Sanayi Bölgesi Eskoop Sanayi sitesi
B1 Blok No: 35 İkitelli / İstanbul Tel: 0212 671 57 40
Basıldığı Tarih : Nisan 2013
ISSN : 2146-1570
Yönetim Yeri :İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Ataköy Yerleşkesi, 34156 Bakırköy / İSTANBUL
Tel: 0212 498 48 72
Faks: 0212 498 83 10
e-posta: [email protected]
İÇİNDEKİLER
Cins - Cinsiyet,
Toplumsal/Hegemonik
Söylem ve Şiddetin
Anadili
Bihter ya da Kadınlığın
Kaçınılmaz Bölünüşü
4
7
Toplum ve 10 Kadın
11
3 / Editörün Gözünden
4 / Cins - Cinsiyet, Toplumsal / Hegemonik Söylem ve Şiddetin Anadili
7 / Bihter ya da Kadınlığın Kaçınılmaz Bölünüşü
11 / Toplum ve 10 Kadın
13 / Refik Halid Karay’ın “Yeraltında Dünya Var” adlı eseri. Yahut Nebil ile Ravda’nın Aşkı
20
15 / Anneliğe ve Kadınlığa Dair
SÖYLEŞİ
19 / Bulmaca
Zeki Demirkubuz’un son filmi “Yeraltı”
20 / İzliyoruz, Okuyoruz, Tartışıyoruz
29 / Müziğin Melankolisi
32 / İstanbul Boğazı’nda Bir Fransız Esintisi: Claude Monet
35 / Rahatsızlık Veren Bir Edebiyat: Yeraltı Edebiyatı
37 / Düşüş ve Biz
39 / Şiirler
Editörün Gözünden
Dergimizin bu sayısının dosya konusu
“Toplum ve Cinsiyet”. Aslında bu üst
başlığı seçme nedenlerimizden biri
üniversitemizde bir süredir faaliyette olan
Kadın Araştırmaları Merkezi (KADMER)
kapsamındaki çalışmaları öğrencilerin
düşünce alanına dâhil edebilmek ve daha
özel olarak kültür, toplumsal cinsiyet,
ruhsalcinsellik, sosyal bağ ve psikopatoloji
gibi konuları ele alan derslerin,
seminerlerin onlara esinlediklerini yazınsal
alana taşıyabilmelerine teşvik edebilmekti.
Toplumsal bağ, insanlığın evrensel
dünyasında hem herkes gibi kendimize
yer edinebilmeyi hem de en kendimize
has ayırt edici öznel işaretlerimizi ifade
edebilecek bir yörünge bulabilmemizi
sağladığı ölçüde vazgeçilmez araştırma
konularımızdan biri olmayı hak ediyor.
Bu sadece öznelliğimizi oluşturmak
için
hangi
kültürel
etmenlerden
beslendiğimizi anlayabilmek için değil,
aynı zamanda bir toplumun kendisini
idame ettirebilmesi için tarihsel süreç
boyunca ne tür söylemler geliştirdiğini ve
tüm bu söylemleri tarihinin şu ya da bu
evresinde çeşitli araçlarla hâkim kılarken
bunun söyleminden neyi dışlamak, daha
doğrusu dışarıda bırakmak ya da bastırmak
pahasına olduğunu anlamak için de
önemlidir. Eğer her söylemin ve de öznenin
yapısı gereği zorunlu olarak direndiği
ve bilinçli bilgisinin erişiminin dışında
bıraktığı bir unsurdan itibaren oluştuğunu
kabul edersek, bunun hiç çekincesiz
temsil edilmeye tam olarak teslim olmayan
hakikatin yeri olduğunu söyleyebiliriz.
Öznel hakikate olduğu kadar toplumsal
hakikate de ancak dolayımlarla, kılık
değiştirmiş ikamelerle yaklaşabildiğimiz
gerçeği bize aynı zamanda sabitlemek
istediğimiz simgelerin ve temsillerin
ancak dönüşebildikleri sürece yaşam vaat
edebilecekleri gerçeğini de duyuruyor.
Kimi zaman kulaklarımızı tıkamayı
tercih etsek de. Her türlü genelleyici
ve indirgeyici temsile direnen, bireyin
ruhsalcinsel ve toplumsal bir özne olma
sürecinde karşılaştığı bu unsurun, her
iki cinsiyetin de gelişimlerinin kritik bir
zamanı olan ergenlikte karşılaştıkları
“kadınsı”
olduğunu
söyleyebiliriz.
Kadınsı; yaşam, ölüm, cinsellik, cinsiyet
gibi toplumların ve bireylerin gelişimleri
boyunca
sorgulamaya,
anlamaya,
etrafını kuşatmaya devam edeceği temel
varoluşsal soruların kavşağında yer alıyor.
Ve ister kadın ister erkek olsun, bireyin
bu dört bilinmeyenli denklemle nasıl
başa çıkabileceği, öznel sorularımıza
ve çatışmalarımıza cevap aradığımız
toplumsal arenadan ve bireylere önerdiği
çözüm yollarından geçerek şekilleniyor.
Yazıların çoğunun konuyu bu her iki
açıdan, hem toplumsal söylem hem de öznel
gerçeklik açısından ele almaya çalıştıklarını
söyleyebiliriz. “Dosya ötesi” bölümünde
müzik, resim, şiir, kitap gibi alanlardan
dergimize yaratıcılık katan yazılar da var.
Sinema ise artık vazgeçilmezlerimizden
çünkü bize aynı zamanda birçok şeyi farklı
bakış açılarıyla tartışabilme olanağını
sunuyor. İzliyoruz, okuyoruz, tartışıyoruz
bu sene geliştirdiğimiz ve gerçekleştirirken
de oldukça keyif aldığımız bölümlerden
biri.
Bu amatör ruhlu derginin çıkmasında
profesyonelce çalışan ve işleri bizim
için her zaman daha kolay hale getiren
İKÜ Öğrenci Kulüpler Birliği’ne, YA-BA
Birimine, üniversitemiz psikoloji bölümü
çalışanlarına, dergi için gönülden emek
sarf eden öğrencilerimize, derginin peşini
bırakmayan mezun öğrencilerimize ve
katkısı bulunan herkese sonsuz teşekkürler.
Son olarak dergimizin bir sonraki
sayısının dosya konusunun Sinema,
sahne ve psikoloji olacağını duyurmak
ve hem konuyla ilgili yazılarınızı hem de
dosya ötesi katkılarınızı en geç 31 Aralık
2013 tarihine kadar [email protected]
adresine gönderebileceğinizi hatırlatmak
isteriz.
Özge SOYSAL
Editör
3
DOSYA: TOPLUM ve CİNSİYET
Cins - Cinsiyet,
Toplumsal/
Hegemonik
Söylem ve
Şiddetin
Anadili
Giuseppe Bazzani – Rahibe Teresa’nın Vecdi
“Bu cinsiyet mefhumunu kuran…
cinselliğin konuşlandırılma tarzıdır”
Michel Foucault
Y
azımın çerçevesi genel olarak; cins ve cinsiyet sözcükleri arasındaki fark ve bu farkın oluşumunun
ruhsal hikâyesi, annelerin/kadınların kuşaktan kuşağa
aktardıkları ve başlı başına bir konu olan kadınlık ve kadına yönelik şiddet olacaktır. Tabi bu konulara değinirken,
Lacan’ın ifadesiyle dil aracılığıyla kurulan öznenin, güncel
söylemdeki konumlanışını yani siyasi ve dilsel temsil alanı içerisinde nasıl tanımlandıklarını referans alarak açıklamaya çalışacağım.
Anadil konusu ülkemizde, dile bakışımızda bir hayli
problemli bir yere konuşlanmıştır. Anadilin kendisine bu
kadar tepkili, bu denli haset bir yaklaşım şiddetin körüklemesine sebep olabilmektedir. Bu topraklarda yüzlerce,
milyonlarca kadının kendi öznel savaşlarında anonim bir
türküsü vardır dillerine, gözyaşlarına, tenlerine, göz altlarına sinmiş. Kuşaktan kuşağa aktardıkları kadınlıkları,
deneyimleri, “dinle bir hele”leri vardır. Buna bağlı olarak
da varoluş hikâyelerimiz el yazısı kadar özneldir: Ana
rahmine düşen spermin taşıdığı genetik özellikler, annenin ruhsallığından aktarılan anlamlar, aile hikâyesindeki
masallar, bir kadının1 vazgeçişleri; ona aktarılan ve kendi
özne olma sürecinde özdeşim kurduğu ötekiler…
1 Bir kadın olarak ifade etmemizin nedeni genellenebilecek bir
kadınlar stereotipinin olmadığı gerçeğidir.
4
Kız ve erkek çocuk, salt aile kavramının içine doğmaktan da öte iki farklı özneye, iki farklı hikâyeye, iki farklı
kültüre ve iki farklı toplumsal cinsiyetin alanına da doğarlar. Anne, kız ve erkek çocuk için ilk sevgi nesnesiyken
yani burada henüz imgesel düzlemde herhangi bir cinsiyet ayrımından söz edilemezken; Baba Yasası’yla birlikte
annenin arzusunun yöneldiği, onu tamamlayan başka
bir Öteki olduğunu duyumsar. Böylelikle çocuğun oluşturduğu düşlem dünyasında cinsiyet ayrımı, deneyimlenen Oedipal karmaşalarla öznel bir biçimde evrilecektir.
Jacqueline Rose, Görme ve Cinsellik kitabında Freud’un
cinsiyet farkının kurulmasının bir bedeli olarak yasaya
tabi olunmayı gerektirdiğini vurgular. Yani cinsiyet farklılığı, doğal ya da biyolojik ayrımın da ötesinde bir yerdedir
(Rose, 2009; 63).
Cins ve cinsiyet kavramları da bu süreçlerden bağımsız şekilde anlamlanabilen kavramlar değillerdir. Cins,
anatomik bir gerçekliğe gönderirken; cinsiyet/toplumsal
cinsiyeti(gender) belirleyen, anatomi üzerine önceden
tayin edilmiş anlamların bedene dil aracılığıyla giydirilmesi ve buna bağlı olarak kadın ve erkek cinsleri arasındaki eşitsizliğin cinselleştirilmesinin katılaşmış hali
(Mackinnon’dan akt Butler, 2008) olarak karşımıza çıkar.
Bu süreçte iktidar sistemlerinin baskın söylemi, özneleri
kendi normuna uygun şekillerde biçimlendirir, tanımlar
ve yeniden üretir. Bundan böyle anatomik farkın neye dönüşebileceğini belirleyen kadına ve erkeğe yönelik temsillerdir; yani dil, cinsiyet kategorilerini söylemsel olarak kısıtlanmış temsiller aracılığıyla inşa eder. Beden de,
değişken kültürel cinsiyet (Butler) üzerine atfedilen anlamların katman katman kaplandığı, aynı zamanda ayna
evresi’nde annenin bakışı, sözcükleri ve arzusuyla inşa
edilmiş kültürel ve ruhsal bir yapı olarak karşımıza çıkar.
Bu inşa sürecini (özellikle kadının) Judith Butler Cinsiyet
Belası kitabında, Simone de Beauvoir’ın “kişi kadın doğmaz, kadın olur” sözüne göndermede bulunarak açımlar;
“kadınlar kategorisinin değişken bir kültürel muvaffakiyet olduğu, kültürel bir alan içinde üstlenilen ve girişilen
bir anlamlar dizisi olduğu, kimsenin toplumsal cinsiyetle
doğmadığını, toplumsal cinsiyetin her zaman edinildiğidir” (Butler, 2008).
Peki, kadın ve erkek toplumsal söylemler çerçevesinde
nasıl konumlanacak ve konumlandırılacaktır? Özge Soysal’ın Günümüz Psikopatolojilerine Günümüz Söylemi
Bağlamında Lacancı bir Bakış makalesini referans alarak
Lacan’ın söylem türlerine baktığımızda, Efendinin Söylemi’nde, anneyle ilk füzyonel ilişki sonrası kaybedilen arzu
nesnesi bir daha ulaşılamayacak olandır ve özne artık her
ilişkisinde Gerçek’le değil, düşlemle karşılaşacaktır. Ulaşılanın her zaman arzunun kayıp nesnesi oluşu, bilinçdışı
arzunun dinamik kalmasını olanaklı kılacaktır. Yani, öznenin yapısını da anlatan Efendinin Söyleminde mutlakannesel doyuma ulaşmak imkânsızdır. Kadın ve erkek
gerek kendi öznelliklerinde gerek cinsel ilişki içerisinde
bu arzu diyalektiğine göre konumlanacaklardır. Hâlbuki Liberal Söylem’de durum Efendinin Söylemi’ndeki
gibi değildir. Özneler bizatihi nesneye yönelmekte ve
nesnenin afili yanılması öznelere gerçeklikte verilir gibi
yapılmaktadır. Yani kişiler Liberal Söylemde kendi hakikatlerini kendileri belirlemekte, her şey gerçekliğin ihtiyaç düzleminde kurgulanmaktadır. Efendinin Söyleminde
kadın ne olduğuna, kim olduğuna dair cevaplar ararken,
söz konusu olan semptomu olan arzulayan eksikli bir öznedir. Geçirilen tüm o estetik operasyonları, cinsiyetlerin
çatışmalarına istedikleri çözümü getirmelerinin aslında
mümkün oluşu, bunun için sadece istemelerinin yettiği
zamanımızın bir gerçeğidir: Semptomu yok edebiliriz.
Buradan hareketle Türkiye’de 80 dönemiyle askeri darbenin getirdiği örgütlenmenin ve siyasetin önüne
konulan yasaklar ve ekonomik alanda neo-liberal politikaların etkisini arttırarak gelir dağılımında eşitsizlikleri
başlatmış oluşu ve akabinde gelen bireyselleşme arayışı,
kadın-erkek farklılaşmalarında da birtakım değişikliklere yol açmıştır. Bu dönemde özel girişimler desteklenmiş,
reklamcılık ve tüketim ideolojisi ivme kazanmıştır. Bireyi
belirleyen, tüketim nesneleri ve özneye sağladığı imaj olmuştur. Batı’daki II. Dalga feminist hareketler Türkiye’ye
de yansımış olsa gerek ki, kadın hakları ve feminizm gibi
konular görünür kılınmış ve sorgulayıcı bir tavır alınmış;
çeşitli kadın dernekleri kurularak etrafında örgütlenilmeye başlanılmıştır.
80’lerin son dönemlerine doğru Türk Ceza Kanununun 438. Maddesine karşı önemli bir kampanyanın yürütüldüğünü görebiliriz. 438. Madde fahişelere tecavüzde
indirimi getiriyordu. Anayasa Mahkemesi bu maddenin
Anayasa’daki eşitlik ilkesini ihlal etmediğine dair karar verince, kadınlar İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana’da kararı
protesto eden gösterileri düzenlediler (Altınay ve Arat,
2007). Bu protestoyla ayrıma düşmekten de öte, kadınlar
arası doğacak kutuplaşmayı, ayırıcı ve kayırıcı tutumu
reddettiler. Bu döneme dek kadın, toplumsal hayatta çoğu
kez iyi veya kötü yanlarıyla tek yönlü ele alınmış, ataerkil
ideolojinin kendine uygun gördüğü biçimde “ideal kadın”
iyi, sevecen, fedakâr, uysal, kötülük yapmayan, cinselliği
arka planda olan, iyi anne, sadık/uyumlu eş şeklinde çizilmiştir (Erus, 2011;62). Peki, hangi kadın? İçeriye ait olan,
gündüz olan, toprak olan, mahrem olan, anne olan, iffetli, bakire olan/olması gereken kadın mı; iffetsiz olan mı?
Bunlar bir yandan tartışılıp medya ve sinema sektöründe
ikilikler sürdürülmekte, diğer yandan da kadına “ideal”
olan sunulmaya, kadın seyirlik bir nesne haline getirilmeye devam edilmektedir. Erkek egemen sinegözün yansıttığı Ticari kaygıyı ön planda tutan geleneksel ‘Yeşilçam
filmler’ ile Arabesk filmlerde kadının hala cinselliğinden
soyutlanmış bir melek/iyi kadın ve ya cinselliği ile erkekleri
baştan çıkaran bir şeytan/kötü kadın olarak (Erus, 2011;63)
sunulduğunu ve kategorize edildiğini biliyoruz.
Güncel duruma baktığımızda; kadın demekten bir
hayli çekinerek, utanarak, kibar ve zarif bir kılıfla bayan
demekte ısrarcı olanlar, vajina kelimesini kullanmaktan
bir hayli utanç duyanlar, devletin şiddet içeren dilinin ısrarla kadının mahremiyetini istila edişi; travmatik kürtaj
yasaları ve uygulamaları, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı’nın ismini “Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı”
şeklinde değiştirerek, aslında kadının konumunun nerede olması gerektiğine dair ipuçları vermesi, tüm bunlar
kadının “korunmasını” ancak bir ailede yer almasıyla olanaklı kılınırken, bir aileye mensup olmayan kadının pek
tabii başına gelebilecek olan türlü şeyleri hak ediyor oluşunu meşru kılmaktadır. Bunun yanında da kadını baskın
söylemin imgelerine hapsetmeye de devam ederek, kutuplaşmaların dozajını günden güne artırıyor. Yeri geliyor
militer dilin içerisine hapsoluyor kadın; yeri geliyor medeniyetin bir simgesi hem de medenileştirme misyonunu
yüklenmiş ideal bir varlık oluyor.
Kadına yönelik şiddet(ekonomik, fiziksel, psikolojik..)
konusuna geri dönersek, şiddetin arkasında yatan faktörlerin temel noktasını iki cinsiyet arasındaki iktidar ilişki5
lerinin oluşturduğunu saptayabiliriz: Erkeğin iktidarını
kaybetme kaygısını ona eksikliğini hatırlatanı (kadını)
“terbiye ederek” üstesinden gelmesi. Psikanalitik bakış
açısından yola çıkarak şöyle bir açılımda bulunursak, erkek çocukta Oedipus karmaşası, kastrasyon karmaşasına
yenilirken –erkek, sahip olmwwadığına, sahipmiş gibi yaparken- kız çocuklarda kastrasyon karmaşasını olanaklı
kılan, Oedipus’un kendisi olacaktır. Kadında Simgesel
Yasa aslında bir yandan da eksikliğe yapılan bir göndermedir. Fiona Faraci’nin değimiyle, kadın, bir yönden özne
oluşuyla birlikte fallik düzenin içerisinde ve cinsellik yasasına tabidir, bir diğer yönden ise temsil bulamayana ve
dolayısıyla simgesel olanı aşana gönderme yapmaktadır.
Bu nokta da bizi, Öteki-Kadınsı Zevk’e taşıyacaktır; yani
cinsellik yasasının ötesinde bulunan bir doyum’a (kadın
Oedipal sürecin de ötesinde, durmaksızın “ne olduğunu”,
“ne istediğini”, “hangi kadın” olması gerektiğini arayıp duracaktır).
En çetrefilli soru: Hangi Kadın? Nasıl bir kadın? Üstelik bu kadar farklı ve idealize kadın imgesinin dayatıldığı böylesine şiddet içeren bir dünyada… Ve de kadınların
sadece karşı cinsten değil, kendi cinsinden olanların da
şiddetine, acımasızca eleştirilerine maruz kaldıklarını düşünürsek…
Dipnot: Aktivist ve sesini The Vagina Monologues (Vajina Monologları) adlı 200’ün üzerinde kadınla yaptığı
röportaj sonrası topladığı hikâyelerden oluşan gezici sahne performansının anası Eve Ensler, bu kez One Billion
Rising ismiyle yürütülen farkındalık kampanyasıyla, 14
Şubat günü dünyanın dört bir yanındaki insanları kadına
yönelik şiddete farkındalık yaratmak için gerçekleşecek
olan bu büyük kampanyaya davet ediyor.
Yazıyı Jane Fonda’nın “One Billion Rising”in resmi sitesinde yayımlanan videoda kampanyaya ilişkin söylediği
sözlerle sonlandıralım:
“Ayağa kalkıyorum çünkü annem 8 yaşındayken cinsel
şiddete maruz kaldı ve bu hayatı boyunca ona zarar verdi.
Hayatı boyunca tam olarak sevemedi ve suçlu hissetmesine engel olamadı ve 42 yaşında intihar etti. Ayağa kalkıyorum; çünkü çoğunluğu cinsel şiddete maruz kalmış
genç kızlarla çalışıyorum. Ayağa kalkıyorum çünkü bunu
durdurmak zorundayız. Kadına karşı şiddet bittiği zaman
dünyadaki her şey değişecek.”
Sevinç Beyza Toktay
Psikolog, Lyon
6
Kaynakça:
Altınay, A. G. (2007), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet,
İstanbul.
Butler, J. (2008), Cinsiyet Belası. Feminizm ve kimliğin
altüst edilmesi, İstanbul: Metis, çev. Başak Ertür.
Donovan, J. (1997), Feminist Teori, İstanbul: İletişim,
çev. A. Borak, M. A. Gevrek, F. Sayılan.
Erus, Z. Ç. (2011), Güçlü Kadın Demesi: Fahriye Abla,
Kırmızı Kedi , 63 66.
Faraci, F. (2009), “Cinsel İlişki-sizlik”. MonoKL. Lacan,
599, 602.
Rose, J. (2010), Görme ve Cinsellik (Bakışın bir tokat
gibi çarpıyor), İstanbul: Metis, çev. Ayşe Deniz Temiz.
Soysal, Ö. (2012), Cinsiyet Psikolojisi Yayımlanmamış
Ders Notları, İstanbul Kültür Üniversitesi.
Soysal, Ö. (2006), Günümüz Psikopatolojilerine
Günümüz Söylemi Bağlamında Lacancı Bir Bakış,
Psikanaliz Yazıları, sayı 12, İlkbahar 2006.
DOSYA : TOPLUM ve CİNSİYET
Bihter ya da Kadınlığın
Kaçınılmaz Bölünüşü
hil bu kadınların tüm yaşamı zevk içinde geçer; giyim, dedikodu, mesire yerlerinin tozunu atmak tek amaçları olup
çıkardı. Böyle bir ortamda, pek de iyi anılmayan Melih Bey
Takımı’nın içine doğan Bihter, kadınlığıyla yaşamaya, yaşama tutunmaya çabalamaktaydı… Böylece Bihter’i oradan
çekip almak, kim bilir belki de bu gezegenin dışına taşımak isterdim. Neden mi? Onda öyle bir ışık görürdüm ki,
bu ışık boğazın sularından geçer, hatta okyanusları aşar, o
sonsuz karanlığı aydınlatır, ışıldatır zannederdim.
E
ski vapurun güvertesinde, soluk bir kış gününün
dumanları arasında, işte şimdi Kalender’den geçerken küçük bir kıvılcımla zihnimize düşen o acılı, karanlık
günlerin belli belirsiz görüntülerini anımsıyordum. Ansızın söze başlamıştı. Evet, karşımda oturan bu eski dostum,
gözlerimi Kalender’den çekip ona dönemediğim halde anlatmaya başlamıştı.
Yüzyılın başında (1900), eski bir imparatorluğun kalbinde, bir kadın bulunurdu. Öyle bir kadın ki, yazgısı Madame Bovary, Anna Karenina ve niceleri gibi çizilmiş, sonu
onlarınkine benzemişti. Bu kadın, hayatının henüz baharında, İstanbul’un en nüfuzlu takımı Melih Bey’lerden,
Firdevs Hanım’ın kızı Bihter’den başkası değildi. Bihter’i
duyunca, bir sızı hissettim. İlk gençlik aşkım, şimdi burada, kim bilir şuradaki yalıların birinde, belki Yeniköy’ün
sahillerinde ayaklarını denize uzatmış, maviliğin ısrarlı
çağırışlarını dinliyordu. Hayallerindeki gibi, hafif dalgalar
boynunu okşuyor, bu güzel kadını aşırılıklara sürüklüyordu.
Halid Ziya, zamanının şişmiş burjuva yaşamının içinde, bu zavallı Bihter’e yer vermişti. Bihter, çocukluğunu
yaşayamamış, Firdevs Hanım’ın kızı olarak bu tantanalı
kadınlık hayatına hemencecik atılıvermişti. Yazar, özenle
seçilmiş kadınların giyinişlerinden dem vurur, vücutlarını
kıskanır, gezi âlemlerine dalışlarını resmederdi. Bihter dâ-
Roman boyunca Bihter’in düşünce dünyası, bedensel
duyarlılıkları ve arzuları mahkûm edilir. Flaubert’i, Balzac’ı, Tolstoy’u çok okuduğunu dile getiren romancı, Bihter karşısında Tolstoy’un ya da Flaubert’in cesaretinden
yoksundur ve Bihter kadınlığı ile dışlanır. Romancı, Flaubert’in tersine, Bihter’i kendinden uzaklaştırır. Romanda burjuva ahlakının içinde debelenen Bihter, gerçekte
de Yıldız Sarayı’na çekilmiş II. Aldülhamid yönetiminin
tutuculuğuna gömülmüş, boğulmuştur. Romancının operaya düşkünlüğü Abdülhamid’in düşkünlüğünü gündeme
getirir, Aşk-ı Memnu’yu Yıldız Sarayı’nda sergilenirken
düşlerdim. Bihter’in düşüşünü, padişahın dehşetli gözlerinden izler, yaşadıklarının intikamını almışçasına keyiflenirdim...
Bihter, maun sandalıyla önünden geçerken özendiği
görkemli yalının ışıltılarına aldanacak, Firdevs Hanım’ın
yaşantısından kaçıp kurtulmak amacıyla Adnan Bey’e sığınacaktır. O artık iki çocuk sahibi bir anadır. Evliliği bir yılı
devirmiş, Göksu gezisi Bihter’in zorlu günlerinin miladı
olmuştur. Şimdiki Göksu’yu hiç beğenemem. Ne zaman
bahsi açılsa, görmemin imkânsız olduğu, eski ve canlı,
Bihter’in Göksu’sunu hayal ederim. O zaman beraber
longozlarında kayboluruz…
Bihter’in Yatak Odası
Bihter’i odasında, üzerine ışık düşmemiş eşyaların arasından süzülürken buluruz. Göksu gezisinde yorulmuş,
yemek masasını erkenden terk ederek yalnız kalmak üzere
odasına çekilmiştir. Bihter pencereyi açar, kendini doğaya
teslim eder. Şimdi, bilhassa kandili yakmamaktadır. Odayı
ışığa boğacak olsa, yalnızlığının sönüvereceğini, şuracıkta
duran aynadaki Bihter’le baş başa kalacağını düşünmektedir. Oysa o şimdi, rüyasız bir uyku gibi karanlığın içinde,
kendisinden uzakta, yalnız kalmak istemektedir. Pencerenin önüne geçer, bu yangınlı odada, pencereden içeri dalan ay ışığının eşliğinde, bu gece denizine bakar; suların
7
boynuna, göğsüne, uyluklarına dokunuşunu hayal ederdi.1
…beklemeden odasına gelen bu kocadan korkuyordu. O şimdi bir yabancı, hiç görülmemiş bir adam, gece
karanlıklarından istifade ederek avını parçalayıp öldüren
canavarlardan biri gibiydi2… Bihter şimdi üşümeye başlar.
Sığındığı bu odada güvende hissederken ansızın hisleri
korkuya evrilir, belki de tekinsizlik Bihter’i kuşatır. Bir senelik kocası şimdi ona yabancı gelmekte, bu yaşlı adama
karşı ikircikli duyguları şuracıkta belirmektedir. Terimin
psikanalitik anlamı; “tekinsiz olanın (unheimlich, l’inquiétante étrangete) tekin olanı da (heimlich) içerdiği, dehşet
verici olanın alışıldık olana, aynı şekilde korku uyandıranın
bilindik olana dönüşebildiği”3 (…); “tanıdığa, gündeliğe karşı duyulan tedirginlik durumları”4 şeklinde açıklanabilir.
Adnan Bey, odaya girdiğinde nefretle dolup taşardım. Bihter’i taciz ettiğini, ona rahatsızlık verdiğini bilirdim. Artık
bu karanlık oda korku salmaya başlardı…
Adnan Bey, çıplak Bihter’e yaklaşmış, onunla sevişmeye
yeltenmişti. Ancak Bihter, içi titreyerek kocasını kibarca
odadan kovmuştu. Adnan Bey, odadan çıkarken pencereyi
kapatmış, Bihter bir şey dememiş, kocası gittikten sonra
yatağının yanındaki iskemleye oturup düşüncelere dalmıştı. Onun dostuydu, evet, bu adam için kalbinde derin
bir hürmet, hatta bir muhabbet vardı. Lakin onun bütün
ruh teslimiyetiyle karısı olamıyordu… Bir yıl sonra, artık
açık açık itiraf ediyordu. Adnan Bey ondan zorla bir şeyler alıyor, Bihter aradığı aşkı bu kendisinden yaşça büyük
adamda bulamıyor, işte şimdi düşünceleri kayıyor, gözlerinin önüne bütün bir günün renkli fotoğrafları seriliyordu;
Şurada Nihal ve Mlle De Courton, hemen yanlarında topuyla oynayan Bülent, onun ardında kucağında bebeğiyle
Peyker ve hamakta sallanan Firdevs Hanım… Birden gözü
Belül’e ilişmişti.
Düşünmedi, düşünmemek istedi. Evet, ne için düşünecekti? Behlül hatırına geldikten sonra zihninde başka
bir hatıra uyandı: Onu Peyker’in arkasında dudakları
ateşli bir buse ile titreyerek hemen eğiliyor; yakıcı, ısırıcı
bir buse ile Peyker’in ensesinden öpmek için orada can
veriyor gördü; daha sonra çapkın bakışlarıyla hamakta
Firdevs Hanım’ı sallarken gördü.
Bihter’i aşkla Behlül’e bakarken görürdüm. Bu sevilmek, aşk ile sevilmek isteyen, genç tenleri arzulayan kadın; düşleminde onu bozguna uğratan, ansızın ortaya
çıkan, beklenmedik bir anda zihnini yarıp geçen bu genç
“çapkın” adama âşık oluyordu. Belki de, bu anda, Peyker
imgesi, Bihter’in arzusuna işaret ediyordu. Lacancı bir bakışla; “öznenin kendi yerini ötekinin imgesinde bulduğunu,
kendi öz arzusunu tanıdığını söyleyebiliriz”5. Bihter Pey1 İleri S., Kırık Deniz Kabukları, Everest Yayınları, 2009, s. 26
2 Uşaklıgil, H. Z., Aşk-ı Memnu, Özgür Yayınları, 2006, metinde
italik yazılmış bu ve benzeri bölümler romandan alınmıştır.
3 Soysal, Ö., “Çevirmenin Öznelliği: Bekleme Odası ve İlk
Karşılaşma”, ed. Soysal Ö., İçellioğlu S., Kültürlerarası Çalışmalar: Ötekinin Sözü içinde, İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları,
2012. S. 77
4 Gagnebin, M., Sinema: Düşün Deliliği, bu yazı İstanbul Psikanaliz Derneğinin 2012 yılında Aynalı Geçit’te gerçekleştirdiği Perdeden Divana 6. Psikanaliz ve Sinema Sempozyumu – “Sinemada
Düşün İşlevleri” adlı etkinlikte sunulmuştur.
5 Nasio, J. D., Psikanalizin Yedi Temel Kavramı, çev. Özge Erşen,
Murat Erşen, İmge Kitabevi, 2006, s. 93.
8
ker’in öpüldüğünü düşlemiş (görmüş), kim bilir bilinçdışı
düşleminde Behlül’ün ateşli öpücüğünün kendi ensesine
düştüğünü duyumsamıştı. Sonunda, Bihter’in arzusunun
işaretçisi Peyker, kıskanılır, yok edilmek istenirdi. Ta küçüklüklerinden beri Peyker’e babasına benzer, Bihter için
annesine çekmiş derlerdi… Bihter, Firdevs Hanım’ın kızı
olmak istemiyor, onun günah dolu yaşamından kopmak,
babası gibi, Peyker gibi olmaya can atıyordu. Bu yüzden
Behlül’ü düşünmeyi bırakmak istedi, kandili yaktı. Köşede
duran aynada kendisini gördü…
“Bihter hepsini unutmak isteyerek, kandili hala bütün
bütüne yakmadığı için birtakım karartılar yansıtan aynanın karşısına geçiyor, çıplak gövdesine bakıyor, nergisçe bir
tutumla hazdan sarsılıyordu”.6 O şimdi tamamen çıplaktı.
Siyah saçlarıyla oynuyor, aynadaki Bihter’i izliyordu. Hemen kendisini bu haliyle hiç görmemiş idi, bu yeni bir şey,
başka bir vücut gibiydi.
Aynaya yaklaşamıyor, korkuyordu. Aynaya uzak kalmak ve o güzel vücudu uzaklardan izlemek istiyordu.
Evet, bu vücudu seviyordu. Şimdi kalbinde bu vücut için bir
muhabbet, bir tutulma vardı. Bu vücut kendisinindi, ona
hafif bir tebessümle bakıyordu. Bu sahnede, bebeğin henüz altıncı ayındaki ilksel dramatik deneyimini hatırlıyordum. “Bebek, aynayla ilk kez karşılaştığında, yani kendisini
gördüğünde; şaşkınlık, haz, sevinç ve öfke duygularını bir
6 İleri, S., Kırık Deniz Kabukları, Everest Yayınları, 2009, s. 28.
Bir Düş
Şimdi tavanda fener parçalanıyor, yeşil, sarı, mavi,
kırmızı dalgalarla akıyor, kanepeler, dolaplar, perdeler,
duvarlar, bütün sel taşmasından sonra alçalarak,
yükselerek yüzüyor; renkler, gölgeler birbirine
karışarak azim bir karmaşıklık içinde her şey akıyor,
ta uzakta güneşlerin altında bir siyah dere koyu
sularını sürükleyerek ilerliyor, kenarından beyaz bir
etek savrulan hamak yavaş yavaş sallanıyor, havada
bir top garip daireler çizerek bir yandan bir yana inip
çıkıyor, kollarını kaldırarak bir çocuk koşuyor, ötede
müphem bir çehre dudaklarından haris bir buse ile
eğiliyor, bunu eliyle itmek istiyor, eli kalkmıyor, başını
çekiyor zannediyor, fakat çekemiyor, o haris buse orada, işte geliyor ve bütün hayal izdihamı içinde nihayet
karşıdan aynanın içinden, Bihter, o diğer Bihter dudaklarını, kollarını uzatıyor, bu Bihter’i, mukavemet edilemeyen bir cazibe ile çekiyor, çekiyor, dudakları, kolları
kilitleniyor, takatını kıran, ciğerlerini söken bir deraguş içinde ikisi beraber tavanda fenerden akan yeşil,
sarı, mavi, kırmızı dalgalarla, bütün eşyasıyla oda,
bütün ağaçlarıyla Göksu, hep beraber, azim bir boşluğa
yuvarlanıyorlardı…
arada yaşar”.7 Bihter aynadaki imgesiyle baş başa kalmıştır
şimdi. Ona hafif bir tebessümle bakmaktadır. Artık yalnız
değildir, işte Öteki Bihter hemen yanında bulunmaktadır.
O Öteki Bihter’e bakar, ancak kendi bakışını hiçbir zaman
göremez. Yanında, aynadaki ötekinin “o” olduğunu söyleyecek kimse bulunmaz. Bihter, romancı da dâhil olmak
üzere herkesçe terk edilmiştir. Kimse ona kadınlığından,
insanlığından bahsetmez. Bihter, parçalı, dağınık, anlaşılamaz hislerle kendine bakmaya, tanıyamadığı ötekine
bakmaya devam eder. Bihter’in nergisçe bakışları, narsistik yapısına atıfta bulunur. Şimdi o, ayna karşısında kendi
kendine tatmin arayışlarına çıkacak, aynadaki Bihter’le
sevişecektir. Aynadaki güzel kadın, Bihter’i ağlamaklı
yapar, onu kaygılandırır. Karşısında eksikli, arzulayan bir
Bihter bulunmaktadır. İşte o an, Adnan Bey yalısının zenginliğinin, bu koca yalının hanımı olmanın ve eşi benzeri
olmayan güzelliğinin hiçbir arzusuna cevap vermediğini;
ruhunun delindiğini dramatik bir biçimde yaşantılar. Bihter’in kaygısı, bu delik karşısında belirir. Bihter, kendine,
bedenine yabancılaşmıştır.
Yatağına uzanır, gözlerini kandile diker. Beklediği rüyasız uykular yerine, hırpalayıcı bir düşün içinde bulur
kendisini.
7 Habip, B., Psikanalizin İçinden, Yapı Kredi Yayınları, 2007
Bihter rüyasında bütün bir günün özetini görür. Fakat
bu sefer Göksu’nun suları kararmış, Peyker ortadan kaybolmuş, Firdevs Hanım’ın bir tek beyaz eteği yerinde bulunmuştur. Odanın tantanalı eşyası birbirine girmiş, sonunda
Bihter’le ve aynadaki öteki Bihter’le savrulup gitmişlerdir.
Freud’un deyişiyle rüyalar, bilinçdışına giden kral yolsa;
rüyalar, bilinçdışı gibi inkârı ve çelişkiyi tanımayacaklardır. Bihter düşünmek istemese de bu rüya ona Behlül’ün
değdiği tenleri gösterecek, tüm dirençlerine karşı arzularını ona dayatacaktır. “Rüyalarda, yoğunlaştırma ve yer
değiştirme ahlak sansürünü etkili bir şekilde yanıltabilir”.8
Behlül gösterilmese bile, onun varlığını hissedebiliriz
şimdi. Bir ateşli öpücük, Peyker yerine rüyayı görenin ensesine düşer, aynadaki eşiyle dudakları ve kolları birleşir,
karşı koyulamayan bir sevişme başlar ve sürer. Burada yer
değiştirmeyi açıklayabiliriz. Lacan bu mekanizmayı metonimi (mecaz-ı mürsel) çerçevesinde değerlendirmiştir.
Yani, “kısmi bir imge özellikle araç düzeyinde parçası olduğu daha bütünsel bir şeyi temsil etmektedir”9. Enseye
düşen “ateşli öpücük” imgesi, belki de Bihter’in Behlül’e
olan duygularının bir taşıyıcısı durumuna gelecek; Peyker
yerine o ensenin sahibi Bihter olacak, aynadaki öteki Bihter ise Behlül’e dönüşecek ve işte rüyaların yer değiştirme
işlevinde olduğu gibi tüm bunlar zincirlemesine birbirine
bağlanacak ve Bihter’in arzularını kısmen de olsa aralayacaktır. Rüya işlevi olarak aynı zamanda yoğunlaştırmadan,
Freud, “bir tek imgenin taşıyabileceği düşünce sayısının
8 Penot, B., “Rüya Uğraşı”, çev. M. Levent Kayaalp, Psikanaliz
Yazıları Baharlık Kitap Dizisi 1 içinde, Bağlam Yayınları, 2000, s.
40-43.
9 Penot, B., “Rüya Uğraşı”, çev. M. Levent Kayaalp, Psikanaliz
Yazıları Baharlık Kitap Dizisi 1 içinde, Bağlam Yayınları, 2000, s.
40-43.
9
katsizlikle (belki de Behlül bilmeksizin kendi iradesiyle)
bir alay kadın resmini halının üstüne döker. İkisi arasında,
erotik bir havanın esmesine neden olan bu olay yasak aşkın başladığının habercisidir.
Bihter ilk aşk günahından sonra uzun iç hesaplaşmalarına girer. İşte şimdi o gerçekten Firdevs Hanım’ın kızıdır.
Babasını uzakta bir hayal olarak hatırlar…
sonsuz olma özelliğinden”10 bahseder. Bir imge üzerinde
sonsuz yorumda bulunabiliriz, ancak doğru yorumun öznenin kişisel tarihinden geldiğini de unutmamamız gerekecektir. O zaman Bihter’de Göksu’nun ne anlama geldiği
düşünülmeye başlanabilir. Evliliklerinin ilk yıl dönümünde, işte, Göksu’daydılar. Rüyadaki Göksu karanlıktır. Çimenlerinde bir çocuk koşuşturur, hamağında beyaz bir
etek sallanır, ateşli bir öpücük el ile itilmek istenir ve baş
hafifçe yana çevrilir. Burada, beyaz eteğin Bihter’in beyaz
gelinliği, çimenlerindeki çocuğun (gerçekte Bülent’dir ve
Bülent Bihter’in üvey oğludur) Adnan Beyle düşlenmiş
çocukları, karanlık sularıyla Göksu’nun Bihter’in artık pişmanlık duyduğu evliliği ve itilen, geri çevrilen öpücüklerin
kocasını istemeyen mutsuz bir kadının çaresizliği olduğu
varsayılabilir. Bihter, yeni güne uyandığında arzularının
peşinden gitmeye başlayacak, karşılıksız aşklara ve acılara
sürüklenecektir…
Yasak Aşk
Bihter çalışmaz, günlerini yalıda geçirir. Gerçi romanda
kimse çalışmıyor görünür. Adnan Bey tahta oyarak, Behlül ise demi monde11 yaşantısını överek geçirir zamanını.
Nihal, Mlle De Courton’un deyişiyle, Rubinstein’dan bir
şeyler bulaşmış parmaklarıyla piyano çalar, ama nafile…
Bu cevher, yalının duvarları arasında yitip gitmeye mecburdur.
Kış mevsiminde yalıdan çıkılmaz olur. Behlül artık hep
evdedir. Bihter, tüm mahkûmiyet hisleri içinde, Göksu
macerasından sonra, dönüşür ve farklılaşır. Yalı ona başından beri tekinsiz gelmektedir. Bilemediği köşeleri, tanıyamadığı hizmetkârları arasında burası ona zindan olmuştur. Artık o; yalıya, Nihale, hizmetkârlara hükmetmek
ister. Bu hırs elbet Behlül’ün dikkatini çekecektir. Melih
Bey Takımından, Firdevs Hanım’ın kızı Bihter, yazgısının
çizgisinde yavaş yavaş ilerlemektedir.
Ocak ayında, Behlül İstanbul’a inerken Bihter ona bir
şeyler ısmarlamıştır. Siz misiniz yenge? Şekerleriniz mi?
… Hayır, hiç unutur muyum? Tam bu anda küçük bir dik10 Penot, B., “Rüya Uğraşı”, çev. M. Levent Kayaalp, Psikanaliz
Yazıları Baharlık Kitap Dizisi 1 içinde, Bağlam Yayınları, 2000, s.
40-43.
11 Demi Monde: Avrupa’da 18. yy. ile 20. yy. arasında, yüksek sınıf
davranışları ve hedonistik yaşam şeklini benimsemiş kişileri tanımlamak amacıyla kullanılan sözcük.
10
Bihter için Behlül, özlediği, düşlediği, olmak istediği
benzeridir belki de. Onu aynada kucaklamış, içine almış,
bir olmak için çetrefilli bir yola baş koymuştur. Kaç geceler sessizce Adnan Bey’in koynundan çıkıp, genç aşığının
yanına koşmuştur. Eşyada bulamadığı şeyi Behlül’ün anlattıklarında, bedeninde, aşkında bulmuştur. Ancak, “Bihter’le Behlül’ün aşkları hiçbir zaman, karşılıklı özveriye
dayanmamıştır”12. Behlül’ün verdiği hiçbir şey yoktur. Aksine Behlül şimdi bir başkasını sevmektedir; Nihal’i.
Behlül’ün Nihal’le olan ilişkisi Bihter’i söze dökülemeyecek acılara, çılgınlıklara sürükler. Bihter yastadır. Lacan
şöyle der: “yasını tuttuğumuz nesne, biz farkında olmadan
kendini kastrasyonumuzun desteği haline getiren ve bizim
de kastrasyonumuzun desteği yaptığımız kişiydi”13. Bihter,
düşlemlerini paylaştığı kişi için yastadır şimdi ve o görünürde Behlül’ün kaybıyla şekillenen; ancak daha çok Behlül’ün işaret ettiği içsel arkaik deneyimlerle birlikte yeniden kaybı yaşantılar. Yalı ona dar gelir ve kaygılı bir şekilde
annesinin yanına koşar. Firdevs Hanım’ın ayaklarına kapanır, romanın ilk sahnelerinde görüldüğü gibi (Adnan Bey’i
paylaşamayan anne ve kızın kavgası, sonrasında bir ağlama nöbeti), kız annesinin ayakları dibinde ağlar ve ağlar.
Bihter, annesiyle anlaşarak, paraya, eşyaya yeniden yenilir
ve kadınlığını, bireyselliğini bir kenara atar. O şimdi yasak
aşkını yalının köşe bucağına gizlemiş beklemektedir.
Sonunda Bihter canına kıyar. Onu bu duruma sürükleyen şey yasak aşkının gizli kapaklılığından duyduğu hisler
midir? Yoksa Behlül’ün Nihal’le evlenmesi Bihter’i katlanamayacağı acılara mı sürüklemektedir? Bihter roman
boyunca Anna Karenina gibi sivrilemez, burjuva ahlakına
meydan okuyamaz. Bihter arzuları, kadınlığı ile baş başa
kalarak, yeniden karanlık odasına çekilir, kandili yakamaz, o canavar gibi sesler çıkaran kapının karşısında korkarak güzelliğini, gençliğini düşünür ve elindeki oyuncak
kıvrılır kıvrılır, sonunda boşluğu dolması imkânsız aşk
yarıklarıyla parçalanmış kalbini bulur…
Kendisini aldatmak isteyen bu hain şeyi silkip atacaktı, ölmeyecekti; bu güzel, genç, nefis kadın yaşayacaktı;
sonra birden, artık kırılmaya hazır, çatırdayan kapının
karşısında, bileğinin mukavemetine bir güçsüzlük geldi,
sanki onu bir kuvvet büktü, mağlup etti, nihayet o siyah
ağız kıvrıldı, kıvrıldı, bir yılan hıyanetiyle, karanlıkta, o
elim aşk cerihasıyla sızlanan noktayı buldu.
Umur Yiğit Nural
İKÜ Psikoloji III
12 İleri, S., Kamelyasız Kadınlar, Doğan Kitap, 2007, s.226.
13 Nasio, J. D., Aşk Acısı, çev. Hatice Bakanlar, Canan Coşkan, İmge
Kitabevi, 2007, s.139.
DOSYA : TOPLUM ve CİNSİYET
Toplum ve 10 Kadın
İ
nsanların cinsiyeti anne karnında oluşmaya başlar.
Doğumdan sonra toplum içindeki dayatmalarla insanlar toplumsal cinsiyetlerini kazanırlar. Toplumsal cinsiyet, insan ilişkileri sonucunda oluşan normlar, töreler,
gelenekler, kurallar aracılığıyla kadın ve erkeğe ayrı roller
biçilmesidir. Bu da beraberinde kaçınılmaz olarak kadın
ve erkek arasında oluşan sosyal-kültürel eşitsizlikleri doğurur. Cinsiyetleri bakımından bir bütün oluşturan insanların hepsi cinsiyete ait bir topluluk oluşturur. Kadınlar
ve erkekler topluluğu, toplumun sağ ve sol kolu gibidirler.
Ama halk arasında sağ kol tabirinin hangi cinsiyete mal
edildiği tartışma konusudur. Ülkemizde birçok yönetmen
tarafından çekilen filmler toplumda kadının yerini dert
edinmiştir.
Sinemamızın karelerindeki bu imajlar, hikâyeler toplum yapısını olduğu gibi yansıtmasa da toplumsal gerçeğin ipuçlarını taşır. Özellikle Yeşilçam sinemasında kadınların başrolü değil, adamın yanındaki kadını oynamaları,
bir dönem sinemamızda kadınların sadece filmin konusu
olduğunu gösterir. Kadınların namussuzluğu, şehveti ve
ahlak dışı davranışlarını ortaya çıkarmak erkeklerin görevidir. Görevin devamında ise kadına namusu öğreten,
şiddet uygulayarak cezalandıran yine erkektir. Yeşilçam’da
kadına yönelik şiddet içeren sahneler oldukça yaygındır ve
bu sahneler seyirciye bu kadın bunu hak etti şeklinde yansıtılır. Kamera açısının seyirciyi maruz bıraktığı herhangi
bir kadına şiddet sahnesinde, erkek ve kadınların, kendi
cinsiyet rolleri hakkındaki algılarını birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri eylemlerin türü ile belirlediklerine şahit
oluruz. Yeşilçam sinemasının ticarete yenilmesiyle 1975–
1981 yılları arasında bir seks furyası piyasayı sarmıştır. Kısa
bir süre olmasına karşın bu filmlerde oynayan kadınlar
toplum tarafından hiç affedilmemiş, seyirciler tarafından
tüketilip bir kenarda unutulmaya layık görülmüştür. Oysaki erkekler için affedilecek bir fenalık dahi yoktur.
1980’lerde ülkemizin ekonomide liberalleşmesi, dışa
açılması ve küreselleşmesi ile toplum yapısında ciddi dönüşümler ve değişimler meydana gelmiştir. Bu durum kadınlar üzerinde de etkisini göstermiştir. Hukuksal ve ekonomik yönden kadına tanınmış olan her türlü sosyal hak
kullanılmaya başlanmıştır. Böylelikle kadın rolleri, erkek
rolleri ile eşit konumda yer alıyor gibi gözükse de yine aynı
sonuçları doğurmaya başlamıştır. Kadın avukat, doktor,
bankacı olsa bile eve döndüğünde anne, evin kızı, abla vb.
olmaya devam etmiştir. Toplumun, toplumsal dinamikler
açısından kadına karşı bakışını irdelemeye üşenilmediği
bu yıllarda, kadınlar beyaz perdeye özgür kadın olarak
yansıtılmıştır. Bir yandan birey olma çabasındayken, bir
yandan kadınsal duyguların karmaşıklıklarını yaşayan
kadınların içsel çatışmaları temsil edilmeye çalışılmıştır.
Kadın, aynı zamanda cinsellik, duygu ve sevgi gibi temel
ihtiyaçları olan bir birey değil midir? Acaba kadın çoğu
kez kendi yalnızlığında bu duygularını tanımaya çalışırken hem kendisiyle hem de toplumla ne gibi çatışmalar,
çıkmazlar, çelişkiler yaşıyor?
1987 yılında Şerif Gören tarafından çekilen On Kadın
filmi, birbirinden bağımsız dokuz kadının hikâyelerinden oluşmaktadır. Kısa film tadında bir uzun metraj filmi farklı sosyal kesimlerdeki kadınların (gazeteci, gelin,
anne, kuma, köylü kadını, katil, hayat kadını, feminist,
çingene ) yaşantılarına değinmiştir. Gazeteci olan bir
kadının cinsiyetinden dolayı iş yerinden devamlı uyarı
alması hikâyelerden birisidir. O bir kadındır ve elinin hamuruyla ciddi haberlere bulaşması uygun düşmez. Gelin
olmuş bir kadına gelince, erkeğin evinde her şeye boyun
eğmeli, cinsel talepleri geri çevirmemelidir. Bir de üstüne
11
kuma gelmişse, bilmeli ki erkeği her iki kadına da yeter,
zaten çevresindekilere “iki kadına bile bakamadın” da dedirtmez. Dahası kadın kocasının yaptığı namussuzluk yüzünden katil olamaz, çünkü erkek namussuzluk yapmaz,
yaptığı erkeğin hakkıdır. Hayat kadını olmak deseniz,
herkesin sahip olabileceği, para verip susturulan, iş gören
ve başa bela olup sızlanmayan kadın olmaktır.
Filmde dokuz kadının öyküsü anlatılmıştır ve onuncu
kadının hikâyesi de biz kadınların başına gelen herhangi
bir olay olarak sembolize edilmiştir. Bu onuncu kadınların
hikâyelerini her gün basında görmekteyiz. Ülkemizde bir
kadının sokakta şiddet görmesi hatta öldürülmesi normal
karşılanmaya başlanmıştır. Hatta neredeyse sevgi davranışında bulunmak “özel” karşılanır hale gelmiştir.
12
Kadın ve erkek cinsiyetleri arasındaki bu çatışma bir
kaosu meydana getirmekte. Kadına şiddet uygulayan, taciz eden, baskılamaya çalışan erkekleri de dünyaya getiren
ve büyüten kadın değil midir? Öyle bir tezat ki, kadın sanki kendi sansürcüsünü kendisi var ediyor. Bu açıdan bakıldığı zaman da erkeklerin kadınlara beslediği duyarlılığı
kazandıramayan yine kadın olarak görülüyor. Gerçekten
de kadınlar, kendi yarattıkları düşmanlara mı yeniliyor?
Seçil Saraçoğlu
İKÜ Psikoloji II
DOSYA : TOPLUM ve CİNSİYET
Refik Halid
Karay’ın
“Yeraltında
Dünya Var”
Adlı Eseri
Yahut Nebil ile Ravda’nın Aşkı
E
serle ilgili yorum yazmaya başlamadan önce Refik
Halid Karay’ın yazar kişiliği ve eserleri hakkında
bilgi sahibi olmak gerekiyordu. Tabii hangi konuda olursa olsun bir fikir beyan etmek için muhakkak araştırma
yapmış olmak, bazı verilere hâkim olmak ortaya çıkacak
çalışmanın başarısını arttıracaktır şüphesiz. Ancak Refik
Halid’in bir eserini yorumlamak ve değerlendirmek için
çok daha hassas bir çalışma yapılması gerektiği kanaatindeyim.
Siyasî muhalif tavrı ve Millî mücadeleye inanmayan
yazıları nedeniyle “Yüzellilikler” listesine alınarak sürgün
edilen Refik Halid’le, “Yeraltında Dünya Var” eserinin başkahramanı Nebil’in benzeşen karakterleri belki de eseri
anlamanın anahtarıdır. Nebil, dünyanın çeşitli denizlerinde dolaşmış bir şilep kaptanı. Tıpkı sürgünleriyle “Gurbet Hikâyeleri” ve “Memleket Hikâyeleri” eserlerini meydana getiren yaratıcısı gibi.
Serim bölümü kısaca şöyle başlıyor:
Pek görüşmedikleri, varlıklı olduğu halde bir dilenci
hayatı süren halası Mihrican Hanım’dan kalan mirasla
tesadüfen yolu Lübnan ve Antilübnan sıradağlarının arasında kalan Buka Ovasın’daki Ferhan Çiftliği’ne düşüyor.
Nebil’in melankolik karakteri hikâyenin de örgüsünü
oluşturuyor. Bu karakteri nedeniyle yaşadığı hezeyanlar,
başına gelen olaylar okuyucuda da her sayfada farklı bir
izlenim, farklı bir beklenti oluşturuyor.
Tabii melankoliyi tetikleyen belki de üstadın hemen
hemen her eserinde ağırlık verdiği aşk ve kadınlarla olan
ilişkiler yumağıydı. Nebil’in eserdeki ilk kalp çırpınışı,
Şam’da bir gazinoda tanıştığı sahne adı Mina olan ancak
kendisinin ona niye Çıngıl adını verdiğini yine muhteşem
bir tasvirle okurken gözümüzün önünde resmedebildiğimiz bir dansöz.
Kitabın hemen başlarında bir kadınla münasebetten
bahsedilmesi ilerleyen sayfalarda bu konunun çok daha
derin ve detaylı işleneceğinin işareti gibiydi. Öyle de
oldu… Bir kadına duyulan aşk, o aşkın nefretle şefkat, onu
yüceltmeyle yerme arasında gidip gelen med cezirinin serüveni. Ancak buradan kitabın daha ilk sayfalardan itibaren çözülebilen, tekdüze bir eser olduğu gibi bir yanılgıya
kapılmak ustaya çok büyük bir haksızlık olur.
İyi giyimli, yakışlıklı sayılabilir görünümde olan Nebil, miras kalması sebebiyle Ferhan Çifliği’ne yerleşiyor.
Orada çiftlik kâhyası Davut Ağa, yardımcısı Nezir, yemek
ve ev işlerinden sorumlu olan Nuriye teyze ile birlikte yaşıyor. Yağmurlu bir gecede çiftliğe sığınan bir arabadaki
iki adam değil ama yol kenarında mahsur kalan arabadan
inmek istemediği ileri sürülen ve Nebil’in gidip araçtan
çıkmaya ikna ettiği kadın ile başlıyor tüm serüven. Kitabın son sayfasına kadar kadının kim olduğu, Nebil’e olan
duyguları, yoksa bu kadının Nebil’in melankolik karakterinin bir hayal ürünü mü olduğunu anlamak mümkün
olmuyor.
Gece vakti çiftliğe gelen Ravda, Radia yahut Nihan adlı
13
kadın… Amacı ve ne iş yaptığı anlaşılamadığı gibi adı da
ancak finalde anlaşılıyor. Nebil, en çok Nihan ismini yakıştırıyor âşık olduğu bu kadına. Bu aşk ona, öyle karmaşık duygular yaşatıyor ki; sevdiği kadını tasvir ederken kâh
“ karşıdan vuran akşam güneşi her çili üzerinde ışıklanarak bunları havuzlarda ve kavanozlarda gördüğüm kırmızı
süs balıklarının pulları gibi açık mercan renginde parlatmaktadır” şeklinde muhteşem ifadeler kullanıyor, kâh ona
ulaşamamanın öfkesine kapılıp “ bayağı mahlûk! Sürtük…
Bin kişinin artığı! Kızıl derili yılan!” şeklinde aşağılayıcı ve
hakaret içeren sözler sarf ediyor.
Kitap boyunca süren bu gelgitlerle dolu ruh haliyle,
Nihan’ın nezdinde kadınların geneline atfolunan olumsuz ifadeler zaman zaman aşırıya kaçıyor. Bir kadın okuyucu olarak bu duruma içten içe gönül koyuyorum ama
üstada saygımdan çok da dillendirmek istemiyorum sitemimi. Hem onca yaşanmışlıkla yazmışsa, ondan iyi mi
bilebilirdim? Söz meclisten dışarı söylüyordur muhakkak
ve ben de meclistenimdir pek tabii.
Nihan’a olan tutkulu ve karmaşık aşkın içine, polisiye romanları aratmayan bir define, çete, kaçma kovalama
hikâyesinin dâhil olması, tüm bunlara altıncı ve yedinci
bölümde eklenen hikâye hayal mi, gerçek mi sorgulaması
eseri soluk soluğa okunabilir bir sürükleyiciliğe kavuşturuyor. Her sayfada bir hükme varıp, bir sonraki sayfada bu
hükmün tamamen zıttı bir düşünceye kapılıyorsunuz. Bu
dinamik akıcılık, ustaca yapılan kişi, mekân ve konuların
bağlantı ve geçişleri ne çok yavan, ne de anlaşılması zahmetli ağır bir üslup içeriyor. Kıvamı yerli yerinde diyebileceğimiz üslubunu Refik Halid de şu sözlerle ifade eder:
“Romancılıkta kendime göre bir kaidem vardır: Romanı
adileştirmemek ve çok yükseltmemek… Orta bir okuyucuya hitap etmek.”1
Eserde bulunduğu yeri ve çevresini betimleme becerisi, mimari, tarihi, siyasî konularla ustaca harmanlayarak okuyucunun ufkunu genişletmesi, Refik Halid’in çok
yönlü ve donanımlı bir yazar olduğunu ortaya koyuyor. Bir
diğer yandan ise ince mizahla yaptığı tamlamalar kitabı
okurken gülümsetme ve okuyucuyu gevşetme görevi görüyor sanki.
Tüm bunların birer tutam renk kattığı eserde yaşanan
tüm maceranın Nebil’in romanı olduğunu öğreniyoruz.
Roman içinde roman, okuyucuyu beklenmedik bir finalle buluşturuyor. Nebil, adı en son ve gerçek olarak Ravda
olarak karar kılınan, kalbini kıpırdatan, ona bir haftada
roman yazdıran kadına kavuşuyor.
Eserin mesajı ise okuyucuya kalmış gibi görünüyor.
Kimi aşk ve tutku merkezli görür bu eseri, kimileri ise
polisiye ağırlıklı bir macera romanı olarak değerlendirir.
Benim nazarımda ise; insanların zenginlik hülyalarına
1
14
(*) Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, III. Cilt, İstanbul 2008, s
(781).
kapıldıklarında en yakın dostlarına bile şüpheyle bakıp
güven sorunu yaşadığını, servet hırsının aşk tutkusunun
önüne geçip geçmeyeceğinin sınandığını, önyargıların yaşamımızdaki olumsuz etkilerini gözler önüne seren bir kitap. Kaleme alındığı dönemindeki insan ilişkilerini, toplumsal gerçekleri ve zafiyetleri dile getiren, zaman zaman
hicveden, yormadan, sıkmadan bir solukta okunabilen bir
eser.
Günümüze yansıması bakımından da, eserin insan tabiatını temel aldığından hareketle güncelliğini yitirmeyişi, her devre hitap edebilecek nitelikteki konusu da değerini bir kat daha arttırıyor.
Ruhumda güzel bir tat bırakan bu eserden dimağımda
izler kalacak şüphesiz. Kalemine sağlık üstad. Sen, adımın manası gibi gönlümü kaleminle şâd ettin, senin de
ruhun şâd olsun…
Nigar Dilşat Kanat
İKÜ Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
DOSYA : TOPLUM ve CİNSİYET
Anneliğe ve Kadınlığa Dair
İ
nsanlar karanlık çağlarda Pelopones’deki Mekone’de
tanrılarla yaptıkları bir toplantı sırasında, gelecekte
kurban hayvanlarının hangi bölümlerinin tarafların
payına düşeceğini açıklığa kavuşturmak isterlerken,
Prometheus güçlü bir boğayı parçalar, insanlara vermeyi
düşündüğü etin ve bağırsakların üzerine iğrenç sığır
midesini örter, kemik yığınını da bir güzel yağı ile
süsler; sonra Zeus’un seçmesini ister ve o da daha kötü
olan parçayı alır. Zeus ise bu aldatmacaya çok kızar ve
ölümlüleri ateşten yoksun bırakarak cezalandırır. Ancak
Prometheus ateşi çalar ve insanlara getirir. Prometheus’un
ateşi vererek insanları daha güçlü kılmaya çalışmasına
öfkelenen Zeus ondan intikam almaya karar verir.
Hephaistos’u insanoğlunun gördüğü en
güzel yaratığı yaratmakla görevlendirir
ve tanrılar meclisini
toplayarak her birinin
yeni yaratığa özel bir
yetenek vermesini ister. Aphrodite’den cazibesini, Athene’den
becerikliliğini
fakat
Hermes’ten de sinsi
art niyetliliğini alır.
Tanrıların verdiği özel güçlerden dolayı ona “her şey bahşedilmiş” anlamında Pandora adını verir. Kadın, Zeus’un
her türlü kötülüğün bulunduğu, göz alıcı motiflerle süslenmiş kapalı bir kutu olan bu çeyizle dünyaya gönderilir.*
Prometheus’un erkek kardeşi Epimetheus, Prometheus’un tüm uyarılarına rağmen Hermes’in sunduğu Pandora ile evlenmeyi aptalca kabul eder. Bir gün Pandora
merak dürtüsüyle çeyiz kutusunu açar. Ve istemeden insanların üstüne salgınları saçar. Hemen kapattığı kutuda
yalnız umut kalır. Kötülüğün yayılmamış olması umudu.
Ana tanrıçanın bütüncül figürü Olimpos Dağı’nda;
sanki kadının tüm bu karışık, karmaşık, derin zenginliğinden korkulmuşcasına (tanrıça yani kadın) parçalanarak her biri farklı yeteneklere sahip tanrıçalara bölünmüştür. Karşılaşılan yer neresi olursa olsun, ister Olimpos,
ister cennet, ister cehennem, ister yeryüzü; kadın yücelti-
len, tanrısal anlamlar yüklenen; iyiliği ve kötülüğü barındıran, yaratan ve yok eden bir güç olarak görülmüş. Bazen
cadı, kılığında korkulan aynı zamanda örtülüp, gizlenerek, kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. İtilmiş, ötelenmiş olandan, bedeniyle aynı zamanda mahremiyeti temsil ettiği için tehditkar, tekinsiz, tehlikeli algılanan kadına
kadar birçok sıfatla anılmıştır.
Kadın her zaman, yaşam-ölüm, iffetli-fahişe, iyi-kötü,
anne-kadın, geleneksel-modern, Kibele-Pandora gibi ikiliklerin arasında kalır. Gel-gitlerinin yarattığı zenginlikte,
ikilemleri ve gizemi ile her ne kadar kendisini de korkutsa; Oedipus karmaşasının kalıntılarının, annesine öfkesinin ve aşkının, babasının yarattığı hayal kırıklığının, kaybedişlerinin, baş
edişlerinin, umutlarının, babasının
uyandırdığı kadınlığın, annesinin aktardığı kadınsılığın
karmaşıklığının
devingen bir gücüyle kendine yaşamda, yaşamla bir
uzlaşma yolu arar.
Kadına, kadın
olmanın ve anne
olmanın sanki bunlar dişil olanı iki ayrı uçtan birine iten
durumlarmış ve biri seçilmeliymiş gibi düşündüren şey
nedir? Biri olununca diğeri vazgeçilebilir bir yaşantı mı
olmakta; dahası anne olmak kadınlıktan bir vazgeçişi anlamına mı gelmekte? Bu durumda kadınların çocuk sahibi olma isteğini harekete geçiren dinamikler nelerdir? Her
kadın çocuk sahibi olmayı arzu eder mi?
70’lerden önce çocuk, evliliğin doğal sonucuydu. Doğurabilen tüm kadınlar, çok fazla sorgulamaksızın çocuk
yapıyordu. Üreme bir içgüdü, hem dini bir görev, hem de
türün bekası için bir yükümlülüktü. Her “normal” kadının çocuk arzuladığı kabul ediliyordu.** Çocuk arzusunun evrensel kabul edilir durumdayken doğum kontrol
yöntemlerinin birçok kadın tarafından kullanılmaya başlanmasıyla anneliğe ilişkin çift anlamlı durum kendini
göstermeye başladı. Özellikle son üç, dört kuşağın aynı
15
soy zincirine mensup kadınlarına bakarsak bu durumun
ne kadar farklılaştığı fark edebiliriz. O halde yukarıda
sıraladığımız soruların günümüzde birçok kadının aklından geçtiğini ve kafasını karıştırdığını söyleyebiliriz.
İster çocuk sahibi olmaya ister olmamaya yönelik olsun,
kadın bu duruma mantıklı ya da duygusal bir temellendirme yapabilmek için cevaplar bulmaya çalışır. Tıpkı Eliette
Abecassis’in Bir Bebek Bekliyorum “Hayırlı Bir Olay” (Un
Heureux Evenement) otobiyografik romanında kendisine
bu soruları sormaya başladığı
gibi: “Peki insanlar neden çocuk yapar?”***
İster toplumsal baskı, ister
ölüm korkusu, ister biyolojik
saatin baskısı, ister türün
devamlılığı, ister dini görevler,
ister içgüdü denilsin… Sayılan
ya da sayılabilecek tüm
ifadelerin kişide yarattığı
tezahür ve baskısının şiddeti
değişmektedir. Aslında bu
arzunun çok daha derinlerden
gelen bir etkiyle kişiye motivasyon sağladığı, kişinin bunun
çok da farkında olmadığını söyleyebilmek mümkündür.
Eliette Abecassis’in romanından esinlenerek çekilmiş
olan filmdeki (A Happy Event – Aramızda Bebek Var ****)
Barbara karakterinde de açık olarak entelektüel edimleri
ile annelik içgüdülerinin çatıştığı görülmektedir.
Barbara, felsefe üzerine tez yazan, gayet hoş ve çekici
bir kadındır. Akademik kariyer peşindedir ve ona tezini
bitirdiği takdirde üniversitede doçent olma şansı tanınmıştır. Nicolas ise DVD satan
bir dükkânda çalışmaktadır,
Barbara ile çalıştığı dükkânda
tanışmıştır, Uzay Yolu serisinden ve çizgi roman okumaktan hoşlanan, ilerde film
çekmek isteyen bir karakter
olarak karşımıza çıkar. Barbara’nın tarifiyle, neşeli, kaygısız
ve özgürdürler… Ta ki bebeğin
dünyalarına ve yataklarına girmesiyle ve yetişkin konumunu üstlenmeye geçişle birlikte
yaşamlarının olabildiğince değişmesine dek: Küçük stüdyo daireleri üç kişiye yetmediği için daha büyük bir eve
taşınırlar. Nicolas’yı masa başı bir işi olan, takım elbise
giyen bir baba figürü olarak, Barbara’yı ise evde bebeğin
bakımı ve ev işleri ile ilgilenen, bebek dışında yaptığı birçok şeyden vazgeçmiş olarak görmekteyiz. Yani artık özgür değildirler. Kaygılı, yorgun, sıkıcı hayatları olan birer
yetişkine dönüşmüştürler.
Anne-baba adayının çocuk içerikli konular üzerine
16
konuşmaya başladıkları andan itibaren bebeğin öznel
tarihi yazılmaya başlamaktadır diyebiliriz. Fiziksel olarak annenin bedeninde varlığını sürdürmeye başladığı
öğrenildiğinden itibaren de annenin içinde geri dönüşü
olmadığı hissedilen ve hep mutluluk düşleri kurduğu
zannedilen (anne tarafından bile) 9 aylık bir süreç başlar. “Önümüzdeki 9 ayı hayal ettim, bebeğimizle ilgili
hayaller kurarak onun hareket ettiğini hissederek onunla
konuşarak onu severek geçecek 9 ay…” Ancak Barbara’nın
aynı zamanda var etmesi
gereken başka bir şey daha
vardır: Tezi… Teslim etmek
için de dokuz ayı vardır.
Tezinde
“Wittgenstein’ın Öteki Sorunu” nu
işlemektedir. Ancak hamileyken ve bebek dünyaya
geldikten sonra tezini yazmak zorlaşmış, kafasının
içinde yazacaklarını toparlayamaz hale gelmiş,
kısacası dağılmıştır. Yazım
aşamasında bahsettiğimiz bu uçlardaki savruluşları adeta diline ve yazdıklarına yansır. Akademik tutarlılıktan
uzaklaşır, bu sebeple danışmanı, Barbara’nın danışmanlığını başka bir öğretim görevlisine devreder. Kendi bedeni
üzerinden yaşadığı, içinden ivme kazanarak gelen çatışmanın yarattığı enerjisinin onu istila ettiğini söyleyebiliriz. Bebeğinin içinde büyümesi ve şekillenmesine karşın,
bitirilmesi gereken tezi aynı hızda şekillenememektedir. “Korktuğum doğruydu;
içimde başka biri yaşıyordu.
Vücudumun şeklini değiştiren ve onu yöneten, kendi
zevkleri ve arzuları olan
bana emirler veren biri, her
sabah uyandıran vejeteryan
olduğumu unutturan, kahkaha atmaya sebebiyet veren, sebepsiz yere ağlatan,
vücut saatlerimle oynayan
biri.” Artık yalnız değildi, içinde yabancı ve öteki
olan biri vardı ve onunla uzlaşmalıydı. “Ötekini sorgulamak aslında kendimizi sorgulamaktır… İşin içine dil öğesi girince insan kültürel bir varlık olur. Öteki hem benzer
hem farklıdır. Bir düşman ya da tehlike olarak da görülebilir. Öteki yanlış anlaşılmaya mahkûmdur(…)(Barbara)”
diye ifade eder. Uzlaşma ve ılımanlaşma, bedenini istila
eden o gücün dile, kendi sözlerine dökülmesiyle mümkün
olur. Filozofların sözleri ve kavramlarıyla şekillendirdiği
tezi değil, kendi kitabı olacaktır.
Filmde, muayeneye gittiklerinde bebeğin kalp atışının duyulduğu ilk an ve Barbara ile Nicolas’nın beşiğin
üzerinden bebeklerine baktıkları an gibi bazı kareler
vardır ki sanki bunlar düşlemlerine denk düşmektedir. Bu
sahneler, bu anların bozulmasından endişe duyulurcasına
kameranın yavaşça uzaklaşmasıyla sonlanırlar.
Anneliğin mutluluk ve heyecan dışındaki diğer yüzlerinden bahsedilmesi hep kaçınılan bir durumdur. Ancak,
anne olmak kişinin daha önceki hayatından fedakarlık
etmesi hatta vazgeçmesi, bebeğe adanmışlık hali ile birlikte gelen tükenmişliği,
tarif edilemez ve tam olarak neye karşı duyulduğu
bilinmeyen bir suçluluk
duygusunu, ergenliktekine benzer bir alt-üst
oluşu, hayal kırıklığını,
yakın çevreye yöneltilen
öfke ve kızgınlığı da beraberinde getirir. Bebeğe
duyulan şefkat, tarifsiz
sevgi, adanmışlık halinin
ne kadar zıt tarafında yer
alsa da bu duygular anneyi sarsan ve annelik deneyiminin özgünlüğünü, karmaşıklığını oluşturan ruh halleridir.
“Hemşireler, doktorlar, ebeler, kadın doğumcular, o kadar çok insan bana mekanik hareketlerle dokunmuştu ki
mahremiyet hissim kalmamıştı. Parçalanmış, dikiş atılmış,
dikişleri alınmış, asla tam olarak iyileşememiş. …(Barbara)” Annelik neredeyse, travmatik diyebileceğimiz bir şekilde büyük bir şiddetle gelmektedir: Sancılar, spazmlar,
hızlı alınan nefesler, var gücüyle ıkınmalar, itmeler varlığa
gelişin ılımanlıktan ve sakinlikten uzak oluşunun da habercisidir. Tüm bu olanlardan sonra bebeğin kucağa alınmasıyla tüm acı ve şiddetin, birden bıçak gibi kesilmesi
de diğer bir gerçekliktir. Sonrasında kadınlık-annelik çatışmasının kendini dayatması fazla uzun sürmeyecektir.
Hamileliğiyle birlikte, erkeklerin ve kocasının bir yandan
artık onu arzulanacak bir kadından çok bir Meryem Ana
ikonuyla eşleştirip yüceleştirmesiyle (Erkekler bana baktıklarında Meryem anayı görüyorlar, oysa hamile bir kadının vücudunda kopan hormonsal fırtınaları bir bilseler…
Barbara), diğer yandan tüm bu tıbbi işlemler ve doğum
sırasında mahremiyetinin kaybolduğunu düşünüp, cinsel
organının mekanikleştiğini hissetmesi kadına arzu uyandıran biri olmaktan çok uzağa düştüğünü düşündürtmektedir.
Yeni Bir Özneleşme Süreci Olarak Annelik
Bizden önce yaşamış olan kuşakların tarihleri, bıraktıkları izler ruhsal işleyişimizi etkilemektedir. Ergenlikle
beraber özne kendisine, kuşakların ve toplumun tarihi
içinde bir yer bulmaya çalışır. Evlenirken ve anne olurken, anneler ve kızları arasındaki tarih daha da önem kazanmaktadır. Hamilelik sürecinde de özne kendini tıpkı
ergenlikteki gibi tarihlendirme çabası içine girer. Anne
ile kurduğu özdeşimle beraber kız çocuğu bütün bir bedeniyle arzulanan, beğenilen olmayı; kendi bedeninden
yeni bir beden doğurarak tüm bedeniyle fallus olmanın
tarafında yer alır. Böylece yitirdiği narsisizmi tamamlama arzusu içinde olan bir erkekle flört dansını edebilir.
Barbara ise kendini tamamlama arzusunu Nicolas’tan bir
çocuk sahibi olarak gerçekleştirecektir.
Barbara Nicolas ile yaptığı en
şiddetli tartışmasında, kendi
kaybolmuşluk hissini açıklamak istercesine “Kendimi bulmak istiyorum” der ve kızını
bırakarak ve Nicolas’dan ayrılarak annesinin evine döner. Bebeğini arkada bırakmaya razı
olacak kadar kararlı olan bu
gidiş; annesiyle kurduğu özdeşimlere, annesinin tarihine, arzularına bir geri dönüş niteliği
taşımaktadır. Annesiyle birlikte yaşarken ergenliğinin geçtiği
odada geçirdiği zamanlarda yeniden genç kız oluşunu,
ergenliğine bakışını izleriz. Onları çocukken terk eden
baba, filmde hiçbir zaman ortaya çıkmaz (filmdeki geri
dönüşler ve eski bir fotoğraf dışında). Yıllar sonra bir mail
aracılığıyla Barbara’yla iletişim kurar. Babayla olan ilişkinin ılımanlaşması, babanın gönderdiği kamera yoluyla
gerçekleşir. Bebeğinin (Lea) görüntülerini ona göndermesini ister. Barbara ilk başta bu duruma öfkeyle yaklaşsa
da, görüntüleri çekerken sanki babası karşısındaymış gibi
ona tüm inişli-çıkışlı hallerini gösterir. Bunun Barbara’yı
yeniden harekete geçirecek bir atılım yarattığından, kendi içindeki çatışmaların ılımanlaşmasında etkili olduğundan bahsedebiliriz.
Annesi ve ablası Barbara’ya bebek bakımı ile ilgili
aynı kitabın farklı basımlarını gönderirler. 1970 baskısını annesi, 2010 baskısını da ablası. Bu bir nevi hayatındaki kadınların kendi annelik deneyimlerini aynı kitap
üzerinden paylaştıklarını göstermektedir. Aynı kitabın
kendi dönemlerine ait olanını göndermeleri, o dönem annelerinin ortak bir dile sahip olduklarına ya da olmaları
gerektiğine, bunun toplumsal olarak da yaratıldığına işaret etmektedir. Kitaba göre 1970’li yıllarda sigara içmenin
zararı net değilken ve henüz yasaklanmamışken şimdilerde Barbara’nın filmdeki ifadesine göre (yıllar arasındaki
değişiklikler arasındaki abartılı durumu göstermek için)
“insanlık suçu” sayılmaktadır. Zamanla değişen çocuk yetiştirme ekollerinin saplantılı hallere getirilmesi, doğal
süreci yapaylaştırıp, anne çocuk ilişkileri üzerine suçluluk
duygusunu ve mekanikleşmeyi getirmektedir diyebiliriz.
Barbara, evi su bastığını gördüğü rüyasındaki gibi; anneliğe, yaşamının değişmesine önce yavaş yavaş direnmiş,
17
ardından kendini derinliğe bırakarak -bir nevi boğulur
gibi- bedenini istila eden duygulara teslim olmuştur.
Son olarak Barbara’nın erotik yükü olan yapılandırıcı
bir travmayla birlikte yeni bir özneleşme süreci geçirdiğini söyleyebiliriz. Cevaplarını aradığı simgesel kayıplarıyla
ilgili düzenlemeler yaptığını... Bulduğu cevaplar soruları
sonlandırmanın aksine, anneliğe ve kadınlığa dair dile
gelmesinden korktuğu çatışmalara, bu sefer öznel ve kadınsı bir dille yeniden atılım kazandırır.
Hayatımı tepetaklak etti, köşeye sıkıştırdı beni, sınırlarımı zorladı... Dibine kadar kendimden vazgeçmeyi, şefkati
ve fedakârlığı öğretti bana. Peki, annem bana bunları niye
hiç anlatmadı?” Barbara**
Seda Kantarcı
İKÜ, Psikolog
Kaynakça:
*Fink, G. (2004), Antik Mitolojide Kim Kimdir, Çev:
Erfındık Yalçın, S., İzmir: İlya Yayıncılık,
**Badinter, E., (2010), “Kadınlık mı, annelik mi”, Çev:
Ekmekçi, A., İstanbul: İletişim Yayınları
***Abecassis, A., (2007), “Bir Bebek Bekliyorum
Hayırlı Bir Olay- Un Heureux Evenement”, Çev: Özatalay,
Z., İstanbul: Everest Yayınları
****Bezançon, R., (2011), “A Happy Event – Aramızda
Bebek Var”, Fransa: Mandarin Cinema - Gaumont
Kolektif (2009), Mitoloji, İstanbul: NTV Yayınları
Soysal, Ö., (2011), Cinsiyet Psikolojisi Yayımlanmamış
Ders Notları, İstanbul Kültür Üniversitesi
Tillion G. (2006), Harem ve Kuzenler, Çev: Tekeli, Ş.,
Sirman N., İstanbul: Metis Yayınları
18
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Yukarıdan Aşağıya
1. Bir amnezi türü.
2. Bir psikolojik sendrom.
3. Hektometrenin kısaltılmışı. Gülünecek hareketler, güldürü.
4. Yiğit, zeybek. Hatıra. Rubidyumun simgesi.
5. Bir nota. İçinde ateş kırıntıları olan kül.
6. Sinir sisteminin bir parçası. Jamaika’nın plaka kodu.
7. Doğal.
8. Güvenmek işi. Uykuda görülen bir bozukluk.
9. Ağır depresyondaki hastanın başına gelebilecek olumsuz sonuçlardan biri.
10. Eski Türkçe’de dikkat anlamına gelen bir kelime. Çin mimarlığında çok katlı köşk anlamına gelen kelime.
11. İşaret, iz. Amerikan futbolu.
12. Ego. Türkiye’de standardize edilmiş bir grup nöropsikolojik testin yer aldığı batarya.
13. İnsan Kaynakları. Sofra, yemek masası.
14. Bir şehri yöneten kişi. Şüphe.
15. Şişmanlık hastalığı. Sodyumun simgesi.
Çözümleri 40. sayfada bulabilirsiniz.
Soldan Sağa:
1. Haz alma yetisinde azalma. Cinsellik ya da yaşam içgüdüsünü anlatan psikolojik bir
kavram.
2. Kadınlarda görülen cinsel doyumsuzluk. Bir mastar eki.
3. Görüntü kutu (kısaltma). Hicap, arlanma. Bir bağlaç.
4. Rütbesiz asker. Nesnelerin belirli bir düzen içerisinde yerleşmesi. Zevk, doyum.
5. Yaprakları yenen, kokulu bir bitki. En küçük ağırlık birimi. Endonezya adalarından biri.
6. Atmosferde bulunan gazlardan biri. Otomatik pozlama sistemi. Burun iltihabı.
7. Bir geçmiş zaman eki. En azından, hiç olmazsa anlamında bir söz.
8. Bir hastalığın gidişatı ve sonlanması.
9. Cinsiyet hormonlarından bir tanesinin adı. Buddha’nın altında oturup yedi hafta
düşündüğü ağacın türü.
10. Aklamak, temize çıkarmak. Genişlik. Özen, ehemmiyet.
Hazırlayan: Araş. Gör. Serra İçellioğlu
19
İzliyoruz,
Okuyoruz,
Tartışıyoruz
20
söyleşi
Bölümünde bir Dostoyevski uyarlaması olan Zeki Demirkubuz’un
son filmi Yeraltı hakkında söyleyecek, tartışılacak çokça şey olduğunu
düşündük. Dergimizin geçen sayısında bize verdiği esinlerden olsa gerek,
bu söyleşi için de Zeynep Özen Barkot’un yorumlarına çağrıda bulunduk.
Bizi her zamanki heyecanıyla karşıladı, bu heyecana Özge Soysal da dâhil
olmak istedi ve işte sonucunda bu uzun söyleşi ve yanıtlarını aramaya
devam edeceğimiz çokça soru ortaya çıktı.
Enes Bilgi: Yeraltı filmini bir kitap uyarlaması olarak nasıl buldunuz?
Zeynep Özen Barkot: Film genel hatları itibariyle yeraltı insanının tasvirini iyi sunuyor, ama genel
hatlarıyla. Yeraltı adamının taşıdığı
hıncı, öfkeyi, horgörüden onay arayışına savruluşunu, görülme ve tanınma ihtiyacını Muharrem karakteri de
yansıtıyor. Ama öte taraftan Dostoyevski’nin karakteriyle ilgili Zeki Demirkubuz’un es geçtiği ya da özellikle kaçındığı çok önemli bir nokta var.
Yeraltı adamı salt hınçla yoğrulmuş
bir karakter değil, aynı zamanda o
modernist anlatılarda sıkça rastladığımız arzulayan bir özne. Kendisinde anlamlandıramadığı, tanımlayamadığı şey aslında arzunun kendisi.
Hayatın “iki artı iki dört” işlemine
indirgenmesine karşı çıkan, arzunun
her zaman matematiksel hesapları,
modern yaşama özgü bütün formülasyonları bozacağını düşünen, 19.yy
insanının bütün iç çelişkilerini taşıyan bir karakter o. Belki de herkes
gibi olduğundan, hatta kendimizden
de bir şeyler bulacağımızdan dolayı
Dostoyevski karakterini isimsiz bırakıyor. Anonim karakterimiz Zeki
Demirkubuz’un sinemasında Muharrem’e dönüşüyor. Bu ismin tercih
edilmesinde yönetmen şöyle bir analojiye başvurmuş olabilir: Muharrem
(matem ayı olmakla beraber) aslın21
söyleşi
ruh hali okuyucunun kendi içinde de
bir çatışma yaratıyor, bu noktada sana
katılıyorum. Tam kızdığın anda empati geliştirip nerdeyse hak verip ona
acımaya başlıyorsun, sonrasında da
ona acıdığın için kendine kızmaya...
Bu sefer farklı bir çıkmazda hissediyor insan kendisini. Çok gelgitli bu
çatışmanın içinde de okuyucu konforlu yerinden kımıldamak zorunda
kalıyor. Bu durum da insanı acımadan
öfkeye süreğen bir gerilim halinde bırakıyor.
da haram kılınmış anlamına geliyor.
Muharrem gerçekten de isminin anlamına benzer şekilde, nesneler dünyasından mahrum kalmış, deneyimin
hazzına ulaşamayan bir portre çiziyor,
sanki tüm ilişkilerini bu yoksunluk
duygusu belirliyor. Tespiti doğru olsa
da, Zeki Demirkubuz bu yoksunluk
duygusunun çok boyutluluğunu tam
veremiyor. Romanda kendisiyle sürekli çelişen karakter, bir parantez
açar ama o parantezin içinde başka
bir parantez daha açılır. Biz karakteri
tam kavrayıp bir noktada sabitleyecekken, o ansızın bambaşka bir tonda
konuşmaya başlar. Onunla tam alay
edecekken, o bizimle alay eder, bize
güler. Ya da onunla özdeşim kurduğumuzda, ruhsal dünyamızda bize
tanıdık gelen bir yerden bizi yakaladığında “size yalan söylüyorum ki ben”
der. Okuyucu olarak beklentilerimizi
sürekli boşa çıkarır.
22
Muharrem’e gelirsek; Muharrem
tam da bizim beklediklerimizi yerine getiren bir karakter. Bunun pratik
nedenlerinden biri, Zeki Demirkubuz’un Muharrem’le kendisi arasında bir özdeşlik kurması olabilir, bir
bakıma kendi itirafını Muharrem vasıtasıyla gerçekleştiriyor. Dostoyevski
ise –özellikle romanın ilk bölümünde- karakterin kendisinden bağımsız
olarak konuşmasına izin veriyor, romanın diyalojik yapısının nedeni de
bu zaten. Filmde ise Muharrem’in itiraflarıyla Zeki Demirkubuz’un itirafları iç içe geçiyor. Biz o sırada Muharremin ağzından Zeki Demirkubuz’un
konuştuğunu görüyoruz. Öyle olunca
da karakterin o ele avuca sığmaz yönleri kırpılıyor, sivrilikleri budanıyor ve
çapakları temizleniyor.
Özge Soysal: Romandaki anonim
karakterin okuyucuyu sürüklediği
Z.Ö.B.: Bu gerilimin filmde hissedilememesi, Zeki Demirkubuz’un
Türk entelijansiyasına olan kişisel
kızgınlığından da kaynaklanıyor.
Film, romanda geçen yemek sahnesini birebir canlandırıyor ama Mayıs
Sıkıntısı’na yaptığı göndermeler, intihal suçlamaları, bu insanların sol
kesimden geldiklerini ima ederek
Ortodoks-Marksistlere yönelik eleştirisi, karakterin gel-gitli yönlerinin ve
anlatıdaki hicvin gücünü eksiltiyor.
Genel olarak bu, varoluşçuluğun etkisiyle yeraltı adamının yanlış anlaşılmasının da bir sonucu. Yapılan çoğu
okumada yeraltı adamının parodik ve
hicivsel boyutu dışarıda bırakılarak,
aslında ne kadar uzlaşmaz olduğu,
başkaldıran bir insan modeli çizdiği
düşünülüyor.
Ö.S.: Dostoyevski’nin ne de çok
uğraştığı bir konu esasen başkaldırı
meselesi. Hem onun yapıtında çok
ana bir yere yerleşiyor hem de başkaldırıyı ya da daha genel anlamda
özgürlük sorununu keyfi ya da kişinin sadece kendini kanıtlamasına
yönelik bir özgürlük arayışı olarak ele
almıyor. Aslında iyi ve kötü arasında
yapılan seçime yerleşiyor özgürlük ve
sonrasında da bu seçimi üstlenmeye,
sorumluluğunu taşıyabilmeye… Tam
da Muharrem karakterinde gördüğümüz başkaldırıyla derdi var Dostoyevski’nin. Onun salık verdiği ya da insanın yeraltı dünyasındaki çatışmalara,
çıkmazlara bulduğu çözüm böylesi
keyfi bir başkaldırı değil.
söyleşi
Z.Ö.B.: Evet, Dostoyevski’nin örtük olarak belli ettiği çözüm yeraltında saklanmak değil, bilakis hayatın kendisine açılabilmekle ilgili. Bu
nedenle Zeki Demirkubuz’un yeraltı
yaşamına yönelik sempatisi, romanın
bu yönünün ele alınmadığı taktik bir
karara dönüşüyor. Mesela romanın
en önemli bölümlerinden biri olan
subayla karşılaşma hikâyesine filmde
rastlayamıyoruz. Kahramanımızın subaya yol vermemeyi hayatında ulvi bir
amaca dönüştürdüğü o ünlü bölüm,
aynı zamanda Dostoyevski’nin kötülüğe olan yaklaşımının emarelerini de
sunuyor. Dostoyevski’nin kahramanı
doğal bir öz olarak kötülük taşımıyor,
katı olan her şeyin buharlaştığı, bütün
o yerleşik değerlerin dönüşüp yerlerine yeni değerlerin geçtiği bir dünyadaki modernleşme sancısı belirli bir
oranda kötülükte yansıyor. Modern
edebiyatta yeni değerlere tutunamayan, yalpalayan, sesini duyuramayan
karakterlerin öznel farkını gösterebildiği bir alana dönüşüyor kötülük.
E.B.: O subayla çarpışma sahnesi
bir şekilde gerçeklikle de çarpışması
demek değil mi? Sürekli düşlem dünyasında yaşayıp sonra subayla çarpışması ve gerçekle karşılaşması, yine subayın ona aldırmamasıyla bu gerçekle
yüzleşmesinden bahsedebilir miyiz?
Z.Ö.B.: Kesinlikle. Subayla çarpışma, düşlemin sıcak ve korunaklı
alanından çıkıp gerçeklikteki kendisiyle de bir karşılaşma anı. Özellikle
kitabın ilk bölümünde okuyucuda
geliştirmeye çalıştığı “yaşamın sırrına
vakıf olmuş bilirkişi” imgesi, subayla
omuz omuza geldiğinde, yok sayılan
öznelliğinin acısıyla dağılıp gidiyor.
19.yüzyılın tüm çelişkilerini içinde
barındıran yeraltı adamı, farklılıkların
karşılaşma alanı olarak St. Petersburg
meydanlarında onu karanlık izbesinden çıkaracak, varoluşunu başkasının
gözlerinde onaylatacak yeni olasılıklar arıyor. Bu, aynı zamanda okuyucular olarak bizlerin de onun acısıyla baş
başa kaldığımız, onun hezeyanları ve
hırçınlıklarının sebebini duyumsadı-
ğımız bir başka karşılaşmaya evriliyor.
Ö.S.: Bence başından sonuna kadar, hatta sonlardaki itiraflarıyla daha
da aşikar olan şey çocukluğundan ve
yaşam öyküsünden ıstırap çeken bir
karakterin varlığı. Buralarda Dostoyevski’nin kendi çocukluğunun izlerini görmemek elde değil. Ve hep
bir anonim olmuş olmak söz konusu yani çok küçüklüğünden bu yana
fark edilmemiş, aldırılmamış biri var
karşımızda. Özellikle yurtta kaldığı
zamanlarda arkadaş ilişkilerini anlattığında. Her zaman kabul görmeyi
isteyen, onay peşinde olan ama her
seferinde bir hüsranla karşılaşan, üstelik biraz kendisini onaylayacak birisini bulduğunda onun üzerinde neredeyse sadistçe diyebileceğimiz bir
hükümranlık kuran biri…
Z.Ö.B.: Mesela filmle roman
arasındaki temel farklılıklardan bir
tanesi yemek sekansını izleyen sahnede göze çarpıyor. Seks işçiliğine
yeni başlamış bir genç kızla yaşadığı
diyalogdan söz ediyorum. O diyalogda kolektif kötülüğün yansımasını
çok iyi görüyoruz. Yemek masasında
bulunan herkesi riyakârlık ve konformistlikle suçlayan karakterimiz, genç
kıza söylev çekerken, tam da arkadaşlarının içselleştirdiği değerlerden, onların az önce yerleştikleri konumdan
konuşuyor. Yaşadığı hezimetin hıncını, onların konumuna geçerek ve karşısındaki kadını acizleştirerek alıyor.
Filmde ise bu diyalogun tamamının çıkarılmış olduğunu görüyoruz.
Gündelik bir sohbetin ardından Mu-
harrem ulumaya başlıyor. Sanki Zeki
Demirkubuz “ben insanın kötü olduğuna inanıyorum” der gibi. Özellikle sahnedeki aydınlatma -ki bunu
oldukça yaratıcı bulduğumu söyleyebilirim- bu iddianın altını çiziyor.
Muharrem’in duvara yansıyan gölgesi
giderek bir kurtun silüetine dönüşüyor ve onu sessizce izleyen genç kızın
çaresizliği kurban konumuyla birleşiyor. Art arda gelen bu iki sahneden
izleyicinin şöyle bir şey çıkarsaması
bekleniyor: Yemek masasındaki yazar
ve arkadaşlarının konformizmini benimsemektense, insanın kötücül doğasını sahiplenmeyi yeğlerim. Başka
bir deyişle, insan insanın kurdudur.
Böylesi bir argümanı Dostoyevski’de
bulmak hayli güç.
Ö.S.: İlginçtir ki Demirkubuz bir
Dostoyevski filmi yapmasına rağmen
bu yaklaşımın Dostoyevski’ye ait olduğuna ben de katılmıyorum. En
azından böyle bir son Dostoyevski’ye
ait bir çözüm değil. Dostoyevski’ye
baktığımız zaman kötü de iyi kadar
insanın içinde var ve zaten bütün yapıtı boyunca yeraltı dünyasında iyi ve
kötü arasındaki çatışmalarla, insanın
kötüye karşı verdiği mücadeleyle uğraşıyor. Berdayev, Yeraltından Notlar
için “Bu bir tragedyadır aslında” diyor. Dostoyevski’nin insanlığa olan
merhametli bakış açısının bu kitapla
birlikte daha çok içsel çalkantılara
ve kötülüklere kayması söz konunu.
Ama bu aynı zamanda çözümsüz bir
mesela olarak da kalır. Tam da sorduğumuz soru itibariyle insanın içinde
23
söyleşi
hem iyi hem kötü varsa ve özgürlük
sorunu bir çözümü içeriyorsa, o halde
nasıl bir çıkış yolu bulmalıyız? Dostoyevski Yeraltından Notlar’da çözümsüz bıraktığı bu soruyu Karamazov
Karderşler’de Alyoşa karakteriyle çözüme ulaştırıyor adeta.
Z.Ö. B.: Yeraltından Notlar’ın
çözümsüzlüğü ile filmin çıkışsızlığı
farklı yerlerde duruyor. Filmin sonu
Muharrem’in gerçekten de değişmeyeceğini, hınç ve kibre boğulmuş bir
karakter olarak kalacağını ima etse
de, kitabın son cümlesi ufak da olsa
bir değişim ihtimalini imliyor. Yeraltı adamı belki hiç bir zaman şifasını
bulamayacak ama kitabın son cümlesi “her şeye karşın yazmaya devam
edeceğini”, dolayısıyla kendi arayışını
sürdüreceğini muştuluyor. Kaldı ki
Dostoyevski’nin edebi dehası, her zaman değişim fikrine açık olmasından
da ileri geliyor. Karamazov Kardeşler’in İncil’den şu alıntıyla başlaması
hiç de tesadüf değil: “Buğday tanesi
yere düştükten sonra yok olmazsa, bir
buğday tanesi olarak kalır; ama yok
olursa, o zaman bereketli olur.” Gelgelelim onun romanlarında bu değişim,
kendi içindeki kötülüğü kabul ederek
ama onunla savaşarak gerçekliyor,
yoksa basit yoldan kötücül doğanın
varlığını sahiplenip bir vazgeçiş ve
unutuşa sürüklenerek değil.
Ö.S.: İnsan varlığından, ruhsal
dünyadan, ilişkilerden kötüyü muaf
tutarak, silip süpürerek ya da yadsıyarak değil, tam da onun dünyadaki
ve insanoğlundaki varlığını kabul
ederek bu çatışmaları ortaya seriyor
ama sonrasındaki bir seçim bunun
getirdiği çözüm arayışını da kaçınılmaz kılıyor. Belki de hiçbir zaman
nihai bir çözüm, bir son noktadan
değil, daha çok bir seçimler silsilesinden ya da insanın zorbalık tarafında
düşünebileceğimiz bir kötüyü iyiye
dönüştürmek için gösterdiği çabadan
bahsediyoruz. Romanda şunu daha
iyi görüyoruz aslında: İyi insan olmayı
istemek ama bunu bir türlü becerememek, başaramamak.
24
Z.Ö.B.: “İyi olmak istiyorum ama
bir türlü bırakmıyorlar” diyor romandaki karakter.
Ö.S.: Evet, ama filmde Dostoyevski’den ziyade Camus vari bir yaklaşım
ağır basıyor.
E.B.: Yabancı’dan, Camus’den, başkaldırıdan bahsettik. Filmdeki karakterde çözüme ulaşmaya yöneliş yok,
fakat kitapta çözüm arayışı devam
ediyor gibi. Filmle kitap arasındaki en
belirgin farkın bu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ö.S.: Evet, ben katılırım. Yazmak
ve bu eylemi her türlü çıkmazla birlikte sürdürmeye devam ettirmek
önemli bir çaba. Yazı sayesinde çocukluğuna ve gençliğine geri dönüşlerle kendi tarihini yeniden oluşturmaya çalıştığını görebiliyoruz. Diğer
türlü, o çabayı göremesek herhalde
roman bizi baş edilemez bir kızgınlıkla bırakırdı ve karakterle bir türlü özdeşim kuramazdık. Onaylanmamışlıklar, hor görülmüşlükler, yaşadığı
çözümsüzlükler, zaman zaman geriye
itilmişliklerin intikamını almayı düşlemeler, sonra bunun yeniden suya
düşmesi v.b. Tüm bunlarda arayışı
görmek mümkün.
Freud’un da 20. yy.da bu soruyu
sorduğunu söyleyebiliriz aslında. Yaşam dürtüsünden daha sessizce yoluna alan bir başka kuvvetin farkına
varıp, ölüm dürtüsünü kuramsallaştırmak istiyor, hatta akabinde psikanaliz dünyasından birtakım itirazlar
yükseliyor ve kimi ayrışmalar yaşanıyor. Belki senin söylediğin gibi bu
durumu kolektif birçok çıkmazla birlikte düşünebiliriz. Özneyi toplumdan yalıtarak sanki salt bireye has bir
kötünün varlığını düşünemeyiz. Bu
konuda Dostoyevski’nin hiçbir şeyin,
ne özgürlüğün, ne başkaldırının, ne
de iyinin ve kötünün insana dışarıdan
gelmediği ve tam da bu sebeple seçim
yapacak olanın da kişinin kendisi olduğuna dair felsefi bir yaklaşımı var.
Z.Ö.B.: Kötülük ile iyilik arasındaki karşılıklılık ilişkisi olmadan belki
de her ikisinden de söz edemeyiz. Nasıl ki dışarıdan bir şırıngayla kötülük
aşılanamıyorsa, insanın özünde salt
iyiyi taşıdığı da safdillik olur. Ama
mesele, kötülüğün nasıl beslendiğiyle, dışarıya boşaltıldığıyla, dolayısıyla
onu ne şekilde dönüştürüp başa çıkılabileceğimizle ilgili.
Ö.S.: Mesela Dante’nin cenneti,
cehennemi, arafı insanın dışında yer
alan konumlar. Rönesans’la birlikte
insanoğlu iyiyi de kötüyü de, güzeli
de çirkini de kendi içinde taşıdığının
aydınlanmasını yaşıyor. İnsanın içsel
zenginliklerinin, kaynaklarının, çatışmalarının dışa vurması söz konusu.
Bu anlamda Dostoyevski’nin modernizme selam verdiğini söyleyebiliriz.
Z.Ö.B.: Bakhtin diyordu sanırım:
Dostoyevski romanları bir etik söylev,
bir aile romanı ya da romantik roman
değildir. Genelde onun romanları
böyle ele alınır ama daha yakından
bakıldığında serüven romanlarıdır
bunlar. Çünkü anlatıda karakterlerin
iç dünyaları, öznel fikirleri, hayatın
getirip götürdükleriyle, kayıplar ve
kazanımlarla ve en önemlisi bunlara karşı yaptığı seçimlerle şekillenir.
Karakterlerin seçimini belirleyen şey,
dışarıdan gelene ve/veya gerçekle
karşılaşma anlarına açık olmalarıdır.
İyilik ile kötülüğü ayırt edebildiğimiz yer, içsel ile dışsal olanın sürekli
karşı karşıya kalmasından, çatışmasından ya da uzlaşmasından türüyor.
Camus’nun Yabancı’sında bulamadığımız bir nitelik bu. Yabancı’nın anlatısına kayıtsızlık hâkim, Mersault
karakteri yaşamın tümüyle anlamsız
olduğuna kani olmuş durumda. Oysa
kötülük de anlam vermekle ilgili; dışsal olanın etkisi derken, bundan bahsediyorum.
E.B.: Yeraltı filmini izlerken, Muharrem karakteriyle yönetmenin başka bir filmi olan Masumiyet’teki Yusuf
karakteri arasında benzerlikler olduğunu düşündüm. Siz ne dersiniz?
söyleşi
Z.Ö.B.: Ben bu konuda tam tersini
düşünüyorum. Senin bulduğun benzerlikler nedir?
E.B.: Yusuf’un cezaevinden çıkmak istememesi bana Muharrem karakterini çağrıştırdı. Onun için dışarısı
diye bir kavram var ve bilindik olandan
ayrılmak istemiyor. Muharrem karakterinin de filmde farklı olarak yaptığı
şey bir kadınla birlikte olması ve arkadaşlarıyla gerçekten istemeden kendini kabul ettirerek yemeğe gitmesi. Bu
ikisi dışında hep bilinen şeyleri yapıyordu ve kendine ait bir dünyası vardı.
Bu durum bir dışarısı ve bilinen ayrımı
olarak bana benzer geldi.
Z.Ö.B.: Şayet buradan yaklaşırsak,
dış gerçeklikten ya da yaşamın kendisinden korkmak, ortak bir nokta sayılabilir. Ben Yusuf karakterini daha çok
Alyoşa’ya benzetiyorum, Alyoşa da
onun gibi insanlarla iletişim kurmaya, kendini açmaya gayret eder ama
aslında hep kendi korunaklı dünyasında kalır, ta ki kötülükle yüzleşmek
zorunda kalana dek. Ama insandaki
iyiye inanır ki, yeraltı adamı insandaki iyiye çok itimat etmez. İnsanın
özünde iyi olduğu düşüncesi onu güldürür, bununla alay eder. Yusuf ise,
tıpkı Alyoşa gibi başlangıçta iyiliği
muhafaza etmek adına dış gerçeklikten sakınır, ama karşı karşıya kaldığı
kötü durumlarla iyiliği sınaması gerekir Annesinin ona emanet ettiği bir
çocukla hayatına devam eder, hatta
Bekir’in misyonunu devralıp Uğur’un
peşinden gider. İnsani kötülüğü, vefasızlığı, çaresizliği görür, ona maruz
kalır ama tüm bunlar onu gerçek yaşama çıkartır. İnsani olana, iyiliğe ve
kötülüğe aynı anda merhaba der, öte
taraftan da kendini koruyabilir. Bir
çocuğun manevi babası olmak, ona
yoldaşlık etmek, işte Muharrem’in
yapamayacağı bir şey bu. Muharrem
tek gecelik ilişkiden sonra kendisini
ziyarete gelen genç kadına dahi tahammül edemez.
E.B.: Alyoşa karakterinin Muharrem karakteriyle ortak noktası olarak
her ikisinde de iyiliğinin ya da kötülüğünün doğuştan olmasını gösterebilir
miyiz? Mesela Alyoşa bir iyilik yaptığı
zaman o iyiliğin karşılığıyla ilgilenmeyen bir karakter. Muharrem de bu halde mi doğdu?
Z.Ö.B.: Muharrem’in romandaki
gibi çocukluk, gençlik yıllarıyla, geçmişiyle bağı kurulmadığı için dediğin
gibi bir durum oluşuyor. Aslında bu,
Demirkubuz’un hep düştüğü bir handikap. C Blok’tan bu yana ne sınıfsal,
ne ideolojik, ne kültürel hiç bir ayrım
gözetmeden, tüm karakterlerini insan
doğasına özgü bir kötülükte eşitliyor,
kötülüğü doğallaştırıyor. Bir taraftan
özgürlükten bahsederken, onların
farklılıklarını, geldikleri noktaları göz
ardı ediyor.
Ö.S.: Benim açımdan filmin kırılma noktası şuydu: Muharremin sigara
izmaritini ekmeğin üzerinde söndürdüğü sahne. Ekmeği bir simge olarak
düşünürsek, ki ben ekmeğin çocukluğa da gönderimde bulunduğunu
düşünüyorum, karakterin romandakinden farklı olarak bütün değerlerin,
anlamların, simgelerin de üzerinde
bastığını söyleyebiliriz. Belki de bu
filmin daha sonraki karelerinde gördüğümüz hoyratlıkların da başlangıcı
ya da habercisidir.
Filmde Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”üne de çokça gönderme var, özellikle Muharrem’in
buluşmada yaptığı konuşmasında.
Ama Dostoyevski’nin yapıtından
baktığımızda Nietzsche vari bu son
insanın yani tüm değerlerinden, anlamlarından, kahramansı figürlerinden ayrılmış insanın aynı zamanda
bütün umutlarından da arındırılmış
bir insan olduğunu fark ederiz. Sadece kendi biyolojik ve dünyevi sınırlılıklarına hapsedilmiş, onların ötesine
geçebilme umudunu kendi içinde barındırmayan bir insan figürü.
Z.Ö.B.: Film boyunca Demirkubuz’un şu sorusuyla baş başa kalıyoruz: “Muharrem böyle ama baksanıza
diğerleri de nasıl?” Biz buradan nasıl
çıkacağız peki? Belki umudun kendisi
Camus’nün dediği gibi felsefi bir intihardır ama dünyanın anlamsızlığıyla
ne kadar karşılaşsak, ne kadar ondaki
ya da kendimizdeki hiçliği fark etsek
de, bütün fikirler, sanatlar ve edebiyatın kendisi anlam arayışından çıkıyor.
Anlam arayışında olmasa, Dostoyevski belki de Yeraltından Notlar’ı hiç
yazamazdı.
Ö.S.: Evet, Dostoyevski’nin derdinin nüvesinin de bu olduğunu düşünüyorum. Yeraltından Notlar’daki
modernizm eleştirisini, daha doğrusu
yeni doğan bir söylemin eleştirisini
duymamak imkânsız. İyi ve yararlı
şeylerin, insanların çıkarlarına yönelik davranmasının salık verilmesi, iki
artı ikinin dört ettiği teknik, bilimsel bir söylemin çelişkilerini ortaya
sererken sorduğu çok temel bir soru
var: “O halde neden insanlar bütün
bunları bile bile yine de kendi çıkarlarına yönelik davranmıyorlar? Neden
insanlar iki artı ikinin dört etmediği
başka şeylerin peşindeler? Bu cevabı
zor bir soru bence. İndirgemeci ve
pragmatist her türlü söyleme karşı
çıktığından bir tragedya namını hak
eden bir eser bu. İnsanı salt iyi olana,
güzel olana, yararlı olana indirgeyemeyiz. İnsanın yeraltı dünyasında tezatlıkların kaynattığı ve sürekli aktif
olmaya hazır bir volkan var çünkü.
Z.Ö.B.: Burada son derece yaratıcı
bir gözlem var: Yıkma istenci aslen yaratma isteğiyle aynı yerden, arzudan
geliyor. Arzunun durdurulamayacak,
arayışına son verilemeyecek olması,
sırça köşklere girip tarihin sonunu
ilan edemeyecek olmamızın da nedeni. Yeraltından Notlar’ın trajik boyutu bu noktada düğümleniyor bence.
Aslında yaratmak da yıkmak da varoluşumuzun ayrılmaz öğeleri. Her tragedya bu varoluşsal pathosu taşır ve
öyküleştirir; bizi tefekküre sürükler
ve o anda bizler pathosun kendisini
duyumsar, oradan bir etik çıkarım yaparız. Bu aynı zamanda anlatının bizi
sorumluluğa çağırdığı bir noktadır.
Filmdeyse “biz böylesi bir tefekküre
25
söyleşi
Ceza kitabına benzeyeceğini düşünüyordum. Bu nedenle filmin sonu beni
hayal kırıklığına uğrattı, filmin pek
doyurucu bir sonu olmadığını düşünüyorum.
dalıyor muyuz” diye soruyorum kendime.
Ö.S.: Filmde daha tiranik bir hal
var; sanki insanın kendisini tamamen
bilinçdışının tiranlığına bırakıp terk
ettiği, ipleri onun eline verdiği bir
hal...
E.B.: Filmle kitap arasında şöyle
bir fark gördüm: Kitapta “Ben her şeyi
sonuna kadar götüren biriyim” şeklinde tanımlıyor kendisini, fakat filmde
patronundan son kez borç isterken
“Dün arkadaşlarımla şöyle yaptık böyle eğlendik..” gibi ifadeler kullanıyor ve
aslında tam olarak da yapmak istemediği o ikiyüzlülüğü yapıyor gibi...
Z.Ö.B.: Eleştirdiği, hınç duyduğu,
kibirle aşağıladığı insanlara benzemek, onlar gibi olabilmek özlemini
de çekiyor yeraltı adamı. Bununla ilgili Rene Girard’a kulak verebiliriz.
Girard, bu romanın analizinde, “ben
yalnızım onlarsa herkes” cümlesinin
önemine işaret ediyor. Roman aktıkça, parantezler birbirinin içine geçtikçe, zamirlerin yer değiştirdiğini
görürüz diyor: “Ben herkesim onlarsa
yalnız”. Karakteri bir yere sabitleyemememizin, onu tek bir boyuta indirgeyemememizin nedeni, sanki bu
tersine çevrilebilirlikte gizli.
E.B.: Kitapta romantizme, duygusallığa karşı bir tepki var gibi. Romantizmin “her şey iyi olacak” bakışına bir
karşı çıkış olduğunu söylemek yanlış
olmaz. İyi günün karşısında kötü geçen bir gün de olabilir. Kitapta sanki
belirsizlik kaçınılmaz demek isteniyor,
26
insandan iyilik çıkabileceği gibi kötülük de çıkabilir. Dışarısı ise tetikleyici ya da engelleyici bir takım etkilere
sahiptir, yani dışarısı ve biz tamamen
ayrı değilizdir...
Ö.S.: Mesele de zaten bu kötüyle
ne yapılacağı sorusu. Dostoyevski’nin
Rönesans’taki açılımları selamladığını söylemiştim. Öte yandan özgürlük
sorusunu Camus’den farklı olarak ele
alıyor. Rönesans ve aydınlanma hareketiyle özgürleşen insan kaynağı
kendi içinde taşıyan insan olmakla
birlikte Tanrılaşan bir insan da değildir. Dostoyevski’nin eleştirdiği,
özgürlüğün kendini kanıtlamaya,
keyfi bir başkaldırıya ya da zorbalığa
dönüşmesi. Çünkü kaynağı ancak insanın kendi içine yerleştirdiğimiz zaman seçimden, özgürlükten, sorumluluktan ve de suçluluk duygusundan
bahsedebiliriz. Ama tüm bunları gerçeklikle bir karşılaşma olmaksızın da
deneyimlemek mümkün değil.
E.B.: Yeraltından Notlar’da ve Yabancı’da, hepsindeki karakterler çok
fazla gururlu. Mesela Yabancı’da idamından önce rahip gelir ve günah çıkar, dine yönel dediği zaman karakterimiz onu küfürlerle gönderir. Filmde
ise arkadaşının aldığı ödüllerle ilgili
yazıyı gördüğü gazeteyi satın almak
yerine çalar, gazeteyi satın alamayacak kadar gururludur. Tüm karakterlerde haset çok baskın. Filmde o
hırsızlığı görünce karakterin cinayet
işleyeceğine oldukça inanmıştım aslında. Buradan sonra filmin Suç ve
Z.Ö.B.: Bana kalırsa, yönetmen
kendi kurduğu anlatı evreninde tutarlı kalıyor. Filmin anlatısında cinayet gibi büyük bir kırılma yaşanması,
en önemli niteliği eylemsizlik olan
Muharrem karakterine ters düşerdi.
Mütemadiyen hınç duymasının nedeni, öznel bir dışavurumu asla gerçekleştirememesinden, eylemlerinin
sorumluluğunu üstlenmekten kaçınan işlevsiz bir tanınma arzusundan
ileri geliyor. Örneğin yemek masasında yaptığı ve belirli yönleriyle ona
yaklaştığımız konuşmasının asla gerçekleşmediğine, yalnızca izleyiciyle
paylaşılmış bir fantazi sahnesi olduğuna tanıklık ediyoruz. Ya da Türkan
dolayımıyla hayata geçirmeyi planladığı intikam projesinde onun sadece
kendi yüce gönüllüğünün onayını
aradığını görüyoruz. Belki de bunların içinde her şeyi o patates özetliyor.
Ö.S.: Ben de bunu soracaktım, patatesle ilgili ne düşünüyorsun?
Z.Ö.B.: Çok sevdim ben o patatesi.
Bir fetiş nesnesi olarak patateste neyin yoğunlaştığı önem taşıyor. Patates
Muharrem’in ayırıcı bir öznellikten
yoksunluğunun, anonimliğinin ifadesine dönüşüyor. Her yerde bulunabilecek, olabildiğince sıradan, değersiz,
orijinallikten mahrum bir nesne olarak patates, sanki Muharrem’in fark
etmeksizin kendi öznelliğine dair
fikrini somutlaştırıyor. Diğer özneler
tarafından “görülme arzusuyla” dışarı fırlatılan ama onun beklentisine
asla karşılık veremeyecek bir nesne. Zaten
gençlere patatesi attıktan sonra gelen tepki
bunu gösteriyor: İlk başta yarattığı irkilme
yerini gülmeye bırakıyor. Bir bakıma, yeraltı adamı olarak Muharrem’in insanlarda
bıraktığı tat da böyle.
Ö.S.: “Hiç nesne”. Bütün yükleyebileceğin anlamların ötesinde bir “hiç nesne” aslında.
söyleşi
E.B.: Az önce üst insandan bahsettik. Muharrem’in tüm düşmüşlüğüne
rağmen baba figürü olmak, otoriteyi
oynamak gibi bir isteği de var bence.
Yemek sahnesinde kurduğu cümleler
gerçekten de çok güzeldi ve yerine oturuyordu ve söylevleri bir tür papazı ya
da vaizi çağrıştırdı bende.
Ö.S.: “Evet işte bu” dediği bir zaman insanın, hatta Muharrem’i anlayıp, sevmeye başladığı bir sahne. Üst
insanla ilgili Dostoyevski’den yola
çıkarak söylenebilecek çok şey var
aslında. İyi ve kötü arasında seçim
yapmaktaki özgürlük ilk aşama, bir
de bu seçimin sorumluluğunu üstlenmedeki özgürlük var. Bu da isteyenin istediğini seçtiği Camus vari bir
özgürlük anlayışından farklı.
Tüm o taşıdığımız kötülüklere
rağmen iyinin kendisini seçebilmekle ilgili bir dert ve tam
da bu noktadan itibaren başlayan bir özgürlük söz konusu
Dostoyevski için. Ve o bunu
her zaman acının, ıstırabın ve
zorluğun tarafında düşünüyor;
keyfiyetin ya da sorumluluklarından arındırılmış, hafiflemiş
insanın tarafında değil. Mutlu olmak için dünyaya gelen
bir insandan bahsedemiyoruz
Dostoyevski’nin insan anlayışı
söz konusu olduğunda. Güncelin pragmatist, indirgemeci
iyisiyle, insanın kendi içinde keşfettiği aşkın iyi arasındaki farkı gösteriyor
aslında.
Z.Ö.B.: Aynen. Modernliğin güzel ve yüce şeylere yönelik tepeden
inme buyruğu, sınanmadıkça anlam
taşımıyor. Seçim demek, kendisini
apriori olarak dayatanı kabullenmek
değil, denenmemiş güzelliği sınavdan
geçirmek demek.
Ö.S.: Tam da bu noktada Hristiyanlığa da bir karşı çıkışı var. Kötüyü
insan ruhundan def eden ve salt şeytanın tarafına atfeden bir Hristiyanlık
anlayışı yerine insanı eylemlerinden
sorumlu tutan yani onu özneleştiren
bir yaklaşımı yer tutuyor.
E.B.: Bu bahsettiğinizle ilgili Dostoyevski’nin bir sözü var: “Cehennem
insanda sevginin bittiği yerdir”. Bu
sözüyle başlangıcın da bitişin de tüm
yönleriyle içimizde olduğu görüşünde
sanki Dostoyevski…
ÖS.: Kanımca Dostoyevski okuduğumuzda erişilmesi gereken noktalardan ziyade, süreğen bir oluş ve
dönüşüm haline, seçimlere, kararlara, hayal kırıklıklarına, gerçeklikle
karşılaşma, düşme ve yeniden kalkmaya çalışma anlarına, inssanın kendisiyle, dünyayla hesaplaşmasına tanıklık ederiz.
Z.Ö.B.: Farkı da galiba o diğerlerinden. Mesela Enes romantizm eleştirisinden bahsetti ki, katılıyorum bu
mezdim diyor ve kitapta “istek insan
hayatının en güçlü ifadesidir” diye
yazıyor. Bu bağlamda her şeyin başlangıcını eksikli özneler olmaya bağlayabiliriz gibi. İçimizde istek olması ve
içimizdeki savaştan sonra dışarısıyla
da mücadele edilmesi gerektiği...
Z.Ö.B.: 19. yüzyılda sergilenen
billur saraya somut bir gönderme de
olan o sırça köşkün içinde yaşamaya
başlasaydık, ne olurdu? Belki de girdiğimiz gibi çıkardık oradan. Yaratımın koşulu, bize bu tarz bir bütünsellik vakfeden nesneye aslında hiç
kavuşamayacak, eksikli bir özne kalacak olmamızdan kaynaklanıyor. Yaratmak, yıkmak ve yeniden yaratmak;
bu iki itki bir arada varoluyor. Yaratım
süreci her zaman içinde kendi olumsuzlanmasını taşıyor. Çünkü o eksik
kapanmayacak; arzunun diyalektiği
dediğimiz şey de bu olsa gerek.
Ö.S.: Çözüm her şeyin iyi, güzel
ve yararlı olduğu sırça köşkte olmadığı gibi, kötülüğün içinde sinip kalmakta da değil.
Z.Ö.B.: Böylesi bir kabulleniş
bizi sinizme götürür. Tam bir atalet
hali: Hiçbir şey değiştirmeye değmez, çünkü biz kötüyüz.
Ö.S.: Hatta onun da bir sonraki
adımı, bu durumdan haz almaya
başlamak…
tespite. Uzlete çekilen, ruhsal dünyasının karanlık noktalarını sürekli
deşen, çileci romantik karakterin hicvine de denk düşüyor yeraltı adamı.
Dostoyevski’nin neden bir varoluşçu
addedildiğini, kendi çağına biçim
veren bu üst seslerin eleştirisinde de
görmek mümkün. Romantizm ya da
Hristiyanlık gibi, insandan önce bir
özü koymuyor, bu öz varoluşla şekilleniyor. Onun romanları özneyi varlıktan oluşa, olgulardan süreçlere giden
bir yolculuk içinde ele alıyor. Kötülük
yaşadıkça öğreniliyor ve anlaşılıyor.
E.B.: Hristiyanlığı eleştirmek konusunda, sırça köşküm olsa da iste-
E.B.: Camus’nun Düşüş’üyle Yeraltından Notlar arasında nasıl bir
benzerlik olabilir acaba? İkisinde de
karakterlerin farkındalığı yüksek.
Sanki bilmek, bazı şeyleri bilmek, farkındalık o kadar da iyi bir şey değilmiş
gibi, çünkü Yeraltından Notlar’daki
karakterin de sorunları bundan kaynaklanıyor: Çok şey biliyor, işlediği
günahları biliyor, yapamadığı şeyleri
biliyor ve her şey bilmesine rağmen
kötü gidiyor. Ve bilmesinin bedelini
ödüyor gibi sürekli.
Ö.S.: Sadece bilmek ya da farkında
olmak bir şeyleri değiştirmeye yetmiyor…
Z.Ö.B.: Burada dikkat edilmesi
gereken bir başka nokta, karakte27
söyleşi
rin kendine dair güven ve eminlikle
sunduğu bilgiyle, alımlayıcının onun
hakkında inşa ettiği bilgi arasında bir
farkın olması. Başka bir deyişle karakterin sözcesinde onu atlatacak olan
başka bir bilgi de mevcut. Bu tarz bir
bilgiye, bilhassa susuş anlarında, yarım bırakılmış sözlerde, es geçilmek
istenen deneyimlerde rastlıyoruz.
Coşkuyla kendinden bahsederken bir
anda “boş vermemizi” isteyen karakterin sözünü kesintiye uğratan ne?
Bu soru, tam da anlatının bize boşluk
yarattığı noktalarda kendisini gösteriyor. Yeraltı adamının ıstırabı, kendisini gerçek bir yüzleşmeye götürecek
bu boşlukla baş edememesinden de
ileri geliyor. Böylesi noktalarla, Demirkubuz sinemasında yaşamsal akışın kısa devreye uğradığı, belki ölü
anlar diyebileceğimiz duraklamalarda
karşılaşıyoruz. Dillendirilemeyenin
çok şey anlattığı o anlarda...
Ö.S.: Ankara’dan bir sosyoloji öğrencisi bize W. Burroughs, J. Kerouac
28
gibi yazarların temsilcisi olduğu yeraltı edebiyatıyla ilgili bir yazı gönderdi. Belki kapanış olarak bunu ekleyebilirim. Ben de kendisine yazısının
çok iyi denk düştüğünü söyledim.
Çünkü bu söyleşide bahsettiğimiz
varlık anlayışından oldukça farklı bir
görüşü ifade ediyor. Belki de bunu özgürlük ve keyfiyet arasındaki farklılık
olarak da adlandırabiliriz. Söz konusu
olan dürtüsel bir kusma, dışavurumdan ziyade “mantıksal bir başkaldırı”
yani hem kendi içimizde hem de yaşadığımız dünyada gerekçelendirebileceğimiz, insanlarla ilişkilerimizde
sınayabileceğimiz, kaybı olduğu kadar çözüm arayışını da içeren, umut
taşıyan bir başkaldırı ve özgürlük.
Söyleşi: Enes Bilgi
İKÜ Psikoloji III
Özge Soysal
Zeynep Özen Barkot
DOSYA ÖTESİ
Müziğin
Melankolisi
Yaşanılan bir an… Algılanan beş duyu...
Zaman geçtikçe geride kalan çağrışımlar, anılar…
Bazen sadece bir ses… Şayet müzikse konumuz an’a geri
döndüğümüzde zihnimizde başlayan melodidir ya da
zamansız bir şekilde kulağımıza çalınan melodidir bizi
o an’a götürmeye zorlayan. Şayet müzikse o an’ı bize
yaşatan, tonu her ne olursa olsun orada melankoli vardır.
İster heyecan, ister mutluluk olsun, geçmişse eğer varılan
an, o zaman hüzün vardır, çünkü hüzün geride kalandır ve
geride kalan da zaman...
B
urada, melankolinin ve müziğin tanımını yapmak,
farklı terminolojilere göre sınıflandırmak değil
amacımız. Çünkü bu içinden çıkamayacağımız derinliklere götürecektir bizi. Onun yerine müzikte melankoliyi
aramaya çalışacağız.
Hani bazı insanlar vardır, kendilerini saklarlar, yaşadıkları her anda hüzünlenecek bir sebep bulabilirler ve
mutlu oldukları zamanlarda hüznü özlerler. Peki ya biz?
Biz de hüzünlü olduğumuzda arka fonda bir müzik olsun
istemez miyiz, tablomuzu tamamlayan? Yaşanılan olaylar,
karakterler farklı olsa da hepimizin hikâyesinin bir de hüzünlü parçası vardır. Bazen de somut bir olay yoktur yaşanılan ama müzikte işitilenler çok derinde bir yerlerimize
dokunmayı başarır ve içinde bulunduğumuz o andan çok
uzaklarda bir yerlere götürür bizi. Müziği büyülü yapan
budur belki de… Duyularımıza derinden hitap etmeyi
başaran her eser, duygularımızı da yönlendirebilir zaman
zaman. Aktarılır yıllarca hatta. Aslında müziğin oluşum
aşamasında etkili olan müzisyenin öznel yaşanmışlıkları
ve kendisine has melankolisidir ama en nihayetinde ulaştığı hemen herkesde aynı hisleri uyandırabilir. Bazıları
nasıl bu kadar etkili olabiliyorlar? Neden bazı parçalar
zihinlerden silinip giderken, diğerleri yıllarca unutulmuyor ve pek çok kişi tarafından seviliyorlar? Kabul etsek
de etmesek de hepimiz insan olmaktan dolayı yaralara,
kayıplara sahibiz. Kaybedilen, her şey olabilir. Ama söz
konusu melankoli olunca kayıp, sevilen nesnenin kaybıdır. İster yıllarca anılan bir klasik, ister dönemin popüler
parçası olsun içinde hep bir gidene gönderme vardır. Yolu
ayrılmış iki insanın birbirine seslenişi vardır. Belki de yüzüne söylenmeyenler vardır. Belki de gururdan dolayı söylenememiş “gitme”ler vardır. İşte bu noktada tam da bir
dışavurumdur müzik ve aslında bu dışavurumlar, yerine
geçmelerdir. -mış gibi yapmalardır ve geçici bir süreliğine
kayıplarımızı “idare etmemizi” sağlarlar. Müzisyen için bu
dışavurumlar yeniliktir, çünkü bu pek tabi yaratıcı bir süreçtir; yaratıcılığın malzemesi geçmişinden gelse de.
29
Kayıp dediğimiz zaman sevilen nesnenin kaybından
bahsediyoruz. Bu kayıp nesneler, öznel yaşantılar içinde
farklılıklar gösterseler de melankolinin işleyiş mekanizması temelde aynıdır ve melankoliyi bu anlamda yas ve
kaygı gibi bir takım psikolojik süreçlerden -benzerlikler
olmasına rağmen- ayrı tutmak gerekmektedir. Melankolide kişi kendisini işe yaramaz ve değersiz hisseder, zamanla
kendisini diğer insanlardan yalıtabilir. Sebep aradığınızda
çoğu zaman kendisi de cevap veremez ama benlik çöküşe,
çözülmeye gitmektedir. Aslına bakarsak, pek çok davranışımızın altında ne tür yaşantılar olduğunu bilmediğimiz
için, neden böyle olduğumuzu açıklamaya çalıştığımızda
mutlaka somut birtakım olaylar anlatmamız mümkün gözükmüyor. Ortada gerçek olabildiği kadar ruhsal bir kayıp
vardır ve bu kayıp başa çıkılamaz olduğunda, bütün savunma mekanizmaları tükendiğinde psikoza kadar gidebilecek durumlar baş gösterir.
Oldukça melankolik beste ve şarkı sözlerine imzalarını atmış olan bazı müzisyenlerle konuşma fırsatımız olsaydı, belki de pek çoğu hayatı bu şekilde yaşamadıklarını
anlatacaklardı. Örneğin, John Dowland, 1600’lü yıllarda
yaşama veda etmiş ünlü bir İngiliz müzisyendir. Kendisi
literatürde eserlerinin klasik olması ve bugün de hala pek
çok sanatçı tarafından yorumlanmasıyla tanınmasının yanında zamanında melankoli tanımına katkıda bulunacak
kadar melankolik bestelere ve şarkı sözlerine imzasını atmış olmasıyla da bilinir. John Dowland’in kişiliği hakkında aktarımda bulunanlar onun oldukça neşeli birisi olduğundan bahsederler. Oysaki o kendisini “daima hüzünlü”
birisi olarak tanımlamıştır.
Pek çok müzisyene başarısının sırrı sorulduğunda
“müzik benim tek aşkım” cümlesini yanıtlarının bir yerinde mutlaka görürüz. Aslında müzik onların kayıplarına
seslenebilmeleri, onlara ulaşabilmeleri için tek araçtır. Yaratıcı ve yenilikçidir. Belki mazide kalmış belki de hiç olmamış, hayallerde var olan ulaşılmaz sevgiliye seslenirler.
Onu şarkı sözlerinde anlatırlar, ona söyleyemediklerini
şarkı sözlerine yazarlar, aslında müziğin içinde onu yaşatırlar. O, tek, gerçek ve kusursuz aşktır ve müzik onun yerini almıştır. Bu yüzden müzik tek ve vazgeçilmezdir yani
hayallerdeki sevgilinin yerine geçmiştir. Bazı durumlarda
libidonun bağlandığı sevgi nesnesi yitirildiğinde, kurulan
ilişkinin nesnesi ortadan kalkmıştır. Kişi bu ortadan kalkan ilişkinin-ilişki nesnesinin yerine bir başkasını koymaya çalışır. Fakat bazı süreçlerden farklı olarak, melankoli
dönemlerinde bu ilişkinin tekrar kurulabileceği bir nesne
bulunamayabilir ve bu da benliğin çölleşmesine yol açabilir. Müzikle uğraşmak bu açıdan bakıldığında açıkta kalan
bu nesne libidosunun benliğe geri dönmesindense, daha
yaratıcı bir yer değiştirmeyle yeni bir nesneye yönlenmesine sebep olmaktadır. Kişi bu şekilde kendisini değersizleştirmekten kurtulur ve kaybettiği nesne ilişkisini müzikle ikame eder. Bu açıdan bakıldığında, yeni bir nesneye
başvurmanın bir kaçış olduğunu da söyleyebiliriz. Söz
30
konusu olan, kaybolan benliği aramaktır, müzikte var olmaktır. Nasıl ki melankoli varoluşsal bir sorunsal ise, müzik bu sorunsal için araç olacaktır müzisyenin benliğinde.
Buradan hareketle akıllara müzisyenlerin narsistik kişiliklere sahip olduklarına dair görüşler gelebilir. Freud’un
“Yas ve Melankoli” adlı makalesinde belirtilmiş olduğu gibi
melankoli, bir takım özelliklerini yastan aldığı kadar diğer
bir takım özelliklerini de narsisizme doğru giden yoldaki
narsistik nesne seçimleriyle başlayan süreçten alır. Melankolide daima bir hüzün ve kendine acı çektirme vardır. Yazımızın başında da hüznü özleyen insanlardan, uzun süre
mutlu olduğunda kendisini rahatsız hisseden insanların
varlığından bahsetmiştik. Bu sahneye eşlik eden bir de
melodi olduğundan mutlaka. Melankolik bir ruh haline
geçildiğinde akla ilk gelen unsurdur tamamlayıcı müzik.
Düşündürebilir, ağlatabilir, isyan ettirebilir, rest çektirebilir sözleri. Çünkü kendiliğinden dökülemeyen sözler,
gerçekleşemeyen eylemler müzikte saklıdır. Melankolide
hep bir kapanma vardır. Kaybedilene karşı duyulan nefret
ama bir yandan da özlem, doğrudan o kişiye yönlendirilemediğinde, melankolik bir şekilde kişinin bu duyguları
kendisine yönlendirmesine sebep olabilir. Kendine duyulan nefret, yetersizlik duygusu ve sürekli bir acı çekme
hali bundan kaynaklanır. Bu yüzden şarkı sözlerinde de
gelmeyecek olanı beklemek, ona seslenmek ve ondan asla
vazgeçmeyecek olmak aktarılır. Oysaki vazgeçilmeyecek
olan acı çekmektir. Hiç gelmeyeceğinizi bilirseniz, kendinize çektirdiğiniz acının bitmeyeceğini de bilirsiniz.
Müzisyenlik ve narsistik kişilik yapısına geri dönecek
olursak, kimi müzisyenler için söz konusu olanın, sevgi
nesnesinin yitimi karşısında açıkta kalan libidinal enerjinin benliklerine geri dönmesi ve başka bir sevgi nesnesine yatırım yapılamaması olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
tekrar kaybetme, yeni bir kayıp yaşama korkusu devam
etmektedir. O kadar yoğundur ki bu korku, belirsizliğe
yatırım yapamaz artık. Müzisyenin benliğinde, müzik
tam da ihtiyaç olan değil midir burada? Müzik, gideni
temsil etmede kullanılan bir araç olmasının yanı sıra, hiç
bitmeyecek ve gitmeyecek olandır da. Freud yine “Yas ve
Melankoli” makalesinde, bu açıkta kalan enerjinin maniye
dönmesinin de mümkün olduğunu belirtir. Açıkta kalan
bu enerjiyi daha işe yarar bir aktiviteye dönüştürme yani
müziğe olan ilgi, burada belki de savunma mekanizmalarından biri olan “yüceltme” şeklinde belirmektedir.
Müzik ve melankoli sıkı bir şekilde harmanlandığı takdirde, bir yaşam şekli haline gelebiliyor. Örneğin bizdeki
arabesk kültürü… Can sıkıcı olaylardan sonra bunu doya
doya yaşamak isteğine eşlik eden derinden sarsıcı bir müzik. Her daim mazlum olma hali, her daim âşık olma ve
hep yetersizlik duygusu yok mu aslında arabeskin içinde?
Delicesine âşık olunsa bile âşık olunanın mutluluğu için
yine o’ndan vazgeçmek. Arabeske ek olarak konumuzla
ilişkili, çoğumuzun artık aşina olduğu “Emo” akımına da
değinmeden edemeyeceğim. Yaşam şekilleri olarak giyim
tarzından, saç modellerine kadar bu akımı benimseyenlere yön vermesine rağmen, en temeldeki ortak noktaları
her zaman melankolik olmaları. Yüzlerinde her an ağlamaklı bir ifade ve daha o yaşlarında sanki bütün dünyanın
yükü onların omuzlarındaymış gibi yorgun bir benlik ve
bıkkınlıkla yaşamlarına devam ediyorlar. Elbette tabloyu
tamamlayan unsur yine müzik. İçinde her türlü yetersizlik, değersizlik, umutsuzluk duygularını barındıran şarkı
sözleri ve bu şarkı sözlerine uyumlu bestelerin yaratıcıları
olan gruplar, müzik çalarlarının kulaklıklarından onlara
sesleniyorlar. Tabi bir de zaman sorunsalı var. Hiçbir şey
bulamadıysak melankolik olmak adına “nasıl geçti habersiz...” diye başlayan şarkı sözleriyle geçen zamana, geride
bıraktıklarımıza üzülürüz. Bir zamanlar dinlediğimiz müzikleri tekrar dinleyip, anılarımızı tazeleriz. Bilincimizde
olmayanları bir anda oraya taşıyıverir müzik ve bir zamanlar genç olduğumuzu hatırlarız. İnsanın hayatı boyunca
hiçbir zaman kontrol edemediği bir gerçektir zamanın
geçmesi. Yani en çaresiz hissettiklerinden biri. Hayattaki
yegâne gerçeklerden “ölüm”e yaklaştıran zaman… Melankolik olmak için daha başka neye ihtiyacımız var ki?
bitmiş, unuttuk dediklerimizin hep oralarda bir yerlerde
kendilerini yeniden düşünmemiz için ufacık bir titreşim
bekledikleri olacak. Biz onları unutmadıkça, onlar da bizleri yalnız bırakmayacak. Böyle bir ikili ilişki içerisinde,
bağımlılık olacak müzik benliklerimizde. Bırakılanlara
sesleniş, çaresizliklere umut… Hiç dönmeyecek de olsalar,
hiç gerçekleşmeyecek de olsalar…
Arş. Gör. Serra İçellioğlu
İKÜ Psikoloji Bölümü
Yazımızda müziği melankolik yaşantıların içine yerleştirerek, melankolinin tamamlayıcı bir öğesi olarak ele
almaya çalıştık. Konumuz melankoli olduğundan, müziğin içinde melankolinin yerini bulmaktansa, melankolik
ruh halinin müziğe nasıl temas ettiğini, hangi arayışlar
sebebiyle bu temasın gerçekleştiği sorularına cevap bulmayı denedik.
Müzik ister dışavurum, ister savunma mekanizması olarak hayatımızın içerisinde yer bulsun, melankoli
anlarında en sadık dostumuz olmaya devam edecek gibi
gözükmekte. Kimse olmadığı zamanlarda gidene onunla sesleneceğiz. Yalnızlığımızı paylaşacağız şarkı sözleri
ve bestelerle. Uzun zamandır görmediğimiz bir dostumuz ile karşılaşmışçasına sevineceğiz eski melodiler kulağımıza geldikçe. Ve farkına vardığımız, aslında gitmiş,
31
İstanbul Boğazı’nda Bir Fransız
“Kuşun öttüğü gibi resim yaparım ben”
32
Claude Monet
Esintisi: Claude Monet
DOSYA ÖTESİ
B
ilindiği üzere 9 Ekim 2012 ve 6 Ocak 2013 tarihleri
arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde Monet’nin Bahçesi sergisi vardı. Sergide ünlü ressam Claude Monet’nin,
Marmottan Müzesi’ndeki koleksiyonunun bazı parçaları
sanatseverlerle buluştu. Bu yazımızda sergiye gidememiş
olan kişilere, sergide sunulan bazı bilgileri de paylaşarak,
Monet’yi ve Monet’nin eserlerini anlatmak istedik.
Adolphe ve Louise-Justine Monet’nin oğulları Claude Monet, 14 Kasım 1840 tarihinde Paris’te dünyaya gelir.
Monet, 20. Yüzyıl sanat akımlarını büyük ölçüde etkilemiş
olan empresyonizm (izlenimcilik) akımının öncüsü kabul
edilir.
Monet’nin eserlerine yakından bakıldığında ilk dikkat
çeken unsur, alışılmıştan farklı tarzda olan hatta karmaşık
denebilecek fırça darbeleridir; ancak uzaktan bakıldığında bu fırça darbeleri içinde Monet’nin anlatmak istediğini
görebiliyoruz. Dikkat çeken bir diğer unsur da resimlerin
tüm tuvali kaplamıyor oluşudur. Bu özellik Monet’nin
çoğu eserinde gözlemlenebilir; hatta bazı eserlerinde tuvalin hatırı sayılır kısmı boştur, boyanmamıştır. Bu durumun sebebi ünlü ressamın, aktarmak istediğini tuvale aktardığına ikna olduğunda, tuvali daha fazla boyama gereği
görmeyişidir.
Monet’nin doğayı ve şehrin karmaşasından uzak, bozulmamış manzaraları resmetmeyi sevdiğini söyleyebiliriz. Maddi durumu elverişli hale geldiğinde Paris’ten
ayrılır ve yaşamak için daha sakin yerler tercih eder. En
son 1883’te ölene kadar yaşayacağı Giverny’e taşınır. Monet, 1871-1878 arasında Paris yakınlarındaki Argenteuil’de
ikamet eder; burada ünlü eseri “Argenteuil Yakınlarında
Yürüyüş” için eşi Camille ve oğlu Jean civardaki çiçekli
çayırlarda ona modellik yaparlar. Camille, yalnız Monet’ye
değil, Monet’nin dost çevresine de modellik yapmıştır. Bu
çevre, gelecekte izlenimcilik olarak bilinecek olan ve aralarında Pierre-Auguste Renoir, Frederic Bazille ve Alfred
Sisleyyeni’nin de bulunduğu bir resim anlayışını savunmuştur.
Monet’nin, Giverny’deki bahçesini çok sevdiğini söyleyebiliriz. Bu, tüm yıl boyunca yemyeşil, çiçeklerle dolu,
bakımlı ve çok güzel bir bahçedir. Monet, bahçesini böyle
tutmak için büyük emek harcar ve bahçeyle tam 8 bahçıvan ve Monet’nin bizzat kendisi ilgilenir. Monet bahçesini
daha da güzelleştirmek ve nadide çiçekler satın almak için
büyük meblağlar harcamaktan kaçınmaz. Salkımsöğütler,
Japon şakayıkları, su süsenleri, gelincikler, krizantemler,
ayçiçekleri, beyaz ve sarıpapatyalar, nil zambakları, sarızambaklar Monet’nin meşhur bahçesindeki çiçeklerden
33
bazılarıdır. Tüm bu çiçekler, nilüferli göletin kenarlarında
yetişir. Göletin üstünde ise japon köprüsü uzanır. Japon
köprüsü, gölet ve diğer çiçekler Monet’nin eserlerinin
büyük çoğunluğuna ilham kaynağı olmuşur. Monet’nin
çiçek tutkusunun ömrü boyunca devam ettiğini, çiçeklerle bir hayat sürüp, onları resmettiğini söylemek yanlış
olmaz. 1883’te Giverny’deki bahçesine diktiği ilk çiçekler
ünlü sanat simsarı Paul Durand- Ruel’in yemek odasının
duvarlarını süslemek için yaptığı otuz altı natürmortun
teması olur.
Monet, 1918 ve 1924 yılları arasında son resimlerini yaparken gözleri iyice bozulmuş haldedir. Kataraktın yanı
sıra ksantopsi hem görüşünün bulanıklaşmasına hem
de her şeyi sarımsı görmesine yol açar. Bu çifte bozukluk
onun sadece yeşiller, sarılar ve kahverengilerden oluşan ve
motiflerinin anlaşılmasını güçleştirecek kadar dağılmış
formlardan oluşan resimler yapmasına yol açar. Üç kornea
ameliyatından sonra 1924’te görme yetisini tekrar kazandığında Monet, bu resimlere şaşırsa da resimleri gözlerine sadık kalarak yaptığı için de memnundur. Hoşuna gitmeyen çalışmalarını genellikle yok eden ressam, bu eşsiz
34
eser serisini korur. Bu tablolar 20. yüzyılın ikinci yarısında
soyut ressamlara esin kaynağı olacaktır.
Su bahçesi 1914’de Monet’nin tek resim konusuydu.
Artık 75 yaşına gelmiş ressam inanılmaz bir çabayla zoru
başararak şövalesini bir kenara bırakıp yalnızca büyük
boyutlu işlere girişir. Bu, uzun süredir düşlediği bir projedir. Nilüfer göletinin atmosferini yansıtacak büyük duvar tabloları Orangerie Müzesi’ndeki “Nilüferler” olarak
tanıdığımız “İtalgrandes Décorations” un bazı bölümleri,
1. Dünya Savaşı’nın sona erişini kutlamak üzere Fransız
devletine bağışlanır.
Monet 1926’da hayata gözlerini yumduğunda, Giverny’deki ev ve oradaki sanat eserleri tek varisi olan Michel’e
miras kalır. Çocuğu olmayan Michel ise bu mirası Paris’in
16. idari bölgesindeki Marmottan Müzesi’ne bırakır. Müze
bu sayede 1966’da dünyanın en büyük Monet koleksiyonuna sahip olur.
Sinem Çerkez
İKÜ Psikoloji II
DOSYA ÖTESİ
Rahatsızlık Veren Bir Edebiyat:
Yeraltı Edebiyatı
Y
eraltı edebiyatı ile tanışmam geçen sene gerçekleşti. “Okuyuculara kötü örnek olması ve fazlaca
müstehcenliği” nedeniyle Türkiye mahkemelerinde sürünen yeraltı edebiyatı eserleri, aslında basında gündem
olması nedeniyle, kitapların ve yazarların isimleri zihinlerimize bizler farkında olmadan işleniyor ve onlar hakkında merakımız artıyordu (ya da arttırılıyordu). Chuck
Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” isimli kitabı hakkında
çokça konuşuluyor, girdiğim kitapevlerinde çok satılanlar kısmında yer alıyordu. Bu kitabı Türkiye’de yayınlayan
Ayrıntı Yayınları sahibi Hasan Bahri Çıplak ve kitabın çevirisini yapan Funda Uncu hakkında hapis istemleri gündeme geliyordu.
Ben yeraltı edebiyatından, medya sayesinde haberdar
oldum. Palahniuk’un yayınevi sahibi ve çevirmeni mahkemelik eden eserini edinmesem de, onun stilinde yazılmış birçok eser edindim. Kitapları okuduğumda, evet
müstehcenlik ve ahlaksızlıkla sıkça karşılaştım, fakat bu
durum beni rahatsız etmenin aksine insan olarak; kendimize ne kadar yabancılaştığımızı, iç dünyamızı unuttuğumuzu hatta bunun bizi rahatsız ettiğini ve insanlığımızı
ayıpladığımızı gösterdi. Yeraltı edebiyatını incelediğimde,
eserlerde anlatılmak isteneni anladığımı düşündüm. Bu
edebiyat şu şekilde betimlenmekteydi:
“18. yüzyıldan günümüze kadar süregelen
bu önemli yazı biçimi; öncelikle cinselliğin,
şiddetin, insan psikolojisinin dehlizlerinin,
inanca ve ahlaka ters düşen her türlü tutumun
övüldüğü, yüzlerin etik değerlere ters dönüldüğü
bir oluşumdur ve normalde olan karşı duruşuyla
edebiyatı besleyen en önemli kollardan biri
haline gelmiştir.”1
Okuduğum her bir eser, beni her cümlesinde ayrıca
şaşırtıyordu. Daha önce okuduğum hiçbir romana benzemeyen bu romanlar hiç de “tıpkı romanlardaki gibi” veya
“tıpkı filmlerdeki gibi” şeklinde betimlenen tozpembe
yaşamları veya olayları aktarmıyordu. Alışkın olduğum
1 http://www.sabitfikir.com/dosyalar/yeralti-edebiyati
romanlarda okurken tanık olmadığım bir ton farklı çeşit
hayat ve olayla yüz yüze kalıyordum. Bu durum beni rahatsız ediyor muydu peki? Aslında, hem evet hem hayır.
Yeraltı edebiyatı, kalıpları yıkmak, alışıldığın dışına çıkmak ve okuyucusunu rahatsız ederek onda bir farkındalık
uyandırmak amacına odaklanmıştı. Eğer bu şekilde düşünürsek evet, rahatsız oluyordum. Yani bu edebiyat biçimi
istediğini uyguluyordu üzerimde; fakat oradaki yaşamları,
belki “midenizi kaldıracak betimlemeleri okumak ve gözünüzde canlanışını yaşamak sizi rahatsız ediyor mu?”
ve o kitabı anında defetmek istiyor musunuz?” şeklinde
sorulursa yanıtım hayır olurdu, çünkü geleneksel romanların beni kandırmasını durup izlemek yerine bana dürüstçe gerçeğin sunulması hoşuma gidiyordu. İşte bu ayrı
bir hazdı benim için, çünkü önceleri okuduğum sıradan
romanlarda doğallık adına eksik bir şeyler seziyor, adeta
kandırıldığımı düşünüyordum. Fakat yeraltı romanlarında insanın her türlü zaafını, eksikliğini, çirkinliğini ve ahlaksızlığını görmek beni mutlu ediyordu. Ortada bilinmeyen ve açıklanamayan bir durum kalmıyordu çünkü, belki
de insanoğlunun bilinçdışında yer ettiği düşünülen birçok
şey (ve psikanalizin üzerinde çokça durduğu cinsellik kavramı) tüm müstehcenliğiyle sunuluyordu:
“…Çünkü yerin altında olanları; uyuşturucu
ya da seks bağımlılarını, hayat kadınlarını,
transseksüelleri, işsizleri, evsizleri ve bilumum
çarpık hayatın – bastırılmış duyguların –
yansımalarını günlük yaşantımızda, genel geçer
ahlak yasalarının izinden giden bilinçaltımızda
görmüyor ya da hissedemiyoruz, hatta belki
de görmezlikten geliyoruz. Bu tür bir yaşamın
gerçekliğine, belki kollardaki iğne deliklerinin
acısına ya da küçük hayatını çalarak kazanan bir
çocuğun hissettiklerine mümkün olduğunca uzak
duruyor – uzak tutuluyoruz. İşte yer altı edebiyatı
bizim görmediklerimizi, duymadıklarımızı
ya da “bulaşmayı” istemediklerimizi tüm
gerçekliğiyle, çoğu zaman erotik bir dille ya da
hiç duymadığımız bir jargonla masaya yatırıyor.
Anlattığı hikâyeler ister gerçek olsun ister
35
kurmaca; tüm kahramanlar aslında bizlerden
birileri. Burada zengin, yakışıklı, güzel ya da
başarılı insanların göz kamaştırıcı – hatta belki
inandırıcılıktan uzak muhteşem hayatlarına yer
yok. Burada kimse süper kahraman ya da “en iyi”
değil. Çoğunlukla kaybedenlerin toplandığı ve
aslında herkesin içinde biriktirdiklerini hep bir
“Asileri,
elden kanala bıraktığı yer burası.”2
Aşağı Tırmananların,
Dönüp dolaşıp yine içinde bulunduğumuz kapitalist düzene ulaşıyoruz aslında. Hayat kadınları, uyuşturucu bağımlıları, eşcinseller gibi marjinaller; kapitalist sistemin onaylamadığı tipler kategorisine giriyor. Bu tipler,
sisteme düzenli uyum sağlayamayan, daha doğrusu sisteme uyum sağlamadan hayatlarını devam ettirmek dışında
başka şansları olmayan insanlar. Burada ironik olan şey,
onların sistem tarafından, sistemin kendi elleriyle yaratılması ve yine sistem tarafından yok edilmek istenmeleri.
Ve bu da benimsenen sistemin ne kadar tutarsız ve akıldışı olduğunu bize kanıtlar nitelikte.
Yeraltı edebiyatı ismi nedeniyle de tartışılmaktadır.
Sadizmin fikir babası diye anılan Marquis de Sade ve Beat
Kuşağı ile anılan bir edebiyat biçimidir. Yeraltı edebiyatı
aslında sadece bir basım tekniği diye kabul edilmektedir. Bu teknik, kapitalist sistemin sunduğu veya dayattığı
yöntemlere bağlı kalmadan bağımsız bir şekilde eserleri
çoğaltıp okuyuculara ulaştırmaktadır. Eser içeriklerinin
sisteme başkaldırı şeklinde olup da kitapevlerindeki raflarda hiç de makul fiyatlara satılmaması (hatta sadece kitapevlerinde bulunması dolayısıyla ticarete ve ekonomiye
yaptığı katkı yeter) onları -basım tekniği açısından düşünürsek- yeraltı yapamaz. Günümüz en çok okunan ve yeraltı diye anılan yazarları William Burroughs, Jack Kerouac, Allen Ginsberg gibi Beat Kuşağı temsilcileri ise, basım
tekniklerinden dolayı değil, kişisel duruşları ve eserlerinin içerikleri nedeniyle yeraltı diye anılırlar. Raflarda makul fiyata da satılmadıkları bir gerçektir fakat günümüzde
herkesin öyle ya da böyle bu sistemin bir parçası olduğunu
göz önünde bulundurursak, bu yazarların da gerekli olan
başkaldırıyı eserlerinde sunarak yeraltı edebiyatı yapmak
dışında başka şansları yoktur.
Türkiye’de yer altı edebiyatı eserleri çıkaran yayınevlerinin sınırlılığından bahsetmek yerinde olur. Altıkırkbeş
Yayınları, Ayrıntı Yayınları ve Sel Yayıncılık en çok yer altı
edebiyatı yayınlayanlardır. Son olarak, yer altı edebiyatını betimlemek gerekirse, Ayrıntı Yayınları’na başvurmak
yerinde olur:
2 http://www.sabitfikir.com/dosyalar/yeralti-edebiyati
36
Kaybedenlerin,
Hayalperestlerin,
Küfürbazların,
Günahkârların,
Beyaz Zencilerin,
Yola Çıkmaktan Çekinmeyenlerin,
Uçurumdan Atlayanların…
Dili, sesi
Yeraltı Edebiyatı…”
Duygu Yeniçınar
Hacettepe Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü
DOSYA ÖTESİ
Düşüş ve Biz
İ
lk okuduğum Albert
Camus
romanı
olan
Yabancı
bizden
çok farklı olan, hayal
etmekte zorlandığımız bir
«öteki»ni anlatmaktadır.
Öyle ki bu “öteki” karakteri insanda uyandırdığı
“bunu nasıl yapabilir!” gibi
tepkilerle adeta bizden biri
değildir.
Düşüş romanında ise
buradaki
karakterimiz
olan Jean Baptite Clemence kendini herkesin imrenerek
baktığı biri olarak anlatır. Her fırsatta iyilik yapmaktan
kendini alamayan biridir. Hatta o kadar hayır severdir ki
fakirlerin avukatlığını ücret almadan yapar. Buna rağmen
karakterimiz Paris’den ayrılıp Amsterdan’a yerleşmiş, çoğunlukla denizcilerin tercih ettiği üçüncü sınıf bir barın
müdavimlerinden olmuştur. Clemence kendisindeki bu
değişimi adım adım anlatsa da ben burada yalnızca iki tanesine değineceğim.
İlk olay nehir kenarında yürürken yanından geçtiği
bir kızın intiharına tanıklık etmesidir. Bu önemli olay
sırasında Clemence kayıtsız kalmış kıza herhangi bir
yardımda bulunmamıştır. Ve bu kayıtsızlığı onu kendi
değerlerini sorgulamaya iter. İşini yaparken, herkesin
karşısında kendi deyimiyle “sahnedekinden” çok daha
farklı biri olduğunu anlamasıyla Clemence’in düşüşü de
başlar. Clemence o gece sahnedekinden çok farklı davranmış, kızın intiharına kayıtsız kalmıştır. Çünkü çıkarlarına
ters düşmüştür, yapılacak işleri vardır...
İkinci kırılma anı ise trafikte yeşil ışık yandığında
aracının motoru stop eden bir adamla arasındaki
sürtüşme sonucu gerçekleşmiştir. Her ne kadar adamı
nazikçe uyarsa da adam kendisine çıkışır. O sırada
trafik sıkışmıştır ve etraflarında kalabalık oluşmaya
başlamıştır. Bu sırada kendisini kavga etmeye çağıran
sürücüyle yüzleşen Clemence›a kalabalıktan biri çıkıp
çok aşağılık biri olduğunu söyleyerek yumruk atar. Bir an
için Clemence o kalabalığın öfkeli ve aşağılayıcı gözlerine
hapsolur. O anda Clemence›in övünerek bahsettiği, hatta
“Bir bedeni olmak için yaratılmıştım ben” diyecek kadar
kabarık olan egosu parçalanır. O günden sonra defalarca,
ona yumruk atan kişiyle ödeştiğinin hayalini kurar. Gerçekte bir avukatken ona yumruk atanın celladı olmak, onu
yasaların adaletiyle değil kendi adaletiyle cezalandırmayı
düşler. Bu da Clemence’in kendisine zarar vermediği sürece suçluların yanında olduğunun, işinde bile ikiyüzlülük
yaptığının bir göstergesidir. Yani Clemence tehditle karşı
karşıya kaldığında dışarıya yansıttığı gibi ne ahlaklı ne de
adalete inanan biri olduğunu bu düşlemleriyle herkesin
gözü önüne sermiş olur. Sonrasında ahlak anlayışının ne
kadar yanlış olduğuyla yüzleşmek zorunda kalır. Bu süreçte kendisi ve toplumla ilgili sorunlarını adını asla öğrenemediğimiz arkadaşına bir bir anlatır.
Burada yazarın üslübunun önemi büyüktür. Her ne
kadar iki kişi arasında geçse de kitabın monolog şeklinde
olması bize Clemence’in hatalarını itiraf ediyormuş hissi
verdiği kadar Clemence’in o adını bilmediğimiz arkadaşı gibi hissetmemize de neden olur. Bu da bize hem hakim hem de zanlı olma imkanı verir. Tam da bu durumda
Clemence’in yargılanmamak için yargılamaktan kaçma
çabası ile okuyucuyu yargıç yerine koyması dikkat çekicidir. Ona göre tüm insanlar suçludur: “Her insan geri kalan
bütün insanların suçuna tanıklık eder”. Bu paradoks bizi
olayları iki farklı biçimde ele almak zorunda bırakır. Artık
okuyucu hâkim kürsüsünden inmiştir ve Hans Holbein’ın
Elçiler tablosundaki duruma benzer bir durum ortaya çıkmıştır. Okuyucu yargılanan konumundadır ve bu alışılmadık durum bize, içinde çağdaş dünyanın ve insanların
çirkinliklerini ve düşkünlüklerini gördüğümüz bir ayna
tutar. Bu ayna sayesinde bizler de unuttuğumuzu sandığımız anılarımızı hatırlarız. Bu anılar yukarıdaki ikinci
olaydan bahsederken Clemence’in “Önemsiz bir hikâye mi dersiniz? Kuşkusuz öyle. Ne var ki bunu unutmam
için uzun süre geçti, önemli olan bu” şeklinde anlattığı
anılardandır.
Ayrıca bu söz Clemence’in başından geçen kötü bir
olayı bastırdığını şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Bu bastırmalar nedeniyle kahramanımız bir
hastalığa tutulduğunu düşünmekte, bu hastalığı da “bir
çeşit keyfini yeniden bulamama sıkıntısı” olarak tanımlamaktadır. Tabii ki bu sıkıntıya neden olacak bariz bir şey
yoktur, ki olsaydı bile Clemence bunu bilemezdi çünkü
37
o unutma konusunda çok başarılıdır. Normal olarak bu
bastırmalar bir şekilde kendini gösterirler. Clemence ise
bunları asla unutamaz “Bir başka gün, aynı dönemde, kendisine yardım ettiğim için teşekkür eden araba sahibine
kimsenin böyle davranamayacağı yanıtını verdim. Tabii,
kim olursa olsun, böyle davranırdı demek istiyordum. Bu
talihsiz dil sürçmesi yüreğime oturdu”.
Clemence insanlar için en kötüsünün yasasız yargılama olduğunu söyler. Tüm acıların kaynağını buna bağlar.
Bu nedenle yargılanmaktan kaçmaya çalışır fakat sonuçta
hepimizin suçlu olduğunu düşündüğü için önce kendimizi yargılamamız gerektiğini, kendimizi yargılamadan
başkalarını yargılama hakkına sahip olmadığımız kanısındadır. Fakat Clemence gibi hepimiz yasasız olarak yargılanırız. Onun acıları ve “düşüş” ü hepimize ulaşır. Onun
üzerinden biz de kendimizle ilgili gerçeklere ulaşabiliriz.
38
Enes Bilge
İKÜ Psikoloji III
Portakal Rengi
Tanımadığım bir akşam güneşi
Dağların arkasından çekilmekte
Saçların, gözlerin ve sesin
Portakal rengi
Eskiden kalma bir İstanbul hanımı gibi
Şimdi eski köşk koltuğunda gençliğim
Sallanmakta ağır ağır, anılar
Portakal rengi
Tramvay rayları, kuşlar, kırılmış camlar
Issız sokak portakal rengi
Kırıntılı bir gelecek zamanı tıkayan
Yaşamımın öyküsü yok
Geniş yerler var, arafta zamanlar
Tanımadığım bir akşam güneşi
Dağların arkasında çekilmekte
Biri varmış gibi izi yokmuş gibi
Yol portakal rengi
İstanbul Duymasın
Bir pencere açtım İstanbul’a
İhtimaller esti püfür püfür
Ardından bulutlar grileşti
Gökte bir kavga bir kıyamet
Yağmur yıkadı sokakları ağlamaklı
Çocuklar sonsuz telaşla kaçıştı
Bir sığınak bulma telaşıyla
Yalan tutmuş sokaklarını yağmur yıkadı
Islak bedenlerini güneş ısıttı
Renkli gökkuşağını görünce gözleri
Bir bir dileklerini saydılar içlerinden
Bir türkü gibi pencereme ilişti
Seçil Saraçoğlu
İKÜ Psikoloji II
39
1
2
3
4
5
6
1
A
N H
E
D
O
2
N E
3
T
V
4
E
R
5
R
O K
6
O Z
O
7
G
M I
8
R
E
9
A
N D
10 D
M F
U
Ö R
8
9
N İ
O M A
E
İ
7
T
L
N İ
A
Ü N T
G
R
İ
N
A
E
H
L
R
O J
B
R
A
E
İ
B
İ
M
E
K
N Ç
A
Ş
10 11 12 13 14 15
N
H
A
Z
B
A
L
İ
R
İ
N
İ
T
Ü
K
A
L
P
R
O
G
N
B
O
İ
T
N
B
E
A
E
O
V
A
N
D
E
O
İ
Z
A
N
N
A
Hazırlayan: Araş. Gör. Serra İçellioğlu
40

Benzer belgeler