01.12.2014
Transkript
1 Prof. Dr. Fatma Gök: SÖYLEŞİ Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Ezdi ve Kobanêli çocuklara okul Sayı:30 - 01 - 07 Aralık 2014 Sayfa 14 basnews.com ‘Şehit Peşmergeler hepimizin çocukları’ PDSK Liderinin oğlu Eta Hecî Mahmûd Kerkük’teki bir çatışmada yaşamını yitirdi. Olayın duyulması üzerine KBY Başkanı Mesud Barzani, Hecî Mahmûd’u arayarak başsağlığı diledi. Barzani telefon görüşmesinde “Senin oğlun benim de oğlumdur. Savaş cephelerinde vatanı için canını feda eden bütün kahraman Peşmergeler benim ve senin çocuklarındır. Bundan dolayıdır ki aynı acıyı beraberce yaşıyor ve hepimiz için başsağlığı diliyorum” dedi. Barzani, savaşta yaşamını yitiren Peşmerge ailelerine atfen şöyle konuştu: “Halkının onurunu savunan çocuklarımızın kanı Sayfa 05 boşuna akmamıştır.” Hevsel’in meyveleri boğazınıza dizilsin... Oğul bugün duman almış Hevsel’i... Sayfa 15 Dersim’de samimiyet sınavı Dersim tartışmaları Başbakan Davutoğlu’nun geçtiğimiz hafta kente gidişiyle yeniden alevlendi. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 yıl önce Dersimlilerden ‘özür dilemesiyle’ başlayan bu süreç, Davutoğlu’nun Dersim’den yaptığı konuşma ve buna gösterilen tepkilerle devam ediyor. Başbakanın Dersim ziyareti ve yaptığı açıklamaları seçim yatırımı olarak değerlendiren kesimler hükümetin bu yaklaşımını samimiyet testi olarak niteliyor. Sürecin tasarımı ve akışı MİTHAT SANCAR Adem Sönmez ‘O an’ların Kürdi Sayfa 16 kadrajı s03 Erbil’de savaş ve diplomasi kazanı Sayfa 04 - 05 77 yıl önce yaşananların hala “Dersim katliamı” olarak adlandırılmaması kamuoyunda kırılmalara sebep olurken, Dersim isminin iade edilmesi, Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezarlarının bulunması, kayıp çocukların akıbetlerinin ortaya çıkarılması, el konulan mülklerin iade edilmesi, katledilenlerin envanterinin açıklanması ve Dersim’de yaşananların katliam olarak kabul edilmesi taleplerine ilişkin kamuoyunda beklentiler devam ediyor. Sayfa 02 - 03 Fıtrat meselesi MESUT YEĞEN Medeniyet mühendisliği s05 BİLAL SAMBUR Çözüm Süreci ortaya karışık Sayfa 08 - 09 s13 02 BasHaber 1 - 7 Aralık 22014 SÖYLEŞİ MANŞET MANŞET BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 3 SÖYLEŞİ Dersim’de sorun var çözüm yok! Yazar Mehmet Bayrak: Tunceli ismi faşizan bir fikirle ortaya çıkmıştır Kısa süre önce katıldığı panelde dönemin Sağlık Bakanı Refik Saydam tarafından 1942’de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a, mağaralara gaz atılmasıyla ilgili gönderdiği belgenin açıklıkla dile getirilmesinin büyük yankı uyandırdığını aktaran araştırmacı Mehmet Bayrak, “AKP’nin Dersim’i gündeme getirmesinin altında CHP’yi sıkıştırmak istemesi var” dedi. Dersim’in isminin iade edilmesini değerlendiren Bayrak, “Tunceli ismi faşizan bir fikirle ortaya çıkmıştır. Böyle hakaret içeren bu ismin değiştirilmesi gerekiyor. Bütün sokak adları Atatürk’le başlıyor. Dönemin komutanlarının ismi var. Bu nedenle sadece kışlanın isminin değiştirilmesi yetmez. Bunlar basit gündem oluşturma üzerine kurulu şeylerdir” diye konuştu. Alevilerin ve devlete yakın Alevilerin birçok ortak talebi olduğunu kaydeden Bayrak, “Cemevinin ibadet yeri olarak kabul edilmesi, Aleviliğin yasal olarak kendi başına bir din olması ve zorunlu din dersinin ve diyanet işlerinin kaldırılması yeterli değil. Bu halklara ayrıca yasal güvence verilmelidir” dedi. AKP eski Milletvekili Reha Çamuroğlu: Dersim Üniversitesi ismi AKP tarafından reddedildi Dersim katliamını ‘çok başka bir olay’ olarak değerlendiren eski AKP milletvekili Reha Çamuroğlu, Alevilerin talepleriyle Dersim’de ataları katledilmiş insanların canlarının farklı yandığına dikkat çekti. Dersim’de katledilenlerin torunları ve bütün insanlığın Dersim’de yaşananları kınayabileceğini ve bununda çok normal olduğunu söyleyen Çamuroğlu, ‘’Devlet bunun için özür dileyebilir, dilemelidir de. Çünkü çok başka metotlarla çözülebilecek sorunlar, eline çekiç alanın her şeyi çivi zannetmesi gibi halledilmiştir. Onun için devlet özür dilemelidir. Bunun Alevilikle bir ilgisi yoktur. Dersim’de katledilenler Alevi oldukları için katledilmediler. Oradaki katliam ayrı bir konu ama biz burada Aleviliği konuşuyorsak Tunceli Üniversitesi’nin isminin Munzur olması Alevilikle ilgili değil Dersimle ilgili hoş bir açılımdır ama bu kadar. Bunu da geçen sene Kamer Genç meclise sunmuştu, hatta üniversite açılırken teklif etmişti, AKP grubu bunu ret etmişti. Dersim’de kışlayı müze yapalım diyen yoktu. Sorun şurada; AKP Alevi meselesinde çözüme yönelik adımlar atmak yerine, oy almaya yönelik adımlar atmakta. Bu hatalı bir yaklaşım. Olay bu’’ şeklinde konuştu. Yazar Haydar Işık: Devletin Alevi açılımı Sünnileştirme açılımıdır Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dersim Başbakan Davutoğlu’nun ziyareti ile bir kez daha gündeme gelen Dersim sorunu sadece 1938’de bölgede işlenen katliamları ve bunun yarattığı sonuçlar ile ilgili değil. Dersim ile ilgili hassasiyetin katliamın tüm sonuçları ile ortaya çıkarılıp tanzim edilmesi dışında bölgedeki Alevilik inancı boyutu da orta yerde duruyor. AKP hükümetinin Alevilik ile ilgili retoriğinin Dersim’de ne demişti? Davutoğlu, Dersim’de yaptığı açıklamalarda Tunceli Kışlası’nın Dersim Müzesi olacağını, Tunceli Üniversitesi’nin isminin de Munzur Üniversitesi olarak değiştirileceğini söyledi. Alevi inancında kutsal sayılan ziyaretlere giden yolların yapılacağını ve türbelerin restore edileceğini belirten Davutoğlu, eşit yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi ve Alevi inancının din dersleri müfredatında daha fazla yer alması ziyaretini, katliam tartışmalarını ve gündemde olan Alevi açılımını değerlendiren Yazar Haydar Işık, ‘Dersim’i soykırım olarak tanımayan devletin şimdi de Dersim’de provakasyon peşinde olduğunu söyledi: “Bir yandan Dersim’in vicdanı, onuru, şerefi Seyid Rıza’ya hakaret et, öbür yandan da gidip Dersim’li kardeşlerimle görüşeceğim de. Buna kimse inanmaz.” Devletin Aleviliği bitirip, Alevileri Sünnileştirmek istediğini ve bütün resmi sistemini buna dayandırdığını kaydeden Işık, “Devletin yapacağı Alevi açılımı ucube bir açılımdır. Açılım bile değildir. Sadece bazı Dersimlileri kendisine bağlar. Bunlar 37-38’de de oldu. Yani devlet istediği gibi Alevilikle oynuyor. O nedenle devletin yapacağı alevi açılımı tamamen Sünnileştirme açılımıdır” diyerek devletin Dersim merkezli Anadolu Aleviliğini de bitirmeye çalıştığını ifade etti. Devletin eskisi gibi soykırımlarla değil de yapılan barajlar ve Alevi ziyaretlerinin sular altında bırakılması ile bitirilmeye çalışıldığını kaydeden Işık, “İnsanlar göçe zorlanıyor. için de gerekli adımların atılacağını ifade etti. Davutoğlu konuşmasında şu görüşlere yer verdi: “Aslında herkes bir şeyleri sakladı, onlarca yıl bu topraklarda. Şimdi saklanma vakti değil, şimdi herkesin onurla, gururla öne çıkıp ne düşündüyse, ne ideolojideyse, hangi etnik veya mezhebi veya dini arka plandan gelmişse gururla, onurla bunları dile getirme vaktidir. İskilipli Atıf Hoca ile Seyid Rıza’nın idama yü- Demografi değiştiriliyor. Ve bu yolla Aleviler sosyal köklerinden uzaklaşmış oluyor” diyerek devletin hala panislamist, pantürkist politilarını sürdürdüğünü ifade etti. Işık şöyle devam etti: “Devletin açılımı sadece Davutoğlu’nun elini öpen birkaç kişinin maaşa bağlanması açılımı olur.” Yazar Cemal Taş: Devlet samimi ise Aleviliği kurumsallaşmasına olanak sağlar Da vutoğlu’nun Dersim ziyareti, soykırım ve Dersim tartışmaları yine Aleviliğin İslamın bir kolu olup olmadığını şeklindeki yorumu değerlendiren tarihçi Yazar Cemal Taş, “Dersim toprakları Alevi sistemi, sözlü anayasasıyla yönetilen, yasaması ve yargısı ile toplumun ortak kollektif hafızasının oluşmasını sağlayan tek coğrafyadır” diyerek Aleviliğin bir yaşam tarzı olduğunu vurguladı. Osmanlı’dan beri oradaki yaşam tarzı ve sistemin reddi üzerine sürekli olarak oraya dönük politikalar uygulandığını dile getiren rüyüşlerindeki temel ortaklık, devletin resmi ideolojisi olmayacak. Devletin bir tek, miletle bağı ve aidiyeti olacak. Milletin, toplumun her kesimiyle bağı olmayan bir devlet resmi ideolojiyle yaşayamaz. Resmi ideolojinin dayattığı tarih anlayışıyla da gelecek inşa edilemez. Hep beraber konuşacağız, kızmadan, öfkelenmeden. Hepimizin yaşadığı acıları paylaşarak konuşacağız.’’ Taş, “Cumhuriyet döneminde Sünni mezhebi üzerine kurulmuş devlette bunu başardılar” dedi. Devletin açılım konusunda samimi olmadığını kaydeden Taş, şunları kaydetti: “Eğer samimiyseler, orada hem fiziksel hem de kültürel olarak yaptıkları bu soykırıma karşı, tekrar bu düşüncelerin ve bunu savunan ve yaşayan insanlar için bir ortam sağlarlar. Bu insanların kurumlaşmalarını isterler ve o topraklarda özgürce yaşayabilecekleri olanaklar sağlarlar. Samimiyet buradadır. Onun dışındaki politik söylemler siyasal istismar dışında başka bir şey değildir. Seyid Rıza, devlet tarafından şu ana kadar başka ülkelerle işbirliği yapmış bir hain olarak toplum nezdinde itibarsızlaştırılıyor. Devlet gerçekten onun günahsız olduğuna inanıyorsa, iadeyi itibar yapar ve onun gibi düşünen ve yaşamak isteyenlerin önünü açar.” Dersim eski Milletvekili Sinan Yerlikaya: Haklar iade edilecek Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir ve Alevi açılımı adı altında yürüttüğü siyaset özellikle bu inancın temsilcileri tarafından sorunlu ve eksik olarak eleştiriliyor. Din derslerinin bir bütün olduğu ve mecburi olarak verilmeye devam edileceğini savunan hükümet, Alevilik konusundaki yaklaşımlarını şöyle sıralıyor: “Alevilik mevcut ders haricinde farklı bir ders olarak verilemez, mevcut müfredata bir- başbakanın Dersim’de Cemevini ziyaret etmesinin tarihi bir gelişme olduğunu kaydeden Eski CHP Dersim Milletvekili Sinan Yerlikaya, “Oturup destur almaya geldim demesi önemli bir hadisedir” dedi. Dersim meselesi ve Alevilik ile ilgili çalışmalarının olduğunu söylemesinin olumlu olduğunu belirten Yerlikaya, “Bu çalışmalar neticesinde çıkan sonuçtan sonra Alevi önderlerini de yan yana getirip Cemevi konusunda son noktayı koyacağız. Yani devam eden çalışmalar ilerleyen zamanlarda hem devlet hem de kanaat önderleri tarafından rapor olarak kamuoyuna açıklanacak” dedi. Devletin son günlerde Dersim katliamı ve özür dilemesinin yine meclisteki Dersim komisyonunun olumlu bir gelişme olduğunu ifade eden Yerlikaya, “Kamuoyunun hassasiyetini de anlıyorum ama bunlar hemen halledilebilecek olaylar değil. Ben bu konuda umutluyum bunlar hepimizin temenni ettiği şeylerdir. Bu hakların iade edileceğini düşünüyorum” dedi. DBP İl Başkanı Ergin Doğru: Tunceli’yi gördü, Dersim’i görmedi Davutoğlu’nun Dersim ziyaretinden beklentili olmadıklarını belirten DBP Dersim İl Başkanı Ergin Doğru, “Bunun nedeni, Başbakanın ideolojik kimliği ve devletin Dersim algısının değişmemiş kaç ünite daha Alevilik eklenirse sorun çözülür. Cemevleri ya kurulacak bir vakfa bağlanacak, ya Diyanet içerisinde ayrı bir birim oluşturulacak ve oraya bağlanacak ya da Başbakanlığa bağlı farklı bir inançsal birim oluşturulup oraya bağlanacak. Dedeler, kurulacak bir Alevi enstitüsünde yetiştirilip buradan sertifika alacaklar ve cemevinde maaşlı devlet memuru olarak görevlendirilecekler.’’ olması” dedi. Ziyaret sırasında kentin anlamlı bölgelerine değinilmesini anlamlı bulacaklarını belirttiklerini kaydeden Doğru, “Davutoğlu’nun ziyareti ve konuşması bizim bu kaygı ve eleştirilerimizde ne kadar haklı olduğumuzu gösterdi. Ziyaret süresince yaptığı açıklamalar ve pratiği Dersim’i hala hazmedemediğini gösteriyor. Bizde Tunceli’yi gördü ama Dersim’i görmek istemedi diye formüle ettik bu ziyareti” dedi. Demokratik haklar dışında ekstra bir talepte bulunmadıklarını kaydeden Doğru, şunları söyledi: “Aleviliğin anayasal güvenceye alınması gerekiyor. Bu da yetmez. Toplumların önyargılarının da kırılması gerekiyor. Ders kitaplarında ve devlet bürokrasisindeki dışlayıcı tutumdan vazgeçilse Aleviler kendilerini bu ülkenin insanları olarak görecekler. Bir aidiyet duygusu olacak. Ama çocuklara zorunlu din dersi okutup, ders kitaplarında hakaret edecek, sonra da kalkıp Alevilerin eşitliğinden bahsedeceksin. Bunlar hiç samimi değil. Dersimle yüzleşmek devletin kendisi ile yüzleşmesidir. Geçmişi ile yüzleşmesidir. Cumhuriyet katliam ve asimilasyonlar üzerine kuruludur. Siz bunlarda kendi payınızı çıkarmadan demokratik bir ülke olamazsınız. Bu insani ve vicdani bir sorumluluktur.” Cafer Solgun: Seçim yatırımı mantığı hayal kırıklığı yarattı Dersim ziyaretinin ve Dersim konulu açıklamaların iyi bir seçim yatırımı mantığı olmadığını belirten Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun, “Çünkü hayal kırıklığı yarattı” diyerek, sadece Tunceli Üniversitesi’nin isminin Dersim olarak değiştirilecek olmasının üzücü olduğunu söyledi. İsmin değiştirilmesinin açılım olarak nitelendirilmesini eleştiren Solgun, “Dersim’le ilgili herhangi bir açılım veya gerçekçi bir adımın atılmaması beklentileri karşılamadı. Bu nedenle açılım niteliği taşımıyor” diye konuştu. Hükümete yakın medya organları tarafından her sene düzenli olarak Dersim’in ve Alevi açılımının gündeme getirildiğine işaret eden Solgun, “Dersim meselesinde ise ilk olarak Dersim adının iade edilmesi gerekiyor. Tunceli bir katliam hareketinin adıdır bir katliamın isminin memleketimize verilmesi devletin utancıdır. Eğer Dersime, Dersim 38’e katliam diyorlarsa bu Tunceli adının tarihin çöplüğüne gönderilmesi gerekir. 38’e özel olarak, Seyid Rıza ve arkadaşlarının cenazelerine ne yapıldığının açıklanması lazım. Bu CHP’den ziyade şu anki hükümetin de sorumluluğudur. Geçmişte Tunceli kanunu çıkarıp katliam yaptılarsa şimdi de kanun çıkarıp özür dilenmelidir.” BAHÇELİ, TUNCELİ EMNİYETİNİ ZİYARET ETTİ! Davutoğlu ile girdiği polemiğin ardından ani bir kararla Dersim’e giden MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi kentte protestolar karşıladı. 10 ilden takviye polis ekipleri, TOMA ve zırhlı araçların yönlendirildiği kentte esnaf kepenk kapatırken, öğrenciler okula gitmedi. Dersim’de sadece valiliği ziyaret edebilen Bahçeli, programının kalan kısmını iptal etmek zorunda kaldı. 03 Sürecin tasarımı ve akışı MİTHAT SANCAR Barış süreçlerinin akışında dört önemli boyut vardır: Temas, diyalog, müzakere, çözüm. İdeal olan, bu boyutların mümkünse eş zamanlı gerçekleşmeleri, en azından iç içe geçmeleridir. Lakin somut bir süreçte bu boyutlar, farklı aşamalar olarak, yani birbirini takip edecek şekilde yaşanabilir. Aslında bu durum, pek atipik sayılmaz. Dünya deneyimleri içinde aşamalı şemaya uygun işleyen örneklerin sayısı hayli fazladır. Bu şemaya göre, taraflar, önce bir “süreç”in imkanlarını ve şartlarını görebilmek için birbirlerini yoklarlar. Bu temaslar, bazen doğrudan, kimi zaman da aracılar üzerinden yapılır ve büyük çoğunlukla gizli tutulur. Bir sürecin mümkün olduğu kanaati iki tarafta da oluşursa, diyalog boyutu devreye girer. Bu aşamada, her bir taraf diğerinin sürece ilişkin planlarını ve beklentilerini anlamaya çalışır. Sürecin nasıl bir çerçevede yürütüleceğine dair “pazarlıklar” da bu boyuta dahildir. Diyalog aşamasını, “sürecin tasarımı”na dönük bir müzakere, bir bakıma “müzakerenin müzakeresi” olarak niteleyebiliriz. İdeal olan, bu aşamayı olabildiğince hızlı geçmek, en azından fazla uzatmamaktır. Hele de süreç kamuoyuna duyurulmuşsa, bu aşamayı uzatmak, krizlere açık davetiye çıkarmak anlamına gelir. Zira uzadıkça uzayan ve bir türlü “esas”a gelmeyen görüşmeler, hem iki taraf arasındaki güveni aşındırır, hem kamuoyundaki “çözüm” beklentilerinin hayalkırıklığına dönüşmesine yol açar, hem de değişen iç ve dış şartların süreci başka mecralara çekmesine zemin sunar. Türkiye’de iki yıldır devam eden süreç bakımından olan şey, aşağı yukarı budur. Geldiğimiz son nokta ise, diyalogtan müzakereye geçiş arayışıdır. Diyalogtan müzakereye geçebilmek için, sürecin teknik açıdan yapılandırılması gerekir. Görüşmelerin yasal çerçevesini ve kurumlarını oluşturmak bu yapılandırmanın en önemli ayaklarıdır. Bu tür adımların derindeki anlamı ise, tarafların birbirilerini resmen tanımaları ve sürecin eşit ortakları olarak görmeleridir. Müzakerenin, Avishai Margalit’in deyişiyle “sihhatli bir uzlaşma”ya doğru ilerleyebilmesi için, bu tanıma hayati önemdedir. Yine Margalit’in sözlerinden hareketle söyleyecek olursak, müzakeredeki esas “mesele düşmanın nasıl dosta çevrileceği değil, düşmanın nasıl rakibe dönüştürüleceğidir”. Zira müzakere “anlaşmazlığın nedenine odaklanır, oysa şiddet içeren düşmanlık çatışması, düşmanın belkemiğini kırmaya odaklanır”. (Bu tür süreçlerin diyalektiğini daha iyi anlayabilmek için Avishai Margalit’in alıntıları yaptığım şu eserini öneririm: Uzlaşma ve Kokuşmuş Uzlaşmalar, Çev. Nedim Çatlı, İthaki Yay., İstanbul 2013). Buna göre, müzakereden uzlaşmaya (çözüme) gidebilmek için, bir yandan kurumsallaşmaya, diğer yandan tarafların üslup ve tutumlarının bu aşamanın ruhuna göre yeniden ayarlamalarına ihtiyaç vardır. Kurumsallaşmanın ana amacı, süreci taraflardan birinin tek yanlı tasarruflarına karşı koruma altına almak, dolayısıyla iki tarafın eşitliğini sağlamaktır. Süreci tek yanlı sürdürme çabası, Türkiye’deki süreçte de gördüğümüz üzere, esas olarak hükümetten gelir. Hükümetin kurumsallaşma taleplerini uzun süre göz ardı etmesinin ardında, süreci olabildiğince kendi kontrolü altında tutma ve istediği şekilde yönlendirme niyeti yatıyor. Bu niyette ısrar etmek, süreci çıkmazlara sürükler. Kobané meselesinin, hem IŞİD kuşatması hem de eylemler boyutuyla, süreci tıkanma noktasına getirmesinin nedenini burada aramak gerekir. Yaklaşık bir ay süren tıkanıklık, gerek İmralı’da yürütülen görüşmeler, gerek hükümet ile HDP heyeti arasındaki temaslar sayesinde aşılmış görünüyor. Yapılan açıklamalar, hükümetin süreci kurumsallaştırmayı kabul ettiği mesajını içeriyor. Ancak kurumsallaşmanın nasıl olacağına dair henüz somut bilgiler yok. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda daha fazla netlik, genişletilmiş HDP heyetinin bu hafta sonu (30 Kasım’da) Öcalan’la yapacağı görüşmenin ardından ortaya çıkacaktır. Sürecin bundan sonra nasıl seyredeceği de, büyük ölçüde buradan çıkacak sonuçlara bağlı olacak gibi görünüyor… 04 BasHaber 1 - 7 Aralık 42014 SÖYLEŞİ HABER Erbil’de diplomasi kazanı kaynamaya devam ediyor Savaş ve diplomasi iç içe G eçtiğimiz haftalarda Erbil’de yoğunlaşan diplomasi trafiği ve dünya siyasetine yön veren üst düzey siyasi aktörlerin trafiği gelecekte Erbil’in Ortadoğu’nun en önemli siyasi karar merkezlerinden biri olduğunu teyit eden gelişmeler oldu. Bu arada Kürdistan’ın Kerkük ve Musul bölgelerinde Peşmerge’nin IŞİD güçlerine karşı saldırıları devam ederken, geçtiğimiz hafta Celewla ve Sadiye ilçeleri IŞİD işgalinden kurtarıldı. Erbil’le Bağdat arasında imzalanan anlaşma ardından, Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden dünya piyasalarına aktarımının başlaması ve buna karşılık Bağdat yönetiminin Erbil’e vermesi kararlaştırılan bütçe payının kısmen Erbil’e gönderilmesi, şu ana kadar tarafların anlaşmaya riayet ettiklerini gösteriyor. Kürdistan Bölge Yönetimi’nden bir heyetin bugünlerde Bağdat’ta gerçekleştireceği görüşmeler ile anlaşmanın kalıcılaşması bekleniyor. Barzani’nin geçen hafta Davutoğlu ile gerçekleşen görüşme ardından, “Bu ziyaretin, daha önce var olan bütün eksikliklerin giderilmesine yönelik başlangıç olmasını ümit ediyoruz. Yeni bir süreç başlamıştır ve yeni şartlar söz konusudur” yönündeki açıklaması Davutoğlu’nun bu ziyaretten beklediği sonuçları alamadığını gösteriyor. Davutoğlu’nun ardından Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Erbil’e gerçekleştirmesi beklenen ziyareti ve yine Davutoğlu’nun Barzani’yi Türkiye’ye davet etmesi Türkiye’nin önümüzdeki süreçte Erbil’in bölgede oynayacağı rolü teyit eden gelişmelerdi. Geçen hafta Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun Bağdat ve özellikle Erbil ziyaretleri, IŞİD sonrası büyük bir kırılma yaşayan Erbil, Bağdat ve Ankara hattının onarımı ve ekonomik temelli ilişkilerin yeniden canlandırılmasına yönelikti. Davutoğlu’nun Erbil çıkarması önümüzdeki hafta Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KBY’ni ziyaret etmesi ve ardından da Davutoğlu’nun Barzani’yi Türkiye’ye davet etmesi ile sürecek. ABD Genelkurmay Başkanı Erbil’de Öte yandan KBY’de bir yandan savaş tüm şiddetiyle sürerken bir yandan da hem petrol hem de savaşın gidişatıyla ilgili yoğun bir diplomasi trafiği de devam etmekte. IŞİD’e karşı ortak operasyonların koordine edilmesiyle ilgili olarak ABD Genelkurmay Başkanı General Raymond Odierno ile ABD’nın Bağdat ve Erbil Büyükelçileri Stuart Jones ve Josaph Pennington ile ordu danışmanlarından oluşan Amerikan heyeti Barzani’yi ziyaret etti. Görüşmede Odierno IŞİD’in sebep olduğu mağduriyetlerden dolayı kendisinin ve Amerikan halkının üzüntülerini dile getirerek, savaşa dair alandaki durumu, IŞİD’e karşı mücadele yürüten güçler arasındaki uyumu gözlemlemek ve buna dair KBY Başkanı Mesud Barzani’nin görüşlerini dinlemek için bu ziyareti gerçekleştirdiğini belirtti. Odierno, kendi hava kuvvetleri ile Peşmerge’nin uyum içinde yürüttükleri mücadeleye vurgu yaparak, bu uyumun başarılara vesile olduğunu ve bundan sonra daha büyük başarılara vesile olacağını söyledi. Barzani görüşmede bu savaşta dikkatlerin askeri boyuta yoğunlaştığını ama savaşın ortaya çıkarabileceği siyasi sonuçların gözardı edilmemesi gerektiğini belirtti ve şunları söyledi: “Peşmerge, Kobanê’den Celewla’ya kadarki 1500 km’lik uzunca bir hatta, kıt imkanlarıyla, iki ülkenin bütün büyük silahlarını ele geçirmiş terörist bir yapıya karşı büyük bir mücadele yürütüyor” dedi. Barzani, dost ve müttefik devletlerin Peşmerge’yle işbirliğinin önemine vurgu yaparak bu işbirliğinin çok daha üst seviyelere taşınması gerektiğini belirtti. Barzani şöyle sürdürdü: “IŞİD dünya için ortak bir tehdittir. Bu tehdidin bertaraf edilmesi için herkesin IŞİD karşıtı cephede yer alması ve bu cepheye katkı sunması gerekir. Bunun yanı sıra IŞİD’in ne Suriye’de, ne Irak’ta ne de başka bir yerden desteklenmemesi gerekiyor.” Parlamento’dan PKK’ye kutlama Kürdistan Parlamentosu, PKK’nin 36. kuruluş yıldönümü vesilesiyle bir kutlama mesajı yayınladı. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı’na hitaben yayınlanan mesajda, 36. Kuruluş yıldönümü vesilesiyle PKK kutlandı, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşması ve Türkiye’deki barış sürecinin olumlu sonuçlanması temennilerine vurgu yapıldı. Parlamento Başkanı Dr. Yusıf Mihemed tarafından yayınlanan mesajda şu ifadeler yer alıyor: “PKK’nin 36. Kuruluş yıldönümü vesilesi ile en sıcak kutlama dileklerimi size, partinizin mücadeleci üye ve taraftarlarına ve Kuzey Kürdistan’daki halkımıza sunuyorum. Umut ediyorum ki, gelecek yıl yapılacak kutlamalar Türkiye’deki barış sürecinin sonuçlanması ile başka bir atmosferde gerçekleşir.” Mesajda Kuzey Kürdistan halkının meşru haklarına kavuşması ve Abdullah Öcalan’ın özgürleşerek, kendi halkının arasına dönmesi dilekleri de dile getirildi. Çek Cumhuriyeti de silah gönderecek ABD ve birçok Avrupa devletinin IŞİD’e karşı mücadelesinde Peşmerge’ye silah göndermesi ve birçok devletin silah yardımı sözü vermesinden sonra Çek Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Lubomir Zaoralek de Çek Cumhuriyeti’nin Peşmerge’ye ve Kürdistan Hükümetine askeri eğitim dâhil, silah ve her türlü insani yardımda bulunmaya hazır olduğunu bildirdi. Temaslarda bulunmak için geçtiğimiz Perşembe günü Erbil’e gelen Lubomir Zaoralek, Barzani tarafından kabul edildi. Açıklamada Mesud Barzani’nin de Zaoralek’e, Çek Cumhuriyeti’nin Kürdistan Bölgesi’ne ve Peşmerge’ye verdiği destekten dolayı teşekkür ettiği ifade edildi. Barzani’nin bu görüşmede, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Çek Cumhuriyeti arasında, ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerin geliştirilmesi gerekliliğine vurgu yaptığı açıklandı. Perşembe günü akşam saatlerinde gerçekleşen görüşmeye, her iki taraftan üst düzey yetkililer de katıldı. Alman Sol Parti Lideri Gysi Erbil’de Bu arada Kürdlere silah yardımı yapılması konusunda tartışmaların yaşadığı Alman Sol Parti’den de ilk Kürdistan ziyareti gerçekleşti. Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani tarafından kabul edilen Alman Sol Parti Liderlerinden Gregor Gysi ülkesinin Peşmerge’ye yardımının sürmesi için çalışmalarını sürdüreceklerini belirtti. Gysi’nin ziyaretinin Peşmerge’ye silah verilmesine karşı çıkan ve koyu bir ABD politikası karşıtı olan Sol Parti’nin bu tavrını yeniden gözden geçirip geçirmeyeceği ile ilgili merak konusu oldu. Selahattin’de gerçekleşen görüşmede Gysi, Barzani’ye Alman Dışişleri Bakanı Walter Steinmeier ve bazı yetkililerin selamlarını ileterek KBY ve Peşmerge’nin IŞİD’e karşı Ezdiler, Hırıstiyanlar ve diğer etnik ve dini azınlıkların korunması ve yerlerinden güç eden yüz binlerce kişinin barındırılması ve korunması konusunda gösterdikleri çabalardan dolayı kutladı. KBY’nin kısa zamanda elde ettiği gelişmelerin hayranlık uyandırdığını belirten Gysi, Kürdlerin büyük haksızlıklara uğradığını ama artık kendi haklarıyla tarih sahnesine çıktıklarını söyledi. Barzani de görüşmede ziyaretlerinden Walter Steinmeier ve diğer yetkililerin selamlarını aktardığı için Gregor Gysi’e teşekkürlerini iletti. Barzani, bölgedeki savaş ve IŞİD’in sebep olduğu mağduriyetlere vurgu yaparak, Peşmerge’nin IŞİD’i işgal ettiği yerlerden çıkarmak için yoğun bir çaba sarf ettiğini ve bu çabalarının sonuca ulaşacağını söyledi. Barzani IŞİD’in bütün dünya için tehlike olduğuna vurgu yaparak, “IŞİD’e karşı, hem ideolojik hem de ekonomik olarak mücadele edilmelidir” dedi. Peşmerge’ye yapılan silah ve askeri malzeme yardımlarının sevindirici olduğunu belirten Barzani, IŞİD gibi iki ülkenin büyük silah rezervlerini ele geçirmiş bir yapıyla mücadelede bu yardımların yeterli olmadığını ve Peşmerge’nin ağır silahlara ihtiyacı olduğunu söyledi. HABER BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 5 SÖYLEŞİ PDSK Lideri’nin oğlu Eta yaşamını yitirdi Çatışmaların yoğunlaştığı bugünlerde yaşamını yitirişi Kürd liderlerin savaş zamanlarında çocuklarıyla beraber Kerkük’ten bir Kürd liderinin oğlunun ön cephelerde siper aldıklarını bir kez daha ölüm haberi geldi. Kürdistan Sosdaha ortaya koydu. Mihemed Heci yalist Demokrat Parti (PSDK) Başkanı Mahmud’un oğlu Eta Mihemed’in ve Peşmerge Güçleri Kerkük Kuvvetleri Komutanı Hema Heci Mahmud’un oğlu yaşamını yitirmesi, PYD Lideri Salih Eta Hama Heci Kerkük’te babası ile birlikte savaşırken yaşamını yitirdi. Oğlu Eta ile aynı saflarda savaşan PSDK Başkanı ve Peşmerge Güçleri Kerkük Kuvvetleri Komutanı Mihemed Heci Mahmud da cephede fiilen savaşmakta idi. Kerkük’ün Kuzeyindeki Til Werd köyü cephesinde babasıyla birlikte cephede IŞİD’e karşı savaşırken yaşamını yitiren Eta toprağa verildi. Eta’nın Eta Hecî Mahmûd Barzani cephede Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani, Peşmerge Bakanı Mustafa Seyid Kadir eşliğinde cepheleri denetlemek ve son durumu yerinde izlemek amacıyla Musul’un Mahmur ve Giwer ile Kerkük ve Dubiz cephelerini ziyaret etti. Sık sık farklı cepheleri ziyaret edip, Peşmerge ile birlikte kalan Barzani, Peşmerge Bakanı Mustafa Seyid Qadir ve bu cephelerdeki komutanlarla toplantılar da düzenledi. BasHaber muhabirlerinin bildirdiğine göre Barzani, toplantıda komutanlar tarafından Til Werd, Mekteb Xalid ve diğer cephelerde Peşmerge’nin ihtiyaç duyduğu askeri gereksinimler hakkında bilgilendirildiği belirtiliyor. Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani’nin savaş cepheleri ziyaretiyle ilgili BasHaber’e konuşan Yaver: “Sayın Mesud Barzani, Başkomutan sıfatıyla savaş cephelerindeki Peşmerge moral vermek ve cephelerin ihtiyaçlarını yerinde tespit etmek için cepheleri geziyor ve komutanlarla taktik ve stratejik konularla ilgili toplantılar yapıyor” dedi. Yaver, Mesud Barzani’nin bundan önce de cepheleri gezdiğini hatta cephelerde savaşa komuta ettiğini ve her gerekli gördüğü zamanlarda bu ziyaretlerinin olacağını belirtti. IŞİD’e ağır derbe Siyasi gelişmeler tüm yoğunluğuyla devam ederken savaş cephesinde de yoğun çatışmalar sürüyor. Musul Barajı civarında yaşanan sıcak çatışmalarda, aralarında IŞİD’in Bölge Genel Komutanı Şeyh Davut’un da bulunduğu 120’den fazla mensubu öldürüldü, ara- larında çok sayıda Türk kökenli IŞID emirinin de bulunduğu 70’in üzerinde IŞİD’linin cesedi Peşmerge’nin eline geçti. Savaş şiddetlendi Celewla ve Sadiye’de büyük darbe alan IŞİD ise Kerkük ve Musul bölgesinde saldırılarını artırdı. Bu bölgelerdeki Peşmerge Güçleri de bu saldırılara sert karşılık vererek kapsamlı operasyonlar başlattı. Irak Ordusu’nun da yer yer katıldığı operasyonlarda Qeretepe ile Hemrin civarında çatışmalar devam ediyor. Musul Barajı çevresindeki iki köyde IŞİD’in patlayıcı yüklü kamyonlarla iki intihar saldırısı girişiminde bulunduğu, ancak saldırıların etkisiz hale getirildiği bildirildi. Kerkük bölgesindeki çatışmalar ise Mekteb Xalid, Meryembeg, Mele Ebdula, Riyaz ve Til Werd de şiddetlenmiş durumda. Bu bölgedeki operasyonlar neticesinde de bölgedeki Şêx Seîd, Beyzê, Tepe, Xurmal, Mecid, Cibur ve Wamir köylerinin IŞİD’den geri alındığı ve bu çatışmalarda birçok IŞİD’linin öldürüldüğü belirtiliyor. Diyala alanındaki çatışmalarda da 59 köyün Peşmerge tarafından IŞİD’den geri aldığı bildirildi. Peşmerge komutanlarından İskender Seyid Osman yaptığı açıklamada, “Diyala’nın Hemrin Dağı eteklerindeki 59 köyü kurtardık. Şu an bulunduğumuz Tolan köyü, IŞİD’in, Celewle ve Sadiye’ye saldırırken üs olarak kullandığı üs idi” dedi. IŞİD tehdidi nedeniyle aylar önce halkın bölgeyi terk ettiğini aktaran Osman, Muslim’in oğlu Şervan Muslim’in geçtiğimiz yıl Tel Abyad’da savaşta katledilmesi, Mesud Barzani’nin çocuklarının ön cephelerde savaşması, askeri uzmanların hayranlığını uyandırıyor. PSDK’nin televizyon kanalı Cemawer TV Eta Mihemed’in Til Werd cephesinde çatışma esnasında yaşamını yitirdiği anların görüntülerini yayınladı. Görüntülerde Eta’nın yaşamını yitirmeden önce babasıyla beraber IŞİD’e karşı savaşırken görülüyor. Şervan Muslim söz konusu köylerin hala boş olduğunu söyledi. Peşmergenin, 59 köyü kontrolüne almasıyla Diyala’daki tüm tartışmalı Kürd toprağı olan bölgelerin, KBY’nin denetimine geçtiğini aktaran Osman, Hemrin Dağı’nın da Bedir Tugayları’nca ele geçirildiğini sözlerine ekledi. Yerel kaynaklar, IŞİD’çilerin cesetlerini Hemrin göletine attığını, göletten küçük sandallarla karşıya geçmek isteyen bazı yaralı militanların da boğulduğunu bildirdi. Yawer: IŞİD böyle bir direniş beklemiyordu Savaşın yoğun olarak yaşandığı cephelerle ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cabar Yawer, IŞİD’in Kerkük bölgesinde Mekteb Xalid ve diğer bazı alanlarda saldırıya geçtiğini, Peşmerge’nin bu saldırılara sert karşılık vermesi ardından IŞİD’in geri çekilmek zorunda kadığını ve bu çatışmalarda birçok IŞİD üyesinin öldürüldüğünü bildirdi. IŞİD’in Musul bölgesinde de 4 koldan saldırı girişiminde bulunduğunu söyleyen Yawer, burada da Peşmerge’nin sert karşılık vermesi sonucu saldırıların etkisinin kırdırıldığını belirtti. Xaneqin bölgesinde ise Peşmerge’nin son zamanlarda yaptığı operasyonlar neticesinde bu bölgedeki köylerin tümünün denetimini ele geçirdiği bildirdi. Yawer, Kerkük civarındaki Çiyayî Hemrin, Mekteb Xalid, Til Werd ve Mele Ebdula alanlarındaki çatışmalarda da IŞİD’in çok sayıda mensubunun öldürülmesi sonucu geri çekildiğini belirtti. 05 Fıtrat meselesi MESUT YEĞEN Erdoğan’ın cinsiyetler arası eşitlik meselesi üzerine yaratılışa atıfla söyledikleri ve bu söylenenler etrafında yürüyen tartışma birkaç önemli şeyi aynı anda ortaya serdi; hem de bir kez daha. Ortaya serilenlerden ilki elbette cumhurbaşkanının bu meseleler hakkındaki kanaati oldu. Pek de yabancısı olmadığımız bu kanaate göre kadınlar ve erkekler, yaradan öyle uygun görmüş olduğu için eşit değiller ve bu eşit olmama haline uygun roller üstlenmeleri gerekir. Binlerce senelik ataerkil durumu yaratılışa, İslam’a atıfla olumlayan bir kanaat cumhurbaşkanınınki; türevleri memlekette ve dünyada milyonlarca insanca desteklenen, kadim ve lakin karşı çıkılması elzem bir muhafazakar kanaat. Erdoğan’ın ‘kadınlar erkeklerle eşit değiller ama eşdeğerler’ şeklindeki tevil konuşması ise ikinci bir şeyi ortaya koydu. Cumhurbaşkanı, söylediklerinin tahmin ettiğince onay görmediğini fark etmiş ve ‘izah etme’ ihtiyacı duymuştu. Bu izah ihtiyacı önemli bir hale işaret ediyor olsa gerek. Cumhurbaşkanıyla, doğal tabanı Türkiye muhafazakarları arasında, bilhassa da muhafazakar kadınlar arasında bir açı var ya da bir açı oluşuyor. Muhafazakar bir siyasetçi tarafından seslendirilmesi öyle aman aman abes sayılmayacak bu kanaatin tevil edilmeye çalışılması Ak Parti’nin akıbetinin muhtemelen ne türden dinamikler tarafından şekilleneceğine dair önemli bir işaret. Erdoğan’ın söyledikleri üzerine söylenmeyenler ve söylenenler de önemli bir şeylere işaret ediyor. Olağan bir iki şüpheli haricinde muhafazakar, Müslüman entelijensiyanın içinden cumhurbaşkanınca serd edilen bu pozisyona ses çıkmaması, ya muhafazakar entelijensiyanın da tıpkı Erdoğan gibi muhafazakar tabandaki çeşitlenmeyi ‘göremediğini’ gösteriyor ya da Edoğan’la muhafazakar entelijensiya arasındaki ilişkinin aldığı kıvamı. Erdoğan’ın söyledikleri üzerine seküler sol cenahın bir kısmınca söylenenler de bir şeyler anlatıyor. Belli ki, seküler sol, kabul edilemez bulduğu kadim muhafazakar kanaatlerle, bu kanaatleri ‘tanıyarak’ tartışmak yerine, tahkir ederek hesaplaşmayı tercih ediyor. Söz konusu muhafazakar kanaatin taşıyıcılarını kendi aralarındaki farklılaşmayı ihmal etmeye teşvik etmek ve mevcut ahvalde seküler solu muhafazakar sağ karşısında en ‘avantajlı’ kılabilecek bir mevzuda dahi dezavantajlı duruma düşürmek için epey etkili bir tercih bu. Halbuki, ‘kadınla erkek fıtraten eşit değildir’ gibi her sıradan muhafazakarın ‘evet, ikrar etmesi zor ama hepten yanlış da değil’ diyeceği bir kanaati aşağılamak yerine muhafazakarları da kendi kadim pozisyonlarını sorgulamaya teşvik edecek bir biçimde didiklemek, hem muhafazakar konsolidasyonun kısmen de olsa çözülmesine hem de cinsler arası eşitsizliğin biraz da olsa zayıflatılmasına katkıda bulunabilir. Erdoğan’ı ve fıtratla ilgili kanaatini tahkir etmek yerine, Erdoğan’a ve kanaatini zayıf ya da kuvvetli bir biçimde paylaşan muhafazakarlara ‘teçhiz edildiğimiz ‘fıtrat’ bizi aynı olmaktan alıkoyuyor, eşit olmaktan değil; ki zaten biz de diğerlerimizle aynı olmak istemiyoruz’ diyerek mukabele etmek muhafazakarlarla gerçek bir tartışmayı yapmak için daha uygun bir yol olsa gerek. Muhafazakarlara, Müslümanlara ‘şu fıtratımız denen şey aynı olmaya değil ama eşit olmaya cevaz veriyor’ diyerek mukabele etmek, meseleyi bu çerçevede tartışmak, cinsiyetler arası eşitlik gibi mevcut ahvalde herkesçe kabulü görece daha kolay bir mevzuda toplumsal ortaklaşmayı çabuklaştırabilir. Tabii böylesi ortaklaşmaları önemli buluyorsak. 06 KOBANÊ BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 IŞİD, Kobanê’den sökülüyor İ Rojava’da diplomatik görüşmeler Savaş cephesinde bunlar yaşanırken, diplomatik alanda da gelişmeler var. Fransa Dışişleri eski Bakanı Bernard Kouchner ve Alman Sol Parti Lideri Gregor Gysi Rojava’yı ziyaret etti. Kouchner ve Gysi, Rojava yetkilileri ile Kobanê’deki son durumu değerlendirdi. Kouchner, Cizîr Kantonu Başbakan Ekrem Huso ve diğer kanton yetkilileri ile bir dizi görüşerek, savunmadan sorumlu bazı birimlerde de incelemelerde de bulundu. Kouchner, Rojava’daki son durumu yakından görmek ve ülkesini Rojava’ya yardım vermeye ikna etmek için bölgeyi ziyaret ettiğini belirtti. Alman Sol Parti Lideri Gregor Gsiy de Cizîre’de Başbakan Ekrem Huso ve Yardımcısı Hüseyin Azam ile bir araya geldi. Görüşmede IŞİD’in saldırıları ve Kobanê’de ki son durum konuşuldu. Efrin Kantonu heyeti AP yetkilileri ile görüştü Afrin Kantonu Başbakanı Hêvî Mustafa Başkanlığındaki bir heyet ise Avrupa Parlamentosu (AP) yetkilileri ile görüştü. Mustafa’nın yanı sıra Dış İşler Bakanı Hekim Xalo Silêman Cafer, Dış İlişkiler Bakanı yardımcısı Cîhan Mihemed ve PYD Avrupa Yönetim Komitesi Yöneticisi Îbrahîm Îbrahîm’den oluşan Efrin Kantonu Heyeti, AP Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Elmar Brok, AP Başkanı Danışma Kurulu, AP Sol Grup Başkanı Gaby Zimmer, AP Yeşiller Grubu Eşbaşkanı Rebecca Harms başta olmak üzere birçok görüşme gerçekleştirdi. Görüşmelerde Afrin Kantonu üzerinde süren fiili ambargonun etkileri, kantonda yaşayan bütün farklı kimlik ve fikirlerdeki kesimler ile yaratmış oldukları demokratik özerklik modeli ve karşı karşıya bulundukları tehlikeler hakkında AP yetkililerine bilgi verildiği belirtildi. ‘Heseke’de savaş Rejim ile IŞİD arasında’ BasHaber’e konuşan Cizîre Kantonu Yasama Meclisi Başkanı Hekîm Xalo, Cizîr Kantonu’na ziyarette bulunan Avrupa heyetlerinin ziyareti hakkında, bunların diplomatik olarak önemli görüşmeler olduğunu söyledi. Xalo; “Gelen heyetler Rojava’ya destek vermek için geldiklerini, aynı şekilde ülkelerine döndüklerinde Kürd dostu olarak çalışmalar yapacaklarını söylediler. IŞİD saldırları, ekonomik ambargo ve diğer sıkıntılar için Avrupa’da kamuoyu oluşturacaklarını belirttiler. Tabi bunlar şu anlık karar verme yetkisine sahip olmadıkları için herhangi somut bir yardım sözü olmadı” dedi. Yeniden alevlenen Heseke’deki savaş hakkında da konuşan Xalo savaşın rejim ile IŞİD arasında yaşandığını söyledi: “Şimdilik çatışma rejim ile IŞİD arasında. Saldırılar şehir merkezinden uzak, ancak şehir merkezinde aralıklarla bombalar patlıyor. Heseke ilinin yarısı Kürdlerin elinde geriye kalan yarısı da rejimin elinde. IŞİD sempatizanı çok sayıda kişinin bölgede bulunduğu ancak bunların IŞİD adına savaşma durumlarının olmadığını biliyoruz” dedi. Peşmerge’nin geçişi hakkında kendilerine ulaşmış herhangi bir resmi bilginin olmadığını ifade eden Xalo, Kürdistan Yönetimi ihtiyaç olduğu sürece yardım sözü verdiğini ve gerekli olduğunda Peşmerge’nin gönderileceğine inadığının altını çizdi. Arap Kemeri Rojava’yı Kürdsüzleştirme projesiydi Ehmed Gerdi Peşmerge ihtiyaç olduğu sürece Kobanê’de BasHaberê konuşan Kobanê’de bulunan Peşmerge birliğinin komutanı Ahmed Gerdi, şimdilik Kobanê’de durumun sakin olduğunu ve Kürd Güçlerinin ilerleyişinin devam ettiğini söyledi. Şehrin henüz tamamıyla temizlenmediğini ifade eden Gerdi, bunun yakın zamanda olacağını söyledi. Gerdi, şu an Kobanê’de bulunan Peşmerge birliğinin Güney Kürdistana geri döneceği ve yerine yeni bir birliğin gönderileceği bilgisini doğrulayarak, gelecek birliğin aynı donanıma sahip olduğunu ve görevlerini başarıyla yerine getireceklerini ifade etti. Gerdi; “Peşmerge birlikleri arasında bir fark yoktur. Bağlı bulunduğumuz komutanlık bizim değişimimiz yönünde karar verdi ve yeni gelecek birlik Kobanê’yi savunacak” dedi. Bu değişimin ne zaman yapılacağının henüz tam olarak net olmadığını söyleyen Gerdi, alana aşina olan Peşmerge birliğinin Kobanê’den alınmasının sakınca olup olmayacağı hakkındaki sorumuza ilişkin ise; Peşmerge’nin her türlü şartlarda savaştıklarını, yerlerine gelecek birliğinde aynı silah ve mühimmata sahip olacağını ve bu açıdan sakınca içeren bir şeyin olmayacağını ifade etti. Kobanê’deki Peşmerge gücünün görev değişimiyle ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan KBY Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cabar Yawer ise görev değişiminin rutin bir işlem olduğunun bilinmesi gerektiğini ve bu rutin işlemin de gerçekleşeceğini bildirdi. Yawer, bu görev değişiminin yine Türkiye üzerinden gerçekleşeceğini ama güvenlik nedeniyle şu an bir tarih veremeyeceğini bildirdi. Kobanê’de tehlike bitmedi Kobanê Kantonu yöneticisi Ahmedê Mistê de, Kobanê’de bulunan Kürd güçlerinin moralinin çok yüksek olduğunu, uzun bir süreden beri kayıplarının olmadığını ve şehirde oransal olarak yarısından fazlasını ellerinde bulunduğunu söyledi. Mistê; “Kobanê’de durum gittikçe iyiye gitmekte ama henüz bütün tehlikelerin geçtiğini söyleyemeyiz. Tehlike ortadan kalkmadan rehavete kapılmak bizim için sakıncalı bir durum olacaktır. Geri dönen sivillerle birlikte Kobanê’de nüfus gittikçe artmakta. Geri gelen sivillerin güvenliğini sağlamak için daha çok önlem almamız gerekiyor. Bütün dünyadan ve Kürdlerden tehlike bitene kadar desteklerinin devam etmesini istiyoruz.” dedi. ROJAVA 1 - 7 Aralık 2014 Abdulsamet Dawûd: Rojava’ya diplomatik seferler ki ayı aşkın bir süredir kuşatma altında olan Kobanê’de Kürd güçleri kademeli olarak IŞİD’i kentten çıkarırken, Fransa eski Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Alman Sol Parti Lideri Gregor Gysi ile AP heyeti Rojava’da diplomatik temaslarda bulundu. Kobanê’deki yoğun çatışmalar, Peşmerge’nin bölgeye gidişi ardından giderek azalan bir seyir izliyor. Ağır silahlarla saldırıya geçen Kürd güçleri kenti büyük oranda IŞİD’den temizlerken, göç etmek zorunda kalan sivillerin dönüşü de sürüyor. Kürd güçlerinin karadan ve uluslararası koalisyonun da havadan aralıksız saldırısı ile birlikte ağır kayıplar veren IŞİD’e karşı bölgede ‘kesin zaferin’ yakın olduğu bildiriliyor. Öte yandan Kobanê’deki Peşmerge gücünün ise bu günlerde nöbet değişimi yapması bekleniyor. Kobanê şehir merkezinde kimi IŞİD birlikleri kalmışsa da savaş cephesinden gelen bilgilere göre kentin kurtarılmasının yakın olduğu bildiriliyor. Peşmerge birliğinin Kobanê’ye gönderilmesinden sonra devam eden mühimmat sevkiyatı devam ederken, yeni bir Peşmerge birliğinin Kobanê’ye gönderilmesi gündemde. Bu arada Kobanê’deki durumu zora giren İŞİD’in Hasekê cephesinde harekete geçtiği görülüyor. Cizîr Kantonu’na bağlı Heseke ilinde, IŞİD ve rejim güçleri arasında Ebiyet yolunda başlayan çatışmalar Haseke merkezinin 5 kilometre uzağında devam ediyor, çatışmaların şehir merkezine kayması durumunda göç tehlikesi bulunuyor. BasHaber Mistê, Kobanê’de ki Peşmerge birliğinin değişimi konusunda da kendileri açısından bir sakınca içermediğini, YPG ve Peşmerge’nin Kobanê’de omuz omuza savaşmaktan memnun olduklarını, gerekli durumlarda YPG güçlerinin de Güney Kürdistan’da Kürd kardeşlerine yardım ettiğini belirtti. Rojava’daki yönetimin Kürdlere geçmesinden sonra bir birinden kopuk üç kanton ilan edildi. Kopukluğun bir sebebi de Arap Kemeri ile 2 milyon Kürdün yerinden edilmesiydi. Rojavanın tarihi ve şimdiki durumunu kavrayabilmek için Arap Kemeri’ni araştırmak gerekiyor. Abdulsamet Dawûd’la bu proje üzerine konuştuk. A rap Kemeri rejim tarafından daha önceden planlanmıştı ama pratikte 62 nüfus sayımıyla hayata geçirilmeye başlandı. 62’de yapılan sayım sadece Cizîr bölgesinde yapıldı. Sayımın sadece burada yapılması bir plan dahilinde yapıldığının açık belirtisiydi. Dawûd, sayımın bir gün içinde yapıldığı ve vatandaşlıktan çıkartılacak kişilerin daha önceden belli olduğunu söyledi. Dawûd: “Rüşvet verebilenler isimlerini sildirebiliyorlardı. Bu sayımla 150 bin Kürd vatandaşlıktan çıkartıldı. Bu kimliksizlere, siz yabancısınız buradan gidin denildi.” Kürdler vatandaşlıktan çıkartıldıktan sınra, toprakları ellerinden alındı, devlette görevli olanların görevlerine son verildi ve orduda komutan olanlar uzaklaştırıldı. O kadar baskı yapıldı ki; hasta olanlar hastahanelere gidemediler, otellerde yatamadılar. Elbette Kürdlerin ‘yabancılaştırılmasının’ birçok sebebi vardı ama en başta bölgenin Kürdlerden boşaltılması geliyordu. Bu proje belli bir oranda başarıya ulaştı ve burada ki halk baskılardan dolayı göç etmek zorunda kaldı. Dawûd bir dipnot olarak Arap Kemeri’nden şöyle bahsetmekte: “1958’de Suriye ve Mısır birleştiğinde Arap şovenizmi daha da arttı. Yeni kurulan Suriye Kürdistanı Demokrat Partisi (PDKS) üyesi tutuklandı. Arap Kemerinden önce Kürdistan’da Habur çayı üzerinde 10 Arap köyü yaptırılmıştı. Bu Arap Kemeri çerçevesinde yapılmamıştı Bu Araplar Suveyde’den getirilmişlerdi.” Arap Kemeri Arap milliyetçiğinin dışa vurumuydu Suriye’de Baas egemenliğinden sonra Arap milliyetçiliği daha da arttı. Kürdistan’a İsrail gibi bakıldığını söyleyen Dawûd: “O zaman Haseke savunma sorumlusu Muhetap Teleb Hilal vardı. Bu Kürdler üzerine bir kitap hazırlmıştı, kitapta Cizîr’in Kürdlerden temizlenmesi projesi vardı. Korktukları için bir an önce bu projelerini bitirmek istiyorlardı” dedi. O yıllar düşünüldüğün de bu planın sebepleri çok açık bir şekilde görülmekte; Cizîr’in yanı başında Mele Mustafa öncülüğünde devrim başlamıştı ve Cizîr’de petrol yatakları vardı. Dawûd kitapta yazılan planın 12 maddeden oluştuğunu söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunlar Cizîr topraklarına el konulması, Kürdlerin göçertilip yerlerine Arap aşiretlerin yerleştirilmesi, eğer Arap aşiretleri olmasa askeri alanlar oluşturlması gibi maddelerdi. Onları göçertmek için kimliklerinin alınmasından bahsediliyordu, aynı şekilde Araplar buraya yerleştirilirse baskıyla Kürdler göç etmek zorunda kalacak deniliyordu. Onun için rejim Araplara silah verdi.” Kürdlere ait iki milyon dönüm ellerinden alındı Arap Kemeri’nin başlamsından sonra 1961-71 yılları arasında iki milyon verimli toprak Kürdlerden alındı. Bu el konulan topraklar Suriye Kürdistan’ının en doğusu olan Dêrik’ten başlamakta 275 kilometre uzaklıkta olan Serêkaniyê’ye kadar uzanmaktadır. Hatın derinliği 10 ile 20 kilometre kadar genişlemekte. Bu hat üzerinde yer alan 335 Kürd köyü boşaltıldı. 150 bin kişi yersiz ve yurtsuz kaldı. Dawûd projenin uygulanması hakkında şunları söylemekte: “Bu iki milyon topraktan bir milyonu Arap aşiretlere verildi, bir milyonu da rütbeli askerlere. Modern köyler kuruldu; bu köylerde 100 kişi kalmaktaydı ve her köyde karakol vardı. Bu köyler 3-5 kilometre aralıklarla sınırdan 5-7 kilometre uzaklıktaydı. Her eve 150 ile 300 dönüm arasında toprak verildi.” Dawûd’un verdiği bilgilere göre 1974’e kadar 4 bin 600 Arap bu yeni köylere yerleştirildi. Arap Kemeri’nin birinci aşamasından sonra Kürdistan’da 40 yeni Arap köyü oluşturuldu; bunlardan 12 tane Dêrik’te, 12 tane Qamîşlo’da ve 16 tene de Serêkaniyê’de. Burada ki Araplar Rakka ve Halep’ten getirildiler. Kürdistan’ın coğrafyası ve nüfusu değiştirildi Projenin sonucu olarak Kuzey ve Rojava parçalarının birbiri üzerinde ki etkisi azaldı ve bu bağlantı kesikliği yüzünden; kültürel ve düşünsel anlamda bir kopukluk meydana geldi. Kürdistan kuzey sınırında bitirilmeye çalışıldı, coğrafya ve demografya olarak tahribata uğradı. Cizîr bölgesinin Araplaştırılması sadece göçertilmekle yapılmadı. Bunlardan bir tanesi yer isimlerinin değiştirilmesiydi. Kürd yerleşim yerlerinin isimlerinin Araplaştırılması 1980’e kadar sürdü. Dawûd: “3 aşamada isimler değiştirildi; ilkin doğrudan isimlerin çevirisi yapıldı, diğer aşamalarda Arap milliyetçiliğiyle özdeşleşmiş isimler verildi. Yer isimlerinin yanı sıra kişi isimleri de değiştirildi. Kimse istediği ismi çocuklarına veremezdi.” Birinci aşama 14 Haziran 1974’te son buldu Arap Kemeri üç aşama üzerinde planlanmıştı. Birinci aşama 20 kilometre, ikinci aşama 40 kilometre ve üçüncü aşama 70 kilometreye kadar Kürdleri sınırdan uzaklaştırmak planlanıyordu. 74’te birinci aşama bitti. Ondan sonra savaş çıktığı için diğer aşamalara geçilemedi. Dawûd: “Efrîn ve Kobanê’de köyler boşaltılmadı, şayet diğer aşamalar hayat bulsaydı oralarda boşaltılabilirdi. İlk önce Cizîr bölgesinin boşaltılmasının sebebi üç devletin birleştiği bir kavşakta olması ve oranın toprak ve petrol olarak çok zengin olması geliyor.” 07 “Keşfetmek”, “yenmek” ya da utanç FERHAT KENTEL Bugünlerde Cumhurbaşkanımızın oyalanalım diye bizim önümüze attığı fındık fıstıkla oyalanıyoruz. Hadi biz de biraz oyalanalım; çünkü fındık fıstık atarak kendine eğlence yaratanlarla uğraşmak da eğlenceli bir taraf içeriyor... Amerika’yı Cristoph Colomb’un değil, Müslümanların “keşfettiği” bilgisi ile tanışıyoruz örneğin. Çünkü bu bilgiye ilave olarak Küba’da bir camiye rastlandığı servis yapılıyor. Ve memleket olarak, kimin keşfettiği üzerine sağlam polemiklere dalıyoruz... Ama bu “keşfetme” denen olayın ne biçim bir halt etme, ne biçim bir hakaret, aşağılama olduğunu bile farketmiyoruz. “Keşfetme” lafını böbürlene böbürlene söyleyenler ya da “hadi canım, sen övünüyorsun ama aslında sen keşfetmedin” diyerek böbürlenenlere çemkirenler de dahil olmak üzere, doğru dürüst hiç kimse böyle lafın kendisinin ne kadar utanç verici olduğunu fazla sorgulamıyor. Müslüman ya da Hristiyan kâşiften önce o kıtada “insanların” yaşadığını düşünemeyecek kadar yarıştırma halinde eski ya da yeni Kemalistler... O kıtada insanlar keşfedilmeyi bekleyen yabani yaratıklar değildi... Ve dolayısıyla o kâşif efendiler oraya gittiler diye o kıtanın insanları “var” konumuna geçmediler. Çünkü zaten orada vardılar! Aslında söz konusu olan durum modernizm karşısında sürekli sırıtan aşağılık kompleksi... Ve buna eklenen bu topraklarda bol miktarda görülen devletçi, ataerkil yapıların bıraktığı izler... Ama bu bizim Müslüman Kemalistlerin “ilk otantik” Kemalistlerden hiç farkı yok; “otantik” olanlar da yakın bir geçmişte Küba devriminin en sembol ismi Che Guevara’nın hep koltuğunun altında (ya da cebinde “cep formatında) “Nutuk” adlı buraların laik dinselliğinin kutsal kitabını taşıdığını söyleyip duruyorlardı! (Yani aslında bu Küba’da ilginç bir şeyler var; eğer Kübalıları etkilemişsek, oralarda iz bıraktıysak boyumuzun epey, birkaç karış daha büyümüş olacağını varsayıyoruz herhalde!) Bir yandan modern dünya karşısında kaydedilmiş olan yenilgilerin getirdiği travmayı aşmak için sürekli kendini şişiren bir yapı; sürekli “ne kadar büyük olduğunu” anlatan bir zihniyet. Bir zamanlar Amerikan–Rus (ya da Sovyet) karşılaşmalarına dair sahnelerin canlandırıldığı fıkralar gibi... Hani Amerikalı biri Moskova’ya gitmiş; onu gezdiren Rus’un sürekli “Şu gördüğün binayı Sovyet teknolojisiyle şu kadar günde, şu kuleyi azıcık günde yaptık” diye anlattığı ve de Amerikalının da “O da bir şey mi? Bizde olsa, aynı bina şu kadar daha az günde yapılırdı” tarzında sürdürdüğü bir yarış zihniyeti... Yani sürekli bir güç yarıştırma, büyüklük çabası, büyük olma arzusu... Keşfettiğin dağlara, ovalara, okyanusların dibindeki çukurlara isim verme, ölümsüz olma çabası... En büyük gökdeleni yapma hırsı... “En büyük gökdeleni yapacağım” diye tutturan “saygıdeğer” işadamı, emrinde 1000 liraya “köle” olarak çalıştırmayı becerdiği insanlardan 301 tanesini toprağa gömecek kadar “tasarruf” yapıp, uzun bina yarışına girebiliyor. Bu kadar çok aşağılık-büyüklük kompleksine kapılınca doğal olarak “ne olursa olsun yenmek” bir mutlak arzuya dönüşüyor. “Yenilmek” ise en büyük travmaya... Yenilmeyi kabul edemiyor bizim kompleksliler... Bir adamın ettiği lâfı (“Benim de benzer gözlemlerim ve tecrübelerim var”) yamultup, üstelik mevcut olmadığı bir toplantıda konuşulanlar hakkında ona “Ben şahidim” dedirtmek, savaş kazanmak için başvurulmuş dümdüz ahlaksızlıktır. Bunun en iyi ihtimalle futbol dünyasında bir karşılığı var. “Vur kır parçala, bu maçı kazan!” diyerek, ancak belden aşağılık yöntemlerle maç kazanmayı becerebilen, futbolcu, antrenör, kulüp başkanı, medya maymunu yorumcular için de “yenilmek” tahammül edilmez bir durum. Yani işin özü şu: tribünden ya da Ak Saray’dan bakarken durum çok farketmiyor. Hepsi “başkan” olmak istiyor ve yenerek varolabileceklerine çok inanıyorlar. 08 BasHaber 1 - 7 Aralık 82014 SÖYLEŞİ ÇÖZÜM SÜRECİ ÇÖZÜM SÜRECİ BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 9 SÖYLEŞİ Mehmet Emin Dindar: Süreç başarıyla sonuçlanacak H DP İmralı Heyeti’nin 6-7 Ekim’deki Kobanê eylemleri sonrası PKK Lideri Abdullah Öcalan ile kesintiye uğrayan görüşmeleri yeniden başlıyor. En son 21 Ekim’de görüşme yapan heyet 30 Kasım Pazar günü bir kez daha adada olacak. Öcalan’la görüşecek genişletilmiş heyete HDP Grup Başkanvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken ile HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in yanı sıra DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle’nin de katılacağı kesinleşirken, DÖKH’den Ceylan Bağrıyanık’ın ise adaya gitmeyeceği konuşuluyor Ankara kulislerinde. 30 Kasım’da İmralı’ya gidecek olan heyetin, bir ay sonra yapacakları bu ilk görüşmede kritik konuların konuşulması bekleniyor. Bunların başında, hükümetin “kamu düzeninin sağlanması” olarak ifade ettiği “mutlak eylemsizlik” geliyor. “3. Göz” denilen İzleme Kurulu’nun kurulmasının da netleşeceği beklenen ziyaret öncesi Öcalan için sekretaryaya seçilecek isimlerden 4’ünün kesinleştiği ifade ediliyor. Ada ziyaretinden önce Baluken, Kandil’e giderek KCK yöneticileri ile, Buldan ve Önder’in ise Çözüm Kurulu üyeleriyle görüştükleri ulaşan diğer bilgiler arasında. Hükümetin tıkanmayı aşmak için bir takım adımlar atmaya başlamasıyla hızlanan Çözüm Süreci’nin Kürd tarafından da hafta boyunca açıklamalar gelmeye devam etti. Kandil’in özellikle ‘silahların bırakılması ve Kobanê eylemleri’ konusunda sert açıklamalar yapmaya devam etmesi dikkat çekiyor. KCK Yönetim Kurulu üyesi Mustafa Karasu’nun, Kobanê eylemleri sonrasında tansiyonu düşürmeye yönelik yumuşak mesajlar veren HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ı ‘psikolojik savaşın etkisinde kalmakla’ suçlamasının ardından Demirtaş’ın 2015 Newroz’unda Öcalan’ın silahsızlanma çağrısında bulunacağını iddia etmesi de gözlerin HDP ve Kandil arasında görüş açısı farklılığına yönelmesine yol açtı. Kürd kamuoyunda ‘siyasi manevra’ olarak yorumlanan bu karşılıklı açıklamalara KCK Yönetim Kurulu Üyesi Sabri Ok’tan gelen ‘’PKK silahlarını bırakmayacaktır, Türkiye Cumhuriyeti Devleti asker ve polislerini Kürdistan’dan çeksin’’ yolundaki çıkışı ise taraflar arasındaki görüş ayrılığını teyit eder boyutta. Herkes sekreteryada yer alamaz Kürd cephesi arasında farklı yaklaşımlar sürerken, Hükümet kanadından Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Abdullah Öcalan’a Sekreterya kurulmasıyla ilgili dikkat çeken açıklamalar yaptı. Bozdağ, cezaevlerinde kimlerin bulunacağının yasalarla bellirlendiğini, cezaevlerinde Çözüm Süreci ortaya karışık HDP İmralı Heyeti’nin 6-7 Ekim’deki Kobanê eylemleri sonrası PKK Lideri Abdullah Öcalan ile kesintiye uğrayan görüşmeleri yeniden başlıyor. En son 21 Ekim’de görüşme yapan heyet 30 Kasım’da bir kez daha adada olacak. Öcalan’la görüşecek genişletilmiş heyete Hatip Dicle’nin de katılacağı kesinleşirken, DÖKH’den Ceylan Bağrıyanık’ın ise adaya gitmeyeceği konuşuluyor. sadece tutuklu ve hükümlülerin bulunabileceğine değinerek, bunun dışında kimsenin bulunmasının mümkün olmadığını belirtti. İmralı’ya sekreterya konusunun kamuoyunda hükümeti yıpratmaya yönelik bir ‘’algı operasyonuna” dönüştürüldüğünü vurgulayan Bozdağ, “Sanki dışarıdan bir özel kalem gidecek, orada sekreter olacak gibi bir algı yaratılıyor. Bu fevkale yanlıştır. Siyaseten de böyle bir şey yok, kanunen de bu mümkün değildir’’ dedi. Bu arada sürecin kesintiye uğramaması durumunda üzerinde mutabakata varılan önemli konuların bir nebze daha netlik kazanacağı yorumları yapılıyor. Buna göre Öcalan’ın Kandil’e ‘mutlak eylemsizlik’ çağrısı yapacağı ve Kandil’in bu çağrıyı değerlendireceği bildiriliyor. Öcalan’ın çalışmalarına yardımcı olacak 5 mahkumdan oluşan sekreteryanın oluşturulacağı, İmralı’daki mahkumlar yerine yeni mahkumların geleceği belirtiliyor. Seçilenlerin örgütün cezaevlerindeki önemli isimlerinden oluşacağı gelen diğer bilgiler arasında. Son gelişmeler neleri kapsıyor 16 ismin Akil İnsanlar Heyeti’nden 3’ünün ise dışarıdan seçildiği 19 kişilik İzleme Kurulu’nun bekletilmeden hayata geçirileceği, 30 Kasım’da HDP İmralı Heyeti’nin görüşmesinde gündeme geleceği ve Öcalan’ın onaylaması durumunda en kısa sürede kamuoyuna açıklanacağı bekleniyor. Ağır hasta mahkumların serbest bırakılacağı konusu üzerinde anlaşma sağlanmış ancak sürecin başından itibaren bu konuda tek adımın atılmamış olması gerginlik yaratırken, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ konuyla ilgili bir kez daha, ‘düzenleme yapacağız’ dedi. Ağır hasta tutuklularla ilgili konunun ise açıklanmamış ‘Yol Haritası’nın 3’üncü maddesinde yer aldığı yönünde bilgiler aktarılmakta. Öcalan’ın İmralı Adası’nda Adalet Bakanlığı’na bağlı Mete Tesisleri’nde ev hapsine alınacağı Ankara kulislerinde konuşulan ve teyit edilemeyen diğer konu başlıklarından biri. Gazetecilerin İmralı’ya gidişlerinin ve görüşmelerinin önünün açılacağı belirtilirken, Öcalan’ın silahsızlanma çağrısı yapacağı, ardından Kandil’in çağrıyı değerlendireceği, ‘uygun bulduğunu’ açıklaması halinde dileyen örgüt militanlarının Türkiye’ye gelerek siyasete katılabileceği, geri dönenlerin Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) bünyesinde siyaset yapacağı, dönmek istemeyenlerin ise Türkiye sınırları dışına çekileceği, örgütün yönetici kadrolarının ise başka bir ülkeye gitmeyecekleri, Kandil’de kalmaya devam edecekleri gelen bilgiler arasında. Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılacak değişiklik ile geri dönüş yasasının Meclis’e sunularak çıkarılacağı bunun yanısıra Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki bazı maddelere koyduğu çekinceleri kaldıracağı ve böylelikle yerel yönetim yetkilerinin de genişletileceği konuşuluyor. Son olarak hiçbir detayın açıklanmadığı genel af konusu var gündem listelerinde. Davutoğlu’nun Urfa ziyareti Geçtiğimiz hafta çarşamba günü Urfa’ya giden Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kobanêlilerin yaşadığı AFAD çadırında şunları söyledi: “Bu tür süreçler herkes tarafından soğukkanlılıkla yürütülmelidir. Çözüm Süreci’ni bir taraf içindeki bazı negatif unsurların provakatif eylemlerine kurban etmemeliyiz. Bunun yolu sadece siyasi iktidarın yapacağı çalışmalardan geçmez. Toplumun ve sosyal hayatın içindeki bütün aktörlerin, sivil toplum kuruluşlarının, diğer siyasi partilerin herkesin bu süreci benimsemesi ve sahiplenmesi lazım” Kalıcı adımlar atılmadı Öte yandan HDP kanadında ise hükümetin barış süreci için kalıcı adımlar atılmadığı kanısı yaygınlaşıyor. HDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan ve Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, çözüm sürecinde hükümetin iki yıldır kalıcı bir adım atmadığı, çözüm sürecine daha stratejik ve ilkeli yaklaşılması gerektiği vurgulayarak BasHaber’e açıklamalarda bulundu. Sekreterya için isimler sunuldu 2 yıldan beri İmralı ile devlet arasında gerçekleşene görüşmelerin diyalog süreci olduğunu söyleyen Aydoğan, Sekreterya için 4 PKK’li hükümlünün isimlerinin belirlenerek Bakanlığa sunulduğunu söyledi. Aydoğan, “Diyalog süreci bitmiş, müzakere sürecine geçilmemiştir. Eğer sekrekterya ve gözlemci heyeti oluşturulur ve heyetlerin İmralı’ya gidişi, çalışmaların başlaması söz konusu olduğunda müzakere başlamıştır diyebileceğiz. Hükümetin sekreterya ve gözlemci heyet konusunda çalışması olduğunu görüyoruz. Ancak bunların gerçekleşmesi ve sözde kalmaması gerekiyor” diye konuştu. Oyalamacı bir politika söz konusu HDP Urfa milletvekili İbrahim Ayhan ise Kürdlerin sürecin başından beri samimiyetle yaklaşmasına karşılık, Türkiye’de özellikle hükümetin kalıcı bir adım atmadığını söyledi. Ayhan şunları söyledi: “AKP hükümeti ve devlet çözüm süreci dönemine denk düşen bir tutum ortaya koymamıştır. Kürd hareketinin tüm iyi niyetli ve çözümden yana yaklaşımları AKP tarafından istismar edilmiş ve oyalama politikası güdülmüştür. AKP’nin bu ertelemeci ve oyalamacı tutumu sürecin gelişmesini engellemektedir. Kalıcı barış ve çözümün sağlanabilmesi için AKP’nin bu politikalarını terk etmesi gerekiyor. Çözüm sürecine daha stratejik ve ilkeli yaklaşması gerekmektedir. Bitip bitmemesi AKP’nin tutumuna bağlı, samimi olmazsa devam etmesi mümkün değil sürecin devam etmesi için gereken adımları atması lazım. Bu sürecin sağlıklı işlemesi için atması gereken adımları atmamış ve süreci akamete uğratmıştır. Bu sebeple bu tutumundan ve politikasından vazgeçmeli, daha kalıcı ve sorunun çözümüne katkı sunan adımlar atmalıdır.” AKP Şırnak Milletvekili Mehmet Emin Dindar, Çözüm Süreci’inde sekretaryada kimler olacağı konusunun henüz görüşme aşamasında olduğunu ve hükümet olarak silahların bırakılıp kamu düzeninin sağlanmasının öncelikleri arasında olduğunu belirterek, İç Güvenlik Reform Paketi’nin eskiye göre değerlendirilmesinin yanlış olacağını söyledi. Dindar bu yetkilerin güvenlik amaçlı olduğunu belirterek, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak benim güvenliğimi devletin polisi ve askeri sağlayacaktır. Ama elbette bunu yapacak diye kimsenin bu görevi kötüye kullanmaya da hakkı yoktur. Eskinden zulüm yapan insanlar bugün hukuk nezdinde cezalandırılıyor. Biz asker ve polisin yetkisini çoğalttık diye, kimsenin bu yetkiyi kötüye kullanmasına da, bunu bahane etmesine de izin vermeyiz. Bu yetkiler zaten vardı. Biz süreç bozulmasın diye buna dikkat ediyorduk’’ dedi. PKK’nin çözüm sürecine yönelik, “Reform Paketi’’ için yaptığı ‘’Türkiye devleti askeri ve silahıyla Kürdistan’da durduğu sürece silahlar susmayacaktır’’ açıklamasını değerlendiren Dindar, “Bizim söylemeye çalıştığımız şey demokratik bir ortamda siyaset temelinde bunu çözmeliyiz. Eğer gerçekten görüştüğümüz insanlar İmralı veya PKK’nin temsilcileri değilse onlarla görüşmenin de bir anlamı yoktur. Tek taraflı silah bırakma olmaz. İmralı ve siyasi kanatlarların hepsi sürecin devamından memnun ama elbette hem dağda hem siyasette bu çözümü istemeyenler de vardır. Şunu gözardı etmemek gerekir: Kürd halkı ile PKK aynı şey değildir. Bu paket yanlış yapan insanların cezalandırılmaması gerektiği anlamına gelmiyor bu resmin tek bir parçasına bakıp karar vermemek gerekiyor. Resmi bir bütün olarak görmek gerekiyor. Benim için birinci mesele PKK gibi düşünmeyen vatandaşların güvenliğidir. Bunu da benim polisim, askerim sağlayacaktır’’ dedi. Bölgede birçok şeyin değiştiğini ve artık eski kaygılardan kurtulmak gerekti- ğini söyleyen Dindar, “Bölgedeki asker ve polisin yetkilerinden şikayetçi olmuyor, çünkü artık insanlar kendilerini ifade edebiliyor bugün birçok şey değişti. Artık insanlar istedikleri tepkiyi gösterebiliyor, kimse Kürd dediği için hapse girmiyor.’’ diyerek, Çözüm Süreci’ni her kesimden insanların desteklediğini ve tarafların sürecin selameti için çaba sarf ettiğini sözlerine ekledi. Çözüm Süreci’ne herkesin destek olduğunu, bunun böyle gitmesi halinde sürecin başarıyla tamamlanacağını belirten Dindar, “Barışa giden yolda her şekilde vatandaşımızın yanındayız. Sürecle ilgili bütün argümanlar oturup konuşulur ama bunları masada, siyaset temelinde konuşmak gerekiyor. Herkes çözümden yanadır. Bu şekilde devam ederse süreç başarıyla sonuçlanacaktır.’’ diyerek, barış süreci olduğu zaman barışın tarafları sonucun selameti için fedakarlık yapabileceğini sözlerine ekledi. Ertuğrul Kürkçü: Yapmak istedikleri otoriter özerklik Çözüm sürecinde, İmralı heyetinin genişletilmesi ve müzakere yollarının aranmasıyla birlikte umutlar artarken hükümetin meclise sunduğu ‘’İç Güvenlik Reform Paketi’’ çözüm sürecinde kaygı ve taraflar arasında güvensizliğe neden oldu. Paket, özellikle polise ve valilere verilen yetkilerin toplumda huzursuzluk yaratacağı ve keyfi uygulamalara neden olacağı kanısının yanı sıra, çözüm sürecinin de bundan olumsuz etkileneceği endişesi yarattı. Vali ve Kaymakamlara asker ve polise emir verme yetkisi, amir emri ile polise arama izni verilmesi, polise ek gözaltı süresi tanıması, molotofun silah olarak kabul edilerek polise silah kullanma izni ve gösterilerde yüzünü kapatanlara hapis cezası verilebileceğine dair kurallar içeren ‘’Reform Paketi’’ birçok alanda tepkilere neden oldu. Konu hakkında BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü, hükümetin çözüm sürecini karşılıklı Nursel Aydoğan verilen ödünlerle bir ortak çözüm yaratmak olarak okumadığını, Kürdleri teslim almak olarak okuduğunu söyleyerek, ‘’Hükümet, Kürdlerin böylesine ulusal bir bilinç kazandığı çağda, hiçbir yasal, politik, iktisadi derleme olmadan hizaya geçip silahları bırakmalarını istiyor. Böyle olunca da güvenlik rejimi de buna uygun hareket ediyor. Sadece Kürdleri değil bütün sosyal kesimleri devletin şiddet politikası ile kontrol etmek için yasalar konulmak isteniyor. Bunun başka bir açıklaması yoktur’’ dedi. Valilik ve kaymakamlıklara polise ve jandarmaya emir verme yetkisini değerlendiren Kürkçü, “bu yetki verilerek aslında her ilde işlerin başına bir Recep Tayip Erdoğan konulmuş olacak. Böylelikle demokratik özerklik değil, otoriter özerklik sağlanmış olacaktır. İlerde elde edilebilecek özerklik gibi kazanımlara karşı özerk otoriter bölgeler oluşacak. Bunlar kabul görülmesi imkansız şeylerdir.’’ diye konuştu. İbrahim Ayhan Bu tasarının geçmesi halinde her şeyin kötüye gideceğini söyleyen Kürkçü, ‘’Ama süreç de devam eder, biz hükümet böyle bir yasa çıkardı diye bundan vazgeçecek değiliz. Bizim açımızdan çözüm halkın iradesini ortaya koyması demektir. Öyle veya böyle biz bu sürece devam edeceğiz’’ diyerek, çözüm sürecinin gerçekleşeceği politik çerçeveye dikkat çeken Kürkçü, “Sürecin içinde gerçekleşeceği politik çerçeve halkı buna ikna etmekte oldukça etkili bir unsurdur. Bu yüzden süreç olumsuz etkilenecektir’’ dedi. Çözüm sürecinin yanı sıra Türkiye’nin AB uyum yasalarına uyacağını söylemesine rağmen birçok yasayı eskisinden daha kötü duruma getirdiğini söyleyen Kürkçü, ‘’Hükümetin AB’ye uyum perspektifinden artık söz edilemez. Sadece bu argümanın da bir köşede durup çalışmasını istiyor’’ diyerek bunun hem uluslararası alanda hem de Türkiye’de olumsuz sonuçlar doğuracağını sözlerine ekledi. Mehmet Emin Dindar Ertuğrul Kürkçü 09 Bölgesel/Küresel soruna yerli çözüm zor HAKAN TAHMAZ Bir süredir tartışılan KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın müzakere sürecinde ABD’nin gözlemci olabileceğine ilişkin açıklaması “üçüncü göz” konusuna yeni bir unsur eklendi. Hâlbuki İmralı ve Hükümet, “yerli çözüm” konusunda anlaşmış gözüküyorlar. Bunun değişme ihtimali ise oldukça düşük. Hükümetin sıkça Çözüm Süreci’nin “bize özgün olacak” vurgusu yapması ilk önce Oslo tecrübesiyle ilgili gibi anlaşılıyordu. Süreç içinde yapılan açıklamalardan tek başına bununla sınırlı olmadığı görüldü. Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi sürecinde her ülkenin kendi hesap ve planları doğrultusunda davranmasının Kürd sorununun çözümünü zorlaştırdığı bir gerçek. Çözümün iç dinamiklerinin oldukça zayıf olduğu koşullarda çözümün daha karmaşık ve zor olacağı hesap edilmek durumunda. Her sorunun kendine özgün yanları olduğu gibi çözümünün de ülkeden ülkeye farklılık göstermesi doğal. Çözüm modelleri kopya edilemez. Dünyayı yeniden keşfetmeye çalışmak ise zaman ve enerji kaybıdır. Yerli çözüm bulmanın zorluklarının nasıl aşılacağı çözümün karakterini belirleyecek derecede önemli bir problemdir. Bu noktada, karşı karşıya bulunduğumuz bazı sorunlara madde madde dikkat çekmek istiyorum. 1- Türkiye, Kürd sorunu büyük ölçüde Ortadoğu sorununa ve küresel soruna dönüştüğü bir aşamada çözüm arayışına girdi. 20 yıl öncesi durum tam böyle değildi. Gecikmiş olmak artık çözüm için daha makro bir politikayı gerektiriyor. Yani artık Türkiye’nin Kürd sorununun çözümü ile bölge politikası “etle tırnak” gibidir. 2- Türkiye’yi çözüm arayışına sürükleyen esas olarak, küresel ve bölgesel gelişmelerdir. Kendi iç dinamikleri belirleyici değil. Türkiye Küresel dünyanın bir parçası olmak zorunda olduğu için ve Kürd Sorunu’nu eski hali ile taşıması mümkün olmadığında çözüm arayışına girmiştir. Bu nedenle de “yerli çözümün” sınırları vardır. İstese de istemese de küreselleşmiş bir sorunun varlığıyla hareket etmek zorunda. 3- “Yerli model” arayışları fazlaca zorlandığında benzer sorunları çözmede elde edilmiş deneyimlere sırt dönmeyle sonuçlanabilir. “Biz başka hükümetlere ve ülkelere benzemeyiz.” gibi megaloman, üstenci bir yaklaşım siyasi ufuk darlığına ve kendine güvensizliğe yol açacak bir yaklaşım tarzıdır. Her iki durum da birçok riski içeriyor. 4- Hükümetin bu yaklaşımı aynı zamanda Kürdlerin eşit yurttaşlık haklarına veya başka bir ifadeyle egemenliğin paylaşılmasına kapalı olduğuna ilişkin bir işarettir. Bu Kürd siyasal hareketi ile Hükümetin arasındaki çözüm konusundaki açının genişliğini ortaya seriyor. 5- Hükümetin son yıllarda her konuyu millileştirme tutumunu Kürd sorunu konusunda da izlemesi yaraların kabuk bağlamasını zorlaştırıcı bir sonuç doğurduğu gibi Kürdlerin en temel evrensel eşit yurttaşlık haklarını (en azında kullanılmasının) tartışılmaya açılmasına yol açıyor ve bu çözümsüzlüğü derinleştirecek gelişmelerin oluşma potansiyelini taşıyor. 6- Millileştirme perspektifinin doğal sonucunun ulaşacağı boyut, Kürdlere evrensel hakları konusunda Kürd olmayanların rıza gösterdikleriyle yetinmeyi istemektir/dayatmaktır. Bu adil- adaletli olmayan bir sonuç doğurur. İnsan haklarına, demokrasiye, özgürlüklere çifte standartlı yaklaşmaktır. Barışın kalıcı olmasını engeller. Kürdlerin siyasallaşmasının ulaştığı boyutun, bu türden yaklaşımlara prim vermenin önünde engel olduğunun görülmesi ise bu yola girmemeyi gerektir. 7- Sorunları veya konuları millileştirerek, insanları geri yönlerini, korkularını harekete geçirerek seçim kazanılabilir. Ama kalıcı sorun çözme yöntemi, tarzı ve yaklaşımı olamaz. Toplumsal değişim ve dönüşüm inşa edilerek ve evrensel hakların kurumsallaşması ve toplumsallaşması sağlanarak kalıcı çözüme ulaşılabilinir. Sorunları millileştirme yaklaşımı çıkmaz sokağa sapılmasını getirebilir. Böylesi bir yola girmeden çözüm geliştirmek en sağlıklı yoldur. 10 SÖYLEŞİ BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 Prof. Dr. Samim Akgönül: Lozan kamuya açık bir sırdır S Yeter Polat iyaset bilimi profesörü ve tarihçi Samim Akgönül önemli bir bilim insanı. İstanbul-Strasburg arası yaşayan Akgönül aynı zamanda Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin de kurucularından. Türkiye’nin ‘öteki’lerinin Lozan’da belirlendiği gerçeğinden hareketle, ‘ötekilerin’ bugünle, dünle ve gelecekle ilişkilerinin yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bugünlerde, Prof. Dr. Samim Akgönül ile, 1920’lerin ‘ötekileri’ ile 2014’ün ‘öteki’lerinin birbirlerinden nasıl ve ne kadar farklı açılar çizdiğini, o günlerde öngörülmeyen birçok kimliğin ortaya çıktığını konuştuk. Akgönül’e ilk olarak bu güncellemeye ihtiyaç olup olmadığını sorduk. Lozan Antlaşması’nın Türkiye’nin kurucu belgesi olduğuna dikkat çekerek sözlerine başlıyor Akgönül, “Bu doğru, ancak 24 Temmuz 1923’de imzalanmış, 25 Temmuz 1923’den itibaren ihlal edilmeye başlanmıştır. O yüzden de ortaya Türkiye’nin kendi tarihini algılaması açısından bir paradoks çıkar.’’ diyor ve sözlerine devam ediyor: “Lozan Antlaşması kamuya açık bir sırdır. Kimse içinde ne yazdığını bilmez herkes metni kutsallaştırır. Zaten içinde ne yazıldığının bilinmemesi için de her şey yapılır. Lozan Antlaşması’nın ötekileri elbette dinsel aidiyetten hareket edilerek kategorize edilmiştir zira, Türkiye’de ulus inşası millet sistemini takip ederek ulusa ait olmanın başat kriterini Müslümanlığa aidiyet olarak alır. Ama diğer taraftan da Lozan Antlaşması Türkiye’de yaşayan herkese, bütün Türkiye vatandaşlarına, Müslüman olamayan Türkiye vatandaşlarına ve anadili Türkçe olamayan Türkiye vatandaşlarına haklar tanır. Bu açıdan bakıldığından gerçek bir ‘insan hakları’ belgesidir ve elbette uygulanmamıştır.’’ Lozan’ın bilinmeden kutsallaştırılmasının iki sonuca yol açtığına dikkat çekiyor Akgönül: “Antlaşma ne uygulanabiliyor ne de antlaşmanın ötesine geçilebiliyor. Böylece bir taraftan Türkiye’deki değişik ve zengin kimliksel çeşitlilik hala bir tehdit olarak görülürken öte yandan da bireylerin kimliklerinden bağımsız olarak eşit vatandaş olmaları engelleniyor.” günahkarların komplosu‘ vs gözü ile bakılırsa bu reçete bulunamaz. Önce teşhis konulmalı sonra tedaviye başlanılmalı. Bizler yönetenleri henüz bu teşhise ikna etmekle meşgulüz. Bu Kürd eşitliği için de geçerli, kadınların toplumdaki yeri konusunda da Ermeni soykırımı için de geçerli, Ekümenlik, Patrikhane için de’’ geçerli olduğunu savunuyor. Lozan Antlaşması’nın ötekileri elbette dinsel aidiyetten hareket edilerek kategorize edilmiştir. Türkiye’de ulus inşaası millet sistemini takip ederek ulusa ait olmanın başat kriterini Müslümanlığa aidiyet olarak alır. Üç kırılma mevcut toplumda; dinsel, cinsel, etnik ‘Azınlık hakları’ literatürüne ‘yeni azınlıklar’ olarak girmeyi başaran bu ‘yeni’ kavramın sadece etnik, dilsel, ya da ulusal azınlıkları değil, toplumsal ortaklık bilincine sahip olmayan her grubu içerdiği görülüyor, bu doğrultuda, LGBTİ bireylerini, yine cemaatleri, tarikatları, bastırılmış dinsel kimlikleri ‘ötekiler’ kavramıyla nasıl açıklamak gerektiğine dair sorumuza yanıt veren Akgönül şunları söyledi: “Şöyle söylemek daha doğru olur. Her toplumsal bilinç; etnik, dilsel, dinsel, cinsel… kendini bir başkalığa göre tanımlar. ‘Öteki’ olmadan ‘biz’ olmaz. Toplumlar elbette dinamiktirler ve ‘biz’ kavramı değişkendir. Türkiye’de toplum dinsel aidiyet üzerine kurulduğu için ilk ‘ötekiler’ dinseldir ancak bu Türkiye’deki ‘biz’ kavramının üç zayıf temelinin sadece birini temsil eder. Bu toplum kırılma noktası üzerine inşa edilmiştir, dinsel kırılma, etnik kırılma (Kürd ötekiliği bu yüzden Türkler için travmatiktir) ve cinsel kırılma (Ataerkil ve heteroseksist toplum). Bu 3 kırılma bugün toplumun ortaklığını ve birey devlet mukavelesini zora sokmaktadır.’’ Reçetenin nasıl yazılacağının reçetesi var Çatışmalı toplumlarda toplumsal barış ve uzlaşma konularının nasıl mümkün kılınacağına dair görüşlerine başvurduğumuz Prof. Dr. Samim Akgönül, bunun bir reçetesinin olmadığını ancak, reçetenin nasıl yazılacağının reçetesinin olduğunu ifade ederek, “Toplumsal uzlaşmanın ön şartı devletin ve başat çoğunluğun bir toplumsal çatışma olduğunu kabul etmesi. Kabullenmesi ki bu Türkiye’de henüz başarılabilmiş değil. Eğer Kürd sorununa ‘terör’ sorunu, toplumsal muhalefete ‘ bir avuç çapulcunun işi’, LGBT taleplerine ‘ahlaksız ve Yeni bağımsızlaşan devletler yeni azınlıklar getirir Dünyada bu türden çatışmalı sorunların nasıl çözüldüğünü, en benzer örneklerden yola çıkıldığında bir çözümü olup olmadığını, Barzani’nin Irak ile Kürdlerin ayrılığı için Çekoslovakya örneğini önerdiğini aktarınca, bu konuda çokça örnekler olduğunu belirten Akgönül, bağımsızlık mücadelesi veren toplumlardan başlıyor öncelikle anlatmaya. “Kanımca Çekoslovakya’da olan, ya da Belçika ve İspanya’da gerçekleşme sürecinde olan ‘Ayrılık’ süreci kabul edilir değil. Yanlış anlaşılmak istemem, bunu uygun görmememin sebebi ‘devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü’ ya da Türkiye sınırlarına atfettiğim anlamsız bir kutsallık falan değil. Sadece bu coğrafyada kimliksel homojenlik uğruna yapılan bölünmelerin daha fazla acı, daha fazla çatışma daha fazla savaş getireceğinden endişeliyim. Batı’da bir Türkiye, Doğu’da bir Kürdistan, bir baskıcı ulus devletten iki baskıcı etno-devlete geçiş demektir ki bu hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi yeni azınlıklar yaratır zira halklar karışmıştır. Homojenlik arayışı kanlı bir kabustan başka bir şey olamaz’’ diyen Akgönül, bu ayrılık, gayrılık opsiyonunun oyun dışı bırakılması halinde bile geriye üç esin kaynağının kalacağını iddia ediyor. Özellikle model demekten kaçınan Akgönül, Türkler ve Kürdlerin kendi modellerini yaratabileceklerine inandığını ekleyerek şöyle sıralıyor: Avrupa Konseyi metni tatmin edicidir Azınlık kavramının rehabilite edilmesi gerektiğini vurgulayarak, azınlık olmanın ‘kötü bir şey’ olmadığı fikrinden hareket eden Ak- ‘Çözüm Süreci’nde deneyimlerden faydalanılmıyor Kamuoyunda 2 yıldır tartışılan ‘Çözüm Süreci’ ve çokça eleştirilen, kısmen açıklanmış ‘Yol Haritası’yla daha ne kadar yol gidileceğini soruyoruz Akgönül’e. Akgönül yöntemi eleştirerek, bunun ‘alakurda’ yani ‘Doğulu’ olduğu iddiasında bulunuyor: “Yöntem elbette ‘alaturka’ bir yöntem ve elbette aynı zamanda ‘alakurda’, biraz da el yordamıyla ‘Doğu’lu.’ Benzer süreçlerden geçmiş Batı deneyimlerinden yeterince fay- dalanılmıyor kanımca. Ancak sürecin içinde olmak dahi önemli bir adım. Yöntem ve yol haritası elbette kamusal alanda tartışılmalı, sürece halklar muhakkak dahil olmalı. Son tahlilde çözümün iki önemli ayağı var. Biri elbette Devlet/Kürd siyasal hareketi arasındaki müzakere ama diğeri ötekilik meselesi yani, halklar arasında ortaklık duygusunu tekrar inşa etmek. Gördüğüm kadarıyla bu ortaklık duygusu tamamen yıkılmış durumda.’’ BasHaber SÖYLEŞİ 1 - 7 Aralık 2014 gönül, “Uluslararası antlaşmalarla sabitlenmiş azınlık haklarını Kürdlere ve elbette diğer kimlik gruplarına vermek’’ diyerek devam ediyor: “Örnek ülke Finlandiya’dır. Elbette bu satırları okuyan Kürdlerin tüyleri diken diken olacaktır ‘biz azınlık değiliz’ diyerek, ancak “azınlık” Türkiye bağlamında kirlenmiş bir kavramdır ve şu anda azınlık hakları literatürünü oluşturan iki önemli metne bakılırsa aslında taleplerin birçoğunun bu iki metin içinde tatmin edilebileceğini görürler. “Azınlık dilleri ve Bölgesel Diller Avrupa Şartı” ve “Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkları Koruma Çerçeve Sözleşmesi” -ki ikisi de Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi metinleridir.) Ancak azınlık kavramı hem millet sistemi anlayışının devamı hem de Türkiye’de devletin dinsel azınlıklara reva gördüğü muameleden ötürü bunu gerçekleştirmesi zor görünüyor. Türkiye’nin henüz iki metni de imzalayıp, onaylamadığının altını çizelim. Federal ya da konfederal sistem örnekleri Federal ya da konfederal sistem modeline örnek olarak İspanya’yı gösteren Akgönül, bu örneğin Tansu Çiller tarafından da dile getirildiğini ve büyük tepki çektiğini hatırlatarak şunları söylüyor: “Bu sistemin avantajı Kürdlere net bir özerklik sağlanacak olması ve psikolojik olarak Kürd hareketinde bir rahatlama sağlayacak olmasıdır ancak kanımca bazı sakıncaları vardır. Öncelikle bu sistem bölge dışında yaşayan milyonlarca Kürdü ya özerklik dışı bırakacak ya da göç etmeye zorlayacaktır. Türkiye’nin yeni bir nüfus mübadelesine tahammül etmesinin imkansız olduğunu düşünüyorum ancak elbette bu formül gönüllülük bazında düşünülebilir. Ancak bu formülün bir sakıncası daha var. Federal ve konfederal sistemlerde, eğer sistem tarihi bir temele dayanmıyorsa ve kimliksel farklılıklar çok keskinse, aynen İskoçya, Katalonya, Bask ülkesi, Flaman bölgesi gibi örneklerde olduğu gibi er ya da geç “ayrılık” söz konusu olabiliyor. Yani böyle bir modelin Türkiye’de uygulanabilirliği kanımca çok sağlam hukuki ve teknik temellere dayandırılabilmesine bağlı. Bu konuda da aslında Avrupa Konseyi’nin bir metni var. 1985 tarihli Avrupa Yerel Yönetimler ve Özerklik Şartı ki Türkiye şartı 1992’de imzalamış ve 1993’de onamış durumda. Ancak imzalarken kabul etmediğini bildirdiği madde ve fıkralar şartının içini tamamen boşaltmakta ve uygulanabilirliğini ortadan kaldırmakta. Bu maddelerin kabulü ve uygulamaya konulması özellikle bölgesel finansman, sınır ötesi ilişkiler gibi hayati konularda Türkiye’yi rahatlatabilir. ‘’ Eşit ve özgür yurttaşlık esası önemli Akgönül, üçüncü ve son esin kaynağı olarak ‘desantralizazy on’,‘yerelleşmek’ diye ifade ettiği ‘ademi merkeziyetleşme’nin, Fransa’da 1981’den bugüne uygulandığını ve uygulamaların gittikçede derinleştiğine dikkat çekerek, “Bu bir süreç ve sürecin her etabında yerel yönetimlere daha fazla güç, daha fazla karar mekanizması ve elbette daha fazla iç finansman olanağı sağlanıyor. Sistemin avantajı, üniter devleti görünürde koruyarak (yani çoğunluğun gönlünü bir nevi ferah tutarak) yerelde herkese kamu hayatının içine girme ve kendi hayatına yön verebilme gücünü vermekte. Son derece pragmatik bir süreç ve her talebe elbette biraz direnç göstererek cevap veriyor ancak sonuçta Fransa örneğinin Türkiye’de her zaman ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. Aslında bugünkü Türkiye sistemi 1870’lerin Fransa 3. Cumhuriyetine benzemekte. O zamandan beri Fransa’da Seine nehrinin köprüleri altından çok sular aktı. ‘Fransa dilleri’ diye bir kavram oluştu (1951) ve bölgesel dillerin hepsinde eğitim olanağı sağlandı. Korsika’ya ismi konulmamış bir özerklik verildi. Alzas-Mozel bölgesinin özel dinsel bir statüsü var, vs. Dolayısı ile bu esin kaynağının Türkiye’de hem kendini çoğunluk olarak görenleri, hem sosyolojik olarak azınlık olup da azınlık statüsünü reddedenleri, hem de –ki benim için en önemlisi- gruplara ait bireylerin gruplarından bağımsız eşit ve özgür yurttaşlar olarak algılanması için uygun olabileceğini’’ düşündüğünü ifade ediyor. Özverili ve inatçı çalışma şart Yeni bir anayasaya ihtiyaç duymadan Kürdlerin ana dilinde eğitim ve diğer haklarının tanınması konularını da yönelttiğimiz Prof. Dr. Samim Akgönül, iki şeyin birbirine karıştırıldığına vurgu yaparak şunları söyledi: “Birincisi Türkiye’nin acilen yeni bir Anayasa’ya ihtiyacı var. Bu anayasa birey ve grupları devletin sahipleri kılmalı, tersini değil. Ancak diğer taraftan Türkiye’nin imzasını koyduğu uluslararası antlaşmalara harfiyen uyması (Lozan Antlaşması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Yerel Özerklik Şartı) ve Avrupa Konseyi’nin yukarıda zikrettiğim iki belgesini imzalayıp yürürlüğe koyması sorunun teknik kısmını büyük ölçüde çözer. Geriye siyasi ve toplumsal uzlaşma kalır ki bu da elbette özverili ve inatçı bir çalışma gerektirir.’’ ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ halklara mutluluk getirmez Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından dünyada 30’dan fazla ulusal devletin kurulduğunu, hala bağımsızlık hazırlığı yapan halklar ve bölgelerin olduğunu, Türkiye de ise, sol ve Kürd hareketinin ulus devlet seçeneğini ‘makul’ bulmadıklarına dair görüşler açıkladıklarını hatırlatarak; uluslaşma mücadelelerinin şiyarına dönüşen ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ talebi bakımdan ortada çelişkili bir durumun olup olmadığını konuştuk Akgönül’le. Kendisini “sol” çevrelere ait hissettiğini söyleyen Akgönül, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın ulus devlet kavramının kutsallaştırıldığı ve barış için olmazsa olmaz olduğunun düşünüldüğü bir anda ortaya atılmış bir kavram olduğunun altını çizerek, “Ulus-devlet konusundaki çekincelerimi açıkladım. Elbette eğer Kürdler arasında bir konsensüs oluşur ve Kürdler örneğin Katalonya’da İskoçya örneğinde olduğu gibi ya da bu coğrafyada Hatay örneğinde olduğu gibi bir referandum ile bağımsızlık yolunu seçerlerse burada yapılabilecek bir şey yok. Ancak ben hala bunun halkların mutluluğu için sorunlu bir durum ortaya çıkaracağını düşünüyorum. En önemli çekincem yukarıda da bahsettiğim kimliksel homojenlik rüyası ve yeni bir nüfus mübadelesi kabusudur.’’ Avrupa’nın, hem Türkiye’nin Kürd meselesine yaklaşımı noktasında hem de Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmelere yaklaşımı noktalarında kimi değişimlerin olduğunu da belirten Akgönül, “En önemli değişikliğin Kürd idari odaklarının belirli bir meşruiyet kazanmış olması ve muhatap olarak alınmaları. Ancak Ortadoğu’da barış, Ortadoğu halklarının başarabileceği bir şey. Ama elbette Avrupa’nın ve hatta ABD ve Rusya’nın bu sürecin dışında kalmasının” imkansız olduğunu ifade etti. Desantralizasyon süreçlerinde yerel yönetimlere daha fazla karar mekanizması ve elbette daha fazla iç finansman olanağı sağlanıyor 11 Körebe SENNUR BAYBUĞA İddialı, büyük ve bir başka seçeneğe yer vermeyen cümleler kurmanın aslında ağır bir şiddet olduğunu düşünen ben, araştırdığım ve kısa sürede durağına misafir olduğum o cümlelerin ağırlığı altında ezilmekteyim bir süredir. Kendim için, hayatı ‘anlamlı’ kılmak için aradığım bu cümlelere doğru giderken, kurulan ve kurduğum tüm sözler, başlamak ile biter hale geldi. Ve takiben de her türlü yargılamaya -içte ve dışta- açık hale gelen zihin dünyam kendi ile derin bir kavgaya tutuştu. Bu ağırlıktan kurtulmanın yollarını aramaktayım bir süredir. Bazen ve genellikle mesleğimle ilgili yazılar yazarken, ya da bir bildiri metnini cümlelerle etkili hale getirmeye uğraşırken dönüp kendime güldüğüm, dönüp kendime ‘ne yaptığımı’ sorduğum oluyor. Bende karşılığını bulmayan ve ruhuma hiç birşey katmayan bu cümlelerin, dışarıya dönük bu cümlelerin ne kadar cazip görünürlerse görünsünler benim için öz Türkçe’de ifade ettiği anlam bir ‘hiçlik’ duygusu, başka bir şey değil. Bu yazma işinde de aynı şeyleri yaşıyorum, akıllıca ve belki de ihtiyaç duyulan,’bana yakışan’ şeyler yazmak, yazı ile çıkan metinle arama derin bir uçurum açıyor ve esas olarak o metnin bana ait olmadığı duygusu peşimi bırakmıyor. ‘Hayır’ diyorum, ‘sen ne bu kadar akıllısın ve ne de bu kadar, göründüğü kadar hayata bu ülkede nefessiz bırakan bu anlamlar cehennemine mensup değilsin.’ Yazmaya çalışmanın beni kendine getireceğini düşündüğüm her zaman dilimi sıkça beni daha çok içimde sınırlarını kendimin bile çizemediği bir dünyaya yabancı kılıyor. Oysa, kendini kendine anlatmak için insanın kullanabileceği, çözümü en kolay şifreler dilde gizli. Derdi benim gibi dışarıdan çok içindeki dünyada olan bir insanın, uzun yıllardır ördüğü bir alemin de bu araçla dışarıya atılıyor olduğunu hissetmesi ve gitgide üzerindeki giysileri de, mahremiyetini de kaybediyor olduğunu görmesi belki de bu işi artık bitirmesi gerektiğini göstermez mi! Ben hasbelkader ve nasıl bir sebeple olduğunu hala kestiremediğim bir nedenle hukuk fakültesini bitirmiş ve oradan meslek icra eden birisiyim. Dışa dönüklük, kelime cambazlığı, dirayetli duruş ve sürekli şişirilen farazi balonlar dünyasına girmeye gönüllü olmuşum zamanında. Ama ve oysa kimi beni eğlendirdiğini düşündüğüm bu oyunun, dış dünyada çok misyonlar yüklenen bu işin, uğraşanını sanki ve ‘edepsizce kahraman kılmaya müsait bu işin benimle ne ilgisi olabilir’ diyorum. Bu iş komik, bu iş acıklı, topluma konuşan bir sürü iş gibi ,kandırmaya hizmet etmekten başka bir şey değil. Bu iş benim yıllar evvel kendimi karanlık bir ovada kaybetmeme neden oldu, öyle karanlık ve öyle düz k aslında elimi azatsam kendimi tutabileceğim uzaklıkta kayboldum, elimi uzatsam kendimi tutacağım ve elimi uzatsam o manalar cehenneminden hakikatin güzel çayırlarına geçeceğim. Ama,hayır bu işi yaparken elini de kaybeder insan,gözünün retinası zaten kendine ait olmaktan epeydir çıkmıştır. Buradan kaçtığım, kitaplara sığındığım, çayırlara, ocakta yemekler pişirmeye kaçtığım zamanlarda bulduğum geçici huzur da bu yazma, zamanında yazma meselesi nedeni ile yine kaçmaya başladı. Ben sözlerin değil eylemlerin yazıldığı, eylemlerin peşinden koşulan bu gazetesinin dünyasına ait miyim? Her hafta bunu düşünüyorum, sessizce yazmaya çalıştığım ve bir kerede kustuğum yazılardan dolayı acaba bu dergiye, gazeteye emek veren insanların okurları bana kızıyor mudur? ‘Bu kadının bu köşede ne işi var’ diyor mudur, bunu düşünmeye başladım. Bu tedirginliğin kendime kurduğum, kurmak istediğim, hayatın eylem alanlarından kaçmaya çalışarak kurduğum kendi dünyamda da beni yaşanamaz hale sokmaya başladığını görüyorum. Bu ülkeyi Truman Show isimli filmin çekildiği saha gibi görmeye başladığım zamanlardan beridir kendimi bu Show’un bir parçası haline getirip getirmediğini düşünüyorum ve çok korkuyorum. Ve düşündüm, bu gazeteyi alan ve burada yazı yazan tümü benden çok akıllı ve hakikatler dünyasının gerçek kahramanları olan yazarlarını okumayı seven sevgili okurlar, burada ne işim olduğu konusunda sorularınız varsa ve huzurunuzu kaçırıyorsam, ben mutfağıma ve kendi manalar evrenime dönmek istiyorum. Kısacası bir sese ihtiyacım var, sizden gelecek bir sese. Yoksa yürüyemeyeceğim. 12 BasHaber 1 - 7 Aralık12 2014 SÖYLEŞİ GÖÇ Kobanê’den Suruç’a değişen hayatlar I Berfîn Mijdar ŞİD saldırılarıyla birlikte yaşanan en önemli değişiklik bozulan demografik yapı oldu. On binlerce insan kenti terk ederken, Arap Kemeri ile başlayan proje bir anlamda savaş zoruyla ‘başarıya’ ulaştırıldı. Kürd bölgesinde ortaya çıkan fiili duruma kadar Suriye’de vatandaş olarak bile kabul edilmeyen, kimlikleri olmayan Kürdlerin kaderi kanton modelinin geliştirilmesiyle değişmeye başlamıştı. Her şeyin Kürdlerin lehine olduğu bölgeye IŞİD’in ağır silahlarla kapsamlı saldırıya geçmesinin ardından zoraki değişim başlamış oldu. Rojava Kürdleri zorunlu göç ile karşı karşıya kalırken, özellikle Türkiye’ye sürüklenmek zorunda kalan binlerce aile mülteci kamplarında ve hemen tüm Türkiye şehirlerinde sokaklarda yaşama tutunmaya başladı. Sınır ilçesi Suruç ise bu trajedinin en derinden hissedildiği yerlerin başında geliyor. 19 Eylül’den itibaren 192 bin kişi zorunlu göçten dolayı Kobanê sınırında bulunan Suruç ilçesine geldi. İlk 10 gün içerisinde sınır hattından yoğun geçişler yaşanırken iki aylık zaman dilimi içerisinde bu yoğunluk azalmaya başladı. Göçün yoğunluğu çadır kentlerde yaşamı zorluyor Çadır kentlerin göçle birlikte çözüm için acil bir şekilde kurulması, çadırların mevsimlik olması, su ve elektrik tesisatında yetersizlikler olması, çadırların nüfusa yetmemesi zorlukları da beraberinde getiriyor. Birçok çadır kentte elektrik tesisatı yeni yeni kurulsa da bu kez su sorunu baş gösteriyor. Sağlık Emekçileri Sendikası’nın bu yönde hazırladığı rapor da çadır kentlerde ve dışarıda yaşayan Kobanêli göçmenlerin durumunu gözler önüne seriyor. Rapora göre; “Çadır kentlerde, depolarda, boş dükkânlarda, ambarlarda yaşayan göçmenlerin barınma, ısınma, beslenme ihtiyaçlarının yeterince karşılanmamasından kaynaklı hastalanmaları daha kolay olmaktadır. Yine salgın hastalık riski bulunmakta. Öncellikle hamile, emzikli kadınlar ve çocuklar için planlamalar yapılmalı. Kobanêde 2-3 yıldır süren savaş ve ambargo nedeniyle çocuklara aşıları yapılamıyordu. Sağlık bakanlığı ve ilgili kurumlar bir an önce aşı kampanyaları başlatmalı” Tel Abyad - Kobanê - Suruç Tel Abyad’dan önce Kobanê’ye ardından Suruç’a göç edenlerden biri de Şexp Xıdır Şexo. 7 Çocuğuyla birlikte IŞİD’ten dolayı önce Kobanê’ye göç eden Şexo, IŞİD’in bu kez Kobanê’ye saldırmasıyla birlikte Suruç’a göç etmek zorunda kaldı. Tel Abyad’tan göçün aslında tüm zorluk- Türkiye’de sığınma evi gerçeği E ların başlangıcı olduğunu belirten Şexo, o anları şöyle anlatıyor: “Destursuz, izinsiz ve zulümle girdiler köylerimize. Evlerimizden çıkartıp zorla göç ettirdiler. Evimizi, malımızı, mülkümüzü, toprağımızı her şeyimizi bırakarak çocuklarımızın elinden tutup Kobanê’ye geldik. Orada da zorluk yaşadık. 14 ay kalabildik Kobanê’de.” IŞİD’in Kobanê’ye saldırmasıyla göçe maruz kalan Şexo ailesi bu kez Suruç’a gitmek için sınıra geliyor. Yumurtalık sınırına gelen Şexo ailesi, Türkiye’nin ilk günlerde geçişlere izin vermemesinden dolayı 3 gün sınırda mayınlı arazilerde kalıyor. Ardından IŞİD’in Yumurtalık sınırında yığılan halka saldırmasıyla geçişlere izin verilirken Şexo ailesi de Suruç tarafına geçerek bir köyde 4 aileyle birlikte bir evde kalmaya başlıyor. Daha sonra Suruç ilçe merkezinde çadırların kurulmasıyla birlikte Şexo ailesi de Kader Ortakaya Çadır Kentine yerleştirildi. Şexo zorunlu göçü şu şekilde ifade etti; “Önce sınır hattında 3 gün sınırda kaldık. Daha sonra geçişlerimize izin verilince önce köylere ailelerin yanına yerleştik. 3-4 Aile bir evde yaşamaya başladık. Böylece hem açlık başladı hem hastalıklar arttı. Sonra çadırlar kurulunca bizi buraya aldılar. Şimdi burada 7 çocuğum ve eşimle çadırda yaşıyorum. Elektrik yok, su yok, çamaşırları yıkayacak yer yok, çocukları yıkayacak yer yok. Şimdi asıl zorluk burada başlıyor. Çamaşır yıkamak için bile kendi kıyafetleriyle ateş yakıp su ısıtıyorlar.” Kobanê’de doğurduğu ikizleri Suruç’ta yaşamını yitirdi Altı Çocuğuyla birlikte Kobanê’den Suruç’a 2 ay önce gelen Adlan Hüseyin doğum yaptıktan bir ay sonra göç ettiğini, göç sırasında, açlık, susuzluk ve sıcaklıklardan dolayı çok zorlandıkları için yeni doğan ikizlerinin sınırda hastalandığını Suruç’a yerleştikten sonra da ikisini kaybettiğini kaydetti. Hüseyin, “Kobanê’den çıktığımızda daha yeni doğum yapmıştım. Günlerce sınırda o sıcakta aç-susuz bekledik. İkizlerim sınırda tüm bu şartlardan dolayı hastalandı. Geçişimize izin verince gelip çadırlarda yaşamaya başladık. Ancak ikizlerim bir türlü iyileşemedi. İkisini de burada kaybettim. Şimdi 4 çocuğumla birlikte burada yaşamaya devam ediyorum. Eşim ise Kobanê’de kaldı” sözleriyle yaşadıklarını aktardı. 2 kişilik çadırda 6 kişi kalıyor 1 Ay önce Kobanê’den Suruç’a göç eden 60 yaşındaki Meryem Hemed’de çadır kentte kalan Kobanêlilerden. 2 Kişinin barınabileceği çadırda toplam 6 kişi kaldıklarını belirten Meryem Hemed en büyük sorunlarının su ol- duğunu söylüyor. Çamaşır ve banyo yapma konusunda sıkıntı çektiklerini ifade eden Meryem Hemed, çamurda ısıttıkları su ile çamaşır yıkayabildiklerini, banyoyu ise uygun bir yer bulduklarında yapabildiklerini söyledi. 7 çadır kent kuruldu İlk geçişlerin yoğun yaşandığı günlerde hem Suruç Belediyesi tarafından hem de AFAD tarafından çadır kentler kuruldu. Suruç Belediyesi tarafından Rojava, Arin Mirxan, Kobanê, Suphi Nejat Ağırnaslı ve Kader Ortakaya isimleriyle kurulan çadır kentlerde ve AFAD’ın kurduğu iki çadır kentte toplam 10 bin 708 kişi yerleştirilirken, 20 bin 201 kişi Suruç merkezde kendi imkanlarıyla buldukları ev, inşaat ve boş dükkanlarda, 17 bin 617 kişi de Suruç’ta 206 köye yerleşti. Öte yandan göçle gelen Kobanêlilerden 35 bini Urfa merkeze, 15 bin kişi Birecik, 12 Bin kişi Bozova, 4 bin kişi Siverek’e, 3 bin kişi Hilvan’a, 600 kişi de Ceylanpınar ilçesine yerleşti. Urfa merkez ve ilçelere yerleşenlerle birlikte bu sayı 118 bine ulaşırken geriye kalan yaklaşık 80 bin kişi ise Diyarbakır, Mardin, Malatya, Mersin, Adana, Maraş ve Antep gibi kentlere yerleşti. Çadır kentlerde kalanlara günde 3 öğün sıcak yemek dağıtımı yapılıyor. Van Belediyesi ve Kızılay tarafından öğlen ve akşam sıcak yemek dağıtılıyor. Ancak sendikaların konuya dair hazırladıkları raporlarda, yemek yardımının özellikle proteinden uzak olması hamile kadınların ve çocukların beslenmesi açısından yeterli görülmüyor. Her çadıra elektrikli soba ve battaniye veriliyor. İki çadırda sağlık kabinleri kuruldu ve burada acil hastalara ilk tedaviler uygulandıktan sonra çoğu hastanelere sevk ediliyor. KADIN BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 13 SÖYLEŞİ Çimen Gümüş şleri ve en yakınındaki erkekler tarafından şiddete maruz kaldıkları ve gidecek yerleri olmadığı için kadınların geçici olarak kaldığı kadın sığınma evleri herkes için merak konusu. Sığınma evine ne tür başvurular kabul edilir, kadınlar ne kadar kalabiliyorlar, iş imkanları, barınma imkanları nedir, kadın istihdamı nasıl sağlanır, kadın sorununa çözüm var mı? Konu hakkında basına konuşmaları güvenlik gerekçesiyle ve resmi nedenlerle yasak olan sosyal hizmet uzmanlarından biri ile görüştük. İsmi bizde saklı olacak şekilde ikna ettiğimiz uzman, sığınma evlerinin hem nicel hem de nitel olarak içinde bulunduğu durumu BasHaber okurları için yorumladı. Türkiye’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağıl ve nüfusa göre orantılı olarak dağılmış toplam 92 sığınma evi bulunduğunu ancak 8 ilde hiç bulunmadığını aktaran sosyal hizmet uzmanı, 100 binin üzerinde olan yerleşim yerlerinde belediyelerin sığınma evi açma zorunluluğu olduğunu ifade etti. Bakanlığın kadın sığınma evlerini belediyelere devretmeyi tartıştığını ve belediyelerin de haklı olarak bu durumdan kaçındıklarını belirten yetkili, yerel yönetimlerin yeterli alt yapısı bulunmadığının altını çizerek, “İlk olarak kadın sığınma evi mevzusu kesinlikle gizlilik isteyen bir alan. Bunu yerel yönetimlere devrettiğinizde gizliliği baştan feshetmiş sayılırsınız. Çünkü taşrada belediyeler ve belediye çalışanları o bilince sahip değiller. İstanbul gibi büyük bir metropolde bile bu sorunlar yaşanıyorken küçük yerlerde gizlilik sağlanamaz. Polis de bilgiyi veriyor. Kamu personeli de sokaktaki adam da yerin gizliliğini ihlal edecek bütün bilgileri veriyor. Bu açıdan ve bütçe açısından sıkıntı yaşanacaktır.” diye konuştu. Emniyetin yaklaşımı kadınların ailelerine geri dönmesine yol açıyor Kadın sığınma evlerinin nicelik olarak çok yetersiz olduğunu ve sirkülasyonun çok yoğun olduğunu kaydeden yetkili, kadınların ortalama olarak 6 ay sığınma evlerinde kalabildiğini ancak bazı kişilerin özel durumlarından kaynaklı kuruluştaki bazı çalışanlar tarafından nadir de olsa iki yıla kadar uzatılabildiğini söyledi. Kadınların bazen üç ay bekletildikten sonra başka yerlere nakledildiğini belirten yetkili, sığınma evindeki bazı kadınların aileleri tarafından bulunup tehdit edildiği şeklindeki yoruma ise, “Bu her bölgede böyle. Emniyet çat diye kişinin babasını kuruma getirebiliyor. De- falarca yazı yazıyor ve aynı ortamlarda bunu dile getiriyoruz. Emniyete ‘bari bunu yapmayın’ diyoruz. Ama taşrada olduğu için gizlilik çok rahat bozuluyor. Kadın travmatize olup emniyete geliyor ama ifade alımı sırasında karşılaştığı tablo, ‘ne olmuş ki ailene dön. Niye gidiyorsun ki’ gibi kadınlara çok ciddi duygusal ve psikolojik baskı yapılıyor ve pek çok kadın bu sebepten dolayı evine geri dönüyor” yanıtını verdi. Can güvenliği sorunu olan kadın ve barınma sorunu olan kadın aynı yerde Nitelik açısından da sığınma evlerinde çok büyük sıkıntılar olduğunu kaydeden yetkili, “Barınma hizmeti veriyoruz ama bunu yaparken, can güvenliği sorunu olan, şiddet görmüş ve istismara uğramış kadını aynı yerde tutuyoruz. Bu anlamda uzmanlaşmış alanlar yok. Dolayısıyla sadece barınma sorunu olan kadınları ve can güvenliği sorunu olan kadınları aynı yerde tuttuğumuz için gizlilik konusu sürekli sıkıntı oluyor” dedi. Kadınların iş olanakları ve istihdamı ile ilgili ise meslek edindirme kurslarının kısmen verildiğini ancak onun da istihdam alanında yerinin çok sınırlı olduğunu dile getirdi. 6284 bölgede uygulanabiliyor Kadınların sığınma evinden çıktıktan sonraki nasıl bir yol izlediği konusunda ise, “Takip sistemi yok. 6284 ailenin korunması ve kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair kanun, kapsayıcı ve işlevsel kullanıldığı zaman çok işe yarayacak maddeler var içinde. Fakat onu uygulayabilecek birim şiddeti önleme ve izleme merkezidir. Bu ise Türkiye’de sadece pilot illerde uygulanıyor. Bu nedenle 6284’ü uygulamak bizim için biraz güç” dedi. Personel sayısında dengeli bir dağılım olmadığından kadınların psikolojik desteği de yetersiz aldıklarını vurgulayan sosyal hizmet uzmanı, sığınma evlerinin kadın sorunun çözümünden uzak olduğuna işaret ederek, “Çünkü kadın sığınma evi Türkiye’deki pek çok kurum gibi olay olup bittikten sonraki aşamadır. Kadınlar zaten yaşayacağını yaşıyor ve çaresiz kaldığı için bize geliyor” diye özetledi. İstihdam sorunu evdeki şiddeti arttırıyor Kadınların istihdamı ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşadığının ve çalışma koşullarının özellikle çocuklu kadınlar için çok zor olduğunun altını çizen yetkili; “Hiçbir can güvenliği sorunu ya da şiddet sorunu olmasa da gene istihdam edilemiyor. Yalnız ve genç olması yine eğitiminin buna uygun olması gerek. Yine de yetmiyor. Çünkü kadınlar dezavantajlının bile bir adım ötesindeler. Ve kadın bunu biliyor, hesaplıyor ve o yüzden evde kalıp kocayı çekmek zorunda kalıyor. Bu durum da gitgide evdeki şiddet durumunu arttırıyor.” dedi. ‘Konukevi söylemi şiddetin olmadığı algısı ile aynı’ Bakanlığın kadın sığınma evlerine konuk evi tanımı yaptığına işaret eden yetkili, “Kadın sığınma evi dendiği zaman sığınmayı kabul etmiş olursun. Yani toplumsal şiddeti, erkeğin şiddetini, kadının uğradığı bütün ayrımcılığı, bütün mağduriyeti kabul edip bunun üzerinde sığınma evi oluşturmuş olursun. Ama konuk dediğin zaman sanki şiddet yokmuş, geldi ve gitti misafir gibi. Barınma evi gibi ele almış olursunuz. Ve soruna çözüm odaklı bakmamış olursunuz” diyerek konuk evi söyleminin hizmetin kalitesini de tartışmaya kapattığını vurguladı. Tel: +90 212 243 27 79 İmtiyaz Sahibi: Botan Tahsin Fax: +90 021 243 27 60 Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi E-mail: [email protected] Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç www.basnews.com ... Haber Merkezi: Aziz Tekin, Özcan Şahin, Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Diyarbakır: Mustafa Turan Fatoş Yıldız, Çimen Gümüş, Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST Ankara: Mustafa Yeşil BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı Editörler: Rawîn Stêrk, Yeter Polat 13 Medeniyet mühendisliği BİLAL SAMBUR İnsanın insanı kullanma sapkınlığının en çok kendisini gösterdiği alan, belki de kadın-erkek ilişkisidir. Erkek, kadınla insan olarak ilişki kurmayı başaramamıştır. Kadınla insan olarak kendini ilişkilendirme konusunda erkeğin başarısız olması, kadın sorunu denilen büyük bir problemin büyümesine ve insanlığı çürütmesine neden olmaktadır. Kadına yönelik şiddet, insanlığın çürümesinin ve zayıflamasının en büyük göstergesidir. İnsanlık, kadın-erkek eşitsizliği konusunda mükemmel bir başarı yakalarken, kadınerkek eşitliği konusunda ise dibe vurmuştur. Kadın, bugün politikada, ekonomide, kültürde, diplomaside, eğitimde, bilimde, sanatta, dinde ve felsefede etkin ve işlevsel olarak var olamadığı gibi, kadının kendisini var etme ve ifade etme kanalları da büyük ölçüde kapalıdır. Ortadoğu’da kadın-erkek eşitliği fikri sorun değildir. Bir kadın hareketi olarak feminizm de sorun değildir. Sorun olan, kadın-erkek eşitsizliği ve IŞİDizmdir. IŞİDizm, bugün Irak’ta ve Suriye’de Kürd kentlerine saldırmakta yüzlerce Kürd kadınını ve Ezidi kadınlarını köleleştirmekte, cariye yapmakta ve pazarlarda satmaktadır. Her gün IŞİD tarafından pazarlarda satılan Kürd Ezidi kadınlarının haberlerini okumaktayız. IŞİDizmin Nijerya kolu Boko Haram, onlarca kız çocuğunu okuldan kaçırmış ve kızları cariye yapacağını söyleyerek dünyayı her gün tehdit etmektedir. Dersim kırımının siyasi polemik malzemesi yapıldığı bugünlerde, Dersim’in Kayıp Kızları denilen utanç verici bir gerçeği öğreniyoruz. IŞİD’in Rojava’ya ve Kürdistan bölgesine saldırmasının önemli bir nedeni, buralarda kadının erkekle eşit olduğuna dair inancın ciddi ölçüde benimsenmiş olmasıdır. Rojava ve Kobanê direnişleri karşısında afallayan IŞİD’i psikolojik ve düşünsel olarak çökerten şey, kadının direniş saflarının en önünde savaşmasıydı. Bir kadın direnişçi tarafından öldürülme ihtimali, IŞİD çetecilerinin kabusu olmuştur. Rojava kantonlarında kurulan yönetimlerin bütün katmanlarında kadının eş başkan statüsünde olması, IŞİD’in Ortadoğu’da kurmak istediği insanlık ve kadın karşıtı düzene tersti. IŞİDizm, kadını yok ederek, satarak, cariye yaparak, köleleştirerek, ganimetleştirerek kadından ve insandan kurtulmayı ummaktadır. Ortadoğu’da feminizm diye bir sorun yoktur, IŞİDizm diye bir sorun vardır. Dünyada kadın-erkek eşitliği diye bir sorun yoktur, kadın-erkek eşitsizliği diye bir sorun vardır. Feminizmi hedef göstermek yerine, eleştirilmesi gereken tehlike, IŞİDizmdir. Ortadoğu’nun en büyük sorunu, Kürd sorunudur. Kürd sorunu, aslında eşitlikle ilgili bir sorundur. Ortadoğu egemenleri, Kürdleri, Kürdçeyi ve Kürd kültürünü hiçbir şekilde kendi kimliklerine, dillerine ve kültürlerine eşit kabul etmemektedirler. Kürdlerin dağlı olduğunu ve Kürdçenin medeniyet dili olmadığını empoze eden fıtrat karşıtı anlayış, insani çoğulculuk ve eşitlik fikrini reddetmektedir. Alevi sorunu, bugün her haliyle tam bir açmaza dönüşmüştür. Alevilerin hiçbir talebi eşitlikçi ve özgürlükçü bir anlayışla ele alınmamaktadır. Aleviler, cemevlerinin ibadet yerleri olduğunu söylemektedir, ama Alevi olmayanlar, cemevlerinin ibadethane veya mabet olmadığını söyleyerek Alevilliği istedikleri şekilde tanımlayabilmektedirler. Aleviliğin dışarıdan tanımlanmasının nedeni, Alevilerle eşit olmayı kabul etmeme vardır. Ortadoğu’da yaşanan kadın sorunu, Kürd sorunu ve mezhep sorununun arkasında eşitsizlik ve üstünlük saplantısı vardır. Fıtrata, beşeriyete ve medeniyete aykırı olan şey eşitlik düşüncesi değil, eşitsizlik saplantısıdır. Erkek kadını, Türk Kürdü, Sünni Alevi’yi, Laik dindarı, beyaz siyahı, Müslüman gayri Muslim’i, Avrupalı Asyalıyı, batılı doğuluyu eşit görmediği sürece ülkemiz, bölgemiz ve dünya şiddet ve sömürünün elinde telef olmaya devam edecektir. 14 BasHaber 1 - 7 Aralık14 2014 SÖYLEŞİ ÇOCUK Ezdi ve Kobanêli çocuklar: Okul için destek bekliyoruz I Zerya Nergis ŞİD saldırıları nedeniyle topraklarını terk eden Kobanê ve Şengalli çocukların eğitimleri, yaşamsal meselelerden sonra en önemli sorun olarak belirmişti. Bu kapsamda yapılan resmi çalışmalar yetersiz kalırken, sivil girişimler boşluğu doldurmaya çalışıyor. Barış İçin Eğitimciler Girişimi’nin 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları gününde deklare ettiği kampanya devam ederken, bu kampanyanın yürütücüleri, savaştan kaçarak gelmiş çocukların eğitiminin ne kadar elzem olduğuna ve acilen eğitim yapabilmeleri için fiziki koşullarının ve eğitim materyallerinin oluşturulması gerektiğine işaret ediyor. Diyarbakır’da bulunan ve aylardır kamplarda eğitim çalışmaları ile ilgili çalışan eğitimci Şerif Derince, maddi yetersizliklerden dolayı eğitim programlarının eksik kaldığını belirterek uluslararası kamuoyundan maddi destek beklediklerini söyledi. Kobanê ve Şengalli çocukların yaşadığı dramı ve karşı karşıya kaldıkları durumun ağırlığını atlatabilmeleri ve eğitimlerinin aksamaması için bir kampanya başlatan Barış İçin Eğitimciler Girişimi üyeleri, çalışmalarına hız verdi. Eğitim çalışmalarını Kürdçe, Arapça ve İngilizce olmak üzere üç dilli yapan eğitimciler, kış şartlarına uygun fiziki koşulların yaratılması, eğitim materyallerinin bütün çocuklara dağıtılması ve öğretmenlerin çalışabilecek şartlara kavuşabilmeleri için uluslararası kamuoyuna maddi destek çağrısında bulundu. Göçlerin başlamasıyla birlikte bölgedeki kamplarda çalışma yapan ve birebir oradaki insanlarla ilişki kuran Eğitimci Şerif Derince, kampların ilk bir iki ayında beslenme ve barınma gibi acil sorunların çözülmeye çalışıldığını dile getirerek, yaklaşık bir bir buçuk aydır çocuklarla ve kadınlarla psiko-sosyal çalışmalar yapmaya çalıştıklarını ifade etti. Derince, şimdiye kadar eğitimle ilgili yapılan çalışmaların daha çok gönüllü eğitimciler üzerinden yürütüldüğünü belirterek, “Biz sistemi, müfredatı, programı, takvimi olan, öğretmenleri belli olan, dersleri farklı öğretmenlerin verdiği bir sistem kurmak için çalışıyoruz. Buna dair ufak pilot çalışmalar yapmaya başladık. Batman, Diyarbakır, Mardin, Siirt’te yapılıyor ve Şırnak’ta da yapılmaya çalışılıyor. Özellikle Batman ve Diyarbakır’daki çalışmalar yavaş yavaş belli bir olgunluğa kavuşmuş” dedi. Özel fona ihtiyaç var Bütün bu eğitim çalışmalarının uzun vadeli ve düzenli bir şekilde yapılabilmesi için büyük bir dayanışma ve desteğe ihtiyaç olduğunun altını çizen Derince, “Bunun bir bütçesi olması gerekiyor. Ve maalesef bu bütçe küçük bir bütçe değil. Çok düşük de olsa öğretmenlerin ücretleri, kitapların basımı bunların sanat çalışmaları yapan bir grubun, çocuklarla çeşitli sosyal aktiviteler ve başka birçok çalışma yapan diğer grupların da çalışmalarını yürüttüklerini dile getiren Gök, “Onlara uygun pedagojik desteğin sağlanması gerekiyor. Ve bu çocukların eğitim için pedagojik donanım şart. Bu nedenle kamplara giden öğretmenlerin bir eğitim programından geçmeleri gerekiyor. Tüm öğretmenler psikoloji bilen ve travma ve rehabilitasyon konusunda yetkin insanlar değiller. Ama burada çok özel ve acil bir durum var. Bu acil durumu görerek bu çocukları herhangi birine teslim edemeyiz. Bunu savaştan kaçıp gelen Şengal ve Kobanêli öğretmenlerle birlikte orada bir şeyler yapacağız” diye konuştu. IŞİD saldırıları nedeniyle topraklarını terk eden çocukların aksayan eğitimleri sivil inisiyatiflerce başlatılan kampanyalarla çözülmeye çalışılıyor hepsi ciddi bütçe istiyor. Kaynak için çok az sayıda numuneler var. Öğretmenlerin kendileri fotokopi çekerek bu kaynakları kullanıyorlar. Ve bunlar hala çocuklara dağıtılabilmiş değil. Kitapları hazırlayan Kurdi-Der’in de kitapları basıp kamplara dağıtmak gibi bir imkanı yok. Bunun için bütçeye ihtiyacımız var” diye konuştu. Belli oranda yardımların yapıldığını ancak yetersiz olduğunu kaydeden Derince, “Bu tür sosyal çalışma ve eğitim çalışması gibi çalışmalar parça parça yardımlarla değil ciddi fonlarla ve kaynak ayırma ile yapılacak çalışmalardır. Belediyelerin bu tür imkanları yok. Devlet ise herhangi bir katkıda bulunmuyor. Bu nedenle uluslararası kuruluşların eğitim çalışmalarına özel fon sağlamasına ihtiyaç var. Şu andaki en ciddi ihtiyaç fon, onun dışındaki diğer çalışmalar düzenli olarak yapılıyor. Buradaki insanlar çok tecrübeli ve ne yapacaklarını biliyorlar.” şeklinde konuştu. Müfredat ailelerin taleplerine göre şekillendi Eğitim müfredatını ailelerle yaptıkları görüşmeler sonucu ortak bir şekilde belirlediklerini kaydeden Derince, “Eğitimimizi Kürdçe, Arapça ve İngilizce vereceğiz. Çok dilli yapılmasının daha sağlıklı olacağını düşündük. Aynı kamplarda çok dilli eğitim yapacağız. Tekrar geri dönmeyi planladıkları için Arapça istiyorlar. Kürdler ise Kürdçe eğitim istiyor. İngilizce ise onların talebi ile veriliyor” dedi. Küresel düzeyde bir duyarlılık yaratmaya çalışıyoruz Barış için eğitim gönüllüleri üyesi Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Fatma Gök ise, IŞİD saldırıları sonucu göç eden Ezdi ve Kobanêli çocukların yaşadığı ağır travmaya dikkat çekerek, durumun ağırlığına ve hassasiyetine göre psiko-sosyal destek çalışmalarının yürütülmesi gerektiğini kaydetti. Bu çocukların eğitiminin acil bir sorun olduğunu ve devam etmesinin onların ruhsal ve psikolojik durumu için oldukça önemli olduğunu kaydeden Gök, savaş ve vahşetin olduğu bu ortamda çocukların özel ihtiyaçlarının ve eğitiminin ihmal edildiğini belirtti. Gök, “Biz küresel çapta bir duyarlılık yaratmak için bu çalışmayı başlattık. Ama bölgedeki arkadaşlarımızdan anlıyoruz ki bunun bir de maddi bir desteği olmalı. Bunları karşılayacak bir de maddi bir destek bekliyoruz. Burada bir vahşet yaşanıyorsa bunun küresel düzeyde de sorumluları var. Hepimizin sorumluluğu var. Emperyalist ülkelerin de duyarlı vatandaşları bunları görebilecek durumda. Pek çok kurum, kuruluş, insan bu desteği verebilecek durumda ve bu nedenle böyle bir yerden hareket ettik” diye konuştu. Çocukları herhangi birine teslim edemeyiz Savaş mağduru çocuklara verilecek psiko-sosyal destek için, barış için eğitim girişimcilerinden Acil olan çocuklar için artık güvendeyiz hissinin yaratılmasıdır Gök, “Devletin resmi okullarında nasıl bir ideolojik aygıt olduğunu ve okullardaki programını biliyoruz” diyerek bu durumun kabul edilemeyeceğini ve kendi anadillerinde eğitim almalarının şart olduğunu söyledi. En acil ihtiyacın prefabrik okullar kurmak olduğunu kaydeden Gök, şunları söyledi. “Çadır şartlarında ‘bu soğukta ne yapacağız’ endişesinden kurtaracak fiziki şartların oluşturulması gerekiyor. Prefabrik okullar bu nedenle şart. Yine çocuklar için acilen yapılması gereken ‘artık güvendeyiz’ hissinin yaratılmasıdır. Tahayyül etmesi bile zor şeyler gördüler. O açıdan bu güven hissini yaratmak biraz zaman alacak. Bu çocuklara özel programlar hazırlayacak insanlara ihtiyaç var. Kobanêliler gidecekler. Gitmek istiyorlar. Kobanê’nin tekrar inşa edilmesi uzun seneler alacak. Ama hayat beklemez çocuklar büyüyorlar. Ve çocuklar mutlaka o travmalarla baş edebilecek güçlendirmeye kavuşmalılar. Çalışmamız sonucunda raporlarımızı hazırlayıp sunacağız. Bu anlamda uluslararası kamuoyunu farkında olmaya ve takip etmeye davet ediyorum.” diyerek konuşmasını sürdürdü. Ezdi çocuklar ezan sesinden bile irkiliyor Savaş mağduru insanların durumu ile ilgili saha çalışması ve psiko-sosyal çalışma yürüten bir diğer kişi ise Hayata Destek Derneği çalışanı Elif Gündüzyeli. Ezdi ve Kobanêli çocuklar için psiko-sosyal çalışmalara kısa sürede başlayacaklarını kaydeden Gündüzyeli, “Annesinin babasının ölümüne tanık olmuş çocuklar var ve konuşamıyorlar. Ezdiler kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bir korku var ve ne yapacaklarını bilmiyorlar. Çocuklar ezan sesini bile duyduklarında irkiliyorlar” diyerek bunun için yeterli olmasa da psiko-sosyal ve psikolojik destek çalışmaları yapıp raporlarını paylaşacaklarını belirtti. ÇEVRE BasHaber 1 - 7 Aralık 2014 15 SÖYLEŞİ 15 Hevsel’in meyveleri boğazınıza dizilsin Oğul bugün duman almış Hevsel’i Dicle Vadisi’nin nazar boncuğu sayılan, binlerce yıllık Hevsel Bahçeleri, bakanlıkça yapılan düzenlemeyle resmen talana açıldı. Binlerce dönümlük tarım arazisi tehlike altında T Öztekin Çaçan arım Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının talebiyle en az sekiz bin yıldır tarım yapılan tarihi Hevsel bahçelerini “tarım niteliği korunacak alan” statüsünden çıkardı. Kurtlar bulundukları inlerinden ağır ağır çıkıp kente saldırı pozisyonu almaya başladılar. Ve anladığım kadarıyla şu anda kent surlarının dibine kadar gelmişler. Hevesl’e bakan hakim tepelere otağ kurup Hevsel’i ve kentin tarihi kısmını muhasara altına almaya başlamışlar. Kurt kanunu bu. Önce usul usul yaklaşacaksın avına, kafasını karıştırıp en zayıf güçsüz ve dalgın anında yem yapacaksın kendine. Bu gün Hevsel bahçelerinde ve tarihi kent bölgesinde yaşanan bu. Yüzlerce tahribat yetmezmiş gibi şimdi de usul usul Hevsel ve tarihi kent kuşatması başlamış durumda. Bakalım ne olacak. Hevsel’ in ve bu kentin ahı kimde kalacak… Yüz yılı alan Kürd siyasal mücadelesinde Amed hep merkez olmuş, hep başat rol üstlenmiştir. Kürdlüğün, siyasetin er meydanı neredeyse her dönemde Amed olmuştur. Hele seksenler düşünüldüğünde bütün bir halk; Vanlısı, Mardinlisi, Hakkârilisi, işçisi, tüccarı, köylüsü, ağası, beyi burada komutan Esat Oktay’ın sopası “haydar”’ın dibine yatırılmıştır. Dayak yemiş, işkenceden geçirilmiştir. Yediği insan dışkısını hafızasından silemeyen başta Felat C. olmak üzere birçok kişi dişlerini söktürmüştür. Gün dönmüş zaman geçmiş tekrardan onurunu geri kazanan bu kent şimdilerde yeni bir muhasaraya uğramıştır. Er meydanı yeniden kuruldu. Bakalım bu kez kim kimi devirecek. Umudum var tabi bunca yılın mücadele ve siyasi birikimi bu konuda tepki verecektir. Ayağa kalkmalıdır. Demokratik birikim, demokratik kamuoyu sesiz kalmamalı tavrını en acil ve kararlı bir şekilde belirlemelidir. Eğer bunca çile bize bunu da öğretmemiş ise bize de yazıklar olsun. Emaneti olan haklar vardır dünyada, bu emanet onlara korusunlar diye atalarından teslim edilmiştir. Amed’in emanet- çisi şimdilerde Kürdlerdir. Emanet deyip geçmeyin emanet, bir varlık sebebidir. Eğer B. Anderson’un dediği gibi ulus inşa edilen bir süreç ise siz bu inşayı ancak size emanet edilen şeylerle gerçekleştirebiliyorsunuz. Oğlunuza kızınıza ne kadar eski ve kadim olduğunuzu anlatmak istiyorsanız geçmişin size teslim ettiği “varlık” dışında gösterecek hiçbir şeyiniz yoktur. Zaman ne güzel uydurmuş Hevesl’i kadim Surlara, kadim Surları’ da Hevsel’e. Bilmeyeniniz görmeyeniniz yoktur sanırım. Bu iki kadim emanetin birbirlerine ne kadar kusursuz uyduğunu, kısa bir internet araştırmasıyla bile hemen kavrayıverirsiniz. Uluslararası ödüllere sahip mimar arkadaşım Özkal Yüreğir’in deyimiyle Mezopotamya’nın en güzel kara kentidir Amed. Çoğu kentte böyle bir bütünlüğe az rastlanır tarih ve doğa iç içe geçmiş olağanüstü bir uyum halindedir. Emanete hıyanet etmemeliyiz. Yoksa nasıl ulus oluruz. 2. Dünya savaşında hava saldırılarıyla yok olan birçok kent aslına uygun yeniden inşa edilip yaşanılır hale getirilmiştir. Dresner buna örnektir. 13 Şubat 1945 senesinde Dresner hava akınlarıyla yerle yeksan edilir, savaş sonrasında ise Dresner halkından geriye kalanlar şehri eski fotoğraflara bakarak yeniden inşa etme kararı alırlar ve bunu da başarırlar. Biz de bun yapmalıyız. Bu bilince ulaşmalıyız. Ayrıca Hevsel sadece bizim malımız değil dünyanın mirasıdır. Amed UNESCO dünya mirasına alınsın diye BM kapılarında neden taban çürütüyoruz. Bunun anlamı nedir. Eğer böyle bir bilinç kurulumuna ulaşa- mayacaksak kimseyi meşgul etmeyelim. Maalesef özellikle siyasetçi bakış açımız çok yerel ve ranta bulaşmış haldedir. Üzerimizdeki laneti kovmanın yolunu bulmalıyız. Amed’de belediyelerin eleştirilebilecek birçok yönü ve uygulamaları vardır. Ama geri dönülemez tarihi dokuya zarar veren bu tür yaklaşımları kendisi de benimsememeli bir başkasına da yaptırmamalıdır. Yerel ve de merkezi iktidarların bu kadar nankörlük etmeye hakları yoktur. Hiç mi Hevsel’in meyvesini yemediniz, hiç mi karatasın gölgesinde oturmadınız. Unutmayalım tarih ve medeniyet sınavında bir yanlış bütün doğruları götürür. Ne zaman Hevsel’e gitsem, ne zaman Keçi Burcuna çıksam, ne zaman Kırklardağına baksam hep aynı şeyler aklıma gelir. On gözlü köprüde yapılan derme çatma “mimari felaket” kafeleri, Kırklardağının üzerine kondurulmuş kara lekeyi (apartmanlar) gördüğümde kahrolurum. Kendime ve bu tahribatlara göz yumanlara lanet ederim. Benim dualarım kabul olmaz bilirim ama belki beddualarım kabul oluyordur. Başka seçeneğim kalmadı ne edeyim. Hevsel deyip geçmeyin, kadim Amed Mezarlığı Hevsel’e bakıyor dedem, nenem ve vefat etmiş bütün aile büyüklerim orada. Hevsel’i tahrip ettiğimizde onlarında mekânını bir anlamda tahrip ediyoruz. Ben dedemlenenemin, çoğumuzun nenesi ve dedesinin Mardin kapı mezarlığına gömülmüş onlarca dava şehidinin kadim uykularında manzaralarının bozulmasını istemiyorum. Hevsel deyip geçmemek lazım Hevsel Ben-u Sen’e, oradan karşıda Dicle Nehri, onun yanında Silvan köprüsüne kadar uzanan 9 milyon metrekarelik bir bölgedir. İçinde 10’a yakın eski usul “şakşaklı” su değirmeni kalıntısı ile yüzlerce kuş türüne mevsimsel göçlerinde su ve yiyecek sağlayan bir kültürel ve ekolojik sistemdir. Yani sadece bizlerin değil aynı zamanda nesli tükenmekte olan kaplumbağa türleri de dahil olmak üzere ciddi, canlı bir eko sistemidir. Hevsel’in hemen yanındaki Kırklar Dağının üzerindeki inşaatlar birden peyda olmadı. Tabiki yasal bir süreç yaşanmış projeler belediyeye gitmiş gelmiş ve onaylanmıştır. Çünkü oradaki imar yetkisi belediyelerdir. Ama ne hikmetse en az hevsel kadar önemli bu tepenin siluetinin bozulmasına oradaki betonlaşmaya kimse engel olamamış ve inşaatlar halen devam etmektedir. Yetkili ağızlardan defalarca özeleştiri dile getirilmesine karşın kimse yapılaşmaya engel olmamıştır. Deyim yerindeyse bu çok katlı çirkin binalar sayesinde Kırklardağı kimvurduya gitmiştir. Aynı akıbetin Hevsel’e olmayacağı ne malum, o yüzden uyanık olmalıyız. Yapılanları bir hatırlayalım şehrin hemen dibinde Silvan köprüsünün yanında Türkiye’nin en büyük tatlı su balıkçılık tesisi kuruluyor. Ne hizmet. Tatlısu balıkçılığı Amed’i kurtaracak (tabi balık bahane gölet yapmak için kazılan havzadan çıkan binlerce kamyon peşin para inşaat kumu şahane) proje nasıl olmuşsa Tarım Bakanlığının arazisinde yapılıyor. Ekonomik hiçbir katkısı hatta tamamlanıp tamamlanmayacağı belli olmayan bu göletin ve çevresindeki devasa boş binaların görüntü kirliliği bir yana orada besleneceği iddia edilen milyonlarca balığın üreteceği dışkının nehre verilesi ise başka bir yana. Yani hemşerimiz M. Eker ’in doğa ve çevre konusunda çok da temiz bir sicili yok. Belediyelerin komik yaklaşımları ise Kırklardağı örneğiyle zaten ortada. Anlayacağınız yük gene halkın, onun önder kurumlarının ve demokratik kamuoyunun omuzlarında. Kurtlukta kanun düşeni yemektir diyor Kemal Tahir ama bu kent düşmedi düşmeyecektir. Ey tarih ve doğa düşmanı sorumlu yöneticiler iki elimiz yakanızdadır… 16 FOTOĞRAF BasHaber 1 - 7 Aralık16 2014 SÖYLEŞİ Fotoğraf sanatçısı Adem Sönmez ‘O an’ların Kürdi kadrajı Özellikle Kürdistan coğrafyasında çektiği fotoğraflarla tanınan ve kendi tabiriyle coğrafyasının ‘değişimin kendisiyle beraber götürdüğü değerlerini’ fotoğraf karelerinde saklamayı misyon edinen profesyonel fotoğrafçı Adem Sönmez; ‘’Bazı sahneleri gördüğümde heyecandan kalbim duracak gibi kendimden geçerek deklanşöre basıyorum ve istediğimi çekip başardığımı gördüğümde ise kendimi dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyorum.’’diyor. Açtığı kişisel sergiler ve aldığı birçok ödülün yanı sıra Nemrut Dağı’nı dünyaya tanıtan fotoğrafı ile de adından söz ettiren Fotoğraf Sanatçısı Sönmez ile fotoğrafçılığı ve fotoğrafçılık üzerine konuştuk. ilgisini çekemez dolayısıyla başarılı olamaz. Özcan Şahin Fotoğraf makinesi ile nasıl tanıştınız, bahseder misiniz? 1974’te ticari hayata elektronikçi olarak atıldığım Muş’ta, fotoğrafa amatör olarak Lubitel marka fotoğraf makinesi ile başladım. Hayalini kurduğum SLR makine’ye 1975’te sahip oldum. Fazla bilinçli olmasa da çektiğim birkaç ilginç fotoğraf bana ilham vermişti. 1981’de fotoğraf çekimleri için Doğu Anadolu seyahatinde Muş’a uğrayan büyük usta rahmetli Mehmet Avcıdırlar ile tanışmam benim için dönüm noktası olmuştu. 15 gün gezilerine katılarak fotoğraf çekmenin temel bilgileri hakkında ipuçları almıştım. Artık hayatı ve çevreyi fotoğrafik gözle izlemenin önemini anlamıştım. Çevremde yaşantıların hızla değiştiğini ve bu değişimin beraberinde birçok değerleri de alıp götürdüğünü, kendime bu değerleri belgelemek için misyon yüklendiğimi hissettim. ‘’Yangından ne kurtarabilirsem kardır.’’ düşüncesi ile yılmadan yorulmadan fotoğraf çekmeye devam ettim. Fotoğrafın sanat yanını anladığımdan itibaren, ilgimi çeken şey serhat bölgesindeki tandır evlerinin içindeki yaşamlar oldu. 1980’lerin sonlarında bu evlere yoğunlaştım ve ilk çektiğim, kubbe evlerdeki yukarıdan süzülen ışığın aydınlattığı silindirik dumanlı ortam ve tandır başında ekmek pişiren kadınların doğal çalışmaları (ateşle oynamaları) ve hane halkının tandır etrafına oturmaları sıcak ekmeği paylaşmaları olmuştu. İyi bir fotoğrafın kriteri nedir? Günümüzde teknolojiyle birlikte dönüşen bir fotoğraf algısı var bunu sizce nasıl değerlendirmeliyiz? Bana göre iyi bir fotoğraf, o fotoğrafı çeken sanatçının, o fotoğraf karesinden ne anladığını, neler anlatmak istediğini, kompozisyonuyla, kadrajıyla ve çekim kurallarıyla anlatmak istediğini izleyiciye anlatabilmesidir. İzleyiciler kendilerine bundan bir mesaj çıkarabilmişlerse fotoğrafçı başarılı bir iş çıkarmış ve amacına ulaşmış demektir. Fotoğrafçılık hayatınızda çok etkilendiğiniz bir fotoğraf oldu mu? Bize, sizde iz bırakan bir fotoğrafınızdan bahseder misiniz? Yıl 1993, aylardan hazirandı. Atlas Dergisi’nden gelen bir gruptan beni aradılar ve birlikte Nemrut’a çıktık. Haziranın ortasındaydık ama üç dört metre kadar yükselmiş kar kütlesi henüz erimemiş, yol da o nedenle kapalı kalmıştı. Bunun üzerine Tatvan’a dönerek, jandarmaya haber verdik, köy tarafını kullanarak Nemrut’a çıkacağız diye. İzin vermediler ama sorumluluğu üstlenip gittik biz. Vardığım her noktada çekim yapıyordum. Bulduğum her kareyi mutlaka değerlendirmek istiyordum. En sonunda o kareyi yakaladığımı hissettim. Geldiğim noktada ‘Evet, aradığım açı bu olmalı’ dedim kendi kendime. Peş peşe fotoğraflar çekiyordum. Filmler bitinceye kadar çekmiştim Bu arada panoramik fotoğraflar da çekmiştim. Nemrut’tan döner dönmez filmleri yıkattırdım. Çıkan karelere baktım, birbirini tamamlayan dört parçayı tespit edip birleştirdim. Büyük bir heyecanla, ‘Evet aradığım fotoğraf bu’ dedim. Nereden bakarsan bak, bir uçtan bir uca 50 kilometrelik bir coğrafi alanı fotoğrafa sığdırabilmiştim. Yaptığım çalışmayı arşive kaldırdım. 1998 yılında, Ankara’da bulunan bir firma aracılığıyla henüz yeni gelişen photoshop yöntemi ile filmler tarayıp birleştirildi elde edilen panoramik kare deneme olarak küçük ebatta bastım ve gördüğüm fotoğrafın yıllardır aradığım kare olduğuna karar verdim artık. Yılların hayali gerçek olmuştu. Ve aynı panoramik kareyi kartpostal ve poster şeklinde basarak piyasaya sürdüm böylece dünyaya yayıldı. Bu kültürel hizmetimden dolayı yöre halkı büyük gölde bulunan bir adaya ismimi koyarak beni onura ettiler. Fotoğraf çekerken heyecanlandığınız anlar oluyor mu? Bazı sahneleri gördüğümde heyecandan kalbim duracak gibi kendimden geçerek deklanşöre basıyorum ve istediğimi çekip başardığımı gördüğümde ise dünyanın en mutlu insanı hissediyorum. Özellikle iç mekanların zor ışıklarında analog makinelerle 100 asa filmlerle, ki ne kadar kolay olmadığını fotoğraf çekmeyi bilenler takdir eder, çektiğim ve tarz olarak benimsediğim bu fotoğraflarla açtığım sergiler ve katıldığım yarışmalarla tüm fotoğraf sanatçıları ve dernekler tarafından bilindim ve bu tarzım çok sayıda fotoğrafçının hevesini kabarttı. Fotoğrafçı, çekmeyi tasarladığı fotoğraf sahnesinin karşısında heyecan duymasa istediğini çekemez, heyecan ve konsantrasyon olmazsa çekemez, çekse bile insanların Yeni nesil dijital makinelerle çalışanların büyük çoğunluğu makineyi doğrultup çektikleri her kareye fotoğraf diyorlar. Ancak yeni nesil fotoğrafçılar fazla medyatik olmak isterler. Çektikleri fotoğrafların kurallara uygun olup olmamasına bakmadan sosyal paylaşım ortamlarında paylaşıyorlar. Kendi seviyelerindeki fotoğrafçılar tarafından beğeni alınca da iyi fotoğraf çektiklerini sanıyorlar. Bu yüzden olumsuz eleştirilere de kapalılar ve (istisnalar hariç) gelişemiyorlar. Bana göre bu fotoğrafı ben çektim diyebilmemiz için tüm ayarlarını makinelerin değil, bizim vermemiz gerekir ki emek olsun. Çektiğin sana heyecan versin. Bölgede en çok gitmek istediğiniz, fotoğrafını çekmek istediğiniz yerler neresi? Bölgede en çok gitmeyi ve çekmeyi istediğim yerler arasında Ağrı dağı, İshakpaşa sarayı, Van Gölü çevresi, Süphan Dağı (Sipané Xelaté) çevresi ve Muş ovası var. Tabi ki tüm bölge fotoğraf bakımından hazinelerle doludur. Ama benim fotoğraf hazinelerim buralardır. Ülkemizdeki fotoğrafçılığın profesyonel bir meslek olarak tercih edilmemesini nasıl okumalıyız? Bu durum sadece Kürdistan’a has değil aslında Ortadoğu özellikle Müslüman halklarımız kültür sanata fazla önem vermiyor. Genelde Hat sanatı gibi uğraşıları sanat sayıyor. Resim, heykel, bale, tiyatro, sinema ve fotoğraf sanatlarını mekruh haram veya şeytani uğraş olarak anlatılmış. Örneğin, 1960’ların sonlarında medresede okurken elektroniğe ve fotoğrafa merakım vardı. Hatta o dönemde hocamın oğluyla birlikte basit bir fotoğraf makinesi almıştık. Köyde bir film çektik, ikinci filmi çekmeden hocamın haberi oldu ve bize bu şeytani aleti hemen götürün geri verin demesi üzerine hevesimi kırmıştı. Ta ki askerlikten dönene ve işimi kurana kadar. Toplumları yönetenler ve şekillendirenler o toplumun evirilmesinde önemli rol oynarlar. Bunun nedenini de böyle okuyabiliriz belki.
Benzer belgeler
16.02.2015
Barzani ve beraberindeki heyete Zirve boyunca büyük ilgi gösterilirken, IŞİD ve bölgedeki gelişmeler konusunda da dünya liderleri Barzani’den brifingler aldı. Yüz yüze yapılan çok sayıda görüşmede ...
Detaylı08.12.2014
77 yıl önce yaşananların hala “Dersim katliamı” olarak adlandırılmaması kamuoyunda kırılmalara sebep olurken, Dersim isminin iade edilmesi, Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezarlarının bulunması, kayı...
Detaylı13.09.2014
eçtiğimiz haftalarda Erbil’de yoğunlaşan diplomasi trafiği ve dünya siyasetine yön veren üst düzey siyasi aktörlerin trafiği gelecekte Erbil’in Ortadoğu’nun en önemli siyasi karar merkezlerinden bi...
Detaylı26.01.2015
eçtiğimiz haftalarda Erbil’de yoğunlaşan diplomasi trafiği ve dünya siyasetine yön veren üst düzey siyasi aktörlerin trafiği gelecekte Erbil’in Ortadoğu’nun en önemli siyasi karar merkezlerinden bi...
Detaylı