Marksist Teori 6

Transkript

Marksist Teori 6
Marksist Teori
6
Mayıs/Haziran
[2012]
Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına
İmtiyaz Sahibi: Deniz Doğruer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Deniz Doğruer
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt. No: 8/10 Aksaray/İstanbul
Tel: (0212) 529 15 94 Faks: (0212)529 06 75
e-posta: [email protected]
Baskı: Ceylan Matbaacılık Tel: (0212) 613 10 79
Abonelik: Yıllık 40 TL (Posta çekini yatırdıktan sonra bilgilerinizi e-posta veya faksla iletiniz.)
Posta Çeki: Songül Akbay 1600206
ISSN: 978 – 975 – 81 – 3421 – 2
İçindekiler
[5]
MARKSİST TEORİ’DEN
[7]
BAHARI HALKLARIMIZ YEŞERTTİ
A.Metin Boran
[13]
“ARTIK BİR HDK GERÇEKLİĞİ VAR”
İbrahim Çiçek
[23]
MARKSİZM, DİN, POLİTİKA ÜÇGENİNDE BİR TARTIŞMA
Serkan Gündoğdu
Kürt Sorununda İnkarcı, Sömürgeci Misyonerler:
[39]
AKP ve CEMAAT
Serhad Özgür
[49]
HALK CUMHURİYETLERİ BİRLİĞİ
Haydar Özkan
[60]
“AKP TOPLUMU YENİDEN DÜZENLİYOR”
Prof. Dr. Fatma Gök
[65]
ÇOCUK İŞÇİ VE ÇOCUK GELİN DÜZENİ
Ümran Yurdayol
[72]
YENİ BİR BAŞLANGIÇ YAPTIM
Yasemin Çiftçi
[79]
EZGİLERİNİ ÇAĞRINLA AYAKLANDIRDIĞIN KADINLAR
SÖYLEYECEK
Z.Deniz Boran
[83]
NEPAL’DE DEVRİMCİ MUHALEFET PVB’DE MERKEZLEŞİYOR
Gülistan Devrim
[91]
BİR KONGRE VESİLESİYLE HİNDİSTAN İZLENİMLERİ
[102]
AKP’NİN BÖLGESEL YAYILMACI HEVESLERİ VE SURİYE
[110]
TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI(I)
Eylem Canik
Yusuf Kenan Çobanoğlu
İbrahim Okçuoğlu
MARKSİST TEORİ’DEN
Sevgili okur,
Önceki sayılarımızdan farklı olarak, bu kez, politik
gelişmelere, alabileceği biçimlere ve muhtemel gelişim
rotasına dair kısacık da olsa söz söylemeden başlıyoruz
konuşmaya. Çünkü bu görevi “Baharı Halklarımız Yeşertti” başlıklı yazı yerine getiriyor. Analizlerin ve ulaşılan sonuçların belirli sorulara yanıt olacağını umuyoruz.
İkinci metnimiz, Hakların Demokratik Kongresi’nin
ardından, İbrahim Çiçek’le yapılmış bir röportaj. Okurunyanıtlardan, mücadele görevlerinin cephesel omuzlanışı,
bu ilişkilerin tarz ve kültürünün geliştirilmesi, bu açıdan
emekçi sol ile Kürt ulusal demokratik hareketi saflarındaki istek ve kararlılığın düzeyi gibi konularda açık bir
fikir edineceğini düşünüyoruz. HDK’nin, AKP’ye ve genel olarak egemen güçlere karşı geniş kitleleri adım adım
etrafında toplayacak bir odak yaratılması yolunda önemli
bir adım olduğuna kuşku yok. Röportaj, kolaycılığa kaçmadan, HDK’yı geliştirme perspektiflerine dair izlenecek
strateji ve politikaları tartışma imkânı sunuyor.
“Marksizm, Din, Politika Üçgeninde Bir Tartışma”
başlıklı yazı, İslam kültürünün egemen olduğu bir toplumun devrimci dönüşümünde, politikanın zihniyet ve
Marksist Teori 6
dil sorununu ele almaktan başka, sorunun, tarihi ve güncel konuluşu ile
devrimci hareketin konuyla ilişkilenişini eleştirel devrimci yöntemle inceleyip tartışıyor. Yazının, soruna daha
derinden bakılması ve politik faaliyette geniş bir ufukla hareket edilmesine
katkıda bulunacağına inanıyoruz.
“Kürt sorununda İnkârcı Sömürgeci Misyonerler: AKP ve Cemaat”
başlıklı yazı, Kuzey Kürdistan’da
politik İslamcı akımların toplumsal
tabanlarını genişletme yöntemlerini
ele alıyor. Dinin sömürgeci boyunduruğun bir aracı haline getirilmesine,
sömürgeciliğin yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal koşulların cemaat
örgütlenmelerinin dayanağına dönüştürülmesine ve tüm bunlara karşı mücadele görevlerimize dikkat çekiyor.
Politik faaliyet içindeki her okurumuzun dikkatle okuyacağını düşündüğümüz yazı, yeni incelemelere, yazılara
ve tartışmalara da vesile olacaktır.
“Halk Cumhuriyeti Birliği” başlıklı metin, komünistlerin ulusal sorunla
ilgili programatik görüşlerinin açılımını yapıyor.Yazının ideolojik mücadelede ve konuyla ilgili eğitimlerde
katkıda bulunacağına inanıyoruz.
AKP’nin üniversite öncesi eğitimde giriştiği politik İslamcı burjuva
düzenlemeler kapsamında Prof. Dr.
Fatma Gök’le yapılan röportajın ve
“Çocuk İşçi ve Çocuk Gelin Düzeni” başlıklı yazının, okurun, “4+4+4
yasası”nın içeriği ve amaçlarıyla ilgili
daha tam bilgilerle donanması, politik
kitle ajitasyonu ve güncel politik mücadele görevlerini omuzlamış okurun
çalışmalarını güçlendirmesi işlevlerine sahip.
“Yeni Bir Başlangıç Yaptım” başlıklı değerlendirme ve “Ezgilerini
Çağrınla Ayaklandırdığın Kadınlar
Söyleyecek” adlı yazı, özeleştirinin
devrimci şiddeti, bir devrimcinin kendini yıkıp yeniden kurma yetenek ve
gücü, adanmışlık ve feda ruhunun
yalın politik-ideolojik anlamı ile tüm
bunları kendinde toplayan gerçek bir
adımın yarattığı etkinin; bu etkinin
devrimci anlamını, ruhunu özümseyip rehbere dönüştürmenin yankısıdır. Devrimci lafazanlıktan, risksiz, bedelsiz, sarsıcı-düzen bozucu
özveriler gerektirmeyen bir “politik
varoluş”tan kopuşun en başa yazılması gerektiğine inandığımız günümüzde her iki metnin “kendimize sorular”
tarzıyla inceleneceğini, tartışılacağını
umut ediyoruz.
Dünya devrimi perspektifimizin bir parçası olarak, okuruna, yer
küreyi tüm pencerelerinden izleme,
anlama, öğrenme ve müdahil olma
imkânı sunmayı hedefleyen Marksist Teori’nin bu sayısında, “AKP’nin
Bölgesel Yayılmacı Hevesleri ve Suriye”, “Nepal’de Devrimci Muhalefet PVB’de Merkezileşiyor” ve “Bir
Kongre Vesilesiyle Hindistan İzlenimleri” başlıklı yazılara ver veriyoruz.
“Türkiye’de İşçi Sınıfının Yapısı,
Bileşimi ve Kapsamı” başlıklı yazı
konuyla ilgili güncel bir incelemeyi
sunmak amacında. Derginin hacmini
gözeterek, yazarımızdan hazırladığı
metinde sayfa sınırlamasına bağlı
düzenlemeler isteğinde bulunmak[5]
Marksist Teori 6
tan başka, metni iki bölüm halinde
yayınlamak zorunda kalıyoruz. İlk
bölümde konuya genel bir teorik giriş yapılıyor. İkincisinde ise başlıkta
ifade bulan sorunun incelenip tartışılmasına geçiliyor. Okurun gerekli
ilgiyi göstereceğine ve yazının zengin tartışmalara, yeni incelemelere
vesile olacağına güveniyoruz.
[6]
6, 18, 31 Mayıs ve 1 Haziran yıldönümleri vesilesiyle 71 devrimci kopuşunun önderlerini sevgi ve ideallerine
bağlılıkla anıyoruz. Dörtler’in, Amed
zindanlarında tutuşturduğu meşaleyi
söndürmeyeceğimizi haykırıyor, 1516 Haziran büyük işçi ayaklanmasının şehitlerini selamlıyoruz.
Venceramos.
BAHARI HALKLARIMIZ
YEŞERTTİ
A. Metin Boran
Son birkaç ayın politik verilerine işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci perspektifinden baktığımızda, büyüyen umut ve mücadele kararlılığıyla, durumu değiştirme isteği ve birleşik savaşım yönelimiyle yüz yüze
geliyoruz.
Egemenler cephesi ise, tüm güçlülük görüntüsüne
ve yekparelik imajına rağmen, rejim krizini örgütleyen
sorunlar ve politik mücadele dinamikleri karşısında,
devlet terörünün çeşitli biçimlerini ve faşist psikolojik
savaşı yoğunlaştırmaktan başka yol bulamazken, yeni
iç çelişki ve çatışmalara yuvarlanmaktan, halklarımıza
karşı işlediği suçlarda yeni suçüstülerle yüz yüze gelmekten kurtulamıyor. Bölgesel gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni koşulların ve güç ilişkilerinin, Kürt ulusal
varlığına ve mücadelesine sunduğu manevra olanaklarından ötürü yeni dar boğazlara sürükleniyor.
Faşist sömürgeci saldırganlık
ve psikolojik savaş
Baharla birlikte AKP hükümeti, başta Kürt ulusal demokratik mücadelesi olmak üzere, işçi sınıfı ve
[7]
Marksist Teori 6
ezilenlere yönelik devlet terörünü ve
yalana dayalı faşist psikolojik savaşı
yoğunlaştırdı.
Emekçilerin ve ezilenlerin siyasi,
ekonomik, toplumsal taleplerini ve bu
temeldeki mücadelelerini “istikrara”,
“huzura”, “büyüyen Türkiye’ye” saldırı, “bölücülük” ve “yıkıcılık” olarak damgaladı. Söz, basın, toplantı,
örgütlenme ve eylem hakkının en dar
demokratik çerçevede kullanılmasını
bile engellemeye çalıştı. Adalet talebini, gözaltı ve tutuklama terörüyle
boğmak istedi. Şehir Tiyatroları’nda
sahnelenecek oyunlara varıncaya dek,
ezilenlerden yana tüm sesleri ve dinamikleri bastırma çizgisinde yürüyen
AKP, vergi cenderesini sıkma ve yeni
zamlar yoluyla sömürüyü, soygunu
artırarak, iş cinayetlerine fiilen kol
kanat gererek, grev, sendika ve toplu
sözleşme haklarını en geri sınırlarda
ya da kilit altında tutmayı sürdürerek
işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, yoksulların yaşam ve çalışma koşullarını
ağırlaştırmaya devam etti. YÖK aracılığıyla formasyon hakkının gaspına
kalkışarak, üniversiteli gençliğe yeni
bir saldırıya girişti. 2 B yasasıyla esas
olarak, doğal çevrenin, burjuvaziye
kurban edilmesinin yeni koşullarını
hazırlarken, yoksulların barınma haklarına kapsamlı bir saldırının yasal kılıfını hazırlamaya yöneldi.
Faşist rejim ve hükümeti, Kürt
ulusal demokratik talepleri karşısında Roboski’de simgelenen imhacı, inkârcı, sömürgeci politikalarını
sürdürdü. AKP, her fırsatı, Kürt halkı saflarında aldatıcı, pasifize edici
beklentiler yaratma, ulusal demokratik hareketi parçalama imkanı haline getirme yönünde değerlendirmeye hevesleniyor. Kemal Burkay ve
partisiyle bir yere varamayacağını
gördüğünden, Barzani’yi ve Güney
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni bir
Truva atı haline getirmeye çalışıyor.
“Silah bıraktırma”, gerillayı politik
mücadelenin dışına çıkarma hedefine
ulaşarak, ulusal demokratik taleplere
dayalı mücadeleyle daha kolay baş
etme, önümüzdeki birkaç yılı kazanma planlarıyla hareket ediyor. Ne var
ki, bahar aylarında yoğunlaştırılan
inkarcı sömürgeci askeri saldırı ve
katliamlar, hızından bir şey kaybetmeyen KCK gözaltı ve tutuklamaları,
İmralı tecridinin boyutlandırılması,
ABD’yle yenilenen anti-PKK anlaşmaları, ulusal demokratik talepler,
en başta da anadilde eğitim konusunda yapılan hükümet açıklamaları,
Kürt halkı ve tüm ezilenler nezdinde
AKP’nin strateji ve taktiklerini açığa
çıkarıyor. Bütün bunlar aynı zamanda
yakın gelecekte Kürt ulusal sorunu
odaklı gelişmelerin yönünü, alacağı
biçimleri ortaya koyuyor.
Emekçiler ve ezilenler
cephesinin kendini
ortaya koyuşu
İşçiler ve ezilenler, diktatörlüğün
ve hükümetin saldırıları karşısında, baharı yeşerten bir mücadele sergilediler.
Faşist devlet terörü, tmy’ler, öym’le,
tecrit hapishaneleri demokratik ve
devrimci direniş ve adımları engelleyemedi. Newroz ve 1 Mayıs, halkla-
[8]
Marksist Teori 6
rımızın bağrındaki potansiyel enerjiyi
biraz daha açığa çıkardı. Kitlelerin yeni kesimlerinin politik bilincinin uyanmasını sağladı. Bahar sürecinin bu gerçeğini şu olgularda apaçık görebiliriz:
8 Mart’tan 71 devrimci önderlerinin ölümsüzlük yıldönümlerine, yerel ve uluslararası öneme sahip kutlama ve anma günlerinde sergilenen
pratikler,
Üniversite öncesi eğitimdeki politik İslamcı burjuva düzenlemelere
karşı girişilen eylemler,
Sivas katliamı davası kapsamındaki bir mahkeme kararına yönelik eylemler ve miting,
Pozantı hapishanesinde çocukların
maruz bırakıldığı zulüm ve alçaklıkların, üniversiteye sınavla giriş sisteminin yol açtığı liseli intiharları ve
ölümlerin, kitle katliamına dönüşen
iş cinayetlerinin yarattığı öfke ve protestolar,
İrili ufaklı işçi direnişleri, metal
işçileri arasında, gerici-faşist TürkMetal’den kopma yöneliminin kuvvetlenmesi, emekçi köylülüğün yaşam alanlarına, doğal çevreye sahip
çıkma mücadeleleri,
On sendikanın, burjuvazi ve hükümetle kol kola hareket eden Türk-İş
yönetimine tavır alarak bir platform
oluşturmaları, konfederasyon seçimlerine ayrı bir listeyle katılmaları,
1 Mayıs günü İstanbul’da 1 Mayıs
Alanı’nda saf tutmaları,
Üniversiteli gençliğin formasyon
hakkına saldırıyı püskürtmesi,
12 Eylül cuntacılarına açılan davanın, faşist rejim için bir demokra-
tikleşme makyajına dönüştürülmesi
planını boşa çıkarmayı, hesap sorma
bilinç ve pratiğine hizmet etmesini
sağlamayı hedefleyen demokratik ve
devrimci müdahale,
Kadına şiddete ve kadın cinayetlerine karşı güçlenen bilinç ve mücadele,
Hapishanelerde ulusal ve genel
demokratik taleplerle etrafında açlık
grevi biçiminde ortaya konulan irade,
İnkârcı, sömürgeciliğin Newroz’a
kitle katılımını belirgin tarzda zayıflatarak, umut ve irade kırma planlarının, ulusal demokratik hareket ve
halklarımızın devrimci, demokratik
güçleri tarafından yenilgiye uğratılması,
Diktatörlük ve AKP’nin, “sendikaların 1 Mayıs’ı ortak kutlamak
için uzlaşması” kılıfıyla, TÜRK-İŞ
yönetimi eliyle uygulamak istediği,
geçen yılki adımları yok saydırma, 1
Mayıs’ın politik içeriğini boşaltma,
şovenizmin ve sosyal şovenizmin geriletilmesini önleme planının bozguna
uğratılması,
İstanbul 1 Mayıs Alanındaki kutlamada ulaşılan kitlesellik, 1 Mayıs
eyleminin 110 merkeze yayılması
ve Kürdistan’da elde edilen yeni düzey…
Ele alınan dönemde öne çıkan
ve bazıları sürece damgasını vuran
bütün bu gelişmeler, işçilerin ve ezilenlerin bağrında, faşizme, inkârcı
sömürgeciliğe ve kapitalist sömürüye karşı mücadele arzusunun büyümekte ve bir toplumsal kaynaşmanın
mayalanmakta olduğunu; öfkenin,
kararlılığın ve kazanımlarla ilerle[9]
Marksist Teori 6
me isteğinin kendini pratikte ortaya
koyduğunu; diktatörlüğün ve AKP
hükümetinin demagojilerinin, psikolojik savaşının ve saldırganlığının bu
yönelimi engelleyemediğini göstermektedir. Newroz ve 1 Mayıs bunun
en dolaysız ifadesidir.
Dönemin, en önemli verilerinden
bir diğeri ise, birleşik mücadele isteğinin güçlendiği, bu doğrultudaki
adımların işçilerin ve ezilenler nezdinde destek bulduğudur. HDK’nın,
Newroz ve 1 Mayıs başarısı, tmy ve
öym’ye karşı Milyonlar Adalet İstiyor
İnsiyatifi, İstanbul 1 Mayıs Alanı’nda
sağlanan birlik ve “faşizme karşı
omuz omuza” şiarının tüm 1 Mayıs
alanlarında aynı anda haykırılması
bunun ifadeleri oldu.
Aynı sürecin önemli gelişmelerinden biri de, fiili meşru mücadelenin
büyüme ve yeni kesimlere yayılma
eğilimi göstermesidir. Kitle şiddeti
biçimini alarak Newroz’da zirveye
çıkan bu tutum, Sivas katliamı davası
kararı ve AKP’nin üniversite öncesi
eğitimle ilgili yeni düzeni karşısında
da boy verdi.
Egemenler cephesinin
kimi gerçekleri
Son birkaç aylık dönemde, AKP,
MGK’nın yönetici gücü olmak konusunda generaller partisiyle girdiği mücadelede elde ettiği mevzileri
perçinlemek ve psikolojik üstünlüğü
güçlendirmek yolunda yeni bazı hamlelere girişti. İlker Başbuğ’un ve bir
süre sonra Çevik Bir’in de içinde yer
aldığı 28 Şubat tutuklamaları ile 23
Nisan’da düzenlenen eşli resepsiyon
bunun işlevsel ve sembolik adımları
oldu.
Aynı süreçte Fettullah Gülen cemaatinin, egemen güçler içindeki hasımlarıyla hesaplaşmayı tırmandırma,
bu doğrultuda, devlet bürokrasisinde sahip olduğu mevzilere özerk bir
pozisyon kazandırma, yeni mevziler
elde etme ve hükümet üzerindeki etkisini arttırma isteği, politik İslamcı
koalisyonda ilk ciddi çatlağa ve iç mücadeleye yol açtı. AKP’nin zaferiyle
sonuçlanan bu muharebede, ABD’nin
bir aşamadan itibaren hükümetin yanında saf tutması dikkate değerdir.
Tayyip Erdoğan’ın “dindar gençlik
yetiştireceğiz” açıklamasından, yasal
düzenlemeyle imam hatiplerin orta bölümlerinin yeniden açılmasına,
“peygamberin yaşamı” ve “Kur’an
öğrenme” gibi tercihli yeni derslerin
“milli eğitim”e dahil edilmesine varan politik İslamcı burjuva adımların
zamanlaması, bunların, aynı zamanda, politik İslamcı etki altındaki kitleler içinde Fettullah Gülen cemaatini
AKP lehine sınırlama hamleleri olarak işlevlendirildiğini göstermektedir.
Politik İslamcı koalisyondaki iç
mücadelenin sürmesi, yerel seçimler
ve Çankaya seçiminde bunun kimi
yansımalarının ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.
Egemenler cephesi, AKP’nin ve
politik İslamcı koalisyonun, “laikliğin çerçevesinin” genişletilmesi
ve politik İslamcı bayrak altındaki
burjuvazinin önünün açılması mevzisine yerleşmesinden itibaren, rejim
[ 10 ]
Marksist Teori 6
krizini koşullayan sorunlar karşısında “bastırmak” ya da “dayanmak”
dışında herhangi bir çözüm iradesi
beyanında bile bulunamıyor. Dönem
içinde Anayasa tartışmaları etrafında
ortaya çıkan gelişmelerin yansıttığı
da budur. Denilebilir ki, egemenlerin ve AKP hükümetinin çok güçlü
göründükleri verili koşullar, aynı
zamanda çözümsüzlüğün yaratacağı
sonuçlar içeriğinde onların zayıflıklarının aynasıdır. Çeşitli sınıfsal,
ulusal ve toplumsal çelişmelerin
ulaştığı keskinlik düzeyi bunu koşullamaktadır.
Suriye yönetimiyle köprüleri atan,
İran’la ilişkilerde çubuğu ABD’nin
desteğini korumak yönünde büken,
Irak yönetiminin Şii güçleriyle karşı
karşıya gelme pozisyonuna sürüklenen AKP hükümeti, bölgesel hegemonya hayallerine ve burjuva sınıfsal
hırslarına zincirlenmiş durumda.
Yeni bir Libya beklentisiyle, Suriye konusunda manevra rezervlerini kendi eliyle dinamitlediği için,
hükümet, ABD başta olmak üzere,
Batı’lı emperyalistlerin, Esad rejiminin devrilmesinde gerekli kararlılığı
göstermediğinden yakınıyor. Tayyip
Erdoğan uluslararası saldırı kararı
alınması için ikna turlarına çıkıyor.
Katar Emiri’yle birlikte askeri işgal
yolundan Suriye’ye demokrasi getirmeye soyunuyor!
Bugün sahne süt liman gözükse
de, değişik veriler, egemen sınıf ve
güçler arasında Suriye, Irak ve İran
politikalarında büyüyecek bir çatlağın mevcudiyetini gösteriyor. Yine
de, hali hazırda, bir kayaya çarpana
veya bir yükü taşıyamaz hale gelene
değin, AKP hükümetinin, bölgesel
hegemonya, dolayısıyla bölgesel gerilim ve saldırganlık hattında yürüyeceği görülüyor.
Gelişmelerin yönü
Ezen-ezilen, zengin-yoksul çelişkilerinin keskinleşeceği bir sürece
giriyoruz. 1 Mayıs’ta, “Müslüman antikapitalistler” görünümünde ortaya
çıkan ve politik İslamcı burjuvaziyle
yoksul Müslüman emekçiler arasındaki çelişkiyi özgün biçimde dışa
vuran gelişme bu bakımdan güçlü bir
anlama sahiptir.
Ezen-ezilen, zengin-yoksul, devlet-halk çelişkileri kendini değişik
biçimlerde ortaya koyacaktır. İş veya
adalet eksenli talepler, çeşitli iktisadi
talepler, kadın cinsi talepleri, ulusal
talepler, alevi talepleri, demokratik
hak ve özgürlük talepleri söz konusu
çelişkilerin somutlaşma biçimleri olacaktır.
Egemen sınıfların ve hükümetin bu
çelişkileri tavizlerle yumuşatma yönelimi içinde oldukları söylenemez.
Onlar, en açık biçimiyle Kürt ulusal
demokratik talepleri karşısında sergiledikleri tutumda görüleceği üzere,
devlet terörüyle (askeri saldırılar, polis zorbalığı ve zulmü, tmy, öym, tecrit hapishaneleri) umut ve irade kırma
veya taleplerin kolunu kanadını kırma
çizgisinde ısrar edeceklerdir. Bu aynı
zamanda faşist yasaların ve fiili yasakların en etkin tarzda kullanılmak
isteneceğini göstermektedir.
[ 11 ]
Marksist Teori 6
Ne var ki, bilindiği gibi, egemenlerin iradesi kadiri mutlak değildir.
İşçi sınıfı ve ezilenlerin iradesi sürece damgasını vurma, egemenlerin ve
ezenlerin planlarını boşa çıkarma güç
ve yeteneğindedir. Newroz ve 1 Mayıs bu açıdan yeterince öğreticidir.
Umut ve irade kırma taktikleriyle
hareket eden, kölelik yasaları, tmyöym, hapishaneler ve yalana dayalı
faşist psikolojik savaş partisi ve hükümeti olan AKP’nin umut ve iradesini
kıracak hazır ve potansiyel devrimci ve demokratik güçler ile onların
önemli bir kesimini kapsayan HDK,
üzerine düşeni yaptıklarında bugünkü
sert siyasal koşulların halklarımız lehine hızlı bir değişim göstermesi, temel demokratik hak ve özgürlüklerin
kazanılması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Sürecin özellikleri ve görevler, biz
komünistlerden, fiili meşru mücadele
hattında başarılı, sonuç alıcı örnekler
yaratmayı, siyasal koşulların ve ihtiyaçların gerektirdiği tüm mücadele
araç ve biçimlerini kaynaştırmayı ve
birleşik mücadele konusundaki kararlılığımızı sürdürmeyi beklemektedir.
[ 12 ]
“ARTIK BİR HDK
GERÇEKLİĞİ VAR”
HDK I. Genel Kurulu’nun ardından Arzu Demir’in
Marksist Teori için sorduğu soruları, ESP Genel Başkan
danışmanı ve HDK Genel Meclis Örgütlenme Komisyonu üyesi İbrahim Çiçek yanıtladı.
Halkların Demokratik Kongresi, 12-13 Mayıs günlerinde Ankara’da 1. Genel Kurulunu topladı. Genel
Kurul, HDK gerçekliği açısından nasıl bir tablo sundu?
Kıyaslamalı bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Kuruluş Kongresinde her şey çok soyuttu, çok geneldi, tasarım halindeydi. Daha çok muradımızı açıkladığımız, niyet beyan ettiğimiz bir durumdu söz konusu
olan. Fakat 1. Genel Kurulda durum çok farklı. Somut,
canlı, ele tutulur gerçek bir duruma ulaştık. HDK’nin
biraz ete kemiğe büründüğünü gördük. Yeni politikanın,
yeni siyaset algısının ve tarzının mayalanma kabı olarak
HDK’yi kurmuş bulunuyoruz. Artık bir HDK gerçekliği
var. Bu genel kurulun fotoğrafına bakarak şunu söyleyebilirim; HDK, emekçi sol hareketimizin tarihinde, bir
yenilenme, yeniden doğuş hareketinin başlangıç halidir.
[ 13 ]
Marksist Teori 6
Bu fermantasyon potası yeni siyasetin
gelişmesi ve mayalanması için güçlü bir imkandır. Yaydığı umut da bu
imkândan kaynaklanıyor.
Siyasi bakımdan 1. Genel Kurul,
HDK gerçekliğine ilişkin neler söylüyor?
HDK’de, karar alma zorluğu bağlamında bir kararsızlık gözlemleniyordu. Buradan baktığımız zaman
Genel Kurulumuz karar alma konusunda daha enerjik. Örneğin Kürt
sorunuyla ilgili kampanya yürütme
kararı alınması, çok anlamlı. Siyasi
kararlılığa doğru gidişin bir belirtisi
olarak değerlendirebiliriz. HDK’nin
kendi gelişim hattı üzerinde 6 aylık
siyasi pratiği oldu. Bunun yürütme
tarafından değerlendirmesi yapıldı. Şunun altını çizmek istiyorum:
HDK’nin kurucularının siyasi gündemlerini tekleştirmeyi, belli anlarda, belli konu ya da sorunlar üzerinde odaklanmayı başarması gerekiyor.
Bu da yürütme ve genel meclisimizin
siyasi işlevini yapması yönündeki
çabaların güçlendirilmesiyle, inisiyatif üstlenmekle mümkün olacaktır. Ayrıca HDK taban örgütlerinin,
meclislerin, yürütmelerin keza komisyonların karar alma gücü, siyasi
inisiyatif üstlenme yeteneğinin güçlendirilmesi ihtiyacı var. Buralardan
ilerleyeceğimizi düşünüyorum.
Tabi siyaset-örgüt etkileşimini,
diyalektiğini gözden kaçırmamak gerekir. Meclislerin illerde, ilçelerde,
mahallelerde örgütlenme çalışmalarını kesintisiz yürütmek; bozulanı,
yürümeyeni tahkim etmek, yeniden
inşa etmek, siyasi inisiyatif üstlenmesi için öneriler geliştirmek bu temelde
işbirliğini, birleşik çalışmayı geliştirerek HDK’yi her yerelde bir odak
haline getirme yolunda ilerlenmelidir.
Önemli olan her alanda devrimcilerin, HDK içinde yer alan kuvvetlerin
siyasi inisiyatif göstermesidir. Çünkü
biz bir halk inisiyatifi açığa çıkartmak istiyoruz. Bu da siyasi inisiyatif
ve yaratıcılıkla, denemeyle, kitlelerle
birlikte arayarak başarılabilir.
1. Genel Kurul, örgütsel bakımdan HDK gerçekliğine ilişkin nasıl
bir tablo sunuyor?
Belirli bir değişim var. HDK Kuruluş Kongresini 800-900 delege ile
toplamıştık. Delegelerimizin ancak
3’te 1’inin Genel Kurula katıldığını gördük. Bu esasen delegelerin
doğru ya da yanlış seçimiyle ilgili
değil. Delegeler, Kongreyi kurarak
işlevini, temel sorumluluklarını bir
bakıma yerine getirdiler. Kongreden
sonra meclisleri kurmaya başladık,
HDK’nin siyaset yapması için girişimlerde bulunduk. O zaman kurucu delegeler ayrıştı. Delegelerin bir
bölümünün işlevli olmayacağı açığa
çıktı. Bu sürede çok sayıda yeni insan
geldi ve HDK meclislerinde yer aldı.
HDK’nin yürütmelerinde, komisyonlarında çalışmalarımıza katıldılar,
HDK’yi örgütlemeye başladılar. 900
delege varken, hiç örgütümüz yoktu.
Genel kurula 300 delege katıldı, gerçek olarak şu anda 40-50 ilde ve bir
o kadar ilçede HDK’nin meclisleri ya
da meclis girişimleri var. Bir HDK örgütlenmesi var. Her şey daha gerçek.
[ 14 ]
Marksist Teori 6
Şu noktadan eleştiride bulunabilirim; HDK içinde delege olmayan ancak çalışmalara aktif biçimde katılan
çok sayıda arkadaşlar vardı. Bunların
genel kurula katılımının daha iyi örgütlenmesi gerekirdi. Burada sanırım
görüş açısı darlığıyla karşı karşıya
geldik. Aslında örgütlenme komisyonu ve yürütmenin aldığı kararda çalışmalarımıza aktif katılan, yürütme ve
meclislerimizde yer alan arkadaşların
katılımının örgütlenmesini gerektiriyordu. Ancak böyle olmadı. Bazı yerlerden çok az geldiklerini-getirildiklerini görüyoruz. Bu örgütlenmemiş
bir durum olmasıyla ilgili. Hareket
halindeyiz. Geri çekilenler ya da ileri
çıkanlar oluyor. Güçlü bir kitle hareketine dayanmadığımız için bu normal. Bunu hep dikkate almamız lazım. Hep bir iradeye ihtiyacımız var.
Güçlü bir kitle hareketine dayanmadığımız için örgütsel açıdan istikrarsızlığın, gelen ve gidenlerin olması
biçiminde sirkülasyonun yaşanması
kaçınılmaz. Birçok durumda meclisleri yeniden kurmamız ya da yürütmelerini, komisyonlarını yeniden
kurmamız kaçınılmaz. Bu gerçekliğe
herkesin hazır olması gerekiyor. Bir
örgüt yarattık, onun bir mücadele örgütü olmasını ve gerçek bir kitle inisiyatifi, gerçek bir kitle hareketi açığa
çıkarmasını istiyoruz.
Meclislerde durum nasıl? Gerçekten bir Meclis gibi mi işliyor yoksa örgüt temsilcilerinin katıldığı toplantılar şeklinde mi geçiyor?
Meclisler konusunda geçmişte
birikmiş bir geleneğimiz ve deneyi-
mimiz yok. Bunun öncelikle altını
çizmek istiyorum. İkincisi içinde bulunduğumuz durum, yeni bir çalışma
tarzı, yeni bir siyaset tarzı ve yeni bir
ilişkileniş, işbirliği biçimini gerektiriyor. Buna da hepimiz çok hazır değiliz. Şimdi başlangıç aşamasında yeni
bir şey yapmak istediğimizi herkes niyet olarak beyan etmiş oluyor ve yeni
bir şeyi hep birlikte aramaya başlıyoruz. Ancak arama gücümüz de eşit
değil. Hala çok güçlü bir şekilde geride kalan sürecin deneylerinin ve bilincinin baskısı altındayız. Bu nedir?
Eylem birlikleri oluşturduk, özellikle
1990’lı ve 2000’li yıllarda envai çeşit
platformlar, seçim blokları kurduk.
Buralarda hep kurum temsilcileri bir
araya geliyor, kararları alıyor ve arkalarındaki kitle gücü, örgütleri uyguluyordu. Şimdi durum farklı. Bugünkü
durum, HDK gerçekliği hem örgütlerden irade istiyor, hem de örgütlü bireylerden inisiyatif ve bireysel sorumluluk üstlenmesini istiyor. Hem de
parti ve örgütlerin bütün gövdeleri ile
bu işin içinde yer almasını istiyoruz.
Ama çelişik noktalar var. A grubu çok
yüklendiği zaman orası onun rengine
bürünebiliyor. Bu sağlıklı değil. Genişlemek istiyoruz çünkü. Çok geniş
ve birleştirici bir kuvvet olarak ortaya
çıkmak istiyoruz. Başka bir yerde sadece temsilci gelince bu da sağlıksız
bir durum. Bir halk inisitayifi yaratmak istediğimiz için, müzakerenin,
diyalogun, tartışmanın, karşılıklı etkileşimin, bireylerin birey olarak meclislerde bulunduğu, -bir grubun bir
partinin, bir yerin temsilcisi olarak
[ 15 ]
Marksist Teori 6
değil- bir durum yaratmak istiyoruz.
Bu siyaset algısında ve tarzında bir
dönüşümü gerektiriyor. ‘Fermantasyon potası olarak HDK’yi kurduk’ demek, bu dönüşüm, mayalanma kabını
yarattık, demektir.
Bu dönüşümde bir ilerleme gösteriyor musunuz yoksa başladığınız
yerde misiniz?
Genel olarak, ‘Kurumlar neden bütün güçleri ile ortada değil’ eleştirisi
var. Bu demek ki; yeni durumun ihtiyacı algılanıyor, eleştiri doğru yere
yöneltiliyor. Bu çok önemli bir nokta.
Çünkü burada yeni henüz olmuş, bitmiş bir şey olarak ortada yok. Başlangıç halinde, mayalanma halinde bir
yeniden bahsediyoruz. Terslikler, can
sıkıntıları, eleştiriler oluyor ya da kısmen uzaklaşanlar var ancak HDK’nin
sağlam olduğu gözüküyor. Bu çok
önemli. Bu sağlamlık yeni ihtiyacın
anlaşılmasıyla ilgili olduğu kadar,
bir niyet olarak bu ihtiyacı anlayanların yeniyi bulmak için değişmek
isteklerini de yansıtıyor. Birbirleriyle
etkileşime giriyorlar, etkilenmek istiyorlar, şeklinde de okunabilir. ‘Bana
pırıl pırıl bir fotoğraf söyle’ deseniz,
böyle bir fotoğraf söyleyemiyoruz
ama bizim derindekini görmemiz lazım. Derindeki bu mayalanma hali,
toplumdaki genel mücadele isteğinin büyümekte oluşuyla birleşiyor.
Newroz’un, 1 Mayıs’ın gösterdiği gibi
burada birleşme eğilimi ve daha güçlü
bir mücadele isteği var. HDK bunları
emiyor ve kendinde somutlaştırıyor.
Dolayısıyla buradaki mayalanma çok
önemli. Bu mayalanmaya kendi renginizi, kimyanızı vermek mi istiyorsunuz? O zaman çok katkıda bulunmalı,
çok katılmalısınız. Daha çok emek
vermeli, daha çok sorumluluk ve
inisiyatif üstlenmelisiniz. İrade yoksunluğu ve kendiliğindencilikle, edilgenlikle, seyircilik ve kaydedicilikle
mayalanmayı ileriye götüremezsiniz,
bir yere de varamazsınız.
ESP’nin örgütlerinde, tabanında
HDK’ye katılım konusunda sorun
var.
Bütün partilerin kadrolarında, teşkilatlarında, tabanında sorunlar var,
bizde olduğu gibi. Değişik biçimlerde
bunun örneklerine rastlıyoruz. Eski
deneylerin baskısı, dar yaklaşımlar
söz konusu. Hatta HDK’yi ekstra bir
“yükmüş” gibi görenler var. Yıllarca,
‘devrimi gerçekleştirmek için cepheye ihtiyaç var’ demişsiniz. Hatta ‘birleşik devrimci önderlik’ düşüncesini
teorisini yapmışsınız, zaman zaman
deneme girişimlerinde bulunmuşsunuz. Şimdi bir birleşik özne, bir birleşik önderlik yaratmak için önünüze
somut bir imkân çıkmış. Önünüze hem
emekçi sol güçleri cepheleştirme siyasetinizin uygun bir aracı çıkmış, hem
Batı’da işçi, emekçi, ezilen hareketi
yaratmak üzere stratejinizi kurmuşsunuz. Hem de ulusal demokratik hareketin Batı’daki güçleri ile emekçi
sol hareketin Batı’daki güçlerini bir
araya getirmek için kaldıraç yaratma
imkânınız var. Şimdi mırın kırın edemezsiniz, bahaneler, gerekçeler ileriye süremezsiniz, kendinizi tam olarak
ortaya koymanız gerekir. HDK için
[ 16 ]
Marksist Teori 6
attığınız taş, ESP için attığınız taştan
farklı değil. Aynı şeydir. Bu ikisi birbirini tamamlar. Devrimciliğin gereği
odur ki, mücadeleyi, yangını büyütmeli, partimizi de o yangının içinde
büyütmelisiniz. HDK’yi büyütmeliyiz, onun içinde büyüyeceksek büyüyelim, onun içinde kim büyüyecekse büyüsün. HDK’nin büyümesi,
işçi sınıfının, ezilenlerin, kadınların,
gençlerin mücadelesinin de büyümesi
olacaktır. Burada önemli olan doğru
bir cepheleşme çalışmasının kesinkes
mücadeleyi büyüteceği gerçekliğidir.
Başarılı her birlik, mücadeleyi büyüten birliktir ve kadroların durumunda
bir değişimi gerektirir. Daha büyük,
sert ve geniş çaplı bir mücadeleye
girmek kadroların bakış açısında da,
hareket tarzında da, siyaset algısında
da, kendini ortaya koyuşunda bir değişimi gerektirir. Devrimci gelişmenin her ileri adımı kadro ya da teşkilat
olarak onun öznelerini, yapıcılarını
devrimcileştirir yeniden yapılandırır.
Doğrular ortadayken bu değişime
karşı direnç neden?
Eşyanın doğasından. Eski durumdan. Süren durumun kendini muhafaza etme, yaşatma, sürdürme eğiliminden kaynaklanıyor. Bir grup, parti
içerisindesiniz, alıştığınız bir hareket
ve siyaset tarzı var. HDK varlığı değişmeye zorluyor. Hem bütünü hem
de parçaları değişime zorluyor.
Örneğin yarım yüz yıllık geleneğimizde partiler ile bağımsız bireyler
bir araya gelebilirler miydi? Partiler,
“bağımsız birey”leri muhatap almak
şurada kalsın dikkate bile almazlar-
dı! Bağımsız bireyler de genel olarak
partiler ile ilgili iyi şeyler düşünmezler, hatta öcü ve günah keçisi yaklaşımı içerisinde olurlardı vb. Bu iki tarafı-etkeni kurumsal olarak bir araya
getirdik. Birisine yüzde 60, diğerine
yüzde 40 temsiliyet verdik. Her iki
birbirini özne olarak tanıdı. Şimdi bir
araya geldiler ve karşılıklı etkileşim
içindeler. Tabi ki, bir araya gelindiği
zaman da sorunlar oluyor. Daha fazla
sindirim ihtiyacı var. Bağımsız bireyler arasında zaman zaman eski depreşiyor, ‘keşke şu partiler olmasa, daha
iyi olacak’ duygusu kabarıyor. Bu
eskinin geride kalmakta olanın, düne
ait olanın bir devamı, uzantısı olarak
ortaya çıkıyor elbette. Bazen örgütler
de, “Bu bağımsız bireyler de nereden
çıktı? Bu bağımsızlara da ne oluyor?’
duygusuna kapılıyorlar. Bunlar eski
ait ayak bağları, mutlaka aşılması gerekiyor.
Bu mayalanma potasında kurumlar 8 aydır birlikte çalıştılar. Yarım
yüz yıllık tarihimizde bu yok. Örneğin ESP ile EMEP hiç benzer bir faaliyetin karşılıklı etkileşimi içinde olmadılar. Bu hemen tüm kurumlar için
ilk defa oluyor. Çok önemli ve yeni
bir deneyimle karşı karşıyayız. Bütün
taraflar için bunun getireceği kazanımlar olacaktır. Önyargıların kırılması,
görüş açısının genişlemesi anlamında
olacaktır. Ama genel olarak mücadeleye bakışta da bir etkileşim olacaktır. Burada yeni politika tarzının, yeni
zihniyetin mayalanmakta olduğunu
bu örneğin kendisinde de çok net biçimde görebilirsiniz.
[ 17 ]
Marksist Teori 6
Yeniden meclislere dönmek istiyorum. HDK’nin Kadın Meclisi ve
Gençlik Meclisi kurmak gibi bir kararı vardı. Bu kararlar hayata geçti
mi?
Bu konuda çabalar var. Her iki
konudaki çabalarımız da zayıf ve
başlangıç halinde. Buralarda kararlılığa, kuvvet seferberliğine ihtiyacımız var. Özellikle kadın meclisi için
şunu söylemek istiyorum: HDK içinde yer alan örgüt ve bireylerin, kadın
özgürlük hareketine bakışlarında çok
temel farklılıklar var. Henüz yeni temas halindeler. Aslında çok önemli
dönüşüm alanlarından biri bu. Feminist hareketten kadınlar, 20. yüzyılın
geleneksel erkek egemen görüşünü bir
şekilde sürdüren yaklaşımlar ve her
ikisinden daha farklı devrimci cins bilinciyle, devrimci sosyalist pozisyonda
olan kadınlar var. Eğer yakın ve sıkı
bir ilişki, ortak mücadele içine sokabilirsek, yeni mayalanmanın burada
çarpıcı biçimde gelişebileceğini söyleyebilirim. Daha güçlü bir kadın hareketi yaratmak istiyorsak, HDK’nin
imkânlarını zorlamalıyız.
Partimiz bakımından SKM’lilerin
kendini çok güçlü bir biçimde ortaya
koyması ve inisiyatif alması gerektiğini söyleyebilirim. Yerellerde sosyalist
kadınların, SKM’nin mutlaka büyük
bir enerji ile HDK’nin kadın meclisi
örgütlenmesinde sorumluluk üstlenmesi, birikimini, deneyimini ortaya
koyması lazım.
Gençlik açısından da benzer bir
durum söz konusu. Sanıyorum 10-13
yerde gençliğin meclis örgütlenmesi
girişimleri var. Fakat belirginleşmiş
ve istikrar kazanmış değil. Özellikle
gençlik mücadelesinin Ankara, İstanbul, İzmir gibi önemli merkezlerinde kesinlikle gençlik meclislerini
atılıma geçirecek bir kararlılığın,
görüş açısının geliştirilmesi gerekir.
HDK, gençlik mücadelesine kitlesellik bakımdan son 20-30 yılın bütün
düzeylerini misliyle aşabilecek bir
imkândır. Kitlesel bir gençlik hareketini yaratabilmek için HDK’yi
iyi bir kaldıraç ve mayalanma kabı
olarak kullanmak gerekir. Burada
gençlik hareketine dar yaklaşan görüş açısını ve dar yaklaşan mücadele
tarzını aşmak ve büyük bir hareketi
yaratmak görüş açısı ile düşünmek
gerekir. Onun için 1965-1970 döneminin verilerini şimdi daha çok
dikkate almalıyız. Gençlik hareketi
deyince sadece öğrenci gençlik hareketi de anlaşılmasın. Öğrenci olmayan kentli gençliğin önemli ve büyük
bir potansiyeli var. Bu gençlik ile de
gençlik meclisimizin ilgilenmesi, temas halinde olması, işçi gençlik, okumuş işsiz gençlik, semt gençliği, liseli
gençlik olmak üzere bütün gençlik
kesimlerini örgütleyecek şekilde hareket etmesi gerek.
HDK 1. Genel Kurulu’nda konuşma yapan herkesin vurgusu,
‘HDK’lileşmek gerekiyor’ şeklindeydi. Ne demek HDK’lileşmek?
Bana HDK’lileşmenin tanımını yapabilir misiniz?
Bu güzel ve zor bir soru.
HDK’lileşmek, farklı düşündüğümüz
kişi ve parti yapılarıyla ortak amaç-
[ 18 ]
Marksist Teori 6
lar doğrultusunda bir halk inisiyatifi
açığa çıkartmak için süreğen biçimde
birlikte çalışmak, devrimci-demokratik işbirliğini geliştirme ekseninde
kendimizi yeniden kurmak anlamına geliyor. Fikirde yeniden kurmak,
eylemde pratik olarak var etmek
anlamına geliyor. Burada yeni bir
şey öğreniyoruz. Kurumlar, örgütler
açısından bakalım. Nasıl bir durumdaydılar? Herkes kendi kabuğu içinde çalışmaya alışmış, aynı düşünen
insanlar rahat rahat anlaşıyor ve çalışıyorlar. Ama şimdi düşünün, birbirine çok uzak gibi düşünen ve belki de
uzak olan, farklı farklı görüş açıları,
deneyimleri, tarihleri olan yapılar bir
araya geldiler. Şimdi HDK’lileşmek
demek ortak bir politika tarzının,
bir ortak siyaset algısının belirmesi
demektir. HDK’lileşmek demek her
şeyden önce bugün cepheleşmek için,
ezilenlerin, emekçilerin, işçilerin, bütün mazlumların alternatifini yaratabilmek için, bunun gelişiminin ihtiyaçlarına uygun biçimde değişmek
demek. Neye ihtiyacımız var? Egemen sınıfların iki gerici bloğu, cephesi karşısında, işçi sınıfı ve ezilenlerin, işçi sınıfı hareketinin, Kürt ulusal
demokratik hareketinin, demokratik
alevi hareketinin, demokratik kadın
ve gençlik hareketlerinin, emekçi
köylülüğün doğal yaşamı koruma,
savunma hareketlerinin, emekçilerin,
ezilenlerin, yoksulların, Kürtlerin,
Alevilerin, kadınların, çevrecilerin
devrimi demokratik alternatifini yaratmak istiyoruz. Bu alternatifi hazırlamanın ihtiyaçlarının görüş açı-
sından değişmek demektir. Partiniz
kalacaktır, ama o da yenilenecek ve
dönüşüme uğrayacaktır. Örneğin, çünkü yarım yüzyıllık tarihimizin temel
bir özelliği cepheleşme yeteneği yoksunluğudur. Bunun yoksun olduğu
yerde iktidar perspektifinden de söz
edilemez. İktidar perspektifi demek,
iktidarı elde edecek güçleri hazırlamak, ortaya çıkartmak, git gide ve
hatta katlanarak büyüterek örgütlemek demektir. Dolayısıyla HDK’nin
iktidar perspektifinin olup olmadığı
tartışmasını buradan görmek gerekir. Eğer HDK bir cepheleşme yaratıyorsa, gerçekte burada bir iktidar
arayışı vardır. HDK ile ilgili olarak
iktidar arayışlarının olmadığı yorumları tamamen sübjektiftir. HDK bugün kendini ‘ana muhalefet’ gibi tanımlamaya çalışıyorsa, bu bir iktidar
alternatifli oluşunu başka bir şekilde
tariflemek demektir. Burada iktidar
alternatifini dar ve geniş anlamda anlayabiliriz. Dar anlamda düzen içi,
geniş anlamda devrimci-demokratik
bir biçimde anlaşılabilir. Tabi ki, biz
bunun, devrimci-demokratik bir tarzda anlaşılması ve bu yönde gitmesi,
gelişmesi için mücadele ediyoruz.
Yeni devrimci demokratik bir cumhuriyeti hedefliyoruz. Bunu için mücadele etmenin imkân ve koşulları da
fazlasıyla var.
Bağımsız bireyler HDK’ye katılımı, ilk başladığınız zamandaki gibi
mi?
Bağımsızların ya da kurumların katılımı, başındaki gibi değil.
Başındaki dediğimiz yer, Ekim’in
[ 19 ]
Marksist Teori 6
15-16’sından önceki aşama. Az önce
söylediğim gibi, o aşamada her şey tasavvur halindeydi, niyet olarak vardı,
gerçeklik haline bürünmemişti daha.
O zamanın kurum delegelerinin de
önemli bir kısmı çalışmaların dışında kaldı. O aşamanın kendine ait bir
özelliği vardı. Daha sonra ise her şey
somutlaşmaya başladı. HDK, bir yandan biraz politika yapmaya başladı,
bir yandan da örgüt kurmaya başladı.
Her şey gerçek haline geldi. Bunun
için de başında çalışmaların içerisinde
yer alıp pratiğe katılan ve geri çekilen
arkadaşlar olabilir. Biraz zorlanmış
olarak katıldıkları halde sonradan çekilenler olabilir. Yeni duruma uyum
sağlayamayanlar, çok değişik örnekler olabilir. Buna çok somut olarak
bakmak gerek. Özel olarak kurumların tavrı bağımsızları caydırıcı değildi, ama belki çok cesaretlendirici de
olmadı. Belki de bağımsızların beklentileri de çok gerçekçi değildi.
Hangi beklentileri gerçekçi değildi?
Sanırım hızla örgütlerin geri plana düşeceği, HDK’nin tek kimlik
olarak ön plana çıkacağı gibi bir süreç varsayıyorlardı. Oysa kurumlar
gerçekliği ve bağımsızlar gerçekliği
yerinde duruyor. Burada tarihimizin
bir özelliği geldi önümüze. Bağımsız bireyler hem partilerle çalışmak
istiyorlar ancak eski tarzın etkisi altında kalarak kurumların varlığından
da kısmen rahatsız oluyorlar. Partiler
için de aynı şey geçerli. Bir yandan
bireylerin varlığı kabul ederek birlikte çalışmak istiyorlar, diğer yan-
dan da zaman zaman ‘nereden çıktı
bu bireyler?’ duygusuna kapılıyorlar.
Şimdiki durumda ilerleyiş hattımız
şöyle olmak zorunda: bütün kurumların bağımsızları teşvik edici olması, bağımsızların önünü açıcı olması
gerekiyor. Bu konuda çok daha fazla
özen göstermeliyiz. Bağımsızların da
gerçekçi olması gerekiyor. HDK’ye
katılan kurumlar hiçbir şekilde kendilerini feshedecekleri, kurumsal
kimliklerini bir yana bırakacakları gibi bir taahhütte bulunmadılar.
Üzerinde herkesin birleştiği şey, HDK
çalışması içinde HDK kimliğinin ön
plana çıkarılmasıdır. Bunun üzerinden
ortak çalışma ve işbirliğini geliştirmektir. Karşılıklı anlayışa ihtiyacımız
olduğu kuşku götürmez. Ortak çalışma içinde yenilenme ve dönüşüme
ihtiyacımız var. Biz bu yenilenme ve
dönüşümü sağlayacak mayalanma
kabını elde etmiş oluyoruz. HDK o
pota olarak var.
Parti konusuna gelelim. HDK 1.
Genel Kurulu’nda parti kurulması
kararı alındı. Bu parti HDK için ne
anlam ifade ediyor?
Karar, kendi mantığı ve yapısı
içinde baktığımız zamana, HDK’nin
önümüzdeki süreçte özellikle belediye
seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimi ve
genel seçimlere müdahalesi, hazırlığı
anlamına geliyor. Zaten daha başından
HDK’yı kurulurken, bir parti de kuracağımızı varsaymıştık, böyle bir görüş
açımız ve kararlılığımız vardı. Bu anlamda Parti kararı yeni bir şey değildi.
Şimdi belediye seçimleri biraz daha
yakına gelmiş gibi görünüyor.
[ 20 ]
Marksist Teori 6
HDK’yi Ekim’de kurduğumuz
zaman şöyle önce HDK rüştünü ispatlamalı, sonra parti konusunu ele
almalıyız diyorduk. Dolayısıyla ilk
6 aylık dönemde bu konuya çok fazla eğilmedik, son dönemde bir parti
hazırlık komisyonu kuruldu. O bazı
tartışmalar yaptı. Ancak seçimlerin
yaklaşması, parti konusunu zamanlama olarak gündeme getirdi. Bir seçim
mücadelesi yürütmemiz gerekecek.
HDK’nin bu alana da hazırlık yapması gerekiyor. Partinin bu senenin
içinde kurulması söz konusu olacak.
Bu parti tanımı gereği ve hareketin
öncülerine bakıldığı zaman daha çok
bir seçim partisi olacaktır. Demek ki
Halkların Demokratik Kongresi partileşmeyecek, bir seçim partisi kuracak.
İkincisi, HDK bir halk inisiyatifi olarak doğrudan demokrasiyi uygulayan
bir örgütlenme olarak varlığını devam
ettirecek. Bizim bir araya gelişimizin
esas zemini HDK’dir. HDK ile bir mücadele örgütü yaratmak, bu mücadele
örgütüne dayanarak, büyük bir halk
hareketi geliştirmek istiyoruz. Seçim
mücadeleleri bu halk hareketini geliştirme, mücadeleyi büyültme sürecinin
yalnızca belirli anlardır, belirli duraklardır. En önemlisi, esası değildir. Asıl
olan gündeme sürekli müdahale edeceğimiz, kitlelerin, emekçilerin, işçilerin, çevrecilerin, kadınların, gençlerin
istekleri yönündeki günlük mücadeleleri örgütlemek ve günlük mücadele
üzerinden yürümektir.
Örgütlenmesini tamamlayamamış bir HDK için parti risk değil midir?
Elbette, şöyle bir risk var: HDK
yeni bir örgütlenme. Henüz rüştünü
ispatlama sürecini tamamlamış da değil. Eğer böyle bir anda parti konusu
ya da başka bir konu çok fazla öne
çıkarsa, bu yarattığımız mayalanmayı
bozabilir. Çünkü meclis tarzı örgütlenme ve yeni bir siyaset tarzı, dili
arayışı olgunlaşmış değil. Bu nedenle
partinin doğru bir temelde ve isabetli
bir zamanlamayla ele alınmaması mayayı bozucu bir etki yaratabilir kaygısı taşıyoruz. Bu riske karşı HDK’nin
dikkatli ve uyanık olması gerekir. Bu
zamana kadar harcanan emeklerin, yaratılan umutların boşa gitmemesi için
de gerçekten de dikkatli ve ihtiyatlı bir
yürüyüş gerekiyor. Bu aynı zamanda siyasetin dengesi ve ölçüsü konusu. Önceliklerin doğru belirlenmesi
önemli. Şimdilik sorun temelde doğru
bir şekilde ortaya konuldu. HDK var
olacak, ondan herhangi bir şekilde
ödün vermeyeceğiz. Bu arada HDK
bir de parti kuracak. Parti, daha çok seçim partisi olarak tanımlandı. Burada
riskimizi artıran faktörler de var. Birincisi, partinin bir çekiciliği cazibesi
olabilir. İkincisi, seçim dönemlerinin
kendine göre bir dinamizmi var. Aday
olmak isteyenler, bireysel menfaat peşinde koşanlar, mevkii düşkünlerinin
de fazlaca gelmesi mümkün olabilir.
Seçim sürecinde şişip, ondan sonra
sönen bir durum da olabilir. Böyle bir
risk de var. Fakat tabi ki, bizim nasıl
mücadele edeceğimiz, neleri öne çıkaracağımız, ne kadar dirayetli davranacağımızla ilgili bir konu bu. Evet,
burada bir güvence yok. Asıl güvence
[ 21 ]
Marksist Teori 6
mücadelenin bizzat kendisi. Burada
devrimci kadroların, HDK’yi var eden
kurucuların, doğru bir duruşu sergilemeyi başarmalarıdır sorun.
Partinin ne zaman, nasıl kurulacağı konusunda HDK içinde herkes
hemfikir mi?
Somutlaştırılması gereken yönler
var. Örneğin zamanlama konusu. Sanırım, önümüzdeki 6 aylık dönemin
sonuna doğru kurulmuş olabilir ama
her halde daha önceden program ve
tüzükle ilgili hazırlık çalışmaları yürütülür. Daha sonra kurucu kadrosu oluşturulur. Bu yılın sonuna doğru EkimKasım kurulması uygun zamanlama
olabilir. Böyle olduğu zaman önümüzdeki yılın ilk 4 ya da 6 ayı partiyi örgütleme dönemi olarak ilan edilebilir,
parti seçimlere hazır olur.
[ 22 ]
MARKSİZM, DİN, POLİTİKA
ÜÇGENİNDE BİR TARTIŞMA
Serkan Gündoğdu
“O zulmedenler nasıl bir devrimle baş aşağı edileceklerini yakında bileceklerdir.” (Kur’an-ı Kerim, Şuara, 227)
1920’de Bakü’de “Yaşasın Dünya Devrimi” pankartıyla ve kızıl bayraklarla yürüyen kara çarşaflı ve
yüzleri peçeli kadınların fotoğrafını gördüğümüzde aklımıza ilk ne gelir? Peki ya 1970’lerde Nikaragua’da
FSLN saflarında devrimci gerillalar olarak savaşan
papazları okuduğumuzda ne düşünürüz? Muhtemelen
gerçeklik ile ideolojik veya psikolojik önyargılarımız
arasında rahatsız edici bir gerilim ortaya çıkar.
“Din halkın afyonudur” Marx’ın bu meşhur sözünün
bağlamı pek bilinmez. Oysa Marx, henüz 1844 başları
gibi erken bir tarihte, materyalist diyalektik yönteminin
parlak bir örneğini sergiler: “Dinsel üzüntü, bir ölçüde
gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de
gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin
dışlandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din,
halkın afyonunu oluşturuyor.” Demek ki Marx, dine
[ 23 ]
Marksist Teori 6
kendinde bir şey olarak değil tarihsel
ve toplumsal işlevi bağlamında bakmakta, dinin ikili rolünü vurgulamakta, onu ezilenlerin hem protestosu,
hem de yatıştırıcısı olarak nitelendirmektedir. Burada, halk dini ile devlet
dini arasında ayrım yapan bir bakış
açısı tohum halinde mevcuttur.
Türkiye’de Marksizm iddialı devrimci ve reformist solun dine yaklaşımı genellikle problemli olmuştur.
Yaklaşımdaki tipik çarpıklık, devrimciliği dine karşı çıkmakla ve gericiliği de dini savunmakla özdeşleştiren
ya da Kuran’ın karşısına komünist
manifesto’yu diken ideolojik argümantasyonda kendini gösterir. Materyalist tarih anlayışının dinsel ideolojik formlar altında hem gerici, hem de
ilerici politik hareketler olageldiğini
açıklayışı da göz ardı edilir. Neyse ki
Şeyh Bedrettin’in öyküsü vakti zamanında Hikmet Kıvılcımlı tarafından
tozlu arşivlerde bulunması ve Nazım
Hikmet tarafından destanlaştırılması
sayesinde devrimci tarihi mirasımıza
katılabilmiştir.
* * *
Din, uygarlığın bir ürünüdür. İnsan topluluklarının büyüsel inanç
biçimlerinden soyutlaşıp sistematikleşen dinsel inanç biçimlerine geçişleri sınıfların ve uygarlığın meydana
gelişiyle zamandaştır. Dinin gelişimi
toplumların tarihi yolculuğunda bir
düşünsel sıçramaya tekabül eder. Doğanın gizemli güçlerini kutsallaştıran
figürler seyrelirken, insanlara açıklanamaz görünen toplumsal güçler kutsallaştırılarak tanrıya atfedilir. Soyut
insanın fantastik yansıması olan tek
tanrıya inanç ise birkaç bin yıl içinde
çok tanrıcılığın yerini alır.
Büyük semavi dinlerin peygamberleri olan Musa, İsa ve Muhammed’in
önderlik ettikleri hareketler toplumsal devrim özelliği taşırlar. Musa
peygamber rehberliğinde İsrailoğullarının Mısır’dan göçü, köleleştirilmiş bir halkın kurtuluşunu simgeler.
Engels’e göre “ezilenlerin dini” olan
İlk Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’ndaki “devrimci parti”dir. Komünal Hıristiyan cemaatleri için cennet
dünyada var olacaktır; İsa’nın yeryüzüne dönmesiyle bin yıllık tanrı
krallığı kurulacaktır. Marx ve Engels
için İslamiyetin yayılışı “Muhammed
devrimi”dir. Sınıfsal ayrışmaya maruz kalmış ve ama henüz bir devleti
kurumsallaştıramamış, tırmanan eşitsizlik ve adaletsizlikle toplumsal çürümeye ve çözülmeye uğramış Arap
kavimlerinde, Muhammed peygamber egemenlere karşı, devrimci halk
isyanın bayrağını kaldırır. Kur’an-ı
Kerim alt ve orta sınıflara dayanan bu
devrimci hareketin ideolojik-politik
manifestosudur.
“La ilahe illallah” (Allahtan başka
ilah yoktur), yeryüzünün zenginlik
ve kudret sahibi ilahlarına Müslümanların karşı çıkış sloganıdır. Mülk
Allahındır, nitekim Muhammed peygamberlerin kendisi de öldüğünde
mülksüzdür. Medine dönemi ayetleri
çoğunlukla idari düzenlemelere odaklanırken, önceki ayetlerde toplumsal
adalet, zenginliğin adil paylaşımı,
kavimlerin eşitliği temaları fazlasıyla
[ 24 ]
Marksist Teori 6
dile getirilmiştir. Müslüman toplumu
içinde sınıfsal eşitsizliğin ve siyasi
baskının boyutlanması halife Osman
dönemiyle ve özellikle Emevi devletleşmesiyle gerçekleşir. Fakat İslam
devrimi öyle bir çığır açmıştır ki, 12.
yüzyılda toplumsal dinamizmin zayıflaması Gazali’nin temsil ettiği ve her
olayı Allah iradesine indirgeyen dogmatik dini anlayışın egemenleşmesi
şeklinde tezahür etmeden önce İslam
medeniyetinin 9-12. yüzyıllarda başardığı muazzam felsefi ve bilimsel
atılım Avrupa’da Rönesans’a temel
teşkil eder.
Din bireysel bir fenomen değildir. Modern-öncesi uygarlık tarihinde
bütün toplumsal ve siyasal hayatın
düzenlenişi dinle ilişkili, bütün sınıf savaşımları din bayrağı altındadır. Engels devlet dini ile halk dinini
açıkça birbirinden ayırır. Halk dini,
yalnızca heretik mezhepleri veya bir
dini akımın devletleşmeden önceki
karakterini tanımlamakla kalmaz, aynı dinin veya mezhebin kendi içinde
sınıfsal ayrışmayı uğramasına da gönderme yapar. İsyancı bir dini siyasi
akım ne zaman ki devletleşir, iktidar
çevresinde kümelenenlerin giderek
kendilerine özgü maddi çıkarlar geliştirmeleriyle, din içi bölünme o zaman
hızlanır. Tek bir dinin bünyesinde,
inancın devlet ideolojisi formunda
egemenlerin elinde sömürü ve baskı
manivelası oluşu ile ezilenlerin nezdinde bazen sarsıcı bir isyan bazen de
çaresiz bir yakarış oluşu arasındaki
çelişkinin yarattığı çatlak büyür. Dine
karşı din!
Ortaçağda felsefe, siyaset, hukuk
gibi ideoloji biçimlerinin teolojinin
dalları haline geldiğini vurgulayan
Engels, bir tarihsel zorunluluğa dikkat çekerek, “yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak
gerekiyordu” der. İslam coğrafyasında Karmatilerden İsmaililere ve Babailere uzanan isyanlar, Almanya’da
papaz Thomas Münzer liderliğindeki köylü savaşı ve İngiltere’de 1648
devrimini ileri iten Düzleyiciler hareketi, Rusya’da 18. yüzyılın Pugaçocu
büyük köylü ayaklanmaları, 19.yüzyıl
ortasında Çin’i kasıp kavuran Taiping
devrimi –hepsi de doğrudan dini giysili ve yer yer komünist özlü sınıfsal
başkaldırılardır. Luther’in resmi kiliseye karşı dinsel protesto çağrısı ve
daha da ileri giden Calvin’in Protestan cumhuriyetçiliği Avrupa’da gelişen burjuvazinin feodalizmle mücadelesinde tarihsel bir kavşak olur.
1730’da Osmanlı payitahtında halkçı
muhtevasıyla adeta ikili iktidar durumu yaratan patrona Halil isyanının
bayrağında da “şeriat isteriz” yazmaktadır.
Aydınlanma çağıyla ve burjuva
devrimleriyle Batı’da Hıristiyanlığın
toplumsal hayatta kapladığı alan daraltılır. Burjuva aydınlanmacılık ve
modernizm bir bakıma dine meydan
okuyuştur. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve dinin kişisel bir
konu ilan edilmesi, dine dayalı feodal devletlerin yerini seküler burjuva
devletlerin almasına basamak olur.
Muktedirleşmesinin ardından burju-
[ 25 ]
Marksist Teori 6
vazi ruhban kesimini yeni egemen sınıf bloğuna eklemlemeye yönelerek,
dini halkın afyonu olarak kullanma
geleneğini bu kez kendisi üstlenir.
Modern kapitalist toplumlarda işçi
ve halk isyanlarının söylemi de dini
biçimlerden genellikle kopar. Müslüman toplumlarda ise, gerek islamın
dünyevi meselelere fazla eğilen din
olmasının, gerekse geç modernleşmenin sonucu olarak dinin siyasal ve
sosyal hayatta tuttuğu yer, Hıristiyanlığa kıyasla çok daha geniş olmaya
devam eder.
* * *
Osmanlı, dine dayalı bir devlet düzenine sahip olmakla beraber, sözcüğün gerçek anlamıyla bir şeriat devleti
değildir. Hem şeri hukuk, hem de örfi
hukuk uygulanır. Padişah, sadrazam
ve divan-ı Hümayun’da merkezileşen
siyasi otorite, şeyhülislam ve ilmiye
sınıfında toplanan dini otorite üzerinde egemendir. Dini içtihat ve fetvalar
Mustafa Suphi’lerin
katliyle komünist
alternatif, Çerkes
Ethem’in tasfiyesiyle de
köylülüğün demokratik
alternatifi zaten çoktan
ezilmiştir. Cumhuriyetin
kuruluşuyla beraber,
Kürt ve İslami potansiyel
iktidar odaklarının yok
edilmesiyle derinleşilir.
devletin siyasi çıkarlarına uydurulur.
Tanzimat Fermanı’ndan itibaren 19.
Yüzyıldaki modernleşmeci düzenlemeler yargı ve eğitim sisteminin dinden görece uzaklaşmasını, şeyhülislamlığın ve ilmiyenin nüfus sahasının
daralmasını sağlar. İslamcı olarak anılan 2. Abdülhamit, iktidar eliyle batılılaşma reformların hızlandırma politikası izler. Son halife Abdülmecit’in
nü resimler çizme alışkanlığı da Osmanlı devletinde dinin ağırlığına dair
fikir vericidir.
2. Meşrutiyet döneminin İslamcı
entelektüellerinin çoğunluğu, Abdülhamit istibdadına karşı çıkar ve
meşrutiyeti savunurken, toplumsal
reformcu bir nitelik taşır. İslamcı entelektüellerin halk içindeki etkileri
ve örgütlenmeleri oldukça zayıftır;
zaten büyük bölümü ittihat ve Terakki Cemiyeti’ni destekler. İttihatçı
kadrolar ise, tipik pozitivist ideolojileriyle kendi iktidarları altında
devleti tepeden sekülerleştirme doğrultusunda adımlar atarlar. Aslında
ittihatçılara karşı olan çeşitli politik
güçlerin farklı düzlemlerde ilişkilendikleri 31 Mart vakası, ittihatçılar tarafından örgütlü irticai bir isyan diye
yansıtılarak, 2. Abdülhamit’in tahtan
indirilmesi ve yeni iktidar denkleminin kurulması için bir kaldıraç yapılır. Ve böylece, Türk devlet siyasetinin irtica paranoyasını körükleyerek
toplumu dikey saflaştırma geleneği
ortaya çıkmış olur.
Kuvayi Milliye, “gayri Müslim”
karşıtlığı ve İslami rengi baskın bir
hareket olarak başlayıp gelişir. Mus-
[ 26 ]
Marksist Teori 6
tafa Kemal siyasi idarede kendi hakimiyetini güçlendirdikçe, devletleşme
sürecinin ideoloji ve politikasında
Müslümanlık faktörü geriye çekilir.
Nispeten demokratik muhtevaya sahip
birinci meclisi tarihe gömen ve Mustafa Kemal’in diktatörlüğünün yolunu
açan cumhuriyetin ilanı Türkiye’nin
Thermidor’udur. Mustafa Suphi’lerin
katliyle komünist alternatif, Çerkes
Ethem’in tasfiyesiyle de köylülüğün
demokratik alternatifi zaten çoktan
ezilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla
beraber, Kürt ve İslami potansiyel iktidar odaklarının yok edilmesiyle derinleşilir. Tarihsel ilerlemeye tekabül
eden kimi reformlar da bu amaca bağlıdır. Hilafetin ilgasıyla İstanbul’daki
rakip siyasi güçten arta kalanın temizlenmesi, Tevhid-i Tedrisat kanunuyla
eğitim işlerinin ulemadan alınıp dolaysız devlet kontrolüne sokulması,
tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla dini örgütlenmelerin dağıtılması,
Takrir-i Sükûn’la her türlü muhalefet
imkanının bastırılması sağlanır.
Kemalist laiklik ilerici değildir,
Jakobenizmin bir karikatürü bile sayılamaz. Büyük Fransız devriminde
laiklik, Jakobenlerin önderliğindeki
halkın egemen feodal sınıfın bir parçası ve doğrudan büyük mülk sahibi
olan kiliseye devrimci bir saldırısını
ifade eder ve aristokrasiye karşı halkçı mücadelenin bayrağıdır. Türk tipi
laiklik ise ne feodalizme karşı mücadeleyle ilişkilidir, ne de halka dayanır.
Tam tersine, halk üzerindeki devlet
kırbacıdır ve halk düşmanı siyasetin
adıdır. İttihatçı pozitivizmi devra-
lıp iyice katılaştıran Mustafa Kemal
yönetimi, batılaşma kulvarındaTürk
uluslaşmasını tamamlamayı programlaştırmıştır. Mustafa Kemal’e göre,
modern Türk devleti kendi ulusunu
inşa etmelidir. Anadolu’yu Müslüman
olmayan ulusal topluluklardan arındırmada işlevsel olan Müslümanlık,
Arap orijinli olmasından, Osmanlıyı
simgelemesinden ve en önemlisi de
Kürtlerin asimilasyonunu zorlaştırmasından dolayı, Türk ulusunun inşası açısından işlevsel görülmez. Cumhuriyet eliyle Türk ulusallaşmasının
çimentosu milliyetçi ve laik ideolojidir. Türk tarih tezi ve Güneş dil teorisi
gibi ırkçı saçmalıklar ile halkın dini
ibadetinin yasaklanmasına varan laikçi zorbalıklar birbirini bütünler.
Laiklik sopası, İslam diliyle konuşan Kürt ulusal ayaklanmalarının ve
Mustafa Kemal iktidarına biat etmeyen İslami cemaatlerin tepesine iner.
Kürt ulusal hareketlerinin “dinci gericilik” olarak damgalanması tipiktir.
Cumhuriyetin ilanını takiben, dini,
devlet kontrolü altında tutmak için
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş,
Kuran kurslarının büyük çoğunluğunun kapısına kilit vurulmuş ve kalanları da devlete bağlanmış, mevcut
imamlar elenmiş ve devletçi din görevlileri yetiştirmek amacıyla imam
hatip okulları açılmıştır. 1920’lerin
ortasından itibaren Kemalist laikliğin devletlü elitist karakteri dindar
halk yığınları üzerinde alabildiğine
yoğunlaşan siyasi baskıda somutlaşmıştır. Dehşet verici bir batı taklitçiliği ve modernleşme karikatürü olan
[ 27 ]
Marksist Teori 6
şapka ve kılık kıyafet kanunları devletin çıplak şiddeti ve darağaçlarıyla
dindar halkı yeni ulus-devletin “vatandaşlık” kalıbına sokma hamlesidir. Sözde “dil devrimi”yle de İslam
medeniyetine dayalı kültürel kökleri
kurutma adımları hızlanır. Okullarda
Arapça ve Farsça öğrenime son verilir; ardından her iki dil de yasaklanır.
Türk uluslaşmasının gereklerine göre
çarpıtılmış Kur’an-ı Kerim meali sipariş edilir. Türbe ziyaretleri yasaklanır, döviz serbestliği tanınmayarak
hacca gitmek fiilen engellenir, imam
hatip okulları kapatılır, Kuran kurslarına izin verilmez, ezan Türkçeleştirilir. Her türlü dini toplanma takibat ve
cezalandırılmayla yüz yüze kalır.
Menemen olayı, devlet tezgâhında
abartılıp “irticai kalkışma” etiketiyle
ambalajlanarak İslamcı çevrelere ve
dindar halka dönük baskının meşrulaştırılıp tırmandırılmasını sağlayan
bir efsaneye dönüştürülür. Mustafa
Kemal, İslamcı oldukları bile şüpheli beş serserinin taşkınlığına karşılık olarak Menemen halkının toptan
sürgün edilmesini, birçok gazete yöneticisinin Divan-ı harbe verilmesini
başta Kazım Karabekir olmak üzere
Terakkiperver Cumhuriyet fırkasında kalanların tutuklanmasını, Nakşibendi şeyhlerinin cezalandırılmasını,
çok sayıda darağacı kurulmasını ister.
CHP diktatörlüğünün Menemen’deki
sıradan bir olayı şeriat paranoyasını
körüklemek için kullanmasının gerçek nedeni, hemen öncesinde rejimin
vahşice bastırmaya giriştiği ve içinde
Nakşibendi dini liderlerinin de bulun-
duğu Ağrı merkezli Kürt ulusal isyanı
göz önüne alınmaksızın anlaşılamaz.
Başında Mustafa Kemal’in bulunduğu burjuva devlet, Türk uluslaşmasında Muhammed’in yerini Mustafa Kemal’in ve Kur’an’ın yerini
Nutuk’un almasını hedefler. Devlet
dini Kemalizm’dir; çok geçmeden
Anıtkabir de yeni Kâbe olacaktır.
Türk uluslaşmasını ilerletmenin temel bir boyutu, başlangıçta İslami
politik güçleri dağıtmak ve ardından
halkın İslam orijinli kültür ve geleneklerini bozunuma uğratmaktır. Bu
kültür ve geleneklerin kaynaklandığı
siyasal ve sosyal örgütlenmeler, dil
ve yazı, eğitim kurumları, edebiyat ve
tarih, müzik, giyim şekli laikçi saldırının hedefindedir. Batılı hayat tarzı
halka devlet zoruyla dayatılır. Kadınlara seçme-seçilme hakkı tanınması
gibi burjuva ilerlemeci bir reform dahi öncelikle toplumu İslami geleneklerinden kopartma amacına bağlı bir
devlet manevrasıdır, ki bugün “Çağdaş Türk Kadınları” imzalı Kemalist-devletçi “feminizmi”in siyaseten
oynadığı etkin gerici rolün kökleri bu
manevraya dayanır. Türk tipi laikliğin
1940’ların ortasına değin uzanan bu
en sert evresi, Anadolu’nun iktisadi
ve siyasi bakımından fakir ve perişan
köylülüğünü dine daha sıkı sarılmaya
iter. Tıpkı, Engels’in Dühring’i eleştirirken vurguladığı gibi, jandarmayı
dinin üzerine salmak onun ömrünün
uzamasına yardım eder. Ve toplumsal koşulların ürettiği çaresizlik, yoksulların dini umutlara ve tarikatlara
daha fazla sığınmalarının zemindir.
[ 28 ]
Marksist Teori 6
Kemalist devlet ile Sünni inancından
halk yığınları arasında bütün cumhuriyet tarihi boyunca izi sürülebilecek
bir siyasi çatlak meydana gelir. Öte
yandan, Kemalist iktidar kendi insan
tipini yetiştirmeyi de kısmen başarır.
Sünni nüfus içinden çıkan, çoğunlukla bürokrasiye veya kentli orta
sınıfa mensup, biçimci çağdaşlığıyla
övünen ve dindarları hor gören, milliyetçi ve laikçi bir kesimdir bu. Kemalist diktatörlüğe yedeklenen politikaları ve ideolojik argümanlarıyla
TKP de, devletlû laikliği ilericiliğe ve
İslam dinini gericiliğe eşitleyen görüşü Marksizme aşılar. Şefik Hüsnü
TKP’si, Şeyh Sait önderliğinde gelişmiş ve İslami motiflerle bezenmiş
Kürt ulusal isyanını “feodal irticaî”
olarak değerlendirerek ve isyanı zalimce ezen devletin sömürgeci-ırkçı
siyasetine destek vererek, söz konusu
görüşün varabileceği trajik sonuçların
bir örneğini henüz cumhuriyetin ilk
yıllarında sergiler.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk
Burjuva devletinin din politikasında
değişiklikler başlar. Bu değişikliklerin birbiriyle ilişkili iki nedeni vardır:
Biri, çok partili rejime geçişin CHP
ve DP’yi halktan oy toplamaya mecbur bırakması; diğeriyse, Amerikan
emperyalizmin yeni sömürgeci yörüngesine girişle beraber, soğuk savaşa özgü antikomünist siyaset tarzının
ve ardından “Yeşil Kuşak Projesi”nin
gerekleri.
1947’de toplanan CHP 7. Kurultayı din üzerindeki yasakların gevşetilmesini benimser. Adnan Menderes
hükümetleri süresince dini cemaatleşmeye tanınan serbestliğin alanı genişletilir. 1940’ların sonuna değin
küçük çaplı bir devlet teşkilatı olan
Diyanet İşleri Başkanlığı hızla büyür
ve otoritesi yükselir. Politik İslamcı
örgütlenme 1960’ların sonlarına kadar milliyetçiliğin genel şemsiyesi altında gelişir. Çeyrek yüzyıl tepesinde
sallanan devlet sopasının gölgesinde
bir yandan Sünni halk yığınları içinde çekiciliğini artırmış fakat diğer
yandan çarpılmış, otantik entelektüel
kapasitesini yitirmiş, içe kapanıp iyice tutuculaşmıştır. Dönemin alaturka
politik İslamcılığının mayasında antikomünizm ve şovenizm belirleyici
yer tutar. 1960’ların ikinci yarısında
devrimci gençlik hareketinin yükselmesi ve Marksizm’in yayılması karşısında, devlet politik İslamcı çeşitli
güçleri antikomünist saldırganlığa
yöneltir. İslamcı şiarlar altında Milli
Türk Talebe Birliği saldırıları, Kanlı Pazar ve Komünizmle mücadele
Dernekleri, 1945’teki Tan Matbaası
baskınına eklenen yeni halkalar olur.
Antikomünizm, politik İslamcılık
ile devletin ortak paydasıdır; Sünni inançtan halkın Kemalist laikliğe
tepkisi devlet karşıtlığı yerine komünizm karşıtlığına kanalize edilir. 1980
öncesinin kitlesel devrimci sosyalist
dalgası, devletin dini kullanarak karşıdevrimci hegemonyasını güçlendirme arayışını ivmelendirir. Kuran
kurslarının ve imam hatip okullarının
sayısında patlama yaşandığı gibi, İslamcı cemaatlerin pek çoğu doğrudan
devlet desteğini arkalar. Toplumdaki
[ 29 ]
Marksist Teori 6
Engels
devlet dini
ile halk dinini
açıkça
birbirinden
ayırır.
Sünni- Alevi karşıtlığı gerici biçimde yönlendirilerek, kontrgerilla provokasyonlarıyla Maraş’tan Çorum’a
uzanan kitle katliamları zinciri yaratılır. 1970’te kurulan Aydınlar Ocağı
Türk-İslam sentezini üretir; 12 Eylül
askeri faşist darbesi de, Türk-İslam
sentezini resmi devlet ideolojisine dönüştürerek, dizginsiz devlet terörünü
tahkim eder.
Devletin Sünni İslama dair politikası birbiriyle çelişkili iki uç arasında salınmıştır. Bir taraftan, politik
İslamcı örgütlenmeler aracılığıyla
devlet Sünni Türk emekçilerini devrimcilere, Alevilere ve Kürtlere karşı
saflaştırmaya, dahası faşist saldırılara
sevk etmeye yönelmiştir. Bu, devlet
ile Sünni İslamın keşişim kümesidir.
Öte taraftansa, Sünni Halk yığınları
Kemalist devlet bürokrasisi ve tekelci
burjuvazi nezdinde dini inançlarından
dolayı sürekli aşağılanmış ve dışlanmıştır. Bu da, devlet ile Sünni İslam
arasındaki tarihi çatlaktır. Rejim politik İslamcılığı daima kontrol altında
tutmak istemiştir; gerektiğinde iplerini gevşeterek politik ve ideolojik
alanda kullanmış, gerektiğindeyse
budayıp sınırlamıştır. Said-i Nursi ve
Necip Fazıl’ın sıklıkla devletin hışmı-
na uğramaları, hem 12 Mart’ta hem
de 12 Eylül’de Erbakan’ın İslamcı
partisinin hemen kapatılması tesadüfi
veya makyajvari önlemler değildir.
Kemalist ideolojiyle yapılandırılmış Türk burjuva devleti, diğer din ve
inançlara karşı Sünni, Şafilere karşı
Hanefi ve ama Sünnilere karşı da laiktir! Cumhuriyet için makbul olan
Sünni “vatandaş” modeli dini ibadeti
sınırlı, Batılı hayat tarzına yakın, şoven ve laik, rejime sadık kişilikte hayat bulur.
* * *
28 Şubat darbesi, faşist Türk burjuva devletinin din politikasında resmi bir farklılaşmanın sembolü olduğu
kadar, devrimci ve sosyalist hareketin dine yaklaşım tarzını sınayıcı bir
moment niteliği de taşır. Devrimci ve
antifaşist solun din meselesiyle alışageldiği gibi ilişkilenmeyi sürdürerek
durumu idare etme imkanları nesnel
olarak tükenmiştir. 28 Şubat’ın meydana getirdiği yeni politik denklemde,
devrimcisinden reformistine değin,
solun az veya çok siyasi bocalama ve
hatta savrulma yaşamasının gerçek
nedenlerini, onun tarihsel ideolojik
yapılanmasında aramak gerekir.
“Yobaz dinci” ve “kafir komünist”
algıları aynı madalyonun iki yüzüdür.
Dinsiz devrimci ile dindar emekçi birbirine yabancılaşmış haldedir. Türk
emekçileri arasında antikomünizmin
on yıllar boyunca Sünnilik kisvesi
altında örgütlenmesinin ve üstelik
geleneksel devlet partisi CPH’nin
sol olarak lanse edilmesinin yarattığı
bilinç tahribatı yadsınamaz olsa da,
[ 30 ]
Marksist Teori 6
karşılıklı yabancılaşma bundan ibaret
değildir. Marksizm iddialı akımların ideolojik politik çizgilerinde dine
mutlak karşıtlık ve Kemalist laiklik
izlerinin mevcudiyeti, Sünni inancından milyonlarca Türk emekçisiyle
devrimci ve sosyalist hareket arasına
örülen kalın duvarın harcına katılmıştır. Burjuva aydınlanmacı ve pozitif
bakışın soldaki uzantıları, Kemalist
laikliği hala tarihsel ilerleme sayan
“Marksist” zihniyette kendini göstermektedir.
TKP, Mustafa Suphilerden sonra, Türk tipi laiklikle ve dine politik
karşıtlıkla malul bir tür “Marksizm”i
sola miras bırakmıştır. 1960’ların
ikinci yarısında yükselen ve politik
düzlemde devletten kopan devrimci
gençlik hareketi bu mirastan beslenir.
Devrimci Marksizmin yeniden doğuşunu sağlayan ‘71 devrimci atılımının
ömrü, İbrahim Kemalizmle hesaplaşmayı zirveye taşımasına rağmen, din
meselesine yeni tipte bir Marksist
yaklaşımı olgunlaştırmaya yetmez.
Ardından politik irade kırılmasına
uğrayıp devrimci kendiliğindencilik
toprağında stratejisizleşen Türkiye
devrimci hareketi, ‘80 öncesinin büyük sol kabarışı içinde Sünni inançtan Türk emekçi kitlelerini azımsanmaz oranda saflarında toplamasına
rağmen, Müslümanlıkla ilişkilenişte
ideolojik ve politik yenilenme yeteneği sergilemekten uzak kalır. Ne
Alevi-Sünni çelişkisinin toplumsal ve
siyasal yerini, ne ezilen Alevi halkın
özgün devrimci demokratik potansiyelini, ne de devlet ile dindar yok-
sullar arasındaki tarihi çatlaktan sızan
imkânları anlayabilir.
Sünni mezhebinden dindar Türk
emekçisinin adeta genetik açıdan gericiliğe yazgılı olduğu önyargısı, bireyin dinden koptuğu ölçüde devrimcileşebileceği takıntısı, bugün devrimci
ve antifaşist solun bünyesinde olağanüstü yaygındır. İşçinin kalbinde hem
dine hem de komünizme yer olabileceği dahası milyonlarca emekçinin
devrimcileşmesinin ancak bu yoldan
gerçekleşebileceği kavrayışı ortalama
sosyalist militana yabancıdır. Vülger
materyalistin gözünde idealizm ile
materyalizmin felsefi karşıtlığı gericilik ile ilericiğin politik karşıtlığına indirgenir. Oysa felsefi düşünce tarihini
özetlerken idealizm ekolü ile materyalizm ekolü arasındaki kamplaşmaya
vurgu yapan Engels, politik alandaki
karşıtlıkları asla felsefi konumların izdüşümlerine eşitlememiştir. Örneğin,
17. Yüzyıl İngiltere’sinde Protestanlığın çeşitli kollarının monarşiye karşı
devrimci mücadele vermesine ve ama
Materyalist Thomas Hobbes’un mutlak monarşiyi savunmasına dikkat
çekmiştir. Ateist birey otomatikman
ilerici ve dindar birey kendiliğinden
gerici değildir. Ateist Mustafa Kemal
ile dini otorite Şeyh Said veya Seyit
Rıza’yı akla getirmek yeterlidir.
Solun din alerjisine tutulması halk
gelenekleri, dili ve tarihiyle sık sık
sürtüşmeye düşmesini getirir. Halkın Ramazan ve Kurban Bayramlarını kutlamak gibi son derece basit
bir ilişki biçimi geliştirinceye kadar
uzun tereddüt evrelerinden geçilir.
[ 31 ]
Marksist Teori 6
Cami hâlâ tedirginlik uyandıran bir
atmosferdir. Muhammed peygamberi
“Müslümanlık belasının müsebbisi”,
Mevlana’yı “İslami gericiliğin sembolü” Hacı Bektaş-ı Veli’yi “Feodal
despotizmin işbirlikçisi” olarak algılayan bir tarih bilinci çarpıklığı,
ideolojik-kültürel deformasyon mevcuttur. Marksist analiz Türk burjuva
devletinin Sünni-Hanefi özelliğini
isabetle ortaya koymuş, fakat Kemalist laiklik ve devletlû Sünnilik ile
Sünni halk yığınları arasındaki tarihi
çatlağı görememiştir. Devlet dini ile
halk dinini, Muaviye İslami ile Ali
islamını birbirinden ayıran bir teorik yöntemden ve politik esneklikten
yoksunluk çarpıcıdır.
2011’e damgasını vuran Arap Halk
devrimi, ne acıdır ki, emekçi solun kimi partilerine ve “devrimci” sıfatını
taşıyan liderlerine ürkütücü gelmiştir.
Devrimci Arap coğrafyasına baktıklarında ilk gördükleri İran solunun hazin
yenilgisiyle biten İran devriminin hayaletidir. Camilerde toplanıp Tahrir’e
akan Mısır Halkının başkaldırısında,
devrim dinamiklerine odaklanmak
yerine, öncelikle yeni Humeyni’ler
arar bu oryantalist bakış. Müslüman
Arap halkının ve devrimci kitle girişkenliğinin aynı fotoğraf karesinde
buluşabileceğinin adeta refleksif reddi, Kemalizm etkilenimli ideolojik
ve psikolojik saplantının derinliğine
delalettir.
28 Şubat darbesi, Türkiye’de
Marksizm iddialı parti ve örgütleri
yeni bir kamplaşmayla yüz yüze bırakmıştır. Faşist rejimin asıl sahiple-
ri olan askeri-sivil Kemalist yüksek
bürokrasi ve sermaye oligarşisinin,
çizmeyi aşıp iktidara aday olan politik İslamcı parti ile onun arkasındaki
cemaatlere ve yeşil sermayeye karşı
tezgâhladıkları darbenin mahiyeti yeterince anlaşılamamıştır. Devlet eliyle
kaşına gelen laik-İslamcı kutuplaşması bu kez tersine çevrilince ve Türkİslam sentezi rafa kaldırılıp 1930’ların Kemalist laikliğini andıran bir
ideolojik-politik kampanya açılınca
emekçi solun büyük bölümü şaşakalmıştır. Aslında politik İslamın yükselişine karşı faşist egemen bloğun irtica paranoyası pompalama ve laiklik
temelinde Türk halkını saflaştırma
yönlü ilk ciddi hamlesi Uğur Mumcu
suikastıyla gerçekleşmiştir. 28 Şubattaysa generallerin Milli Güvenlik
Siyaset belgesi kapsamında “irtica
tehdidi”ni “bölücü terör tehdidi”nin
bile önüne geçirmeleri, dönemin devlet stratejisi hakkında yeterince aydınlatıcı bir olgudur. Faşist rejimin Alevi politikası dahi belirli değişiklikler
geçirir ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığından yüksek yargı organlarına
kadar kimi iktidar kurumlarında Türk
Alevilerden Kemalist kadrolar öne
sürülürken, devlet aygıtındaki politik
İslamcı kadroların etkisizleştirilmesine girişilmiştir. Katılaşan başörtüsü
yasağı, üniversitelerde “ikna odaları”,
dindarların fişlenmesi ve aşağılanması, memuriyetten ihraçlar darbenin
Sünni inançtan halk üzerindeki siyasi baskısının göstergesidir. 28 Şubat
güncel bir “menemen olayı”da yaratmıştır: Aczmendiler.
[ 32 ]
Marksist Teori 6
Sol parti ve çevrelerden kimisi
Kemalist laikliğe sarılarak doğrudan,
kimisi de “ne şeriat ne darbe” diyerek
dolaylı yoldan faşist generaller partisinin çekim alanına kapılmıştır. “Hiç
değilse dincilerden kurtulduk” psikolojisini açıkça dile getiren reformist
solcu entelektüel ve siyasetçi sayısı az
değildir. Eğitim-Sen yıllarca üniversiteye girişte 28 Şubat icadı katsayı
adaletsizliğini savunmuş, imam-hatip liseleri karşıtlığında takılıp kalmıştır. Demokratik öğrenci hareketi
psikolojik işkence merkezleri olan
“ikna odaları”na tepki göstermemiştir. Devrimci ve komünist güçlerden
bile başörtüsü yasağına karşı tek bir
ses yükselmemiştir. Bazı reformist sol
akımlar halen daha “türban köleliktir”
diye eylem yapmakta, başı açıklığı
özgürlüğe eşitlemektedirler.
28 Şubat Türkiye emekçi sol hareketinin damarlarında dolaşan laikçi mikrobu açığa çıkaran bir politik
momenttir. Sünni inançtan milyonlarca emekçi nezdinde sosyalizm bir
kez daha yara almış, devrimciliğin
dine düşmanlık olduğu algısı kuvvetlenmiştir. Öte yandan, 2000’li yıllar
boyunca politika sahnesinin ana eksenlerinden biri olarak laik-islamcı
kutuplaşması, devrimci antifaşist solun örgütsel bakımdan kendini yeniden ürettiği esas kaynak olan Alevi
veya laik halk kesiminden sol saflara kan akışını seyreltmiştir. Türkiye
emekçi sol hareketinin 28 Şubat’taki
başarısızlığının ve hatta günahlarının
kefareti hiç de az olmamıştır.
* * *
Marx ve Engels burjuva aydınlanmacılıktan radikal kopuş sağlarlar ve
dine pozitivist yaklaşıma prim vermezler. Marx gökyüzünün eleştirisini
yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisini hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisini siyasetin eleştirisine
dönüştürür. Marx ve Engels, Hıristiyanlığın en tutucu kollarından biri
olan Cizvit papazlarının üzerindeki
Bismarck zorbalığına dosdoğru karşı çıkarlar. Daha sonra Engels, Paris
Komününün dini yasaklayan bir kanun çıkarmasını eleştirerek, ateizmi
zorunlu ilke yapmanın dini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağını
ve Bismarkçılığa yeni halkalar eklemek anlamına geleceğini belirtir. Yine
Engels, ilk Hıristiyan cemaatleriyle 1.
Enternasyonal’in yerel seksiyonları
arasında dikkat çekici bir tarihsel analoji yapar.
Lenin, din sorununu ele alışta,
radikal burjuva demokratlarla komünistler arasındaki farklılığın altını özenle çizer. Ona göre, dine karşı
mücadeleyi komünistlerin politik görevi ilan etmek lafazanlıktan başka
bir şey değildir. Lenin’in sözleriyle,
işçiler arasındaki tali görüş ayrılıkları olan dinle ilişkili tutumlar uğruna,
devrimci savaşımın güçlerinin parçalanmasına asla izin verilmemelidir.
Bir grevi örnek vererek tartışan Lenin, Marksistin görevini grevin başarısını öne çıkarmak, işçilerin ateistHıristiyan diye bölünmesine karşı
koymak ve dahası bu amaçla zararlı
ateist propagandadan kaçınmak şeklinde tanımlar.
[ 33 ]
Marksist Teori 6
Dine yaklaşımda
Marksist zihniyet
değişimini,
devrimci ideolojik
çerçevenin
tahkim edilmesini,
politika yapış
tarzından
ajitasyon diline
bütünlüklü
bir yenilenmeyi
gerekli kılar.
Rosa Luksemburg’un propaganda dilinde komünistler ilk Hıristiyan
havarilere benzetilir ve onların toplumsal eşitsizliğe karşı çıkış görevini
artık komünistlerin üstlenmiş olduğu
vurgulanır. Rosa, zenginleri destekleyen ruhbanın İsa’ya değil, burjuvaziye hizmet ettiğini, İncil’in yoksullar
için kardeşlik ve eşitlik idealini sosyalizmin yeryüzünde gerçekleştireceğini yazar.
Dinin tarihte görülen en büyük
ütopya olduğunu ifade eden Gramsci,
onun insanlar için kardeşlik, eşitlik
ve özgürlük düşüncelerinin mayalanmasına yol açtığını anlatır. Gramsci,
İtalya’da komünist partinin ideolojik,
kültürel ve siyasi hegemonya kurma
imkânlarına odaklanırken, bakışını
halk Katolikliği ile resmi kilise Katolikliği arasındaki ayrıma da yöneltir.
Stalin, Dağıstan’ın kendi hayat
tarzına ve geleneklerine uygun ola-
rak yönetilmesi gerektiğini, Sovyet
hükümetinin şeriatı orada geçerli
ve geleneksel bir yasa olarak gördüğünü söyler bir konuşmasında.
Proletaryanın devrimci iktidarının
bir organı olan İslam İşleri Komiserliği, 1918’de Müslüman halklara
İslam sosyalist partisinin kızıl bayrağı altında toplanma çağrısı yapar.
Aynı yıl, Moskova’da düzenlenen
kongreyle, Komünist Müslüman
Örgütler Merkez Bürosu kurulur.
Bakü’de toplanan Doğu Halkları
Kurultayı’nda devrimci Müslümanlığın güçlü siyasi rüzgârı hissedilir. Komintern 2. Kongresi, Enver
Paşa’nın pan-islamist karşı devrimci
bir hareket örgütlemeye soyunduğu
sıralarda pan-islamizme karşı mücadele kararı almışken, 4. Kongrede
Endonezya’da Sarekat İslam hareketinin pan-islamist sloganlar altında
ulusal devrimci bir mücadele verdiğini ve onunla ittifak yapılabileceğini görerek bu kararı değiştirir.
Kurtuluş teolojisi Latin Amerika’daki devrimci ve antifaşist mücadelelerde politik ve pratik olarak çok
önemli bir yer tutar. Kıtadaki devrimci hareketlerin halkın dini inançlarıyla ilişkilenişteki politik başarısı,
Kurtuluş Teolojisince ateizmin değil
zenginlerin ve zalimlerin iktidarının
gerçek din düşmanı olarak tanımlanmasına ve sosyalizmin benimsenmesine olanak sağlar. Bir taraftan Kolombiya ve Arjantin’de kilise faşist
diktatörlüklere payanda olur; diğer
taraftan pek çok Latin Amerika ülkesinde resmi kiliseler bile, insanla-
[ 34 ]
Marksist Teori 6
rı müminler ve ateistler olarak değil
ezenler ve ezilenler olarak ayırmaya
yönelerek, faşizme karşı devrimin
yanında konumlanırlar. Nikaragua’da
FSLN, Hıristiyan taban cemaatlerini
silahlı halk devrimine katma yeteneğini gösterir; sayısız papaz gerilla saflarında dövüşür. Üç dini lider
Nikaragua’nın devrimci iktidarında
bakanlık görevi alırlar ve devrimin
çözülmesinden sonra da davaya bağlılıklarını korurlar.
20. yüzyılın Marksizm ve devrimci savaşım tarihinde kısa bir dünyasal
gezinti bile, Türkiye’de devrimci ve
komünist hareketin dine yaklaşımda
bir düzeltme ve yenilenme ihtiyacına
işaret eden çok sayıda örneğe rastlamamızı sağlar.
* * *
Politik örgütlenmenin Sünni inançlı halk kesimine yabancılığı devrimci
stratejinin kritik önemde bir sorunu
ve zaaf noktasıdır. Bu sorun, yalnızca
cemaat dağılırken cami önünde bildiri dağıtmakla veya Sünni emekçilerin
yoğunlaştığı mahallelerde gazete satmakla çözülemez. Böylesi girişimlerin politik bir değer taşıdığına şüphe
yoktur, fakat sorunun özü devrimciliğin Sünni inançtan milyonlarca emekçiyle organik ilişki kurabilme kapasitesi edinmesinde düğümlenmektedir.
Bu kapasiteden yoksun bir politik
mücadele anlayış, ilişkileniş tarzı, dil
ve üslup aynen sürdüğü müddetçe,
Sünni emekçilere özgü mekânlara ne
kadar girilirse girilsin, yabancılaşmışlık temelindeki politik kısır döngüden
kurtulmak mümkün olmaz.
Örgütlü devrimci faaliyet tüm hedef kitlesinin kültürünü, geleneklerini, dilini ve bilinç biçimlerini tanıyıp
dikkate aldığı oranda kendi gelişim
yolunu açar. İşçiler ve ezilenler ancak
kendi frekanslarını yakalayabilen bir
devrimci önderlik etrafında birleşirler. Üzerinde mücadele verdiğimiz
topraklar Britanya değildir! Türk ulusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni
mezhebinden emekçiler, Kemalist
rejim tarafından budanmış ve deforme edilmiş olmasına rağmen, kökleri
islam dini ve medeniyetine dayanan
bir toplumsal kültür, ahlak anlayışı,
inanç, gelenekler ve değer yargıları alaşımına sahiptir. Fakat devrimci faaliyetin hedef kitlesinde Sünni
inançlı emekçi kesimin kategorik ve
fiili olarak yer bulamamasını beraberinde getirmektedir. Üstelik islamiyeti gericilikle özdeşleştiren tarihsel sol
ideolojik şekillenişle açıkça hesaplaşılmaması ve kimi sol yapılanmaların
ısrarla din karşıtı bir politik çizgi izlemesi bu geniş halk kesimini burjuvazinin politik İslamcı parti ve cemaatlerin kollarına itmektedir.
Dini inanç insanın kendi var oluşunu anlamlandırdığı ve hayatına
amaç sağladığı bir düşünme ve duygulanma örüntüsüdür. Sadece fikirler
dizgesi değil, aynı zamanda değer
yargıları toplamıdır. Ve bu yönüyle
benliğin bir bileşenidir. Dolayısıyla,
düşünsel-duygusal-moral
etkenler
kompleksi olan insan bilinci, dine
inanan bireyde dini öğeler de barındırır. Bilhassa İslamiyet, tam da bu
zeminde, insanların sosyal hayatla-
[ 35 ]
Marksist Teori 6
rını ve ilişkilerini düzenleyici ilkeler
içerir. Demek ki, yeryüzündeki para
tanrısının gökyüzündeki kutsal tanrıyı henüz yerinden etmediği bugünün
toplumsal gerçekliğinde, dini kişisel
bir konuya indirgeyerek işin içinden
çıkılamaz., Komünistler Müslümanlığa toplumsal bir fenomen olarak yaklaşmak zorundadırlar.
Türkiye’de laiklik kavramı kirletilmiştir. Laiklik sadece devletlû bir
Sünnilik formunda değil, dindarlara
yönelik Kemalist zorbalık formunda da yozlaşmıştır. Komünistlerin,
Kemalist laikliğin faşist karakterini
sergilemeleri gerektiği gibi, laiklik
kavramını kullanmaktan özellikle kaçınmaları da şarttır. Türk tipi laiklik
Rumelili işçi ile Rumelili generallerin birleştiği ortak ideolojik politik
paydadır. Devrimcilerle ilişkili Alevi emekçinin milyonluk cumhuriyet
mitinglerine seferber edilmesinin ve
faşizmin oyununa getirilmesinin aracıdır. Sol kulvardaki partinin, Marksizm ve devrim sözcüklerini geveleyerek, faşist Ergenekonculara ve
Balyozculara hayırhah yaklaşmasının
yatağıdır. Komünistler din ve vicdan
özgürlüğünü, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin bütün dini inanç gruplarına eşit
mesafede durmasını savunurlar. Din
görevlileri, ibadethaneler, dini okullar
ve kurumlar devlete bağlı olamazlar
ve dinin inanç sahiplerince gönüllülük temelinde finanse edilirler.
Materyalist felsefe görüşlerini
açıkça ilan eden komünistlerin dine karşı politik mücadele yürütmek
gibi bir görevleri yoktur. Din ancak
Marksist propagandif ve eğitsel faaliyetlerin konusu olur. Politik mücadele ise karşıdevrimci dini politik örgütlenmeleri hedefler. Somut içerikli
politik kitle ajitasyonuyla geliştirilen
bu mücadelenin ekseni din değil, işçi
sınıfı ve ezilenlerin iktisadi ve siyasi
talepleridir. Emekçileri dindar ve dinsiz diye ayrıştıran politikalar gütmek
egemen sınıfların işidir. Ezilenlerin
gökyüzündeki cennet hakkında fikirlerinin ne olduğu değil, yeryüzünde
bir cennet yaratmak için devrimci
mücadelede birleşmeleri önemlidir.
Emekçi aydınlanması bu mücadele
içinde gerçekleşir. Ve din olgusu, dinsel yansımanın gerçek temelini oluşturan ve insanların karşısına yabancı
güçler olarak dikilip onların hayatlarını egemenlik altına alan mevcut
iktisadi ve siyasi ilişkilerin ancak toplumsal devrimle yıkılmasından sonra
tarihe karışabilir.
AKP’yle İslami kimliğinden dolayı savaşa tutuşmak, yenilgiyi daha
baştan bizzat davet etmek demektir.
Politik İslamcılığın 28 Şubat tedrisatından geçmiş versiyonu olan AKP,
öncelikle toplumdaki yaygın değişim isteğini arkalaması sayesinde
reel bir iktidar gücüne erişebilmiştir.
Devrimci politika ezilenlerin değişim arayışını devrimci rotaya sokarak
onun karşısına çıkartmakla başarıya
ulaşır. AKP’nin Türk halkı üzerindeki hegemonyasının geriletilmesi ve
emekçi yığınların AKP hükümetine
karşı saflaştırılması, onun sermaye
çıkarlarına endeksli hükümet kararıy-
[ 36 ]
Marksist Teori 6
la, Kürt ulusuna karşı sömürgeciliğin
başlıca aktörü kesilmesiyle, uluslararası alanda Amerikan emperyalizminin taşeronluğuna soyunmasıyla
mücadele yolundan yürünerek başarılır. Devlet okullarında din eğitimini artırmaktan televizyon dizilerini
sansürlemeye ve içkili restoranları
sınırlamaya uzanan uygulamalarıyla AKP hükümetinin toplumu adım
adım muhafazakârlaştırma dayatmalarına elbette karşı durmak gerekir.
Fakat ona bu alandan sarsıcı devrimci
darbeler indirilemez. AKP’nin yumuşak karnını görmek için Cuma namazında cami girişinde bin liralık ayakkabıyla on liralık ayakkabının yan
yana durmasına ya da dindar polisin
dindar Kürdü hapse tıkmasına bakılmalıdır. Sınıfsal ayrışma ve sömürünün, ulusal ayrışma ve zulmün aynı
din dahilinde bir kutbunu bugün AKP
ve Gülen Cemaati’nde merkezileşen
burjuva politik İslamcılık, karşıt kutbunu ise işçiler ve ezilenler meydana
getirir. Direnişçi ve dindar Tekel işçilerinin “beş vakit komünist oldum”
sözü bu bakımdan anlamlandırılmayı
hak eder.
Komünistler Sünni inançlı milyonlarca emekçiyle kan uyuşmazlığını
aşacak bir dönüşüm gerçekleştirmeyi
daha fazla erteleyemezler. İşçi sınıfı
ve ezilenleri düzene karşı iradeleştirme iddiasıyla Sünni mezhebinden
emekçilere yabancılaşmışlık hali arasındaki çelişkinin devamına tahammül edemezler. Böyle bir dönüşüm
dine yaklaşımda Marksist zihniyet değişimini, devrimci ideolojik çerçeve-
nin tahkim edilmesini, politika yapış
tarzından ajitasyon diline bütünlüklü
bir yenilenmeyi gerekli kılar.
Her şeyden önce, Müslüman Türk
halkında “din düşmanı sol” algısı ve
yargısını kırmaya dönük bir politik
hassasiyet şarttır. Örneğin, “türbana
hayır” diye eylem yapan çeşitli sol
örgütlenmelerin politikası, devrimci
ve antifaşist solun ana gövdesinin başörtüsüne serbestliği “ama”sız savunmaktan çekindiği ortamda, emekçi
solun bütününü lekelemiştir. Başörtüsü yasağının yeni tür politik İslamcılığın devletleşme programında mütedeyyinlerin siyasi mobilizasyonuna
malzeme yapıldığı ne kadar gerçekse,
din ve vicdan özgürlüğü kapsamında
bir sorun olduğu da o kadar doğrudur.
Ve komünistler kendi üzerlerine de
yapışık olan “din düşmanı” lekesini
temizlemekle yükümlüdür.
Müslüman emekçilerle devrimci
ilişki dinsel yabancılaşma, Allah’ın
varlığı-yokluğu ve materyalist felsefe düzlemine kaydığı anda tıkanmaya
mahkûmdur. Sünni inançlı yoksullarla organik ve fiziki temas ancak
onların iş-adalet-özgürlük-barış taleplerine bağlı politik bir düzlemde,
tepeden ve yabancı olmayan bir üslupla kurulduğu ölçüde verimli kılınabilir. Halkın dini ile muktedirlerin
dini arasındaki ayrılığı gözeten ve bu
çatlağı derinleştirip politikleştirmeyi
sorunlaştıran bir devrimci politika tarzı kazanım vadedebilir. İhsan Eliaçık
ve Ayhan Bilgen gibi Müslüman sol
entelektüellerin çabaları özellikle bu
yönüyle dikkate ve desteğe değerdir.
[ 37 ]
Marksist Teori 6
Marksist teori evrenseldir, fakat
devrimci ideoloji yerelliğin ilerici
tarihsel ve toplumsal değerlerini de
özümseyerek inşa edilir. Ezilenlerin
kendiliğinden tarih bilincindeki geçmiş eşitlik ve özgürlük sembolleri,
devrimci ideoloji tarafından güncel
mücadele cephaneliğinde biriktirilir ve dün ile yarın arasında kurulan
devrimci köprünün yapı taşına dönüştürülür. Komünistlerin devrimci ideolojisinde adaletin ve isyanın tarihsel
figürleri olarak Halife Ali’nin, İmam
Hüseyin’in veya Ebu Hanife’nin içerilmemesi, onun halk kitlelerine mal
olma gücünü zayıf bırakan bir eksikliktir. Alevi mitinglerinde üzerinde
“yolun devrim yoludur” yazılı İmam
Hüseyin resimleri taşımakta veya
Sünniler arasında Muhammed Peygamberlerin 14 asır önce zalimleri baş
aşağı eden devriminin bugünkü temsilcilerinin komünistler olduğunu anlatmakta kaygıya kapılacak hiçbir şey
yoktur. Milyonlarca Müslüman Türk
emekçiyle devrimci etkileşim sağlamak için yapılacak politik kitle ajitasyonunda, bir sermaye partisi olarak
AKP’nin toplumsal adaletsizliği boyutlandırmasına karşı, kamu malı olan
bir mumu dahi kişisel işinde kullan-
mayan halife Ömer’in adaletine neden
gönderme yapılmasın? Kürt ulusal
sorunuyla ilgili demokratik barış ajitasyonu Sünni inançlı Türk emekçiler arasında yükseltirken, Kuran’da
insanlığın bilhassa ayrı kavimler
olarak yaratıldığını belirten ayetlere,
Mevlana’nın barış ve kardeşlik vaaz
eden sözlerine vb. neden referans verilmesin? Müslüman yoksulun diliyle
konuşarak sosyalizmi propaganda etmek amacıyla, Muhammed peygamber döneminin komünal toprak mülkiyetiyle neden benzerlik kurulmasın?
Her komünist militan değil ama
komünist kolektif akıl Kur’an-ı Kerim
ile İslam tarihi ve felsefesini bilmeye
mecburdur. Komünist öncü Müslüman Türk emekçinin kendine yabancı
hissetmeyeceği bir devrimci militan
tipi yaratmalıdır. BDP’nin miting kürsüsündeki Kürt melenin, başında sarık
ve elinde Kuran’la on binlere devrimci ajitasyon yapmasından ya da sivil
cumalarda on binlerce Kürt emekçinin faşizme ve sömürgeciliğe karşı
namaza durmasından politika tarzını
yenileyecek sonuçlar çıkarılmalıdır.
Görüldüğü gibi bazen namaz kılmak,
modern toplumlarda bile, devrimci bir
eylem olabilmektedir.
[ 38 ]
Kürt Sorununda İnkarcı, Sömürgeci Misyonerler:
AKP ve CEMAAT
Serhad Özgür
“Onlar Afrika’ya geldiğinde ellerinde incil vardı;
bizim elimizde ise topraklarımızın tapusu. Bize sözde
bağımsızlık verdiklerinde ise, onların elinde arazilerimizin tapusu; bizim elimizde incil bulunuyordu.”
Şüphesiz, konumuz Türkiye’deki herhangi bir siyasal İslamcı örgütlenmenin Kürt sorunuyla kurduğu
ilişki ve genel anlamda siyasal İslamcı akımların Kürt
sorununu ele alış biçimi değil. Kürdistan, değişik tarikatların ve bunlara bağlı cemaatlerin yerleşik olduğu
bir coğrafya. Bunların bir kısmı Kürt inanç ve kültür
yaşamında ideolojik bir motif olmanın ötesinde, doğrudan politika sahnesinde yer alıyorlar. Öte yandan
düpedüz hükümet ve devlet eliyle belirli bir amaç doğrultusunda hareket eden örgütlenmeler de var. Ve en
başta da onlar, Kürdistan’da iktisadi, sosyal ve kültürel ilmiklerle inkarcı sömürgeci ağı sağlamlaştırmaya
yöneliyorlar. Ki, yürüttükleri faaliyet, klasik misyonerlik faaliyetidir. Misyonerliğin tarihi aynı zamanda
halkın yoksulluğunun, onu köleleştirmenin aracı ha[ 39 ]
Marksist Teori 6
line getirilmesinin, dinin sömürgeci
egemenliğin boyunduruğu haline getirilmesinin tarihidir..
İnkarcı sömürgeciliğin
yeni partisi olarak AKP
AKP, kendinden önceki tüm hükümetler gibi, sömürgeciliğin, inkar
ve imha siyasetinin sürdürücüsüdür.
Yeni tipte hangi araç ve biçimi devreye koyarsa koysun, Kürt halkına
karşı sömürgeciliğin açık terörcü politikalarının uygulayıcısıdır. Çeşitli
cemaatler (en başta da Gülen cemaati) bu politikaların ortağıdır. Son on
yıllık dönemde, yeni sömürgeci politikaların geliştirilip uygulanmasında
AKP ve cemaat işbirliği önemli bir
yer tutar.
Diğer burjuva partilerden farklı
olarak, AKP, aynı zamanda bir politik
İslamcı birleşme odağı ve bu zemindeki geniş bir koalisyonun ana gücüdür. Genel olarak tarikat ve cemaatler,
toplumsal tabanlarını AKP’ye yönelttiler, AKP ise onlara hükümet olmanın
olanaklarını sundu. Bu karşılıklı ilişki
en çarpıcı şekilde Kürdistan’da hayat
buldu. Belirtilen özelliğiyle AKP, sömürgeciliğin Kürt siyasasında daha
özgün bir rol oynadı. Üstelik yalnızca
Kuzey değil, Güney Kürdistan’la kurduğu ekonomik ve siyasal ilişkide de
aynı işlevi sergiledi.
Şüphesiz, bütün çelişkilerden
bağımsız olarak AKP ve Kürt halkı
arasında İslam kimliği ortak noktası, böyle bir politikanın objektif temelidir. Ancak bu gerçeği daha özgün kılan durum Türkiye Müslüman
halkları içinde de örgütlenen hemen
bütün tarikatların Kürdistan menşeli
olmasıdır. Örneğin, 14. yüzyılın başında boy veren Nakşibendi tarikatı
Kürdistan’dan Osmanlı topraklarına
yayılmış, bugüne kadar toplum yaşamında etkili bir rol oynamıştır. Ya
da bugün diğer kolları bir yana Gülen
Cemaati’nde etkili şekilde karşılık
bulan Nur tarikatının manevi önderi
Said-i Kürdi (Said-i Nursi), Kürdistan
coğrafyasında etkinlik kurmuş, 1925
Şeyh Sait isyanını karşı çıktığı halde, ulusal başkaldırı bahane edilerek
Kemalist rejim tarafından Türkiye’ye
sürgün edilmiştir.
Değişik dönemlerde tarikatlar
ve bağlı cemaatler belirli düzeyde sömürgeci rejimin politikalarına
yedeklendi veya doğrudan rejimin
bir gücü haline geldi. Ancak, AKP
yönetiminden çok önce de tarikatların Kürt toplumu içerisindeki örgütlü yapısının varlığı, tarikat ve
cemaat örgütlenmelerinin, devlet
iktidarını ele geçiren AKP gibi politik İslamcı bir partinin Kürt sorunu
politikasına daha hızlı ve kapsamlı
bir şekilde angaje olmasına da zemin yarattı. AKP’nin devlet iktidarı
üzerindeki gücünün süreç boyunca
tedrici şekildeki gelişimi ile tarikat
ve cemaat örgütlenmelerinin Kuzey
Kürdistan’daki sosyal-ekonomik gelişimi paralellik gösterdi. Cemaatlerin değişik tipteki örgütlülüklerinin
gelişimine bakıldığında son 10 yıllık sürecin, geride kalan dönemlere
oranla daha çarpıcı bir veri sunduğu
görülüyor.
[ 40 ]
Marksist Teori 6
Sömürge siyasetini
sürdürmenin
yeni araçları
Tarikat ve cemaatlerin örgütlenme-kurumsallaşma düzeyinin son
10-12 yıllık dönemde bu kadar yükselişinin birinci nedeni, siyasal İslamcı
bir parti olarak AKP’nin hükümette
oluşudur. Ancak 1999 yılından bugüne Kuzey Kürdistan’daki ulusal demokratik mücadelenin izlediği evrimler de bir başka etkendir. Nihayetinde
değişik türden politik örgütlerin kullandığı araç ve biçimler, mücadelenin
alçalma ve yükselme dönemlerine,
barışçıl ya da askeri karakterine, kısacası siyasal koşullara bağlı değişkenlikler gösteriyor. Ulusal demokratik
hareketin 90’lı yıllardaki gerilla savaşı, serhildanlar, devrimci kitle şiddeti,
sömürgeci rejimle yakalanan stratejik
denge, inkarcı sömürgeci faşist rejimin kirli savaşın en insanlık dışı yöntemlerini kullanması dönemin tipik
gerçekleriydi. Mücadelenin askeri yönünün öne çıkması ve karşıdevrimin
örgütlenme tarzı, Kürt toplumsal yaşamını da dolaysız bir şekilde etkiledi. Militarist ve sivil bürokrasinin elebaşılarının sahip olduğu ırkçı-faşist
paranoyanın, “ez ve çöz”den ibaret
reçetenin başat rolü saklı kalmak koşuluyla, denebilir ki, olağanüstü halin
uygulandığı Kuzey Kürdistan’da sosyal, kültürel, ekonomik örgütlenmenin zemini de daralmıştı.
Buna karşılık ‘99 baharından itibaren ulusal hareketin yöneldiği yeni strateji ve taktikler, gerillanın politik mücadelenin dışına çekilmesi,
rejimin bekletme-çürütme siyaseti,
egemenlere, Kürt halkını yeni tipte
araçlarla sömürgeciliğe bağlamanın
yöntemlerini geliştirme olanağı verdi.
Hiç kuşku yok ki, AKP’nin hükümet
oluşu ve Kürt sorununu çözme demagojileri, sömürgeciliği, bu zemini
dünden daha fazla kullanmaya yöneltti. AKP’yle değişik konularda her
düzeyde dalaşan-çatışan generaller,
sıra Kürt sorununa gelince, onunla
uzlaştı, politikalarını destekledi. Denilebilir ki, AKP’nin devlet partisi
olduğu ilk alan Kuzey Kürdistan oldu. Bu dönem aynı zamanda modern
cemaatlerin adeta bir siyasi parti gibi
örgütlendiği ve hareket ettiği dönemdir. Gülen Cemaati’nin, bu özelliğiyle
benzerlerinden daha fazla öne çıktığını, Kuzey Kürdistan’da daha etkin bir
rol oynadığını kimse için bir sır değil.
3 Kasım 2002 genel seçimlerinden
itibaren ulusal demokratik hareketin
yerel yönetimlere daha fazla ağırlık vermesi, 2004’te yerel seçimlerde yakaladığı düzey, keza 99-2004
döneminde kültür sanat kuruluşları,
akademi, kadın dayanışma merkezleri, ekonomik yardım kuruluşları vb.
örgütlenmelere odaklanarak siyasi ve
ideolojik etkisini toplum yaşamının
daha derinliklerine nüfuz etme yönelimi, rejimin de yüzünü bu alandaki
boşluğa dönmesini ve pozisyon almasını hızlandıran bir başka faktör oldu.
“Terörle mücadele”nin yalnızca silahla olmayacağı, sorunun ekonomik,
sosyal, kültürel boyutlarının da bulunduğu fikri, cılız da olsa 90’lı yıllar
boyunca da dile getiriliyordu. Ancak
[ 41 ]
Marksist Teori 6
bunun pratik politika olarak esas uygulama dönemi ‘99 sonrasına rastlar.
AKP hükümetleri döneminde bu politikanın somut araç ve biçimleri, yöntemleri uygulandı. Tam da bu süreçte,
tarikat ve cemaatler toplumun sosyal
ve ekonomik yaşamında daha fazla etkide bulunmaya başladılar. Aynı
şekilde, bir kontrgerilla aparatı olan
Hizbullah da, anılan yıllarda devlet
tarafından sınırlandırıldı, askeri örgütlenmesi esasen tasfiye edildi, yeni
düzeyde uygulanacak bu politikayla
uyumlu bir örgüt haline getirildi.
Yalnızca Kürdistan’ın kalbi olan
Amed’deki dernek, vakıf vb. örgütlenmelerin sayısına bakıldığında bile,
inkarcı faşist diktatörlüğün ve hükümetinin bu alana yönelimi çarpıcı şekilde görülecektir.
AKP ve tarikat/cemaat
işbirliği
Devrimci, ilerici uyanış ve gelişmeye karşı politik gerici karakterdeki
İslamcı
derneklerin
yalnızca
Diyarbakır’ın
Sur İlçesi’ndeki
sayısı 120’den fazla….
Bunların dışında
çok sayıda
aşevi ve Kuran kursu
da aynı ilçede
bulunuyor.
dini örgütlenmelerin devlet tarafından teşvik edilmesi özellikle 12 Eylül darbesiyle doruk noktasına vardı.
Kuzey Kürdistan’da bunun karşılığı
90’lı yıllarda Hizbullah oldu. 28 Şubat postmodern darbesiyle nispeten
sınırlansa da, AKP döneminde tarikat
ve cemaat örgütlenmelerinin önündeki yasal engeller önemli kaldırıldı.
Söz gelimi 2004 yılında Özel Öğrenci
Yurtları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle, eski yönetmelikte kapatma
gerekçeleri arasında bulunan, “dinin
veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek faaliyette bulunmak” gibi eylemler kapatma gerekçesi olmaktan çıkarıldı.
Bu dönemle birlikte başta Diyarbakır olmak üzere Kuzey
Kürdistan’ın değişik kentlerinde
dernek ve vakıf patlaması yaşandı.
Örneğin, politik İslamcı derneklerin yalnızca Diyarbakır’ın Sur İlçesi’ndeki sayısı 120’den fazla.
Toplum-Der, Anadolu Gençlik Derneği, Sultan Şeyhmus Derneği, Hira
Derneği, Şefkat-Der, İslam Derneği, İrşad-Der, Ay-Der, Seher-Der,
Şarkiyat-Der, İhya, Kardeş-Der, İkra, Has-Der, Hayır Kapısı, DİSAV
başlıcaları arasında. Bunların dışında
aynı ilçede çok sayıda aşevi ve Kuran kursu da bulunuyor.
Geçtiğimiz dönem AKP Diyarbakır Milletvekilliği yapan Abdurrahman Kurt’un kurduğu Gönül Köprüsü Derneği ve Gülen Cemaati’nin
Kürdistan’da, Diyarbakır, Urfa, Van,
Elazığ, Erzurum, Malatya, Antep,
Maraş ve Urfa’da şubeleri bulunan
[ 42 ]
Marksist Teori 6
Kimse Yok mu Derneği, adı kamuoyunda en çok duyulan örgütlenmeler.
“Ekonomik yardım”
kampanyaları
Hangi tarikata bağlı olursa olsun
hemen bütün cemaatlerin kullandıkları yöntemler ve uygulama alanları neredeyse aynı. Geçmişte cami,
Kuran kursu ve gizli ya da yarı-gizli
temelde kurulmuş tekke ve zaviyelerde örgütlenen cemaatler, son yıllarda
yasal dernek ve vakıflar başta olmak
üzere çok sayıda “sivil toplum kuruluşu” yoluyla faaliyet yürütüyor.
Önemli bir kısmı Diyarbakır olmak
üzere, Kuzey Kürdistan kentlerinde
yüzlerce dernek ve vakıf ile bunlara
bağlı aşevi, okuma salonu, dershane
ve öğrenci yurdu mevcut. Bu dernek
ve vakıflar iktisadi, sağlık, eğitim ve
kültür alanlarındaki faaliyetlerde yoğunlaşıyorlar.
Sömürgeci yağma ve savaşın yıkıma uğrattığı Kürdistan kentlerinde
korkunç bir yoksulluğun hüküm sürdüğü biliniyor. “Hoşgörü”, “dayanışma” ve “kardeşlik” söylemleriyle hareket eden politik İslamcı cemaatler,
en çok yardım kampanyalarıyla boy
gösteriyorlar. Bu faaliyetler bazen
dünyadaki kimi ülkelere (Örneğin
Somali), çoğu zaman ise Kürdistan
halkına yönelik bir “yardım kampanyası” tarzında örgütleniyor. Bu
kampanyalar seçim dönemlerinde
daha görünür kılınsa da, genel olarak
sistematik şekilde sürdürülüyor. Gıda, ilaç, kömür, giysi revaçta. Birkaç
yıl önce Hayır Kapısı Yardımlaşma
Derneği’nin yürüttüğü “bir çocuğu da
sen giydir” ve “Kuran okumaya giriş” kitaplarının dağıtım kampanyası
bunlardan yalnızca bir örneği. Ramazan bayramı, Kurban bayramı, Kandil
geceleri bu dernek ve vakıfların etkin
olduğu dönemler oluyor.
Tarikat ve cemaatlere bağlı çalışan
vakıf, dernek vd. yardım kuruluşları
ile AKP Hükümetinin ekonomik politikaları arasında da dikkat çekici bir
ilişki var. Kürdistan halkı AKP’nin
sömürgeci ekonomik politikalarıyla
daha fazla yoksullaştırılıyor, işsizliğe, açlık ve sefalete mahkum ediliyor. Tam da bu koşullarda belirli bir
ekonomik, mali gücü olan cemaatler
devreye giriyor. Kurdukları dernek
ve vakıflar yoluyla yoksul mahalle ve
semtlerde aileler tespit ediliyor, gıda,
giyecek, kömür ve kimi zaman nakit
yardımı yapılıyor. Bu bağlar, bağımlılık rotasında ve Kürt insanını sömürgeci örgütlenmelerin bir parçası ya
da suç ortağı haline getirme yönünde
geliştiriliyor.
Ekonomik alandaki faaliyetin bir
diğer adı ise, kadınları hedef alan
Mikro Kredi uygulaması. Uygulama, Türkiye Graamen Mikrofinans
Programı’na dayanıyor. Projenin fikir babası ve kurucusu 2006 Nobel
Ekonomi ödüllü Bangladeşli Prof.
Dr. Muhammed Yunus. Proje, 500 ile
2500 lira arasında değişen ve faizsiz
dönüşümlü kredi yoluyla yoksullara
iş alanı yaratma iddiasında! Temmuz
2003’de uygulanmaya başlanan projenin ilk alanı Diyarbakır. Diyarbakır, Bismil ve Batman pilot bölgeler
[ 43 ]
Marksist Teori 6
olarak seçildi. Projenin Türkiye’deki
temsilcisi Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr.
Aziz Akgül. Akgül aynı zamanda AKP
Diyarbakır 22. dönem milletvekiliydi.
Proje kapsamında Akgül’ün kurduğu
bağlantılar ilginç. Aziz Akgül, mikrofinans bankası kurulması için 18 milyar dolarlık servetiyle en zengin Arap
patronu Prens Al Waleed’in babası
Abdul-aziz Al-Saud’u ile mutabakat
sağladı. Bu, politik İslamcı sermayenin böylesi projeleri ve özel yönelimleri desteklediğinin en açık örneği.
Türkiye metropollerinde de uygulanmasına karşın, bu projenin asıl
olarak Kürdistan kentlerini ve Kürt
kadınlarını hedeflediği açık. Amed,
Urfa, Antep, Mardin, Batman, Van,
Siirt, Şırnak ve Bingöl başta gelmek
üzere, hemen tüm Kürdistan kentlerinde mikro kredi şubeleri açıldı. 9
yılda binlerce Kürt kadını mikro kredi
toplantılarına alındı, bu toplantılarda
kurulan ağ ile yeni kadınların sürece
dahil edilmesi şartı koşuldu. Mikro
kredi toplantılarına katılan kadınların
dini konulu toplantılara da çağrılması
bu projenin neye hizmet ettiğini gösteriyor. Maraş’ta il müftüsünün bu
kredinin caiz olduğunu duyurması ise
proje hakkında fikir veren bir başka
çarpıcı örnek.
Mahallelerde kurulan aşevleri,
yoksul üniversite öğrencilerine yurtlar ya da cemaatlere ait evler yoluyla
sağlanan barınma imkanı, kredi ve
burslar, kitap, defter vb. kırtasiye yardımları gibi uygulamalar da ekonomik
olarak toplumu sömürgeciliğe bağla-
manın diğer yöntemlerini oluşturuyor.
Mustazaflarla Dayanışma Derneği
(Mustazaf-Der)’in rakamlarına göre,
geçtiğimiz yıl ortalama 20 bin kişi yardım için başvuruda bulundu!
Hedefte çocuklar var
Ekonomik faaliyetlerin yanı sıra eğitim faaliyetleri de cemaat örgütlenmelerinin en çok yoğunlaştığı
alan. Bu konuda özellikle Gülen Cemaati öne çıkıyor. Gülen’in desteğinde açılan Fen ve Anadolu liseleri, bir
kısmı ücretsiz olan binlerce dershane,
adına “okuma salonları” denilen mekanlar, çocuk bakımevi ve kreşler,
öğrenci yurtları ve evler bu kurumlar
arasında yer alıyor. Cemaat özellikle
10-12 yaş arasındaki Kürt çocuklarını hedef alıyor. Kirayla tutulan kimi
evlerde ücretsiz olarak 10-15 arasında
liseli, üniversiteli öğrenci kalıyor. Bu
evlerde “abla” ya da “ağabey” denilen
cemaat üyeleri de sorumlu olarak görev yapıyor.
Eğitimi ve Halkla İlişkileri Geliştirme Derneği (EHİ-DER) adlı kuruluş, eğitim alanında Gülen
Cemaati’nin organizasyon şirketi gibi faaliyet gösteriyor. İlk kurulduğu
2004 yılında 650 öğrenciye ücretsiz
kurs veren dernek, devam eden yıllarda 5 bini aşkın öğrenciye ücretsiz
kurs verdi. Dernek, özellikle açtığı
“okuma salonları”yla ismini duyuruyor. Derneğin Diyarbakır’da açtığı 21 “okuma salonunda” binlerce
öğrenciye ücretsiz eğitim veriliyor.
Okuma salonlarına, özellikle 9-13
yaş arasında kız çocuklarının gitmesi
[ 44 ]
Marksist Teori 6
Gerek AKP,
gerekse de cemaat
örgütlenmeleri
mikro krediden
aşevlerine,
Kuran kurslarından
öğrenci yurtlarına
kadar kullandıkları
tüm yöntem ve
biçimlerde özellikle
Kürt kadın
ve çocukları
hedefliyor.
dikkat çekici. “Okuma salonu” projelerine Diyarbakır Valiliği önemli bir
destek sunuyor. Kimi mekanların açılışını Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni
Mutlu’nun yaptığı basına yansıdı. Bu
tip örgütlenmelere verilen devlet desteği dışında, kimi sermaye örgütleri
de yoğun şekilde ekonomik destek sunuyor. Örneğin, EHİ-DER, 1993 yılında kurulan Diyarbakır Girişimci İş
Adamları Derneği (DİGİAD) tarafından destekleniyor. Yalnızca Kürt burjuvaları değil, hükümetin ve cemaatlerin yönlendirmesiyle Türk patronlar
da bu politikalara mali destek sağlıyor. DİGİAD aynı zamanda Türkiye
Sanayici ve İş Adamları Konfederasyonu (TUSKON) üyesi. TUSKON’un
Kürdistan kentlerine özel yönelimi
oluyor. 2009 yılında TUSKON üyesi
1400 burjuva Diyarbakır’a gelmiş,
Kürt ailelerin evlerine konuk olmuştu. Yine Kimse Yok mu Derneği ve
Fonda Ajansı da bu tip örgütlenmeleri
fonluyor.
Söz konusu eğitim olunca, cemaat mensubu öğretmenlerin özel
rollerini de akılda tutmak gerekiyor.
Birçok dershanede onlarca cemaatçi
öğretmen ücretsiz ders vererek bu
politikanın kadrosu oluyor. AKP’nin
desteği de hayli fazla. Genel olarak
devlet kurumlarında yaşanan kadrolaşmanın dışında, özelde eğitim
alanında bir kadro yığınağının yapılması oldukça çarpıcı. Ataması yapılan öğretmenlerin önemli bir kısmı
ise Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
öğretmenleri. 2007 yılında Fen Bilimlerine yapılan öğretmen atamaları yüzlerle sınırlıyken, yalnızca Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmen
ataması neredeyse 8 bin. Bunların
önemli bir kısmı Kürdistan kentlerine görevlendiriliyor. Öğretmen kadrolaşmasında Eğitim Bir-Sen’in özel
bir rol oynadığı biliniyor.
Eğitim alanına yönelik çalışmalar
yalnızca kurumsallaşma ve kadrolaşmayla sınırlı değil. Asimilasyona
hizmet eden kampanyalar da cemaatler ve resmi devlet kurumları eliyle
örgütleniyor. 2004’ten bu yana Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen “Cumhuriyet Gezileri” bunlardan yalnızca biri. Her yıl büyük
bölümü Kürdistan kentlerinden seçilen binlerce öğrenci, değişik Türkiye
kentlerine götürülüyor. Seçilen kentler ise hayli dikkat çekici: Çanakkale, Samsun, Amasya, Afyon (ve
[ 45 ]
Marksist Teori 6
bir Kürdistan şehri olan Erzurum.)
Bunların her biri Türk ulusal kurtuluş savaşının sembolleri arasında
özel bir yere sahip. Dolayısıyla Türk
sömürgeci burjuvazisinin ideolojik
değer atfettiği “cumhuriyet” kentleri. Çanakkale’ye her yıl götürülen
10 bin öğrencinin büyük bölümü
Kürdistan kentlerinden seçiliyor. Bu
gezilere özellikle ilköğretim öğrencileri götürülüyor.
Eğitim alanına yönelik politikaların uygulandığı bir diğer temel araç
ise Kuran kursları. Salt devlet destekli kurslar değil, aynı zamanda İslami
derneklerin açtığı Kuran kursları da
mevcut. Yalnızca Diyarbakır’da Kuran kursuna giden öğrenci sayısı 2530 bin arasında değişiyor.
Gerek AKP, gerekse de cemaat örgütlenmeleri mikro krediden aşevlerine, Kuran kurslarından öğrenci yurtlarına kadar kullandıkları tüm yöntem
ve biçimlerde özellikle Kürt kadın
ve çocukları hedefliyor. Bu, üzerinde
dikkatle durulması gereken önemli bir
gerçek.
Özellikle Gülen Cemaati’nin yoğunlaştığı bir diğer alan ise basınyayın kuruluşları. Diyarbakır’da Nur
Fm, Siirt’te haftalık yayın yapan Gökkuşağı Gazetesi ve Selam Tv, Van’da
haftalık yayın yapan Güncel Gazetesi
ile Merkür Tv ve Esra Fm, Batman’da
İrfan Çocuk Dergisi, Ağrı’da Ağrı
Ekspres Gazetesi, Muş’ta ise Filiz
FM Kürdistan’a özel kuruluşlardan
yalnızca bir kaçı. En dikkat çekici
olansa, Kürt halkına yönelik özel yayın yapan Dünya TV. İlk özel Kürtçe
televizyon kanalı olan Dünya tv, bir
Samanyolu kuruluşu. Kanal, 24 saat
boyunca Kürtçe yayın yapıyor.
Hizbullah bir kez
daha sahnede
Bütün bu örgütlenme yöneliminin
bir de Hizbullah kanadı var. Ünlü
Lübnan Hizbullah’ı ile isim benzerliği dışında politik hiçbir ortak noktası
yok. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi
karşısında nasıl bir rol oynadığı biliniyor. Kirli savaş yıllarında Kürt
halkı bu ismi, gizlenen/perdelenen
bir gerçeği açığa çıkaracak şekilde
başka bir biçimde tanımladı: Hizbulkontra!
17 Ocak 2012 tarihinde yayınlanan “Hizbullah Cemaatinin Manisfestosu” yeni dönemde oynayacağı
rol hakkında fikir veriyor. Örgütün
yayınladığı manifestonun 17 Ocak
tarihli olması hayli manidar. Zira,
17 Ocak Hizbullah’ı kuran Hüseyin
Velioğlu’nun 2000 yılında İstanbul
Beykoz’da polis tarafından öldürüldüğü tarih.
Hizbullah, 1979-80 döneminde
Diyarbakır’da, Hüseyin Velioğlu’nun
İlim Kitapevi ve Fidan Güngör’ün
Menzil Kitapevi etrafında toplanan
iki ayrı grup tarafından kuruldu. Hizbullah içindeki İlimciler ve Menzilciler ayrışması sembolik olarak bu
temele dayandı. Asıl görüş ayrılığı
ise mücadele yöntem ve araçlarındaydı. İlimciler silahlı mücadeleyi kabul
ederken Menzilciler bunu reddeti. İç
mücadele özellikle 1991 yılında Fidan Güngör’ün tasfiyesiyle İlimciler
[ 46 ]
Marksist Teori 6
lehine bozuldu. Hüseyin Velioğlu’nun
baştan itibaren MİT’le içli dışlı olduğu öteden beri biliniyor.
Hizbullah’ın esas faaliyetleri 90’lı
yılların hemen başına denk geldi. O
yıllarda, Kürdistan’da sömürgeciliğe
karşı büyük başkaldırılar boyvermişti.
Bir yanda büyüyen gerilla gücünün ve
savaşının, öte yandan yükselen serhildanların inkarcı sömürgeciliği köşeye
sıkıştırmasıyla faşist rejim, Kürt halkına karşı bir kez daha “din” silahına
sarıldı. Bu politikanın aracı ise Hizbullah oldu. Hizbullah, PKK’ye karşı yürütülen kirli savaşta JİTEM adlı
kontrgerilla örgütüne monte edildi.
Sayıları binleri bulan kanlı cinayetler, kaçırıp kaybetme, sokak infazları,
suikastlar için görevlendirildi. Buna
karşılık örgütlenmesi serbest bırakıldı. Silahlandırıldı, eğitildi, korundu.
Hizbulkontra, yalnızca yurtsever devrimcileri, ilerici ve demokratları değil,
Müslüman yurtseverleri de hedefledi,
kıyımdan geçirdi.
1999 yılında Öcalan’ın esir alınması ve hemen akabinde PKK’nin
ulusal devrimci stratejiden ulusal
reformcu stratejiye geçtiğini ilan etmesi, gerilla güçlerini sınır dışına
çekmesi, devletin Hizbullah politikasını değiştirmesine yol açtı. 17 Ocak
2000’de ki operasyonla örgütün lideri
Velioğlu öldürüldü, peşi sıra 2000 civarında kadrosu tutuklandı. Hizbullah
(İlim grubu) tasfiye edildi.
Bu dönemden sonra örgüt ağırlıklı olarak yasal alanda örgütlendi.
Vakıf ve dernek gibi kuruluşlar yoluyla faaliyetini sürdürdü. Mustazaf-
larla Dayanışma Derneği (MustazafDer) 2000’li yılların ilk yarısından
itibaren yürüttüğü “yardım” kampanyalarıyla adını sıkça duyurdu.
Mustazaf-Der’in 20 şubesinin 12’si
Kuzey Kürdistan’da bulunuyor. Genel merkezi ise Diyarbakır. Derneğin
ayrıca 20’yi aşkın temsiciliği de var.
Mustazaf-Der’in diğer bir kolu ise
Toplumsal Hakları ve Değerleri Koruma, Eğitim, Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (Toplum-Der). Derneğin Diyarbakır, Antep, Batman, Van,
Elazığ’da şubeleri bulunuyor. Dernek, “Müjde” anlamına gelen Mizgin
adlı bir yayın organı çıkarıyor.
17 Ocak 2012’de yayınlanan
“Hizbullah Cemaatinin Manifestosu”,
faaliyet sahasını, “yoğunluklu olarak
Kuzey Kürdistan olmakla birlikte, faaliyet alanı tüm Türkiye’dir” şeklinde
tarif ediyor. Örgüt, H. Velioğlu’nu
“kurucu rehber” olarak ilan ediyor
ve manifestoyu onun ölüm yıldönümünde yayınlıyor. Bu daha baştan
Velioğlu’nun talimatı ya da bizzat
icraatıyla uygulanmış bütün kirli-karanlık eylemleri ve tarihi sahiplenmek
anlamına geliyor
Bildirgenin Genel Esaslar başlıklı
bölümünün 5. maddesinde “Hizbullah
Cemaati... faaliyetlerinde ihtiyaç duyduğu ve çağın gerektirdiği her türlü
meşru vasıtayı kullanır” diyor. Alenen
ifade edilmemiş olsa da, gerçekte bunun silahlı yöntemleri de kapsadığını
düşünmek yanlış olmaz. Namluların
halka dönük olacağını söylemek ise
hizbulkontra geçmişi sahiplenmesinin
doğal bir çağrışımı olacaktır.
[ 47 ]
Marksist Teori 6
24. maddede “Hizbullah Cemaatinin... faaliyetlerini sağlıklı bir şekilde
sürdürebilmesi için ana karar organları ve yetkili mercileri, uygun görüldüğü zamana kadar gizli kalabilir”
maddesiyle gizli örgüt biçimlerini ve
yöntemlerini kullanacağını duyurmuş
oluyor. Dünü de, bugünü de devletle
temasla karakterize olan Hizbullah’ın,
yurtsever Kürt güçlerine ve halkına
karşı gizlilik içinde olacağını düşünmek gerçeğe uygun olur.
Bunu tamamlayan bir diğer madde ise “diğer örgüt ve gruplara bakış”
bölümünde yer alıyor. Örgüt, yakın
vadede çatışmayı esas almayacağını ifade etse de, “ancak İslam’a ve
Müslümanlara zarar verilmesini veya
varlığına yönelik saldırıları da kabul
etmemektedir. Böylesi bir durumda
İslam ve uluslararası hukukun tanıdığı meşru müdafaa hakkını kullanarak,
gerekli gördüğü her türlü tedbire başvurur” diyor.
Bütün bu veriler, dünün kontrgerilla örgütü Hizbullah’ın reorganizasyonuyla birlikte, ihtiyaç duyulduğunda, elinde zulmedenleri maskeleyen,
suçlarını perdeleyen bir din bayrağıyla yeniden inkarcı sömürgeciliğin hizmetine koşacağını gösteriyor.
Sonsöz
Kuzey Kürdistan’da inkarcı sömürgeci boyunduruğun sürdürülmesini hedefleyen güçlerin desteğindeki
bu iktisadi, sosyal ve kültürel yönelimin amacının, Kürt halkının inkar ve
sömürgeciliğe karşı gelişmiş siyasal
örgütlenmesini zayıflatmak, örgütlü
gücünü parçalamak, dağıtmak, ulusal demokratik taleplerini bastırmak,
özgürlük, adalet ve ulusal eşitlik özlemini yok etmek, Kürt halk kitlelerini, dilsiz köleler veya durumlarının
bilincinde olmayan silahsız korucular
haline getirmek olduğu şüphesizdir.
Kürdistan’da mücadele eden ilerici, yurtsever ve sosyalist hareketimizin, devletin, hükümetin ve cemaatlerin yönelimlerini, politikalarını,
hareket tarzlarını, kullandıkları araç
ve biçimleri dikkatle hesaba katması
gerektiği ortadadır. İnkarcı sömürgeciliğe karşı yürütülen ajitasyonda bu
burjuva din bezirganlarının, bu sömürgecilik misyonerlerinin sömürünün, zulmün ve ulusal köleliğin temsilcileri olduğu, somut örnekleriyle
aralıksız teşhir edilmek zorundadır.
Sömürgeciliğin ürünü olan kitlesel işşizlik, kitlesel yoksulluk ve sefaletin
yarattığı ağır sonuçları halk dayanışması yoluyla hafifletmeye yönelirken,
anadilde eğitim talebi etrafındaki
saflaştırma ve sivil Cuma namazları
örneğindeki, antiinkarcı ve antisömürgeci halk Müslümanlığı pratikleriyle sömürgeci din bezirganlarının
hevesleri kursaklarında bırakılabilir
ve bırakılmalıdır.
[ 48 ]
HALK CUMHURİYETLERİ
BİRLİĞİ
Haydar Özkan
Kürt sorunu, Türkiye’nin temel sorunu haline gelmiştir. Kürt halkının, devlet tarafından ezilemeyen ve
her baskı dalgasından güçlenerek çıkan başkaldırısı, sorunun çözümünü dayatıyor. Düzen partileri, geleneksel
inkar ve imha çizgisinin farklı tonlarını savunuyorlar.
Kürt halkının ulusal demokratik savaşımıyla omuz omuza yürüyen partimiz, sorunun köklü ve kalıcı çözümünü
birleşik devrimimizin zaferinde görmektedir. “Çözüme”
dair çokça tartışmanın yürütüldüğü günlerde, emekçi
çözüm görüş açısından “Halk Cumhuriyetleri Birliği”
programını öne sürmektedir.
Kürt sorunu, politik özgürlük sorununun çok önemli
bir parçasını oluşturmaktadır. Sorunun çözümü doğrudan
doğruya faşist rejimin kaderiyle bağlantılıdır. 12 Eylülcü
faşist rejim, kurum ve kuruluşlarıyla, anayasası ve yasalarıyla sürdüğü müddetçe; Kürt sorununda da ırkçı inkâr
siyaseti dışında bir “çözüm” gelişmeyeceği açıktır.
Yaşadığımız topraklarda; söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem özgürlüğü yoktur. Kürt ulusunun ka[ 49 ]
Marksist Teori 6
derini tayin hakkı tanınmamaktadır.
Bırakın onu bir yana, Kürt ulusunun
varlığının tanınması, anadilinde eğitim yapma hakkı, yerel kendini yönetim hakkı gibi sınırlı reformlar dahi
söz konusu olamamaktadır. İşçilerin
örgütlenmesi bin bir cendereyle baskı altına alınmıştır. Grev hakkı ancak
toplu sözleşme esnasında tanınmaktadır, o da hükümetçe yasaklanabilmektedir. Gösteri özgürlüğü faşist yasaklarla kuşatılmıştır. Özcesi, ezilenlerin
direnişleri, başkaldırıları karşısında
sendelemiş, ezilen emekçi kitleler
önemli hak kazanımları elde etmiş
olsa da, 12 Eylül’den bu yana faşist
rejim tüm temel kurumları, yasaları ve yapısıyla hüküm sürmektedir.
AKP Hükümeti bu rejimle bütünleşerek ona toplumsal meşruiyet sağlama
yolunda yürümektedir. 12 Eylül referandumu bir dönemeç oldu; AKP Hükümeti, devletleşti ve faşist rejimin
kurumlarına hükmetmeye başladı.
Yürüttüğü bütün “açılım” (yani düzen
içi çözüm) projelerini de çöpe attı.
Devletin yapısal özellikleri itibariyle devrimci çözüm dışındaki bütün yollar çözümsüzlüğe çıkmaktadır.
Düzen içi çözüm, ya ham bir hayal ya
da AKP örneğinde görüldüğü üzere
iktidarı ele geçirme amacının bir perdesinden ibarettir.
Partimiz, Kürt sorununun emekçi,
halkçı çözümünü, politik özgürlüğün
kazanılması mücadelemizin temel bir
boyutu olarak görmektedir. Ulusal
sorunların çözümünde tutarlı demokratlığın gereklerinin kabulünü savunmaktadır. Tüm ulusların tam hak eşit-
liğinin sağlanmasını talep etmektedir.
Bütün ulusların kendi kaderini tayin
etmesi hakkı da buradan çıkmaktadır.
Burjuvazinin sınıf egemenliği altında
egemen ulus ayrıcalıkları ortadan kaldırılamayacağı için tutarlı demokratlığın gerekleri de yerine getirilemez.
Ancak egemen ulus ayrıcalıkları kısmen geriletilebilir, ezilen ulusa kısmi
nefes alanları açılabilir. Bu yüzden,
bu sorunu burjuvazi çözemez, işçiler
ve ezilenler çözer diyoruz. İşçilerin ve
ezilenlerin devrimci demokratik iktidarını savunuyoruz.
Bu nedenle yeni bir cumhuriyet,
işçi-emekçi iktidarına dayanan Halk
Cumhuriyetleri Birliği için mücadele
ediyoruz.
Gerek Türkiye, gerekse Kürdistan’da temel toplumsal, siyasal, iktisadi sorunların işçilerin, emekçilerin,
halkın çıkarlarına uygun yegâne “gerçekçi” çözüm yolu devrimci yoldur;
burjuvazinin egemenliğinin devrilip
işçi-emekçi iktidarının kuruluşudur.
Çürümüş faşist rejim, Türk burjuvazisinin zayıflığının sembolü durumundadır. İşçilerin ve ezilenlerin politik
güçlerini çıplak zor aracılığıyla bastırmadan ayakta duramamaktadır.
Sosyalizmin başarıları
Ulusal sorunların çözümünde en
büyük başarıları sosyalizm deneyimleri açığa çıkarmıştır.
Sosyalizm, sınırsız bir dünyayı
hedefleyen toplum düzenidir. Bunun
için sosyalizm tutarlı demokratlığın
gereği olarak, bütün ulusların “tam
hak eşitliğini” savunur ve uygular.
[ 50 ]
Marksist Teori 6
Ezilenlerin Sosyalist Partisi olarak 20.
yüzyıl sosyalizm deneyimlerinin, başta da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nin (SSCB) ulusal sorunların
çözümünde yaptıkları olumlu katkıyı
sahipleniyoruz. Daha ileri bir düzeyi
yaratmayı hedefliyoruz.
Ekim Devrimi’nden önce, Rus
Çarlığı bir halklar hapishanesiydi.
Çarlık, Rus olmayan halkları zorla Ruslaştırma siyaseti izliyordu.
Ekim Devrimi’nin ardından Baltık
Denizi’nden Pasifik Okyanusu’na bu
120 milyonluk nüfus, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurdu.
SSCB 16 eşit Sovyet Cumhuriyetinden oluşan bir “cumhuriyetler birliği”, bir federasyon idi.
Her ulus kendi cumhuriyetini kurarak kaderini tayin etme hakkını kullandı. Keza birlik anayasası “ayrılma
hakkını” koşulsuz olarak tanıyordu.
Her Sovyet Cumhuriyeti federasyondan ayrılarak müstakil devlet kurma
hakkına sahipti.
Her Sovyet Cumhuriyetinin kendi bayrağı ve başkenti vardı. Devlet
hizmetleri o ulusun anadilinde sunuluyordu. Anadilde eğitim gerçekleştiriliyordu. Cumhuriyetlerde konuşulan
diller resmi dil olarak geçerliydi.
Her Sovyet Cumhuriyetinin kendi Sovyet Kongresi, Sovyet Merkez
Yürütme Kurulu ve kendi hükümeti
(Halk Komiserleri Konseyi) vardı. Savunma, Ticaret ve Dışişleri Bakanlıkları SSCB çapında ortaktı. Diğer tüm
bakanlıklar hem Federasyonda hem
de Birlik Cumhuriyetlerinde vardı ve
birlikte çalışıyorlardı. Cumhuriyetle-
rin dünyanın diğer ülkeleri nezdinde
konsolosluk kurma, temsil edilme
hakkı vardı. SSCB Anayasası’yla
çelişmemek kaydıyla Birlik Cumhuriyetleri ve Özerk Cumhuriyetlerin
anayasalarını yapma hakları vardı.
Keza Sovyet Cumhuriyetlerine
bağlı “Özerk Cumhuriyetler” (Dağılma öncesinde toplam 22 özerk cumhuriyet) ve “Özerk Bölgeler” (İki tür
olmak üzere toplam 21 özerk bölge)
vardı.
Birlik cumhuriyetlerinin 25’er,
özerk cumhuriyetlerin 11’er, özerk
bölgelerin 7’şer, yerel ulusal bölgelerin 1’er temsilcisinin seçildiği Birlik
Meclisi’nin, Yüksek Sovyet Meclisiyle birlikte kararları onaylama, dolayısıyla ulusal sorunda haksızlık ve anlaşmazlıkları denetleme yetkisi vardı.
Belli bir nüfus yoğunluğunun yaşadığı bölgelerde de o ulusal topluluğun anadilinde eğitim yapılıyordu.
Köylerde, kasabalarda belli bir ulusal topluluğun yoğunlaştığı yerlerde
“Milliyetler Sovyeti” kurularak o topluluğun kültürel özerkliği sağlanıyordu. Bu şekilde farklı bir ulusun Sovyet Cumhuriyetinde yaşayan ulusal
toplulukların da hakları korunuyordu.
(Örneğin Gürcistan’da yaşayan Azerilerin vb.) 1935 yılı itibariyle SSCB
sathında toplam beş bin Milliyetler
Sovyeti bulunmaktaydı.
Keza SSCB coğrafyasında konuşulan her dilin üniversitede kürsüsü
vardı.
Ekim Sosyalist Devrimi’nin yarattığı SSCB, Çarlığın bir halklar hapishanesine çevirdiği topraklarda bir
[ 51 ]
Marksist Teori 6
Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler
Birliği’nin (SSCB)
ulusal sorunların
çözümünde yaptıkları
olumlu katkıyı
sahipleniyoruz
halklar bahçesi yaratmıştı. Ulusal baskı son kalıntılarına kadar süpürülüp
atılmış, tam ulusal hak eşitliği sağlanmıştı. SSCB’nin bünyesindeki bütün
ulusların ve ulusal toplulukların hakları güvence altına alınmıştı.
SSCB ise “milliyetsiz”di. Yani federasyonun kendisi herhangi bir milliyetin damgasını taşımıyordu. Sovyet tipi federasyon, bütün ulusların
ve ulusal toplulukların, azınlıkların
vb. somut durumunu yanıtlayan bir
esneklikte ve çeşitlilikte devasa bir
ağdı. Bu ağın her hücresine eşitliğin,
kardeşliğin ve sosyalizmin ruhu sinmişti. Her ulustan emekçiler, Sovyet
sistemi içinde kendi kimlikleri, anadilleri ve kültürleriyle, kendi özyönetim organlarıyla yer aldılar.
Kuşkusuz en tam ulusal hak eşitliği, siyasal eşitsizlikleri gideriyor, fakat tarihten devralınan gerçek ekonomik-sosyal-kültürel eşitsizlikleri kendi
başına ortadan kaldırmıyordu.
Bu amaçla, 5 yıllık ekonomik planlar yapılırken kaynakların dağılımında Rusya SSFC aleyhine, diğer Birlik
Cumhuriyetleri lehine plan yapıldı.
Yani Birlik Cumhuriyetlerine “olum-
lu ayrımcılık” uygulandı. Bu sayede
Birlik Cumhuriyetlerinin ekonomiksosyal gelişim hızı/oranı Rusya Sovyet
Sosyalist Federe Cumhuriyeti’ne göre
daha yüksek oldu. Rusya SSFC içinde
de Özerk Cumhuriyetler ve bölgeler
lehine olumlu ayrımcılık uygulandı.
1956’dan itibaren Nikita Kruşçev’in liderliği dönemiyle birlikte
SSCB’nin rotası kapitalist politikalara doğru çevrildi. Sosyalist kazanımlar adım adım tasfiye edilmeye,
kapitalizm restore edilmeye başladı.
Sosyalizmin son kalıntılarının tasfiye
edildiği Gorbaçov döneminde, Birliği
tasfiye adımlarını atan “Rusya” SSFC
ve başındaki Yeltsin idi.
Hatta Mart 1991’de yapılan referandumda Sovyet halklarının büyük
çoğunluğu birliğin “yenilenerek devamı” yönünde oy kullandı. (Katılım
%80 oldu, evet oyu oranı ise %77) Ne
var ki Yeltsin kliği SSCB yasalarını
tanımayan “Rus” yasaları koyarak ve
“Rusya’nın bağımsızlığını” fiilen ilan
ederek birliği dağıttı. (Aralık 1991)
Bu referandum sonucu da
SSCB’nin ulusal baskı sonucu dağılmadığını, merkezi iktidarı elinde tutan
ve Rus şovenizmine sapan revizyonistler tarafından dağıtıldığını ortaya
koyar.
Yine, SSCB dağıldıktan sonra ortaya çıkan milliyetçi boğazlaşmaların
da faturası sosyalizme kesilmeye çalışıldı. Oysa SSCB, 16 ulusu ve sayısız
ulusal topluluğu 80 yılı aşkın bir dönem boyunca barış içinde yaşatmıştı.
En geniş toprak üzerinde ekonomik
inşa ve tam ulusal hak eşitliği üzeri-
[ 52 ]
Marksist Teori 6
ne kurulmuştu. Kapitalizmin restore
edildiği yıllar boyunca Birlik Cumhuriyetlerinde de yerel gerici çevreler oluştu. Bunlar SSCB dağıtıldıktan
sonra tam bir yağma savaşına giriştiler. SSCB’nin mirasını paylaşmak
için birbirleriyle savaştılar (Azerbaycan-Ermenistan savaşı gibi.)
Dolayısıyla bu çatışmalar kapitalizme, onun milliyetçi düşmanlık
dünyasına aittir.
Günümüzde ulusal sorun
ve çözümü
Kapitalist dünya düzeninin en üst
aşaması olarak emperyalizm, ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye
ayrılmalarına yol açar (Lenin). Dün
ulusal baskı esas olarak emperyalist
devletlerin klasik sömürgelerinde yaşanırken, ulusal kurtuluş savaşlarıyla
sömürgelerin bağımsızlık kazanmasının ardından farklı bir yön öne çıktı.
Bugün ulusal baskı esasen eski sömürgelerin bağımlı, ezilen ulusları
üzerinde yaşanıyor. Filistin, Porto Riko, Bask, İrlanda, Afganistan, Irak gibi örnekler doğrudan emperyalistlerin
uyguladığı ulusal baskıyı ifade ederken; Kürdistan, Tamil, Moro, Batı
Sahra, Chiapas, vb. ulusal mücadelelerin birçoğu yeni sömürge ülkelerde
cereyan ediyor.
Emperyalist egemenler, ezilen uluslara ya ezen ulus boyunduruğu altında
yaşamayı dayatıyor, ya da emperyalist
merkezlerin desteğiyle müstakil devlet
kurmayı teşvik ediyor. Eğer söz konusu devlet emperyalizmin işbirlikçisi
ise, ezilen ulus mücadelesinin bas-
tırılmasını aktifçe destekliyor. Eğer
emperyalist işbirlikçiliğine mesafeli duran bir devletse, ezilen ulusları
kendi himayesi altında devletler kurmaya yönlendiriyor.
Örneğin, Sırp milliyetçisi Slobodan Miloseviç, Yugoslavya federasyonunun bileşeni olan federe cumhuriyetlere ulusal baskı politikasını
tırmandırınca milliyetçi boğazlaşma
başladı. Her bir Yugoslav federe cumhuriyeti kendisini ayrı devlet ilan etti.
Alman emperyalizmi de bu boğazlaşmanın örgütleyicilerindendi. Nitekim
bütün bu devletler sonradan Avrupa
Birliği (AB) üyesi oldular. Böylece
Alman mali sermayesinin boyunduruğu altına girmiş oldular. Sırbistan’ın
AB üyeliği de sırada!
Ezilen uluslara çare olarak sunulan
Avrupa Birliği gibi tekelci birlikler, mali sermayenin demirden boyunduruğudur. Bırakın bağımsızlık hakkının sağlanmasını, AB bizzat kendi üyesi olan
egemen devletleri bile Alman-Fransızİngiliz emperyalistleri adına sömürgeleştirmektedir. Yunanistan ekonomisi
batağa saplandığı anda AB’nin ne yaptığını hep birlikte izledik. Yunan burjuvazisi teslim bayrağını çekmiş, AB
merkezlerinin dikte ettirdiği bütün koşulları harfiyen yerine getiriyor. Yunan
emekçilerinin gerçek ücretlerini yarıya
indiren, mezarda emekliliği getiren
paketler Yunan halkının açık ve kitlesel itirazına rağmen bir bir Meclisten
geçiriliyor. Yunan halkı yüz binlerle
sokağa dökülse de sosyal yıkım paketleri AB damgasıyla bir bir meclisten
geçiriliyor. Yunanistan’da hükümetin
[ 53 ]
Marksist Teori 6
ne karar alacağını artık Almanya belirliyor. Emperyalizmin mali-ekonomik
sömürge boyunduruğu altındaki ulusların siyasi bağımsızlıkları da eriyor.
Yunanistan örneği, İrlanda, İzlanda, Portekiz gibi krizdeki diğer Avrupa ülkelerine dayatılacak koşulların
da habercisi oluyor. Kısacası AB kimseye karşılıksız bir şey vermiyor. Bugün kaşıkla verdiğini yarın kepçeyle
geri alıyor.
* * *
21. yüzyılda ulusal hareketler önderliklerinin niteliği itibariyle temelde ikiye ayrılıyor;
Kosova, Osetya, Güney Kürdistan, Karadağ, Bosna Hersek gibi
hareketler; büyük güçlere sırtlarını
yaslayarak ulus devlet kurma (ne pahasına olursa olsun bir devlet kurma)
yaklaşımını savunuyorlar. Nihayetinde ABD’nin, Almanya’nın veya
Rusya’nın himayesi altına giriyorlar.
Kuşkusuz bu durumda da bu ulusların
kaderlerini tayin hakkına saygı göstermek gereklidir. Ama gerçekte bu
ülkeler bağımsız da olamıyor, manda
yönetimi altına giriyorlar. Ezen ulus
boyunduruğundan kurtulurken, emperyalistlerin himayeci sömürgeciliği
altına giriyorlar. Ezilen ulusların mücadelelerinin dünya işçi ve ezilenlerinin genel mücadelesinden bağımsız
olarak ele alınamayacağının somut bir
göstergesidir bu durum.
Latin Amerika’daki Kızılderili
yerli halklar, Nepal’deki ezilen halklar gibi hareketler ise, birlikte yaşadıkları diğer emekçi halklarla birlikte toplumsal dönüşümü savunuyor.
Ulusal kimliklerini ve haklarını bu
mücadelenin içinde inşa ediyorlar.
Bolivya’da ilk kez bir yerlinin (Evo
Morales) başkan olması ve demokratik özerkliği ve iki dilli yaşamı
sağlayan anayasa yapılması bu hatta
önemli bir örnek yarattı. Nepal’de
federal demokratik cumhuriyetin kurulması, Krallık altında ezilen bütün
milliyetlerin üzerindeki baskıyı kaldırdı.
Birinci yol, ezilen ulus burjuvazilerinin yoludur. Kolaydır, kanlıdır
ve emekçilere bir şey kazandırmaz.
Ucu, Avrupa Birliği gibi emperyalist tekelci birliklere çıkar. (Örneğin,
Yugoslavya’dan çıkan hemen tüm
devletlerin AB’ye katılımı).
İkincisi, ezilen ulus emekçilerinin
yoludur. Çetindir, engebelidir, sarptır
ama ucunda gerçek kurtuluş ve özgürleşme vardır. Ucu bölge halklarının ortak kurtuluşuna açılır. (Örneğin,
Latin Amerika halklarının, birleşik ve
sosyalist Latin Amerika mücadelesi).
Partimiz ulusal sorunların çözümünü bölgesel demokratik ve sosyalist
federasyonların kuruluşunda görüyor.
Kürt ulusal hareketinin, ‘demokratik konfederalizm’ programını benimsemesi, yüzünü bu ikinci çizgiye
doğru dönüşünü ifade ediyor. Nesnel
olarak, halklarımız arasında işbirliği
ve ortak mücadele imkanlarını artıran
bir programdır. Mesud Barzani’nin
“ne pahasına olursa olsun ayrı devlet”
çizgisinde Amerikan emperyalizmiyle geliştirdiği işbirliği ilişkisine karşın, halklar arasında demokratik ittifak ilişkilerini teşvik etmektedir.
[ 54 ]
Marksist Teori 6
yapamaz. Yönettiklerinin devletten
bağımsız örgütlenmesine izin vermez.
Halkın özyönetimi ancak halk iktidarıyla, halk cumhuriyetlerinin kuruluşuyla mümkündür.
Partimiz
ulusal sorunların
çözümünü
bölgesel demokratik ve
sosyalist federasyonların
kuruluşunda
görüyor.
Ancak, ‘konfederalizm’ programı, reformlar programıdır. İktidarın
işçi-emekçi sınıflar tarafından ele geçirilmesini reddetmektedir. Egemen
sınıflarla uzlaşma ve kurulu düzenleri
aşağıdan basınç yaparak dönüştürme
hedefine bağlanmıştır. Yani devrim
yerine evrim, iktidarın alınışı yerine
uzun vadeli reformcu dönüşüm anlayışına dayanmaktadır. Dolayısıyla baş
aşağı durmaktadır. Çünkü, halklarımızın birliği, ortak kurtuluşu ancak Türk
burjuvazisinin ve diğer bölge burjuva
devletinin egemenliklerini yıkıp yerine işçi-emekçi iktidarını kurma yolundan sağlanabilir. Kürdistan’da işsizlik,
yoksulluk gibi temel toplumsal sorunlar da ancak bir işçi-emekçi iktidarı
kurularak çözülebilir. “KCK operasyonları” adı altında Türk burjuvazisinin Kürt demokratik toplumsal örgütlülüğünü ezme saldırısı da iktidarın ele
geçirilmesinin zorunlu ve kaçınılmaz
olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Sivil toplum örgütlenmesi modeline dair deneme, devletin zorbaca bastırmasıyla yanıtlanmıştır. Bir kez daha
anlaşılmıştır ki; “biz” halklar devletsiz
yapmaya çalışsak da, devlet “bizsiz”
Bölgesel demokratik ve
sosyalist federasyonlar
Bizim, emperyalist bölgesel tekelci birliklere karşı alternatifimiz,
ulusal kapitalist ekonomiler kurmak
değildir. Bu tür milliyetçi kapitalist
projelerin, günümüz koşullarında
akıbeti tekellere teslim olmaktır.
Emperyalizmden bağımsızlık, ancak
yüzünü sosyalizme dönen halkçı ve
demokratik halk federasyonlarıyla
sağlanabilir.
Bizim alternatifimiz, halkların
demokratik ve sosyalist federasyonlarıdır. Emperyalizme karşı “bağımsızlık” en geniş federasyonların kurulmasıyla sağlanabilir. Kuşkusuz en
tam bağımsızlık ancak kapitalizmden
tam kopuşla ve sosyalizmin en geniş
ekonomik birliklerle örgütlenmesiyle olabilir. Sovyetik biçimde örgütlenmiş federasyon, bütün uluslardan
emekçilerin sosyalizme yürüyüşü için
en uygun devlet biçimidir.
Emperyalizme karşı hedef, bölge
halklarının ortak direnişi ve kurtuluşudur. Bölge halklarının çürümüş,
işbirlikçi rejimleri devrimle tepeleyerek, demokratik ve sosyalist federasyonlar içinde birleşmesidir.
Son yirmi yılda her büyük halk isyanı, bölgesine doğru yayılıyor. Bölge halklarıyla birleşmeye çalışıyor:
Ekvador-Venezuela-Bolivya ve Latin
[ 55 ]
Marksist Teori 6
yapan bütün ülkelerin işçi ve emekçilerini tek bir federasyon çatısı altında
toplama hedefiyle hareket edecektir.
Bölgesel halkçı ve sosyalist federasyonlar şu temel ilke üzerine inşa
edilecektir: Bütün uluslara eşit haklar, her ulusa kayıtsız şartsız kaderini
tayin hakkı (ayrı devlet kurmayı içerecek biçimde), tüm ulusal topluluklara
en tam demokratik haklar, her ülkede
işçi-emekçi iktidarı ve ortak sosyalist
kuruluş için en geniş ekonomik birliğin sağlanması.
Ulusal sorunların
çözümünde
sosyalist yol,
ulusların
tam hak eşitliği
temelinde
yer alacağı,
ayrılma hakkının
titizlikle korunacağı
halk cumhuriyetlerinin
kuracağı
federasyonlardır.
Amerika, Nepal-Hindistan ve Güney
Asya ve son olarak da Tunus-Mısır ve
Ortadoğu-Mağrip.
Emperyalist boyunduruğun karşısında Türkiye ve Kürdistan halklarının ortak duruşunun, hatta bunun da
ötesinde bölgemiz halklarının birliğinin sağlanması, zafere giden yolun
taşlarını döşeyecektir. Tunus’tan başlayan, Mısır ve Yemen’le süren Arap
halk devrimleri de bölgesel devrim
olasılığının ne denli güçlendiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye ve Kürdistan’da Halk
Cumhuriyetleri Birliği, Ortadoğu,
Mağrip, Balkanlar ve Kafkasya’da
demokratik ve sosyalist federasyonların geliştirilmesine doğru bir adım
olacaktır. Birleşik devrimimizin ortaya çıkaracağı halklar federasyonu bütün bölge halklarına da devrimci bir
çağrı anlamını taşıyacaktır. Devrimini
Ulusal eşitlik, kaderini
tayin hakkı
Kürt ulusunu köleleştiren, sömürgeleştiren, varlığını inkar eden bir
devlet düzeni ile karşı karşıyayız! Yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından zengin Kürdistan’ın, yoksulluk
ve işsizliği en derinden yaşayan bölge
oluşu, sömürgeciliğin resmidir. Tüm
zenginlikleri yağmalanan ve Türk
burjuvazisine sermaye birikimi yapılan Kürdistan’a bunun karşılığında
verilen inkar, imha ve yasaklardır!
Bu devlet düzeni ve ideolojisi Kürt
ulusunun varlığını ve Türk ulusuyla
eşitliğini kabul etmiyor. Osmanlı’da
‘Kürdistan’ olan bu bölgenin ismini
dahi yasaklıyor. Kürt ulusunun varlığından söz etmeyi bile suç sayıyor.
Türk ulusunun ayrıcalıklarını, egemenliğini ebedileştirme ilkesine, zihniyetine dayanıyor. Bu ise hem Türk
ulusal dokusunu ve hem de devlet
düzenini yapısal olarak anti demokratikleştiriyor. Kürt ulusal sorununun
çözümü, Türk ulusal dokusunun de-
[ 56 ]
Marksist Teori 6
mokratik dönüşümü, demokratik yapılanışı anlamına geliyor.
İşçi ve emekçilerin sosyalist temsilcileri olarak; sömürgeci boyunduruğun son bulmasını, Kürt ulusunun
kendi geleceğini özgürce belirleme
hakkının tanınmasını istiyoruz. Bunların eksiksiz sağlandığı koşullarda
tavrımız, eşit, özgür, gönüllü birlikten
yanadır.
Kürt ulusal sorunu, ancak “kaderini tayin hakkı” Kürt ulusu tarafından kullanıldığında çözülür. Kaderini
özgürce tayin etmek, her ulusun hakkıdır. Demokratik bir kolektif haktır.
Ayrı devlet kurma hakkını da içerir.
Kürt sorununun özü, nüfusu 20 milyonu bulan bir ulusun bu haktan zorla
yoksun kılınmasıdır.
Yaşadığımız topraklarda, Kürt halkı bugün yalnızca, ulusal geleceğini
belirleme hakkından yoksun biçimde
sömürgeci boyunduruk altında tutulmuyor, aynı zamanda varlığının inkâr
edilmesinin acısını çekiyor. O nedenle,
bir emekçi çözüme ulaşana değin yürütülecek mücadele döneminde, ulusal
varlığın tanınması, anadilde eğitim,
ulusal kimlikle politika hakkı gibi ulusal demokratik taleplerin sömürgeciliğe kabul ettirilmesi ya da bu hakların
özerklik biçiminde daha kapsamlı bir
ulusal demokratik reforma genişletilmesi tümüyle olanaklıdır. Ne var ki, bu
kazanımlar sorunu ortadan kaldırmaz,
yalnızca hafifletir ve daha açık hale
getirir. Çözüm, hiçbir ulusa ve dile ayrıcalık tanınmamasında veya tam hak
eşitliğindedir. Çözümü dayatan tüm
ulusal sorunların genel formülasyo-
nuyla, ulusal geleceğini özgürce belirleme hakkının kullanılmasını sağlayacak koşulların elde edilmesindedir.
Halk Cumhuriyetleri
Federasyonu
Partimiz, politik özgürlüğün fethedilmesi, işçi-emekçi iktidarının kurulması, Kürt ulusunun kaderini tayin
etme hakkını kazanması ve halk meclislerine dayalı yeni bir cumhuriyetin
oluşturulması hedeflerini; Türk ve
Kürt uluslarından, Laz, Çerkes, Arap,
Roman, Rum, Ermeni, Süryani, Gürcü, Boşnak ulusal topluluklarından işçilerin, emekçilerin birlikte kuracağı
Halk Cumhuriyetleri Federasyonu’na
bağlıyor.
Ulusal sorunların çözümünde sosyalist yol, ulusların tam hak eşitliği
temelinde yer alacağı, ayrılma hakkının titizlikle korunacağı halk cumhuriyetlerinin kuracağı federasyonlardır.
Bu yol, farklı halklardan işçiemekçiler arasında eşitliğin ve bu temelde kardeşliğin yoludur.
Bu yol, sadece ulusal inkârın değil, bizzat sömürgeciliğin tasfiyesini
mümkün kılar.
Türk burjuvazisinin tasfiyesi ve
iktidarın işçi-emekçi sınıflara geçişi,
sömürgeciliğin tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasını sağlar. Sosyalizm
ve halklar federasyonu, Kürdistan’ın
ekonomik-sosyal geriliğini yaratan
bu sömürücü tarihi yıkar. Türk ve
Kürt emekçilerini yeni bir temelde
birleştirir. Geniş kaynaklar üzerinde
sosyalist inşayı, ekonomik-sosyal gelişmede Kürdistan’a olumlu ayrım-
[ 57 ]
Marksist Teori 6
cılığı mümkün kılar. Kürdistan Halk
Cumhuriyeti’nin ve Türkiye Halk
Cumhuriyeti’nin ve bu süreçte kurulabilecek başkaca halk cumhuriyetlerinin gönüllü-özgür birliğinin eseri
olabilecek Halk Cumhuriyetleri Federasyonu: Kürt ulusunun devlet kurma hakkının gerçekleşmesini de ifade
eder. Ayrılma hakkının korunduğu
federasyon yoluyla Türkiye emekçi
halklarıyla Kürt halkının sosyalizm
yolunda birliğini de sağlar.
Bu yol, sadece Türkiye ve
Kürdistan’da değil, buradan başlayarak
Ortadoğu, Balkanlar ve Kaf-kasya’da
halkların demokratik ve sosyalist federasyonlaşmasına açılır. Ortadoğu’da
demokratik ve sosyalist federasyonlar,
Kürdistan’ın dört parçasının birliğini
sağlamanın da zeminidir.
Partimizin savunduğu ‘Emekçi çözüm’ perspektifi: Türk emekçilerinin
Kürt sorununda tutarlı demokrat bir
pozisyona çekilmesi, Kürt emekçilerinin ise burjuva çözüm çizgisine karşı
inisiyatif üstlenmeye çağrılmasıyla,
Anadolu ve Mezopotamya toprağının
Halk Cumhuriyetleri Federasyonu için
sürülmesi, gübrelenmesi demektir.
İnkarcı-şovenist rejimin geriletilmesi için güncel demokratik reform
mücadeleleri, doğru bir tarzda ele
alındığında, bu devrimci programı zayıflatmaz, tam aksine güçlendirir. Hiç
kuşkusuz, Kürt sorununun çözümü
‘devrimi beklemeyecek’tir. Ama bu
kapsamlı tarihsel-sosyal sorun, kimi
kısmî ve ara çözümlerle hafifletilmesi
mümkün olsa da, ancak halk devri-
miyle gerçek ve köklü çözüme kavuşabilecektir.
Halk Cumhuriyetleri Birliği, ayrılma hakkına sahip Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri’nin ve
devrimci süreç içinde ihtiyaç olarak
belirebilecek başka halk cumhuriyeti, özerk cumhuriyet, özerk bölge vb.
örgütlenmelerin birleştireceği her
ulustan ve ulusal topluluktan Anadolu ve Mezopotamya işçi-emekçilerinin iktidarı olacaktır. Her halkın
kendi özyönetimlerini kurması kendi
anadilinde eğitim alması ve devlet
hizmetlerine anadilinde ulaşmasını
sağlayacaktır. Bütün anadilleri eşit
sayacak ve Türk egemen sınıflarının
ırkçı asimilasyon politikasının bütün
kalıntılarına karşı etkin mücadele
yürütecektir. Sosyalizmin 20. yüzyıldaki kazanımlarını devralacak ve
daha ileriye taşıyacaktır.
Halk Cumhuriyetleri Birliği; söz,
basın, toplantı, eylem, örgütlenme
ve ulusal kaderini tayin özgürlüğünü
sağlayacaktır. Eğitimi, sağlığı, ulaşımı, çalışmayı, konutu ve sağlığı her
yurttaşı için parasız/sosyal bir hak
olarak ilan edecektir. İnanç ve vicdan
özgürlüğünü sağlayacaktır. NATO,
IMF, Dünya Bankası, vb. emperyalist
birliklerden çıkacak, emperyalist askeri üsleri kapatacaktır. Bölge halklarının demokratik ve sosyalist birliklerini kurmaya yönelecektir. Yasalarda
tam kadın-erkek eşitliğini sağlayacak,
toplumsal eşitlik yönünde adımlar
atacaktır. Kadına yönelik şiddet işkence sayılacaktır.
[ 58 ]
Marksist Teori 6
Halk Cumhuriyetleri Federasyonu, sömürücü sınıfları devlet organlarından atacaktır. Devlet iktidarı işçi
ve emekçilerin ellerine geçecektir.
İşçi-emekçi konseylerinin yönetimine
dayanan yeni devlet biçimi, emekçi
halk kitlelerini politikaya çekerek,
kendi yaşamlarının başaktörü haline
getirecektir.
Halk Cumhuriyetleri Birliği, dünyanın neresinde olursa olsun, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini kendi mücadelesi sayarak
destekleyecektir.
Halk Cumhuriyetleri Birliği, Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyasında, sosyalizme giden yolun ilk adımı
olacaktır. Antiemperyalist ve demokratik bir devrimin ürünü olacaktır.
Halklarımızın temel toplumsal-siyasal sorunlarının çözümünün sağlanabilmesi için, devrimden başka bir yol
yoktur. Bu devrim, mücadelenin kardeşleştireceği, tutarlı demokrat duruşun birleştireceği bütün ulus ve ulusal
topluluklardan işçi-emekçilerin ortak
eseri olacaktır.
[ 59 ]
“AKP TOPLUMU
YENİDEN DÜZENLİYOR”*
Röportaj
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fatma Gök, AKP hükümetinin toplumu muhafazakâr ve dini temellerle yeniden düzenleme
istediğini belirterek, 4–4–4 Kesintili Eğitim Yasası’nın
bu amacın bir parçası olduğunu söyledi. Prof. Gök, “Eğitim yasası, topyekûn bir saldırının bir parçası. İstanbul’u
Dubai yapmakla, bütün kamusal alanları özelleştirmekle
ilgili” dedi. Neoliberal kapitalist düzenin iyi çalışması
için, AKP’nin toplumu ideolojik olarak dönüştürmek istediğini söyleyen Gök, “bunun bir kısmı din temelli bir
eğitimdir. Diğeri de neoliberal politikalarla uyumlu,
dünya pazarına iş gücünü yetiştirecek bir anlayışla düzenlenmesidir” diye konuştu.
Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fatma Gök, zorunlu eğitimi kesintili
hale getiren 4–4–4 Eğitim Yasası’na ilişkin olarak Marksist Teori’nin sorularını yanıtladı.
4–4–4 Kesintili Eğitim Yasası’nın temel ilkesi nedir?
* Röportaj: Arzu Demir
[ 60 ]
Marksist Teori 6
Bu yepyeni bir atak. Çünkü AKP
hükümeti, artık kendini çok kuvvetli
hissettiği için eğitim sisteminde bu
kadar radikal sayılabilecek değişiklikleri yapacak gücü kendinde görebiliyor. 4–4–4 Eğitim Yasası’yla AKP
esasen bir taşla birçok kuş vurmak
istiyor. Görünen kısmı, genç yaşta
çocukların - ikinci 4 içinde- yönlendirmeye başlanması. Birinci 4’te herkes temel eğitim alacak. İkinci 4’te
ise yönlendirme başlayacak. Yasa
TBMM’de görüşülürken, son gün,
“Kur’an ve Peygamberin Hayatı” ile
ilgili iki ders koydular. Bu dersler seçmeli olarak düzenlendi.
O iki ders
zorunlu olacak
Söz konusu iki ders temel tartışma
konusu oldu. Uygulamada derslerin
zorunlu olacağı konusunda yaygın
bir kanı var. Siz bu kanıyı paylaşıyor
musunuz?
Türkiye’de okullarda çocukların
gerçekten seçmeli ders seçme şansı
yok. Okulda ne varsa, çocuklar ona
yönlendiriliyor. Hatta okul yöneticileri belirli derslere “zorunlu ders”
gibi davranacak. Bu çok açık. Açık
olan bir başka nokta ise, AKP’nin
eğitimi muhafazakâr ve dini temelde
yapılandırmak istediği. Sadece bu da
değil. Yasada başka çok önemli maddeler de var.
Yüzde 10 sınırlaması
kaldırıldı
Daha çok, eğitimin muhafazakârlaştırılması açısından kamuo-
yunda tartışıldı. Örneğin çocuk işçilik ile nasıl bir düzenleme var?
222 sayılı Yasa’ya göre, bir işyerinde mesleki teknik okullardan gelen öğrencilerin sayısı, o işyerinde
çalışanların yüzde 10’undan fazla
olamaz. Şimdi bu yüzde 10 sınırlaması kaldırıldı. Bir iş yerinde 50 kişi
çalışıyorsa, 50 stajyer öğrenci çalıştırılabilecek. Stajyer öğrenciler, asgari
ücretin üçte birine çalıştırılıyor. Bu
çok büyük bir sömürü ve şirketlere
verilmiş bir hediyedir.
Özel okullara
kaynak aktarılacak
Eğitimin paralı hale getirilmesi
açısından yasada nasıl bir düzenleme var?
222 sayılı Yasayla ilköğretim kesintisiz olarak 8 yıldır. 8 yıldır, zorunludur ve devlet okullarında parasızdır.
Artık böyle bir ibare, “parasızdır”
ibaresi yok. Bizim gibi eğitim hakkı
temelli olarak eğitimi kavramsallaştıran insanlar için bu çok önemli. Kaynakların kime gideceğini, yasa çıktıktan sonra çok açık gördük. Maliye
Bakanı yasa kabul edildikten sonra
yaptığı bir açıklamada, özel okullara
kaynak aktaracaklarını söyledi. Ailelere bin 500 lira verilecek. Bu konu
çok önemli olmasına rağmen, çok tartışılmadı. Kamusal kaynaklar, devlet
okullarının iyileştirilmesi ve herkese
parasız eğitim verilmesi için harcanması gerekirken, hükümet ailelere
çocuklarını özel okullara göndermesi
için bin beş yüz lira verecek. Aileler
de, devlet okullarının niteliği düştük-
[ 61 ]
Marksist Teori 6
çe, çocuklarına daha iyi bir eğitim
imkânı sağlanacağı düşüncesiyle özel
okulları tercih edecekler. Bu durumda, hükümetin verdiği bin beş yüz
lira yetmeyecek. Çünkü özel okullar velilerden daha fazla para isteyecek. Böylece, alt sınıflardan da özel
okullara kaynak aktarılacak. Hem
devlet, hem de aileler özel okullara
kaynak aktaracak. Eğitim bir haktır
ve herkese en nitelikli eğitimi parasız ve demokratik bir içerikle sunma
mücadelesini yürütmek zorundayız.
Kapitalizm içinde bile bunu yapmak
zorundayız. Çünkü eğitim alanı; toplum ile bireyin çakıştığı bir alan olduğu için gerçekten orası bir mücadele
alanıdır. Eğitim toplumu ideolojik
olarak ve insan gücü olarak yeniden
üretir, ama bunu yapması bu kadar
düz olmaz. Bir toplumdaki hiyerarşi
ve ekonomik iktidarın kırılması için
ne kadar büyük mücadele verilmişse,
o kadar daha fazla diğer sosyal haklar
gibi eğitim hakkını da daha demokratik temellerde herkese verme olanağını yaratabilmeliyiz.
Toplumu muhafazakârlaştırmak istiyor
Toplamda yasa ve uygulamasına
baktığımızda, AKP bu kökten değişikliği neden yapmak istiyor?
AKP’nin bir toplum tahayyülü
var. AKP bunu toplum mühendisliği
olarak yapmak istiyor. Toplumu daha
muhafazakâr, daha dindar temellerde
yeniden düzenlemek istiyor. Kapitalizmin içinde, neoliberal politikalarla
uyumlu bir şekilde yapmak istiyor.
Daha itaatkâr, ses çıkarmayan, sendikalı olmayan, protesto etmeyen,
hak aramayan bir gençlik yaratmak
istiyor. Başbakan Erdoğan, çok açık
söyledi, dindar nesil istedi. Toplumsal muhalefet bu kadar zayıf bir karşı
çıkış sergilerse, AKP de amaçlarında
başarılı olacaktır. Elbette, Ankara’da
KESK’in, öğretmenlerin, biber gazlı saldırılara karşı onurlu direnişi
oldu. Ama yetmedi. Eğitim yasası,
topyekûn bir saldırının bir parçası.
İstanbul’u Dubai yapmakla, bütün
kamusal alanları özelleştirmekle ilgili. Hepsi bir paketin parçaları. Bu
büyük manzara içinde iş görecek insanların da buna uygun daha itaatkâr,
daha dini temelli yapılanmış olması
amaçlanıyor. Çünkü din olunca sorgulama olmaz. Ne söylenmişse ilahi
olarak kabul edilebilir. Böyle insanları idare etmek çok daha kolaydır.
AKP’nin kurmak istediği yeni düzene, neoliberal kapitalizme itiraz etmeyecek, uysal bir kitlenin yaratılması
için eğitime müdahale edilmesidir.
AKP, neoliberal kapitalist düzeninin
iyi çalışması için ideolojik bir dönüşüm yapmak istiyor. Bunun bir kısmı
din temelli bir eğitimdir. Diğeri de
neoliberal politikalarla uyumlu, dünya pazarına iş gücünü yetiştirecek bir
anlayışla düzenlenmesidir.
8 yıllık temel eğitim
40 yıllık talep
Yasanın TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında 28 Şubat hatırlatmaları yapıldı. “Hükümet
28 Şubat’ın rövanşını alıyor” değer-
[ 62 ]
Marksist Teori 6
lendirmeleri de yapıldı. Bu tartışmalara ilişkin siz ne diyorsunuz?
8 yıllık temel eğitim, 28 Şubat sonrasında getirildi ama 8 yıllık zorunlu
temel eğitim, 40 yıl öncesinde dile
getirilen bir taleptir. 1973 yılındaki İlköğretim Yasası’nda “Eğitim 8 yıldır,
zorunludur, parasızdır” ifadesi geçer.
1971 darbesinden sonra eğitim reformu yapıldı. Bütün askeri muktedirler,
darbelerden sonra eğitimi yeniden
düzenliyor, hükümetlerin de ilk müdahale ettikleri yer eğitim oluyor. 28
Şubat yaşanmasa, 8 yıllık geçer miydi, geçmez miydi? Belki biraz daha
zaman alırdı. Ama biz zorunlu eğitimin 8 yıl değil, 12 yıl önermesini, ne
AKP’den ne de 28 Şubat’tan öğrendik.
Herkesin eğitim hakkından eşit yaralanması asgari demokratik bir taleptir
ve çok önemlidir. Eğitimin içeriğinin
nasıl düzenleneceği de bir o kadar çok
önemlidir. Bir önceki eğitim sistemin
hafız yetiştirmek için uygun olmadığı
sıkça dile getirildi. İmam hatip liselerine artık öğrenciler gitmiyordu. Çünkü
8 yılın sonunda öğrencilerin din temelli bir topluma ve dini pratiklere uyum
sağlamaları biraz daha zor. Çünkü o
ana kadar epeyce şekillenmiş oluyorlar. Bu ise hükümetin arzu ettiği bir şey
değildi.
Öncelikle köklü bir
temel eğitim verilmeli
4–4–4 Kesintili Eğitim Yasası’ndaki yönlendirmeleri pedagojik
açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmam hatip ortaokullarının kurulması pedagojik olarak son derece
yanlıştır. Hiç bir şekilde olmaması
lazım. Çocuk, 5 yaşında okula başlayacak, 10 yaşına geldiğinde imam
hatip ortaokuluna gidecek. Bu temel
ve radikal bir yönlendirmedir. Pedagojik olarak kabul edilemez. Eğitim
bilimcileri olarak söylediğimiz şudur:
Çocuk önce, köklü bir temel eğitim
almalı, matematik, fizik, edebiyat,
dünya edebiyatı, sosyal bilgiler. Ancak bu temel eğitimin üzerine kurulan mesleki eğitim çocuklar açısından
hak temelli olur. Çocuk kendini biraz
tanır, nereye gideceğini bilir. Anne,
baba da yanlış yönlendiriyor. Aileyi
de yüceltiyoruz.
Son 4 yılda çocuk
okula gitmeyebilecek
Çocuğun eğitimi ile ilgili asıl karar verici aile mi?
Evet, aileye kararı bırakıyor. Bir
taraftan imam hatip açılıyor, bir taraftan ikinci 4’te yoğun bir yönlendirme
olacağını görmüş bulunuyoruz. Daha
da ilginç tarafı şu: Son 4’e geldiğimiz
zaman, isteyen öğrenci okulda olmayacak. Hem “12 yıllık zorunlu eğitim” diyorsunuz, hem de çocuklar liseye geldiklerinde, “Siz açık öğretim
ile devam edebilirsiniz” diyorsunuz.
Bu olmaz.
Yasada, bu konudaki düzenleme
tam olarak nedir?
Yasa, son dört yılın “hem örgün
hem de yaygın eğitim” şeklinde olmasını düzenliyor. Zorunlu eğitim
diyeceksiniz, ama bunu yaygın eğitim
şeklinde vereceksiniz. Örgün eğitim
ile yaygın eğitim iki ayrı düzenleme-
[ 63 ]
Marksist Teori 6
dir. Yaygın eğitim de çok önemlidir.
Toplumda örgün eğitimden yararlanamayan insanları kapsamalıyız. Bu da
bir haktır. Fakat “İkisini de yapıyoruz” derseniz olmaz. Çocukları ailenin himayesine bırakıyorsunuz.
Kız çocuklar için tehdit
Daha çok kız çocuklarını etkileyecek değil mi?
Çocuk gelinler dediğimiz nokta
tam da bu. Çocuk 13 yaşında ortaokulu bitirdiğinde okula gönderilmeyecek. Ama biz hala 12 yıllık zorunlu
eğitim vereceğimizi iddia edeceğiz.
Böyle olmaz. Yoksul aileler, çocuklarını okula göndermek istemeyeceklerdir. Kız öğrenciler için de büyük
bir tehdit olacaktır. Ekonomik olarak
yoksul, anlayış olarak muhafazakâr
olan aileler, çocuklarını okula göndermeyeceklerdir.
Yönlendirme yaşı kaç olmalı?
12 yıllık eğitimden sonra... Lise
eğitimini herkes nitelikli şekilde almalı. Eğitim biliminin verileri, 12 yıl
temel eğitimin alınması, daha sonra
da 2 ya da 4 yıllık mesleki eğitimin
verilmesi şeklinde.
Sistemin çıkarlarını
esas aldılar
Yeni yasa okul öncesi eğitim ile
ilgili ne diyor?
Okul öncesi eğitim yeni yasa ile
ortadan kalktı. Bu çok sakıncalı bir
durum. Ancak “ortadan kaldırmıyoruz” diyor. Ben bu açıklamaya güvenemiyorum. Aileler, 5 yaşında çocuklarının okula gönderecekler. Okul
öncesi çağındaki çocuk, soyut düşünmeye başlamamış, yetenek ve kapasite olarak tam ilkokula başlama yaşına
gelmemiş çocukları ilkokula alacaklar. Eğitim Bakanı, “İlk sömestr oyun
oynayacaklar, ikinci sömestr okuma-yazmaya başlayacaklar” diyor.
Çocukların hayatı ile oynanıyor. Eğitim biliminde amaç çocuğun yüksek
yararının sağlanmasıdır. En önemli
ilke budur. Burada çocukları düşünen
değil, sistemin ekonomik ve ideolojik
çıkarlarını düşünen bir zihniyet söz
konusu.
[ 64 ]
ÇOCUK İŞÇİ VE
ÇOCUK GELİN DÜZENİ
Ümran Yurdayol
Eğitim sistemi 80 Askeri faşist darbesinden sonra değiştirilerek, tekelci burjuvazinin ihtiyaçları ve neoliberal
politikalarla uyumlu hale getirildi. Bu doğrultuda yeni
eğitim müfredatları yapıldı. Bunun sonucunda ezberci,
kendine verilenle yetinen, az düşünen, paylaşımcılıktan
uzak, kendi çıkarlarını her şeyden üstün tutan, rekabetçi, tüketici gençler yetiştirilmeye çalışıldı. Paralı eğitime
geçişin koşulları hazırlandı. Özel okullar ve dershaneler
sisteme dahil edildi “Bütçeye göre eğitim” politikasıyla,
devlet okullarındaki eğitimin kalitesizleşmesine ve özel
okullara yönelime yol açacak politikalar uygulandı. Din
dersi zorunlu hale getirildi. Alevi, Hıristiyan, ateist denmeden herkes bu derse girmeye zorlandı.
2004 yılında eğitim “reformu” adı altında yeni bir
eğitim müfredatı yürürlüğe girdi. Bu müfredatla eğitimin içeriğindeki kalıntı düzeyindeki bilimsel yöntemler
ve bilgiler bile ayıklanıp, pervasızlık düzeyinde bilim
dışı dinsel, ideolojik uygulamalar eğitim programlarına
dahil edildi. Müfredatta yer alan bilim dışı unsurların
varlığı meşrulaştırıldı.
[ 65 ]
Marksist Teori 6
Şuraya varıldı: YGS sonuçlarına
göre 1 milyon 250 bin kişiden 50 bini
0.5 puan bile alamazken, 260 bin kişi
fen bilimlerinden tek soru çözememiş! Diğer yandan en iyi öğrencilerin
katıldığı uluslararası bilimsel nitelikli yarışmalardaki sonunculuklarla
iftihar eder bir haldeyiz! Çocuklar,
daha ilkokuldan itibaren dershanelerde yarışlara hazırlanıyorlar. Yıllardır
dershaneler muazzam paralar kazanıyor. Burjuvazi, onların politikacıları,
generalleri, polis şefleri, yüksek sivil
bürokratları çocuklarını yurtdışında
okullara yolluyor. İşçi, emekçi çocuklarına ise, meslek okulları ve imam
hatipler öğütleniyor!
Burjuva ailelerin yanısıra, küçük
burjuvazinin üst kesiminden aileler
çocuklarını özel okullara gönderiyorlar. Özel derslerle çocuklarının “açığını” kapatmaya çalışıyorlar. İşçi ve
emekçilerin çocuklarıysa “parasız”
devlet okullarında, sınıflarda üst üste okuyorlar. Çoğu zaman da dersleri öğretmensiz geçiyor. Dışarıda ise
atanması yapılmayan öğretmenlerin
sayısı gün geçtikçe artıyor. İyi bir
meslek sahibi olmak adına küçük bir
yaştan itibaren psikolojik baskı altına alınan bu çocuklar, kendilerini bir
yarış atı gibi hissediyorlar. Bir sınavı
kazanmak onlar için bir hayat memat
meselesine dönüşüyor. Aileleri için
de. Her yıl üniversite sınavından önce
stresten intihar eden, ya da kalp krizi
geçirenleri yazıyor gazeteler. Sınav
sonrasında da, gerekli puanı alamadığı için intihar edenleri! Üniversite
önünde yığılmış milyonlarca genç. Ve
bu emekçi çocukları özel okullarda
okuyan, özel dersler alan, dershanelere giden gençlerle aynı sınava tabi
tutuluyorlar.
Anadilde eğitimin bölücülük sayıldığı bu eğitim sisteminde, asimilasyon tüm şiddetiyle devam ettiriliyor.
Okula başladıklarında Türkçe öğrenmeye mecbur ediliyorlar. Yüzbinlerce
Kürt çocuğu, anadilleri olmayan bir
dilde, Türkçe’de, anadili Türkçe olan
çocuklarla yarıştırıyorlar. Her aşamada daima iki adım geride oluyor bu
çocuklar. Çoğu daha okul döneminde
kaçınılmaz biçimde işçiliğe başlıyor.
Eğitim sisteminin hali bu iken bu
sorunlara çözüm getirmek yerine AKP
hükümeti, 10 Nisan 2012’de yürürlüğe giren “222 sayılı İlköğretim Eğitim
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”u, yaygın adıyla, 4+4+4 yasasını yürürlüğe sokmayı başardı. AKP’nin Milli
Eğitim Bakanı bu yasanın sorunları
çözücü değil “yapısal bir değişiklik”
olduğunu itiraf etti. Aslında 80’lerde
başlayan politikaların ve 2004’te yapılan müfredat değişikliklerinin yeni
bir adımıydı bu.
4+4+4 yasasıyla, eğitimde politik İslamcı burjuva düzenlemeler
yapılıyor. Müfredat tümden bilimsel
yöntemlerden arındırılmak isteniyor.
Ki bir dönemdir, öğretmen ve öğrencilere “yaratılış atlası” dağıtılıyor.
Çocuklar, umreye götürülüp, okul
yerine, Kur’an kurslarına ve camiye
yönlendiriliyorlar. Dindarlık adı altında itaatkarlık kültürü egemen kılınmak isteniyor.
[ 66 ]
Marksist Teori 6
AKP hükümeti,
2023’te dünyanın
en gelişmiş
10 kapitalist ekonomisi
içinde olma hedefini,
4+4+4 eğitim yasasıyla,
çocuk işçilerin
küçük bedenleri
üzerinden
gerçekleştirmek
istiyor.
Her yıl yaklaşık 1. 400 bin çocuk
ilköğretime başlamakta. 5 yaş uygulaması ile yeni dönemde yaklaşık 2.800
bin çocuk ilköğretim birinci sınıfa gelecek. Bu yoğunluk giderek üst sınıflara da yansıyacak. Bu durum yıllarca
eğitimin niteliğini düşürecek.
Derslik ve öğretmen ihtiyacından
bahsediliyor. AKP hükümeti bu açığı
kapatmak için dershaneleri özel okullar haline dönüştürmeyi ya da buralardan parayla hizmet almayı planlıyor.
Tayyip Erdoğan’ın, “dershaneler kapatılacak” sözünün anlamı bu olsa gerek! Aksi halde, kapanmak bir yana,
dershane yaşının 7’ye kadar düşeceği
ve dershanelerin sayısının daha da artacağı görülüyor.
4+4+4 yasasından sonra çıkarılan özel “teşvik yasası” içinde özel
eğitim ve öğretim teşvikleri de yer
alıyor. Buna göre, devlet, özel okula
kayıt yaptıran her çocuk için 1500 lira ödemeyi taahhüt ediyor. Bu yasada
“stratejik yatırım” olarak nitelendirilen eğitim yatırımlarının içine ilk, orta ve lise eğitim yatırımları da girdi.
Yasada şöyle deniyor:
“…Stratejik yatırımlar hangi illerde yapılırsa yapılsın beşinci bölge kapsamındaki illerin teşviklerinden yararlanacak. Bu sınıfta yapılan yatırımlara
ise şu teşvikler verilecek: 1) Gümrük
vergisi muafiyeti, 2) KDV istisnası, 3)
Yedi yıl süreyle sigorta primi işveren
hissesi desteği (yatırım altıncı bölgede yapılırsa destek 10 yıl verilecek) 4)
Yatırıma katkı oranı yüzde 50 olmak
üzere yüzde 90 vergi indirimi, 5) Yatırım yeri tahsisi, 6) Faiz desteği (sabit
yatırım tutarının yüzde 5’ini aşmamak
kaydıyla azami 50 milyon tl), 7) Bina inşaat harcamalarına KDV iadesi
(500 milyon tl ve üzerindeki yatırımlar
için), 8) Gelir vergisi stopajı desteği
(sadece 6. bölgedeki yatırımlar için 10
yıl süreyle uygulanacak)”
AKP hükümeti, şu an 440 bin
olan özel okul öğrenci kapasitesini
kısa vadede 7-8 milyona yükseltmeyi planlıyor. Halen yüzde 3 olan özel
okulların payını yüzde 50’ye çıkarmayı hedefliyor. Bu arada atanamayan öğretmenler meselesini de, onları, özel okullarda sözleşmeli ve asgari
ücretli olarak çalıştırarak “çözmeyi”
deneyecekler. Ucuz kalifiye işçiler
ordusuna katma çözümü!
İşçilerin ve emekçilerin çocukları
bu özel okullara gidemeyeceği için,
devlet okullarına, ama daha ziyade
kısa yoldan meslek sahibi olma, para
kazanma ihtiyacıyla meslek okullarına ya da din eğitimi yapan okullara
[ 67 ]
Marksist Teori 6
yöneleceklerdir. Bu, geçtiğimiz yıllarda, meslek lisesine gidenlerin oranının yüzde 70’ten yüzde 30’a düşmesiyle kalifiye işçi sıkıntısı çeken
burjuvaziyi çok memnun edecektir.
Mesleki /teknik okullarda okuyan
öğrencilerin stajı üçüncü dört yılda
başlayacak olsa da, meslek lisesi orta kısmını tercih eden “öğrenci, bölümüyle ilgili çıraklık eğitimi almak
isterse 1 yıl okuduktan sonra staj eğitimi alabilecek”. Böylece Kanun tasarısına daha önce konulan ama gelen
tepkiler ve eylemler üzerine geri çekilen çıraklığa başlama yaşının 11’e düşürülmesi fiili olarak uygulanacaktır.
4+4+4’le, “yirmi ve daha fazla
personel çalıştıran işletmeler, çalıştırdıkları personel sayısının yüzde beşinden az, yüzde onundan fazla olmamak üzere mesleki ve teknik eğitim
okul ve kurumu öğrencilerine beceri
eğitimi yaptırır” maddesinden, “yüzde onundan fazla olmamak” ibaresi
çıkarıldı.
Yani patronlar, istedikleri kadar
meslek lisesi öğrencisini, fabrikalarda, atölyelerde yetişkin işçilerin yerine, ucuz iş gücü olarak çalıştırabilecekler. Hem de çok düşük bir ücret
karşılığında! AKP hükümeti 4+4+4’le
buyuruyor ki, 20 ve üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde asgari ücretin
yüzde 30’u, 20’nin altında işçinin
çalıştığı işyerlerinde asgari ücretin
yüzde 15’i, “aday çırak ve çırağa yaşına uygun asgari ücretin yüzde 30’u”
yeterli!
Burjuvazinin devleti 1999’da
imzaladığı İLO’nun “dünyada ço-
cuk işçiliğinin en kötü koşullarının
ortadan kaldırılması için acil eylem
planı” başlıklı 182 sayılı sözleşmesindeki 15 yaş altında çocuk işçi çalıştırmayacağına ilişkin uluslararası
anlaşmayı da böylece fiilen ortadan
kaldırmış oluyor.
Çocuk işçiler için dünyada 15 iş
alanı “en kötü” kategorisinde görülüyor. 2011 yılında yapılan bazı araştırmalarda Türkiye’de “en kötü” kategorisinde 3 alan saptanmış. Bunlar,
mevsimlik tarım, küçük ve orta boy
sanayi işletmeleri ve sokakta çalışan çocuklar biçiminde tarif ediliyor.
4+4+4 yasasıyla öğrenciler, bu en
kötü alanlardan biri olan küçük ve orta boy işletmelere çocuk işçi olarak,
sadece meslek hastalığı ve iş kazası
sigortası yapılarak yollanıyorlar. Hem
de henüz 13 yaşında!
Yine 4+4+4 tasarısının kanunlaşmasının ardından burjuva meclise sunulan İş yasa tasarısıyla, İş
Kanunu’nun 105. maddesindeki ağır
ve tehlikeli işlerde 16 yaşından küçük
çocuk ve gençlerin çalıştırılmasını yasaklayan ve buna uymayan patronlara
1358 TL›lik para cezası öngören yasa
da ortadan kaldırılıyor.
Denilebilir ki, AKP hükümeti,
2023’te dünyanın en gelişmiş 10 kapitalist ekonomisi içinde olma hedefini, 4+4+4 eğitim yasasıyla, çocuk
işçilerin küçük bedenleri üzerinden
gerçekleştirmek istiyor. Burjuvaziye
hizmette sınır tanımadığını gösteriyor.
4+4+4 eğitim yasasıyla “dindar
gençlik” yetiştireceğiz diyen AKP,
[ 68 ]
Marksist Teori 6
bu yolla bir yandan kendisinin ve cemaatlerin kitle tabanını genişletmeye
çalışırken, aynı zamanda kapitalistlere “kadere boyun eğen”, kendisine
verilenle yetinen, itaatkar, patrona
karşı çıkmayı Allaha karşı çıkmak gibi gören, bu dünyada açlık yoksulluk
çekse de, ödülünü ahirette alacağını
düşünüp tevekkül eden işçi kıtaları
hazırlamak istiyor.
4+4+4 yasasıyla, zorunlu din dersi
ve ona, seçmeli de olsa Kur’an dersinin eklenmesi, 18 yaş altı çocuklara
zorunlu, aile isteği ve baskılamayla
örgün eğitimde Sünni İslami eğitimin
verilmesi anlamına geliyor. Henüz
dünya görüşünü seçmek için yeterli
bilgi birikimine bile sahip olmayan
yaşlardaki çocuk ve gençlerin dünya
görüşünü dine, özel olarak Sünni İslami inanca göre şekillendirmek hedefiyle hareket ettiği görülüyor. Böylelikle aynı zamanda, Sünni mezhepler
dışında kalan mezhep ve inançlardan
ve bilimsel inanca sahip ailelerden
çocuklar, zorunlu din dersi eğitimiyle Sünni İslamcı şekillendirmeye tabi tutulacakları gibi, seçmeli Kuran
dersiyle aynı doğrultuda baskı altına
alınacaklardır. Okul arkadaşlarının
arasında dışlanma ya da derse girme şeklinde zorlamalar görülecektir.
Okul yönetimleri bu derse girmeleri
konusunda baskı uygulayacaktır.
Bugün, kapitalist toplumsal yapı ön koşulu atlanmamak üzere, türbanlı kadınların üniversite eğitimi ve
çalışma hakkı yönündeki adımlarda,
kadın kurtuluş mücadelesinin ve Kürt
halkının özgürlük savaşımının payı
tartışmasızdır. Cemaatler kadınların
toplumsal yaşama etkin katılışından
rahatsızdırlar ve onların evlerine dönmelerini istemektedirler. 4+4+4 böyle
düşünenlere aradıkları imkanı tanıyor.
Yasaya göre son dört yılda eğitim
yok öğretim var. Açıköğretim! Özellikle kız çocuklarının okula gitmeden
öğrenimini sürdürmesi hedefleniyor.
Erkek öğrenciler ise çıraklığa yönlendirilecekler. Ayrıca açıköğretimi seçenler, sınıf geçmek için dershanelere
hücum edecekler.
Böylelikle 4+4+4’le, genç kadınlar, 13 yaşından itibaren, üçüncü dört
yılda zorunluluk kalktığı için, yaygın eğitime devam ediyor adı altında
okuldan alınabilecekler. Evlendirilebilecek ya da eve kapatılabilecekler.
Öğrencilere diploma 12 yılın sonunda verilecek ve tek diploma olacak. Öte yandan öğrencinin 4 yıl veya
8 yıl okumasının bir anlamı olmayacak ve öğrenci okulu yarıda bıraktığı
takdirde eğitimsiz sayılacak. Ancak
ortaokulu tamamlayanlara ilköğretim
sertifikası verilecek.
Ve en önemlisi anadilde eğitim yasada yer almıyor. İnkarcılık ve asimilasyon 4+4+4’le sürdürülüyor.
Yasanın öngördüğü düzenlemeler
içinde ‘tabletli eğitim’ olarak bilinen
Eğitimde Fırsatları Arttırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH)
projesiyle ilgili bir madde daha var.
Eğitimde teknolojinin kullanımının
arttırılmasını öngören proje kapsamında 2015 yılına kadar yapılacak
mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, Kamu İhale Kanunu (KİK) hü-
[ 69 ]
Marksist Teori 6
kümlerine tabi olmayacak. Projenin
toplam maliyetinin, tamamen yaygınlaşması halinde 20 milyar doları
bulacağı ifade ediliyor. AKP yandaşı
patronlara ve tekellere zenginleşmenin yeni kapılarını açıyor. Projeyle
devlet halktan topladığı vergilerle
yandaşı tekellere ve burjuvalara sermaye birikimini hızlandırmaları için,
para akıtacak.
AKP hükümetinin, emperyalist
küreselleşme politikaları doğrultusunda patronlara çocuk ve stajyer
ucuz işçi sağlama saldırısını ve burjuva islami toplumsal temel yaratmayı
amaçlayan bu yasayı mücadelelerle
engelleyemediysek bile, sonuçlarına
karşı mücadele etmeye devam edeceğiz. İnanıyoruz ki, ucuz işçi sağlama
saldırganlığı, kapitalizmin yol açtığı
ağır çalışma koşullarına karşı mücadele temelini asla değiştirmeyecek,
onu mezara gömme mücadelesi büyüyecektir. Burjuva İslami toplumsal taban yaratma çabası ise bu mücadeleyi
engellemeye yetmeyecektir.
[ 70 ]
YENİ BİR BAŞLANGIÇ YAPTIM*
Yasemin Çiftçi
9 Şubat günü eylem hazırlığındayken taşıdığı bombanın patlaması sonucu ölümsüzleşen Marksist Leninist Komünist Parti militanı, komünist kadın Yasemin
Çiftçi’nin, elimize posta yoluyla ulaşan MLKP İstanbul
İl Komitesi’nin yayın organı Özgür İstanbul’da yer alan
Eylül 2011 tarihli değerlendirmesini haber niteliği taşıdığı için yayınlıyoruz.
“Marksistler diyalektiği bir yöntem olarak kullanırlar.
Diyalektiğin yasalarından birisi şudur: ‘Her şey değişir, çünkü her şeyin bağrında çelişki vardır’. Sözlerime
Felsefenin Başlangıç İlkeleri’nden kısa bir alıntı ile başlamak istedim. İnanıyorum ki, bütünlüklü bir değişime
girişmek için felsefi bakımdan tarihsel materyalizm ve
diyalektiğe dair asgari bir formasyon şarttır.
Geleneksel kadınlığa ve küçük burjuva alışkanlıklarına savaş açarak; savaşçı özgür bir komünist kadın olma
iddiası ile yola çıkan birisi olarak yazıyorum bu yazıyı.
Tam da çelişkilerimi en derinden hissettiğim, geleneksel
kadınlık duvarına ve küçük burjuva zaaflarıma çarptığım
ve geriye düşüp sarsıldığım bir zaman diliminde bir alt
üst oluşa adım attım. Alt üst oluş, geleneksel bir kadın
* Atılım Gazetesinin 31 Mart 2012 tarihli sayısından alınmıştır.
[ 71 ]
Marksist Teori 6
için ya da hayatını ‘tek düze’ yaşamaya kodlamış birisi için ürkütücü gelebilir, fakat hayatımızın altının üstünden daha iyi olup olmadığını nereden
biliyoruz?
Özgür kadın yaratma ile karşı karşıya kaldım esasen. Düzene ve onun
bende yarattığı zaaflara karşı mücadele etmeye giriştim. Bir çok kişi
gibi ben de, önce aile kurumu ile bir
mücadeleye tutuştum. Kadınlar bakımından daha zorlayıcı bir durum olsa
da, bir çok kişi gibi ben de başarılı bir
pratik sergiledim. Fakat bir kadını en
çok zorlayan, duygularını yönetememe ve duygusal ilişkilerde geleneksel kadınlık rollerinden sıyrılamama
sorunlarıdır, ya da hayatın, mücadelenin her yerinde geleneksel kadınlık
durumundan çıkamamak, bu yönlerimizle esaslı mücadeleler verememek
de diyebilirim. Benim için de durum
böyleydi. Hedefim, profesyonel bir
devrimci olmak olduğu için de ailemi,
okulumu ve buna benzer bir çok şeyi
arkamda bırakıp yola koyuldum. Demokratik alanda kitle çalışması yürütüyordum. Mücadeledeki başarı grafiğim inişli çıkışlı fakat genel olarak
başarılıydı. Ta ki beni zorlayan, yönetim gücümün zayıfladığı bir döneme
kadar. Bu dönem için, önce duraksama ve ardından gerileme dönemim
de diyebilirim. Bu dönemde yaptığım
ilk gerici şey, sığınacağım bir liman
aramak ve bencil duygularla kaplı bir
duygusal ilişki yaşamak oldu. Mücadeleyle bağlarımın zayıflaması, bir
duygusal ilişkiyi daha fazla hayatımın
merkezine almama neden oldu. Bu
durum daha fazla gerilememe, küçük
burjuva zaaflarımın daha fazla açığa
çıkmasına, bencilleşmeme, emekçiliğimin zayıflamasına vb. yol açtı. Bu
gerici duygular beni rahatsız ediyor,
mutsuz ediyor, fakat pratik bakımdan
çözme noktasında aslında bir adımım
yoktu.
Kendi gerçekliğimi görmek ve zaaflarımla gerçekçi bir mücadeleye girmek beni zorladığı için sorunlarımın
etrafında dolaşıp dururken; sorunun
özünden yani ana halkayı yakalamaktan, sorunun esasta ideolojik olduğunu
tespit ve bunlara karşı mücadele etmek
pratikte karşılığını bulamıyordu.
Sorunlarımı bu tarzda çözme çabalarımda ise yine bireyci yaklaşımlarım oldu; tartışmalarımı (kimilerini)
sızlanma olarak niteleyebilirim. Devrimci olan, içinde bulunduğun sorunları tespit ederek ve çözerek yürümek
iken, ben takılıp kalıyordum. Devrimci olan, girdiğin her ortamı devrimcileştirmek ve attığın her adımın devrimci mücadeleye, işçi sınıfına hizmet
etmesi ve bunların toplamını sadelik
içinde yapmak iken, ben, attığım bir
adımın karşılığını bekliyor ya da kimi
durumları kişiselleştiriyordum. Gerici
duygularım ve devrimci duygularım
çatışırken karar verme ve yön çizme
konusunda epey zorlandım. Ve gerilemek, zaaflarınla uzlaşmak seni öyle
geriye savuruyor ki!
Ben, tam bu dönemde partinin
kapsayıcılığı ve her bir kadrosuna
harcadığı emekle karşılaştım. Ve bir
komünist, yıllarca düşlediğim ve ezilenlerin fiili meşru hakkı olan devrim-
[ 72 ]
Marksist Teori 6
ci şiddeti pratik anlamda uygulayabileceğim yeraltı çalışmasını teklif etti.
Bu benim bakımımdan bir alt üst oluş
demekti ve bu teklifi esasen beklemiyordum. Devrimciliğimi üretebilmek
ve savaşçı, özgür bir komünist kadın
olabilmek için bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmem ve beni bu düzene
bağlayan tüm geri yönlerimle esaslı
bir savaşa girişmem gerektiğinin farkındaydım.
Ben, ilk adımı attım. Bunu kabul
etmem, beni bu düzene bağlayan bir
çok yükten arınmama vesile oldu. Büyük bir karmaşanın içinden çıkıp, bir
sadelik dünyasıyla karşılaştım. Yeraltı çalışmasına adım atarken ne kadar
önemsiz şeylere hayatımda gereğinden fazla yer verdiğimi fark ettim.
Örneğin; kıyafetlerim ne kadar da hayatımı gereğinden fazla meşgul ediyormuş. Tepeden tırnağa bir değişim
süreci beni beklerken, o kadar çok şey
bende yük yapmış, hem fiziksel, hem
de duygu bakımından. Fiziksel kimi
şeylerden kurtulmak ilk etapta daha
kolay oldu, ama esasta gerici olan
duygularımı açığa çıkarma ve onlarla
mücadele edip, takılıp kalmadan yürüme meselesi önemli bir yerde duruyor. Zaten bu gereksiz fiziksel durumları da, gerici duygularımız açığa
çıkarıyor.
Yer altı çalışması yaşama bakış
açısını değiştiriyor. Yaşamdaki her
bir ayrıntıya başkaca gözle ve dikkatli bakmak şart. Çünkü yapılacak
küçük bir hata büyük zararlara yol
açabilir. Bu alanda tüm çıplaklığınla
varsın, açık ve net olmazsan, bilincini
en üst düzeye taşıyamazsan ve bunun
için mücadele etmezsen, kendini üretemez ve geriye düşersin. Fakat her
anını devrimci mücadele için örgütlersen, mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda kendini her duruma göre
hazırlarsan, devrimciliğini üretiyor ve
zaaflarınla uzlaşmıyorsun demektir.
Sonuçta, yaşam durağan değil ve hata
da yapabilirsin fakat bu durumu asgariye indirmek, bunlardan ders çıkarıp
yürümek o kadar önemli ki.
Yeraltı çalışmasında düşman algın
da değişiyor. Çünkü taraflar çok net
ve düşman sana artık MLKP militanı
olarak bakıyor ve onun silahına karşı,
senin de silahın var. Ölüm duygusu
hayatımda yer etmeye başladı. Ama
korktuğum için değil, tam tersi yaşamı daha fazla sevmeye başladığım
için, ölüm duygusu bana daha fazla
kolay gelmeye başladı.
Yanıbaşındaki yoldaşın ne kadar
da değerli olduğunu güçlü biçimde
kavrıyor ve hissediyorsun. Onu her an
kaybedebileceğimiz duygusu, onunla
ilişkini yoğunlaştırma ihtiyacını ve
sevgini arttıran bir enerjiye dönüşüyor. Her şeyi sınırsızca paylaşmak,
özellikle de yoldaşına sevgini, düşmana ise sınırsızca öfkeni örgütlemek ve bu bilinci oluşturmak o kadar
önemli ki. Ben bunların çok başında
olduğumun ve yüzeyselliklerimin farkındayım. Ama buna karşı mücadele
ediyorum ve pratik beni kesin bir değişime zorluyor.
Yaşam alanımız olan bir mekanla
kurduğumuz ilişki, sıradan bir ev yaşantısı olmaktan çıkıyor. Çünkü o me-
[ 73 ]
Marksist Teori 6
kan, esasen bizim üssümüz. MLKP
militanlarının üsleri onlara yakışır
olmak ve amacına hizmet etmek zorunda. Her anımı titizlikle ve disiplin
içerisinde örgütleme gerçekliği ile
karşı karşıya kaldım örneğin.
Halihazırda eski alışkanlıklarım
karşıma çıkıyor; kendimde, bunları
değiştirme gücü ve iradesi buluyorum.
Görevler almaya başladığım ilk
anlarda kimi küçük hatalar yaptım, fakat bu duruma hızla müdahale ettik ve
ders çıkartıp yolumuza devam ettik.
Bir kopuş yaşayarak yeraltına
geçmek, bende yakın, kısa zaman diliminde bile (olumlu) değişimlere neden oldu. Ve bu değişim süreci devam
ediyor. Yeni bir kişilik oluşturmaya
başladım. Bu dönem gelişime, değişime güvenimi arttırdığım bir dönem
oldu. Özellikle de bir kadın olarak
kendimi daha güçlü hissediyorum.
Tek başına hareket etmek, kendi
gücüne dayanarak mücadele etmek
ve zor dönemlerin devrimcisi olmak
sorumluluğu ile karşı karşı kaldığım
andan itibaren, bunu bir devrimci duruma dönüştürülebilecek sade bir kişilik yaratma gerçekliği önümde duruyor. Bunlar için attığım adımlar var.
Fakat dediğim gibi; çok başındayım.
Ve benim bakımımdan daha derinlikli
tartışmalara ihtiyaç olduğunun da farkındayım.
Bir çok geri yanımla açıktan savaşa girdiğim ve pratik adımlar attığım
bu süreçte, beni zorlayan şeyin yine
bir kadınlık durumu olduğunu fark ettim. Bilgi alanı ile ilgili yaklaşımım
halihazırda yüzeysel. Gerçek bir kopuş için teoriye daha fazla saldırmam
ve daha fazla kafa emekçiliği yapmam kritik yerde duruyor. Teori ile
dünkü kadar yüzeysel ilişkilenmesem
de, çok daha derinlikli bir algıya ihtiyacım var.
Yeni bir başlangıç yaptım. Hayatımın altı üstüne geldi diyebilirim.
Evet, her şey bağrında çelişki taşıyor.
Ben gerilediğim, sığınacak limanlar
aradığım bir dönemde, sistemin kadına biçtiği rolü kabullenmeyip devrimci bir adım attım. Savaşçı, özgür
bir kadın olma mücadelesine girdim.
Kendime bugünden başlayarak gelecekteki dönemler bakımından biçtiğim roller var.
İşçi sınıfının kurtuluşu için, yani
devrim ve sosyalizm mücadelesi için
bir kadın komünist olarak yapabileceklerimin bilincindeyim. Hayatımın
her anını buna uygun biçimde örgütlemek... Ve özellikle özgür bir kadın
yaratma mücadelemde savaşçı olmanın ve iyi bir devrimci nefer ya da komutan olmanın daha önemli bir yerde
durduğunu düşünüyorum.
Yeraltı çalışmasının ve mücadelenin askeri cephesinin bir kadının özgürleşmesinde taşıdığı büyük önem
benim için tümüyle berrak.
Devrimin Işık’ı bizleri ‘mutluluğu
fethetmek için gecenin evinde yangın
çıkarmaya’ çağırıyor. Sınırsız, sınıfsız
ve sömürüsüz bir dünya kurmak amacıyla yola çıkmış bir komünist kadın
olarak ‘gecenin evinde yangın çıkarmaya’ doğru hızlı adımlar atıyorum.”
[ 74 ]
EZGİLERİNİ ÇAĞRINLA
AYAKLANDIRDIĞIN
KADINLAR SÖYLEYECEK
Z.Deniz Boran
“Ateş üretenlerin” yalın ama bir o kadar da çarpıcı öykülerine tanıklık ediyor zaman. Bahar dallarının erkenci vedalarının hüznünü yine bahar dağıtıyor.
Karşımda hala canlılığını koruyan nergisler ve senin fotoğrafın. Nasıl da çoğalıyorsunuz yan yana. Güzelliğin,
gülüşün nergisleri kıskandırıyor adeta. Gözlerinse geleceği muştulayan umut yıldızları gibi parlıyor.
9 Şubat 1989’da merhaba demişsin çiçeklere, ırmaklara, göğe, yıldızlara… 9 Şubat 2012’de ise yeni doğumları müjdeledin. Yüreğimizin, aklımızın elinden tuttun o
gün. “Halkların baharında açmış bir çiçek” demişti yoldaşların. Muhteşem bir benzetme!
Eylemin, inkâr edilen, soykırımcı katliamlara maruz
bırakılan, sömürgeci boyunduruk altında tutulan Kürt
halkımıza Türkiye’den kanatlandırılan bir selamdır.
Türkiyeli ve Kürdistanlı işçilere, emekçilere, kadınlara,
gençlere umutlu ve yenilmez bir çağrı.
[ 75 ]
Marksist Teori 6
Erkenci vedan yüreğimizi kavuruyor bilesin. Ne ki, eylemini; eyleminin ideolojik-politik anlamını
çözümledikçe aynı yolda yürüyor olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Bilinir; her gidiş yeni bir çarpışmanın,
arınmanın işaret fişeğine dönüşür. Bu
kez çabalarımız birkaç kat artıyor.
Yeni doğumları müjdeleyen gencecik bir kadın yoldaşımızdır çünkü.
Ateşiyle ısınacağımız, rüzgârıyla serinleyeceğimiz, buza kesen ayazlarda
sıcaklığıyla sarhoş olacağımız Yaseminimizdir doğan. Adımlarımızı hızlandırışımız bundandır. Niteliği yükseltme çabamız, uzattığın eli tutmak
ve çağrına yanıt olma isteğimizdendir.
Yaşamımızın orta yerine tahrip gücü
yüksek bir bomba gibi düştün sevgili
yoldaşım. Telaşlanma hemen. İyileştiren, iyileştirecek olan bir infilaktır bu.
Bir dönemi tariflerken 9 Şubat öncesi
ve 9 Şubat sonrası olacak yaşamımızda artık. Yeniden doğuşun milattır,
yüzü, güneşe, ışıltılı geleceğe dönük
sosyalist kadınlar için. 9 Şubat öncesi
yürüttüğümüz tüm iç tartışmaları bir
başka formda yürüteceğiz. Zira eylemin, yüreği devrim için atan kadınlara
çok yönlü bir çağrıdır. Bu çağrıya vereceğimiz yanıtlar kadın devrimini ne
denli kavradığımızın, yaşamımızda,
mücadelemizde ne ölçüde ete kemiğe büründürdüğümüzün de göstergesi
olacak. “Kadın devrimiyle özgürleşmeye, siyasetin merkezine” diyenler
olarak, çağrın ve özgürleştirici gücü
üzerinde yeniden ve yeniden dikkatle
duracağız. İç tartışmalarımızı bir başka formda ele alacağız. Uzayan, dina-
mizm üretmeyen sorularımızı, atalete,
inisiyatifsizliğe yol açan yanıtlarını
tarihin çöp sepetine atacağız. Bizi bir
bataklık gibi içine çeken ve sönük bir
yalnızlığa iten, yüzü kendine dönük,
sıradanlığın, bencilliğin iç sesleriyle
kopuşarak, yüzümüzü yaşamın yeşiline, yoldaş paylaşımlara, görkemli
düşlere dikeceğiz.
9 Şubat’ta yeniden ve daha güçlü
doğuşuna tanıklık etmiş olan kalbimiz, tınısını senden alan, rüzgârı senden esen coşkulu bir yenilenişe kilitlenecek. Söylediğin ezgi yüreğimizde,
beynimizde alazlandıkça geriye çeken, gürül gürül akmamızı engelleyen
ne varsa aşıp geçeceğiz duraksamadan. Ardımıza bakmayacağız hayır!
Yaşamımızı kendi ellerimizle alt üst
edeceğiz. Öyle ya, “hayatımızın altının üstünden daha iyi olup olmadığını
nereden biliyoruz”.
Yaşam öykülerimiz, yürüdüğümüz
yol ne çok benziyor değil mi sevgili yoldaşım? Kaçımız benzer şeyler
yaşamadık ki! Belki biçimi değişti,
belki nüans farkları vardı. Fakat birçoğumuz geçtiğin yollardan geçtik,
bilesin. Anlattıkların çok tanıdık sevgili yoldaşım. Tanıdık ve bir o kadar
da can yakıcı. Yaşamın, mücadelenin
değişik renkleri işte. Gürül gürül akarken kavga denizine, yolumuz kesildi
kimi vakit. Hoyrat ellerin kaba müdahaleleriyle tökezledik bazen. Yeri
geldi kavganın amansızlığına bir nergis narinliğiyle yanıt olmaya çalıştık.
Eşitsiz bir savaştı ve kaybettik. Belki
de acemiydik henüz! Yaşam cangılının sayısız deneyleriyle tanışmamış-
[ 76 ]
Marksist Teori 6
tık belli ki. Erkenci bahar dalları gibi
donuverdik ayazda… Kırıldık…
Öğretilmişlikler, ah öğretilmişlikler… Kolay kolay bırakmıyor peşimizi. Kimi zaman aile cenderesi içinde
sıkıştırılırken kesiyor yolumuzu, kimi
zaman sevgilimizle ilişkimizde, kimi
zaman yeni görevlerle, farklı alanlarla karşı karşıya kaldığımızda. Köklü
kopuşlar yaşadığımız da, tökezlediğimiz de oldu bu çarpışmalarda. Sahici
kopuşlarla yüzümüzü geleceğe çevirdiğimiz gibi, öğretilmişliklere tutsak
düştüğümüz de oldu. Hem de kafamızın bu konularda en açık olduğunu
düşündüğümüz anlarda! Hani isteseler “doğrulara” dair saatlerce konuşabilir, sayfalar dolusu yazabilirdik! En
ağır yenilgileri de böyle anlarda almıyor muyuz?
Değerlendirmeni okurken, kadınlar olarak yaşamlarımızın birbirine ne çok benzediğini ve nasıl da
kesiştiğini düşündüm. Evet, sevgili
yoldaşım, toplumsal maddi koşulları
değiştiremediğimiz, toplumsal cinsiyet rollerine karşı güçlü savaşımları
bugünden örgütleyemediğimiz sürece aynı patikaları çiğneyip, benzer
yollardan geçeceğiz. Fakat şanslıyız.
Direnç çiçeğimiz Işık’a, kutup yıldızımız Güneş’e ve sana –Zilanımıza- yoldaşız. Şanslıyız. Beritanlarla,
Çiçeklerle, Sabolarla, Hamiyetlerle,
Ayferlerle, Sefagüllerle, Lalelerle,
Yeterlerle, Haticelerle, Sibellerle, Seraplarla devrimci yoldaşlıkta atıyor
yüreğimiz. Sizleri tanıdıktan, mücadele içinde kendinizi var edişinize
tanık olduktan sonra, o yolu aynı şe-
kilde yürümemiz mümkün mü? Ayak
izlerinize basarak yürüyoruz sevgili
yoldaşım. Bağrında okyanuslar taşıyan, birbirine kavuşmaya çalışan, kavuştukça birbirinden güç alan damlalar kadar sabırlı oluşumuz bundandır.
Yüzünü güneşe dönen güne bakanlar
kadar cesursak, fetheden gülümseyişinizin, güven veren yürüyüşünüzün
payı büyüktür sevgili Yasemin.
Çağrın! Nasıl da yalın. Çağrın,
coşkulu yürüyüşün, kendini devrimci tarzda var edişin billurlaşmasıdır.
Yıkmaya yönelmek, yıkmak ve yeniden kurmak… Kolay cesaret edemediğimiz, fakat bir kez yönelince de
devrimci sonuçlar aldığımız bir yol. 9
Şubat’ta yeniden doğuşun, yıkmak ve
yeniden kurmak konusunda biz devrimci kadınlara ateşten bir çağrıdır.
Bu çağrıya rüzgârdan yanıtlar oluşturuyor nice genç kadın. Soluğu senden
esen, eskiyi yıkma çağrısından güç
alan bir rüzgâr bu. Ektiğin tohumlar
yeşermektedir, kuşkun olmasın.
Bahar dalımız… Zayıf, yetersiz
yanlarımızla hesaplaşırken ellerimizden tutacaksın. “Gerçeğe, sakınmadan, dosdoğru, gerçeğin gözünün
içine bak” diyeceksin tüm inceliğinle.
Gerçekle, verili gerçeğimizle yüzleşmenin, özgürleşmenin ilk adımı olduğunu bilerek yürüyeceğiz. Gerçeğimize gözümüzü kapayıp, kafamızda
oluşturduğumuz tasvirlerle kendimizi
kandırma gafletine yenilmeyeceğiz.
Mücadeleyi yeni bir düzeye taşıma çağrına somut yanıtlar oluşturacağız. Devrimciliğimizi, kadın devrimini yaşamımızda, eylemimizde ne
[ 77 ]
Marksist Teori 6
denli pratikleştirdiğimizi tuttuğun aynaya bakarak çözümleyeceğiz. Rutini
zorlamanın sınırlarımıza dokunmak
olduğunu bilecek ve o sınırlara saldırma kararlılığıyla hareket edeceğiz.
Gülümseyen gözlerinden aldığımız
güçle, bizi geriye çeken, zincirleyen,
tutuk kılan, adanmışlığımızı, feda
ruhumuzu sınırlayan her ne varsa,
tümüyle cesaretle, cüretle hesaplaşacağız.
Devrimciliğimizi, enerjimizi sınırlayan tüm yüklerden arınacağız yürüyüşünün yalınlığını izleyerek.
“Kadın öncülüğünü” eyleminde
somutladın sevgili yoldaşım. İşaret
ettiğin ışıltılı yolda cüretine tutunarak
yürüyecek ve yeni örnekler yaratacağız sana söz! Gökkubbe tanıktır buna.
Aynı iplikten dokunduğun, adımlarını takip ettiğin Güneş’imiz, komutan
Onur’umuz tanıktır! Kadın şafağının
yapıcısı kadınlar olarak, kadın devrimini – özgürleşme mücadelemizi
ilmek ilmek dokuyacağız. Yüzümüz,
Zilanlaşan genç kadın cüretine, iradesine ve kararlı yürüyüşüne dönük
olacak daima.
9 Şubat senin, Zilan olarak yeniden doğduğun, baharın, zaptedilmez
bir coşkuyla hayatın dallarına yürüdüğü gündür. Bizim içinse, 9 Şubat,
bütün düzenleri yıkmaya yöneldiğimiz, yüzümüzü döneceğimiz bir rehbere sahip olduğumuzu öğrendiğimiz
gündür. Tarih yaprakları bizim için 9
Şubat öncesi ve sonrası olarak ayrışmıştır artık. Erkenci her çağrı, baharın
yaşamı yeniden ve yeniden çiçeklendirişi, her yeni doğum, biz kadınları
daha da ileriye çekiyor. Sonsuzluğa
yürüyüşünüz ellerimizden tutan bir
rehbere dönüşüyor. 9 Şubat’tan sonra
senin gözlerin ve yüreğinle bakıyoruz
dünyaya. Senin yerine de savaşma
göreviyle, sorumluluğuyla karşı karşıya buluyoruz kendimizi.
Büyük kayıpları büyük değerlere dönüştürmek, yıldızlaşanlarımızın
mutlulukla taşıdığı bayrakları, onur,
cür’et ve bahtiyarlıkla yükseltmekle
mümkün. Biliyoruz ki, sizlerden, kızıl
kanatlı kadınlarımızdan ve yürüyüşünüzden öğrendiğimiz ölçüde, soluğumuz soluğunuza karışır. Ol sebepten
sevgili yoldaşım, ezgin yüreğimizde
alazlandıkça sana, size, daha da yakınlaşacağız. Ezgini, özgür kadın
cüretinle öne atılan, gülümseyişinle
ısıttığın, çağrınla ayaklandırdığın kadınlar söyleyecek artık.
[ 78 ]
AKP’nin BÖLGESEL YAYILMACI
HEVESLERİ VE SURİYE
Yusuf Kenan Çobanoğlu
Emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçi devletler Saddam Hüseyin’in sözde kitle imha silahları gibi, şimdi de
İran’ın nükleer programının yarattığı tehlike üzerine gürültü koparıyorlar. Hem de tümü nükleer silahlara sahipken. Hem de emperyalist gericiliğin bölgedeki suç ortağı
İsrail’in nükleer silahları bir sır değilken!
Aynı demagoji ve psikolojik savaş, Esad rejimi üzerinden de yürütülüyor. NATO emperyalistleri, nasıl ki,
işgal ve savaşa karşı olan halkları Libya konusunda yalanlarla ikna etmişlerse, bugün de aynı başarıyı Suriye
konusunda sergilemeye çalışıyorlar. Baas rejimine karşı
demokrasi uğruna mücadele ettiklerine inanılmasını istiyorlar. Bölgenin Kralları ve Emirleriyle birlikte Esad yönetimine karşı, Suriye için “insan hakları ve demokrasi”
savaşımı yürüttüklerini söyleyebiliyorlar.
1 Nisan’da, İstanbul’da, AKP ve emperyalistlerin kotardıkları “Suriye’nin Dostları” toplantısından sonra, 5
Nisan’da Harp Akademilerindeki konferansta Abdullah
Gül’ün, “İran’ın nükleer programının gerilimin sıcak ça[ 79 ]
Marksist Teori 6
tışmaya dönüşme ihtimali”nden sözedip “Türkiye’nin gelişmeleri uzaktan
izleyemeyeceğini” açıklaması, füze
kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesinin kabulünden itibaren İran rejimine
karşı Türk burjuva devletinin değişen
politikasını gözler önüne serdi. Ayrıca
Harp Akademileri’ndeki konuşmasında Gül, “Suriye, Irak ve İran’daki
gelişmeler ve bu gelişmelerden dolayı meydana gelen gerilimin sıcak bir
çatışmaya dönüşme ihtimaline” karşı
“Türkiye için askeri hazırlık bir seçenek değil zorunluluk” diyerek, burjuvazinin ve AKP’nin, bölgesel yayılmacı heveslerini ortaya koydu.
Davutoğlu ise, Türkiye için Suriye meselesinde “olaylara zamanında
müdahil olmazsak ve bu olaylar eğer
benim geleceğimi de etkiliyorsa, o zaman bir tutum belirlemekle karşı karşıya kalırız. Bu bir zorunluluk meselesi, yoksa bir tercih meselesi değil”
dedi. Soruna biraz yakından bakarak
bu sözlerin gerçek anlamını görelim.
Esad karşıtı gerici ve emperyalist işbirlikçisi cepheye herkesten
çok Türkiye kucak açıp destek verdi. Suriye Ulusal Konseyi (SUK)
İstanbul’da kuruldu, emperyalistlerin
ve Türk burjuva devletinin Suriye’ye
askeri saldırısını isteyen tüm gruplar İstanbul’da. Hür Suriye Ordusu
(HSO) komutanları ise saldırıları
Hatay’dan örgütleyip yönetiyorlar.
Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ilk günden itibaren
sert açıklamalarla Suriye konusunda
emperyalist askeri saldırıyı kışkırttılar. Hatta öyle ki, “Suriye Dostları”
İstanbul toplantısından savaş kararı çıkaramayan Erdoğan-Davutoğlu
ekibi, Kofi Annan planının ‘’başarı
sağlamayacağını’’ peşinen ilan ederek savaş ve işgal isteklerini tekrarladılar.
Devletin tüm kademeleri, özellikle
Suriye konusunda savaş dilini kullanıyor. Resmi ve diğer tekelci medyayı
savaş çığırtkanlığıyla görevlendirmiş
durumdalar. El Cezire ve emperyalist
medya, “gerekli” haberleri hazırlıyor
ve dünyaya servis ediyor. Türk burjuva medyasına da bunları Türkçeye
çevirmek kalıyor! Son olarak El Cezire televizyonundan ayrılan bir grup
medya emekçisi, Suriye’ye dair haberlerin önemli bölümünün düzmece
olduğunu belgeleriyle ortaya koydular. O haberlerden biri, yere yatırılıp,
üzerlerine kan izlenimi verecek boya
dökülen çok sayıda insanla ilgiliydi.
El Cezire kendi imal ettiği bu haberi,
Esat rejiminin katlettiği insanlar biçiminde sundu!
Peki, ne oldu da Türkiye, Suriye
ile “bir anda” kanlı bıçaklı hale gelip,
Esad rejimine karşı savaş kışkırtıcısı
ve örgütleyicisi pozisyonu aldı?
Burjuva devletin ve AKP’nin bölgesel yayılmacılık istekleri ile bu konuda kaderlerini ABD’ye bağlamış
veya stratejilerini bu temelde hazırlamış oluşları belirleyicidir. Libya’dan
sonra sıranın Suriye’ye geldiğini ve
Esad rejiminin ipinin çekilmesinin an
meselesi olduğuna iman eden AKP,
yağmadan siyasi ve iktisadi pay kapmak için öne fırladı. Savaş tamtamları çalarak, bölgesel hegemonya hakkı
[ 80 ]
Marksist Teori 6
konusunda uyarıcı oldu! Ne var ki,
işler düşündüğü gibi gitmedi.
Güneybatı Kürdistan’daki, ulusal
demokratik hareketin güç kazanması,
Esad’ın rejime yönelen güçleri daraltmak için Kürt halkıyla, statü tanıma
temelinde bir anlaşma yapması ihtimali ikinci etkendir. Bunun Kuzey
Kürdistan’a etkilerini düşünmek bile
inkarcı sömürgeci faşist rejimi ve hükümetini çıldırtmaya yetiyor.
En başta bunlar nedeniyle AKP,
Suriye Baas rejiminin yıkılması için
SUK ve HSO’nun silahlanmasıyla,
eğitilmesiyle ve askeri faaliyetini örgütlemekle yetinmemekte, sınırda
provakatif eylemler veya “insani yardım” adına planladığı 20 km derinlikteki “tampon bölge” işgalini hazırlamaya çalışmakta, dahası ABD ve AB
emperyalistlerini Libya’ da yaptıklarının benzeri bir işgale zorlamaktadır.
Hangi Suriye
Özgür Olacak
ABD ve bölgedeki işbirlikçileri,
özellikle AKP diktatörlüğü, gerici
savaşı örgütlemek ve işgale gerekçe
yaratmak için her gün Suriye halkına
demokrasi götürmekten dem vuruyor!
Bu yalanın ardındaki gerçeğe biraz
yakından bakalım.
Suriye’de Baas diktatörlüğüne
karşı mücadele eden başlıca güçleri
iki cephede toplayabiliriz.
Birinci cephe, silahlı mücadele yürüten, emperyalistleri ve Türk burjuva
devletini işgale davet eden gerici cephe. Bu cephe SUK ve SHO’dan oluşuyor. Emperyalizm yanlısı burjuva
muhalefet, kaderini emperyalistlerle
birleştirmeye karar vermiş eski Baas’çılar ile Müslüman Kardeşler’den
oluşuyor. Bu cephe Kaidecileri, Selefileri ve onların askeri eylemlerini
kendi hegemonyası için kullanıyor.
İkinci cephe Birleşik Komünist
Partisi ile demokratik özgürlükler isteyen ilerici güçlerden oluşuyor. Bu
güçler Halkın Kurtuluşu ve Yenilenme için Değişim Cephesi içinde birleştiler. Esas olarak barışçı mücadele
yürütüyor ve Baas diktatörlüğünü demokratik özgürlükler için reformlara
zorluyor. Özellikle işbirlikçi güçlerin
gerici iç savaşından sonra ayaklanmayla iktidarı alma eğiliminden uzaklaşarak reformlara yöneldiler.
Başlıca güçlerden biri olan Kürt
hareketi iki ana eğilime ayrılmış durumda. Barzani ile ilişkide olan Kürt
örgütleri SUK’la birleşme isteği taşırlarken, KCK platformundaki PYD
ve yakın örgütler, rejim ve SUK’tan
bağımsız ve ikinci cepheye yakın bir
çizgi izleyerek Kürtlerin ulusal haklarını elde etmek için mücadele ediyorlar.
SUK ve Müslüman Kardeşler, emperyalistlere ve AKP’ye askeri müdahale çağrısı yapıyor, Katar emiri ve
Suudi kralı tarafından finanse ediliyor, emperyalistler ve bölge gericileri
tarafından silahlandırılıp eğitiliyorlar.
Bunlar ve işbirliği yaptıkları Selefi ve
Kaideciler sivil halka yönelik cinayetler işliyor, mezhep çatışması kışkırtıyorlar.
AKP ve emperyalizmin Suriye’deki gözdelerinin “demokrasi”yle ilgisi,
[ 81 ]
Marksist Teori 6
Karzai veya Faysal rejimlerinden daha fazla değil. Yalanlar bu gerçeği nasıl karartabilir ki! Bugün Suriye’deki
yegane ilerici, yurtsever, elde demokrasi bayrağı taşıyan hareket, PYD’nin
de bir parçası olduğu “Halkın Kurtuluşu ve Yenilenme için Değişim
Cephesi”dir. O da Esad rejimine olduğu kadar, her tür emperyalist saldırıya, işgale karşı.
AKP diktatörlüğü, Suriye Baas rejiminin katliamlarını işgal için gerekçe
gösteriyor. Oysa bu tip katliamları despotik Suudi rejimi de yaptı ve üstelik
tanklarla bir başka ülkeye, Bahreyn’e
girerek! AKP diktatörlüğü kitlesel
katliamları işgal gerekçesi gösteriyorsa, Bahreyn’de katliam yapan Suudi
krallığına, Irak’ta, Afganistan’da katliam yapan ABD emperyalistlerine,
Yemen’de katliam yapan Salih diktatörlüğüne, Filistin’de katliam yapan
Siyonist İsrail rejimine karşı savaş açmalı. Bu güçlerin katliamcılığına ses
çıkarmayıp Suriye rejimine karşı savaş
örgütlemesi, yetinmeyip işgal çağrısı
yapması, açık ki AKP’nin emperyalist
işbirlikçisi ve Kürt düşmanı yayılmacı
istek ve gerici politikalarından kaynaklanmaktadır. AKP diktatörlüğünün
kendisi Roboski’de Kürt köylülere
kitlesel katliam uyguladı. Birbirinden
katliamcılık bakımından pek de farklı olmayanların, bu gerekçeyle veya
“insani nedenle işgal” çağrısı yapması
sahtekârlıktan başka bir şey değil.
Demokrasi sorununa gelince…
AKP diktatörlüğü Suriye’de rejimin
meşruluğunu yitirdiğini, demokrasiye
geçme yönündeki tavsiyeleri dinle-
mediğini ileri sürüyor ve bunu savaş
gerekçesi sayarak Türkiye’nin “iç işi”
görüyor. Bu yalanı da bizzat kendi
tavrıyla kanıtlanıyor. Suudi krallığının ve AKP’nin andığımız diğer bazı
müttefiki rejimlerin demokrasiyle ne
ilgisi var? Politik hak ve özgürlüklere yönelik kapsamlı saldırganlığı,
AKP’nin “demokrasi” gerekçesinin
sahtekârlığını ortaya koyuyor. Ayrıca SUK’la yaptığı anlaşmayla Suriye
Kürtlerine ulusal haklar tanınmaması şartını dayatan bizzat Erdoğanve
Davutoğlu ikilisidir. Kürtlerin ulusal
hakları “demokrasi”nin temel taleplerinden biridir. AKP diktatörlüğünün
derdinin demokrasi olmadığına şahit
gerekir mi?
Haksız Savaşa Karşı
Mücadele Sorunları
Türkiye’de, AKP, emperyalizm
yanlısı ve emperyalizmin gölgesinde
‘demokratikleşme’ vaaz eden burjuva
liberaller, sermaye oligarşisi, politik
İslamcıların büyükçe bölümüne varan
geniş bir cephe emperyalist gerici koalisyonun işgaline ortam hazırlamaya
çalışıyor. Bu güçlerden şimdilik çekimser kalanlar ise “iç savaş”ın yeterince olgunlaşmadığını ve bu olgunlaşmanın beklenmesini öğütlüyorlar.
Politik İslamcı güçlerden çok azı
doğrudan emperyalist-gerici yayılmacı savaşa karşı tavır alabilmektedir.
Diğer yandan ABD emperyalizmine
mesafeli duran bazı ulusalcı ve CHP
gibi güçlerin, süreç ilerlediğinde
Kürtlerin kazanacakları olası statüyü
ve iktidar odağını bastırmak için sa-
[ 82 ]
Marksist Teori 6
vaş taraftarı olmaktan geri durmayacaklarını bekleyebiliriz.
Emekçi sol hareket içinde ise,
emperyalist gerici savaşa karşı kararlılıkla mücadele eden, AKP diktatörlüğünün savaş macerasına karşı
eylemlerde tutarlı bazı devrimci ve
antifaşist parti ve gruplar, Suriye rejiminin halka karşı bir diktatörlük
olduğu gerçeğini yok saymaktadırlar.
Suriye’de devrimcileri bilinmeyen
zindanlarda mahkemeye bile çıkarmadan uzun yıllar esir tutan, Kürt
halkının en küçük meşru taleplerini
dahi tanımayan Baas rejimine “antiemperyalist” payesi vermek, onu bu
temelde desteklemek kaba bir “antiemperyalist” ittifak politikasıdır.
Geçen yüzyılın başında Lenin,
ulusal burjuva hareketleri desteklemek için, onların emperyalistlere karşı uzlaşıcı konumdan mücadelesini
yeterli görmeyerek, komünistlerin,
işçi ve köylü emekçileri bağımsızca
örgütlemesine özgürlük tanıyıp tanımamalarını diğer temel ölçüt sayıyor,
ancak bu ikinci koşula uygun davranıyorlarsa desteklenmeleri gerektiğini
vurguluyordu. Bugün emekçi sınıflarla “ulusal” burjuvazi arasındaki çelişki o dönemle kıyaslanamaz ölçüde
derinleşmiş durumdadır. Suriye yönetimi, komünistlere, işçi ve emekçilere örgütlenme özgürlüğü tanımadığı
gibi, dahası çelişkide olduğu ABD
ve AB emperyalistlerinin saldırılarına karşı, “antiemperyalizmi”, diktatörlüklerini örtmek için kullanma
becerisini göstermekte, gerektiğinde
de diğer emperyalist güçlerle işbirli-
ği yapmaktan geri durmamaktadırlar.
Hatta özgün çıkarlarına dokunulmadığı ölçüde ABD ve AB emperyalistleriyle uzlaşma ve işbirliği yolunu da
aramaktadırlar.
Komünistler ve tutarlı devrimciler,
emperyalistlere mesafeli duran küçük
devletlere yönelik emperyalist işgal
ve gerici savaşlara karşı çıkar ve mücadele ederler. Ama bu rejimleri desteklemez ve ittifak politikası gütmezler. Bu ülkelerdeki devrimci ve ilerici
güçlerin burjuva-gerici rejimlerinden
bağımsız halk hareketlerini örgütlemeye çalışan ve bunu emperyalist
işgale karşı mücadeleyle birleştiren
parti ve güçlerin mücadelesini desteklerler.
Suriye Baas diktatörlüğü, bağımsız örgütlenme yapan Birleşik Komünist Partisi kadrolarını zindana
atarken, kendi kuyrukçusu SKP’ye
sınırlı çalışma ve vekil çıkarma hakkı tanımaktadır. Bu gerçeğe rağmen
TKP’nin, “Sosyalizm Kazanacak” etkinliğine davet ettiği SKP Siyasi Bürosu sözcülerinden Abdullah Halil,
Arap isyanlarından ilham alarak Esad
diktatörlüğüne başkaldıran halkın
“ABD emperyalizmi”nin desteğiyle
ayaklandığını (oysa Suriye’de Mart
2011’de başlayan isyanın ilk iki ayı
kesinlikle halk hareketidir) iddia etmiş, Esad diktatörlüğünü savunmuştur. Halil, “Suriye ordusu da yurtsever
bir ordudur, onlara da destek vereceğiz” diyerek gerici rejime desteklerini net olarak açıklamıştır. TKP bu
görüşe hiç bir eleştiri yöneltmeyerek
Suriye sorununda Baas diktatörlüğü-
[ 83 ]
Marksist Teori 6
ne destek olmayı onaylamıştır. Geçen
yıllarda emperyalizme ve işbirlikçi
AKP hükümetine karşı mücadele adına Türk burjuva milliyetçiliğini ve
orduyu desteklediğini dikkate alırsak
Baas milliyeçiliğinin kuyrukçusu çizgiye destek vermesinde şaşılacak bir
durum görmemek gerekir.
İran rejiminin temsilcisi Mehdi
Hamadani’yi ise Halk Cephesi, “3.
Eyüp Baş Uluslararası Emperyalist
Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği
Sempozyumu”na davet edip konuşturmakta bir sakınca görmedi. İran’ı
temsilen davet edilen Mehdi Hamadani, İslami antiemperyalizm süsü
vererek, katil İran rejimininin propagandasını yapabildi. Sempozyumu
düzenleyen Halk Cephesi, antiemperyalizm adına İran emekçi sınıfları ve
devrimci partileriyle, onları on yıllardır dinci faşist bir diktatörlük altında
tutan, on binlercesini katleden İran
rejimini adeta müttefik gören bakış
açısına yuvarlanabildi.
Özgürlükler için ve emekçi sınıfların mücadelesinden koparılmış antiemperyalizmin varacağı yer milliyetçi burjuvaziye kuyrukçuluktan başka
bir yer olamaz.
Suriye’ye savaş hazırlığı gerici
cephenin savaş gücünün yetersizliği
nedeniyle ‘’ateşkes’’ uğrağında. Baas diktatörlüğü de, emperyalist gerici
cephe de zaman kazanarak bu durumu
her biri kendi lehine dönüştürmeye
çalışıyor. Baas diktatörlüğü egemen
emperyalist güçler cephesine karşı
Rusya ve Çin’in diplomatik ve askeri
yardımından da yararlanarak emperyalist saldırıyı olabilirse engellemeye,
değilse kolay yenilmeyeceği koşullar
elde etmeye çalışıyor.
Gerici ve emperyalist cephenin
örgütlediği savaş askeri işgale dönüşmeden bile, Suriye halklarının
mücadelesinin burjuvazi ve gericilikten bağımsızca gelişmesini sakatladı. Fakat yine de bağımsız halk
hareketini geliştirerek ayaklanmaya
dönüştürmek, emperyalist abluka ve
saldırılara karşı mücadeleyi bununla
birleştirmek tek doğru yoldur. Komünistler bu yolda yürüyen güçleri
destekleyerek, onların sesi ve omuzdaşı olarak, emperyalist savaş hazırlığına, hırslı ve açgözlü AKP diktatörlüğünün savaş macerasına karşı
mücadeleyi büyüteceklerdir.
[ 84 ]
NEPAL’DE DEVRİMCİ
MUHALEFET PVB’DE
MERKEZLEŞİYOR
Gülistan Devrim
Nepal’deki son gelişmeler üzerine, BNKP(M) Merkez Komitesi Politbüro üyesi, Baidya-Badal devrimci
muhalefet grubunun sözcülerinden Basanta yoldaştan
görüş aldık.
10 Nisan 2012’de Praçanda-Baburam çizgisinin
Nepal ordusuna Halk Kurtuluş Ordusu’nu tasfiye emri
vermesi ve HKO’nun Nepal Ordusunun denetimi altına
girmesiyle birlikte, BNKP(M) içindeki devrimci muhalefet, kendi ordulaşma sürecini başlattığını duyurdu.
Bu süreç artık muhalefetle merkez arasındaki her türlü uzlaşma ihtimalini de ortadan kaldırmış bulunuyor.
24 Nisan’da Kupondul’da, Genç Komünistler Birliği
(YCL) başta olmak üzere BNKP(M)’nin değişik örgütlerinden Baidya-Badal devrimci muhalefet çizgisinden
yaklaşık 250 Maoist’in katılımıyla düzenlenen bir toplantıda, “Halkın Gönüllüleri Bürosu”nun (PVB) kuruluşu ilan edildi. Bu büronun kurulması 1 yıl önce karar
altına alınmış, ancak Praçanda ve ona yakın olan eski
[ 85 ]
Marksist Teori 6
YCL kadrolarınca sürüncemeye bırakılmıştı. Mevcut durumda büro, muhalefetin örgütlenme merkezi olarak
işleyecek. Büronun başına BNKP(M)
Daimi Komitesi üyesi Biplap (Netra
Bikram Chand) getirilirken, 17 kişilik
yönetimi ise, BNKP(M)’nin en militan gücünü oluşturan ve Nepal burjuvazisinin dağıtılması yönünde uzun
süre dayatmalarda bulunduğu Genç
Komünistler Birliği (YCL) kadroları
ile devrimci muhalefet saflarındaki
HKO savaşçılarından oluşuyor. Basına kapalı yapılan toplantıda, devrimci
muhalefetin önderlerinden BNKP(M)
Genel Sekreteri Badal’ın (Ram Bahadur Thapa), YCL’yi etkinleştirmek
için bu birime ihtiyaç duyulduğunu,
gençliğin rolünün, yarım kalan devrimi tamamlamak olacağını, YCL
birimlerinin PVB bünyesinde öz savunma kuvvetleri olarak işlev göreceğini, belirttiği kaydediliyor. Büroya
YCL’nin devrim sürecindeki rolüne
benzer bir rol biçiliyor. PVB’nin,
HKO’nun kuruluş aşamasında olduğu
gibi, genel olarak 6 bölüm ve 6 komuta merkezinden oluşan bir askeri yapılanmaya sahip olması ve uzun vadede
HKO’ya dönüştürülmesi öngörülüyor. Toplantıda Nepal Ordusu’nun 10
Nisan saldırısı da bir “askeri darbe”
olarak nitelendi.
Muhalefetin somut adımlarına dair basına açıklama yapmayan Basanta
yoldaş, Marksist Teori’ye muhalefetin
sürece yaklaşımı konusunda önemli
bilgiler verdi. Röportajı okurlarımızla
paylaşıyoruz.
22 Nisan 2012
Partinizdeki iki çizgi mücadelesinde son durum nedir?
Komünist bir parti için iki çizgi
mücadelesi yaşam kaynağıdır. Nasıl
bir cisim, içinde çelişki olmadan var
olamıyorsa, komünist bir parti de iki
çizgi mücadelesi olmadan var olamaz. Ancak, iki çizgi mücadelesi her
zaman aynı düzeyde olmaz, kapsadığı
konuların içeriğine bağlı olarak değişir. Partimizdeki iki çizgi mücadelesi
esasen, Nepal Federal Demokratik
Cumhuriyeti’nin kurulduğu, Kurucu Meclis’in ilk toplantısından sonra
keskinleşti. Nepal’de monarşi kaldırıldı, ama feodalizm değil. Nepal hala
yarı feodal ve yarı sömürge bir ülkedir. Dış müdahale artıyor. Süregiden
iki çizgi mücadelesinin özü, bu durumu nasıl kavramak gerektiği ve statükonun, yani demokratik cumhuriyet
kozmetiğiyle süslenmiş yarı feodal,
yarı sömürge koşulların mı sürdürüleceği, yoksa onun yerine Federal Halk
Cumhuriyetini kurmak için mücadeleye devam mı edileceği konusunda
merkezleşmektedir.
Birkaç ay önce, Merkez Komite
toplantımız tam başlamışken, başkan
Praçanda çizgi sorunlarına dair birçok şeyi açığa vurduğu bir röportaj
verdi. Bu röportajda net bir şekilde,
Nepal’de artık bir yeni demokratik
devrim yapmaya gerek kalmadığını, çünkü yeni demokratik devrimle
sosyalist devrim arasındaki boşluğun
daraldığını söyledi. Büyük bölümünün tamamlandığını ve kalanının da
sosyalist devrim gündeme geldiğinde
tamamlanabileceğini söyledi. Parti-
[ 86 ]
Marksist Teori 6
nin önünde duran temel görevin donör ülkeler için elverişli bir atmosfer
yaratarak üretici güçleri geliştirmek
olduğunu ekledi. Böylece, ulusal ekonomiden ve ulusal burjuvaziden bile
yana durmuyor. Aslında emperyalist
sisteme entegre olmuş durumda.
Halk iktidarının feshedilmesi,
HKO’nun 10 Nisan 2012’de nazik bir
darbe ile Nepal Ordusu’nun ellerine
teslim edilmesi, toprakların toprak
ağalarına geri verilmesi, Hindistan’la
BIPPA ve su kaynakları üzerine diğer
utanç verici anlaşmalar vb. anti-ulusal anlaşmaların imzalanması, Praçanda-Baburam kliğinin, ABD emperyalizminin bölgesel bekçi köpeği
Hindistan yayılmacılığının ve onların
Nepal’deki kuklalarının hizmetine
girmesi demektir. Bu süreç yoluyla
bu klik ulusa ve aynı zamanda sınıfa
ihanet etmiştir.
Eğer önderler çıplak biçimde
emperyalizm ve onun yerli ajanları
önünde teslim olurlarsa, o zaman iki
çizgi mücadelesi tek başına partinin
bir sorunu olarak kalamaz. Daha ziyade ulusun ve bir bütün olarak tüm
ezilen halkların sorunu haline gelir.
Kitlelere taşınmalıdır ki, bunların
halk-karşıtı ve ulus-karşıtı suçları teşhir edilebilsin. Bu nedenle, şu
anda kitlelere taşıdığımız iki çizgi
mücadelesi tüm bir ezilen sınıf, ulus,
cins ve bölgenin devrimcilerin yanında durmasını sağlamak ve Marksizm kisvesi altında ulusa ve halka
ihanet eden sağ revizyonistleri teşhir
etmek için bir ideolojik ve siyasal
kampanyadır.
Son Merkez Komite toplantısı
örgütsel sorunları ele almak için bir
yöntem benimsedi. Birincisi, hiçbir
düzeydeki hiçbir komite, azınlık ve
çoğunluk temelinde karar almayacak ve ikincisi, eğer oybirliği yoksa
o zaman her bir ideolojik grup kendi
ayrı komite toplantılarını örgütleme,
karar alma ve kendi başına uygulama
hakkına sahip olacak. Başka bir deyişle, partimizdeki her bir ideolojik
grup karar almakta ve bunları pratikte
uygulamakta serbesttir. Şu anda partimizde demokratik merkeziyetçilik
yürürlükte değil. Partideki iki çizgi
mücadelesi şimdi açıkça kitlelere taşınıyor. Biz tüm bu sürecin sentezinin,
bizi, devrimi ileriye taşımak için daha
derin bir ideolojik kavrayışla donatacağını düşünüyoruz.
Halk Kurtuluş Ordusu’nun durumu nedir? Şimdi ordu tamamen
çözüldü mü? Muhalefet bunun karşısında nasıl bir tutum almayı düşünüyor? Muhalefetin Halk Kurtuluş
Ordusu’nun dağıtılmasını engelleme
konusundaki çabalarını yeterli görüyor musunuz? Ya da yeniden devrimci süreci geliştirmek için bu konuda
nasıl bir planı var?
2000’deki ilk konferansında Nepal
Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluşu
duyurulduğunda Başkan Praçanda
HKO’nun, dünya proletaryasının, yirmi birinci yüzyılda karşıdevrimi önleyecek militan bir kuvveti olduğunu
söylemişti. Şaşırtıcı bir şekilde, 12 yıl
sonra, 10 Nisan 2012’de HKO’nun
“başkomutanı” başkan Praçanda Nepal ordusuna, tam da bu kendi can
[ 87 ]
Marksist Teori 6
verdiği HKO’ya yönelik, kamplarını
kuşatarak ve teslim olmaya zorlayarak bir darbe yapma emrini verdi.
Bunun cephesinden cesur bir karar
olduğunu iddia etti ama gerçekte emperyalizm, yayılmacılık ve gericiliğin
çeşitli renkleri önünde kapitülasyonun ödlekçe bir kararıydı.
Partinin uluslararası ilişkileri
bakımından iki çizgi mücadelesinin
içeriği ya da yansıması nedir? Örneğin Hindistan Komünist Partisi
(Maoist)’in eleştirileri hakkında ne
düşünüyorsunuz? Ya da benzer tutumları olan diğer örgütlerinki hakkında?
İki çizgi mücadelesi yüzeye çıkmadan önce, uluslararası komünist hareket parti çizgimize karşı eleştireldi.
Bazı partiler partimizi açıkça eleştirdiler, Hindistan Komünist Partisi (Maoist), İran Komünist Partisi (Marksist
Leninist Maoist), ABD Devrimci Komünist Partisi bunlardan bazılarıdır. Ve
bazı başkaları da eleştirel görüşlerini
içte paylaştılar. Ancak, birkaç revizyonist parti dışında, devrimcilerin çoğu o
zaman izlediğimiz çizgiye karşı çıktı.
Ama partimizde iki çizgi mücadelesi yüzeye çıktığında, tüm dünyadan
devrimciler, devrimci çizgiye ve Kiran
yoldaşın önderlik ettiği devrimci fraksiyona ideolojik destek verdiler.
Çeşitli devrimci partilerden gelen
eleştiriler özünde doğruydu. Ama bazıları durumun sübjektif bir kavrayışına dayanıyordu. Ancak bu eleştiriler
revizyonizme karşı mücadelemizde
ve devrimin ve devrimci çizginin savunulmasında yararlı oldu.
Devrimci muhalefet 2005 Chunwang toplantısını nasıl değerlendiriyor? Şu anki durumun oluşmasında bu toplantının kararları bir rol
oynadı mı? Muhalefet bir geçmiş
değerlendirmesi yaptı mı? Sonuçta
tüm süreç boyunca alınan kararların önemli bir kısmında devrimci
muhalefeti oluşturan yoldaşların
da imzası var. Bu konularda muhalefetin açıklamalarından edinemediğimiz bilgi, muhalefetin geçmiş
dönemde kendi aldığı tutumlara
eleştirel yaklaşıp yaklaşmadığı ve
eğer öyleyse, hangilerine eleştirel
yaklaştığıdır?
Tam da bu toplantıda yeni bir Demokratik Cumhuriyet taktiği benimsedik. Bunun taktik bir değişim olduğunu söyledik. Kurucu Meclis yolunu
benimsediğimiz bir dönüm noktasıydı
bu kesinlikle ve bizi bu noktaya getirdi. Chunwang çizgisinin kesinlikle
bugünkü durumun gelişmesiyle ilgisi
var. Ama Chunwang da yoktan var olmadı. Bu nedenle geçmişin tam bir değerlendirmesini yapmalıyız ki bugüne
dek yapmadık. Zengin bir değerlendirme yapmak için bence Chunwang
toplantısına, İkinci Ulusal Konferansa
ve hatta daha öncesine yoğunlaşmalıyız. Ve ayrıca “21. Yüzyılda Demokrasinin Gelişimi” konusundaki tutumumuzu da belirlemeliyiz.
Muhalefet bir Parti Kongresi
yapmaya nasıl yaklaşıyor? Praçanda
çizgisi, kongrenin toplanmasına muhalefetin karşı çıktığını iddia ediyor.
Durum böyle mi? Uzun yıllar boyunca bir parti kongresi yapmamış ol-
[ 88 ]
Marksist Teori 6
mak parti içinde bürokratikleşmeyi
destekleyen nedenlerden biri mi?
Elbette, epeyce uzun bir süredir,
20 yıldır, parti kongresi yapmamış
olmak, parti içinde bürokratikleşmeyi destekleyen nedenlerden biri. Ama
bu ilk ve temel neden değil. Şu anki
durumun ortaya çıkışının esas nedeni,
temel önderliğin bir kısmında gelişen
ideolojik ve siyasi yozlaşmadır. Parti kongresi sorunu çözmede yararlı
olur ve düzenlenmelidir de. Ama parti
kongresi şu anda mümkün değil, istemediğimiz için değil, ama iki-çizgi
mücadelesinin içerdiği sorunlara ilişkin derinlemesine bir tartışma örgütlememiz için gereken elverişli ortamın olmayışı nedeniyle.
Çatışmanın partide herhangi bir
bölünme yaşanmadan çözülebileceğini düşünüyor musunuz? Muhalefet nereye kadar bunu göz alır?
Devrim yapmak için güçlü bir parti
isteyen devrimcilerdir. Devrimci güç,
öncelikle ideolojik ve siyasal çizginin
doğruluğu ve ikinci olarak da, sahip
oldukları örgütün çapı ve maddi güçle
ölçülür. Bu nedenle, devrimciler öncelikle doğru bir ideolojik ve siyasi
çizgi inşa etmeye yönelmeli ve sonra
da maddi temelini güçlendirmek için,
partide daha çok birleşmeyi sağlamak
üzere doğru bir örgütsel çizgiye.
Başkan Mao gerçek bölücünün kim olduğu konusuna çok net
olarak ışık tutmuştur. Demiştir ki,
Marksizm’den sapanlar bölücüdür.
Sağ revizyonistler, stratejik görüş
olan sosyalizmden sapmışlardır, bu
nedenle bölücü de onlardır. Bu an-
lamda, Praçanda-Baburam kliği bölücüdür. Şimdi biz doğru bir çizgiyi geliştirmek ve savunmak için keskin bir
iki çizgi mücadelesi veriyoruz. Sonuç
olarak bu, yoldaşlarda dönüşüm sağlıyor ve devrimci kutbu güçlendiriyor. Durumun gelişimiyle devrimciler
devrimi ileriye taşımak üzere yeniden
örgütlenecek ve bir devrimci merkezi pekiştireceklerdir ve revizyonistler
de emperyalizmin hizmetinde kendi
yollarına gideceklerdir. Marksizm ve
revizyonizm bir komünist parti içinde
çok uzun süre bir arada kalamaz.
21. Yüzyıl demokrasisi tezinin
içeriği nedir? Her iki taraf bu konuda neler düşünüyor?
21. yüzyıl demokrasisi, partimizin
2001’de ortaya koyduğu yeni bir konsepttir. Daha ziyade, yeni demokratik
veya sosyalist toplumda karşıdevrimi
önlemek için hayata geçirilmesi önerilen bir siyasi metodolojidir. Birkaç
noktaya odaklanmaktadır. Birincisi,
devrimin tamamlanmasından sonra halkın partinin her üç cephesini,
hükümeti ve orduyu yönetmesini ve
denetlemesini güvenceleyen bir siyasi mekanizma geliştirmeyi önermektedir. İkincisi, çok parti rekabeti
güvencelenmelidir. Üçüncüsü, temel
önderlik günlük politikaya karışmamalı, ideolojik ve siyasi çalışmalar
yapmalıdır. Dördüncüsü, ikinci ve
üçüncü dereceden liderler dahi hükümete sürekli değil dönüşümlü temelde katılmalıdır. Beşincisi, HKO
güç olarak küçük olmalı, ama kitleleri
eğitmeye yeterli olmalıdır ve kışlalarda konuşlanıp vb. onlarla ilişkilerini
[ 89 ]
Marksist Teori 6
kesmemelidir. Bunların hem yeni demokratik, hem de sosyalist toplumda
uygulanması önerilmektedir.
Devrimin tamamlanmadığı ve
HKO’nun dağıtıldığı koşullarda, birinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci
noktalarda ortaya konan sorunlar
güncel olarak pek fazla anlama sahip değil. Geriye kalan ikinci nokta,
çok parti rekabeti, Praçanda-Baburam
kliği için son derece yararlı olmuştur,
emperyalist sistem altında parlamenter siyaset uygulamak için bunu kullanmışlardır. Bu nedenle Prachanda
ve Baburam önderliğindeki revizyonist klik bunu çok fazla dillendiriyor
çünkü bu, bu kliğe halkın kafasını karıştırma ve onları çok partili sisteme
çekmede çok yararlı bir alet olmuştur.
Yoldaş Kiran’ın önderliğindeki
devrimci fraksiyon partide iki çizgi
mücadelesinin patlak vermesinden
sonra bu konsepti kapsamlı biçimde
tahlil etmemiştir. Genel olarak hala,
bu konseptin komünist parti içinde
gizlenen revizyonistler tarafından
kapitalizmin restore edilmesini önlemeye epey yardım edebileceğini ve
HKO’nun devrimi savunmak üzere
bürokratizmden
korunabileceğini
düşünüyoruz. Ama bu konseptin
kendisi de ikiye ayrılıyor. Doğru ve
kapsamlı bir senteze ancak yeni demokratik devrimi tamamladıktan ve
bu konsepti pratiğe koyduktan sonra
ulaşabiliriz.
NKP(Maoist) 12 maddelik anlaşmayı yaptığında ve sonrasında,
riskli bir yönelim olmasına rağmen,
özellikle kentlerde örgütlenmesini
geliştirecek taktik bir manevra olarak önemli olanaklar sunan adımlar
atmış oldu. Burjuvazinin her zaman
tekrardan silaha başvurmak için elverişli meşru koşulları oluşturacak
gerekçeler sunacağını, bu nedenle başvurulan taktik manevraların
NKP(Maoist)’in elini güçlendireceği
düşünürdü. Böyle de oldu, bu fırsatlar hem de çok defa oluştu. Ama
BNKP(M) anlaşmalara sadık kalmakta ısrar etti. Ki bunlar anlaşmanın diğer tarafı (burjuvazi) tarafından çoktan ihlal edilmişti ve artık bu
anlaşmalar devrimin büyütülmesine
hizmet etmiyordu. Bunun nedeni
neydi? Bugünden geriye bakarak,
bu taktik yönelimin toptan yanlış olduğunu söylemek mi gerekir, yoksa
sıkıntı sürecin yönetilmesinde mi yaşanmıştır?
2005’teki Chunwang toplantısından sonra Demokratik Cumhuriyetin
taktik olarak benimsenmesi ve bunu
Delhi’de, Nepal parlamenter partileriyle yapılan 12 maddelik anlaşmanın
izlemesi, bu sürecin bütününde önemli bir rol oynamıştır. Toplantıda tam
da bu taktiğin, merkezi iktidarı zapt
etmek için halk ayaklanmasının bir
zorunlu önkoşulu olan, kentlerde devrimci bir taban yaratmayı sağlayacağı
oybirliğiyle kabul edilmişti. Gücümüzü pekiştirmek üzere kentlere geldik.
Ama Halk Savaşı’nın fırtınalı on yılları boyunca kazandığımız ne varsa
şimdi elimizden gitti.
Yakın dönemde başkan Praçanda,
Hindistan yayılmacı egemen sınıflarıy-
[ 90 ]
Marksist Teori 6
la 12 maddelik anlaşmanın öncesinde
anlaştığımızı açığa vurdu. Bir Hindistan gazetesine, The Hindu’ya, 16 Nisan
2012’de verdiği bir demeçte “Delhi’de
12 maddelik anlaşma ile başlayan yolculuk şimdi bir sonuca ulaştı” diyor.
The Hindu’yla bu röportajı, Nepal ordusuna kışlalardaki HKO’ya bir darbe
düzenleme emrini verdikten hemen
sonra yaptı. Bu durum Praçanda-Baburam kliğinin parlamenter partilerle
12 maddelik anlaşmayı imzalamak
için yayılmacı efendileri önünde teslim olduğu gerçeğini açığa çıkarıyor.
Praçanda-Baburam kliği bunun
devrimi tamamlamak için bir taktik
olduğunu söylemişti. Ama şimdi kanıtlanmıştır ki bu, Hindistan egemen
sınıfının, Nepal parlamenter partilerinin ve Praçanda-Baburam kliğinin
Nepal devriminin sonunu getirmek
için dizayn ettikleri üç-taraflı büyük
bir stratejiydi. Bu gösteriyor ki Praçanda ve Baburam Nepal emekçi kitlelerine ve dünya proletaryasına sadece yalan söylemediler, aynı zamanda
komplo da kurdular.
HKP(Maoist) sizi, birçok başka
noktanın yanı sıra, burjuvazinin konumunu doğru değerlendirmemekle
eleştiriyor. Anladığımız kadarıyla,
BNKP(Maoist)’in feodalizme karşı
mücadeleye (monarşinin tasfiyesi
vb.) aşırı vurgu yaptığını, ama burjuvaziyi doğru ele almadığını, bunun
da burjuvazi ile bitmek bilmez bir
anlaşmaya yol açtığını söylüyorlar.
Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu çok önemli ve yerinde bir soru. Şahsen ben, HKP(Maoist)’ten
yoldaşların doğru bir noktaya parmak bastıklarını düşünüyorum. Yoldaş Kiran’ın önderliğindeki ideolojik
fraksiyonumuz henüz kapsamlı bir
senteze ulaşmış olmasa da, bu, süregiden iki çizgi mücadelesinin köklendiği siyasi konulardan biridir.
Yeni demokratik devrimin iki yüzü vardır; antifeodal ve antiemperyalist. Bu iki yön ayrılmaz biçimde
bütünleşmiştir. Ama partimizde bu
ilişkinin kavranışında ta başından beri
bazı farklılıklar vardı. Diğer önderlerden farklı olarak Baburam, monarşiye karşı mücadeleye dış müdahaleye
karşı mücadeleden daha fazla vurgu
yapıyordu. Kitleler bunu Hindistan
yanlısı bir tutum olarak anlıyorlardı. Buna ek olarak, yeni demokratik
devrimin öncesinde bir Demokratik
Cumhuriyet alt-aşaması olması gerektiği yönünde bir yanlış tutuma
sahipti. 2004’te Merkez Komitesinin Phuntiwang toplantısı ulusal bağımsızlık sloganıyla halk savaşının
yoğunlaştırılması kararını aldığında
Baburam buna ciddi biçimde muhalefet etti. Sonuç olarak iki çizgi mücadelesi keskinleşti ve Praçanda ile
Baburam arasında Hindistan yanlısı
ve kral yanlısı gibi saldırılar ve karşı
saldırılar bunu izledi. Parti bölünmenin kıyısına geldi. Ama daha bir yılı
geçmeden 2005’te Chunwang’da Praçanda ve Baburam dramatik biçimde,
Demokratik Cumhuriyet gibi bir yeni
taktikle, aynı noktada durdular. Bu aslında Baburam’ın Praçanda üzerinde
büyük bir siyasal zaferiydi. Baburam
tam da bu toplantıda Praçanda’nın
[ 91 ]
Marksist Teori 6
kendisini kazandığını ve hayatı boyunca bir daha asla ona meydan okumayacağını ve ikinci adam olarak
hizmet edeceğini söyledi.
Şimdi de bugünkü senaryoya vardık. Chunwang toplantısından bu yana Baburam’ın çizgisi partimizi yönetiyor. Şimdi çok net biçimde belli
ki Chunwang toplantısında Baburam
Praçanda tarafından değil, Praçanda Baburam tarafından kazanılmıştı.
İkisi biçimde taktik, özünde stratejik
olarak demokratik cumhuriyeti benimsemekte anlaştıklarında, bu kliğin monarşiye karşı mücadeleye daha
fazla vurgu yaptığı ve Hindistan yayılmacı egemen sınıfları ve onun Nepal’deki kuklalarıyla uzun vadeli bir
uzlaşma içinde olduğu açıktı.
Muhalefetin, Praçanda-Baburam
çizgisine karşı zamanında harekete
geçmediğini ya da durumu fark etmekte çok geç kaldığını düşünmüyor
musunuz?
Parti önderliğimizde yanlış bir
şeylerin kokusunu almadık değil. Ona
gerekenden fazla inandık. Bu bizim
zayıflığımızdı. Çok geç kalmış değiliz, ama geç de kaldık. Hala bunun
tali bir boyut olduğunu düşünüyoruz.
Esas yön, devrimin büyük bir sağ tasfiye tehlikesinden kurtarılmış olmasıdır. Devrimin tehlikede olduğundan
emin olduğumuzda, hem çizgiye, hem
de önderliğe parmak bastık. Keskin
iki çizgi mücadelesinin uzun seyrinde denenmiş önderler ve kadrolardan
oluşan bir ekibe sahibiz ve devrimci
çizgimiz gelişiyor. Nihayetinde Marksizm revizyonizme üstün gelecek ve
Nepal’de Yeni Demokratik Devrim
kazanacaktır.
[ 92 ]
BİR KONGRE VESİLESİYLE
HİNDİSTAN İZLENİMLERİ
Eylem Canik
Marks zamanında Londra’dan Kalküta’ya yolculuğun bir kuşaktan kısa sürede sadece 7 güne düşeceği öngörüsü geleceğe iyimser bir bakıştı. Bugün Kalküta’ya
gitmek için sadece yarım gün yetiyor. İngilizlerin sömürgecilik döneminde inşa ettikleri kent hala eski yüzünü koruyor, sömürgecilik dönemi stilindeki devasa
binalar yerli yerinde ve bisiklet tipindeki Riksha’ların
taksi olarak kullanılmasına devam ediliyor. Tüm ülke
üzerinde İngiliz sömürgeciliğinin izleri günümüzde
de canlı; konuğu olduğumuz Hindistanlı yoldaşların
komşusu ve dostu olan 92 yaşındaki militan kadın, o
dönemi iyi hatırlıyor. İngiliz sömürgecilerine karşı mücadeleden, 1947’de “iktidarın devrinden” – Hindistanlı
devrimciler resmi bağımsızlığın işbirlikçi bürokratik
burjuva ve büyük toprak sahipleri sınıfına iktidarın
devredilmesi olduğunu belirtmek üzere bu şekilde adlandırıyorlar – beri komünistim ve bugün de gösterilere
katılıyorum diyor. Tekstil işletmelerinin çoğu kapanmış
ve çok önceleri siyasi ve ekonomik merkez, 20 milyonluk bir kent olan Mumbai, başkent Delhi ve varoşları,
Marksist Teori 6
“Hindistan’ın Silikon Vadisi” Bangalor veya ülkenin güneyinde kültürel
bir merkez olan Chennai gibi başkaca
bölgelere kaymış.
İngilizlerden bir başka kalıntı ise
tüm yarımadayı kaplayan ve 1.2 milyarlık nüfus için önemli bir ulaşım
aracı olan demiryolu sistemi. Trenlerde dahi, Hindistan’da süre giden
kast sistemini hissediyorsunuz; rezervasyona tabi, klimalı, temiz battaniyeli uyuma koltuklu bölümler de
var, pencere yerine demir parmaklıkların olduğu bölümler de. Fakat
fareler bu sınırları tanımıyor. Ve
yoksullar yiyecek, kitap ve tokadan
Hindistan haritasına dek satabilecekleri her şeyi satarak treni boydan
boya dolaşıyorlar. Trenler, her biri,
çokça dünya ülkesinden daha büyük
olan farklı eyaletlerden rengârenk
elbiseli insanlarla dolu, farklı görünümler, kokular ve seslerle. Geleneksel Sarisi ve alnındaki işaretiyle
yiyecek satıcısı emekçi bir kadın,
İphon’la oynayan enformatik öğrencisinin yanında oturuyor. Benim
yanımda bir Müslüman aile var. Penceredeki adam Punjab’lı; başında Sih
dininin sembolü olan pagri nedeniyle bunu anlamak kolay. Ve bu büyük
ülkenin tüm manzaraları pencereden
uçarak gözünüzün önünden geçiyor.
Ve tabii ki herkes şu olmazsa olmaz
“çay”ı içiyor. Ancak adı bizim bölgemizdekiyle aynı da olsa, içindeki süt
ve bir ton değişik baharat nedeniyle
tanımanız neredeyse imkânsız. Ama
binlerce baharatın tadı ve kokusunun
sizi her yerde, tatlılarda bile kovala-
dığı bir coğrafyada bu sizi şaşırtmamalı.
Hindistan iki uç arasında bir ülke.
Bir yandan dünyanın en yüksek ikinci nüfusuna sahip, serbest döviz kuru
bakımından dünyanın en büyük on birinci ekonomisi, alım gücü bakımından dördüncüsü ve en hızlı büyüyen
ikinci ekonomi. Ancak madalyonun
diğer yüzünde geniş kitlelerin vahşice
sömürülmesi, çok yüksek bir yoksulluk, okuryazar olmama ve beslenme
yetersizliği var.
Hindistan’ın değişik bölgelerine
yaptığımız tren yolculuğunun ilk durağı, 28 eyaletin en yoksullarından biri
olan Orissa-Bhubaneswar’dı. Burada
Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) militanlarınca karşılandık. Bütün kent, 9. Kongrelerinin
burada toplanacağını duyuran büyük
duvar resimleri, pankartlar, afişler ve
bayraklarla süslenmişti. Partiye yakın
olan sendikanın oto-riksha sürücüleri
bile araçlarını bayrak ve afişlerle donatmışlardı.
HKP(ML)’nin 9. Kongresi
ve Hindistan devrimci
tarihinden notlar
Bizden başka Kongre’ye Hindistan’dan 5 grup ile İran, Almanya, Afganistan, ABD, Ukrayna, Bangladeş,
Fas, Kongo ve Nepal’den uluslararası
delegeler katıldılar. Kongre binlerce kişinin yer aldığı ve Hindistan’ın
çeşitli dillerinde sloganların atıldığı
büyük bir yürüyüşle başladı. Ayrıca
Adivasi yerli halkların dans ekipleri
de geleneksel giysileriyle gösteriye
katıldılar.
[ 94 ]
Marksist Teori 6
HKP (Maoist)
şu anda
150 bin civarında
savaşçı gücüne
ulaşmış durumda,
bunların hepsi
tabii ki
modern silahlara
sahip değil.
Bu kongre Hindistanlı yoldaşlar için özel bir anlama sahipti, zira 1970’te Kalküta’da düzenlenen,
HKP(ML)’in ilk, Hindistan devrimci
hareketinin 8. Kongresi sayılan ve
Çaru Mazumdar’ın Genel Sekreter
seçildiği kongreden 41 yıl sonra ilk
kez düzenleniyordu.
22 Nisan’da, Lenin’in 99. doğum
gününde kurulan HKP(ML), o dönemde reformizmle büyük bir kopuş
ve silahlı mücadelenin güçlü bir savunusuydu. Parti, Mart 1967’de Darjeeling dağ bölgesinde patlak veren
ve Hindistan’da bir silahlı mücadele
dönemi başlatan tarihsel Naksalbari
ayaklanmasından sonra kurulmuştu.
Bugün de, HKP (Maoist)’ten HKP
(ML) Kurtuluş gibi reformist akımlara, köylü örgütleri ve öğrenci hareketlerinden sol sendikal federasyonlara
dek tüm devrimci ve sol güçler Naksalbari ayaklanmasını savunur. Bu nedenle tüm Hindistan’da Naksalit sözü
Maoist devrimciler için eş anlamlı
olarak kullanılır.
8. Kongre sonrası dönem Hindistan devrimci hareketi bakımından
çok çetin geçti. Özellikle 28 Temmuz 1972’te Çaru Mazumdar’ın
Kalküta’da Lalbazar polis merkezinde katledilmesinden sonra, parti, gerek devletin vahşi saldırıları, gerekse
iç tartışmalar nedeniyle sarsıldı. Çok
sayıda MK üyesi ve başkaca önemli
önderlerin de arasında olduğu binlerce partili şehit düştü. On binlercesi
işkence gördü ve hapsedildi. Bunun
ardından parti birçok gruba bölünerek dağıldı. Ancak bu duruma teslim
olunmadı, süreç içinde egemen düzene karşı direniş ve çeşitli devrimci
grupların birliği ve yeniden örgütlenmesi için çabalar başlatıldı.
Bugünkü Naksalitlerin
iki akımı
Bugün Naksalitlerin iki temel akımı olduğu söylenebilir.
Silahlı mücadeleye temel bir önem
atfeden ve gizli örgütlenenler, Halk
Savaşı Grubu, Maoist Komünist Merkez ve HKP(ML) Parti Birliği’nin gerçekleştirdiği birlikten itibaren, esasen
HKP (Maoist)’te birleşmiş durumda.
Güçlü bir gerilla savaşı yürütüyor,
Halk Gerilla Kurtuluş Ordusu’nu
(PGLA) Yeni Demokratik Devrimi
gerçekleştirmenin en önemli aracı
olarak görüyor ve onun siyasal niteliğine büyük önem atfediyorlar. PGLA,
HKP (Maoist) Merkez Komitesince
seçilen bir Merkezi Askeri Konsey
tarafından yönetiliyor. Bu parti şüphesiz çok geniş bir kitle desteğine
sahip, özellikle de yoksul köylüler ve
yerli halklar arasında. Ve Hindistan
[ 95 ]
Marksist Teori 6
burjuvazisi onu bir numaralı düşman
olarak niteliyor. Silahlı mücadeleyi 8
bin gerillayla başlatan HKP (Maoist)
şu anda 150 bin civarında savaşçı gücüne ulaşmış durumda, bunların hepsi
tabii ki modern silahlara sahip değil.
Naksalitlerin diğer akımını ise
HKP(ML) Kurtuluş, HKP (ML) ve bir
dizi küçük grup oluşturuyor. Bu parti
ve gruplar “kitle çizgisi” hattında olduklarını söylüyorlar. Ki pratikte esas
olarak siyasal kitle hareketlerinde aktifler, stratejilerinin bir parçası olarak
seçim olanağından yaralanıyorlar,
silahlı mücadeleyi esasen ya lafızda
kabul ediyor veya savunma yöntemi
olarak görüyor, böyle ilişkileniyorlar.
Bu iki kamp arasında kalmış olan
üçüncü bir akımdan da söz edilebilir.
Bu örgütler, HKP (Maoist)’e daha
yakın olan, bir başka ifadeyle, silahlı mücadeleden ve gizli partiden
yana, fakat açık kitle faaliyetini de
reddetmeyen bir mevzideler. Ülkenin güneyinde faaliyet yürüten ve
kitle örgütünün adı PALA (Halk Sanatları ve Literatür Derneği) olan bir
devrimci örgüt ile HKP(ML)-Yeni
Demokrasi bu grup içinde anılabilir.
HKP(ML) Kurtuluş esasen parlamenter biçimlere yoğunlaşır ve Maoistlerin “terörünü” teşhir ederken,
HKP(ML) Yeni Demokrasi HKP
(Maoist)’i devrimci bir güç olarak
niteliyor ve aynı zamanda sınırlı kimi silahlı birlikleri var. “Partimizin
durumuna ilişkin değerlendirmemiz
şöyle; savunma durumundayız, bu
gerilla mücadelesinde saldırıya hazırlandığımız aşamadır. Şimdi bütün
tartışma saldırıyı nasıl hazırlayacağımız üzerine. Mücadele yelpazesini
genişletme, siyasi anlamda daha büyük bir kitleyi etkimiz altına sokma
bu hazırlığın unsurlarıdır. Sıradan
insanları mücadeleye dahil etmeden,
onları hazırlamadan başarı sağlanamaz. Başarıların neler olduğunu
değerlendirmelisiniz. Biz bugün bir
direniş mücadelesi yürütüyoruz. Sadece ekonomik bir mücadele değil,
aynı zamanda gerilla mücadelesi
de. Ama bu mücadele içinde çeşitli
birlikleri gerilla birliklerine dönüştürerek gerilla birliklerini hazırlama
sürecini başlattık.” HKP(ML) Yeni
Demokrasi’nin kendisine dair değerlendirmesi böyle.
Bugün tamamen legal bir parti
olan HKP(ML) 9. Kongreyi tarihlerinde önemli bir mihenk taşı olarak
görüyor. Hindistan’ın 19 eyaletinden
159 delege ile 46 gözlemcinin katıldığı Parti Kongresi, dört temel belgeyi
tartıştı ve sonuçlandırdı: Parti Programı, Parti Tüzüğü, Devrimin Yolunu
Güçlendirme konusunda değişiklik
önergeleri ve acil görevleri tanımlayan Siyasal Rezolüsyon.
Oldukça canlı ve demokratik bir
ortamda geçen ana tartışmalardan biri, Yeni Demokratik Devrim yerine,
Demokratik Halk Devrimi ifadesinin
tercihi meselesiydi. Yoğun tartışmaların bir diğer konusu ise seçimlere
HKP (ML) adıyla katılabilmek için
parti tüzüğüne Hindistan burjuva devletinin anayasasının kabul edildiğini
belirten zorunlu bir paragrafı ekleyip eklememek üzerineydi. Ciddi bir
[ 96 ]
Marksist Teori 6
2009’da parti,
Tüm Hindistan
Devrimci Kadın Örgütü
-AIRWO’yu kurdu.
Partinin genel
inisiyatifi ve ayrıca
Venezüella’daki
Dünya Kadın
Konferansı kuruluşun
zeminiydi.
delege kitlesinin itirazlarına rağmen
nihayetinde bu paragraf oylamada çoğunluk sağlanarak tüzüğe dahil edildi. Parti tüzüğüne dair kararla birlikte, HKP (Maoist)’e yönelik tamamen
eleştirel yaklaşımın, kimi reformist
eğilimlerin partideki yansımaları olarak değerlendirilmesi haksızlık olmayacaktır.
Ancak birçok partiden farklı olarak, HKP (ML) saflarındaki yoldaşça
atmosfer, kolektif örgütlenme ve parti
önderleri ve üyeleri arasında eşit ilişkiler yaşamın tüm alanlarında ve açık
tartışmalarda 5 gün süren kongrenin
tamamı boyunca dikkat çekiyordu.
HKP(ML)’nin kadın
kurtuluşu için
mücadelesi
2009’da parti, Tüm Hindistan
Devrimci Kadın Örgütü -AIRWO’yu
kurdu. Partinin genel inisiyatifi ve
ayrıca Venezüella’daki Dünya Kadın
Konferansı kuruluşun zeminiydi.
Yeni MK ile Merkezi Kontrol
Komisyonuna önerilen ve seçilen 29
üyeden sadece üçünün kadın olması ve kadın delege sayısının düşüklüğü HKP(ML)’nin kadın kurtuluş
mücadelesi bakımından yolun epeyce başında olduğunu gösteriyordu.
Chhattisgarh’lı İngilizce öğretmeni
ve AIRWO’nun önderi Usha durumu
şöyle yorumluyor: “eğer erkek profesyonellerimiz eve ve çocuklara bakmak
için haftada sadece bir gün evde otursaydı bunun çok yardımı dokunurdu
Sorunumuz şu ki profesyonel devrimci
olan çok az sayıda kadınımız var. Ve
eğer bir erkek profesyonel devrimci
ise kadının aileyi finanse etmek için
bir işinin olması ve çocukları büyütmesi gerekiyor. Buradaki dördümüzden ikisi evli değil ve evlenmemeleri
için teşvik etmeye çalışıyoruz!”
Partinin yeni Merkez Komitesi’nin
dört kadın üyesinden Sharmistha Choudhury, işin başında olmalarına rağmen partinin doğru bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünüyor: “HKP(ML)
muhtemelen gerek revizyonist, gerekse devrimciler içinde kadın sorununu özel bir sorun olarak ele alan tek
parti. Revizyonistler sorunu devrimden sonrasına erteliyorlar, ama bize
göre o zaman dahi özel bir sorun olarak ele alınması gerekecek. Sorunu
sosyalizm sorunu olarak görüyoruz,
çünkü kadın sorunu demokratik devrimle çözülemez, devrimden sonra da
sürecektir. O derece köklüdür, ailenin
bütünsel durumuyla vb. Ki, sadece bir
demokratik talep değil bir devrim sorunudur. Biz kadın sorununun sadece
[ 97 ]
Marksist Teori 6
demokratik bir sorun olmadığını ama
aynı zamanda sosyalizmde de derhal
çözülmeyeceğini, ancak komünizmde çözüleceğini biliyoruz. Bu soruna
komünist yaklaşım, özel mülkiyetle,
bundan kaynaklanan aile yapısının ve
ekonomik durumun neoliberal ve feodal unsurlara karşı günlük ve sürekli
mücadeleyle birleştirilmesidir”.
Tüm delegeler Türkiye ve Kürdistan’daki durum hakkında bilgi almaya
ve değişik deneyimlere çokça ilgi duyuyorlardı. Esasen genç ve kadın yoldaşlar oturum aralarında ve geceleri
her fırsatı soru sorarak ve deneyim
paylaşarak değerlendirdi. Bu yoğun
ilgi parti kongresi boyunca uluslararası konuşmacıların katılımıyla düzenlenen üç seminer boyunca da sürdü. Seminer konuları şunlardı: “Yeni
Sömürgeci Aşamasında Emperyalizm
Ve Uluslararası Komünist Hareketin
Önündeki Sorunlar”, “Dalit, Adivasi,
Azınlıklar Ve Kadın Sorununa Komünist Yaklaşım” ve “ICOR’un Kurulmasının Anlamı ve Uluslararası Komünist Hareketin Önündeki İdeolojik
Sorunlar”.
Slumlarda ev yıkımlarına
karşı mücadele
Milyonlarca insanın kentlere göç
etmesiyle kent nüfusunun 2001’de
%30’dan 2011’de %40’a hızla büyüdüğü Hindistan’da ev yıkımlarına karşı mücadele güncel bir sorun. Bhunebaneswar kentinin 1.5 milyonu aşkın
nüfusunun %25 ila 30’u slum (tahta,
odun, teneke gibi malzemelerden yapılan derme çatma konutlardan oluşan
son derece yoksul gecekondu bölgeleri/teneke mahalleler) bölgelerinde yaşıyor. Hükümet buldozerle ev yıkımlarına girişiyor, buna karşın halk taşla
ve cesaretle direniyor. HKP(ML) MK
üyesi Pramila ile birlikte bu bölgede 5
ayrı slum’ı ziyaret ettik. Yoldaş Pramila da bir slumda yaşıyor.
25-60 yaş arası emekçilerin, yoksulların barındığı slum bölgelerinde
halk bizi çok sıcak karşıladı ve dil
sorunlarına rağmen ilişki kurmak ve
deneyimleri paylaşmak sorun olmadı.
Bir yıldır devletin yıkım saldırıları bu
bölgede lüks apartmanlar ya da otel
inşası gibi projeler nedeniyle tırmanıyor. Ancak slum emekçileri sadece direnmekte kararlı değil, aynı zamanda
örgütlü de. Farklı slumlar arasında bir
iletişim ağı örgütlenmiş, bir saldırı olduğunda birbirlerini bilgilendiriyor ve
destek veriyorlar. Özellikle kadınlar,
gerek slumların girişindeki barikatlarda, gerekse de konut ve su kaynakları
hakkını talep ettikleri gösterilerde daima ön cephedeler. Slum halkı sadece
devletin buldozerlerine karşı direnişi
örgütlemek için değil, aynı zamanda
slumlarda günlük yaşamı örgütlemek
için de komiteler seçmiş. Çoğunlukla
inşaat işçisi ya da ev hizmetçisi olarak
çalışıyorlar. Ailesi üç kuşaktır slumda
yaşayan Rangani Sahi slumından Binod Sau, bize, saldırılara karşı kullandıkları değişik yöntemleri anlatıyor:
“polis bize saldırdığında onlara çelik
gaz tüpleri attık. Aynı zamanda çamur
ya da kaynamış yağ dolu kovalar kullandık. Kovaya bir ip bağladık, fırlattık ve iple geri çektik. Kullandığımız
[ 98 ]
Marksist Teori 6
deneyimlerimiz hakkında daha fazla
bilgi almak istediler. Slumdaki bir
parti çalışanının evinde yediğimiz
–elbette Hindistan’da her zaman olduğu gibi sadece sağ elimizle- öğle
yemeğinde sohbeti sürdürdük.
Hükümet
buldozerle
ev yıkımlarına
girişiyor,
buna karşın
halk taşla ve
cesaretle direniyor.
HKP(ML) MK üyesi
Pramila ile birlikte
bu bölgede
5 ayrı slum’ı
ziyaret ettik.
Yoldaş Pramila da
bir slumda
yaşıyor.
Güney Hindistan’a
devam
diğer silahlar ise benzin dolu bidonlar, sopalar ve bez parçaları… Burada olmak bizim hakkımız. İlk saldırı
29 Aralık 2010’da oldu. Tüm halk bizi
destekledi. Kitle örgütü ve HKP(ML)
de bizi destekledi. Her yıl 29 Aralık’ta
bir eylem günü ilan etmeyi kararlaştırdık. 3 Ocak’ta protesto amacıyla
belediye ofisine gittik. 10 km.lik bir
yürüyüştü ve kadınlar en önde yürüyordu. Saldırıya uğradık ve 32 kişi
yaralandı, hatta 2 kişi öldü, askerler
tarafından öldürüldüler. Ölene dek
mücadele edeceğiz ama bu yeri terk
etmeyeceğiz”.
Türkiye ve Kürdistan gibi ülkelerde de bu tipten sorunların gündemde olduğunu duyunca halk benzerliklerden epeyce etkilendi ve
Sahil boyunca ve güzel dağları
aşarak, 20 saatten uzun süren tren
yolculuğunun ardından en güneydeki eyalet olan Tamil Nadu’ya ulaştık.
Burada bir kez daha Hindistan’ın
çeşitliliğini fark ettik: öğrendiğimiz
birkaç kelimeyi hiç kimse anlamıyordu çünkü güneyde Tamil dili
konuşuluyordu! Hindi resmi dil, İngilizce ikinci dil. Ünlü Bollywood
filmleri sayesinde büyüyen etkisine
rağmen, Hindi dili hala sadece Kuzeyin bazı bölgelerinde anlaşılıyor
ve konuşuluyor. Ayrıca Tollywood
(Telagu dilinde) ve Kollywood (Tamil dilinde) de hiç de daha az büyümeyen iki büyük film endüstrisi. Kuzeydeki, Hint-Avrupa dil ailesinden
köken alan diller az da olsa mesela
Kürtçeyle benzerlikler gösteriyor ve
zaman zaman “naan” (ekmek) gibi
kimi sözcükleri anlayabiliyorsunuz,
ama Güney Hindistan’ın Dravidian
kökenli dilleri tamamen farklı. Öyle görünüyor ki ne sömürgecilerin
İngilizceyi dayatması, ne de Hindu
faşistleri ve Hindistan burjuvazisinin Hindi dayatması başarılı olmuş.
Hindistan’da hala birer milyondan
fazla yerel kullanıcı tarafından konuşulan 30 dil ve en az 10 biner yerel
[ 99 ]
Marksist Teori 6
kullanıcı tarafından kullanılan 122
başka dil var.
Kuzeyle güney arasında yemekler bakımından da büyük farklar var:
kuzeyde yemeğinizi ekmekle yerken,
güneyde sadece pirinç var. Kahvaltıda dahi “idlis” isimli, acı ve baharatlı
sosla yenilen kaynamış pirinç köftesi
yiyorsunuz.
Tamil Nadu’da
çay plantasyonu,
tekstil endüstrisi
ve ulusal sorun
Hindistan’ın bağımsızlık savaşının
başladığı yer olan Tamil Nadu’da ilk
durağımız Chennai idi. Kent merkezindeki son slum’a bir ziyaret gerçekleştirdik. Son altı yılda 50 bini aşkın
insan kent merkezinden zorla çıkarılmış, Chennai’yi bir modern hi-tec
kenti haline getirmeye çalışıyorlar.
Kentin eyalet hükümetinin kararına
göre yeniden inşası kapsamında toplamda yarım milyon insanın yerinden
edilmesi planlanıyor. Bu ziyaretin ardından çay plantasyonunda sendikal
bir önder olan PT yoldaşla buluştuk.
30 yılı aşkın süre bu plantasyonda
çalışmış ve eşi halen orada çalışıyor.
Önceki gün eşinin Walpari’de bulunan
plantasyondan kendisini aradığını ve
işçilerin orada bulunan filler ve panterlerden korktuğunu anlattığını söyledi.
PT’ye göre, çok sayıda hak kazanılmış
ancak sarı sendikalar bunları savunmadığından plantasyon sahipleri istediklerini yapabiliyorlar. Örneğin işçilerin
günde 16 kg çay toplayacağına dair bir
sözleşme yapılmış, ancak sarı sendi-
kalar şimdi ücret alabilmek için asgari
limit olarak 40 kiloyu kabul etmiş ve
plantasyon sahipleri hiçbir direniş gelişmediği takdirde 100 kg’a dek talepte
bulunuyorlar.
“Güneyin Manchester’ı” olarak
bilinen bir sanayi merkezi olan ve
Tamil Nadu eyaletinin en büyük 3.
Kenti olan Coimbatore’de önceleri
500 tekstil işletmesi mevcutmuş, ama
bugün sadece 10-15 tanesi çalışıyor.
Coimbatore’ye 50 km uzaklıktaki Tirupur’da tekstil sanayinin bir merkezi
var ve dünya pazarlarındaki triko giyimin % 3’ünü üretiyor.
Öğleden sonra Türkiye ve Kuzey
Kürdistan’da siyasi durum üzerine bir
panele katıldık. Değişik parti ve örgütlerden dinleyiciler geride kalan dört
saate rağmen sorularına devam ediyorlardı. Ulusal sorundan silahlı mücadeleye dek değişik konular tartışıldı
ve sonrasında tartışmalar Hindistanlı
yoldaşların evinde de geç saatlere dek
sürdü. Tamil Nadu ile Hindistan-Sri
Lanka devlet sınırı arası sadece 17
km ve elbette Tamillerin ulusal kurtuluş mücadelesinin durumu yakından
gözlemleniyor ve çokça tartışılıyor,
ancak dayanışmanın ötesinde bu mücadeleye daha etkin katılım yönünde
güçlü bir eğilim gözlenmiyor.
PALA (Halk Sanatları ve Literatür
Derneği) temsilcileri de panele gelmişlerdi. PALA, amacını, “devrimci
düşüncelerin halk arasında yayılmasına çalışmak” biçiminde ifade ediyor.
Sokak tiyatroları, dans vb. etkinlikler
düzenliyor. İdeolojik ve siyasi bakımdan, gizli bir Maoist devrimci partinin
[ 100 ]
Marksist Teori 6
önderliği altındalar. Tamil Nadu’lu
devrimciler PALA gibi örgütleme biçimlerine çok önem veriyor, çünkü
birçok insanın okuma yazması yok.
Tamil Nadu’da halkın sadece % 69’u
okuma yazma biliyor. “Politik düşüncelerimizi ancak kültürel çalışmayla
bu örgütlenme üzerinden halka ulaştırabiliriz” diyorlar. Bu örgüt, HKP
(Maoist)’e oldukça yakın duruyor.
“Maoist yoldaşların çok kayıpları var,
birçok yönetici yoldaşı kaybettiler ve
şimdi yardım için bize başvuruyorlar.
Biz de onları desteklemek amacıyla
kitaplar yayınladık. Örneğin Green
Hunt (“Yeşil Av”) operasyonu ile ilgili, maruz kaldıkları durumla ilgili. Biz
kitle örgütlerimizi onlarla dayanışmak
için örgütlüyoruz. Bu konuyla ilgili 20
milyon bildiri dağıttık” diyorlar.
Kerala – lastik
plantasyonu ve
yerli halklar
Yeni bir eyalet, yeni bir dil ve yine
çokça yeni izlenimler… Kerala sadece Hindistan cevizi ile ve 1497’de
Avrupa’dan Hindistan’a direkt olarak
ilk gemi yolculuğunu yapan Vasco de
gama nedeniyle değil, aynı zamanda
% 99 okuryazar oranıyla ve Körfez
ülkelerine en çok göçmen gönderen
eyalet olmasıyla da ünlü. Malayalam
dili konuşan bu eyalette bütün bir günü bir lastik plantasyonunda işçilerle
ve sendikacılarla konuşarak, ailelerini ziyaret ederek ve bize orada bir
baraj yapılmadan ve halkıyla birlikte
terk etmek zorunda bırakılmadan önce kabilesiyle birlikte yaşadığı adala-
rı gösteren bir Adivasi’yi dinleyerek
geçirdik. Ana dilinde hüzünlü şarkılar
söyleyerek, kendini çok yalnız hissettiğini, çünkü geride halkından hiç
kimsenin kalmadığını anlattı.
Lastik plantasyonu işçileri bize
ağaçları nasıl kestiklerini gösterdiler.
Bu ağaçlar çok önceleri İngiliz sömürgecileri tarafından Brezilya’dan
getirilmiş. İngilizler bugün de plantasyonun sahibi olan ortaklığın içinde. Hammaddenin maske takmadan
soluk almayı imkânsız hale getiren
dayanılmaz amonyum kokusu içinde
işlendiği fabrikayı da ziyaret ettik.
Düşük ücretler, iş güvenliği önlemlerinden yoksunluk, içme suyu, plantasyonda barınacak yer sorunu sözleşmeli işçilerin gündemindeki konular.
Sendikal mücadelenin bir kazanımını
olarak günde azami 182 rupi (6,5 TL)
yevmiye alıyorlar, eğer ki yeterince
ağaç keserlerse. Bir inşaat işçisi dahi,
en kötü koşullara sahip sektörlerden
biri olmasına rağmen, normalde günde 4-500 rupi ücret alıyor.
Dağlara yolculuk:
Wayanad’da toprak
işgalleri
Hindistanlı yol arkadaşımızın dahi biraz başını döndüren bir otobüs
macerası sonunda, nihayet batı Ghats
dağlarının yeşil yüksekliklerine ulaştık. Burada ufuklara doğru büyük bir
çay plantasyonu ile kahve plantasyonu uzanıyor. Devlete ait olan toprak,
yüzyıllığına büyük şirketlere kiralanmış ve aslında verilen süre dolmuş.
Ancak hükümet, toprağı geri almak
[ 101 ]
Marksist Teori 6
ve topraksız köylülere vermek yönünde en ufak bir adım atmıyor. Bu
nedenle köylüler üç yıl önce AIKKS
(Tüm Hindistan Devrimci Köylü Örgütü) önderliğinde toprakları işgal
ederek sorunu kendileri çözmeye karar verdiler.
Yeşil tepelere doğru yürüyüşün ardından işgal edilen alana ulaştık, onlarla çay içtik ve bütün bunları nasıl
örgütlediklerini sorduk. Herkes gururla, kendi elleriyle ve örgütlerinin
kızıl bayrakları ve kolektif yoluyla
yarattıkları evleri ve arazileri gösterdiler. Gerçekten “kurtarılmış bir bölgede” olduğumuz ilk izlenimine kapıldık. Ancak toprak işgali topraksız
köylülerin toprak ve özgürlük mücadelelerinde yalnızca ilk adımdı.
Bir gece, 100 aile tüm toprak içinde 25 akrelik bir toprağa el koydular
ve gece boyunca barınaklar inşa ettiler. Bugün orada 500 aile yaşıyor. İşgal sonrası polis tüm alanı kuşattı ve 2
aydan uzun süre bloke etti. Ama dışarıdan destek sayesinde gizlice yemek
ve inşa malzemeleri getirmek mümkün oldu. Halk, bir komite ve her evden bir kişiden oluşan bir genel koordinasyon seçti. Bu kolektif organlar
işle ve gelecekte nasıl ilerleneceğiyle
ilgili her türden problemi aile içindeki sorunlar gibi çözüyorlar. Bu alan,
1970’de Naksalbari hareketinin bir
parçası olarak, bölgenin 1970’de şehit
düşen bir militanın anısına “Varghere
Yoldaş Anısal Mücadele Alanı” adını
taşıyor.
Toprak her aileye eşit olarak dağıtıldı ve bir kısmı da kolektif kullanım
için bırakıldı, ancak bu henüz gereken biçimde işlemiyor. Ayrıca işgal
edilen topraklar yeterli değil, dolayısıyla daha fazla toprak ele geçirme
planları yürürlükte. Burada büyüyen
ve mücadele eden, hareket içinde
büyük saygınlığa sahip bir devrimci olan Premnath, tüm sürecin asıl
örgütçüsü olarak görülüyor ve daha
yapılacak çok şey olduğunu söylüyor.
Başlangıçta, köylüler arasında sadece
bir bağlantıları vardı ve onları ikna
etmek için uzun süren bir hazırlık gerekti. Bugün siyasi çalışma, seminer
ve diğer eğitim biçimleriyle devam
ediyor. Düşman da sessiz kalmıyor.
Premnath’a, yönelik saldırılardan sadece biri, motosikletinin maniple edilmesiydi. Ama yoldaş Premnath başarılı olacaklarına inanıyor. Bir başka
eyalet olan Karnataka’da, AIKKS’nin
önderliğinde şimdiye dek 12.000 akre
toprak işgal edildi…
Son durak: Mumbai
Yedi ada üzerine kurulu bulunan
Mumbai’ye ulaştıktan sonra ilk olarak TUCI’nin (Hindistan Sendikalar
Konfederasyonu), Asya’nın en büyük
slum-kentindeki bürosunu ziyaret ettik. Burada çeşitli sendika yöneticileri ve iki farklı gençlik örgütünden
gençlerle görüştük. Gençler, temel
sorunların işsizlik, eksik istihdam,
çeteleşme, kültürel yozlaşma ve içki
olduğunu anlattılar. Akşam, kilise ile
büyük bir camiyi aynı anda görebileceğiniz ve hatta köşedeki dükkanda
“döner kebap” yiyebileceğiniz evlerine konuk olduk.
[ 102 ]
Marksist Teori 6
Daha sonra, HKP (ML) Yeni
Demokrasi’nin bir temsilcisini ziyarete gittik. Hindistan’ın en büyük ve
dünyanın dördüncü büyük kenti olduğu söylenen Mumbai’de, aradığımız adrese bir kaç dakika yürümekle
ulaşabileceğimize hayal etmezdik,
ancak öyle oldu. Esasen Andrah
Pradesh ve daha az olmakla birlikte
Punjab’ta güçlü olan HKP (ML)Yeni Demokrasi, bir dizi başka eyalette
Eyalet Komitesi düzeyinde var olsa
da, bulunduğumuz Maharastra eyaletinde çok kitlesel değil. Açık kitle
faaliyetini çok önemseyen parti, mücadelenin en üst biçimi olarak silahlı
mücadeleyi görüyor. “Geniş bir hareket başladığında belli bir aşamada
devletle silahlı birlikler üzerinden
çatışmaya girmek kaçınılmaz olur.
Şu anda sahip olduğumuz birlikleri
gerilla birlikleri olarak nitelemiyoruz, çünkü gerilla sadece savunma
değil, aynı zamanda saldırı aracıdır.
Bizim mevcut askeri birliklerimiz savunma işlevinde; bu nedenle bugün
yaptığımız şey silahlı mücadele değil, direniş mücadelesidir ve direnişi
yoğunlaştırarak silahlı mücadeleyi
hazırlıyoruz”.
Ertesi sabah tüm burjuva gazeteler tek bir konuyla doluydu: Kishanji
öldürüldü! Elbette, burjuvazinin barbarca cinayetleri her zaman kinimizi
biliyor ve dünyanın neresinde olursa
olsun, bir devrimciyi yitirmek her
zaman hepimizi derinden etkiliyor.
Mumbai’de, parti ismi Kishanji’yle
tanınan HKP(Maoist) Politbüro üyesi
yoldaş Mallojula Koteswara Rao’nun
Batı Bengal’de işkence edilip katledildiğini öğrendiğimizde, topraklarımızdan, saflarımızdan bir devrimci
kaybettiğimiz duygusuyla dolduk.
Onu tanıyan insanlarla konuşmuş
olmak, zengin savaşım deneylerini,
devrime giden bir yol açma arayışlarını, mücadele eden insanların tüm o
cesur yüzlerini ve sıkılmış yumruklarını görmek bize bir yabancı olmadığımızı, aynı kayıp ve kazanımları
paylaşan bir komünist olduğumuzu
en berrak haliyle hissettirdi, çünkü
mücadele özünde enternasyonaldir.
Kishanji yoldaş katledildi, ancak işçilerin, gençlerin, emekçilerin, topraksız köylülerin ve yerli halkların
bağrından yeni Kishanji’ler yetişiyor.
Hesap sorma ve devrimi zafere ulaştırma bilinç, tutku ve iradesi yeni güçlere yayılıyor.
[ 103 ]
TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ
YAPISI, BİLEŞİMİ VE KAPSAMI(I)
İbrahim Okçuoğlu
Kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle işçi sınıfının
yapısı, bileşimi ve kapsamı arasında diyalektik bir bağ
vardır; gelişen kapitalizm işçi sınıfının sosyal yapısını,
bileşimini ve kapsamını doğrudan etkiler.
Kapitalist üretim biçiminin gelişmesinden anlaşılması gereken çok şey vardır. Bizi burada ilgilendiren genişletilmiş yeniden üretim sürecinin teknolojik gelişmeyle;
en modern teknolojinin üretim sürecinde kullanılmasıyla; sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla ve
bunun da işçi sınıfının yapısındaki ve bileşimindeki değişimle doğrudan ilgisinin olduğudur. Bu diyalektik bağ,
işçi sınıfının teknik bileşimini, sınıfın iç yapılanmasını,
yeni üretim sektörlerinin oluşmasını ve böylece sınıfın
bu sektörlere dağılımını, sınıfın kalifiye durumunu ve
nihayetinde sayısal gelişmesini doğrudan ortaya koyar.
Demek ki, gelişen kapitalist üretim biçimi işçi sınıfında değişime de yol açmaktadır. Ama bu sistemde işçi
sınıfı açısından değişmeyen, onun tarihsel misyonudur;
kapitalist üretim biçimi içinde sahip olduğu konumdur
veya kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yerdir.
[ 104 ]
Marksist Teori 6
“Proletaryadan, üretim
araçlarına
sahip olmadıklarından,
yaşamak için işgücünü
satmak zorunda olan
modern ücretli
işçilerin sınıfı
anlaşılır”
İşçi sınıfının yapısı üzerine Marks,
Engels ve Lenin’in bir dizi tanımlaması vardır; birçok incelemelerinde
bu konuyu ele almışlar, ama konunun
kendisi üzerine başlı başına bir araştırma apmamışlar.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da,“üretim araçlarında dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde
sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz” diyorlar. Kapitalist
üretim biçiminin, teknik temelindeki
sürekli devrimler, toplumsal yapısındaki tutuculuk ve burada ifade edilen
sürekli devrimle tutuculuk arasındaki çelişki konusunda Marks şunları
söyler:
“Modern sanayi, mevcut üretim
sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele
almaz. Bunun için de, bu sanayinin
teknik temeli devrimcidir, oysa daha
önceki üretim tarzları özünde tutucuydu... Bu nedenle, büyük sanayi,
niteliği gereği, bir yandan, çalışmada
değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide
genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski iş bölümünü
o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla
yeniden canlandır. Büyük sanayinin
teknik zorunlulukları ile bu kapitalist
biçim içinde yatan toplumsal niteliği
arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin
durumundaki her türlü kararlılık ve
güvenliği nasıl yok ettiğini; iş araçlarını elinden alarak, gerekli geçim
araçlarından da yoksun bıraktığını ve
parça-işlerine bile el atıp onu nasıl
gereksiz duruma getirdiğini görmüş
bulunuyoruz.”(1)
Ama kapitalist üretim biçimi iç
çelişkilerinden dolayı kendi sonunu
hazırlamaya da yatkındır; en azından
kafa ve kol “emeği” (iş gücü) arasındaki farkın, ayrılığın ortadan kaldırılmasını topluma dayatması açısından
yatkındır.(2)
İşçi sınıfının tanımıyla devam edelim.
Engels, “Komünist Manifesto”nun
İngilizce baskısında (1888) proletaryayı şöyle tanımlar: “Proletaryadan,
üretim araçlarına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçilerin sınıfı anlaşılır.”(3) Marks da Kapital’in birinci cildinde proleteri, “... ekonomik olarak
‘sermaye’ üreten ve değerlendiren ve
‘bay sermaye’nin ihtiyaç duyduğu durumda sokağa atılan ücretli işçiden
başka bir şey anlaşılmaz” diye tanımlar.(4) Bu iki tanımlamadan çıkan sonuç:
1-Proleter, üretim aracına sahip
değildir.
[ 105 ]
Marksist Teori 6
2-Yaşamak için işgücünü kapitaliste satmak zorundadır.
3-Proleter, işgücünü satarak kapitalist için artı değer üretir.
Bu üç nokta, bu özellikte olan insan yığınına sınıf olma özelliği veriyor; sömürülen, artı değer üreten,
sermayenin çoğalmasına katkıda bulunan, üretim sürecinde aynı konumda olan ve bütün bunların doğal sonucu olarak da yaşam ve düşünce tarzı
aynı olan insanların oluşturduğu sınıf;
işçi sınıfı.
Şimdi işçi sınıfını farklı açıdan ele
alalım.
İşçi Sınıfının İç Sosyal
Yapısı - Üretimdeki
Yerine Göre İşçi Sınıfı
Önce üretken iş (emek*) ve üretken olmayan iş kavramları üzerinde
biraz duralım:
Kapitalist üretim biçiminde üretken iş kavramından anlaşılması gereken, genel olarak çeşitli kullanım
değerlerinin üretildiği çalışma süreci
değildir. Kapitalist üretimde üretken
iş, doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iştir. Üretimde sermayenin ama-
cı kullanım değeri üretmek değildir;
onun esas amacı çoğalmaktır. Bu da
ancak ve ancak işçinin karşılığı ödenmemiş iş gücüne sahiplenilerek gerçekleştirilebilir. Burada önemli olan,
işgücünün sadece kendi değerini değil, kendini aynı zamanda sermaye
(artı değer) olarak üretmesidir.
Kapitalizmde üretken işi Marks
şöyle tanımlar:
“Bizim üretken iş kavramımızda
bir daralma oluyor. Kapitalist üretim,
yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı değer üretimidir. İşçi, kendisi
için değil, sermaye için üretir, Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez.
Artı değer üretmek de zorundadır. Sadece, kapitalist için artı değer üreten
veya sermayenin kendisini değerlendirmesi (çoğaltması, çn) için çalışan
işçi üretkendir.”(5)
Marks’ın bu tanımlaması çoğu
kez, tek yanlı veya kısmi olarak ele
alınır: Kapitalist için artı değer üretenin ötesine geçilmez; yani sermayenin kendisini değerlendirmesine
katkıda bulunan işçilerin (bankalarda,
sigorta şirketlerinde, ticarette; bir bütün olarak hizmet sektöründe çalışan
*) Neden emek değil de iş veya çalışma kavramı kullanılmalıdır?
“Bu yanlış düşünce, insanların rastlantısal bir yanılgısı değildir. Bu, sömürünün gizli, maskeli
olduğu ve işverenin ücretli işçiyle ilişkisi sanki birbirine denk meta sahiplerinin ilişkisiymiş gibi
çarpıtılmış bir biçimde göründüğü kapitalist üretimin özgül koşullarından doğar.
Gerçekte, ücretli işçinin çalışma ücreti, emeğinin değerini ya da fiyatını oluşturmaz. Eğer
emek bir metaysa ve bir değere sahipse, bu durumda bu. değerin büyüklüğü herhangi bir
şeyle ölçülmek zorundadır. Açıktır ki, “emeğin değerinin” büyüklüğü diğer her meta gibi,
içinde bulunan emeğin miktarıyla ölçülmek zorundadır. Bu koşul altında şu fasit daire ortaya
çıkar: Emek, emekle ölçülür.
Ayrıca, kapitalist, işçiye “emeğin değerini” ödeseydi, yani emeği tümüyle ödeseydi, bu
durumda kapitalistin zenginleşmesi için hiçbir kaynağın olmaması gerekirdi, başka bir deyimle, kapitalist üretim tarzı var olamazdı.
Emek, metaların değerini yaratır, ama kendisi meta değildir ve kendisi bir değere sahip değildir. Günlük hayatta “emeğin değeri” olarak adlandırılan şey, gerçekte işgücünün
değeridir” (SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, POLİTİK EKONOMİ, Ders Kitabı, Cilt I) .
[ 106 ]
Marksist Teori 6
işçiler) üretken olduğu görülmez veya
da önemsenmez. Demek ki, üretken
işçi, kapitalist için art değer üreten ve
artı değer üretmemesine rağmen yaptığı işlerden dolayı kapitalistin sermayesini çoğaltan işçidir.
Tabii bu tanımlama burjuvaziye
göre yanlıştır. Burjuva dar görüşlü
anlayışa göre herhangi bir şey üreten,
bir biçimde ortaya bir sonuç çıkartan
her iş üretkendir. Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu da bu işlerde çalışan
her işçi de üretken işçidir(6).
Açık ki, kapitalist üretimde üretken iş kavramı daralmaktadır. Çünkü
kapitalist üretimde amaç, sadece meta
üretmek, bir şeyler üretmek olmadığı
için; tam tersine amaç, artı değer üretmek, sermayenin çoğaltılması olduğu
için işçi, kendisi için üretmez veya
üretiyor olmak için üretmesi yetmez;
kapitalizmde işçi artı değer üretmek
veya sermayeyi çoğaltan iş yapmak
zorundadır.
“Demek oluyor ki, üretken işçi
kavramı, yalnızca iş ile yararlı etki
arasındaki işçi ile iş ürünü arasındaki
bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, aynı
zamanda, tarihsel gelişmeden doğan
ve işçiye, doğrudan doğruya artı değer yaratma aracı damgası vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de
anlatıyor. Bu nedenle, üretken işçi olmak talih değil talihsizlik eseridir.”(7)
Kapitalist üretim
biçiminde üretken iş
Bu anlayıştan şu sonuç da çıkartılır: kapitalist üretimin mantığı, kendine ait olan üretim araçlarıyla üretim
yapanları -yani kendi ihtiyaçlarını
karşılamak için tüketim araçları üretenleri ve dönem dönem de üretim
fazlalığını pazarlayanları- üretken işçi dışında bırakmaktadır. Kapitalizm
geliştikçe bu unsurlar; kendi ihtiyacı
için üreten emekçiler -örneğin zanaatçılar ve küçük köylüler- üretim araçlarından kopacaklar ve proleterleşeceklerdir.
Gelişen kapitalizm, küçük köylülüğün ve zanaatçıların bir uzantısı
olan ev içi üretimi de sermaye için
üretimin bir parçası haline getirir ve
böylece bu alanda çalışanları da işçi sınıfının bileşenlerine dahil eder.
Bunlar, oldukça düşük ücret karşılığında çalışan ve ezici çoğunluğu
kadınların ve çocukların oluşturduğu
sermayenin hizmetinde bir ordu oluştururlar. Bunların bir kısmı üretken
işçi konumundadır; doğrudan veya
dolaylı olarak artı değer üretimine katılırlar veya sermayenin çoğalmasına
hizmet ederler.(8)
Kapitalist üretim biçimi kafa işinin rolü bakımından da değişimlere
yol açar. Kapitalizm öncesi toplum
formasyonlarında -kölecilik ve feodalizm- kafa işi üretim dışında kalıyordu, sanat, bilim (felsefe), devlet yönetimi alanlarında anlam kazanıyordu.
Gelişen kapitalizm bu durumu tamamen değiştirmiş ve işçi sadece kol gücüyle değil, kafa gücüyle de üretime
katılmaya başlamıştır. Böylesi üretken işçiyi yaratan da kapitalizmdir.
Kapitalizm, bilimi kendi hizmetine sokarak bilimi işçi sınıfının karşısında duran sermayenin üretici gü-
[ 107 ]
Marksist Teori 6
Gelişen kapitalizm
aynı zamanda üretken
çalışmanın kapsamının
da genişlemesidir;
üretken çalışmanın
kapsamının
genişlemesi dolaylı veya
dolaysız işçi sınıfının
kapsamının
da genişlemesi
demektir.
cüne dönüştürmüştür. Teknoloji, yeni
buluşlar, yeni makineler, esas itibariyle toplumsal emeğin birer ürünüdür.
Ama kapitalizm bunları sermayeye
dönüştürmüştür. Böylece kafa işi, kol
işi karşısına konur ve her ikisi arasında yapay bir çelişki geliştirilir; kafa
işi, işçi sınıfının bir bileşeni olmaktan
çıkartılır. Buradan hareketle kol işi
üretkendir, kafa işi üretken değildir
sonucuna kolaylıkla varılır. Tabii bu
da bir yanılsamadır. İşçi sınıfını bölmek, onu kafa işi bileşeninden ayrı
tutmak için yapay olarak beslenen bir
“çelişki”dir. Kapitalizmde üretkenlik
artı değer üretmek ve sermayenin çoğalmasına katkıda bulunmak bazında
ele alındığında üretken olmayan kol
işi, üretken olan kafa işi veya üretken
kol işi, üretken olmayan kafa işi de
görülür. Unutmamak gerekir ki, kapitalizm geliştikçe bireysel üretkenliği
ortadan kaldırır, onun yerini kolektif
üretkenlik alır ve bu kolektif üretkenlik içinde kol işi olduğu gibi kafa işi
de vardır. Ama Marks’ın dediği gibi
bunları “birbirinden ayırmak ve farklı insanlar arsında dağıtmak kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt
edici özelliğidir”.(9)
Gelişen kapitalizm üretken işin
kolektif niteliğini ön plana çıkartır; bu
bir kaçınılmazlıktır. Bu nedenle gelişen kapitalizm aynı zamanda üretken
çalışmanın kapsamının da genişlemesidir; üretken çalışmanın kapsamının
genişlemesi dolaylı veya dolaysız işçi
sınıfının kapsamının da genişlemesi
demektir. Nihayetinde gelişen kapitalizm bireysel işçinin üretimi yerine
kolektif işçinin üretimini koymak zorundadır; böylece gelişen kapitalizmde ürün, kolektif işçinin ürettiği toplumsal bir karakter kazanır.
Gelişen kapitalizmin, ürünleri, her
bir işçinin bireysel ürünü olmaktan
çıkartarak kolektif işçinin ürünü yapması koşullarında işçinin üretken olması için söz konusu ürünün üretimine bir biçimde katılması yeterlidir.(10)
Son kertede işçi sınıfının bileşim
ve kapsamını doğrudan ilgilendiren
başka bir yanılgı da ürünün maddesel olup olmamasıyla ilgilidir. Meta
üretimi dendiğinde akla hep maddesel olan, “elle tutulan, gözle görülen”
ürün gelir. Oysa bunun böyle olmadığını Marks’ın Kapital’inden, “Artı
Değer Üzerine Teoriler”inden bu yana bilmekteyiz. Kapitalizmde maddi
olan ürün ve maddi olmayan ürün ayrımı kaçınılmaz olarak beyaz yakalımavi yakalı ayrımını da beraberinde
[ 108 ]
Marksist Teori 6
getirmektedir. Böylece kapitalizmde
maddi değerlerin üretimi sektörleri ile
hizmet sektörü ve dolayısıyla buralarda çalışan işçiler karşı karşıya konmaktadır. Doğru olan, hangi alanda
çalışıyorsa çalışsın, ister maddi olan
meta üretsin, isterse de maddi olmayan meta üretsin, artı değer üreten ve
kapitalistin sermayesini çoğaltmak
için çalışan her işçi üretken işçidir. Bu
konuda Marks:
“Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak,
bir öğretmen, öğrencilerin kafaları
üzerinde iş harcamasının yanı sıra,
eğer okul sahibini zenginleştirmek
için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken
bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim
fabrikasına yatırmış olması hiç bir
şeyi değiştirmez”(11) diyor.
Buradan hareketle, bir bütün olarak hizmet sektörü üretken sektördür
sonucu çıkartılamaz. Hizmet sektörü
ayrıntılı olarak, bileşenlerine bölünerek ele alınması gereken bir sektördür.
Bu sektörde yapılan işin karakterine
göre, meta üreten alt sektörler olduğu
gibi meta üretmeyen alt sektörler de
vardır. Bu nedenle bu sektör, üretken
işçi ve üretken olmayan işçi kitlelerinin en yoğun ve en iç içe geçmiş olduğu sektördür.
Açık ki gelişen kapitalizm daha
önce meta üretimi kapsamı dışında
kalan alanları; kullanım değerlerini
meta üretimine dahil etmiştir; hizmet
sektörü sermayenin kendini değerlendirmesinde oldukça önemli bir alan
olmuştur.
Belirttiğimiz gibi bu sektörü bir
bütün olarak ele alamayız. Örneğin
bu alanda üretilen ürünün sermaye
veya gelirle değişilmesi, bu alanda
çalışanların farklı değerlendirilmesini
beraberinde getirir. Bu nedenle hizmet sektörünü başlı başına bir bölümde ele alacağız.
Kol işçisi, kafa işçisi yanılsamasını hizmet sektörü bağlamında da görmekteyiz. Kafa işçisine beyaz yakalı,
kol işçisine de mavi yakalı deniyor.
Kimin ne ile çalıştığını anımsatması bakımında bu ayrımın yapılması
pek sorunlu değil. Ama bu ayrımdan
hareketle kol işçisi maddi değerlerin
üretiminde (sanayide) çalışan işçidir,
kafa işçisi de hizmet sektöründe çalışan işçidir sonucuna varmak tamamen
yanlıştır. Maddi değerlerin üretiminde
kafa işi söz konusuyken, hizmet sektörünün birçok alanında da (temizlik,
posta, belediye, sağlık, ulaşım-posta)
kol işi söz konusudur.
Hizmet sektörü veya kol işi-kafa
işi bağlamında işçi sınıfının bileşenleri üzerinde oynayarak sınıfın kapsamını tamamen daraltan anlayışlar
olduğu gibi sermaye karşısında herkesi işçi gören anlayışlar da var. Yazının kapsamını genişleteceği için bu
konuya burada girmeyeceğiz. Yalnız
şu kadarını belirtmekle yetinelim: işçi sınıfını salt sanayi işçisiyle sınırlandırmak ne kadar yanlışsa, hizmet
sektörünün tamamını da işçi sınıfından saymak o kadar yanlıştır. İlki
işçi sınıfının kapsamını daraltıyor,
hizmet sektöründeki işçileri küçük
burjuva yapıyor, ikincisi de sınıfın
[ 109 ]
Marksist Teori 6
kapsamını sermaye karşısında herkese açıyor, neredeyse çalışan herkesi
işçi yapıyor.
İşçi sınıfını, iç sosyal yapısı bakımından da tasnif ederek hizmet sektörü çalışanlarından farklı yanlarını
gösterebiliriz. Engels, “İngiltere’de
Çalışan Sınıfın Durumu” yapıtında
şöyle der:
“Proletaryanın çeşitli seksiyonlarının incelenmesine (yarayan) sıralama, onun doğuşundan önceki tarihinden çıkmaktadır. İlk proleterler
endüstriye aittiler ve doğrudan onun
tarafından üretiliyorlardı: Sanayi işçileri... sanayi maddelerinin üretimi,
ham maddeler ve yardımcı maddeler
sanayin gelişmesiyle önem kazandılar
ve yeni bir proletaryanın doğmasına
neden oldular: Kömür ocaklarındaki ve madencilikteki işçiler. Sanayi,
üçüncü derecede tarımı etkilemektedir. ...Çeşitli işçilerin yetişmişlik derecesinin sanayi ile olan bağlamıyla
tam bir ilişki içinde olduğunu ve çıkarları hakkında sanayi işçilerinin
en çok, maden işçilerinin daha az ve
tarım işçilerinin en az aydınlatıldıklarını ... göreceğiz. Bu sıralamayı sanayi işçilerinde de bulacağız ve fabrika
işçilerinin, sanayi devriminin bu en
yaşlı çocuklarının, başından bugüne
kadar işçi hareketinin çekirdeği olduklarını göreceğiz”(12).
Burada işçi sınıfının sosyal yapısının, farklı sosyal katmanlarından oluştuğunu ve bu oluşumun nedenlerini
görüyoruz. Bu sınıfı, sınıf yapan ortak
özellikler, yukarıda bahsettiğimiz üç
özelliktir: a) üretim araçlarına sahip
olmamak, b) işgücünü satmak zorunda
olmak ve c) artı değer üretmek, artı değer üretimine katkıda bulunmak (kapitalistin sermayesini çoğaltmak).
Bu temel özellikleri taşıyan işçi
sınıfı, maddi değerlerin üretimi sektöründe üretim alanına göre de farklılaşıyor:
1-Sanayi proletaryası.
2-Maden proletaryası
3-Tarım proletaryası.
İşçi sınıfının sanayi, maden ve
tarım sektörlerine göre ayrılmasının
nedenini, kapitalizmin gelişmişlik
derecesinde aramak gerekir. Gelişen
kapitalizm, yeni sektörler ve alanlarda çalışan yeni işçi sınıfı bölüklerinin
oluşmasını koşullar.
Lenin’in dediği gibi, “safi proletaryanın yanı sıra, proleterlerden
yarı proletaryaya... doğru oldukça
çeşitli geçiş tipleri kütlesiyle çevrili
olmasaydı,... proletarya içinde de alt
tabakalar az veya çok gelişmiş tabakalar... olmasaydı, kapitalizm, kapitalizm olmazdı”(13).
Bunun anlamı şudur: İşçi sınıfının
belirtilen bu üç ana katmanı dışında
başka katmanları da vardır; ulaştırma,
nakliyat, hizmet, inşaat vs. sektörlerde çalışan işçiler.
Bu sektörlerin hepsinde artı değer
üretilmiyor. Ama bu, buralarda çalışanların ezici çoğunluğunun işçi olmadıkları anlamına gelmez.
Bir bütün olarak işçi sınıfını derinlemesine tasnif ettiğimizde şu alt
grupları görürüz:
1-Sanayi proletaryası (fabrika işçisi).
[ 110 ]
Marksist Teori 6
2-Maden proletaryası.
3-Tarım proletaryası.
4-İnşaat proletaryası.
5-Nakliyat, posta işlerinde çalışan
işçiler.
6-Ticaret (dolaşım) alanında çalışan işçiler
7-Sosyal hizmetlerde çalışan işçiler.
8-Yozlaşmış proletarya(14).
9-İşçi aristokrasisi.
10-İşsizler.
İşçi sınıfının belirttiğimiz bu derinlemesine tasnifini burada üretken
olan-olmayan işçiler olarak ayırırsak
şu sonuca varırız:
Sanayi, enerji, maden, tarım, inşaat, ulaştırma-komünikasyon sektörlerinde, ticaretin (dolaşımın) ve sosyal
hizmetlerin bir kısmında, eğitim, sanat, eğlence sektörlerinde çalışan işçiler, üretken işçilerdir; ya doğrudan
artı değer üretiyorlardır ya da kapitalistin sermayesini çoğaltıyorlardır.
Şimdi bu sektörlerin tartışmalı
olan bazılarını biraz açalım.
Ulaştırma ve
komünikasyon işlerinde
çalışan işçiler
Maddi ve maddi olmayan ürünlerin taşınmasından, bir yerden başka
bir yere nakledilmesinden dolayı ürün
miktarında bir değişme olmaz, ama bu
taşıma işi de gerçekleşmezse, o metanın üretimi de tamamlanmış olmaz. Bu
nedenle burada söz konusu olan, meta
üretiminin tamamlanması için kaçınılmaz olan nakliyattır. Böylece nakliyat
meta üretim sürecinin zorunlu bir par-
çası olur ve bu alandaki harcama, metanın fiyatını doğrudan etkiler.
Belirttiğimiz bu özelliğinden dolayı ulaştırma-komünikasyon sektörü
(veya sanayi) maddi üretimin, sanayi,
maden ve tarım dışında yeni bir alanını oluşturur.
Aynen maddi değerlerin üretimi
alanlarında olduğu gibi ulaştırma-komünikasyon sektöründe de değişmeyen sermayenin yıpranma payı meta
maliyetine yansır (nakliyat araçları,
komünikasyon araçları vb.). Bunun
ötesinde bu sektörde kullanılan değişken sermaye (işgücü) ve yaratılan
artı değer de üretim maliyetinin öğelerini oluştururlar. Nihayetinde bütün
bunlar bir metanın A noktasından B
noktasına taşındığında onun üretiminin, B noktasında A noktasına nazaran daha yüksek bir maliyet ve fiyatla
tamamlanmış olduğunu gösterir.
Marks, Artı Değer Üzerine
Teoriler’de, “gerçi bu durumda
gerçek emek, gerisinde, kullanım
değerinde herhangi bir iz bırakmamıştır ama, gene de bu maddi ürünün değişim değerinde somutlaşır
ve maddi üretimin öteki alanları
gibi bu sanayi dalında da emek,
kullanım değerinde görülebilir bir
iz bırakmamakla birlikte, metanın
içinde yerini alır” der(15).
Bu alanla ilgili olarak belirtilmesi
gereken bir nokta da şudur: Ulaştırma
sektörü sadece meta taşımıyor, insanları da taşıyor. İnsanlar ise meta değil. Dolayısıyla ulaştırma sektörünün
bu özelliği göz önünde tutulmalıdır.
Metaların taşınması, üretimin devamı
[ 111 ]
Marksist Teori 6
iken, insanların taşınması kapitalistin,
sermayesini çoğaltmak için sunduğu
bir hizmettir. Burada taşınan konumunda olan insan, kapitalistin sunduğu taşıma hizmetini satın alan konumundadır. Bu hizmeti satın almakla
da kapitalistin sermayesini çoğaltmış
olur. Bu konuda Marks şöyle der:
“İnsan ya da eşya taşınmış olsun,
sonuç bunların bulundukları yerdeki
değişimdir. Söz gelişi iplik, şimdi, üretildiği İngiltere yerine Hindistan’da
olabilir.
Bununla birlikte, ulaştırma sanayinin sattığı şey, yer değiştirmedir.
Yararlı etki, ulaştırma süreci ile, yani
ulaştırma sanayinin üretken süreci ile
sımsıkı bağlıdır. İnsan ve eşya, ulaştırma araçlarıyla birlikte yolculuk
ederler ve bu yolculuk, bu hareket,
İşçi sınıfının
sanayi, maden
ve tarım sektörlerine
göre ayrılmasının
nedenini,
kapitalizmin
gelişmişlik derecesinde
aramak gerekir.
Gelişen kapitalizm,
yeni sektörler ve
alanlarda çalışan
yeni işçi sınıfı
bölüklerinin
oluşmasını
koşullar.
bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim
sürecini oluşturur. Bu yararlı etki, ancak bu üretim süreci sırasında tüketilebilir. Bu süreçten farklı, yararlı bir
şey gibi bir varlığa sahip değildir. Bu
süreçten farklı bir yararlılık, bir ticaret malı gibi işlev yapmayan bir kullanım şeyi olarak var olmaz ve üretilene
kadar bir meta olarak dolaşmaz.
Ama bu yararlı etkinin değişim
değeri, herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim ögelerinin
(emek gücü ile üretim aracı) değeri
ve ulaştırma işinde çalıştırılan emekçilerin artı emeğinin yarattığı artı değerin toplamı ile belirlenir. Bu yararlı
etki de, diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tabidir. Eğer bireysel
olarak tüketilirse, değeri, tüketimi sırasında ortadan kaybolur; yok eğer,
taşınan metaların üretiminde kendisi
de bir aşama oluşturacak bir biçimde, üretken biçimde tüketilirse, onun
değeri de, ek bir değer gibi metaya
geçmiş olur”(16).
Demek oluyor ki, bir yolcunun A
noktasından B noktasına taşınmasında
ortaya çıkan tüketim değeri, o yolcu
tarafından bireysel olarak tüketilirse,
bu bir hizmet tüketimidir ve B noktasına varıldığında bu tüketim kaybolur.
Ama A noktasından B noktasına taşımadan kaynaklanan “yararlı etki”,
taşınan metaların üretiminin devamı
için -meta üretiminin tamamlanması
için- kaçınılmaz bir aşamaysa bu durumda söz konusu “yararlı etki” üretken olarak tüketiliyor demektir. Bu da
metanın değerine eklenen bir ek değişim değerdir.
[ 112 ]
Marksist Teori 6
Kapitalizmde doğrudan doğruya veya artı değer üretmeyen “alt
işlev”liler olmaksızın üretim yapmak
imkansızdır. Yapılsa da bu, bireysel
üretimdir, kapitalist üretim biçimini
ifade etmez.
Gelişen kapitalizm,
yeni mesleklerin
doğmasına da
neden olur: “Aynen başlangıçta sermayesinin
gerçek anlamda kapitalist üretime
başlayabileceği asgari miktara ulaştığı anda kapitalistin elini fiilen işten
çekmesi gibi, şimdi de, işçilerin ve
işçi gruplarının doğrudan doğruya
ve devamlı denetimini özel bir ücretli
işçiler türüne bırakır. Bir kapitalistin
komutası altında sanayi işçilerinden
kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi,
subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) gereksimin
duyar. Ve bunlar, çalışma sürecinde
kapitalist adına (bu orduya) komuta
ederler. Denetim (gözetim, çn.) işi,
bunların yegane işlevi olarak yerleşir.”(25) Buradaki subaylar, yani müdürler,
yöneticiler, ücretlilerdir. Ücretlilerin
bir kesimini oluşturmalarına rağmen,
işçi sınıfına yakın olan veya işçi sınıfının bileşenlerinden olan ücretliler değildirler. Buna karşın astsubay
kategorisinde olanlar, her ne kadar,
bir işçiye nazaran daha fazla ücret alsalar da, doğrudan üretim sürecinde
yer almasalar da, sınıfsal konumları
bakımından, ya işçi sınıfının bir bile-
şenidirler ya da ona sınıfsal olarak en
yakın olanlardır. Kapitalizmin, doğrudan reel üretim dışında ortaya çıkardığı meslek
grupları, genel anlamda hizmet sektörü olarak tanımlanıyor. Bu sektör, kapitalizmin gelişmesine, bilimsel-teknik devrimin kazanımlarının üretim
sürecinde kullanılmasına, yani teknolojinin üretimde kullanılmasına paralel olarak giderek kapsamlaşmıştır.
İşçilerin ve ücretlilerin sosyal
durumları giderek birbirine yakınlaşıyor. Teknoloji, kapitalist yeniden
üretim sürecinin koşullarına uygun
örgütlenmesinin ekonominin ve burjuva devletin yapısında meydana getirdiği değişimler, ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarında kapsamlı
ve derinlemesine değişimlere neden
olmuştur. Bu değişimlerden en çok
ücretlilerin alt kesimleri; işçi sınıfının
bileşeni olanları ve ona en yakın olanları etkilenmişlerdir. Bu değişimler,
ücretlilerin, özellikle alt kesimlerinin
proletaryaya yakınlaşmasında; kendi
sınıfsal konumları üzerine bilinçlenmesinde; en azından sermaye-sömürü, sermaye-çalışma ilişkileri konusunda bilinçlenmelerinde belirleyici
olmuşlardır. Çıplak yaşam, ekonomik
durum, memur olmanın, ücretli olmanın, bir zamanlar geçerli olan imtiyazlı olma durumuna son veriyor.
Bir zamanlar memur olmakla, ücretli
olmakla elde edilen, görece de olsa iş
garantisi bugün geçerli değil. Bunun
en güncel örneğini devletin küçültülmesi adı altında IMF’nin dayatmasıyla binlerce ücretlinin sokağa atılması
[ 113 ]
Marksist Teori 6
oluşturmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesi olmasa dahi, teknoloji
kullanımıyla rasyonelleşmeye gidiliyor ve binlerce ücretli, memur sokağa
atılıyor. Böylece sosyal güvensizlik,
işsizlik gibi kavramlar, memurlar arasında da anlam kazanıyor.
Hizmet sektöründe
çalışan işçiler
Aslında sorun çok basit. Buraya
kadarki açıklamalardan şu sonucu
çıkartabiliriz: Sermaye karşılığında
değiştirilen işgücü (yanlış tanımlamayla ifade edersek emek) üretken
olandır, ama gelir karşılığında harcanan işgücü ise üretken değildir.
Marks, bu konudaki görüşünü A.
Smith’in aynı konuya ilişkin açıklamaları vesilesiyle formüle etmiştir.
Marks, onun sermaye karşılığı harcanan işgücünün üretken, gelir karşılığı harcanan işgücünün üretken olmayan ayrımını doğru bulur ve şöyle
der:“burada üretken emek, kapitalist
üretim açısından tanımlanıyor ve
A. Smith bu konuda işin tam özüne
dokunuyor, tam on ikiden vuruyor.
Üretken emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel
başarılarından biridir.”(26)
Marks, Smith’in, kendini maddi
bir metada somutlaştıran “emek” ve
maddi olmayan metada somutlaştıran
“emek” olarak ayrımla, üretken ve
üretken olmayan “emek” tanımlamasını yanlış bulur ve şöyle der: “esas
itibariyle hizmet, emeğin özel kullanım değerinin kendisini bir nesnede
değil, yararlı bir etkinlik biçiminde
ifade etmesidir.”(27)
Marks’ın bu değerlendirmesinden
anlaşılacağı gibi, hizmet sektöründe
işgücü harcaması, toptancı bir değerlendirmeyle üretkendir denemez.
Esas olan şudur: hizmet sektöründe
sermaye karşılığında çalışan; artı değer üreten veya sermayenin çoğalmasına hizmet eden bütün işçiler üretkendir. Buna karşın gelir karşılığında
çalışan (ister kapitalistin gelirinden,
devletin bütçesinden veya işçinin gelirinden ödensin); artı değer üretmeyen, sermayenin çoğalmasına hizmet
etmeyen, ama bir biçimde bir hizmet
karşılığı değişilen işgücü, dolayısıyla
bu işgücü harcaması yapan işçi üretken işçi değildir.
Şöyle düşünelim: İster kapitalist
olsun, isterse de işçi olsun, satın alınan hizmet bireysel tüketime hizmet
ediyorsa, orada kapitalist bir ilişki
yoktur. Burada satın alınan hizmet,
artı değer üretmediği için üretken değildir. Ama satın alınan hizmet, başkalarına satılıyorsa orada durum değişir. Bu durumda kapitalist, örneğin
müzisyenin müzik hizmetini kişisel
olarak tüketmiyor, başkalarına satıyor
(konser vs.) ve böylece sermayesini
çoğaltıyor.
Burada ayırt edici nokta, işgücü
ve bu işgücünden kaynaklı ürünün
değişim biçiminin nasıl olduğu sorusuna verilecek cevaptır. Sermaye
karşılığı mı yoksa gelir karşılığı mı
ödeme yapılıyor olduğudur. Burada
kayıtsız kalmak, ayrım yapmamak,
üretim biçimleri arasında ayrım yap-
[ 114 ]
Marksist Teori 6
mamak anlamına gelir. Bu ayrımın
ne denli önemli olduğunu Marks’ın
şu sözlerinden anlıyoruz: “Palto
paltodur. Ama onu birinci değişim
biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist
üretim ve modern burjuva toplum
vardır; ikincisinde ise, asyatik ilişkilere ya da ortaçağ ilişkilerine vb. ile
uygun düşen bir zanaatçı biçimi vardır. Ve bu biçimler, maddi zenginliğin
kendisi için de belirleyicidir.”(30)
Marks’ın palto üretiminden çıkartılması gereken sonucu somutlaştıralım: Palto iki üretim ilişkisi
içinde üretilebilir. Palto, kapitalistin
fabrikasında üretilebileceği gibi, eve
çağrılan bir terzi tarafından da üretilebilir. Her iki durumda da palto
üretiliyor, ama farklı üretim ilişkileri içinde üretiliyor. Birinci durumda
terzi, kapitalist karşısında işgücünü
belli bir miktar üzerinden, diyelim
ki günde 10 saatliğine satan işçidir.
Doğrudan artı değer üretmektedir,
üretken bir işçidir. Kapitalist, işçi-terzinin 10 saat içinde ürettiği
palto-metayı pazarda satarak, meta
sermayesini çoğalmış olarak para
sermayeye dönüştürür.
İkinci durumda ise terzi-işçi üretken değildir. Diyelim ki aynı kapitalistin evine giderek ona bir palto
dikmesi, aralarında sermaye-“emek”
ilişkisi olduğunu göstermez. Tam
tersine aralarında kapitalistin bireysel tüketimini ifade eden ve karşılığının sermaye ile değil de, gelir ile
ödenen bir ilişki vardır; yani burada
sermayeye dönüşmeyen bir işgücü
harcaması söz konusudur. Bu durum-
da kapitalistin terziye yaptığı ödeme,
kapitaliste sermaye olarak geri dönmemekte ve kullanım değeri olarak
tüketilmiş olmaktadır.
“Hizmetkarlar sınıfı”nın,
ev hizmetçilerinin
durumu
Ev hizmetçilerinin durumu da genel anlamda hizmet sektörünün bazı
alanlarında olduğu gibi, kapitalizmin
tarihsel gelişme süreci içinde ele alınması gerekir. Marks’ın ev hizmetçileri için “küçük burjuva” değerlendirme
yapması nasıl bir gerçeklikse, bu kesimin giderek işçi sınıfının bir parçası olması da bir gerçekliktir. Burada
söz konusu olan, hizmeti satanla satın
alan arasındaki ilişkide hizmetin gelir
karşılığı satın alınmasıydı. Bu kısmen hala böyledir. Ama gelişen kapitalizm sürecinde bu alanda çalışanlar
-hizmet satanlar- kapitalizmin ücretli
çalışma örgütlenmesinin dışında kalamamışlar ve üretken işçi konumunda
olmasalar da işçi sınıfının bir parçasını oluşturmuşlardır.
Bu tarihsel gelişmeyle bu alanda
hizmet satanlarının durumundaki değişimi Marks şöyle anlatır:
“Nihayet, büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim
alanlarında işgücünün daha geniş
ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle
elele vererek, işçi sınıfının büyük bir
kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasını ve böylece eskiden
ev işlerini yapan kölelerin şimdi de,
erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi
adlar altında bir hizmetkârlar sınıfı
[ 115 ]
Marksist Teori 6
olarak tekrar ortaya çıkmasına izin
vermiş olur”(31).
Kapitalizmin ilk aşamalarındaki
hizmet işleriyle bugünkü aşamasındaki hizmet işleri arasında bunların
nasıl örgütlendiği bakımından devasa farklar vardır. Eski dönemde bu
işlerin kapitalist ilişkiler içinde örgütlenmemiş olması genel geçerli bir
durumu ifade ediyordu. Marks’ın bu
konudaki değerlendirmesi de bu tarihsel gerçekliği yansıtıyor. Şimdi ise bu
hizmet işleri (eğitim, ev temizliği, çocuk bakımı, eğlence, sportif faaliyetler, sağlık, turizm vb.) bu hizmetleri
sermayeye çeviren şirketler, kapitalist
kuruluşlar tarafından örgütlenmektedir. Bütün bu alanlar pazarda alınıp
satılır olmuştur. Bu nedenle bu alanda
çalışanların giderek önemli bir kısmı
doğrudan sermaye ile karşı karşıya
olduğu için üretken işçi konumundalar. Ama buna rağmen hala doğrudan
sermaye ile değil de gelir ile ödenen
kısmı da önemli bir ağırlığa sahiptir.
Bunlar da işçi sınıfının üretken olmayan kesimini oluşturur.
“Ayrıca, hizmetkarlar sınıfı, atıl
kapitalistlerin doğrudan ücretli işçileri efendilerinden...”(32) “Sermayeden değil de gelirden yaşayan hizmetkar sınıfının (bu) kısmı. Bu hizmetkar
sınıfı ile çalışan sınıf arasında önemli
bir fark vardır.”(33)
Artık bu ayrımın günümüzde pek
anlamı kalmamıştır, en fazlasıyla
üretken işçi-üretken olmayan işçi ayrımı bakımından bir anlamı vardır.
Hizmet sektörünün bu alanında çalışanlar eski dönemde sahip oldukları
görece bağımsızlık koşullarına artık
sahip değiller. Aldıkları ücret -hizmeti
satın alanın gelirinden verdiği ücretkapitalist tarzda örgütlenmektedir;
piyasa tarafından belirlenmektedir.
Piyasa da ise örneğin yüzlerce, binlerce temizlik işçisini çalıştıran şirketler
bu alandaki ücreti belirlemektedirler.
Açık ki burada doğrudan bir sömürü
ilişkisi olmasa da, kapitalist sistemin
sömürü ağı bu alanda çalışanları da
kendi girdabına çekmektedir.
Bu konuda Marks şu örneği vermektedir: “Gündelikçi terzinin harcadığı iş (gücü) miktarı, benden aldığı
fiyatın içerdiğinden daha büyük olabilir. Ve hatta bu büyük olasılıktır, çünkü
onun işgücünün fiyatı, üretken terzinin
elde ettiği fiyatla belirlenir.” (34)
Açık ki, “bağımsız” hizmet satanların bu hizmetleri karşılığında aldıkları miktar, piyasa koşulları; kapitalist
ilişkiler tarafından belirlenmektedir.
Burada bireysel çalışan terzinin bu
hizmetini sattığı kişiyle artı değer
üretimi temelinde bir çelişkisi yok,
ama aldıkları miktarı belirlediği için
sistemin kendisiyle; bir bütün olarak
kapitalist sistemle, bu sömürü düzeniyle çelişkileri var.
Sonuç itibariyle bunlar, ücrete
bağımlı hizmetçi sınıfıdır ve işçi sınıfının bir parçasını oluştururlar. Burada üretken olmayanlara zenginlerin
ev işlerini yapanlar, yavukluları vb.
dahildir. Bunlar kapitalistlerin gelirlerinden ücretlendirilirler ve bütün
işleri, kapitalistlere yaşamlarını kolaylaştırmaktan ve “tatlandırmak”tan
ibarettir. Bu kategoriye dahil olanların
[ 116 ]
Marksist Teori 6
bütün ücretli işçilerle ortak noktaları,
hepsinin kendi çalışmalarıyla yaşam
sürdürüyor olmalarıdır. Ama bunların
aldıkları ücret, sermayenin bir kısmı
değildir ve bu anlamda da kapitalistin
sermayesini çoğaltmak için yapılan
bir harcama (yatırım) değildir. Ücretler, kapitalistlerin tüketim fonunun bir
kalemini oluşturur.
Hizmet sektöründe durumun ne
denli karmaşık olduğunu göstermek
için Marks’tan birkaç örnek daha verelim:
Müzisyen örneği:
“Örneğin, bir şarkıcının hizmeti,
benim estetik gereksinimimi giderir;
ama hazzını tattığım şey, şarkıcıdan
ayrılmayan bir etkinlik içinde var
olur ve emeği (iş gücü harcaması, çn),
şarkı söylemesi sona erdiği anda benim haz almam da sona erer.”(35)
Farklı hizmetler
ve kapitalizm
“Maddi olmayan üretim, salt değişim için gerçekleştirildiği, yani meta
ürettiği zaman bile iki türlü olabilir:
1. Üreticilerden ve tüketicilerden
bağımsız ve ayrı bir biçime sahip olabilen metalarda, kullanım değerlerinde ortaya çıkabilir; bu metalar, üretim
ile tüketim arasındaki süre boyunca
var olur ve bu süre içinde, kitaplar,
resimler gibi satımlık metalar olarak,
tek sözcükle, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen tüm sanat
ürünleri olarak dolaşımda kalabilir.
Burada kapitalist üretim çok sınırlı
bir çerçevede söz konusudur: Örneğin ortak bir yapıtın -diyelim ki bir
ansiklopedinin- yazarı, başka kişileri
kiralık yazarlar olarak kullandığı zaman. Bu alanda, çoğu kez, kapitalist
üretime bir geçiş biçimi geçerli olur;
o biçim çerçevesinde çeşitli biçimsel
ya da sanatsal üreticiler, zanaatçılar
ya da uzmanlar, kitap ticaretinin ortak ticari sermayesi için çalışırlar- bu
ilişkinin asıl kapitalist üretim tarzı ile
bir ilişkisi yoktur ve hatta biçimsel
olarak bile henüz kapitalist üretimin
egemenliği altına alınmış değildir. Bu
ara geçiş biçimlerinde emek (işgücü,
çn) sömürüsünün en üst noktasında
oluşu gerçeği bu durumu hiçbir biçimde değiştirmez.
2. Ürün, üretim eyleminden ayrılmaz -tüm gösteri sanatçıları, konferansçılar, aktörler, öğretmenler, doktorlar, rahipler vb. için durum budur.
Burada da kapitalist üretim tarzıyla
ancak sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılır ve bu etkinliğin doğası gereği, pek az alanda uygulanabilir.”(36)
Yazarın üretken işçi olması:
“Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde
değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde
ya da bir kapitalistin ücretli işçisiyse
üretken işçidir.”(37)
Eğitim kurumlarında üretkenlik
durumu:
Örneğin eğitim kurumlarındaki
öğretmenler, kurum girişimcisi için
yalnızca birer ücretli işçi olabilirler...
Gerçi öğrenciler söz konusu olunca,
bu öğretmenler üretken işçi değildirler; ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda üretken işçidirler. O,
kendi sermayesini onların işgücüyle
[ 117 ]
Marksist Teori 6
değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence
yerleri vb. için de durum aynıdır. Bu
durumlarda, aktör, kamu karşısında
bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken
işçidir. Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tü-
mü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir.”(38)
Marks döneminde toplumsal önemi olmayan bu alanların günümüzde
ne denli geliştiği, tamamen sermayeye açılmış olduğu herhalde tartışma
gerektirmeyen bir gerçekliktir.
Kaynaklar:
(Ayrıca belirtilmediyse sayfa numaraları Almancasına göredir)
1)“Modern sanayi, (K. Marks, Kapital, C.1, METE; C. 23, s. 510-511).
2) “Ama bir yandan şimdi işteki
çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa
şeklinde ve her yerde direnmeyle yüzyüze
gelen doğal bir yasanın gözü kapalı
yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte
yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası
olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi
zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin,
bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde
gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini
bu yasanının normal olarak işlemesine
uydurmak, toplum için bir ölüm kalım
sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte,
toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve
aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir parça-birey haline gelen bugünün
parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere
yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi
karşılamaya hazır ve yerine getirdiği
çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal
ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey
olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş
bir bireyi koymayı, bir ölüm kalım sorunu
halinde zorlamaktadır“ (K. Marks, Kapital, C. 1, METE; C. 23, s. 511-512).
3)METE; C. 4, s. 462 (dipnot) (MarksEngels; Komünist Manifesto).
4) Marks; Kapital, C. 1, METE; C. 23,
s. 642 (dipnot).
5) K. Marks, Kapital I, METE, C. 23,
s. 532.
6)“Yalnız, kapitalist üretim biçimini
kesin biçim olarak -ve dolayısıyla, sonsuza dek doğal üretim biçimi olarak- gören
burjuva darkafalılığı, sermaye açısından
üretken iş nedir sorusunu, genelde hangi işin üretken olduğu ya da üretken işin
genel olarak ne olduğu sorusuyla karıştırır ve sonuçta, herhangi bir şey üreten,
herhangi bir sonuç yaratan işin bu gerçek
çerçevesinde üretken olduğu yanıtını vererek ne kadar akıllı olduğunu düşünür.
Sadece, doğrudan sermayeye dönüştürülebilen iş üretkendir... Yani artı değer
üreten ya da sermayeye artı değer üretimi
için etmen olarak hizmet eden ve böylece
kendini sermaye olarak, kendini genişleten değer olarak ortaya koyan iş” (K.
Marks; Art Değer Üzerine Teoriler , C. 1,
METE; C. 26/1, s. 368/369).
7) K. Marks, Kapital I, METE; C. 23,
s. 532.
[ 118 ]
Marksist Teori 6
8)Bunlar hakkında Marks şöyle der:
“Manüfaktür döneminin tersine, bundan böyle iş bölümü, mümkün olan her
yerde, kadınların, her yaştan çocukların,
vasıfsız işçilerin çalıştırılmalarına, yani
İngiltere’de karakteristik bir deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle, ucuz emeğe
(işgücüne, çn) dayanır.
Bu, yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim kolları için
değil, ister çalışan kimselerin evlerinde,
ister küçük iş yerlerinde yapılsın, ev sanayileri denilen üretim biçimleri için de
geçerliydi. Modern denilen bu ev sanayinin, bağımsız kent elzanaatlarını, bağımsız köylü tarım işletmelerini ve her şeyden
önce de, işçi ile ailesinin içinde yaşadığı
bir evin varlığını ön koşul olarak gerektiren eski tarz ev sanayi ile ad benzerliği
dışında ortak bir yanı yoktur. Bu eski tarz
sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün
ya da eşya deposunun, bir dış bölümü
halini almıştır. Sermaye, tek bir yerde de
geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan doğruya komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve
elzanaatçılarından başka, şimdi, gözle
görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da
harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayii işçileridir“ (K. Marks; Kapital I; METE; C.
23, s. 485/486).
9) “Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini -ya da
bunlardan birinin daha hakim olduğu
emek türlerini- birbirinden ayırmak ve
farklı insanlar arasında dağıtmak, kapitalist üretim biçiminin gerçekten ayırt
edici özelliğidir. Ancak bu maddi ürünün,
bu insanların ortak ürünü olmasını ya
da maddi zenginlik içinde yer alan ortak
ürünleri olmasını önlemez., o insanların,
sermayenin ücretli işçisi olma ilişkisini ve
öncelikli anlamında, sermayenin üretken
işçisi olma ilişkilerini ne ölçüde engeller
ya da değiştirirse, ancak o kadar. Tüm bu
insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar,
üstelik emeklerini doğrudan, sermaye
olan parayla değişirler ve dolayısıyla,
ücretlerine ek olarak kapitalist için bir
artı-değeri yeniden üretirler. Emekleri,
ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir” (Marks, Artı-Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 387).
10) ”Çalışma süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı işçi,
sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri
kendisinde birleştirir. Kişi, doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o
kişiyi yalnız kendisi denetliyor demektir.
Daha sonra başkalarının denetimi altına
girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete
geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi, çalışma süreci
de el işini kafa işi ile birleştirir. Sonraları
bunlar birbirlerinden ayrılırlar, hatta can
düşmanı olurlar. Ürün, bireyin doğrudan
ürünü olmaktan çıkar ve kolektif işçinin
ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri,
iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da
çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Çalışma
sürecinin bu ortaklaşa ... niteliği, gitgide
daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu
sonucu olarak, bizdeki, üretken iş ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik
kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak
için artık el ile çalışmanız da gerekmez,
kolektif işçinin bir parçası olmanız, onun
yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir. Üretken işin
yukarıda verilen ilk tanımı, yani maddi
nesnelerin üretiminin asıl niteliğinden
çıkartılan tanımı, bütünüyle alındığında,
[ 119 ]
Marksist Teori 6
kolektif işçi için de hâlâ doğrudur. Ama
onu oluşturan üyeler teker teker alındığında artık geçerliğini yitirir“(K. Marks,
Kapital I, METE 23, s. 531/532).
11) K. Marks, Kapital I, METE 23,
s. 532.
12) Engels; İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu, METE; C. 2, s. 253.
13) Lenin; ‘Sol’ Radikalizm, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, C. 31, s.
60.
14) Bkz.: Lenin; Emperyalizm..., C.
22, s. 198.
15) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 388.
16) K. Marks; Kapital, C II, METE;
C. 24, s. 60.
17) Marks; Kapital, C. III, METE; C.
25, s. 304/305.
18) Agk., s. 311.
19) Agk., s. 303/304.
20) Marks; Kapital, C. II, METE; C.
24, s. 133/134.
21) Agk., s. 134.
22) Marks; Kapital, C. III, METE; C.
25, s. 312.
23) Marks; Kapital, C. 1; METE; C.
23, s. 531/532.
24) Agk., s. 532.
25) Agk., s. 351.
26) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127.
27) K. Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 72/73,
1069 Frankfurt -Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları).
28) K. Marks; Resultate des unmittelbaren Produktionsprozesses, s. 66/67,
1069 Frankfurt -Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları).
29) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 127.
30) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C. 26/1, s. 268.
31) K. Marks; Kapital, C. I, METE;
C. 23, s. 469.
32) K. Marks; Kapital, C. II, METE;
C. 24, s. 481.
33) K. Marks; Grundrisse der Kritik
der politischen Ökonomie, Berlin 1953, s.
305.
34) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C. 1, METE; C: 26/1, s. 377/378.
35) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 380.
36) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. s. 385/386. Türk.
383/384.
37) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 128.
38) K. Marks; Artı Değer Üzerine Teoriler, C.1, METE; C. 26/1, s. 386.
[ 120 ]