Ussuz Kasım 2008 Seyri-I

Transkript

Ussuz Kasım 2008 Seyri-I
Çocuk, Nalân Karaduman
Akşam vakti, birbiri ardına sıralanmış teknelerin ışıkları kıyıya vuruyordu. Limanda ağır, tok
adımlarıyla uzaklaşarak geceye karışan bıçkın adamların siluetlerini izliyordu çocuk.
Hava ayaz olup kesiyordu ellerini ayaklarını. Paltoya sarındıkça daha çok üşüyordu. Uzakta,
deniz kuşlarının artık azalan çığlıkları karanlıkta, bağıran karaltılar olarak üzerine geliyordu sanki.
Ne korkak, ne cesur; kendi başkalaşan adımlarıyla gecenin içinde bir başına. Açık gözü, açık
kulağı. Ancak geride kalmış, çok çok uzakta kalmış kalabalık bir evin hayali artık hiçbir şey
hissettirmiyor ona. Yarını, yarınki yiyeceğini ve artık isim olmayan isimleri düşünüyor. Birbirinden
çözülen ilmekleri.
Bu üzerine üzerine gelen tuzlu deniz kokusu, ağır balık gözleriyle bu adamlar, adamlar. Kıyı
meyhanelerinin gürültüsü, şamatası. Artlarındaki yoldan şehrin içlerine geçince, tek tek evler
başlayınca. Kadınlar. (Annesine deli demişlerdi.) Şehrin limandan uzaktaki hali. Tuz kokusunun, iyotun
azalışı, içerilere doğru gittikçe. Ama hiç tükenmeyen martı çığlıkları. Hiç, hiç bitmeyen. (Babası
gitmişti sonunda bıkıp haykırışından kadının.)
Hangi teknede miço çocuk; o teknede balık. O teknede midesinin gurultusu, ıslak ahşabın
şişmiş hali, kalın çizmeleri soğutan…
Ama damla, ama pırıltı… Sabah güneşin ucu kalktı mı ufuktan, perde perde açılırken deniz,
hapiste gibi sonsuz maviliğin içinde. Mavilik kapmış çocuğu,
Küfürlerinin akışında o adamların, hep bildik kelimelerin içinde kaybolurken, hareketler
kaybolurken, artık ev içlerine sığamayıp limanda, orda burada yatarken, hiç oluyor, hiç.
Yemek. Soğuk. Başka insanlar, başka yüzler. Sessizce tek tek izlerken, her bir sokakta
karşılaştığı her bir insanı; adamı, kadını, bebeği, kendi kadarı, büyüğü,… İnsan yüzleri. Aç ve vahşi.
Aç ve saldırgan. Aç ve anlamsız.
Okurdu kitaptan. Kalemin değdiği yerde elleri. Harflerin kendine doğru yürümesi.
Sonra balık,
Sonra pazar.
Haykırışları satıcıların. Yıllar önce annesinin o geniş evde kendini oradan oraya atarken kısılan
sesinden mi kalmış?
Kalmamış hiçbir şey. Dağılmış evler, tek tek isimler, yüzler, kitaplar,…
Eli olmayan eldi. Boşuna idi ne olacak sorusu. Olup durmalar. Bu gelip geçenler içini sıkıyordu
çocuğun.
Kim kendini ayırabilir bu dünya denen, bu dönüp duran şeyler kalabalığından? Kim denizden
alabilir sımsıkı tutmuş da ellerini, ayaklarına yol vermemiş…
Sırtını dönüp gidecek denize,… O her yerden bağıran denize. Sesler uzak, sesler zemine
dökülmüş kalacak.
Sesler kıvrımlarıyla kara, iç içe geçmiş şekiller olup, donup kalsın,
Kalsın yerler üstünde, parşömenler üstünde, kâğıt üstünde, azalsın dünya, titremesin.
Genç irisi adımların büyürken limanda, bir gün dönüp sırtını denize,
Gideceksin.
Tamburî Bir Ozan’Nû, İbrahim Azar
Ama şimdi tamburası gecenin,
çalınır ölümler büyüyor Ozan
Sokağı ‘nda bir ölücü;
bunu kimselerin bilip görmediği
hançer!
"Sesinde can kırığı tünemiş" kuşudur,
vurup kalbini kanla düştüğü kendinin
fotoğrafı O, çekişim Karayer’de;
ağzında karanfiller, aralıkta gökgözü
Nû çiziyor tutuşurlu yıldızlara; gülleyin!
MÜZİK I, Mustafa Atiker
I
Ortak bir dünyamız var diyorlar
ortak bir işaretler sistemi mi rüzgâr
uyku sesleri arasındaki yolculuğumuzda
ne sonsuzluğa ne de genel bir başlangıca doğru dikilmiş ağaçlar altında
bir yastığa baş koymak gibi uslu bir duygu çocuklarımızda
bana bir ateş çemberi çizdilerse sana da çizdiler
imece işi hayal devşirmeye yatanların ülkesine bahar gelmiş
bir katkı belki bir uygulama modeli bir çiçek mahşeri
ve yeryüzü bir galeri
taşlar seyrediyor şimdi şehirleri
her şeyin bir adı var bir öğretisi bir gölgesi bir tepkisi
bir ırmak resmi kadar senin kaderin
çizgilere dayan el falına inan ve toplan
kuytu bir köşede saklanıp gökyüzüne bak
gösterilen bir gökyüzüne ötedeki bir resme konuştuğun dile
bir yere mi gideceksin yalnız yola çık
ya da kendini yalnız yola çıkmağa hazırla
atlarının ne işi var senin yanında
bırak onlar orta asyada kalsın orta asya
bir yol çizmek bir şey çizmek ideal bir durumdur
kuma saplanmış uçak maketleri tren rayındaki hız geometrisi
posta
senin oyuncağın kitap benimki iletişim şiiri kimininki yalnızca ulaşım işi
bir iman felsefesi derken
biliyorum bir yol arıyorsun bir yol evet ama
ne işin var trafo istasyonunda
bahçe tarla ayışığı eğlence ortanca
bak kuş kaçıyor onu yakala
sen o insan yavrusu benim arkadaşım adaşım mustafa
işte ideal ve gerçeğin buluştuğu bir nokta sımsıkı avuçlarında
bir sonsuzluk durumundaki nokta
ne sevdiklerin ne de sevmediklerin kalmış aklında
yalnız bir kuş tutulmuş sımsıkı parmaklarının arasında
gün geçse de geçmese de sen çarpılmışsın yakaladığınla
yeryüzüne gömüyorlar seni elindeki o kuş yavrusuyla
zeytin dalları ve kıyı arasında varsa bir kasaba
evden okula okuldan eve dönmek kuramsal bir macera
yürüdüğümüz yol hep aynı doğrultuda olsa da
yoldaki taşları bir bir sayarken sonsuzluğa
hep eksik çıkınca taşlar
sorarmışım
neden eksik çıkıyorsunuz arkadaşlar
sizi saymaktan insanlara bir merhaba bile diyemiyorum
bir geleneği duyamıyorum mustafa
küstah mıyım ben şimdi gururlu muyum, aşırı hassas mıyım
ya da sıra dışı mıyım ben yoksa onların arasında
asla
bir taş var avucumda
soyut mu yazıyorum yoksa
somut ya da daha başka
hayır hiçbiri değil
onlardan hiçbiri
onlar yazıyor mustafa
onlar eşyayı yazıyor
onlar bir geleneği takip ediyor
gelenek çıplak bir ağaç
kuşları yok
onlar kendilerince bu kuşları çiziyorlar
onların ikonaları var fotoğrafları var imgeleri var
olayların arkasından hayal kovalar
işte onlar araf kültürünün adamları
şiirlerinde ve yazılarında utanmadan ad söylerler
bir gelenek uğruna
adını söyleyenin geleneği olmaz mustafa
taşlar hep eksik çıkar
kendi adını söyleyerek geçmişe gömülen dünya
ne otobüs şirketlerindeki kolonya ne de bir manastıra kapanıp
dua etmek ikonalara ne arya ne de kelime-i şehadet ekonomi kitaplarına
ne beethoven ne de dede efendi bizim musiki zevkimize müptela
bizim biçimimiz geleceği izlemek ve gelecek
adımızı bıraktığımız anda varolan bir alan ölçüsü olarak bir dünya
bir dikey dünya kuşkusuz bütün yatay duranlara
siz hiç okulda öğrenmediniz mi
siz hiç leyla ve mecnun olmadınız mı uzaklara
uzayda bir doğru sonsuz noktalar kümesidir
işte tarih de bu aslında
Sur, Metehan Karaduman
taş at da düşür beni eller ıslık uzun ip
anne kudüs taşı at da düşür beni teller
mili çekilmiş tekerlek misinası çözük yüzün
sönen gözleri oğlu ibran apansızın düşmek
uçarak uçarak kıran camını dili ateş
çevir beni gözler ser gözlerine girdabı gök
gözleri topla salkımından kan üzümün
suvar-ı asur eğri mızrakı inişi yağmur
uyan içine sarkan boşluk inişi yağmur
uçarak uçarak kendi biterek kuş
Kelebekler ve II, Mustafa Atiker
bu senin dalgınlığın
her şeyin sonunda bir sonsuzluğun resmi olarak
dikey bir kuş resmi gibi duruyormuş havada
ve hayat bir kuyu
çalıntı mezar taşlarından örülmüş bir duvar
ve sen o duvara toslayan bir karınca
ve senin dalgınlığın
bir kıyı boyunca
örümcek yuvalarını bozmak
işte yıldızların ucuyla sınır çizmek
havaya atılmış bir taşın düşerkenki haline bakarak
düşük
düşük düzeydeki sonsuzluğuna
göz ucuyla
Kraliçe Viktorya ve Ben, Leonard Cohen
Kraliçe Viktorya
babam ve bütün tütünleri sevmişti seni
ben de seviyorum seni her halinle
herkesin yatağa atabileceği itici narin bakire
gösterişli güvercinler arasında uçan beyaz endam
devasa pembe haritaların aksi mürebbiyesi
bir prensin yalnız ağıtçısı
Kraliçe Viktorya
üşüyorum ve yağmurluyum
bir tren garındaki cam çatılar kadar kirliyim
hiç ziyaretçisi olmayan bir dökme demir eserler sergisi hasretindeyim
istiyorum her şeyin incelikle süslenmesini
çünkü aşkım olacak kız başka oğlanlarla düşüp kalkmakta
Kraliçe Viktorya
bir cezaya hükmettin mi beyaz dantelin gereğince
hiddetlenecek misin o kıza
ve zorla okutacak mısın ona küçük İncilleri
sertçe vuracak mısın kabasına balenli bir korseyle
muhtacım o kızın saflığına iktidar gibi
muhtacım onun tenine hafifçe nemlenirken jüponlar altında
ve yıkayacak mısın kafasına takılı portatif bideleri
Kraliçe Viktorya
ben modern aşkla beslenmedim pek
gireceksen gir hayatıma
kederinle, siyah faytonlarınla
ve kusursuz anılarınla
Kraliçe Viktorya
sana ve bana ait yirminci yüzyıl
gel iki haşin dev olalım
(en az birlikteliğimiz kadar yalnız)
bilimin koridorlarında test tüplerinin rengini attıran
bütün uluslararası fuarlara davetsiz katılan
özdeyiş ve düzeltmelerle ağırlaşan
yıldızların cazibesine kapılan turistleri şaşırtan
benzersiz kaybediş duygumuzla
Flowers for Hitler’den (1964)
Çeviren: Hasan Ağan
Her Uçurtma Bir Kurbandır, Leonard Cohen
Her uçurtma bir kurbandır şüphesiz.
Seversin onu, çünkü sürükler seni
efendim diye diye merhametle,
budalam diyerek de şiddetle;
yaşamakta
ehilleşmiş umutsuz bir şahin gibi
gökyüzünün tatlı derinliğinde
ve istediğin an hızla aşağı çekebilirsin
uysallaştırmak için onu çekmecende.
Her uçurtma bir balıktır oltana takılan
balıkların hiç uğramadığı bir gölcükte,
bu yüzden bir çekip bir bırakırsın misinayı dikkatlice
ve beklersin pes etmemesini
ya da rüzgârın kesilmesini.
Her uçurtma son şiirdir yazdığın
ve rüzgâra bıraktığın öylece,
ama göz yummazsın yitip gitmesine
ta ki birileri seni bulana,
başka şeyler yapana dek.
Her uçurtma bir zafer anlaşmasıdır
güneşle yapılması gereken,
dostundur artık açık alanlar
nehirler ve rüzgâr,
o zaman duacısın soğuk gece boyunca,
seyir halindeki kablosuz ayın altında,
onurlu, lirik ve masum olmaklığa.
The Spice-Box Of Earth’den
Çeviren: Hasan Ağan
sapsız bıçak, Aziz Kemâl Hızıroğlu
geldim sana ve kaldım bir şölen gibi
toprağına yayılan çiçeği seçtim dilimden doğma
selama durmuş tepelerde nahif istanbul şehri
geldim sana ve kaldım bir çocuk gibi
seni seviyorum demeyi seçtim çığlıktan doğma
sözcüklere sıkışmış sessiz bir düşbaz pimi
geldim sana ve kaldım bir yarın gibi
umuda susamayı seçtim telveden doğma
üç vakte beş fal sığdırmış camdan mangal külleri
geldim sana ve kaldım bir eşik gibi
rüzgarlı avluyu soymayı seçtim anadan doğma
taraf tutan tanrıya başkaldırmış anarşist bir sevgili
Trapez ve Köprü, Hasan Ağan
Trapez
Rilke’ye
Kendiliğinden atılır köprüler
daha bırak ellerini ovasına
akışan bedenin soluklasın
kesikli görüntüler
Ey kara kanatlı
çakıl düzlüklerine kuş biçimliliğin,
gaga: bir uzvudur yaşamda yassılaşmanın
neye dokunsa söylendi güzeli.
Yaşlı yüzlerinden
bir uçuşun tutumluluğu akar
kolları havaya karşı
yeni unsur
yaklaşmanın simli bakışıysa
sadece
tekrar birleşmek için ayrılır trapezciler.
Köprü
merdiven merdiven düşmekteyim
ellerinden
kendiliğinden
Parmakların
kuşların ağırlık merkezine uzanan
beni bölen parmakların
ayı değil
Ellerin
uzağında bedeninin
yakından kaybolmayı çiziyor zaten elin
bulunmaklığı değil
(bir şey söylemek için yaklaşıyorum sana.
her kanat açışında değişen dünya, yürümek neyse o kadar. ayaklarım hep sende kalınca
ağaçlara kendini unutturuyor yol…)
ve gökyüzüne düşkün ilişkiler
kuşların savrulan bir yanı da oluyor
(incir sana baktığımdan beri
güzele izdüşüm eğilişin üzerime ve güneşten kopar ay ışığı…)
ve her şeyi başlarken severim
yeni bir dansı öğrenir gibi.
Duvardibi Opereti, Erdoğan Kul
kalın gözlüklü tanrıkuş derin bakıyor,
solucanları yaracak
sürünme de kazanacak denli derin bakıyor.
ona yalvarıyor duvarlar halinde
suskunlukun buruşuk incir şuuraltı.
kuru kan burcunda kader içi
sağır düzlüğü bir ânın
karnın yumruk boşluğunda.
densiz bir denizkızının yönlerindedir muhbiri,
bıyığı uskumru falı açan dam altı adamlarının.
gelir ve bir banım alır mor kol altı rüzgârından
okyanuslar aşırtacak morla süsler masaları.
ve alkışlar, bordo bir felemenk dansı,
bilek büküntüsü kuran tabutçu sabahlarıyla
yeryüzü hangi fenerden yayılır yanımız sıra?
kalın gözlüklü tanrıkuş derin bakıyor.
oğlu dudak patlatıyor bakışı uzadıkça,
kulağında uğultunun dalı sonsuzluk
düşürülmüş bozuk para gibi dünya gözü üstüne.
bir kaktüs masalı, Aziz Kemâl Hızıroğlu
denizi yormaktan geliyorlardı
vahşiydiler insandılar korsandılar
ben kendini derinlere yaslayan kaktüs
silahsız karşıladım onları
suyumu sundum etimi gölgemi
iyi kalpli yalnızlığımı
yediler içtiler dinlendiler
her şey soğudu kalkıp gitmediler
talancı gönderdiler vahadan vahaya
yetmedikçe yine bana döndüler
başka korsanlara kalmasın diye
kökümü ararken ömür tükettiler
onlar besledikçe şiddet hünerlerini
ben acımı derinlere açtım çiçek yerine
ağlarken yaşama sözü verdim kuma
dip sulara sakladım yıldız sessizliğimi
İlhanberkiğne, Zafer Yalçınpınar
"çıt der
ölüm"
İlhan Berk
İlhan Berk’in ölümünün ardından yazdığım bu yazıda onun yaşamıyla, şiiriyle ve
poetikasıyla olan bağlarımın özel ve küçük bir haritasını çizmeye ya da anlatmaya çalışacağım.
Başlarken, bu kişisel haritayı ortaya koymaktan başka hiçbir amacımın olmadığını, yani bu
yazının bir inceleme veya değerlendirme yazısı gibi ele alınmamasının, söz konusu kişisel
kapsamın dışındaki hiçbir genellemeyle, araştırmayla veya söylemle ilişkilendirilerek
okunmamasının gerektiğini belirtmek zorundayım.
İlhan Berk’in ismiyle tanışmam 2001 yılında gerçekleşmiştir. E Dergisi’nin Kasım-2001’de
yayımlanan 32. sayısında İlhan Berk’le yapılan bir söyleşiyi okumuştum. Bu söyleşide Dün
Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum[1]adlı kitabı çerçevesinde kendisine sorulan çok yönlü
sorulara karşı İlhan Berk’in getirdiği açıklamalar, önermeler ve örnekler, sonra da şair, şiir ve
okuyucu arasındaki semantik uzaklığı açık açık ortaya koyabilmesi beni çok etkilemişti. Üstelik
İlhan Berk, söz konusu gerilimden hiç çekinmediğini de rahatlıkla ifade ediyor ve iç dünyasının
karanlığını, karmaşasını sahicilikle dile getiriyordu. Bu söyleşinin ardından gidip Dün Dağlarda
Dolaştım Evde Yoktum adlı kitabı satın aldım. Bu kitapokuduğum ilk İlhan Berk kitabıdır.
İlhan Berk okumaya çok ters ve anlaşılması(!) zor bir yerden başlamış olduğum aşikârdı.
Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum’u okuduktan sonra belli belirsiz bazı şeyleri, bazı dizeleri
-üç aşağı beş yukarı- sezmekle(!) kalacaktım sadece… Kitabın genelindeki sıra dışı,
anlaşılmaz(!) söylemler beni rahatsız etmişti. Fakat çok geçmeden dilbilim felsefesine ilişkin
bazı özel metinleri ve Wittgenstein’ın, ardından da Husserl’in öncül önermelerini
araştırdığımda, “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” diyerek İlhan Berk’in neyi işaret etmek
(ya da terk etmek) istediğini kavrayacaktım:
"Ad evdir!"
"Kim söyledi bunu?"
"Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum"
Böylece her şey önce yerine oturacak, bu bütünlenişten sonra da birden bire ayaklanacaktı.
‘Anlam’ın yerine ‘sezgi’yi getirmenin gerekliliğini, kaçınılmazlığını ve özgürlüğünü fark
edecektim. Çünkü anlam -neresinden bakarsanız bakın- coşkusuzdu; bir ‘görüngü’nün
anlamla veya tümceyle dolaşıma katılması, vücut bulması, bu vücut üzerinden savunulması
bazen de mantıkla bütünlenmesi onun ‘imgesel’ niteliğini, canlılığını ve değerini öldürüyordu.
Dizede anlam, olsa olsa aksak bir unsur, buğulu bir şey ya da bir yan salınım/çeşitleme olarak
yer almalıydı. Özgür olmak için “çok anlamlılığın boşluğu”na ulaşmaya ya da “anlam arayış”
mertebesinde kalmaya mecburduk; “Sessizliğin Dilbilgisi”ne… Ayrıca, tüm bu felsefi ve poetik
yaklaşımları bir kenara bırakıp Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum adlı kitapta yer alan
“Ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hâlâ da var” dizesini hatırladığımda çok değerli ve özel bir
şeyle yüzleşiyorum: Gerçekten, bir ağaçla arkadaşlık edebileceğimi bana İlhan Berk
öğretmişti. Bu arkadaşlığımı sürdürebileceğimi de. Belki inanılacak gibi değildir ama çalıştığım
kurumun geniş arazisinde “ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hâlâ da var.”
2003 senesinin başında Yapı Kredi Yayınları, ‘Delta’ serisinin ilk kitabı olarak İlhan Berk’in
tüm şiir kitaplarını 1920 sayfalık bir ciltte bütünledi. Bu cildin tümünü okumam dört ayımı
almıştı. İlhan Berk’in toplu şiirleriyle aşanlı olarak iki kitabını daha okuyordum: Kült Kitap[2]ve
El Yazılarına Vuruyor Güneş[3]… İlhan Berk’in yaşantısındaki ve poetikasındaki “mihenk
taşları”yla onun şiirlerinden çok bu iki kitabında karşılaştığımı söyleyebilirim. Kült Kitap’taki
fragmante yapı –anlatı parçacıkları, dizeler, çizgiler, çizimler, resimler, ayraçlar, yaşantılar,
sunular, çıkmalar, benzetmeler, açıklamalar, pusulalar, belirsizlikler, başı sonu belli olmayan
(spot) fikir kıvrımları ve bunların tümünün birleşiminden oluşan o “kült imgelem”, İlhan
Berk’in cehennemvari dünyasını ve bireysel tuşelerini ortaya sermesidir. İlhan Berk, Kült Kitap
için “Benim cehennem provam…” demiştir. Elyazılarına Vuruyor Güneş’te ise zamanın ve
uzamın içinde bir andan, bir günden, bir dönemden, bir insandan, bir yolculuktan, bir
ülkeden, bir etkiden diğerine geçerken İlhan Berk’in kendi yaşamına dair (m)imlediklerini
onun kendine özgü “aksak bakış”ı eşliğinde izlersiniz. Şu noktada ‘bakmak’ eylemine özellikle
değinmem gerekiyor: İlhan Berk, ‘sezgi’ ile ‘anlam’ arasındaki ayrımı ‘bakmak’ ile ‘görmek’
arasındakine benzer bir şekilde kurmuştur. “Bakmak, sezmek ve bu öncül mertebeden daha
ileriye gitmeyerek ‘oradan’ yazmak… Üstelik söz konusu algı mertebesinden ‘yazmak’ eylemi
İlhan Berk için “yaşam”ın yerine geçen geri dönülmez bir tercihtir. Kült Kitap’ta şöyle der:
Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada yaşamayı
bir kenara atıp salt onu yazmak için yaşamak! Yazmakla yaşamayı birleştirmek, birbirine
karıştırmak… (…) Cehennem bu. Kişi yeryüzünde böylesine somut, acımasız bir durumu
yüklenmeye görsün, mutsuzluğun dikâlâsını taşıyor demektir. Bu yerküreyi, bu yerküredeki
anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri, hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne
gökyüzü, ormanlara orman, kuşlara kuş, bir sokağa sokak, bir eve ev, bir ağaca ağaç,
çocuklara çocuk, sevilere sevi olarak bakmamak; salt yazmak için bakmak! (…)[4]
Kitapta yer alan diğer öğelerle -ve özellikle de yukarıdaki alıntıyla- birlikte düşünüldüğünde
Kült Kitap’ın temel önermesi açıktır:
Şiir her yerdedir![5]
İlhan Berk, Mısırkalyoniğne[6] sonrası döneminde şiirin her yerde olduğunu her açıdan, her
sanatsal araçla, her duygudurum tuşesiyle (kısacası her “şey”le) sınamaya ve ispatlamaya
koyulmuştur. Şiir her yerdedir, fakat ortaya çıkarılması için bir çeşit “kuyuculuk”
gerekmektedir ve sanıyorum ki İlhan Berk, hayatı boyunca “kuyuculuk” mesleğiyle özel olarak
ilgilenmiştir.[7] Ayrıca, “Şiir her yerdedir!” önermesiyle birlikte tüm edebiyatçıların ortak
merakı olan “Şiir nedir?” sorusunun zihnimdeki yerini ve önemini “Şiir nerdedir?” sorusuna
bıraktığını da özellikle belirtmeliyim. Bence İlhan Berk’in “İnferno, Şifalı Otlar Kitabı, Logos,
Poetika, Şeyler Kitabı, Uzun Bir Adam, Requiem, Tümceler Geliyorum, Adlandırılmayan Yoktur,
Pera, Galata ve Ben İlhan Berk’in Defteriyim” adlı kitaplarının tümü, şiirin her yerde
olduğunun, her şeyle birlikte bulunabileceğinin, her zamanda ve mekânda ortaya
çıkarılabileceğinin sınanması ile bu bağlam üzerindeki titiz bir çalışmadan (kuyuculuktan)
doğan “sıkıntı”nın ya da inadın sonucudur. Bu kitaplarda yer alan her şeyi aynı zamanda bir
“önerme” olarak da ele alabilirsiniz. İlhan Berk dünyayı “şiirsel bir ontoloji”den indirgenmiş
şeylerin bütünü olarak düşünür ve işaret etmeye çalıştıklarını “şiirsel önerme”ler
diyebileceğim bazı unsurlarla dengeleyerek okuyucuya sunar.
Tüm bu cehennemvari poetikanın ve imgesel (bazen de felsefi) cesaretin birtakım ana
hatlarından bahsettikten sonra İlhan Berk’in şiir kitapları içerisinde beni en çok ilgilendirenin
Mısırkalyoniğne olduğunu söylemeliyim. İlhan Berk, poetik açıdan ‘anlam’a olan uzaklığını,
‘anlam’ı aksak, dozajı minimize edilmiş, düşürülmüş sıradan bir öğe ya da alaşım gibi
kullanmak istediğini Mısırkalyoniğne’nin kapak düzeninden ve adından başlayarak kitapta yer
alan her şeye -hem biçem, hem de dizge olarak- yansıtmıştır. Mısırkalyoniğne İlhan Berk’in
poetik dönüm noktasıdır. Mısırkalyoniğne’yi Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak adlı şiir kitabıyla
birlikte düşünürseniz, işbu iki şiir kitabındaki alaşımın, geleceğin şiirine uzanan çizgide yer
alan birer ateşleme mekanizması olduğunu, Türk Şiiri’ne yeni bir açılım ile gelecek sağladığını
ve bugünkü deneysel çabaların kökeniyle de büyük benzerlikler taşıdığını fark edersiniz.
Bununla birlikte, İlhan Berk’in poetikasındaki çoğu özelliğin Modern Batı Şiiri kuramlarından
ya da şairlerinden çok “Oktay Rifat Şiiri” ile birlikte incelenmesi gerektiğini özellikle
vurgulamak isterim.
Mısırkalyoniğne’nin benim için önemi biraz önce ifade ettiklerimle sınırlı değildir. Çünkü bu
kitabın 1962 yılında Dost Yayınevi tarafından yapılan ilk baskısı kitap koleksiyonumun
(hastalığımın) da ilk kitabıdır. Mısırkalyoniğne’nin birinci baskısının “eşsiz” kapak çizimini ve
özel boyutunu gördüğüm ilk anda bu kitabı “soluk alıp veren bir nesne” olarak da vazgeçilmez
buldum. Kısacası, kitap koleksiyonculuğum İlhan Berk kitaplarını toplamakla başladı. Şu an
İlhan Berk’in tüm kitaplarının tüm baskılarını koleksiyonuma katabilmiş durumdayım.
Koleksiyonumdaki İlhan Berk kitaplarının tümünü düşündüğümde, İlhan Berk’in 1935-1953
yılları arasında “N. İlhan Berk” adıyla yayımladığı ilk dört kitabı olan Güneşi Yakanların Selamı,
İstanbul, Günaydın Yeryüzü ve Türkiye Şarkısı adlı şiir kitaplarını çok gizemli bulurum. İlhan
Berk’in kendi adının başına koyduğu bu “N” harfinin anlamını ve özelliğini her zaman merak
etmişimdir.[8] İlhan Berk’in adıma imzaladığı ilk kitap olan Dün Dağlarda Dolaştım Evde
Yoktum, İlhan Berk tarafından kapağına bir kadın deseni çizilmiş olan Âşıkane ve ilk sayfasına
dünyayı sırtında taşıyan adam deseni çizilmiş 0lan Atlas koleksiyonumda yer alan ve kendimce- çok önemsediğim kitaplardır. Papirüs Dergisi’nin 1967 yılında yayımlanan ve
“İlhan Berk Özel Bölümü”nü içeren 18. sayısının kapağı, İlhan Berk’i anlatan en önemli görsel
çalışmadır. Koleksiyonumda bu derginin de özel bir yeri bulunmaktadır.
İlhan Berk’in ismiyle, şiirleriyle, poetikasıyla ve kitaplarıyla olan tanışıklığımdan (ya da
çeşitli bağlarımdan) söz ettikten sonra İlhan Berk’in kendisiyle olan tanışıklığımdan da kısaca
bahsederek bu yazıyı sonlandırmak istiyorum:
2006 yılının Ağustos ayında, Bodrum-Halikarnas’taki evinin ünlü “avlu”sunda İlhan Berk’le
“yüz yüze” görüşme fırsatı buldum. İlhan berk’le görüşmeye giderken ona vermek üzere
Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi’nin birkaç sayısını da yanıma almıştım. Görüşmenin başında
kendimi tanıttım ve Kuzey Yıldızı için döktüğümüz terlerden, çabalarımızdan kısaca
bahsettim. Dergilere göz attı ve “Dergicilik filan büyük işlerdir, tek başınıza bu işlerle
uğraşamazsınız…” dedi. “Biliyorum…” dedim. Sonra, bu dergilerin içerisinde şiirim olup
olmadığı sordu. Dergilerin birinden ‘İki Kişilik Ada Çarpıntısı’[9]adlı şiirimi buldum ve İlhan
Berk’e okudum. “İlginç!” dedi “Düzyazı yazıyor musun?” diye ekledi. Bunun üzerine, hızlı bir
şekilde ‘Metroloji’[10] adlı öykümü buldum ve okumaya başladım. Öyküden beş-altı satır
okumayı tamamlamamıştım ki beni durdurup “O çizgi nerden geliyor, ne o çizgi?” diye sordu.
“Bilmiyorum…” dedim. “Güzel!” dedi. Sonra “Şiir boktur. Şiiri bırak, düzyazı yaz, roman yaz…
Dünyanın her yerinde bu böyledir.” diye ekledi…
Görüşmenin ardından Aralık-2006’da İlhan Berk’e bir mektup yazdım ve bu mektupla
birlikte ‘Ki Ben O Ki Ben Deniz Şarkısı’ adlı şiirimi gönderdim. İlhan Berk’ten cevap 27 Ocak
2007’de geldi:
Zafer Yalçınpınar arkadaş,
"Ki Ben O ki Ben" şiirinizi okudum.
Kısa sürede şiirinizde büyük gelişme gördüm.
Kutlarım.
Bu çileli yolun hayırlı olsun.
Selam, sevgiler.
İlhan Berk
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
İlhan Berk, Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum, 1993, Adam Yayınları [↩]
İlhan Berk, Kült Kitap, 1998, Yapı Kredi Yayınları [↩]
İlhan Berk, Elyazılarına Vuruyor Güneş, 1983, Tan Yayınları [↩]
A.g.e, ss.10-11 [↩]
A.g.e, s.67 [↩]
İlhan Berk, Mısırkalyoniğne, 1962, Dost Yayınevi [↩]
Bkz: İlhan Berk, Logos, ‘Kuyucu Arıyordum’, 1996, YKY, s.54 [↩]
Bazı kaynaklarda İlhan Berk’in ön adının “Nurullah” olduğu iddia ediliyor. Hâlbuki
İlhan Berk’in nüfus kayıtlarında yer alan gerçek adı “Emrullah İlhan Birsen”dir. [↩]
9. Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, 2005, Sayı: 12, s.10 [↩]
10. “Metroloji” adlı öykümün İlhan Berk’e okuduğum parçası şöyledir: “Tuvalin sol üst
köşesinden sayfanın ortalarına doğru, yumuşak kıvrımlı ve incelikli siyah bir çizgi
uzuyor. Kes. Şimdi, sağ üst köşeye doğru, bu sefer aşağıdan yukarı, daha temkinli,
ancak kıvrımları daha sert, uzuyor, köşeye ulaşmadan. Kes. Fırçayı değiştiriyor. Daha
kalın uçlu bir fırça alıyor eline…”, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, 2006, Sayı: 13, s.5 [↩]
Yığma Akıl, Zafer Yalçınpınar
hizasına gel aklın
düzayak sayı dizisine ölçülü biçilmiş
yağlı sürtük inip kalkan pistonlara
ve düdüğüne akışkan ekranların
aklının
çizelgenin hizasına gel dirsek temas aralığına
sonra tatil zamanı rahat!
işyeri hesabını
ortala
kahvaltısızlığını
ve gidişine gelişine yelkovan benzeri
ayakkabılarını
hazır ol aklın hizasına kelliğe
tüfek omza
elsiz ayaksız ve hatta yüzsüz gözsüz
parlak ve yan duruşuna
şu tıraşların
sabahtan akşama kadar dikkat!
“dikine tıraşlar”ın
hizasına gel
aklının
4 Ekim 2007
Gemi Şoförünün Ağzından, Zafer Yalçınpınar
içki ile…
1.
hesabı çıkarmak için
bu dizenin
bir küçük içmesi
şüphe
siz
gerekli
ya da bırakınız
gerekleri yakıp
yalım yapayım
ki ben o ki sen…
-kibarlaşalımki siz o ki biz
yalımı da yakalım
-kes oradanikimiz ki
ikimiz bir…
-araya girdi“hadi oradan!” dedi
“ikinin keşfi çok zor olmuştur”
2.
bir, “hadi artık” dedi
iki, “çok zor olmalı bu”
üç, yalnızlığın tortusu
buralar eskiden tarlaydı sevgilim
korkmaya gerek yok
iyi hatırlayalım
bu işleri içmeye bırakıp
işimize bakalım
eminim ki zaten belli
bir kadeh keser atar tüm düğümlerimizi
ama bilirsin bir düğüm başka bir düğüme çözülür
çünkü zaman aşımı fırlama bir üç
“iki”mize geri yürür
8 Ekim 2006 – Kadıköyü
Derin Ölü, Erdoğan Kul
pıhtı çan, çıldıran aslanın yüzünde
bir durup sonsuzluk olmuş.
kurum kurum öpülmeler geçiyor
çan koşturdukça aslanı, yelelerinden.
sen ters yönde iki parmaklık dizisi halinde
geçişmeler içine düşmüşsün kendinle:
tek tek çizgiler yok, karaltının bir ânı var.
sanki yüzülmüş bir derinin kıvrımlarına tüneyen akşam
tuzlarından beynime yansıttığı
denizleri arıyormuş gibi koşarak…
(koşarak: ortasında deniz kalmak eşyanın)
aslanlar böyle asılıkalır post içre bir enginliğe
sana kanın donmasından bir gün olamazsa ömrüm
yüzünü bilen ellerde tanrı şakası katından.
gitgide birbirinden uzaklaşan hız ve damarın
arasını rengi kılan gülden seyredebilirsin,
sonsuz susuşun çanını açarken yaprak yerine
gövdesiz ağacın dalları ten sahilinde.
Anchoresis, Erdoğan Kul
dalgınlığımdan yaptığın duvarların arasında
bir fotoğrafı oyna. peş peşe çerçevelere
-koşmayı bir yana koyup- anlat okşamalarınla:
insan merkezin kimidir… gözümü açar açmaz ilk
içi dışı bir tabuttu çevre yerine gördüğüm, onu…
kimseye alışkın değildim, kaçar yüzümü
örümceklerle yıkardım yahut kuz abecelerle.
okyanusun ortasında en yüzme bilmeyen dalga
son ânında göz kırpmak için beni seçtiğinden mi sadece ne,
babasının telaşını sözlük belleyip hayata doğru
tekrarlayan çocuklar oyuncağımdı;
o yüzden sevdiğim her kız şimdi başkalarının karısı.
bir minyatür zamanında kodlanan kumrular gibi
şakaleyin buluşalım istersen duvar duvara.
ama nereye koyarız, başımı kaldırsam biraz
bir hayalet kaplıyor içimi, bakamıyorum kimseyeyeryüzünü kendi yüzü sanmanın hayaleti o?
Dondurma İmparatoru, Wallace Stevens
Seslen büyük purolar sarana,
Güçlü olana ve çağır onu dövsün
Şehvetli süt kesmiklerini mutfak kapları içinde.
Genç kızlar salınsın üstlerinde her zamanki
Günlük elbiseleri ve delikanlılar
Çiçekler getirsin geçen ayın gazetelerine sarılı.
Gibi gelmenin de sonu olsun.
Tek imparator, dondurma imparatoru.
Çıkar üç camdan tutamağı eksik
Köknar şifonyerinden, bir zamanlar
Üzerine güvercinler işlediği o örtüyü
Ve yüzünü örtmek için üstüne ser o kadının.
Nasırlı ayakları dışarıda kalırsa ve sessizleşirse,
Göstermeye gelirler onun nasıl buza kestiğini.
Lamba da iliştirsin ışığını.
Tek imparator, dondurma imparatoru.
Harmonium’dan
Çeviren: Hasan Ağan
Ateşte, Şerif Yıldırım Tatay
nedir ki yayılan benden öteye
annem ve onun hiç olmamış çocukları
sessiz bir gülümseme, birkaç benzersiz söz
sürekli bir yineleme, hiç aynı yere dönmeyen
bakışlarımda donmuş birkaç dostum vardır
hep onlarla ateşteyim
Firari Azap Girer ve Çıkar…, César Vallejo
LIV
Firari azap girer ve çıkar
aynı kare delikten.
Şüphe. Dengedir sürekli acı çeken
dibine kadar.
Bazen tüm çelişkilere şiddetle çarparım kendimi
ve bir anlığına en kara yüksekliği olurum zirvelerin
Uyumun kaderinde.
Sonra patlak gözler kendini irkiltir ilahice
ve kesik kesik ağlar ruhun sıra dağları,
sağlam imanda vahşileşir oksijen,
yakar yanmayacak ne varsa ve
acı bile çoğaltır kahkahadaki gagayı.
Ama bir gün ne girebileceksin
ne de çıkabilecek, firari gözlerine
atacağım bir avuç pislikle.
Trilce’den.
Çeviren: Hasan Ağan

Benzer belgeler