Marksist Teori 6
Transkript
Marksist Teori 6
Marksist Teori 6 Mayıs/Haziran [2012] Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Deniz Doğruer Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Deniz Doğruer Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt. No: 8/10 Aksaray/İstanbul Tel: (0212) 529 15 94 Faks: (0212)529 06 75 e-posta: [email protected] Baskı: Ceylan Matbaacılık Tel: (0212) 613 10 79 Abonelik: Yıllık 40 TL (Posta çekini yatırdıktan sonra bilgilerinizi e-posta veya faksla iletiniz.) Posta Çeki: Songül Akbay 1600206 ISSN: 978 – 975 – 81 – 3421 – 2 İçindekiler [5] MARKSİST TEORİ’DEN [7] BAHARI HALKLARIMIZ YEŞERTTİ A.Metin Boran [13] “ARTIK BİR HDK GERÇEKLİĞİ VAR” İbrahim Çiçek [23] MARKSİZM, DİN, POLİTİKA ÜÇGENİNDE BİR TARTIŞMA Serkan Gündoğdu Kürt Sorununda İnkarcı, Sömürgeci Misyonerler: [39] AKP ve CEMAAT Serhad Özgür [49] HALK CUMHURİYETLERİ BİRLİĞİ Haydar Özkan [60] “AKP TOPLUMU YENİDEN DÜZENLİYOR” Prof. Dr. Fatma Gök [65] ÇOCUK İŞÇİ VE ÇOCUK GELİN DÜZENİ Ümran Yurdayol [72] YENİ BİR BAŞLANGIÇ YAPTIM Yasemin Çiftçi [79] EZGİLERİNİ ÇAĞRINLA AYAKLANDIRDIĞIN KADINLAR SÖYLEYECEK Z.Deniz Boran [83] NEPAL’DE DEVRİMCİ MUHALEFET PVB’DE MERKEZLEŞİYOR Gülistan Devrim [91] BİR KONGRE VESİLESİYLE HİNDİSTAN İZLENİMLERİ [102] AKP’NİN BÖLGESEL YAYILMACI HEVESLERİ VE SURİYE [110] TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI(I) Eylem Canik Yusuf Kenan Çobanoğlu İbrahim Okçuoğlu MARKSİST TEORİ’DEN Sevgili okur, Önceki sayılarımızdan farklı olarak, bu kez, politik gelişmelere, alabileceği biçimlere ve muhtemel gelişim rotasına dair kısacık da olsa söz söylemeden başlıyoruz konuşmaya. Çünkü bu görevi “Baharı Halklarımız Yeşertti” başlıklı yazı yerine getiriyor. Analizlerin ve ulaşılan sonuçların belirli sorulara yanıt olacağını umuyoruz. İkinci metnimiz, Hakların Demokratik Kongresi’nin ardından, İbrahim Çiçek’le yapılmış bir röportaj. Okurunyanıtlardan, mücadele görevlerinin cephesel omuzlanışı, bu ilişkilerin tarz ve kültürünün geliştirilmesi, bu açıdan emekçi sol ile Kürt ulusal demokratik hareketi saflarındaki istek ve kararlılığın düzeyi gibi konularda açık bir fikir edineceğini düşünüyoruz. HDK’nin, AKP’ye ve genel olarak egemen güçlere karşı geniş kitleleri adım adım etrafında toplayacak bir odak yaratılması yolunda önemli bir adım olduğuna kuşku yok. Röportaj, kolaycılığa kaçmadan, HDK’yı geliştirme perspektiflerine dair izlenecek strateji ve politikaları tartışma imkânı sunuyor. “Marksizm, Din, Politika Üçgeninde Bir Tartışma” başlıklı yazı, İslam kültürünün egemen olduğu bir toplumun devrimci dönüşümünde, politikanın zihniyet ve Marksist Teori 6 dil sorununu ele almaktan başka, sorunun, tarihi ve güncel konuluşu ile devrimci hareketin konuyla ilişkilenişini eleştirel devrimci yöntemle inceleyip tartışıyor. Yazının, soruna daha derinden bakılması ve politik faaliyette geniş bir ufukla hareket edilmesine katkıda bulunacağına inanıyoruz. “Kürt sorununda İnkârcı Sömürgeci Misyonerler: AKP ve Cemaat” başlıklı yazı, Kuzey Kürdistan’da politik İslamcı akımların toplumsal tabanlarını genişletme yöntemlerini ele alıyor. Dinin sömürgeci boyunduruğun bir aracı haline getirilmesine, sömürgeciliğin yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal koşulların cemaat örgütlenmelerinin dayanağına dönüştürülmesine ve tüm bunlara karşı mücadele görevlerimize dikkat çekiyor. Politik faaliyet içindeki her okurumuzun dikkatle okuyacağını düşündüğümüz yazı, yeni incelemelere, yazılara ve tartışmalara da vesile olacaktır. “Halk Cumhuriyeti Birliği” başlıklı metin, komünistlerin ulusal sorunla ilgili programatik görüşlerinin açılımını yapıyor.Yazının ideolojik mücadelede ve konuyla ilgili eğitimlerde katkıda bulunacağına inanıyoruz. AKP’nin üniversite öncesi eğitimde giriştiği politik İslamcı burjuva düzenlemeler kapsamında Prof. Dr. Fatma Gök’le yapılan röportajın ve “Çocuk İşçi ve Çocuk Gelin Düzeni” başlıklı yazının, okurun, “4+4+4 yasası”nın içeriği ve amaçlarıyla ilgili daha tam bilgilerle donanması, politik kitle ajitasyonu ve güncel politik mücadele görevlerini omuzlamış okurun çalışmalarını güçlendirmesi işlevlerine sahip. “Yeni Bir Başlangıç Yaptım” başlıklı değerlendirme ve “Ezgilerini Çağrınla Ayaklandırdığın Kadınlar Söyleyecek” adlı yazı, özeleştirinin devrimci şiddeti, bir devrimcinin kendini yıkıp yeniden kurma yetenek ve gücü, adanmışlık ve feda ruhunun yalın politik-ideolojik anlamı ile tüm bunları kendinde toplayan gerçek bir adımın yarattığı etkinin; bu etkinin devrimci anlamını, ruhunu özümseyip rehbere dönüştürmenin yankısıdır. Devrimci lafazanlıktan, risksiz, bedelsiz, sarsıcı-düzen bozucu özveriler gerektirmeyen bir “politik varoluş”tan kopuşun en başa yazılması gerektiğine inandığımız günümüzde her iki metnin “kendimize sorular” tarzıyla inceleneceğini, tartışılacağını umut ediyoruz. Dünya devrimi perspektifimizin bir parçası olarak, okuruna, yer küreyi tüm pencerelerinden izleme, anlama, öğrenme ve müdahil olma imkânı sunmayı hedefleyen Marksist Teori’nin bu sayısında, “AKP’nin Bölgesel Yayılmacı Hevesleri ve Suriye”, “Nepal’de Devrimci Muhalefet PVB’de Merkezileşiyor” ve “Bir Kongre Vesilesiyle Hindistan İzlenimleri” başlıklı yazılara ver veriyoruz. “Türkiye’de İşçi Sınıfının Yapısı, Bileşimi ve Kapsamı” başlıklı yazı konuyla ilgili güncel bir incelemeyi sunmak amacında. Derginin hacmini gözeterek, yazarımızdan hazırladığı metinde sayfa sınırlamasına bağlı düzenlemeler isteğinde bulunmak[5] Marksist Teori 6 tan başka, metni iki bölüm halinde yayınlamak zorunda kalıyoruz. İlk bölümde konuya genel bir teorik giriş yapılıyor. İkincisinde ise başlıkta ifade bulan sorunun incelenip tartışılmasına geçiliyor. Okurun gerekli ilgiyi göstereceğine ve yazının zengin tartışmalara, yeni incelemelere vesile olacağına güveniyoruz. [6] 6, 18, 31 Mayıs ve 1 Haziran yıldönümleri vesilesiyle 71 devrimci kopuşunun önderlerini sevgi ve ideallerine bağlılıkla anıyoruz. Dörtler’in, Amed zindanlarında tutuşturduğu meşaleyi söndürmeyeceğimizi haykırıyor, 1516 Haziran büyük işçi ayaklanmasının şehitlerini selamlıyoruz. Venceramos. BAHARI HALKLARIMIZ YEŞERTTİ A. Metin Boran Son birkaç ayın politik verilerine işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci perspektifinden baktığımızda, büyüyen umut ve mücadele kararlılığıyla, durumu değiştirme isteği ve birleşik savaşım yönelimiyle yüz yüze geliyoruz. Egemenler cephesi ise, tüm güçlülük görüntüsüne ve yekparelik imajına rağmen, rejim krizini örgütleyen sorunlar ve politik mücadele dinamikleri karşısında, devlet terörünün çeşitli biçimlerini ve faşist psikolojik savaşı yoğunlaştırmaktan başka yol bulamazken, yeni iç çelişki ve çatışmalara yuvarlanmaktan, halklarımıza karşı işlediği suçlarda yeni suçüstülerle yüz yüze gelmekten kurtulamıyor. Bölgesel gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni koşulların ve güç ilişkilerinin, Kürt ulusal varlığına ve mücadelesine sunduğu manevra olanaklarından ötürü yeni dar boğazlara sürükleniyor. Faşist sömürgeci saldırganlık ve psikolojik savaş Baharla birlikte AKP hükümeti, başta Kürt ulusal demokratik mücadelesi olmak üzere, işçi sınıfı ve [7] Marksist Teori 6 ezilenlere yönelik devlet terörünü ve yalana dayalı faşist psikolojik savaşı yoğunlaştırdı. Emekçilerin ve ezilenlerin siyasi, ekonomik, toplumsal taleplerini ve bu temeldeki mücadelelerini “istikrara”, “huzura”, “büyüyen Türkiye’ye” saldırı, “bölücülük” ve “yıkıcılık” olarak damgaladı. Söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem hakkının en dar demokratik çerçevede kullanılmasını bile engellemeye çalıştı. Adalet talebini, gözaltı ve tutuklama terörüyle boğmak istedi. Şehir Tiyatroları’nda sahnelenecek oyunlara varıncaya dek, ezilenlerden yana tüm sesleri ve dinamikleri bastırma çizgisinde yürüyen AKP, vergi cenderesini sıkma ve yeni zamlar yoluyla sömürüyü, soygunu artırarak, iş cinayetlerine fiilen kol kanat gererek, grev, sendika ve toplu sözleşme haklarını en geri sınırlarda ya da kilit altında tutmayı sürdürerek işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, yoksulların yaşam ve çalışma koşullarını ağırlaştırmaya devam etti. YÖK aracılığıyla formasyon hakkının gaspına kalkışarak, üniversiteli gençliğe yeni bir saldırıya girişti. 2 B yasasıyla esas olarak, doğal çevrenin, burjuvaziye kurban edilmesinin yeni koşullarını hazırlarken, yoksulların barınma haklarına kapsamlı bir saldırının yasal kılıfını hazırlamaya yöneldi. Faşist rejim ve hükümeti, Kürt ulusal demokratik talepleri karşısında Roboski’de simgelenen imhacı, inkârcı, sömürgeci politikalarını sürdürdü. AKP, her fırsatı, Kürt halkı saflarında aldatıcı, pasifize edici beklentiler yaratma, ulusal demokratik hareketi parçalama imkanı haline getirme yönünde değerlendirmeye hevesleniyor. Kemal Burkay ve partisiyle bir yere varamayacağını gördüğünden, Barzani’yi ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni bir Truva atı haline getirmeye çalışıyor. “Silah bıraktırma”, gerillayı politik mücadelenin dışına çıkarma hedefine ulaşarak, ulusal demokratik taleplere dayalı mücadeleyle daha kolay baş etme, önümüzdeki birkaç yılı kazanma planlarıyla hareket ediyor. Ne var ki, bahar aylarında yoğunlaştırılan inkarcı sömürgeci askeri saldırı ve katliamlar, hızından bir şey kaybetmeyen KCK gözaltı ve tutuklamaları, İmralı tecridinin boyutlandırılması, ABD’yle yenilenen anti-PKK anlaşmaları, ulusal demokratik talepler, en başta da anadilde eğitim konusunda yapılan hükümet açıklamaları, Kürt halkı ve tüm ezilenler nezdinde AKP’nin strateji ve taktiklerini açığa çıkarıyor. Bütün bunlar aynı zamanda yakın gelecekte Kürt ulusal sorunu odaklı gelişmelerin yönünü, alacağı biçimleri ortaya koyuyor. Emekçiler ve ezilenler cephesinin kendini ortaya koyuşu İşçiler ve ezilenler, diktatörlüğün ve hükümetin saldırıları karşısında, baharı yeşerten bir mücadele sergilediler. Faşist devlet terörü, tmy’ler, öym’le, tecrit hapishaneleri demokratik ve devrimci direniş ve adımları engelleyemedi. Newroz ve 1 Mayıs, halkla- [8] Marksist Teori 6 rımızın bağrındaki potansiyel enerjiyi biraz daha açığa çıkardı. Kitlelerin yeni kesimlerinin politik bilincinin uyanmasını sağladı. Bahar sürecinin bu gerçeğini şu olgularda apaçık görebiliriz: 8 Mart’tan 71 devrimci önderlerinin ölümsüzlük yıldönümlerine, yerel ve uluslararası öneme sahip kutlama ve anma günlerinde sergilenen pratikler, Üniversite öncesi eğitimdeki politik İslamcı burjuva düzenlemelere karşı girişilen eylemler, Sivas katliamı davası kapsamındaki bir mahkeme kararına yönelik eylemler ve miting, Pozantı hapishanesinde çocukların maruz bırakıldığı zulüm ve alçaklıkların, üniversiteye sınavla giriş sisteminin yol açtığı liseli intiharları ve ölümlerin, kitle katliamına dönüşen iş cinayetlerinin yarattığı öfke ve protestolar, İrili ufaklı işçi direnişleri, metal işçileri arasında, gerici-faşist TürkMetal’den kopma yöneliminin kuvvetlenmesi, emekçi köylülüğün yaşam alanlarına, doğal çevreye sahip çıkma mücadeleleri, On sendikanın, burjuvazi ve hükümetle kol kola hareket eden Türk-İş yönetimine tavır alarak bir platform oluşturmaları, konfederasyon seçimlerine ayrı bir listeyle katılmaları, 1 Mayıs günü İstanbul’da 1 Mayıs Alanı’nda saf tutmaları, Üniversiteli gençliğin formasyon hakkına saldırıyı püskürtmesi, 12 Eylül cuntacılarına açılan davanın, faşist rejim için bir demokra- tikleşme makyajına dönüştürülmesi planını boşa çıkarmayı, hesap sorma bilinç ve pratiğine hizmet etmesini sağlamayı hedefleyen demokratik ve devrimci müdahale, Kadına şiddete ve kadın cinayetlerine karşı güçlenen bilinç ve mücadele, Hapishanelerde ulusal ve genel demokratik taleplerle etrafında açlık grevi biçiminde ortaya konulan irade, İnkârcı, sömürgeciliğin Newroz’a kitle katılımını belirgin tarzda zayıflatarak, umut ve irade kırma planlarının, ulusal demokratik hareket ve halklarımızın devrimci, demokratik güçleri tarafından yenilgiye uğratılması, Diktatörlük ve AKP’nin, “sendikaların 1 Mayıs’ı ortak kutlamak için uzlaşması” kılıfıyla, TÜRK-İŞ yönetimi eliyle uygulamak istediği, geçen yılki adımları yok saydırma, 1 Mayıs’ın politik içeriğini boşaltma, şovenizmin ve sosyal şovenizmin geriletilmesini önleme planının bozguna uğratılması, İstanbul 1 Mayıs Alanındaki kutlamada ulaşılan kitlesellik, 1 Mayıs eyleminin 110 merkeze yayılması ve Kürdistan’da elde edilen yeni düzey… Ele alınan dönemde öne çıkan ve bazıları sürece damgasını vuran bütün bu gelişmeler, işçilerin ve ezilenlerin bağrında, faşizme, inkârcı sömürgeciliğe ve kapitalist sömürüye karşı mücadele arzusunun büyümekte ve bir toplumsal kaynaşmanın mayalanmakta olduğunu; öfkenin, kararlılığın ve kazanımlarla ilerle[9] Marksist Teori 6 me isteğinin kendini pratikte ortaya koyduğunu; diktatörlüğün ve AKP hükümetinin demagojilerinin, psikolojik savaşının ve saldırganlığının bu yönelimi engelleyemediğini göstermektedir. Newroz ve 1 Mayıs bunun en dolaysız ifadesidir. Dönemin, en önemli verilerinden bir diğeri ise, birleşik mücadele isteğinin güçlendiği, bu doğrultudaki adımların işçilerin ve ezilenler nezdinde destek bulduğudur. HDK’nın, Newroz ve 1 Mayıs başarısı, tmy ve öym’ye karşı Milyonlar Adalet İstiyor İnsiyatifi, İstanbul 1 Mayıs Alanı’nda sağlanan birlik ve “faşizme karşı omuz omuza” şiarının tüm 1 Mayıs alanlarında aynı anda haykırılması bunun ifadeleri oldu. Aynı sürecin önemli gelişmelerinden biri de, fiili meşru mücadelenin büyüme ve yeni kesimlere yayılma eğilimi göstermesidir. Kitle şiddeti biçimini alarak Newroz’da zirveye çıkan bu tutum, Sivas katliamı davası kararı ve AKP’nin üniversite öncesi eğitimle ilgili yeni düzeni karşısında da boy verdi. Egemenler cephesinin kimi gerçekleri Son birkaç aylık dönemde, AKP, MGK’nın yönetici gücü olmak konusunda generaller partisiyle girdiği mücadelede elde ettiği mevzileri perçinlemek ve psikolojik üstünlüğü güçlendirmek yolunda yeni bazı hamlelere girişti. İlker Başbuğ’un ve bir süre sonra Çevik Bir’in de içinde yer aldığı 28 Şubat tutuklamaları ile 23 Nisan’da düzenlenen eşli resepsiyon bunun işlevsel ve sembolik adımları oldu. Aynı süreçte Fettullah Gülen cemaatinin, egemen güçler içindeki hasımlarıyla hesaplaşmayı tırmandırma, bu doğrultuda, devlet bürokrasisinde sahip olduğu mevzilere özerk bir pozisyon kazandırma, yeni mevziler elde etme ve hükümet üzerindeki etkisini arttırma isteği, politik İslamcı koalisyonda ilk ciddi çatlağa ve iç mücadeleye yol açtı. AKP’nin zaferiyle sonuçlanan bu muharebede, ABD’nin bir aşamadan itibaren hükümetin yanında saf tutması dikkate değerdir. Tayyip Erdoğan’ın “dindar gençlik yetiştireceğiz” açıklamasından, yasal düzenlemeyle imam hatiplerin orta bölümlerinin yeniden açılmasına, “peygamberin yaşamı” ve “Kur’an öğrenme” gibi tercihli yeni derslerin “milli eğitim”e dahil edilmesine varan politik İslamcı burjuva adımların zamanlaması, bunların, aynı zamanda, politik İslamcı etki altındaki kitleler içinde Fettullah Gülen cemaatini AKP lehine sınırlama hamleleri olarak işlevlendirildiğini göstermektedir. Politik İslamcı koalisyondaki iç mücadelenin sürmesi, yerel seçimler ve Çankaya seçiminde bunun kimi yansımalarının ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Egemenler cephesi, AKP’nin ve politik İslamcı koalisyonun, “laikliğin çerçevesinin” genişletilmesi ve politik İslamcı bayrak altındaki burjuvazinin önünün açılması mevzisine yerleşmesinden itibaren, rejim [ 10 ] Marksist Teori 6 krizini koşullayan sorunlar karşısında “bastırmak” ya da “dayanmak” dışında herhangi bir çözüm iradesi beyanında bile bulunamıyor. Dönem içinde Anayasa tartışmaları etrafında ortaya çıkan gelişmelerin yansıttığı da budur. Denilebilir ki, egemenlerin ve AKP hükümetinin çok güçlü göründükleri verili koşullar, aynı zamanda çözümsüzlüğün yaratacağı sonuçlar içeriğinde onların zayıflıklarının aynasıdır. Çeşitli sınıfsal, ulusal ve toplumsal çelişmelerin ulaştığı keskinlik düzeyi bunu koşullamaktadır. Suriye yönetimiyle köprüleri atan, İran’la ilişkilerde çubuğu ABD’nin desteğini korumak yönünde büken, Irak yönetiminin Şii güçleriyle karşı karşıya gelme pozisyonuna sürüklenen AKP hükümeti, bölgesel hegemonya hayallerine ve burjuva sınıfsal hırslarına zincirlenmiş durumda. Yeni bir Libya beklentisiyle, Suriye konusunda manevra rezervlerini kendi eliyle dinamitlediği için, hükümet, ABD başta olmak üzere, Batı’lı emperyalistlerin, Esad rejiminin devrilmesinde gerekli kararlılığı göstermediğinden yakınıyor. Tayyip Erdoğan uluslararası saldırı kararı alınması için ikna turlarına çıkıyor. Katar Emiri’yle birlikte askeri işgal yolundan Suriye’ye demokrasi getirmeye soyunuyor! Bugün sahne süt liman gözükse de, değişik veriler, egemen sınıf ve güçler arasında Suriye, Irak ve İran politikalarında büyüyecek bir çatlağın mevcudiyetini gösteriyor. Yine de, hali hazırda, bir kayaya çarpana veya bir yükü taşıyamaz hale gelene değin, AKP hükümetinin, bölgesel hegemonya, dolayısıyla bölgesel gerilim ve saldırganlık hattında yürüyeceği görülüyor. Gelişmelerin yönü Ezen-ezilen, zengin-yoksul çelişkilerinin keskinleşeceği bir sürece giriyoruz. 1 Mayıs’ta, “Müslüman antikapitalistler” görünümünde ortaya çıkan ve politik İslamcı burjuvaziyle yoksul Müslüman emekçiler arasındaki çelişkiyi özgün biçimde dışa vuran gelişme bu bakımdan güçlü bir anlama sahiptir. Ezen-ezilen, zengin-yoksul, devlet-halk çelişkileri kendini değişik biçimlerde ortaya koyacaktır. İş veya adalet eksenli talepler, çeşitli iktisadi talepler, kadın cinsi talepleri, ulusal talepler, alevi talepleri, demokratik hak ve özgürlük talepleri söz konusu çelişkilerin somutlaşma biçimleri olacaktır. Egemen sınıfların ve hükümetin bu çelişkileri tavizlerle yumuşatma yönelimi içinde oldukları söylenemez. Onlar, en açık biçimiyle Kürt ulusal demokratik talepleri karşısında sergiledikleri tutumda görüleceği üzere, devlet terörüyle (askeri saldırılar, polis zorbalığı ve zulmü, tmy, öym, tecrit hapishaneleri) umut ve irade kırma veya taleplerin kolunu kanadını kırma çizgisinde ısrar edeceklerdir. Bu aynı zamanda faşist yasaların ve fiili yasakların en etkin tarzda kullanılmak isteneceğini göstermektedir. [ 11 ] Marksist Teori 6 Ne var ki, bilindiği gibi, egemenlerin iradesi kadiri mutlak değildir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin iradesi sürece damgasını vurma, egemenlerin ve ezenlerin planlarını boşa çıkarma güç ve yeteneğindedir. Newroz ve 1 Mayıs bu açıdan yeterince öğreticidir. Umut ve irade kırma taktikleriyle hareket eden, kölelik yasaları, tmyöym, hapishaneler ve yalana dayalı faşist psikolojik savaş partisi ve hükümeti olan AKP’nin umut ve iradesini kıracak hazır ve potansiyel devrimci ve demokratik güçler ile onların önemli bir kesimini kapsayan HDK, üzerine düşeni yaptıklarında bugünkü sert siyasal koşulların halklarımız lehine hızlı bir değişim göstermesi, temel demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması kimseyi şaşırtmamalıdır. Sürecin özellikleri ve görevler, biz komünistlerden, fiili meşru mücadele hattında başarılı, sonuç alıcı örnekler yaratmayı, siyasal koşulların ve ihtiyaçların gerektirdiği tüm mücadele araç ve biçimlerini kaynaştırmayı ve birleşik mücadele konusundaki kararlılığımızı sürdürmeyi beklemektedir. [ 12 ] “ARTIK BİR HDK GERÇEKLİĞİ VAR” HDK I. Genel Kurulu’nun ardından Arzu Demir’in Marksist Teori için sorduğu soruları, ESP Genel Başkan danışmanı ve HDK Genel Meclis Örgütlenme Komisyonu üyesi İbrahim Çiçek yanıtladı. Halkların Demokratik Kongresi, 12-13 Mayıs günlerinde Ankara’da 1. Genel Kurulunu topladı. Genel Kurul, HDK gerçekliği açısından nasıl bir tablo sundu? Kıyaslamalı bir değerlendirme yapmak istiyorum. Kuruluş Kongresinde her şey çok soyuttu, çok geneldi, tasarım halindeydi. Daha çok muradımızı açıkladığımız, niyet beyan ettiğimiz bir durumdu söz konusu olan. Fakat 1. Genel Kurulda durum çok farklı. Somut, canlı, ele tutulur gerçek bir duruma ulaştık. HDK’nin biraz ete kemiğe büründüğünü gördük. Yeni politikanın, yeni siyaset algısının ve tarzının mayalanma kabı olarak HDK’yi kurmuş bulunuyoruz. Artık bir HDK gerçekliği var. Bu genel kurulun fotoğrafına bakarak şunu söyleyebilirim; HDK, emekçi sol hareketimizin tarihinde, bir yenilenme, yeniden doğuş hareketinin başlangıç halidir. [ 13 ] Marksist Teori 6 Bu fermantasyon potası yeni siyasetin gelişmesi ve mayalanması için güçlü bir imkandır. Yaydığı umut da bu imkândan kaynaklanıyor. Siyasi bakımdan 1. Genel Kurul, HDK gerçekliğine ilişkin neler söylüyor? HDK’de, karar alma zorluğu bağlamında bir kararsızlık gözlemleniyordu. Buradan baktığımız zaman Genel Kurulumuz karar alma konusunda daha enerjik. Örneğin Kürt sorunuyla ilgili kampanya yürütme kararı alınması, çok anlamlı. Siyasi kararlılığa doğru gidişin bir belirtisi olarak değerlendirebiliriz. HDK’nin kendi gelişim hattı üzerinde 6 aylık siyasi pratiği oldu. Bunun yürütme tarafından değerlendirmesi yapıldı. Şunun altını çizmek istiyorum: HDK’nin kurucularının siyasi gündemlerini tekleştirmeyi, belli anlarda, belli konu ya da sorunlar üzerinde odaklanmayı başarması gerekiyor. Bu da yürütme ve genel meclisimizin siyasi işlevini yapması yönündeki çabaların güçlendirilmesiyle, inisiyatif üstlenmekle mümkün olacaktır. Ayrıca HDK taban örgütlerinin, meclislerin, yürütmelerin keza komisyonların karar alma gücü, siyasi inisiyatif üstlenme yeteneğinin güçlendirilmesi ihtiyacı var. Buralardan ilerleyeceğimizi düşünüyorum. Tabi siyaset-örgüt etkileşimini, diyalektiğini gözden kaçırmamak gerekir. Meclislerin illerde, ilçelerde, mahallelerde örgütlenme çalışmalarını kesintisiz yürütmek; bozulanı, yürümeyeni tahkim etmek, yeniden inşa etmek, siyasi inisiyatif üstlenmesi için öneriler geliştirmek bu temelde işbirliğini, birleşik çalışmayı geliştirerek HDK’yi her yerelde bir odak haline getirme yolunda ilerlenmelidir. Önemli olan her alanda devrimcilerin, HDK içinde yer alan kuvvetlerin siyasi inisiyatif göstermesidir. Çünkü biz bir halk inisiyatifi açığa çıkartmak istiyoruz. Bu da siyasi inisiyatif ve yaratıcılıkla, denemeyle, kitlelerle birlikte arayarak başarılabilir. 1. Genel Kurul, örgütsel bakımdan HDK gerçekliğine ilişkin nasıl bir tablo sunuyor? Belirli bir değişim var. HDK Kuruluş Kongresini 800-900 delege ile toplamıştık. Delegelerimizin ancak 3’te 1’inin Genel Kurula katıldığını gördük. Bu esasen delegelerin doğru ya da yanlış seçimiyle ilgili değil. Delegeler, Kongreyi kurarak işlevini, temel sorumluluklarını bir bakıma yerine getirdiler. Kongreden sonra meclisleri kurmaya başladık, HDK’nin siyaset yapması için girişimlerde bulunduk. O zaman kurucu delegeler ayrıştı. Delegelerin bir bölümünün işlevli olmayacağı açığa çıktı. Bu sürede çok sayıda yeni insan geldi ve HDK meclislerinde yer aldı. HDK’nin yürütmelerinde, komisyonlarında çalışmalarımıza katıldılar, HDK’yi örgütlemeye başladılar. 900 delege varken, hiç örgütümüz yoktu. Genel kurula 300 delege katıldı, gerçek olarak şu anda 40-50 ilde ve bir o kadar ilçede HDK’nin meclisleri ya da meclis girişimleri var. Bir HDK örgütlenmesi var. Her şey daha gerçek. [ 14 ] Marksist Teori 6 Şu noktadan eleştiride bulunabilirim; HDK içinde delege olmayan ancak çalışmalara aktif biçimde katılan çok sayıda arkadaşlar vardı. Bunların genel kurula katılımının daha iyi örgütlenmesi gerekirdi. Burada sanırım görüş açısı darlığıyla karşı karşıya geldik. Aslında örgütlenme komisyonu ve yürütmenin aldığı kararda çalışmalarımıza aktif katılan, yürütme ve meclislerimizde yer alan arkadaşların katılımının örgütlenmesini gerektiriyordu. Ancak böyle olmadı. Bazı yerlerden çok az geldiklerini-getirildiklerini görüyoruz. Bu örgütlenmemiş bir durum olmasıyla ilgili. Hareket halindeyiz. Geri çekilenler ya da ileri çıkanlar oluyor. Güçlü bir kitle hareketine dayanmadığımız için bu normal. Bunu hep dikkate almamız lazım. Hep bir iradeye ihtiyacımız var. Güçlü bir kitle hareketine dayanmadığımız için örgütsel açıdan istikrarsızlığın, gelen ve gidenlerin olması biçiminde sirkülasyonun yaşanması kaçınılmaz. Birçok durumda meclisleri yeniden kurmamız ya da yürütmelerini, komisyonlarını yeniden kurmamız kaçınılmaz. Bu gerçekliğe herkesin hazır olması gerekiyor. Bir örgüt yarattık, onun bir mücadele örgütü olmasını ve gerçek bir kitle inisiyatifi, gerçek bir kitle hareketi açığa çıkarmasını istiyoruz. Meclislerde durum nasıl? Gerçekten bir Meclis gibi mi işliyor yoksa örgüt temsilcilerinin katıldığı toplantılar şeklinde mi geçiyor? Meclisler konusunda geçmişte birikmiş bir geleneğimiz ve deneyi- mimiz yok. Bunun öncelikle altını çizmek istiyorum. İkincisi içinde bulunduğumuz durum, yeni bir çalışma tarzı, yeni bir siyaset tarzı ve yeni bir ilişkileniş, işbirliği biçimini gerektiriyor. Buna da hepimiz çok hazır değiliz. Şimdi başlangıç aşamasında yeni bir şey yapmak istediğimizi herkes niyet olarak beyan etmiş oluyor ve yeni bir şeyi hep birlikte aramaya başlıyoruz. Ancak arama gücümüz de eşit değil. Hala çok güçlü bir şekilde geride kalan sürecin deneylerinin ve bilincinin baskısı altındayız. Bu nedir? Eylem birlikleri oluşturduk, özellikle 1990’lı ve 2000’li yıllarda envai çeşit platformlar, seçim blokları kurduk. Buralarda hep kurum temsilcileri bir araya geliyor, kararları alıyor ve arkalarındaki kitle gücü, örgütleri uyguluyordu. Şimdi durum farklı. Bugünkü durum, HDK gerçekliği hem örgütlerden irade istiyor, hem de örgütlü bireylerden inisiyatif ve bireysel sorumluluk üstlenmesini istiyor. Hem de parti ve örgütlerin bütün gövdeleri ile bu işin içinde yer almasını istiyoruz. Ama çelişik noktalar var. A grubu çok yüklendiği zaman orası onun rengine bürünebiliyor. Bu sağlıklı değil. Genişlemek istiyoruz çünkü. Çok geniş ve birleştirici bir kuvvet olarak ortaya çıkmak istiyoruz. Başka bir yerde sadece temsilci gelince bu da sağlıksız bir durum. Bir halk inisitayifi yaratmak istediğimiz için, müzakerenin, diyalogun, tartışmanın, karşılıklı etkileşimin, bireylerin birey olarak meclislerde bulunduğu, -bir grubun bir partinin, bir yerin temsilcisi olarak [ 15 ] Marksist Teori 6 değil- bir durum yaratmak istiyoruz. Bu siyaset algısında ve tarzında bir dönüşümü gerektiriyor. ‘Fermantasyon potası olarak HDK’yi kurduk’ demek, bu dönüşüm, mayalanma kabını yarattık, demektir. Bu dönüşümde bir ilerleme gösteriyor musunuz yoksa başladığınız yerde misiniz? Genel olarak, ‘Kurumlar neden bütün güçleri ile ortada değil’ eleştirisi var. Bu demek ki; yeni durumun ihtiyacı algılanıyor, eleştiri doğru yere yöneltiliyor. Bu çok önemli bir nokta. Çünkü burada yeni henüz olmuş, bitmiş bir şey olarak ortada yok. Başlangıç halinde, mayalanma halinde bir yeniden bahsediyoruz. Terslikler, can sıkıntıları, eleştiriler oluyor ya da kısmen uzaklaşanlar var ancak HDK’nin sağlam olduğu gözüküyor. Bu çok önemli. Bu sağlamlık yeni ihtiyacın anlaşılmasıyla ilgili olduğu kadar, bir niyet olarak bu ihtiyacı anlayanların yeniyi bulmak için değişmek isteklerini de yansıtıyor. Birbirleriyle etkileşime giriyorlar, etkilenmek istiyorlar, şeklinde de okunabilir. ‘Bana pırıl pırıl bir fotoğraf söyle’ deseniz, böyle bir fotoğraf söyleyemiyoruz ama bizim derindekini görmemiz lazım. Derindeki bu mayalanma hali, toplumdaki genel mücadele isteğinin büyümekte oluşuyla birleşiyor. Newroz’un, 1 Mayıs’ın gösterdiği gibi burada birleşme eğilimi ve daha güçlü bir mücadele isteği var. HDK bunları emiyor ve kendinde somutlaştırıyor. Dolayısıyla buradaki mayalanma çok önemli. Bu mayalanmaya kendi renginizi, kimyanızı vermek mi istiyorsunuz? O zaman çok katkıda bulunmalı, çok katılmalısınız. Daha çok emek vermeli, daha çok sorumluluk ve inisiyatif üstlenmelisiniz. İrade yoksunluğu ve kendiliğindencilikle, edilgenlikle, seyircilik ve kaydedicilikle mayalanmayı ileriye götüremezsiniz, bir yere de varamazsınız. ESP’nin örgütlerinde, tabanında HDK’ye katılım konusunda sorun var. Bütün partilerin kadrolarında, teşkilatlarında, tabanında sorunlar var, bizde olduğu gibi. Değişik biçimlerde bunun örneklerine rastlıyoruz. Eski deneylerin baskısı, dar yaklaşımlar söz konusu. Hatta HDK’yi ekstra bir “yükmüş” gibi görenler var. Yıllarca, ‘devrimi gerçekleştirmek için cepheye ihtiyaç var’ demişsiniz. Hatta ‘birleşik devrimci önderlik’ düşüncesini teorisini yapmışsınız, zaman zaman deneme girişimlerinde bulunmuşsunuz. Şimdi bir birleşik özne, bir birleşik önderlik yaratmak için önünüze somut bir imkân çıkmış. Önünüze hem emekçi sol güçleri cepheleştirme siyasetinizin uygun bir aracı çıkmış, hem Batı’da işçi, emekçi, ezilen hareketi yaratmak üzere stratejinizi kurmuşsunuz. Hem de ulusal demokratik hareketin Batı’daki güçleri ile emekçi sol hareketin Batı’daki güçlerini bir araya getirmek için kaldıraç yaratma imkânınız var. Şimdi mırın kırın edemezsiniz, bahaneler, gerekçeler ileriye süremezsiniz, kendinizi tam olarak ortaya koymanız gerekir. HDK için [ 16 ] Marksist Teori 6 attığınız taş, ESP için attığınız taştan farklı değil. Aynı şeydir. Bu ikisi birbirini tamamlar. Devrimciliğin gereği odur ki, mücadeleyi, yangını büyütmeli, partimizi de o yangının içinde büyütmelisiniz. HDK’yi büyütmeliyiz, onun içinde büyüyeceksek büyüyelim, onun içinde kim büyüyecekse büyüsün. HDK’nin büyümesi, işçi sınıfının, ezilenlerin, kadınların, gençlerin mücadelesinin de büyümesi olacaktır. Burada önemli olan doğru bir cepheleşme çalışmasının kesinkes mücadeleyi büyüteceği gerçekliğidir. Başarılı her birlik, mücadeleyi büyüten birliktir ve kadroların durumunda bir değişimi gerektirir. Daha büyük, sert ve geniş çaplı bir mücadeleye girmek kadroların bakış açısında da, hareket tarzında da, siyaset algısında da, kendini ortaya koyuşunda bir değişimi gerektirir. Devrimci gelişmenin her ileri adımı kadro ya da teşkilat olarak onun öznelerini, yapıcılarını devrimcileştirir yeniden yapılandırır. Doğrular ortadayken bu değişime karşı direnç neden? Eşyanın doğasından. Eski durumdan. Süren durumun kendini muhafaza etme, yaşatma, sürdürme eğiliminden kaynaklanıyor. Bir grup, parti içerisindesiniz, alıştığınız bir hareket ve siyaset tarzı var. HDK varlığı değişmeye zorluyor. Hem bütünü hem de parçaları değişime zorluyor. Örneğin yarım yüz yıllık geleneğimizde partiler ile bağımsız bireyler bir araya gelebilirler miydi? Partiler, “bağımsız birey”leri muhatap almak şurada kalsın dikkate bile almazlar- dı! Bağımsız bireyler de genel olarak partiler ile ilgili iyi şeyler düşünmezler, hatta öcü ve günah keçisi yaklaşımı içerisinde olurlardı vb. Bu iki tarafı-etkeni kurumsal olarak bir araya getirdik. Birisine yüzde 60, diğerine yüzde 40 temsiliyet verdik. Her iki birbirini özne olarak tanıdı. Şimdi bir araya geldiler ve karşılıklı etkileşim içindeler. Tabi ki, bir araya gelindiği zaman da sorunlar oluyor. Daha fazla sindirim ihtiyacı var. Bağımsız bireyler arasında zaman zaman eski depreşiyor, ‘keşke şu partiler olmasa, daha iyi olacak’ duygusu kabarıyor. Bu eskinin geride kalmakta olanın, düne ait olanın bir devamı, uzantısı olarak ortaya çıkıyor elbette. Bazen örgütler de, “Bu bağımsız bireyler de nereden çıktı? Bu bağımsızlara da ne oluyor?’ duygusuna kapılıyorlar. Bunlar eski ait ayak bağları, mutlaka aşılması gerekiyor. Bu mayalanma potasında kurumlar 8 aydır birlikte çalıştılar. Yarım yüz yıllık tarihimizde bu yok. Örneğin ESP ile EMEP hiç benzer bir faaliyetin karşılıklı etkileşimi içinde olmadılar. Bu hemen tüm kurumlar için ilk defa oluyor. Çok önemli ve yeni bir deneyimle karşı karşıyayız. Bütün taraflar için bunun getireceği kazanımlar olacaktır. Önyargıların kırılması, görüş açısının genişlemesi anlamında olacaktır. Ama genel olarak mücadeleye bakışta da bir etkileşim olacaktır. Burada yeni politika tarzının, yeni zihniyetin mayalanmakta olduğunu bu örneğin kendisinde de çok net biçimde görebilirsiniz. [ 17 ] Marksist Teori 6 Yeniden meclislere dönmek istiyorum. HDK’nin Kadın Meclisi ve Gençlik Meclisi kurmak gibi bir kararı vardı. Bu kararlar hayata geçti mi? Bu konuda çabalar var. Her iki konudaki çabalarımız da zayıf ve başlangıç halinde. Buralarda kararlılığa, kuvvet seferberliğine ihtiyacımız var. Özellikle kadın meclisi için şunu söylemek istiyorum: HDK içinde yer alan örgüt ve bireylerin, kadın özgürlük hareketine bakışlarında çok temel farklılıklar var. Henüz yeni temas halindeler. Aslında çok önemli dönüşüm alanlarından biri bu. Feminist hareketten kadınlar, 20. yüzyılın geleneksel erkek egemen görüşünü bir şekilde sürdüren yaklaşımlar ve her ikisinden daha farklı devrimci cins bilinciyle, devrimci sosyalist pozisyonda olan kadınlar var. Eğer yakın ve sıkı bir ilişki, ortak mücadele içine sokabilirsek, yeni mayalanmanın burada çarpıcı biçimde gelişebileceğini söyleyebilirim. Daha güçlü bir kadın hareketi yaratmak istiyorsak, HDK’nin imkânlarını zorlamalıyız. Partimiz bakımından SKM’lilerin kendini çok güçlü bir biçimde ortaya koyması ve inisiyatif alması gerektiğini söyleyebilirim. Yerellerde sosyalist kadınların, SKM’nin mutlaka büyük bir enerji ile HDK’nin kadın meclisi örgütlenmesinde sorumluluk üstlenmesi, birikimini, deneyimini ortaya koyması lazım. Gençlik açısından da benzer bir durum söz konusu. Sanıyorum 10-13 yerde gençliğin meclis örgütlenmesi girişimleri var. Fakat belirginleşmiş ve istikrar kazanmış değil. Özellikle gençlik mücadelesinin Ankara, İstanbul, İzmir gibi önemli merkezlerinde kesinlikle gençlik meclislerini atılıma geçirecek bir kararlılığın, görüş açısının geliştirilmesi gerekir. HDK, gençlik mücadelesine kitlesellik bakımdan son 20-30 yılın bütün düzeylerini misliyle aşabilecek bir imkândır. Kitlesel bir gençlik hareketini yaratabilmek için HDK’yi iyi bir kaldıraç ve mayalanma kabı olarak kullanmak gerekir. Burada gençlik hareketine dar yaklaşan görüş açısını ve dar yaklaşan mücadele tarzını aşmak ve büyük bir hareketi yaratmak görüş açısı ile düşünmek gerekir. Onun için 1965-1970 döneminin verilerini şimdi daha çok dikkate almalıyız. Gençlik hareketi deyince sadece öğrenci gençlik hareketi de anlaşılmasın. Öğrenci olmayan kentli gençliğin önemli ve büyük bir potansiyeli var. Bu gençlik ile de gençlik meclisimizin ilgilenmesi, temas halinde olması, işçi gençlik, okumuş işsiz gençlik, semt gençliği, liseli gençlik olmak üzere bütün gençlik kesimlerini örgütleyecek şekilde hareket etmesi gerek. HDK 1. Genel Kurulu’nda konuşma yapan herkesin vurgusu, ‘HDK’lileşmek gerekiyor’ şeklindeydi. Ne demek HDK’lileşmek? Bana HDK’lileşmenin tanımını yapabilir misiniz? Bu güzel ve zor bir soru. HDK’lileşmek, farklı düşündüğümüz kişi ve parti yapılarıyla ortak amaç- [ 18 ] Marksist Teori 6 lar doğrultusunda bir halk inisiyatifi açığa çıkartmak için süreğen biçimde birlikte çalışmak, devrimci-demokratik işbirliğini geliştirme ekseninde kendimizi yeniden kurmak anlamına geliyor. Fikirde yeniden kurmak, eylemde pratik olarak var etmek anlamına geliyor. Burada yeni bir şey öğreniyoruz. Kurumlar, örgütler açısından bakalım. Nasıl bir durumdaydılar? Herkes kendi kabuğu içinde çalışmaya alışmış, aynı düşünen insanlar rahat rahat anlaşıyor ve çalışıyorlar. Ama şimdi düşünün, birbirine çok uzak gibi düşünen ve belki de uzak olan, farklı farklı görüş açıları, deneyimleri, tarihleri olan yapılar bir araya geldiler. Şimdi HDK’lileşmek demek ortak bir politika tarzının, bir ortak siyaset algısının belirmesi demektir. HDK’lileşmek demek her şeyden önce bugün cepheleşmek için, ezilenlerin, emekçilerin, işçilerin, bütün mazlumların alternatifini yaratabilmek için, bunun gelişiminin ihtiyaçlarına uygun biçimde değişmek demek. Neye ihtiyacımız var? Egemen sınıfların iki gerici bloğu, cephesi karşısında, işçi sınıfı ve ezilenlerin, işçi sınıfı hareketinin, Kürt ulusal demokratik hareketinin, demokratik alevi hareketinin, demokratik kadın ve gençlik hareketlerinin, emekçi köylülüğün doğal yaşamı koruma, savunma hareketlerinin, emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, çevrecilerin devrimi demokratik alternatifini yaratmak istiyoruz. Bu alternatifi hazırlamanın ihtiyaçlarının görüş açı- sından değişmek demektir. Partiniz kalacaktır, ama o da yenilenecek ve dönüşüme uğrayacaktır. Örneğin, çünkü yarım yüzyıllık tarihimizin temel bir özelliği cepheleşme yeteneği yoksunluğudur. Bunun yoksun olduğu yerde iktidar perspektifinden de söz edilemez. İktidar perspektifi demek, iktidarı elde edecek güçleri hazırlamak, ortaya çıkartmak, git gide ve hatta katlanarak büyüterek örgütlemek demektir. Dolayısıyla HDK’nin iktidar perspektifinin olup olmadığı tartışmasını buradan görmek gerekir. Eğer HDK bir cepheleşme yaratıyorsa, gerçekte burada bir iktidar arayışı vardır. HDK ile ilgili olarak iktidar arayışlarının olmadığı yorumları tamamen sübjektiftir. HDK bugün kendini ‘ana muhalefet’ gibi tanımlamaya çalışıyorsa, bu bir iktidar alternatifli oluşunu başka bir şekilde tariflemek demektir. Burada iktidar alternatifini dar ve geniş anlamda anlayabiliriz. Dar anlamda düzen içi, geniş anlamda devrimci-demokratik bir biçimde anlaşılabilir. Tabi ki, biz bunun, devrimci-demokratik bir tarzda anlaşılması ve bu yönde gitmesi, gelişmesi için mücadele ediyoruz. Yeni devrimci demokratik bir cumhuriyeti hedefliyoruz. Bunu için mücadele etmenin imkân ve koşulları da fazlasıyla var. Bağımsız bireyler HDK’ye katılımı, ilk başladığınız zamandaki gibi mi? Bağımsızların ya da kurumların katılımı, başındaki gibi değil. Başındaki dediğimiz yer, Ekim’in [ 19 ] Marksist Teori 6 15-16’sından önceki aşama. Az önce söylediğim gibi, o aşamada her şey tasavvur halindeydi, niyet olarak vardı, gerçeklik haline bürünmemişti daha. O zamanın kurum delegelerinin de önemli bir kısmı çalışmaların dışında kaldı. O aşamanın kendine ait bir özelliği vardı. Daha sonra ise her şey somutlaşmaya başladı. HDK, bir yandan biraz politika yapmaya başladı, bir yandan da örgüt kurmaya başladı. Her şey gerçek haline geldi. Bunun için de başında çalışmaların içerisinde yer alıp pratiğe katılan ve geri çekilen arkadaşlar olabilir. Biraz zorlanmış olarak katıldıkları halde sonradan çekilenler olabilir. Yeni duruma uyum sağlayamayanlar, çok değişik örnekler olabilir. Buna çok somut olarak bakmak gerek. Özel olarak kurumların tavrı bağımsızları caydırıcı değildi, ama belki çok cesaretlendirici de olmadı. Belki de bağımsızların beklentileri de çok gerçekçi değildi. Hangi beklentileri gerçekçi değildi? Sanırım hızla örgütlerin geri plana düşeceği, HDK’nin tek kimlik olarak ön plana çıkacağı gibi bir süreç varsayıyorlardı. Oysa kurumlar gerçekliği ve bağımsızlar gerçekliği yerinde duruyor. Burada tarihimizin bir özelliği geldi önümüze. Bağımsız bireyler hem partilerle çalışmak istiyorlar ancak eski tarzın etkisi altında kalarak kurumların varlığından da kısmen rahatsız oluyorlar. Partiler için de aynı şey geçerli. Bir yandan bireylerin varlığı kabul ederek birlikte çalışmak istiyorlar, diğer yan- dan da zaman zaman ‘nereden çıktı bu bireyler?’ duygusuna kapılıyorlar. Şimdiki durumda ilerleyiş hattımız şöyle olmak zorunda: bütün kurumların bağımsızları teşvik edici olması, bağımsızların önünü açıcı olması gerekiyor. Bu konuda çok daha fazla özen göstermeliyiz. Bağımsızların da gerçekçi olması gerekiyor. HDK’ye katılan kurumlar hiçbir şekilde kendilerini feshedecekleri, kurumsal kimliklerini bir yana bırakacakları gibi bir taahhütte bulunmadılar. Üzerinde herkesin birleştiği şey, HDK çalışması içinde HDK kimliğinin ön plana çıkarılmasıdır. Bunun üzerinden ortak çalışma ve işbirliğini geliştirmektir. Karşılıklı anlayışa ihtiyacımız olduğu kuşku götürmez. Ortak çalışma içinde yenilenme ve dönüşüme ihtiyacımız var. Biz bu yenilenme ve dönüşümü sağlayacak mayalanma kabını elde etmiş oluyoruz. HDK o pota olarak var. Parti konusuna gelelim. HDK 1. Genel Kurulu’nda parti kurulması kararı alındı. Bu parti HDK için ne anlam ifade ediyor? Karar, kendi mantığı ve yapısı içinde baktığımız zamana, HDK’nin önümüzdeki süreçte özellikle belediye seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimlere müdahalesi, hazırlığı anlamına geliyor. Zaten daha başından HDK’yı kurulurken, bir parti de kuracağımızı varsaymıştık, böyle bir görüş açımız ve kararlılığımız vardı. Bu anlamda Parti kararı yeni bir şey değildi. Şimdi belediye seçimleri biraz daha yakına gelmiş gibi görünüyor. [ 20 ] Marksist Teori 6 HDK’yi Ekim’de kurduğumuz zaman şöyle önce HDK rüştünü ispatlamalı, sonra parti konusunu ele almalıyız diyorduk. Dolayısıyla ilk 6 aylık dönemde bu konuya çok fazla eğilmedik, son dönemde bir parti hazırlık komisyonu kuruldu. O bazı tartışmalar yaptı. Ancak seçimlerin yaklaşması, parti konusunu zamanlama olarak gündeme getirdi. Bir seçim mücadelesi yürütmemiz gerekecek. HDK’nin bu alana da hazırlık yapması gerekiyor. Partinin bu senenin içinde kurulması söz konusu olacak. Bu parti tanımı gereği ve hareketin öncülerine bakıldığı zaman daha çok bir seçim partisi olacaktır. Demek ki Halkların Demokratik Kongresi partileşmeyecek, bir seçim partisi kuracak. İkincisi, HDK bir halk inisiyatifi olarak doğrudan demokrasiyi uygulayan bir örgütlenme olarak varlığını devam ettirecek. Bizim bir araya gelişimizin esas zemini HDK’dir. HDK ile bir mücadele örgütü yaratmak, bu mücadele örgütüne dayanarak, büyük bir halk hareketi geliştirmek istiyoruz. Seçim mücadeleleri bu halk hareketini geliştirme, mücadeleyi büyültme sürecinin yalnızca belirli anlardır, belirli duraklardır. En önemlisi, esası değildir. Asıl olan gündeme sürekli müdahale edeceğimiz, kitlelerin, emekçilerin, işçilerin, çevrecilerin, kadınların, gençlerin istekleri yönündeki günlük mücadeleleri örgütlemek ve günlük mücadele üzerinden yürümektir. Örgütlenmesini tamamlayamamış bir HDK için parti risk değil midir? Elbette, şöyle bir risk var: HDK yeni bir örgütlenme. Henüz rüştünü ispatlama sürecini tamamlamış da değil. Eğer böyle bir anda parti konusu ya da başka bir konu çok fazla öne çıkarsa, bu yarattığımız mayalanmayı bozabilir. Çünkü meclis tarzı örgütlenme ve yeni bir siyaset tarzı, dili arayışı olgunlaşmış değil. Bu nedenle partinin doğru bir temelde ve isabetli bir zamanlamayla ele alınmaması mayayı bozucu bir etki yaratabilir kaygısı taşıyoruz. Bu riske karşı HDK’nin dikkatli ve uyanık olması gerekir. Bu zamana kadar harcanan emeklerin, yaratılan umutların boşa gitmemesi için de gerçekten de dikkatli ve ihtiyatlı bir yürüyüş gerekiyor. Bu aynı zamanda siyasetin dengesi ve ölçüsü konusu. Önceliklerin doğru belirlenmesi önemli. Şimdilik sorun temelde doğru bir şekilde ortaya konuldu. HDK var olacak, ondan herhangi bir şekilde ödün vermeyeceğiz. Bu arada HDK bir de parti kuracak. Parti, daha çok seçim partisi olarak tanımlandı. Burada riskimizi artıran faktörler de var. Birincisi, partinin bir çekiciliği cazibesi olabilir. İkincisi, seçim dönemlerinin kendine göre bir dinamizmi var. Aday olmak isteyenler, bireysel menfaat peşinde koşanlar, mevkii düşkünlerinin de fazlaca gelmesi mümkün olabilir. Seçim sürecinde şişip, ondan sonra sönen bir durum da olabilir. Böyle bir risk de var. Fakat tabi ki, bizim nasıl mücadele edeceğimiz, neleri öne çıkaracağımız, ne kadar dirayetli davranacağımızla ilgili bir konu bu. Evet, burada bir güvence yok. Asıl güvence [ 21 ] Marksist Teori 6 mücadelenin bizzat kendisi. Burada devrimci kadroların, HDK’yi var eden kurucuların, doğru bir duruşu sergilemeyi başarmalarıdır sorun. Partinin ne zaman, nasıl kurulacağı konusunda HDK içinde herkes hemfikir mi? Somutlaştırılması gereken yönler var. Örneğin zamanlama konusu. Sanırım, önümüzdeki 6 aylık dönemin sonuna doğru kurulmuş olabilir ama her halde daha önceden program ve tüzükle ilgili hazırlık çalışmaları yürütülür. Daha sonra kurucu kadrosu oluşturulur. Bu yılın sonuna doğru EkimKasım kurulması uygun zamanlama olabilir. Böyle olduğu zaman önümüzdeki yılın ilk 4 ya da 6 ayı partiyi örgütleme dönemi olarak ilan edilebilir, parti seçimlere hazır olur. [ 22 ] MARKSİZM, DİN, POLİTİKA ÜÇGENİNDE BİR TARTIŞMA Serkan Gündoğdu “O zulmedenler nasıl bir devrimle baş aşağı edileceklerini yakında bileceklerdir.” (Kur’an-ı Kerim, Şuara, 227) 1920’de Bakü’de “Yaşasın Dünya Devrimi” pankartıyla ve kızıl bayraklarla yürüyen kara çarşaflı ve yüzleri peçeli kadınların fotoğrafını gördüğümüzde aklımıza ilk ne gelir? Peki ya 1970’lerde Nikaragua’da FSLN saflarında devrimci gerillalar olarak savaşan papazları okuduğumuzda ne düşünürüz? Muhtemelen gerçeklik ile ideolojik veya psikolojik önyargılarımız arasında rahatsız edici bir gerilim ortaya çıkar. “Din halkın afyonudur” Marx’ın bu meşhur sözünün bağlamı pek bilinmez. Oysa Marx, henüz 1844 başları gibi erken bir tarihte, materyalist diyalektik yönteminin parlak bir örneğini sergiler: “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dışlandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.” Demek ki Marx, dine [ 23 ] Marksist Teori 6 kendinde bir şey olarak değil tarihsel ve toplumsal işlevi bağlamında bakmakta, dinin ikili rolünü vurgulamakta, onu ezilenlerin hem protestosu, hem de yatıştırıcısı olarak nitelendirmektedir. Burada, halk dini ile devlet dini arasında ayrım yapan bir bakış açısı tohum halinde mevcuttur. Türkiye’de Marksizm iddialı devrimci ve reformist solun dine yaklaşımı genellikle problemli olmuştur. Yaklaşımdaki tipik çarpıklık, devrimciliği dine karşı çıkmakla ve gericiliği de dini savunmakla özdeşleştiren ya da Kuran’ın karşısına komünist manifesto’yu diken ideolojik argümantasyonda kendini gösterir. Materyalist tarih anlayışının dinsel ideolojik formlar altında hem gerici, hem de ilerici politik hareketler olageldiğini açıklayışı da göz ardı edilir. Neyse ki Şeyh Bedrettin’in öyküsü vakti zamanında Hikmet Kıvılcımlı tarafından tozlu arşivlerde bulunması ve Nazım Hikmet tarafından destanlaştırılması sayesinde devrimci tarihi mirasımıza katılabilmiştir. * * * Din, uygarlığın bir ürünüdür. İnsan topluluklarının büyüsel inanç biçimlerinden soyutlaşıp sistematikleşen dinsel inanç biçimlerine geçişleri sınıfların ve uygarlığın meydana gelişiyle zamandaştır. Dinin gelişimi toplumların tarihi yolculuğunda bir düşünsel sıçramaya tekabül eder. Doğanın gizemli güçlerini kutsallaştıran figürler seyrelirken, insanlara açıklanamaz görünen toplumsal güçler kutsallaştırılarak tanrıya atfedilir. Soyut insanın fantastik yansıması olan tek tanrıya inanç ise birkaç bin yıl içinde çok tanrıcılığın yerini alır. Büyük semavi dinlerin peygamberleri olan Musa, İsa ve Muhammed’in önderlik ettikleri hareketler toplumsal devrim özelliği taşırlar. Musa peygamber rehberliğinde İsrailoğullarının Mısır’dan göçü, köleleştirilmiş bir halkın kurtuluşunu simgeler. Engels’e göre “ezilenlerin dini” olan İlk Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’ndaki “devrimci parti”dir. Komünal Hıristiyan cemaatleri için cennet dünyada var olacaktır; İsa’nın yeryüzüne dönmesiyle bin yıllık tanrı krallığı kurulacaktır. Marx ve Engels için İslamiyetin yayılışı “Muhammed devrimi”dir. Sınıfsal ayrışmaya maruz kalmış ve ama henüz bir devleti kurumsallaştıramamış, tırmanan eşitsizlik ve adaletsizlikle toplumsal çürümeye ve çözülmeye uğramış Arap kavimlerinde, Muhammed peygamber egemenlere karşı, devrimci halk isyanın bayrağını kaldırır. Kur’an-ı Kerim alt ve orta sınıflara dayanan bu devrimci hareketin ideolojik-politik manifestosudur. “La ilahe illallah” (Allahtan başka ilah yoktur), yeryüzünün zenginlik ve kudret sahibi ilahlarına Müslümanların karşı çıkış sloganıdır. Mülk Allahındır, nitekim Muhammed peygamberlerin kendisi de öldüğünde mülksüzdür. Medine dönemi ayetleri çoğunlukla idari düzenlemelere odaklanırken, önceki ayetlerde toplumsal adalet, zenginliğin adil paylaşımı, kavimlerin eşitliği temaları fazlasıyla [ 24 ] Marksist Teori 6 dile getirilmiştir. Müslüman toplumu içinde sınıfsal eşitsizliğin ve siyasi baskının boyutlanması halife Osman dönemiyle ve özellikle Emevi devletleşmesiyle gerçekleşir. Fakat İslam devrimi öyle bir çığır açmıştır ki, 12. yüzyılda toplumsal dinamizmin zayıflaması Gazali’nin temsil ettiği ve her olayı Allah iradesine indirgeyen dogmatik dini anlayışın egemenleşmesi şeklinde tezahür etmeden önce İslam medeniyetinin 9-12. yüzyıllarda başardığı muazzam felsefi ve bilimsel atılım Avrupa’da Rönesans’a temel teşkil eder. Din bireysel bir fenomen değildir. Modern-öncesi uygarlık tarihinde bütün toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenişi dinle ilişkili, bütün sınıf savaşımları din bayrağı altındadır. Engels devlet dini ile halk dinini açıkça birbirinden ayırır. Halk dini, yalnızca heretik mezhepleri veya bir dini akımın devletleşmeden önceki karakterini tanımlamakla kalmaz, aynı dinin veya mezhebin kendi içinde sınıfsal ayrışmayı uğramasına da gönderme yapar. İsyancı bir dini siyasi akım ne zaman ki devletleşir, iktidar çevresinde kümelenenlerin giderek kendilerine özgü maddi çıkarlar geliştirmeleriyle, din içi bölünme o zaman hızlanır. Tek bir dinin bünyesinde, inancın devlet ideolojisi formunda egemenlerin elinde sömürü ve baskı manivelası oluşu ile ezilenlerin nezdinde bazen sarsıcı bir isyan bazen de çaresiz bir yakarış oluşu arasındaki çelişkinin yarattığı çatlak büyür. Dine karşı din! Ortaçağda felsefe, siyaset, hukuk gibi ideoloji biçimlerinin teolojinin dalları haline geldiğini vurgulayan Engels, bir tarihsel zorunluluğa dikkat çekerek, “yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu” der. İslam coğrafyasında Karmatilerden İsmaililere ve Babailere uzanan isyanlar, Almanya’da papaz Thomas Münzer liderliğindeki köylü savaşı ve İngiltere’de 1648 devrimini ileri iten Düzleyiciler hareketi, Rusya’da 18. yüzyılın Pugaçocu büyük köylü ayaklanmaları, 19.yüzyıl ortasında Çin’i kasıp kavuran Taiping devrimi –hepsi de doğrudan dini giysili ve yer yer komünist özlü sınıfsal başkaldırılardır. Luther’in resmi kiliseye karşı dinsel protesto çağrısı ve daha da ileri giden Calvin’in Protestan cumhuriyetçiliği Avrupa’da gelişen burjuvazinin feodalizmle mücadelesinde tarihsel bir kavşak olur. 1730’da Osmanlı payitahtında halkçı muhtevasıyla adeta ikili iktidar durumu yaratan patrona Halil isyanının bayrağında da “şeriat isteriz” yazmaktadır. Aydınlanma çağıyla ve burjuva devrimleriyle Batı’da Hıristiyanlığın toplumsal hayatta kapladığı alan daraltılır. Burjuva aydınlanmacılık ve modernizm bir bakıma dine meydan okuyuştur. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve dinin kişisel bir konu ilan edilmesi, dine dayalı feodal devletlerin yerini seküler burjuva devletlerin almasına basamak olur. Muktedirleşmesinin ardından burju- [ 25 ] Marksist Teori 6 vazi ruhban kesimini yeni egemen sınıf bloğuna eklemlemeye yönelerek, dini halkın afyonu olarak kullanma geleneğini bu kez kendisi üstlenir. Modern kapitalist toplumlarda işçi ve halk isyanlarının söylemi de dini biçimlerden genellikle kopar. Müslüman toplumlarda ise, gerek islamın dünyevi meselelere fazla eğilen din olmasının, gerekse geç modernleşmenin sonucu olarak dinin siyasal ve sosyal hayatta tuttuğu yer, Hıristiyanlığa kıyasla çok daha geniş olmaya devam eder. * * * Osmanlı, dine dayalı bir devlet düzenine sahip olmakla beraber, sözcüğün gerçek anlamıyla bir şeriat devleti değildir. Hem şeri hukuk, hem de örfi hukuk uygulanır. Padişah, sadrazam ve divan-ı Hümayun’da merkezileşen siyasi otorite, şeyhülislam ve ilmiye sınıfında toplanan dini otorite üzerinde egemendir. Dini içtihat ve fetvalar Mustafa Suphi’lerin katliyle komünist alternatif, Çerkes Ethem’in tasfiyesiyle de köylülüğün demokratik alternatifi zaten çoktan ezilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber, Kürt ve İslami potansiyel iktidar odaklarının yok edilmesiyle derinleşilir. devletin siyasi çıkarlarına uydurulur. Tanzimat Fermanı’ndan itibaren 19. Yüzyıldaki modernleşmeci düzenlemeler yargı ve eğitim sisteminin dinden görece uzaklaşmasını, şeyhülislamlığın ve ilmiyenin nüfus sahasının daralmasını sağlar. İslamcı olarak anılan 2. Abdülhamit, iktidar eliyle batılılaşma reformların hızlandırma politikası izler. Son halife Abdülmecit’in nü resimler çizme alışkanlığı da Osmanlı devletinde dinin ağırlığına dair fikir vericidir. 2. Meşrutiyet döneminin İslamcı entelektüellerinin çoğunluğu, Abdülhamit istibdadına karşı çıkar ve meşrutiyeti savunurken, toplumsal reformcu bir nitelik taşır. İslamcı entelektüellerin halk içindeki etkileri ve örgütlenmeleri oldukça zayıftır; zaten büyük bölümü ittihat ve Terakki Cemiyeti’ni destekler. İttihatçı kadrolar ise, tipik pozitivist ideolojileriyle kendi iktidarları altında devleti tepeden sekülerleştirme doğrultusunda adımlar atarlar. Aslında ittihatçılara karşı olan çeşitli politik güçlerin farklı düzlemlerde ilişkilendikleri 31 Mart vakası, ittihatçılar tarafından örgütlü irticai bir isyan diye yansıtılarak, 2. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ve yeni iktidar denkleminin kurulması için bir kaldıraç yapılır. Ve böylece, Türk devlet siyasetinin irtica paranoyasını körükleyerek toplumu dikey saflaştırma geleneği ortaya çıkmış olur. Kuvayi Milliye, “gayri Müslim” karşıtlığı ve İslami rengi baskın bir hareket olarak başlayıp gelişir. Mus- [ 26 ] Marksist Teori 6 tafa Kemal siyasi idarede kendi hakimiyetini güçlendirdikçe, devletleşme sürecinin ideoloji ve politikasında Müslümanlık faktörü geriye çekilir. Nispeten demokratik muhtevaya sahip birinci meclisi tarihe gömen ve Mustafa Kemal’in diktatörlüğünün yolunu açan cumhuriyetin ilanı Türkiye’nin Thermidor’udur. Mustafa Suphi’lerin katliyle komünist alternatif, Çerkes Ethem’in tasfiyesiyle de köylülüğün demokratik alternatifi zaten çoktan ezilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber, Kürt ve İslami potansiyel iktidar odaklarının yok edilmesiyle derinleşilir. Tarihsel ilerlemeye tekabül eden kimi reformlar da bu amaca bağlıdır. Hilafetin ilgasıyla İstanbul’daki rakip siyasi güçten arta kalanın temizlenmesi, Tevhid-i Tedrisat kanunuyla eğitim işlerinin ulemadan alınıp dolaysız devlet kontrolüne sokulması, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla dini örgütlenmelerin dağıtılması, Takrir-i Sükûn’la her türlü muhalefet imkanının bastırılması sağlanır. Kemalist laiklik ilerici değildir, Jakobenizmin bir karikatürü bile sayılamaz. Büyük Fransız devriminde laiklik, Jakobenlerin önderliğindeki halkın egemen feodal sınıfın bir parçası ve doğrudan büyük mülk sahibi olan kiliseye devrimci bir saldırısını ifade eder ve aristokrasiye karşı halkçı mücadelenin bayrağıdır. Türk tipi laiklik ise ne feodalizme karşı mücadeleyle ilişkilidir, ne de halka dayanır. Tam tersine, halk üzerindeki devlet kırbacıdır ve halk düşmanı siyasetin adıdır. İttihatçı pozitivizmi devra- lıp iyice katılaştıran Mustafa Kemal yönetimi, batılaşma kulvarındaTürk uluslaşmasını tamamlamayı programlaştırmıştır. Mustafa Kemal’e göre, modern Türk devleti kendi ulusunu inşa etmelidir. Anadolu’yu Müslüman olmayan ulusal topluluklardan arındırmada işlevsel olan Müslümanlık, Arap orijinli olmasından, Osmanlıyı simgelemesinden ve en önemlisi de Kürtlerin asimilasyonunu zorlaştırmasından dolayı, Türk ulusunun inşası açısından işlevsel görülmez. Cumhuriyet eliyle Türk ulusallaşmasının çimentosu milliyetçi ve laik ideolojidir. Türk tarih tezi ve Güneş dil teorisi gibi ırkçı saçmalıklar ile halkın dini ibadetinin yasaklanmasına varan laikçi zorbalıklar birbirini bütünler. Laiklik sopası, İslam diliyle konuşan Kürt ulusal ayaklanmalarının ve Mustafa Kemal iktidarına biat etmeyen İslami cemaatlerin tepesine iner. Kürt ulusal hareketlerinin “dinci gericilik” olarak damgalanması tipiktir. Cumhuriyetin ilanını takiben, dini, devlet kontrolü altında tutmak için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, Kuran kurslarının büyük çoğunluğunun kapısına kilit vurulmuş ve kalanları da devlete bağlanmış, mevcut imamlar elenmiş ve devletçi din görevlileri yetiştirmek amacıyla imam hatip okulları açılmıştır. 1920’lerin ortasından itibaren Kemalist laikliğin devletlü elitist karakteri dindar halk yığınları üzerinde alabildiğine yoğunlaşan siyasi baskıda somutlaşmıştır. Dehşet verici bir batı taklitçiliği ve modernleşme karikatürü olan [ 27 ] Marksist Teori 6 şapka ve kılık kıyafet kanunları devletin çıplak şiddeti ve darağaçlarıyla dindar halkı yeni ulus-devletin “vatandaşlık” kalıbına sokma hamlesidir. Sözde “dil devrimi”yle de İslam medeniyetine dayalı kültürel kökleri kurutma adımları hızlanır. Okullarda Arapça ve Farsça öğrenime son verilir; ardından her iki dil de yasaklanır. Türk uluslaşmasının gereklerine göre çarpıtılmış Kur’an-ı Kerim meali sipariş edilir. Türbe ziyaretleri yasaklanır, döviz serbestliği tanınmayarak hacca gitmek fiilen engellenir, imam hatip okulları kapatılır, Kuran kurslarına izin verilmez, ezan Türkçeleştirilir. Her türlü dini toplanma takibat ve cezalandırılmayla yüz yüze kalır. Menemen olayı, devlet tezgâhında abartılıp “irticai kalkışma” etiketiyle ambalajlanarak İslamcı çevrelere ve dindar halka dönük baskının meşrulaştırılıp tırmandırılmasını sağlayan bir efsaneye dönüştürülür. Mustafa Kemal, İslamcı oldukları bile şüpheli beş serserinin taşkınlığına karşılık olarak Menemen halkının toptan sürgün edilmesini, birçok gazete yöneticisinin Divan-ı harbe verilmesini başta Kazım Karabekir olmak üzere Terakkiperver Cumhuriyet fırkasında kalanların tutuklanmasını, Nakşibendi şeyhlerinin cezalandırılmasını, çok sayıda darağacı kurulmasını ister. CHP diktatörlüğünün Menemen’deki sıradan bir olayı şeriat paranoyasını körüklemek için kullanmasının gerçek nedeni, hemen öncesinde rejimin vahşice bastırmaya giriştiği ve içinde Nakşibendi dini liderlerinin de bulun- duğu Ağrı merkezli Kürt ulusal isyanı göz önüne alınmaksızın anlaşılamaz. Başında Mustafa Kemal’in bulunduğu burjuva devlet, Türk uluslaşmasında Muhammed’in yerini Mustafa Kemal’in ve Kur’an’ın yerini Nutuk’un almasını hedefler. Devlet dini Kemalizm’dir; çok geçmeden Anıtkabir de yeni Kâbe olacaktır. Türk uluslaşmasını ilerletmenin temel bir boyutu, başlangıçta İslami politik güçleri dağıtmak ve ardından halkın İslam orijinli kültür ve geleneklerini bozunuma uğratmaktır. Bu kültür ve geleneklerin kaynaklandığı siyasal ve sosyal örgütlenmeler, dil ve yazı, eğitim kurumları, edebiyat ve tarih, müzik, giyim şekli laikçi saldırının hedefindedir. Batılı hayat tarzı halka devlet zoruyla dayatılır. Kadınlara seçme-seçilme hakkı tanınması gibi burjuva ilerlemeci bir reform dahi öncelikle toplumu İslami geleneklerinden kopartma amacına bağlı bir devlet manevrasıdır, ki bugün “Çağdaş Türk Kadınları” imzalı Kemalist-devletçi “feminizmi”in siyaseten oynadığı etkin gerici rolün kökleri bu manevraya dayanır. Türk tipi laikliğin 1940’ların ortasına değin uzanan bu en sert evresi, Anadolu’nun iktisadi ve siyasi bakımından fakir ve perişan köylülüğünü dine daha sıkı sarılmaya iter. Tıpkı, Engels’in Dühring’i eleştirirken vurguladığı gibi, jandarmayı dinin üzerine salmak onun ömrünün uzamasına yardım eder. Ve toplumsal koşulların ürettiği çaresizlik, yoksulların dini umutlara ve tarikatlara daha fazla sığınmalarının zemindir. [ 28 ] Marksist Teori 6 Kemalist devlet ile Sünni inancından halk yığınları arasında bütün cumhuriyet tarihi boyunca izi sürülebilecek bir siyasi çatlak meydana gelir. Öte yandan, Kemalist iktidar kendi insan tipini yetiştirmeyi de kısmen başarır. Sünni nüfus içinden çıkan, çoğunlukla bürokrasiye veya kentli orta sınıfa mensup, biçimci çağdaşlığıyla övünen ve dindarları hor gören, milliyetçi ve laikçi bir kesimdir bu. Kemalist diktatörlüğe yedeklenen politikaları ve ideolojik argümanlarıyla TKP de, devletlû laikliği ilericiliğe ve İslam dinini gericiliğe eşitleyen görüşü Marksizme aşılar. Şefik Hüsnü TKP’si, Şeyh Sait önderliğinde gelişmiş ve İslami motiflerle bezenmiş Kürt ulusal isyanını “feodal irticaî” olarak değerlendirerek ve isyanı zalimce ezen devletin sömürgeci-ırkçı siyasetine destek vererek, söz konusu görüşün varabileceği trajik sonuçların bir örneğini henüz cumhuriyetin ilk yıllarında sergiler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk Burjuva devletinin din politikasında değişiklikler başlar. Bu değişikliklerin birbiriyle ilişkili iki nedeni vardır: Biri, çok partili rejime geçişin CHP ve DP’yi halktan oy toplamaya mecbur bırakması; diğeriyse, Amerikan emperyalizmin yeni sömürgeci yörüngesine girişle beraber, soğuk savaşa özgü antikomünist siyaset tarzının ve ardından “Yeşil Kuşak Projesi”nin gerekleri. 1947’de toplanan CHP 7. Kurultayı din üzerindeki yasakların gevşetilmesini benimser. Adnan Menderes hükümetleri süresince dini cemaatleşmeye tanınan serbestliğin alanı genişletilir. 1940’ların sonuna değin küçük çaplı bir devlet teşkilatı olan Diyanet İşleri Başkanlığı hızla büyür ve otoritesi yükselir. Politik İslamcı örgütlenme 1960’ların sonlarına kadar milliyetçiliğin genel şemsiyesi altında gelişir. Çeyrek yüzyıl tepesinde sallanan devlet sopasının gölgesinde bir yandan Sünni halk yığınları içinde çekiciliğini artırmış fakat diğer yandan çarpılmış, otantik entelektüel kapasitesini yitirmiş, içe kapanıp iyice tutuculaşmıştır. Dönemin alaturka politik İslamcılığının mayasında antikomünizm ve şovenizm belirleyici yer tutar. 1960’ların ikinci yarısında devrimci gençlik hareketinin yükselmesi ve Marksizm’in yayılması karşısında, devlet politik İslamcı çeşitli güçleri antikomünist saldırganlığa yöneltir. İslamcı şiarlar altında Milli Türk Talebe Birliği saldırıları, Kanlı Pazar ve Komünizmle mücadele Dernekleri, 1945’teki Tan Matbaası baskınına eklenen yeni halkalar olur. Antikomünizm, politik İslamcılık ile devletin ortak paydasıdır; Sünni inançtan halkın Kemalist laikliğe tepkisi devlet karşıtlığı yerine komünizm karşıtlığına kanalize edilir. 1980 öncesinin kitlesel devrimci sosyalist dalgası, devletin dini kullanarak karşıdevrimci hegemonyasını güçlendirme arayışını ivmelendirir. Kuran kurslarının ve imam hatip okullarının sayısında patlama yaşandığı gibi, İslamcı cemaatlerin pek çoğu doğrudan devlet desteğini arkalar. Toplumdaki [ 29 ] Marksist Teori 6 Engels devlet dini ile halk dinini açıkça birbirinden ayırır. Sünni- Alevi karşıtlığı gerici biçimde yönlendirilerek, kontrgerilla provokasyonlarıyla Maraş’tan Çorum’a uzanan kitle katliamları zinciri yaratılır. 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı Türk-İslam sentezini üretir; 12 Eylül askeri faşist darbesi de, Türk-İslam sentezini resmi devlet ideolojisine dönüştürerek, dizginsiz devlet terörünü tahkim eder. Devletin Sünni İslama dair politikası birbiriyle çelişkili iki uç arasında salınmıştır. Bir taraftan, politik İslamcı örgütlenmeler aracılığıyla devlet Sünni Türk emekçilerini devrimcilere, Alevilere ve Kürtlere karşı saflaştırmaya, dahası faşist saldırılara sevk etmeye yönelmiştir. Bu, devlet ile Sünni İslamın keşişim kümesidir. Öte taraftansa, Sünni Halk yığınları Kemalist devlet bürokrasisi ve tekelci burjuvazi nezdinde dini inançlarından dolayı sürekli aşağılanmış ve dışlanmıştır. Bu da, devlet ile Sünni İslam arasındaki tarihi çatlaktır. Rejim politik İslamcılığı daima kontrol altında tutmak istemiştir; gerektiğinde iplerini gevşeterek politik ve ideolojik alanda kullanmış, gerektiğindeyse budayıp sınırlamıştır. Said-i Nursi ve Necip Fazıl’ın sıklıkla devletin hışmı- na uğramaları, hem 12 Mart’ta hem de 12 Eylül’de Erbakan’ın İslamcı partisinin hemen kapatılması tesadüfi veya makyajvari önlemler değildir. Kemalist ideolojiyle yapılandırılmış Türk burjuva devleti, diğer din ve inançlara karşı Sünni, Şafilere karşı Hanefi ve ama Sünnilere karşı da laiktir! Cumhuriyet için makbul olan Sünni “vatandaş” modeli dini ibadeti sınırlı, Batılı hayat tarzına yakın, şoven ve laik, rejime sadık kişilikte hayat bulur. * * * 28 Şubat darbesi, faşist Türk burjuva devletinin din politikasında resmi bir farklılaşmanın sembolü olduğu kadar, devrimci ve sosyalist hareketin dine yaklaşım tarzını sınayıcı bir moment niteliği de taşır. Devrimci ve antifaşist solun din meselesiyle alışageldiği gibi ilişkilenmeyi sürdürerek durumu idare etme imkanları nesnel olarak tükenmiştir. 28 Şubat’ın meydana getirdiği yeni politik denklemde, devrimcisinden reformistine değin, solun az veya çok siyasi bocalama ve hatta savrulma yaşamasının gerçek nedenlerini, onun tarihsel ideolojik yapılanmasında aramak gerekir. “Yobaz dinci” ve “kafir komünist” algıları aynı madalyonun iki yüzüdür. Dinsiz devrimci ile dindar emekçi birbirine yabancılaşmış haldedir. Türk emekçileri arasında antikomünizmin on yıllar boyunca Sünnilik kisvesi altında örgütlenmesinin ve üstelik geleneksel devlet partisi CPH’nin sol olarak lanse edilmesinin yarattığı bilinç tahribatı yadsınamaz olsa da, [ 30 ] Marksist Teori 6 karşılıklı yabancılaşma bundan ibaret değildir. Marksizm iddialı akımların ideolojik politik çizgilerinde dine mutlak karşıtlık ve Kemalist laiklik izlerinin mevcudiyeti, Sünni inancından milyonlarca Türk emekçisiyle devrimci ve sosyalist hareket arasına örülen kalın duvarın harcına katılmıştır. Burjuva aydınlanmacı ve pozitif bakışın soldaki uzantıları, Kemalist laikliği hala tarihsel ilerleme sayan “Marksist” zihniyette kendini göstermektedir. TKP, Mustafa Suphilerden sonra, Türk tipi laiklikle ve dine politik karşıtlıkla malul bir tür “Marksizm”i sola miras bırakmıştır. 1960’ların ikinci yarısında yükselen ve politik düzlemde devletten kopan devrimci gençlik hareketi bu mirastan beslenir. Devrimci Marksizmin yeniden doğuşunu sağlayan ‘71 devrimci atılımının ömrü, İbrahim Kemalizmle hesaplaşmayı zirveye taşımasına rağmen, din meselesine yeni tipte bir Marksist yaklaşımı olgunlaştırmaya yetmez. Ardından politik irade kırılmasına uğrayıp devrimci kendiliğindencilik toprağında stratejisizleşen Türkiye devrimci hareketi, ‘80 öncesinin büyük sol kabarışı içinde Sünni inançtan Türk emekçi kitlelerini azımsanmaz oranda saflarında toplamasına rağmen, Müslümanlıkla ilişkilenişte ideolojik ve politik yenilenme yeteneği sergilemekten uzak kalır. Ne Alevi-Sünni çelişkisinin toplumsal ve siyasal yerini, ne ezilen Alevi halkın özgün devrimci demokratik potansiyelini, ne de devlet ile dindar yok- sullar arasındaki tarihi çatlaktan sızan imkânları anlayabilir. Sünni mezhebinden dindar Türk emekçisinin adeta genetik açıdan gericiliğe yazgılı olduğu önyargısı, bireyin dinden koptuğu ölçüde devrimcileşebileceği takıntısı, bugün devrimci ve antifaşist solun bünyesinde olağanüstü yaygındır. İşçinin kalbinde hem dine hem de komünizme yer olabileceği dahası milyonlarca emekçinin devrimcileşmesinin ancak bu yoldan gerçekleşebileceği kavrayışı ortalama sosyalist militana yabancıdır. Vülger materyalistin gözünde idealizm ile materyalizmin felsefi karşıtlığı gericilik ile ilericiğin politik karşıtlığına indirgenir. Oysa felsefi düşünce tarihini özetlerken idealizm ekolü ile materyalizm ekolü arasındaki kamplaşmaya vurgu yapan Engels, politik alandaki karşıtlıkları asla felsefi konumların izdüşümlerine eşitlememiştir. Örneğin, 17. Yüzyıl İngiltere’sinde Protestanlığın çeşitli kollarının monarşiye karşı devrimci mücadele vermesine ve ama Materyalist Thomas Hobbes’un mutlak monarşiyi savunmasına dikkat çekmiştir. Ateist birey otomatikman ilerici ve dindar birey kendiliğinden gerici değildir. Ateist Mustafa Kemal ile dini otorite Şeyh Said veya Seyit Rıza’yı akla getirmek yeterlidir. Solun din alerjisine tutulması halk gelenekleri, dili ve tarihiyle sık sık sürtüşmeye düşmesini getirir. Halkın Ramazan ve Kurban Bayramlarını kutlamak gibi son derece basit bir ilişki biçimi geliştirinceye kadar uzun tereddüt evrelerinden geçilir. [ 31 ] Marksist Teori 6 Cami hâlâ tedirginlik uyandıran bir atmosferdir. Muhammed peygamberi “Müslümanlık belasının müsebbisi”, Mevlana’yı “İslami gericiliğin sembolü” Hacı Bektaş-ı Veli’yi “Feodal despotizmin işbirlikçisi” olarak algılayan bir tarih bilinci çarpıklığı, ideolojik-kültürel deformasyon mevcuttur. Marksist analiz Türk burjuva devletinin Sünni-Hanefi özelliğini isabetle ortaya koymuş, fakat Kemalist laiklik ve devletlû Sünnilik ile Sünni halk yığınları arasındaki tarihi çatlağı görememiştir. Devlet dini ile halk dinini, Muaviye İslami ile Ali islamını birbirinden ayıran bir teorik yöntemden ve politik esneklikten yoksunluk çarpıcıdır. 2011’e damgasını vuran Arap Halk devrimi, ne acıdır ki, emekçi solun kimi partilerine ve “devrimci” sıfatını taşıyan liderlerine ürkütücü gelmiştir. Devrimci Arap coğrafyasına baktıklarında ilk gördükleri İran solunun hazin yenilgisiyle biten İran devriminin hayaletidir. Camilerde toplanıp Tahrir’e akan Mısır Halkının başkaldırısında, devrim dinamiklerine odaklanmak yerine, öncelikle yeni Humeyni’ler arar bu oryantalist bakış. Müslüman Arap halkının ve devrimci kitle girişkenliğinin aynı fotoğraf karesinde buluşabileceğinin adeta refleksif reddi, Kemalizm etkilenimli ideolojik ve psikolojik saplantının derinliğine delalettir. 28 Şubat darbesi, Türkiye’de Marksizm iddialı parti ve örgütleri yeni bir kamplaşmayla yüz yüze bırakmıştır. Faşist rejimin asıl sahiple- ri olan askeri-sivil Kemalist yüksek bürokrasi ve sermaye oligarşisinin, çizmeyi aşıp iktidara aday olan politik İslamcı parti ile onun arkasındaki cemaatlere ve yeşil sermayeye karşı tezgâhladıkları darbenin mahiyeti yeterince anlaşılamamıştır. Devlet eliyle kaşına gelen laik-İslamcı kutuplaşması bu kez tersine çevrilince ve Türkİslam sentezi rafa kaldırılıp 1930’ların Kemalist laikliğini andıran bir ideolojik-politik kampanya açılınca emekçi solun büyük bölümü şaşakalmıştır. Aslında politik İslamın yükselişine karşı faşist egemen bloğun irtica paranoyası pompalama ve laiklik temelinde Türk halkını saflaştırma yönlü ilk ciddi hamlesi Uğur Mumcu suikastıyla gerçekleşmiştir. 28 Şubattaysa generallerin Milli Güvenlik Siyaset belgesi kapsamında “irtica tehdidi”ni “bölücü terör tehdidi”nin bile önüne geçirmeleri, dönemin devlet stratejisi hakkında yeterince aydınlatıcı bir olgudur. Faşist rejimin Alevi politikası dahi belirli değişiklikler geçirir ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığından yüksek yargı organlarına kadar kimi iktidar kurumlarında Türk Alevilerden Kemalist kadrolar öne sürülürken, devlet aygıtındaki politik İslamcı kadroların etkisizleştirilmesine girişilmiştir. Katılaşan başörtüsü yasağı, üniversitelerde “ikna odaları”, dindarların fişlenmesi ve aşağılanması, memuriyetten ihraçlar darbenin Sünni inançtan halk üzerindeki siyasi baskısının göstergesidir. 28 Şubat güncel bir “menemen olayı”da yaratmıştır: Aczmendiler. [ 32 ] Marksist Teori 6 Sol parti ve çevrelerden kimisi Kemalist laikliğe sarılarak doğrudan, kimisi de “ne şeriat ne darbe” diyerek dolaylı yoldan faşist generaller partisinin çekim alanına kapılmıştır. “Hiç değilse dincilerden kurtulduk” psikolojisini açıkça dile getiren reformist solcu entelektüel ve siyasetçi sayısı az değildir. Eğitim-Sen yıllarca üniversiteye girişte 28 Şubat icadı katsayı adaletsizliğini savunmuş, imam-hatip liseleri karşıtlığında takılıp kalmıştır. Demokratik öğrenci hareketi psikolojik işkence merkezleri olan “ikna odaları”na tepki göstermemiştir. Devrimci ve komünist güçlerden bile başörtüsü yasağına karşı tek bir ses yükselmemiştir. Bazı reformist sol akımlar halen daha “türban köleliktir” diye eylem yapmakta, başı açıklığı özgürlüğe eşitlemektedirler. 28 Şubat Türkiye emekçi sol hareketinin damarlarında dolaşan laikçi mikrobu açığa çıkaran bir politik momenttir. Sünni inançtan milyonlarca emekçi nezdinde sosyalizm bir kez daha yara almış, devrimciliğin dine düşmanlık olduğu algısı kuvvetlenmiştir. Öte yandan, 2000’li yıllar boyunca politika sahnesinin ana eksenlerinden biri olarak laik-islamcı kutuplaşması, devrimci antifaşist solun örgütsel bakımdan kendini yeniden ürettiği esas kaynak olan Alevi veya laik halk kesiminden sol saflara kan akışını seyreltmiştir. Türkiye emekçi sol hareketinin 28 Şubat’taki başarısızlığının ve hatta günahlarının kefareti hiç de az olmamıştır. * * * Marx ve Engels burjuva aydınlanmacılıktan radikal kopuş sağlarlar ve dine pozitivist yaklaşıma prim vermezler. Marx gökyüzünün eleştirisini yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisini hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisini siyasetin eleştirisine dönüştürür. Marx ve Engels, Hıristiyanlığın en tutucu kollarından biri olan Cizvit papazlarının üzerindeki Bismarck zorbalığına dosdoğru karşı çıkarlar. Daha sonra Engels, Paris Komününün dini yasaklayan bir kanun çıkarmasını eleştirerek, ateizmi zorunlu ilke yapmanın dini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağını ve Bismarkçılığa yeni halkalar eklemek anlamına geleceğini belirtir. Yine Engels, ilk Hıristiyan cemaatleriyle 1. Enternasyonal’in yerel seksiyonları arasında dikkat çekici bir tarihsel analoji yapar. Lenin, din sorununu ele alışta, radikal burjuva demokratlarla komünistler arasındaki farklılığın altını özenle çizer. Ona göre, dine karşı mücadeleyi komünistlerin politik görevi ilan etmek lafazanlıktan başka bir şey değildir. Lenin’in sözleriyle, işçiler arasındaki tali görüş ayrılıkları olan dinle ilişkili tutumlar uğruna, devrimci savaşımın güçlerinin parçalanmasına asla izin verilmemelidir. Bir grevi örnek vererek tartışan Lenin, Marksistin görevini grevin başarısını öne çıkarmak, işçilerin ateistHıristiyan diye bölünmesine karşı koymak ve dahası bu amaçla zararlı ateist propagandadan kaçınmak şeklinde tanımlar. [ 33 ] Marksist Teori 6 Dine yaklaşımda Marksist zihniyet değişimini, devrimci ideolojik çerçevenin tahkim edilmesini, politika yapış tarzından ajitasyon diline bütünlüklü bir yenilenmeyi gerekli kılar. Rosa Luksemburg’un propaganda dilinde komünistler ilk Hıristiyan havarilere benzetilir ve onların toplumsal eşitsizliğe karşı çıkış görevini artık komünistlerin üstlenmiş olduğu vurgulanır. Rosa, zenginleri destekleyen ruhbanın İsa’ya değil, burjuvaziye hizmet ettiğini, İncil’in yoksullar için kardeşlik ve eşitlik idealini sosyalizmin yeryüzünde gerçekleştireceğini yazar. Dinin tarihte görülen en büyük ütopya olduğunu ifade eden Gramsci, onun insanlar için kardeşlik, eşitlik ve özgürlük düşüncelerinin mayalanmasına yol açtığını anlatır. Gramsci, İtalya’da komünist partinin ideolojik, kültürel ve siyasi hegemonya kurma imkânlarına odaklanırken, bakışını halk Katolikliği ile resmi kilise Katolikliği arasındaki ayrıma da yöneltir. Stalin, Dağıstan’ın kendi hayat tarzına ve geleneklerine uygun ola- rak yönetilmesi gerektiğini, Sovyet hükümetinin şeriatı orada geçerli ve geleneksel bir yasa olarak gördüğünü söyler bir konuşmasında. Proletaryanın devrimci iktidarının bir organı olan İslam İşleri Komiserliği, 1918’de Müslüman halklara İslam sosyalist partisinin kızıl bayrağı altında toplanma çağrısı yapar. Aynı yıl, Moskova’da düzenlenen kongreyle, Komünist Müslüman Örgütler Merkez Bürosu kurulur. Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nda devrimci Müslümanlığın güçlü siyasi rüzgârı hissedilir. Komintern 2. Kongresi, Enver Paşa’nın pan-islamist karşı devrimci bir hareket örgütlemeye soyunduğu sıralarda pan-islamizme karşı mücadele kararı almışken, 4. Kongrede Endonezya’da Sarekat İslam hareketinin pan-islamist sloganlar altında ulusal devrimci bir mücadele verdiğini ve onunla ittifak yapılabileceğini görerek bu kararı değiştirir. Kurtuluş teolojisi Latin Amerika’daki devrimci ve antifaşist mücadelelerde politik ve pratik olarak çok önemli bir yer tutar. Kıtadaki devrimci hareketlerin halkın dini inançlarıyla ilişkilenişteki politik başarısı, Kurtuluş Teolojisince ateizmin değil zenginlerin ve zalimlerin iktidarının gerçek din düşmanı olarak tanımlanmasına ve sosyalizmin benimsenmesine olanak sağlar. Bir taraftan Kolombiya ve Arjantin’de kilise faşist diktatörlüklere payanda olur; diğer taraftan pek çok Latin Amerika ülkesinde resmi kiliseler bile, insanla- [ 34 ] Marksist Teori 6 rı müminler ve ateistler olarak değil ezenler ve ezilenler olarak ayırmaya yönelerek, faşizme karşı devrimin yanında konumlanırlar. Nikaragua’da FSLN, Hıristiyan taban cemaatlerini silahlı halk devrimine katma yeteneğini gösterir; sayısız papaz gerilla saflarında dövüşür. Üç dini lider Nikaragua’nın devrimci iktidarında bakanlık görevi alırlar ve devrimin çözülmesinden sonra da davaya bağlılıklarını korurlar. 20. yüzyılın Marksizm ve devrimci savaşım tarihinde kısa bir dünyasal gezinti bile, Türkiye’de devrimci ve komünist hareketin dine yaklaşımda bir düzeltme ve yenilenme ihtiyacına işaret eden çok sayıda örneğe rastlamamızı sağlar. * * * Politik örgütlenmenin Sünni inançlı halk kesimine yabancılığı devrimci stratejinin kritik önemde bir sorunu ve zaaf noktasıdır. Bu sorun, yalnızca cemaat dağılırken cami önünde bildiri dağıtmakla veya Sünni emekçilerin yoğunlaştığı mahallelerde gazete satmakla çözülemez. Böylesi girişimlerin politik bir değer taşıdığına şüphe yoktur, fakat sorunun özü devrimciliğin Sünni inançtan milyonlarca emekçiyle organik ilişki kurabilme kapasitesi edinmesinde düğümlenmektedir. Bu kapasiteden yoksun bir politik mücadele anlayış, ilişkileniş tarzı, dil ve üslup aynen sürdüğü müddetçe, Sünni emekçilere özgü mekânlara ne kadar girilirse girilsin, yabancılaşmışlık temelindeki politik kısır döngüden kurtulmak mümkün olmaz. Örgütlü devrimci faaliyet tüm hedef kitlesinin kültürünü, geleneklerini, dilini ve bilinç biçimlerini tanıyıp dikkate aldığı oranda kendi gelişim yolunu açar. İşçiler ve ezilenler ancak kendi frekanslarını yakalayabilen bir devrimci önderlik etrafında birleşirler. Üzerinde mücadele verdiğimiz topraklar Britanya değildir! Türk ulusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni mezhebinden emekçiler, Kemalist rejim tarafından budanmış ve deforme edilmiş olmasına rağmen, kökleri islam dini ve medeniyetine dayanan bir toplumsal kültür, ahlak anlayışı, inanç, gelenekler ve değer yargıları alaşımına sahiptir. Fakat devrimci faaliyetin hedef kitlesinde Sünni inançlı emekçi kesimin kategorik ve fiili olarak yer bulamamasını beraberinde getirmektedir. Üstelik islamiyeti gericilikle özdeşleştiren tarihsel sol ideolojik şekillenişle açıkça hesaplaşılmaması ve kimi sol yapılanmaların ısrarla din karşıtı bir politik çizgi izlemesi bu geniş halk kesimini burjuvazinin politik İslamcı parti ve cemaatlerin kollarına itmektedir. Dini inanç insanın kendi var oluşunu anlamlandırdığı ve hayatına amaç sağladığı bir düşünme ve duygulanma örüntüsüdür. Sadece fikirler dizgesi değil, aynı zamanda değer yargıları toplamıdır. Ve bu yönüyle benliğin bir bileşenidir. Dolayısıyla, düşünsel-duygusal-moral etkenler kompleksi olan insan bilinci, dine inanan bireyde dini öğeler de barındırır. Bilhassa İslamiyet, tam da bu zeminde, insanların sosyal hayatla- [ 35 ] Marksist Teori 6 rını ve ilişkilerini düzenleyici ilkeler içerir. Demek ki, yeryüzündeki para tanrısının gökyüzündeki kutsal tanrıyı henüz yerinden etmediği bugünün toplumsal gerçekliğinde, dini kişisel bir konuya indirgeyerek işin içinden çıkılamaz., Komünistler Müslümanlığa toplumsal bir fenomen olarak yaklaşmak zorundadırlar. Türkiye’de laiklik kavramı kirletilmiştir. Laiklik sadece devletlû bir Sünnilik formunda değil, dindarlara yönelik Kemalist zorbalık formunda da yozlaşmıştır. Komünistlerin, Kemalist laikliğin faşist karakterini sergilemeleri gerektiği gibi, laiklik kavramını kullanmaktan özellikle kaçınmaları da şarttır. Türk tipi laiklik Rumelili işçi ile Rumelili generallerin birleştiği ortak ideolojik politik paydadır. Devrimcilerle ilişkili Alevi emekçinin milyonluk cumhuriyet mitinglerine seferber edilmesinin ve faşizmin oyununa getirilmesinin aracıdır. Sol kulvardaki partinin, Marksizm ve devrim sözcüklerini geveleyerek, faşist Ergenekonculara ve Balyozculara hayırhah yaklaşmasının yatağıdır. Komünistler din ve vicdan özgürlüğünü, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin bütün dini inanç gruplarına eşit mesafede durmasını savunurlar. Din görevlileri, ibadethaneler, dini okullar ve kurumlar devlete bağlı olamazlar ve dinin inanç sahiplerince gönüllülük temelinde finanse edilirler. Materyalist felsefe görüşlerini açıkça ilan eden komünistlerin dine karşı politik mücadele yürütmek gibi bir görevleri yoktur. Din ancak Marksist propagandif ve eğitsel faaliyetlerin konusu olur. Politik mücadele ise karşıdevrimci dini politik örgütlenmeleri hedefler. Somut içerikli politik kitle ajitasyonuyla geliştirilen bu mücadelenin ekseni din değil, işçi sınıfı ve ezilenlerin iktisadi ve siyasi talepleridir. Emekçileri dindar ve dinsiz diye ayrıştıran politikalar gütmek egemen sınıfların işidir. Ezilenlerin gökyüzündeki cennet hakkında fikirlerinin ne olduğu değil, yeryüzünde bir cennet yaratmak için devrimci mücadelede birleşmeleri önemlidir. Emekçi aydınlanması bu mücadele içinde gerçekleşir. Ve din olgusu, dinsel yansımanın gerçek temelini oluşturan ve insanların karşısına yabancı güçler olarak dikilip onların hayatlarını egemenlik altına alan mevcut iktisadi ve siyasi ilişkilerin ancak toplumsal devrimle yıkılmasından sonra tarihe karışabilir. AKP’yle İslami kimliğinden dolayı savaşa tutuşmak, yenilgiyi daha baştan bizzat davet etmek demektir. Politik İslamcılığın 28 Şubat tedrisatından geçmiş versiyonu olan AKP, öncelikle toplumdaki yaygın değişim isteğini arkalaması sayesinde reel bir iktidar gücüne erişebilmiştir. Devrimci politika ezilenlerin değişim arayışını devrimci rotaya sokarak onun karşısına çıkartmakla başarıya ulaşır. AKP’nin Türk halkı üzerindeki hegemonyasının geriletilmesi ve emekçi yığınların AKP hükümetine karşı saflaştırılması, onun sermaye çıkarlarına endeksli hükümet kararıy- [ 36 ] Marksist Teori 6 la, Kürt ulusuna karşı sömürgeciliğin başlıca aktörü kesilmesiyle, uluslararası alanda Amerikan emperyalizminin taşeronluğuna soyunmasıyla mücadele yolundan yürünerek başarılır. Devlet okullarında din eğitimini artırmaktan televizyon dizilerini sansürlemeye ve içkili restoranları sınırlamaya uzanan uygulamalarıyla AKP hükümetinin toplumu adım adım muhafazakârlaştırma dayatmalarına elbette karşı durmak gerekir. Fakat ona bu alandan sarsıcı devrimci darbeler indirilemez. AKP’nin yumuşak karnını görmek için Cuma namazında cami girişinde bin liralık ayakkabıyla on liralık ayakkabının yan yana durmasına ya da dindar polisin dindar Kürdü hapse tıkmasına bakılmalıdır. Sınıfsal ayrışma ve sömürünün, ulusal ayrışma ve zulmün aynı din dahilinde bir kutbunu bugün AKP ve Gülen Cemaati’nde merkezileşen burjuva politik İslamcılık, karşıt kutbunu ise işçiler ve ezilenler meydana getirir. Direnişçi ve dindar Tekel işçilerinin “beş vakit komünist oldum” sözü bu bakımdan anlamlandırılmayı hak eder. Komünistler Sünni inançlı milyonlarca emekçiyle kan uyuşmazlığını aşacak bir dönüşüm gerçekleştirmeyi daha fazla erteleyemezler. İşçi sınıfı ve ezilenleri düzene karşı iradeleştirme iddiasıyla Sünni mezhebinden emekçilere yabancılaşmışlık hali arasındaki çelişkinin devamına tahammül edemezler. Böyle bir dönüşüm dine yaklaşımda Marksist zihniyet değişimini, devrimci ideolojik çerçeve- nin tahkim edilmesini, politika yapış tarzından ajitasyon diline bütünlüklü bir yenilenmeyi gerekli kılar. Her şeyden önce, Müslüman Türk halkında “din düşmanı sol” algısı ve yargısını kırmaya dönük bir politik hassasiyet şarttır. Örneğin, “türbana hayır” diye eylem yapan çeşitli sol örgütlenmelerin politikası, devrimci ve antifaşist solun ana gövdesinin başörtüsüne serbestliği “ama”sız savunmaktan çekindiği ortamda, emekçi solun bütününü lekelemiştir. Başörtüsü yasağının yeni tür politik İslamcılığın devletleşme programında mütedeyyinlerin siyasi mobilizasyonuna malzeme yapıldığı ne kadar gerçekse, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında bir sorun olduğu da o kadar doğrudur. Ve komünistler kendi üzerlerine de yapışık olan “din düşmanı” lekesini temizlemekle yükümlüdür. Müslüman emekçilerle devrimci ilişki dinsel yabancılaşma, Allah’ın varlığı-yokluğu ve materyalist felsefe düzlemine kaydığı anda tıkanmaya mahkûmdur. Sünni inançlı yoksullarla organik ve fiziki temas ancak onların iş-adalet-özgürlük-barış taleplerine bağlı politik bir düzlemde, tepeden ve yabancı olmayan bir üslupla kurulduğu ölçüde verimli kılınabilir. Halkın dini ile muktedirlerin dini arasındaki ayrılığı gözeten ve bu çatlağı derinleştirip politikleştirmeyi sorunlaştıran bir devrimci politika tarzı kazanım vadedebilir. İhsan Eliaçık ve Ayhan Bilgen gibi Müslüman sol entelektüellerin çabaları özellikle bu yönüyle dikkate ve desteğe değerdir. [ 37 ] Marksist Teori 6 Marksist teori evrenseldir, fakat devrimci ideoloji yerelliğin ilerici tarihsel ve toplumsal değerlerini de özümseyerek inşa edilir. Ezilenlerin kendiliğinden tarih bilincindeki geçmiş eşitlik ve özgürlük sembolleri, devrimci ideoloji tarafından güncel mücadele cephaneliğinde biriktirilir ve dün ile yarın arasında kurulan devrimci köprünün yapı taşına dönüştürülür. Komünistlerin devrimci ideolojisinde adaletin ve isyanın tarihsel figürleri olarak Halife Ali’nin, İmam Hüseyin’in veya Ebu Hanife’nin içerilmemesi, onun halk kitlelerine mal olma gücünü zayıf bırakan bir eksikliktir. Alevi mitinglerinde üzerinde “yolun devrim yoludur” yazılı İmam Hüseyin resimleri taşımakta veya Sünniler arasında Muhammed Peygamberlerin 14 asır önce zalimleri baş aşağı eden devriminin bugünkü temsilcilerinin komünistler olduğunu anlatmakta kaygıya kapılacak hiçbir şey yoktur. Milyonlarca Müslüman Türk emekçiyle devrimci etkileşim sağlamak için yapılacak politik kitle ajitasyonunda, bir sermaye partisi olarak AKP’nin toplumsal adaletsizliği boyutlandırmasına karşı, kamu malı olan bir mumu dahi kişisel işinde kullan- mayan halife Ömer’in adaletine neden gönderme yapılmasın? Kürt ulusal sorunuyla ilgili demokratik barış ajitasyonu Sünni inançlı Türk emekçiler arasında yükseltirken, Kuran’da insanlığın bilhassa ayrı kavimler olarak yaratıldığını belirten ayetlere, Mevlana’nın barış ve kardeşlik vaaz eden sözlerine vb. neden referans verilmesin? Müslüman yoksulun diliyle konuşarak sosyalizmi propaganda etmek amacıyla, Muhammed peygamber döneminin komünal toprak mülkiyetiyle neden benzerlik kurulmasın? Her komünist militan değil ama komünist kolektif akıl Kur’an-ı Kerim ile İslam tarihi ve felsefesini bilmeye mecburdur. Komünist öncü Müslüman Türk emekçinin kendine yabancı hissetmeyeceği bir devrimci militan tipi yaratmalıdır. BDP’nin miting kürsüsündeki Kürt melenin, başında sarık ve elinde Kuran’la on binlere devrimci ajitasyon yapmasından ya da sivil cumalarda on binlerce Kürt emekçinin faşizme ve sömürgeciliğe karşı namaza durmasından politika tarzını yenileyecek sonuçlar çıkarılmalıdır. Görüldüğü gibi bazen namaz kılmak, modern toplumlarda bile, devrimci bir eylem olabilmektedir. [ 38 ] Kürt Sorununda İnkarcı, Sömürgeci Misyonerler: AKP ve CEMAAT Serhad Özgür “Onlar Afrika’ya geldiğinde ellerinde incil vardı; bizim elimizde ise topraklarımızın tapusu. Bize sözde bağımsızlık verdiklerinde ise, onların elinde arazilerimizin tapusu; bizim elimizde incil bulunuyordu.” Şüphesiz, konumuz Türkiye’deki herhangi bir siyasal İslamcı örgütlenmenin Kürt sorunuyla kurduğu ilişki ve genel anlamda siyasal İslamcı akımların Kürt sorununu ele alış biçimi değil. Kürdistan, değişik tarikatların ve bunlara bağlı cemaatlerin yerleşik olduğu bir coğrafya. Bunların bir kısmı Kürt inanç ve kültür yaşamında ideolojik bir motif olmanın ötesinde, doğrudan politika sahnesinde yer alıyorlar. Öte yandan düpedüz hükümet ve devlet eliyle belirli bir amaç doğrultusunda hareket eden örgütlenmeler de var. Ve en başta da onlar, Kürdistan’da iktisadi, sosyal ve kültürel ilmiklerle inkarcı sömürgeci ağı sağlamlaştırmaya yöneliyorlar. Ki, yürüttükleri faaliyet, klasik misyonerlik faaliyetidir. Misyonerliğin tarihi aynı zamanda halkın yoksulluğunun, onu köleleştirmenin aracı ha[ 39 ] Marksist Teori 6 line getirilmesinin, dinin sömürgeci egemenliğin boyunduruğu haline getirilmesinin tarihidir.. İnkarcı sömürgeciliğin yeni partisi olarak AKP AKP, kendinden önceki tüm hükümetler gibi, sömürgeciliğin, inkar ve imha siyasetinin sürdürücüsüdür. Yeni tipte hangi araç ve biçimi devreye koyarsa koysun, Kürt halkına karşı sömürgeciliğin açık terörcü politikalarının uygulayıcısıdır. Çeşitli cemaatler (en başta da Gülen cemaati) bu politikaların ortağıdır. Son on yıllık dönemde, yeni sömürgeci politikaların geliştirilip uygulanmasında AKP ve cemaat işbirliği önemli bir yer tutar. Diğer burjuva partilerden farklı olarak, AKP, aynı zamanda bir politik İslamcı birleşme odağı ve bu zemindeki geniş bir koalisyonun ana gücüdür. Genel olarak tarikat ve cemaatler, toplumsal tabanlarını AKP’ye yönelttiler, AKP ise onlara hükümet olmanın olanaklarını sundu. Bu karşılıklı ilişki en çarpıcı şekilde Kürdistan’da hayat buldu. Belirtilen özelliğiyle AKP, sömürgeciliğin Kürt siyasasında daha özgün bir rol oynadı. Üstelik yalnızca Kuzey değil, Güney Kürdistan’la kurduğu ekonomik ve siyasal ilişkide de aynı işlevi sergiledi. Şüphesiz, bütün çelişkilerden bağımsız olarak AKP ve Kürt halkı arasında İslam kimliği ortak noktası, böyle bir politikanın objektif temelidir. Ancak bu gerçeği daha özgün kılan durum Türkiye Müslüman halkları içinde de örgütlenen hemen bütün tarikatların Kürdistan menşeli olmasıdır. Örneğin, 14. yüzyılın başında boy veren Nakşibendi tarikatı Kürdistan’dan Osmanlı topraklarına yayılmış, bugüne kadar toplum yaşamında etkili bir rol oynamıştır. Ya da bugün diğer kolları bir yana Gülen Cemaati’nde etkili şekilde karşılık bulan Nur tarikatının manevi önderi Said-i Kürdi (Said-i Nursi), Kürdistan coğrafyasında etkinlik kurmuş, 1925 Şeyh Sait isyanını karşı çıktığı halde, ulusal başkaldırı bahane edilerek Kemalist rejim tarafından Türkiye’ye sürgün edilmiştir. Değişik dönemlerde tarikatlar ve bağlı cemaatler belirli düzeyde sömürgeci rejimin politikalarına yedeklendi veya doğrudan rejimin bir gücü haline geldi. Ancak, AKP yönetiminden çok önce de tarikatların Kürt toplumu içerisindeki örgütlü yapısının varlığı, tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin, devlet iktidarını ele geçiren AKP gibi politik İslamcı bir partinin Kürt sorunu politikasına daha hızlı ve kapsamlı bir şekilde angaje olmasına da zemin yarattı. AKP’nin devlet iktidarı üzerindeki gücünün süreç boyunca tedrici şekildeki gelişimi ile tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin Kuzey Kürdistan’daki sosyal-ekonomik gelişimi paralellik gösterdi. Cemaatlerin değişik tipteki örgütlülüklerinin gelişimine bakıldığında son 10 yıllık sürecin, geride kalan dönemlere oranla daha çarpıcı bir veri sunduğu görülüyor. [ 40 ] Marksist Teori 6 Sömürge siyasetini sürdürmenin yeni araçları Tarikat ve cemaatlerin örgütlenme-kurumsallaşma düzeyinin son 10-12 yıllık dönemde bu kadar yükselişinin birinci nedeni, siyasal İslamcı bir parti olarak AKP’nin hükümette oluşudur. Ancak 1999 yılından bugüne Kuzey Kürdistan’daki ulusal demokratik mücadelenin izlediği evrimler de bir başka etkendir. Nihayetinde değişik türden politik örgütlerin kullandığı araç ve biçimler, mücadelenin alçalma ve yükselme dönemlerine, barışçıl ya da askeri karakterine, kısacası siyasal koşullara bağlı değişkenlikler gösteriyor. Ulusal demokratik hareketin 90’lı yıllardaki gerilla savaşı, serhildanlar, devrimci kitle şiddeti, sömürgeci rejimle yakalanan stratejik denge, inkarcı sömürgeci faşist rejimin kirli savaşın en insanlık dışı yöntemlerini kullanması dönemin tipik gerçekleriydi. Mücadelenin askeri yönünün öne çıkması ve karşıdevrimin örgütlenme tarzı, Kürt toplumsal yaşamını da dolaysız bir şekilde etkiledi. Militarist ve sivil bürokrasinin elebaşılarının sahip olduğu ırkçı-faşist paranoyanın, “ez ve çöz”den ibaret reçetenin başat rolü saklı kalmak koşuluyla, denebilir ki, olağanüstü halin uygulandığı Kuzey Kürdistan’da sosyal, kültürel, ekonomik örgütlenmenin zemini de daralmıştı. Buna karşılık ‘99 baharından itibaren ulusal hareketin yöneldiği yeni strateji ve taktikler, gerillanın politik mücadelenin dışına çekilmesi, rejimin bekletme-çürütme siyaseti, egemenlere, Kürt halkını yeni tipte araçlarla sömürgeciliğe bağlamanın yöntemlerini geliştirme olanağı verdi. Hiç kuşku yok ki, AKP’nin hükümet oluşu ve Kürt sorununu çözme demagojileri, sömürgeciliği, bu zemini dünden daha fazla kullanmaya yöneltti. AKP’yle değişik konularda her düzeyde dalaşan-çatışan generaller, sıra Kürt sorununa gelince, onunla uzlaştı, politikalarını destekledi. Denilebilir ki, AKP’nin devlet partisi olduğu ilk alan Kuzey Kürdistan oldu. Bu dönem aynı zamanda modern cemaatlerin adeta bir siyasi parti gibi örgütlendiği ve hareket ettiği dönemdir. Gülen Cemaati’nin, bu özelliğiyle benzerlerinden daha fazla öne çıktığını, Kuzey Kürdistan’da daha etkin bir rol oynadığını kimse için bir sır değil. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden itibaren ulusal demokratik hareketin yerel yönetimlere daha fazla ağırlık vermesi, 2004’te yerel seçimlerde yakaladığı düzey, keza 99-2004 döneminde kültür sanat kuruluşları, akademi, kadın dayanışma merkezleri, ekonomik yardım kuruluşları vb. örgütlenmelere odaklanarak siyasi ve ideolojik etkisini toplum yaşamının daha derinliklerine nüfuz etme yönelimi, rejimin de yüzünü bu alandaki boşluğa dönmesini ve pozisyon almasını hızlandıran bir başka faktör oldu. “Terörle mücadele”nin yalnızca silahla olmayacağı, sorunun ekonomik, sosyal, kültürel boyutlarının da bulunduğu fikri, cılız da olsa 90’lı yıllar boyunca da dile getiriliyordu. Ancak [ 41 ] Marksist Teori 6 bunun pratik politika olarak esas uygulama dönemi ‘99 sonrasına rastlar. AKP hükümetleri döneminde bu politikanın somut araç ve biçimleri, yöntemleri uygulandı. Tam da bu süreçte, tarikat ve cemaatler toplumun sosyal ve ekonomik yaşamında daha fazla etkide bulunmaya başladılar. Aynı şekilde, bir kontrgerilla aparatı olan Hizbullah da, anılan yıllarda devlet tarafından sınırlandırıldı, askeri örgütlenmesi esasen tasfiye edildi, yeni düzeyde uygulanacak bu politikayla uyumlu bir örgüt haline getirildi. Yalnızca Kürdistan’ın kalbi olan Amed’deki dernek, vakıf vb. örgütlenmelerin sayısına bakıldığında bile, inkarcı faşist diktatörlüğün ve hükümetinin bu alana yönelimi çarpıcı şekilde görülecektir. AKP ve tarikat/cemaat işbirliği Devrimci, ilerici uyanış ve gelişmeye karşı politik gerici karakterdeki İslamcı derneklerin yalnızca Diyarbakır’ın Sur İlçesi’ndeki sayısı 120’den fazla…. Bunların dışında çok sayıda aşevi ve Kuran kursu da aynı ilçede bulunuyor. dini örgütlenmelerin devlet tarafından teşvik edilmesi özellikle 12 Eylül darbesiyle doruk noktasına vardı. Kuzey Kürdistan’da bunun karşılığı 90’lı yıllarda Hizbullah oldu. 28 Şubat postmodern darbesiyle nispeten sınırlansa da, AKP döneminde tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin önündeki yasal engeller önemli kaldırıldı. Söz gelimi 2004 yılında Özel Öğrenci Yurtları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, eski yönetmelikte kapatma gerekçeleri arasında bulunan, “dinin veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek faaliyette bulunmak” gibi eylemler kapatma gerekçesi olmaktan çıkarıldı. Bu dönemle birlikte başta Diyarbakır olmak üzere Kuzey Kürdistan’ın değişik kentlerinde dernek ve vakıf patlaması yaşandı. Örneğin, politik İslamcı derneklerin yalnızca Diyarbakır’ın Sur İlçesi’ndeki sayısı 120’den fazla. Toplum-Der, Anadolu Gençlik Derneği, Sultan Şeyhmus Derneği, Hira Derneği, Şefkat-Der, İslam Derneği, İrşad-Der, Ay-Der, Seher-Der, Şarkiyat-Der, İhya, Kardeş-Der, İkra, Has-Der, Hayır Kapısı, DİSAV başlıcaları arasında. Bunların dışında aynı ilçede çok sayıda aşevi ve Kuran kursu da bulunuyor. Geçtiğimiz dönem AKP Diyarbakır Milletvekilliği yapan Abdurrahman Kurt’un kurduğu Gönül Köprüsü Derneği ve Gülen Cemaati’nin Kürdistan’da, Diyarbakır, Urfa, Van, Elazığ, Erzurum, Malatya, Antep, Maraş ve Urfa’da şubeleri bulunan [ 42 ] Marksist Teori 6 Kimse Yok mu Derneği, adı kamuoyunda en çok duyulan örgütlenmeler. “Ekonomik yardım” kampanyaları Hangi tarikata bağlı olursa olsun hemen bütün cemaatlerin kullandıkları yöntemler ve uygulama alanları neredeyse aynı. Geçmişte cami, Kuran kursu ve gizli ya da yarı-gizli temelde kurulmuş tekke ve zaviyelerde örgütlenen cemaatler, son yıllarda yasal dernek ve vakıflar başta olmak üzere çok sayıda “sivil toplum kuruluşu” yoluyla faaliyet yürütüyor. Önemli bir kısmı Diyarbakır olmak üzere, Kuzey Kürdistan kentlerinde yüzlerce dernek ve vakıf ile bunlara bağlı aşevi, okuma salonu, dershane ve öğrenci yurdu mevcut. Bu dernek ve vakıflar iktisadi, sağlık, eğitim ve kültür alanlarındaki faaliyetlerde yoğunlaşıyorlar. Sömürgeci yağma ve savaşın yıkıma uğrattığı Kürdistan kentlerinde korkunç bir yoksulluğun hüküm sürdüğü biliniyor. “Hoşgörü”, “dayanışma” ve “kardeşlik” söylemleriyle hareket eden politik İslamcı cemaatler, en çok yardım kampanyalarıyla boy gösteriyorlar. Bu faaliyetler bazen dünyadaki kimi ülkelere (Örneğin Somali), çoğu zaman ise Kürdistan halkına yönelik bir “yardım kampanyası” tarzında örgütleniyor. Bu kampanyalar seçim dönemlerinde daha görünür kılınsa da, genel olarak sistematik şekilde sürdürülüyor. Gıda, ilaç, kömür, giysi revaçta. Birkaç yıl önce Hayır Kapısı Yardımlaşma Derneği’nin yürüttüğü “bir çocuğu da sen giydir” ve “Kuran okumaya giriş” kitaplarının dağıtım kampanyası bunlardan yalnızca bir örneği. Ramazan bayramı, Kurban bayramı, Kandil geceleri bu dernek ve vakıfların etkin olduğu dönemler oluyor. Tarikat ve cemaatlere bağlı çalışan vakıf, dernek vd. yardım kuruluşları ile AKP Hükümetinin ekonomik politikaları arasında da dikkat çekici bir ilişki var. Kürdistan halkı AKP’nin sömürgeci ekonomik politikalarıyla daha fazla yoksullaştırılıyor, işsizliğe, açlık ve sefalete mahkum ediliyor. Tam da bu koşullarda belirli bir ekonomik, mali gücü olan cemaatler devreye giriyor. Kurdukları dernek ve vakıflar yoluyla yoksul mahalle ve semtlerde aileler tespit ediliyor, gıda, giyecek, kömür ve kimi zaman nakit yardımı yapılıyor. Bu bağlar, bağımlılık rotasında ve Kürt insanını sömürgeci örgütlenmelerin bir parçası ya da suç ortağı haline getirme yönünde geliştiriliyor. Ekonomik alandaki faaliyetin bir diğer adı ise, kadınları hedef alan Mikro Kredi uygulaması. Uygulama, Türkiye Graamen Mikrofinans Programı’na dayanıyor. Projenin fikir babası ve kurucusu 2006 Nobel Ekonomi ödüllü Bangladeşli Prof. Dr. Muhammed Yunus. Proje, 500 ile 2500 lira arasında değişen ve faizsiz dönüşümlü kredi yoluyla yoksullara iş alanı yaratma iddiasında! Temmuz 2003’de uygulanmaya başlanan projenin ilk alanı Diyarbakır. Diyarbakır, Bismil ve Batman pilot bölgeler [ 43 ] Marksist Teori 6 olarak seçildi. Projenin Türkiye’deki temsilcisi Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül. Akgül aynı zamanda AKP Diyarbakır 22. dönem milletvekiliydi. Proje kapsamında Akgül’ün kurduğu bağlantılar ilginç. Aziz Akgül, mikrofinans bankası kurulması için 18 milyar dolarlık servetiyle en zengin Arap patronu Prens Al Waleed’in babası Abdul-aziz Al-Saud’u ile mutabakat sağladı. Bu, politik İslamcı sermayenin böylesi projeleri ve özel yönelimleri desteklediğinin en açık örneği. Türkiye metropollerinde de uygulanmasına karşın, bu projenin asıl olarak Kürdistan kentlerini ve Kürt kadınlarını hedeflediği açık. Amed, Urfa, Antep, Mardin, Batman, Van, Siirt, Şırnak ve Bingöl başta gelmek üzere, hemen tüm Kürdistan kentlerinde mikro kredi şubeleri açıldı. 9 yılda binlerce Kürt kadını mikro kredi toplantılarına alındı, bu toplantılarda kurulan ağ ile yeni kadınların sürece dahil edilmesi şartı koşuldu. Mikro kredi toplantılarına katılan kadınların dini konulu toplantılara da çağrılması bu projenin neye hizmet ettiğini gösteriyor. Maraş’ta il müftüsünün bu kredinin caiz olduğunu duyurması ise proje hakkında fikir veren bir başka çarpıcı örnek. Mahallelerde kurulan aşevleri, yoksul üniversite öğrencilerine yurtlar ya da cemaatlere ait evler yoluyla sağlanan barınma imkanı, kredi ve burslar, kitap, defter vb. kırtasiye yardımları gibi uygulamalar da ekonomik olarak toplumu sömürgeciliğe bağla- manın diğer yöntemlerini oluşturuyor. Mustazaflarla Dayanışma Derneği (Mustazaf-Der)’in rakamlarına göre, geçtiğimiz yıl ortalama 20 bin kişi yardım için başvuruda bulundu! Hedefte çocuklar var Ekonomik faaliyetlerin yanı sıra eğitim faaliyetleri de cemaat örgütlenmelerinin en çok yoğunlaştığı alan. Bu konuda özellikle Gülen Cemaati öne çıkıyor. Gülen’in desteğinde açılan Fen ve Anadolu liseleri, bir kısmı ücretsiz olan binlerce dershane, adına “okuma salonları” denilen mekanlar, çocuk bakımevi ve kreşler, öğrenci yurtları ve evler bu kurumlar arasında yer alıyor. Cemaat özellikle 10-12 yaş arasındaki Kürt çocuklarını hedef alıyor. Kirayla tutulan kimi evlerde ücretsiz olarak 10-15 arasında liseli, üniversiteli öğrenci kalıyor. Bu evlerde “abla” ya da “ağabey” denilen cemaat üyeleri de sorumlu olarak görev yapıyor. Eğitimi ve Halkla İlişkileri Geliştirme Derneği (EHİ-DER) adlı kuruluş, eğitim alanında Gülen Cemaati’nin organizasyon şirketi gibi faaliyet gösteriyor. İlk kurulduğu 2004 yılında 650 öğrenciye ücretsiz kurs veren dernek, devam eden yıllarda 5 bini aşkın öğrenciye ücretsiz kurs verdi. Dernek, özellikle açtığı “okuma salonları”yla ismini duyuruyor. Derneğin Diyarbakır’da açtığı 21 “okuma salonunda” binlerce öğrenciye ücretsiz eğitim veriliyor. Okuma salonlarına, özellikle 9-13 yaş arasında kız çocuklarının gitmesi [ 44 ] Marksist Teori 6 Gerek AKP, gerekse de cemaat örgütlenmeleri mikro krediden aşevlerine, Kuran kurslarından öğrenci yurtlarına kadar kullandıkları tüm yöntem ve biçimlerde özellikle Kürt kadın ve çocukları hedefliyor. dikkat çekici. “Okuma salonu” projelerine Diyarbakır Valiliği önemli bir destek sunuyor. Kimi mekanların açılışını Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun yaptığı basına yansıdı. Bu tip örgütlenmelere verilen devlet desteği dışında, kimi sermaye örgütleri de yoğun şekilde ekonomik destek sunuyor. Örneğin, EHİ-DER, 1993 yılında kurulan Diyarbakır Girişimci İş Adamları Derneği (DİGİAD) tarafından destekleniyor. Yalnızca Kürt burjuvaları değil, hükümetin ve cemaatlerin yönlendirmesiyle Türk patronlar da bu politikalara mali destek sağlıyor. DİGİAD aynı zamanda Türkiye Sanayici ve İş Adamları Konfederasyonu (TUSKON) üyesi. TUSKON’un Kürdistan kentlerine özel yönelimi oluyor. 2009 yılında TUSKON üyesi 1400 burjuva Diyarbakır’a gelmiş, Kürt ailelerin evlerine konuk olmuştu. Yine Kimse Yok mu Derneği ve Fonda Ajansı da bu tip örgütlenmeleri fonluyor. Söz konusu eğitim olunca, cemaat mensubu öğretmenlerin özel rollerini de akılda tutmak gerekiyor. Birçok dershanede onlarca cemaatçi öğretmen ücretsiz ders vererek bu politikanın kadrosu oluyor. AKP’nin desteği de hayli fazla. Genel olarak devlet kurumlarında yaşanan kadrolaşmanın dışında, özelde eğitim alanında bir kadro yığınağının yapılması oldukça çarpıcı. Ataması yapılan öğretmenlerin önemli bir kısmı ise Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenleri. 2007 yılında Fen Bilimlerine yapılan öğretmen atamaları yüzlerle sınırlıyken, yalnızca Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmen ataması neredeyse 8 bin. Bunların önemli bir kısmı Kürdistan kentlerine görevlendiriliyor. Öğretmen kadrolaşmasında Eğitim Bir-Sen’in özel bir rol oynadığı biliniyor. Eğitim alanına yönelik çalışmalar yalnızca kurumsallaşma ve kadrolaşmayla sınırlı değil. Asimilasyona hizmet eden kampanyalar da cemaatler ve resmi devlet kurumları eliyle örgütleniyor. 2004’ten bu yana Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen “Cumhuriyet Gezileri” bunlardan yalnızca biri. Her yıl büyük bölümü Kürdistan kentlerinden seçilen binlerce öğrenci, değişik Türkiye kentlerine götürülüyor. Seçilen kentler ise hayli dikkat çekici: Çanakkale, Samsun, Amasya, Afyon (ve [ 45 ] Marksist Teori 6 bir Kürdistan şehri olan Erzurum.) Bunların her biri Türk ulusal kurtuluş savaşının sembolleri arasında özel bir yere sahip. Dolayısıyla Türk sömürgeci burjuvazisinin ideolojik değer atfettiği “cumhuriyet” kentleri. Çanakkale’ye her yıl götürülen 10 bin öğrencinin büyük bölümü Kürdistan kentlerinden seçiliyor. Bu gezilere özellikle ilköğretim öğrencileri götürülüyor. Eğitim alanına yönelik politikaların uygulandığı bir diğer temel araç ise Kuran kursları. Salt devlet destekli kurslar değil, aynı zamanda İslami derneklerin açtığı Kuran kursları da mevcut. Yalnızca Diyarbakır’da Kuran kursuna giden öğrenci sayısı 2530 bin arasında değişiyor. Gerek AKP, gerekse de cemaat örgütlenmeleri mikro krediden aşevlerine, Kuran kurslarından öğrenci yurtlarına kadar kullandıkları tüm yöntem ve biçimlerde özellikle Kürt kadın ve çocukları hedefliyor. Bu, üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir gerçek. Özellikle Gülen Cemaati’nin yoğunlaştığı bir diğer alan ise basınyayın kuruluşları. Diyarbakır’da Nur Fm, Siirt’te haftalık yayın yapan Gökkuşağı Gazetesi ve Selam Tv, Van’da haftalık yayın yapan Güncel Gazetesi ile Merkür Tv ve Esra Fm, Batman’da İrfan Çocuk Dergisi, Ağrı’da Ağrı Ekspres Gazetesi, Muş’ta ise Filiz FM Kürdistan’a özel kuruluşlardan yalnızca bir kaçı. En dikkat çekici olansa, Kürt halkına yönelik özel yayın yapan Dünya TV. İlk özel Kürtçe televizyon kanalı olan Dünya tv, bir Samanyolu kuruluşu. Kanal, 24 saat boyunca Kürtçe yayın yapıyor. Hizbullah bir kez daha sahnede Bütün bu örgütlenme yöneliminin bir de Hizbullah kanadı var. Ünlü Lübnan Hizbullah’ı ile isim benzerliği dışında politik hiçbir ortak noktası yok. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi karşısında nasıl bir rol oynadığı biliniyor. Kirli savaş yıllarında Kürt halkı bu ismi, gizlenen/perdelenen bir gerçeği açığa çıkaracak şekilde başka bir biçimde tanımladı: Hizbulkontra! 17 Ocak 2012 tarihinde yayınlanan “Hizbullah Cemaatinin Manisfestosu” yeni dönemde oynayacağı rol hakkında fikir veriyor. Örgütün yayınladığı manifestonun 17 Ocak tarihli olması hayli manidar. Zira, 17 Ocak Hizbullah’ı kuran Hüseyin Velioğlu’nun 2000 yılında İstanbul Beykoz’da polis tarafından öldürüldüğü tarih. Hizbullah, 1979-80 döneminde Diyarbakır’da, Hüseyin Velioğlu’nun İlim Kitapevi ve Fidan Güngör’ün Menzil Kitapevi etrafında toplanan iki ayrı grup tarafından kuruldu. Hizbullah içindeki İlimciler ve Menzilciler ayrışması sembolik olarak bu temele dayandı. Asıl görüş ayrılığı ise mücadele yöntem ve araçlarındaydı. İlimciler silahlı mücadeleyi kabul ederken Menzilciler bunu reddeti. İç mücadele özellikle 1991 yılında Fidan Güngör’ün tasfiyesiyle İlimciler [ 46 ] Marksist Teori 6 lehine bozuldu. Hüseyin Velioğlu’nun baştan itibaren MİT’le içli dışlı olduğu öteden beri biliniyor. Hizbullah’ın esas faaliyetleri 90’lı yılların hemen başına denk geldi. O yıllarda, Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı büyük başkaldırılar boyvermişti. Bir yanda büyüyen gerilla gücünün ve savaşının, öte yandan yükselen serhildanların inkarcı sömürgeciliği köşeye sıkıştırmasıyla faşist rejim, Kürt halkına karşı bir kez daha “din” silahına sarıldı. Bu politikanın aracı ise Hizbullah oldu. Hizbullah, PKK’ye karşı yürütülen kirli savaşta JİTEM adlı kontrgerilla örgütüne monte edildi. Sayıları binleri bulan kanlı cinayetler, kaçırıp kaybetme, sokak infazları, suikastlar için görevlendirildi. Buna karşılık örgütlenmesi serbest bırakıldı. Silahlandırıldı, eğitildi, korundu. Hizbulkontra, yalnızca yurtsever devrimcileri, ilerici ve demokratları değil, Müslüman yurtseverleri de hedefledi, kıyımdan geçirdi. 1999 yılında Öcalan’ın esir alınması ve hemen akabinde PKK’nin ulusal devrimci stratejiden ulusal reformcu stratejiye geçtiğini ilan etmesi, gerilla güçlerini sınır dışına çekmesi, devletin Hizbullah politikasını değiştirmesine yol açtı. 17 Ocak 2000’de ki operasyonla örgütün lideri Velioğlu öldürüldü, peşi sıra 2000 civarında kadrosu tutuklandı. Hizbullah (İlim grubu) tasfiye edildi. Bu dönemden sonra örgüt ağırlıklı olarak yasal alanda örgütlendi. Vakıf ve dernek gibi kuruluşlar yoluyla faaliyetini sürdürdü. Mustazaf- larla Dayanışma Derneği (MustazafDer) 2000’li yılların ilk yarısından itibaren yürüttüğü “yardım” kampanyalarıyla adını sıkça duyurdu. Mustazaf-Der’in 20 şubesinin 12’si Kuzey Kürdistan’da bulunuyor. Genel merkezi ise Diyarbakır. Derneğin ayrıca 20’yi aşkın temsiciliği de var. Mustazaf-Der’in diğer bir kolu ise Toplumsal Hakları ve Değerleri Koruma, Eğitim, Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Toplum-Der). Derneğin Diyarbakır, Antep, Batman, Van, Elazığ’da şubeleri bulunuyor. Dernek, “Müjde” anlamına gelen Mizgin adlı bir yayın organı çıkarıyor. 17 Ocak 2012’de yayınlanan “Hizbullah Cemaatinin Manifestosu”, faaliyet sahasını, “yoğunluklu olarak Kuzey Kürdistan olmakla birlikte, faaliyet alanı tüm Türkiye’dir” şeklinde tarif ediyor. Örgüt, H. Velioğlu’nu “kurucu rehber” olarak ilan ediyor ve manifestoyu onun ölüm yıldönümünde yayınlıyor. Bu daha baştan Velioğlu’nun talimatı ya da bizzat icraatıyla uygulanmış bütün kirli-karanlık eylemleri ve tarihi sahiplenmek anlamına geliyor Bildirgenin Genel Esaslar başlıklı bölümünün 5. maddesinde “Hizbullah Cemaati... faaliyetlerinde ihtiyaç duyduğu ve çağın gerektirdiği her türlü meşru vasıtayı kullanır” diyor. Alenen ifade edilmemiş olsa da, gerçekte bunun silahlı yöntemleri de kapsadığını düşünmek yanlış olmaz. Namluların halka dönük olacağını söylemek ise hizbulkontra geçmişi sahiplenmesinin doğal bir çağrışımı olacaktır. [ 47 ] Marksist Teori 6 24. maddede “Hizbullah Cemaatinin... faaliyetlerini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için ana karar organları ve yetkili mercileri, uygun görüldüğü zamana kadar gizli kalabilir” maddesiyle gizli örgüt biçimlerini ve yöntemlerini kullanacağını duyurmuş oluyor. Dünü de, bugünü de devletle temasla karakterize olan Hizbullah’ın, yurtsever Kürt güçlerine ve halkına karşı gizlilik içinde olacağını düşünmek gerçeğe uygun olur. Bunu tamamlayan bir diğer madde ise “diğer örgüt ve gruplara bakış” bölümünde yer alıyor. Örgüt, yakın vadede çatışmayı esas almayacağını ifade etse de, “ancak İslam’a ve Müslümanlara zarar verilmesini veya varlığına yönelik saldırıları da kabul etmemektedir. Böylesi bir durumda İslam ve uluslararası hukukun tanıdığı meşru müdafaa hakkını kullanarak, gerekli gördüğü her türlü tedbire başvurur” diyor. Bütün bu veriler, dünün kontrgerilla örgütü Hizbullah’ın reorganizasyonuyla birlikte, ihtiyaç duyulduğunda, elinde zulmedenleri maskeleyen, suçlarını perdeleyen bir din bayrağıyla yeniden inkarcı sömürgeciliğin hizmetine koşacağını gösteriyor. Sonsöz Kuzey Kürdistan’da inkarcı sömürgeci boyunduruğun sürdürülmesini hedefleyen güçlerin desteğindeki bu iktisadi, sosyal ve kültürel yönelimin amacının, Kürt halkının inkar ve sömürgeciliğe karşı gelişmiş siyasal örgütlenmesini zayıflatmak, örgütlü gücünü parçalamak, dağıtmak, ulusal demokratik taleplerini bastırmak, özgürlük, adalet ve ulusal eşitlik özlemini yok etmek, Kürt halk kitlelerini, dilsiz köleler veya durumlarının bilincinde olmayan silahsız korucular haline getirmek olduğu şüphesizdir. Kürdistan’da mücadele eden ilerici, yurtsever ve sosyalist hareketimizin, devletin, hükümetin ve cemaatlerin yönelimlerini, politikalarını, hareket tarzlarını, kullandıkları araç ve biçimleri dikkatle hesaba katması gerektiği ortadadır. İnkarcı sömürgeciliğe karşı yürütülen ajitasyonda bu burjuva din bezirganlarının, bu sömürgecilik misyonerlerinin sömürünün, zulmün ve ulusal köleliğin temsilcileri olduğu, somut örnekleriyle aralıksız teşhir edilmek zorundadır. Sömürgeciliğin ürünü olan kitlesel işşizlik, kitlesel yoksulluk ve sefaletin yarattığı ağır sonuçları halk dayanışması yoluyla hafifletmeye yönelirken, anadilde eğitim talebi etrafındaki saflaştırma ve sivil Cuma namazları örneğindeki, antiinkarcı ve antisömürgeci halk Müslümanlığı pratikleriyle sömürgeci din bezirganlarının hevesleri kursaklarında bırakılabilir ve bırakılmalıdır. [ 48 ] HALK CUMHURİYETLERİ BİRLİĞİ Haydar Özkan Kürt sorunu, Türkiye’nin temel sorunu haline gelmiştir. Kürt halkının, devlet tarafından ezilemeyen ve her baskı dalgasından güçlenerek çıkan başkaldırısı, sorunun çözümünü dayatıyor. Düzen partileri, geleneksel inkar ve imha çizgisinin farklı tonlarını savunuyorlar. Kürt halkının ulusal demokratik savaşımıyla omuz omuza yürüyen partimiz, sorunun köklü ve kalıcı çözümünü birleşik devrimimizin zaferinde görmektedir. “Çözüme” dair çokça tartışmanın yürütüldüğü günlerde, emekçi çözüm görüş açısından “Halk Cumhuriyetleri Birliği” programını öne sürmektedir. Kürt sorunu, politik özgürlük sorununun çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Sorunun çözümü doğrudan doğruya faşist rejimin kaderiyle bağlantılıdır. 12 Eylülcü faşist rejim, kurum ve kuruluşlarıyla, anayasası ve yasalarıyla sürdüğü müddetçe; Kürt sorununda da ırkçı inkâr siyaseti dışında bir “çözüm” gelişmeyeceği açıktır. Yaşadığımız topraklarda; söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem özgürlüğü yoktur. Kürt ulusunun ka[ 49 ] Marksist Teori 6 derini tayin hakkı tanınmamaktadır. Bırakın onu bir yana, Kürt ulusunun varlığının tanınması, anadilinde eğitim yapma hakkı, yerel kendini yönetim hakkı gibi sınırlı reformlar dahi söz konusu olamamaktadır. İşçilerin örgütlenmesi bin bir cendereyle baskı altına alınmıştır. Grev hakkı ancak toplu sözleşme esnasında tanınmaktadır, o da hükümetçe yasaklanabilmektedir. Gösteri özgürlüğü faşist yasaklarla kuşatılmıştır. Özcesi, ezilenlerin direnişleri, başkaldırıları karşısında sendelemiş, ezilen emekçi kitleler önemli hak kazanımları elde etmiş olsa da, 12 Eylül’den bu yana faşist rejim tüm temel kurumları, yasaları ve yapısıyla hüküm sürmektedir. AKP Hükümeti bu rejimle bütünleşerek ona toplumsal meşruiyet sağlama yolunda yürümektedir. 12 Eylül referandumu bir dönemeç oldu; AKP Hükümeti, devletleşti ve faşist rejimin kurumlarına hükmetmeye başladı. Yürüttüğü bütün “açılım” (yani düzen içi çözüm) projelerini de çöpe attı. Devletin yapısal özellikleri itibariyle devrimci çözüm dışındaki bütün yollar çözümsüzlüğe çıkmaktadır. Düzen içi çözüm, ya ham bir hayal ya da AKP örneğinde görüldüğü üzere iktidarı ele geçirme amacının bir perdesinden ibarettir. Partimiz, Kürt sorununun emekçi, halkçı çözümünü, politik özgürlüğün kazanılması mücadelemizin temel bir boyutu olarak görmektedir. Ulusal sorunların çözümünde tutarlı demokratlığın gereklerinin kabulünü savunmaktadır. Tüm ulusların tam hak eşit- liğinin sağlanmasını talep etmektedir. Bütün ulusların kendi kaderini tayin etmesi hakkı da buradan çıkmaktadır. Burjuvazinin sınıf egemenliği altında egemen ulus ayrıcalıkları ortadan kaldırılamayacağı için tutarlı demokratlığın gerekleri de yerine getirilemez. Ancak egemen ulus ayrıcalıkları kısmen geriletilebilir, ezilen ulusa kısmi nefes alanları açılabilir. Bu yüzden, bu sorunu burjuvazi çözemez, işçiler ve ezilenler çözer diyoruz. İşçilerin ve ezilenlerin devrimci demokratik iktidarını savunuyoruz. Bu nedenle yeni bir cumhuriyet, işçi-emekçi iktidarına dayanan Halk Cumhuriyetleri Birliği için mücadele ediyoruz. Gerek Türkiye, gerekse Kürdistan’da temel toplumsal, siyasal, iktisadi sorunların işçilerin, emekçilerin, halkın çıkarlarına uygun yegâne “gerçekçi” çözüm yolu devrimci yoldur; burjuvazinin egemenliğinin devrilip işçi-emekçi iktidarının kuruluşudur. Çürümüş faşist rejim, Türk burjuvazisinin zayıflığının sembolü durumundadır. İşçilerin ve ezilenlerin politik güçlerini çıplak zor aracılığıyla bastırmadan ayakta duramamaktadır. Sosyalizmin başarıları Ulusal sorunların çözümünde en büyük başarıları sosyalizm deneyimleri açığa çıkarmıştır. Sosyalizm, sınırsız bir dünyayı hedefleyen toplum düzenidir. Bunun için sosyalizm tutarlı demokratlığın gereği olarak, bütün ulusların “tam hak eşitliğini” savunur ve uygular. [ 50 ] Marksist Teori 6 Ezilenlerin Sosyalist Partisi olarak 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerinin, başta da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ulusal sorunların çözümünde yaptıkları olumlu katkıyı sahipleniyoruz. Daha ileri bir düzeyi yaratmayı hedefliyoruz. Ekim Devrimi’nden önce, Rus Çarlığı bir halklar hapishanesiydi. Çarlık, Rus olmayan halkları zorla Ruslaştırma siyaseti izliyordu. Ekim Devrimi’nin ardından Baltık Denizi’nden Pasifik Okyanusu’na bu 120 milyonluk nüfus, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurdu. SSCB 16 eşit Sovyet Cumhuriyetinden oluşan bir “cumhuriyetler birliği”, bir federasyon idi. Her ulus kendi cumhuriyetini kurarak kaderini tayin etme hakkını kullandı. Keza birlik anayasası “ayrılma hakkını” koşulsuz olarak tanıyordu. Her Sovyet Cumhuriyeti federasyondan ayrılarak müstakil devlet kurma hakkına sahipti. Her Sovyet Cumhuriyetinin kendi bayrağı ve başkenti vardı. Devlet hizmetleri o ulusun anadilinde sunuluyordu. Anadilde eğitim gerçekleştiriliyordu. Cumhuriyetlerde konuşulan diller resmi dil olarak geçerliydi. Her Sovyet Cumhuriyetinin kendi Sovyet Kongresi, Sovyet Merkez Yürütme Kurulu ve kendi hükümeti (Halk Komiserleri Konseyi) vardı. Savunma, Ticaret ve Dışişleri Bakanlıkları SSCB çapında ortaktı. Diğer tüm bakanlıklar hem Federasyonda hem de Birlik Cumhuriyetlerinde vardı ve birlikte çalışıyorlardı. Cumhuriyetle- rin dünyanın diğer ülkeleri nezdinde konsolosluk kurma, temsil edilme hakkı vardı. SSCB Anayasası’yla çelişmemek kaydıyla Birlik Cumhuriyetleri ve Özerk Cumhuriyetlerin anayasalarını yapma hakları vardı. Keza Sovyet Cumhuriyetlerine bağlı “Özerk Cumhuriyetler” (Dağılma öncesinde toplam 22 özerk cumhuriyet) ve “Özerk Bölgeler” (İki tür olmak üzere toplam 21 özerk bölge) vardı. Birlik cumhuriyetlerinin 25’er, özerk cumhuriyetlerin 11’er, özerk bölgelerin 7’şer, yerel ulusal bölgelerin 1’er temsilcisinin seçildiği Birlik Meclisi’nin, Yüksek Sovyet Meclisiyle birlikte kararları onaylama, dolayısıyla ulusal sorunda haksızlık ve anlaşmazlıkları denetleme yetkisi vardı. Belli bir nüfus yoğunluğunun yaşadığı bölgelerde de o ulusal topluluğun anadilinde eğitim yapılıyordu. Köylerde, kasabalarda belli bir ulusal topluluğun yoğunlaştığı yerlerde “Milliyetler Sovyeti” kurularak o topluluğun kültürel özerkliği sağlanıyordu. Bu şekilde farklı bir ulusun Sovyet Cumhuriyetinde yaşayan ulusal toplulukların da hakları korunuyordu. (Örneğin Gürcistan’da yaşayan Azerilerin vb.) 1935 yılı itibariyle SSCB sathında toplam beş bin Milliyetler Sovyeti bulunmaktaydı. Keza SSCB coğrafyasında konuşulan her dilin üniversitede kürsüsü vardı. Ekim Sosyalist Devrimi’nin yarattığı SSCB, Çarlığın bir halklar hapishanesine çevirdiği topraklarda bir [ 51 ] Marksist Teori 6 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ulusal sorunların çözümünde yaptıkları olumlu katkıyı sahipleniyoruz halklar bahçesi yaratmıştı. Ulusal baskı son kalıntılarına kadar süpürülüp atılmış, tam ulusal hak eşitliği sağlanmıştı. SSCB’nin bünyesindeki bütün ulusların ve ulusal toplulukların hakları güvence altına alınmıştı. SSCB ise “milliyetsiz”di. Yani federasyonun kendisi herhangi bir milliyetin damgasını taşımıyordu. Sovyet tipi federasyon, bütün ulusların ve ulusal toplulukların, azınlıkların vb. somut durumunu yanıtlayan bir esneklikte ve çeşitlilikte devasa bir ağdı. Bu ağın her hücresine eşitliğin, kardeşliğin ve sosyalizmin ruhu sinmişti. Her ulustan emekçiler, Sovyet sistemi içinde kendi kimlikleri, anadilleri ve kültürleriyle, kendi özyönetim organlarıyla yer aldılar. Kuşkusuz en tam ulusal hak eşitliği, siyasal eşitsizlikleri gideriyor, fakat tarihten devralınan gerçek ekonomik-sosyal-kültürel eşitsizlikleri kendi başına ortadan kaldırmıyordu. Bu amaçla, 5 yıllık ekonomik planlar yapılırken kaynakların dağılımında Rusya SSFC aleyhine, diğer Birlik Cumhuriyetleri lehine plan yapıldı. Yani Birlik Cumhuriyetlerine “olum- lu ayrımcılık” uygulandı. Bu sayede Birlik Cumhuriyetlerinin ekonomiksosyal gelişim hızı/oranı Rusya Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti’ne göre daha yüksek oldu. Rusya SSFC içinde de Özerk Cumhuriyetler ve bölgeler lehine olumlu ayrımcılık uygulandı. 1956’dan itibaren Nikita Kruşçev’in liderliği dönemiyle birlikte SSCB’nin rotası kapitalist politikalara doğru çevrildi. Sosyalist kazanımlar adım adım tasfiye edilmeye, kapitalizm restore edilmeye başladı. Sosyalizmin son kalıntılarının tasfiye edildiği Gorbaçov döneminde, Birliği tasfiye adımlarını atan “Rusya” SSFC ve başındaki Yeltsin idi. Hatta Mart 1991’de yapılan referandumda Sovyet halklarının büyük çoğunluğu birliğin “yenilenerek devamı” yönünde oy kullandı. (Katılım %80 oldu, evet oyu oranı ise %77) Ne var ki Yeltsin kliği SSCB yasalarını tanımayan “Rus” yasaları koyarak ve “Rusya’nın bağımsızlığını” fiilen ilan ederek birliği dağıttı. (Aralık 1991) Bu referandum sonucu da SSCB’nin ulusal baskı sonucu dağılmadığını, merkezi iktidarı elinde tutan ve Rus şovenizmine sapan revizyonistler tarafından dağıtıldığını ortaya koyar. Yine, SSCB dağıldıktan sonra ortaya çıkan milliyetçi boğazlaşmaların da faturası sosyalizme kesilmeye çalışıldı. Oysa SSCB, 16 ulusu ve sayısız ulusal topluluğu 80 yılı aşkın bir dönem boyunca barış içinde yaşatmıştı. En geniş toprak üzerinde ekonomik inşa ve tam ulusal hak eşitliği üzeri- [ 52 ] Marksist Teori 6 ne kurulmuştu. Kapitalizmin restore edildiği yıllar boyunca Birlik Cumhuriyetlerinde de yerel gerici çevreler oluştu. Bunlar SSCB dağıtıldıktan sonra tam bir yağma savaşına giriştiler. SSCB’nin mirasını paylaşmak için birbirleriyle savaştılar (Azerbaycan-Ermenistan savaşı gibi.) Dolayısıyla bu çatışmalar kapitalizme, onun milliyetçi düşmanlık dünyasına aittir. Günümüzde ulusal sorun ve çözümü Kapitalist dünya düzeninin en üst aşaması olarak emperyalizm, ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye ayrılmalarına yol açar (Lenin). Dün ulusal baskı esas olarak emperyalist devletlerin klasik sömürgelerinde yaşanırken, ulusal kurtuluş savaşlarıyla sömürgelerin bağımsızlık kazanmasının ardından farklı bir yön öne çıktı. Bugün ulusal baskı esasen eski sömürgelerin bağımlı, ezilen ulusları üzerinde yaşanıyor. Filistin, Porto Riko, Bask, İrlanda, Afganistan, Irak gibi örnekler doğrudan emperyalistlerin uyguladığı ulusal baskıyı ifade ederken; Kürdistan, Tamil, Moro, Batı Sahra, Chiapas, vb. ulusal mücadelelerin birçoğu yeni sömürge ülkelerde cereyan ediyor. Emperyalist egemenler, ezilen uluslara ya ezen ulus boyunduruğu altında yaşamayı dayatıyor, ya da emperyalist merkezlerin desteğiyle müstakil devlet kurmayı teşvik ediyor. Eğer söz konusu devlet emperyalizmin işbirlikçisi ise, ezilen ulus mücadelesinin bas- tırılmasını aktifçe destekliyor. Eğer emperyalist işbirlikçiliğine mesafeli duran bir devletse, ezilen ulusları kendi himayesi altında devletler kurmaya yönlendiriyor. Örneğin, Sırp milliyetçisi Slobodan Miloseviç, Yugoslavya federasyonunun bileşeni olan federe cumhuriyetlere ulusal baskı politikasını tırmandırınca milliyetçi boğazlaşma başladı. Her bir Yugoslav federe cumhuriyeti kendisini ayrı devlet ilan etti. Alman emperyalizmi de bu boğazlaşmanın örgütleyicilerindendi. Nitekim bütün bu devletler sonradan Avrupa Birliği (AB) üyesi oldular. Böylece Alman mali sermayesinin boyunduruğu altına girmiş oldular. Sırbistan’ın AB üyeliği de sırada! Ezilen uluslara çare olarak sunulan Avrupa Birliği gibi tekelci birlikler, mali sermayenin demirden boyunduruğudur. Bırakın bağımsızlık hakkının sağlanmasını, AB bizzat kendi üyesi olan egemen devletleri bile Alman-Fransızİngiliz emperyalistleri adına sömürgeleştirmektedir. Yunanistan ekonomisi batağa saplandığı anda AB’nin ne yaptığını hep birlikte izledik. Yunan burjuvazisi teslim bayrağını çekmiş, AB merkezlerinin dikte ettirdiği bütün koşulları harfiyen yerine getiriyor. Yunan emekçilerinin gerçek ücretlerini yarıya indiren, mezarda emekliliği getiren paketler Yunan halkının açık ve kitlesel itirazına rağmen bir bir Meclisten geçiriliyor. Yunan halkı yüz binlerle sokağa dökülse de sosyal yıkım paketleri AB damgasıyla bir bir meclisten geçiriliyor. Yunanistan’da hükümetin [ 53 ] Marksist Teori 6 ne karar alacağını artık Almanya belirliyor. Emperyalizmin mali-ekonomik sömürge boyunduruğu altındaki ulusların siyasi bağımsızlıkları da eriyor. Yunanistan örneği, İrlanda, İzlanda, Portekiz gibi krizdeki diğer Avrupa ülkelerine dayatılacak koşulların da habercisi oluyor. Kısacası AB kimseye karşılıksız bir şey vermiyor. Bugün kaşıkla verdiğini yarın kepçeyle geri alıyor. * * * 21. yüzyılda ulusal hareketler önderliklerinin niteliği itibariyle temelde ikiye ayrılıyor; Kosova, Osetya, Güney Kürdistan, Karadağ, Bosna Hersek gibi hareketler; büyük güçlere sırtlarını yaslayarak ulus devlet kurma (ne pahasına olursa olsun bir devlet kurma) yaklaşımını savunuyorlar. Nihayetinde ABD’nin, Almanya’nın veya Rusya’nın himayesi altına giriyorlar. Kuşkusuz bu durumda da bu ulusların kaderlerini tayin hakkına saygı göstermek gereklidir. Ama gerçekte bu ülkeler bağımsız da olamıyor, manda yönetimi altına giriyorlar. Ezen ulus boyunduruğundan kurtulurken, emperyalistlerin himayeci sömürgeciliği altına giriyorlar. Ezilen ulusların mücadelelerinin dünya işçi ve ezilenlerinin genel mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamayacağının somut bir göstergesidir bu durum. Latin Amerika’daki Kızılderili yerli halklar, Nepal’deki ezilen halklar gibi hareketler ise, birlikte yaşadıkları diğer emekçi halklarla birlikte toplumsal dönüşümü savunuyor. Ulusal kimliklerini ve haklarını bu mücadelenin içinde inşa ediyorlar. Bolivya’da ilk kez bir yerlinin (Evo Morales) başkan olması ve demokratik özerkliği ve iki dilli yaşamı sağlayan anayasa yapılması bu hatta önemli bir örnek yarattı. Nepal’de federal demokratik cumhuriyetin kurulması, Krallık altında ezilen bütün milliyetlerin üzerindeki baskıyı kaldırdı. Birinci yol, ezilen ulus burjuvazilerinin yoludur. Kolaydır, kanlıdır ve emekçilere bir şey kazandırmaz. Ucu, Avrupa Birliği gibi emperyalist tekelci birliklere çıkar. (Örneğin, Yugoslavya’dan çıkan hemen tüm devletlerin AB’ye katılımı). İkincisi, ezilen ulus emekçilerinin yoludur. Çetindir, engebelidir, sarptır ama ucunda gerçek kurtuluş ve özgürleşme vardır. Ucu bölge halklarının ortak kurtuluşuna açılır. (Örneğin, Latin Amerika halklarının, birleşik ve sosyalist Latin Amerika mücadelesi). Partimiz ulusal sorunların çözümünü bölgesel demokratik ve sosyalist federasyonların kuruluşunda görüyor. Kürt ulusal hareketinin, ‘demokratik konfederalizm’ programını benimsemesi, yüzünü bu ikinci çizgiye doğru dönüşünü ifade ediyor. Nesnel olarak, halklarımız arasında işbirliği ve ortak mücadele imkanlarını artıran bir programdır. Mesud Barzani’nin “ne pahasına olursa olsun ayrı devlet” çizgisinde Amerikan emperyalizmiyle geliştirdiği işbirliği ilişkisine karşın, halklar arasında demokratik ittifak ilişkilerini teşvik etmektedir. [ 54 ] Marksist Teori 6 yapamaz. Yönettiklerinin devletten bağımsız örgütlenmesine izin vermez. Halkın özyönetimi ancak halk iktidarıyla, halk cumhuriyetlerinin kuruluşuyla mümkündür. Partimiz ulusal sorunların çözümünü bölgesel demokratik ve sosyalist federasyonların kuruluşunda görüyor. Ancak, ‘konfederalizm’ programı, reformlar programıdır. İktidarın işçi-emekçi sınıflar tarafından ele geçirilmesini reddetmektedir. Egemen sınıflarla uzlaşma ve kurulu düzenleri aşağıdan basınç yaparak dönüştürme hedefine bağlanmıştır. Yani devrim yerine evrim, iktidarın alınışı yerine uzun vadeli reformcu dönüşüm anlayışına dayanmaktadır. Dolayısıyla baş aşağı durmaktadır. Çünkü, halklarımızın birliği, ortak kurtuluşu ancak Türk burjuvazisinin ve diğer bölge burjuva devletinin egemenliklerini yıkıp yerine işçi-emekçi iktidarını kurma yolundan sağlanabilir. Kürdistan’da işsizlik, yoksulluk gibi temel toplumsal sorunlar da ancak bir işçi-emekçi iktidarı kurularak çözülebilir. “KCK operasyonları” adı altında Türk burjuvazisinin Kürt demokratik toplumsal örgütlülüğünü ezme saldırısı da iktidarın ele geçirilmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Sivil toplum örgütlenmesi modeline dair deneme, devletin zorbaca bastırmasıyla yanıtlanmıştır. Bir kez daha anlaşılmıştır ki; “biz” halklar devletsiz yapmaya çalışsak da, devlet “bizsiz” Bölgesel demokratik ve sosyalist federasyonlar Bizim, emperyalist bölgesel tekelci birliklere karşı alternatifimiz, ulusal kapitalist ekonomiler kurmak değildir. Bu tür milliyetçi kapitalist projelerin, günümüz koşullarında akıbeti tekellere teslim olmaktır. Emperyalizmden bağımsızlık, ancak yüzünü sosyalizme dönen halkçı ve demokratik halk federasyonlarıyla sağlanabilir. Bizim alternatifimiz, halkların demokratik ve sosyalist federasyonlarıdır. Emperyalizme karşı “bağımsızlık” en geniş federasyonların kurulmasıyla sağlanabilir. Kuşkusuz en tam bağımsızlık ancak kapitalizmden tam kopuşla ve sosyalizmin en geniş ekonomik birliklerle örgütlenmesiyle olabilir. Sovyetik biçimde örgütlenmiş federasyon, bütün uluslardan emekçilerin sosyalizme yürüyüşü için en uygun devlet biçimidir. Emperyalizme karşı hedef, bölge halklarının ortak direnişi ve kurtuluşudur. Bölge halklarının çürümüş, işbirlikçi rejimleri devrimle tepeleyerek, demokratik ve sosyalist federasyonlar içinde birleşmesidir. Son yirmi yılda her büyük halk isyanı, bölgesine doğru yayılıyor. Bölge halklarıyla birleşmeye çalışıyor: Ekvador-Venezuela-Bolivya ve Latin [ 55 ] Marksist Teori 6 yapan bütün ülkelerin işçi ve emekçilerini tek bir federasyon çatısı altında toplama hedefiyle hareket edecektir. Bölgesel halkçı ve sosyalist federasyonlar şu temel ilke üzerine inşa edilecektir: Bütün uluslara eşit haklar, her ulusa kayıtsız şartsız kaderini tayin hakkı (ayrı devlet kurmayı içerecek biçimde), tüm ulusal topluluklara en tam demokratik haklar, her ülkede işçi-emekçi iktidarı ve ortak sosyalist kuruluş için en geniş ekonomik birliğin sağlanması. Ulusal sorunların çözümünde sosyalist yol, ulusların tam hak eşitliği temelinde yer alacağı, ayrılma hakkının titizlikle korunacağı halk cumhuriyetlerinin kuracağı federasyonlardır. Amerika, Nepal-Hindistan ve Güney Asya ve son olarak da Tunus-Mısır ve Ortadoğu-Mağrip. Emperyalist boyunduruğun karşısında Türkiye ve Kürdistan halklarının ortak duruşunun, hatta bunun da ötesinde bölgemiz halklarının birliğinin sağlanması, zafere giden yolun taşlarını döşeyecektir. Tunus’tan başlayan, Mısır ve Yemen’le süren Arap halk devrimleri de bölgesel devrim olasılığının ne denli güçlendiğini ortaya koymaktadır. Türkiye ve Kürdistan’da Halk Cumhuriyetleri Birliği, Ortadoğu, Mağrip, Balkanlar ve Kafkasya’da demokratik ve sosyalist federasyonların geliştirilmesine doğru bir adım olacaktır. Birleşik devrimimizin ortaya çıkaracağı halklar federasyonu bütün bölge halklarına da devrimci bir çağrı anlamını taşıyacaktır. Devrimini Ulusal eşitlik, kaderini tayin hakkı Kürt ulusunu köleleştiren, sömürgeleştiren, varlığını inkar eden bir devlet düzeni ile karşı karşıyayız! Yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından zengin Kürdistan’ın, yoksulluk ve işsizliği en derinden yaşayan bölge oluşu, sömürgeciliğin resmidir. Tüm zenginlikleri yağmalanan ve Türk burjuvazisine sermaye birikimi yapılan Kürdistan’a bunun karşılığında verilen inkar, imha ve yasaklardır! Bu devlet düzeni ve ideolojisi Kürt ulusunun varlığını ve Türk ulusuyla eşitliğini kabul etmiyor. Osmanlı’da ‘Kürdistan’ olan bu bölgenin ismini dahi yasaklıyor. Kürt ulusunun varlığından söz etmeyi bile suç sayıyor. Türk ulusunun ayrıcalıklarını, egemenliğini ebedileştirme ilkesine, zihniyetine dayanıyor. Bu ise hem Türk ulusal dokusunu ve hem de devlet düzenini yapısal olarak anti demokratikleştiriyor. Kürt ulusal sorununun çözümü, Türk ulusal dokusunun de- [ 56 ] Marksist Teori 6 mokratik dönüşümü, demokratik yapılanışı anlamına geliyor. İşçi ve emekçilerin sosyalist temsilcileri olarak; sömürgeci boyunduruğun son bulmasını, Kürt ulusunun kendi geleceğini özgürce belirleme hakkının tanınmasını istiyoruz. Bunların eksiksiz sağlandığı koşullarda tavrımız, eşit, özgür, gönüllü birlikten yanadır. Kürt ulusal sorunu, ancak “kaderini tayin hakkı” Kürt ulusu tarafından kullanıldığında çözülür. Kaderini özgürce tayin etmek, her ulusun hakkıdır. Demokratik bir kolektif haktır. Ayrı devlet kurma hakkını da içerir. Kürt sorununun özü, nüfusu 20 milyonu bulan bir ulusun bu haktan zorla yoksun kılınmasıdır. Yaşadığımız topraklarda, Kürt halkı bugün yalnızca, ulusal geleceğini belirleme hakkından yoksun biçimde sömürgeci boyunduruk altında tutulmuyor, aynı zamanda varlığının inkâr edilmesinin acısını çekiyor. O nedenle, bir emekçi çözüme ulaşana değin yürütülecek mücadele döneminde, ulusal varlığın tanınması, anadilde eğitim, ulusal kimlikle politika hakkı gibi ulusal demokratik taleplerin sömürgeciliğe kabul ettirilmesi ya da bu hakların özerklik biçiminde daha kapsamlı bir ulusal demokratik reforma genişletilmesi tümüyle olanaklıdır. Ne var ki, bu kazanımlar sorunu ortadan kaldırmaz, yalnızca hafifletir ve daha açık hale getirir. Çözüm, hiçbir ulusa ve dile ayrıcalık tanınmamasında veya tam hak eşitliğindedir. Çözümü dayatan tüm ulusal sorunların genel formülasyo- nuyla, ulusal geleceğini özgürce belirleme hakkının kullanılmasını sağlayacak koşulların elde edilmesindedir. Halk Cumhuriyetleri Federasyonu Partimiz, politik özgürlüğün fethedilmesi, işçi-emekçi iktidarının kurulması, Kürt ulusunun kaderini tayin etme hakkını kazanması ve halk meclislerine dayalı yeni bir cumhuriyetin oluşturulması hedeflerini; Türk ve Kürt uluslarından, Laz, Çerkes, Arap, Roman, Rum, Ermeni, Süryani, Gürcü, Boşnak ulusal topluluklarından işçilerin, emekçilerin birlikte kuracağı Halk Cumhuriyetleri Federasyonu’na bağlıyor. Ulusal sorunların çözümünde sosyalist yol, ulusların tam hak eşitliği temelinde yer alacağı, ayrılma hakkının titizlikle korunacağı halk cumhuriyetlerinin kuracağı federasyonlardır. Bu yol, farklı halklardan işçiemekçiler arasında eşitliğin ve bu temelde kardeşliğin yoludur. Bu yol, sadece ulusal inkârın değil, bizzat sömürgeciliğin tasfiyesini mümkün kılar. Türk burjuvazisinin tasfiyesi ve iktidarın işçi-emekçi sınıflara geçişi, sömürgeciliğin tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasını sağlar. Sosyalizm ve halklar federasyonu, Kürdistan’ın ekonomik-sosyal geriliğini yaratan bu sömürücü tarihi yıkar. Türk ve Kürt emekçilerini yeni bir temelde birleştirir. Geniş kaynaklar üzerinde sosyalist inşayı, ekonomik-sosyal gelişmede Kürdistan’a olumlu ayrım- [ 57 ] Marksist Teori 6 cılığı mümkün kılar. Kürdistan Halk Cumhuriyeti’nin ve Türkiye Halk Cumhuriyeti’nin ve bu süreçte kurulabilecek başkaca halk cumhuriyetlerinin gönüllü-özgür birliğinin eseri olabilecek Halk Cumhuriyetleri Federasyonu: Kürt ulusunun devlet kurma hakkının gerçekleşmesini de ifade eder. Ayrılma hakkının korunduğu federasyon yoluyla Türkiye emekçi halklarıyla Kürt halkının sosyalizm yolunda birliğini de sağlar. Bu yol, sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil, buradan başlayarak Ortadoğu, Balkanlar ve Kaf-kasya’da halkların demokratik ve sosyalist federasyonlaşmasına açılır. Ortadoğu’da demokratik ve sosyalist federasyonlar, Kürdistan’ın dört parçasının birliğini sağlamanın da zeminidir. Partimizin savunduğu ‘Emekçi çözüm’ perspektifi: Türk emekçilerinin Kürt sorununda tutarlı demokrat bir pozisyona çekilmesi, Kürt emekçilerinin ise burjuva çözüm çizgisine karşı inisiyatif üstlenmeye çağrılmasıyla, Anadolu ve Mezopotamya toprağının Halk Cumhuriyetleri Federasyonu için sürülmesi, gübrelenmesi demektir. İnkarcı-şovenist rejimin geriletilmesi için güncel demokratik reform mücadeleleri, doğru bir tarzda ele alındığında, bu devrimci programı zayıflatmaz, tam aksine güçlendirir. Hiç kuşkusuz, Kürt sorununun çözümü ‘devrimi beklemeyecek’tir. Ama bu kapsamlı tarihsel-sosyal sorun, kimi kısmî ve ara çözümlerle hafifletilmesi mümkün olsa da, ancak halk devri- miyle gerçek ve köklü çözüme kavuşabilecektir. Halk Cumhuriyetleri Birliği, ayrılma hakkına sahip Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri’nin ve devrimci süreç içinde ihtiyaç olarak belirebilecek başka halk cumhuriyeti, özerk cumhuriyet, özerk bölge vb. örgütlenmelerin birleştireceği her ulustan ve ulusal topluluktan Anadolu ve Mezopotamya işçi-emekçilerinin iktidarı olacaktır. Her halkın kendi özyönetimlerini kurması kendi anadilinde eğitim alması ve devlet hizmetlerine anadilinde ulaşmasını sağlayacaktır. Bütün anadilleri eşit sayacak ve Türk egemen sınıflarının ırkçı asimilasyon politikasının bütün kalıntılarına karşı etkin mücadele yürütecektir. Sosyalizmin 20. yüzyıldaki kazanımlarını devralacak ve daha ileriye taşıyacaktır. Halk Cumhuriyetleri Birliği; söz, basın, toplantı, eylem, örgütlenme ve ulusal kaderini tayin özgürlüğünü sağlayacaktır. Eğitimi, sağlığı, ulaşımı, çalışmayı, konutu ve sağlığı her yurttaşı için parasız/sosyal bir hak olarak ilan edecektir. İnanç ve vicdan özgürlüğünü sağlayacaktır. NATO, IMF, Dünya Bankası, vb. emperyalist birliklerden çıkacak, emperyalist askeri üsleri kapatacaktır. Bölge halklarının demokratik ve sosyalist birliklerini kurmaya yönelecektir. Yasalarda tam kadın-erkek eşitliğini sağlayacak, toplumsal eşitlik yönünde adımlar atacaktır. Kadına yönelik şiddet işkence sayılacaktır. [ 58 ] Marksist Teori 6 Halk Cumhuriyetleri Federasyonu, sömürücü sınıfları devlet organlarından atacaktır. Devlet iktidarı işçi ve emekçilerin ellerine geçecektir. İşçi-emekçi konseylerinin yönetimine dayanan yeni devlet biçimi, emekçi halk kitlelerini politikaya çekerek, kendi yaşamlarının başaktörü haline getirecektir. Halk Cumhuriyetleri Birliği, dünyanın neresinde olursa olsun, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini kendi mücadelesi sayarak destekleyecektir. Halk Cumhuriyetleri Birliği, Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyasında, sosyalizme giden yolun ilk adımı olacaktır. Antiemperyalist ve demokratik bir devrimin ürünü olacaktır. Halklarımızın temel toplumsal-siyasal sorunlarının çözümünün sağlanabilmesi için, devrimden başka bir yol yoktur. Bu devrim, mücadelenin kardeşleştireceği, tutarlı demokrat duruşun birleştireceği bütün ulus ve ulusal topluluklardan işçi-emekçilerin ortak eseri olacaktır. [ 59 ] “AKP TOPLUMU YENİDEN DÜZENLİYOR”* Röportaj Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fatma Gök, AKP hükümetinin toplumu muhafazakâr ve dini temellerle yeniden düzenleme istediğini belirterek, 4–4–4 Kesintili Eğitim Yasası’nın bu amacın bir parçası olduğunu söyledi. Prof. Gök, “Eğitim yasası, topyekûn bir saldırının bir parçası. İstanbul’u Dubai yapmakla, bütün kamusal alanları özelleştirmekle ilgili” dedi. Neoliberal kapitalist düzenin iyi çalışması için, AKP’nin toplumu ideolojik olarak dönüştürmek istediğini söyleyen Gök, “bunun bir kısmı din temelli bir eğitimdir. Diğeri de neoliberal politikalarla uyumlu, dünya pazarına iş gücünü yetiştirecek bir anlayışla düzenlenmesidir” diye konuştu. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fatma Gök, zorunlu eğitimi kesintili hale getiren 4–4–4 Eğitim Yasası’na ilişkin olarak Marksist Teori’nin sorularını yanıtladı. 4–4–4 Kesintili Eğitim Yasası’nın temel ilkesi nedir? * Röportaj: Arzu Demir [ 60 ] Marksist Teori 6 Bu yepyeni bir atak. Çünkü AKP hükümeti, artık kendini çok kuvvetli hissettiği için eğitim sisteminde bu kadar radikal sayılabilecek değişiklikleri yapacak gücü kendinde görebiliyor. 4–4–4 Eğitim Yasası’yla AKP esasen bir taşla birçok kuş vurmak istiyor. Görünen kısmı, genç yaşta çocukların - ikinci 4 içinde- yönlendirmeye başlanması. Birinci 4’te herkes temel eğitim alacak. İkinci 4’te ise yönlendirme başlayacak. Yasa TBMM’de görüşülürken, son gün, “Kur’an ve Peygamberin Hayatı” ile ilgili iki ders koydular. Bu dersler seçmeli olarak düzenlendi. O iki ders zorunlu olacak Söz konusu iki ders temel tartışma konusu oldu. Uygulamada derslerin zorunlu olacağı konusunda yaygın bir kanı var. Siz bu kanıyı paylaşıyor musunuz? Türkiye’de okullarda çocukların gerçekten seçmeli ders seçme şansı yok. Okulda ne varsa, çocuklar ona yönlendiriliyor. Hatta okul yöneticileri belirli derslere “zorunlu ders” gibi davranacak. Bu çok açık. Açık olan bir başka nokta ise, AKP’nin eğitimi muhafazakâr ve dini temelde yapılandırmak istediği. Sadece bu da değil. Yasada başka çok önemli maddeler de var. Yüzde 10 sınırlaması kaldırıldı Daha çok, eğitimin muhafazakârlaştırılması açısından kamuo- yunda tartışıldı. Örneğin çocuk işçilik ile nasıl bir düzenleme var? 222 sayılı Yasa’ya göre, bir işyerinde mesleki teknik okullardan gelen öğrencilerin sayısı, o işyerinde çalışanların yüzde 10’undan fazla olamaz. Şimdi bu yüzde 10 sınırlaması kaldırıldı. Bir iş yerinde 50 kişi çalışıyorsa, 50 stajyer öğrenci çalıştırılabilecek. Stajyer öğrenciler, asgari ücretin üçte birine çalıştırılıyor. Bu çok büyük bir sömürü ve şirketlere verilmiş bir hediyedir. Özel okullara kaynak aktarılacak Eğitimin paralı hale getirilmesi açısından yasada nasıl bir düzenleme var? 222 sayılı Yasayla ilköğretim kesintisiz olarak 8 yıldır. 8 yıldır, zorunludur ve devlet okullarında parasızdır. Artık böyle bir ibare, “parasızdır” ibaresi yok. Bizim gibi eğitim hakkı temelli olarak eğitimi kavramsallaştıran insanlar için bu çok önemli. Kaynakların kime gideceğini, yasa çıktıktan sonra çok açık gördük. Maliye Bakanı yasa kabul edildikten sonra yaptığı bir açıklamada, özel okullara kaynak aktaracaklarını söyledi. Ailelere bin 500 lira verilecek. Bu konu çok önemli olmasına rağmen, çok tartışılmadı. Kamusal kaynaklar, devlet okullarının iyileştirilmesi ve herkese parasız eğitim verilmesi için harcanması gerekirken, hükümet ailelere çocuklarını özel okullara göndermesi için bin beş yüz lira verecek. Aileler de, devlet okullarının niteliği düştük- [ 61 ] Marksist Teori 6 çe, çocuklarına daha iyi bir eğitim imkânı sağlanacağı düşüncesiyle özel okulları tercih edecekler. Bu durumda, hükümetin verdiği bin beş yüz lira yetmeyecek. Çünkü özel okullar velilerden daha fazla para isteyecek. Böylece, alt sınıflardan da özel okullara kaynak aktarılacak. Hem devlet, hem de aileler özel okullara kaynak aktaracak. Eğitim bir haktır ve herkese en nitelikli eğitimi parasız ve demokratik bir içerikle sunma mücadelesini yürütmek zorundayız. Kapitalizm içinde bile bunu yapmak zorundayız. Çünkü eğitim alanı; toplum ile bireyin çakıştığı bir alan olduğu için gerçekten orası bir mücadele alanıdır. Eğitim toplumu ideolojik olarak ve insan gücü olarak yeniden üretir, ama bunu yapması bu kadar düz olmaz. Bir toplumdaki hiyerarşi ve ekonomik iktidarın kırılması için ne kadar büyük mücadele verilmişse, o kadar daha fazla diğer sosyal haklar gibi eğitim hakkını da daha demokratik temellerde herkese verme olanağını yaratabilmeliyiz. Toplumu muhafazakârlaştırmak istiyor Toplamda yasa ve uygulamasına baktığımızda, AKP bu kökten değişikliği neden yapmak istiyor? AKP’nin bir toplum tahayyülü var. AKP bunu toplum mühendisliği olarak yapmak istiyor. Toplumu daha muhafazakâr, daha dindar temellerde yeniden düzenlemek istiyor. Kapitalizmin içinde, neoliberal politikalarla uyumlu bir şekilde yapmak istiyor. Daha itaatkâr, ses çıkarmayan, sendikalı olmayan, protesto etmeyen, hak aramayan bir gençlik yaratmak istiyor. Başbakan Erdoğan, çok açık söyledi, dindar nesil istedi. Toplumsal muhalefet bu kadar zayıf bir karşı çıkış sergilerse, AKP de amaçlarında başarılı olacaktır. Elbette, Ankara’da KESK’in, öğretmenlerin, biber gazlı saldırılara karşı onurlu direnişi oldu. Ama yetmedi. Eğitim yasası, topyekûn bir saldırının bir parçası. İstanbul’u Dubai yapmakla, bütün kamusal alanları özelleştirmekle ilgili. Hepsi bir paketin parçaları. Bu büyük manzara içinde iş görecek insanların da buna uygun daha itaatkâr, daha dini temelli yapılanmış olması amaçlanıyor. Çünkü din olunca sorgulama olmaz. Ne söylenmişse ilahi olarak kabul edilebilir. Böyle insanları idare etmek çok daha kolaydır. AKP’nin kurmak istediği yeni düzene, neoliberal kapitalizme itiraz etmeyecek, uysal bir kitlenin yaratılması için eğitime müdahale edilmesidir. AKP, neoliberal kapitalist düzeninin iyi çalışması için ideolojik bir dönüşüm yapmak istiyor. Bunun bir kısmı din temelli bir eğitimdir. Diğeri de neoliberal politikalarla uyumlu, dünya pazarına iş gücünü yetiştirecek bir anlayışla düzenlenmesidir. 8 yıllık temel eğitim 40 yıllık talep Yasanın TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında 28 Şubat hatırlatmaları yapıldı. “Hükümet 28 Şubat’ın rövanşını alıyor” değer- [ 62 ] Marksist Teori 6 lendirmeleri de yapıldı. Bu tartışmalara ilişkin siz ne diyorsunuz? 8 yıllık temel eğitim, 28 Şubat sonrasında getirildi ama 8 yıllık zorunlu temel eğitim, 40 yıl öncesinde dile getirilen bir taleptir. 1973 yılındaki İlköğretim Yasası’nda “Eğitim 8 yıldır, zorunludur, parasızdır” ifadesi geçer. 1971 darbesinden sonra eğitim reformu yapıldı. Bütün askeri muktedirler, darbelerden sonra eğitimi yeniden düzenliyor, hükümetlerin de ilk müdahale ettikleri yer eğitim oluyor. 28 Şubat yaşanmasa, 8 yıllık geçer miydi, geçmez miydi? Belki biraz daha zaman alırdı. Ama biz zorunlu eğitimin 8 yıl değil, 12 yıl önermesini, ne AKP’den ne de 28 Şubat’tan öğrendik. Herkesin eğitim hakkından eşit yaralanması asgari demokratik bir taleptir ve çok önemlidir. Eğitimin içeriğinin nasıl düzenleneceği de bir o kadar çok önemlidir. Bir önceki eğitim sistemin hafız yetiştirmek için uygun olmadığı sıkça dile getirildi. İmam hatip liselerine artık öğrenciler gitmiyordu. Çünkü 8 yılın sonunda öğrencilerin din temelli bir topluma ve dini pratiklere uyum sağlamaları biraz daha zor. Çünkü o ana kadar epeyce şekillenmiş oluyorlar. Bu ise hükümetin arzu ettiği bir şey değildi. Öncelikle köklü bir temel eğitim verilmeli 4–4–4 Kesintili Eğitim Yasası’ndaki yönlendirmeleri pedagojik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz? İmam hatip ortaokullarının kurulması pedagojik olarak son derece yanlıştır. Hiç bir şekilde olmaması lazım. Çocuk, 5 yaşında okula başlayacak, 10 yaşına geldiğinde imam hatip ortaokuluna gidecek. Bu temel ve radikal bir yönlendirmedir. Pedagojik olarak kabul edilemez. Eğitim bilimcileri olarak söylediğimiz şudur: Çocuk önce, köklü bir temel eğitim almalı, matematik, fizik, edebiyat, dünya edebiyatı, sosyal bilgiler. Ancak bu temel eğitimin üzerine kurulan mesleki eğitim çocuklar açısından hak temelli olur. Çocuk kendini biraz tanır, nereye gideceğini bilir. Anne, baba da yanlış yönlendiriyor. Aileyi de yüceltiyoruz. Son 4 yılda çocuk okula gitmeyebilecek Çocuğun eğitimi ile ilgili asıl karar verici aile mi? Evet, aileye kararı bırakıyor. Bir taraftan imam hatip açılıyor, bir taraftan ikinci 4’te yoğun bir yönlendirme olacağını görmüş bulunuyoruz. Daha da ilginç tarafı şu: Son 4’e geldiğimiz zaman, isteyen öğrenci okulda olmayacak. Hem “12 yıllık zorunlu eğitim” diyorsunuz, hem de çocuklar liseye geldiklerinde, “Siz açık öğretim ile devam edebilirsiniz” diyorsunuz. Bu olmaz. Yasada, bu konudaki düzenleme tam olarak nedir? Yasa, son dört yılın “hem örgün hem de yaygın eğitim” şeklinde olmasını düzenliyor. Zorunlu eğitim diyeceksiniz, ama bunu yaygın eğitim şeklinde vereceksiniz. Örgün eğitim ile yaygın eğitim iki ayrı düzenleme- [ 63 ] Marksist Teori 6 dir. Yaygın eğitim de çok önemlidir. Toplumda örgün eğitimden yararlanamayan insanları kapsamalıyız. Bu da bir haktır. Fakat “İkisini de yapıyoruz” derseniz olmaz. Çocukları ailenin himayesine bırakıyorsunuz. Kız çocuklar için tehdit Daha çok kız çocuklarını etkileyecek değil mi? Çocuk gelinler dediğimiz nokta tam da bu. Çocuk 13 yaşında ortaokulu bitirdiğinde okula gönderilmeyecek. Ama biz hala 12 yıllık zorunlu eğitim vereceğimizi iddia edeceğiz. Böyle olmaz. Yoksul aileler, çocuklarını okula göndermek istemeyeceklerdir. Kız öğrenciler için de büyük bir tehdit olacaktır. Ekonomik olarak yoksul, anlayış olarak muhafazakâr olan aileler, çocuklarını okula göndermeyeceklerdir. Yönlendirme yaşı kaç olmalı? 12 yıllık eğitimden sonra... Lise eğitimini herkes nitelikli şekilde almalı. Eğitim biliminin verileri, 12 yıl temel eğitimin alınması, daha sonra da 2 ya da 4 yıllık mesleki eğitimin verilmesi şeklinde. Sistemin çıkarlarını esas aldılar Yeni yasa okul öncesi eğitim ile ilgili ne diyor? Okul öncesi eğitim yeni yasa ile ortadan kalktı. Bu çok sakıncalı bir durum. Ancak “ortadan kaldırmıyoruz” diyor. Ben bu açıklamaya güvenemiyorum. Aileler, 5 yaşında çocuklarının okula gönderecekler. Okul öncesi çağındaki çocuk, soyut düşünmeye başlamamış, yetenek ve kapasite olarak tam ilkokula başlama yaşına gelmemiş çocukları ilkokula alacaklar. Eğitim Bakanı, “İlk sömestr oyun oynayacaklar, ikinci sömestr okuma-yazmaya başlayacaklar” diyor. Çocukların hayatı ile oynanıyor. Eğitim biliminde amaç çocuğun yüksek yararının sağlanmasıdır. En önemli ilke budur. Burada çocukları düşünen değil, sistemin ekonomik ve ideolojik çıkarlarını düşünen bir zihniyet söz konusu. [ 64 ] ÇOCUK İŞÇİ VE ÇOCUK GELİN DÜZENİ Ümran Yurdayol Eğitim sistemi 80 Askeri faşist darbesinden sonra değiştirilerek, tekelci burjuvazinin ihtiyaçları ve neoliberal politikalarla uyumlu hale getirildi. Bu doğrultuda yeni eğitim müfredatları yapıldı. Bunun sonucunda ezberci, kendine verilenle yetinen, az düşünen, paylaşımcılıktan uzak, kendi çıkarlarını her şeyden üstün tutan, rekabetçi, tüketici gençler yetiştirilmeye çalışıldı. Paralı eğitime geçişin koşulları hazırlandı. Özel okullar ve dershaneler sisteme dahil edildi “Bütçeye göre eğitim” politikasıyla, devlet okullarındaki eğitimin kalitesizleşmesine ve özel okullara yönelime yol açacak politikalar uygulandı. Din dersi zorunlu hale getirildi. Alevi, Hıristiyan, ateist denmeden herkes bu derse girmeye zorlandı. 2004 yılında eğitim “reformu” adı altında yeni bir eğitim müfredatı yürürlüğe girdi. Bu müfredatla eğitimin içeriğindeki kalıntı düzeyindeki bilimsel yöntemler ve bilgiler bile ayıklanıp, pervasızlık düzeyinde bilim dışı dinsel, ideolojik uygulamalar eğitim programlarına dahil edildi. Müfredatta yer alan bilim dışı unsurların varlığı meşrulaştırıldı. [ 65 ] Marksist Teori 6 Şuraya varıldı: YGS sonuçlarına göre 1 milyon 250 bin kişiden 50 bini 0.5 puan bile alamazken, 260 bin kişi fen bilimlerinden tek soru çözememiş! Diğer yandan en iyi öğrencilerin katıldığı uluslararası bilimsel nitelikli yarışmalardaki sonunculuklarla iftihar eder bir haldeyiz! Çocuklar, daha ilkokuldan itibaren dershanelerde yarışlara hazırlanıyorlar. Yıllardır dershaneler muazzam paralar kazanıyor. Burjuvazi, onların politikacıları, generalleri, polis şefleri, yüksek sivil bürokratları çocuklarını yurtdışında okullara yolluyor. İşçi, emekçi çocuklarına ise, meslek okulları ve imam hatipler öğütleniyor! Burjuva ailelerin yanısıra, küçük burjuvazinin üst kesiminden aileler çocuklarını özel okullara gönderiyorlar. Özel derslerle çocuklarının “açığını” kapatmaya çalışıyorlar. İşçi ve emekçilerin çocuklarıysa “parasız” devlet okullarında, sınıflarda üst üste okuyorlar. Çoğu zaman da dersleri öğretmensiz geçiyor. Dışarıda ise atanması yapılmayan öğretmenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. İyi bir meslek sahibi olmak adına küçük bir yaştan itibaren psikolojik baskı altına alınan bu çocuklar, kendilerini bir yarış atı gibi hissediyorlar. Bir sınavı kazanmak onlar için bir hayat memat meselesine dönüşüyor. Aileleri için de. Her yıl üniversite sınavından önce stresten intihar eden, ya da kalp krizi geçirenleri yazıyor gazeteler. Sınav sonrasında da, gerekli puanı alamadığı için intihar edenleri! Üniversite önünde yığılmış milyonlarca genç. Ve bu emekçi çocukları özel okullarda okuyan, özel dersler alan, dershanelere giden gençlerle aynı sınava tabi tutuluyorlar. Anadilde eğitimin bölücülük sayıldığı bu eğitim sisteminde, asimilasyon tüm şiddetiyle devam ettiriliyor. Okula başladıklarında Türkçe öğrenmeye mecbur ediliyorlar. Yüzbinlerce Kürt çocuğu, anadilleri olmayan bir dilde, Türkçe’de, anadili Türkçe olan çocuklarla yarıştırıyorlar. Her aşamada daima iki adım geride oluyor bu çocuklar. Çoğu daha okul döneminde kaçınılmaz biçimde işçiliğe başlıyor. Eğitim sisteminin hali bu iken bu sorunlara çözüm getirmek yerine AKP hükümeti, 10 Nisan 2012’de yürürlüğe giren “222 sayılı İlköğretim Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”u, yaygın adıyla, 4+4+4 yasasını yürürlüğe sokmayı başardı. AKP’nin Milli Eğitim Bakanı bu yasanın sorunları çözücü değil “yapısal bir değişiklik” olduğunu itiraf etti. Aslında 80’lerde başlayan politikaların ve 2004’te yapılan müfredat değişikliklerinin yeni bir adımıydı bu. 4+4+4 yasasıyla, eğitimde politik İslamcı burjuva düzenlemeler yapılıyor. Müfredat tümden bilimsel yöntemlerden arındırılmak isteniyor. Ki bir dönemdir, öğretmen ve öğrencilere “yaratılış atlası” dağıtılıyor. Çocuklar, umreye götürülüp, okul yerine, Kur’an kurslarına ve camiye yönlendiriliyorlar. Dindarlık adı altında itaatkarlık kültürü egemen kılınmak isteniyor. [ 66 ] Marksist Teori 6 AKP hükümeti, 2023’te dünyanın en gelişmiş 10 kapitalist ekonomisi içinde olma hedefini, 4+4+4 eğitim yasasıyla, çocuk işçilerin küçük bedenleri üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Her yıl yaklaşık 1. 400 bin çocuk ilköğretime başlamakta. 5 yaş uygulaması ile yeni dönemde yaklaşık 2.800 bin çocuk ilköğretim birinci sınıfa gelecek. Bu yoğunluk giderek üst sınıflara da yansıyacak. Bu durum yıllarca eğitimin niteliğini düşürecek. Derslik ve öğretmen ihtiyacından bahsediliyor. AKP hükümeti bu açığı kapatmak için dershaneleri özel okullar haline dönüştürmeyi ya da buralardan parayla hizmet almayı planlıyor. Tayyip Erdoğan’ın, “dershaneler kapatılacak” sözünün anlamı bu olsa gerek! Aksi halde, kapanmak bir yana, dershane yaşının 7’ye kadar düşeceği ve dershanelerin sayısının daha da artacağı görülüyor. 4+4+4 yasasından sonra çıkarılan özel “teşvik yasası” içinde özel eğitim ve öğretim teşvikleri de yer alıyor. Buna göre, devlet, özel okula kayıt yaptıran her çocuk için 1500 lira ödemeyi taahhüt ediyor. Bu yasada “stratejik yatırım” olarak nitelendirilen eğitim yatırımlarının içine ilk, orta ve lise eğitim yatırımları da girdi. Yasada şöyle deniyor: “…Stratejik yatırımlar hangi illerde yapılırsa yapılsın beşinci bölge kapsamındaki illerin teşviklerinden yararlanacak. Bu sınıfta yapılan yatırımlara ise şu teşvikler verilecek: 1) Gümrük vergisi muafiyeti, 2) KDV istisnası, 3) Yedi yıl süreyle sigorta primi işveren hissesi desteği (yatırım altıncı bölgede yapılırsa destek 10 yıl verilecek) 4) Yatırıma katkı oranı yüzde 50 olmak üzere yüzde 90 vergi indirimi, 5) Yatırım yeri tahsisi, 6) Faiz desteği (sabit yatırım tutarının yüzde 5’ini aşmamak kaydıyla azami 50 milyon tl), 7) Bina inşaat harcamalarına KDV iadesi (500 milyon tl ve üzerindeki yatırımlar için), 8) Gelir vergisi stopajı desteği (sadece 6. bölgedeki yatırımlar için 10 yıl süreyle uygulanacak)” AKP hükümeti, şu an 440 bin olan özel okul öğrenci kapasitesini kısa vadede 7-8 milyona yükseltmeyi planlıyor. Halen yüzde 3 olan özel okulların payını yüzde 50’ye çıkarmayı hedefliyor. Bu arada atanamayan öğretmenler meselesini de, onları, özel okullarda sözleşmeli ve asgari ücretli olarak çalıştırarak “çözmeyi” deneyecekler. Ucuz kalifiye işçiler ordusuna katma çözümü! İşçilerin ve emekçilerin çocukları bu özel okullara gidemeyeceği için, devlet okullarına, ama daha ziyade kısa yoldan meslek sahibi olma, para kazanma ihtiyacıyla meslek okullarına ya da din eğitimi yapan okullara [ 67 ] Marksist Teori 6 yöneleceklerdir. Bu, geçtiğimiz yıllarda, meslek lisesine gidenlerin oranının yüzde 70’ten yüzde 30’a düşmesiyle kalifiye işçi sıkıntısı çeken burjuvaziyi çok memnun edecektir. Mesleki /teknik okullarda okuyan öğrencilerin stajı üçüncü dört yılda başlayacak olsa da, meslek lisesi orta kısmını tercih eden “öğrenci, bölümüyle ilgili çıraklık eğitimi almak isterse 1 yıl okuduktan sonra staj eğitimi alabilecek”. Böylece Kanun tasarısına daha önce konulan ama gelen tepkiler ve eylemler üzerine geri çekilen çıraklığa başlama yaşının 11’e düşürülmesi fiili olarak uygulanacaktır. 4+4+4’le, “yirmi ve daha fazla personel çalıştıran işletmeler, çalıştırdıkları personel sayısının yüzde beşinden az, yüzde onundan fazla olmamak üzere mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumu öğrencilerine beceri eğitimi yaptırır” maddesinden, “yüzde onundan fazla olmamak” ibaresi çıkarıldı. Yani patronlar, istedikleri kadar meslek lisesi öğrencisini, fabrikalarda, atölyelerde yetişkin işçilerin yerine, ucuz iş gücü olarak çalıştırabilecekler. Hem de çok düşük bir ücret karşılığında! AKP hükümeti 4+4+4’le buyuruyor ki, 20 ve üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde asgari ücretin yüzde 30’u, 20’nin altında işçinin çalıştığı işyerlerinde asgari ücretin yüzde 15’i, “aday çırak ve çırağa yaşına uygun asgari ücretin yüzde 30’u” yeterli! Burjuvazinin devleti 1999’da imzaladığı İLO’nun “dünyada ço- cuk işçiliğinin en kötü koşullarının ortadan kaldırılması için acil eylem planı” başlıklı 182 sayılı sözleşmesindeki 15 yaş altında çocuk işçi çalıştırmayacağına ilişkin uluslararası anlaşmayı da böylece fiilen ortadan kaldırmış oluyor. Çocuk işçiler için dünyada 15 iş alanı “en kötü” kategorisinde görülüyor. 2011 yılında yapılan bazı araştırmalarda Türkiye’de “en kötü” kategorisinde 3 alan saptanmış. Bunlar, mevsimlik tarım, küçük ve orta boy sanayi işletmeleri ve sokakta çalışan çocuklar biçiminde tarif ediliyor. 4+4+4 yasasıyla öğrenciler, bu en kötü alanlardan biri olan küçük ve orta boy işletmelere çocuk işçi olarak, sadece meslek hastalığı ve iş kazası sigortası yapılarak yollanıyorlar. Hem de henüz 13 yaşında! Yine 4+4+4 tasarısının kanunlaşmasının ardından burjuva meclise sunulan İş yasa tasarısıyla, İş Kanunu’nun 105. maddesindeki ağır ve tehlikeli işlerde 16 yaşından küçük çocuk ve gençlerin çalıştırılmasını yasaklayan ve buna uymayan patronlara 1358 TL›lik para cezası öngören yasa da ortadan kaldırılıyor. Denilebilir ki, AKP hükümeti, 2023’te dünyanın en gelişmiş 10 kapitalist ekonomisi içinde olma hedefini, 4+4+4 eğitim yasasıyla, çocuk işçilerin küçük bedenleri üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Burjuvaziye hizmette sınır tanımadığını gösteriyor. 4+4+4 eğitim yasasıyla “dindar gençlik” yetiştireceğiz diyen AKP, [ 68 ] Marksist Teori 6 bu yolla bir yandan kendisinin ve cemaatlerin kitle tabanını genişletmeye çalışırken, aynı zamanda kapitalistlere “kadere boyun eğen”, kendisine verilenle yetinen, itaatkar, patrona karşı çıkmayı Allaha karşı çıkmak gibi gören, bu dünyada açlık yoksulluk çekse de, ödülünü ahirette alacağını düşünüp tevekkül eden işçi kıtaları hazırlamak istiyor. 4+4+4 yasasıyla, zorunlu din dersi ve ona, seçmeli de olsa Kur’an dersinin eklenmesi, 18 yaş altı çocuklara zorunlu, aile isteği ve baskılamayla örgün eğitimde Sünni İslami eğitimin verilmesi anlamına geliyor. Henüz dünya görüşünü seçmek için yeterli bilgi birikimine bile sahip olmayan yaşlardaki çocuk ve gençlerin dünya görüşünü dine, özel olarak Sünni İslami inanca göre şekillendirmek hedefiyle hareket ettiği görülüyor. Böylelikle aynı zamanda, Sünni mezhepler dışında kalan mezhep ve inançlardan ve bilimsel inanca sahip ailelerden çocuklar, zorunlu din dersi eğitimiyle Sünni İslamcı şekillendirmeye tabi tutulacakları gibi, seçmeli Kuran dersiyle aynı doğrultuda baskı altına alınacaklardır. Okul arkadaşlarının arasında dışlanma ya da derse girme şeklinde zorlamalar görülecektir. Okul yönetimleri bu derse girmeleri konusunda baskı uygulayacaktır. Bugün, kapitalist toplumsal yapı ön koşulu atlanmamak üzere, türbanlı kadınların üniversite eğitimi ve çalışma hakkı yönündeki adımlarda, kadın kurtuluş mücadelesinin ve Kürt halkının özgürlük savaşımının payı tartışmasızdır. Cemaatler kadınların toplumsal yaşama etkin katılışından rahatsızdırlar ve onların evlerine dönmelerini istemektedirler. 4+4+4 böyle düşünenlere aradıkları imkanı tanıyor. Yasaya göre son dört yılda eğitim yok öğretim var. Açıköğretim! Özellikle kız çocuklarının okula gitmeden öğrenimini sürdürmesi hedefleniyor. Erkek öğrenciler ise çıraklığa yönlendirilecekler. Ayrıca açıköğretimi seçenler, sınıf geçmek için dershanelere hücum edecekler. Böylelikle 4+4+4’le, genç kadınlar, 13 yaşından itibaren, üçüncü dört yılda zorunluluk kalktığı için, yaygın eğitime devam ediyor adı altında okuldan alınabilecekler. Evlendirilebilecek ya da eve kapatılabilecekler. Öğrencilere diploma 12 yılın sonunda verilecek ve tek diploma olacak. Öte yandan öğrencinin 4 yıl veya 8 yıl okumasının bir anlamı olmayacak ve öğrenci okulu yarıda bıraktığı takdirde eğitimsiz sayılacak. Ancak ortaokulu tamamlayanlara ilköğretim sertifikası verilecek. Ve en önemlisi anadilde eğitim yasada yer almıyor. İnkarcılık ve asimilasyon 4+4+4’le sürdürülüyor. Yasanın öngördüğü düzenlemeler içinde ‘tabletli eğitim’ olarak bilinen Eğitimde Fırsatları Arttırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) projesiyle ilgili bir madde daha var. Eğitimde teknolojinin kullanımının arttırılmasını öngören proje kapsamında 2015 yılına kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, Kamu İhale Kanunu (KİK) hü- [ 69 ] Marksist Teori 6 kümlerine tabi olmayacak. Projenin toplam maliyetinin, tamamen yaygınlaşması halinde 20 milyar doları bulacağı ifade ediliyor. AKP yandaşı patronlara ve tekellere zenginleşmenin yeni kapılarını açıyor. Projeyle devlet halktan topladığı vergilerle yandaşı tekellere ve burjuvalara sermaye birikimini hızlandırmaları için, para akıtacak. AKP hükümetinin, emperyalist küreselleşme politikaları doğrultusunda patronlara çocuk ve stajyer ucuz işçi sağlama saldırısını ve burjuva islami toplumsal temel yaratmayı amaçlayan bu yasayı mücadelelerle engelleyemediysek bile, sonuçlarına karşı mücadele etmeye devam edeceğiz. İnanıyoruz ki, ucuz işçi sağlama saldırganlığı, kapitalizmin yol açtığı ağır çalışma koşullarına karşı mücadele temelini asla değiştirmeyecek, onu mezara gömme mücadelesi büyüyecektir. Burjuva İslami toplumsal taban yaratma çabası ise bu mücadeleyi engellemeye yetmeyecektir. [ 70 ] YENİ BİR BAŞLANGIÇ YAPTIM* Yasemin Çiftçi 9 Şubat günü eylem hazırlığındayken taşıdığı bombanın patlaması sonucu ölümsüzleşen Marksist Leninist Komünist Parti militanı, komünist kadın Yasemin Çiftçi’nin, elimize posta yoluyla ulaşan MLKP İstanbul İl Komitesi’nin yayın organı Özgür İstanbul’da yer alan Eylül 2011 tarihli değerlendirmesini haber niteliği taşıdığı için yayınlıyoruz. “Marksistler diyalektiği bir yöntem olarak kullanırlar. Diyalektiğin yasalarından birisi şudur: ‘Her şey değişir, çünkü her şeyin bağrında çelişki vardır’. Sözlerime Felsefenin Başlangıç İlkeleri’nden kısa bir alıntı ile başlamak istedim. İnanıyorum ki, bütünlüklü bir değişime girişmek için felsefi bakımdan tarihsel materyalizm ve diyalektiğe dair asgari bir formasyon şarttır. Geleneksel kadınlığa ve küçük burjuva alışkanlıklarına savaş açarak; savaşçı özgür bir komünist kadın olma iddiası ile yola çıkan birisi olarak yazıyorum bu yazıyı. Tam da çelişkilerimi en derinden hissettiğim, geleneksel kadınlık duvarına ve küçük burjuva zaaflarıma çarptığım ve geriye düşüp sarsıldığım bir zaman diliminde bir alt üst oluşa adım attım. Alt üst oluş, geleneksel bir kadın * Atılım Gazetesinin 31 Mart 2012 tarihli sayısından alınmıştır. [ 71 ] Marksist Teori 6 için ya da hayatını ‘tek düze’ yaşamaya kodlamış birisi için ürkütücü gelebilir, fakat hayatımızın altının üstünden daha iyi olup olmadığını nereden biliyoruz? Özgür kadın yaratma ile karşı karşıya kaldım esasen. Düzene ve onun bende yarattığı zaaflara karşı mücadele etmeye giriştim. Bir çok kişi gibi ben de, önce aile kurumu ile bir mücadeleye tutuştum. Kadınlar bakımından daha zorlayıcı bir durum olsa da, bir çok kişi gibi ben de başarılı bir pratik sergiledim. Fakat bir kadını en çok zorlayan, duygularını yönetememe ve duygusal ilişkilerde geleneksel kadınlık rollerinden sıyrılamama sorunlarıdır, ya da hayatın, mücadelenin her yerinde geleneksel kadınlık durumundan çıkamamak, bu yönlerimizle esaslı mücadeleler verememek de diyebilirim. Benim için de durum böyleydi. Hedefim, profesyonel bir devrimci olmak olduğu için de ailemi, okulumu ve buna benzer bir çok şeyi arkamda bırakıp yola koyuldum. Demokratik alanda kitle çalışması yürütüyordum. Mücadeledeki başarı grafiğim inişli çıkışlı fakat genel olarak başarılıydı. Ta ki beni zorlayan, yönetim gücümün zayıfladığı bir döneme kadar. Bu dönem için, önce duraksama ve ardından gerileme dönemim de diyebilirim. Bu dönemde yaptığım ilk gerici şey, sığınacağım bir liman aramak ve bencil duygularla kaplı bir duygusal ilişki yaşamak oldu. Mücadeleyle bağlarımın zayıflaması, bir duygusal ilişkiyi daha fazla hayatımın merkezine almama neden oldu. Bu durum daha fazla gerilememe, küçük burjuva zaaflarımın daha fazla açığa çıkmasına, bencilleşmeme, emekçiliğimin zayıflamasına vb. yol açtı. Bu gerici duygular beni rahatsız ediyor, mutsuz ediyor, fakat pratik bakımdan çözme noktasında aslında bir adımım yoktu. Kendi gerçekliğimi görmek ve zaaflarımla gerçekçi bir mücadeleye girmek beni zorladığı için sorunlarımın etrafında dolaşıp dururken; sorunun özünden yani ana halkayı yakalamaktan, sorunun esasta ideolojik olduğunu tespit ve bunlara karşı mücadele etmek pratikte karşılığını bulamıyordu. Sorunlarımı bu tarzda çözme çabalarımda ise yine bireyci yaklaşımlarım oldu; tartışmalarımı (kimilerini) sızlanma olarak niteleyebilirim. Devrimci olan, içinde bulunduğun sorunları tespit ederek ve çözerek yürümek iken, ben takılıp kalıyordum. Devrimci olan, girdiğin her ortamı devrimcileştirmek ve attığın her adımın devrimci mücadeleye, işçi sınıfına hizmet etmesi ve bunların toplamını sadelik içinde yapmak iken, ben, attığım bir adımın karşılığını bekliyor ya da kimi durumları kişiselleştiriyordum. Gerici duygularım ve devrimci duygularım çatışırken karar verme ve yön çizme konusunda epey zorlandım. Ve gerilemek, zaaflarınla uzlaşmak seni öyle geriye savuruyor ki! Ben, tam bu dönemde partinin kapsayıcılığı ve her bir kadrosuna harcadığı emekle karşılaştım. Ve bir komünist, yıllarca düşlediğim ve ezilenlerin fiili meşru hakkı olan devrim- [ 72 ] Marksist Teori 6 ci şiddeti pratik anlamda uygulayabileceğim yeraltı çalışmasını teklif etti. Bu benim bakımımdan bir alt üst oluş demekti ve bu teklifi esasen beklemiyordum. Devrimciliğimi üretebilmek ve savaşçı, özgür bir komünist kadın olabilmek için bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmem ve beni bu düzene bağlayan tüm geri yönlerimle esaslı bir savaşa girişmem gerektiğinin farkındaydım. Ben, ilk adımı attım. Bunu kabul etmem, beni bu düzene bağlayan bir çok yükten arınmama vesile oldu. Büyük bir karmaşanın içinden çıkıp, bir sadelik dünyasıyla karşılaştım. Yeraltı çalışmasına adım atarken ne kadar önemsiz şeylere hayatımda gereğinden fazla yer verdiğimi fark ettim. Örneğin; kıyafetlerim ne kadar da hayatımı gereğinden fazla meşgul ediyormuş. Tepeden tırnağa bir değişim süreci beni beklerken, o kadar çok şey bende yük yapmış, hem fiziksel, hem de duygu bakımından. Fiziksel kimi şeylerden kurtulmak ilk etapta daha kolay oldu, ama esasta gerici olan duygularımı açığa çıkarma ve onlarla mücadele edip, takılıp kalmadan yürüme meselesi önemli bir yerde duruyor. Zaten bu gereksiz fiziksel durumları da, gerici duygularımız açığa çıkarıyor. Yer altı çalışması yaşama bakış açısını değiştiriyor. Yaşamdaki her bir ayrıntıya başkaca gözle ve dikkatli bakmak şart. Çünkü yapılacak küçük bir hata büyük zararlara yol açabilir. Bu alanda tüm çıplaklığınla varsın, açık ve net olmazsan, bilincini en üst düzeye taşıyamazsan ve bunun için mücadele etmezsen, kendini üretemez ve geriye düşersin. Fakat her anını devrimci mücadele için örgütlersen, mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda kendini her duruma göre hazırlarsan, devrimciliğini üretiyor ve zaaflarınla uzlaşmıyorsun demektir. Sonuçta, yaşam durağan değil ve hata da yapabilirsin fakat bu durumu asgariye indirmek, bunlardan ders çıkarıp yürümek o kadar önemli ki. Yeraltı çalışmasında düşman algın da değişiyor. Çünkü taraflar çok net ve düşman sana artık MLKP militanı olarak bakıyor ve onun silahına karşı, senin de silahın var. Ölüm duygusu hayatımda yer etmeye başladı. Ama korktuğum için değil, tam tersi yaşamı daha fazla sevmeye başladığım için, ölüm duygusu bana daha fazla kolay gelmeye başladı. Yanıbaşındaki yoldaşın ne kadar da değerli olduğunu güçlü biçimde kavrıyor ve hissediyorsun. Onu her an kaybedebileceğimiz duygusu, onunla ilişkini yoğunlaştırma ihtiyacını ve sevgini arttıran bir enerjiye dönüşüyor. Her şeyi sınırsızca paylaşmak, özellikle de yoldaşına sevgini, düşmana ise sınırsızca öfkeni örgütlemek ve bu bilinci oluşturmak o kadar önemli ki. Ben bunların çok başında olduğumun ve yüzeyselliklerimin farkındayım. Ama buna karşı mücadele ediyorum ve pratik beni kesin bir değişime zorluyor. Yaşam alanımız olan bir mekanla kurduğumuz ilişki, sıradan bir ev yaşantısı olmaktan çıkıyor. Çünkü o me- [ 73 ] Marksist Teori 6 kan, esasen bizim üssümüz. MLKP militanlarının üsleri onlara yakışır olmak ve amacına hizmet etmek zorunda. Her anımı titizlikle ve disiplin içerisinde örgütleme gerçekliği ile karşı karşıya kaldım örneğin. Halihazırda eski alışkanlıklarım karşıma çıkıyor; kendimde, bunları değiştirme gücü ve iradesi buluyorum. Görevler almaya başladığım ilk anlarda kimi küçük hatalar yaptım, fakat bu duruma hızla müdahale ettik ve ders çıkartıp yolumuza devam ettik. Bir kopuş yaşayarak yeraltına geçmek, bende yakın, kısa zaman diliminde bile (olumlu) değişimlere neden oldu. Ve bu değişim süreci devam ediyor. Yeni bir kişilik oluşturmaya başladım. Bu dönem gelişime, değişime güvenimi arttırdığım bir dönem oldu. Özellikle de bir kadın olarak kendimi daha güçlü hissediyorum. Tek başına hareket etmek, kendi gücüne dayanarak mücadele etmek ve zor dönemlerin devrimcisi olmak sorumluluğu ile karşı karşı kaldığım andan itibaren, bunu bir devrimci duruma dönüştürülebilecek sade bir kişilik yaratma gerçekliği önümde duruyor. Bunlar için attığım adımlar var. Fakat dediğim gibi; çok başındayım. Ve benim bakımımdan daha derinlikli tartışmalara ihtiyaç olduğunun da farkındayım. Bir çok geri yanımla açıktan savaşa girdiğim ve pratik adımlar attığım bu süreçte, beni zorlayan şeyin yine bir kadınlık durumu olduğunu fark ettim. Bilgi alanı ile ilgili yaklaşımım halihazırda yüzeysel. Gerçek bir kopuş için teoriye daha fazla saldırmam ve daha fazla kafa emekçiliği yapmam kritik yerde duruyor. Teori ile dünkü kadar yüzeysel ilişkilenmesem de, çok daha derinlikli bir algıya ihtiyacım var. Yeni bir başlangıç yaptım. Hayatımın altı üstüne geldi diyebilirim. Evet, her şey bağrında çelişki taşıyor. Ben gerilediğim, sığınacak limanlar aradığım bir dönemde, sistemin kadına biçtiği rolü kabullenmeyip devrimci bir adım attım. Savaşçı, özgür bir kadın olma mücadelesine girdim. Kendime bugünden başlayarak gelecekteki dönemler bakımından biçtiğim roller var. İşçi sınıfının kurtuluşu için, yani devrim ve sosyalizm mücadelesi için bir kadın komünist olarak yapabileceklerimin bilincindeyim. Hayatımın her anını buna uygun biçimde örgütlemek... Ve özellikle özgür bir kadın yaratma mücadelemde savaşçı olmanın ve iyi bir devrimci nefer ya da komutan olmanın daha önemli bir yerde durduğunu düşünüyorum. Yeraltı çalışmasının ve mücadelenin askeri cephesinin bir kadının özgürleşmesinde taşıdığı büyük önem benim için tümüyle berrak. Devrimin Işık’ı bizleri ‘mutluluğu fethetmek için gecenin evinde yangın çıkarmaya’ çağırıyor. Sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmak amacıyla yola çıkmış bir komünist kadın olarak ‘gecenin evinde yangın çıkarmaya’ doğru hızlı adımlar atıyorum.” [ 74 ] EZGİLERİNİ ÇAĞRINLA AYAKLANDIRDIĞIN KADINLAR SÖYLEYECEK Z.Deniz Boran “Ateş üretenlerin” yalın ama bir o kadar da çarpıcı öykülerine tanıklık ediyor zaman. Bahar dallarının erkenci vedalarının hüznünü yine bahar dağıtıyor. Karşımda hala canlılığını koruyan nergisler ve senin fotoğrafın. Nasıl da çoğalıyorsunuz yan yana. Güzelliğin, gülüşün nergisleri kıskandırıyor adeta. Gözlerinse geleceği muştulayan umut yıldızları gibi parlıyor. 9 Şubat 1989’da merhaba demişsin çiçeklere, ırmaklara, göğe, yıldızlara… 9 Şubat 2012’de ise yeni doğumları müjdeledin. Yüreğimizin, aklımızın elinden tuttun o gün. “Halkların baharında açmış bir çiçek” demişti yoldaşların. Muhteşem bir benzetme! Eylemin, inkâr edilen, soykırımcı katliamlara maruz bırakılan, sömürgeci boyunduruk altında tutulan Kürt halkımıza Türkiye’den kanatlandırılan bir selamdır. Türkiyeli ve Kürdistanlı işçilere, emekçilere, kadınlara, gençlere umutlu ve yenilmez bir çağrı. [ 75 ] Marksist Teori 6 Erkenci vedan yüreğimizi kavuruyor bilesin. Ne ki, eylemini; eyleminin ideolojik-politik anlamını çözümledikçe aynı yolda yürüyor olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Bilinir; her gidiş yeni bir çarpışmanın, arınmanın işaret fişeğine dönüşür. Bu kez çabalarımız birkaç kat artıyor. Yeni doğumları müjdeleyen gencecik bir kadın yoldaşımızdır çünkü. Ateşiyle ısınacağımız, rüzgârıyla serinleyeceğimiz, buza kesen ayazlarda sıcaklığıyla sarhoş olacağımız Yaseminimizdir doğan. Adımlarımızı hızlandırışımız bundandır. Niteliği yükseltme çabamız, uzattığın eli tutmak ve çağrına yanıt olma isteğimizdendir. Yaşamımızın orta yerine tahrip gücü yüksek bir bomba gibi düştün sevgili yoldaşım. Telaşlanma hemen. İyileştiren, iyileştirecek olan bir infilaktır bu. Bir dönemi tariflerken 9 Şubat öncesi ve 9 Şubat sonrası olacak yaşamımızda artık. Yeniden doğuşun milattır, yüzü, güneşe, ışıltılı geleceğe dönük sosyalist kadınlar için. 9 Şubat öncesi yürüttüğümüz tüm iç tartışmaları bir başka formda yürüteceğiz. Zira eylemin, yüreği devrim için atan kadınlara çok yönlü bir çağrıdır. Bu çağrıya vereceğimiz yanıtlar kadın devrimini ne denli kavradığımızın, yaşamımızda, mücadelemizde ne ölçüde ete kemiğe büründürdüğümüzün de göstergesi olacak. “Kadın devrimiyle özgürleşmeye, siyasetin merkezine” diyenler olarak, çağrın ve özgürleştirici gücü üzerinde yeniden ve yeniden dikkatle duracağız. İç tartışmalarımızı bir başka formda ele alacağız. Uzayan, dina- mizm üretmeyen sorularımızı, atalete, inisiyatifsizliğe yol açan yanıtlarını tarihin çöp sepetine atacağız. Bizi bir bataklık gibi içine çeken ve sönük bir yalnızlığa iten, yüzü kendine dönük, sıradanlığın, bencilliğin iç sesleriyle kopuşarak, yüzümüzü yaşamın yeşiline, yoldaş paylaşımlara, görkemli düşlere dikeceğiz. 9 Şubat’ta yeniden ve daha güçlü doğuşuna tanıklık etmiş olan kalbimiz, tınısını senden alan, rüzgârı senden esen coşkulu bir yenilenişe kilitlenecek. Söylediğin ezgi yüreğimizde, beynimizde alazlandıkça geriye çeken, gürül gürül akmamızı engelleyen ne varsa aşıp geçeceğiz duraksamadan. Ardımıza bakmayacağız hayır! Yaşamımızı kendi ellerimizle alt üst edeceğiz. Öyle ya, “hayatımızın altının üstünden daha iyi olup olmadığını nereden biliyoruz”. Yaşam öykülerimiz, yürüdüğümüz yol ne çok benziyor değil mi sevgili yoldaşım? Kaçımız benzer şeyler yaşamadık ki! Belki biçimi değişti, belki nüans farkları vardı. Fakat birçoğumuz geçtiğin yollardan geçtik, bilesin. Anlattıkların çok tanıdık sevgili yoldaşım. Tanıdık ve bir o kadar da can yakıcı. Yaşamın, mücadelenin değişik renkleri işte. Gürül gürül akarken kavga denizine, yolumuz kesildi kimi vakit. Hoyrat ellerin kaba müdahaleleriyle tökezledik bazen. Yeri geldi kavganın amansızlığına bir nergis narinliğiyle yanıt olmaya çalıştık. Eşitsiz bir savaştı ve kaybettik. Belki de acemiydik henüz! Yaşam cangılının sayısız deneyleriyle tanışmamış- [ 76 ] Marksist Teori 6 tık belli ki. Erkenci bahar dalları gibi donuverdik ayazda… Kırıldık… Öğretilmişlikler, ah öğretilmişlikler… Kolay kolay bırakmıyor peşimizi. Kimi zaman aile cenderesi içinde sıkıştırılırken kesiyor yolumuzu, kimi zaman sevgilimizle ilişkimizde, kimi zaman yeni görevlerle, farklı alanlarla karşı karşıya kaldığımızda. Köklü kopuşlar yaşadığımız da, tökezlediğimiz de oldu bu çarpışmalarda. Sahici kopuşlarla yüzümüzü geleceğe çevirdiğimiz gibi, öğretilmişliklere tutsak düştüğümüz de oldu. Hem de kafamızın bu konularda en açık olduğunu düşündüğümüz anlarda! Hani isteseler “doğrulara” dair saatlerce konuşabilir, sayfalar dolusu yazabilirdik! En ağır yenilgileri de böyle anlarda almıyor muyuz? Değerlendirmeni okurken, kadınlar olarak yaşamlarımızın birbirine ne çok benzediğini ve nasıl da kesiştiğini düşündüm. Evet, sevgili yoldaşım, toplumsal maddi koşulları değiştiremediğimiz, toplumsal cinsiyet rollerine karşı güçlü savaşımları bugünden örgütleyemediğimiz sürece aynı patikaları çiğneyip, benzer yollardan geçeceğiz. Fakat şanslıyız. Direnç çiçeğimiz Işık’a, kutup yıldızımız Güneş’e ve sana –Zilanımıza- yoldaşız. Şanslıyız. Beritanlarla, Çiçeklerle, Sabolarla, Hamiyetlerle, Ayferlerle, Sefagüllerle, Lalelerle, Yeterlerle, Haticelerle, Sibellerle, Seraplarla devrimci yoldaşlıkta atıyor yüreğimiz. Sizleri tanıdıktan, mücadele içinde kendinizi var edişinize tanık olduktan sonra, o yolu aynı şe- kilde yürümemiz mümkün mü? Ayak izlerinize basarak yürüyoruz sevgili yoldaşım. Bağrında okyanuslar taşıyan, birbirine kavuşmaya çalışan, kavuştukça birbirinden güç alan damlalar kadar sabırlı oluşumuz bundandır. Yüzünü güneşe dönen güne bakanlar kadar cesursak, fetheden gülümseyişinizin, güven veren yürüyüşünüzün payı büyüktür sevgili Yasemin. Çağrın! Nasıl da yalın. Çağrın, coşkulu yürüyüşün, kendini devrimci tarzda var edişin billurlaşmasıdır. Yıkmaya yönelmek, yıkmak ve yeniden kurmak… Kolay cesaret edemediğimiz, fakat bir kez yönelince de devrimci sonuçlar aldığımız bir yol. 9 Şubat’ta yeniden doğuşun, yıkmak ve yeniden kurmak konusunda biz devrimci kadınlara ateşten bir çağrıdır. Bu çağrıya rüzgârdan yanıtlar oluşturuyor nice genç kadın. Soluğu senden esen, eskiyi yıkma çağrısından güç alan bir rüzgâr bu. Ektiğin tohumlar yeşermektedir, kuşkun olmasın. Bahar dalımız… Zayıf, yetersiz yanlarımızla hesaplaşırken ellerimizden tutacaksın. “Gerçeğe, sakınmadan, dosdoğru, gerçeğin gözünün içine bak” diyeceksin tüm inceliğinle. Gerçekle, verili gerçeğimizle yüzleşmenin, özgürleşmenin ilk adımı olduğunu bilerek yürüyeceğiz. Gerçeğimize gözümüzü kapayıp, kafamızda oluşturduğumuz tasvirlerle kendimizi kandırma gafletine yenilmeyeceğiz. Mücadeleyi yeni bir düzeye taşıma çağrına somut yanıtlar oluşturacağız. Devrimciliğimizi, kadın devrimini yaşamımızda, eylemimizde ne [ 77 ] Marksist Teori 6 denli pratikleştirdiğimizi tuttuğun aynaya bakarak çözümleyeceğiz. Rutini zorlamanın sınırlarımıza dokunmak olduğunu bilecek ve o sınırlara saldırma kararlılığıyla hareket edeceğiz. Gülümseyen gözlerinden aldığımız güçle, bizi geriye çeken, zincirleyen, tutuk kılan, adanmışlığımızı, feda ruhumuzu sınırlayan her ne varsa, tümüyle cesaretle, cüretle hesaplaşacağız. Devrimciliğimizi, enerjimizi sınırlayan tüm yüklerden arınacağız yürüyüşünün yalınlığını izleyerek. “Kadın öncülüğünü” eyleminde somutladın sevgili yoldaşım. İşaret ettiğin ışıltılı yolda cüretine tutunarak yürüyecek ve yeni örnekler yaratacağız sana söz! Gökkubbe tanıktır buna. Aynı iplikten dokunduğun, adımlarını takip ettiğin Güneş’imiz, komutan Onur’umuz tanıktır! Kadın şafağının yapıcısı kadınlar olarak, kadın devrimini – özgürleşme mücadelemizi ilmek ilmek dokuyacağız. Yüzümüz, Zilanlaşan genç kadın cüretine, iradesine ve kararlı yürüyüşüne dönük olacak daima. 9 Şubat senin, Zilan olarak yeniden doğduğun, baharın, zaptedilmez bir coşkuyla hayatın dallarına yürüdüğü gündür. Bizim içinse, 9 Şubat, bütün düzenleri yıkmaya yöneldiğimiz, yüzümüzü döneceğimiz bir rehbere sahip olduğumuzu öğrendiğimiz gündür. Tarih yaprakları bizim için 9 Şubat öncesi ve sonrası olarak ayrışmıştır artık. Erkenci her çağrı, baharın yaşamı yeniden ve yeniden çiçeklendirişi, her yeni doğum, biz kadınları daha da ileriye çekiyor. Sonsuzluğa yürüyüşünüz ellerimizden tutan bir rehbere dönüşüyor. 9 Şubat’tan sonra senin gözlerin ve yüreğinle bakıyoruz dünyaya. Senin yerine de savaşma göreviyle, sorumluluğuyla karşı karşıya buluyoruz kendimizi. Büyük kayıpları büyük değerlere dönüştürmek, yıldızlaşanlarımızın mutlulukla taşıdığı bayrakları, onur, cür’et ve bahtiyarlıkla yükseltmekle mümkün. Biliyoruz ki, sizlerden, kızıl kanatlı kadınlarımızdan ve yürüyüşünüzden öğrendiğimiz ölçüde, soluğumuz soluğunuza karışır. Ol sebepten sevgili yoldaşım, ezgin yüreğimizde alazlandıkça sana, size, daha da yakınlaşacağız. Ezgini, özgür kadın cüretinle öne atılan, gülümseyişinle ısıttığın, çağrınla ayaklandırdığın kadınlar söyleyecek artık. [ 78 ] AKP’nin BÖLGESEL YAYILMACI HEVESLERİ VE SURİYE Yusuf Kenan Çobanoğlu Emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçi devletler Saddam Hüseyin’in sözde kitle imha silahları gibi, şimdi de İran’ın nükleer programının yarattığı tehlike üzerine gürültü koparıyorlar. Hem de tümü nükleer silahlara sahipken. Hem de emperyalist gericiliğin bölgedeki suç ortağı İsrail’in nükleer silahları bir sır değilken! Aynı demagoji ve psikolojik savaş, Esad rejimi üzerinden de yürütülüyor. NATO emperyalistleri, nasıl ki, işgal ve savaşa karşı olan halkları Libya konusunda yalanlarla ikna etmişlerse, bugün de aynı başarıyı Suriye konusunda sergilemeye çalışıyorlar. Baas rejimine karşı demokrasi uğruna mücadele ettiklerine inanılmasını istiyorlar. Bölgenin Kralları ve Emirleriyle birlikte Esad yönetimine karşı, Suriye için “insan hakları ve demokrasi” savaşımı yürüttüklerini söyleyebiliyorlar. 1 Nisan’da, İstanbul’da, AKP ve emperyalistlerin kotardıkları “Suriye’nin Dostları” toplantısından sonra, 5 Nisan’da Harp Akademilerindeki konferansta Abdullah Gül’ün, “İran’ın nükleer programının gerilimin sıcak ça[ 79 ] Marksist Teori 6 tışmaya dönüşme ihtimali”nden sözedip “Türkiye’nin gelişmeleri uzaktan izleyemeyeceğini” açıklaması, füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesinin kabulünden itibaren İran rejimine karşı Türk burjuva devletinin değişen politikasını gözler önüne serdi. Ayrıca Harp Akademileri’ndeki konuşmasında Gül, “Suriye, Irak ve İran’daki gelişmeler ve bu gelişmelerden dolayı meydana gelen gerilimin sıcak bir çatışmaya dönüşme ihtimaline” karşı “Türkiye için askeri hazırlık bir seçenek değil zorunluluk” diyerek, burjuvazinin ve AKP’nin, bölgesel yayılmacı heveslerini ortaya koydu. Davutoğlu ise, Türkiye için Suriye meselesinde “olaylara zamanında müdahil olmazsak ve bu olaylar eğer benim geleceğimi de etkiliyorsa, o zaman bir tutum belirlemekle karşı karşıya kalırız. Bu bir zorunluluk meselesi, yoksa bir tercih meselesi değil” dedi. Soruna biraz yakından bakarak bu sözlerin gerçek anlamını görelim. Esad karşıtı gerici ve emperyalist işbirlikçisi cepheye herkesten çok Türkiye kucak açıp destek verdi. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) İstanbul’da kuruldu, emperyalistlerin ve Türk burjuva devletinin Suriye’ye askeri saldırısını isteyen tüm gruplar İstanbul’da. Hür Suriye Ordusu (HSO) komutanları ise saldırıları Hatay’dan örgütleyip yönetiyorlar. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ilk günden itibaren sert açıklamalarla Suriye konusunda emperyalist askeri saldırıyı kışkırttılar. Hatta öyle ki, “Suriye Dostları” İstanbul toplantısından savaş kararı çıkaramayan Erdoğan-Davutoğlu ekibi, Kofi Annan planının ‘’başarı sağlamayacağını’’ peşinen ilan ederek savaş ve işgal isteklerini tekrarladılar. Devletin tüm kademeleri, özellikle Suriye konusunda savaş dilini kullanıyor. Resmi ve diğer tekelci medyayı savaş çığırtkanlığıyla görevlendirmiş durumdalar. El Cezire ve emperyalist medya, “gerekli” haberleri hazırlıyor ve dünyaya servis ediyor. Türk burjuva medyasına da bunları Türkçeye çevirmek kalıyor! Son olarak El Cezire televizyonundan ayrılan bir grup medya emekçisi, Suriye’ye dair haberlerin önemli bölümünün düzmece olduğunu belgeleriyle ortaya koydular. O haberlerden biri, yere yatırılıp, üzerlerine kan izlenimi verecek boya dökülen çok sayıda insanla ilgiliydi. El Cezire kendi imal ettiği bu haberi, Esat rejiminin katlettiği insanlar biçiminde sundu! Peki, ne oldu da Türkiye, Suriye ile “bir anda” kanlı bıçaklı hale gelip, Esad rejimine karşı savaş kışkırtıcısı ve örgütleyicisi pozisyonu aldı? Burjuva devletin ve AKP’nin bölgesel yayılmacılık istekleri ile bu konuda kaderlerini ABD’ye bağlamış veya stratejilerini bu temelde hazırlamış oluşları belirleyicidir. Libya’dan sonra sıranın Suriye’ye geldiğini ve Esad rejiminin ipinin çekilmesinin an meselesi olduğuna iman eden AKP, yağmadan siyasi ve iktisadi pay kapmak için öne fırladı. Savaş tamtamları çalarak, bölgesel hegemonya hakkı [ 80 ] Marksist Teori 6 konusunda uyarıcı oldu! Ne var ki, işler düşündüğü gibi gitmedi. Güneybatı Kürdistan’daki, ulusal demokratik hareketin güç kazanması, Esad’ın rejime yönelen güçleri daraltmak için Kürt halkıyla, statü tanıma temelinde bir anlaşma yapması ihtimali ikinci etkendir. Bunun Kuzey Kürdistan’a etkilerini düşünmek bile inkarcı sömürgeci faşist rejimi ve hükümetini çıldırtmaya yetiyor. En başta bunlar nedeniyle AKP, Suriye Baas rejiminin yıkılması için SUK ve HSO’nun silahlanmasıyla, eğitilmesiyle ve askeri faaliyetini örgütlemekle yetinmemekte, sınırda provakatif eylemler veya “insani yardım” adına planladığı 20 km derinlikteki “tampon bölge” işgalini hazırlamaya çalışmakta, dahası ABD ve AB emperyalistlerini Libya’ da yaptıklarının benzeri bir işgale zorlamaktadır. Hangi Suriye Özgür Olacak ABD ve bölgedeki işbirlikçileri, özellikle AKP diktatörlüğü, gerici savaşı örgütlemek ve işgale gerekçe yaratmak için her gün Suriye halkına demokrasi götürmekten dem vuruyor! Bu yalanın ardındaki gerçeğe biraz yakından bakalım. Suriye’de Baas diktatörlüğüne karşı mücadele eden başlıca güçleri iki cephede toplayabiliriz. Birinci cephe, silahlı mücadele yürüten, emperyalistleri ve Türk burjuva devletini işgale davet eden gerici cephe. Bu cephe SUK ve SHO’dan oluşuyor. Emperyalizm yanlısı burjuva muhalefet, kaderini emperyalistlerle birleştirmeye karar vermiş eski Baas’çılar ile Müslüman Kardeşler’den oluşuyor. Bu cephe Kaidecileri, Selefileri ve onların askeri eylemlerini kendi hegemonyası için kullanıyor. İkinci cephe Birleşik Komünist Partisi ile demokratik özgürlükler isteyen ilerici güçlerden oluşuyor. Bu güçler Halkın Kurtuluşu ve Yenilenme için Değişim Cephesi içinde birleştiler. Esas olarak barışçı mücadele yürütüyor ve Baas diktatörlüğünü demokratik özgürlükler için reformlara zorluyor. Özellikle işbirlikçi güçlerin gerici iç savaşından sonra ayaklanmayla iktidarı alma eğiliminden uzaklaşarak reformlara yöneldiler. Başlıca güçlerden biri olan Kürt hareketi iki ana eğilime ayrılmış durumda. Barzani ile ilişkide olan Kürt örgütleri SUK’la birleşme isteği taşırlarken, KCK platformundaki PYD ve yakın örgütler, rejim ve SUK’tan bağımsız ve ikinci cepheye yakın bir çizgi izleyerek Kürtlerin ulusal haklarını elde etmek için mücadele ediyorlar. SUK ve Müslüman Kardeşler, emperyalistlere ve AKP’ye askeri müdahale çağrısı yapıyor, Katar emiri ve Suudi kralı tarafından finanse ediliyor, emperyalistler ve bölge gericileri tarafından silahlandırılıp eğitiliyorlar. Bunlar ve işbirliği yaptıkları Selefi ve Kaideciler sivil halka yönelik cinayetler işliyor, mezhep çatışması kışkırtıyorlar. AKP ve emperyalizmin Suriye’deki gözdelerinin “demokrasi”yle ilgisi, [ 81 ] Marksist Teori 6 Karzai veya Faysal rejimlerinden daha fazla değil. Yalanlar bu gerçeği nasıl karartabilir ki! Bugün Suriye’deki yegane ilerici, yurtsever, elde demokrasi bayrağı taşıyan hareket, PYD’nin de bir parçası olduğu “Halkın Kurtuluşu ve Yenilenme için Değişim Cephesi”dir. O da Esad rejimine olduğu kadar, her tür emperyalist saldırıya, işgale karşı. AKP diktatörlüğü, Suriye Baas rejiminin katliamlarını işgal için gerekçe gösteriyor. Oysa bu tip katliamları despotik Suudi rejimi de yaptı ve üstelik tanklarla bir başka ülkeye, Bahreyn’e girerek! AKP diktatörlüğü kitlesel katliamları işgal gerekçesi gösteriyorsa, Bahreyn’de katliam yapan Suudi krallığına, Irak’ta, Afganistan’da katliam yapan ABD emperyalistlerine, Yemen’de katliam yapan Salih diktatörlüğüne, Filistin’de katliam yapan Siyonist İsrail rejimine karşı savaş açmalı. Bu güçlerin katliamcılığına ses çıkarmayıp Suriye rejimine karşı savaş örgütlemesi, yetinmeyip işgal çağrısı yapması, açık ki AKP’nin emperyalist işbirlikçisi ve Kürt düşmanı yayılmacı istek ve gerici politikalarından kaynaklanmaktadır. AKP diktatörlüğünün kendisi Roboski’de Kürt köylülere kitlesel katliam uyguladı. Birbirinden katliamcılık bakımından pek de farklı olmayanların, bu gerekçeyle veya “insani nedenle işgal” çağrısı yapması sahtekârlıktan başka bir şey değil. Demokrasi sorununa gelince… AKP diktatörlüğü Suriye’de rejimin meşruluğunu yitirdiğini, demokrasiye geçme yönündeki tavsiyeleri dinle- mediğini ileri sürüyor ve bunu savaş gerekçesi sayarak Türkiye’nin “iç işi” görüyor. Bu yalanı da bizzat kendi tavrıyla kanıtlanıyor. Suudi krallığının ve AKP’nin andığımız diğer bazı müttefiki rejimlerin demokrasiyle ne ilgisi var? Politik hak ve özgürlüklere yönelik kapsamlı saldırganlığı, AKP’nin “demokrasi” gerekçesinin sahtekârlığını ortaya koyuyor. Ayrıca SUK’la yaptığı anlaşmayla Suriye Kürtlerine ulusal haklar tanınmaması şartını dayatan bizzat Erdoğanve Davutoğlu ikilisidir. Kürtlerin ulusal hakları “demokrasi”nin temel taleplerinden biridir. AKP diktatörlüğünün derdinin demokrasi olmadığına şahit gerekir mi? Haksız Savaşa Karşı Mücadele Sorunları Türkiye’de, AKP, emperyalizm yanlısı ve emperyalizmin gölgesinde ‘demokratikleşme’ vaaz eden burjuva liberaller, sermaye oligarşisi, politik İslamcıların büyükçe bölümüne varan geniş bir cephe emperyalist gerici koalisyonun işgaline ortam hazırlamaya çalışıyor. Bu güçlerden şimdilik çekimser kalanlar ise “iç savaş”ın yeterince olgunlaşmadığını ve bu olgunlaşmanın beklenmesini öğütlüyorlar. Politik İslamcı güçlerden çok azı doğrudan emperyalist-gerici yayılmacı savaşa karşı tavır alabilmektedir. Diğer yandan ABD emperyalizmine mesafeli duran bazı ulusalcı ve CHP gibi güçlerin, süreç ilerlediğinde Kürtlerin kazanacakları olası statüyü ve iktidar odağını bastırmak için sa- [ 82 ] Marksist Teori 6 vaş taraftarı olmaktan geri durmayacaklarını bekleyebiliriz. Emekçi sol hareket içinde ise, emperyalist gerici savaşa karşı kararlılıkla mücadele eden, AKP diktatörlüğünün savaş macerasına karşı eylemlerde tutarlı bazı devrimci ve antifaşist parti ve gruplar, Suriye rejiminin halka karşı bir diktatörlük olduğu gerçeğini yok saymaktadırlar. Suriye’de devrimcileri bilinmeyen zindanlarda mahkemeye bile çıkarmadan uzun yıllar esir tutan, Kürt halkının en küçük meşru taleplerini dahi tanımayan Baas rejimine “antiemperyalist” payesi vermek, onu bu temelde desteklemek kaba bir “antiemperyalist” ittifak politikasıdır. Geçen yüzyılın başında Lenin, ulusal burjuva hareketleri desteklemek için, onların emperyalistlere karşı uzlaşıcı konumdan mücadelesini yeterli görmeyerek, komünistlerin, işçi ve köylü emekçileri bağımsızca örgütlemesine özgürlük tanıyıp tanımamalarını diğer temel ölçüt sayıyor, ancak bu ikinci koşula uygun davranıyorlarsa desteklenmeleri gerektiğini vurguluyordu. Bugün emekçi sınıflarla “ulusal” burjuvazi arasındaki çelişki o dönemle kıyaslanamaz ölçüde derinleşmiş durumdadır. Suriye yönetimi, komünistlere, işçi ve emekçilere örgütlenme özgürlüğü tanımadığı gibi, dahası çelişkide olduğu ABD ve AB emperyalistlerinin saldırılarına karşı, “antiemperyalizmi”, diktatörlüklerini örtmek için kullanma becerisini göstermekte, gerektiğinde de diğer emperyalist güçlerle işbirli- ği yapmaktan geri durmamaktadırlar. Hatta özgün çıkarlarına dokunulmadığı ölçüde ABD ve AB emperyalistleriyle uzlaşma ve işbirliği yolunu da aramaktadırlar. Komünistler ve tutarlı devrimciler, emperyalistlere mesafeli duran küçük devletlere yönelik emperyalist işgal ve gerici savaşlara karşı çıkar ve mücadele ederler. Ama bu rejimleri desteklemez ve ittifak politikası gütmezler. Bu ülkelerdeki devrimci ve ilerici güçlerin burjuva-gerici rejimlerinden bağımsız halk hareketlerini örgütlemeye çalışan ve bunu emperyalist işgale karşı mücadeleyle birleştiren parti ve güçlerin mücadelesini desteklerler. Suriye Baas diktatörlüğü, bağımsız örgütlenme yapan Birleşik Komünist Partisi kadrolarını zindana atarken, kendi kuyrukçusu SKP’ye sınırlı çalışma ve vekil çıkarma hakkı tanımaktadır. Bu gerçeğe rağmen TKP’nin, “Sosyalizm Kazanacak” etkinliğine davet ettiği SKP Siyasi Bürosu sözcülerinden Abdullah Halil, Arap isyanlarından ilham alarak Esad diktatörlüğüne başkaldıran halkın “ABD emperyalizmi”nin desteğiyle ayaklandığını (oysa Suriye’de Mart 2011’de başlayan isyanın ilk iki ayı kesinlikle halk hareketidir) iddia etmiş, Esad diktatörlüğünü savunmuştur. Halil, “Suriye ordusu da yurtsever bir ordudur, onlara da destek vereceğiz” diyerek gerici rejime desteklerini net olarak açıklamıştır. TKP bu görüşe hiç bir eleştiri yöneltmeyerek Suriye sorununda Baas diktatörlüğü- [ 83 ] Marksist Teori 6 ne destek olmayı onaylamıştır. Geçen yıllarda emperyalizme ve işbirlikçi AKP hükümetine karşı mücadele adına Türk burjuva milliyetçiliğini ve orduyu desteklediğini dikkate alırsak Baas milliyeçiliğinin kuyrukçusu çizgiye destek vermesinde şaşılacak bir durum görmemek gerekir. İran rejiminin temsilcisi Mehdi Hamadani’yi ise Halk Cephesi, “3. Eyüp Baş Uluslararası Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği Sempozyumu”na davet edip konuşturmakta bir sakınca görmedi. İran’ı temsilen davet edilen Mehdi Hamadani, İslami antiemperyalizm süsü vererek, katil İran rejimininin propagandasını yapabildi. Sempozyumu düzenleyen Halk Cephesi, antiemperyalizm adına İran emekçi sınıfları ve devrimci partileriyle, onları on yıllardır dinci faşist bir diktatörlük altında tutan, on binlercesini katleden İran rejimini adeta müttefik gören bakış açısına yuvarlanabildi. Özgürlükler için ve emekçi sınıfların mücadelesinden koparılmış antiemperyalizmin varacağı yer milliyetçi burjuvaziye kuyrukçuluktan başka bir yer olamaz. Suriye’ye savaş hazırlığı gerici cephenin savaş gücünün yetersizliği nedeniyle ‘’ateşkes’’ uğrağında. Baas diktatörlüğü de, emperyalist gerici cephe de zaman kazanarak bu durumu her biri kendi lehine dönüştürmeye çalışıyor. Baas diktatörlüğü egemen emperyalist güçler cephesine karşı Rusya ve Çin’in diplomatik ve askeri yardımından da yararlanarak emperyalist saldırıyı olabilirse engellemeye, değilse kolay yenilmeyeceği koşullar elde etmeye çalışıyor. Gerici ve emperyalist cephenin örgütlediği savaş askeri işgale dönüşmeden bile, Suriye halklarının mücadelesinin burjuvazi ve gericilikten bağımsızca gelişmesini sakatladı. Fakat yine de bağımsız halk hareketini geliştirerek ayaklanmaya dönüştürmek, emperyalist abluka ve saldırılara karşı mücadeleyi bununla birleştirmek tek doğru yoldur. Komünistler bu yolda yürüyen güçleri destekleyerek, onların sesi ve omuzdaşı olarak, emperyalist savaş hazırlığına, hırslı ve açgözlü AKP diktatörlüğünün savaş macerasına karşı mücadeleyi büyüteceklerdir. [ 84 ] NEPAL’DE DEVRİMCİ MUHALEFET PVB’DE MERKEZLEŞİYOR Gülistan Devrim Nepal’deki son gelişmeler üzerine, BNKP(M) Merkez Komitesi Politbüro üyesi, Baidya-Badal devrimci muhalefet grubunun sözcülerinden Basanta yoldaştan görüş aldık. 10 Nisan 2012’de Praçanda-Baburam çizgisinin Nepal ordusuna Halk Kurtuluş Ordusu’nu tasfiye emri vermesi ve HKO’nun Nepal Ordusunun denetimi altına girmesiyle birlikte, BNKP(M) içindeki devrimci muhalefet, kendi ordulaşma sürecini başlattığını duyurdu. Bu süreç artık muhalefetle merkez arasındaki her türlü uzlaşma ihtimalini de ortadan kaldırmış bulunuyor. 24 Nisan’da Kupondul’da, Genç Komünistler Birliği (YCL) başta olmak üzere BNKP(M)’nin değişik örgütlerinden Baidya-Badal devrimci muhalefet çizgisinden yaklaşık 250 Maoist’in katılımıyla düzenlenen bir toplantıda, “Halkın Gönüllüleri Bürosu”nun (PVB) kuruluşu ilan edildi. Bu büronun kurulması 1 yıl önce karar altına alınmış, ancak Praçanda ve ona yakın olan eski [ 85 ] Marksist Teori 6 YCL kadrolarınca sürüncemeye bırakılmıştı. Mevcut durumda büro, muhalefetin örgütlenme merkezi olarak işleyecek. Büronun başına BNKP(M) Daimi Komitesi üyesi Biplap (Netra Bikram Chand) getirilirken, 17 kişilik yönetimi ise, BNKP(M)’nin en militan gücünü oluşturan ve Nepal burjuvazisinin dağıtılması yönünde uzun süre dayatmalarda bulunduğu Genç Komünistler Birliği (YCL) kadroları ile devrimci muhalefet saflarındaki HKO savaşçılarından oluşuyor. Basına kapalı yapılan toplantıda, devrimci muhalefetin önderlerinden BNKP(M) Genel Sekreteri Badal’ın (Ram Bahadur Thapa), YCL’yi etkinleştirmek için bu birime ihtiyaç duyulduğunu, gençliğin rolünün, yarım kalan devrimi tamamlamak olacağını, YCL birimlerinin PVB bünyesinde öz savunma kuvvetleri olarak işlev göreceğini, belirttiği kaydediliyor. Büroya YCL’nin devrim sürecindeki rolüne benzer bir rol biçiliyor. PVB’nin, HKO’nun kuruluş aşamasında olduğu gibi, genel olarak 6 bölüm ve 6 komuta merkezinden oluşan bir askeri yapılanmaya sahip olması ve uzun vadede HKO’ya dönüştürülmesi öngörülüyor. Toplantıda Nepal Ordusu’nun 10 Nisan saldırısı da bir “askeri darbe” olarak nitelendi. Muhalefetin somut adımlarına dair basına açıklama yapmayan Basanta yoldaş, Marksist Teori’ye muhalefetin sürece yaklaşımı konusunda önemli bilgiler verdi. Röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz. 22 Nisan 2012 Partinizdeki iki çizgi mücadelesinde son durum nedir? Komünist bir parti için iki çizgi mücadelesi yaşam kaynağıdır. Nasıl bir cisim, içinde çelişki olmadan var olamıyorsa, komünist bir parti de iki çizgi mücadelesi olmadan var olamaz. Ancak, iki çizgi mücadelesi her zaman aynı düzeyde olmaz, kapsadığı konuların içeriğine bağlı olarak değişir. Partimizdeki iki çizgi mücadelesi esasen, Nepal Federal Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulduğu, Kurucu Meclis’in ilk toplantısından sonra keskinleşti. Nepal’de monarşi kaldırıldı, ama feodalizm değil. Nepal hala yarı feodal ve yarı sömürge bir ülkedir. Dış müdahale artıyor. Süregiden iki çizgi mücadelesinin özü, bu durumu nasıl kavramak gerektiği ve statükonun, yani demokratik cumhuriyet kozmetiğiyle süslenmiş yarı feodal, yarı sömürge koşulların mı sürdürüleceği, yoksa onun yerine Federal Halk Cumhuriyetini kurmak için mücadeleye devam mı edileceği konusunda merkezleşmektedir. Birkaç ay önce, Merkez Komite toplantımız tam başlamışken, başkan Praçanda çizgi sorunlarına dair birçok şeyi açığa vurduğu bir röportaj verdi. Bu röportajda net bir şekilde, Nepal’de artık bir yeni demokratik devrim yapmaya gerek kalmadığını, çünkü yeni demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki boşluğun daraldığını söyledi. Büyük bölümünün tamamlandığını ve kalanının da sosyalist devrim gündeme geldiğinde tamamlanabileceğini söyledi. Parti- [ 86 ] Marksist Teori 6 nin önünde duran temel görevin donör ülkeler için elverişli bir atmosfer yaratarak üretici güçleri geliştirmek olduğunu ekledi. Böylece, ulusal ekonomiden ve ulusal burjuvaziden bile yana durmuyor. Aslında emperyalist sisteme entegre olmuş durumda. Halk iktidarının feshedilmesi, HKO’nun 10 Nisan 2012’de nazik bir darbe ile Nepal Ordusu’nun ellerine teslim edilmesi, toprakların toprak ağalarına geri verilmesi, Hindistan’la BIPPA ve su kaynakları üzerine diğer utanç verici anlaşmalar vb. anti-ulusal anlaşmaların imzalanması, Praçanda-Baburam kliğinin, ABD emperyalizminin bölgesel bekçi köpeği Hindistan yayılmacılığının ve onların Nepal’deki kuklalarının hizmetine girmesi demektir. Bu süreç yoluyla bu klik ulusa ve aynı zamanda sınıfa ihanet etmiştir. Eğer önderler çıplak biçimde emperyalizm ve onun yerli ajanları önünde teslim olurlarsa, o zaman iki çizgi mücadelesi tek başına partinin bir sorunu olarak kalamaz. Daha ziyade ulusun ve bir bütün olarak tüm ezilen halkların sorunu haline gelir. Kitlelere taşınmalıdır ki, bunların halk-karşıtı ve ulus-karşıtı suçları teşhir edilebilsin. Bu nedenle, şu anda kitlelere taşıdığımız iki çizgi mücadelesi tüm bir ezilen sınıf, ulus, cins ve bölgenin devrimcilerin yanında durmasını sağlamak ve Marksizm kisvesi altında ulusa ve halka ihanet eden sağ revizyonistleri teşhir etmek için bir ideolojik ve siyasal kampanyadır. Son Merkez Komite toplantısı örgütsel sorunları ele almak için bir yöntem benimsedi. Birincisi, hiçbir düzeydeki hiçbir komite, azınlık ve çoğunluk temelinde karar almayacak ve ikincisi, eğer oybirliği yoksa o zaman her bir ideolojik grup kendi ayrı komite toplantılarını örgütleme, karar alma ve kendi başına uygulama hakkına sahip olacak. Başka bir deyişle, partimizdeki her bir ideolojik grup karar almakta ve bunları pratikte uygulamakta serbesttir. Şu anda partimizde demokratik merkeziyetçilik yürürlükte değil. Partideki iki çizgi mücadelesi şimdi açıkça kitlelere taşınıyor. Biz tüm bu sürecin sentezinin, bizi, devrimi ileriye taşımak için daha derin bir ideolojik kavrayışla donatacağını düşünüyoruz. Halk Kurtuluş Ordusu’nun durumu nedir? Şimdi ordu tamamen çözüldü mü? Muhalefet bunun karşısında nasıl bir tutum almayı düşünüyor? Muhalefetin Halk Kurtuluş Ordusu’nun dağıtılmasını engelleme konusundaki çabalarını yeterli görüyor musunuz? Ya da yeniden devrimci süreci geliştirmek için bu konuda nasıl bir planı var? 2000’deki ilk konferansında Nepal Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluşu duyurulduğunda Başkan Praçanda HKO’nun, dünya proletaryasının, yirmi birinci yüzyılda karşıdevrimi önleyecek militan bir kuvveti olduğunu söylemişti. Şaşırtıcı bir şekilde, 12 yıl sonra, 10 Nisan 2012’de HKO’nun “başkomutanı” başkan Praçanda Nepal ordusuna, tam da bu kendi can [ 87 ] Marksist Teori 6 verdiği HKO’ya yönelik, kamplarını kuşatarak ve teslim olmaya zorlayarak bir darbe yapma emrini verdi. Bunun cephesinden cesur bir karar olduğunu iddia etti ama gerçekte emperyalizm, yayılmacılık ve gericiliğin çeşitli renkleri önünde kapitülasyonun ödlekçe bir kararıydı. Partinin uluslararası ilişkileri bakımından iki çizgi mücadelesinin içeriği ya da yansıması nedir? Örneğin Hindistan Komünist Partisi (Maoist)’in eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ya da benzer tutumları olan diğer örgütlerinki hakkında? İki çizgi mücadelesi yüzeye çıkmadan önce, uluslararası komünist hareket parti çizgimize karşı eleştireldi. Bazı partiler partimizi açıkça eleştirdiler, Hindistan Komünist Partisi (Maoist), İran Komünist Partisi (Marksist Leninist Maoist), ABD Devrimci Komünist Partisi bunlardan bazılarıdır. Ve bazı başkaları da eleştirel görüşlerini içte paylaştılar. Ancak, birkaç revizyonist parti dışında, devrimcilerin çoğu o zaman izlediğimiz çizgiye karşı çıktı. Ama partimizde iki çizgi mücadelesi yüzeye çıktığında, tüm dünyadan devrimciler, devrimci çizgiye ve Kiran yoldaşın önderlik ettiği devrimci fraksiyona ideolojik destek verdiler. Çeşitli devrimci partilerden gelen eleştiriler özünde doğruydu. Ama bazıları durumun sübjektif bir kavrayışına dayanıyordu. Ancak bu eleştiriler revizyonizme karşı mücadelemizde ve devrimin ve devrimci çizginin savunulmasında yararlı oldu. Devrimci muhalefet 2005 Chunwang toplantısını nasıl değerlendiriyor? Şu anki durumun oluşmasında bu toplantının kararları bir rol oynadı mı? Muhalefet bir geçmiş değerlendirmesi yaptı mı? Sonuçta tüm süreç boyunca alınan kararların önemli bir kısmında devrimci muhalefeti oluşturan yoldaşların da imzası var. Bu konularda muhalefetin açıklamalarından edinemediğimiz bilgi, muhalefetin geçmiş dönemde kendi aldığı tutumlara eleştirel yaklaşıp yaklaşmadığı ve eğer öyleyse, hangilerine eleştirel yaklaştığıdır? Tam da bu toplantıda yeni bir Demokratik Cumhuriyet taktiği benimsedik. Bunun taktik bir değişim olduğunu söyledik. Kurucu Meclis yolunu benimsediğimiz bir dönüm noktasıydı bu kesinlikle ve bizi bu noktaya getirdi. Chunwang çizgisinin kesinlikle bugünkü durumun gelişmesiyle ilgisi var. Ama Chunwang da yoktan var olmadı. Bu nedenle geçmişin tam bir değerlendirmesini yapmalıyız ki bugüne dek yapmadık. Zengin bir değerlendirme yapmak için bence Chunwang toplantısına, İkinci Ulusal Konferansa ve hatta daha öncesine yoğunlaşmalıyız. Ve ayrıca “21. Yüzyılda Demokrasinin Gelişimi” konusundaki tutumumuzu da belirlemeliyiz. Muhalefet bir Parti Kongresi yapmaya nasıl yaklaşıyor? Praçanda çizgisi, kongrenin toplanmasına muhalefetin karşı çıktığını iddia ediyor. Durum böyle mi? Uzun yıllar boyunca bir parti kongresi yapmamış ol- [ 88 ] Marksist Teori 6 mak parti içinde bürokratikleşmeyi destekleyen nedenlerden biri mi? Elbette, epeyce uzun bir süredir, 20 yıldır, parti kongresi yapmamış olmak, parti içinde bürokratikleşmeyi destekleyen nedenlerden biri. Ama bu ilk ve temel neden değil. Şu anki durumun ortaya çıkışının esas nedeni, temel önderliğin bir kısmında gelişen ideolojik ve siyasi yozlaşmadır. Parti kongresi sorunu çözmede yararlı olur ve düzenlenmelidir de. Ama parti kongresi şu anda mümkün değil, istemediğimiz için değil, ama iki-çizgi mücadelesinin içerdiği sorunlara ilişkin derinlemesine bir tartışma örgütlememiz için gereken elverişli ortamın olmayışı nedeniyle. Çatışmanın partide herhangi bir bölünme yaşanmadan çözülebileceğini düşünüyor musunuz? Muhalefet nereye kadar bunu göz alır? Devrim yapmak için güçlü bir parti isteyen devrimcilerdir. Devrimci güç, öncelikle ideolojik ve siyasal çizginin doğruluğu ve ikinci olarak da, sahip oldukları örgütün çapı ve maddi güçle ölçülür. Bu nedenle, devrimciler öncelikle doğru bir ideolojik ve siyasi çizgi inşa etmeye yönelmeli ve sonra da maddi temelini güçlendirmek için, partide daha çok birleşmeyi sağlamak üzere doğru bir örgütsel çizgiye. Başkan Mao gerçek bölücünün kim olduğu konusuna çok net olarak ışık tutmuştur. Demiştir ki, Marksizm’den sapanlar bölücüdür. Sağ revizyonistler, stratejik görüş olan sosyalizmden sapmışlardır, bu nedenle bölücü de onlardır. Bu an- lamda, Praçanda-Baburam kliği bölücüdür. Şimdi biz doğru bir çizgiyi geliştirmek ve savunmak için keskin bir iki çizgi mücadelesi veriyoruz. Sonuç olarak bu, yoldaşlarda dönüşüm sağlıyor ve devrimci kutbu güçlendiriyor. Durumun gelişimiyle devrimciler devrimi ileriye taşımak üzere yeniden örgütlenecek ve bir devrimci merkezi pekiştireceklerdir ve revizyonistler de emperyalizmin hizmetinde kendi yollarına gideceklerdir. Marksizm ve revizyonizm bir komünist parti içinde çok uzun süre bir arada kalamaz. 21. Yüzyıl demokrasisi tezinin içeriği nedir? Her iki taraf bu konuda neler düşünüyor? 21. yüzyıl demokrasisi, partimizin 2001’de ortaya koyduğu yeni bir konsepttir. Daha ziyade, yeni demokratik veya sosyalist toplumda karşıdevrimi önlemek için hayata geçirilmesi önerilen bir siyasi metodolojidir. Birkaç noktaya odaklanmaktadır. Birincisi, devrimin tamamlanmasından sonra halkın partinin her üç cephesini, hükümeti ve orduyu yönetmesini ve denetlemesini güvenceleyen bir siyasi mekanizma geliştirmeyi önermektedir. İkincisi, çok parti rekabeti güvencelenmelidir. Üçüncüsü, temel önderlik günlük politikaya karışmamalı, ideolojik ve siyasi çalışmalar yapmalıdır. Dördüncüsü, ikinci ve üçüncü dereceden liderler dahi hükümete sürekli değil dönüşümlü temelde katılmalıdır. Beşincisi, HKO güç olarak küçük olmalı, ama kitleleri eğitmeye yeterli olmalıdır ve kışlalarda konuşlanıp vb. onlarla ilişkilerini [ 89 ] Marksist Teori 6 kesmemelidir. Bunların hem yeni demokratik, hem de sosyalist toplumda uygulanması önerilmektedir. Devrimin tamamlanmadığı ve HKO’nun dağıtıldığı koşullarda, birinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci noktalarda ortaya konan sorunlar güncel olarak pek fazla anlama sahip değil. Geriye kalan ikinci nokta, çok parti rekabeti, Praçanda-Baburam kliği için son derece yararlı olmuştur, emperyalist sistem altında parlamenter siyaset uygulamak için bunu kullanmışlardır. Bu nedenle Prachanda ve Baburam önderliğindeki revizyonist klik bunu çok fazla dillendiriyor çünkü bu, bu kliğe halkın kafasını karıştırma ve onları çok partili sisteme çekmede çok yararlı bir alet olmuştur. Yoldaş Kiran’ın önderliğindeki devrimci fraksiyon partide iki çizgi mücadelesinin patlak vermesinden sonra bu konsepti kapsamlı biçimde tahlil etmemiştir. Genel olarak hala, bu konseptin komünist parti içinde gizlenen revizyonistler tarafından kapitalizmin restore edilmesini önlemeye epey yardım edebileceğini ve HKO’nun devrimi savunmak üzere bürokratizmden korunabileceğini düşünüyoruz. Ama bu konseptin kendisi de ikiye ayrılıyor. Doğru ve kapsamlı bir senteze ancak yeni demokratik devrimi tamamladıktan ve bu konsepti pratiğe koyduktan sonra ulaşabiliriz. NKP(Maoist) 12 maddelik anlaşmayı yaptığında ve sonrasında, riskli bir yönelim olmasına rağmen, özellikle kentlerde örgütlenmesini geliştirecek taktik bir manevra olarak önemli olanaklar sunan adımlar atmış oldu. Burjuvazinin her zaman tekrardan silaha başvurmak için elverişli meşru koşulları oluşturacak gerekçeler sunacağını, bu nedenle başvurulan taktik manevraların NKP(Maoist)’in elini güçlendireceği düşünürdü. Böyle de oldu, bu fırsatlar hem de çok defa oluştu. Ama BNKP(M) anlaşmalara sadık kalmakta ısrar etti. Ki bunlar anlaşmanın diğer tarafı (burjuvazi) tarafından çoktan ihlal edilmişti ve artık bu anlaşmalar devrimin büyütülmesine hizmet etmiyordu. Bunun nedeni neydi? Bugünden geriye bakarak, bu taktik yönelimin toptan yanlış olduğunu söylemek mi gerekir, yoksa sıkıntı sürecin yönetilmesinde mi yaşanmıştır? 2005’teki Chunwang toplantısından sonra Demokratik Cumhuriyetin taktik olarak benimsenmesi ve bunu Delhi’de, Nepal parlamenter partileriyle yapılan 12 maddelik anlaşmanın izlemesi, bu sürecin bütününde önemli bir rol oynamıştır. Toplantıda tam da bu taktiğin, merkezi iktidarı zapt etmek için halk ayaklanmasının bir zorunlu önkoşulu olan, kentlerde devrimci bir taban yaratmayı sağlayacağı oybirliğiyle kabul edilmişti. Gücümüzü pekiştirmek üzere kentlere geldik. Ama Halk Savaşı’nın fırtınalı on yılları boyunca kazandığımız ne varsa şimdi elimizden gitti. Yakın dönemde başkan Praçanda, Hindistan yayılmacı egemen sınıflarıy- [ 90 ] Marksist Teori 6 la 12 maddelik anlaşmanın öncesinde anlaştığımızı açığa vurdu. Bir Hindistan gazetesine, The Hindu’ya, 16 Nisan 2012’de verdiği bir demeçte “Delhi’de 12 maddelik anlaşma ile başlayan yolculuk şimdi bir sonuca ulaştı” diyor. The Hindu’yla bu röportajı, Nepal ordusuna kışlalardaki HKO’ya bir darbe düzenleme emrini verdikten hemen sonra yaptı. Bu durum Praçanda-Baburam kliğinin parlamenter partilerle 12 maddelik anlaşmayı imzalamak için yayılmacı efendileri önünde teslim olduğu gerçeğini açığa çıkarıyor. Praçanda-Baburam kliği bunun devrimi tamamlamak için bir taktik olduğunu söylemişti. Ama şimdi kanıtlanmıştır ki bu, Hindistan egemen sınıfının, Nepal parlamenter partilerinin ve Praçanda-Baburam kliğinin Nepal devriminin sonunu getirmek için dizayn ettikleri üç-taraflı büyük bir stratejiydi. Bu gösteriyor ki Praçanda ve Baburam Nepal emekçi kitlelerine ve dünya proletaryasına sadece yalan söylemediler, aynı zamanda komplo da kurdular. HKP(Maoist) sizi, birçok başka noktanın yanı sıra, burjuvazinin konumunu doğru değerlendirmemekle eleştiriyor. Anladığımız kadarıyla, BNKP(Maoist)’in feodalizme karşı mücadeleye (monarşinin tasfiyesi vb.) aşırı vurgu yaptığını, ama burjuvaziyi doğru ele almadığını, bunun da burjuvazi ile bitmek bilmez bir anlaşmaya yol açtığını söylüyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu çok önemli ve yerinde bir soru. Şahsen ben, HKP(Maoist)’ten yoldaşların doğru bir noktaya parmak bastıklarını düşünüyorum. Yoldaş Kiran’ın önderliğindeki ideolojik fraksiyonumuz henüz kapsamlı bir senteze ulaşmış olmasa da, bu, süregiden iki çizgi mücadelesinin köklendiği siyasi konulardan biridir. Yeni demokratik devrimin iki yüzü vardır; antifeodal ve antiemperyalist. Bu iki yön ayrılmaz biçimde bütünleşmiştir. Ama partimizde bu ilişkinin kavranışında ta başından beri bazı farklılıklar vardı. Diğer önderlerden farklı olarak Baburam, monarşiye karşı mücadeleye dış müdahaleye karşı mücadeleden daha fazla vurgu yapıyordu. Kitleler bunu Hindistan yanlısı bir tutum olarak anlıyorlardı. Buna ek olarak, yeni demokratik devrimin öncesinde bir Demokratik Cumhuriyet alt-aşaması olması gerektiği yönünde bir yanlış tutuma sahipti. 2004’te Merkez Komitesinin Phuntiwang toplantısı ulusal bağımsızlık sloganıyla halk savaşının yoğunlaştırılması kararını aldığında Baburam buna ciddi biçimde muhalefet etti. Sonuç olarak iki çizgi mücadelesi keskinleşti ve Praçanda ile Baburam arasında Hindistan yanlısı ve kral yanlısı gibi saldırılar ve karşı saldırılar bunu izledi. Parti bölünmenin kıyısına geldi. Ama daha bir yılı geçmeden 2005’te Chunwang’da Praçanda ve Baburam dramatik biçimde, Demokratik Cumhuriyet gibi bir yeni taktikle, aynı noktada durdular. Bu aslında Baburam’ın Praçanda üzerinde büyük bir siyasal zaferiydi. Baburam tam da bu toplantıda Praçanda’nın [ 91 ] Marksist Teori 6 kendisini kazandığını ve hayatı boyunca bir daha asla ona meydan okumayacağını ve ikinci adam olarak hizmet edeceğini söyledi. Şimdi de bugünkü senaryoya vardık. Chunwang toplantısından bu yana Baburam’ın çizgisi partimizi yönetiyor. Şimdi çok net biçimde belli ki Chunwang toplantısında Baburam Praçanda tarafından değil, Praçanda Baburam tarafından kazanılmıştı. İkisi biçimde taktik, özünde stratejik olarak demokratik cumhuriyeti benimsemekte anlaştıklarında, bu kliğin monarşiye karşı mücadeleye daha fazla vurgu yaptığı ve Hindistan yayılmacı egemen sınıfları ve onun Nepal’deki kuklalarıyla uzun vadeli bir uzlaşma içinde olduğu açıktı. Muhalefetin, Praçanda-Baburam çizgisine karşı zamanında harekete geçmediğini ya da durumu fark etmekte çok geç kaldığını düşünmüyor musunuz? Parti önderliğimizde yanlış bir şeylerin kokusunu almadık değil. Ona gerekenden fazla inandık. Bu bizim zayıflığımızdı. Çok geç kalmış değiliz, ama geç de kaldık. Hala bunun tali bir boyut olduğunu düşünüyoruz. Esas yön, devrimin büyük bir sağ tasfiye tehlikesinden kurtarılmış olmasıdır. Devrimin tehlikede olduğundan emin olduğumuzda, hem çizgiye, hem de önderliğe parmak bastık. Keskin iki çizgi mücadelesinin uzun seyrinde denenmiş önderler ve kadrolardan oluşan bir ekibe sahibiz ve devrimci çizgimiz gelişiyor. Nihayetinde Marksizm revizyonizme üstün gelecek ve Nepal’de Yeni Demokratik Devrim kazanacaktır. [ 92 ] BİR KONGRE VESİLESİYLE HİNDİSTAN İZLENİMLERİ Eylem Canik Marks zamanında Londra’dan Kalküta’ya yolculuğun bir kuşaktan kısa sürede sadece 7 güne düşeceği öngörüsü geleceğe iyimser bir bakıştı. Bugün Kalküta’ya gitmek için sadece yarım gün yetiyor. İngilizlerin sömürgecilik döneminde inşa ettikleri kent hala eski yüzünü koruyor, sömürgecilik dönemi stilindeki devasa binalar yerli yerinde ve bisiklet tipindeki Riksha’ların taksi olarak kullanılmasına devam ediliyor. Tüm ülke üzerinde İngiliz sömürgeciliğinin izleri günümüzde de canlı; konuğu olduğumuz Hindistanlı yoldaşların komşusu ve dostu olan 92 yaşındaki militan kadın, o dönemi iyi hatırlıyor. İngiliz sömürgecilerine karşı mücadeleden, 1947’de “iktidarın devrinden” – Hindistanlı devrimciler resmi bağımsızlığın işbirlikçi bürokratik burjuva ve büyük toprak sahipleri sınıfına iktidarın devredilmesi olduğunu belirtmek üzere bu şekilde adlandırıyorlar – beri komünistim ve bugün de gösterilere katılıyorum diyor. Tekstil işletmelerinin çoğu kapanmış ve çok önceleri siyasi ve ekonomik merkez, 20 milyonluk bir kent olan Mumbai, başkent Delhi ve varoşları, Marksist Teori 6 “Hindistan’ın Silikon Vadisi” Bangalor veya ülkenin güneyinde kültürel bir merkez olan Chennai gibi başkaca bölgelere kaymış. İngilizlerden bir başka kalıntı ise tüm yarımadayı kaplayan ve 1.2 milyarlık nüfus için önemli bir ulaşım aracı olan demiryolu sistemi. Trenlerde dahi, Hindistan’da süre giden kast sistemini hissediyorsunuz; rezervasyona tabi, klimalı, temiz battaniyeli uyuma koltuklu bölümler de var, pencere yerine demir parmaklıkların olduğu bölümler de. Fakat fareler bu sınırları tanımıyor. Ve yoksullar yiyecek, kitap ve tokadan Hindistan haritasına dek satabilecekleri her şeyi satarak treni boydan boya dolaşıyorlar. Trenler, her biri, çokça dünya ülkesinden daha büyük olan farklı eyaletlerden rengârenk elbiseli insanlarla dolu, farklı görünümler, kokular ve seslerle. Geleneksel Sarisi ve alnındaki işaretiyle yiyecek satıcısı emekçi bir kadın, İphon’la oynayan enformatik öğrencisinin yanında oturuyor. Benim yanımda bir Müslüman aile var. Penceredeki adam Punjab’lı; başında Sih dininin sembolü olan pagri nedeniyle bunu anlamak kolay. Ve bu büyük ülkenin tüm manzaraları pencereden uçarak gözünüzün önünden geçiyor. Ve tabii ki herkes şu olmazsa olmaz “çay”ı içiyor. Ancak adı bizim bölgemizdekiyle aynı da olsa, içindeki süt ve bir ton değişik baharat nedeniyle tanımanız neredeyse imkânsız. Ama binlerce baharatın tadı ve kokusunun sizi her yerde, tatlılarda bile kovala- dığı bir coğrafyada bu sizi şaşırtmamalı. Hindistan iki uç arasında bir ülke. Bir yandan dünyanın en yüksek ikinci nüfusuna sahip, serbest döviz kuru bakımından dünyanın en büyük on birinci ekonomisi, alım gücü bakımından dördüncüsü ve en hızlı büyüyen ikinci ekonomi. Ancak madalyonun diğer yüzünde geniş kitlelerin vahşice sömürülmesi, çok yüksek bir yoksulluk, okuryazar olmama ve beslenme yetersizliği var. Hindistan’ın değişik bölgelerine yaptığımız tren yolculuğunun ilk durağı, 28 eyaletin en yoksullarından biri olan Orissa-Bhubaneswar’dı. Burada Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) militanlarınca karşılandık. Bütün kent, 9. Kongrelerinin burada toplanacağını duyuran büyük duvar resimleri, pankartlar, afişler ve bayraklarla süslenmişti. Partiye yakın olan sendikanın oto-riksha sürücüleri bile araçlarını bayrak ve afişlerle donatmışlardı. HKP(ML)’nin 9. Kongresi ve Hindistan devrimci tarihinden notlar Bizden başka Kongre’ye Hindistan’dan 5 grup ile İran, Almanya, Afganistan, ABD, Ukrayna, Bangladeş, Fas, Kongo ve Nepal’den uluslararası delegeler katıldılar. Kongre binlerce kişinin yer aldığı ve Hindistan’ın çeşitli dillerinde sloganların atıldığı büyük bir yürüyüşle başladı. Ayrıca Adivasi yerli halkların dans ekipleri de geleneksel giysileriyle gösteriye katıldılar. [ 94 ] Marksist Teori 6 HKP (Maoist) şu anda 150 bin civarında savaşçı gücüne ulaşmış durumda, bunların hepsi tabii ki modern silahlara sahip değil. Bu kongre Hindistanlı yoldaşlar için özel bir anlama sahipti, zira 1970’te Kalküta’da düzenlenen, HKP(ML)’in ilk, Hindistan devrimci hareketinin 8. Kongresi sayılan ve Çaru Mazumdar’ın Genel Sekreter seçildiği kongreden 41 yıl sonra ilk kez düzenleniyordu. 22 Nisan’da, Lenin’in 99. doğum gününde kurulan HKP(ML), o dönemde reformizmle büyük bir kopuş ve silahlı mücadelenin güçlü bir savunusuydu. Parti, Mart 1967’de Darjeeling dağ bölgesinde patlak veren ve Hindistan’da bir silahlı mücadele dönemi başlatan tarihsel Naksalbari ayaklanmasından sonra kurulmuştu. Bugün de, HKP (Maoist)’ten HKP (ML) Kurtuluş gibi reformist akımlara, köylü örgütleri ve öğrenci hareketlerinden sol sendikal federasyonlara dek tüm devrimci ve sol güçler Naksalbari ayaklanmasını savunur. Bu nedenle tüm Hindistan’da Naksalit sözü Maoist devrimciler için eş anlamlı olarak kullanılır. 8. Kongre sonrası dönem Hindistan devrimci hareketi bakımından çok çetin geçti. Özellikle 28 Temmuz 1972’te Çaru Mazumdar’ın Kalküta’da Lalbazar polis merkezinde katledilmesinden sonra, parti, gerek devletin vahşi saldırıları, gerekse iç tartışmalar nedeniyle sarsıldı. Çok sayıda MK üyesi ve başkaca önemli önderlerin de arasında olduğu binlerce partili şehit düştü. On binlercesi işkence gördü ve hapsedildi. Bunun ardından parti birçok gruba bölünerek dağıldı. Ancak bu duruma teslim olunmadı, süreç içinde egemen düzene karşı direniş ve çeşitli devrimci grupların birliği ve yeniden örgütlenmesi için çabalar başlatıldı. Bugünkü Naksalitlerin iki akımı Bugün Naksalitlerin iki temel akımı olduğu söylenebilir. Silahlı mücadeleye temel bir önem atfeden ve gizli örgütlenenler, Halk Savaşı Grubu, Maoist Komünist Merkez ve HKP(ML) Parti Birliği’nin gerçekleştirdiği birlikten itibaren, esasen HKP (Maoist)’te birleşmiş durumda. Güçlü bir gerilla savaşı yürütüyor, Halk Gerilla Kurtuluş Ordusu’nu (PGLA) Yeni Demokratik Devrimi gerçekleştirmenin en önemli aracı olarak görüyor ve onun siyasal niteliğine büyük önem atfediyorlar. PGLA, HKP (Maoist) Merkez Komitesince seçilen bir Merkezi Askeri Konsey tarafından yönetiliyor. Bu parti şüphesiz çok geniş bir kitle desteğine sahip, özellikle de yoksul köylüler ve yerli halklar arasında. Ve Hindistan [ 95 ] Marksist Teori 6 burjuvazisi onu bir numaralı düşman olarak niteliyor. Silahlı mücadeleyi 8 bin gerillayla başlatan HKP (Maoist) şu anda 150 bin civarında savaşçı gücüne ulaşmış durumda, bunların hepsi tabii ki modern silahlara sahip değil. Naksalitlerin diğer akımını ise HKP(ML) Kurtuluş, HKP (ML) ve bir dizi küçük grup oluşturuyor. Bu parti ve gruplar “kitle çizgisi” hattında olduklarını söylüyorlar. Ki pratikte esas olarak siyasal kitle hareketlerinde aktifler, stratejilerinin bir parçası olarak seçim olanağından yaralanıyorlar, silahlı mücadeleyi esasen ya lafızda kabul ediyor veya savunma yöntemi olarak görüyor, böyle ilişkileniyorlar. Bu iki kamp arasında kalmış olan üçüncü bir akımdan da söz edilebilir. Bu örgütler, HKP (Maoist)’e daha yakın olan, bir başka ifadeyle, silahlı mücadeleden ve gizli partiden yana, fakat açık kitle faaliyetini de reddetmeyen bir mevzideler. Ülkenin güneyinde faaliyet yürüten ve kitle örgütünün adı PALA (Halk Sanatları ve Literatür Derneği) olan bir devrimci örgüt ile HKP(ML)-Yeni Demokrasi bu grup içinde anılabilir. HKP(ML) Kurtuluş esasen parlamenter biçimlere yoğunlaşır ve Maoistlerin “terörünü” teşhir ederken, HKP(ML) Yeni Demokrasi HKP (Maoist)’i devrimci bir güç olarak niteliyor ve aynı zamanda sınırlı kimi silahlı birlikleri var. “Partimizin durumuna ilişkin değerlendirmemiz şöyle; savunma durumundayız, bu gerilla mücadelesinde saldırıya hazırlandığımız aşamadır. Şimdi bütün tartışma saldırıyı nasıl hazırlayacağımız üzerine. Mücadele yelpazesini genişletme, siyasi anlamda daha büyük bir kitleyi etkimiz altına sokma bu hazırlığın unsurlarıdır. Sıradan insanları mücadeleye dahil etmeden, onları hazırlamadan başarı sağlanamaz. Başarıların neler olduğunu değerlendirmelisiniz. Biz bugün bir direniş mücadelesi yürütüyoruz. Sadece ekonomik bir mücadele değil, aynı zamanda gerilla mücadelesi de. Ama bu mücadele içinde çeşitli birlikleri gerilla birliklerine dönüştürerek gerilla birliklerini hazırlama sürecini başlattık.” HKP(ML) Yeni Demokrasi’nin kendisine dair değerlendirmesi böyle. Bugün tamamen legal bir parti olan HKP(ML) 9. Kongreyi tarihlerinde önemli bir mihenk taşı olarak görüyor. Hindistan’ın 19 eyaletinden 159 delege ile 46 gözlemcinin katıldığı Parti Kongresi, dört temel belgeyi tartıştı ve sonuçlandırdı: Parti Programı, Parti Tüzüğü, Devrimin Yolunu Güçlendirme konusunda değişiklik önergeleri ve acil görevleri tanımlayan Siyasal Rezolüsyon. Oldukça canlı ve demokratik bir ortamda geçen ana tartışmalardan biri, Yeni Demokratik Devrim yerine, Demokratik Halk Devrimi ifadesinin tercihi meselesiydi. Yoğun tartışmaların bir diğer konusu ise seçimlere HKP (ML) adıyla katılabilmek için parti tüzüğüne Hindistan burjuva devletinin anayasasının kabul edildiğini belirten zorunlu bir paragrafı ekleyip eklememek üzerineydi. Ciddi bir [ 96 ] Marksist Teori 6 2009’da parti, Tüm Hindistan Devrimci Kadın Örgütü -AIRWO’yu kurdu. Partinin genel inisiyatifi ve ayrıca Venezüella’daki Dünya Kadın Konferansı kuruluşun zeminiydi. delege kitlesinin itirazlarına rağmen nihayetinde bu paragraf oylamada çoğunluk sağlanarak tüzüğe dahil edildi. Parti tüzüğüne dair kararla birlikte, HKP (Maoist)’e yönelik tamamen eleştirel yaklaşımın, kimi reformist eğilimlerin partideki yansımaları olarak değerlendirilmesi haksızlık olmayacaktır. Ancak birçok partiden farklı olarak, HKP (ML) saflarındaki yoldaşça atmosfer, kolektif örgütlenme ve parti önderleri ve üyeleri arasında eşit ilişkiler yaşamın tüm alanlarında ve açık tartışmalarda 5 gün süren kongrenin tamamı boyunca dikkat çekiyordu. HKP(ML)’nin kadın kurtuluşu için mücadelesi 2009’da parti, Tüm Hindistan Devrimci Kadın Örgütü -AIRWO’yu kurdu. Partinin genel inisiyatifi ve ayrıca Venezüella’daki Dünya Kadın Konferansı kuruluşun zeminiydi. Yeni MK ile Merkezi Kontrol Komisyonuna önerilen ve seçilen 29 üyeden sadece üçünün kadın olması ve kadın delege sayısının düşüklüğü HKP(ML)’nin kadın kurtuluş mücadelesi bakımından yolun epeyce başında olduğunu gösteriyordu. Chhattisgarh’lı İngilizce öğretmeni ve AIRWO’nun önderi Usha durumu şöyle yorumluyor: “eğer erkek profesyonellerimiz eve ve çocuklara bakmak için haftada sadece bir gün evde otursaydı bunun çok yardımı dokunurdu Sorunumuz şu ki profesyonel devrimci olan çok az sayıda kadınımız var. Ve eğer bir erkek profesyonel devrimci ise kadının aileyi finanse etmek için bir işinin olması ve çocukları büyütmesi gerekiyor. Buradaki dördümüzden ikisi evli değil ve evlenmemeleri için teşvik etmeye çalışıyoruz!” Partinin yeni Merkez Komitesi’nin dört kadın üyesinden Sharmistha Choudhury, işin başında olmalarına rağmen partinin doğru bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünüyor: “HKP(ML) muhtemelen gerek revizyonist, gerekse devrimciler içinde kadın sorununu özel bir sorun olarak ele alan tek parti. Revizyonistler sorunu devrimden sonrasına erteliyorlar, ama bize göre o zaman dahi özel bir sorun olarak ele alınması gerekecek. Sorunu sosyalizm sorunu olarak görüyoruz, çünkü kadın sorunu demokratik devrimle çözülemez, devrimden sonra da sürecektir. O derece köklüdür, ailenin bütünsel durumuyla vb. Ki, sadece bir demokratik talep değil bir devrim sorunudur. Biz kadın sorununun sadece [ 97 ] Marksist Teori 6 demokratik bir sorun olmadığını ama aynı zamanda sosyalizmde de derhal çözülmeyeceğini, ancak komünizmde çözüleceğini biliyoruz. Bu soruna komünist yaklaşım, özel mülkiyetle, bundan kaynaklanan aile yapısının ve ekonomik durumun neoliberal ve feodal unsurlara karşı günlük ve sürekli mücadeleyle birleştirilmesidir”. Tüm delegeler Türkiye ve Kürdistan’daki durum hakkında bilgi almaya ve değişik deneyimlere çokça ilgi duyuyorlardı. Esasen genç ve kadın yoldaşlar oturum aralarında ve geceleri her fırsatı soru sorarak ve deneyim paylaşarak değerlendirdi. Bu yoğun ilgi parti kongresi boyunca uluslararası konuşmacıların katılımıyla düzenlenen üç seminer boyunca da sürdü. Seminer konuları şunlardı: “Yeni Sömürgeci Aşamasında Emperyalizm Ve Uluslararası Komünist Hareketin Önündeki Sorunlar”, “Dalit, Adivasi, Azınlıklar Ve Kadın Sorununa Komünist Yaklaşım” ve “ICOR’un Kurulmasının Anlamı ve Uluslararası Komünist Hareketin Önündeki İdeolojik Sorunlar”. Slumlarda ev yıkımlarına karşı mücadele Milyonlarca insanın kentlere göç etmesiyle kent nüfusunun 2001’de %30’dan 2011’de %40’a hızla büyüdüğü Hindistan’da ev yıkımlarına karşı mücadele güncel bir sorun. Bhunebaneswar kentinin 1.5 milyonu aşkın nüfusunun %25 ila 30’u slum (tahta, odun, teneke gibi malzemelerden yapılan derme çatma konutlardan oluşan son derece yoksul gecekondu bölgeleri/teneke mahalleler) bölgelerinde yaşıyor. Hükümet buldozerle ev yıkımlarına girişiyor, buna karşın halk taşla ve cesaretle direniyor. HKP(ML) MK üyesi Pramila ile birlikte bu bölgede 5 ayrı slum’ı ziyaret ettik. Yoldaş Pramila da bir slumda yaşıyor. 25-60 yaş arası emekçilerin, yoksulların barındığı slum bölgelerinde halk bizi çok sıcak karşıladı ve dil sorunlarına rağmen ilişki kurmak ve deneyimleri paylaşmak sorun olmadı. Bir yıldır devletin yıkım saldırıları bu bölgede lüks apartmanlar ya da otel inşası gibi projeler nedeniyle tırmanıyor. Ancak slum emekçileri sadece direnmekte kararlı değil, aynı zamanda örgütlü de. Farklı slumlar arasında bir iletişim ağı örgütlenmiş, bir saldırı olduğunda birbirlerini bilgilendiriyor ve destek veriyorlar. Özellikle kadınlar, gerek slumların girişindeki barikatlarda, gerekse de konut ve su kaynakları hakkını talep ettikleri gösterilerde daima ön cephedeler. Slum halkı sadece devletin buldozerlerine karşı direnişi örgütlemek için değil, aynı zamanda slumlarda günlük yaşamı örgütlemek için de komiteler seçmiş. Çoğunlukla inşaat işçisi ya da ev hizmetçisi olarak çalışıyorlar. Ailesi üç kuşaktır slumda yaşayan Rangani Sahi slumından Binod Sau, bize, saldırılara karşı kullandıkları değişik yöntemleri anlatıyor: “polis bize saldırdığında onlara çelik gaz tüpleri attık. Aynı zamanda çamur ya da kaynamış yağ dolu kovalar kullandık. Kovaya bir ip bağladık, fırlattık ve iple geri çektik. Kullandığımız [ 98 ] Marksist Teori 6 deneyimlerimiz hakkında daha fazla bilgi almak istediler. Slumdaki bir parti çalışanının evinde yediğimiz –elbette Hindistan’da her zaman olduğu gibi sadece sağ elimizle- öğle yemeğinde sohbeti sürdürdük. Hükümet buldozerle ev yıkımlarına girişiyor, buna karşın halk taşla ve cesaretle direniyor. HKP(ML) MK üyesi Pramila ile birlikte bu bölgede 5 ayrı slum’ı ziyaret ettik. Yoldaş Pramila da bir slumda yaşıyor. Güney Hindistan’a devam diğer silahlar ise benzin dolu bidonlar, sopalar ve bez parçaları… Burada olmak bizim hakkımız. İlk saldırı 29 Aralık 2010’da oldu. Tüm halk bizi destekledi. Kitle örgütü ve HKP(ML) de bizi destekledi. Her yıl 29 Aralık’ta bir eylem günü ilan etmeyi kararlaştırdık. 3 Ocak’ta protesto amacıyla belediye ofisine gittik. 10 km.lik bir yürüyüştü ve kadınlar en önde yürüyordu. Saldırıya uğradık ve 32 kişi yaralandı, hatta 2 kişi öldü, askerler tarafından öldürüldüler. Ölene dek mücadele edeceğiz ama bu yeri terk etmeyeceğiz”. Türkiye ve Kürdistan gibi ülkelerde de bu tipten sorunların gündemde olduğunu duyunca halk benzerliklerden epeyce etkilendi ve Sahil boyunca ve güzel dağları aşarak, 20 saatten uzun süren tren yolculuğunun ardından en güneydeki eyalet olan Tamil Nadu’ya ulaştık. Burada bir kez daha Hindistan’ın çeşitliliğini fark ettik: öğrendiğimiz birkaç kelimeyi hiç kimse anlamıyordu çünkü güneyde Tamil dili konuşuluyordu! Hindi resmi dil, İngilizce ikinci dil. Ünlü Bollywood filmleri sayesinde büyüyen etkisine rağmen, Hindi dili hala sadece Kuzeyin bazı bölgelerinde anlaşılıyor ve konuşuluyor. Ayrıca Tollywood (Telagu dilinde) ve Kollywood (Tamil dilinde) de hiç de daha az büyümeyen iki büyük film endüstrisi. Kuzeydeki, Hint-Avrupa dil ailesinden köken alan diller az da olsa mesela Kürtçeyle benzerlikler gösteriyor ve zaman zaman “naan” (ekmek) gibi kimi sözcükleri anlayabiliyorsunuz, ama Güney Hindistan’ın Dravidian kökenli dilleri tamamen farklı. Öyle görünüyor ki ne sömürgecilerin İngilizceyi dayatması, ne de Hindu faşistleri ve Hindistan burjuvazisinin Hindi dayatması başarılı olmuş. Hindistan’da hala birer milyondan fazla yerel kullanıcı tarafından konuşulan 30 dil ve en az 10 biner yerel [ 99 ] Marksist Teori 6 kullanıcı tarafından kullanılan 122 başka dil var. Kuzeyle güney arasında yemekler bakımından da büyük farklar var: kuzeyde yemeğinizi ekmekle yerken, güneyde sadece pirinç var. Kahvaltıda dahi “idlis” isimli, acı ve baharatlı sosla yenilen kaynamış pirinç köftesi yiyorsunuz. Tamil Nadu’da çay plantasyonu, tekstil endüstrisi ve ulusal sorun Hindistan’ın bağımsızlık savaşının başladığı yer olan Tamil Nadu’da ilk durağımız Chennai idi. Kent merkezindeki son slum’a bir ziyaret gerçekleştirdik. Son altı yılda 50 bini aşkın insan kent merkezinden zorla çıkarılmış, Chennai’yi bir modern hi-tec kenti haline getirmeye çalışıyorlar. Kentin eyalet hükümetinin kararına göre yeniden inşası kapsamında toplamda yarım milyon insanın yerinden edilmesi planlanıyor. Bu ziyaretin ardından çay plantasyonunda sendikal bir önder olan PT yoldaşla buluştuk. 30 yılı aşkın süre bu plantasyonda çalışmış ve eşi halen orada çalışıyor. Önceki gün eşinin Walpari’de bulunan plantasyondan kendisini aradığını ve işçilerin orada bulunan filler ve panterlerden korktuğunu anlattığını söyledi. PT’ye göre, çok sayıda hak kazanılmış ancak sarı sendikalar bunları savunmadığından plantasyon sahipleri istediklerini yapabiliyorlar. Örneğin işçilerin günde 16 kg çay toplayacağına dair bir sözleşme yapılmış, ancak sarı sendi- kalar şimdi ücret alabilmek için asgari limit olarak 40 kiloyu kabul etmiş ve plantasyon sahipleri hiçbir direniş gelişmediği takdirde 100 kg’a dek talepte bulunuyorlar. “Güneyin Manchester’ı” olarak bilinen bir sanayi merkezi olan ve Tamil Nadu eyaletinin en büyük 3. Kenti olan Coimbatore’de önceleri 500 tekstil işletmesi mevcutmuş, ama bugün sadece 10-15 tanesi çalışıyor. Coimbatore’ye 50 km uzaklıktaki Tirupur’da tekstil sanayinin bir merkezi var ve dünya pazarlarındaki triko giyimin % 3’ünü üretiyor. Öğleden sonra Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da siyasi durum üzerine bir panele katıldık. Değişik parti ve örgütlerden dinleyiciler geride kalan dört saate rağmen sorularına devam ediyorlardı. Ulusal sorundan silahlı mücadeleye dek değişik konular tartışıldı ve sonrasında tartışmalar Hindistanlı yoldaşların evinde de geç saatlere dek sürdü. Tamil Nadu ile Hindistan-Sri Lanka devlet sınırı arası sadece 17 km ve elbette Tamillerin ulusal kurtuluş mücadelesinin durumu yakından gözlemleniyor ve çokça tartışılıyor, ancak dayanışmanın ötesinde bu mücadeleye daha etkin katılım yönünde güçlü bir eğilim gözlenmiyor. PALA (Halk Sanatları ve Literatür Derneği) temsilcileri de panele gelmişlerdi. PALA, amacını, “devrimci düşüncelerin halk arasında yayılmasına çalışmak” biçiminde ifade ediyor. Sokak tiyatroları, dans vb. etkinlikler düzenliyor. İdeolojik ve siyasi bakımdan, gizli bir Maoist devrimci partinin [ 100 ] Marksist Teori 6 önderliği altındalar. Tamil Nadu’lu devrimciler PALA gibi örgütleme biçimlerine çok önem veriyor, çünkü birçok insanın okuma yazması yok. Tamil Nadu’da halkın sadece % 69’u okuma yazma biliyor. “Politik düşüncelerimizi ancak kültürel çalışmayla bu örgütlenme üzerinden halka ulaştırabiliriz” diyorlar. Bu örgüt, HKP (Maoist)’e oldukça yakın duruyor. “Maoist yoldaşların çok kayıpları var, birçok yönetici yoldaşı kaybettiler ve şimdi yardım için bize başvuruyorlar. Biz de onları desteklemek amacıyla kitaplar yayınladık. Örneğin Green Hunt (“Yeşil Av”) operasyonu ile ilgili, maruz kaldıkları durumla ilgili. Biz kitle örgütlerimizi onlarla dayanışmak için örgütlüyoruz. Bu konuyla ilgili 20 milyon bildiri dağıttık” diyorlar. Kerala – lastik plantasyonu ve yerli halklar Yeni bir eyalet, yeni bir dil ve yine çokça yeni izlenimler… Kerala sadece Hindistan cevizi ile ve 1497’de Avrupa’dan Hindistan’a direkt olarak ilk gemi yolculuğunu yapan Vasco de gama nedeniyle değil, aynı zamanda % 99 okuryazar oranıyla ve Körfez ülkelerine en çok göçmen gönderen eyalet olmasıyla da ünlü. Malayalam dili konuşan bu eyalette bütün bir günü bir lastik plantasyonunda işçilerle ve sendikacılarla konuşarak, ailelerini ziyaret ederek ve bize orada bir baraj yapılmadan ve halkıyla birlikte terk etmek zorunda bırakılmadan önce kabilesiyle birlikte yaşadığı adala- rı gösteren bir Adivasi’yi dinleyerek geçirdik. Ana dilinde hüzünlü şarkılar söyleyerek, kendini çok yalnız hissettiğini, çünkü geride halkından hiç kimsenin kalmadığını anlattı. Lastik plantasyonu işçileri bize ağaçları nasıl kestiklerini gösterdiler. Bu ağaçlar çok önceleri İngiliz sömürgecileri tarafından Brezilya’dan getirilmiş. İngilizler bugün de plantasyonun sahibi olan ortaklığın içinde. Hammaddenin maske takmadan soluk almayı imkânsız hale getiren dayanılmaz amonyum kokusu içinde işlendiği fabrikayı da ziyaret ettik. Düşük ücretler, iş güvenliği önlemlerinden yoksunluk, içme suyu, plantasyonda barınacak yer sorunu sözleşmeli işçilerin gündemindeki konular. Sendikal mücadelenin bir kazanımını olarak günde azami 182 rupi (6,5 TL) yevmiye alıyorlar, eğer ki yeterince ağaç keserlerse. Bir inşaat işçisi dahi, en kötü koşullara sahip sektörlerden biri olmasına rağmen, normalde günde 4-500 rupi ücret alıyor. Dağlara yolculuk: Wayanad’da toprak işgalleri Hindistanlı yol arkadaşımızın dahi biraz başını döndüren bir otobüs macerası sonunda, nihayet batı Ghats dağlarının yeşil yüksekliklerine ulaştık. Burada ufuklara doğru büyük bir çay plantasyonu ile kahve plantasyonu uzanıyor. Devlete ait olan toprak, yüzyıllığına büyük şirketlere kiralanmış ve aslında verilen süre dolmuş. Ancak hükümet, toprağı geri almak [ 101 ] Marksist Teori 6 ve topraksız köylülere vermek yönünde en ufak bir adım atmıyor. Bu nedenle köylüler üç yıl önce AIKKS (Tüm Hindistan Devrimci Köylü Örgütü) önderliğinde toprakları işgal ederek sorunu kendileri çözmeye karar verdiler. Yeşil tepelere doğru yürüyüşün ardından işgal edilen alana ulaştık, onlarla çay içtik ve bütün bunları nasıl örgütlediklerini sorduk. Herkes gururla, kendi elleriyle ve örgütlerinin kızıl bayrakları ve kolektif yoluyla yarattıkları evleri ve arazileri gösterdiler. Gerçekten “kurtarılmış bir bölgede” olduğumuz ilk izlenimine kapıldık. Ancak toprak işgali topraksız köylülerin toprak ve özgürlük mücadelelerinde yalnızca ilk adımdı. Bir gece, 100 aile tüm toprak içinde 25 akrelik bir toprağa el koydular ve gece boyunca barınaklar inşa ettiler. Bugün orada 500 aile yaşıyor. İşgal sonrası polis tüm alanı kuşattı ve 2 aydan uzun süre bloke etti. Ama dışarıdan destek sayesinde gizlice yemek ve inşa malzemeleri getirmek mümkün oldu. Halk, bir komite ve her evden bir kişiden oluşan bir genel koordinasyon seçti. Bu kolektif organlar işle ve gelecekte nasıl ilerleneceğiyle ilgili her türden problemi aile içindeki sorunlar gibi çözüyorlar. Bu alan, 1970’de Naksalbari hareketinin bir parçası olarak, bölgenin 1970’de şehit düşen bir militanın anısına “Varghere Yoldaş Anısal Mücadele Alanı” adını taşıyor. Toprak her aileye eşit olarak dağıtıldı ve bir kısmı da kolektif kullanım için bırakıldı, ancak bu henüz gereken biçimde işlemiyor. Ayrıca işgal edilen topraklar yeterli değil, dolayısıyla daha fazla toprak ele geçirme planları yürürlükte. Burada büyüyen ve mücadele eden, hareket içinde büyük saygınlığa sahip bir devrimci olan Premnath, tüm sürecin asıl örgütçüsü olarak görülüyor ve daha yapılacak çok şey olduğunu söylüyor. Başlangıçta, köylüler arasında sadece bir bağlantıları vardı ve onları ikna etmek için uzun süren bir hazırlık gerekti. Bugün siyasi çalışma, seminer ve diğer eğitim biçimleriyle devam ediyor. Düşman da sessiz kalmıyor. Premnath’a, yönelik saldırılardan sadece biri, motosikletinin maniple edilmesiydi. Ama yoldaş Premnath başarılı olacaklarına inanıyor. Bir başka eyalet olan Karnataka’da, AIKKS’nin önderliğinde şimdiye dek 12.000 akre toprak işgal edildi… Son durak: Mumbai Yedi ada üzerine kurulu bulunan Mumbai’ye ulaştıktan sonra ilk olarak TUCI’nin (Hindistan Sendikalar Konfederasyonu), Asya’nın en büyük slum-kentindeki bürosunu ziyaret ettik. Burada çeşitli sendika yöneticileri ve iki farklı gençlik örgütünden gençlerle görüştük. Gençler, temel sorunların işsizlik, eksik istihdam, çeteleşme, kültürel yozlaşma ve içki olduğunu anlattılar. Akşam, kilise ile büyük bir camiyi aynı anda görebileceğiniz ve hatta köşedeki dükkanda “döner kebap” yiyebileceğiniz evlerine konuk olduk. [ 102 ] Marksist Teori 6 Daha sonra, HKP (ML) Yeni Demokrasi’nin bir temsilcisini ziyarete gittik. Hindistan’ın en büyük ve dünyanın dördüncü büyük kenti olduğu söylenen Mumbai’de, aradığımız adrese bir kaç dakika yürümekle ulaşabileceğimize hayal etmezdik, ancak öyle oldu. Esasen Andrah Pradesh ve daha az olmakla birlikte Punjab’ta güçlü olan HKP (ML)Yeni Demokrasi, bir dizi başka eyalette Eyalet Komitesi düzeyinde var olsa da, bulunduğumuz Maharastra eyaletinde çok kitlesel değil. Açık kitle faaliyetini çok önemseyen parti, mücadelenin en üst biçimi olarak silahlı mücadeleyi görüyor. “Geniş bir hareket başladığında belli bir aşamada devletle silahlı birlikler üzerinden çatışmaya girmek kaçınılmaz olur. Şu anda sahip olduğumuz birlikleri gerilla birlikleri olarak nitelemiyoruz, çünkü gerilla sadece savunma değil, aynı zamanda saldırı aracıdır. Bizim mevcut askeri birliklerimiz savunma işlevinde; bu nedenle bugün yaptığımız şey silahlı mücadele değil, direniş mücadelesidir ve direnişi yoğunlaştırarak silahlı mücadeleyi hazırlıyoruz”. Ertesi sabah tüm burjuva gazeteler tek bir konuyla doluydu: Kishanji öldürüldü! Elbette, burjuvazinin barbarca cinayetleri her zaman kinimizi biliyor ve dünyanın neresinde olursa olsun, bir devrimciyi yitirmek her zaman hepimizi derinden etkiliyor. Mumbai’de, parti ismi Kishanji’yle tanınan HKP(Maoist) Politbüro üyesi yoldaş Mallojula Koteswara Rao’nun Batı Bengal’de işkence edilip katledildiğini öğrendiğimizde, topraklarımızdan, saflarımızdan bir devrimci kaybettiğimiz duygusuyla dolduk. Onu tanıyan insanlarla konuşmuş olmak, zengin savaşım deneylerini, devrime giden bir yol açma arayışlarını, mücadele eden insanların tüm o cesur yüzlerini ve sıkılmış yumruklarını görmek bize bir yabancı olmadığımızı, aynı kayıp ve kazanımları paylaşan bir komünist olduğumuzu en berrak haliyle hissettirdi, çünkü mücadele özünde enternasyonaldir. Kishanji yoldaş katledildi, ancak işçilerin, gençlerin, emekçilerin, topraksız köylülerin ve yerli halkların bağrından yeni Kishanji’ler yetişiyor. Hesap sorma ve devrimi zafere ulaştırma bilinç, tutku ve iradesi yeni güçlere yayılıyor. [ 103 ] TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI(I) İbrahim Okçuoğlu Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle işçi sınıfının yapısı, bileşimi ve kapsamı arasında diyalektik bir bağ vardır; gelişen kapitalizm işçi sınıfının sosyal yapısını, bileşimini ve kapsamını doğrudan etkiler. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesinden anlaşılması gereken çok şey vardır. Bizi burada ilgilendiren genişletilmiş yeniden üretim sürecinin teknolojik gelişmeyle; en modern teknolojinin üretim sürecinde kullanılmasıyla; sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla ve bunun da işçi sınıfının yapısındaki ve bileşimindeki değişimle doğrudan ilgisinin olduğudur. Bu diyalektik bağ, işçi sınıfının teknik bileşimini, sınıfın iç yapılanmasını, yeni üretim sektörlerinin oluşmasını ve böylece sınıfın bu sektörlere dağılımını, sınıfın kalifiye durumunu ve nihayetinde sayısal gelişmesini doğrudan ortaya koyar. Demek ki, gelişen kapitalist üretim biçimi işçi sınıfında değişime de yol açmaktadır. Ama bu sistemde işçi sınıfı açısından değişmeyen, onun tarihsel misyonudur; kapitalist üretim biçimi içinde sahip olduğu konumdur veya kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yerdir. [ 104 ] Marksist Teori 6 “Proletaryadan, üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır” İşçi sınıfının yapısı üzerine Marks, Engels ve Lenin’in bir dizi tanımlaması vardır; birçok incelemelerinde bu konuyu ele almışlar, ama konunun kendisi üzerine başlı başına bir araştırma apmamışlar. Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da,“üretim araçlarında dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz” diyorlar. Kapitalist üretim biçiminin, teknik temelindeki sürekli devrimler, toplumsal yapısındaki tutuculuk ve burada ifade edilen sürekli devrimle tutuculuk arasındaki çelişki konusunda Marks şunları söyler: “Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde tutucuydu... Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, çalışmada değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski iş bölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; iş araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz.”(1) Ama kapitalist üretim biçimi iç çelişkilerinden dolayı kendi sonunu hazırlamaya da yatkındır; en azından kafa ve kol “emeği” (iş gücü) arasındaki farkın, ayrılığın ortadan kaldırılmasını topluma dayatması açısından yatkındır.(2) İşçi sınıfının tanımıyla devam edelim. Engels, “Komünist Manifesto”nun İngilizce baskısında (1888) proletaryayı şöyle tanımlar: “Proletaryadan, üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır.”(3) Marks da Kapital’in birinci cildinde proleteri, “... ekonomik olarak ‘sermaye’ üreten ve değerlendiren ve ‘bay sermaye’nin ihtiyaç duyduğu durumda sokağa atılan ücretli işçiden başka bir şey anlaşılmaz” diye tanımlar.(4) Bu iki tanımlamadan çıkan sonuç: 1-Proleter, üretim aracına sahip değildir. [ 105 ] Marksist Teori 6 2-Yaşamak için işgücünü kapitaliste satmak zorundadır. 3-Proleter, işgücünü satarak kapitalist için artı değer üretir. Bu üç nokta, bu özellikte olan insan yığınına sınıf olma özelliği veriyor; sömürülen, artı değer üreten, sermayenin çoğalmasına katkıda bulunan, üretim sürecinde aynı konumda olan ve bütün bunların doğal sonucu olarak da yaşam ve düşünce tarzı aynı olan insanların oluşturduğu sınıf; işçi sınıfı. Şimdi işçi sınıfını farklı açıdan ele alalım. İşçi Sınıfının İç Sosyal Yapısı - Üretimdeki Yerine Göre İşçi Sınıfı Önce üretken iş (emek*) ve üretken olmayan iş kavramları üzerinde biraz duralım: Kapitalist üretim biçiminde üretken iş kavramından anlaşılması gereken, genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği çalışma süreci değildir. Kapitalist üretimde üretken iş, doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iştir. Üretimde sermayenin ama- cı kullanım değeri üretmek değildir; onun esas amacı çoğalmaktır. Bu da ancak ve ancak işçinin karşılığı ödenmemiş iş gücüne sahiplenilerek gerçekleştirilebilir. Burada önemli olan, işgücünün sadece kendi değerini değil, kendini aynı zamanda sermaye (artı değer) olarak üretmesidir. Kapitalizmde üretken işi Marks şöyle tanımlar: “Bizim üretken iş kavramımızda bir daralma oluyor. Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı değer üretimidir. İşçi, kendisi için değil, sermaye için üretir, Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez. Artı değer üretmek de zorundadır. Sadece, kapitalist için artı değer üreten veya sermayenin kendisini değerlendirmesi (çoğaltması, çn) için çalışan işçi üretkendir.”(5) Marks’ın bu tanımlaması çoğu kez, tek yanlı veya kısmi olarak ele alınır: Kapitalist için artı değer üretenin ötesine geçilmez; yani sermayenin kendisini değerlendirmesine katkıda bulunan işçilerin (bankalarda, sigorta şirketlerinde, ticarette; bir bütün olarak hizmet sektöründe çalışan *) Neden emek değil de iş veya çalışma kavramı kullanılmalıdır? “Bu yanlış düşünce, insanların rastlantısal bir yanılgısı değildir. Bu, sömürünün gizli, maskeli olduğu ve işverenin ücretli işçiyle ilişkisi sanki birbirine denk meta sahiplerinin ilişkisiymiş gibi çarpıtılmış bir biçimde göründüğü kapitalist üretimin özgül koşullarından doğar. Gerçekte, ücretli işçinin çalışma ücreti, emeğinin değerini ya da fiyatını oluşturmaz. Eğer emek bir metaysa ve bir değere sahipse, bu durumda bu. değerin büyüklüğü herhangi bir şeyle ölçülmek zorundadır. Açıktır ki, “emeğin değerinin” büyüklüğü diğer her meta gibi, içinde bulunan emeğin miktarıyla ölçülmek zorundadır. Bu koşul altında şu fasit daire ortaya çıkar: Emek, emekle ölçülür. Ayrıca, kapitalist, işçiye “emeğin değerini” ödeseydi, yani emeği tümüyle ödeseydi, bu durumda kapitalistin zenginleşmesi için hiçbir kaynağın olmaması gerekirdi, başka bir deyimle, kapitalist üretim tarzı var olamazdı. Emek, metaların değerini yaratır, ama kendisi meta değildir ve kendisi bir değere sahip değildir. Günlük hayatta “emeğin değeri” olarak adlandırılan şey, gerçekte işgücünün değeridir” (SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, POLİTİK EKONOMİ, Ders Kitabı, Cilt I) . [ 106 ] Marksist Teori 6 işçiler) üretken olduğu görülmez veya da önemsenmez. Demek ki, üretken işçi, kapitalist için art değer üreten ve artı değer üretmemesine rağmen yaptığı işlerden dolayı kapitalistin sermayesini çoğaltan işçidir. Tabii bu tanımlama burjuvaziye göre yanlıştır. Burjuva dar görüşlü anlayışa göre herhangi bir şey üreten, bir biçimde ortaya bir sonuç çıkartan her iş üretkendir. Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu da bu işlerde çalışan her işçi de üretken işçidir(6). Açık ki, kapitalist üretimde üretken iş kavramı daralmaktadır. Çünkü kapitalist üretimde amaç, sadece meta üretmek, bir şeyler üretmek olmadığı için; tam tersine amaç, artı değer üretmek, sermayenin çoğaltılması olduğu için işçi, kendisi için üretmez veya üretiyor olmak için üretmesi yetmez; kapitalizmde işçi artı değer üretmek veya sermayeyi çoğaltan iş yapmak zorundadır. “Demek oluyor ki, üretken işçi kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki arasındaki işçi ile iş ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artı değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor. Bu nedenle, üretken işçi olmak talih değil talihsizlik eseridir.”(7) Kapitalist üretim biçiminde üretken iş Bu anlayıştan şu sonuç da çıkartılır: kapitalist üretimin mantığı, kendine ait olan üretim araçlarıyla üretim yapanları -yani kendi ihtiyaçlarını karşılamak için tüketim araçları üretenleri ve dönem dönem de üretim fazlalığını pazarlayanları- üretken işçi dışında bırakmaktadır. Kapitalizm geliştikçe bu unsurlar; kendi ihtiyacı için üreten emekçiler -örneğin zanaatçılar ve küçük köylüler- üretim araçlarından kopacaklar ve proleterleşeceklerdir. Gelişen kapitalizm, küçük köylülüğün ve zanaatçıların bir uzantısı olan ev içi üretimi de sermaye için üretimin bir parçası haline getirir ve böylece bu alanda çalışanları da işçi sınıfının bileşenlerine dahil eder. Bunlar, oldukça düşük ücret karşılığında çalışan ve ezici çoğunluğu kadınların ve çocukların oluşturduğu sermayenin hizmetinde bir ordu oluştururlar. Bunların bir kısmı üretken işçi konumundadır; doğrudan veya dolaylı olarak artı değer üretimine katılırlar veya sermayenin çoğalmasına hizmet ederler.(8) Kapitalist üretim biçimi kafa işinin rolü bakımından da değişimlere yol açar. Kapitalizm öncesi toplum formasyonlarında -kölecilik ve feodalizm- kafa işi üretim dışında kalıyordu, sanat, bilim (felsefe), devlet yönetimi alanlarında anlam kazanıyordu. Gelişen kapitalizm bu durumu tamamen değiştirmiş ve işçi sadece kol gücüyle değil, kafa gücüyle de üretime katılmaya başlamıştır. Böylesi üretken işçiyi yaratan da kapitalizmdir. Kapitalizm, bilimi kendi hizmetine sokarak bilimi işçi sınıfının karşısında duran sermayenin üretici gü- [ 107 ] Marksist Teori 6 Gelişen kapitalizm aynı zamanda üretken çalışmanın kapsamının da genişlemesidir; üretken çalışmanın kapsamının genişlemesi dolaylı veya dolaysız işçi sınıfının kapsamının da genişlemesi demektir. cüne dönüştürmüştür. Teknoloji, yeni buluşlar, yeni makineler, esas itibariyle toplumsal emeğin birer ürünüdür. Ama kapitalizm bunları sermayeye dönüştürmüştür. Böylece kafa işi, kol işi karşısına konur ve her ikisi arasında yapay bir çelişki geliştirilir; kafa işi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan çıkartılır. Buradan hareketle kol işi üretkendir, kafa işi üretken değildir sonucuna kolaylıkla varılır. Tabii bu da bir yanılsamadır. İşçi sınıfını bölmek, onu kafa işi bileşeninden ayrı tutmak için yapay olarak beslenen bir “çelişki”dir. Kapitalizmde üretkenlik artı değer üretmek ve sermayenin çoğalmasına katkıda bulunmak bazında ele alındığında üretken olmayan kol işi, üretken olan kafa işi veya üretken kol işi, üretken olmayan kafa işi de görülür. Unutmamak gerekir ki, kapitalizm geliştikçe bireysel üretkenliği ortadan kaldırır, onun yerini kolektif üretkenlik alır ve bu kolektif üretkenlik içinde kol işi olduğu gibi kafa işi de vardır. Ama Marks’ın dediği gibi bunları “birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arsında dağıtmak kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt edici özelliğidir”.(9) Gelişen kapitalizm üretken işin kolektif niteliğini ön plana çıkartır; bu bir kaçınılmazlıktır. Bu nedenle gelişen kapitalizm aynı zamanda üretken çalışmanın kapsamının da genişlemesidir; üretken çalışmanın kapsamının genişlemesi dolaylı veya dolaysız işçi sınıfının kapsamının da genişlemesi demektir. Nihayetinde gelişen kapitalizm bireysel işçinin üretimi yerine kolektif işçinin üretimini koymak zorundadır; böylece gelişen kapitalizmde ürün, kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir karakter kazanır. Gelişen kapitalizmin, ürünleri, her bir işçinin bireysel ürünü olmaktan çıkartarak kolektif işçinin ürünü yapması koşullarında işçinin üretken olması için söz konusu ürünün üretimine bir biçimde katılması yeterlidir.(10) Son kertede işçi sınıfının bileşim ve kapsamını doğrudan ilgilendiren başka bir yanılgı da ürünün maddesel olup olmamasıyla ilgilidir. Meta üretimi dendiğinde akla hep maddesel olan, “elle tutulan, gözle görülen” ürün gelir. Oysa bunun böyle olmadığını Marks’ın Kapital’inden, “Artı Değer Üzerine Teoriler”inden bu yana bilmekteyiz. Kapitalizmde maddi olan ürün ve maddi olmayan ürün ayrımı kaçınılmaz olarak beyaz yakalımavi yakalı ayrımını da beraberinde [ 108 ] Marksist Teori 6 getirmektedir. Böylece kapitalizmde maddi değerlerin üretimi sektörleri ile hizmet sektörü ve dolayısıyla buralarda çalışan işçiler karşı karşıya konmaktadır. Doğru olan, hangi alanda çalışıyorsa çalışsın, ister maddi olan meta üretsin, isterse de maddi olmayan meta üretsin, artı değer üreten ve kapitalistin sermayesini çoğaltmak için çalışan her işçi üretken işçidir. Bu konuda Marks: “Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde iş harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiç bir şeyi değiştirmez”(11) diyor. Buradan hareketle, bir bütün olarak hizmet sektörü üretken sektördür sonucu çıkartılamaz. Hizmet sektörü ayrıntılı olarak, bileşenlerine bölünerek ele alınması gereken bir sektördür. Bu sektörde yapılan işin karakterine göre, meta üreten alt sektörler olduğu gibi meta üretmeyen alt sektörler de vardır. Bu nedenle bu sektör, üretken işçi ve üretken olmayan işçi kitlelerinin en yoğun ve en iç içe geçmiş olduğu sektördür. Açık ki gelişen kapitalizm daha önce meta üretimi kapsamı dışında kalan alanları; kullanım değerlerini meta üretimine dahil etmiştir; hizmet sektörü sermayenin kendini değerlendirmesinde oldukça önemli bir alan olmuştur. Belirttiğimiz gibi bu sektörü bir bütün olarak ele alamayız. Örneğin bu alanda üretilen ürünün sermaye veya gelirle değişilmesi, bu alanda çalışanların farklı değerlendirilmesini beraberinde getirir. Bu nedenle hizmet sektörünü başlı başına bir bölümde ele alacağız. Kol işçisi, kafa işçisi yanılsamasını hizmet sektörü bağlamında da görmekteyiz. Kafa işçisine beyaz yakalı, kol işçisine de mavi yakalı deniyor. Kimin ne ile çalıştığını anımsatması bakımında bu ayrımın yapılması pek sorunlu değil. Ama bu ayrımdan hareketle kol işçisi maddi değerlerin üretiminde (sanayide) çalışan işçidir, kafa işçisi de hizmet sektöründe çalışan işçidir sonucuna varmak tamamen yanlıştır. Maddi değerlerin üretiminde kafa işi söz konusuyken, hizmet sektörünün birçok alanında da (temizlik, posta, belediye, sağlık, ulaşım-posta) kol işi söz konusudur. Hizmet sektörü veya kol işi-kafa işi bağlamında işçi sınıfının bileşenleri üzerinde oynayarak sınıfın kapsamını tamamen daraltan anlayışlar olduğu gibi sermaye karşısında herkesi işçi gören anlayışlar da var. Yazının kapsamını genişleteceği için bu konuya burada girmeyeceğiz. Yalnız şu kadarını belirtmekle yetinelim: işçi sınıfını salt sanayi işçisiyle sınırlandırmak ne kadar yanlışsa, hizmet sektörünün tamamını da işçi sınıfından saymak o kadar yanlıştır. İlki işçi sınıfının kapsamını daraltıyor, hizmet sektöründeki işçileri küçük burjuva yapıyor, ikincisi de sınıfın [ 109 ] Marksist Teori 6 kapsamını sermaye karşısında herkese açıyor, neredeyse çalışan herkesi işçi yapıyor. İşçi sınıfını, iç sosyal yapısı bakımından da tasnif ederek hizmet sektörü çalışanlarından farklı yanlarını gösterebiliriz. Engels, “İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu” yapıtında şöyle der: “Proletaryanın çeşitli seksiyonlarının incelenmesine (yarayan) sıralama, onun doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır. İlk proleterler endüstriye aittiler ve doğrudan onun tarafından üretiliyorlardı: Sanayi işçileri... sanayi maddelerinin üretimi, ham maddeler ve yardımcı maddeler sanayin gelişmesiyle önem kazandılar ve yeni bir proletaryanın doğmasına neden oldular: Kömür ocaklarındaki ve madencilikteki işçiler. Sanayi, üçüncü derecede tarımı etkilemektedir. ...Çeşitli işçilerin yetişmişlik derecesinin sanayi ile olan bağlamıyla tam bir ilişki içinde olduğunu ve çıkarları hakkında sanayi işçilerinin en çok, maden işçilerinin daha az ve tarım işçilerinin en az aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu sıralamayı sanayi işçilerinde de bulacağız ve fabrika işçilerinin, sanayi devriminin bu en yaşlı çocuklarının, başından bugüne kadar işçi hareketinin çekirdeği olduklarını göreceğiz”(12). Burada işçi sınıfının sosyal yapısının, farklı sosyal katmanlarından oluştuğunu ve bu oluşumun nedenlerini görüyoruz. Bu sınıfı, sınıf yapan ortak özellikler, yukarıda bahsettiğimiz üç özelliktir: a) üretim araçlarına sahip olmamak, b) işgücünü satmak zorunda olmak ve c) artı değer üretmek, artı değer üretimine katkıda bulunmak (kapitalistin sermayesini çoğaltmak). Bu temel özellikleri taşıyan işçi sınıfı, maddi değerlerin üretimi sektöründe üretim alanına göre de farklılaşıyor: 1-Sanayi proletaryası. 2-Maden proletaryası 3-Tarım proletaryası. İşçi sınıfının sanayi, maden ve tarım sektörlerine göre ayrılmasının nedenini, kapitalizmin gelişmişlik derecesinde aramak gerekir. Gelişen kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin oluşmasını koşullar. Lenin’in dediği gibi, “safi proletaryanın yanı sıra, proleterlerden yarı proletaryaya... doğru oldukça çeşitli geçiş tipleri kütlesiyle çevrili olmasaydı,... proletarya içinde de alt tabakalar az veya çok gelişmiş tabakalar... olmasaydı, kapitalizm, kapitalizm olmazdı”(13). Bunun anlamı şudur: İşçi sınıfının belirtilen bu üç ana katmanı dışında başka katmanları da vardır; ulaştırma, nakliyat, hizmet, inşaat vs. sektörlerde çalışan işçiler. Bu sektörlerin hepsinde artı değer üretilmiyor. Ama bu, buralarda çalışanların ezici çoğunluğunun işçi olmadıkları anlamına gelmez. Bir bütün olarak işçi sınıfını derinlemesine tasnif ettiğimizde şu alt grupları görürüz: 1-Sanayi proletaryası (fabrika işçisi). [ 110 ] Marksist Teori 6 2-Maden proletaryası. 3-Tarım proletaryası. 4-İnşaat proletaryası. 5-Nakliyat, posta işlerinde çalışan işçiler. 6-Ticaret (dolaşım) alanında çalışan işçiler 7-Sosyal hizmetlerde çalışan işçiler. 8-Yozlaşmış proletarya(14). 9-İşçi aristokrasisi. 10-İşsizler. İşçi sınıfının belirttiğimiz bu derinlemesine tasnifini burada üretken olan-olmayan işçiler olarak ayırırsak şu sonuca varırız: Sanayi, enerji, maden, tarım, inşaat, ulaştırma-komünikasyon sektörlerinde, ticaretin (dolaşımın) ve sosyal hizmetlerin bir kısmında, eğitim, sanat, eğlence sektörlerinde çalışan işçiler, üretken işçilerdir; ya doğrudan artı değer üretiyorlardır ya da kapitalistin sermayesini çoğaltıyorlardır. Şimdi bu sektörlerin tartışmalı olan bazılarını biraz açalım. Ulaştırma ve komünikasyon işlerinde çalışan işçiler Maddi ve maddi olmayan ürünlerin taşınmasından, bir yerden başka bir yere nakledilmesinden dolayı ürün miktarında bir değişme olmaz, ama bu taşıma işi de gerçekleşmezse, o metanın üretimi de tamamlanmış olmaz. Bu nedenle burada söz konusu olan, meta üretiminin tamamlanması için kaçınılmaz olan nakliyattır. Böylece nakliyat meta üretim sürecinin zorunlu bir par- çası olur ve bu alandaki harcama, metanın fiyatını doğrudan etkiler. Belirttiğimiz bu özelliğinden dolayı ulaştırma-komünikasyon sektörü (veya sanayi) maddi üretimin, sanayi, maden ve tarım dışında yeni bir alanını oluşturur. Aynen maddi değerlerin üretimi alanlarında olduğu gibi ulaştırma-komünikasyon sektöründe de değişmeyen sermayenin yıpranma payı meta maliyetine yansır (nakliyat araçları, komünikasyon araçları vb.). Bunun ötesinde bu sektörde kullanılan değişken sermaye (işgücü) ve yaratılan artı değer de üretim maliyetinin öğelerini oluştururlar. Nihayetinde bütün bunlar bir metanın A noktasından B noktasına taşındığında onun üretiminin, B noktasında A noktasına nazaran daha yüksek bir maliyet ve fiyatla tamamlanmış olduğunu gösterir. Marks, Artı Değer Üzerine Teoriler’de, “gerçi bu durumda gerçek emek, gerisinde, kullanım değerinde herhangi bir iz bırakmamıştır ama, gene de bu maddi ürünün değişim değerinde somutlaşır ve maddi üretimin öteki alanları gibi bu sanayi dalında da emek, kullanım değerinde görülebilir bir iz bırakmamakla birlikte, metanın içinde yerini alır” der(15). Bu alanla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir nokta da şudur: Ulaştırma sektörü sadece meta taşımıyor, insanları da taşıyor. İnsanlar ise meta değil. Dolayısıyla ulaştırma sektörünün bu özelliği göz önünde tutulmalıdır. Metaların taşınması, üretimin devamı [ 111 ] Marksist Teori 6 iken, insanların taşınması kapitalistin, sermayesini çoğaltmak için sunduğu bir hizmettir. Burada taşınan konumunda olan insan, kapitalistin sunduğu taşıma hizmetini satın alan konumundadır. Bu hizmeti satın almakla da kapitalistin sermayesini çoğaltmış olur. Bu konuda Marks şöyle der: “İnsan ya da eşya taşınmış olsun, sonuç bunların bulundukları yerdeki değişimdir. Söz gelişi iplik, şimdi, üretildiği İngiltere yerine Hindistan’da olabilir. Bununla birlikte, ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile, yani ulaştırma sanayinin üretken süreci ile sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya, ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket, İşçi sınıfının sanayi, maden ve tarım sektörlerine göre ayrılmasının nedenini, kapitalizmin gelişmişlik derecesinde aramak gerekir. Gelişen kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin oluşmasını koşullar. bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararlı etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir şey gibi bir varlığa sahip değildir. Bu süreçten farklı bir yararlılık, bir ticaret malı gibi işlev yapmayan bir kullanım şeyi olarak var olmaz ve üretilene kadar bir meta olarak dolaşmaz. Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim ögelerinin (emek gücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin artı emeğinin yarattığı artı değerin toplamı ile belirlenir. Bu yararlı etki de, diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tabidir. Eğer bireysel olarak tüketilirse, değeri, tüketimi sırasında ortadan kaybolur; yok eğer, taşınan metaların üretiminde kendisi de bir aşama oluşturacak bir biçimde, üretken biçimde tüketilirse, onun değeri de, ek bir değer gibi metaya geçmiş olur”(16). Demek oluyor ki, bir yolcunun A noktasından B noktasına taşınmasında ortaya çıkan tüketim değeri, o yolcu tarafından bireysel olarak tüketilirse, bu bir hizmet tüketimidir ve B noktasına varıldığında bu tüketim kaybolur. Ama A noktasından B noktasına taşımadan kaynaklanan “yararlı etki”, taşınan metaların üretiminin devamı için -meta üretiminin tamamlanması için- kaçınılmaz bir aşamaysa bu durumda söz konusu “yararlı etki” üretken olarak tüketiliyor demektir. Bu da metanın değerine eklenen bir ek değişim değerdir. [ 112 ] Marksist Teori 6 Kapitalizmde doğrudan doğruya veya artı değer üretmeyen “alt işlev”liler olmaksızın üretim yapmak imkansızdır. Yapılsa da bu, bireysel üretimdir, kapitalist üretim biçimini ifade etmez. Gelişen kapitalizm, yeni mesleklerin doğmasına da neden olur: “Aynen başlangıçta sermayesinin gerçek anlamda kapitalist üretime başlayabileceği asgari miktara ulaştığı anda kapitalistin elini fiilen işten çekmesi gibi, şimdi de, işçilerin ve işçi gruplarının doğrudan doğruya ve devamlı denetimini özel bir ücretli işçiler türüne bırakır. Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi, subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) gereksimin duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde kapitalist adına (bu orduya) komuta ederler. Denetim (gözetim, çn.) işi, bunların yegane işlevi olarak yerleşir.”(25) Buradaki subaylar, yani müdürler, yöneticiler, ücretlilerdir. Ücretlilerin bir kesimini oluşturmalarına rağmen, işçi sınıfına yakın olan veya işçi sınıfının bileşenlerinden olan ücretliler değildirler. Buna karşın astsubay kategorisinde olanlar, her ne kadar, bir işçiye nazaran daha fazla ücret alsalar da, doğrudan üretim sürecinde yer almasalar da, sınıfsal konumları bakımından, ya işçi sınıfının bir bile- şenidirler ya da ona sınıfsal olarak en yakın olanlardır. Kapitalizmin, doğrudan reel üretim dışında ortaya çıkardığı meslek grupları, genel anlamda hizmet sektörü olarak tanımlanıyor. Bu sektör, kapitalizmin gelişmesine, bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretim sürecinde kullanılmasına, yani teknolojinin üretimde kullanılmasına paralel olarak giderek kapsamlaşmıştır. İşçilerin ve ücretlilerin sosyal durumları giderek birbirine yakınlaşıyor. Teknoloji, kapitalist yeniden üretim sürecinin koşullarına uygun örgütlenmesinin ekonominin ve burjuva devletin yapısında meydana getirdiği değişimler, ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarında kapsamlı ve derinlemesine değişimlere neden olmuştur. Bu değişimlerden en çok ücretlilerin alt kesimleri; işçi sınıfının bileşeni olanları ve ona en yakın olanları etkilenmişlerdir. Bu değişimler, ücretlilerin, özellikle alt kesimlerinin proletaryaya yakınlaşmasında; kendi sınıfsal konumları üzerine bilinçlenmesinde; en azından sermaye-sömürü, sermaye-çalışma ilişkileri konusunda bilinçlenmelerinde belirleyici olmuşlardır. Çıplak yaşam, ekonomik durum, memur olmanın, ücretli olmanın, bir zamanlar geçerli olan imtiyazlı olma durumuna son veriyor. Bir zamanlar memur olmakla, ücretli olmakla elde edilen, görece de olsa iş garantisi bugün geçerli değil. Bunun en güncel örneğini devletin küçültülmesi adı altında IMF’nin dayatmasıyla binlerce ücretlinin sokağa atılması [ 113 ] Marksist Teori 6 oluşturmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesi olmasa dahi, teknoloji kullanımıyla rasyonelleşmeye gidiliyor ve binlerce ücretli, memur sokağa atılıyor. Böylece sosyal güvensizlik, işsizlik gibi kavramlar, memurlar arasında da anlam kazanıyor. Hizmet sektöründe çalışan işçiler Aslında sorun çok basit. Buraya kadarki açıklamalardan şu sonucu çıkartabiliriz: Sermaye karşılığında değiştirilen işgücü (yanlış tanımlamayla ifade edersek emek) üretken olandır, ama gelir karşılığında harcanan işgücü ise üretken değildir. Marks, bu konudaki görüşünü A. Smith’in aynı konuya ilişkin açıklamaları vesilesiyle formüle etmiştir. Marks, onun sermaye karşılığı harcanan işgücünün üretken, gelir karşılığı harcanan işgücünün üretken olmayan ayrımını doğru bulur ve şöyle der:“burada üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor ve A. Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam on ikiden vuruyor. Üretken emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel başarılarından biridir.”(26) Marks, Smith’in, kendini maddi bir metada somutlaştıran “emek” ve maddi olmayan metada somutlaştıran “emek” olarak ayrımla, üretken ve üretken olmayan “emek” tanımlamasını yanlış bulur ve şöyle der: “esas itibariyle hizmet, emeğin özel kullanım değerinin kendisini bir nesnede değil, yararlı bir etkinlik biçiminde ifade etmesidir.”(27) Marks’ın bu değerlendirmesinden anlaşılacağı gibi, hizmet sektöründe işgücü harcaması, toptancı bir değerlendirmeyle üretkendir denemez. Esas olan şudur: hizmet sektöründe sermaye karşılığında çalışan; artı değer üreten veya sermayenin çoğalmasına hizmet eden bütün işçiler üretkendir. Buna karşın gelir karşılığında çalışan (ister kapitalistin gelirinden, devletin bütçesinden veya işçinin gelirinden ödensin); artı değer üretmeyen, sermayenin çoğalmasına hizmet etmeyen, ama bir biçimde bir hizmet karşılığı değişilen işgücü, dolayısıyla bu işgücü harcaması yapan işçi üretken işçi değildir. Şöyle düşünelim: İster kapitalist olsun, isterse de işçi olsun, satın alınan hizmet bireysel tüketime hizmet ediyorsa, orada kapitalist bir ilişki yoktur. Burada satın alınan hizmet, artı değer üretmediği için üretken değildir. Ama satın alınan hizmet, başkalarına satılıyorsa orada durum değişir. Bu durumda kapitalist, örneğin müzisyenin müzik hizmetini kişisel olarak tüketmiyor, başkalarına satıyor (konser vs.) ve böylece sermayesini çoğaltıyor. Burada ayırt edici nokta, işgücü ve bu işgücünden kaynaklı ürünün değişim biçiminin nasıl olduğu sorusuna verilecek cevaptır. Sermaye karşılığı mı yoksa gelir karşılığı mı ödeme yapılıyor olduğudur. Burada kayıtsız kalmak, ayrım yapmamak, üretim biçimleri arasında ayrım yap- [ 114 ] Marksist Teori 6 mamak anlamına gelir. Bu ayrımın ne denli önemli olduğunu Marks’ın şu sözlerinden anlıyoruz: “Palto paltodur. Ama onu birinci değişim biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist üretim ve modern burjuva toplum vardır; ikincisinde ise, asyatik ilişkilere ya da ortaçağ ilişkilerine vb. ile uygun düşen bir zanaatçı biçimi vardır. Ve bu biçimler, maddi zenginliğin kendisi için de belirleyicidir.”(30) Marks’ın palto üretiminden çıkartılması gereken sonucu somutlaştıralım: Palto iki üretim ilişkisi içinde üretilebilir. Palto, kapitalistin fabrikasında üretilebileceği gibi, eve çağrılan bir terzi tarafından da üretilebilir. Her iki durumda da palto üretiliyor, ama farklı üretim ilişkileri içinde üretiliyor. Birinci durumda terzi, kapitalist karşısında işgücünü belli bir miktar üzerinden, diyelim ki günde 10 saatliğine satan işçidir. Doğrudan artı değer üretmektedir, üretken bir işçidir. Kapitalist, işçi-terzinin 10 saat içinde ürettiği palto-metayı pazarda satarak, meta sermayesini çoğalmış olarak para sermayeye dönüştürür. İkinci durumda ise terzi-işçi üretken değildir. Diyelim ki aynı kapitalistin evine giderek ona bir palto dikmesi, aralarında sermaye-“emek” ilişkisi olduğunu göstermez. Tam tersine aralarında kapitalistin bireysel tüketimini ifade eden ve karşılığının sermaye ile değil de, gelir ile ödenen bir ilişki vardır; yani burada sermayeye dönüşmeyen bir işgücü harcaması söz konusudur. Bu durum- da kapitalistin terziye yaptığı ödeme, kapitaliste sermaye olarak geri dönmemekte ve kullanım değeri olarak tüketilmiş olmaktadır. “Hizmetkarlar sınıfı”nın, ev hizmetçilerinin durumu Ev hizmetçilerinin durumu da genel anlamda hizmet sektörünün bazı alanlarında olduğu gibi, kapitalizmin tarihsel gelişme süreci içinde ele alınması gerekir. Marks’ın ev hizmetçileri için “küçük burjuva” değerlendirme yapması nasıl bir gerçeklikse, bu kesimin giderek işçi sınıfının bir parçası olması da bir gerçekliktir. Burada söz konusu olan, hizmeti satanla satın alan arasındaki ilişkide hizmetin gelir karşılığı satın alınmasıydı. Bu kısmen hala böyledir. Ama gelişen kapitalizm sürecinde bu alanda çalışanlar -hizmet satanlar- kapitalizmin ücretli çalışma örgütlenmesinin dışında kalamamışlar ve üretken işçi konumunda olmasalar da işçi sınıfının bir parçasını oluşturmuşlardır. Bu tarihsel gelişmeyle bu alanda hizmet satanlarının durumundaki değişimi Marks şöyle anlatır: “Nihayet, büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasını ve böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar sınıfı [ 115 ] Marksist Teori 6 olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur”(31). Kapitalizmin ilk aşamalarındaki hizmet işleriyle bugünkü aşamasındaki hizmet işleri arasında bunların nasıl örgütlendiği bakımından devasa farklar vardır. Eski dönemde bu işlerin kapitalist ilişkiler içinde örgütlenmemiş olması genel geçerli bir durumu ifade ediyordu. Marks’ın bu konudaki değerlendirmesi de bu tarihsel gerçekliği yansıtıyor. Şimdi ise bu hizmet işleri (eğitim, ev temizliği, çocuk bakımı, eğlence, sportif faaliyetler, sağlık, turizm vb.) bu hizmetleri sermayeye çeviren şirketler, kapitalist kuruluşlar tarafından örgütlenmektedir. Bütün bu alanlar pazarda alınıp satılır olmuştur. Bu nedenle bu alanda çalışanların giderek önemli bir kısmı doğrudan sermaye ile karşı karşıya olduğu için üretken işçi konumundalar. Ama buna rağmen hala doğrudan sermaye ile değil de gelir ile ödenen kısmı da önemli bir ağırlığa sahiptir. Bunlar da işçi sınıfının üretken olmayan kesimini oluşturur. “Ayrıca, hizmetkarlar sınıfı, atıl kapitalistlerin doğrudan ücretli işçileri efendilerinden...”(32) “Sermayeden değil de gelirden yaşayan hizmetkar sınıfının (bu) kısmı. Bu hizmetkar sınıfı ile çalışan sınıf arasında önemli bir fark vardır.”(33) Artık bu ayrımın günümüzde pek anlamı kalmamıştır, en fazlasıyla üretken işçi-üretken olmayan işçi ayrımı bakımından bir anlamı vardır. Hizmet sektörünün bu alanında çalışanlar eski dönemde sahip oldukları görece bağımsızlık koşullarına artık sahip değiller. Aldıkları ücret -hizmeti satın alanın gelirinden verdiği ücretkapitalist tarzda örgütlenmektedir; piyasa tarafından belirlenmektedir. Piyasa da ise örneğin yüzlerce, binlerce temizlik işçisini çalıştıran şirketler bu alandaki ücreti belirlemektedirler. Açık ki burada doğrudan bir sömürü ilişkisi olmasa da, kapitalist sistemin sömürü ağı bu alanda çalışanları da kendi girdabına çekmektedir. Bu konuda Marks şu örneği vermektedir: “Gündelikçi terzinin harcadığı iş (gücü) miktarı, benden aldığı fiyatın içerdiğinden daha büyük olabilir. Ve hatta bu büyük olasılıktır, çünkü onun işgücünün fiyatı, üretken terzinin elde ettiği fiyatla belirlenir.” (34) Açık ki, “bağımsız” hizmet satanların bu hizmetleri karşılığında aldıkları miktar, piyasa koşulları; kapitalist ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Burada bireysel çalışan terzinin bu hizmetini sattığı kişiyle artı değer üretimi temelinde bir çelişkisi yok, ama aldıkları miktarı belirlediği için sistemin kendisiyle; bir bütün olarak kapitalist sistemle, bu sömürü düzeniyle çelişkileri var. Sonuç itibariyle bunlar, ücrete bağımlı hizmetçi sınıfıdır ve işçi sınıfının bir parçasını oluştururlar. Burada üretken olmayanlara zenginlerin ev işlerini yapanlar, yavukluları vb. dahildir. Bunlar kapitalistlerin gelirlerinden ücretlendirilirler ve bütün işleri, kapitalistlere yaşamlarını kolaylaştırmaktan ve “tatlandırmak”tan ibarettir. Bu kategoriye dahil olanların [ 116 ] Marksist Teori 6 bütün ücretli işçilerle ortak noktaları, hepsinin kendi çalışmalarıyla yaşam sürdürüyor olmalarıdır. Ama bunların aldıkları ücret, sermayenin bir kısmı değildir ve bu anlamda da kapitalistin sermayesini çoğaltmak için yapılan bir harcama (yatırım) değildir. Ücretler, kapitalistlerin tüketim fonunun bir kalemini oluşturur. Hizmet sektöründe durumun ne denli karmaşık olduğunu göstermek için Marks’tan birkaç örnek daha verelim: Müzisyen örneği: “Örneğin, bir şarkıcının hizmeti, benim estetik gereksinimimi giderir; ama hazzını tattığım şey, şarkıcıdan ayrılmayan bir etkinlik içinde var olur ve emeği (iş gücü harcaması, çn), şarkı söylemesi sona erdiği anda benim haz almam da sona erer.”(35) Farklı hizmetler ve kapitalizm “Maddi olmayan üretim, salt değişim için gerçekleştirildiği, yani meta ürettiği zaman bile iki türlü olabilir: 1. Üreticilerden ve tüketicilerden bağımsız ve ayrı bir biçime sahip olabilen metalarda, kullanım değerlerinde ortaya çıkabilir; bu metalar, üretim ile tüketim arasındaki süre boyunca var olur ve bu süre içinde, kitaplar, resimler gibi satımlık metalar olarak, tek sözcükle, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen tüm sanat ürünleri olarak dolaşımda kalabilir. Burada kapitalist üretim çok sınırlı bir çerçevede söz konusudur: Örneğin ortak bir yapıtın -diyelim ki bir ansiklopedinin- yazarı, başka kişileri kiralık yazarlar olarak kullandığı zaman. Bu alanda, çoğu kez, kapitalist üretime bir geçiş biçimi geçerli olur; o biçim çerçevesinde çeşitli biçimsel ya da sanatsal üreticiler, zanaatçılar ya da uzmanlar, kitap ticaretinin ortak ticari sermayesi için çalışırlar- bu ilişkinin asıl kapitalist üretim tarzı ile bir ilişkisi yoktur ve hatta biçimsel olarak bile henüz kapitalist üretimin egemenliği altına alınmış değildir. Bu ara geçiş biçimlerinde emek (işgücü, çn) sömürüsünün en üst noktasında oluşu gerçeği bu durumu hiçbir biçimde değiştirmez. 2. Ürün, üretim eyleminden ayrılmaz -tüm gösteri sanatçıları, konferansçılar, aktörler, öğretmenler, doktorlar, rahipler vb. için durum budur. Burada da kapitalist üretim tarzıyla ancak sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılır ve bu etkinliğin doğası gereği, pek az alanda uygulanabilir.”(36) Yazarın üretken işçi olması: “Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli işçisiyse üretken işçidir.”(37) Eğitim kurumlarında üretkenlik durumu: Örneğin eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurum girişimcisi için yalnızca birer ücretli işçi olabilirler... Gerçi öğrenciler söz konusu olunca, bu öğretmenler üretken işçi değildirler; ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda üretken işçidirler. O, kendi sermayesini onların işgücüyle [ 117 ] Marksist Teori 6 değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence yerleri vb. için de durum aynıdır. Bu durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken işçidir. Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tü- mü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir.”(38) Marks döneminde toplumsal önemi olmayan bu alanların günümüzde ne denli geliştiği, tamamen sermayeye açılmış olduğu herhalde tartışma gerektirmeyen bir gerçekliktir. Kaynaklar: (Ayrıca belirtilmediyse sayfa numaraları Almancasına göredir) 1)“Modern sanayi, (K. Marks, Kapital, C.1, METE; C. 23, s. 510-511). 2) “Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüzyüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini bu yasanının normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir parça-birey haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm kalım sorunu halinde zorlamaktadır“ (K. Marks, Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 511-512). 3)METE; C. 4, s. 462 (dipnot) (MarksEngels; Komünist Manifesto). 4) Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 642 (dipnot). 5) K. Marks, Kapital I, METE, C. 23, s. 532. 6)“Yalnız, kapitalist üretim biçimini kesin biçim olarak -ve dolayısıyla, sonsuza dek doğal üretim biçimi olarak- gören burjuva darkafalılığı, sermaye açısından üretken iş nedir sorusunu, genelde hangi işin üretken olduğu ya da üretken işin genel olarak ne olduğu sorusuyla karıştırır ve sonuçta, herhangi bir şey üreten, herhangi bir sonuç yaratan işin bu gerçek çerçevesinde üretken olduğu yanıtını vererek ne kadar akıllı olduğunu düşünür. Sadece, doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iş üretkendir... Yani artı değer üreten ya da sermayeye artı değer üretimi için etmen olarak hizmet eden ve böylece kendini sermaye olarak, kendini genişleten değer olarak ortaya koyan iş” (K. Marks; Art Değer Üzerine Teoriler , C. 1, METE; C. 26/1, s. 368/369). 7) K. Marks, Kapital I, METE; C. 23, s. 532. [ 118 ] Marksist Teori 6 8)Bunlar hakkında Marks şöyle der: “Manüfaktür döneminin tersine, bundan böyle iş bölümü, mümkün olan her yerde, kadınların, her yaştan çocukların, vasıfsız işçilerin çalıştırılmalarına, yani İngiltere’de karakteristik bir deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle, ucuz emeğe (işgücüne, çn) dayanır. Bu, yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim kolları için değil, ister çalışan kimselerin evlerinde, ister küçük iş yerlerinde yapılsın, ev sanayileri denilen üretim biçimleri için de geçerliydi. Modern denilen bu ev sanayinin, bağımsız kent elzanaatlarını, bağımsız köylü tarım işletmelerini ve her şeyden önce de, işçi ile ailesinin içinde yaşadığı bir evin varlığını ön koşul olarak gerektiren eski tarz ev sanayi ile ad benzerliği dışında ortak bir yanı yoktur. Bu eski tarz sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün ya da eşya deposunun, bir dış bölümü halini almıştır. Sermaye, tek bir yerde de geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan doğruya komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve elzanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayii işçileridir“ (K. Marks; Kapital I; METE; C. 23, s. 485/486). 9) “Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini -ya da bunlardan birinin daha hakim olduğu emek türlerini- birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt edici özelliğidir. Ancak bu maddi ürünün, bu insanların ortak ürünü olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri olmasını önlemez., o insanların, sermayenin ücretli işçisi olma ilişkisini ve öncelikli anlamında, sermayenin üretken işçisi olma ilişkilerini ne ölçüde engeller ya da değiştirirse, ancak o kadar. Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir” (Marks, Artı-Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 387). 10) ”Çalışma süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişiyi yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonra başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma süreci de el işini kafa işi ile birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Çalışma sürecinin bu ortaklaşa ... niteliği, gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki, üretken iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif işçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir. Üretken işin yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında, [ 119 ] Marksist Teori 6 kolektif işçi için de hâlâ doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliğini yitirir“(K. Marks, Kapital I, METE 23, s. 531/532). 11) K. Marks, Kapital I, METE 23, s. 532. 12) Engels; İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu, METE; C. 2, s. 253. 13) Lenin; ‘Sol’ Radikalizm, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, C. 31, s. 60. 14) Bkz.: Lenin; Emperyalizm..., C. 22, s. 198. 15) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 388. 16) K. Marks; Kapital, C II, METE; C. 24, s. 60. 17) Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 304/305. 18) Agk., s. 311. 19) Agk., s. 303/304. 20) Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 133/134. 21) Agk., s. 134. 22) Marks; Kapital, C. III, METE; C. 25, s. 312. 23) Marks; Kapital, C. 1; METE; C. 23, s. 531/532. 24) Agk., s. 532. 25) Agk., s. 351. 26) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127. 27) K. Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 72/73, 1069 Frankfurt -Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları). 28) K. Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 66/67, 1069 Frankfurt -Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları). 29) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127. 30) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 268. 31) K. Marks; Kapital, C. I, METE; C. 23, s. 469. 32) K. Marks; Kapital, C. II, METE; C. 24, s. 481. 33) K. Marks; Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, Berlin 1953, s. 305. 34) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 377/378. 35) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 380. 36) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 385/386. Türk. 383/384. 37) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 128. 38) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 386. [ 120 ]