İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
Transkript
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) GİRİŞ Marx "başkalarını ezen halkın kendisi özgür olamaz" der. Bugünkü emperyalizm altında ileri ülkeler proletaryasının başına gelen de budur. Bugün bütün uygar kapitalist ülkelerde komünizme karşı sosyalizmi, sosyal-demokrasiyi, yani sömürgeci soygunla uzlaşmayı tutan halk, aynı zamanda kendisinin işletilip soyulmasını, yani sömürgeler gibi anavatanı da ezen şu köhne bir kabuk haline gelmiş kapitalist ilişkileri ve burjuvazinin her gün biraz daha zorba ve şiddetli egemenlik ve saltanatım, kendi başına bir süre daha bela etmekten başka bir şey yapmıyor. Sömürge, yarı-sömürge, bağımlı ülkeler adını başka ülkelerden çalman fazla kârdan bir kemik parçası uman halklar, kendi kulluklarını efendiliğe benzeten, "hizmetçi" kullanan Doğu miriyvoları gibi, köleleşmenin derin çukurunda biraz daha bocalamaktan ileriye geçemiyorlar, çünkü köleleştirme sisteminin olası gediklerini kapatmış, yırtıklarını yamamış oluyorlar. Türkiye'de yabancı ve ezilen bir ulus var mıdır? "Tarih devrimcileri"ne sorarsanız, adem evlâdı içinde bütün uygarlıkları yaratan uluslar, tıpkı Adem'in oğullan gibi bir asıldandır: Türk! Kuzey yönünden Alp dağlarına, Grönland'dan Antil adalarına kadar bütün dünya Türktür. Fakat gözümüz önündeki sistemiyle mistik ideo-emperyalizm şakasını yeterli görerek işin somut gerçekliğine bakarsak, oldukça burjuva ve burjuva aydını kellesinin kelini kaşım kaşım kaşındıracak bir bambaşkalıkla karşılaşmamak olanaklı değildir. Nasıl, dünyadan geçtik, şu kayıtlı 10 milyon, nüfus sayımınca 13,5 milyon nüfuslu Türkiye'cikte bile mi, başka uluslar var? Bu küçük-burjuva kendinden geçişini afakandan öldürecek olan böyle bir olasılık, kışkırtabileceği her türlü isteri krizlerine karşın, bir olasılık değil, canlı bir gerçekliktir. Ve zaten Çankaya Köşkü ile Yıldız Sarayı arasında, patırtılı ve teatral bir med-cezirle yalpa vuran dünyayı saran son Türkçülük keşif ve teorileri, bu gerçeğin manevi iç zembereklerinden boşandırdığı Hegelyanist tepesi taklak bir itiraf cezbesinden başka bir şey midir? Ara sıra gazetelerde okursunuz. Bir özel muhabir, Giresun'un ötesindeki halkın Laz değil Türk olduğunu kanıtlamış olmak için Lazlığa şöyle bir pat atar: "Esasen mert (Aman Fransızlar duymasın!) cesur, doğuştan zeki, yetenekli, yurtsever, konuksever olan Lazlarm Türklerden tek farkları, özel 1[1] bir dilleri olmasından ibarettir." Ya da "dil devrimi"ne ilişkin şöyle bir "hükm-i karakuşi" gözümüze çarpar: "Dörtyol'da Türkçe'den başka bir dil konuşmayacak: Dörtyol-Özel: Kaymakamlık tarafından genel yerlerde Türkçe'den başka bir dili konuşanlar hakkında şiddetli kovuşturma yapılarak ağır cezalar verileceği tellâllarla ilan edildi."[2] Kimbilir hangi matmazelden yüz bulamayan bir burjuva züppesinin aşk intikamı kadar farfara ve ömürsüz doğup ölen "vatandaş Türkçe konuş!" naralarını andıran bu tür sözde gerçekler, Türkiye’mizin kuzeyini, güneyini, doğusunu ve batısını saran gerçekliklere karşı sıkılmış "yurtsever" kuburlardan başka bir şey midir? Fakat biz bunları ve buna benzer olay lan, aşağı yukarı tüm Balkan-lar'da ortak olan ünlü "azınlıklar" çıbanı varsayarak geçeceğiz. Konumuz, devrim strateji ve ilişkilerinde Önemli bir yayılım açacak olan geniş, çalışkan, ezilen kitlelerdir. Bu nitelikte ezilen yığınlar Türkiye'de var mıdır? Evet, bu yığınların herkes anlamasın diye belirsiz ve esrarengiz ve anonim bir adı vardır: Doğu ya da Doğu illeri! Bu öyle karanlık bir tanımdır ki, Cumhuriyet burjuvazisi bugün ona istediği anlamı verir, onun beğendiği biçimlerde sunar; ve kimse ne Kemalizmin ne demek istediğini, ne denilmek istenenin ne olduğunu bir türlü anlayamaz. Fakat biz ne anonim şirketler Kemalizmiyiz, ne esrara inanan küçük-burjuva aydınıyız. Onun için bu anonim esrar perdesini kaldırarak altında gözlenen "meduza başı"nı görmekten kılımız kımıldamaz. Ve eğer Le-nin'in deyimiyle "Joli Marksistler" -yani burjuvazinin hoşafına giden "Marksistler"- olarak kalmak istemiyorsak, bu sorunu olduğu gibi koymaya, "anonim esrar perdesi" altındaki somut maddeyi, adıyla sanıyla çağırmaya zorunluyuz: Türkiye'deki Doğu sorunu ve Doğu illeri nesnesi bir milliyet davasıdırl Evet, Türkiye iç ve dış ilişkilerinde ve siyasetinde olduğu gibi, içeride ve dışarıda görünüşünde de "diyalektik" bir ülkedir. Şöyle ki, dışa karşı bağımlı durumundan kurtulamayan kapitalizm Türkiyesi, içe karşı ceber-rutlu, eski deyimle "müseltan ve mefnehum" bir süzerendir. Ünlü izafiyet teorisinin Türkiye'nin sosyal bünyesinde ortaya çıkışı yadırganmamalıdır: 1- Türkiye'nin kendisi, Doğunun su götürmez ezilen "ulus"lanndan biridir. Buna inanmayan ve bunu bilmeyen kalmamıştır. Fakat: 1. 2. 2- Türkiye kendi içinde, örtbas edilemez bir, Doğunun ezen ulusudur. Buna inanan ve bunu bilense, sanıldığından pek azdır. Daha doğrusu bu ikinci şıkkı bilenler, belki yalnız mistik Kemalizmin kendisiyle, bir de özellikle "arabayı çeken" ve "bunu taşıyanlardır. îşin kaçmaya, iyiye yormaya gelir yanını kuyruk yalayıcılar bol bol arayabilirler. Bu olanın ciddiliğini biraz daha belirginleştirmekten başka şeye yaramaz. Dünyada Türkiye, Doğu ile Batıyı birbirinden ayıran boğaz ya da bağlayan köprüdür. Bu durumundan esin aldığı için mi nedir, Türkiye içinde bulunduğu emperyalist dünyaya pek benzer. Dünyanın yer yer ikiye bölünüşlerinden biri de, oldukça anlamsız olmakla birlikte, dört yöne göre bölünüşüdür. Herkesin ağzında dolaşır, yeryüzünde Doğu ve Batı diye iki zıt kutup var. Bunun gibi, bundan daha az anlamsız olmamak üzere, yine böyle bir bölünüş de Türkiye için ağızlarda dolaşır: Doğu illeri, Batı illeri. Bu kavramları anlamsız buluyoruz, çünkü Doğu ile Batı arasındaki zıtlık, sanki sosyal olayları salt iklim belirtileriyle açıklama gibi, bir yandan güneşin doğmasıyla öte yandan batmasından ileri geliyormuş gibi gösteriliyor. Bununla birlikte her zaman için "galat-ı meşhur lûgat-ı fasihten yeğdir."* Söze değil öze bakarsak, görürüz ki, dünya içinde bir "Doğulu" bir "Batılı"ya nasıl bakarsa, Türkiye içinde de Doğululuk ile Batılılık birbirlerini aynı gözle görürler. Batılının gözünde Doğulu yalnızca bir "vahşi"dir; bir Doğulu içinse Batılı bir "düşman"dır... Bu ne demek? Birinci olarak bu, şu demektir: Genellikle Batı ve Doğu iki ayrı cinsten bölge sayılıyor ve ne Batılı ne Doğulu sorunu sınıfsal bakımdan koymuyor. Oysa Doğuda da Batıda da insan yığınları, sınıf ve çelişkili birer toplum bireyleri olduklarına göre, ayrıca ikiye bölünürler: 1- Egemen sınıflar; 2- Ezilen sınıflar. Herhangi bir toplumda egemen sınıf, egemen kavrayışını en uzak kitlelere kadar yaydığı için, genellikle ağızlarda dolaşan ve kafaları kurcalayan anlamlar, basmakalıp terimlerden ibaret kalmaya mahkûm oluyor.. Gerçekte gerek Doğunun gerek Batının egemen sınıflarıyla egemen kavrayışları arasındaki karşıtlık ticari bir rekabet, "sen yeme, ben yiyeyim, senin olmasın, benim olsun" davasıdır. Sorunun içyüzünü böylece açığa vuramayan Doğu ve Batı egemen sınıflan, gün gibi aydın sorunları pandomim şekline sokuyorken, kendi aralarında, tekelci kapitalizmin suyunca, uzlaşma fırsatlarını hiç kaçırmıyorlar. İkinci olarak şu demektir ki, özellikle: 1- Batıdaki ezilen sınıflar, egemen sınıfların sistematik propagandaları * yaygın yanlış, yaygın olmayan doğru sözden üstündür. (y.n.) altında, Doğulu hakkında yalnız bir .şeyi öğrenebiliyorlar: Doğulu yahşidir! Neden vahşidir, nasıl vahşidir, yok. 2- Doğudaki ezilen sınıflar ise Batıdakilerin tamamen tersine, Batılının ne olduğunu etiyle, kemiğiyle, derisiyle, her gün duyuyor. Ve Batılıdan her yediği tekme, dipçik ve süngü önünde şu kanıyı kökleştiriyor: Batılı düşmandır! Hangi Batılı düşmandır, yok. İki taraf da sanıyor ki, gerek vahşilik, gerek düşmanlık anadan doğma bir huy, doğal, yaradılıştan gelen bir zorunluluktur. Tekrar edelim, bunu böyle sananlar, özellikle iki tarafın da geniş, çalışkan, ezilen sınıflarıdır. Yoksa gerek Doğunun, gerekse Batının egemen sınıfları, birbirlerinin ne kadar vahşi, ne derece uygar, ne biçim dost, ne tür düşman olduklarını domuz gibi bilip duruyorlardır. Buraya kadar söylediklerimizin aynı zamanda hem dünya içindeki, hem de Türkiye içindeki Doğu ve Batı, Doğulu ve Batılı için olduğunu eklemeye gerek var mı? İyi ama, bu Doğu ve Batı kelimeleri altında ne saklanıyor? Dünya içindeki Doğu ve Batı bölünüşü, öz sınıf bölünüşünün nasıl bir uzantısı, dalı budağı ise, Türkiye'deki Doğu ve Batı illeri bölünüşü, esas itibarıyla sınıf bölünüşünden doğar. Fakat daha özel anlamı, ezen ulusla ezilen ulusun ilişkisi oluşundadır. Biz Türkiyemizden ayrılmayalım. Türkiye'de Doğu ve Batı bölünüşü ulusallık* bakımından nedir? Daha açık koyalım. Batıda egemen ulus Türk olduğuna göre, Doğuda hangi uluslar ezilendir? *** Türkiye'de bugün Doğu illeri denilen yerin ne olduğunu göreceğiz. Bu Doğu illerinin evvel ezel, ünlü ya da bilinmeyen, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan-Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen isimler bunlardır. Bugünün haritasında böyle isimler bulunmamasına karşın, bu iki isimden anlaşılan, Doğu illerinde Ermeni ve Kürt uluslarının bulunup bulunmadığını araştırmak gerekecektir. Buracıkta, pnce birincisine kısaca bir işaret edelim. Ermenilik Osmanlı İmparatorluğu'nda, Çarlık Rusyası ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üzerinde başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Doğu illerinde bir Ermenistan hükümeti ya da özerkliği kurup kurmamak sorunuydu. Bu soruna bir zamanlar "Şark Meselesi" denirdi. Osmanlı İmparatorluğu derebeyi saltanat şeklini koruduğu sürece Doğu illerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha çok derebeyi klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklindeydi. 2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç Asya'ya taşımakla görevli bir küçük-burjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirganlık sistemi demekti. Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni karşıtlığı, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil vb. farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebeyi-burjuva karşıtlığı oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupasında geniş çapta rol oynayan müslüman-hıristiyan (derebeyi-burjuva) karşıtlığı, daha çok tarihsel ve konumsal koşullar yüzünden Doğu illerinde, Balkanlar'dakinin tersine, ikincilerin yenilgisiyle çözümlendi. Meşrutiyet burjuvazisi Doğu sorununun terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış uluslar içinde -Balkanlar bir yana bırakılırsa- siyasal bilinç ve örgüte kavuşmuş en keskin istemler ileri süren yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna* karşı da derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu. Bugün Ermeni sorunu deyince ne anlıyoruz? Verilen resmi rakamlara inanmak gerekirse, Ermenistan'da 900.000, Türkiye'de 75.000, Suriye'de 150.000, Yunanistan'da 35.000 kadar Ermeni vardır. Bugün Doğu illerinin "mesame"leri içinde gizlenip kalmış Ermeni ırkından bir hayli insan var. Fakat bunlar, dinleriyle birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve egemen Kürt psikolojisi ve etkisi altında Kürtleşiyorlar. Doğu illerinde "dönme" sıfatıyla tanınan eski Ermeniler, adeta yaşamlarını kurtaranların bir tür gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına karşın, eski anılarına karşı bir ölüm sessiz-liğiyle duyarlı olmak zorunluluğundadırlar. Birkaç kuşak sonra herşeyi u-nutmaya mahkûm olan bu "dönme"ler, bugün Doğu illerinin en yoksul demirbaş marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı olan ve ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı doğal ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeniden çok Kürtleşmiş bir durumdadır. Onun için bu dönmeleri Doğu illerinin Kürt toplumundan ayırmak oldukça yapay ve güç olacaktır. Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince, yukarıdaki rakamlar bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen çözmüş durumdadır. Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriye-ti'ne girmiştir. Böylece dünyada biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilerin yurt sorununu kökünden çözmüş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet burjuvazisinin Sovyet devrimine yalnız bu sorunda borçlu olduğu huzur, bundan ibaret değildir. Komünizm ve Sovyetler devrimi, emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye'nin başına bela olabilecek bir Ermeni sorununu tamamen tasfiye etme yolunda bulunuyor. Bu tasfiyenin yönünü çağdaş sınıf mücadelesi şöyle meydana çıkarıyor: A- Komünizmin Rolü: Ermeni ulusu ezilen olduğu kadar kahraman bir yığındır. Fakat kuşkusuz bu kahramanlık örnekleri içinde en büyük yararlığı gösteren, bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni çalışkanlarıdır. Ermeni proletaryası da, bütün ülkelerin işçi sınıflan gibi, sosyal sömürüden olduğu kadar, ulusal baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta haklıdır. Onun için bütün yeryüzünde, bütün ulusal baskıların manivelası, yine ve daima sınıf zulmünün itici gücüyle işlemektedir. Sınıf bilincine kavuşan her kitle gibi Ermeni proletaryası da, bütün zulümlere karşı girişilecek biricik mücadelenin sınıf savaşı olduğunu öğrenmiştir. Komünizm, Ermeni çalışkanlar sınıflarına madde ve manevi örneklerle göstermiştir ki, gerek ulusal gerek sosyal kurtuluşta, düşman sınıfların ve emperyalizmin oyuncağı olmamak için, gerçekçi ve dünya ölçüsünde bir görüş ufku ve Leninist bir taktik zorunludur. Bu taktikle Türk burjuvazisinin Ermeni halkına yaptığı zulmü unutmak sözkonusu bile değil. Fakat Türk burjuvazisinden alınacak en büyük intikamın, Türkiye çalışkan yığmlanyla ve dünya proletaryasıyla elele vererek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi gelmek üzere Türkiye kapitalizmini, tüm dünya emperyalizmini tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak gereklidir. Bu bakışın, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında kalmış Ermeni çalışkan sınıflan arasında günden güne yerleştiğine her gün yeni ve anlamlı örnekler görüyoruz. Ermeni proletaryasının bir Pilsudski Lehistanı kurmaya ne kadar düşman olduklan, emperyalizmin Ermeni yiğitliğini sömürmek için çevirmek istediği manevralar karşısında takındığı tavır ve açtığı kavgalarla besbelli oluyor. Eskiden beri Ermeni siyasi partileri iki önemli koldu: 1- Taşnakyanlar (Milliyetçi Ermeni örgütü); 2-Hmçakyanlar (Sosyal-demokrat Ermeni örgütü). Dünya devrimleri çağında bütün sosyal-demokrat partilerde olduğu gibi, Ermeni sosyal demokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur. Bu sayede bugün bir Ermeni komünistliği, Ermenistan dışında da gücünü hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini, Ermenistan dışında Ermeniliğin en kalabalık ve çokluk -sayıca resmen varolan Ermenilerin sekizde birinin (%12,9)- bulunduğu Suriye'de görüyoruz. O Suriye'de ki, Ermeni halkı oraya Türk burjuvazisi ile Kürt derebeylerinin kılıcından canını kurtarmak için kaçmıştı; orada Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası olduğunu gösterircesine, sınıf niteliğini ulusal kinin üstünde tutmayı biliyor. Bugün Yakındoğu işçi sınıflarına örnek olacak bu sınıf bilincine, nasılsa burjuva basınına sızmış iki habercik tanık olsun: 1- Taşnaklarin Hınçaklara Saldırısı: "Suriye'den verilen haberlere göre Beyrut'ta Ezehak isminde çıkan, Taşnak Komitesi yanlısı bir gazete, Le Li-ban isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli bir makale yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün akşamı Taşnaklar sözkonusu gazete yönetimini basmışlar, hurufatı dağıtmışlar ve malzemeleri tahrip etmişler. Mürettiplere ve yazarlara adamakıllı bir dayak atmışlardır." Doğruluk derecesi belli olmayan bu haberin sonu şöyle bitiyor: "Le Liban gazetesi Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye mensup Ermeni işçi 3 Taşnaklara diş bilemekteymisler." 2- Komünistlerin Taşnaklara Saldırısı: "Ermenistan bağımsızlığının 13. yıl dönümü münasebetiyle Beyrut'taki Ermenilerden Taşnak cemiyetine mensup olanlarla komünist Ermeniler arasında karşılıklı gösteriler olmuştur. Taşnaklarin bulundukları kilise komünistler tarafından taşa tutulmuş, arbedede 3 kişi ölmüştür." B- Sovyet Devriminin Rolü: Ermenistan Cumhuriyeti dışında 3. Cumhuriyet, 2.12.1931. kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu emperyalizm, daima kendi tarafına yontan bir nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır. Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları emperyalizmin bu türden tahriklerinin gerek ekonomik gerek siyasal çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi Ermenilik de, kimi Suriye, kimi Irak, kimi Kürt ulusal hareketlerine karşı Fransız ve İngiliz emperyalizmleri ve onların yerli uşakları tarafından -eski zamanda kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi- ikide birde kullanılır. Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız: "Halep, 21 (Özel)- Suriye içindeki Deyrizör'den son günlerde Hasiç kasabasına gönderilip yerleştirilen yüzelli kişilik silahlı bir Ermeni kafilesi kanlı bir isyan çıkarmıştır. Ermeniler kasabanın hükümet konağına hücum ederek, Suriye Cumhuriyet bayrağım indirmişler, sonra 'istiklal isteriz' diye bağırmışlar, yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana önayak olanların birkaçı tutuklanmış, fakat az sonra Fransızların müdahalesi üzerine serbest bırakılmışlardır. Vb..."* Ermeni burjuvazisinin bu tür gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de onun amacı, Doğu illerinde öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler sürecinde rol oynamak, kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Bununla birlikte bu gösterilerden bizim anladığımız şu iki sonuçtur: 1- Ermeni halkını yok yere emperyalizmin damataşı ve safrası haline 5 getirmek: Yukarıdaki Hasiç olayı, Fransa'nın Türkiye ile Suriye ... karşı oynadığı bir oyundur. Ondan bir yıl önce Irak hükümeti Irak Kürtlerine karşı, kuzey Irak'da (Musul ve Kerkük'de) "bir hıristiyan çoğunluğu vücuda getirmek" için "Kürt, Asuri, Ermeni kardeşliği fikri"ni ortaya atarken, gerçekte Kürt akınına Ermeni şeddini siper etmekten başka ne yapıyordu? Yazık ki, orada ölenler hiç kuşkusuz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil, yine Ermeni fukarası ve işçisidir. 2- Kürt hareketine diken olmak: Gördük, Irak hükümeti Barzan Kürtlerinin önüne geçmek için Ermenileri kullanıyordu. Ağrı Dağı isyanı sırasında şöyle bir haber görülüyor: "Beyrut'tan Adana gazetelerine bildirildiğine göre, Taşnaklar tarafından Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yunanistan'dan gelen temsilcilerin de katılımıyla Lübnan'ın Tecemdun köyünde bir toplantı yapmışlar, bu toplantıda kısaca, Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına bağlı 6 olup olmadığı sorunu ve diğer konular görüşülmüştür." 4. Son Posta, 22.9.1932. 5. Bir kelime okunamadı. 6. Cumhuriyet, 27.9.1930. Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı olayı gibi ne olacağı büsbütün belirsiz ve ikinci derecede bir harekette Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ne yumurta olmamasına karşın paçaları sıvıyor. Yarın daha önemli bir harekette Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan anlaşılmaz mı? Ermeni burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti bu psikolojiyle her gün yeni bir macera aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor. Son zamanlarda Makedonya komitecileriyle de şansını denemeye varıyor. Uğurlar olsun. Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları değil, Ermeni halkı, Ermeni proletaryasıdır. Sorunu bu açıdan koyarsak, hiç olmazsa Türkiye'nin bugünkü sınırlan içinde, salt bir Ermeni yoksul hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamıyla uzaktır. Başka bir deyişle, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik sorunu Türkiye içinde olanaksızdır. Türkiye'nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince, yukarıda değindiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni proletaryasıyla burada vermek istediğimiz Sovyetler Birliği'nin rolü, o sorunu da belli başlı bir taktik ya da strateji davası olmaktan çıkarıyor. Sovyetler Birliği, yıllardan beri bir barınak arayan mülteci Ermeni proletaryasına ve çalışkan halkına kucağını açtı ve özgür bir yurt sunuyor. Balkanlar'da, Suriye'de emperyalizmin kancık o-yunlarına kurban gitmemeye lâyık olan Ermeni çalışkanlarını Sovyet vatandaşlığına çağırıyor. Bu çağrı olumlu ve açıktır, daha 1931 yılı sonlarında İstanbul'a Ermenistan Ticaret Komiseri Şahurdikyan bu iş için gelmişti. Gazeteler sorunu şöyle anlattılar: Sovyetler temsilcisi şurada burada "sık sık sınır olaylarına neden olan Ermenileri de Ermenistan'a götürmek için girişimde bulunacaktır. Gerek Suriye, gerekse Yunanistan'da bulunan Ermenilerin Batum'a kadar nakil masraflarını Cemiyet-i Akvam sağlamaktadır. Sevkedilecek genç Ermeni işçileri Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'da açılmış olan çeşitli fabrikalarda 1 çalışma hakları 50 Rubleden 300 Rubleye kadar ücret alacaklardır." Bu sorunda da Kemalizm dünya proletaryasının ve Bolşevizmin bir daha elini öpsün der, asıl konumuza geçeriz. Yöntem ve Plan Şurası muhakkak ki ulusallık sorunu, Komintern'in olduğundan çok partimizin en zayıf cephesidir. Oysa dünya devrimleri çağında proletarya 7. Cumhuriyet, 8.11.1931. devriminin yarattığı yeni uluslararası dengeyle birlikte, geri ülkelerin ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketlerin proletarya devrimiyle olan ilişkileri, denilebilir ki 3. Enternasyonali ikinciden ayıran en önemli karakteristik noktalardan biridir. Diğer noktalardan biri de, Türkiye'nin kendisi bu ulusal kurtuluş hareketlerinden önemli bir tanesine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş hareketi Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatörlüğü altına girdiği için, kapitalist niteliklerden ve çelişkilerden kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye dış ilişkilerinde ezilen bir ulus olmasına karşın iç ilişkilerinde ezen bir ulus rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz "Doğu illeri" sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yoketme siyasetine uğratıldı. Kemalizmin bu sömürgeci, yoketme siyaseti, birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi ya da ilgisizlikle görüldü. Hattâ belki emperyalizm Türkiye'nin bu "Doğu so-runu"na daha büyük bir ilgi göstermeyi, çeşitli manevralarına uygun buldu. Tarihsel ve siyasal nedenler arasında en önemlisi, Kemalizmin Doğu illerinde şimdiye kadar emperyalizmin oyuncağı olan derebeyi unsurlarla çarpışıyor görünebilmesi sayesindedir. Oysa derebeyliğin Kürdistan'da a-yaklançlırdığı ya da ayaklandırabildiği yığınlar için sözkonusu olan şey, dini alet etmek ya da emperyalizme alet olmaktan çok, ekonomik ve ulusal baskıya karşı bir tepkiydi. Yani Kürt halkı zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi, emperyalizm ya da feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu. Bu ezilen halkı acıklı durumunda yalnız bırakmamak için onun özel durumunu incelemenin ve saptamanın zamanı artık gelmiş de geçmiştir. Çünkü bizzat "emperyalizme alet olan" zümreler bile, bu kitleler arasında artık salt dini kışkırtmalardan başka yöntemlerle propaganda ve hareket yaratma girişimindedirler. Bu ve buna benzer girişimler karşısında Kemalizmin şimdiye kadar aldığı tavır, şimdiden sonra da uygulayacağı yöntemler için de örnektir: Kanlı uslandırma seferleri -ilan edilmemiş sürekli sıkıyönetim- askeri yoketme siyaseti! Kemalizmin "Doğu illeri"ndeki yengin taktiği budur. Türkiye proletaryasıyla onun keşif kolu, bu militarist diktatörlükten aynı derecede bütün ezilenlerin bilinçli kılavuzu olmak zorundadır. Doğu illeri sorunu bir ulusallık sorunu olduğuna göre, sorunu bu bakımdan araştırmakta -dünyada yeni devrim dalgalarının yakınlığı oranında- geri ve geç kaldığımız kesindir. Leninizmde ulusallık sorunu yöntemce soyut olmaktan çok somut bir davadır. Lenin ulusallık sorununu ele alıp incelerken tutulacak yöntemi şöyle tanımlar: "Varolan ilkeler sözle değil, fakat somut tarihsel durumun ve herşeyden önce ekonomik durumun açık tahlili; ezilen sınıfların, işçilerin, sömürülenlerin çıkarlarını, güdücü sınıfların çıkarlarından başka bir şey olmayan, ulusal denilen çıkarların genel kavranışından iyice ayırtmek gerekir. Gene, ezilen, bağımlı ve hukuk eşitliğinden yararlanmayan ulusları, ezen, sömüren, bütün haklara sahip olan uluslardan dikkat ve özenle ayırtetmek gerekir. Böylece yeryüzü nüfusunun büyük bir çoğunluğunun en zengin, ekonomik açıdan en ileri, küçük bir kapitalist uluslar azınlığı tarafından köleleştirilmesini, finans-kapital ve emperyalizm dönemine özgü olan bu köleleştirmeyi, 8 maskelemeyi dener. Demokratik burjuva yalanına karşı koymak gere kir. " Lenin'in bu metodolojik satırları, bize herhangi bir ulusallık sorununu nasıl koymak gerektiğini yeterince Öğretiyor. Buna Leninizmin yine ulusallık sorunu hakkındaki öteki ilkelerini de eklersek, ulusallık sorununu araştırırken hangi noktalardan yürüyeceğimiz daha belli olur. Bu noktaları şöyle saptayabiliriz: 1- Ulusallık sorunu varolan ve mutlak ilkelere göre değil, somut: a) Tarihsel b) Özellikle ekonomik tahlillerle araştırılır. 2- Ulusallık sorununda egemen sınıflarla ezilen sınıfların (işletenlerle işleyenlerin) çıkarları birbirine karıştırılmamalıdır. 3- Ulusallık sorununda egemen ulusla ezilen ulusun (ezenlerle ezilenlerin) çıkarlarını iyice ayırtetmek gerekir. 4- Ulusallık sorununda demokratik burjuva palavralarını ulusal kurtuluş hareketinden ayırtetmek gerekir. Ya da Stalin'in dediği gibi, ulusallık sorunu reformla (Teşkilat-ı Esasiye ile) değil, devrimle çözümlenir. 5- Ulusallık sorunu özü gereği bir kitle sorunudur. Yani: a) Ortada bir ulus bulunmalı; b) Sorun, Lenin'in "horoz dövüşü" dediği ulus kavgaları değil, "halkın geniş kitleleri içinde bir tepki fışkırtır" olmalı. 6- Ulusallık sorununun şu söylenenlere göre aslı bir köylü sorunudur. Burjuva devrimleri çağında köylü hareketi, demokrasi devriminin bir parçasıydı. Fakat bugünkü proletarya devrimi çağında egemen ulus finans-kapitali, ezilen ulusun özellikle köylüsünü soyup soğana çevirdiği için, köylü sorunu küçük-burjuva niteliğiyle egemen ulusa karşı bir ezilen ulus 8. Lenin: Bütün Eserleri, c.XXV, s.286. sorunu ve böylece de bir dünya devrimi sorunu olmuştur. 7- Ulusallık sorunu bir dünya devrimi sorunu olduğuna göre, olumlu ya da olumsuz niteliği, ancak dünya devrimine oran ve görecelilikle belirir. Girişte genel olarak açtığımız sorudan sonra vardığımız mantıksal sonuç şu oldu: Türkiye'nin içindeki Doğu sorunu genel olarak bir ulusallık sorunudur, özel olarak Kürt ulusallığı sorunudur. Sorun böylece durulaştırıldıktan sonra, araştırılacak konular aşağı yukarı şunlardır: 1-Türkiye'de bir Kürt ulusu var mı? 2- Sosyal olarak Kürt ulusu davası özü gereği bir köylü sorunu mudur? 3- Kort köylülüğü sömürge baskısı altında mıdır? 4- Kürt ulusu bu baskılara karşı ne gibi tepkiler gösteriyor? (Bu tepkilerde sınıfların rolü?) 5- Kürt ulusu davasının dünya devrimi ve Türkiye proletarya devrimiyle ilişkileri nelerdir? Kürt Ulusallığı TARİHSEL DURUM Yunanlı Herodot, Kızılırmak'ın alt nehir yatağının batısına Kato-Asya derdi. Romalılar, Fırat sınırına kadar uzanan aynı bölgeyi Küçük Asya adıyla anarlardı. İşte bu aşağı ya da Küçük Asya denilen Anadolu'nun ötesi, bugün Doğu illeri dediğimiz yerdir. Gerek Yunan, gerekse Roma uygarlıkları tarafından Anadolu'dan ayrı tutulan bu ülke, Arap-îslam istilasına kadar Pers İmparatorluğu'nun elinde kaldı. 13. yüzyıl sonlarına doğru Selçukluların, 15. yüzyıl ortasından sonra Timur torunlarının hükmünde yaşadı (Akkoyunlular). Osmanlılar ilk kez Yavuz Sultan Selim döneminde İranlılarla yapılan Çaldıran Savaşı'ndan sonra, yani 16. yüzyılın son çeyreğine doğru, Diyarbakır ötesine kadar Kürdistan'ı ele geçirdiler. Fakat o bezirgan derebeyi istilacılığının içyüzü malûm, o zamanki devlet sınırlarında zapt ve istilanın anlamları, bugünkülere oranla adeta metafizik bir belirsizlik, görecelilik ve istikrarsızlık içindeydi. Onun için.Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu ve Batı (İran ve Avusturya) arasında bitmez tükenmez zigzagları sırasında, Yavuz'dan çok sonra daha uzun süre, ta Sultan V. Murat dönemlerine kadar, Kürdistan'da İran derebeyleri ve şatoları hüküm sürdü. Kürdistan bölgesinin uzat tarihi gözönünden geçerken şu sonuçlar belli oluyor: 1- Kürdistan yaylası Anadolu'dan ayrı bir ülke olarak kalmıştır: Gerek Yunan uygarlığı, gerek Roma İmparatorluğu döneminde bu ayrılık ufak tefek farklarla aynen kaldı. Ondan sonra Bizans ve Pers devletlerinin doğal sınırları uzun süre hep Anadolu yaylasıyla Kürdistan yaylasının sınırlan oldu. Roma uygarlığı gibi kadim imparatorlukların daha geç bir örneğinden başka bir şey olmayan Osmanlı İmparatorluğu içinde Kürdistan, Anadolu ile bitişikliğiyle, mağrur Acemlerden Türklere geçen yarı-bağımsız derebeylikler halinde sarp bir ada gibi kaldı. 2- Kürdistan yaylası dört yol ağzıdır: İslam Araplığı (ya da Arap bezirganlığı) Irak'ta Basra ve Küfe karargâhlarını kurduktan sonra İran'ı zaptetmek isterken, Kürdistan düğümünü ele geçirmişti. Cevdet Paşa Mua-viye'den 9 kaçan İranlılar "... nam mevkide toplanmışlardı" diyor, "ki 9. Bir kelime okunamadı. buradan Pers ve Azerbaycan ve Dağıstan yollan ayrılıyor." Hattâ İranlılar "bir kere dağıhrsak sonradan toplananlayız" der. Yüz bin ölü bırakıncaya kadar savunmada bulunmuşlardır. Fakat Kürdistan Doğuda, Hint, Çin, Orta Asya ve Rusya pazarlarına giden karayollarının başında değildi. O zamanki bilinen Batı, Avrupa dünyasının başlıca uğrakları olan Ak ve Karadeniz yollarının da iki koldan (Halep ve Trabzon'dan) uğrağıydı. Zaten Anadolu'nun sömürgeliğinin bir anlamı da buydu. 3- Kürdistan yaylası her uygarlığın uğrağı oldu: Doğuyla Batı arasında deniz yollarının bilindiği dönemlerde, bu en büyük köprü rolünü oynayan bölge, zorunlu olarak bütün istilacı uygarlıkların gelip geçtiği bir kervansaray halini aldı. Bunu kanıtlamaya kalkışmak boşuna zahmettir. Yalnız karakteristik bir örnek: Eski Müzeler Müdürü Halil Bey Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuasında Amida isimli kitabın bibliyografyasını yaparken, Kara Amid (Diyarbekir) beldesinin tslamiyetten Osmanlılığın eline geçinceye kadar tam 23 hükümet görüp geçirdiğini kaydediyor. Osmanlı İmparatorluğu, bütün öteki imparatorluklar gibi, Kürdistan'm sosyal bünyesinde herhangi bir değişiklik değildi. Yine daima ataerkil klan ve aşiret manzarasını koruyor. Yalnız Osmanlı İmparatorluğu adına, belirli yol uğraklarında yarı misafirhane, yan devlet kılıklı şatolar kuran bazı resmi derebeyler, bu yollardan geçecek bezirgan kervanlarının, çevredeki aşiretlere karşı güvenliğini gözetiyordu. Bazen 20 saatlik yarı çaplı bir çember içindeki geniş bir ülke (bugünkü 5-10 Türk ili) içinde bulunan tüm aşiretler, imparatorluğun oradaki temsilcisi derebeye boyun eğerdi. Başlarından bir imparator gitmiş, diğeri gelmiş; bu, yerli aşiretlerin umurunda bile değildi. Onun için aşiretler üstünde saltanat sürmek, görünüşte bir ip cambazlığını becerebilmek demekti. Derebeyi Osmanlılığın son dönemlerine doğru Türk burjuvazisi adına, yabancı kapitalizmin dayattığı reformlarla yan yana, saltanat devletinin merkezileşmesi başladığı ve güçlendiği zamanlarda, Kürdistan'daki klan sisteminin kılı kımıldamadı. Hattâ Tanzimat-ı Hayriye sıralannda küçük derebeyliklerin "ilga" edilmesi, Kürdistan aşiretleri için bir felaketten çok, bir nimet olmuştur. Tam mer-keziyetli bir devlet ağı kuruluncaya kadar, aşiretler daha başıboş ve serbest kalmışlardı. Meşrutiyet burjuvazisinin sahneye çıkışı, Kürdistan aşiret ulularının, ağa ve beylerinin ekmeğine yağ değil, kaymak sürmüştür. Söylediğimiz gibi Kürdistan'da ulusal uyanış, iç gelişme ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, tarihinde ender görülür bir ölçüde çapul edilmesi, bir sanatları da çapul olan ağa, bey ve ululan biraz daha tombullaştırmak ve güçlendirmekten başka bir sonuç vermedi. Tarihin tersi cilvelerinden biri de Kürdistan yaylalarında gerçekleşti: Yalnız ekonomik temel üst katları etkilemez, üst katlar da hattâ aynı derecede ekonomik temeli etkilerler. Siyasal egemenliği elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve beyleriyle elele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen Türkiye'deki kökünü kazıyabilmiştir. Türk burjuvazisi birdenbire, koca Kürdistan'da yalnız Kürtlükle karşı karşıya kalıvermişti. Bereket versin, Osmanlı çorbasına henüz şalgamından turpuna kadar her nesne karıştırabiliyordu. Zaten Türklük bile, daha ancak Kürdistan'm merkezinden gelmiş bir Kürt memurunun (Ziya Gökalp'in) derleyip toplamaya kalkıştığı ve Durkheim'dan saçmaladığı bir dayanışmacılık perdesi altında Türkçülük ideolojisiyle yeni uyanıyordu. Galiba olan basit bir değiş-tokuştu: Türklük, Kürtlüğe maddeten şişmanlama olanaklarını (Ermeni çapulunu ve katliamını) bağışlıyor, buna karşılık olarak Kürtlük de Türklüğe manen kabarma ideolojisini (Ziya Gökalp Türkçülüğünü) sunuyordu. Ateşkesle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu'nun zafer arabasından inmeye bir türlü razı olmayan Meşrutiyet burjuvazisi temsilcileri, hattâ hanedan temsilcilerinden daha kötü bir sonla olmamışa döner. Cumhuriyet burjuvazisi dünya proletarya devriminden aldığı hızla yeni yeni sahneye çıkarken, Bolşevik devriminin sınırlarında birkaç bekçi köpeği dikmek isteyen emperyalizm, bilinen Beyaz Ermenistan ve Beyaz Gürcistan gibi bir de Beyaz Kürdistan kurma amacındaydı. Asıl o zamanki Türkiye'nin belli başlı merkezlerinde Kürt aydınları tarafından, zayıf, kansız bir Kürtlük akım ve örgütü başgöstermişti. Kürtlük akımı, daha bu ilk taze uyanış dönemkideyken dünya ölçüsünde görüş yokluğuna, ya da sosyal bünyenin ağırlığına kurban gitti. 1- Dünya ölçüsünde görüş yokluğuna kurban gitti: Çünkü Türkiye'de kısaca "mütareke yılları" denilen dönem, dünyada açılan proletarya devrimleri çağının en dalgalı ye fırtınalı bir aşamasıydı. Dünya ölçüsünde bir görüş ufkuna sahip olabilen, hattâ dünyaya bile gerek yok, burnumuzun dibindeki Çarlığı deviren Bolşevik ülkelerinde olan biteni, ne kadar az olursa olsun fark eden herhangi bir siyasal akım, çarçabuk görüp anlayabilirdi ki, bugün dünyada rol oynayan en büyük güç dünya işçi sınıfının ideolojisi, komünizm ve Bolşevizmdi. Yeryüzünde herhangi bir geri ülkenin ulusal kurtuluşu ancak ve ancak bu büyük güçle elele verdiği zaman cidden ve sürekli olarak tutunabilir, olumlu bir rol oynayabilir. Şu halde eğer sözkonusu olan bir Kürt ulusal hareketiyse, bu hareketin biricik şaşmaz yolu vardı: komünizmle elele vermek. Yani yakın Sovyet devriminden hız ve yön almak... Yeni doğmuş Kürt ulusçuluğu bunu yapmadı. Oysa Türk burjuvazisi yaptı. 2- Sosyal bünyenin ve geçmişin ağırlığı altında ezildi kaldı: Kürdistan'ın egemen ve yengin sosyal bünyesi, klan ve aşiret ululuğu ve beyliği sistemiydi. Bu sistem geleceği değil, geçmişi özleyebilirdi. O zaman geçmişe dört elle sarılmış: a) Türkiye'de saltanat; b) Dünyada emperyalizm vardı. Onun için Kürdistan'daki yengin nitelik bu ulusal ve uluslararası katmerli karşı-devrimin peşinden sürüklenmeye zorunlu oldu. Marksizm in temel ilkesini bir daha doğruluyor: Varlık düşünceyi saptıyordu. Eğer birinci şıktaki görüş ufkuna düşünce, ikinci şıktaki Kürdistan'ın sosyal bünyesine varlık dersek, o düşünce kıtlığını bu varlığın baskısından başka hiçbir şey açıklamaz. Onun için biz o zamanki Kürtlük akımının temsilcilerini budalalıkla, kafasızlıkla suçlayacak kadar hayalperest olamayız. O bunalımlı dönemde bütün zırhlılarına, fiyakalı taburlarına, gayet camgöz ve paralı casus ve hafiyelerine karşın emperyalizm, ölüm titreyişleri geçiren şaşkın bir canavar haline dönmüştü. Onun Kürtlüğe, Ermeniliğe vb. o sırada gülümser görünüşü bile, ölüm dönemindeki bir tetanoslunun "rire hyppocratique: Hipokratik eziliş"inden, Sokratvari sırıtışından başka bir şey değildi. Bu sırıtış, ondan medet umanları pençesine geçirmek isteyen vahşi bir hayvanın hilekâr çehre oyunundan farksızdı. O zamanki Kürt ulusçuluğu bunu göremedi, fakat görüş ufkunu bu kadar daraltan şey zekâsızlığı ve yeteneksizliği değil, içinden doğduğu ve temsilcisi olmak istediği Kürdistan sosyal bünyesinin ruhuna yaptığı baskıydı. O zamanki Kürt ulusalcılığı, tarihsel durumu yüzünden kendisine hâlâ derebeyleri lider yaptı. Bir iskeletten farksız olan Sultanla uzlaştı. Hâlâ anavatanda patlayan işçi hareketi önünde vahşi hayvanlara özgü bir panik psikolojisine düşmüş emperyalizmden medet umdu. Anadolu'da daha bir depreşme ve toplaşma başlangıcı sezilmek üzereyken, Bedirhanilerden (Kâmran-Celadet-Cemil), halifenin gizliliğine dayanarak, İngiliz binbaşısı Noel ile birlikte, yanlarına aldıkları 15 Kürt atlısına yaslanarak, "Malatya'ya savaş yoluyla girdikleri zaman Kürt bayrağını" çekmeye kalkışıyorlardı (Gazinin Nutku). Kürt ulusalcıları, ezilen Kürt miriyvo-larının içine girerek Kürt köylülüğünü barut gibi ihtilalcileştirecek devrim sloganları ve örgütleri yaratacak ve Anadolu köylülüğünün ulusal kurtuluşuyla eşit haklı ve ortak anti-emperyalist cepheli bir müttefik gibi kardeşleşecek yerde, sultanın ve musallat emperyalizmin, Anadolu'da yeni beliren ulusal harekete karşı aleti olma tehlikesine düştü. Malatya'da İngiliz binbaşısı ve onbeş Kürt atlısıyla Bedirhanileri karşılayan Mutasarrıf Bedirhani Halil ile Harput Valisi Galip yönetiminde Sivas Kongre-si'ni bozmaya kalkışmak, ne yaptığını bilmemek, o zamanki taktiğe göre dosta kılıç çekip, düşmanın kucağına düşmekti. Kürtçüleri ölüm darbesiyle vuran etkenlerin başında şu iki neden gelir: 1Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketinin özü gereği bir geniş çalışkan köylülük sorunu olduğunu bilememek, yani nesnel olarak kitleden kopmak. Oysa o ikiyüzlü Cumhuriyet burjuvazisi küllü ayıbıyla birlikte, hiç olmazsa palavra ve sahtekârca da olsa, bir "memleketin efendisi köylüdür" ikiyüzlülüğüyle Türk köylülüğünü aldatmak silahını kullanmıştı ve hâlâ da kullanıyor. 2- Öznel olarak Kürtçülüğün belini ortasından baltayla kıran ikinci önemli etken, onun örgütte de derebeyi artıklarına dayanması, ağa ve bey şeflerle ve kadrolarla iş görmeye kalkışmasıdır. Oysa bir Kürt aydınları ve köylülüğü bloğu pekâlâ olanaklı olabilirdi. Bu nesnel ve öznel etkenler yüzünden, İstanbul'da Mardin yoluyla gelen ve 13. Diyarbakır kolordusunun bir süvari alayına karşın olaysızca Malatya'ya karşılanarak giren Bedirhaniler, üçbuçuk subayın örgütlü müdahalesi önünde çil yavrusuna döndüler. 11 Eylülden sonra Erzurum Kongresi'nde bunlarla uzlaşmanın daha doğru olacağını söyleyen askeri örgütün Malatya cüzüne, Mustafa Kemal şu telgrafı çekiyordu: Urfa ve civarında İngiliz güçleri azlıktır. "Kürtlerin de sosyal olarak başarılı olsalar bile askeri güçler karşısında ne dereceye kadar başarılı olacaklarını takdir buyurursunuz" (Gazinin Nutku) Başka bir deyişle, Cumhuriyet burjuvazisi Kürt ağa ve beylerinin "sosyal olarak başarılı" olabileceklerini bile tahmin etmiyordu. Ve gerçekten de öyle oldu. Hemen hemen aynı tarihlerde, taşra burjuvazisi adına Mustafa Kemal Paşa, İstanbul burjuvazisi adına Bahriye Nazırı Salih Paşa, imzaladıkları 11 Eylül 1919 tarihli ikinci protokolde, makamı saltanat, hilafet hakkında bir sürü güvenceden sonra ŞU satırları imzalıyorlardı: "Kürtlerin bağımsızlık amacı görünüşü altında yapılmakta olan söylentilerin önüne geçme konusu görüşüldü." Artık ondan sonra, doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, her Kürt hareketinin alnına ünlü damgalar basıldı durdu: 1- Karşı-devrimcidir; 2- Yabancı pa-rasıyladır. O zamanki durumu tahlil eden bir milletvekili, Sakarya'dan sonra Fransızlarla güney anlaşması biterken, Zalim Çavuş adında birinin Koçgiri taraflarındaki "talanını" şöyle açıklar: "Alişar namlı haydutlar... Dirlik, Refahiye, Kuruçay, Kemah çevresini birleştirerek özerklik verilmesi için 10 telgraflar çekmiştir... Yabancı parası ve parmağı bu oyunu oynuyordu." Nicelikçe Kürtlük Türkiye Cumhuriyeti'nde Anadolu'nun ve Kuzey Karadeniz kıyılarının dışında bir "Doğu illeri" kavramı ve damgası var. 17 il sınırını içine alan bu bölgeye, rastlantıyı Allah saymayanlar için, herhalde bir kapris eseri olarak böyle bir ad takılmış sayılamaz. Bu bölge bir coğrafya bölünümünden ve kıtasından ibaret de değildir. Çünkü Kemalizm, güya genel bir yasa kisvesi altında oluşturduğu Genel Müfettişlikler oyununu yalnız bu bölgenin başına "Birinci Müfettişlik" adıyla oynadı. Ve herkesten iyi Kemalizm bilir ki, bu öyle kuru bir merkeziyet, yani genel işlerde halkın işlerini kolaylaştırmak vb. saçmalan gibi, bir burjuva devleti için boşuna masraflı olacak bir külfetten ileri gelmez. Birinci Müfettişlik, hâlâ halkının baş ucunda asılmış bir Demokles'in kılıcı, bir ilan edilmemiş köpekçe sıkıyönetim, bir en yırtıcı ebedi terördür. Bu nitelikler gözönünde tutulduktan sonra, bütün bu bölgenin önce bir ayırtedilişinin, sonra militarist bir zulüm sistemiyle yönetilişinin Kemalizmin keyfi ya da babasının hayrı için yapılmış ve yapılmakta olmadığı kolay anlaşılır. Doğu illeri bölgesinin asıl adı Kürdistan'dır ve bunun böyle olduğunu anlamak için, hattâ Doğu illerinin içlerine doğru Başbakanvari bir yolculuk yapmaya bile pek gerek yoktur. Türkiye Cumhuriyet atlasını açınız, şöyle kasaba adlarına bir göz gezdiriveriniz: "Dil devrimi"nin bu adları Türkçeleştirmek konusundaki bütün gayretlerine karşın, büyük çoğunluğunun sizin -yani Türklerin- anlayamayacağı bir dilden olduğunu hayretle görürsünüz: Hakkari-Van-Bitlis-Siirt-Mardin-Harput-Urfa-Malat-ya-Sivas vb... yalnızca il adları olan bu kelimelerin Türkçeyle bir ilgisi var mı? Gerçi belli olmaz, bakarsınız bir "tarih devrimcisi" çıkar, bize A-tena'nın at-ana olduğunu öğrettiği gibi, örneğin Malatya'nın Türkçe mal-at-ye kelimelerinden, Mardin'in mert: erkek + inden (erkeğin oturduğu mağara sözlerinden), bilmem Siirt'in seyirtmek lâfından, yok Bitlis'in bitli İsa palavrasından geldiğini ve daha kimbilir neler Türkçeleştiriverir. Aslında il adları geçmişin birer yadigârı da sayılabilir. Fakat bir ülkenin hangi kavime ait olduğunu gösterecek asıl adlar, küçük kasabacık ve köy 10. Urfa milletvekili Şeref: "Birinci Millet Meclisi", 3.1.1932. adlarıdır. Biz gelişigüzel bir örnek olmak üzere, Başbakan İsmet Paşa'nın Büyük Millet Meclisi'nde temsil ettiği seçim bölgesini ve Doğu illerinin en Batı ilini, yani Malatya'yı ele alalım ve onun da köy adlarını değil de daha ikinci derecede olan ilçe ve bucak adlarını resmi devlet yıllığında görelim. Malatya ilinin sekiz ilçesiyle bucak merkezleri şunlardır: 1- Malatya: Merkezinde Porga, İspendre, Tahir, Kuzene, Kal'a; 2- Ariha ilçesinde: Sürgü, Levent, Guracık; 3- Arapgir ilçesinde: Şotik, Motmur; 4- Pötürge'nin: Keferdiz, Merdis, Tahsis, Sinan; 5- Eğin ilçesinde İlci (sakın Lenin'in kökeni olmasın?), İnseti, Ağın Paşkeli; 6- Kâhta ilçesinde: Tokariz, Merdis, Alut, Sincik (Bremişe); 7- Adıyaman: Samsat, Kuyucak, Karıcık, Çalgan, Tut; 8Hekimhan: Hasan Çelebi, Gelengeç. Bu durumda Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illeri dediği Kürdistan'ın bugünkü Türkiye sınırları içinde yeri, tuttuğu yer nedir? 1928 ve 1929 tarihli T.C. yıllığına göre: "Türkiye'nin kayıtlı genel nüfusu" 10.915.909 kişi; 2 yüzölçümü 762.730 km 'dir. 17 Doğu ilinin (Erzincan, Erzurum, Elazığ, Urfa, Beyazıt, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır, Siirt, Şebinkarahisar, Gaziantep, Kars, Gümüşhane, Mardin, Maraş, Malatya, Van) sözedilen devlet yıllığmca nüfusu 2 2.738.267 kişi ve yüzölçümü 251.131 km 'dir. Yani Doğu illeri Türkiye Cumhuriyeti'nin nüfusça %24,7'si, toprakça %32,8'i oranındadır. Yuvarlak hesap söylenecek olursa, Türkiye Cumhu-riyeti'nce yarı resmi şekilde sınırları çizilen Kürdistan, bugünkü Türkiye'nin nüfusça dörtte biri, toprakça üçte biri demektir. Fakat bu oranlar kuşkusuz Türkiye içinde Kürt çoğunluğunu oluşturan iller için böyledir. Yoksa Kürt halkının bulunduğu bölgeler, bu 17 ilin sınırlarından çok daha geniştir. Batıda Sivas ve Adana, kuzeyde Ardahan ve Artvin illerinin sınırlarını aşar. Yukarıda Zalim Çavuş'un "talan" ettiği, Alişanların özerklik istedikleri bölgeler, kısmen Sivas iline dahildir. Doğu taraflarında seyahat eden bir Kürt düşmanı, Beyazıt ve Ağrı dağı bölgelerinde Kürtlerin salgınından söz ederken şunları yazıyor: "Fakat de-rebeylere zayıf düşmesi ve sonra da ilga edilmesi sonucunda Dicle sularında gezgin bir biçimde yaşayan bu Kürtler, buraları istila ederek ülkeyi çekirge saldırısına uğramış bir tarla gibi harap etmişlerdir! Ve tahribat çok derindir." Pek acıklı olarak devam etmektedir: "Kürtler buralarda da kalmamışlar, yavaş yavaş daha kuzeye, Kafkasya'ya sokulmuşlardır. Gürcistan sınırında, Ardahan'ın otlaklarında, hattâ Yalnız Çam geçidinde (Artvin ili) bile bunları aynı 11 vahşilikle, kaba ahlâkla, aynı toplum örgütüyle görmekteyiz." 11. Yusuf Mazhar: Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 10.7.1930. Fakat Kürtlük deyince, onu yalnız Türkiye sınırları içine sığdırmak yeterli değil. Eski dünyada bugün Doğu ve Batı diye bir sınıflama nasıl olanaklıysa, tıpkı öyle iki Balkan vardır: 1- Batı Balkanları; 2- Doğu Balkanları... Batı Balkanlarını bilmeyenimiz yoktur. Genel olarak Balkanlar dediğimiz Avrupa kısmı. Fakat Asya Balkanları ya da Doğu Balkanları diye henüz adı konulmamış bir Balkanlar var ki, onun herkesçe belirli ve bilinen tek bir adı yok. Muz gibi yiyenin niyetine göre çeşni değiştiren birçok adı var. Bu Balkanlar, bugünkü Kürdistan'm sınırlan üstündedir. Avrupa Balkanları gibi, Asya Balkanlarının da, büyük ve tarihsel geçitliliği yüzünden, Kürt, Ermeni, Arap, Süryani vb. gibi birçok ırk ve kavim karmakarışık, içli dışlı, bir arada bulunurlar. Avrupa Balkanları gibi Asya Balkanlarında da bu Arap saçı haline gelen ırk ve uluslar, ikide birde çatışırlar, şu ya da bu yabancı devletin ad ve hesabına komiteciler yetiştirirler. Bir farkla ki, Asya Balkanlarında Doğululuk egemendir. Asyalılık mühürü bütün şiddetiyle hüküm sürer. İşte Kürtlük denince ve bu Asya Balkanlılığı içinde, oldukça türdeş bir ırk ve geçim birliği temsil eden bir nüfus anlaşılır. Kürt deyince yalnız Türkiye sınırlan içinde bulunanlar hatırlanmamalı. Batı İran'da, Kuzey Irak'ta, hattâ Suriye'de de Kürtler vardır. Kürtlerin Kafkaslar'a kadar çıktığını yukarıda görmüştük. Ağrı* isyanı, Türkiye'ye karşı İran Kürtleri içinde hazırlandı; Ağrı isyanından, birkaç ay sonra başta Barzan şeyhi olmak üzere, Irak hükümetine karşı kışkırtılan Kürt hareketi Irak'ta patlamış ve yıllarca sürmüştür. Nitelikçe Kürtlük (Ulus Olarak) Niceliğine, miktar ve sayısına kısaca işaret ettiğimiz Kürtlük nitelikçe ne haldedir? Başka bir deyişle ulus olarak bir Kürtlük var mıdır? Bunu araştırmak için önce ulus denilen gerçekliğin: 1- Tarihsel; 2- İstikrarlı bir olay olduğunu hatırlamak gerekir. Sırasıyla soralım: 1- Kürtlük istikrarlı bir varlık mıdır? Evet. Kürdistan denilen bölgenin yüzyıllardan beri tanınmış sosyal özelliği ve bu bölgelerde oturan insan kümelerinin içinde belki en eski bir kavim olarak ("tarih devrimcileri" duymasın) Kürtlerin bulunuşu, bugün bir olay olan Kürtlük topluluğunda su götürmez bir istikrarın varolduğunu, Kürtlüğün bir fatih peşinde koşarak toplaşmış gelgeç bir kalabalık olmadığını, belki şimdi de dahil olmak üzere şimdiye kadar üstünden sel gibi aşıp geçen binbir fatihe karşın bir varlık olarak kaldığını kanıtlamaya yeterlidir. 2Kürtlük tarihsel bir olay mıdır? Buna da evet. Gerçekte Kürt kavmi ve Kürt aşiretler topluluğu, yüzyıllardan beri varoluşuna karşm, bağımsız bir Kürtlük, bir Kürt ulusu davası, ancak dünya proletarya devrimleri çağına karşılık gelen, Doğunun ezilen ulus-larındaki ulusal uyanış tarihinden önce ciddi bir şekilde başlamış değildi. Osmanlı İmparatorluğu'nda derebeyi sistemi galip geldiği sürece Kürdistan içlerinde Kürtlük akımı değil, aşiret gayreti egemendi. "Bağımsız Kürdistan" sözü, Kürtlüğün ulus olarak bir başka ulusa karşı konulusu, ancak yakın dönemin ve bugünün sorunudur. Tarihte Kürtlük olayından sözederken, bu böylece bilindikten sonra bilinen "ırk" tasarısını da unutmayalım. Türk burjuvazisi, o ender "tarih devrimciliği" hızıyla bütün "uygar" ulusların Türk olduklarını kanıtlarken, "vahşi" Kürtlerin de "irken" aslında Türk olduklarını ya da safkan Türkleri Kürtleşürdiklerini ileri sürmekten geri kalmıyor. Adı geçen yazar bu noktaya şöyle değinir: "Yanımda aydın geçinen bir kişi vardı. Ev sahibinin durumunu görerek. 'Azeri Türkler burada Kürtlerin üzerinde ne derin etkiler yapıyorlar... bak adama! Bu Kürtten çok Türkü andırıyor' demişti. Zavallı şaşkına olayı tersine görmesi gerektiğini anlatamadım, Çünkü o bir Türkün Kürtleşebileceğini aklına sığdıramıyordu. Fakat gerçek böyleydi ve böyledir 11 de." Tabii ciddi bir konuda "Kürtleşmiş" olanların hangi ırktan olduklarını anlamak, kan muayenesi yöntemlerine başvurmak ancak Kemalist ulusçuluğunun, o da nalıncı keseri türünden harcıdır. Oysa böyle bir yöntemin mantıksal sonucunu Anadolu Türklerine de uygulamaya kalkışmak gibi Kemalizm için tehlikeli, bizim için boşuna bir olasılık da vardır. O zaman kimlerin kanlarında nelerin bulunduğunu "Allah bilir"di. Fakat ulusun tarihsel ve sosyal bir kavram, ırkmsa doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için bu üzüntü ve yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz insanların Kürtleşmiş ya da Türkleşmiş olduklarına değil, bugün sosyal olarak Kürt mü, Türk mü tanındığıyla yetineceğiz. Bu iki ana hat çizildikten' sonra ulusallık sorununun özelliklerini de arayalım. Ulus deyince somut olarak nasıl bir topluluk akla gelir: 1- Yurt birliği; 2- Öz dil bnliği; 3- Kültür birliği; 4- Ekonomi birliğini tüm olarak temsil eden bir topluluk. Kürtler böyle bir topluluk mudur? Bakalım: 1- Yurt Birliği: Yukarıda geçen düşüncelerden sonra Kürtlerin, yüzyıllarca süre Anadolu'dan coğrafya açısından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve uğrağı olmuş, iklim ve doğaca az çok türdeş bir yurt içinde, bir arada yaşamış bir topluluk olduklarını kanıtlamaya gerek kal12. Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930 maz. 2- Öz Dil Birliği: Kürtçe, Türkçe ile taban tabana zıt bir dildir. Fakat acaba bütün Kürtlerce konuşulan biricik bir dil var mı? Burada şu iki noktayı unutmamak gerekir: a) Öz Dil Birliği: Ulusal bir birlikten sözederken, mutlak istisnasız dil birliği değil, öz dil birliği kastedilir. Bugün Kürdistan'm bazı il merkezlerinde ekonomik çıkarları Türk burju-vazisiyle az çok uzlaşabilen bazı Kürt burjuvaları ile Kürt aydınları arasında Kürtçeden kozmopolit bir tiksiniş vardır. Bu durum hâlâ bugün bile Türkiye'nin kültür merkezinde yaşayan monşerleşmiş Türk burjuvalarında görülenden farksızdır. Fransızca ya da Fransızlaştırılmış Türkçe konuşmayı bir üstünlük sayan Türk burjuvaları, bir Anadolu Türklüğünün varlığını nasıl inkâr etmezse, tıpkı öyle, Doğu illerinin Türkleşmiş gözüken kocaman Kürt tüccar, müteahhit ve memurları da biricik bir Kürt dilinin varlığını yok edemez. Aslen ulus dili olarak dil birliği denince, geniş halk tabakalarının konuştuğu ana dil, öz dil akla gelir. Doğu illeri denilen Kürdistan'm halk dili böyle bir dildir, b- Şive Farkları: Kürdistan'ın eski uygarlıklara uğrak bir dört yol ağzı oluşu, çok eski zamanlardan beri, burada ana hatlarında ortak biricik bir dilin doğmasına ve yaşamasına olanak tanımıştır. Fakat sosyal bünyenin hâlâ bugün bile yarı klan ve yarı derebeyi durumunda kalışı, çeşitli bölge ve zümrelerin Kürtçeleri arasında bazı farkların bulunmasını gerektiriyor. Ama bu farkları gereğinden fazla büyütmemeli; hele Türkiye gibi, önemli bir azınlığın en ufak kültürel varlığına bile tahammül edilemeyen bir ülkede, en belirsiz siyasal hareketin bağışlanmaz bir cinayet sayıldığı kısmında, bu farkları pek doğal bulmak gerekir. Bununla birlikte, çeşitli şiveler arasındaki farklar, herhangi bir Doğu ulusu içinde bulunabilecek farklardan daha büyük değildir. Yerinde inceleme yapmış olan yoldaşlarımızın verdiklerr bilgilere göre, Kürdistan'da ve Kürtler arasında, adeta birbirinden farklı iki dil gibi sayılan iki şive var: asıl Kürtçe, Zazaca... Oysa bu şiveler arasındaki belli başlı farklar, şu üç tür nüanstan ibarettir: 1- İkinci derecede harflerin değişimi: Örneğin bazı kelimelerin asıl Kürtçe'sinde p,g,d harfleri, Zazaca'sında sırasıyla c, t, b gibi harflere dönüşüyor. Ya da asıl Kürtçe denilen şivedeki e, i sesli harfleri Zazaca'nın ov-oy seslerine dönüyor. Bugünkü Türkçe, çeşitli il ve bölgelerde bu kadarcık değişikliklere uğramaz mı? Örneğin bir buğday kelimesini alalım. Bu kelime Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yalnız herkesin bildiği şu şekillere girer: buğda, buğdey, buydey, boğday, buğday, bûdey. büyde vb... ö harfi sert g ya da y harfine dönüyor ya da büsbütün kalkıyor, y harfi olmamışa dönüyor. Seslilerden u harfi û, o, ü; a harfi e oluyor. Fakat bütün bu değişiklikler, Türkiye'de bir Türk ulusu bulunmadığını gösterebilir mi? 2- Eklemelerin değişmesi: Örneğin asıl Kürtçe'de im, dim ile biten kelimeler Zazaca'da î, e eklemeleri ile bitiyor. İstanbul yöresindeki geliyorum, Anadolu'da ya a-radan ru kaldırılarak geliyom ya da büsbütün tuhaf eklerle gelipdurum, ge-lippatınm biçimlerine girmez mi? 3- Başka dillerden gelme: Kürtçe'de en çok Farsça olmak üzere, batıya doğru gittikçe artan tek tük Türkçe ve güneye doğru indikçe Türkçe'den az fazlaca olmak üzere Arapça kelimelere rastlanır. Fakat yabancı kelimelerin binbir çeşidiyle dolu olan Türkçe, bu yönden Kürtçe'yi geride bile bırakır. Yalnız burada bir yön akla gelir. Tarihsel kökenlerine bakılırsa, Kürtler eski İranlı istilacıların, Kürdistan yerlileriyle kaynaşmasından doğma sayılır. Bu itibarla Kürtçe'de Farsça'nın büyük bir etkisi olabilir. Fakat fiillerinin bünyesine bakılacak olursa, Kürtçe köklerini ayrı bir dil saymak gerekir. Her ne olursa olsun, hattâ Kürtçe'nin Farsça'dan çıkma bir dal budak olduğu kabul edilse bile, bugünkü Kürtçe ayrı bir birliktir. Ve nasıl Azeri lehçesiyle Osmanlı Türkçesi bugün Azerbaycan ve Türkiye gibi iki başka ulus yurdunun gerçekliğine engel değilse, tıpkı bunun gibi, ailevi bağlan uzanan bir Kürtçe de, bağımsız bir ulus dili olmaktan geri kalamaz. 3- Kültür Birliği: Kürtlerin kendilerine özgü bir zihniyeti, bir "ulusal ruh"u var mı? Kürtleri yakından tanıyan yoldaşlarımız bize, geri nitelikte de olsa, Kürtlerde güçlü bir karakter özelliği bulunduğunu anlatmışlar ve Kürtleri her tanıyan için bunu teslim etmeme olanağı bulunmadığı söylemişlerdi. Gerçekten Kürdistan'm her yanında Kürtlüğe özgü ortak niteliklerin bulunduğunu, o kadar ki, bu niteliklerin burjuvazinin bile ödünü patlatacak kadar sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan terleye terleye anlatırlar. Doğu illerindeki oldukça özgün incelemelerinde biricik olan Yusuf Mazhar anlatıyor: "Kafkasya'dan göç etmiş Dağıstanlı Türkler buraya yerleşmişler... Bunlardan Diyadin civarında Taşlı Çay köyü etrafına yerleştirilen 3-4 bin kişi, Kürtlerin zulmünden kurtulmak için, hemen bir aşiret oluşturarak onların birçok adetini aynen kabul edip izleyerek dört yanlarını saran bu ilkel insanlar arasında varlıklarını zorla ve kısmen koruyabilmişlerdir. Dağıstanlıların başkanı olan Murat beyle görüşmüştüm. Bunların, isteklerine göre geçindikleri, sakin yaşama ve az çok insani duygulara karşı Kürtlerin nasıl düşmanlık beslediklerini bu adamın dilinden dinlemelidir? (Bu soru işaretini biz koymadık.) Bu saldırganlıklar Dağıstanlıları gereği gibi değiştirmiştir. Diğer Dağıstanlılar yerleştikleri başka bölgelerde, böyle oluşumlarla kendilerini savunamadı ki arından Kürtlere yenilmişler, kaynaşmışlar, adeta asimile olmuşlardır. Bu olgunun ortaya çıkmasını her yerde görüyoruz. Hattâ Erzincanlı gibi güçlü bir Türk muhitinde (bakın o "güçlü Türk muhiti"ne...) il merkezinin geceleri ışıkları görünecek kadar yakınında bir köy halkı Kürtlerin saldırganlıklarından, zulmünden kurtulabilmek için Kürt olmaktan başka çare bulamamışlardır. Bu olay 20-30 yıl önce tamamlanmıştır. Bunu Erzincan'da bilenler hâlâ vardır. Eğer sorarsanız size Mecidiye köyünün, Geçit köyünün Kürtleştiğini söylerler. Şimdi isyanın görüldüğü bölgelerdeki köyler -Gümüştepe, Beyazıtağa, Kızılkaya, Karabulan vb... Hattâ asilerin reislerinden Kör Yusuf un oturduğu Soluksu gibi- Türk adları taşıdıkları halde 12 buralarda bir tek Türk kalmamıştır." Gerçi bu itiraflarda, üretici güçlerin oldukça geri olduğu bir bölgede, insan kümelerinin nasıl çarçabuk daha ilkel örgüt şekillerine döndükleri de var. Fakat dikkat edilirse bu şekil değiştiriş, salt bir sosyal bünye değiştirişinden ibaret kalmıyor. Kürtlerin yalnız yaşayış biçimine, uyulmuyor, aynı zamanda olduğu gibi Kürt dilini ve kültürünü benimseyiş ve Kürtleşiş kendini gösteriyor. Bu örnekler Kürt kültürünün ve düşüncesinin oradaki yaşayış biçimlerinin de hızlıca yardımıyla ne kadar etkili olduğunu yeterince anlatır. Ve bu zihniyet bütün Kürdistan içinde az çok nüanslarıyla birlikte, ortak ve geneldir. Türk burjuvazisi Kürtlüğe karşı iki tür önlem kullanıyor: 1- Yerleştirme siyaseti; 2- Göç ettirme siyaseti... Rum ve Ermeni azınlıkları üstünde denenen ve Türk burjuvazisinin epey istediği gibi dönen bu siyaset, Kürtlüğe karşı tutunatülecek mi? Yani Kemalist burjuvazi Türkiye'nin üçte birine varan Kürtlüğü ortadan kaldırabilecek mi? Birinci önlem, yani yerleştirmeyle, bütün korumalara karşın ters sonuçlar elde edildiğini burjuvazi bizden iyi bilir. Doğu illerinde yerleştirilen göçmenler, hattâ il merkezlerine en yakın olan köylerde bile, ya Kürtleşip kayboluyor ya da geldiği gibi kaçmaya zorunlu kalıyor. Göç ve yok etme yöntemlerine gelince, ilk olarak ülkenin üçte birini bir yandan diğer yana kaldırıp atmak ne olanaklıdır, ne de burjuvazinin beklediğini verir. İkinci olarak ulu orta yoketmecilik özellikle şu kültür konusunu ilgilendiren önemli sonuçlar vermektedir. Kürt halkının cidden nesli boldur. Verdiği kurbanlar, ezen Türklüğe karşı ezilen bir Kürtlük varolduğu kanısını, tüm Kürdistan halkı içinde genelleştirmek, yaymak ve derinleştirmekten başka hiçbir ürün vermiyor. Şu halde, Türk burjuvazisinin egemenlik ve 13. Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930 baskısının süre ve şiddetiyle doğru orantılı olarak Kürtlüğün düşüncesi ve kültürü genişleyecek ve türdeşleşecektir. Kürdistan halkının öyle bir "Kürt kafası" deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe çoğalan masal devlerinin başlarına benzer. 4- Ekonomik Birlik: Tarihsel ulus gerçekliğinin oluşumu demek, özel anlamıyla bir ülkede kapitalizmin doğuşu demektir. Fakat bugün biz o çorak kapitalizm-öncesi dünyasında değil, emperyalizm dünyasındayız. Emperyalizmse değil kapitalizm-öncesi, değil kapitalizm, kapitalizmin de "çürüyüp dağılan" ve ölüm aşamasıdır. Emperyalizmin bu özelliğinin bir ifadesi de, kapitalist ilişkiler çerçevesine sığmayacak kadar geniş ve evrensel bir ekonomik ağın tüm yeryüzünü sarmış olmasındadır. Şu halde daha sorunun somut içine girmeden önce, ayda ya da bir başka yıldızda bulunmadığına göre, Kürdistan'ın da yeryüzünde olduğunu, yani biricik dünya kapitalist ekonomisi içinde sayılabileceğini kabul etmek gerekir. Sorunu genellikten ve soyutluktan çekip çıkarırsak, bir ülkede ulusallık ilişkilerinin doğması, pazar ilişkilerinin o ülke ölçüsünde genişleyerek gelgeçlikten ve rastlantısallıktan kurtulması anlamına gelir: Kürdistan'da egemen üretim biçimi henüz ataerkil kapalı ekonomi olmaktan kurtulmuş değildir. Fakat bütün geri ülkelerde ortak olan bu nitelik, Kürdistan ölçüsünde geniş ve oldukça sürekli pazar ilişkilerinin doğmuş olmasını reddetmez. Onun için böyle pazar ilişkilerinin varolup olmadığını değil -çünkü vardır- fakat Kürdistan'a özgü, yani Türkiye'den az çok bağımsız bir pazar ilişkilerinin bulunup bulunmadığını saptamak yeterlidir. Kürdistan'ın kendisinin bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu'dan ayrı kalışını bize açıkça gösterecek iki su götürmez olay var: 1- Kaçakçılık; 2- Gümüş para... A) Kaçakçılık: Güney sınırlarındaki bitmez tükenmez çapul sahneleri, güney sınırlarına Türkiye'den kaçan Ermenilerin yerleşmesi, güney sınırlarına yakın Hoybon Kürt İstiklal Cemiyeti'nin karargâh kurması, güney sınırlarının bir kaçakçı karakolları zinciriyle kuşak gibi kuşatılması... İşte dört olay ki, Kemalist burjuvazi için tanımı gayet kolay birer sorun: vatanhainliği! Fakat biz biliyoruz ki, bir şeye sövmekle, o şey yok edilmiş olmaz. Haydi 250-300 kişilik çetelerle ikide birde Urfa ovalarında, davarını, devesini, sürüsünü "hat altına" götüren "çapul sahne" lerini, genel olarak kaçakçılığa zemin hazırlayan keşif kolu saldırıları sayalım. Fakat diğer manevi saldırı tarafını, "Ermeni yurdu"nu, "Kürt bağımsızlığı"nı nereye bağlayacağız? Ya bu müthiş ve sistematik kaçakçılığın kendisi neden? Hiç kuşkusuz bütün bu sorguların topuna birden yanıt verebilecek olan şu "her yerde hazır ve nazır" "alim, semi basir", "lâşerike leh ve lâ nazire leh" olan pazar "celle celâlüh"* hazretleridir. Emperyalizmin Nusaybin hattını bıraktırmayan pazar, Ermeni ve Kürt aji-tatörlerine sınır boyunca siper aldırtan pazar, Erzurum'dan ve Erzincan'dan kalkıp Gaziantep'te krediyle kaçak alışverişine gelenlerin kıblesi ve cazibesi pazar! Bu pazar Kürdistan pazarıdır ve Kürdistan pazarı bu pazardır. Kaçakçılığın en büyük nedeni kim ve nedir: 1- Kemalizm; 2Kürdistan pazarı. a) Kemalizm: Evet şaşılacak bir şey yok. Kaçakçılığı en çok kovalayan gibi, en büyük davet eden de Kemalizmin ta kendisidir. Cumhuriyet burjuvazisinin çelişkileri bir değildir. İç pazarı tekelci ve tefeci sermayenin kurbanlık koyunu haline getiren ve bu müthiş bunalım yıllarında, dünyanın hiçbir yerinde görülmedik derecede yüksek tekelci fiyatları halka dayatarak hayatı ateş pahasına çeviren Kemalizm, kaçakçılığa en büyük yemi hazırlayan bir sistemdir. Nitekim bunu bir komünist değil, bizzat fi-nans-kapital yayın organının en sunturlu başmakalesi de itiraf eder: "Öyle yapılmalı ki, o kadar geniş ve o kadar az mangayla sınırlanan bir ülkede, bir sınırın iki yanındaki halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi olmamalıdır. Yani varsayılan demiryollarının yürüdüğü aynı sahra üzerinde kurulmuş iki köy, örneğin şekeri biri okkası yirmi kuruşa, diğeriyse yetmiş kuruşa yemek zorunda kalmamalıdır. (Yani Kemalizm Türkiye'ye egemen olmamalıdır gibi bir şey.) Yoksa ne yapılırsa yapılsın kaçakçılık önüne geçilemez olarak 14 kalacaktır." b) Kürdistan pazarı: Tabii Türkiye'nin bütün sınırlarının "iki tarafındaki halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi"dir. Oysa kaçak ticaretin normal alışveriş derecesine girdiği Doğu illerinde buna neden yalnızca bir tek değildir. Belli başlı nedenlerin önünde burjuvazinin "o kadar geniş, o kadar az mangayla sınırlanmış" deyişinden de anlaşılacağı üzere, Kürdistan pazarının, İç Anadolu'dan çok doğal ve tarihsel nedenlerle Suriye'ye bağlı oluşu gelir. Sözgelimi: a) Trablus, Nizip, Besni, Malatya; b) Saraypınan, Suruç, Siverek, Elazığ; c) Resulayn, Viranşehir, Diyarbe-kir, Osmaniye, Palu, Kiğı, Erzincan vb. yollarıyla ta Karadeniz yaylalarına* (belki oradan İstanbul'a) ve Erzurum, Kars yaylalarına, Van gölünün ötelerine kadar sistematik olarak işleyen kaçakçılık, kervanlarını yüzyıllardan beri geçtikleri yerlerden geçirmekten başka bir iş yapmıyor. * yüceliğin yücelsin, görüp anlayan, ortağı ve benzeri olmayan (y.n.) 14. Milliyet, 10.12.1931. Cumhuriyet burjuvazisi, Fevzipaşa-Diyarbekir hattıyla Ergani Bakır Madeni şirketini sevindirdiği kadar, kaçakçılığı da yerindirmek ve bütün ordularının "tedip sefer"lerine, gezici-sabit jandarma ve it sürüsü gibi milis kıtalarının yoketme terörüne karşın, henüz yabancısı ve uzağı kaldığı Kürdistan pazarını fethetmek istiyor. "Kaçakçılar" dizisinin yazan diyor ki: "Fakat Trablus Türk demiryolu son bir yıl içinde kaçakçılığa oldukça ket vurmuştur. Trablus, Nizip-Besni yoluyla en çok kaçağını Malatya'ya sokardı. Malatya demiryolu, Malatya pazarında kaçağı sınırladı. Doğuya giden demiryolları kaçakçılığa, 15 fesatçılığa karşı çekilmiş bir kılıçtır." Bu kılıç Kürdistan pazarının geleneksel ve doğal bağlarını ne dereceye kadar kesip atacak? Bunu zaman gösterecektir. Hattâ gösteriyor bile. Özel kaçakçılık mahkemelerine, gümrük ordularına karşın, burjuva basınında şanlı bir zafer gibi bir haftada, falan yerde şu kadar kaçak eşyaya el konulması "kervanın yürüdüğü"nü gösteriyor. Güneyde Yakalanan Kaçakçılar ve Kaçak Eşya "Ankara 8 (a.a.)- Bu ayın ilk haftası içinde gümrük muhafaza kıtaları tarafından güney sınırımızda 40 kaçak olayı izlenmiş ve 4 yaralı, 43 kaçakçı yakalanmıştır. Bu olaylarda beş bin kiloya yakın kaçak gümrük eşyası ve otuz bin adet sigara kağıdı, üç silah, otuz dört kilo esrar, kırk hayvan elde edilmiştir." (9.2.1933) Fevzipaşa'da Yakalanan Kaçak Eşya "Fevzipaşa 24- Halep'ten kaçak eşyayla gelmekte olan 20-25 kişilik bir kafile sınırda muhafızlarla çatışmış ve eşyaları bırakıp kaçmışlardır. İçlerinden bir tanesi yakalanmıştır. Burada mağazalarında kaçak eşya bulunduran iki tüccar hapse mahkûm olmuştur." (Mart 1933) Neden? Çünkü biz, sosyal koşulların doğaya üstün geleceğine inananlardanız, fakat hele şu anarşik, kapitalizm düzeninde insan iradelerini o-yuncak haline getiren pazar ilişkileri, hele Kürdistan gibi asırlık gelenek* "Diğer taraftan Suriye'den Ayıntaplılarm çok fazla sayıda kaçak eşya ithali gümrüklü malın satışını tamamen durdurmuştur. Bu durum karşısında tüccar şaşkın bir hale gelmiştir. Kaçakçılık o kadar çoğalmıştır ki, burası adeta bir transit merkezi halini almıştır. Halep'den getirilen mallar, Sivas, Zile, Tokat, Merzifon, Niksar kaçakçıları tarafından o bölgeye ve Samsun ve Erzurum'a kadar getirilmektedir. Kaçakçılık yüzünden Haleb'e kaçakçılar tarafından her gün binlerce altın aşınlıyor. Buna karşılık ihracat yapılamıyor." (Ali Nihat: "Elbistan'da Vaziyet-i iktisadiye", Cumhuriyet, 22.11.1930. 15. Neşir Hakkı: "Kaçakçılar", Milliyet, 24.2.1931. lerine doğal kolaylıkları temel yapmış bir bölgede, sanıldığından fazla hükmünü sürdürecektir. Sonra demiryolunun çektiğini yapay kılıç ne kadar saf çelikten olursa olsun, acaba Doğu illerine, örneğin Bursa ipeğini, hiçbir zaman kaçak yapay ipeğin iki katı fiyatına olsun taşıyıp getirebilecek midir? Hayır. Doğu illeri ya da Kürdistan etrafında kopan ekonomik ve siyasal fırtınalarda emperyalizmin hiç mi rolü yoktur? Aksine çok büyük rolü vardır. Kuşkusuz o kadar ucuza sürülen metalar onun üretim fazlasıdır. Hattâ emperyalizm yalnız stoklarını boşaltmakla da kalmıyor, kaçak ticaretinin merkezlerini de sanayi girişimleriyle yükseltiyor. Sözgelişi Antakya ve İskenderun'da onbinlerce Ermeninin birleştiklerini ve yer yer bayındır kasabacıklar kurduklarını anlatan "Kaçakçılar" yazarı diyor ki: "Buralar sınıra uzaktır. Fakat kaçak malı işleyen tezgahlar buralara kurulur." Bol bol yetiştirilen metalarını kaçak depolarından sınır boyundaki askeri garnizonlar arkasında güvence altına alan emperyalizmdir. Güney demiryollarında harıl harıl kaçak mal taşıtarak zenginleşen emperyalizmdir. Karşılık olarak Türk mallarına oldukça ağır gümrükler ve nakliye tarifeleri basarak, kıtlık çeken Suriye'ye Türk buğdayı yerine Amerikan buğdayı ye-dirten, yine emperyalizmdir. Örneklerini hep burjuvazi versin: "Güney treni kaçak taşıyan, kaçak ticaretinden kazanan bir hat oluyor... Saraypınarı istasyonunun meydanı, yüzlerce buğday çuvahyla doluydu. Suriye buğdaya, ekmeğe muhtaçtı. Fransızlar yönetimindeki güney demiryolunun Türk tarım ürünlerini çok pahalıya taşıyan tarifesi, gümrüklere konan ağır rüsum, Türk malını ta Amerika'dan getiriyor fakat komşu malını yiyemiyordu." Fakat emperyalizm daima emperyalizmdir. Onun evrendeki hedefi, yasal-yasadışı çapuldur. Şu halde, bu yanıp yakınmalar niye? Burada ibretle görülecek olan sorun, emperyalizmin talanı değil, onu bilmeyen yok; bu talanın Kürdistan sınırlarında neden bu kadar elverişli zemin bulduğudur. Bu niçinin iki nedeni var: a) Manevi (siyasal) neden: Türkiye'de genel olarak kapitalist düzen ve özel olarak bu düzenin Kürdistan'daki baskısı, kaçakçılığın ideolojik ve psikolojik haklı çıkarılışını gerektirir. Gerçekten de Türkiye'de düzen kapitalizm olunca, Kürdistanlıların da Batı illerindeki burjuvalar gibi fazla kâr peşinde koşmasında "ayıp" ya da "günah" aranabilir mi? Sonra Kürdistan'da her gün çeşitli ve yasadışı -evet burjuva yasalarının bile yasal lığı dışında- soygundan ve çapuldan başka yaptığı hiçbir şey yokken, bu ezilen bölge nüfusundan Cumhuriyet burjuvazisinin çıkarlarına balta vurma hırsı ve arzusu nasıl silinebilir? "Vatanhainliği" güzel... Fakat bu Batı illeri burjuvalarının malikanesi demek olan "vatan"da, genel olarak Doğu illerinin uyruk ve kul yerine konulmaktan ve hakaret görmekten başka ne mevki ve çıkarı vardır? Onun için "Kaçakçılar" yazarında okuyoruz: "Fakat bugün Ermeni Resulayn, kaçak kullanmayı bir vatan ihaneti olarak görmeyenlerin yüzünden büyüdü büyüdü. Bu kaçakçı ocağı da, bugün 350 dükkanlı, şöyle böyle iki yüz evli bir çöl kasabası oldu." Gerçekten yazıcı burada bilerek ya da bilmeyerek, Kürdistan halkındaki, Doğu illerinin kafasında ve yüreğindeki ideoloji ve psikolojiyi okumuş oluyor. Bir Doğu illi "kaçak kullanmayı bir vatanhainliği" değil, belki bir intikam borcu, bir öçalma sayıyor. Nitekim, yakalanmış bir kaçakçı hakkında, şu satırlar çiziştiriliyor: "Sattığı malın %50'sini ödeyerek almıştı. Korkusu yoktu. Gene dönse kendisine kredi açarlardı. Fakat bu kez nasılsa tutulmuştu, kaçakçılık şanına, kaçakçılık onuruna leke sürülmüştü." (Dikkat! Yani Doğu illi, kaçakçılığı "ihanet" değil, bir "şan" ve "onur" sayıyor. Artık bol bol dua edebiliriz.) "Viranşehirli kaçakçı bütün ülkeyi viran etmek için her seferinde 40 altın, 50 altın çalarak yurduna ihanet ediyor, bunu ne günah ne ayıp sayıyordu. (Makyavelist siyasetin nerelerinde emekliyor bu küçük-burjuvacık?) Biz önce bununla, bu düşünceyle mücadele edeceğiz." Oysa bir burjuvazinin, hele Kemalist burjuvazinin asla "mücadele" edemeyeceği, etse bile hep şapa oturacağı şey, tam da bu "düşünce" değil midir? b) Maddi (ekonomik) neden: Hep yukarıdan başlıyoruz. Önce manevi ve siyasal nedenlerden sözettik. Bu tümevarımsal bir yöntem. Yoksa zaten böyle nedenlerden sözediş bile, onları açıklayacak tarihsel maddeci temellerin bulunduğunu göstermekten başka bir şey ifade etmez. Doğu illide neden böyle bir "vatanhainliği" hareketini şan ve onur bilen ideoloji ve psikoloji yayılmıştır? Bu boğazı sıkılan bir insanın psikolojisi olduğu kadar, göbek bağı kesilen bir çocuğun debelenmesine de benzer. Bu ruhsal durumun derin bir etkeni de, Doğu illerinin bağımsız Kürdistan pazarı oluşundadır. Bunu bize burjuva diliyle söyleyecek, biri Kürdistan'ın en batı, diğeri en doğu bölgelerine ait iki örnek: Batıdan örnek: "Elbistan'da ekonomik durum: Ülkenin ekonomik durumunun almış olduğu acıklı halini sunmak isterim. Elbistan (Doğu illerinin en batısı olan Maraş'ın en kuzey noktası) tahılı bol ve Suriye'ye yapacağı, davar, döşeme denilen kilim ve birçok ilk madde sevk ve ihraç eden, oldukça önemli bir kasabadır. Burası eskiden bütün ithalatını Halep'ten yapardı. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra İstanbul ve Mersin'den yapmaya başla1 mıştır." ^ Doğudan örnek: "Eskiden İskenderun, ta Van'a kadar Doğunun iskelesiy-di. Bugün demiryoluyla Malatya'ya bağlı olan Mersin onunla rekabet ediyor, 11 fakat iskenderun bugün bizim için kaçak limanıdır." Bu iki örnek bize Kürdistan pazarının, hâlâ Anadolu'dan ayrı çıkış kapısı olan bir birliği temsil ettiğini göstermez mi? Yunus Nadi efendi, emperyalizmden sınır dostluğu ve "iyiniyet" gördük mü diye sorduğu bir başmakalesinde: "Şimdiye kadar hayır (diyor). Mandater Fransa ile imzalanan sözleşmenin açıklıkla belirtmesine karşın, hayır. Tam tersine, kaçakçılığın ve güvenliksizliğin resmi ellerle teşvik e-diliyor gibi olduğunu varsaydıracak bir durum yargılamasında bulunmaktan kurtulamadık ve kurtulamıyor uz." Fakat daha aşağıda emperyalizmin neden bu "teşvik"lerinde başarılı olduğunu farkında olmadan ağzından kaçırıyor: "Türkiye'den çıkıp gitmiş olan Ermeni mültecileri Türk sınırları boyunca 18 sıralamaktaki amacı, her şeyden önce dostane görmeye olanak var mıdır?" Yani emperyalizm kaçakçı karakollarını "Türk sınırları boyunca sıralamak" için herşeyden önce varolan maddi durumdan ve unsurlardan yararlanıyor. Gerçekten, dikkat edilecek olursa, bütün kaçakçılık sistemi, hep Kürdistan'ın eski kurtlan tarafından görülür. Örnekler: "Süryani Mardinli Yorgi, buranın (Meydan Akbez'in) baş kaçakçısıdır. Halep'deki garnizonun müteahhit i diye tanınır. İstihbarat işleriyle de çokça 19 ilgilidir derler." Yani eski Kürdistanlı, şimdi Kürdistan sınırında kaçakçılık ederken, hem müteahhitlik, hem casusluk şeklinde emperyalizmle el eledir. "Arap pınarı haftada onbeş vagon kaçak sarf eder. Bu kârlı sürüm noktasını önce çuvalyırtan Onhannis Taşcıyan keşfetmiştir. Bu Suruç'da (yani Urfa ilinde) doğma Ermeni, eski Taşnaklardan. Dayandığı çete sermayesinden 20 yararlanarak vb..." "Kulhacı ve Arslantaşı, Serap pınarının tali depolarıdır. Kulhacı'da Melik Ahmet ve Hain Bozan, Arslan Taşı'nda Hırço bu Ermenilerin aracıdır. Bunlar bizim topraklarımızdaki akrabaları aracılığıyla çokça kaçak sokmuşlardır... Türkiye haritası içinde adam gibi yaşamaya zorunlu kılınan babaları İbrahim paşa denen ünlü şakinin (demek ki taşradan da ünlü şaki yetişirmiş!) dönemini Cumhuriyet zamanında da yaşatmasına izin verilme- 16. Ali Nihat: "Elbistan'da...", Cumhuriyet, 22.11.1930. 17. N. Hakkı: a.g.y. " 18. Y.Nadi: "Cenup Hudutlarımızın Arkasında Neler Oluyor", Cumhuriyet, 18.12.1931. 19. N. Hakkı: a.g.y. 20. N. Hakkı: a.g.y. yen Milli aşireti sergerdelerinden Halil ve avenesi buradaki Ermeni kaçakçılarla el ele ve başbaşadır... Mardinli Şeyh-ül Bur uz, Viranşehirli Agopoğlu Şükrü, Viranşehirli Mirço, tenekeci Bogos, Mardinli İş, Liceli Haço, Halepli Ebu Ahmed, buranın en ünlü kaçakçısıdır (burası ta Erzincan'a kadar mal süren Resulâyn). Bir Haleplinin dışında diğerleri Kürdistanlı... Akçakale'nin egemeni baş kaçakçı Ekber Ekberyan'dır. Büyük sermaye, geniş kredi bunun elindedir. Akçakale, Urfa'dan (Doğu ilinden) kaçan Ermenilerin, çetelerin, Suriye'nin dört bir yanında toplanan Taşnak döküntülerinin ıx karargâhıdır " Emperyalizmin siyaseten durgun göründüğü günlerde, ekonomik ve sistematik olarak kullandığı olanaklar: 1- Bağımsız Kürdistan pazarı; 2- Bu pazarın eski etkinleridir. Bizim bu ilginç manzaradan çıkaracağımız sonuç, ne Kemalizmin nasıl bir kapanda kuyruğunun kıstırılmış olduğu, ne emperyalizmin İskenderun ve Antakya'yı elinden bırakmakla Cumhuriyet burjuvazisine oynadığı oyun ve aradaki kördövüşü değil, yalnızca bu konumuzu ilgilendiren olaydır. Doğu illeri ekonomik olarak bağımsız bir pazardır. Ya da Türkiye'den çok ve Anadolu'dan fazla Suriye ile bağlıdır. Bu pazarı sömüren emperyalizm, hattâ gelin alayı şeklindeki mahfelerle* kaçak eşya sokmanın, hünerini, yani yerel koşul ve ilişkilerin ıcığını, cıcığını bilen Kürdistan pazarının eski etkenlerini kullanıyor. 2- Gümüş Para: Kaçakçılık denilen perdenin arkasında nasıl Kürdistan ekonomik birliğini temsil eden bir bağımsız pazar ilişkilerinin tepkisi gizliyse, gümüş para tekerleklerinin üstünde yürüyen de, Doğu illerinin kendine özgü değişim ilişkileridir. Bu gümüş para gerçekliği, biraz da ataerkil ekonominin kapalı ve defineci özelliğiyle ilgilidir. Fakat aslında Doğu illerinin gümüş parası, Doğu illerinin kaçakçılığından kıl kadar ayırtedilemez. Kaçakçılık+gümüş para+Doğu pazarı üçüzü, Kürdistan'ın ekonomik dininin "teslis"inden başka bir şey değildir. Şu 21. N. Hakkı: a.g.y. * "Urfa'yi iyi tanıyan bu hainler buranın büyük servetini emmek için her hileyi düşünmüşlerdir. "Birkaç ay önce, Urfa'nın Harran kapısı önünde bir gelin alayı görülür. Telli pullu bir deve, üzerinde bir mahfe, etrafta kalabalık. "Bu muazzam gelin alayı merasimle Urfa'ya girerken, bir zabıta memurunun gözüne güneydeki Ermenilerle çok teması olan bir kaçakçı uşağı göze çarpar. Polis aralarına sokulur, mahfeyi incelemeye başlar. Kaçakçılar yakalanacaklarını anlayınca her biri bir yana kaçarlar. Gelin ve devesi ortada kalır. Başıboş çöle dönen deveyi yakalarlar. Bir de ne görsünler? Allayıp pullayıp ülkeye soktukları gelin, kaçak ot ipek, kaçak bez, kaçak lavanta, kaçak kauçuktan başka bir şey değilmiş." (N.Hakkı: a.g.y.) halde gümüş para olayına değinirken ve ve "birlik"i temsil eden "teslis" üçüzünün bir köşesine dokunmuş olmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Bağımsız Doğu pazarı "ruh"sa, gümüş para onun somut "oğlu"dur. Kaçakçılık da, bu oğulun şu fani dünyadaki doğuşudur. Onun için, kim ki kaçakçılık der, gümüş para der ve Doğu pazarı der. Elbistan'ın kaçak ve Suriye'ye sürümsüzlük yüzünden "almış olduğu acıklı hali"nden söz etmeye başlayan, hemen gümüş parayı söyler: "Hâlâ burada diğer güney illerinde olduğu gibi madeni para geçmektedir." Kürdistan pazarı, adeta doğal bir tepkiyle Kemalizmin Allahım, yani Cumhuriyet parasını sınırlarından içeri uğratmıyor. Ve hattâ sınırları dışında bile kovalıyor. Şu kapitalist düzenin ..ilerine bakın ki, evrenin Türklüğünü kanıtlamaya kalkışan ve sonra Türklüğü, karşıki dağlarla birlikte yarattığına inanan Kemalizm, ülkenin yarısında hâlâ sultanların tuğralarıyla süslü kuruş ve mecidiyenin tanınmasını, on yıllık atıp tutmalarına karşın bugün görmezliğe gelmekten başka türlüsünü yapamıyor. Kürdistan içinde, Cumhuriyet burjuvazisinin ve onun bekçisi Kemalizmin nasıl bir "yabancı" sayıldığını, en sadık kulu itiraf etsin: "Bilindiği gibi sınır illerimizde ve genellikle eski doğu Anadolu çevresinde altın, mecidiye ve bunların aksamı geçiyor. Para birimimizin adına buralarda 'not' diyorlar ve tıpkı yabancı döviz gibi yabancı ve özel bir işleme tabi tutuluyor. Bütün 22 alışverişler madeni para üzerinden oluyor." 22. Bir kelime okunamadı. 23. Siirt Milletvekili Mahmut, Milliyet, 18.5.1932. Sosyal ilişkiler ve Köylülük SINIFLAR Doğu illerinin "namuslu" bir istatistiğini bulmak hayaldir. Bununla birlikte, burjuva basının verdiği rakamlara göre {Milliyet, 7.1.1931) son nüfus sayımında, Doğu illerinde 2.673.478 kişide 1.798.888'ine "mesleksizler ya da mesleği bilinmeyenler" deniyor. Doğu illeri nüfusunun %67,60'ını (yani üçte ikisinden fazlasını) oluşturan bu kategori içinde, hiç kuşkusuz bütün varolan sınıfların aşıntı ve döküntülerinden tortulaşmış "declase"ler (sınıftan kopmuş, sınıfsızlar) önemli bir miktar tutar. Bunlar arasında çeri çobanlıktan artmış, serserileşmeye kadar varmış, yarı dilenci, yarı lümpen unsurlar çoğunluğu tutar. İş Bankası'nın yönetim kurulu başkanı, Trabzon-İran karayolundan sözederken, Kemalist "halkçı" demagoglara özgü bir "suret-i haktan" görünüşle Doğu illeri halkını şöyle tanımlıyordu: "Bu yol öyle bir bölgeden geçecek ki, onun halkı bugün işsiz, güçsüz ve muzdarip, yazgısına ilenen bir 1 durumda bulunuyor." İşte Doğu illeri nüfusunun bu üçte ikisinden fazlasını oluşturanları içinde çoğu -biz diyelim nüfusun yarısına yakını, siz deyin yarısından fazlası- bu "işsiz, güçsüz ve muzdarip, yazgısına ilenen bir durumda" olan insanlardır. Bir devrim kıyametinde olumlu rollere kadar ve belki daha çok olumsuz rolü ağır basabilecek olan ve sanayi işsizlerinden farkı, ilkelliğiyle tam "lümpen proletarya"dır. Çoğunluğunun şehirde değil de kırlarda dağınık bulunmasıyla ayırtedilebilecek olan bu zümreye bu kadarcık işaret etmekle yetineceğiz. Bu yalnız "işsiz, güçsüz ve muzdarip" insanlık, kuşkusuz sosyal kökleri asla derinleştirilmemiş olan yerel ayaklanmalarda ve isyanlarda, amaçsız ve disiplinsiz bırakıldıkları oranda, bozguncu rolünü oynamıştır. Elle tutulur amaçlı ve demir disiplin bir sosyal devrimde bile, bu zümreler, dağınık, güdülmesi köylüden çok daha güç bir anarşi unsuru olabilir. Biz, Doğu illerinin üretim süreci içinde aktif rol oynayan unsurlara gelelim. Yine burjuvazinin verdiği rakamlara göre, bir "meslek" sahibi 1. Milliyet, 21.2.1932. diye gösterilen zümrelerin toplamı 873.673 kişi olarak gösteriliyor. Öz nüfusu temsil edenleri bunlar sayacak olursak, bu toplam içindeki sınıf ve zümrelere bölünüşleri şöyle ayrılıyor: 1- Ziraatçılar: 753.406; 2- Sanayi erbabı: 37.453; 3- Ticaretle uğraşanlar: 33.404; 4- Çeşitli meslek erbabı: 25.228; 5- Serbest meslek erbabı: 6.689; 6- PTT'ciler: 7.646; 7- Memur: 9.847; 8Yargıçlar: 917... Bu rakamlar sınıf ilişkileri açısından sınıflandırılacak olursa şu sonuçlar elde edilir: 1- Köylülük; 2- Diğer sınıf ve zümreler... Ve bu iki cephenin karşılaştırılmasında, köylülüğün adeta tek parça ve ulu bir kitle halinde yükseldiği ve tüm nüfusun %86.24'ünü kapladığı anlaşılır. Doğu illerinin onda dokuzuna yaklaşan bu büyük yığının gözden geçirilmesini biraz daha aşağıya bırakarak, burada ona "karşı" koyduğumuz "diğer sınıf ve zümreler"e bakalım. Bunlar içinde başlıca şu zümreler var: 1- Şehir ve kasaba küçük-burjuvaları; 2- Tefeci, ticaret sermayedarları; 3- Aydınlar ve devlet memurları. Bunların Türk burjuvazisiyle ilişkilerine göre kısaca bölünüşlerine bakalım: 1- Şehir Küçük-burjuvaları: Bunları "sanayi", "ticaret" ve "çeşitli meslek" erbabı denilenler arasında aramak gerekir. Sanayi erbabı nüfusun %4,28'i, ticaret erbabı %3,82'si, çeşitli meslek erbabı %2,88'i olarak gösteriliyor. Biliyoruz ki, Doğu illerinde tam kapitalist sanayi denilecek bir şey henüz gelişmiş değildir. Şu halde, istatistikte "sanayi erbabı" diye gösterilen sınıf, yalnız ve tamamen "zanaatkarlar" diye bildiğimiz küçük-burjuvalardır. Ticaretle uğraşanlar yukarıdaki sayısına göre %3.82'dir. Fakat bunlar, küçük-burjuva ve sermayedarlardan çok, adeta pre-kapitalist ekonominin bezirgan ilişkilerini temsil eden ve doğal ekonominin çevresinde birikmiş, onu kurt gibi kemiren küçük tacirler, çerçiler, ufak dükkancılardan ibarettirler. Bunların %3,82'den %2'si şehir küçük-burjuvaları sırasına girebilir. Çeşitli meslek erbabından da hiç olmazsa %2,88'den % Tinin bu şehir küçük-burjuvalığı kategorisine girdiğini kabul edecek olursak, şehir küçük-burjuvalarının nüfusa oranı %7,25'i bulur. Demek Doğu illerinde, köylülük dışındaki sınıf ve zümreler toplamının yansından hayli fazlası bu şehir küçük-burjuvalandır. Bunların, Türk burjuvazisiyle genel olarak ezilen sınıflar arasında sallanacağı biliniyor. Fakat Türk burjuvazisine karşı bu Doğu illeri küçük şehir burjuvalarının dostluğu ve düşmanlığı şöyle terazilenebilir: 1- Türk burjuvazisiyle çıkar birlikteliği: Derebeylik aşmdıkça ve iflas ettikçe, şehir küçük-burjuvazisinin, kusurlu da olsa, bir müşterisi elden gidiyor demektir. Fakat Türk burjuvazisinin genişleyen devlet sistemi, Doğu illeri şehir küçük-burjuvalarma kalabalık bir asker, jandarma ve memur müşterileri kazandırıyor. Hem de bu yeni müşteriler herhalde dere-beyler kadar "az saygın" bir ödeyici değildir. 2- Türk burjuvazisiyle çıkar karşıtlığı: Türkiye'de kapitalist sanayi Batı illerine tekelleştirilmekte devam ediyor. Batıda sanayinin gelişimi, Doğu şehir küçük-burjuvalarma, hele küçük zanaatkarlara ekmek bırakmaz. Bütün kapitalist ülkelerde orta sınıfların başına gelen budur. Fakat Doğu illerinde şehir küçük-burjuvalarının başına gelen, bu normal gelişim akıbetlerinden daha beterdir. Çünkü kapitalist gelişimin ilerlediği ülkelerde, aşman ve dökülen şehir küçük-burjuvaları için, gelişen yeni ve ileri sanayide, mutlak olmasa bile, göreli oranlar dahilinde bir iş güç bulmak o-lanaklıdır. Oysa Doğu illiler için bu olanak iki bakımdan sınırlıdır: a) Bir kere Türkiye'de gelişecek sanayi, burjuvazinin yordamınca ve ülkenin yaylımmcadır. Sanayice bu kadar geriliğine karşın, daha bugünden, birçok üretim dalında burjuvazi yeni fabrikalar açılmaması taleplerini ileri sürmeye başlamıştır. Şu halde, Türkiye ölçüsünde, geniş bir işgücü talebi, bütün aşınan orta tabakalar arzını kapatacak kadar olamıyor. ...... b) Ondan sonra, genel olarak Türkiye için bu yetersizlik kesinken, sorun özel olarak Doğu illerine uygulanırsa, yetersizliğin yokluk derecesine doğru düştüğü kolay anlaşılır. Çünkü burjuvazi, Doğu illerinde Kürt proletaryası yaratmamak için olduğu kadar, Batı sanayini tehlikeli J^ir rakiple boğuşturmamak için de, oralarda da genel olarak sanayi gelişimini -tek tük finans-kapital gerekleri bir yana bırakılırsa- adeta sistematik olarak men ediyor. c) Son olarak, burjuva devletinin ekonomik, mali ve siyasal zulmü bu tabakaları büsbütün tedirgin eder. Bu durumda Doğu illeri şehir küçük-burjuvalarının sonu ne olabilir? Başta sınıfından olmak (deklaselik) gelmek üzere, özellikle proleterleşmekten çok, köylüleşmeye doğru bir geri çekilme... Onun için ekonomik olarak bile Doğu şehir küçük-burjuvaları, demokratik bir devrim hızına -bu hız onun dükkancığını talan etmeye varmadıkça- bile karşı koymaz; belki hız başarılı olduğu oranda, devrimin senden, benden gürültücü ve coşkulu taraftarı olur. Onun için, şehir küçük-burjuvaları, şehir burjuvalarından çok, zaten organik olarak içli dışlı bulundukları Doğu köylülüğüne bağlı ve eğilimlidirler. 2- Aydınlar: Daha çok "çeşitli meslek erbabı" ile memurlar ve "serbest meslek erbabı" arasında aranmalıdır. Önce, serbest meslek erbabının %90'ı ve belki daha fazlası, memurların da hiç olmazsa %75'i yerli aydınlardır. Çeşitli meslek erbabının da, yine en aşağı şehir küçük-burjuvaları dışında, %1,88'inden %1,5'u da Doğu illeri aydınlarından sayılabilir. Bu tahminlere göre, serbest meslek %0,68 + çeşitli meslek %1,5 + memur %1,59 = %3,77... Yani meslek sahibi Doğu illiler içinde %3-3,5 kadar bir aydın toplamı bulmak olanaklı. Bu aydınlar içinde kuşku yok ki, hattâ mutlak çoğunluğu bile tam bir orta eğitim görmüş sayılamazlar. Onun için bilgi ufukları, belki bir şehir küçük-burjuvazisininki kadar bile pek denemez. Ne çare ki, bunlar, özellikle memurluk gibi ve buna benzer durumlara -koyunun bulunmadığı yerlerde keçiye Abdurrahman Çelebi rütbesi verilişi gibi- bir geçtiler mi, çarçabuk kendilerini etraflarını saran halk tabakalarından yüksek görmeye özenirler. Geçim biçimleri bir sanayi işçisininki kadar bile olmadığı halde, halkın sırtından geçindikleri bilinçlerine yansıyarak, onları birer "kabara-mazsm kel Fatma", birer "le dinden vaniteaux"* haline getirir. Doğu illeri aydınlarını Türk burjuvasinin zafer arabasına bağlayan etkenler şu iki kategoride toplanabilir: a) Manevi Bağlar: Bütün bu aydınlar, istisnasızca, Türk okullarında eğitim görürler. Çünkü Türk burjuvazisi, Kürtlük azınlığının kültür gereksinimini değil, varlığını bile "yemin billah" ile inkâr eder. Türk kültürünün mutlak etkisi altında yetişen bu aydınlar içinde, Kürtlüğü "Batı" burjuvaları gibi bir vahşilik olarak görmek modadır. Doğulu aydınlardan, hele yüksek eğitim görmüşleriyle büyük şehirlerde oturanlar arasında Kürtlüğünü hiç olmazsa açıkça kabul edenleri parmakla gösterilebilir. Onun için görünüşte olsun, bu aydınlar içinde çoğunluğa yakın bir oranı "Türkleşmiş" gözükürler. b) Maddi Bağlar: Ekonomik olarak bu aydınlar çalışkan Kürt köylülüğünün Kemalist burjuvazi tarafından çapulunda hazır bulunur ve aracı olurlar. "Bal tutan parmağını yalar." Değil Doğu illerinde, Batı illerinde bile, "mukaddes ve mübarek" burjuva kurumlarının en ufak eleştirisini suç gözüyle gören ve sorumluluk kelimesinin yalnızca finans-kapitale karşı tanındığı ve halk için tuti kuşundan daha bilinmez olduğu Türkiye'de, Kemalizm aslanının parçaladığı Kürt köylülüğü ve yoksul halkı bedeninden dökülen tank kırsıklar, Kürt aydın tilkilerinin de karnını doyurmaya yarar. Bununla birlikte, bu genel karakteristiğe karşın, türdeş olmayan Kürt * kendini beğenmiş, (y.n.) aydınlarını şu iki kategoriye ayırmak gerekir: a) Üst zümre aydınlar: Bunlar, ya serbest meslekler (özellikle doktorluk ve avukatlık) gibi çıkarları burjuva zenginliğiyle sıkı sıkıya bağlı ve zaten ancak "hali vakti yerinde" olan sınıf ve zümreler içinden çıkabilmiş zümrelerdir; ya da ta bizzat derebeylik ve tefeci sermayenin kasaba ve şehirlerde yerel yönetimlerde temsilciliğini ve halka karşı savunuculuğunu yapan önemli mevkileri tutmuş yarım yamalak aydınlardır. Bunların ezici çoğunluğu "corrompu" £satın alınmış, bozuk) unsurlar, siyasal ve ekonomik olarak "tok" yaratıklardır. Oxford Üniversitesinde yetişmiş bir Hintli, Entelicens Servisin bayrağı altına sığınan bir Gandici, bu yüksek tabaka Kürt aydınlarının ideoloji ve psikolojisine akrabadır. İsterlerse suratlarına dilini pek az bildikleri Kürtlük yerine, kültürüyle yetiştikleri Türklüğün maskesini geçirirler ve ağalarının ya da efendilerinin bir işaretiyle Mustafa Kemal'den çok Kemalist geçinirler. Vatan ve millet adına, falan olayı yürekleri parçalayan telgraflarla kınarlar. Bunlarda Doğu illilik adına kalan şey, hemen hemen bir Batılı kadar olamamaya boynunu teslim etmiş, Doğunun "aşağı"lığını tevekkülle kabul eylemiş karanlık bir alçakgönüllülük, korkak bir siniklik ve kişiliksizlikten ibarettir. Amaçları olabildiğince kabarmaktır. Bereket versin ki bu zümre, niceliği derecesinde nitelikçe büyük değildir.* b) Alt zümre aydınları: Bunlar daha çok halk içinden, orta halli köylülerden ya da deklase küçük asillerden gelirler. Bunların "alt zümre" oluşları, aydınlık derecelerinden çok, Kürdistan'm alt tabakalarına yakınlıkları gereğiyledir. Yoksa alt zümre aydınları içinde, mutlaka "üst zümre" aydınlarından daha az bilgili, daha az görüş ufuklu insanlar vardır anlamına gelmez. Alt zümre aydınlar, üst zümrenin "açıkça" * istanbul Halkevi'nde "Maraş'ın Kurtuluş Günü" kutlanıyor. "Törende Gaziantep Kahramanı Kılıç Ali Bey coşkun bir nutuk" söylüyor. Bu nutkun "coşkun" denilen yanı, kuşkusuz şu melodramatik "Gazi"nin Allahlaştınlışı olacak: "O kimdir? O... yeterlidir... bu... Onu bilmeyen yoktur! Ona tarihlerin üstünde in-sanlara^insanca yaşamak zaferi derim. O, Gazi demektir." Fakat bizi, "müthiş bir alkış tufanı içinde" söylenen bu "Ali Cengiz oyunu"ndan çok, arada sessiz sedasız geçiştirilen ve gürültüye kaynayan, Doğu illeri aydınlığının Kemalizmle ilişkisine dair, bizzat bir Kemalist meddahın ağzından çıkmış iki başka satırcık daha ilgilendirdi O (eski müslümanlar Allaha "hû" derlerdi, yani "O"; Kemalistlerin mistisizminde "O" Gazi'dir) kılıcıyla birlikte Maraş'a gittiği zaman bir şeyler görememiş olacak ki, bizim "kahraman" Kılıç'ın söylevinde: "Son yolculuğu sırasında Maraş'ta azlığı dikkat çeken bir yeni gençlik gördüğünü ve üzüldüğünü" öğreniyoruz. 'Tırnak içindeki sözler aynen (Cumhuriyet, 12.2.1933). söylemediğini söyler. Türklüğü üstüne almaz, Kürtlüğünü açıkça söyler Bunlardan Kürtlüğe karşı en berbat sömürge zihniyetini uygulayanlaı vardır; fakat onlarda bile bu uygulamanın haksızlığına, yanlışlığına aiı için için bir kanı vardır. Yalnız bu kanısını açığa vurmaz. Zaten vursa bile, ilk olarak olan biteni açıklayabilmek için elinde hiçbir belirli, bilinen ölçü yoktur. İkinci olarak, bu olanların kaçınılmazlığını, o Doğu ka-derciliğiyle felsefeleştirmiştir. Bu felsefe alt zümre aydınını bir kabus gibi sarmış, savaş cephesinin boğucu gazları gibi ezmiş ve sersemletmiş bulunuyor. Üst zümre aydını silik ve sahte bir mangır gibi kişiliksizdir. Â*lt zümre aydını aman vermez bir sel baskınına uğramış insanlar gibi sarılıp tutunacak bir saman çöpü bulamaz. Bazen can havliyle kişiliğini kurtarmak için yanındaki felaket arkadaşlarının boğazına, fakat pek de istemeyerek sarılır; için için kaynayan hoşnutsuzluklarını boşaltacak yer bulamaz. Bu iki kutup arasındaki fark neden? Buna yukarıda da işaret ettik: 1- Üst zümre aydını: Türk burjuvazisinin çapulunda yaptığı omuzdaşlığını ödüllendirir. Kemalist sistem sayesinde komprador vurgunculukla, yavaş yavaş önce az çok para sahibi olur. Sonra bu parayla Kemalist tümlüğün bir parçası olan tefeci sermayedar haline gelir. Tefeci sermayedarlıktan toprak sahipliğine geçmek, üst zümre aydım için yeryüzünün biricik ülküsüdür. Şu halde bu zümre kendiliğinden aşağı halk tabakalarına değil, üst tabakalarına ve Kürdistan'ın burjuva unsurlarına yakındır. "Gözü yukanda"dır. 2- Alt zümre aydını: Hürriyet'le yapılan resmi çapul-soygun ve "yağma Hasan'ın böreği"nden aldığı ufak payla, maaşının ve kazancının yetersizliğini ve açığını ancak kapatabilir. Onun için "yükselmek", tefeci ve toprak sahibi olmak uzak bir seraptır. O seraba kavuşmak istemez değil, ama kavuşamayacağını da bilmez değil. Hattâ yoksul Kürt halkının soyuluşunda ufak bir aksaklık, onu, gösterişli işlere bayılan Kemalizmin, "güya suistimal mücadelesi"ne yem bile edebilir. Onun için, alt zümre aydını, burjuva unsurlarından çok, yoksul halka 2 yakındır. Yalnız Kemalizmin, halkla kendi arasına gerdiği yapay ... "Çin şeddini" kendiliğinden anlayabilecek manevi hamlesi henüz yoktur. Gözleri aşağıda başı düşüktür. Bu iki zümrenin sınırlarında dolaşan iki tipin melezi "geçit unsurları" bulunduğunu eklemeye gerek var mı? Doğu illeri aydınlığının sayıca azlığına karşın önemi neresindedir? Cumhuriyet burjuvazisinin yerli halkı ezip soyuşunda maddi manevi aracı ve alet 2. Bir kelime okunamadı. oluşunda... Hiç unutmamalı ki, Kemalizm Doğu illerinde siyasal örgütünü bu aydınları avlayabildiği oranda güçlendirir. Ve manevi nüfuzunu aynı zümrelerle propaganda eder. Şu halde Kemalizm Doğudaki temelini iki direğe dayıyorsa, direklerden birisi bu aydınlardır. Cumhuriyet burjuvazisi Doğuda iki bacakla yürüyorsa, bacağın bir tanesi aydınlardır. 3- Burjuvalar: Doğu illerinde burjuva unsurları var mı? Var. Bu unsurların zümreleri nelerdir? Doğu illerinin klasik anlamıyla "burjuvadan çok, "burjuvalaşan" unsurlar içinde egemen tip, ticaret sermayedarı ile tefeci sermayedardır. Bu iki başlıca kategoriden sonra gelenler finans-kapitalistler ve en belli belirsiz olanlar da sanayi kapitalistleridir. Sanayi sermayesi burada hâlâ koza döneminde el imalathanesi aşamasındadır. Banka sermayesi Batıdaki rolüne* Doğuda da girişmek üzeredir. Geç gelmesine karşın bölgenin bütün sivrilmiş kapitalistlerini biricik finans-kapital kampında derlemek ve Türk burjuvazisinin kasalarıyla bağlayarak, İş ve devlet bankalarının uydusu durumuna getirmek girişimindedir. Burjuva unsurların oranı % 1-1,5 civarında. Doğu illerinin burjuvalaşma sürecine uyan unsurlar başlıca şu üç kökten gelir: 1- Ağalardan, 2- Tüccarlardan, 3- Aydınlardan. 1- Aydınlardan: Nasıl geldiğini bölümünde anlattık. Bunlar müteahhitlikten genel hizmetler denilen şekle kadar çeşitlidirler. 2- Ağalardan geliş: Ağa deyince çoğunlukla derebeyi ve derebeyi artığı toprak ve emlşk sahipleriyle çok az ve seyrek olarak da bazı kalın ve refah içindeki köylüleri anlatmak istiyoruz. Bunlar kısmen kendiliklerinden, kısmen Kemalizmin yönetsel ve siyasal önlemleriyle yavaş yavaş ölüler halinde kalan topraklarını, yine kısmen çın çın öten gönüller çeken çil akçeye çeviriyor ve akçeleri işletmenin kapitalistçe yollarını, bazen aramadan bile buluyorlar. Daha çok rantiye kapitalizme eğilim gösteriyorlar: tarım burjuvaları. 3- Tüccarlar: Bu zümreye: a) İşi küçükten büyüten bezirganlar, manifaturacılar vb. azmanları, bir sözcükle özellikle tüccarlar; b) Katırcılar (büyük ya da küçük bir tür ticaret kervancıları); c) Kaçakçı tüccarları girer. Bu üç grupta burjuvalaşan unsurları, ilişki ve ilgilerine göre halkla Kemalizm arasında dizersek, Kemalizme en yakın olanların başında aydınlıktan gelme burjuvalar, sonra ağalıktan gelmeler, en sonra da üçüncü zümre gelir. Üçüncü zümre içinde de, yine Kemalizmle en çok çelişki içinde olanlar, tersine hizadakiler, yani aşağıdan yukarıya önce kaçakçılar, sonra katırcılar, sonunda özellikle tüccarlardır. Kategori gereğince tanımlan şu olan, Doğu illerinin burjuvalaşmış unsurları içinde yukarıdaki stratejik sınıflama, daha çok yatay olarak bir bölümdür. Oysa yalnız böyle bir sınıflama da yetmez. Ayrıca dikey olarak da bir sınıflama yapmak gerekir. Yani aşağıdan yukarıya doğru da tabakaları ayırtetmek gerekir. Başka bir deyişle, bu üç kategori içinde küçük kapitalistlerle daha kalın ve kodamanları aynı çıkar ve düşünceli değildirler Genel kural olarak denilebilir ki, burjuvâlaşan unsurlar içinde daha büyük olan sermayeliler, daha küçük sermayelilerden çok Türk burju-vazisiyle emek birliği ve sömürü beraberliği kurmuşlardır. a- Burjuvalaşmış aydınlar, eskiden beri bağlı oldukları Kemalist devlet aygıtıyla içli dışlıdır. Onun için Türk burjuvazisi ile hemen hemen sızıltısız bir klik halinde bulunur. Henüz Türk burjuvazisiyle ciddi bir uyuşmazlık sorunu yok gibi. b- Burjuvalaşmış ağaların Kemalizmle bir geçmişte, bir gelecekte olmak üzere iki mız noktası vardır. Bu kategori hoşnutsuzdur, çünkü: 1- Geçmişteki ve aslındaki sınıfın izlerini psikolojisinde taşır; 2- Şimdiki durumda ve gelecekte, Kemalist burjuvazinin sinir sistemi demek olan fi-nans-kapital, şebekesini büyüttükçe, bu zümrenin çokça bir kısmına karşı tefeci sermayeyle başlamış olan karşıtlık gibi çatışmalara uğrayacaktır. Bu 3 zümreden ... tarım kapitalisti olma becerisini gösterenlere karşıysa, Türk burjuvazisinin çoktan güveni kalkmıştır. Doğu illerinde tarımın makineleşmesi değil, ilerlemesi bile Kemalizme dokunuyor. Onun için oralardaki traktörleşme girişimleri, her zaman sözle verilen vaatlere karşın, bürokrat faaliyet içinde boğuntuya getiriliyor. Ve sadakati su götürmez unsurlar buluncaya kadar örnek çiftlikten öteye geçemiyor. Bu yüzden bu zümre burjuvalaşmış Doğu illileri içindeki tepkiler, "ulusal" denilen öz burjuva eğiliminden çok, "karşı-devrim" denilen geriye özlem biçiminde kalıyor. c- Üçüncü kategorinin üç türü içinde Kürdistan. tarihi ve ekonomik koşulları bakımından en ortodoksu, burjuva temsilcisi katırcılar oluyor. Bunlar kaçakçılıkla da bulaşır, özellikle tüccarlık da yaparlar. Fakat içlerinde Kemalizmin mutemedi olan milletvekillerinden en hoyrat pîranlara kadar gayet farklı, fakat Kürdistan burjuvazisinin bütün özelliklerini temsil eden tipler yetişir. Kürdistan'in iç köylerine doğru dal budak «alan değiş-tokuş ilişkilerinin temsilcileri, özellikle bu üçüncü kategori tüccarlardır. Bunun3. Bir kelime okunamadı. la birlikte, bunlar iç köylerde <te"henüz bağımsız birer güç şeklinde gözükmüyorlar. Özellikle aşiretler arasında ticaret yapabilmek için, ya aşiret başlarıyla tanışmış ya da oranın yerlisi olmak gereklidir. Talandan kurtulabilmek ve serbestçe ticaret yapabilmek için klasik koşul, ağanın akrabası olmaktır. Yoksa doğrudan doğruya aşiret içine girmek bir serüven olur. Ağa zaten sorulursa malı satmaz. Fakat perakende mal satmaz, yoksa yıllık ürününün fazlasını toptan satışa çıkartmaz değil. Bu satışlar gibi, genel olarak şehirle köy arasındaki değiş-tokuş, hele aşiretlerin asıl sosyal bünyeyi oluşturdukları bölgelerde -ki bu bölgeler Kürdistan'm büyük bir kısmını tutarhep ağayla içli dışlı hısım akraba olmuş tüccarlar tarafından olur. O zaman ağanın adamları aynı zamanda tüccarın koruyucuları olur. Bu tüccarların çoğunluğu, oldukça sermaye biriktirebilirse, toprağa döner. Köy tefecisi, üretici güçleri az çok geliştirmiş toprak sahibi ve tarım kapitalizminin rüşvetleri olur, bazen de ağalaşmaya kadar gideder. Bunlar Türk burjuvazisinden çok Kürt köylülüğüne ve Batı illeri pazarlarından çok Suriye pazarına bağımlıdırlar. Sıkıyönetimde ağaları gölgede bırakmak ve ağır ekonomik ve mali baskılarla bütün varlığına baçtan çok ortak çıkarak ekonomik ve siyasetçe zulmüne uğradıkları Kemalizme candan düşmandırlar. Bununla birlikte, derebeyi artığı ilişkilerle de daha dost sayılamazlar. Onun için "ehveni şer"dirler. Köylülük Oranları Doğu illeri nüfusunun onda birini bulan bu sınıf ve zümrelerden sonra Doğu illerinde koskoca bir "köylülük" kütlesi var demiştik. Bu büyük yığın içinde farklılaşma eğilimi ne olursa olsun, egemen ilişkiler henüz klan ve derebeyi ilişkileri olduğu için, köylülük deyince, burjuvazinin "tarımcı" dediği sözcüğün altında gizlenen bey ve ağalığı bir yana bırakınca, geri kalan tüm toprak üreticilerini gözönüne getirmek olanaklıdır. Biliniyor, derebeylik Osmanlı İmparatorluğumda Tanzimat-ı Hayriye'den beri resmen "ilga edilmiş"tir. Fakat bu ilga ancak derebeyliğin kehdi kendine lavedilecek haline geldiği, zayıfladığı yerler için ve merkezi derebeylik namına yapılmıştı. Kürdistan derebeyliği olduğu gibi kalmıştı. Nitekim Gülhane Hümayunundan çok sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısını geçtikten sonra 1855'lerde, eski "kesim", yani derebeyi aidatı yerine, dah?. merkeziyetli sayılan aşar konulabilmişti ki, bu şekil de, doğal ekonomiyi "tekerrür" ettirme düzeninden başka bir şey değildi. Cumhuriyet burjuvazisi de "yaşı benzemesin" dedeleri gibi, yani Tanzimatçı burjuvazi gibi, derebeyliği bir daha ilga etti. Fakat ekonomik gerçeklikler, o Büyük Millel Meclisi duvarlarından geçmeyen ferman okumalarla değil, ancak geniş kitlelerin kollektif hamleleriyle etkilenebildiğine ve Kemalist burjuvaziyse herhangi bir kitle hareketinden evvel ezel ödü patlar bir nesne olduğuna göre, bu seferki ilga da İsmet Paşa'nm sık sık başvurduğu "zaman" hazretlerinin keyfine bırakıldı. Başka bir deyişle, şapka devrimi, dil devrimi, din devrimi, tarih devrimi diye bütün burjuva reformlarını davul zurnayla ilan ederek kamuoyunu boşlamamayı güden Kemalizm, burnu dibinde ülkenin üçte birini (ve belki yarısından fazlasını) ahtapot gibi sarmış derebeyi ve artıkları ilişkilerini gençliğe ve kütlelere hedef göstererek, demokratik burjuva devriminin en zorunlu görevlerini olsun başarmayı tehlikeli bir oyun bildi. İşte onun için, tam kapitalizm gelişiminde, gayet farklılaşmış çeşitli zümre ve kategorilere, ta tarım burjuvazisinden, tarım proletaryasına kadar karşıt kutuplar arasında sıralanan tabakalara bölünen köylülük, Doğu illerinin yarı-derebeyi ve yan-klan egemen sistemi içinde, henüz birçok tabakanın tohum halindeki amalgamı gibi,henüz tekdüze ve bütün görülen bir yığın görünüşünü kaybetmemiştir. Fakat hele burjuvazinin tarımcı diye andığı büyük %86,24 oranı içindeki bütün insanların bir makastan çıkma çıkarlı, biricik bir hamur oluşturdukları sanılmamak. Tersine köy nüfusu deyince, bunu da ikiye bölmek gereklidir: 1- Genel olarak bey ve ağa denilen sınıf; 2Ezilen köylülük. Ancak böyle bir ikiye parçalanıştan sonradır ki, iki belli başlı sınıf gözümüze çarpar. Ve o zaman köylülük deyince, ufak tefek farklılıklara karşın egemen beyliğe ve ağalığa karşı, genel çıkarları ortak biricik bir köylülük sınıfı gün gibi aydın ve belli olur. Bu iki sınıfı ayrı ayrı incelerken, aynı zamanda her ikisinin karşılıklı ilişkilerine de değinelim: 1- Beylik ve Ağalık (Aşiret): Kürdistan sosyal bünyesindeki egemen sistem ortaçağa özgü ve "efradını cami ağyarım mani" bir derebeylik/feodalizm sayılamaz. Ezberden yargı verileceğine, olana yakından bakılacak olursa ta Urfa, Malatya'dan Erzurum, Van, Erzincan'a kadar uzanan bölgelerde aşiret sisteminin egemen olduğu görülür. Derebeylik Kürdistan tarihinde de yer tutmuştur. Fakat orada derebeyliği temsil eden, ancak eski Türk ve İran egemenlikleri olmuştur. O egemenlikler zamanında, Kürdistan'ın belli başlı tümsekleri ve kervan uğrakları üstünde kurulmuş karalı beyazlı yalçın kaleler türemiştir. Fakat bu derebeylikler, aşiretlerin bünyesinde kendi damgalarını sağlayamamaksızın, aşiretlerin üstünde adeta zeytinyağının su üstünde kalışı gibi kalmışlardır. Yağ dökülür ya da yanar yanmaz, eski saltanatların kandili sönmüş, fakat kandilin dibindeki su olduğu gibi kalmıştır denilebilir. Fakat uzun yıllar ve belki de yüzyıllarca yan yana ve alt alta-üst üste yaşamış olan Ortodoks derebeyi sistemiyle aşiret sistemi arasında, hiçbir ilişki ya da müdahale olmamıştır demek, soyutlamanın cıvıttınlması olur. Kandilin içinde yanan zeytinyağı bittikten sonraki su, kandile yağ konmadan önceki suya nasıl hiç benzemezse ve yanan yağdan sonra birçok kirli ve zehirli leke ve mundarlıklar yadigâr kalmışsa, tıpkı öyle Kürdistan aşiret sistemi de, gelmiş geçmiş derebeylerden bir dizi artıklarla rengini, saflığını kaybetmişti. Aşirete aşiretliğini kaybettiren bir yön de, kapitalizmde ve kapitalizmin son aşamasında bulunuşundadır. Onun için beylik ve ağalık sözcükleri altında tanımlanan aşiret sistemi, bugünkü Kürdistan'da sosyal organizmanın hücresi demek olan klan şeklinin derebeyleşmiş ve burjuva düzenindeki örneğidir. Onun için bu sisteme deyim yerindeyse "feodalo-klan" demek daha doğru olur. Aşiretin ekonomik temeli yer yer ufak tefek değişiklikler gösterir. Özü doğal ekonomi kalmak üzere aşirette çobanlıktan kervan ticaretçiliğine kadar, adeta doğal bir evrim sürecinin basamak basamak aşamalarına rastlanılır. Aşiret arasında köylülüğün ağalara, ağaların beylere bağımlı oluşu gibi bir hiyerarşi vardır. Fakat bu hiyerarşi bağı, hiç de derebeylikteki kadar güçlü ve devamlı değildir. Örneğin Dersim'den Ararat'lara kadar uzanan, ne ismi ne cismi bugün bilinmeyen bazı kabile taslaklarına bağlı, Sadi, İzal, Haran, Haydaran, De-menek, Alan, Haryan gibi aşiretler var. Bunlardan bazılarının arasındaki kişisel hısım akrabalık gibi bağlan bir yana bırakılırsa -çünkü başka aşiretten kadın alan davar almış gibidir- hemen her aşiret, hattâ bazı yerlilerin deyimince "mutlak surette hür"dür. Aşiretlerin ekonomik etkinlikleri özü itibarıyla oldukça ilkel bir kara saban bozuntusuyla tarımdır.Hattâ pek çok iç köylerde hâlâ kadim kölelik döneminin el değirmenleri hüküm sürer. İşte bize, doğal ekononimin aile işbölümüne ufak bir örnekle başlayan kısa bir manzara: "Bir konağın önünde çardağın ilerisinde (Yazar, Çaldıran'dan taş ormanı 'Gireler'in kıyısında Haydaranlı aşiretinin merkezi Soluksu köyünde misafirdir) üç kadın vardı ki, birisi hamur yoğuruyor, ikincisi bunu kalın bir yufka yapıyor, üçüncüsü de yufkayı altta ateş yanan bir saç üzerinde pişiriyor. Yufkanın hamuru darı ve arpa karışımının düz taş altında elle ezilmesinden oluşan bir unla yapılmıştı ki, bu haliyle bir kepek peltesine benziyordu. (Bu Kürtler tahılı değirmende öğütmeyi bilmezler)."* 4. Yusuf Mazhar: "Ararat Eteklerinde", Cumhuriyet, 207.1930. Üretici güçlerin bu derece ilkel olduğu yerlerde barınacak binalar, genellikle Çal Karmitilerinin kulübelerinden farksız bir çamur tümseği, Kürtlerin giydikleri kavuk külahlara benzer yuvarlak ya da damlı kulübelerden ibarettir, iç düzenleri yeraltı deliklerinden oluşur. Aynı gezgin yazar bir aşiret reisinin "konak"mı şöyle betimler: "Bu (konak) uygar yerlerde içinde hayvan bile bağlanmayacak kadar karanlık, nemli, havasız bir yeraltıydi. Eğer Haydaranh aşiretinden bir Kürde İstanbul sokağında rasgelir sorarsanız, Soluksu'daki Haydaranlı aşiret reisinin bu konağını (Karnak) sarayı gibi betimleyerek kendisine yalandan ibaret bir gurur yapar." Aşiretin geçim çekirdeği budur. Fakat bu yer "ortalama"dır. Aşiret geçiminin iki ucundan biri çobanlıkta, diğeri bezirganlıktadır. Sürmeli Çukur'da dolaşan Yusuf Mazhar, bize çobanlık biçiminin egemen bulunduğu yerlerden birini gösteriyor: "Buralar eskiden çok bayındırmış... Fakat şimdi çoğu aşiret beylerinin ve beylere güvenen köy ağalarının malı olan koyun sürülerinden ibaret bir servete sahiptir ki bunlar alanın beslemeye ve yetiştirmeye uygun olduğu miktarın pek altındadır." Marx Kapital'inde, ilk değiş-tokuşun göçebe kabileler arasında ve toplu bir şekilde başladığını söyler. Kürdistan'ın kışın Suriye ve Irak'a, yazın Erzurum yaylalarına doğru inip çıkan çoban ve göçebe aşiretleri, buranın ücra köşelerindeki değiş-tokuşlarda önemli etkendirler. Kemalizm bile, bunlara aralıksız güneye mal satmalarını ve oradan para getirmelerini tavsiye ederek o yolda döviz bekler.Bir tür kervan bezirganlığı yapan bu göçebe aşiretler, kuşkusuz kollektif alışveriş temsilcisidirler. Ve kaçakçılıkta büyük bir rol oynarlar. Bu bakımdan Kemalist burjuvaziyle, adeta her gün silahlı mücadele durumunda kalırlar. Birbirlerini yemeleri, Kemalizmi rahat bırakmalarına neden olur. Böyle bir ekonomi üstünde kurulacak sosyal örgütün biçimi biliniyor. Toplum ekonomisi çobanlıktan tarıma geçerken, toplumun niteliği de artık ilkel komünizme veda eder. Anahanlığın masum ve yumuşak insan ilişkilerinden, babahanlık döneminin zorbalığına ve ilk sınıflı toplumun diktatörlüğüne dönüşür. Bu dönemde babahan hep ve ruh, öteki bireyler hiç ya da madde haline gelir. İşte Kürdistan aşiretlerindeki ağanın niteliği, bu derebeyinden çok babahan ve ulu bencilliğine yakındır. Yusuf Mazhar uğradığı yerlerde gördüğü ba-bahanlan şöyle anlatır: "Aşiret başkanları bunların güç odağıdır.... Kuzey bölgesinde Kürd bireysel kazanç sahibidir. Fakat kazandığı, başkanın emrindedir. Bu nedenle başkanlar aşirette nüfuza sahiptirler... Başkanların bu gücü bazı durumlarda aşiretin önemli ve (siyasal) işlerinin parayla görülmesini de sağlamaya yetiyor. (Nitekim burjuvazi bunu epey kullanıyor.) Aşirette bireysel hak yalnız beydedir. Diğer halkın hakkı beyin nefsinden kaynaklanır." Onun için de ağanın evi, hattâ köyü, babahanm türbesi kadar kutsaldır. Yukarıda bir konak betimlenmişti. "Burası kör Hüseyin paşanın kardeşi Yusuf beyin evi ve Haydaranlı aşiretinin ocağıymış. Haydaranlı aşiretine mensup Kürtlerin gözünde bu köy ve konağa büyük bir saygı beslenil-miştir." Hemen bütün davalarda, bu tür bir başkanın hüküm sahibi olması doğal değil midir? Oysa burjuva yazarı bu sonucu görünce şaşakalıyor: "Hayret edilecek (diyor) -ya da nedenleri derinliğine incelenecek- halen bir köylünün uğradığı bir tecavüzden dolayı aşiret başkanına başvurmasıdır. Kesinlik kazanmayan olaylar hükümetin bilgisi dışında bırakılır. Bazen kesin olaylarda bile hükümetin haberi olmaz." Bu metinden de anlaşılacağı gibi, hattâ "kesin olaylar"ın bile hükümete yansıması için, olay faillerinin başka aşirete kaçması gereklidir. Yoksa aynı aşiret içinde hükümete yer verilmez. Bu ekonomik ve sosyal "havayı nesimi" içinde yaşayan halkta yaygın bir "ulu" -ya da Kürdistan halkının ağzından, Türk basınının kurtarıcı karşılığı olarak hiç düşmeyen- "sahip" gereği düşüncesi kendiliğinden anlaşılır. Adı geçen gezginci yazar, kendisini düşman aşiret sınırından geçiren ağanın silahlı adamlarından biriyle konuşuyor. Bu adam Celali mültecisiymiş. "Bugün (diye devam ediyor yazar) en büyük endişesini, iki aşiretin barışması halinde kendisini eski aşiretinin intikamına terk edecekleri oluşturuyordu. Ben dedim ki, bu kadar korkuyorsun, daha uzaklara git. İnsan çalıştıktan sonra her yerde yaşayabilir. İstersen seni Hasankale'ye göndereyim... Orada daha çok çalışmadan, bundan iyi geçinirsin; gönül rahatın da olur. Kürt delikanlısı söylediğim sözü kafasının içinde bir süre evirip çevirdikten sonra geçirdiği hayattan ayrılmayacağını anlattı. Türkçe'yi iyi bilen biri: 'Beyefendi... Biz oralarda yapamayız. Bizim beyimiz olmazsa halimizi kim sorar? Bize kim sahip olur? Elimizden kaza çıkarsa bizi kim arkalar?' dedi." Burjuva basınının bütün maaşlı burjuva ve küçük-burjuvacıkların Mustafa Kemal hakkında, başka sözcüklerle de olsa buna benzer serenatları yapanlardan ayrı gayrı olmayan yazarcık, Kürt delikanlısının bu sosyal olarak doğal ideoloji ve psikolojisini şöyle betimliyor: "Bunlarda bağımsızlık ve özgürlük duyguları temelinden yok ve ruhları özsaygıdan uzak." Kürdistan aşiretlerinin, ataerkil bünyesini belli eden gelenek-göreneklere karakteristik bir örnek de, kadının konumudur. Bir kızı seven oğlanın babası, kızın ailesine bir kişi gönderir, söz alırsa bu kez yine oğlan tarafından birkaç kişi giderek kızın babasıyla pazarlığa girişir. Yoksullar için bin, orta halliler için 5 bin, ağalar içinse 15 bin kuruş (gümüş) para kadar bir "kalınt" (yani başlık) kesilir. Sonra bir yemeni ya da seccade gibi bir "dilbağı" (nişan) bağlandı mı, artık kız satılmıştır. Kıza kimse karışamaz. Düğün hazırlığı bitince oğlanın babası "mum dağıtır", atlılar gider, kızı alır getirirler. (Arada söylemiş olalım ki, burada asıl nikah "seyit"lerin yaptığıdır. Hükümete, ünlü sözcüğüyle, "muhbir-i sadık" düşman tarafından ihbar edilmezse, evlenmenin tescili mescili yoktur.) Böylece satılan kızın yeni sahibi kocasıdır. Koca satın aldığı karısını öldürmek de dahil olmak üzere öldürmeye kadar cezalandırmakta haklıdır, kimse karışamaz. Yalnız kızı öldürdüğü zaman, babasına "kızın kanını" öder (yani bir miktar para ya da birkaç dönüm toprak verir) ve sorun kapanır gider. Ortaçağ Avrupasında da iki tür derebeylik vardı: 1- Fani, 2- Ruhani... Kürdistan'daki ağalık için de böyle bir betimleme yapmak olanaklıdır: 1Seyitlik ve şıhlık (ruhani), 2- Asıl ağalık (fani). Seyitler (Türkçe "efendi", "sahip"ler) özel deyimiyle "din hizmetlileri"dir. Ve ağalığa oranla bağımsızlıkları tamdır. Bunların adeta Avrupa'daki keşişlere karşılık gelen "talib"leri, yani bir tür "ruhani koruyucuları, bir de müridleri vardır. Bu müridler ağadan, halktan ve herkesten olabilir. Seyidin bir tür ümmeti ya da uyruğudurlar. Seyitler mezhepçe İmam Cafer'i Muhammet'ten üstün tutan bir tür Bektaşi babalandır. Hattâ daha önce seyid kabilelerinden en büyük (Seyit Sabun'a) birkaç yıl bir kere "niyaz" (bir tür ruhani bâc) götürürlermiş. Bunlar namaz kıldırmaz; namazı "Türklere ait" bir sorun sayarlar. Bugün Doğu illerinde tanınan yalnız üç seyit kabilesi vardır, ki bunlar da hiyerarşilerine göre: Seyit Sabun, Baba Mansur ve Kırışan'dır. Hişerarşi küçüğün büyüğüne "niyaz" (din cezbesi) verişiyle maddeleşir. Seyitlik aşiret klanının kapalı kastlığını ideolojileştiren ve dinleştiren örgüttür. Sözgelimi seyit ancak seyitle evlenebilir. Kürtle, talibiyle evlen-emez. Fakat seyidin talibi de başka dinden adamla evlenemez. (Hele Ermeni ile evlenirse telin, afaroz edilir.) İşte adeta bir tür ağalık üstüne ağalık demek olan seyitlikle, asıl dünyevi ve fani ağalık arasında ekonomik ve siyasal, nüfuz bakımından bir rekabet kolayca alevlenebilirdi. O zamana kadar pusuda yatan bu rekabet, Şeyh Sait isyanıyla birlikte, epey ilginç bir biçim aldı. Ve bir zamanlar Meşrutiyet burjuvazisi ile el ele vererek Ermeniliği mülksüzleştiren Kürdistan ağalan, Şeyh Sait isyanında da, ezeli doğaları gereği cumhuriyet burjuvazisiyle birleşerek, seyitliği mülksüzleştirmeye giriştiler. Görünüşte Zazalara karşı Dersim Kürtleri çıkıyordu. Fakat işin daha derinliğinde bu maddi ağalıkla manevi ağalığın çarpışması da gizliydi. Kemalizm dini dogmalar biçiminde Türklüğe düşmanlık geleneğini devam ettiren seyitliği ve tekkeleri bu şekilde yasak etmiştir. Bu yasağın bütün burjuva yasakları gibi içyüzünü araştırmak uzun sürer. Yalnız şurası unutulmamalı ki, bugün seyitlik, yalnızca kendi biçiminde yarı yasadışılığa geçmiş olmaktan başka türlü etkilenmiş gözükmüyor. İç Kürt köylerinde bütün tören ve örgütüyle olduğu gibi yaşıyor. Yukanda söylediğimiz seyit kabileleri, seyit kabileleridir. Yalnız daha önce olduğu gibi, şimdi Bektaş-ı Veli'ye niyaz götürülmüyor. O kadar... Hâlâ ta Kars'a ve Gula'ya kadar "devr"e giden seyitler vardır. Hattâ bunlar arasında hükümetin eline nasılsa düşmüş bazıları, yolda tekrar kaçırtılacak kadar nüfuzlar bile yaşarlar. 2- Köylülük: Burada Kürdistan nüfusunun hiç kuşkusuz onda sekizini oluşturan büyük yığına doğrudan doğruya değiniyoruz. Fakat köylülük deyince onun ağalıkla ilişkisini temel olarak alıyoruz. Tezimiz de bu. Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip gözönüne gelir: 1- Doğrudan ağa yönetimindeki köyler; 2- Serbest (muhtarla yönetilen) köyler; 3-" Ameliye"ler; 4- İskân edilen köylüler. a) İskân edilmiş köylüler: Türk burjuvazisinin özellikle il merkezlerine, yani devlet nüfuzunun az çok duyulduğu yakın yerlere, özellikle kadim Osmanlı Avrupasından ayartarak ya da değiş-tokuş şeklinde zorla yerinden yurdundan ederek sürüklediği ve buralarda iskân ederek, aklınca Türk kültürünü yayma aracı yapmak istediği Türk köylü kolonileri var. Bunlar tipik köylüdürler. Fakat önce iskân edildikleri köylerin ortak şikayetleri, sonra Kemalizm yasalarının bilinen esnekliği yüzünden, bunlara vadedilen muafiyet yılları çoğu zaman sakatlanır. Onun için bu unsurlar, zaten azınlık oluşturdukları bu bölgelerde, ayrıcalıklı ve yabancı du-rumlann çevrelerinde uyandırdığı düşmanlığın da katılmasıyla, ekonomik olarak tutunmaya zaman bulamadan, bir tür "harcanır"lar. Aslen Kürtlüğün ve çevredeki doğal ve sosyal koşulların müthiş asimilasyon etkisi bu Türk kolonilerini hemen ufaltır. Ve en sonunda, ya ortadan bir birlik ve bütünlük olarak kaldırır, ya da aşiretleştirerek yine Kürtleştirir. Yusuf Mazhar, Sürmeli Çukur'u betimlerken şöyle diyor: "Köyler seyrek ve harap, nüfus azdır... Köylerin halkı Kürtleşmiş Azeri Tür/deridir ve her köy bir aşirete bağlı olduğundan, o aşiretin baskısından ve diğer aşiretlerin de saldırısından korunmuş kalır." Bu bakımdan Doğu illerinin bu tip köylülüğü, Türk burjuvazisi için bir dayanak olmaktan uzaktır. Pek yeni iskân edildikleri bazı yörelerde, olsa olsa, Şeyh Sait isyanında örneklerine rastgelindiği gibi bu unsurlar Kürtlerle birlikte silah depolarını yağma ederek küçük mülklerinde olan biteni beklemekten ve ender olasılıklarla da bozguna uğrayan Türk hükümetine görece bir geri çekilme noktası oluşturmaktan başka rol oynayamazlar. b) "Ameliye"ler: Doğu illerinin köy ekonomisi çehresine damgasını vuran en özgün ve herhangi bir sosyal altüstlükte önemli bir yedek güç oluşturacak olan zümre, bu Türkçe'deki amele sözcüğünün karşılığı olan "ameliye"ler yığınıdır. Bunlar belki yukarıda sözü geçen serseri-dilenci, köy lümpenleri kadar yoksul ve devrimci ruhludurlar. Ve köy lümpenlerinden farkları, üretici ve yaratıcılıklarını inanılmaz bir dayanıklılıkla korumuş olmalarıdır. Ameliyeler ya hiç toprağı^olmayan, ya da devede kulak kabilinden, hiçbir zaman ne kendisini ne de hele ailesini geçindiremeyecek kadar küçük bir toprağı olan, onun için bir tür tarım işçiliğiyle geçimini sağlayan, köy üreticileridir. Ameliyeler, dünyanın en yoksul insanlarıdır. Kürdistan'm paryası konumundadırlar. Bunların sayısı, hele tarım mevsimlerinde, Kürdistan üretici köylüsünün yarısı ve yarısından fazlası oranında büyüktür. Çünkü, gerek küçük ekinci konumunda, fakat ağalığa bağımlı olan, ya da doğrudan doğruya beyin toprağında maraba (miriyvo) sıfatıyla işleyen her köylünün yanında, ya sürekli, hattâ bazen kaydı hayat şartıyla adeta çiftlik uşağı, ter oğlanı gibi, ya da geçici, yani bir mevsimlik, birden çok fazla sayıda böyle ameliyeler çalışır.Köylü konusunda da işaret ettiğimiz bu unsurlar, özellikle Kürdistan'm en kalabalık unsurlarıdır. Tarım işçilerinden farkları: İşgüçlerini henüz kapitaliste değil, ağanın yan toprağında yarı kiracısı olan miriyvoya satmasıdır. Marabadan farkı: Yalnız toprak yokluğunda değil, en ufak bir üretim aracı da bulunmayışmdadır. Bununla birlikte, miriyvo ve asıl tarım işçileriyle Kürdistan'ın ameliyeleri, ırgatları, hizmetkârları arasındaki fark bu kadar bile keskince konamaz. Çünkü bazen ameliydik yapanın da, dediğimiz gibi, "öldürmeyip süründüren" bir toprak parçacığı şeklen bulunabilir. Sonra miriyvo demek, mutlaka toprağı bulunmadığı halde, öküz, saban gibi, üretim aracı bulunan bir üretici demek değildir. Çünkü öyle miriyvolar vardır ki, ne toprağı ne aleti ne de öküzü yoktur. Bütün bunları ağasından ya da beyinden alır. Ve ürünün de şeklen üçte ikisini mal sahibine verir. Bu köylüler iç Kürdistan'da miriyvoların çoğunluğunu oluştururlar. Bunları hangi zümreye koymalı? Tam toprakbent mi, yoksa taşınabilir üretim araçlı maraba mı, ya da ameliye mi saymalı? Bunların Doğu illeri bakımından ortak özellikleri, aşiretin babahan ilişkilerinden süreğen ve uzun bir farklılaşma süreciyle yavaş yavaş değişime uğratılarak çıkagelen ve ortak klan mülkiyetinin parçalanmasıyla doğan karşıtlıklara bağlı oluşlanndadır. *** Bu iki zümre köylülükten sonra, Kürdistan'da iki tür köy var demiştik: 1Ağanın yönetimindeki köyler, 2- Serbest köyler. Fakat ağanın yönetimindeki köyler de ayrıca iki türdür: a) Ağanın köyü, b) Ağa yönetimindeki köy. Başka bir deyişle, üç tür köy var: 1- Ağanın köyü: Ağanın tapu mülküdür. 2Ağanın yönetimindeki köy: Sözde toprağı ekenlere ait olan, fakat derebeyin patenti altında bulunan köy. 3- Serbest köy: Yani muhtarla yönetilen ve güya ağanın karışmadığı köy... Gerçekte bu üç tür köy de bugün fiilen Kürdistan ağa-beylerinin emrindedir. Ya aradaki fark nedir? Bunu anlamak için kadim ekonomi şekillerinden kapitalist ekonomiye doğru başlayan eğilimlerin köylerde ortaya çıkardığı sonuçlan hatırlamak yeterlidir. Bu sonuçları göz önünde canlandırmak için şu iki süreci tekrarlayalım: 1- Derebeylikte: Avrupa derebeyliği, toprağında köylüyü sömürürken yeni yöntemlere başvurmuştu. Derebeylik görmüş ve anlamıştı ki, köylü toprakbent olarak, çalıştığı toprakta fazla yaratıcılığa önem vermiyor ve kendinin olmayan toprağın tükenişini kayıtsızlıkla karşılıyor. Oysa bu köylüde, ola ki yanılsama kabilinden olsa, bir şeye ve bir toprağa sahip oluş hırsı uyandırıldı mı, köylünün çalışma çabası ve üretim yeteneği öncekinden çok fazla artıyor. O zaman (11. yüzyıldan sonra) derebeyliklerin yanında "censive" edilen, yani haraç ya da cizye veren komünler doğmaya başlıyor. Komünler ya da köyler: 1- Bir soylu tarafından bir takım soysuzlara verilmiş tasarruf alanlarıdır. 2- Bu alanlarda oturanlar, derebeyin şahsından çok makamına bir oens, cizye ya da haraç verirler. Derebeyler bu alışverişte kârlı olacaklardır. Çünkü, haraç veren köylüler eskisinin iki katı çalışmaya başlamışlardı. Oysa eskisinden pek fazla bir farkla yaşamadıkları halde, derebeyine daha çok haraç verebiliyorlardı. Çünkü bütün artık ürünler her zaman derebeyine aitti. 2- Klanın dağılması: Özellikle Marx tarafından İngiltere'de sermaye birikişi sırasındaki köy olaylarının saptanış şekillerinde buna ilişkin pek çok örnek gösterilmiştir. Çözülmeye başlayan klanın o zamana kadar ortak olan mülkiyeti ortaklığını kaybetmeye başlar. Fakat bu kaybediş senyörlerin lehinde olur. Klanın sıradan bireylerinin o zamana kadar tanınmış bir kişisel mülkleri olmadığı için klan kodamanları fırsatı kaçırmazlar. Topraklarının sınırlarındaki küçük mülkleri de birer birer çitle ördürerek kendi sınırlan içine alırlar. Buna engel olmanın ne olanağı ne de sonucu vardır. Ve eski klan ululan yeni toprak sahipleri haline gelir. İşte bugünkü Kürdistan köylülüğü içinde olan biteni kavramak için bu iki süreci bir anda düşünmek gereklidir. Bugünkü Kürdistan, aşağı yukarı bu iki tür sürecin aynı zamanda sarmaş dolaş olarak hüküm sürdüğü bir alandır. Kürdistan sosyal bünyesinin bu özelliğini bildikten sonra artık ora köylülüğünün ve köylerinin niteliği daha kolay anlaşılır: 1- Ağanın köyü: Aşiretin ortak topraklannın aşiret kodamanları tarafından şahsen benimsenilişi ve zorla gasp edilişidir. Köylü konusunda bir ağanın hangi yöntemlerle köylünün topraklarını zaptettiğini .bizzat burjuva yazarlarından okumuştuk. Bugün ağa zulmüyle kıvranan birçok miriyvonun ağzından dinlersiniz: Şu kadar yıl önce falan mezra, baba-lannın ve filan komşularının mülküymüş. Kürdistan ağalığı hâlâ bugün bile, Kemalist burjuvaziyle el ele vermiş, bazı köylüye toprak dağıtma palavralarına karşın, ağa ve bey mülkiyetini yoğunlaştırmak faaliyetindedir. Top-rağını elde edemediğini bir başkasına vurdurur; malını alır; vuran da dağa çıkar. Madem ki burada köylü artık ağanın toprak-bendi demektir. Gerçi toprağa demirbaşlanış bugün "yasal olarak" kaldırılmıştır. Fakat sosyal olarak değil... Yukarıda Yusuf Mazhar'la "sahipsiz" olamayan Kürt deli-kanlısımn konuşması "aşiretbentlik"e bir örnektir. 2- Ağanın yönetimindeki köyler: Yani bütün yönetsel yetkileri ve uygulama güçleri ağanın elinde toplanmış olan, ağaya doğrudan doğruya bağımlı köyler. Bunlar adeta, Avrupa'daki 11. yüzyıldan sonra beliren komünle ağanın mülkiyeti arasında bir geçiş tipidir. Yani tam "komün sensitive" bile değildir. Çünkü köylünün kişisel mülkiyeti bile henüz resmen olsun tam sayılamaz. Yani hem bireyin tasarrufu var, hem de eski klanın ortak mülkiyeti tanınır. Bu şekle yukarıda sözü geçen gezginci yazar da rastlıyor ve onu şöyte karakterize ediyor: "Güneyde olduğu gibi buralarda köylüler beylerin hesabına çalışmazlar... Herkesin kendine mahsus çifti, çubuğu, hayvanı, toprağı vardır... (Biraz da lahana turşusuna buyurun) Buralarda Kürtleşme olayı (yazara göre klan sistemi demek Kürtlük demektir!) halkı bireysel tasarruf eğiliminden yalıtacak kadar eski değildi ve ekonomik etkenler bu olayda doğrudan doğruya etkili olmamışlardır. (Anlamı şairin karnında...) Fakat herkesin bireysel olarak sahip olduğu tasarruf hakkının aşiret başkanına zorunlu olarak ait oluşu vardır. Aşiret başkam gelenekle belirli sınırlar çerçevesinde çoğunlukla her kişinin tahammül edebileceğini bildiği bir derecede bu hakka katılır... Fakat katılım biçimi dolambaçlı ve bazen zalimce bir aldatmacadan ibarettir. Ve kişinin tahammül derecesi de son sınırdır. Bu nedenle köylüler çok yoksuldur..." Serbest köyler: Tekrarlamaya gerek yok ki, bunları adı "serbest köy "dür, sanı "la communa censitive"in aşağı yukarı kendisidir. Ondan farkı ortaçağ komünlerinin ortodoks derebeyi ilişkileri içinde, bizim serbest köyümüzün ise dünya kapitalizminin emperyalizm aşamasında bulu-nuşundadır. Serbest köylerde mülkiyet daha çok kişiye malolmuş durumdadır. Köyün yönetimi de resmen burjuva düzenini hoşnut kılacak şekildedir. Muhtarla yönetilir. Fakat bu görünüşle böbürlenecek kadar Kemalist olmaya olayın tahammülü yoktur: Ağalığın da kendine göre Kemalizm kadar bir esnekliği vardır. Kemalizmin arâsıra yaptığı seçim komedyaları kadar ağanın da demokrasi tuluatında aktörlük yapamayacağını sanmayın. Adet yerini bulsun diye herkesle birlikte Kemalizmin şu "serbest köy"lerinin de bir muhtar ve bir de idare heyeti seailir. Fakat seçilen muhtar ve heyet ağanın adamlarından başkası olamaz. Bu biçim ağanın arayıp da bulamadığıdır. Kürdistan köylüsünü dinlerseniz, size ağaların uzak köyleri kendiliklerinden serbest bıraktıklarını anlatırlar. Gerçekten ağanın bu biçimden kaybettiği şey çok azdır, fakat kazandığı o kadar az değildir. Çünkü bu kez haraç vermeyen köylü yoktur. Haraç alındıktan sonraysa, köylünün serbest, yani daha çok çalışır olması daha kârlı bir iştir. Ondan sonra ağa, Kemalizm ve kısmen de çalışkan köylülükle (çalışkan köylülükle "kısmen", çünkü manevralarının içyüzünü bilmeyecek köylü yok gibidir) kendi arasına su geçirmez bir perde germiştir. Köyde olan biten ağanın direktifi altındadır. Fakat bu olan bitende ağa için bir "sorumluluk" yanı ortada bulunamaz. Böylece ağa ezeli deve kuşu masalını oynar. İşte Kürdistan köyleri bu sistem alünda yaşar. Bu köylerde yaşayan ya da zulüm gören köylüler, ya önce işaret ettiğimiz ameliyeler, ya yarattığı ürünün üçte ikisini ağaya ve yansını Kemalist devlete veren miriyvolar, ya da adı "serbest" haraç veren, vergi veren, vermezse ağanın, jandarmanın, tahsildarın talanına uğrayan serbest, "özgür" köylülerdir. Bu üç tipin arasında tabiri caizse "kıl kadar fark yoktur". Çünkü bugün özgür köylü olanın yarın miriyvolaşması ve öbür gün ameliye haline gelmesi, Kema-lizmin sayesinde yasalaşmış ya da bilinen demagojinin özel deyimiyle "tedvin edilmiş" bulunur. Kürdistan köylülüğünün bu tarafta daha çok ağalıkla olan ilişkilerinin hepsine birden değiniyoruz. Fakat Kürdistan ağalığıyla Kemalizmi birbirinden ayırmak ne kadar zor!.. Kürdistari'da bugün, ağalığın köylülük üzerinde yaptıklarını birer birer saymak ve her sayışta ve olanda Kemaliz-min elini ve boyunu boşunu görmemek olanaksızdır. Batıda olduğu gibi Doğuda da Kemalizm ile ağalık biricik soygun dünyasında -arz küresinde olduğu gibi- iki karşıt kutup halinde kendiliğinden bulunur. Evet kapitalizmle derebey-klan sistemi birbirinin taban tabana karşıtı olabilir. Fakat bugünkü emperyalist dünya içinde karşıtların birliği adeta diyalektik bir zorunlu kural hükmüne gelmemiş midir? Onun için, ağalığın daha özel ve üstyapısal niteliklerini daha aşağıdaki özel konusuna bırakarak, burada ağalığın ve aşiret sisteminin Kürdistan köylülüğü üzerindeki klasik ekonomik baskısına son bir kez daha işaret edelim. Haraç ve cizyeden söz ettiğimizi anlamak için çarpım tablosuna gerek yok. Kürdistan köylülüğünden -Kemalist burjuvazi değil- ağalık ve beylik kaç türlü haraç ve bac alır? Kaç türlü ağalık varsa, o kadar türlü... Kaç türlü ağalık vardır? İki türlü: a) Ruhani ağalık (seyitlik, niyaz): Burjuvazi dinin dünyayla ilgisini oldukça inceltir ve yüceltir ve Türkçe'deki bilinen anlamıyla bu inceltilişi tam "tatlı selemen" haline getirdikten sonra ilahi tevekküle susayanlara sunar. Feodal dinin bu kadar inceliğine ve maskelenmeye gereksinimi yoktur. Gerçi o biraz, Fransızların melodram, bizim ortaoyunu dediğimiz kılık kıyafette sahneye çıkar. Ama hiç olmazsa Türkçe ezan gibi "devrimci" dramlara da kalkışmaz, istediğini mistik bir şaklabanlıkla açıkça ister. Alacağını aldıktan sonra, kapitalist ekonominin, sivrisinekten yağ çıkartan "artı-değer" aşısına karşılık, bezirganlığın eşdeğer yasasına uyarak aldığına karşılık "hiçbir şey" de olsa, bari sanılan "bir şey" verir. Kürdistanımızın seyitleri işte bu ikinci kategori dindaşlardandır. Kürdistan seyiti, Kemalist tahsildarlar gibi her ay başında değil, yılda bir kerecik ve makineli tüfek taşıyan jandarmayla değil, dağarcığını taşıyan eşeğiyle bir1 likte "devr"e çıkar. Ettiği niyaz, aldığı niyazdır. Ve türbesinde "çırağı -, yaktığı için, ahiretini aydınlatmak isteyenlerden "çıralık" derler, toplanır. Ruhani ağalarımız ahiret ticaretinde bir aldıkları bir de sattıkları ve yine aldıkları çıralık ve niyazın talipleri seyitlerini görmeye gelirler. Seyit ve eşeğiyle karşılaşınca seyitin önünde "rükû"ya varırlar ve eşeğini öperler. Seyit dualı bir "gülbank"dır çeker. Esseyidin ayağını öpen bahşişini önüne bırakır; bu alınan niyazdır. "Çıralık" bir "amin"le toplanır. Tören cuma geceleri olur. Seyit müridlerinden üç telli bir tamburayı eline alır. Köylüleri önünde diz çöker. Yer yer "şeriat yolu"ndan vaaz eder. Bu yol kara kaplı "buyruk"da yazılır. Sonra tabii gelsin çıralık çeyrek ya da mecidiyeleri. Verdikleri cennet, gördünüz mü bir kere... Öyle burjuva dininde olduğu gibi septik bir cennet değil, somut, şu kadar gümüş kuruşluk bir cennet. Artık cennetin anahtarı (yani gümüş kuruş), günahkâr müridin işlediği suçun derecesince pahalıdır. Tabii bütün "ruhani" sistemler gibi seyitliğin ruhani alışverişi de bundan ibaret kalamaz. Doğdun, öldün, hastalandın, sağ kaldın, evlendin, boşandın, seyit efendinin "nefesi" seninle-dir. Poğu illilerin "manevi baskı" dedikleri bu ahret soygunu, sözün kısası, şu maddi dünyanın en ilişilmeyen noktalarını bile Meryem ananın bikrine döndürür. Yalnız Meryem'in kızlığına dokunan amcası hazretleri testereli bir ceza çekmeye uğradığı halde seyitlerimizin her marifeti "Allah karim"., "mecidiye" ile ödenir. Örneğin hiç kimse şeyh ya da seyitten izin almadıkça evlenemez. Toprakta "söz" onundur. Kemalizm seyitlikle mücadele ediyor mu? Elbette... Hattâ halka cennet satıyor, gizli ayin yapıyor, manevi baskısını arttırıyor diye, şeyh ya da seyit aleyhinde ihbarda bulunan rakiplerini "suçu sabit olmadığından", "ihbar vaki"i yapanları iftiracı sıfatıyla adaletin pençesine teslim ederek... Bilmem bizim üniversite "pire-fesörleri ya da presörfeleri", ünlü yat borusu çalan bilgiçlikleri ölçüsünde bir "Kürdistaniyat" icat edebilmiş ve orada buna benzer örnekleri "kül halinde" ve enine boyuna incelemişler midir? Yalnız, şu tarihsel maddeciliğin dayattığı ekonomik determinizme bakın ki, tıpkı ortaçağ derebeyliğinin ruhanileri gibi, bizim seyitler de, Şeyh Sait isyanının olmasına kadar bir tür afaroz bile uygularlarmış. Ve afaroz edilenin seyiti kendisine yanaşamaz, kapısı önüne taş diker ve halktan da kimse oraya yaklaşamaz olurmuş. "Lanetli" din dışı sayıl-dığına göre, ölünce müslüman mezarlığına kabul edilmez ve bu durum 15-18-28 yıl sürermiş. Gam yemeyin, melunluğunuza "şu kadar" parayı bulabilen olursa "buyruk"tan bu işten kurtuluş yolunu çıkarırlarmış... b) Fani ağalık (beylik, haraç): İster bağımlı isterse serbest olsun, haraç vermeyen köylü yoktur. Haraç, ya aynî olur, ya da nakdî. Aynî vergide, Örneğin ağa bir köye gider, halkı toplar, hepsine özel takdir ve değerlendirmesine göre bir keçi, öküz, yatak vb. gibi keser, biçer ve alır. Nakdî vergi de adamına göre 200'den 700'e kadar madeni (gümüş) kuruş kadar. Ağanın en az aldığı haraç 10-50-100 gümüş kuruştur. Pek alamadığı derecede yoksul olanlar da var. (Kemalizmden farkı, Kemalist burjuvazi milyonerden de, hasın olmayan Kürt paryasından da aynı yol vergisini alır. Kapitalist adalet ve eşitliği, derebeyi baçları ile böyle boy ölçüşür.) Haraç yılda en çok üç kez alınır. Ve beyin hükmünün (tahsildarın hükmü "misillu") temyizi yoktur ve itiraz edilemez. Ağalar, 1933'de Türkçe'ye çevrilen Hükümdar'ı ömürlerinde ellerine almamış oldukları halde, sosyal-doğal yetenekleriyle en kusursuz Makyavelizm pratisyenleridir: "Bu nedenle köylüler pek yoksuldur. Bu düşüncenin sonucu köylüleri bey ve ağalara bütün bütün bağımlı kılmak oluyor... Beyin hesabına köylü Şakilik eder ve aşiret anlaşmazlıklarında onun emriyle yaşamını feda eder. Hükümete karşı bey namına yalan söyler ve itaat etmemeye çalışır." *** Derebey-klan ağalık ve beyliğinin geniş alanı içinde, geçmişin bu taşınmaz yüküyle yan yana, Kemalizmin mali ve siyasal boyundu-ruğu+pazar ilişkilerinin kemirici tahribatı+bu ilişkilerin oldukça geliştiği yerlerde tefeci sermayenin çapulu vb., özel bölümlerinde incelenmeye değer ve köylülüğü inleten ayrı zulüm koşullarıdır. Bu konuyu kapatmadan önce biz, biri Doğu illeri köylülüğüne özgü, diğeri tüm Türkiye köylülüğünde ortak olan iki küçük noktaya kısaca işaret ederek, Kemalizmin etkisini özel bölümüne bırakacağız: 1- Kürdistan'a özgü pazar ilişkilerinde: Bir örnek: Kürdistan'ın dolaşım aracı gümüş paradır. Bugün dünyada en istikrarsız ve dalavereli para demek olan gümüş paranın bir adı da sömürge parası olsa gerek. Gümüş para bu yönüyle Türk ve Kürt burjuvalarının Kürdistan köylülüğüne ne çorap ördüklerini anlamak için, son bunalım yıllan sırasında, gümüş paranın kağıt parayla olan eşdeğerindeki inip çıkmalan hatırlamak gereklidir. Bir kez genel kural olarak, köylünün ürünlerini sattığı mevsimlerde gümüş paranın fiatı dörtte bir oranına kadar düşer. Ve tersine köylü devlet borçlanm, vergileri ödeyeceği tarihlerde, bu sorunların kurtluğunda barometre haline gelen yerel tüccarların şaşılacak duyarlılıklan ve maneyralan ^esinde hemen kağıt para çıkar ve gümüş para bir çeyrek derecesinde İçalır. Böylece Kürdistan köylülüğü, elindeki paranın alım gücü yan 1ya düştüğü halde, her şeyin tam eşitçe olduğuna kanar ve bu kârlı köy ajitasyonunda yağlanan daima bu şehir burjuvalandır. Bununla birlikte, bu yarı yarıya ziyan, kambiyo piyasasında döviz bulabilenler içindir. îç köylerde, Kürdistan köylüsünün van tahsildann insafına bağlıdır. Doğu illerinde bir kağıt lira 28-30 gümüş kuruş ederken, köylü tahsildara bir liralık vergisini 3 mecidiyeden (yani 60 gümüş kuruştan) hesaplayarak verir. O zaman köylünün aldanışı %25 ya da % 50 iken %100'ü bulur çıkar. Kaçakçılık ve onunla mücadelenin doğurduğu zikzaklar gibi öteki inip çıkmalar ayn konudur. Bu tür özel zikzaklardan sonra, gümüş paranın bir de genel eğrisi gelir. Son dünya bunalımının ilk 1930 yılı ile 1932'lerdeki kağıt ve gümüş paranın denkliğini ve çeşitli ürünlerinde bu oranlarla karşılaştırmasını göz önüne getirirsek, Kürdistan köylüsünün, yalnız bu "görünmez" işlem nedeniyle ne derecelere kadar soyulduğu daha aydın bir şekilde gözükür. 1930 yılında bir kağıt para 20 ile 28 gümüş kuruş arasındaydı. 1932'de 58-60 gümüş kuruşa çıkü. Böylelikle Önce bir hamlede Türkiye'nin eğer yarı değilse -bir Siirt milletvekiline göre ülkenin yarısında gümüş para akar- hiç olmazsa üçte birinde, küçük köylülüğün kıyıda köşede kara gün için saklayabildiği beş on akçeceğizi daha önce 100 ederse bugün 50 etmeye başladı. Fakat facia bu kadarla bitse yine iyi. Bir de bu paranın gerçek alım gücü ve köylü bütçesinde açtığı gediği anlamamız için pazardaki eşya fıyatlanna bakalım. Rastgele, köylünün en çok aldığı ve sattığı iki metayı elimize alalım: 1930'da yağın okkası 30 kuruşken, 1932'de 33 kuruştur, oysa basma 1930'da 5-6 kuruşken, 1932'de 13 kuruşu buluyor. Bu rakamlardan ne anlaşılır? Şu anlaşılıyor ki, paranın alım gücü %50 düştüğü halde, köylü kendi ürününü ancak %10 kadar fiyatlandırabiliyor. Çünkü o alışverişinde fiyat birimi olarak gümüş parayı tanır. Gümüş paraysa her zaman aynı 30 kuruş olarak görünüyor. Fakat madalyonun ters yüzü büsbütün başka şekildedir: Köylü önce 100 kuruşa aldığı malzemeyi şimdi ortalama 250 kuruşa alıyor, diğer bir deyişle köylünün sattığı ürün onda bir oranında arttığı halde, satın aldığı sanayi ürünleri iki mislini bulmuştur!.. Ve hazin olan şu ki, köylü bu müthiş altüstlüğün rakamını olsun eliyle yakalayalamaz bir halde, ıstırabının bilinçaltını patlatan kızgmiığı ve gerginliği altında eziliyor. 2Kürdistan'a özgü olmayan kapitalist ilişkilerde: Ağalığın büyük toprak sahipliğinden tefeci sermayedarlığa doğru geliştiği bölgelerde, tefeci sermayeyle köylülük arasında bütün ilişkiler aynen ve aslına uygun bir şekilde ve belki aslından da daha feci tarzlarda alır yürür. Tefeci sermayenin hattâ büyük toprak sahiplerine bile musallat olmaya başladığı bölgelerde, ağalığın yayın organları ya da yeni icra ve iflas yasalarından şikayetçi olan tefeci-ticaret sermayedarları temsilcileri tarafından sızan olaylar Doğu illerini de sarmaya başladığını gösterir. İki kısa örnek: Elbistan'da: "Tüccar köylüye kredi üzerine işlem yapar, alacağım hasılat zamanı alır. İhracat yapılamıyor, durumun en kötüsü, köylüye kredi üzerine işlem yapılmaması ve köylünün ürününün para etmemesidir. En iyi unun 5 okkası bir kuruş madeni paradırj' Urfa'da: "Ekonomik durum: Bölgemizden Suriye'ye ihracatımız geçen yıla oranla fazladır. (Yukarıdaki "ihracat yapılamıyor" diyordu.) Köylü tarlasını ekmiş sayılır. Yalnız tahıl ihracatı az olduğundan fiyat çok düşüktür. Buğdayın kilosu altı yedi kuruştur. (Yukarıdaki unun okkası 1 gümüş, yani 2 kuruş ile yüz paradır diyordu! Her neyse...) Yalnız şikayet edilecek bir nokta varsa köylünün tefeciler elinde inlemesidir. (Sonra asıl amacı ekliyor.) Köylü demekle yalnız çifte yapışan ekinci değil, tarımla (çiftine yapışmadan) uğraşan toprak sahipleri de aynı durumdadır. Bunu sürekli olarak Milli gazetede yayınlamıştım. %25 ile 75 faiz veren ekinciler vardır. Hapis cezasının kalkması bunların korunmasına yeterli değildir. Çünkü tefecilerin ikinci yıl para vermemesi onlar için daha kötü bir ceza olur. Bunlar zincirleme ve ard arda borç altında kıvranan ve tefeciler adına çalışan ve kazanan 6 biçarelerdir" Sosyal durum ve felaketlerle, doğal afetleri burada tekrarlamak uzun sürer.* İşçi Sınıfı ve Köylülük Buraya kadar^ geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da . göstereceği gibi Kürdistan içinde eğer bir ulusal baskı ve bir ulusçuluk sorunu varsa, bu sorun özünde köylü sorunundan başka bir şey olamayacağı5. Cumhuriyet, 22.11.1930. 6. Urfa Milli gazete sahibi: Cumhuriyet, 26.12.1930. * "DOĞUDA KURAKLIK Mardin 23- Civardaki Harran ilçesi tamamen, Sürüş, Viranşehir ilçeleriyle diğer bir kısım köylerin mezraları kısmen kuraklıktan kurumuştur. Hattâ hayvanların yemesi için de ot yetişmemiştir. Bu yöre köylüleri Siverek, Diyarbakır taraflarına doğru hayvanlarıyla birlikte nakletmektedirler. Bu köylüler, köylerini geçici olarak terketmişlerdir. Geçenlerde de Suriye'deki bir kısım köylüler gene otsuzluk yüzünden bizim araziye nakletmişlerdir." nı yeterince gösterir. Kürdistan'da proleterleşen unsurlar, genellikle bir tür "Kürt paryası" adım almaya layık olan ve ora nüfusunun içinde önemli bir toplam tutan başlıca ameliyelerdir. Bunlara köy plebleri, "aşiret tarım işçileri" de denilebilir. Pek büyük bir toplam tutmadığı muhakkak olan ev sanayiyle el imalathaneleri işçileri, nakliye işçileri (sürücüler, demiryolu işçileri vb.), şehir işçileri (fırın, elektrik, hamal ve hele inşaat, yapı işçileri, un ve kereste fabrikaları işçileri) sayıları ve oranı, herhalde Doğu illerindeki burjuvalaşmış ve burjuva unsurlardan birkaç katı fazla bir toplamı tutarlar. Son Fevzi Paşa-Malatya-Ergani-Diyarbakır hattı, Erzurum-Sivas hattı, Sivas-Samsun hattıyla buna benzer bayındırlık işleri, hele Ergani bakır madeni gibi, Türk burjuvazisinin son zamanlarda büyük bir önem vermeye başladığı ihraç işletmeleri, Kürdistan'da bugünden yarma varlığını hissettirecek büyük yoğunluklu ve güçlü bir Kürt proletaryasının kitlesini hazırlamak üzeredir. Kürdistan yoksul halkının kara yazgısını değiştirmekte keşif kolu rolünü oynayabileceği su götürmeyen Kürt işçileri bugün henüz "kendi içinde sınıf konumundadır. Batıda olduğu gibi Doğuda da işçi sınıfının niteliği ve niceliği hakkında, Kemalist burjuvazinin "susuş kumkuması" mutlaktır. Onun için tam ve doğru rakam üzerinde düşünmenin olanağı yok. Fakat Doğu illerinde az çok inceleme yapabilmiş yoldaşların gözlemlerine bakılırsa, oralarda hiç olmazsa aydınlar derecesinde, yani %3 kadar küçük büyük sanayi, nakliye, maden işçileri bulunduğunu kabul etmek zorunluluktur. Tabii şehir küçük-burjuvazisi dediğimiz esnaf üreticiler arasındaki ünlü deyimiyle "bin yıllığı bir kuruşa" çalışan çırak-işçileri bu oranın içine almıyoruz. Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir sonuç çıkartmak istersek Doğu illerindeki sınıfların kitlece oranları şöyledir: Ezilen köylülük %85, diğer küçük-burjuvalar %7, şehir proleterleri %1,5, orta ve büyük ağalar ve beyler %1,5, aydınlar %2, şehir burjuvaları %0,5. İşte Kürdistan'da, herhangi bir strateji planında rol oynayabilecek sınıfların birbirleriyle olan oranlan aşağı yukarı ve yuvarlak hesap bu rakamlarla gösterilebilir. Şehir burjuvalarının toprak kapitalisti denecek unsurları 200 kişide bir kişi olarak gösteriliyor ^ ki az değil, belki çoktur bile. Şehir küçük-burjuvalarını %7 olarak gösteriyoruz. Yukarıdaki araştırmamızda, bunları %7,25 buluyorduk. Kuşkusuz her iki oran da oldukça yüksektir. Yukarıda yinelediğimiz gibi, eğer şehir küçük-burjuvalarının işlettikleri çırakları bu orandan ayıracak olursak, asıl küçük-burjuvalann oranı belki de %5, hattâ %4'lere kadar düşebilir. Fakat yine, burada bile bile bir örnek: Doğu illeri çıraklarının henüz geleneksel babahan zihniyetinde ve esnaf psikolojisiyle dolu olduklarını varsayarak, bu çırakları da esnaf, şehir küçük-burjuvası sayıyoruz. %86,5 olarak gösterilen tarımcılar içinde yalnız %85'ini köylülük, %1,5'unu ağalık ve beylik saymak lehinde bir oran olur. Aydınlara gelince yukarıdaki araştırmamızda, bunları %3-3,5 bulmuştuk. Fakat bunlardan bir kısmını Türkleşmiş, diğer kısmının da Kemalist devlet aygıtına köpekçe bağlanmış entegre olduğunu göz önüne getirirsek, gerçek Kürt aydınlarının %2'yi geçmeyeceğini teslim etmek gerekir. Bu yuvarlak oranlara göre, devrim stratejisinde rol oynayacak sınıflar hangileridir ve bu sınıflar arasındaki ilişkiler nasıl olabilir? Herşeyden önce, Kürdistan devrimi ulusal bir zulümden kurtuluş olduğuna göre, köy küçük-burjuvazisinin, yani ezilen köylülüğün devrimidir. Fakat emperyalizm döneminde, her sosyal devrim zorunlu olarak dünya proletarya devrimiyle tek bir cephe kurarak yaşayabileceği için, bütün bu tür devrimlerin olduğu ülkelerde, proleterler ne kadar azınlıkta olurlarsa olsunlar, devrimci rollerini oynamaya çağrılıdırlar. Genel kural olarak konulan aynı sorunu buradaki özelliği içinde inceleyelim. Nüfusun %85'ini oluşturan ezilen Kürt köylülüğü herhangi bir devrimde hangi sınıflarla müttefik olabilir? Kürdistan'ın şimdiye kadar geçirdiği ayaklanma ve devrim deneyimlerine bakalım. Kürt köylülüğü başlıca iki sınıfın rehberliği altında iki önemli ayaklanma yapmış görünüyor: 1- Şeyh Sait ayaklanması, 2- Ağrı ayaklanması... Şeyh Sait ayaklanmasında Kürt köylülüğü doğrudan doğruya ve belli başlı sınıf olarak, ruhani ve fani bey ve ağalarının rehberliğini kabul etti. Fiyaskonun kanlı sonucu Kürt köylülüğü için müthiş bir ders ve ceza oldu. Ağrı ayaklanması daha çok bu ağa ve beylerle burjuva devrimcilerinin "ulusal" denilen damgasını taşır. Ondaki yıkılış da, Kürt köylülüğünün hâlâ iliklerini sızlatan bir uğursuzluk oldu. Şu halde, Kürdistan ezilen köylülüğünü kurtarmak konusunda Kürt ağa ve beylerinin ve Kürt burjuvazisinin bu işte ne becerebildikleri meydandadır. Kürt ağalarıyla Kürt burjuvaları kozlarını oynadılar. Şimdi Kürt köylülüğü, her ikisinin rehberliğine karşı olan güvenini derinden derine kaybetmiştir. Geriye kim kalıyor? Kürt köylülüğü kendisine, hangi sınıflan müttefik ve yol gösterici bulabilir? Çünkü bu kadar örgütsüz, bu kadar cahil ve dağınık bırakılmış büyük bir yığm, kendisine sadık ve candan bir müttefik ve yol gösterici sınıf bulamadıkça başarılı ve mantıksal sonuçlu bir mücadeleye ve zafere kavuşamaz. Derebeylik ve ağalık bu rolden bilfiil itildiğine göre, Kürdistan'da Kürt köylülüğünün kurtuluş mücadelesinde yol gösterici ve müttefik olacak hangi sınıflar kalıyor? Aydınlarla proleterler. Kürt proletaryası ne kadar yeni, siyasal mücadelede deneyimsiz ve örgütsüz olursa olsun, Kürdistan köylülüğüne yol gösterici olmaya aday mıdır? Evet, biz Kürt proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından kestirebiliriz. Birisi (burjuvazi) %0,5, diğeri (beyler, ağalar) %1,5 gibi oranlarda olan iki smıf, köylülüğü ayaklanmaya sürükleyebildi. %1,5 gibi bir oranla, nicelikçe gerek Kürt ağa ve beyler sınıfı, gerek Kürt burjuvazisi sınıfından ayrı ayrı hiç de aşağı kalmayan Kürt proletaryası vardır. Eğer bu sınıf örgütçü ve mücadeleci yeteneğini geliştirerek Kürt aydınlarının ve de özellikle ve hele köy sadık ameliye aydının çıkarını ve emek birlikteliğini sağlayabilirse, Kürdistan'ın bağımsız siyasal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde, Kürt köylülüğünün en aldanmaz ve en yetenekli yoldaşı olabilir. Böylece Kürdistan'da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizmle sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalığına karşı, Kürt köylülüğü+Kürt proletaryası+Kürt aydınları... Kürdistan devriminin stratejik ilişkileri böyle olabilir. •• M SÖMÜRGE SİYASETİ TBMM'nin yamacında ve başkanının arkasında asılı duran büyük bir levhada şöyle yazarmış: "Hakimiyet milletindir"; biz görmedik... Doğu illerinin ta Kızılırmak vadilerinden Ağrı yamaçlarına kadar uzanan alnına şöyle bir yafta yapıştırılmıştır: "Hakimiyet jandarmanındır..." Bunu gözümüzle görüyoruz. Fakat bir gün, sahtekârlığı sevmeyen bir el, her iki levha ya da yaftayı alıp da tersine çevirecek olursa görülür ki, her ikisinin de arkasında daha iri ve gerçek harflerle yazılan ve asıl olan şey budur: "Hakimiyet burjuvazinindir". Bunun böyle oluşu, Türk burjuvazisinin orada henüz aldatabildiği çalışkan Türk kütleleri, kısmen ulus demagojisiyle intihara uysal-laştırabilmesi; burada (yani Doğuda) ise Kürtlüğü Türk ulusu yapmanın olanaksızlığı yüzünden soygununu, düpedüz ve açıkça yalnız "süngü" gücüne dayanarak yapmaya zorunlu tutulması yüzündendir. 1931 sonlarına doğru, dekoratif sırıtışında Fransız devlet adamlarına özgülük bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Doğu illerinde teftiş gezisine çıkarken, okuyoruz: "Teftiş, gezisi adet olmuş turlardan biridir. Bununla birlikte, çevrenin özelliği, devamlı endişeyi gerektiren o yörede doğal durumun geri 1 dönüşü hakkında yakından bir gözlemi getirecektir." Siyasette bir "çevrenin özelliği devamlı endişeyi gerektirir" neden olur? O yöredeki insan kitlelerinin tümünü saran derin bir hoşnutsuzluk bulunduğu için... On yıllık Cumhuriyet rejimine karşın, Türk burjuvazisi neden hâlâ "devamlı endişe" üzeredir? Nasıl oluyor da, derin hoşnutsuzluğu gide-rilemedi? Orada "doğal durumun geri dönüşü" hakkında gözlemde bulunamadı? Türk burjuvazisini "o yörede" sıkan nedir? Yukarıda araştırdık, orada bir Kürt ulusu var. Bu ulus aslı gereğince geniş köylü tabakalarının kurtuluş hamlesine vurulan darbelerle, her gün kabarıyor. Sorunun ulusal ve onun da başlıca köylü sorunu olduğu anlaşıldıktan sonra, sıra bu ülkenin "endişeyi gerektiren özelliğini" görmeye ve Türk burjuvazisinin burada belirli "doğal durumun geri dönüşü" hakkında ne yaptığını anlamaya gelir. Bir daha, şeyleri adıyla çağıralım: Türk burjuvazisi, bir zamanlar ilân ettiği gibi Kürt ulusunu kardeş mi sayıyor, yoksa ona en berbat sömürge yöntemlerini mi uyguluyor? Yukarıdan beri olan sözün gelişi ikinci şıkkı 7. Cumhuriyet, 27.10.1931. oluşturabilirdi. Derhal ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman Köylülere Armağan broşüründe bazı eli kalem tutanların yazmaktan sakınamadıklan facialar faslı başladı. Bununla birlikte, Kemalist burjuvazi bir kere nasılsa bozuştuğu ağalığa karşı Kürdistan'da kendini tutacak unsurlar yaratmak gereğini hissetti. İskân siyaseti yetemezdi. "Köylüye toprak" en parlak bir yem borusu olabilirdi. Ve boru çalındı. Birinci sahne: Burjuvazi hesaplamıştır. Kürdistan ağalarını modern toprak sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek. Örneğin Fransa; 1902 yılında 5.702.752 köylü ailesi içinde 300 hektardan fazla toprağı olan en büyük toprak sahipleri 4.280 kişi kadardı. Burjuvazi de büyük toprak sahipleri için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü. Örneğin 3.010 dönüm (334 küsur hektarlık) toprak Kürt bey ve ağalarına bırakılacak, ağaların fazla toprakları hükümetin güvencesi altında, topraksız köylüye zırnık para, satılacak. Kemalist burjuvazi bunu ciddi bir plan dahilinde değil, en çok gücünü hissettireceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme tarzında yapmaya girişti. Sözgelimi kaymakamla genel müfettiş yardımcısı köye giderek bir ilân verdi. "Marabalar ya toprak satın ahn, ya da sizi süreceğiz!" İlk bakışta dehşetli "halkçı" gözüken bu ilânın, biraz düşününce ne pis ve zalim bir burjuva yöntemi olduğu kolayca anlaşılabilir. Burjuvazi, bir zaman gezmeye götürdüğü ağalığı tekrar, hem bu kez daha tehlikeli ve fena olarak köylünün başına musallat ediyor. Onunla siyasal ve yönetsel alanda birleşiyor. Sonra köylüye dönüp, ağadan korkmayın, sattığı toprakları satın alın diyor. Fakat ağa uzun sözü sevmez. Kısaca haber verir: Benim toprağım "yılan kemiğidir, yiyenin boğazında kalır". Köylü, herşeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun... Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğim 20 yıllık taksidi 5 yılda ödeyelim, geri kalan 15 yılda aynı taksitleri bir daha ağaya ödeyelim... Fakat burada henüz "kuram" aşamasındayız. İkinci sahne: Jandarma yüzbaşısınla katip efendi kayıt ve tescil işlemlerini yapmak ve köylüye toprak "dağıtmak" üzere gelirler. Katip efendi zaten ağanın amcasının oğludur. Ağanın evine konuklattırılır. Bir kuzu dolması ziyafetinde toprak paylaştırılır: a) Ağanın alacağı 3.010 dönüm yerine 30.100 dönüm ayrılır (defterde yazan üç bindir, ama saklanan toprak bunun on katı fazladır); b) Ağanın bütün karısı, kardeşi, oğlu, kızı, kısrağı ayrıca birer tapuyla bu dağıtımdan hisselerini alırlar. Öyle ya, ağanın yalnız şahsına üç bin dönüm değil miydi? c) Ağanın topraklan o kadar geniştir ki, bu dağıtımdan sonra da satılığa çıkarılacak, zaten ağanın söyler. Şu halde, bugün Kürdistan'da sömürge yöntemlerinin uygulandığını nelerden,anlayabiliriz? Başlıca üç noktadan: 1- Ağalıkla uzlaşması; 2Ekonomik yöntemleri; 3- Siyasal yöntemleri... Ağalıkla Uzlaşma Avrupa kapitalistleri, geri Doğu ülkelerine saldırdıktan zaman, oradaki büyük derebeyi saltanatlarını tahrip ve yağma etmişlerdi. Bugünkü emperyalizm döneminin kapitalizmi, eskiden yok ede ede, dinamitleye dinamit-leye ufaladığı derebeylik üstünde bugün yeni bir saltanat kurmaktadır. Bu saltanat finans-kapitalin derebey süzerenliği tacıyla taçlanışı demektir. Gerçekten bugün, Avrupa emperyalistlerinin sömürge siyasetlerindeki yönetim biçimleri, yerli derebeylerle el ele vermekle niteliklenir. Son demine gelen her sınıf gibi, kapitalizm de mazide yapışacak tutanak arar. Sözgelimi Hindistan sömürgesinde topraktan intifa ve yararlanma hakkı derebeyi devletinin tekelindedir. Anavatan sermayesine, toprak vergisi yerine yıllık "redevance" veren "zemindar"lar ya da "tağlukdarlar"dır. İran, Fas, Mısır vb. de emperyalizm, koca toprak sahiplerinin yerli örgütlerini kullanarak toprak rantını yakalar. Öte yandan en ilkel yaşama araçlarından yoksun kalan çalışkan köylülük, aç ve aylak geniş bir kır nüfusu halindedir. Ülkede tek tük ve serpilmiş bir halde bulunan yerli sanayiler, fazla kır nüfusu ememez ve bu nüfus göç edecek, yerinden kıpırdayacak halde değildir. O zaman çalışkan sömürge köylülüğü zemindarlann ebedi serfle-ri, toprakbentleri, paryaları haline gelirler. Şu halde, bir ülkede yabancı kapitalizmin yerli derebeylik ve artıklarıyla el ele vermesi, bir sözcükle o ülkenin sömürgeleşmesi demektir. Doğu illerinde, Türk burjuvazisiyle Kürt ağalığı arasında bir uzlaşma ve elbirliği var mı? Var. Bunu şu üç bakımdan kısaca gözden geçirmek yeterlidir: 1- Toprak sorunu; 2- Yönetim; 3- Mahkeme... 1- Toprak Sorunu: Türk burjuvazisi tüm Türkiye hakkında olduğu gibi, Doğu köylüsü için de toprak vaadinde bulundu. Şeyh Sait ayaklanması üzerine, Kürt ağalarından bir kısmını Batı illerinde gezmeye götürdüğü zaman, Kürt köylülüğü o halka özgü olan doğal ve devrimci güdüsüyle ağaların topraklarına sessizce el koymaya başladı. Kürdistan köylülüğünün bu durumu, adeta bir an için toprağı kişisel mülk olmaktan çıkartmış gibiydi. Oysa Kemalist burjuvazinin amacı, böyle korkunç bir manzaraya seyirci kalmak değildi. Aslında ağa nüfusunun kırılmaya yüz tutması halk arasında her türlü zulme karşı bir ayaklanma yeteneği de oluşturabilirdi. Derhal ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman Köylülere Armağan -broşüründe bazı eli kalem tutanların yazmaktan sakınamadıklan facialar faslı başladı. Bununla birlikte, Kemalist burjuvazi bir kere nasılsa bozuştuğu ağalığa karşı Kürdistan'da kendini tutacak unsurlar yaratmak gereğini hissetti. İskân siyaseti yetemezdi. "Köylüye toprak" en parlak bir yem borusu olabilirdi. Ve boru çalındı. Birinci sahne: Burjuvazi hesaplamıştır. Kürdistan ağalarını modern toprak sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek. Örneğin Fransa; 1902 yılında 5.702.752 köylü ailesi içinde 300 hektardan fazla toprağı olan en büyük toprak sahipleri 4.280 kişi kadardı. Burjuvazi de büyük toprak sahipleri için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü. Örneğin 3.010 dönüm (334 küsur hektarlık) toprak Kürt bey ve ağalarına bırakılacak, ağaların fazla toprakları hükümetin güvencesi altında, topraksız köylüye zırnık para, satılacak. Kemalist burjuvazi bunu ciddi bir glan dahilinde değil, en çok gücünü hissettireceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme tarzında yapmaya girişti. Sözgelimi kaymakamla genel müfettiş yardımcısı köye giderek bir ilân verdi. "Marabalar ya toprak satın alın, ya da sizi süreceğiz!" İlk bakışta dehşetli "halkçı" gözüken bu ilânın, biraz düşününce ne pis ve zalim bir burjuva yöntemi olduğu kolayca anlaşılabilir. Burjuvazi, bir zaman gezmeye götürdüğü ağalığı tekrar, hem bu kez daha tehlikeli ve fena olarak köylünün başına musallat ediyor. Onunla siyasal ve yönetsel alanda birleşiyor. Sonra köylüye dönüp, ağadan korkmayın, sattığı topraklan satın alın diyor.,Fakat ağa uzun sözü sevmez. Kısaca haber verir: Benim toprağım "yılan kemiğidir, yiyenin boğazında kalır". Köylü, herşeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun... Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğim 20 yıllık taksidi 5 yılda ödeyelim, geri kalan 15 yılda aynı taksitleri bir daha ağaya ödeyelim... Fakat burada henüz "kuram" aşamasındayız. İkinci sahne: Jandarma yüzbaşısıyla katip efendi kayıt ve tescil işlemlerini yapmak ve köylüye toprak "dağıtmak" üzere gelirler. Katip efendi zaten ağanın amcasının oğludur. Ağanın evine konuklattınlır. Bir kuzu dolması ziyafetinde toprak paylaştırılır: a) Ağanın alacağı 3.010* dönüm yerine 30.100 dönüm ayrılır (defterde yazan üç bindir, ama saklanan toprak bunun on katı fazladır); b) Ağanın bütün kansı, kardeşi, oğlu, kızı, kısrağı ayrıca birer tapuyla bu dağıtımdan hisselerini alırlar. Öyle ya, ağanın yalnız şahsına üç bin dönüm değil miydi? c) Ağanın topraklan o kadar geniştir ki, bu dağıtımdan sonra da satılığa çıkarılacak, zaten ağanın da pek işine yaramayan, en çorağından bir miktar toprak kalmıştır. İşte köylüye dağıtılacak (yani parayla satılacak) toprak budur. Bu toprak satılır. Ama kime, önce ağanın adamlarına... Yani gene ağaya... Artık büyük dağıtımdan sonra da, daha bir kısımcık toprak kaldıysa, yukarıdaki tehditlere karşın, gözü kararmış köylülere nihayet satılır... Ameliyata girdik. Ve Kemalist devlet aygıtıyla Kürdistan ağalığını, ziyafet sofrasının başında kucak kucağa "toprak devrimi" yaparlarken buluyoruz. Üçüncü Sahne: Ağanın amcasının oğlu her topraksız köylüye 50 dönüm yazar, fakat köylüye verilen gerçek tarla 30 dönümü geçmez. Ağa yalnız burada %40 ilk çapulunu, Kemalist devlet aygıtı sayesinde yapmıştır. Bununla birlikte, köylü buna da razıdır. Karşılığı 20 yılda birleşik faiz biçiminde ödenecek. Bir köylünün ortalama ne vereceğini hesaplayalım: 8 lira devlete vergi (bu işte devletin amacı da bu... Çünkü bunu ağadan alamıyordu) + 12 lira da ağaya toprak parası, yani 20 lira nakit olarak ödenecek. Buğdayın okkasını 2 kuruşa satabilen mutlu. Bir köylünün bu parayı bulabilmesi için demek bin okka ürün elde etmesi gereklidir. 1931 yılında Diyarbakır örnek çiftliğinde ortalama bir dönümden 61 kilo ürün almıyordu. Bizim köylümüz ortalama 50 okka dönümden alsa, 30 dönümden 1500 okka buğday alacak demektir. Şimdi bir başka hesaba geçelim: Biliniyor, aşar 4-5 yıldır kaldırılmıştır. Bu sorun hakkında bir Kürdistan köylüsüyle Kemalist yargıç arasında şöyle bir konuşma geçer: "Yargıç: Ağanın aşarını neden veriyorsunuz? İdare meclisi kararı var, %2'den fazla vermeyin!.. Köylü: Öyle ama... O şehir çevresindeki köyler için. Bizim köyde olmaz..." Köyde olan şudur: Köylü aşar olarak 1,25+10+"noksan ard" 2/10 +tohuni 3/10 = 6,25/10 ürünü, yani yukarıdaki 1500 okka. buğdayın 937,5 okkasını bu üç yere yatıracak, elinde kalan 562,5 okkadır. Bunu yesin mi satsın mı? Toprak alan köylünün tam 50 dönümü de <*lsa ve 50'sinden de buğday alsa ve ürün hiçbir kaza belaya uğramadan tam verimle hasat edilse 2500 okka eder. Bunun 1537,5 okkasından geri kalan tam 1000 kilo buğday bile olmayacak. Vergiyle toprak taksidini vermek için bu buğdayı satabilirse ne yiyecek? Sonunda yalvara yakara toprağını ağaya satmayacak ya da bırakıp bir yana kaçmayacak mı? Dördüncü Sahne: Bir ağa, şu maskara "toprak dağıtımı"nı onaylayan muhtarın, şu kadar bin liralık harmanını yaktırır. Cumhuriyet burjuva adaletini istediği vicdani ve maddi, bütün subut ve kanı unsurlarını bir çırpıda hazırediveren ağa, aynı muhtarı hırsızlık suçuyla da ayrıca 5 günlük yerdeki cezaevine iletir iletmez, o zamana kadar toprak alma törenini bekleyen bütün köylüler, noterdeki sözleşmeyi imzalamaya gitmekten vazgeçerler: Ağanın toprağı gerçekten yılan kemiğidir. Köylünün de boğazında kalmıştır. Bununla birlikte adalet yerini bulmuştur: Kemaliz-min köylüye "toprak dağıttığının" kanıtını mı istiyorsunuz? Bütün ismi noter defterine geçmiş olan köylüler her yıl düzenli olarak 20 lira toprak için veriyorlar. Hem de bu toprak kendisinin değil, eskisi gibi bilfiil ağanındır. Toprağı benimseme cesaretini gösteren tek tük küstahlara gelince, bir gece ağanın adamları tarafından evlerinde basılır, birkaç kadın ve çocuk ölüsü yanında bütün erkekler yaralı düşer ve olanca malları yağma edip götürülür... Yine hem de, ortada ne tanık var ne de kanıt!... Ezeli Sahne: Kapitalist, sermaye biriktirişinde ne kadar doymazsa, ağa da toprak hırsında o kadar sınırsızdır. Kemalist burjuvazi, basmakalıp düşlerine devam ededursun, ağa doymak nedir bilmez genişleme hırsını çeşitli kanallardan tatmine uğraşır. Bunun için iki yol vardır: 1- Feodal yöntemler: Meşe sürterek tarla çalmak: bir köyde daha önce hepsi hepsi 42 tarla varken, sonradan ağanın 105 tarlası meydana gelir. Ağa verimli bir toprağa göz mü dikti, o topraklar üzerindeki köylüleri birbirine düşürür; arada birisi vurulur, diğeri "katil" sıfatıyla Kemalist adaletin pençesine... Kurtulmasının bir tek yolu var: Toprağını ağaya devrederek, onun hazırlatacağı çeşitli ihtiyar heyeti iyihal kağıtları, uydurma jandarma zabıt varakaları ve yalancı tanıklarla kurtulmak. Toprak ağanın elindedir. Dünyada ağanın bilmediği ve bulamadığı hile mi yok!.. Örneğin falan suyun başında, bir köylücüğün atasının atasından kalma ağaçlık, b-ereketli bir bağı var. Sınırları yıllardan beri biliniyor. Bir gece ağanın adamları bağa girerler. Bütün asmalar yere kadar köklerinden yolunur. Peşinden toprağın üzerinden bir sürgü geçirilir. Ertesi gün bakan, orada dün ağaçlık bayındır bir bağın varolduğuna ilişkin bir iz bile göremez. Ağa toprağa arpa ektirmiştir. Sınırlar, ağanın toprağıyla kaynaşmıştır. Artık eski bağ sahibi, eceline susadıysa tırtıllara dilekçe vermeye gitsin. 2- Kapitalist yöntemler: Meşrutiyet burjuvazisinin Ermeni talanından beri yeni yöntemler, salt bürokrat yöntemler olmuştur. Tapu memurları ağanın ya akrabaları ya da adamıdır. Ermeniler kesilirken hükümetin müttefiki olan ağalar, derhal varolan bütün Ermeni mallarını bedavadan üzerlerine yazdırıvermişlerdi. Hâlâ bugün Doğu illerinde birkaç "terkedilmiş mülkler" denilen -Fikret'in deyimiyle- "han-ı yağma" vardır. Her gün biraz kabaran ağa bunları bir "üslub-u hakimaney"le sınırları içine alır. Böyle yapamazsa, Kemalizm tarafından ağaya eksiltmeyle müzayedeye çıkarılır. Kullanılmayan yerin üstünde yıllardan beri yerleşmiş, ev, bağ, bahçe yapmış, tarla açmış yoksul ve çalışkan köylüler doludur. Onların ruhu bile duymadan ağanın malı oluverir. Şundan da ömürleri var! Bir köyde Türkçe bilen, İstanbul kaldırımı çiğnemiş vb. nitelikte yeni bir ağa türer. Bir gün bu yeni ağa, karakol komutanı ve iki süngülü jandarmayla gelir; hiçbir şeyden haberi olmayan güzelce bir tarlanın önceki sahibi köylüye çık der... Bre aman... Köylü neden çıkacağını sorar. Ağa, elinde o toprağın kendisine, şu hiçbir şeyden haberi olmayan sahibi tarafından saûldığınıbütün yasal belge ve yollarla kanıtlar. Deliller, şaşalayan köylünün suratına çarpılır. Çaresiz, köylü valiliğe koşar. Tapu memuru, herşeyin yasal olduğunu ve işlemin tamam olduğunu bildirir. Ve sonra galiba oldukça acıdığı için, köylünün kulağına fısıldar: "Bu işlemlerin sahte olduğunu biz biliyoruz ama, ne, çare herif bir kere tanık kanıt bulup mahkemede hak kazanmış. Sona valiye gelip çatmış. Sizi kim dinleyecek. Hiç yorulmayın..." Ve köylü son meteliğiyle satın aldığı silaha sarılarak dağa çıkar. O zaman Kemalizmden şu unvanı kazanır: canavar eşkiya!.. Tarih nasıl bir "tekerrür" olmasın! Yıllardan beri Kemalizmin köylüye toprak "dağıttığı" bir bölgeden bakın ne "hoş seda"lar geliyor: "Palu'da halk kitleleri büyük toprak ve emlâk sahipleri adına çalışmaktadır. Hükümetin son zamanlardaki ünlü faaliyeti, bey ve ağa yetiştirmeye uygun bir anormal tasarruf yöntemi yerine çok makul önlemlerin uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Böylece halk ağa ve beyden kurtulunca toprak ve sahibi olunca hükümete karşı özverisi artmış olacaktır. (Bununla birlikte, 1928-29'dan beri beş yıldır Kemalizmin güya toprak sorunuyla uğraştığı bu yerde sözün sonu şöyle gelir:) Palu kasabası halkından hiç kimse yoktur ki bir köy sahibi olmasın. En önemli toprak ve emlâk Cemşit beyin ailesinden olay beylerin elindedir."* 2- Yönetim: Yukarıdaki "toprak sorunu" sisterri olarak Kemalizm ile Kürt ağalığı arasındaki gizli uzlaşmanın derecesini ve derinliğini yeterince gösterir. Bir kere olayları küçük memurların yolsuzluğu saymak da safdilliğin daniskası olur. Özü gereği bu sorun şöyle konulabilir: Uluslararası burjuvazi, burjuva devriminin bir parçası ve zorunluluğu olduğu halde toprak mülkiyetini kaldırarak toprağı ulusallaştıramadı ve çalışkan sınıfların artı-değerlerini büyük rantiye toprak sahipleriyle paylaşmaya razı oldu; tek, "özel mülkiyet"in kutsallığına söz konmasın diye. Bizim 8. B. Turgud: "Şeyh Said ve Şark Derebeyliğinin Beldesi Olan Palu'nun Tarihçesi", Son Posta, 1.11.1933. ulusal burjuvazi, yani Kemalizm de, ikide birde hırlaştığı ve tepiştiği Doğu derebeyliğini, bütün gösterişlerine ve prestijini koruma zorunlu-, luğuna karşın atamadı ve ezilen Kürt köylülüğünün ek-ürünlerini Doğu ağa ve beyleriyle paylaşmak zorunda kaldı; tek, kapitalizm öncesi ilişkilerden kurtulacak olan Doğu illerinde herhangi bir ulusal hareket olmasın diye... Sorunun içyüzü bu olunca, Doğu ağalığıyla Kemalist burjuvazinin sarmaş dolaşlığında anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Nitekim Kemalist devlet aygıtının en küçük hademesinden en büyük erkânına kadar, ağalıkla yapılan uzlaşmada çeşit çeşit kahramanlara rastgelmek için Doğu illerini bilenlerle iki sözcük konuşmak yeterlidir. O zaman öğrenilir ki, bir haraca çıkışta, bütün köylünün evindeki çuval sicimine kadar derleyip toplayarak konağına getiren ve köylünün getirdiği yağlar için küp müp yetmeyince bir bina kadar saçtan hazineler yapan Erzincanlı Mustafa ağa, Kemalist devlet aygıtının en önemli temel direği olan İsmet paşayı oğluna kirve etmiştir!.. Ağalar 1927'den beri yoksul Kürt halkı üstündeki egemenliklerini yeni yöntemlerle başarmaya başladılar. Yine eskisi gibi silahlı adamları var, fakat jandarma karakollarıyla da gayet sıkı, özel ve yan-resmi bağlan vardır. Bu silah farkı bakımından böyle... Fakat köylüye karşı bütün ağalar TBMM'ne kadar etkili olmayı bilirler ve bütün burjuva devlet aygıtıyla bütünleşmişlerdir. Şimdi Kürt ağaları da birçok işlerini Türk tefecisi gibi, Kemalist devleti maşa gibi kullanarak becermeye yavaş yavaş alışıyor. Tabii karşılık olarak, Kemalizm de birçok işini ağanın himmetiyle başarır. Gerçi ara sıra ortaya çıkan çekinilmez çarpışmalarda sık sık genç jandarmalar harcanır. Ama buna karşılık da, cumhuriyet hükümeti eline düşen ağalan epeyce "sağar". Kapitalizm düzeninde, aynı zümre kapitalistler arasında bile olabilen bu gibi rekabet türünden olaylar bir yana bırakılırsa, her türlü karşılıklarıyla birlikte Doğu ağalığı ve Kemalizm aynı ip üstünde oynayan iki cambazdır. Unutmamalı ki, bu anlaşmada beraberlik aynı smıflann zümreleri arasında değil, birbirine oldukça zıt iki ayn sınıf arasındadır. Onun için, bugünkü Türkiye ile Yunanistan dostluğuna, Türk-Yunan uluslannm kardeşliğine benzer. Basit uyuşmalardan fazlası, bu beraberlikten beklenemez. Ama tam birlik yoktur diye, bir uzlaşma da yoktur denemez. Ağalıkla Kemalizm arasındaki uzlaşma -ister dostça ister düşmanca olsun-vardır. Örnek: Genel olarak yönetimde: "Beyleri" en çok kuşkulandıran şey halkın hükümetle temas etmesidir. Bu teması önlemek için her çareye başvururlar. "Hükümetin isteklerini o kadar çabuklukla imza ederler ki egemen olmayan bazı yönetim memurları bundaki kolaylıktan vazgeçemiyorlar." "Tahsildar vergiyi mükelleften istemez. Mübaşir adliyenin 9 emrini almadan tebliğ edemez. Bir şey incelenecekse halka sorulmaz... vb." Bir burjuva yazarından daha fazla ne söylemesi istenebilir: Vergiyi ağa toplar, Kemalist adaletin nüfuzunu ağa temsil eder, jandarma işi ağanın üstündedir vb... Tahsildar, mübaşir, savcı hep ağayla el ele vererek çalışırlar. Hem bu söylendiği gibi "bazı yönetim memurlarTna özgü değildir. Doğu illerinde en ufak bir işin hakkından gelmek isteyen memur ne kadar büyük ve küçük olursa olsun, ağaların haremine girmeye ve beylerle senli benli olmaya zorunludur. Yoksa en kısa zamanda ayağının altı karpuz kabuğu oluverir!.. Hem bu, tekrar edelim, salt yerel memurlara özgü de değildir. En büyük devlet büyükleri de önemli bir iş için "halka sorulmasına" olanak bırakmaz. Örneğin "Malazgird 16 (AA.)- İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Hozat'ta kasaba halkını, gelen aşiret mensuplarını kabul etmiştir. Halk ve aşiret mensupları hükümetin kurtarıcı elini bu bölgeye uzatarak cumhuriyetin feyzlerinden 10 yararlanma olanağını rica etmişlerdir." Burjuva vekilinin halkı ve aşiret mensuplarının kabul edişinin anlamını bugün Türkiye'de anlamayacak tek adam yoktur. Hozat kasabası, yukarıda adı geçen Palu kasabası gibi, her biri birkaç köy sahibi olan "halk" ile doludur. Aşiret namına bir bakan görmeye gelenlerin kimler olacağını tekrarlamayalım. Şu halde İçişleri Bakanı da, ağalarla büyük toprak sahiplerini "kabul" etmiş ve onlarla konuşmuştur. Eğitimde: "Kaymikeyim" (bu Kürdistan'daki kaymakamın telaffuzudur) bir öğretmen getireceği zaman hangi köye verilmesi gerektiğini ağadan sorar. Ağa köye devletin gönderdiği bir öğretmeni sokmak istemez. Fakat hayır da demez. Öyle bir köy gösterir ki, orada din dersi istemeyen asi kızılbaşlar oturur. Tabii öğretmen köye varır varmaz, kızılca kıyamet kopar ve hoca ardına bakmadan sıvışır. O zaman ağa kaymakama şu gerçeği söyler: "Canım bu meretlerin çocuklarını okutayım da yarın çocuklarımın burnuna mı dikilsinler?" Ve zaten Genel Müfettişten "Kürtleri okutup da Kürdistan'da bir Arnavutluk mu yapalım!" kararını bellemiş olan kaymakamın düşüncesi de başka yoldan beyler ve ağalarınkiyle birleşir. Onun için bu Kürt sorununun acı hatıraları arasında şöyle öykülere rastgelirsiniz: Bir maraba çocuğu nasılsa erkekli kızlı ağa çocuklarının kafilesine karışarak birlikte ders almak becerisinde bulunur. 9. Yusuf Mazhar: a.g.y., Cumhuriyet, 22.7.1930. 10. Cumhuriyet, 17:11.1931. Belki de yaşamsal bir önem gören çocuk, ağazadelerin bir yılda öğrendiğini, devam ettiği bir ay içinde kavrar. Durumu öğrenen ağa sınıfı teftişe gelir. Bu durumu gözleriyle görünce -lcendilerinkinden yaşça çok küçük olan- maraba yavrusunu "namahrem kızlar"la (önceden bir ay hiç sesini çıkartmamışken şimdi) bir arada okutmayı namusça uygun bulmaz. Öğretmenin kulağına "ne yapalım ağa emretti" diye fısıldayarak çocuğu sınıftan uğratır... Babası öğretmene itiraz edecek olur, aynı yanıtın tedhişçi darbesi!.. Çapul: Orneblili Şeref "Birinci Millet Meclisi" hatıratında, Doğu illerinde Dersim hakkında şöyle bir tasvir yapar: "Bu yerler, bu dağlar ve bu taşlıklar fesat, eşkıyalık, cahil ve gaflet ocaklarıdır. Burada yaşayan insanlar ilkel adamlardır. Bir taş kovuğunun içinde, başını bu taşa dayayarak yüz bin yıl önce yaşamış ataları gibi, hâlâ o örneği gösterip duruyor. Bunun yalnız birkaç yüz sözcüktük bir dili ve eline öldürmek için şeyhin, beyin verdiği tüfeği vardır. İşte bunlar bu dağların sakinleridir. Becerileri de yalnız adam öldürmek ve rastgelen köyü, insanı, kervanı soymak ve hepsini götürüp 11 müemmine, şeyhe, seyite vermektir." Aşiretler talanadır. Bu kesin, fakat Marx'm Kapital'indo, Roma için dediği gibi, sonsuza dek yeniden oluşan talan edilecek bir şey bula-maksızın talan yapılamaz. Zaten aşiretler en çok birbirlerini talan ederler. Yalnız talanla geçinen üç milyon nüfusu tasvir etmek, hem ağanın, hem Kemalizmin ayrı ayrı talan ettiği çalışkan Kürt miriyvolarmı İş Ban-kası'nın hissedarları yerine koymaktan farklı mıdır? Onun için Kürtlerin "yalnız öldürmek ve rastgelen köyü, esnaf kervanı soymak" ile değil, belki maraba olarak beye haraç, Kemalizme vergi vermekten canı çıkıncaya kadar çalışmakla geçindiğini hatırdan çıkarmak için cumhuriyet burjuvazisinin atadığı milletvekili olmak gerekir. Burada doğru söylenen yön, Kürt fukarasının, çapul edilen şeylerin hepsini müemmine, şeyhe, seyite götürdüğüdür. Ama sorun buracıkta ve böyle bitmez. Talanı örgütleyen ağadır. "Kolbaşı"ların emrinde hareket eden birer kolla yolları kestirir. Davarları çevirtir vb... Talandan gelen metaların gayet az bir kısmını kolbaşıya, bir iki gönül okşayıcı sözcüğü de adamlarına bağışlar. Geri kalan eşyanın oldukça büyük bir kısmını yüksek mülkiye ve jandarma memurlarına ayırır. Ağalarla kaymikayimin arasındaki mektuplaşmalara bir göz atan, çok kere Kemalist devlet aygıtıyla ağalık arasındaki sıkı dayanışma ve özelleşme derecesi karşısında gözlerine inanamaz. Bazı mektuplarında kaymikayim, ağaya aşırdığı koyunları kendisine 11. Orneblili Şeref: Milliyet, 2.1.1932. gönderirse, şimdiye kadar olduğu gibi sorunu kapatacağını, yoksa bu kez işin pek açığa çıkması yüzünden fena edeceğini bildirir. Bu gibi omuzdaşlıklar, talan yapan ağadan daha baskın birine ait mallar için yazıya dökülür. 3- Burjuva Adaleti: Cumhuriyet döneminde Karagözle Hacivat heyetine sokulan o Lanifrel, o ulus adına yargılayan savcı, Batı illerinde oldukça, perde kurup şem'a yakar ve bu perdenin arkasında oynarlar. Doğu illerinde ne perde ne de şem'aya gerek yoktur. Gerçi heybetleri orada da hayal gölgesi şahıslardan farksızdır. Ama oyunları, Batı illerinin komünist mahkemelerinden farksızcasma, hattâ ona taş çıkartırcasına ve ortao-yunvari perdesiz merdesizdir. Burjuva adaleti, dünyanın pek az yerinde, Kürdistan'da olduğu kadar sinik ve maskesiz sırıtır. Kemalist burjuvazi Doğu illerinde yalnız subaylarına güvenir. Çünkü orada fiilen egemen güç jandarma ve askerdir. Fakat bu asker ve jandarmayla adalet arasında su sızdırmaz bir emek beraberliği var. Kemalizm derebeyliğin -hasbelkader-bükemediği elini öper görünürken, ısırma siyasetini uyguluyor ve jandar-ma+savcı blokunu siyasete mihver yapıyor. Ağalığı devrimci yöntemlerle yok edemeyeceğini ve yok etmek istemediğini hisseden Kemalizm, o ken-diliğindenci ve bilinçsiz burjuva kaderciliğiyle Doğu illerinin geleceğini, kendisinin de pek iyi anlayamadığı, fakat akıntıya kapılmışcasına uymaya zorunlu olduğu bir "yavaş gelişim" siyasetine bel bağlamış görmekten hoşlanmıyor. İşte Doğu illerinin "adalef'i bu burjuva "yavaş gelişinTciliğinin tam ete kemiğe bürünüşüdür. Ağalığı asla ürkütmeden eritmek! Bu görev jandarmayla adalet arasında paylaşılmıştır. Adaletin bu öz rolü, onu bazen kutsal kitaplarda betimlenen Allah kadar mutlak yetkili, Bazen leblebicinin çırağı ya da ağanın keloğlanı, lokanta garsonu kadar "emre amade" kılar. Ağalığın sorumsuzluğuyla kapitalizmin "idare-i maslahatçılığı" Kemalist adaletin karakteristiğidir. Belli bazı sınırlar içinde, nasıl adamlarına dayanan derebeyi, başka hiçbir güç ve sorumluluktan korkmaksızın dilediğini yaparsa, erlerine emir veren subay, mübaşirlerine "hüküm ki" diyen yargıç -burjuvaziye karşı hiçbir hesap verme sorumluluğu.olmadığı oranda- yaptıklarından dolayı sorgu suale uğramayan Allahdır. "Hak gücündür" kavramının ne olduğunu gözüyle görmek ve eliyle tutmak isteyen, Doğu illerine gitsin. Orada öyle "hakkım" diye haykıran ağalar vardır ki, gözlerinin madeni parıltısında, bu "hak"kınm adalet huzurunda kaç altına alınıp satıldığını öğrenmekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Onun için burada "hakkım" diye bağırabilen mutlaka güçlü sayılır ve haklı değil, güçlü olduğunu zan-la saygı görür. İşte bu tür bir adaletin, yoksul Kürdistan halkıyla temasa geçişi cidden acıklıdır. Doğu illeri "zorunlu hizmet"i süresince, emekliliğinin sağlayamayacağı bir dünyalık hazırlığını amaç bilen Kemalist adalet, temsilcilerle bukalemun gibi her dönemin rengine girmekte ve her tür soyguna uymakta örneksiz olan derebeylik, "hem ye hem yedir" sloganıyla bir kere el ele verdiler miydi, artık Kürt fukarasının başına gelen düşünülsün... Anayasanın yasakladığı "işkence, eziyet, angarya" Kürdistan halkının uğradıkları yanında pek hafif deyimlerdir. Doğu illerinde burjuva adaletinin hummalı etkinliği hakkında bir fikir edinmek için, şu iki ilginç olayı biraz düşünmek yeterlidir: 1-1933 yılı başlarında bir İstanbul akşam gazetesi, İstanbul'da her bin nüfusa bir avukat düştüğünü yazıyordu. Oysa Doğu illerinin merkez ilçelerinde biz diyelim her yüz, siz deyin her on kişiye bedel bir avukat bulunabilir. Orada öyle şehirler vardır ki, çarşısında varolan dükkanların yarısı avukat ve arzuhalci dükkanıdır. Bunların ticareti adalet alım-satımıdır. , 2- Dil devrimcileri ne kadar sevinseler yeridir: Kürdistan halkı adaletin resmi dili sayesinde epey Türkçe öğrenmiştir. Fakat Kürt köylüsünün öğrendiği Türkçe, insanı güldürmekle ağlatmak arasında şaşkın bırakacak derecede ibret parçalayıcıdır. Halkın en çok bildiği "bilgi" ve "Türkçe" hep adliye hileleri, mahkeme oyunları ve adliyece deyim ve terimleridir: Türkçe su ve ekmek istemesini bile bilmeyen öyle köylüler vardır ki, bize "merkumum raporunda darp âsâri müşare ve ilh" tarzında bir mahkeme zabitinin bütün cümlelerini tekrarlayabilirler. Bu şiddetli adalet süreci, bu Kemalist adliye değirmeni hava için dönmüyor. Kürdistan yoksul halkının kemiklerini öğütüyor. Birkaç örnek: Tefeci örneği: Köylü ağadan 3000 kuruş senetle ödünç alır. 1000 kuruşunu arada öder. Tam ürün zamanında ağa 2000 kuruşunu ister, oysa köylü hemen o dakika ödeyecek durumda değil. Ağa, köylüye ceza olarak bu kez önce aldığı 1000 kuruşu da inkâr ederek -çünkü ağa köylüyü her kazığa bağlar, ama köylü ağadan verdiği 1000 kuruşa karşılık imza isteye-• mez, ağa için bu hakarettir!- icraya 3000 kuruş alacaklı gibi başvurur. Soruna tanık var ama, kim ağanın aleyhinde tanıklık edebilir? Zaten köylü kendini toplamaya zaman bulamadan "adalet" tarladaki ürüne haciz koymuştur bile... Derebeyi: Herhangi bir işten içerlediği köylünün tarlasını,, ağa söktürür ve adamlarına kendi tohumlarını attırır. Aç kalan köylü ağayı şikayet etmeyi göze alacak babayiğitlerden ise bir dilekçeyle kaza mahkemesine başvurur. Kaç dilekçe verirse hepsi de sistematik olarak kaybolur. Çünkü mahkeme başkatibi ağanın akrabasıdır, savcı gizli ve sadık dostudur. Aradan yıllar geçer, bir tek yurdundan olan köylü, oldu olacak bari ağaya bir şey yapabilir miyim diye tekrar başvurur... Fakat geç kaldın Tatar ağası: Üç yıl önce olan olay, son tecil yasası gereğince olmamış sayılır. Kemalist adaletle şu kadar madeni altına uyuşan ağa, herhangi bir köylüyü istediği gibi mahkûm ya da beraat ettirme gücündedir. İsterse beraat ettirir, ağanın kardeşi ya da damadı, yargıçlara bir ziyafet çeker. Ya da bir gece savcı beyi evinde özel olarak ziyarette bulunur. "Filan adamı bana bağışlayın" dedi mi, sanık ya da tutuklunun suçu hakkında "vicdani kanı" oluşması olanağı yoktur. Ufak bir formalite hazırlığından sonra "suç sabit olmadığından" adı geçenin beraatine gidilir. İster mahkûm ettirir: "Bey bizim olmazsa hatırımızı kim sorar? Bize kim sahip olur! Elimizden bir kaza çıkarsa bize kim arka çıkar?" Doğu illerinde tanıklık, para akçesi 5 mecidiyeden 15 mecidiyeye kadar değişen alınır satılır bir metadır. "Davasının cürmü bilir!" Ağanın emrinden az bir sapıtma, yoksul Kürt köylüsü için ölümlerden ölüm beğenmeyi gerektirir. Bir hırsızlık, bir yaralama, bir katil vb. isnatları olmamış suçu iki kere iki dört edercesine, Cumhuriyette burjuva adaletinin dilediği tanık ve kanıtlarıyla birlikte hazırlanıverir. Ertesi günü jandarma onbaşısı gerekli olan zabıt varakasını düzenler. Ağanın muhtar ve yönetim kurulu ilân ilmühaberlerini mühürler ve hemen cumhuriyet savcısının tutuklama müzekkeresi kesilir. Aylarca tutukluluk ve yıllarca mahkûmiyet elde bir... Bu Kemalizm+ağalık ittifakı karşısında Kürdistan köylüsü, burjuva kaldırım şairlerinin ve satılık basının yazarlarının beceremedikleri edebiyatları yaratır: "Yoncamı damıma kaldırsam, çoluğum çocuğumla yakılacağımı bilirim, (iyi anlatmıyor, hükümetçe satılan bir toprağın yoncasını biçen miriyvo) Tarlada bıraktım, cayır cayır yakıldı. Kime şikayet edersin... Ağa, marabanın köpeği demirimi yedi dese, inanırlar. Biz ağanın köpeği ekmeğimizi, pekmezimizi, etimizi yedi aman desek, 'yalan söylüyorsunuz ağanın köpeği toktur' cevabını verirler..." İşte Kemalist adaletin Kürt köylüsü ağzıyla tanımı: Adalet madem köylünün ağaya ait demiri yediğini kabul eder. Çünkü ağa bu yalanım mecidiyelerle tuttuğu tanıklara kanıtlayacak yasa yollarını elinde tutar. Ağa köylünün marabaya ait ekmeği yiyebileceğini işitmek bile istemez. Marabanın bütün duaları adalet gözünde "kul mücerret" kalır.* Yalnız bu adalet sermayesi "faslında" kapitalist Kemalizm ağalığı kullanayım derken, ağalık Kemalizmi öyle bir kullanır ki, "adalet" hanımefendi, Galata yosmasının vizitesi en aşağı olanlardan da aşağı düşer. Örneğin, ağa düşmanını çerisine (silahlı adamına) vurdurur. Düşman da bir ağaysa "arayanı" vardır. Şu halde adalet gayrete gelecektir. Kim vurdu? Ağanın adamlarından biri... Hangisi olduğunu bir ağa bir de vuranın kendisi (ve tahminen köylünün deyimiyle bir de Allah) bilir. )nbaşıyla ağa tutanak belgesinde anlaşırlar. Ağa her gün sırtında sadist zevkini sopayla tatmin ettiği miriyvolanndan en şapşalını jandarmaya ve adaletin pençesine teslim eder. Memo yerine Azvo'yu tutuklattırır. Çünkü Memo yine yarınki, ertesi günkü talanda ya da düşmanla kavgada eli silah tutan bir güçtür. Azzo ise insanlığı çiğnene çiğnene toprağın demirbaş bir davarı halinde hayvanlaştırılmış sayısız miriyvolanndan bîridir. Azzo adaletin cübbeli ve külahlı huzurunda mahşer gününün terazisini ve zebanilerini görmüş gibi ne diyeceğini çoktan şaşırmıştır. Sorulan şeylere ya gülmek ya da ağlamakla yanıt verir. Bereket pek de aklı yerinde görülmediği için Azzo mahkûm edilemez. O zaman ağa bir taşla birçok kuş vurmuştur: En kötü miriyvosunu bile kaybetmedikten başka, cinayeti güme getirmiş, çerisini cezadan kurtarmış ve Kemalizm sayesinde nüfuzunu iki kat etmiştir. Yok mahkeme bir grubu mahkûm ederse, adam sende günde beş altı birey başka aşiretlerden kaçıp ağanın himayesine sığınmıyor mu? Ağasına feda olsun kuzular... Kuzuların parasını verdi ağa!.. Bu kısa açıklamadan kolayca anlaşılabilir ki, Doğu illerinde ağanın bütün erkanıyla varolması ve yeni koşullara uyması, yeni soygun biçimlerini talim etmekten başka bir değişiklik tanımaması ancak Kema-lizmin silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Bilinemez belki * Bilmem burjuva cumhuriyetinin hangi yasasının hangi maddesinde yazılıdır ya da yazılı değildir. Yalnız her Doğu ilinin, her Kürt yoksulunun kulağında küpe gibi taşıdığı bir suç vardır: "makam"ı işgal suçu! Bir maraba, herhangi biçimde verdiği dilekçelerin yürümediğini, davalarının adalet önünde kaybedildiğini vb. gördükten sonra hâlâ inat eder, ayak direr ve şikayetine devam ederse derhal makamı işgal suçuyla gözaltına alınır. Sıkıysa şikayet et! Kemalizmin Doğu illerinde varolması da karşılık olarak ancak ağalığın silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Çünkü marabalar ve yoksul köylüler arasında ağaya ya da beye karşı direnmek isteyen en ufak bir hareket üzerine ağa derhal ilçeyi, ili, hattâ daha sonra TBMM'ni haberdar eder. Köylü isyan girişimindedir. O zaman bütün jandarmalar, çevre askeri kolları, uçaklar kıpırdamak isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete karşı koymak becerisini gösteren herhangi bir isyan hareketinde derhal Kemalizmden maaş alan sadık ağalarla milis kuvvetleri ezilen Kürt halkının çevresini sarar. Kemalizm "tam name-i hazreti şehriyanna" mevlut okutarak halk hareketi kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan'da ağalıkla ve köylerle kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır. Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın bizzat kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı bunun gibi, bugün de Kürdistan'da gene geniş ve demokratik bir köylü hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kürdistan yoksul halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk alıyor. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satınyla pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve derebeyi artıklarıyla müttefiktir. Onun için cumhuriyet burjuvazisinin ara sıra kürsü yüksekliğinden derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla kulak asmıyor. Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün karşısında bütün yırtıcılığıyla Kemalist devlet aygıtını bulacağını biliyor. Onun için ağalığı kaldırayım derken daha zalim ve katmerli bir uçuruma yuvarlanma tehlikesine düşmekten korkar. Şimdiye kadar geçen deneyimler, cumhuriyet burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan'da, derebeyliği tuttuğundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır. Adı geçen burjuva yazan bile bir yerde bunu oldukça açık bir şekilde şöyle itiraf ediyor: "Bu alanda yaşayan halkın sürdüğü hayattan daha emin, daha mutlu bir yaşam varolabileceğim inanmadıkları şüphesizdir. Onlarda böyle bir kanı vardır. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktan (yani ağadan kurtulayım derken, hem ağa hem sermayenin tuzağına uğramaktan) korkarla^___________________ 12. Yusuf Mazhar: a.g.y., Cumhuriyet, 12.7.1930. Aynı yazar "bu duyguyu, bu kanıyı eski dönem'lerin doğurduğunu söylüyor ve "Cumhuriyet de düzeltecektir" diyor. Ama buraya kadar olan örnek ve açıklamalarımız bile burjuva "cumhuriyet"inin bu "belirtileri" ne dereceye kadar ve nasıl "düzelttiğini" yeterince göstermez mi? Ekonomik Sömürü Doğu illeri meyva (üzüm ve kayısı vb.), hayvansal ürünler (yağ, süt, deri, yün), otlu ürünler (pirinç, patates vb.) açısından bereketli tarımsal bir bölgedir. Bugün doğal ekonominin buradaki genişliğine ışık tutacak şekilde hemen her ilde pamuk ve kenevir yetişir. Bununla birlikte bazı bölgelerinde tütün ve afyon, hattâ incir, zeytin ve kereste de pazara çıkarılabilir. Fakat Doğu illerinin sömürge ekonomisine özellikle elverişli olan varlığı, zengin ilk madde kaynaklarıyla dolu oluşudur. Yeraltında gömülü duran madenler arasında kurşun, gümüşlü kurşun, demir ve kükürt gibi Türkiye'nin başka yerlerinde bulunanlardan başka, o kadar sık rastlanılmayan çinko, kırmızı boya, tuz, şap, sünger taşı gibi madenler hesaba katılacak zenginliklerdir. Ama Doğu illerinde özellikle modern sanayide, hattâ bunalıma karşın önlemlerini ve pazardaki değerlerini kolay kolay kaybetmeyen bakır, manganez, kalayla altın, gümüş gibi değerli madenlerin, özellikle kömür, petrol adlı enerji kaynaklarıyla yan yana duruşu, bu bölgedeki ilk madde hazinelerinin anlamını büsbütün canlandırır. Doğu illerinin ekonomik bakımdan üzerinde durulacak bir üçüncü niteliği, boş işgücü kaynağı olabilmesidir. Bu bölgelerin ekonomik gerçeğine karşın nüfus hayatiyeti, tarihsel etkenlerle kısmi bir güç gösterir. Bunu anlamak için, Doğu illeriyle Batı Ml^ri arasında doğum, ölüm ve nüfus itibarıyla kısa bir karşılaştırma yapmak yeter. T.C. Devlet Yıllığı (1928-29) adlı resmi kitabın rakamlarını alalım. Elazığ, Beyazıt, Hakkâri, Diyarbakır, Gaziantep, Van dışında olmak üzere 11 Dvğu ilinde bir yıl içinde doğanlar 46.589, ölenler 18.864 kişidir. Yani doğanlar ölenlerden iki-buçuk kez (%247,8) daha fazladır. Bu doğum ve ölün>îeri nüfusa oranlarsak, doğumlar nüfusun (11 ilin nüfus toplamı 1.914.167 olduğuna göre) %2,48'i, ölümlerse %0,98'i oranındadır. Nüfus toplamları (Doğuda 11 ilde 1,9 milyonken) 1.592.366 kişi olan 7 ilde doğanlar 33.148 iken, ölenler 20.876'dır. Bu ilde (İzmir, Manisa, Edirne, İsparta, İçel, Burdur, Bolu) doğum ölümün ancak bir buçuk katı, %158,7'dir. Başka bir deyişle ve yuvarlak hesap, Batıda yılda 3 kişi doğarsa, 2 kişi ölür, oysa Doğu illerinde yılda 5 kişi doğduğu halde ancak 2 kişi ölüyor. Başka bir deyişle nüfus Batı illerinde yılda birden az fazla artıyorsa, Doğu illerinde hemen üçe yakın artıyordur. Doğu illerinde doğumlar daha çok, ölenler daha az. Batı illerinde, Doğuya oranla doğumlar daha az, ölümler daha çoktur. Onun için Doğu illerinde her yıl nüfus %l,50 arttığı halde 7 Batı ilinde aynı yıl içinde nüfus ancak %0,67 oranında artıyor. Doğuda nüfus her yıl Batıdan iki buçuk-üç kat fazla artıyor. İşte Türk burjuvazisi Doğu illerini ve Kürdistan'ı, bu üç noktadan sömürge yöntemleriyle sömürüyor: 1- Tüketim ilk maddesi; 2- Üretim ilk maddesi; 3İşgücü... Bunlara bir dördüncüsü olarak maliyenin satırını da eklersek, Türk burjuvazisinin Kürdistan'ı ekonomik olarak ezişine az çok dikkate değer örnekler bulunmuş olur. Bugün sömürge deyince ne anlıyoruz? Anavatan finans-kapitalinin emrinde tutulan tekeller ve açık metalar pazarı ve ilk madde kaynağı olan, siyasal olarak bağımlı bir ülke. Finans-kapitalin anavatanı, sömürge ülkenin sürekli tarımsal kalmasını, bu pazar ve ilk madde kaynağını elinden kaçırmamak ister. Şu halde bir bölgenin sömürge durumunda tutulduğu, bir sözcükle o bölgede sanayi gelişimin siyasal amaçlarla durdurulmasından anlaşılır. Türk burjuvazisi Doğu illerinde böyle bir amaç izliyor mu? Evet. Türkiye finans-kapitalinin organı Doğu hakkındaki yazıda ne diyor: "Her toplumsal reformun birinci aşaması hemen hemen gerçekleştirilmiş sayabileceğimiz 13 düzen ve emniyetin kurulması ve geliştirilmesidir,," "Düzen ve emniyet" için mi reform gerek, yoksa reform için mi düzen ve emniyet? Bunu tartışacak değiliz. Yalnız bundan iki şey anlıyoruz: 1- Sekiz on yıllık cumhuriyet burjuvazisi henüz Doğu illerinde düzen ve emniyeti tamamen "kurup geliştirdiğine" kendisi de ikna değildir. 2- fakat bu düzen kurulursa, Doğuda "siyasal ve ekonomik iyileştirmeler" yapacaktır. Dikkat ediyorsunuz, Batı illerinde neredeyse Yalova'daki Gazi tesislerine "Yalova sefası devrimi" diyecek kadar her değişikliğin adına "devrim" diyen Kemalizm, Doğuda bu kelimeyi ağzına almaktan korkuyor. Yalnızca masum ve çekingen bir iyileştirme. Hattâ bu kelimenin bile Kürtçe gazetelerde Türkçesinden değil, Fransızcası olan "reform "dan söz ediyor. Bu reformlar neler olabilir? Eğer köylüye bu "toprak dağıtımı" (bazı ağaların fazla toprağını satmak) ise bunun, "düzen ve emniyefin hemen hemen gerçekleşmiş sayıldığını o 1931 tarihlerinde, Doğu illerindeki örnekleriyle yukarıda görmüştük. Ondan başkaysa acaba nedir? Yukarıdaki 13. Economic Orient, 16.9.1931, s.444. satırların üstünden bir yıldan fazla zaman geçtikten sonra, devlet sanayisi karşıtında telaşa düşen Türk burjuvazisine güvence vermek için Gazi ile eski İş Bankası Müdürü, İktisat Bakanı Celal, batı ve güney illerinde tura çıktıkları zaman, Celal Balıkesir Ticaret Odası'ndaki söyleşisinde: "Yeni tesis edilecek fabrikalardan bir kısmının Doğu illerinde tesis edileceğini, çünkü bu konudaki 1A ilkenin dengeli bir ekonomi sistemi olduğunu söylemiştir " Fakat burjuvazinin sözüne değil, özüne; palavrasına değil, yaptığı işe bakmak Bolşeviklerin adetidir. Önce İktisat Bakanı beyefendinin bu sözü söylediği yer bile Türkiye'nin Batı ilidir. Eğer bu sözü Diyarbakır'da söylemiş olsaydı, bir derece anlamlı olabilirdi. İkinci olarak, aynı adam ve Gazi bu "inceleme gezi"lerinde Doğu illerinin en batı tarafında Adana sınırındaki Gazi Aymtab'ın ötesinde, hattâ şöyle resmi bir "inceleme" yapar olsun görünmediler. Söyledikleri söze karşın gezilerinin çizdiği sınır Doğu illerini Batı illerinden ayıran sınırdır. Bu da gösteriyor ki, Türk burjuvazisi Kürdistan'ı sanayileştirmeye gelmiyor. Bu gelmeyişini, özellikle daha aşikâr bir şekilde göze batıran olay şudur: 1932 yılında Sovyetler Bir-liği'nin verdiği 16 milyonluk krediyle, Türkiye'de dokuma ve şeker sanayi kurulacak. Sovyet uzmanları Türkiye'ninkilerle birleşiyor, ülkede inceleme yapacaklar. Fakat bu incelemenin alanı, Gazi hazretlerinin inceleme alanıyla tıpatıp aynı geliyor. Uzmanlar -hatta yerel talep ve ısrarlara karşın- Doğu illerini dışarda bırakan bir sınır içinde incelemede bulunurlar. Yani "yeni tesis edilecek fabrikalardan bir kısmının Doğu illerinde tesis edileceği", olan bitene göre, İktisat Bakanının uydurduğu bir lâftır. Hattâ Sivas'ta bile bir şeker fabrikası açmak isteyen Çekoslovaklara izin verilmedi (Bunda İş Bankası'nın rolü de ayrı tabii). Kemalizm her konuda Doğu illerinin sanayice ve hattâ ekonomik olarak ilerlemesine engeldir. Cumhuriyet burjuvazisi için Doğu illeri, ekonomi dışı bir bölgedir. Ke-malizmin Türkiye'de sermaye biriktirmek için, son yıllarda oldukça gürültüyle ortaya attığı kooperatifçiliği bile Doğu illerine çok gördüğü göz önüne getirilirse, Doğu illeri hakkında ne düşündüğü açıkça anlaşılır. Birinci Genel Müfettiş Macaristan'dan M. Canadi adında birini getirterek, diktatörü olduğu 9 ilde inceleme yaptırıyor. Bu uzmanın yazdığı kitap, buralara kooperatifin zararlı geleceğini anlatmış! 1932 yılı ortalarına doğru Millet Meclisi'ndeki "bağımsız" İzmir milletvekili bu kitaba dayanarak, Türkiye'de kooperatifçiliğin "zararlı" olduğunu, Halk Partisi'nin yanlış yolda yürüdüğünü iddia ediyor. Halk Partisi genel sekreterinin yanıtı şu 14. Son Posta, 22.1.1933. oldu: "Uzmanın söz ettiği bazı illerimizde bugün derhal tarımsal kooperatifler yapılması olanağını bana sormuş olsalardı, ben de bu kitabı okuyarak aynı 15 yorumda bulunurdum." - Ekonomik reform yapılmaz, çünkü "düzen ve emniyet hemen hemen gerçekleşmiş", yani henüz gerçekleşmemiştir. Kooperatifler hemen yapılmaz. Çünkü her halde düzen ve emniyet yok! Hangi demagojide bu ka-darlık kaypaklık bulunmaz? Uzman, kooperatif "zarar"lıdır. Halk Partisi "olanaksız"dır diye yorumlar. Oysa her ikisinin de anlamı, hattâ burjuvazinin kendisi için bile, köylü kitlelerini daha yakından ve örgütlü şekilde soymak ve sermaye biriktirmek için bir nimet olan, kooperatif kadar her rejime uyabilen esnek bir oluşumu, Kemalizmin on, yıldan sonra hâlâ Kürdistan'da uygulamaktan korktuğudur. Türk burjuvazisi Kürdistan'da ve Doğu illerinde her türlü ekonomik örgütü binbir ihtiyatla karşılıyor, çünkü ekonomik olarak orasını sömürgeleştirmek, siyasal olarak orada Kürtlük davasını uyandırmamak istiyor. Örneğin Kürdistan'da fabrikalar açılırsa bir Kürt sanayi proletaryası merkezileşecek, bu proletarya ekonomik ve ulusal baskıya karşı Kürt burjuva ve ağalarını gölgede bırakır-casma harekete geçebilecektir. Kürdistan'da tarım kooperatifleri kurulursa ağalığın karşısında dağınık ve yenik inleyen Kürt köylülüğü içinde sınıf farklılaşması ve bunun sonuçlarıyla birlikte örgütlü direniş belirir ve bu direniş yeterieği Kemalizmin işine gelmez. Kemalizmin Doğu illerindeki ekonomi siyasetini anlamak için şu kısa noktaları gözönünde tutalım: 1- Finans-Kapital: Kemalist burjuvazi Doğu illerini layıkıyla sömürebilmek için iki şeye muhtaçtır: a) Orada kendisine müttefik hazırlamak; b) Oralarda kendisine ekonomik örgüt ve kuruluşlar kurmak. Bu iki işi bildiğimiz gibi dünyanın bütün sömürgeci anavatan egemen sınıfları öteden beri uygularlar. Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır: fi-nans-kapital hazretleri. Finans-kapital sayesinde Kemalizm şu sonuçlan elde edebilir: a) Yerel değerleri finans-kapitalistleştirmek, b) Finans-kapitalle kaynaşan değerlere bağlı sınıf ve zümreleri Kemalizmin kuyruğuna takmak, c) Belli başlı değişim merkezleri demek olan il merkezlerini bu finans-kapitalin nüfuz ve sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü girişimi finans-kapital emrinde toplamak, d) Tarımı finans-kapitalin emrine sokmak vb... Herhangi bir anavatan herhangi bir sümürgede bu birbirinden çıkan sonuçlan bir şebeke gibi yayamadıkça tutunamaz. 15. Meclis zabıtları, Cumhuriyet, 27.6.1932. a) Yerel değerleri finans-kapitalistleştirme: Ağn dağı ayaklanması temizlendikten sonra, Türk burjuvazisi yalnız zor ve şiddetle işlerin yürüyemeyeceğini, Doğu illerinin ekonomi mekanizmasında rol oynayacak bir sistem kurmanın zorunluluğunu daha iyi anladı. Ve ondan sonra yavaş yavaş Doğu illerindeki dağınık servet billurlarını, kendi devlet aygıtının koyacağı finans-kapitalin çevresinde derlemeye girişti. Bu örgütün başında, Doğu illerinin içinde özellikle özel bir terör sistemini uyguladığı ve koyu Kürdistan egemenliğinde bulunan, Birinci Genel Müfettişlik bölgesinin dokuz ilini biricik bir bankanın altında toplamak gelir. Bunu doğrulayan haberler, 1931'den beri başladığı halde ancak 1932'de asıl biçimini buldu: "9 Doğu ili kendi aralarında bir banka açıyorlar: Diyarbakır (özel)- Genel Müfettişlik bölgesi içindeki 9 ilin katılımıyla Diyarbakır'da bir yardım bankası açılıyor. Diyarbakır özel yönetim bütçesinden 15.000, Mardin de 6000 lirayla hissedar kaydolunmuştur. Diğer iller özel yönetimleri de bütçelerinin mali 16 açıdan izin verdiği ölçüde tahsisat vermişlerdir." "Diyarbakır'da 300 bin Ura sermayeli bir banka kuruldu: Diyarbakır (özel)Birinci Genel Müfettişlik bölgesine giren Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Mardin, Siirt, Muş, Hakkâri, Beyazıt, Van illeri özel yönetimleriyle bazı kişilerin katılımı sonucunda 300 bin lira sermayeli bir Yardım Bankası kurulması 11 kararlaştırılmıştır." Bu iki kısa haber açıktır: Devlet (özel yönetim) baş mayayı (sermayeyi) tohum gibi atıyor. Ve bu ilk tohum çevresinde tıpkı doyum halindeki bir şeker eriyiğine atılmış billurun çevresinde olduğu gibi, çorak dağınık servetler (bazı kişilerin katılımı) billurlaşıyor. Avrupa'daki büyük kapitalistlerin yaptıklannı bizde Kemalist devlet aygıtı yapıyor. Tabii bu Doğu Bankası ya da Yardım Bankası Cumhuriyet burjuvazisinin kodaman bankalanndan birinin patenti altında. Fakat yine tabii, bu kısa haberler içinde onun görünmez varlığını sezmek olanaksızdır. b) Yerel sınıf ve zümrelerden müttefik derlemek: Türk burjuvazisinin Doğu illerinde dayandığı sınıf ve zümreler hangileridir? Biliniyor, başta büyük toprak sahipleriyle koca müteahhitle* gelmek üzere, genel olarak burjuvalaşan ve burjuvalaştıkça kozmopolitleşerek Türkleşen zümreler ve sonunda iskân edilenlerden tutunabilen ve sivrilen bazı Türk aileleri... Yukanda banka sermayesine katıldıklan belirtilen "bazı kişiler" daha önce Kemalizmin ağalıktan tefeci toprak sahipliğine doğru geliştirmeye uğraştı16. Son Posta, 26.10.1932. 17. Son Posta, 3.11.1932. ğı kişilerle, devlet hazinesinin kurdu haline gelmiş, burjuvalaşmış unsurlardır. Nitekim burjuva gazetesi de belirtiyor: "Bu banka iskân edilen göçmenlere, köylülere, çiftçilere* emlâk sahiplerine, sanayi erbabına kredi verecektir" 300 bin liralık bir sermayeyle hangi sanayi erbabına yardım edebileceğini sonraya bırakalım. Fakat burada açık bir şekilde gözüken özellik Kürdistan'm tarım sınıflarıyla olan bağlantıydı. Adı geçen çiftçi tarım sermayedarı ve emlâk sahibi de toprak sahibi olduğuna göre, banka özellikle bu iki sınıfı içine alacak ve bunların gücünü kendi gücü yapacak bir kuruluştur. Ya köylü? Evet köylüye de "kredi" verilecek, fakat tıpkı Ziraat Bankası'nın Batıda yaptığı türden, tarım kapitalizmiyle büyük toprak sahiplerinin tefeciliğini sistem-leştirerek, tarım kapitalistleri aracılığıyla köylüyü tefecilerle tepeleyerek. O zaman Kemalizmin görüşüne göre, Doğuyla Batının arasındaki fark, yalnızca Batıda tefecilik denilen şeyin, Doğuda "talancılık" adını almasından ibaret kalacaktır! Böylece Doğu illerinde finans-kapital hazretleri yerleşip yerel servetleri finans-kapitalleştirerek kökleştikten (kendine sömürü müttefikleri bulduktan) sonra ne yapacak? Türk burjuvazisi, Türkçe'deki tiryaki sözünce "kör kardeş" gibi bunu "kendinden bilir"... Kemalizm Türkiye'de evvel ezel işlemiş bulunan emperyalizmden hayli ders almıştır. Emperyalizm, Türkiye'ye dal budaklarını saldıktan sonra ne yapmıştı? Bu finans-kapitalin sayesinde: a) Türkiye merkezi şehirlerde bayındırlık ve imar işlerinin ayrıcalıklarını üzerine almak; b) Türkiye'nin tarımsal ürünlerini ticaretin kodamanları elinde tekelleştirmek. Dün emperyalizmin Türkiye hakkında uyguladığı yöntemleri bugün Cumhuriyet burjuvazisi Kürdistan'a aynen uygulamaktan başka bir şey yapmıyor. c) İmar ve bayındırlık ayrıcalıklarını zaptetmek: Doğu illerinde burju-valaşan unsurlar, özellikle son zamanlarda bütün gücü şehir imarı ve bayındırlık işlerine verdiler. Yeni binalarla sağlam ve devamlı bir rant sağlamak; bir şehrin bütün burjuva üretimlerini bir darbede paramparça ederek, o kısım üretimi birdenbire dünkü ağazade toprak sahibiyle müteahhit vb. kodamanın eline geçirmek (örneğin bir şehrin bütün küçük ve serbest fırınlarını kapattırdıktan sonra, açılan değirmen fabrikasına bağlı birkaç fırınla ve yalnız fabrika unundan yapılmasına izin verilen ekmekle bütün şehrin ekmek gereksinimi tekelleştirmek başlıca biçimlerden biridir); belediye bütçesiyle uyuşarak şehrin aydınlatma işini bir elektrik santralcıhğıylabir elde toplamak vb. İşte finans-kapital canavarının deyim yerindeyse kendisine "yuva" yapışı Doğu illerinde böyle gelişip devam ediyor. Yardım Bankası'nı haber veren fıkra şöyle bitiyordu: "Toprak sahipleriyle köylüye kredi açacak olan bu banka özel yönetim ve belediyelerin yapamadığı (yani finans-kapitalin yapmakta çıkar gördüğü) bayındırlık işlerini de yaparak Genel Müfettişlik bölgesinde ekonomik hareketlerin gelişimine 1 etken olacaktır." * Bankanın önemli bir hedefi de "bayındırlık işleri" oluyor. Burjuva di-yalektiğiyle güya belediye ve özel yönetimlerin yapamadıkları işleri yapmayı üzerine alıyor. Oysa bizzat şu bankanın sermayesinde en büyük ve ilk hissedarlar bu belediye ve özel yönetimlerden başka kimdir? Kemalizm burada da kapitalist yetiştiriyor. Fakat bu kapitalistleri, tıpkı yabancı kapitalistler gibi resmi devlet sermayelerinin beraberliğinde ve bir tür denetiminde yetiştiriyor. Ta ki kendi çıkarlarına sadıklaştırsın... Bu imar ve bayındırlık ayrıcalığı ve tekelleri ekonomik yapı cüzlerinin karşılıklı doğa yasası yüzünden elbette tek tük bazı istisna gelişimlere kapı açıyor. Fakat, bu sanayi ne kadar kapitalist nitelikte olursa olsun, her zaman Batı illerindeki Türk burjuvazisinin temel sanayisiyle rekabet edebilecek türden olamaz. d) Tarımsal ürünleri tekelleştirmek: Osmanlı İmparatorluğumda, Türkiye'nin tarımsal ürünlerinin ihracı tamamen yabancı finans-kapitalin elinde toplanmıştı. Cumhuriyet burjuvazisi bu ticareti yavaş yavaş ve kısmen eline geçirmekle uğraşıyor. Bununla birlikte, büyük ölçüde tarımsal ürünlerin ihracatı bugün hâlâ yabancı finans-kapitalin tekelindedir. Doğu illerinin tarımsal ürünleri de bugün Türk finans-kapitalinin elinde tekelleştirilmektedir. Hattâ bu yalnız yukarıdaki bankayla değil, belki onu gölgede bırakacak derecede büyük bir sermaye kitlesiyle yapılıyor. 1931 yılında bu konuda başlanan girişim belki Türkiye'nin tüm yerli Türk ticaret gruplarını gölgede bırakacak büyüklüktedir. "Doğu illeri ürünleri: Trabzon 16 (AA.)- Doğu illeri hayvanatı ile yumurta ve meyvelerini tat ve tazeliğini koruyarak ihraç edecek düzenek kurmak üzere bir milyon (iş sınırı yarım milyondur!) lira sermayeli bir şirket kurma girişiminde bulunulmuştur. Bu şirkete hükümetin 200 bin lirayla katılacağı, Trabzon'un 200 bin, Erzurum'un 300 bin lirayla dahil olacakları ve diğer 19 kasabaların da toplam 300 bin lira sağlayacakları sözü verilmiştir." 16. yüzyıl Avrupasınm "Doğu Hindistan KumpanyalarTmn bir min18. Son Posta, 26.10.1932. 19. Cumhuriyet, 18.6.1931. yatürünü andıran bu türden finans-kapital birikişleri açıkça yazılıp çizildiği gibi, bütün merkezi devlet, yerel yönetim ve belediyelerle en kodaman Karadeniz banker ve tüccarlarını, en büyük emlâk ve toprak sahiplerini birbirleriyle hal ve hamur ederek, Doğu illerinden Baüya doğru yuvarlanan, yuvarlandıkça ezip çiğnediği, bünyesi içine aldığı küçük mülkleri yuta yuta gelen, geldikçe şişmanlayan, büyüten, dağlaşan tam efradını cami, ağyarım mani adıyla sanıyla bir finans-kapital çığıdır. 2- Pazar ve İlk Madde: Türkiye'de 1977 sanayiyi teşvik yasasıyla gelişmeye başlayan sanayi şubeleri hemen hemen kasa yöntemine eriştiler sayılabilir. Ağır sanayinin Türkiye'de kurulacağını beklemeyi, mucizeye inananlara bırakalım. Son zamana kadar iç pazara yetmez görünen şeker ve dokuma sanayi de, bu yıllar içinde İş Bankası İle Çeklerin açacakları şeker, Sovyetlerin gönderdikleri dokuma fabrikalarıyla artık Türkiye pazarını dolduracak demektir. Bazı üretim kolları artık varolan ve açık Türkiye pazarlarını doldurmuş, dışarıda pazar aramaya kalkışmış durumdadır. Türkiye'ye yeni pazarlar gerek, yoksa olmaz! Bu yeni pazarları nereden bulacak? Kendisine şimdiye kadar yan bakan Kürdistan içlerinde az çok yarı kapalı bir ekonomiye bağlı duran Doğu illerinde... Bu bir. İkincisi: Türkiye şu aşırı üretimle "sık nefes"liğe uğramış emperyalizm döneminde, dünya pazarına mamul sanayi eşyası çıkarıp satmaya kalkışacak kadar Donkişotluğu olanaklı görmüyor. Onun için sanayi üretici güçlerini kendi kabuğu içinde kendi yağıyla kavrulacak çaptan ileri götüremeyeceğini biliyor. Onun için Doğu illerine ve Kürdistan'a oranla bu bakımdan kul geçinen Türkiye burjuvazisi, dünya pazarı ilişkilerinde emperyalizme ister istemez bağımlıdır. Türkiye'nin bu bağımlılığı bugün siyasal alanda azalmış görülmesine karşın, ekonomik olarak devam etmekten geri kalmamıştır. Bu bağımlılığın ifadesi Türkiye'nin dünya pazarına ancak tarım ürünleriyle ilk maddeleri ihraç edebilmesidir. Kürdistan ve Doğu illeri yukarıda işaret ettiğimiz gibi zengin değerde maden damarlarıyla doludur. Dünya bunalımı tarımsal ürünlerini yok pahasına indirdiği zaman, yeni ihracat metalan olarak bu yeraltı ilk maddelerinden fiyat tutacakların işletilmesi, büsbütün emrivaki oldu. Örneğin Kars'ın Kağızman taraflarında 3 milyon altın liralık toz altın madeniyle zenginlik derecesinin sının bile henüz çizilemeyen Ergani taraflarındaki bakır ve gene altın madenleri, Türk burjuvazisinin iştahını bütün şiddetiyle kamçılamaktan geri kalamazdı. Hele maden işlerinin müteahhitliğini üstüne almış İş Ban-kası'nın eski genel müdürü yeni İktisat Bakanlığına geleli beri madencilik perspektifi büsbütün arttı. Madenlerden alman resim %1'e indirildi. Patlayıcı maddeler madencilere maliyet farklarıyla sağlandı vb... Başında Deutsche Disemto Bank'ın bulunduğu Otavi Nord Deutsche Raffinerie Metallgesellschaft -Otto Wollff Hirsch Kupfer firmalarından mürekkebi güçlü bir Alman grubu, yan yarıya Türk- Alman hisseli bir sendika oluşturarak Ergani'de faaliyete hazırlandı. Herhangi emperyalist bir ülke sömürgelerinde pazar ilişkilerini genişletmek ve orada gömülü duran yeraltı hazinelerini işletmek için ne yapar? Önce bundan önceki finans-kapital kısmında gördüklerimizi, sonra da iç pazarlan açmak ve yeraltlanm kanştırmak için zorunlu olan diğer tesisleri kurar. Bu tesislerin başında ne gelir? Anavatan mallannı içeriye, ilk maddeleri dışanya taşıyacak araçlar. Bunların başında da: demiryolları! İşte İsmet Paşa hükümetinin finans-kapital şebekesinden sonra "ülkeyi demir ağlarla örmek" siyaseti de, ekonomi politik açısından bu anlama gelir. Samsun-Sivas, Ankara-Sivas demiryollanmn inşası, Toros ve Mersin-Adana hatlarının hükümetçe satm alınması, ayrıca adı geçen Kağızman'a kol atacak olan Sivas-Erzurum, diğeri Fevzi Paşa-Malatya çizgisiyle Ergani bakır madeninden geçecek ve Van gölünün petrol kaynaklarına doğru uzanacak olan iki demiryolunun başlangıçlandır. İstanbul'a kamyon satın almak üzere gelen Van ve Siirt bölgesi bayındırlık işleri müteahhidi tüccardan Nuri Bey, nakliye siyaseti ve anlamını şu satırlarla özetliyor: "O tarafın bütün derdi, bundan önce de gereksinimi ulaşımsızlıktır. Halk eski hükümetlerin kötülüklerinin cezasını çekmektedir. Her türlü tarımsal faaliyete uygun olan bu yerlerde emeğinin hiçbir karşılığını alamadığı için mutsuz olup, fazla üretime gayret etmemekte ve ürününün kazancını görmemektedir. Hizan ve çevresinde geniş fındık bahçeleri bile bulunduğunu söylediğim zaman beni hayretle dinliyorlar. Siirt'ten tahıl, yağ vb. şevkine olanak mı vardır? İhracat istasyonu olan Mardin'e bir günlük yol olduğu halde, bir ton eşyanın kamyonla nakil ücreti 90 liradır. Benim Mersin'den 34 liraya aldığım bir ton çimentonun, yerine nakli 300 liraya mal olmuştur. Artık durumu siz karşılaştırın. Görevim dolayısıyla dolaşıyorum. Anadolu çok doğurgandır. Araç olsa, rakip ülkelerle rekabetimiz işten bile değildir. Ülkeyi 20 canlandıracak, aziz İsmet paşanın yol ve araç nakliye siyasetidir. " Bir Türk burjuvasının, bütün Türk burjuvazisi adına Kürdistan'da su-lanışı, bundan başka türlü ifade edilebilir miydi? Türk burjuvazisinin Kürdistan'da bütün derdi ne Birinci Müfettişlik terörü, ne jandarma saltana20. Cumhuriyet, 26.9.1930. ü, ne ağa baskısı asla değil, yalnızca "yol gereksinimi"dir. Oysa, harika ağzından çıkan sözler besbelli ediyor ki, bu "gereksinim" ancak oralarda, müteahhitlikle resmen ve ticaretle özel olarak yoksul Kürdistan halkını sömürge çapuluna uğratmak için uğraşan Türk burjuvazisinin "bütün derdi" dir: 1) Çünkü o yerlerde "geniş fındık bahçeleri" ne kadar "her türlü tarımsal faaliyete uygun"dur. 2) Çünkü 150 km.lik mesafede (Siirt-Mardin) taşınacak Kürdistan tarım ürünlerinin tonuna 90 lira gibi ağır bir masrafı veren kodaman Türk tüccarları, istediğinden âlâ ve süper normal bir kârı tıkırına tamamen koyamaz. 3) Çünkü Türkiye'yi haraca kesen İstanbul'un yarı yabancı, yarı yerli büyük çimento şirketleri, çimentolarını Doğu illeri pazarına fiyatının on katı kadar bir nakliye masrafıyla gönderdikçe, Kürdistan pazarını layıkıyla tekelleştirmiş ve sömürmüş sayılamaz. Sözünü ettiğimiz Alman-Türk finans grubunun Ergani sendikası, bakır madenini Sinop ya da Mersin limanına nakil ettirmenin yerine -tarih öncesinden beri olduğu gibi- develerle taşımaya kalkarsa yayan kalır, vb... *** Buraya kadar söylediklerimizden ne çıktı? Türk burjuvazisinin Kürdistan pazarını açmak ve soymak için, orada genel olarak bayındırlık işlerini ve özel olarak ulaşım araçlarını geliştirmesi, zifafa girecek damadın suratını usturalatmaya razı olması gibi şart ve zorunluluk olduğu değil mi? Nitekim bir müteahhit ve tüccar Türk kapitalisti, "o tarafın bütün derdi yol gereksinimi ve ulaşımsızlıktır" demedi mi? Bu açıklamanın tek mantıksal sonucu olarak, Kürdistan'da ekonomik sömürüsünü güçlendirmek isteyen Türk burjuvazisinin orada hiç olmazsa yol faaliyetini canlandırması ve güçlendirmesi gerekmez mi? Evet, oysa aslında bizzat kendisi, geri bir ülkede bulunan Türkiye sermayesi bu noktada bile son finans-kapital gruplarının (örneğin Ergani bakır madeni şirketinin) sığınmaları dışında, hattâ bu "yol gereksinimi"ni tatmin etmekte bile Kürdistanı da ilerletmemek için sistematik bir plan izler. Bunu anlamak için Kemalizmin bir Doğu illerinde, bir de Batı illerinde izlediği yol siyasetini, bizzat kendi resmi belgelerinin verdiği rakamlarla kısaca karşılaştırmak yeter. Karşılaştırmanın orantılı olması için Batı illeri içinde özel ve genel gelirleri, genel olarak Doğu illerindekilerle eşit olanlarını seçtik. Karşılaştırmaya girecek olan illerden, 1- Doğu illeri: Erzin- can, Erzurum, Elazığ, Urfa, Beyazit, Bitlis, Diyarbekir, Siirt, Şebin Kara-hisar, Ayıntap, Kars, Gümüşhane, Maraş, Malatya, Van olmak üzere 15 ildir. 2- Batı illeri iki gruptur: a) Sağlam şose oranını arayacaklarımız: Edirne, İçel, Burdur; b) Yeni inşa edilmekte olan şose oranını arayacaklarımız: Edirne, İçel, Bolu illeridir. Bunların önce her birinin yüzölçümlerine oranla bir, bir de özel gelirlerine oranla varolan yollarının yüzdesini bulmak ve sonra bu varolan yollar içinde sağlam olanların oranıyla yapılmakta olan yolların oranını saptamak için, sözü edilen devlet tebliğinden aldığımız rakamları derleyelim: 15 Doğu ili Edime, İçel, Edirne, Burdur içel, Bolu 24.025 22.795 Yüzölçümü 222.501 Özel gelir toplamı (TL) 7.246.622 1.443.162 1.697.911 Varolan yolun uzunluğu 8.225+992 1.519+455 2.125+42^ Sağlam şose 2.702+192 754+649 - Yeni yol 864+885 1.066+201 ■' - Tekim edelim, karşılaştırma için aldığımız Batı illerini, büyük gelirli olmayanlardan seçtik. Örneğin dört Batı ili içinde özel geliri en çok olan Edirne'nin özel geliri 728.264 liradır. Diğer biri 600 bin küsur ve öteki ikisi 300 bin küsur lira özel gelirli illerdir. Doğu illeri içinde ise, yalnız Malatya'nın özel geliri 1.209.870 lira, Diyarbakır'ın 720.268 lira Erzurum'un 694.720 lira vb. dir. Ne hacet, biz bütün 15 Doğu ilini birden üç Batı iliyle karşılaştırıyoruz. Yüzölçümü itibarıyla a grubu (Edirne, İçel, Burdur) 15 Doğu ilinin %10.7'si, b grubu %10,2'si; özel gelir bakımından a grubu 15 Doğu ilinin %19,9'u, b grubu (Edirne, İçel, Bolu) %23,3'ü oranındadır. Bunları yuvarlak hesaba çevirelim: Şu 15 Doğu ili diğer 3 Batı ilinin yüzölçümce on katı, özel gelirce beş katı oranından daha büyüktür. Türk burjuvazisinin Bolşevizmden öğrenip kullanmaya özendirdiği sözcükler pek çoktur. Fakat Bolşevizmle Türk kapitalizmi arasında, temelden birbirine zıt iki rejim farkı olduğu için orada doğru olan sözler, çok kere bizim burjuvazinin ağzında, halkı kandırmaya yarayan modern birer yalan şeklini alır. Örneğin, yukarıdaki müteahhit tüccar, Doğu illerindeki "yolsuzluğu", "eski hükümetlerin kötülükleri" ile açıklıyor. Acaba bu söz doğru mu? Yani saltanat dönemi Batı illerinde fazla yol yaptırarak, Doğu illerini büsbütün ihmal etmiş midir? Bunu olaylar ve rakamlarla araştıralım: Gerçekten kilometre kareye düşen genel yol uzunluğu 15 Doğu ilinde ortalama36,6 m., agrubu Batı illerinde63,2 m. (km. falan değil ha!) ve b grubu Batı illerindeyse 93,2 m.dir. Bu rakamlara bakınca, kilometre kare başına, Doğu illerine oranla a grubunda iki katı, b grubunda üç katı fazla yol gözüküyor. Ve bu oran göz önünde tutulunca, denilebilir ki, saltanat hükümeti Doğu illerine bir yol yaptırdıysa a grubu illerine 2, b grubu illerine 3 yol yaptırmıştır. Çünkü kuşkusuz varolan yolların toplam uzunluğu eskiden kalmadır. Fakat biz sorunu bir ilin yüzölçümü itibarıyla değil, o ilin zenginlik derecesini gösteren, örneğin özel geliri itibarıyla koymaya zorunluyuz. Yani gerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde, gerek bugünkü C jnıhuriyet burjuvazisi döneminde bir ilde yapılabilecek yol, o ilin genişliği hesaba katılarak değil, ekonomik gelişme derecesine bakılarak yapılabilirdi. Ekonomik gelişmeye delil olaraksa, elimizde bir ilin özel gelirinden başkası yok. Daha doğrusu, devlet bir ilden ne kadar para alırsa, o ile de o kadar yol yapabilir varsayıyoruz. (Demiryolu hatları bunun dışında.) İşte yukarıdaki oranlan her ilin özel gelirine oranla tekrarlayacak olursak, şu rakamları elde edcıiz,: Ker ilden alınan özel gelirin birer lirası başına ne kadar uzunlukta yol düşüyor? 15 Doğu ilindeki tüm özel gelir toplamının her lirası başına varolan bütün yollardan, düşen yol uzunluğu 1,1 m.dir. (Yani Doğu illerinde her özel gelir lirası başına 1 metre 10 cm.lik yol düşüyor.) A grubunda her özel gelir lirasına 1,05; b grubuna 1,2... Bu oranlara göre. Eğer varolan Türkiye illerinin yollan genellikle saltanat döneminden kalmış varsayılırsa, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, aşağı yukarı gerek Doğu, gerekse Batı illerinde yapılan yollann uzunluğu her ilin özel gelirine göre, her ilin zenginliğiyle doğru orantılıymış. Şu halde, "eski hükümetleri" ne savunmayı ne de suçlamayı düşünmeksizin diyebiliriz ki, imparatorluk her ile gücünce vermiş... Fakat acaba Cumhuriyet burjuvazisi de böyle mi yapmıştır? Yoksa Doğu illeri üvey il, Batı illeri öz il mi sayılmıştır? Bu soruya yanıt vermek için şu iki noktayı araştıralım: 1- "Eski hükümetlerden ne kadar yol kalmışsa kalmış, fakat Cumhuriyet hükümetleri bu yollan Doğu illerinde ne dereceye kadar ve Batı illerinde ne oranda koruyabilmiştir? Başka bir deyişle, varolan yollar içinde sağlam şoselerin oranı Doğuda ne kadar, Batıda ne kadar? Bunu bulursak, Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illerini mi, yoksa Batı illerini mi daha çok gözettiği anlaşılır. 2- Her ilde yeniden yapılmakta olan yollar ne orandadır? Eğer Doğu illerinde yeniden inşa edilen yollar Baü illerinde yeniden inşa edilenlerle aynı orandaysa, sorun yoktur. Cumhuriyet burjuvazisi her iki tarafta da aynı bayındırlık siyaseti izliyordur. Aksi halde sorun da terstir. Sağlam yollann oranı: 15 Doğu ilinde kilometre kareye düşen sağlam yol 12,2 m.; a grubu Batı illerinde kilometre kareye düşen yol 31,4 m.dir. Fakat bir de özel gelire göre bakalım. Her lira başına 15 Doğu ilinde düşen yol 0,3 m., oysa a grubunda 0,5 m.dir. 15 Doğu ilinde varolan bütün yollara oranla sağlam kalan yollar %32,8, a grubunda sağiam yollar bütün yollann %49,1'idir. Yani yuvarlak hesap edilirse sağlam kalan yollar Doğu illerinde hemen hemen üçte bir, Batı illerinde hemen ksms:: yan yarıyadır. Bu hesapça varolan yollardan korunanların durumu Batıda Doğudan %40 daha fazladır. Başka bir deyişle, Kemalizm Batı illerinin yollanna, Doğu illeri yollanndan hemen hemen iki katı kadar daha fazla dikkat ve özen göstermiştir. Bütün Doğu illerini değil de özel geliri, a grubu Batı illerinin özel gelirinin (1,4 milyon) hemen aynı olan üç Doğu ilindeki sağlam yolların bütün yollara oranını araştırırsak (bu üç Doğu ili Diyarbakır, Van, Erzincan'dır ve özel gelirleri toplamı 1.428.186 liradır) a grubu illerinde sağlam şosenin oranı %49,1 olduğu halde, 3 Doğu ilindeki sağlam şosenin (tabii varolan yollar toplamına) oram %15,9 olarak bulunur. Yeniden inşa edilen yollar: 15 Doğu ilinde yeniden yapılan yollar kilometre başına 3,8 m.dir. B grubundaysa kilometre başına 47,7 m. yeniden yol yapılmaktadır. Özel gelirin bir lirası başına Doğu illerinde 0,1 m., b grubu Batı illerinde 0/7 m.lik yol yapılıyor. Yani Kemalizm Baü illerinde Doğu illerine oranla 7 kat fazla yeniden yol yaptınyor. Oysa her iki kısım illerden de aynı miktar para topluyor! 15 Doğu ilinde, varolan yolların uzunluğuna oranla yapılan yolların uzunluğu %10,5'dir. B grubu 3 Baü ilinde bu oran %50,6'dır. Yani Kemalizm Doğu illerine onda bir oranında yeni yol eklediği halde, Baü illerine yan yanya yeni yollar katmaktadır. Tekrar edelim. Bu oranlar, Kemaliz-min topladığı özel gelir bakımından aynı gelirde olan Baü ve Doğu illeri içindir. Yeniden yol yapma konusunda, Kemalizmin Doğu illerini ne kadar geri bıraktığını anlamak için 15 Doğu ilinin toprakça onda biri ve özel gelirce de beşte biri oranında küçük olan 8 Baü ilinde yapılan yeni yolların rakamlarına bir göz atmak yeter. 15 Doğu ilinde yeniden 864+885 kilometrelik yol yapıldığı halde, 3 Batı ilinde 1066+201 kilometrelik yol yapılıyor. Yani 3 Batı ilinde kendisinden 5-10 katı büyük olan 15 Doğu ilinden %12,3 (eksik değil) fazla yeniden yol yapılmaktadır!... Bu oranları bulmak için asıl rakamları bizzat Kemalizmin resmi yayınından alıyoruz. Şu kısa karşılaştırmalarla varabileceğimiz genel sonuç şudur: 1Kemalizm Doğu illerine, hattâ sömürü için zorunlu olan yol yapma konusunda bile geri bir sömürge işlemi yapıyor. 2- Bu siyaset Kemalizmin tarihiyle birlikte başlar. Kemalizm Kürdistan'ı layıkıyla soyabilmek için, oranın tarımsal ürün ve ilk maddelerini tefeci fiyatlarıyla yok pahasına çekebilmek ve kendi sanayi ürünlerini orada pazarlayabilmek için hiç olmazsa, bütün emperyalist anavatanların sömürgelerinde yaptıkları kadar olsun. Doğu illerinin yollarını düzeltmeye zorunludur. Kürdistan'ın kapalı ekonomisini parçalamak için bundan daha doğal bir zorunluluk yoktur. Ne çare ki Kürdistan aslında "kendisi muhtaç-ı himmet bir dede" durumunda olan Türk finans-kapitali gibi, piç bir kapitalizmin sömürgesidir. Onun için orada Kemalizmin uyguladığı ekonomik yöntemler, hattâ normal bir sömürgecilik bile değil de, adeta bir sömürgecilik tahtı, en aşağı sömürgeciliküı. 3- Maliye Satırı: "İla maşallah" Kemalizmin maliye siyasetinin ne ayar bir nesne olduğunu burada tekrarlayacak değiliz... Zaten Kemalist devlet aygıtının Türk köylüsüne uyguladığı sistem, bugünkü Hint ve Çin köylüsünün başındaki satırdan farksız değil... Burada iki sözcükle kaydetmek istediğimiz şey, Kemalist devlet aygıtının Kürdistan ve Doğu illeri üstündeki baskısında, genel olarak köylülüğü soyuşundaki başka özelliklerden birkaçını hatırlatmaktır. A- Kitapta yazılı vergiler (sözde yasal vergiler): Bunlardaki bir nicelik bir de nitelik bakımından özelliklere kısaca değinelim: a) Nicelikçe vergiler: Vergiler Kemalizm sahneye çıkalı beri en aşağı on katma çıkarılmıştır! Aşar genellikle Doğu illerinin iç köylerinde sözde kalkmıştır. Gerçekte, eskiden nasıl sekizde bir aşar almıyorsa, bugün de aynen -on katına çıkarılmış arazi vergisinden başka- ürünün sekiz katı vergi olarak alınıyor. Yol parası Batı illerinde 10-12 lirayı geçmediği halde Doğu illerinde 15 lirayı bulur. Aşağıda göreceğimiz nedenler yüzünden, toprağın verimli ya da verimsiz olması da hesaba katılmaz. Ortalama on dönüm (yani bir hektardan iki dönüm fazla) toprağı olan bir köylü, her tür verginin toplamı olarak yılda 70 lira vermeye zorunludur. Dönüm başına 7 lira!... Fakat verginin niceliğini, bir veren köylü bir de allah (yani pazar) bilir. Çünkü Doğu illerinde geçerli para gümüştür. Yukarıda kaydettiğimiz gibi, gümüşün piyasası zemin ve zamana göre oynar. Ortalama olarak Kürdistan'da bir liranın 30 kuruş olduğu tarihlerde tahsildar köylüden 1 lira için 3 mecidiye (yani 60 kuruş) alır. Kürdistan köylüsünün bu yük altından nasıl kalkacağını sormayın. Çünkü bu kalkma, doğrudan doğruya kalkışır. Yani bireysel ya da kollektif ayaklanma şeklinde olagelir... b) Nitelikçe vergiler: Vergilerin niteliği deyince şu üç özellik derhal göze çarpar: 1- Modem cizye: Geçmiş derebeyi bezirgan saltanatlarının zamanında merkezi vergiler, derebeyi yöntemiyle bireysel güce göre perakende değil, bir ağa ya da reisin hükmündeki topluluğa toptan bir cizye şeklinde biçilirdi. Bugün Kemalizm de genel olarak Doğu illerinde yerci özelliklere uyarlayarak, bu cizye yöntemini modernleştirmiştir. Dönüm kavramı zaten Kürdistan halkı için meçhuldür. Onun için vergiler dönüm başına değil, genel olarak bucak başına kesilir. Tabii bu toptan verginin çalışkan Kürdistan köylüsü içinde hangi ellerle ve ne şekilde paylaştırıldığı kendiliğinden anlaşılır. 2- Modem talan: Vergiler Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre halktan üç taksitte alınırlar. Oysa Doğu illerinde -Türk polisinin bilinen deyimiyle- orman yasası egemendir. Onun için vergiler tahsildarın işine geldiği zamanda ve br kerede alınır. O zaman hürriyet edebiyatçılarının, ünlü demagojilerinde sultan zaptiyesinin köylüyü talan edişine ilişkin çizilen sahneler, Cumhuriyet burjuvazisinin Kemalist jandarma ve tahsildarı tarafından harfi harfine "temsil" edilir. Köylünün nesi var, nesi yoksa, yatağı, çanağı, çömleği, davarı ve herşeyi gaspedilerek haraç mezat olunur. Buna "modern talan" adı verilemez mi? Doğu ilinin vergiler anketine verdiği yanıtını bir daha okuyalım: "Gazetenizde vergilerin ağırlığından söz ediyorsunuz. Bize kalırsa, bu sorunu yalnız İstanbul halkına sormamalıdır. Bir kez de Anadolu çiftçilerinin durumunu incelemeli ve hangi vergilerin köylüye ağır geldiğini onlara sormalıdır. Bu anlamda tahsilatın ne şekilde yapıldığı da öğretilmelidir. Anadolu'da bir köy tahsildarının bir kaymakam, bir şube başkanı kadar yetkisi vardır. Köy tahsildarı vergisini bir taksitte vermeyen köylüye eza cefa ettiği gibi, onun altındaki yatağını vb. de derhal açık arttırmaya çıkarır. Bu doğru bir hareket midir?"21 c) Vergi sahtekârlıkları: Yukarıdaki vergi sisteminin baltası al- 21. Kemahlı A.: "Vegiler Hakkında Anket", Cumhuriyet, 22.11.1930. kadar dişler, sonra sefer masrafı yaptım diye aynı bölgeler halkından eski zamandaki feodal iftarlarında verildiği gibi "diş kirası" alır. Yani isyanın masrafını da aynca açlıktan yıkılan köylere ödetir. Bu söylediğimiz de bir komünistin sözüyle kalmasın. Bakın Türk finans-kapitali -kimse anlamasın diye- gençliği "vatandaş Türkçe konuş" palavrasıyla sokağa uğratmasına karşın, kendisi "Fransızca konuştuğu" zaman bu "diş kirasından nasıl söz eder? Konu, durmadan açık veren bütçenin dengesidir. Açıkların nasıl kapandığını anlatmaktadır. Finans-kapitalin Fransızca organı tamamen şöyle der: "Bununla birlikte, (Ağrı dağı) fitne hareketinin önlenmesi gibi, önceden görülmez bir tür mesai vardır ki, ancak ve aynı ilin bütçesinin başka fasılları üstünden gerçekleştirilebilecek ekonomilerle sağlanabilirlerdi. Yapılmış 22 olması gereken de budur." Siyasal Baskı "Vurun tutulmayın, s..n, s.......n!"... Bütün eski Babıali, yeni Ankara Caddesi ile Taş Han'ın terbiyeli maymununa çevrilmiş edebiyatçı küçük-burjuvaları, bütün "münevver ve mütefekkir insanlık" gibi katmer katmer utanca düşüp bazı işlerde sıkıntıdan dökündükleri gül kokulu ter içinde boğulsunlar. Haber haberdir. Sonra, haber verelim ki bunu yalnızca "aslına sadık" biçimde yansıtmaktan başka kast ve günahımız yoktur. Bu slogan Kürdistan'ın başına modern bir Atilalık kesilmiş olan Birinci Genel Müfettişlik tarafından aynen, bütün muhafız, subay, jandarma ve asker kıtalarına "yasadışı" olarak tamim edilen paroladır! Kemalizm "ordular ilk hedefiniz Akdeniz" dedikten sonra, bütün "vatan" da tekmil Türk burjuvazisini toplayan Halk Partisi'nin bayrağı üstüne, halka karşı çekilmiş Kemalist yatağanın üstüne, her göze görünmez casus mürekkebiyle yazılan bu yukarıdaki slogan, tüm ağa, tefeci, finarıs-kapitalist, kalın memur blo-kuna hitaben söylenmiş, bu yurdu biz sizin için fethettik dogması ile yan yana dizilmedi mi? Kemalizmin bayrağı bu iki sloganı da sentetize eden bir "Gâve" (demirci Kawa)dır. Yalnız Ankara'da dalgalanan bu bayrağın üstündeki sloganlardan "biz senin için fethettik" nasıl Batı illeri tarafından gözükürse, Doğu illerinin tarafına bakan Kemalist bayrağın yüzündeyse, "vurun tutulmayın!" vb. parolası yanar. Onun için "vurun tutulmayın vb." sloganını Kürdistan'da gerçekleştiren Birinci Genel Müfettişlik, o bölgedeki Kemalist siyasetin maskesiz cisimlenişidir; Kürdistan'da uygulanan' sömürge siyasetinin özüdür. 23. L'Economiste d'Orient, 10.1.1931. Genel Müfettişlik 1926 yılından beri teröre başlayan Kemalizmin ülkede tutunabilmek için gerekli bölgelerde uygulanabilecek sürekli terör aracını el altında bulundurmak için "yasa"yla yasallaştırdığı sömürgeci, militarist diktatörlüğe dayanan bir kurumdur. Kürdistan'da 1927 sonlarında ilk kez uygulandı. İçişleri Bakanı müfettişliğin yalnız Kürdistan'a özgü kalmasını, aradan beş altı yıl geçtikten sonra şöyle açıklamak istemişti: para bulamadığından, adam bulunmadığından! "Bütçede karşılığı olmadığı için yalnız Doğu bölgesinde uygulanmıştır. 24 Müfettişi bulunmadığı için yalnız Doğu bölgesinde uygulanmıştı." Oysa biraz daha aşağıda, "Birinci (sanki ikincisi varmış gibi) Genel Müfettişliğin ödeneği : Kürdistan da uygulanışının!" oranın genel ve özel yönetimi için bir zorunluluk olduğunu aynı demeçte okuyoruz: 1- Genel yönetim zorunluluğu: "Bu doğrudan doğruya genel yönetime ve emniyet ve asayiş sorununa ait olan bir özelliktir ki, aslında Genel Müfettişliğin kurulmasında asıl amacı oluşturan özellik de bu olmuştur." Nitekim daha yukarıda bu asayiş sorununu daha somut olarak şöyle koyuyordu: "Genel Müfettişlik Doğuya girmeden önce Doğuda 30 ile 40 kişi arasında değişen on çete vardı ve Ağrı dağında 2000 silahlı çete alayları mevcuttu. Güney sınıflarımız akın diyarları gibi saldırıya maruzdu." 2- Özel yönetim zorunluluğu: Finans-kapitale "yuva eşelemek"te "Genel Müfettişlik özel yönetimi mesailerinde de illerin mesaisini birleştirdiler, karakollar yaparak yolların düzen ve emniyetini sağladılar. Bayındırlık işlerine başlandı. Ülkede hiçbir fabrika yokken un fabrikaları açtırıldı. Elektrikler yaptırıldı. Doğu illerimizde de Batıdaki gibi bayındırlık faaliyeti başladı. Diyarbakır'ın eski halini bilen varsa, şimdi aradaki farkı takdirle görür. Osmaniye, Elazığ da öyledir. Van'da da bayındırlık faaliyeti başlamıştır. Van bir şehir haline gelmek üzeredir. Van'ın en büyük yoksunluğu nüfusudur. Nüfus olmayınca doğal olarak bayındırlık da geç olur." Bu açıklamadan bir daha anlaşılıyor ki, Birinci Müfettişlik yönetiminin Doğuda iki amacı var: 1- Finans-kapitale yuva yapmak; 2- Bu yuvayı güvence altına almak. Nitekim sütunlar doldurarak İçişleri Bakanının demecinden de Kürdistan'da ezilen bir köylülük olduğundan, bu köylülüğün derebeylikle olan ilişkisine ve Cumhuriyet burjuvazisinin Kürt köylülüğü hakkında düşündüklerine ilişkin tek bir satır değil, kelime bile yoktur. Ezilen Kürt halkı hakkında İçişleri Bakanının ağzından dökülen sözler şunlardır: asiler, şakiler, çeteler, eşkiyalar... yola getirmek, amansız bir takip, birer birer yok etmek, bir tek nefer kalmayıncaya kadar 24. Şükrü Kaya: Meclis'te gensoruya yanıt, Cumhuriyet, 26.6.1932. hepsini tepelemek vb... Sonra hiç sıkılmadan sürek avından söz eden bir avcı iştahıyla ağzı su-lana sulana, Kemalizmin Kürdistan siyasetinden söz eden aynı Bakan, bilinen burjuva tersliğiyle Doğu illerinde "bayındırlık" olması için "nüfus" istiyor, "nüfus" için "bayındırlık" değil! Tıpkı yün satabilmek için kırpılacak koyun sürüsü isteyen burjuva gibi... Doğu illerinde özellikle Birinci Genel Müfettişliğe bağımlı olan bölgede Çin-Japon savaşı gibi, ilân edilmemiş bir sıkıyönetim kasırgası ortalığı kasıp kavurur. Yayın adına eksiltme ilanlarını yayınlama koşulunu yerine getiren tek tük il gazetelerinden başka hemen hemen hiçbir şey yoktur. Diyarbakır'da köylü ağalara Gazi'nin mucizelerini sayıklamaya yarayan tek tük övgü broşürleri, Birinci Genel Müfettişliğin ağalık içinde kalan ajitasyonunu yazar. Urfa'da çıkan bir gazete, doğrudan doğruya demagojik bir perde altında büyük toprak sahipliğinin yayın organlığını yapar. Bir sözcükle, burada hattâ Batı illerindeki basın derecesinde, hiç olmazsa kapitalist unsurların bir tür özeleştirisini beceren araçlar da yoktur. Çünkü Türk burjuvazisi Kürt ağalığına güvenemez. Hattâ güven değil, tahammül bile edemez. Halk Partisi bütün ağa, tefeci, finans-kapitalist, hattâ kısmen de aydın sınıflarının en "mezhebi geniş" blokunu tekelleştirmiştir. Onun dışında yasal bir parti değil, hattâ "müştakilvari" bir eleştiri bile Kemalizmin tüylerini kirpi gibi diken diken eder. Batıda böyle diken üstünde oturan cumhuriyet burjuvazisi, Doğu illerinde değil siyasal, hattâ kooperatif kadar kansız bir ekonomik oluşumu (bizde kollektif şirket ya da geçici kredi kooperatiflerini) bile "zararlı" bulur. Halkın en ufak bir şikayeti en kötü bürokratlıktan yoket-me tehditlerine kadar her tür ve tarzda bastırılır. Bir köylü bir dilekçe yazdırsa, onun köşesine kimin tarafından yazıldığını gösterecek bir imza kondurmaya zorunludur. Ta ki, gereğinde yazan bulunup pişman edilsin, ya da derdini yazdıracak adam bulamasın... Kürdistan'da yazılan her dilekçe için mutlaka bir katı fidye ve iki katı da posta masrafı alınır. Bu yüzden dilekçe verebilmek için, o Doğu illerinde pek ender rastlanabilen türden, cebinde 2-3 lira bulunan bir adam olmak şarttır. Yoksul, halktan bir Kürt için bütün bu töreni yerine getirmek, "ilgili makama" bir dilekçe vermek için yeterli değildir. Eğer dilekçe hoşa gitmez bir şikayetse, kayıt ve posta ücretlerinin alınmasına karşın sepete atılır. Çünkü güya numara vermek için burjuva demokrasisinin icat ettiği kayıt işlemi adeti, Doğu illeri için göstermeliktir. Hiçbir köylü, verdiği dilekçenin kayıt numarasını hiçbir zaman öğrenemez. Yani damga resminin geliri artsın diye, düzenlice en masum dilekleri bildiren dilekçeler bile beş on defa tekrarlanmadıkça yerini bulmaz. Kayıp olurlar. Fakat bir sorunun herhangi bir memurcuğa dokunur şekil aldığı görülmesin. Eğer şikayet eden köylü ve halktan biriyse, şikayet derhal boğulur. Ve şikayetçi hiç ummadığı bir taraftan en beklemediği bir darbeyle sersemleşir. Şikayet ettiğine ve edeceğine bin kere pişman olur. Çünkü bütün Kürdistan memurlarının en büyüğünden en küçüğüne kadar nasıl bir hiyerarşileri varsa, tıpkı bunun gibi uyulması zorunlu olan bir gizli anlaşmaları, halka karşı adeta işaretle anlaşan harikulade bir birleşik cepheleri ve memur dayanışması vardır. Bu açıklamayı neden kaydettik? Türk burjuvazisinin, en aşağı sömürge işlemine uğrattığı Kürdistan halkına, hattâ kendi kapitalist yasalarının saptadığı yurttaş halklarını bile yasak ettiğini hatırlatmak için. Yoksa bütün Kemalizm yönetiminde şu iki nokta asıldır: 1- Şikayet eden ağa ya da burjuva ve (bu ikisinin yararına karşıt olmamak koşuluyla) aydınsa, dilekçe yöntemi hiçbir arızaya uğramaksızın rolünü oynar. Halktan bir bireyin dilekçesi, aylar ve yıllarca süründükten sonra, bir hasır altında can verir. " 2- Fakat varsayalım ki, Kürdistan halkından birinin dilekçesi "yüksek makam"a ulaştı... Ne olacak? Millet Meclisi'nin daima yaptığı gibi önce "ait olduğu vekalete", oradan "Birinci Genel Müfettişliğe", oradan il, ilçe, bucak aracılığıyla sonunda mutlaka, halkın şikayetçi olduğu memurun ya da onun arkadaşının eline geçecek değil mi? Millet Meclisi'nin talep ettiği ajitasyonu kendisinden şikayeti bulunan memurluk ya da o memurluğun bağlı olduğu ağalık yapmayacak mı? Bu kadar tehlikeli bir maceraya hangi zavallı köylü katlanabilir? İşte bütün bunlar, Doğu illerinde zorunlu hizmete gönderilen ya da gönderilmeyen öyle bir memur tipi yaratmıştır ki, Senegal ya da Çin Hin-di'ndeki Fransız memuru, bunun yanında belki de insaflı kalır. Bu yüzden Kürdistan'da herşey bir gizlilik havası içinde akar. Ağa memurla, memur burjuvaziyle koklaşa koklaşa, kulaktan ağıza ya da bir romanın adı gibi "dudaktan kalbe" fiskos ederek işler pişirilir. Doğu memuru oldukça kârlı bir yağmadadır. Yavaş yavaş aşman eski bir sosyal yapı üstünde aşındıran yasayı temsil eder ve incelerken, Doğu iljeri memuru, hem yasayı, hem de aşman rejimi kemire kemire yaşayan bir sansar gibi işler. Arada, burjuva yasası tam burjuva memurunu ve burjuva memuru da tam burjuva yasasını kara tencerenin yuvarlanıp isli kapağmı buluşu gibi bulmuştur. Kemalizm bu efendilere, gözü görünmeden yanık sesle şu öğüdünü vermiştir: "Yiyin efendiler, yiyin! Bu han-ı iştiha sizin. Yiyin doyuncaya, çatlayıncaya, patlayıncaya değin." Ne eleştiri, ne teftiş, ne şikayet, ne soru ne de yanıt! Savaşa girmiş bir ordunun bireyleri -Doğu memuruna oranla- belki yaptıklarından daha çok "sorumlu"durlar. Kemalizm sermaye biriktiriyor! Hiç şikayet, hiç teftiş, hiç sorumluluk olmuyor mu? E, devede kulak kabilinden oluyor. Fakat bunlar: 1- Ya büyük ağalarla burjuvaların ahbap çavuşvari şikayetleri; 2- Ya da bu "han-ı yağma sofrası"nda öteki memurlarla gizlilik dayanışmasını bozanlara karşı omuzdaşlaşmış memurların ortak boykotu cezalandırma şeklinde oluyor. Ki bu da pek ender ve istisna hallerden sayılır. Kemalizm Doğu ili memurluğunu o kadar başı boş bırakmıştır ki, bu resmi klik bazen bindiği dalı kesen yobazlar kadar küçük çıkarları içinde boğulur. Ve kapitalist düzen için şaşılmayacak biçimde, bizzat dayandığı sistemi ve devlet iktidarını tehli-. keyedüşürür. Şeyh Sait ayaklanmasında Doğu illerinin idare-i maslahatçı memurun az hızlandırıcı rolü oynamamıştır. Zaten her zaman oynadığı öz rol de budur. Bir örnek: Diyarbakırlı mı ne? Herhalde Türk burjuvazisinin kendi kültürüyle idealize edebildiği ender aydınlardan biri, öğretmen Mehmet Emin şeyhlerin ayaklanma kararlaştırdıklarını vali Cemal'e söyler.. Vali böyle bir şey yoktur ve olamaz der. Mehmet Emin işi İçişleri Bakanına yansıtacak kadar ileri gider. Bakanlık validen sorar. Valilik aynı yanıtı tekrarlar. Öğretmen durmaz, bir daha Bakanlığa başvurur. Bu ısrarı gören vali -galiba "makamı işgal" maddesini inceleyerek- öğretmeni yakaladığı gibi hapse atar! Fakat gafletin kabağı gene öğretmenin başında patlar. İlk ayaklanmada darağacına çekilen vali değil, Mehmet Emin'dir. Sivil örgütü bu olan Kemalist devlet aygıtını, jandarma ve hele asker yöntemlerini düşünmek olanaklıdır. Yol kesmek yalnız eşkiya ve ağaların harcı değildir. Şehir ortasında bile, bir jandarma eri, istediği Kürdü, istediği angarya için çevirir. Askerlerin bir önemli kazanç kaynağı da tenha sokaklarda rastgeldikleri kimseden anlamadığı türlü evrak istemek, genellikle böyle "uygar" törenden şaşalayan Kürt köylüsünü bir iyi patakladıktan sonra, birkaç mecidiye ya da kuruşunu alarak, lütfen serbest bırakmaktır. En büyük şehir ortasında oynanan bu sahnelerden sonra, köydeki jandarmanın yaptıkları ya da yapabilecekleri uzun facia destanlarını doldurur. Kürdistan halkının dilinde jandarmanın adı "yumurtacı"dır. Bir müfreze herhangi bir ajitasyona ya da takibe çıkmasın. Artık önüne gelen köy halkı, bilsin bilmesin -büyük ağaların buyruğuyla- çala kırbaç mavzer falakasıyla birer birer işkenceden geçirilir. İşin daha kötü tarafı, Kürdistan köylerini bir afet gibi saran müfrezelerin bu işkenceleri uyguladıktan sonra, ayrıca izzet ve ikram görme haklarındandır. Dayağı yiyen köylü, yumurtasını, sütünü, ekmeğini, davarını da bu istilacılara yedirmek zorundadır. Karakol jandarmasının sosyal ve yönetsel bütün sorunlarda mutlak bir iktidarı vardır. Köyde karakolla köy ağası el ele işlerler. Ağa, soygununu jandarma aracılığıyla yaptırtır. Miriyvolarını karakola sevket-mekle sindirir. Karakol bir kimse hakkında ağanın işaret ettiği şekilde bir tutanak düzenledi mi, artık o belgenin hükmünü bozacak yeryüzünde hiçbir güç yoktur. Büyük Millet Meclisi köylerdeki soruşturmasını jandarma aracılığıyla yaptırır. Karakol soruşturmayı isterse yapar, isterse yapmaz. Daima istediği şekilde yapar. Karakol bir Kürdü öldürmeye kadar yetkilidir. Kaçtı vurdum der, sorun kalmaz. Kemalizm, köyde ağalıkla en güzel sentezlerinden birisini oluşturan ve temsil eden karakol düzenini siyasal ve sosyal alanda bırakmaz. Karakol yalnız Kemalizmle ağalığın soygununa alet olmakla kalmaz, bizzat karakolun kendisi de, çevre köylerin kaymağını sömüren bir soyguncudur. Jandarmalar arasında karakola gitmek bir tür kârlı şanstır. 1- Nöbet yok, sorumluluk yok vb... 2- Masraf da yok: "Karakoldakiler on para harcamazlar", para arttırırlar. Kemer yaparlar. Yaşasın "yumurtacı"lık!... Asker bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün kuşkulandığı köyleri gaz-yağıyla yakmak için jandarmaya yardımcılıkla görevlidir. Örneğin, bir köyün eşkiya yataklığı ettiğinden kuşkulandı mı, köyün çevresi bombalı ve makinalı tüfekli müfrezelerle sarılır, içeridekilere çıkmaları için kısa bir süre verildikten sonra, yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün canlı ve cansız mevcuduyla birlikte dumanı havaya savrulur. Tekrarlamaya bilmem gerek var mı? Köylü köyünde yalnız canını kurtarabilirse kurtarır. İçişleri Bakanı "Türkiye hakkında eskiden beri etkili olmuş dingin bir düşünce vardır" başlangıcıyla, yukarıda söylediğini yani nüfuz azlığını, aşağıda reddetmek ve örneğin Belçika'ya oranla Türkiye nüfusunun az olmadığını ve azalmadığını kanıtlamak için, bu Türkiye'de "dağ taş var, oysa Belçika'da dağ taş çöl gibi bir şey yoktur." diye ancak Kemalist demagojide görülen "anlamı şairin kamında" dedikleri cinsten bir cevher yumurtladığı meclis demecinde, Kürdistan Birinci Genel Müfettişliğinin ordu, jandarma el ele vererek başardığı önemli faaliyetlerden birini de şöyle anlatıyor: "Genel Müfettişin iyiliklerinden birisi de orada 1. Dünya Savaşı ve ateşkes zamanından kalan silahlan toplayabilmesidir. Bilirsiniz ki bir yılda yalnız Mardin ilinde 9 bin mavzer toplanmıştır. Bunlar Genel Müfettişliğin örgütün çalışmasını birleştirip düzenleyen doğru görüşleri sonucudur. Kuşkusuz ordumuzun 8. kolordu komutanlığının ve subaylarının (asker yoktur) yüksek görüşleri ve başarıları başta gelen etkenlerdir. Bu bahaneyle oralarda yurt ve cumhuriyet için çalışanlara minnet sunmak ve kutsal kanlarını dökenleri rahmetle anmak görevimdir." Burjuvazi ne zaman iktidarını sağlamlaştırdıysa, o zaman daima halk kitlelerinin silahlarını toplar. Engels'in Fransız devrimleri örneklerinde sınıf ilişkileri için çıkardığı bu sonuç, bizde ulusal azınlıklara karşı aynen tekrarlanan ezeli yöntemdir. Osmanlı İmparatorluğu, sağlığında Balkan uluslarına ve azınlıklarına bu yöntemi uygulamıştı. Cumhuriyet burjuvazisi, aynı yöntemi bugün Doğu illeri halkının üstünde hükmettiriyor. Rumeli azınlıklarına nasıl belli olmasın diye, kum torbalarıyla dövüle dövüle kan küstürüldüğünü, her türlü işkence ve baskı altında ölüm sunulduğunu bugün iktidarda güdücü rol oynayan Kemalistlerden çoğu iyi bilirler. Bu bildiklerini, bu gibi zulümlerin ekilmesiyle hangi kinlerin biçildiğini ve sonucun nereye vardığını hiç düşünmeden, Kürdistan'da bir daha deniyorlar. Bu işler söylendiği kadar basit değildir. Bir ilden bir yılda 9 bin mavzer toplamak için hiç olmazsa 20-30 bin kişiyi sıra dayağından geçirmek gerekir. Hele o illerde henüz sınıf mücadelesi doğrudan doğruya ve ulu orta silah mücadelesi, sosyal ilişkiler silah ilişkisi şeklinde olagelmektir. Zaten İçişleri Bakanı da, sorunun içyüzüne dokunuyor. "Başta... 8. ordu komutanlarının, subaylarının yüksek görüşleri"ni getiriyor. Çünkü silah gücü ancak silah gücüyle kalkar ve silah ancak silahla zap-tedilir. Silahların çarpışmasından hangi gerçek şimşeklerinin çıktığını bugün baştakiler bile sormaz. Nitekim "evvel emirde vatan ve cumhuriyet için çarpışanlardan söz eden Bakan beyefendi, bu demeci 1932 yılı ortalarında yaptığına göre, bugün ezilen Kürdistan'ın başında yanan sinsi ve bitmez tükenmez iç savaş yangınını yeterince anlatmış oluyor. Bakan beyefendi aynı zamanda "kefen soyucu" burjuva ikiyüzlüğüne özgü parlak sözlerle ve bir mezar talkıncısının görevini yapan soğukkanlılığıyla din üfürükçülüğünü taklit ediyor; "kutsal kanlarını dökenleri rahmetle anıyor". Bu yobazca ifadeyi siz Kürdistan'daki anlamıyla düşünün. Bir asker için on Kürt köylüsünü, bir subay için on Kürt köyünü yok eden Kemalist burjuvazi, elbette "kanlarını dökenleri rahmetle anmakla" kalmıyor, yoksul Türk çocuklarını, ezilen Kürdistan halkıyla boğaz-laşüran, akan kanları sermayeleştiren Kemalizm, iki tarafta da gaddar kinleri, kanlı hınçları vargüçle kışkırtarak bu sayede Kürtlüğü "yoketme"ye uğraşıyor. Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalınkılıç ordu saldırısı... İşte Kürdistan'da Türk burjuvazisinin sömürge siyaseti... Bürokrasi-jandarma-ordu zulüm üçüzünün oluşturduğu temel üstünde yükselen Kemalist siyasetin birkaç özelliğini daha saptayalım: 1- Ağalıkla ilişki: Kürdistan'da patlayan her ayaklanmadan sonra Türk burjuvazisi ağalığa karşı yeni bir tehdit savurur. Çünkü hisseder ki, patlayan kanlı kavga içinde Türkler Kürtlerle boğuştuğu kadar, birbirinden başka iki rejim de boğazlaşır. Fakat hiçbir zaman yerine getirilmeyen ve getirilemeyecek olan bu taktik tehditler ortalığın yatıştınlmasıyla birlikte unutulur. Yine Kemalizm ağalıkla sarmaş dolaş yaşar. Ve bir daha herkds "yavaş gelişim"e ısmarlanır. 1925 Şeyh Sait ayaklanmasından sonra bir kısım ele başı ağalar Batı illerine sürüldü. Fakat çok geçmeden ağalar kâh kendi iradeleriyle savaşarak, kâh Kemalizmin iznine dayanarak aşiretlerinin başına döndüler. 1936 Ağrı dağı ayaklanması sırasında burjuva basım aynı teraneyi tutturdu: "Hükümetimiz yerel ve yönetsel önlemler almakla meşguldür. Aşiretler ortadan kaldırılmış, reislerin adamları dağıtılmış, topraklar halka dağıtılmıştır. Bundan sonra reisler 500 dönümden fazla toprağa sahip olamayacaklardır. Toprak sahibi edilen köylüye, krediyle tohumluk dağıtılmaktadır."^ Fakat bütün bu "nikbin onama"lara karşın, aşiretler dipdiridir ve ağalık ayak üstünde, eli kırbaçlıdır. Çünkü Kemalizm, sınıf ilişkilerine doğrudan doğruya bağlı olan hiçbir sosyal sorunda "halkçı" olamadı. Yani burjuva demokrasisini kuramadı. Ve daima gerçek devrimci yöntemlerden ödü patladı. Bu belki herkesin külahını*dolduran yaygaralara zıt gelir. Fakat zaten zıtlıkların gereği buradadır. Aşiret arazisi denilen şey, yukarıda da söylediğimiz gibi, aşiret ağasının özel mülkü değildir. Klanın ortak mülkiyeti, babahan sisteminden derebeyi ilişkilerine kadar uzanan bir dizi dejenere rönesansa uğramış ve aşirette bir zaman herkesin olan toprak yavaş yavaş ağaların malı haline sokulmuştur. Toprağın ağa malı haline gelişi, Osmanlı İmparatorluğu'nda sultanlar tarafından başlamış ve Türk burjuvazisiyle birlikte tam kıvamını bulmuştur. Sultanlar bazı işlerine yarayan reislere fermanla şu kadar köyü peşkeş çekmişlerdir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nda bu gibi peşkeşler genellikle tımar ve zeamet yöntemlerinde olduğu gibi toprağı belirli kişilere mutlak olarak mülk etmezdi. Mülkiyetten çok bir tür kullanım, hattâ yönetici kullanım hakkı verilirdi. Türk burjuvazisi, kapitalist yasalarla birlikte, padişahların ağalara verdikleri bu kullanım hakkını özel mülkiyet hakkına çevirmekte 25. Cumhuriyet, 27.7.1930. gecikmedi. Nitekim, yüz milyonlarca ufak mülk, daha hâlâ son zamanlara kadar bir dizi formaliteden sonra, böyle kapanın elinde kalırcasına kişilere mülkleştirilmiyor mu? Şu halde hattâ hukuksal olarak bile, aşiret toprağı ağanın hiçbir zaman malı olmamıştır. Burjuvazi istese, hiçbir "yasal", engele çarpmadan toprak mülkiyetini çalışkan köylülere mal edebilir. Fakat "istemek yapabilmektir". Türk burjuvazisiyse bunu yapamaz. Bunu yapa-mayınca pek âlâ tam tersini yapabilir. Nitekim, Doğu illerinde son kadastro çalışmalarıyla yaptığı da budur: ağaların özel mülkiyetlerini sağlamlaştırmak! Kemalizmin ağalığa yaptığı bu hizmete karşılık ağalık da yavaş yavaş büyük toprak sahipliğine (500 dönüm lâftır, aslı 3.010 dönümdür) doğru gelişirken, yent "örtünme" yöntemlerine başvuruyor. Eskisi kadar açık saçık gezmiyor. Ağalığın Kemalizmle bu son uzlaşma manevrası şu iki taktik ile belli olur: a) Tesettür (Örtünme): Batıda Kemalizm nasıl Türkiye'de "kapita-list"lerin ve "sınıfların bulunmadığını yemini billahla tekrar ediyorsa tıpkı öyle, Doğuda da ağalık artık herkesin bir olduğunu, ağa-maraba kalmadığını hayrete değer bir "incelik'le doğrular durur. Sınıf savaşının en kesin ve son aşamalarına kavuştuğu çağımızda, bu modern taktik, son savaş yöntemlerinin demagojisinde Kemalizmle ağalığın iyi anlaştığını göstermez mi? b) Maşa kullanma: Eskiden ağalık kendi hükmünü yürütmek için bir sürü silahlı adam ve uyruk kullanmaya ve tabii bunların masrafına katlanmaya zorunluydu. Kemalizmle anlaşalı beri, artık bu gibi külfetlere yer kalmamıştır. Ağa toprak sahipliğine dönüşmeyi göze alabildiği oranda, Türk burjuvazisinin silahlı adamları (jandarmaları) emrine amadedir. Sonra halkı soymakta, ağalığın hoyrat işlemlerinden daha nazik dolambaçlı ve şaşırtıcı yöntemler, ağaya eskisinden daha uygun soygunlar sağlar. Onun için Kemalizm döneminin ağaları, eskilerinden daha az masrafla daha çok soygun yapabiliyorlar. Başka bir deyişle kendi elleriyle ateşi tutacak yerde, Kemalist paşaların maşasıyla yakalıyorlar. Sürgünden geldikten sonra ağa köylüden öteberi istedi, herhangi bir çapul yapmaya girişti de baş edemedi mi, karakolla çoktan anlaşmıştır: Tehdit, iftira, yalancı tanık vb. ile biraz geç de olsa, hiç de güç olmayan yoldan amacına kavuşur. 2- Göç Ettirme ve Yerleştirme: Fakat Kemalizm yediği ekmek gibi biliyor ki, Kürt ağalığıyla el ele vermek, asla Türk mütegallibesi ve tefeciliğiyle uzlaşmak kadar istikrarlı ve emin bir şey değildir. Gittikçe "ulusal" ve tek olan Kürdistan hareketleri bazen, hele küçük ağaları çoğu kez peşinden sürükler. Zaten ağalık da kendi beslediği silahlı adamlarla, maaşını Türk burjuvazisinden alan jandarmanın arasındaki farkın farkında olmuyor değildir. Onun için Kürdistan'da sosyal ve siyasal karışıklıklar alevlendikçe, Türk burjuvazisinin başvurduğu bir başka çare de göç ettirme ve yerleştirme siyasetidir. Örneğin daha Ağrı ayaklanması bastırılırken ve ayaklanma haberleri sütununda bu konulara rastlarız: "Ankara 30 (telgrafla)Hükümet Doğuda genel bir temizlik yapmaya karar vermiştir. İskân edilmemiş hiçbir aşiret bırakılmayacak, göçebeliği tamamen kaldıracak, bu kitle arasında devlete karşı olanlar uslandırılacaklar dır. Böylece kabile hayatı Doğu. yöresinde son günlerini yaşıyor. Türkiye tek bir düzen çevresinde 26 toplanmış fesattan arındırılmış namuslu yurttaşların ülkesi olacaktır." Böyle ömür hayaller gazete sütunlanndaki kadar hayatta da kolay ilân edilip uygulansaydı ne iyi oluverirdi. Ne çare ki parlak haberle gözleri kamaşan burjuva kalem uşaklarına karşın evdeki pazar burjuva çarşısına asla uyamaz. Nitekim, ondan sonra göç ettirme ve yerleştirme hakkında ne yapıldığını aynı basının sütunlarında izlerseniz, yılda bir habere zor rastlarsınız. Yukarıdaki haber 1930'da yazılmıştı: "(1931) Ankara 3 (A.A.)- İran sınırımızın doğusunda gezgin bir kabile durumunda olan Halikanlı aşiretine bağlı 405 aile Batı illerinde yerleşmek üzere ülkemize göç ederek hükümetimize başvurmuştur. Hükümet bu aşiret üyelerinin Batı illerine yerleştirilmesini kararlaştırılmıştır." "Trabzon 17-Batı illerinde yerleştirilecek olan Halikanlı aşiretinden bin kişi bugün Ana-farta vapuruyla sevk edilmişlerdir." "(1932) Dün şehrimize Adana yoluyla ve trenle 9 aile getirilmiştir. Bu şehre getirilen bu aileler, elli kişilik bir toplam tutmaktadır. Bu ailelerin Çanakkale bölgesinde yerleştirilmesine karar verilmiştir." İşte bu kadardır ol hikâyet... 1931'de daha bin kişi göç ettirilip yerleştirildikten sonra 1932'de ancak 50 kişiyi buluyoruz/.. Neden? Tabii bunda, göç ettirme ve yerleştirme işlerinin oldukça masraflı olması gibi nedenler de var. Fakat başta gelen neden, hiç kuşkusuz bu yöntemlerin burjuva sömürü hedeflerine aykırı düşüşündedir. Gerçekten de kapitalist, aletleri değil, canlı aletleri sömürür. Türk burjuvazisi de Kürdistan'm dağını taşını değil, oradaki ezilen ve canlı halk kitlelerini soyabilir. Böyle herhangi bir göç siyaseti sürdükçe, Kürdistan'ın ıssızlaşması, orada sömürülecek çalışkan insan yığınlarının yokluğu boş yere masrafa karşılık kârın yokluğu gibi ters bir sonuç Türk burjuvazisini hemen korkutmuştur. Nitekim 1931 sonundan beri göç ettirme ve yerleştirme hareketi 26. Cumhuriyet, 31.7.1930. durdurulmuştur. Çünkü îş Bankası'nın yönetim kurulu başkanının gezisi nedeniyle Türkiye finans-kapitali de, aynı yılın sonlarında bu noktayı şöyle saptamıştır: "Hükümet bu kabilelerden bir miktarını Ege Anadolusunda yerleştirmektedir. Eğer bu göçmenlerin yerine derhal gecikmeksizin yeni göçmenler geçirilmezse, bu bölgeler nüfus yokluğuna ve ıssızlığa ısmarlanacak, ki hiç de 21 ekonomik bir gelişme olmayacaktır." *** Demek Kemalist burjuvazi, gerek ağalıkla mücadeleyi gerek göç ettirme ve yerleştirme siyasetini başaramamaya mahkûm olmuştur. Ağalıkla Türk burjuvazisinin bütün boy ölçüşme girişimleri zorunlu olarak uzlaşmaya varmıştır. Artık Kemalizmden bu ülkede ciddi bir ağa karşıtlığı beklenemez. Göç ettirme siyaseti de gördüğümüz gibi, mali ve sosyal nedenlerle tutunamaz. Bilindiği gibi, önce Kemalizm mali güç gereğiyle sürekli bir "ekonomik" göç ettirme siyasetine devam edemez. Parası yoktur. Fakat hepsi bu kadar değildir. Araya belki bu mali yokluktan daha önemli olan sosyal nedenler karışır da. Kürdistan halkının ne müthiş bir asimilasyon yeteneği olduğunu, içine aldığı bütün yabancı insanları nasıl hemen hazmedip Kürtleştirdiğini burjuvazi de bizim kadar bilir. Aşiret topluluğunun Kürt köylülüğü ruhunda öyle derin bir etkisi vardır ki, Doğu illerinde yerleştirilen Türk göçmenler ya su içindeki zeytinyağı damlası gibi çevre Kürtlükten soyutlanmaya -ki bunun uzun süre sürmesinden daha olanaksız hiçbir şey yoktur- ya da çevresiyle ilişkiye girdiği oranda eriyip birliğini kaybetmeye zorunludur. Bir Kürt erkeği bir Türk kızıyla evlense, Türk kızı girdiği ailenin hemen ayırtedilemez bir parçası olduğu ve Kürüeştiği halde, Türk erkeğin aldığı Kürt kızı, hiçbir zaman Türk ailesiyle ham ve hamur olamaz ve daima ana baba evinin Kürtlüğünü temsil eden ve bunu başarıyla yapan bir parçası olarak kalır. Bu klan ve aşiret sisteminin müthiş kollektivitesinin, dağınık aile sistemlerinden çok daha güçlü ve etkili olduğunu gösterir. Madem ki ağalık uzlaşmaya, göç ettirme ve yerleştirme sonuçsuzluğa mahkûmdur, şu halde Türk burjuvazisi ne yapabilir? Sonucu karanlık bir yoketme, baskı ve asimilasyon siyasetine girmek... İşte Kemalizmin Kürdistan'daki sömürge siyasetindeki bu üç yönteme de bir değinelim: 3- Yoketme Siyaseti: Osmanlı İmparatojrluğu'nun Balkanlarda çok denediği yoketme siyasetini, meşrutiyet burjuvazisi, "Doğu Balkanlarında Ermenilere karşı uyguladı. Bunu uygulayan İttihat ve Terakki Fır27. Economiste d'Orient, 10.12.1931, s.444. kası öncüleri, yaptıklarının hesabını sonra bir bir kanlarıyla ödemelerine karşın, az çok başarılı olmuşlardı. Fakat meşrutiyet burjuvazisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu siyasetinde kendi başına yalnızca uslandırma seferleriyle herhangi terörist Genel Müfettişlik baskısı altında değil, Kürdistan'da iki karşıt sosyal gücü çarpıştırarak ve görünüşte "millet" değil "ümmet" ilkesine dayanan Osmanlı saltanatı sayesinde müslüman Kürtlüğü hıristiyan Ermeniliğe, gerçekte tefeci düzenini kapitalist ilişkilere saldırtarak başarılı olabilmişti. Bugün Kürdistan'da açıkça bir Kürt toplumu var. Ve Kürtler başka unsurları hızla asimile ediyor, emi-yor. Sosyal rejim bakımından, eski derebeyi klan sistemini kemiren kapitalist ilişkiler var. Yani ortada bir şeyin karşıtı ve çarpışması var, fakat bu seferki karşıtlık kapitalist ilişkilerin lehinde gelişmek zorunluluğunda olduğu için, Kürdistan'da Kemalizmin ekonomik çapulu sürdüğü oranda ve bu çapulla doğru orantılı olarak, bir Kürt ulusu akımı ve hareketi büyüyecektir. Bu tarihsel bir zorunluluktur. Şu halde bir adliyecinin komünistler hakkında söylediği gibi, bu iş vurdukça tozuyacaktır. Bununla birlikte Kemalizm fani kan dolu çeşmeden bir kere içmiştir. Artık "başın alamaz bela yağmurundan"... A-yaklanmalardan sonra başlayan uslandırma seferleri, şu kadar kilometre mesafe içinde karşılaşılan bütün köyleri ateşe vermek ve kaçmaya girişen köylüleri dere içlerinde bire kadar kurşuna dizmek şeklinde sürer. Ayaklanma hareketinden sonra, çok kere ikinci ayaklanmaya kadar, a-yaklanmayla doğrudan doğruya bağlı çete hareketleri dönemi açılır. Örneğin Şeyh Sait ayaklanmasından sonrası için İçişleri Bakanı şöyle diyordu: "Genel Müfettişlik Doğuya girmeden önce Doğuda 30 ile 40 kişi arasında değişen 100 tane çete vardı. Ağrı dağından 200 silahlı çete alayı mevcuttu" Bunlara karşı iki kategori önlem alınır: 1- Tecil yasasıyla enselemek: Birçok tehlikeli unsur Kemalist burjuvazinin bu "yasal" vaadine inanmaya hazırdır. İçişleri Bakanı "Bu yasa sayesinde Doğuda ve Güneyde birçok asi aşiret sığındı, birçok çete dağdan indi. Bugün onlar da ülkenin sadık birer evladı olarak ülkeye hizmet etmektedirler. Bir kısmının yola getirilmesi böyle idari olmuştur." diyor. Fakat aldanıp da tecil yasasına inanan ve köye dönenlerden çoğu, bugün değilse yarın, herhangi sıradan bir bahaneyle, bazen de hiç nedensiz ansızın yolda vurdurulur, ya da hapiste çürütülür. 2- Doğrudan terör ilanı: Doğu illerinde Ortodoks Kemalizm budur. Zaten Kürt gencinin de er geç sonu budur. İçişleri Bakanı: "Diğer bir kısmı hakkında amansız bir takip başladı. Bunların içinde çok ünlü olanları vardı; ilk akla Yado, Resul vb. gelir. Bu eşkıyalar da Erzurum'a kadar gelebiliyorlardı. Bunlar son nefesine varıncaya kadar birer birer yok edildi. Bunca Şeyh Sait'in döküntülerinderni. Bunlar da yok edilmiştir. En sonra Şeyh T ahir denilen adamın ceddi öldürüldü." Biliriz ki, eşkiya genellikle köylünün varolan rejimden çektiği zulme karşı yaptığı tepkidir. Gerçekte elebaşılar dağıtılmak istenen "ruhani me-galo"dan, şeyhlerden, seyitlerden, hattâ ağalardan pek çoğuydu. Fakat bunlar ayaklanmalarını köylünün derin hoşnutsuzluğu aleyhine dayanarak yapabiliyorlardı. Onun için Kürt köylülüğü, dağa çıkanları bütün dünya köylülüğü gibi korur, besler ve bakar. Şu halde yapılan "yoketme" hareketleri yalnız şeyhlerin cesetleriyle sınırlı kalmıyordu. Tersine yukarıda jandarma ve asker seferleri hakkında işaret ettiğimiz şekillerin en kötüleri, çalışkan ve ezilen Kürt köylülüğünün can ve kanıyla oynuyordu. Bugün hâlâ da oynuyor. Ve galiba Kemalizmin ömrü oldukça da oynayacaktır. Türk burjuvazisi görünüşte emperyalizme karşı kopardığı sahte yaygaralarda "Doğunun ezilen ulusları"nın hakkında harıl harıl secde ettiği halde, nedense bu hakkı Kürt ulusuna teslim etmek şöyle dursun, yeryüzünde Kürt ulusu diye bir şeyin varlığını işitmek bile istemiyor. Fakat adıyla sanıyla bir ulus öyle Kemalizmin sandığı kadar kolay örtbas edilemeyeceği için, cumhuriyet burjuvazisi vargücünü böyle ayaklanma ve ayaklanma arkasından gelen ayaklanma döküntüleri ve çete savaşları fırsatlarını hiç kaçırmayarak, bu ulusu yoketmeye veriyor. Ve dağınık Kürt köylüsünü büsbütün parçalayan budur. Ağalık içindeyken kopardığı her umutsuz hareketi vahşi bir zevkle de karşılamıyor değil. Ve her'hare-kette binlerce ve onbinlerce ezilen Kürt köylüsünü mahvetmeyi lezzetle ilân ediyor. Ağrı dağı sancısı tuttuğu sıra şöyle haberlere rastlıyorduk: "Büyük Ağrı'nın sisten görünmeyen yüksek zirvelerinde dehşetli kar -fırtınaları vardır. Ordumuz bütün Doğu yöresinde tam bir demir pençe şeklinde egemendir. Hele hareket alanına yakın olan yerlerde kuş bile uçuruimuyor." (31.7.1930) İçişleri Bakanı aynı sorunu daha açık, bir iftiharla tekrarlıyordu: "Ağrı dağı ayaklanması 1930'da olmuştur. Onun ayrıntıları burada çok anlatıldı. Ağrı dağının etkenleri tamamen yokedildi. Edilmeyenler de kaçtı. Fakat bu yıl kışın Ağrı'dan iran'a kaçanlar mevsimin sıfırın altında 35-40 derece soğuk yaptığı bir sırada Ağrı'dan içeri girdiler. Oraya memur olan askerlerimiz Ağrı'nın ta tepesine kadar çıkarak ve soğukluk içinde bir tek asker 28 kalmayıncaya kadar hepsini tepelediler." Kemalizm bize dişlerini gösteren bu gülüşle sorabilir: Ne yapalım? A28. Cumhuriyet, 26.6.1932. yaklanmacılara karşı başka türlü hareket edilemez. Çeteleri bastırmak zorunluluktur. Yaşın yanında kuru da yanar, emperyalizmin parayla avladığı seyitlere, şeyhlere meydanı bıraksaydık, Kürdistan'ı bir ingiliz, Fransız ya da İtalyan sömürgesi yaptırsaydık, daha mı devrimci hareket etmiş olurduk? Zaten Kemalizmin her zaman söylediği de budur. Fakat biz de kendisine şunları soralım: Bir yerde geniş halk tabakalarını ayaklandıran isyan nedensiz olur mu? Doğu illerindeki isyanların nedeni sadece ağalığın gerici hamlesi ve yabancı parmağı yüzünden olabilir mi? Eğer ortada ezilen geniş halk tabakaları olmasa o tabakaların yerinden oynatılmasına olanak var mıdır? Şu halde isyanların böyle devam edebilmesinde kim asıl rolü oynar? Şeyh Sait ayaklanmasına yalnızca karşı-devrimcidir diyelim. Ya son Ağrı dağı sorunu da öyle mi? Bu sorulardan sonra ayaklanmaların en büyük nedeninin Kemalizm olduğu daha kapsamlıca anlaşılır. Bunu aşağıya bırakalım. Kürdistan'da köylü devriminin bir harfini bile ağzına almayan, Doğuya demokratik burjuva devrimini büsbütün yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığıyla el ele vererek Kürdistan'ı ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşliren Cumhuriyet burjuvazisi elbette Doğu ayaklan-malanndaki konumunu herkesten daha iyi bilir. Bu ayaklanmaları yapanlar belli olabilir, fakat bu ayaklanmayı kışkırtan Kemalizmdir. Çünkü Kemalizmin iktidarından önce, Kürdistan'da böyle kapsamlı ayaklanmalar yoktu. Ve Kemalist sistemin kuruluşundan onlarca yol geçtikten sonradır ki, Kürdistan Doğunun Balkanı ve ayaklanma bölgesi, ateş ülkesi haline geldi. Ayaklanmanın içyüzü bulunduktan sonra, artık uslandırma seferlerinin uygulanması, eşkiya örgütü, Birinci Genel Müfettişliğin donanımı vb. yoketme şekillerindeki vahşet, zulüm ve canavarlığın anlamı ancak kapitalist düzenin doğası olarak açıklanabilir. Bununla birlikte, biz cumhuriyet burjuvazisinin* Doğuda sistematik yoketme siyasetini nasıl örgütlediğine dönelim. Ağrı dağı (1930) isyanından sonra, Birinci Genel Müfettişliğin şahsında Kemalizm, Kürdistan ağalığıyla yeni ve fiili bir anlaşma yaptı: milis örgütü!.. Büyük ağalığın küçük ağalara ve tüm Kemalizmle uzlaşmış ağalığın devlet aygıtıyla birlikte Kürdistan yoksul halkına karşı çete örgütü bir milis hareketidir. Ağrı dağı ayaklanmasıyla birlikte yeni bir biçime giren Kürdistan ayaklanması Türk burjuvazisine karşı-devrimle (ağalıkla) daha sıkı el birliği yaparak, halk hareketine karşı yeni yöntemler kullanmanın zorunluluğunu öğretti. Bu yöntem Kürdistan halkını birbirine kırdırtmak ve daha az jandarma ve asker harcatma yönünden de tasarrufa elverişliydi. Ve Kemalizme hiçbir masrafa mal olmuyordu. Yalnız Kürdistan halkının sırtından geçinen asalaklarla silahlı çapulcuların sayısını arttırıyordu. Cumhuriyet burjuvazisi, milis örgütüne yalnız silah ve cephane verir; milisin geçimi büyük ağaların ambarlarından, yani Kürdistan çalışkan köylüsünün sırtından çıkar. Yönetimi, hükümet denetimi altında, büyük ağaların kol başlan ve bazen yakın akrabaları tarafından olur. Onun için Ağrı dağı ayaklanmasının üstünden iki ay geçmeden, Birinci Genel Müfettişlik Urfa'nın Milli Gazetesi'ne, şu demeci veriyordu: "Halkımızın cumhuriyete fiilen gösterdiği bağlılık ve sadakati her zaman minnetle anabilirim. Doğu illerimize dış gerici saldırı hareketlerine karşı, savunmak üzere halkın rekabet edercesine, milis örgütüne dahil olmaları ve canlı hareket ve eserleriyle bunu kanıtlamaları inkâr edilemez. Urfa'da olduğu gibi diğer Doğu illerinde de milis 29 örgütü kurulmuştur." Doğu illerinde milis örgütü eskiden jandarma ve askerin yaptığını daha derin ve geniş ölçüde yaptıkça, halka karşı uygulanan zulüm yöntemleri, milis örgütünde artık burjuva bireyciliğinden çıkmış, tam derebeyi kollektivitesi biçimine girmiştir. Malum kapitalist düzende bir suçtan ancak o suçu işleyen sorumludur. Her koyun kendi bacağından asılır. Fakat Doğu illerinde bu tür düzen hiç olmamış gibidir. Bir suç işleyeni ele geçirmek isteyen Kemalizm, birkaç jandarmayla birlikte bir koyun sürüsü kadar kalabalık ağa milisini suçlunun köyüne saldırtır. Köyde suçlunun çoluk çocuğu, anası, babası, karısı, kardeşleri ve uzak yakın bütün akrabası silahlı bir çember içine alınarak, dağlara çıkılır. Yolda kadın ve çocuklara istenilen rezalet ve hakaret yapılır. Zaten çoğu zaman bu işp sevkedilen milisler hükümetin aradığı adamın ayrıca kişisel olarak, yani ağa tarafından "düşmanı"dırlar. Düşmanlarının çoluk çocuğunu ele geçiren bu cahil insanlar gerek hükümete ve ağaya yaranmakta gerekse -ve en çok- ellerine düşen kurbanlardan azami yaran çekebilmek amacıyla bir tür insan "sürek avı"na beraberce sürükledikleri mazlumları yolda bin türlü işkence ve hakarete uğratırlar. Bu zavallı kadın ve çocukları da neden peşlerine alıyorlar diyeceksiniz... Basit; facianın büyüklüğü önünde dağa çıkanın artık ölümü göze alıp da kansını kızını bu halde görmektense, teslinfolmayı göze alması için. Çoluk çocuk dağdan dağa sürüklenip parçalanması, masum "terör" kurbanlarının her gün canlarına tak deyip, istenilen adamı teslime razı olmalan ve kendi candan sevdiklerini pusuya düşürmekte, ağalık ve Kemalizmle el ele vermeleri için yine bir üçüncü nokta diğerlerinden hiç de daha az suçlu değildir. Belki çok kere o özel kin, maddi zorunluluklar 29. Cumhuriyet, 24.10.1930. yüzünden daha önemlidir. Bilen biliyor... Milisler ağanın Kemalizme hizmet ettirdikleridir. Birinci Genel Müfettişin "her zaman minnetle andı-dığı" bağlılık 1 ve "iyiniyet" ağaların bu hizmetinden başka bir şey değildiı . Eh! Milisler melek değildir. Yer içerler, ağaysa silahlı adamlannı adeti üzere çapulla geçindirir. Şu halde izlenen adamların -ki tekrar edelim, bunlar hemen hemen her zaman ağanın özel düşmanlandır- evini barkını güya arama bahanesiyle altüst etmek, hısım akrabasından işe elverişli ne var ne yoksa hepsini birden talan etmek. Ağanın parasal gücü için olduğu kadar, milislerin geçimi, maaşı için de gereklidir. Yoksa "babası hayrına" hiç kimse hizmet etmez değil mi? Milisin bu söylediğimiz birinci bölüm faaliyetini, jandarma ve asker de pek âlâ yapabiliyordu. Ve gene de yapar. Milisin bu tür faaliyette nitelikçe olmaktan çok, nicelikçe rolü vardır. Yani yapılan iş hep aynıdır, yalnız mjlisin araya karışmasıyla bu iş birkaç katı büyümüş ve ağırlaşmıştır. Çünkü özel kin bakımından, zaten eskiden de, jandarmanın çoluk çocuğunu peşlerine takıp orman orman gezdirdikleri, o çevrede o adama düşman olan ağalann işaret ettikleri kişilerdi. Eskiden ağanın Kemalizmle birlikte ezmek istediği kişilerin çoluk çocuğu jandarma ve askerlere yağma ettiriliyordu. Şimdi bu işi jandarmayla birlikte milisler, daha çok ve daha sistemli bir şekilde yapıyorlar. Fark bu. Fakat Kemalizmin hiçbir zaman yapamadığı bir şey var ki, milislerin önemli özelliklerinden biri, bu şeyi yapabilmelerindedir. Milislerin bu ikinci görevleri, baştan ağanın yararı adına ve iradesi altında, Kemalizm için bir tür casusluk rolünü oynamalarıdır. Köyde en küçük bir hareketi doğmadan ağaya haber vermek, kuşkulu kişilerin bütün hareketlerini geceli gündüzlü izlemek konusunda Kemalizm diz boyu altın dökse, milislerden aldığı hizmeti ödeyemez. Onun için, Kemalizm için Kürdistan ağalığı tıpkı Emniyet'in birinci şubeleri kadar kutsaldır ve Kürt ağalığı+Türk burjuvazisi "kutsal ittifakı" altın değerindedir. Kemalizm Doğuda süngü üstünde oturuyor. Eğer yapmış olduğu yasalarla Kürdistan'da yaşamaya kalksa, öldüğü gündür. Kemalizmin bütün işlerinde egemen olan ruh, yani "fevk'al kanun" yaşama ruhu, özellikle Doğu illerinin yoketme siyasetinde en köpekçe ucubelerini enikler. Zulüm ve yoketme güçlerinin eline düşen Kürt köylüsünün ölüm dirimleri yeni sistemin elindedir. 1- Tutulduğu köyden hapishaneye kadar olan yolda Kürt köylüsünü yaşamına ağa egemendir. İsterse adamlanndan birine ya da jandarmaya küçük bir işaret verir. Sevkedilirken Kürt bir derenin içinde kurşuna dizilir. 2- İkinci ölüm yolu, bir hapishaneden diğer hapishaneye giden yoldur. Ağa tutuklanan adamı öldürmek istemez, ya da o yetkisi sınırlanmışsa, hapishaneye gelen sanık, evrakla birlikte başka bir mahkemeye nakledilir. Bu Kemalist adaletin hükmüdür. Bu kez yoke-dilmek istenen Kürt köylüsü iki hapishane arasındaki yolda, kaçtı diye öldürtülür. Bu ikinci yoketme yöntemi, bu ilk komünist 15leri Karadeniz'de baltalaman yöntem, bildiğimiz gibi Kemalizm kadar eskidir. Fakat Kemalizm bu yöntemi Kürdistan'da uyguladığı kadar, belki hiçbir yerde klasikleş-tirmemiştir. Örneğin elli kişilik bir kafile, üç kol halinde, ya da üç otobüsle yola çıkarılır. Yolda birinin jandarmaları nedense yorulur ve dinlenmek için geri kalır. Ya da bir kamyonun lastiği patlar. Sonra bir daha artık geri kalan kafilenin adını işiten olmaz. Ve yalnız, bütün ezilen kütleler arasında dehşetle uyanık duran, uyumayan gizli çalışma sayesinde kulaktan kulağa yayılır. Bazen terör olsun diye, bile bile resmi makamlar tarafından şu şekilde duyurulur: "Yolda kaçmaya kalkışanlar, jandarmalar tarafından ölü olarak ele geçirilmişlerdir." Oysa ayaklarından boyunlarına kadar zincir ve kelepçe içinde perçinlenen çaresiz yaratıkların değil kaçacak, yerlerinden kıpırdayacak halleri yoktur. Kısacası isyan zamanında, Kemalizm ne kadar Kürt köylüsü öldürebilirsem kârdır der. Normal zamanlarda da binbir baskıyla suçladığı Kürt köylülerini, kaçaksa evini köyünü yıkar, ele geçerse nakilde kaçtı diye vurur ve bu "amansız" yoketme siyaseti, Doğu illerinde bir Kürtlük bulunmadığı ve bulunamayacağını kanıtlamak için uğraşır. Milis örgütü bu yoketme siyasetini derinleştirir. Ekonomik sömürü ve siyasal-sosyal oaskı ağalığın ve Kemalizmin "temizleyemediği" çaresizleri birbirine kırdırır, hapishaneler dolar. Salt toprak sorunu yüzünden, Kemalizmin çözemediği ve çözemeyeceği bu sosyal dava yüzünden, Kürdistan halkının birbirinize kadar yediğini ve Kemalist sosyal ve siyasal rejimin bu açıdan ne kadapverimli olduğunu görmek için bir Doğu ve bir de Batı hapishanelerindeki "katil" mahkûm oranlarını yapmak yeter. Bir Doğu, bir de Batı hapishanesinde mahkûmlar toplamına göre, katillerin sayısı, bize Kemalizmin Doğu illerinde sömürü ve zulüm rejimi olarak ne kadar ağır bastığını, gösterebilir. İstanbul hapishanesinde krizden çok uzak dönemlerde 1340 yılında katiller hukuk mahkûmlarının %8,9'unu geçmez. 1341'de bu oran %7,9'a düşmüştür. Yani kapitalizm geliştikçe, İstanbul'da hırsızlık vb. gibi adi suçların oranı katillere oranla artar. Oysa Doğu illerinde dünya bunalımının ortasında 396 tutuklulun 222'si katildir, yani %54-60! Doğu illerinde Batı illerinden 6-7 kat fazla insan öldürenler var. istanbul'da bir kişiye karşılık Doğu illerinde 6-7 kişi ölürse bunda sosyal düzenin ağırlığından başka hangi neden aranabilir? Sosyal yapının kendi ağırlığından başka Türk burjuvazisinin ekonomik sömürü ye siyasal baskı altında sömürge zulümlerinin her türüne uğrayan Kürdistan halkı bu yoketme siyasetine karşı kaç türlü tepki gösterir? Özellikle şu iki şekilde: 1- Köy yakıp dağa çıkmak: Örneğin, falan kazanın falan köylerinden 15 kişi uğradıkları zulümden kurtulmak için kendi-evlerini yakıp dağa çıkar. Hattâ başkalarını da beraber gelmeye teşvik etmek için diğer evlerden de birkaçını ateşe verirler. Diğer köylüler dağa çıkmaz, fakat arkadan bir tabur asker gelir. Her iki köye de ateş açılır. 7 kişi ölür, köylü de karşılığında ateş açmaya zorunlu olur ve çoluk-çocuğu silahlarıyla birlikte dağa çıkar. Cumhuriyet ordusu her iki köyü ta temelinden cayır cayır yakar, îşte Kürdistan'm her köyünde her gün işitilen öykü... 2- "Tırtıllara dilekçe" vermek: Kürdistan'da şikayetin ne demek olduğunu.yukarıda gördük. Burada bunlardan birini, az çok karakteristik bir şekilde, gerek halkın acı derecesini, gerekse bu acının Kemalizm, bürokrasisinden karşılanış tarzını burjuva diliyle anlatılmış bir şekilde saptayalım. Ağrı dağı isyanından sonra; genelkurmay başkanı Fevzi Paşa Doğuda... (Halk mübareği bir şey sanıyor): "Savur kadınlarının Fevzi Paşaya şikayetleri: Savur'dan bildirildiğine göre genelkurmay başkanı Fevzi Paşa refaketinde birinci genel müfettiş İbrahim Taliğ, Mardin valisi Talat beyler olduğu halde Savur'a gitmiş arabasından hükümet konağına inerken bir takım köylü kadınlar 'yanıyoruz el aman diye feryat ederek adı geçene dilekçeler vermişlerdir. Bu dilekçelerde bazı kişilerden zulüm gördükleri iddia ve kaymakam Osman Sabri beyden zımnen 10 şikayet edilmekteydi."' ' Buradaki zalim "kişiler" tahmin edilebileceği gibi ağalıkla milis örgütüdür. Ve halk bu arada kaymakamı da (Kemalist devlet aygıtının temsilcisi sıfatıyla) bu işin yanında biliyor. Fakat bildiğini açıkça söyleyemeyeceği için "zımnen" anlatıyor. Bütün bu şikayetin burjuva basını için anlamı, kuru bir "iddia"dan ibarettir. Bu "yanıyoruz el aman" haykırışına Kemalist üçlü (Kemal, İsmet, Fevzi Paşalar) den biri nasıl karşılık verir? Aynı burjuva gazetesine göre^ŞÖyle: "Fevzi paşa, dilekçeleri okuduktan sonra İbrahim Tali beye vermiş, o da herhangi bir haksızlığa yer verilmeyeceğini dilekçecilere bildirmiştir" Yani Türkçe'deki ünlü deyimiyle "it ite, it de kuyruğuna" buyurur... Milis suistimali hakkındaysa, Birinci Genel Müfettişliğin ne düşündü30. Cumhuriyet, 18.10.1930. / ğü, yukarıdaki olaydan 6 gün sonraki demecinden belli olur. "Kimliği meçhul birkaç imzayla dilekçenin, casus raporlarına, ihbarlarına benzeyen bu başvuruda Urfa milislerinin güvenliği ihlal eden hareketlerinden söz edilerek şehir dışında yapılmış bir öldürme olayına işaretle gereksiz olan-örgütün kaldırılması isteği dile getiriliyor. Bu suçlama tamamen gerçek dışıdır. Mazbut bir şekilde olan örgüt mensuplarından güvenlik ve asayişi ihlal eden hiçbir hareket, şimdiye dek hiçbir olay olmadığı hükümetçe bilinmektedir." 4- Baskı: Gerek kültür, gerekse yönetim yönünden, Kemalizmin Kürdistan'da izlediği amaç, orada bir Kürt halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her konuda yok etmek, ezmek ve susturmaktır. Yönetsel ve kültürel niteliğin hedefi budur. Yönetsel baskı: Ağrı dağı ayaklanmasından sonra, Cumhuriyet burjuvazisi yeni bir belediyeler yasası yaptı. Bu yasa meşrutiyet burjuvazisinin düzenlediği eski yasayı bile fazla demokrat buluyor ve belediyenin yönetme gücünü, yani lâfta değil işte belediyeyi fiilen hükümetin emrine veriyor. Burjuvazi Türk işçisinin gücünü hissettirdiği büyük şehirlerden özellikle İstanbul'da bunu uyguladı. Fakat bu konunun asıl yaman uygulanışı Kürdistan'da oldu. Bugün Birinci Genel Müfettişliğe bağlı 9 ilin hemen bütün ilçelerinde seçilme ile bir belediye başkanı yoktur. Kürdistan'da Türk burjuvazisinin doğrudan doğruya etkisi altında tutabildiği birkaç il merkezi dışında tutulursa, geri kalan her belediyenin fiili yönetimini o bölgenin hükümet başkanı elinde tutar. Her kaymakam aynı zamanda bütün muhtar, millet meclisi vb. seçimlerini yaptıran belediye başkanıdır da... Dikkat edilirse Doğu illeriyle Batı illerinde aynı belediye yasasının uygulaması birbirinin zıttıdır. Batıda vali belediye başkanıdır. Yani büyük şehirlerin belediyesi Kemalist devlet aygıtının demokrasi tanımaz bir parçasıdır. Çünkü Batı illerinde belediye yasasının pratik hedefi Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketidir. Doğuda belediye başkanı kaymakam, yani daha çok büyük olmayan kasabaların belediyesi, Kemalist devlet aygıtının bir parçasıdır. Çünkü Doğu illerinde belediye yasasının pratik hedefi Kürdistan halkının isyancı harekettir. Nitelik yönünden Doğuyla Batı arasında bu fark var. Fakat nicelik yönünden belediye yönetiminde büsbütün terörist yöntem, ancak Doğu illerine özgüdür. Hiç kuşkusuz Hindistan sömürgesinde emperyalizm bu konuda geniş yetkiler tanımıştır. Çünkü anavatan o sömürgenin toprak sahipleri ve burju-valarıyla çok daha ileri yöntemler sayesinde bir ittifak kurmuştur. Oysa Türk burjuvazisi Kürdistan sömürgesinde uygulamaya zorunlu kaldığı bar31 bar sömürgecilik yüzünden henüz müttefiki bulunan ... ağalıkla bile pek ısınmış bir halde değildir. Onun için tıpkı hükümet karşısında, hattâ Büyük Millet Meclisi gibi, kaymakam karşısında belediye meclisinin de ismi var cismi yoktur. Onun için Kürdistan devlet aygıtı bakımından jandarmayla tahsildarların üstünde ve Genel Müfettişlikle valilerin altında diktatör kaymakamlardır. Doğu illerinde yerel yönetim lâftır. Herşey mili-ta-rist ve terörist Kemalizmin en zorbaca emir ve yasaklamasına bağımlı tutulur. Ağrı ayaklanmasından sonra Doğu illeri belediyeleri hakkında gazetelerde, sık sık şöyle telgraflar okumaya başladık: "Van, Malatya, Siirt, Erciş Beşiri 32 belediyelerine vali ve kaymakam bakacak," Ayni tarihten önce Cumhuriyette çıkan bir liste, Kürdistan'ın hemen bütün ilçelerinde belediyeleri kaymakamların eline geçirtiyordu: "Ankara 16 (telefonla)-B ey azıt, Hakkari il merkezleri .belediye başkanlığı valiler, Sinan, Lice, Kuik, Muradiye, Saray, Başkale, Şitak, Palu, Malazgirt, Geban, Nazimiye, Diyadin, Puzluca, Tutak, Soruç, Sivere, Viranşehir, Gerze, Çapakçur, Mutki, Pervazı, Bulanık, Varto, Şemdinan, Beytülşebab ilçelerinin belediye başkanlıkları 33 kaymakamlar tarafından yapılacaktır." Kültürel baskı: Bir Doğu ili (Siirt) milletvekili ve İş Bankası kodamanı olan Milliyet baş yazan Mahmut "Şark ve Cenup Vilayetlerimizi Hususi bir İdareye mi Tabi Tutuyoruz?" başlıklı bir baş makalede bize Doğu illerinin genç aydın tabakalarına işleyen şu haberi veriyor: "Yazık ki Doğu ve Güney illerimizin halkı arasında çirkin, yalan birçok düşünce ve kanı yayılmış. Bu uydurma şeyleri^ en akıllı geçinen* bazı gençler ve aydınlar da kazanmış. Güya hükümetin bu yöre halkına karşı özel bir düşüncesi varmış!.. Bu halkı, hele Kürtleri okutmamak, onları sonsuz bir karanlık içinde bırakmak düşüncesindeymiş! En kötü memurları bu bölgeye gönderiyormuş. En önemlisi liseler açılmıyor muş." İşte İş Bankası'nın ve Halk Partist'nin güvenilir Doğu milletvekili Doğu ve Güney illeri gezisinden bu izlenimlerle dönüyor... Milletvekili Mahmut "bu ve buna benzer birçok" şeyi "iftira" diye nitelendiriyor. Bu sözü işitince siz de kendi kendinize hayret edebilirsiniz. Acaba hangisi iftira? Yoksa Kemalizm Doğu illerinin Kürt çoğunluğunun mahallerinde, Kürtlüğün kültürel haklarını mı tanıyor? Hayır. Kemalizm, değil Kürtlüğün kültürel haklarını, varlığını bile tanımaz. İşte aynı yazı Söylesin: "Gerçek şu ki, hükümetin bu bölge halkı için gizli ve özel bir po31. Dört kelime okunamaaT 32. Milliyet, 9.3.1931. 33. Cumhuriyet, 17.11.1930. litikası yoktur. Onun gözünde Türk vatanı küldür (yani Kürdistan diye bir şey yok!) yurttaşları ayrı ayrı işlemlere tabi tutmak (galiba Türke Türk, Kürte Kürt demek) Cumhuriyet yönetiminin parolasına uymaz. Aslında böyle bir yol ihtiyarları için ortada bir neden de yoktur. (Çünkü...) karşımızda Türkten başka ırklara mensup olduğunu iddia edenler var mı? (Hemen hemen varsa boyunu görelim gibi bir şey.) Tam tersine bu bölgede herkes Türk ulusu, Türk kültürü istiyor." Siirt milletvekili Kürdistan'da Türkten başka ırk düşünemiyor. Oysa Anadolu'da bile Türkün dışında az mı ırk vardır? Fakat sözkonusu olan ırk mı ya? Kültür bugün bir ırkın mı, yoksa ulusun mu niteliğidir? Aynı ırktan sayılan Balkanlarla Türkler, bugün ulus olarak farklı kültürden değil midir? Şu halde Kürdistan'da bir ırk değil, bir ulus olarak Kürtlük var mı yok mu onu arayacağız... Bunu ise yukarıda aradık ve bulduk: Doğu illerinde, köylü sorununa dayanan bir Kürt ulusu davası vardır. Türk burjuvazisi bu ulusun kültürel hakkını tanıyor mu? Hayır. Değil bu ulus ve kültür hakkı, hattâ "Türkten başka ırk"lariH bulunabileceği bile olanaksızdır. Şu'halde, Kemalizm Kürdistan'da bal gibi sömürge siyaseti izliyor. Çünkü bir ulusun en ilkel haklarından olan kültür hakkını tanımıyor. Başka bir nokta daha var: ingiltere Mısır'da, Hindistan'da, Güney Afrika'da ve Kanada'da İngilizce'yi elinden geldiği kadar çok yaymak ister. Hattâ bu İngiliz sömürgeleri içinde halkı yalnız İngilizce konuşanları bile vardır. Anavatan sömürgeyi kendisine daha iyi bağımlı kılabilmek için onu kültürel tutsaklığı altına almaya da uğraşır. Hattâ sömürge siyasetinin ekonomiden sonra gelen önemli bir genişleme koşulu da bu kültür etkinliğini kökleştirmektir. Bugün, Doğu illerinin pek azında konuşulan Türkçe, Fransızların Tunus ve Suriye sömürgelerinde konuşulan Fransızca'ya oranla daha azdır. Anavatan ezdiği uluslar içinde kendisine satın alacağı sınıf ve unsurları kendi kültürüyle yetiştirdiği oranda sadık kul yapabilir. Tıpkı bunun gibi, Türk burjuvazisinin de Kürdistan'da Türk kültürünü yayması, Türk okulu açması sömürge siyasetinin alfabesidir. Siirt milletvekili de "aslında böyle bir yol ihtiyarı için bir neden de yoktur" derken, bunu kastediyor. Yani Kürdistan'da Türk kültürünü yaymamak için ortada bir neden yoktur. Oysa olaylar, olaylardır. "Son istatistiklere göre Diyarbakır ve Erzurum beldesi en 34 az maarif bölgelerdir." Neden? Siirt milletvekili bu nedeni aklınca bize veriyor: "Etkinin başlıca nedeni bütçe darlığıdır. "Bu Kemalist ve temsilci milletvekilini her zaman bu büt34. Cumhuriyet, 8.10.1930. » çe darlığıyla ikna edebilir. Fakat az çok siyaset ve sosyolojiyle temasa geçenler bunu yutabilir mi? Bolşevik devrimi zamanında hiç olmazsa bugünkü Kürdistan kadar geri olan bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti hakkında herhangi bir tarafsız fikir yürütmek içirt Kemalist basında yazılabilenlerden bir örnek okuyalım: "1919-1921 tarihlerinde Ermenistan okullarında öğrencilerin toplamı 47 bindi. Şimdi 217 bin kişiye ulaşmıştır. Ermenistan'da 9 yüksekokul vardır ki, bunların öğrencileri 8 bindir. Teknik okullar ve işçi üniversiteleriyle birlikte yüksekokul öğrencisi 32 bine ulaşıyor. Ermenistan'da Ermeni ve azınlık dillerindeki kitaplar olağanüstü çoğalmıştır. Ermenistan'daki Türk ve Kürt azınlıkların yararına çok iş yapılmışır. Bu ulusal azınlıklar için ayrıca okul şebekeleri vardır"^ İşte, ulusal baskı, sömürge siyaseti gütmeyen bir sistemde kültürün gelişmesi böyle olur ve azınlıklar böyle haklandırılır. Boğulmaz... Yoksa herşeyi "bütçe"yle açıklamaya malum bürokrasi kafasıyla özenirse, Maliye Bakanlığına verilecek bir işaretle daha nelere kadir olunmazdı? "Tekrar ediyorum (diyor Siirt milletvekili) bu halkta ayrılık eğilimleri yoktur. Türk camiasından ayrı bir durumda yaşama isteği hiçbir ilçede yer tutmuş değildir. Kürtlük adına söz söyleyenleri ve ajitasyon yapanları buralarda herkese karşı kınıyorum." Ancak "amin" sesleriyle karşılanabilecek olan böyle "resmi onaylar" isyan ocaklığından Doğu Balkanları şekline giren Kürdistan hesabına gülünç derecede kuru avuntular değil midir? Bir tek halk muhtarının, bir tek köylü belediye üyesinin, bir tek Kürt milletvekilinin, bir tek yerel bağımsız ve halka tercüman olan gazetenin bulunmadığı Kürdistan içlerinde Kürtlük adına söz söyleyenleri lanetleyen bulunur mu? Elbette, Kürdistan'da Kemalizmle uzlaşan büyük ağalık ne güne kalmış!.. Çünkü ağalık, zaten ekonomik ve sosyal bakımdan daha yüksek bir aşamayı temsil eden ulus kavramının taban tabana zıttıdır. Zaten Kürdistan'da Kemaliz-min ağalıkla ittifakının bir anlamı da bu değil midir? Ağaların uyruğu halinde yaşayan insan yığınları, bir ulus örgütünce birleşmiş insanlardan daha kolayca yabancı bir ulusal baskıya razı olmaz mı? Maraba kendisine ağa denilen "sahib"i tanır. Onun için Kürt ağasının Türk beyi diye bir sahibi bulunmasını bile doğal görür. Hele kendi sahibinin Türk ya da Kürt olması bir toprakbent için en sonra düşünülecek konulardandır. Böyle kuzuyu kim kırpmaz? Bu baskı sistemlerine karşın Kürdistan'da bir ayrılık eğilimi, hem de denize düşenin yılana sarılmasından daha kötü psikolojiler yaratan bir ayrılık eğilimi egemendir, geneldir, müthiştir.Ve Kemalizmin 35. Cumhuriyet, 27.1.1933. r'ı büsbütün başkadır. Bu nedenler arasında eski saltanat yönetiminin 1 ihmalini, kayıtsızlığını en başta kaydetmek gerekir."* "Bu hareketler (Kürt isyanları) eskiden ekilen tohumların sonucudur. Vaktiyle ekilen fırtına 1 tohumları bugün bize yıldırımlar biçtiriyor. Bunlar geçmişin kötülükleridir . Eğer o hareketleri yapanlara Türk oldukları anlatılsaydı bu üzücü olaylar 3 olmazdı. Genel Müfettişlik atanmasına gerçekten inanıyorum," * Fakat bu nakarat bile o Kemalizmin pek şaklabanca becerdiği "cesaret gösterirken hırsızlığını söyleme"lerinden biri değil mi? "Ah! O kör olası Osmanlı İmparatorluğu" denilmek isteniyor. "Neden bu Kürdistan'ı Türkleştirme-mişler?" Ne yapalım beyler, sizin bugün dünyayı "Türkleştirme" arzunuz ne kadar zorunluysa, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün ırk ve kavimleri "ümmetleştirmek ya da uyruklaştırmak" ile yetinmesi de o karar tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü Kemalizm kapitalizm düzenidir; Osmanlılık derebeyi düzeniydi. Kemalizmde evet olan Osmanlılıkta hayır olacaktı. Kapitalizmin ak dediğine derebeylik kara diyecekti vb... Yok eğer cumhuriyet burjuvazisinden şikayetler varsa ondan da yanaşınız. Daha ne yapsmdı? Bu İttihat ve Terakkiciler ki, sizi bugün uzlaştığımız Kürt ağalığından çok daha tehlikeli bir rakip olan Ermeni sermayedarlarının ulusallık davasından kurtarmıştır. İş olacağına varır. Meşrutiyet burjuvazisinin Ermeniliğe atabildiği satırı şimdi siz Kürtlüğün sırtında deniyorsunuz. Her tarihsel dönem kendi yasasını yürütür, fakat her dönem tarihseldir; gelir geçer ve geçince de yargısını bir daha dönmemek üzere geçirip götürür. Ama nasıl oluyor da, bu beyler Kürdistan'da Türkten ayrı bir birliğin olmadığını kanıtlamaya yeterli gelecek olan Kürtçe'nin yaygınlaştırılmasını olsun saklamayı unutmuyorlar. Bu peşinden anlam çelişkisini sürükleyip götürmez mi? Her neyse, bu işte Etekleri tutuşan Türk burjuvazisinin bir kere gözü kararmıştır. Onun için Doğu sorununda daha büyük karşıtlıklar için çırpınmaktan kurtulamayacaktır. Doğu illerinde Türk kültürünü yaymak için en ilkel önlem orada okullar açmaktır, oysa bir yerde okul açmak ola ki yabancı kokusunu taşıyan da olsa, o yer halkının kültür düzeyini az çok yükseltir. Zulmün fırtınalar kopardığı bir ülkedeyse herhangi bir tür kültür ışığının aydınlığı gözleri açabilir, ezilenlerin kurtuluşuna yeni ufuklar açabilir. Ne malum Türklüğün akımı,için baş ideologu yetiştirebilen Kürdistan'ın, bir gün kendi düşünürünü de yaratmayacağı? O kadar olanaksız mıdır? Ne yapmalı? İşte Türk burjuvazisini kıvrandıran soru... Kültür gücüyle yapama37. Sürt milletvekili: Milliyet, 21.1.1931. 38. Şükrü Kaya: Meclis söylevi, Cumhuriyet, 26.6.1932. yacağını anlayan Kemalizm, yasa zoruyla ve parlak nutukların terörüyle asimilasyon siyasetine girişiyor. Kültürel asimilasyon yumuşak, okşayıcı yöntemlerle "sızma siyaseti"dir. Oysa Kemalizm bu siyasette bile militarist asker-banker-yunker zılgıtından ayrılamıyor. Kemalizmin Kürdistan'da-ki yeni asimilasyon siyasetine iki örnek: a) Parlak uygulama tehditleri: Başbakan İsmet Paşa 1932 yılının sonlarında Doğu illeri gezisinden döndüğü zaman, bütün Türkiye aydın ve küçük-burjuvalarmın yüreklerini hop hop hoplatacak ve ağız sularını zırıl zırıl akıtacak türden parlak birer nutuk attılar. Bu nutukta bir kere: "Sonra dahası var; nefsimize güvenerek söyleyebiliriz ki, Türkiye'ye düşen işlerin ana ve temel esaslarının ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz" diye epey (bravo sesleri, şiddetli alkışlar) dırladıktan sonra, ta aşağıda "çok sevineceğimiz, mağrur olacağımız gibi abartmayla ifade edici önlemlerden kaçınmak için durumumuzu endişe etmeyeceğimiz bir durum şeklinde ifade ediyorum." Bu tekerlemeler arasındaki "durumumuzu endişe" etmek, Türkiye'ye ait işlerin "ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz" kekelemeleri, üstlerindeki yaldızlardan çırılçıplak edilirse, "korkmayın" yahu! Ne korkuyorsunuz, korkacak bir şey yok, korkumuzu hiç olmazsa kimseye çaktırmayalım vb." gibi palavracı avuntulardan başka bir anlama gelmez. Gerçekten İsmet Paşanın ağzında gevelediğinin "ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz." Bu kesin ama, paşamız lahana tur-şusuyla perhizi birlikte önerecek kadar acemi doktorluklara kalkarsa, bunun ne olduğunu "doğru olarak" anlamak için Kemalist burjuvaziden diplomalı Türk olmaya gerek kaldı mı? Örneğin Türküm diyen anonim şirketler gibi, Kürdüm diyen Türk yurttaşlarımız içinde de, lahana turşusuyla perhizin yan yanalığmdan çıkan şiir ve edebiyat dolu karşıtlığı kaldıracaklar bulunmaz mı? Perhiz: "Ülkenin güvenliği, asayişi, yurttaşların güveni, yasaların yazılı olduğu gibi uygulanması ve bütün yurdun Türk ulusunda, Türk devletinde ısınmış ve kaynaşmış olması düşüncesiyle her yıl bir öncekinden gözle görülecek, elle tutulacak kadar açık, ileri, güçlüdür (alkışlar). Ülkenin doğusunda ve batısında dört köşesini her yıl hiç olmazsa bir iki kez dolaşırız. Bu yıl Doğu illerinde birçok yer gezdim. Yurttaşın Türk ulusuna ve Türk devletine olan bağlılığı ve Türk devletinin Türk yasalarının yurdun her köşesinde yürürlükte olma nüfuz ve gücü açık bir şekilde göze 39 çarpmaktadır." Lahana turşusu: Daha aşağıda "Belki bugün de bazı yerler için sıkıntı 39. îsmet Paşa Hazretleri: Cumhuriyet, 21.11.1932. sanılabilir. Özellikle bu kelimeyle söyledim, ama yakın bir zamanda, çünkü, yılların çoğu yüzde yetmişi, sekseni, doksanı gitmiştir. Yakın bir zamanda ülkenin her yanında ulusal işlerin aynı şekilde görülmesi, Ankara'da olduğu kadar doğal bir durum olacaktır. Bu yıl yolculuklarımdan iki önemli izlenimle döndüm. Biri yurttaşların Türk devletinde kendisini ilgili görme duygusu çok gelişmiş ve çok kaynaşmış bir durumdadır. Diğeri bizim ulusal düşüncemizde ve iç siyasette gereken önlemleri hem zaman geçirmeden, hem doğru olarak bulmakta isabet ettiğimizin yıllarla sürekli olarak güçlenmesidir." Önce "yasaların yazılı olduğu gibi uygulanmasını" açık, ileri, güçlü ve daha bilmem nasıl görüyor? Sonra "yakın bir zamanda ülkenin her yanından ulusal işlerin aynı şekilde görülmesi" umudunu "olacaktır" gelecek sayfasıyla vaad ediyor. Bu görüş ve vaad ediş bize bir şey gösteriyor: "Yasaların yazılı olduğu gibi" ya da "ülkenin her yanında... aynı şekilde" uygulanması "yüzde yetmiş, seksen, doksan" lâftan ibarettir. Kemalist başbakan "resmen, alenen ve açık, ileri, güçlü" bir şekilde ilân ediyor ki, Türk burjuvazisinin kitapta yazılan yasalarıyla hayatta olan uygulaması arasında "ülkenin batısında, doğusunda, dört köşesinde" dağlar kadar fark vardır. Neden? Çünkü: "Hiç kuşku yoktur ki, Cumhuriyet Türkiyesinin bütün geçmiş dönemlerden en esaslı farklarından birisi de ulusal bir devlet olmasıdır. Türkiye'nin Türkün devleti ve yurdu olmasıdır. (Bravo sesleri, alkışlar) Bütün geçmiş yüzyıllardan bir anda görülen ve daima görülecek olan esaslı bir farkımız budur. Bu ülke Türkiye'dir. Burada yaşayan Türkler ve Türk yurtseverliği ve Türk ulusçuluğu bu ülkenin yönetiminde, yazgısında etkili ve egemendir. (Bir daha bravo sesleri, alkışlar)" Bu nutuk emperyalizme karşı söylenmiyor. Zaten bugün Türkiye'de hangi yabancı sermaye Türk kılığına girmedi, yurttaş olmadı? Nutkun bu "önemli" anlamım anlayabilmek için "olayı izler halde" almak, başbakanın onu Kürdistan gezisinden döner dönmez söylediğini asla unutmamak gerekir. O zaman kolayca kavranılır ki "Türk yasaları ancak Türkler içindir. Türk olmayan bahtsızlara yasaların yazılı olduğu gibi uygulanması" sözkonusu olamaz. "Cumhuriyet Türkiyesinin bütün geçmiş dönemlerden en esaslı farklarından birisi" de budur. Zavallı Kürdistan köylüsü, müşkül bir durumda kaldıkça, daima şunu telkin etmekte geri kalmaz: "Biz Kürdük, vahşiyük". Türk burjuvazisi ise ona "vahşi" olduğunu kabul ettirmiştir, fakat "Kürt" olduğunu asla unutturamamıştır. Şu halde bu büyük çalışkan halk kitleleri, Kürdistan denilen yerlerde oturdukça, Kürt zihniyeti ve Kürt diliyle yaşadıkça "bu ülkenin yönetiminin yazgısında etkili ve egemen" olamayacaktır. Çünkü "Türk" değildir. Başka hiçbir şey değil, bütün alınyazısı anadan Kürt olarak doğmuş ve öyle yaşamış olmaktır. Ve Türkiye Cumhuriyeti altında Kürtler "yönetim ve yazgıca" mahkûmdurlar. Başbakanın nutku bunu söylüyor... Çare? Türkleşmek... Nasıl? Başbakan "kolay" diyor ve Kürtlerin Türkleşmesi için şu reçeteyi veriyor: "Türk ulusalcısı ve Türk yurttaşı olmak için, bu ülkede yaşayan herhangi bir bireyden anormal hiçbir şey istemiyoruz. Türk olmayı sevmek ve Türk olmayı kabul etmek, Türk ulusuna mensup olmanın verdiği bütün haklara sahip olmak için yeterlidir. (Bravo sesleri, alkışlar) Yasal durum böyledir. İçyüzümüzde samimi olan kanımız ve durumumuz böyledir. (Al bir daha:' Bravo sesleri, alkışlar) Doğuda ve Batıda ülkenin her yanında dolaştığımız zaman kendisinin Türk olduğunu bilen, kabul eden herhangi bir yurttaşın her Türkün sahip olduğu haklardan herhangi birinden yoksun kalması endişesine izin vermedim. Herkesi inandırdım ki, Türk olmayı gurur duyulacak bir özellik olarak yürekten kabul eden ve böyle çalışan yurttaş benim gibi, benim bütüh hukukum gibi her hakka sahip olmak için bütün nedenlere sahiptir. Bu kanımı her yerde söyledim ve bu sözlerimde oldukça içtenim. Böyle bir yönetim ve zihniyetin devletin ulusal devlet ve Türk devleti olmasındaki Esasları ancak güçlendirir! Onun artmasına, genişlemesine ve yükselmesine hizmet eder. (Nihayet şiddetli alkışlar)" îsmet Paşa'ya göre -"tarih devrimcileri "nin o derin safsatalarına karşın- Türkiye'de yaşayan herhangi bir bireyin yurttaş haklarının tanınması için ona yalnız "Türk olmayı kabul" etmesi değil, aynı zamanda "Türk olmayı sev"mesi, "Türk olmayı gurur duyulacak bir özellik olarak yürekten kabul etmesi" gerekir ve yeter. Müslümanlıkta bir "eşhedü enlâ ilahe illahlah..." cümlesi "ümmedi mu-hammed" işlemi görmek için yeterlidir, fakat Kemalizm daha "gerçekçi "dir. "Türk olmayı kabul" ettim diyenin bir de yüreğini muayene ediyor. Doğru mu, değil mi diye... Oysa bunun olanağı var mı? Bir Fransız kapitalisti, Türkiye'ye yatırdığı sermayesini dış kapitalistlerin rekabetinden korumak için, belki Kemalizmden çok Kemalizm ve Türk yanlısı olabilir. Hattâ isterse dinini dilini bile değiştirebilir. İsterse» yani bunda bir kâr görürse... Ki gerçekten bugün Türkiye'de çalışan herhangi Fransız sermayesinin, dünyanın hiçbir yanında görmediği bir kâr içinde çalkalandığı kesin olduğuna göre, Türkiye'deki bütün yabancı kapitalistleri birer T.A.Ş.'olmaktan başka yararlı bir yol bulamamıştır da... Onun için yürekten Türktürler. Ama Kürdistan çalışkan ve yoksul halkı için iş böyle mi? Hayır. Tersine, Türk olmak ne kadar "gurur duyulacak bir özellik" olursa olsun, maddi yoksulluğun ve acının dehşetlisine Türk burjuvazisi- nin çapulu yüzünden uğramış bulunan Kürt köylüsü öyle manevi bir "özellik"i yürekten kabul istese, kendini zorlasa da edemez. Çünkü bunda bir yararı yoktur ve olamaz da. Çünkü Kürt köylüsü "Türküm" de dese, bu yürekten kabul ettiğini de söylese, bir sömürge köylüsü gibi ezilecektir. O zaman, ona din değiştirmekte bin kere daha güç olan ulus değiştirilmesi önerildikçe, Kürt köylülüğü de yüreğine sokmamak isteyen bir yılanş görmüş gibi ürkecek ve Türklükten nefreti, "vagon-li" şirketinin muhabbetinden besbeter olacaktır. Yavuz Paşa'nın verdiği bu "Önemli nutkun" üstünden en az iki buçuk ay gibi kısa bir zaman geçmemişti ki, burjuva basının birinci sayfasının birinci sütunlarında, üstünde tipik Kürt köylüsü giyimli birçok insanın bulanık resmini taşıyan şöyle bir haber okuyoruz: "Ulusal bir nüfus siyaseti izlenmesi arifesindeyiz: Ankara (Özel)- İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanıp geçen yıl hükümet tarafından Millet Meclisine sunulan iskân yasası taslağı, çok olasıdır ki, Meclis'in sonbahar oturumunda tartışma konularından birini oluştursun. Derin bir inceleme ürünü olan bir taslak programla çalışmak için hazırlanmış değerli bir projedir. Bu projenin yasallaşması ile emperyalist saltanatın ülkede bıraktığı temelsiz miraslardan bir tanesi daha kökünden yıkılmış olacaktır. Halifeliğin Osmanlılar d geçişi, mezhep gayret ve mücadeleleri, müslümanlığın camia yerine t geçmesi Islamlaşan nüfus kitlelerini ve halkı müslüman olan ülkü nüfusunu Türklüğü temsile engel oluşturuyordu. "Kanuni Süleyman yasalarıyla Türk kültürüne benzemeyen bazı zümrelere eski zeamet örgütünde bazı onarımlar ve biçimler yaratılarak ayrıcalıklar tanınıyor; hattâ bu ayrıcalıklar aşiret başkanlarına, beylerine verilmekle kalmıyor,-voyvodolara da tanınıyordu ki, bunların tasfiyesi Osmanlı saltanatının dura dura, eriye eriye tamamen dağılışına kadar sürmüştü. Artık normal bir sistem içinde ulusal yapımızı korumaya, sağlamlaştırmaya, ulusal kültürümüze ve çağdaş uygarlığa daha çok uyum sağlamaları istenmiş olan nüfus kütleleri üzerinde verimli bir şekilde devlet eliyle işlemeye, Türk nüfusunu nitelik ve nicelikçe geliştirmeye, bir nüfus siyaseti izlemeye karar verilmiştir. Yeni nüfus yasası projesi, bu amacı sağlayacak bütün esasları 40 içermektedir." 40. Son Posta, 4.2.1933. TEPKİLER Sosyal Psikoloji Kürdistan halkı ve özellikle Kürt köylülüğü ekonomik olarak klan-feodal sisteminde yaşıyor. Fakat bu sistem kapitalist ve bezirgan ekonomilerle de içli dışlıdır: Derebeyi-Bezirgan-Kapitalist... Bu dört tür ekonomik ilişkinin arapsaçı olduğu bu ülkede, bir de ayrıca sömürgecilik denilen yaman kamçının sakladığını tasarlayalım; artık her zaman ekonominin dört başlı bir canavar gibi şahlandığını ve Doğu köylülüğünü bütün sosyal ve siyasal ilişkilerinde ne kadar şaşkına döndürdüğünü, ne derece anti-patileştiğini tahmin edebiliriz. Böyle bir ekonomi ve sosyal yapının içinde, Kürdistan halkını saracak psikolojide aynı derecede kargaşalıklar o-lacaktır. Bu psikolojide egemen nitelik babahan sistemine dayanmaktır. Fakat babahan psikolojisinin de derebeyi psikolojisine dejenere oluşu, sonra bu soysuzlaşmış psikolojiye -çürüyüp dökülünce ve çözülüp dağılma özelliklerini damgalayanbezirgan+kapitalist mikrobunun bir kere girmiş olması, zavallı Kürdistan köylülüğünde iler tutar bir sosyal psikoloji bırakmamıştır. Kuşkusuz bütün bu dört tür sosyal psikoloji özü itibarıyla egemen psikoloji, yani egemen sınıf psikolojisidir. Fakat egemen sınıfların bu soysuzlaştırıcı psikolojisine karşı çıkan alt ve ezilen yığınların psikolojisi de özü itibarıyla maraba psikolojisinden sıyrılamamıştır. Kuşkusuz son ekonomik gelişmeler, gittikçe bir Kürdistan proletaryasının bağımsız psikolojisine doğru manevi gelişmeleri de kışkırtacaktır. Fakat bugün için Kürdistan halkının top-yekün psikolojisi en köpekçe değiş-tokuş psikolojiyle soysuzlaştırılmış babahan+yarı toprak kölesi psikolojisidir. Bu psikolojinin başında bütün köylülükte ortak olan söylentilere inanışlar gelir. Fakat bu boş inançlar mehdi beklemekten, çok daha karanlık ve aykırı konulara kadar genişleyen berbat bir şekildedir. Kürdistan köylülüğü "yasa" kadar genel bir etkiye değil, ağasının keyfi gibi pek dar, pek oynak bir yasaya bağımlı ola ola herşeyin kişide doğduğuna, bir kişi ki bir şeyi güçle koparır o şeyi mutlaka yapabileceğine, fakat yapılan ve edilen herşeyin mutlaka bireysellikten çok daha insanüstü tılsımlı güçlerden ileri geldiğine vb. inanır. O zaman, miriyvo ve ameliyelerin gözünde kişiler hurafeleşir ve hurafeler kişileşir. Kürdistan yığınlarının psikolojisinde ilk özellik, eskilerin "seri'üt-teessm ' dedikleri gibi dehşetli ve çarçabuk bir alınganlıkla herşeyin mutlaka hoşa gider olmasını istemek, isteyince de öyle varsaymaktır. Sosyal ruhsal çocuklaşmışlık adının verilebilmesi olanaklı olan bu durum belki her insanda vardır. Tarihimizde her sınıf kendi mantığını, kendi çıkarının ölçüsüyle ölçer. Bu durum gülünç olmaktan çok, maddi bir zorunluluktur. Zorbaca ya da tapu hileleriyle gasp ettiği toprakta kendisine Allahtan gelme bir kutsal mülkiyet hakkı bulunduğunu ima eden ağa, en zeki işçi ve köylüleri soyup soğana çeviren, biriktirdiği sermayesine dayandıkça herşeyin "akıl"dan çıktığına inanan aptal burjuva, nasıl bunu kavrayışlarında gülünçten daha başka şeyseler, Kürdistan köylülüğü de hoşuna giden her uydurmaya mutlaka inanmakta ve kendi duyarlılığına seslenmeyen en mantıksal olayları inkâr etmekte. Bu öyle bir mantıkür ki, ilk insan topluluklarında rastlanan "klanlık: prolojik" kavramına doğru yaklaşılır. Kürdistan köylülüğünde göze çarpan üçüncü psikolojik durum, çelişkili psikolojik durumdur. Bu çelişkiyi şöyle bir diziyle verebiliriz: a) Müthiş yalan söyleme yeteneği, müthiş yalana inanma yeteneği; b) Müthiş kendini beğenme ve övme, müthiş benliksizlik; c) Müthiş küstahlık, müthiş alçakgönüllülük vb... Kütleler içinde yayılan bu çelişkiler psikolojisi, kuşkusuz bütün diğerleri gibi köylülüğün kendi "özgün malı" olmaktan çok geleneksel bir din egemen psikolojisinin babahan derebeyi psikolojisinin artık büsbütün çürümüş ve dağılmış manzarasıdır. Pazar yasalarının en kan içici ve parçalayıcı şekliyle Kürdistan'ı kasıp kavurması, değişimin elle tutulur kişisel örneğine, paraya karşı yaman bir zayıflık ruhu doğurtur. Derebeyliğin egemen olduğu dönemde Allah para-laştırıldığı, para haline dönüştürüldüğü halde, burada para Allah-laştırılmaktadır. Ve paraya tapma en miskin, en az paraya tapma, belki çok az bir şey olduğu kadar en sinik şekliyle yoksul Kürdistan'da hüküm sürer. Konuşulan sözler arasında, en çok yer tutan "mecidiye Allah kerim" ile "Allah kerim mecidiye"dir. Beş mecidiyeye bir adamın katil olduğuna tanıklık edilir. Beş mecidiye için katledilen en yakın ve sevgili akrabanın kanı aranmaz, beş mecidiye için adam öldürülür... Bu dört tür olumsuz psikolojik niteliğini, olayları olduğu gibi teslim etmekten başka hiçbir amaçla saptamadığımızı eklemeye gerek yok. slında bütün ezilen sınıflar gibi, Kürdistan halkı da, kusurlarının olduk-gibi yüzlerine vurulmasından alınmaz. Bütün bunları kendisi de derinden derine karanlık bir bilinçaltıyla sezer ve bütün bunlardan kendi kendisinden tiksinişe benzer bir acıyla ve açıkça şikayetçidir. Bir zaman Batı ilîerînde duyulan "Türk ulusu adam olmaz" palavrası, bu düşünceyi besleyen bir Kürdistan "edebiyat-ı Cedide"sinin varolmayışına karşın, bugün Kürdistan'da işitilir: "Kürt ulusu adam olmaz"... Fakat bu psikolojik durum bile, bütün o dört kategori psikolojiye karşı çalışkan Kürtlük içinde olumlu ya da olumsuz şekilde başlamış bir tepkiden başka ne anlama gelir? Kuşkusuz biz bu olumsuz psikolojiyi, Kemalizmin çıtkırıldım salon aydınları ve "kütüphane fareleri" gibi Kürdistan halkının herhangi bir uygar işleme gelemeyeceği, sonsuza dek vahşi kalacağı ve yokedilmeye layık olduğu şeklinde bayağı saçmalayışlarma yem vermiş olmak için değil, tersine ezilen Kürdistan halkının layık olduğu ekonomik ve siyasal haklarına kavuşması, sömürge zulmünden kurtuluşu için, sorunun olduğu gibi konularak pratik alanda yanılmalara meydan bırakmamak içindir. Bu olumsuz karakteristikten ne gibi pratik sonuçlar çıkabilir? Sırasıyla şunlar: 1- Paraya Allahtan fazla tapış, Kürdistan'da bugünkü ağalık+Kemalizm birleşimi egemen oldukça, Kürdistan halkını bol para dökecek herhangi emperyalist müdahalelerine, doğal bir dereceye kadar ve hep gelgeç de olsa alet yapabilir. 2- Çürüyüp dağılış halinde olan çelişkiler psikolojisi, Kürdistan köylülüğünün herhangi kesin bir mücadele anında birden direncinin parçalanmasını, bir panik psikolojisine yenik düşmesini gerektirir. Şu halde Kürdistan köylülüğüne, sosyal kurtuluş hareketinde yolgösterici olacak çelişkiler içinde sallanmalarında bir müttefik gereklidir. 3- Kürdistan köylülüğünün hurafeleri kişileştirme ve kişileri hura-feleştirme psikolojisi, klan+feodal sistemlerinden biraz daha sıyrılabilmiş olan Anadolu köylüsündeki mehdi bekleme psikolojisinden daha karanlık bir biçimdedir. Bunun Kürdistan milyonları dilinde başka bir deyimi de vardır: sahip... Babahan ilişkilerin en koyusu içinde yaşayan Kürt köylülüğü, çektiği işkenceleri, kendisini benimseyecek ve koruyacak bir sahip yokluğuna atfeder. Bu durum, ikinci sonucun daha kangrenleşmiş i-fadesidir. Bugün Kürt köylülüğü son ve umutsuz bir acıyla henüz eski sahiplerinden, ağalardan bir şey beklermiş gibi görünüyor. Fakat Kürt köylülüğünün ruhunu içinden okuyanlar iyice anlarlar ki, köylülük ağalığın Kemalist devlet aygıtıyla el ele verdiğini ta benliğinde, içinde hisseder. Fakat "zor oyunu bozduğu" için, ağaya hâlâ sahip demek zorunluluğu var. Oysa "zorla güzellik olmaz". Burjuvazinin zorla dayandığı "saygı" duygusu gibi, Kürt köylülüğünün ağalığa karşı bir "itaat"i var. Fakat köylülük "saygı" göstermeye zorunlu olduğu Türk burjuvazi gibi, "itaat"ten aynlamadığı Kürt ağalığının da kendisine sahip olamayacağını biliyor. Kürt köylüsünün aradığı sahip, sevdiği ve ardından gitmek istediği kurtarıcı kılavuzdur. Kürdistan yoksul halkı öyle bir sahip arıyor ki, bu ona sahip çıksın. Yani dar zamanında yardımcı ve yol gösterici olsun. Fakat sahip olmasın, yani başına bir efendi, bir bey, bir ağa kesilmesin. Bir sözcükle, Kürdistan halkı, kendisiyle dert ortağı, kendisinden daha der-li toplu harekete yetenekli, kendisine bir lütuf olarak değil, bir kurtuluş görevi olarak yol gösterici olacak bir yoldaş arıyor. Sözcüklere bakmayın, babahanca dilde "yoldaş" sözü "sahip" şekline de girebilir, şaşılacak bir şey yok. 4- Kürdistan halkının, belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim düşünüş tarzımızdan apayrı bir "yoğurt yiyişi" vardır. Bundan ne sonuç çıkar? Kürdistan halkını karşıtlar içinde kıvranmaktan kurtararak ona "kurtarıcı kılavuz yoldaş" olacak sınıf ve örgütlerin, eğer deyim yerindeyse "Kürtçe konuşmaları" gerektiği... Yazık ki tarihöncesinden ortaçağa kadar doğal ve sosyal parçalanışlarla başkalaşmanın türlerine uğrayan insanlık, kapitalizm döneminde de, bir rejimin eşitsiz gelişimi yüzünden, ekonomik ve uluslararası olma eğilimine karşın, insan yığınları arasında, çelişkili farklılaşmayı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, mantıktan mantık-öncesine kadar uzanan bir dizi düşünüş biçimlerinde rastlayacağımız örnek ve nüansları hesaba katmaya zorunluyuz. İşte "Kürtçe konuşmak" derken, Kürdistan halkının mantığıyla, onun düşünüş diliyle anlaşmayı kastediyoruz. Yoksa yanılmak, yanıltmak tehlikelerinden kurtulunamaz. Kürdistan halkının kurtuluş müttefikliğini gören sınıf, o halka karşı kullanacağı taktikte bu özel mantığı göz önünde tutmaya her zaman zorunludur. Yukarıda bunun küçük bir örneğini de gördük: Örneğin bugünkü Kürdistan köylülüğü, kendisine bir sahip ister. Bunu işiten insan, eğer söze değil, bu sözün altında gizlenen maddi anlama dikkat etmezse şaşıp kalabilir. Nasıl olur, bütün Kürt halkının çektiği hep Kürt ya da Türk sahiplerinden değil midir? Kürt köylülüğü bu gibi zalim sahiplerden kurtulmadıkça, kendine gelebilir mi, vb.? Oysa sorun hiç de böyle telaşlara bırakmaz: Kürt fukarası sizinle Kürtçe konuşmuştur, siz onun anlamını Türkçe ya da Arapça anlıyorsunuz. Kürtçe konuşmayı iyi bilmiyorsunuz. İşte bizim Kürdistan halkında mantıksal içerikteki psikolojik özelliklerden anladığımız... Bu olumsuzluklara, Kürdistan halkı gibi bütün çalışkan köylülükte de ortak olan birçok olumlu özelliği eklemek için sayıp dökmeye gerek görüyoruz. Yalnız, bir strateji araştırmasında yer tutması gereken ve bugünkü Kürdistan yoksul halkında daha ilk bakışta göze çarpan iki noktaya işaret etmeden geçmek "Tepkiler" bölümünün daha kolay anlaşılmasında herhalde bir noksanlık bırakmak değildir. İki nokta: 1- Pervasızlık: Kürdistan halkı hayatın o kadar doğal çocuklarıdır ki, onlar için ölmek ve öldürmek en basit mücadele biçimleridir. Bütün zulüm görenler gibi şu kötü yaşamdan iyice bıkmış olan Kürdistan köylülüğüne göre, yaşamakla ölmek birbirinden pek ayırtedilmeyen iki biçim zorunluluktan başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur. 2- Rejimden yılgınlık: Kemalizmle uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı tadına konmuş olan, Kürt ağalarla Türk burjuvaları bir yana bırakılırsa, Kürdistan halkı içinde varolan sosyal ilişkilerden illahlah demeyen bir tek kişi yoktur. Orada herkes, Lenin'in deyimiyle istemiyoruz, tahammül edemiyoruz diyor. Bunun anlamı malum. Bu psikolojik girişten sonra, genel olarak Kürdistan'da varolan rejime karşı yapılan tepkileri gözden geçirelim. Yukarıdaki karakteristikten sonra, bu tepkiler üzerinde çok durmayacağız. Bunları üç kategoride görelim: 1Anarşik tepkiler, 2- Siyasal tepkiler, 3- Ayaklanmalar... Anarşik Tepkiler / Ezilen köylünün ilk tepkisi silahını alıp dağa çıkmaktır. Geçen açıklamalarımızda, Kürt köylüsünün neden ve nasıl, hattâ evini ve barkını bırakıp dağa çıktığını görmüştük. Anadolu'nun yoksul Türk köylüleri de, anarşik tepkilerinde, eşkiyalığa dökülüyorlardı. Fakat Kürdistan'daki gibi eşkiyalık gerek nicelik ve gerekse nitelik olarak Anadolu'daki eşkiyalıktan çok daha dehşetlidir. Gerçekten de bu eşkiyalıklar dönem dönem patlayan ayaklanmalarla da bağlıdırlar. Fakat İçişleri Bakanlığının sandığı gibi hiç Me yalnız "ayaklanma döküntülerinden ibaret değildir. Belki gerek ayaklanmalar ve gerekse eşkiyalık doğrudan Kemalizm+ağalık zulümlerine karşı, aynı tepkilerin türlü biçimlerinden biridir. Zulüm gören köylü, en canavarca şekillerde zalimleşmeye zorunlu bırakılır. Çeteler, yazın çoğalıp kışın azalarak büyüyüp küçülen, fakat hemen her zaman sayılan 15-20'yi geçer gezgin oluşumlardır. Örneğin okursunuz: "Diyarbakır muhabirimiz yazıyor: Savur ve Midyat bölgelerinde sürekli olarak eşkiyalıkla halkı rahatsız eden azılı eşkiyalardan Dayırboranlı Ahmet Aziz çetesi takip kollarımız tarafından sıkıştırılarak, bunlardan 18'i ölü ve 24'ü de diri olarak tutulmuşlardır. Beşiri ilçesi halkının başına bela kesilen Ramanlı Abdullah 15 kadar yandaşıyla jandarmalarımızın takibinden kurtulamamış ve çatışmada 1 çete tamamen yokedilmiştir." Kürt çeteleri Kürdistan içlerindeki etkinlikleriyle kalmazlar. Bu etkinliklerini ta orta Anadolu'ya kadar genişletirler. Bir örnek: "Çorum 11 (Özel)- Çorum!un bazı ilçelerinde, tahminen Sungurlu bölgesinde yollar tehlikeli bir durum almaya başladı. (Sonra jandarmasız yola çıkan bir fen memurunun acıklı hali anlatılır.) Cevad bey bir arabayla Ilgın karakoluna 4 km. mesafedeki dere içine gelince 5-6 kişi meydana çıkarak kendisini durdurmuşlardır. Çevrede tek tu'k adamlar görülmesinden eşkiyaların 15 kişi kadar olduğu anlaşılmaktaydı, Haydutlar arabacı, yol çavuşu ve fen memurlarının tamamen eşyasını aldıktan sonra Kürtçe bir şeyler konuşarak 2 ormanlığa kaçmışlardır." Unutmayalım ki bu Sungurlu Doğu illerinden üç dört il öte bir yer. Ankara ilinin hemen sınırı üzerinde. Kemalizm, olayın Ankara'ya kaç saatlik mesafede geçtiğini bizden iyi bilir. Çetelere karşı hükümetin aldığı iki önlem vardır: 1- Hileyle faka bastırmak, 2- Tarama yöntemi... 1- Hile: Örneğin birkaç ilde birden eşkiyaların affedildiğine, teslim olurlarsa bir daha yapmamak üzere ceza görmeyeceklerine ilişkin gizli açık ilanlar yapılır. Fakat bu ilanların gazetelere yansıtılışı şöyledir: "Teslim olmaya davet edilen eşkiyalar... Muş, Erzurum, Beyazıt, Van illeri bölgelerinde soygunculuk ve eşkiyalık yapan 58 eşkiyanın 20 Temmuz 1931 tarihinden itibaren bir daha yapmama koşuluyla hükümete teslim olmadıkları taktirde eşkiya ilan edilecekleri İçişleri Bakanlığının emri üzerine ilân 3 edilmiştir." Kazara köyüne inenlerin başına geleni bugün Doğu illerinde bilmeyen azdır. 2- Tarama: Bütün il kaymakamları ve jandarma güçleri, gezici alaylarla el ele vererek köy köy, yaka yıka işkence ve dayakla eşkiya tararlar: "Muş (özel)Yeni valimiz Mithat Bey, burada asayiş ve inzibatın yükümlülüğünü sağlamak için büyük bir gayret sarf etmektedir. Dokuz ilçenin kaymakam ve jandarma komutanlarının da katıldığı takip müfrezeleri bir anda 1. Cumhuriyet, 4.12.1930. 2- Cumhuriyet, 16.8.1931. 3- Cumhuriyet, 1.S.1931. tarama hilesine başlamışlar ya da kısa bir zaman içinde Bitlis, Malazgirt, Çapakçur, Suluhan ve çevresinde ölü ve diri olarak 21 eşkiya 4 yakalamışlardır." Bu gibi taramalar çok kere Kürdün sürekli ormanda saklı bulundurduğu silahını da almak için iyi bir olanaktır. Eşkiyaların takipleri arkasından güya eşkiyalığın kökü böyle kazınırmış gibi silahları toplama gelir: "Diyarbakır muhabirimizden: Bu üç ilçede halk, eskiden kendilerini eşkiyadan korumak için silah sağlamak ve kullanmak zorundaydılar. Bu başarılar (eşkiyaların tutulması) yüzerine, halk ellerinde bulunan silahları takip müfrezelerine 5 teslim etmektedir." Bununla birlikte öyle bölgeler vardır ki, Kemalizm orada aşiret sisteminin kendi yönetsel örgütü yerine geçmiş olmasına pişkince aldırmaz. O zaman aşiret başkanlarının çapulculuk örgütünü de hoş görmeye zorunlu olur, örneğin: "Doğu illerinde inceleme gezisi yapmakta olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Çemişgezek'i gezerken kasabayı pek geri bir halde bulmuş, nedenini sormuştur. Kendisine bunun nedeninin Dersim eşkıyaları tarafından yapılan saldırılar olduğu anlatılmıştır. Dağlarda yaşayan Dersim haydutları kasaba halkının başına bela kesilmişlerdir. Dersim'de eşkiyalık yeni bir şey değildir. Çok eski zamanlardan beri sürüp gelmektedir. Fakat bu kezki inceleme, bunlara karşı kesin önlemler almanın gereğini bir daha anlatmış, bu konuda 6 gereken kararlar verilmiştir." Fakat bu "kesin önlemler" on yıldan fazla süren Kemalist rejimde alınamadığına göre, ondan sonrası için de alınamaz. Çünkü Kürdistan'da ağaları aşiret sistemleri halinde egemen kılmak ve aşiret karşıtlıklarından yararlanarak Kürdistan'a egemen olabilmek gereklidir. Çetelerin ele geçmesinde en çok yardımı olanlar, Kürdistan'ın yerlisi olarak jandarmalar ve milis örgütüyle bunların köylerde bağlı oldukları ağalar, ağa adamlarıdır. Sonunda kuşkulu köy halkını zincirlemecesine müfrezelerin peşine takıp canları çıkıncaya kadar dağdan dağa sürünmek vb. gibi yöntemleri tekrarlamaya gerek yok... Şu halde çeteyi tutturan ihbar ve işkenceler aracılığıyla yine ihbarlardır. Örnek: "Haydutlar bu ayın dördüncü gecesi Nemrut dağı çevresinde yol kesip kapatmak, sonra da yolcuları soymak girişiminde bulunmuşlardı. Fakat eşkiyaların bu kötü amaçları haber alınır alınmaz üzerlerine bir müfreze yollanmıştır. İkinci olay: Eşkiyaların gece şehrimiz çevresindeki bir köye geldikleri jandarma karakol komutanı Abdülkadir çavuş tarafından 4. Son Posta, 4.2.1933. 5. Cumhuriyet, 4.12.1930. 6. Cumhuriyet, 17.11.1931. 7 haber alınmış ve merkeze bilgi verilmiştir."' Bu konu daha çok uzatılabilirdi. Siyasi Tepkiler Kürt köylülüğünün maddi ve manevi durumunu gördük: En koyu ba-bahan ilişkiler içinde boğulan, en karanlık cahillikle yolunu göremez durumundadır. Kürdistan aydınları sinmiş ve susmuş için için titriyor, o da mehdi bekliyor. Kürdistan'da varolan tarım işçisi genel olarak köylülük içinde önemli bir nicelik ve nitelik oluşturuyor. Fakat köylülükle olan organik bağı bu zümrenin henüz bağımsız ve geniş bir örgüt ve hareketini olanaksız bırakıyor. Doğu illerindeki genel olarak sanayi işçisi, küçük yani kalabalık bireyleri olmayan fabrikalarla el imalathaneleri hakkındaki demirli demirsiz nakliye araçları işçisidir. Bu dağınık ve her türlü örgütten yoksun işçi sınıfı içinde de henüz Kürdistan'a özgü bir hareket, hele siyaset belirmiş değildir. Bu bakımdan Doğu illerinde siyaset derecesinde yükselmiş herhangi bir oluşum ve hareket ancak üst sınıflara ve Kemaliz-me karşı kalabilmiş olan eski egemen sınıflara özgü olacağı gibi mantıksal bir sonuca varmamak olanaklı değildir. Onun için son zamanlara kadar Kürdistan'da gelmiş geçmiş bütün siyasal örgüt ve faaliyetlerin ruhu Kemalizmle henüz uzlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin ideolojisi olmuştur. Sınıf ilişkileri bakımından, Kürdistan'da olan siyasal tepkiler içinde diğer zümrelerden de hoşnutsuz unsurlar yok değildir. Fakat biz unsurları değil, bir hareketin sınıfsal yönünü kastediyoruz. Fakat Kürdistan siyasal hareketleri arasında, mutlak olarak Kemalizmle uzlaşmamış bir kısım büyük bey ve ağalanndan başka sırjıf ve zümreleri kabul etmemek, olayları oldukları gibi görmemek olur. Nitekim Kürdistan hakkındaki siyasal hareketlere büyük bey ve ağalardan başka iki önemli ve dikkate değer sınıf ve zümre daha karışmıştır: 1- Kürt aydınları, 2- Küçük soylular. Kapitalist, fabrikasını işletmek için teorik memurlar, pratik usta başları nasıl kullanıyorsa, denilebilir ki Kürdistan davası çevresinde kopan gürültülerde de büyük ve kalın Kürt ağalan, Kürt aydmlarıyla küçük soyluları sağ ve sol eli gibi kullanır. Ağalar, düşünen unsur olarak aydınlan ve yapan unsur olarak bu küçük soyluları kullanıyor. Fakat madem ki her siyasi hareket son zamanlara kadar zorunlu olarak Kemalizmle uzlaşmamış "muhalif" Kürdistan ağalığının egemenliği altında oldu, şu halde: 1- Bu hareket kaderince emperyalizmin aleti oldu; 7. Son Posta, 21.8.1932. 2- Bu hareket, yukarıda söylediğimiz anarşik tepkiler, yani çeteler kadar bile olsun çalışkan yoksul köylülüğe yakın ve layık olamadı. Emperyalizmin kucağına düşmek ve yoksul Kürt köylülüğünden uzaklaşmak... îşte Kürdistan'ın en son siyasal tarihçesinde adı duyulmuş bütün siyasal örgütlerin içeriği bu oldu. Bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasal örgüte örnek, Şeyh Sait ayaklanmalarından sonra, Güney sınırları çevresinde oluşan "Hoybon" (Kürdistan Kürt Muhipleri Cemiyeti) dir. Mütareke yıllannda Hürriyet ve İtilaf karşı-devrimcilerinin kurduklan İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi bir şey. Bu cemiyetin başında hep eski hanedan ve paşa oğulları var. Ta mütareke yıllarında, sultanın parmağıyla ve yedi sekiz Kürt süvarisiyle bir Kürdistan yapmak için dünyayı emrine amade sanan Bedirhaniler ve Cemilpaşazadelerin adı, bugün de Kürt Muhipleri Cemiyeti'nin başındadır. Onun için bu Cemiyet İngiliz, İtalyan, Fransız emperyalizmlerinden başka, yüzellilikler, hanedan gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun arük gülünç bir iskeletinden başka hiçbir şey olmayan döküntüleriyle, Kürt-Çerkez Cemiyeti, Ermeni Taşnak Cemiyeti gibi hedefi büsbütün belirsizleşmeye yüz tutmuş ve mihverini kaybetmiş oluşumlarla düşüp kalkmakla zaman geçiriyor. "Kiminle düşüp kalktığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!" Hoybon cemiyetinin de el birliği ve söz birliği etmek istediği sistem, zümre ve örgütlere bakılınca, içyüzünde onlardan hiç de farklı olmayan, yani bugün dünyada kurulan değil, ölen bir düzenin, devrimin değil karşı-devrimin yoluna girmiş bir örgüttür. Hoybon cemiyetinin amacı geçmiş olunca, Kürdistan geleceğinde bu hedefle hiçbir şey yapamayacaktır. Çünkü ezilen Kürdistan halkının kurtuluş hedefi ister istemez geçmişte değil, gelecektedir. Bağımsızlık Kürdistan için ancak bir gelecek sorunudur. Kürdistan köylülüğünün gözü ister istemez geriden ayrılıyor, ileriye yöneliyor. Bunu anlamayanlann, bu ezilen halk yığınları üstünde onlann her gün biraz daha zayıflayan saygınlıklarını ve boş inançlannı kamçılayarak fırtınalar koparması, bu yığınları Türk militarizmine boş yere kırdırmaktan başka bir sonuç bulmaları olanağryoktur. Böyle bir sonuçsa hanzade ve paşazadelere emperyalizm tarafından maddi bir iltifat ve hâlâ kendileri için ölenler var kariısıyla manevi bir hoş kuruntu vermekten başka neye yarar? Kürdistan'a ne kazandırır? Muhalif büyük ağalığın örgütü içeriğinden henüz sıynlamamış olan Hoybon cemiyeti yukanda işaret ettiğimiz iki tür sapıklığıyla köksüz ve çiçeksiz bir kütük, iki bacağından olmuş bir kötürüm durumuna düşmüştür. 1- Emperyalizmle ve genel olarak dünya gericiliğiyle biricik cephe yapmıştır. 2- Genel olarak Kürdistan yoksul halkından ve özel olarak Kürt köylülüğünden kopmuştur. 1- Emperyalizmle el ele verme: Yukarıda açıkladık. Hoyboncular özellikle üç büyük sömürgeci galip emperyalizmle sıkı fıkıdırlar: İngiltere-Fransa-İtalya... Bu üç devlet arasında ismi açıkça en az geçmiş olan, belki hiç geçmemiş olan İtalya'dır. Türkiye ile görünüşte ve işine geldiği oranda dost geçinen faşist emperyalizm daima en gizli şekilde saman altından su yürütüyor. Gerçekte Afrika'daki rekabetinden kurtulmak isteyen Fransa'nın önünde Mussolini İtalyası, kendisine çoktan beri yeni ufuklar arıyor ve Kemalizmin rüyasında bile görmediği yöntemlerle el altından türlü Kürt ağalarına çok sevdikleri madeni liretleri sayıyor. Son zamanlarda güya Fransa tarafından, İtalya'ya, Suriye'ye sınırsız Anadolu bölgelerinin peşkeş çekilmesi ve "buyurun" denilmesi... Hiç de bir yanlı, yani İtalyan emperyalizminin "teklif ediyorlar, ama ben istemiyorum" demeye getirdiği, kendi bilgisi ve arzusu dışında olmuş olaylar değildir. Anadolu ovalan üstündeki emperyalist düşünceler, genel olarak emperyalizmin tüm yarı-sömürgelerde çevirdiği kombinezonlar, manevralardan ibarettir. Emperyalizmin başını kaşındıran bir şey varsa, o da Kürdistan'ın Trablusgarp'daki Sudan çölüne değil, Ermenistan gibi bir Bolşevik ülkesine sınırı bulunuşudur. Yoksa, çoktan Birinci Genel Müfettişliğin makamında bir İtalyan "genel valisi"ni görürdük... İngiliz ve Fransız emperyalizmleri, şimdilik olsun Kürdistan'daki siyasal ajitasyonlan, ufak tefek "stratejik" savaş hileleri biçiminde kullanmakta yetinir görünüyorlar. Onların düşündükleri, Kürdistan'ı Kemalizmin ödünü patlatacak şekilde ellerinde bir koz gibi tutmak ve kendi yönetimlerinde serkeşleşen eski sömürgeleri içinde de aynı Kürdistan'ı bir statüko etkeni gibi kullanmaktır. Örnek: İngiltere: Son zamanda Hoybon cemiyetini altüst eden sorunlar arasında, Türk gazetelerine kadar yansıyan bir İngiliz generali de var. "Geçen sene Dick isminde bir İngiliz generali Mısır'da Bedirhanilerden Süreyya'ya büyük bir para vermiştir. Bu parayla Hoybon Cemiyeti türlü ülkelerde gizli örgüt yapacak..." "Geçen yıl Dick adında bir İngiliz generali, Hoybon cemiyetine önemli bir miktar para yardımında bulunmuştur."* Hiç kuşkusuz bu İngiliz generali Hoybon'a babasının hayrı ya da Kürtlüğü sevdiği için para vermez. Hele böyle "önemli bir para", "büyük bir para"yı "bağış" yapabilecek olan İngiltere'de kişiler değil, ancak Entel8. Son Posta, 16.1.1933, 20.1.1933. licens servisi olabilir. İngiliz emperyalizmi bu "yardım'ı neden yapar? Dikkat ettiysek, yukarıda bu paranın hedefi yalnız Türkiye'de değil, "türlü ülkelerde gizli örgüt" yapmaktır. Bu türlü ülkeler içinde hiç kuşkusuz başta Türkiye de var. Fakat Türkiye'den başkaları da var, entelijans servisi parasını o kadar sınırlı işlere terk etmez. Kürdistan'ın bir Doğu Balkanları oluşturduğunu yukarıda anlatmıştık. Yani Kürtlük yalnız Türkiye'de değil; bütün Türkiye ile doğu ve güney sınırlan olan devletler içinde de az çok kalabalık fakat şimdiye kadar sesi çıkmamış bir mazlum azınlıktır. İşte İngiliz emperyalizmi, satın almak istediği herhangi siyasal bir Kürt örgütünü bütün bu cephelerde gereğinde Türklere, gereğinde diğer devletlere karşı kullanmayı düşünür. 1930'da başlayıp 1933'lere kadar süren Irak'taki Şeyh Mahmut sorunu, siyasal bir Kürt davasının Irak'a karşı İngiliz emperyalizmince tutulmuş bir biçiminden başka bir şey değildir. Örneğin 2.12.1930'da Kerkük gazetesi, Şeyh Mahmud'un 1927 saldırısına karşın: "Kürdistan da halkı isyana davet etmesi ve tahrike çalışması üzerine, A, B fırkasının gönderildiğini yazan Kürtler, Irak hükümetinin teklif ettiği yeni seçimlere katılmayacaklarını ve Sevr anlaşmasında olduğu gibi kendilerine özerklik verilmesini istediklerini 9 bildirmişlerdir." 25.5.1931 tarihli gazetelerde şu haberleri okuyoruz: 1- Şeyh Mahmut: Bir İngiliz uçağıyla Fırat kıyılarında kuracağı sürgün yerine nakledilmekle yetinilir. 2- "Asi Kürtlere el altından yardım eden Irak ordusu askeri danışmanlarından bir İngiliz binbaşısı Süleymaniye'de tutuklanmıştır. Harekâtı İngilizler yönettiklerinden kendi hesaplarına hareket eden şeyhi 10 yakalamak istemediler." 12.1.1933. Güçlü Barzan çeteleri Serkeser'e saldırmış vb... Bu, İngilizlerin Irak'a karşı Kürtlüğü tokuşturmasıdır. 7.9.1932'de Kürt "eşkiya"lan bir tüccar kervanıyla birlikte 20 arabalı bir kervana daha saldırmışlar. "Amerika'nın Tahran ve Kudüs konsolos-larıyla diğer bir Amerikalıya kurtuluş fidyesi alma amacıyla el koymuşlarsa da bir müddet sonra hepsini serbest bırakmışlardır." İşte Hoybonculann İngiliz emperyalizmiyle ittifakı bu açıdan, yani Kürt halkını ne kendisine ne de başkasına hayır ve huzur vermeksizin sürekli olarak kırdırmak için emperyalizme peşkeş çekmek açısından görülebilir. Fransa: İngiltere için Irak neyse, Fransa için de Suriye odur. Onun için bağımsızlık hevesine düşenleri ve Arap ulusalcılannı ikide birde ürkütmek için Hoybonculardan yararlanmasını biliyor. Örneğin Ağn dağı ayaklanmasından sonra Şam hükümeti, Şam'da oturmaya memur ettiği Kürtle9. Cumhuriyet, 9.12.1932. 10. 4:5.1931. ri serbest bırakıyor. O zaman belediye meclisi üyelerinden Ömer Semdin, Saadet, Haçoramin, Celadet, Kadri, Cemil Paşazadelerin Hoybon Cemiyetinin çağrılı olduğu bir ziyafet ve yemek: "Ziyafette birçok Kürt bulunmuştur. Kürtlerle Suriyelilerin pek eski ilişkileri olduğundan, Kürdistan 11 düşüncelerinden söz ederek söylevler çekilmiştir." Bu ziyafet ve Söylevler, Ağrı dağında başarılı olmamakla birlikte az kafa tutar gibi olan, Türkiye'yi borçlar sorununda yola getirmeye yeterli gelecek derecede ürküten Hoybonculara platonik bir tatmindi. Bu Türklere karşı Fransa... Fakat Suriye'ye karşı Fransa da aynı Kürtlük siyasetini "koç başı" gibi kullanır. Örneğin, yukarıdaki tarihten iki yıl kadar sonra, işi azıtmak isteyen " Vatanilere karşı, hemen hemen aynı addaki Hoyboncuların şu yeni girişimini okuruz: "Adana (Özel)- Kader Bey, Haço Ağa ve Cemil paşazadelerdir. Şam'da oturanlar birkaç kişi ve bazı Süryaniler ve Ermeniler, geçenlerde Şam'da toplanarak bazı Bedirhanilerin de katılımıyla kendi aralarında uzun uzadıya inceleme ve tartışmada bulunmuşlar ve sonuçta şu kararı vermişlerdir: Suriye'den tamamen ayrı, bağımsız bir Elcezire hükümeti kurmak. Fakat bu karardan haberdar olan Şam hükümeti durumu Fransa komiserine bildirdiği için (mahkeme, ceza falan gelecek sanmayın!) bu adamlar birer ikişer toplanılmış ve Cemil paşazade Ekremle Bedirhaniler polis gözetimine alınarak, diğerleri de (artık işleri bittiği için olacak) geldikleri 11 yerlere sürülmüştür." 2- Kitleden kopmak: Hoybon ki, bugün Türkiye'deki Kürdistan'm bağımsızlığını hedef bilen bir cemiyettir. Oysa Kürdistan halkı bu cemiyetin adını bile yeni yeni duyuyor. Çünkü Hoyboncular Kürdistan'm halkıyla ve halkı için değil, Kürt beyleriyle ve türlü ağalarıyla temas ederler. Onların amaçlan Kemalizmi kaldırıp, onun iskemlesine Bedirhani-leri oturtmak, Türk burjuvazisinin soygunu yerine Kürt ve emperyalist burjuvazileriyle Kürt ağalığının soygununu geçirtmektir. Bu düşünce Hoyboncuları hattâ ara sıra kışkırttıkları ayaklanma hareketlerine karşın, Kürdistan halkı içinde bir örgüt ve propaganda varlığı durumunda tutunabilmekten menetmektedir. Genellikle Hoybonculuk kaçakçı sınırlan üzerinde kalıyor. Sık sık gazete sütunlannda görülen haberler bunlar: Türk Sözü gazetesinden naklediyoruz: "Halep'te çıkan El Müşyan gazetesi Halep'te Türkiye aleyhinde gizli bir dernek olduğuna ve sınırlarda ayaklanma çıkartmak istediklerine ilişkin önemli bir haber yayınlayarak Türkiye Cumhuriyetinin ve Fransa yönetiminin dikkatini çekmiştir. Gerçekten de Halep'te gizli bir dernek vardır. Ve bunlar her fırsattan yararlanmaktadırlar. 11. Cumhuriyet, 12.4.1931. .12. Cumhuriyet, 2.1.1932. : Sınırlardan sürekli Türkiye Cumhuriyeti aley-hine karışıklıklar çıkarmaya 13 çalışmaktadırlar." Fakat kazara Türkiye sınırlan içine sokulup da orada herhangi bir örgüt kurma girişiminde bulundular mı, ya Kemalizmle kuşkulu uzlaşmalara girişmeye kalkışarak kendi kendilerini batınrlar, ya da suyun üstünde yüzen zeytinyağı gibi, Kürdistan yoksul halkının dışında kalarak Kemalizmin gülünç oyuncağı haline gelirler. 1930 yılının son ay-lannda Şeyh Said'in oğlu Selahattin'in başına gelen böyle dipsiz maceralardan biridir. Irak'ta General Hamilton'un sağladığı 3 bin lira ücretle Bağdat Harbiye Okulu'nda eğitimini bitirmek üzere olan Selahattin, orada yüzellilikler ve Kürt Muhipler Cemiyeti ile tanışıp anlaştıktan sonra Hınıs'a geliyor. Ya da gazetelerin dediği gibi "Genel aftan yararlanarak Türkiye'ye dönmeye ve burada faaliyete geçmeye karar veriyor." Hinis'da "bir süre gizlenerek yerel bazı reislerle temas sağlamaya çalışmıştır. Bunlardan yüz görmeyince Selahattin Erzurum'a geçm\ çarelerini araştırır..." Örgüt için gelen Hoyboncunun temas ettiği insanlar "yerel bazı reisler", yani Hoyboncuların "muhalif" bildikleri ağalıktır. Fakat bu ağalığın çoğu çoktan Kemalizmle statükoya razı olmuşlardır. Yeni maceralara atılmaya hiç niyetli değildirler. Yoksul Kürt köylülüğünü Kemalizm olmaksızın kolay kolay soymanın bugün güçleştiğini anlamışlardır. Onlar Kemalizmin, Kemalizm onların olmak üzeredir. Tabii Hoyboncu bu adamlardan "yüz göre^mez. Fakat Hoyboncu dayanmak istediği ağalıktan yalnız yüz bulmamakla kalmaz, daha başka şeyler de bulur. Yani ağalık Hoyboncuya yalnız "defol" demez. Usulüyle baştan savarken yavaşça "kaymikayim"i de işten haberdar eder. Ağanın Kemalizm için bir adı da "muhbir-i sadık"tır. O zaman Kemalizm, pençesi içine sıkıştırdığı yeni avını bir daha kaçırmayacağından emin bir tavırla izler. Ve bir faka bastırmak için bahaneler hazırlar. Selahattin için gazeteler şöyle yazıyordu: "Hükümet bir süreden beri hainlerin hareketine vakıf olduğundan kendilerini haberleri olmadan gözetim altında tutuyordu..." Sorun açıktır: Türk polisi eski Doğu ili milletvekillerinden, yeni burjuvalaşmış Kemalizm uşaklarından birini, bizim açıkgöz Hoyboncunun yanına bir "devrim" hareketi yardımcısı olarak "refakat" ettirir. Yedisi yuvarlak, yedisi uzun biçimde üstlerinde hançerli bir el bulunan 14 tane "Güney Kürdistan Cemiyeti" mührü kazılır. Şimdi mühürler hazır. Şu halde bunlar bunlar bulundu: Nasrettin Hocanın yöntemiyle isyana "üç nalla bir at kaldı". Sonuç Hoyboncu Ankara'da şu kadar yıla mahkûm! Kemalizm onu asmak yoluyla durdurabiHrl3. Cumhuriyet, 26.10.1931. di. Fakat ne olur ne olmaz bir gün belki gerekir diye saklıyordu. Artık a-radan yıllar geçer, bir daha bir Hoyboncu'ya Kürdistan içlerinde rastlanılmaz. Bunun başka türlü olmasına da sınıfça olanak yoktur. Çünkü Hoybon Cemiyeti Kürt ağalığına ve beyliğine dayanırdı. Oysa Kürdistan ağalığı, sınıf olarak Türk burjuvazisiyle az çok sürekli bir uzlaşmaya gitmiştir: İki taraf da birbirine dokunmayacak ve birlikte yoksul Kürdistan halkını soyacaklar! Bununla birlikte bu demek değildir ki, Hoyboncular içinde mutlaka Kürtlük davasında içten, yani Kürdistan halkı için düşünür tek bir kimse bile yoktur. Zaten biz bireylerden değil, genel olarak bu siyasal örgüt içindeki sınıfları ele alarak, o sınıf çıkarlarına göre, o örgütün açılımına değinmiştik; bununla birlikte değinirken gördük ki Hoyboncular içinde şimdiye kadar egemen rolünde kalan eski muhalif Kürt ağalığı olduğu halde, fiilen yine son zamanlara kadar, bu rolü tutanların bir düşünen, bir de yapan iki unsuru vardır: 1- Kürdistan aydınları, 2- Küçük soylular. Büyük muhalif Kürt ağalığı davasında kolayca ve hemen başarılı olsaydı, belki bu iki unsuru az çok tatmin eder ve onlarla herhangi bir uzlaşma ve anlaşma yapabilirdi. Fakat başarısızlık sürdükçe, bu üç sınıf ve zümre arasında sürtünme ve çatışmaların başlamaması olanağı yoktu. Nitekim bu konuda, gene en kesin malzeme bulunmadığı için, yalnız burjuva basınından sızan haberlere bakılırsa, son zamanda Hoyboncular içinde bu çatışmalar belki de sözü edildiği gibi yalnız üstünkörü bahanelerle patlak veren bilinçaltısal biçimlerde başlamıştır bile. Sorun İngiliz generali Dick'in verdiği paralardan çıkıyor güya... Fakat bunun çıktığı doğru bile olsa sorunun bu olmadığını az çok siyasal örgüt mücadeleleriyle teması olanlar bilir. 1932 yılı temmuzlarında Hoyboncular içinde bir tür aşırılar hiddetinin doğduğunu Kemalist basında okuruz. Aynı gazetede halktan toplanan parayı Haço ağa yediği için "kızılca kıyamet kopmuştur. Özellikle aşiret halkı arasında hemen bir heyecan başgöstermiş, hattâ Haço'yu ve avanesini parçalamak amacıyla gösteriler 14 düzenlemişlerdir.." Bundan altı ay kadar sonra gazetelerde "Türkiye hakkında çok bozguncu amaçlarla kurulan Hoybon Cemiyeti dağılmak üzeredir" diye verilen haberlerde "güvenilir kaynaklardan verilen bilgiye göre, Suriye'de bulunan bir kısım Hoybonlular Ankara'ya başvurarak aflarını ve Türkiye'ye kabullerini 15 istemişlerdir." biçiminde hiziplerinin tam tereddüte kadar varabildiği işa14. Son Posta, 18.8.1932. 15. Son Posta, 16.1.1933. reüer de vardı. Nitekim Bedirhani Celadet o tarihlerde yapılan bir toplantıda kendisini suçlayan bir Cemil paşazade ile Haço ağayı "Türkiye hesabına bağımsız Kürt hareketlerini baltalamakla suçlamıştır" der. Bu karşılıklı suçlamaların sözlerine değil, çarpışan zümre eğilimlerine bakılırsa, "bağımsız Kürt hareketi"ni Türkiye'ye satabilecek sınıfı, Haço ağa değil, onun efendisi makamında olan Bedirhanilerin temsil etmesinden doğal bir şey yoktur. Nitekim aynı toplantıda Haşlak Haço ağanın (Bedirhanilerin hizmetçisi konumundan gelmedir) kendi "aşağı" zümresine özgü olan sesini şöyle haykırırken tanıyoruz: "Zaman zaman bağımsız bir Kürt hükümeti kurmak için yapılan bu toplantılar, işte bu zevatın (Bedirhaniler ve avenesinin) keselerini doldurmak için bir tuzak biçimini alıyor. Öğreniniz ve 16 biliniz!" Biz Bedirhanilerdense, Haço'ya daha çok inanıyoruz. Ayaklanmalar Ayaklanma, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zorunlu gereksinimi ve her günkü işidir. Yalnız bu kez geçenki pratik ara sıra daha geniş ve daha siyasal bir biçimde alevlenir; o zaman... tam o zaman da değil ya, bu alevlenişin Avrupa basınında yazıldığı "mızrağın çuvala giremez" hale geldiği zaman, bizim "lahana yaprakları" da, "ayaklanma varmış" diye buram buram açılmaya başlarlar. Ve biz de ayaklanma varmış deriz. Bir burjuva yazarı gözdağı verme sırasında Kürdistan'daki sürekli ayaklanmayı ateşe tapar kazanına, kaynayan bir "kazan"a ve bizim "ayaklanma" dediğimizi de bu kazanın "taşmasına" benzetiyordu: "Ararat'ın çevresinde Kürtler ayaklanmış, iran'da bir takım Kürt çeteleri isyan dalgaları halinde bizim tarafa akmış! "Bunu işittiğimiz zaman -ben- ne hayret ettim, ne telaş: Çünkü oralarda isyan ruhu ateşe tapar ocağına konulmuş kazan gibi sürekli kaynar. "Demek oluyor ki, bu kez birkaç zehirli soluk, ateşi fazla alevlendirmiş, birkaç hain parmağı bunları fazlasıyla kışkırtmış ve ezeli isyan kazanı taşmışı." Ve aynı yazı dizisinin sonları şu satırlarla bitiriyor: "Ayaklanma çıkarılan bölgelerin durumunu bilenlerin hayret ettikleri şey, ayaklanmanın 17 alevlenmesi değil, bu kadar hızla bastırılmasıdır." Kendi istediği sonuçları çıkartmak için de olsa bu burjuva yazarının yaptığı bu gözlem "aslına mutabık"tır. Kürdistan'da ayaklanmanın olması değil, ayaklanma oldu denmesi, hele o ayaklanmaların kökünden kazındığı 16. Son Posta, 20.1.1933 17. Yusuf MaZhar: a.g.y., Cumhuriyet. nın söylenmesi şaşılacak şeylerdendir. Ama biz yine "normal" ayaklanmalar hakkında iki sözcük söyleyelim... Her günkü ayaklanma pratiklerini saymayalım. Cumhuriyet burjuvazisinin iktidara ulaştığı tarihten beri, Doğu illerinde iki geniş siyasal ayaklanma hareketi oldu. Bütün ayaklanmalar gibi, bu iki ayaklanmanın da "motor"u, aynı yoksul Kürdistan halkı oldu. Fakat bu motor her iki ayaklanmada da kendi hesabına işlemediği, başkalarının hesabına işletildiği için iki ayaklanmanın anlamı ve yönü a-yaklanmayı yöneten sınıfların durum ve çıkarlarına göre başka başka oldu. Birincisine Şeyh Sait, diğerine Ağrı dağı ayaklanması denildi. Bütün bu ayaklanmaların ortak bir nitelikleri vardır: salgınlıkları... Bir başladılar mı enfes bir hızla, varolan temel devlet aygıtlarını panik derecesinde bozguna uğratarak çorap söküğü gibi yayılmaları... Bu nitelik Kürdistan halkının niteliği, Kürt köylülüğünün zulüm karşısında patlak vermek için fırsat kollayan ve her gün biraz daha keskinleşen devrimciliğidir. Halkın bu eğilimini Kemalist devlet aygıtı o kadar iyi bilir ve bu eğilimin çığ gibi yuvarlanışından o derece yılgındır ki, ayaklanma hareketi ortalığa yıldırım hızıyla yayılan bir söylenti halinde dolaşırken, bir kasabaya gelen 40 mavzer ya da beşliyle silahlı Kürt çetesi, bu kasabada varolan bütün köy halkını çevresine toplayabildiği gibi, mitralyöz ve hattâ topu olan bir tabur askerle, makineli tüfekli tüm jandarma güçlerini ufak bir çarpışmaya gerek bırakmadan silahlarını atıp kaçmaya mecbur bırakabilir. Kürt ayaklanmalarında, hiç umulmadık bir hızla birkaç şehrin bir günde zaptedilive-rişi, daima bu ayaklanmada ezilen halkın tepkisindeki özelliklerle açıklanabilir. Bunda pek de anlaşılmayacak bir şey yoktur. Leninizm daha 30-35 yıl önce soyguncu devlet aygıtlarının "zulüm" ektikleri yerde "kin biçmek"e hazır olmalarını söylerken tarihsel maddeciliğin yüzyıllarca çağırdığı şarkıyı bize bir daha çevirmekten başka bir şey yapmıyordu. Nitekim Türk burjuvazisi bile bu gerçeği anlamış görünüyor. Yalnız daha edebiyatlı bir dille suçu üstüne alınmıyor ve "geçmiş"e yüklüyor. "Vaktiyle ekilen fırtına tohumları bugün bize yıldırımlar biçtiriyor. Bunlar 18 geçmişin günahlarıdır," Bununla birlikte bir daha unutmayalım: Motor başkaları için işledi. Onun için nasıl işlendiğini gayet kısaca hatırlayalım. 1- Şeyh Sait Ayaklanması: Ruhani ağalığın yönetiminde ve Şeyh "Sait" ideolojisi altında patlak verdi. Fakat Doğu illerinin meslek-siz+hizmetkâr+ameliye+miriyvo yığınlarının o müthiş zaptolunmaz çığı, 18. Şükrü Kaya: Meclis demeci, 26.6.1932. hemen bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarıda söz etmiştik: Şeyh Sait ayak-ianması birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan ruhani ağalıkla fani ağalığın arasını daha belli bir şekilde açmaktan, sonra fani ağalığın Kema-lizmle el ele vererek ruhani ağalığa karşı son bir darbe indirmek istemesinden başka bir sonuca varmadı. Hattâ öznel iddiaları bir yana bırakır da, nesnel durumu gözönüne alırsak, Şeyh Sait ayaklanması herşeyden önce fani ağalığın ruhani ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait ile birlikte ayaklanma sorunu çevresinde konuşan ve ayaklanmanın merkez komitesi rolünü oynayacak olan diğer üç beylikten ikisi, Şeyh Sait'ten ayrılır ayrılmaz, herşeyi Kemalizme haber verirler ve bu ihbarı yapanlar ruhani değil fani ağalardır. Kürdistan ayaklanmalarının eğer salgın halinde hemen yayılışı, su gibi akıcılığı ve biraz da tahripkârlığı ezilen halkın özelliğiyse, bu ayaklanmaların çarçabuk "teslim" oluşu, bozgunu ve bir hayli de anarşikliği kancık ruhlu ağalığın ezeli orostopolluğundan ileri gelir. Şeyh Sait ayaklanmasında halk hareketi, şeyh ve seyitlerin ne bir harekelini ne bir işaretini ve tabii ne de belirli bir yönetimini beklemeden tam kendiliğinden patladı. Ve şeyhler, seyitlerle birlikte bir kısım yandaş fani ağalan da, fakat hepsini de başka başka yönlerde, birer saman çöpüne yakın teslimiyetle aldı ve bir deli sel gibi peşinden sürükleyip götürdü. Fakat ayaklanmacılar içinde ne kadar sınıf ve zümre ayaklandıysa, o kadar da istek ve tutku kalkıştı. Bu eğilimler içinde mülk sahipleriyle mesleksizler arasındaki kadar derin ve uçurumlu çelişkilerle ayrılmış olanlar vardı. Ortak hoşnutsuzluk bütün karşıt eğilimleri zembereklerinden bir kere boşalttıktan sonra, bu eğilimleri hemen birbirlerine düşürmesi kadar doğal bir şey yoktu. Hele ayaklanma hareketi içinde en ufak bir sınıf disiplinini ve bilincini temsil eden güdücü örgüt çekirdeğinin bulunmayışı, ruhani ağalığın manevi nüfuz taslağına hemen dizginleri elinden kaçırtmak zorunluluğunu dayattı. O zaman köyde ruhani ve fani ağalık, şehirde de küçük ve büyük burjuvalık, dalgalanıp gelen mülksüzler ve dünyada hasın olmayanlar tufanı önünde kalakaldı. Ezilen halkın kendi içinden doğmuş bir sınıf örgütüne sahip olmayışı tahripkârlığına zemin hazırlıyor, fakat başta çapulcu ağalığın anarşik zihniyeti, güçleri büsbütün dağıtarak büsbütün talancılığa dejenere ettiriyordu. İşte örgütsüz hareket+çapulcu ağalık ruhu+mülksüzler tepkisi olarak patlayan isyan, bir senteze bir türlü varamayan boşuna bir anarşi şekline dönüşmeye başladı. Ayaklanma, başlangıcında fani ağalığın ruhani ağalığa ihanetiyle başlamıştı. Fakat en sonra tüm mülklü sınıflann hep birden mülksüzlere karşı ihanetiyle bitti. Köyde marabalar ağaların konaklarını da karakollarla aynı zamanda yağma ettiler. Bu ruhani ve fani ağalığı birdenbire şaşırüverdi. Şehirleri basan dağınık ve "başıboş" açlar ve ayaklanmacılar kafilesi, derebeyliğin, kapitalizmin, yani bütün egemen sınıflı toplumlarda yukarı sınıfların örgütlü bir şekilde yaptıkları yağmacılığı herhangi bir sınıf siyasetinin taktik ve strateji gereksinimlerine bakmaksızın ve örgütsüzcesine uluorta, gelişigüzel yapmaya koyuldular. Hele ağa etkisinin kamufle olması yüzünden şehirlerdeki büyük burjuvaların servetlerini paylaşmaya kalktıkları gibi, kulübesine çekilmiş küçük burjuvaların da tuzuna ekmeğine sahip çıkmak gibi aykırı ve tehlikeli yöntemlere de saplandılar. Zaten bu mülksüzleştirmeler de mülksüzler sınıfının geniş topluluk gereksinimlerine ve bir plan ve düzene göre, bir amaç için yapılıyor değildi. Kişisel yağmacılığa da hızla soysuzlaşıyordu. Tüm şehir burjuva ve küçük-burjuvaları bu anlamsız yağmacılıktan dehşete düşmüşlerdi. Ve iş bu aşamaya döküldükten sonra ayaklanma artık çoktan çekiciliğini kaybetmiş, büyük ayrılıklarla paramparça olmuş ve kendi içindeki en büyük düşmanlarına, kalabalık tarafsızlar kısmını kattırarak, karşısında Kema-lizmden başka ve onunla birleşmeye hazır birleşik bir düşman cephe yaratmıştı. Köyde birçok ağa zaten dalkavukluk etmek için aradıkları fırsatlardan birini, bu kez konaklarının da yağma edilmiş olması gibi daha içten gelen bir gereksinimle yakalayarak Kemalizme el altından yardım vaat ettiler. Şehir küçük-burjuvaları depolardan yağma edip nöbet bekledikleri ocaklarını, birer mazgal haline koyarak çapulculuğa karşı ansızın cephe tuttular. Beş on gün önce arkasına bakmaya zaman bulamadan tüm Kürdistan halkının dehşetli kini önünde paldır küldür kaçan Kemalist güçler, kendi kendini bozan ayaklanmanın üstüne, gayet kolayca zafer kazanan, fakat bu kolaylık oranında vahşetini, çapulculuğunu arttırarak "uslandırma seferleri" örgütledi. Kürdistan köyleri yanıyordu. Şeyh Sait ayaklanması iki sözcükle budur. Onun için koyu karşı-devrimci içeriği altında boğuldu gitti. Bu ayaklanmada ağalığın evvel ezel anarşik, çapulcu ve zalim niteliği, ebedi hainliğiyle ayaklanmayı arkadan vurdu. Ve ayaklanmanın bozgununda bir önemli etken de bu aşiret parçalılığı oldu. Bu kuşku götürmez. Nitekim Ağrı dağı ayaklanması sırasında eline kalemi alan Yusuf Mazhar, bir kere de bu yönü şöyle anlatır: "Ayaklanmanın başlıca Zilanlılar, Cela-liler, Haydariler tarafından yayıldığını tahmin ediyorum. Şeyh Sait'in kıyamı altüsüüğünde buralarda fiili hareketlerin gerçekleşmemiş olması bu tarihte o haşarelerin aralarının açık olmasındandır. Yoksa bu çapulcular öyle bir fırsatı teperler miydi hiç?" Fakat halkın yanan motor gücüyle işlediği bütün ayaklanmalarda olduğu gibi, Şeyh Sait ayaklanmasında da bozgunun belli başlı nedeni iç etkenlerdi. Ayaklanmayı içinden fetheden üç belli başlı etken: 1- Ruhani ağalık tarafından ve ağalık çıkarları adına ağaca yönetiliyor olması, 2- Bizzat ağalık tarafından en büyük ihanete uğraması, 3- Yansız kalmaya yeminli unsurları yok yere kendine düşman etmesidir. Şeyh Sait ayaklanmasında Doğu illeri halkı ve Kürt köylülüğü büyük bir ders aldı; ağalığın bu ayaklanmayı boğduğunu ve ağalığın bir halk ayaklanmasına gelemeyeceği gün gibi aydın oldu. Genellikle ruhani ağalık ve kısmen fani ağalık, isyancı halkın gözünde bir ayaklanma için her türlü prestijini kaybetmiş ve iflas etmişti. 2- Ağrı Dağı Ayaklanması: Bizzat burjuvazinin de kabul ettiği gibi, Şeyh Sait ayaklanmasından içerikçe bambaşka ve hattâ daha "önemli" oldu. Ayaklanmanın artık geri çekilmeye başladığı tarihlerde, Kemalist basın şöyle yazıyordu: "İki kolordunun bütün araçlarıyla tam bir hafta* meşgul olmasını gerektiren olay, kuşku yok ki Şeyh Sait ayaklanmasından daha önemliydi"^Tabii burjuva gazetesi "önemli" derken bile ayaklanmayı bir haftaya düşürerek önemsizleştirmeye uğraşıyor. Ayaklanma bir hafta değil, bir aydan çok fazla sürmüştür. Bizzat aynı gazetede a-yaklanma kolları "19-20 Haziran gecesi Gevrişamyan çevresinde sının geçerek Hay dar anlı'daki akrabalarının yanına kadar sokulmuşlar ve sınır üzerindeki Hanik köyüne saldırmışlar" diye gösterildiğine göre, ayaklanmanın o tarihte başladığını varsayarsak, 20 Temmuz 1930'da okunan şu satırlar: "Ağrı'daki durum eski şeklindedir. Bombardımanların yenilgin ve umutsuz bir hale getirdiği eşkiya, hiçbir hareket yapamayarak sonunu 20 beklemektedir."' aradan bir ay geçtiği halde ayaklanmanın henüz devam ettiğini gösterir. Fakat Ağrı Dağı ayaklanmasının önemi, nicelik, süre ve devam açısından değil, daha çok nitelik açısındandır. Nitelik farkı, gerek kullanılan ayaklanma araçları, gerekse ayaklanma hedefi gereğince daha başkaydı. Araç: Şeyh Sait ayaklanmasında eline bir mavzer ya da yatağan kapan "Şeyh Sait efendinin askeriyim" diyebilirdi. Teslim olan bölüklerin maki-nalı tüfek ve mitralyözleri asiler tarafından muzır birer hayvan gibi yoke-dilirdi, kullanılacak yerde kırılıp atılırdı. Onlar biraz da seyitlerin "üfürük" 19. Cumhuriyet, 11.7.1930 20. Cumhuriyet, 20.7.1930. gücüne dayanmış görünüyorlardı. Oysa Ağrı isyancıları en modern silahlarla işe giriştiler ve kullandıkları araçlar çok çeşitliydi. "Düşünceye katılan kuşkular sırasıyla güçlendi. İran sınırları bize karşı açık bir ordugâh halindedir. Hoybon Cemiyeti fesat tohumları hazırlamaktan vazgeçmiş değildir. Lawrence 'Hacı Mehmet' namı altında Bağdat'ta bulunuyor. Eşkıyaya dışarıdan yardım sağlayan bir neden de, bu aşiretlerin mitralyöz, makinalı 11 tüfek gibi son bilimsel silahlarla hazırlanmış olmalarıdır."' Amaç: Şeyh Sait ayaklanmasında, ayaklanmanın hedefinin, herkesin kendince, her sınıf ve zümrenin kendi çıkarınca anladığı belirsiz anlamı var ya da yoktu: şeriatı kurmak! Oysa bu aynı sözcükten Şeyh Sait'in anladığı, bir tür Kürdistan papalığı kurmak; ağaların anladığı bütün Kemalist burjuva yöntemleri yerine tam ortaçağ derebeyliğini geçirmek; şehir burjuvalarının umduğu, Türk burjuvazisinden bağımsız Kürt burjuvazisinin Kürdistan halkını rakipsiz sömürü düzenine girmek; şehir küçük-burjuvalannın beklediği ünlü olduğu kadar bilinmez olan adalet; bütün mülksüzler ve yoksul köylülüğün peşinden koştuğu ilahi bir refaha kavuşmak vb. idi. Ayaklanma öyle bir muzdu ki, onu yiyenin niyetine göre koku veriyordu. Ağrı ayaklanması öyle olmadı. Onda muhalif Kürt ağalığıyla muhalif Kürt burjuvazisi kendi sınıfsal ve birleştirilmiş hedeflerini herşeye egemen kılmayı bilerek, bu hedeflere elle tutulur şekiller bile vermişlerdi. "Bütün düşmanca bir amaç yolunda toplandığı sonunda anlaşıldı. Kıyamı hazırlayanlar meğer İran sınırlarındaki Kürt aşiretleri de dahil olmak üzere bir 22 'Nasturi Kürt krallığı' kurmaya gayret etmişler." Ağrı ayaklanması patlak verdiği zaman bütün burjuva basını "son gerici unsurlar yeni bir gerici atağı yapma hırsıyla" tarzında, tarihi bir tekerrür saymaya alışkın ruhlarınca, Doğu olaylarına bir daha basmakalıp "karşı-devrim" damgasını yapıştırmışlardı. Önce yavaş yavaş, sonunda tam iki yıl sonra bir meclis tartışmasında gazeteye gelen İçişleri Bakanının resmi demeciyle bu karşı-devrim niteliği yalanlandı: "Sonraki hareketleri kastediyorlarsa, onlar karşı-devrimden çok siyasiydiler! Ayrılıkçı hareketlerdir." Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre, Kemalizm için iki türlü ayaklanma var: 1- Karşı-devrimci: Bunun anlamı yalnız derebeyi, ağa ayaklanması (Şeyh Sait ayaklanması gibi); 2- Ayrılıkçı: Yani ulusal denilen burjuva ayaklanmaları. Kemalizme göre, Ağrı dağı ayaklanması "karşı-devrimci olmaktan çok" ayrılıkçıdır. Kemalizm dini siyasetten ayırdığı ve 21. Cumhuriyet, 15.7.1930. 22. 15.7.1930 Şeyh Sait ayaklanmasını salt dini bir hareket saydığı için karşı-devrimi siyasi saymıyor. Onda böyle saçmalar çoktur. Kusuruna bakılmaz. Yalnız bizce önemli olan bir noktayı tekrar edelim: Herhangi sosyal bir hareket, bugün ulusal ölçüde sınıf içeriğince ölçüldüğü gibi, uluslararası ölçüde, ancak dünyanın bulunduğu devrim ve karşı-devrim cephelerinde tuttuğu konuma göre yer alır. İşte, Kürdistan'm başından geçen Şeyh Sait ve Ağrı ayaklanmalarını bu açıdan incelersek şu sonuçlara varırız: 1- Şeyh Sait ayaklanması: a) Ülke içinde, ağalığın kapitalizme karşı saldırısı olduğu için karşı-devrimciydi. b) Dünya içinde, emperyalizmden medet umduğu için yine karşı-devrimciydi. Şu halde, Şeyh Sait ayaklanması gerek ulusal, gerek uluslararası ölçüde karşı-devrimciydi. 2- Ağrı dağı ayaklanması: a) Bir ülke içinde, bir ulus olarak ezilen Kürtlüğün ezen Türk burjuvazisine karşı ayaklanması olmak istedi. Bu kapitalist zulmüne karşı çıkan ulusal kurtuluş hareketi, bu harekette çalışkan alt sınıfların da kurtuluşu temsil edildiği oranda, bir ülke içinde olsun ileri ve devrimci bir hareket sayılabilir, b) Dünya içinde Ağrı ayaklanmacıları Lawrence'lı emperyalizme dayandı. Emperyalizm demek dünya karşıdevrimi demektir. Şu halde Ağrı ayaklanması, dünyaya oranla karşı-devrimci bir harekettir. Fakat bugün gerek karşı-devrim, gerekse devrim cepheleri dünya çapında birer sistemdirler ve sistem olarak karşılaşırlar. Şu halde dünya içinde bir hareketin karşı-devrim cephesinde mi, devrim cephesinde mi bulunduğu, dahil olduğu sisteme göre belirir. Çünkü tüm, parça üzerinde hep egemendir. Herhangi sosyal bir hareket, dünya içindeki iki hareket sisteminden birinin parçası olmaya zorunludur. O zaman ise, parçası olarak içine girdiği sisteme göre devrimci ya da karşı-devrimci olur. İki Doğu ayaklanması arasındaki fark, dünya içindeki konumlarından çok, bir ülke içindeki özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait ayaklanması, din kisveli ağalığın açıkça maziye doğru kıyametli bir koşuşuydu. Ağrı dağı ayaklanması, daha çok Kürdistan'taki Kemalizmle uzlaşamayan burju-va+ağa unsurlarının, fakat daha modern olan burjuva sloganlarını, yani ulusalcılık ilkelerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın hoşnutsuzluğundan yararlanmaya girişmesiydi. Nitekim Kemalist basında yayınlanan Ağrı dağı bildirileri, açıkça Kürt ulusunu öne sürüyordu: "En büyük bir ulus olmaya layık Kürt kardeşler! Bütün ulusların bağımsızlıklarını kurtardıkları bugün Türk yönetiminde kavrulan aziz Kürt ulusunun hâlâ tutsaklık halinde yaşamasına tahammül edebilecek misiniz?"™ 23. Cumhuriyet, 20.7.1930. Kürdistan halkı Ağrı dağı ayaklanması karşısında ne yapü? Kemalist basın bu sorun çevresinde sistematik bir ört-bas etme propagandasına girişmiş olmasına karşın çelişki içindedir. Ayaklanmanın başlangıcından iki ay kadar sonra, sözkonusu ayrılıkların henüz bir bir devam ettiği bir sırada, Birinci Genel Müfettiş İbrahim Tali Bey, İstanbul gazetelerine izlenimlerini anlatıyordu: "Suriye sınırlarından daha bazı yeni saldırılar gelebilir. Fakat bütün bu saldırılara karşı önlemler alındı. Aslında bunların arkalarından halk arasından gidecek kimse olmayacağı görülecektir." Fakat bu yukarıda söylediğini hemen unutuveren Genel Müfettiş, daha aşağıda "bunların arkalarından gidecek kimseler"in bulunduğunu da ünlü adliye terimiyle şöyle itiraf ediyordu: "Bu konuda beslenen siyasal arzular böylece geçerlilik kazanmış oluyor. Sınırı geçenlerin silahlı tehditleri üzerine bir kısım halk zorla onlara 24 katılmıştır." Türk burjuvazisine göre, halk "zorla", yani istemeye istemeye ayaklanmıştır. Oysa bu iddia gülünçtür. Kürdistan halkını tanımayan ve Ağrı ayaklanması sırasında halk arasında yıldırım hızıyla dolaşan söylentilere kulak kapayan bir kişi, eğer Kemalist değilse, olan sonucun büsbütün tersi olduğunu açıkça söylememezlik edemez. Şurasını mutlak olarak kabul etmek gerekir ki, Ağrı dağı ayaklanmasında ve hattâ ayaklanmadan önce, halk bütün gönlünü ve hayallerini böyle bir ayaklanmaya kaptırmıştı. Belki o ayaklanma da başarılı olsaydı, Kürdistan halkı düş kırıklığına uğrayacak, zulmün yalnız dövüştüğünü görecek, boş yere aldandığını anlayacaktı. Fakat sonu ne olursa 25 olsun, ezilen halk bugün kendisini ezenlere karşı çevrilmiş ... ayaklanma hareketini bütün varlığıyla özlüyordu. Bütün Kürdistan halkı için ortak olan psikolojinin tam ayaklanma bölgesinde tersine dönmesi anlaşılmaz bir şeydir. Zaten Kemalizmin militarist gizli etkinliğine karşın bunun böyle olduğu olayların dilsizliğinden de anlaşılmıyor değildi. Ağn ayaklanması daha başladığı gün burjuva basını bir tek şeyden istekle söz ediyordu: yoketme, Kürtlüğü mahvetmek... "Hükümetimiz çok ciddi ve seri önlemler alarak, eşkiyanın geriye kaçmasına da olanak vermeyerek tamamen yokedilmelerini azmetmiştir." Ve bu yoketme yalnız ayaklanmacı unsurlara değil, ayaklanma bölgesinde çoluğuna çocuğuna kadar bütün Kürt köylülüğüne uygulandı. Ayaklanmanın bastırılmaya başlandığı günlerde sık sık şöyle kayıtlara rastlanıyordu: "Ayaklanmacılara katılan Ağrı eteklerinde dört köy yıkılmış24. Cumhuriyet, 18.8.1930. 25. Bir kelime okunamadı. tır" Uslandırmaya memur kolordu komutanı Salih Paşanın gazetelerde yayınladığı bildiriler şu satırlarla doluydu: "Karşı-devrimci eşkiyalann tümüyle yok edilmeleri ve ocaklarının söndürülmesi için, kıtalarımız vb... eşkiya sürüleri çok perişan ve bozguna uğramış bir halde Zilan ve Hacı diri derelerine sığınmışlarsa da kıtalarımızın yavaşça sıkışan çemberi içinde 26 hiçbiri kurtulamayarak yol edilmiştir." Türkiye içinde söndürülecek ocakları bulunan "karşı-devrimci eşkiyalar", hiç kuşku yok ki, Türkiye'ye uzaydan gelmiş olamazlar. Ve işte düzgün çehresinde Şişli ruhunun sırıttığı paşamız böyle eşkiya sürülerini "hiçbiri kurtulamayarak yok" etmekten söz etmiştir. Ağrı dağı ayaklanmasında Kürdistan halkının katılım derecesini gösterecek bir başka işaret de, yalnız tutuklamada bile bir yıldan fazla süren Adana mahkemesidir. Kemalizm, bire kadar kırmakla doymadığı Kürdistan köylülerinin kılıç artığını ünlü Birinci Genel Müfettişlik yöntemiyle tüketme olanağını kaçırmadı. Şu kısa haberi okuyalım: "Adana 27- Ağrı eşkıyalarından 700 kişinin mahkemesine Adana Ağır Ceza Mahkemesinde bu hafta içinde başlanacaktır. Şimdiye kadar 21 şehrimize 192 kişi getirilmiştir." Bunun anlamı nedir bilir misiniz? Beyazıt'tan 700 kişi olarak çıkarılan sanıklardan yalnız 192'sinin Adana'ya sağ ve salim olarak kavuşabildiği... Ötekiler yollarda ne mi oldu? O "ne siz sorun, ne biz söyleyelim" konusudur. Şu küçük kıssadan çıkan hisse şudur: 1- Ağn ayaklanmasında Kürdistan halkı, ayaklanmayı manen ve maddeten tuttu.* 2- Ayaklanmacılar halkı tutmadı ya da tutmayı bilemedi. Çünkü bir halkı ayaklanmada tutmak demek: a) O halka ayaklanmanın ne vereceğini bir amaç olarak göstermek; b) O amaç uğruna halk kitlelerini hazırlayarak örgütlemek gereklidir. Ağrı dağı ayaklanmasını görenler, halka yani özellikle yoksul Kürdistan köylülüğüne elle tutulur hemen hiçbir maddi hedef göstermemelerine karşın, bu halkın genel sempatisini kazanmışlardı... Fakat halk içinde değil, hâlâ aşiret ağaları ve yanar döner Kürt zenginleri arasında sonuçsuz ve kısır örgüt girişimlerinden ileri geçemedikleri için, hem ayaklanmayı kaybettiler, hem de ebediyen değilse, epey uzunca bir süre için halkın güvenini de kaybettiler. Acaba Kürt ulusalcıları sosyal ve siyasal davalarda kuru Bakuninizmin söylediğini hiçbir zaman anlamayacak mı? 26. Cumhuriyet, 15.9.1930. 21. Cumhuriyet, 28.11.1931. * * Hattâ izmir'de bile "Kürt ordusu geliyor. Bu hafta izmir'e girecek!" gibi herze savurmuş Kürt Ahmetler bulunmuş ve adliyeye verilmişti. {Cumhuriyet, 9.8.1930). PARTİ VE "DOĞU 1 1- Türk burjuvazisinin ezilen Kürt köylülüğü hakkındaki iltifatları biliniyor. Bunlar, köleleştirilmiş mazlum Asya ulusları hakkında salon edebiyatlarından en bilimsel burjuva ideolojilerine kadar bütün kapitalist Avrupa'nın bol bol harcadığı deyimlerin, terimlerin ve betimlemelerin kabataslak alaturka bir kopyasıdır. Avrupalı hâlâ bugün bile bir Türk için aynı şeyleri düşünüyor. Fakat Türk burjuvazisi şimdi yumurtadan çıkmış bir civcivin beyinsizliğiyle dünkü kabuğunu -ezilen Kürdistan halkı için ebedi ve parçalanmaz bir kabukduvarları mutlak çimentoyla örülmüş bir kale ve zindan gibi göstermekten zevk duyuyor. Kaldırım basınının uçkur peşkir konulan sırasında Kürtler hakkında söylenenleri bir yana bırakalım. Resmi bildirilerde Kürtlüğü bir vahşi hayvanlar "sürü"sü sayan düşünüşü tekrarlamayalım. Kendisine sosyal araştırmacı süsü veren bir burjuva yazarının Kürtlük hakkındaki fikirlerini kısaca okuyalım. Orada Türk burjuvazisinin Kürdistan yoksulluğu hakkında düşünceleri kendiliğinden belli olur: "Anlaşılıyor ki Türkiye'nin düşmanları İran içlerinde" diyor Yusuf Mazhar Bey. "Bu aşiretlerin aralarını bulmaya çalışmışlar, başarılı da olmuşlar. Sınırın bu yanına saldırmaya ve köyleri ayaklandırmaya neden olduktan bu bilinçsiz, ilkel adamların bayındır bağlara üşüşen vahşi hayvanların zararlarını gidermek için yapılan önlemlere başvurma şeklinde önlem almaya zorunlu bıraktıkları Cumhuriyete -acaba o düşmanlar- bir kötülük yapabilmiş olduklarını düşünerek gönül hoşluğu mu duyacaklar? Bugün Ararot ve Süphan dağlarının eteklerini basan kan sellerinden -bu kanı damarlarından akıtan insan şeklindeki yaratıklar hesabına- o düşmanlar bir şey kazanmış olduklarını mı sanacaklar? Onlara kıymışlar dır. Ben ayaklanan bu Kürtlere -bir vatan evladı olma duygusuyla- uğrayacakları sondan dolayı hiç acımam. Hattâ hükümetin bunlar hakkında ihsan ve merhametle hareket etmesini uygun görmem. "Çünkü bunlar -tarihin tanıklığıyla sabittir ki- Amerika'nın kızılderililerinden fazla yetenekli oldukları halde, oldukça zalim ve gaddardırlar. Hilekâr ve bazı duygulardan, uygar eğilimlerden tamamen yoksundurlar. Bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmişlerdir." "Uygar" Türk burjuva aydınlarının ezilen Kürt köylüsü hakkındaki düşüncesi budur: Kanı helal "insan şeklindeki yaratıklar" bir "Amerikan kızılderililerinden oldukça & Mm ve gaddar"; "bayındır bağlara inmiş vahşi hayvanlar" "bu yeni şeylerden, uygar eğilimlerden tamamen yoksun"; "bilinçsiz ve ilkel adamlar" vb... Kemalist burjuvazinin ideologluğuna göre, "Kürtler adam olmaz". Bir zamanki "Türk ulusu adam olmaz" lâfı, şimdi Kürtlüğe özgü biçilmiş bir kaftan olmuştur. Şu halde madem ki adam olmazlar, bunun mantıksal sonucu kendiliğinden çıkar. Tıpkı "uygar" Avrupa korsanlarının ve korsan devletlerinin yaptığı gibi, "uygar eğilimlerden tamamen yoksun" olmayan kutsal ve aziz Türk kapitalizmine tarihsel bir misyon düşüyor: Avrupa beyazlarının yeryüzünden nam ve nişanlarını kaldırdıkları Aztekler ve înkalar gibi, kızılderililerden "oldukça zalim" olan Kürtleri dünyadan silmek!... Bilinen yoketme siyaseti: "Bu Kürt kulesindeki karanlık ruhu, kaba duygulan, gaddar eğilimleri kırmanın olanaklı olmadığına inanıyorum. Bunu uzun bir gelişimden beklemek, bunların zaman zaman böyle ayaklanmalar çıkararak ya da ülkede asayişi bozarak, hırsızlık ederek hükümetin daima meşgul olmasına, halkın sürekli rahatsız olmasına neden olur. Güney Kürtleriyle Kuzey Kürtleri arasında büyük farklar vardır. Umarız ki, hükümet sorunu bu noktada izleyerek bir Cumhuriyetin sloganına yakışan (!) kesinlik ve ciddiyetle çözer." "Kürt kitlesi" Kemalist burjuvazinin hiç kuşkusuz "halk"ı değildir. Belki burjuvazi de, "halk"ını ve hükümetini "rahatsız" eden hayırsız asayiş düşmanı bir ayaklanmacılar yığınıdır. Bununla birlikte aralarında Kuzey, Güney ve aşiret ayrılıkları bulunan bu kütleleri önce "bölünüz", fakat "egemen" olmayınız. Bu Avrupa sermayesinin bugünkü sömürge yöntemidir. "Yok" ediniz. Avrupa'da kapitalizm doğarken sömürge geri kavimlerinde aynı yöntemi uygulamıştı. Türk burjuvazisi böyle diyor. 2- Kürt burjuvazisi: Ne yapıyor? "Türkleşen" önemli bir kısmı çoktan Kemalızmin zafer arabasını taşımakla meşgul. Daha az önemli olmayan bir başka kısmıysa, kendi kendini inkâr derecesinde silik benlikle ürkmüş, şuraya buraya sinmiş susuyor ve titriyor. Hoyboncuların temsil etmek istedikleri yarı-ağa ve yarı-burjuva eğilimli Kürt ulusu akımıysa, yukarıda Kürdün şimdiye kadar izlediği yöntemlerle halk içindeki nüfuzunu baltalamaktan başka bir şey yapamadı. Yukarıda siyasal hareketler konusunda değindiğimiz gibi, Kürt ulusalcılığı Ağrı dağı bozgunundan sonra oldukça şiddetli bir farklılaşma yoluna girmiştir. Bu farklılaşma eğiliminde ne dereceye kadar yeni hedeflere yöneliş var, ne dereceye kadar yeni mücadele yöntem ve biçimleri araştırma yönü gizli? Bunu zaman gösterecektir. Fakat şurası kesin ki, şimdiye kadarki mücadele yöntem ve biçimleriyle Hoybonculuk ölmüştür. Hem bu ölümün gömme törenini de bizzat Türk burjuvazisiyle birlikte Hoybonculuğun çok güvendiği dış güçler ve emperyalizm yapmıştır. Hoybonculuğun teorik tutumdaşı, Sevr antlaşmasının Kürtlüğe verdiği haklara dayanan bir macera ve ezilen uluslar kavramıyla alay yoluydu. Sevr yolunu tıkayan bugün bütün bir dünyadır. Dünya savaşının galipler anlaşmasından bugün bizzat o galiplerin kendileri bile söz edemez hale gelmişlerdir. Zaten ulusal bir kurtuluşu falan emperyalistin filan türlü zulüm beratından beklemek, zehir dolu bardağı "hayat suyu" diye içmektir. Kürt burjuvazisi Kürdistan'ın dışında sınırlar üzerinde ajitasyonla bir iş yapacağını umuyordu. Dışarıdan körüklemekle kalmak, sosyal davanın içine girmekten korkmak, sonuçsuz ve anarşik maceralardan başka ne verebilir? Onu geçen deneyimler de yeterince gösterdi. Kaldı ki, hele Ağrı dağı ayaklanmasından sonra Kürt burjuvazisinin bu dışarıdan ve uzaktan ajitasyonuna karşı da Kemalizm önlemlerini aldı. Artık bu yol da yarı tıkanmış sayılabilir. Suriye ve Irak'ta ingiliz ve Fransız emperyalizmle-riyle iyi kötü bir suçluların geri verilmesi ve ona yakın dostluk anlaşmaları imzalandı. Hele iran'la yapılan son Iran-Türk dostluk anlaşması, bu tür anlaşmalardaki hedefi en köpekçe satırlarla ifade eder. 1932 Îran-Türk dostluk anlaşmasının beşinci maddesi aynen şudur: "Madde 5- Akit taraflar kendi ülkeleri içinde diğer taraf ülkenin huzur ve güvenliğini bozmak ya da hükümetini değiştirmek amacını güden oluşum ve toplaşmaların ortaya çıkmasına ve yerleşmesine ve gene diğer ülkeye karşı propaganda ya da herhangi bir başka araçla mücadele amacında bulunan kişilerin ya da toplulukların 1 yerleşmesine yol açmamayı taahhüt eder." Zaten bundan önceki ayaklanma hareketleriyle ununu elemiş ve eleğini çiviye asmış olan Kürt ağalığı ve kısmen'de Kürt burjuvazisi artık bu son önlemlerle eski olanaklarını kaybetmiş ve son kozunu oynamış durumdadır. .*** Bu iki kategori düşünce, ezilen Kürdistan halkını kurtaracak, ezilen Kürdistan halkından başkası olmayacağı, yani Türk burjuvazisinin olduğu kadar, hemen hemen Kürt burjuvazisinden de Kürdistan köylülüğüne bir hayır beklenemeyeceği bir lapalis gerçeğini bir daha tekrarlamış oluyor. Kuşkusuz Doğu illerinde kapitalist ilişkiler geliştikçe, bugün Kemaliz1. Cumhuriyet, 5.11.1932. min "fetih" müteahhitliğini yapan Kürt burjuvaları da Türk yasalarının ve yönetiminin Kürdistan'taki sömürgevari uygulanımı önünde muhalefetlerini arttıracaklardır. Hattâ bugün bile Kemalizme en sadık görünen Kürt burjuvaları içinde hiç olnıazsa ikinci derecede kapitalistler arasında bu melanet tohumlan filizlenmemiş değildir. Şehir ekonomisindeki üstünlüğü ve geniş ilişkileri sayesinde gerek şehir gerek köy küçük-burjuvaları üstünde egemen olan Kürt burjuvazisi, tekelci Kemalist finans-kapitalle çarpıştıkça bugün gizliden gizliye kışkırttığı hoşnutsuzluğu belki bir gün örgütleyecek beceriyi de gösterebilecek koşullarda bulunabilir. Gelen her na olursa olsun bugün Kürt ağalığı gibi Kürt burjuvazisinin de "göbek bağı" Kemalizme bağlıdır: Kemalist finans-kapitalin ordu ve devlet aygıtlarıyla ekonomik, yönetsel ve siyasal kurumlarının müteahhitlerine dayanır. Şu halde bütün muhalefetine karşın Kemalizme sadık uyruk görünmeye zorunludur. Bu çelişkidir. Fakat hangi burjuvazi, hangi sorunda çelişkisizdir? Şu halde Kürdistan halkı ve Kürt köylülüğü ulusal ve sosyal baskılardan kurtuluş savaşında bir dönüm noktası üstüne gelmiş bulunuyor. Bu dönüm noktasının başlıca karakteristikleri şunlardır: 1- Kürdistan'ın geniş halk tabakaları, iki önemli ayaklanmanın verdiği derslerle aydınlandı: a) içeride: Ne Kürt ağalığından ne de Kürt burjuvazisinden kendisine kurtuluş yolunda içten yoldaş olmayacaktır. b) Dışarıda: Emperyalizm denilen nalıncı keseri binbir manevrasıyla hiçbir zaman Kürdistan halkının gerçek kurtuluşunu istemeyecek ve yalnız ezelden beri olduğu gibi Kürdistan sorununu da kendi tarafına yontmakla yetinecek, Kürdistan köyüne "koç başı" yapmak isteyecektir. 2- Kürdistan yoksul halkı, geçen deneyimlerden iki kere iki dört edercesine öğrenmiştir ki, ulusal kurtuluşun başarılması için: a) Elle tutulur bir amaç gereklidir: Anlamını yalnız Kürt kitlelerinin pek anlamadığı kuru bir ulusalcılık kavramı, geniş yığınları yerinden oynatmaz. Kürdistan halkını çelikten bir yay gibi yerinden oynatacak olan şey, köylünün ve yoksul halkın siyasal ve ekonomik, genel ve ortak çıkarları olabilir. Türk burjuvazisi bile Ağrı ayaklanmasından sonra Kürdistan halkı arasında yaptığı demagojide, köylüye toprak vereceğini söylüyordu. Kürt ulusalcılığı bu esastan yürümedikçe hiçtir. b) Yeni savaş yöntem ve biçimleri gereklidir: Ayaklanma bir sanattır. Her sanat gibi ayaklanmanın da bilimini bilmek zorunludur. Kürt ulusu adına şimdiye kadar hareket edenlerin ikide bir yaptıkları eski dönemden kalan "huruç" hareketleri, yoksul Kürdistan halkını Kemalist militarizme barbarcasına kırdırmaktan başka yarar sağlamayan Bakuninist Puçizmden ibaret kalıyor. Ulusal bir ayaklanma, halk kitlelerinin büyük ölçüde ayaklanmasıyla başarılır. Halk kitlelerinin ayaklanması içinde tutkun, bıkmaz ve usanmak nedir bilmez doğru ve sağlam bir propaganda ve örgüt hazırlığı şarttır. Böyle hazırlıksız ayaklanmaya kalkışanlar, bir uçurumu hız almadan atlamak isteyenler gibi beyin üstü düşmeyi kesinkes bekle-yebilirler. Böyle bir hazırlık, hattâ varolan yöntemleri -kısmi eleştiri ve düzeltmeyle de değil- bütün maddi organlarıyla birlikte yeni baştan ve bambaşka savaş yöntem ve biçimleri kurmakla olanaklıdır. 3- Kürdistan'da öteden beri devam eden çete çatışmalarının birçok sonucu arasında bir diğeri de, Haçoları küçük Kürt soylularını da yavaş yavaş deklasc ediyor, sınıfından olduruyor. Ve bu Haçoların varolanlardan farkları, eskiden beri az çok siyasal iktidarın tadını tatmış, siyaset ve yönetim işlerinde daha deneyimli ve açıkgöz olmalarıdır. Kemalizm büyük ağalıkla olan ittifakını ilerlettikçe ve çete başı rolünü oynayan küçük soyluları yoksullaştırdıkça, şimdiye kadar beyliğin ağalığın kulu olan bu küçük soylular zümresinin de önemli bir kısmı, ağalığa karşı yoksul Kürdistan köylülüğünden yana geçmektedir. 4- Kürdistan'a Türk finans-kapital ekonomisi ve siyaseti işledikçe ölü kaplumbağa hızıyla da olsa, Kemalizme özgü bir sınıf farklılaşması başlangıçları, şehirlerde olduğu gibi Kürt köylülüğü içinde de kendisini gösterir. Sınıf farklılaşması, şehirde Kürt proleterlerini Kürt kapitalistine ve Türk burjuvazisine karşı koyduğu gibi köyde de miriyvo ve ameliyelerle büyük toprak sahiplerinin ve Kemalist devlet aygıtının arasını gittikçe daha çok açar. 5- Kemalizmin bugünkü Kürdistan'da bir tek tezi var: asimilasyon ve yoketme siyaseti! Bu tez, bütün Kürdistan'da ne kadar şiddetle uygulanırsa -varolan bir ulusun canlılığı, 20. yüzyılda sessiz sedasız pek kolay yoke-dilemeyeceğine göre- o kadar şiddetle tepkisini doğuracak, Kemalizmin teziyle doğru orantılı olarak Kürdistan halkını baştan başa saran bir anti-tez büyüyecektir. Bu anti -tez,Türk burjuvazisinin siyasal ve ekonomik baskı cephesine karşı, bütün Kürdistan halkının ortak yazgısını temsil eden biricik Kürtlük cephesidir. Bu bakımdan Kemalizm, Almanya'da Bonapartiz-min oynadığı rolü oynayacak. Kürdistan bir tarlaysa, onun üstünden geçen Kemalist terör bir silindir olacak ve ekinleri önce ezecek, fakat sonra toprağa yeni kökler saldırarak büsbütün güçlendirecektir. 6- Türk burjuvazisi Kürdistan'ı layıkıyla soyabilmek için orada iyi kötü bir aydın tabakası yaratmaya zorunludur. Yeni harfleri kullanışa ister istemez Kürdistan halkı içinde okur-yazarlann sayısını arttırıyor. Bu akım bir yanda Kürdistan halkına görüş ufku daha genişçe yeni müttefikler hazırlarken, öte yanda Türk burjuvazisinin dayatmak istediği Türk kültürüne karşı bir tepki uyandırıyor ve Kemalizmin "vahşi Kürt" diye yoksul Kürdistan halkına reva gördüğü "aşağı kast" işlemine derinleşen ve bilenen bir km büyültüyor. . .*** Bu sorun karşısında partinin şimdiye kadar takındığı tavır, ciddi ve acımasız bir eleştiriye değer. Partinin Doğu sorununda herşeyden önce hiç unutmaması gereken şu noktayı vurgulamak gerekir. 1- Sorun çetindir: Bu kesin. Hele sorunun uluslararası ölçüde az işlenmiş bir konu olması ezberlenilmiş klasik ve kolay düsturlara sığdı-nlamayacak kadar özgün, dokunulmamış, erden olması davayı büsbütün çetinleştirir, ve çetrefilleştirir. Fakat hiç unutmamalı, çetin ve çetrefil so-. runları ya hiç ağza almamak ya da baskakalıp formüllerle sıyrılıp çıkmak, ancak 2. Enternasyonalin oportünist sosyal-demokrat partilerinin şanıdır. Bolşevik parti, ayaklanma ve devrimlerin çocuğu yangına göz kırpmadan bakan devrim partisidir. Bolşevizm, her çetin ve çetrefil sorunun harekete ve devrime yepyeni bir yayılım ve bir hız veren bir özü bulunduğunu asla unutamaz. Çetin ve çetrefil diye sorundan kaçamayız. 2- Sorun acildir: Sorundan yalnız kaçmamak, kaçamamak da yetmez. Fıkır fıkır kaynayan da*vadan çekinmek bal gibi oportünizmdir. Amenna! Fakat dahası var: Sorun aceledir, sanıldığından çok daha aceledir. Bunu basit bir örnekle anlatmak için şunu hatırlayalım, Batıda bildiri dağıtıyoruz,* Doğuda ayaklanıyorlar. Batıda burjuvazi ne kadar piç olursa olsun, kendi devrimini yaptı; Doğuda Türk burjuvazisinin yapmadığı ve yapmayacağı demokratik burjuva devrimi böyle boğuluyor. Böyle bir durum ne bizim ne kimsenin keyfini bekleyemez. Ergeç kendine bir çığır açar. îş bu çığırın şimdiye kadar olduğu gibi sapık ve karşı-devrimci içerikte mi, yoksa devrimci biçimde mi açılabileceğindedir. iş bu iki şıktan birisini galip getirebileceğini bilmektir. Sorunun genel manzarası bu olunca, biraz da özelliğine girelim. Sorunun özelliği bir karşı-devrim bir de devrim bakımından medenisiyle ortaya çıkar. 1- Karşı Devrim Sorunu: Kürdistan'ın karşı-devrimle olan ilişkisi, akla şu iki noktayı getirir: a) Gerilik: Hiç kuşkusuz Kemalizmin sayesinde, Doğu illerinde büyük çoğunluk henüz feodalo-klan rejimi altındadır. Ahretler ve göçebelik biçimi hemen hemen dokunulmamış durumda yaşayabilir. Böyle bir ülke geridir. Fakat geri ülkede sosyalist sloganların atılmaması, ancak merhum 2. Enternasyonal ideolojisinin mezar taşıdır. Bolşevizm, ülke nüfusunun onüçte biri göçebe ve %97'si köylü {10 milyon göçebe, 130 milyondan fazla köylü) olan ülkede proletarya devrimini başardı ve bugün sosyalizme girdi. Bolşevizmin asgari programının atılmayacağı yer. çoktan yeryüzünde kalmamıştır. Şu halde Bolşevikler arasında, bir ülke geri olduğu için oraya sosyalist sloganlarla girip girmemek sorunu, tartışma konusu bile oluşturmaz. Fakat bizim burada üzerinde durmamız gereken asıl özellik, geri Kürdistan'ın geriliğiyle uygun savaş slogan ve biçimleri bulmaktır. Eğer biz Türkiye'ye Kemalizmin iddia ettiği gibi bir ve tek finans-kapital vatanı saymaya eşdeğer olacak şekilde, Türkiye'de biricik bir köylü sorunu var sayar ve Kürdistan köylülüğünün sömürge koşullarını hesaba katmazsak, iflah olmaz softalığa düşer ve Leninist taktik ve stratejinin yöntemlerine elveda etmiş oluruz. Şu halde: 1- Doğu illerine de tüm dünya gibi sosyalist sloganlarla girmek her komünist partisinin boyun borcu. 2- Fakat bu boyun borcunu, yalnız genel olarak köylü sorunu hakkındaki yöntemlerle yerine getirmeye kalkmak, yine 3. Entennasyonal'in çizgisinden çıkmak, ikincinin çizgisine girmek olur. b) Karşı-devrim hareketi: Şimdiye kadar Kürdistan'da olan ayaklanmalar, genellikle dünya emperyalizminin ekmeğine yağ sürmek için dünya emperyalizmine alet ve oyuncak olmak, ona dayanmak şekliyle olup bitti. Şu halde karşı-devrimci içerikteydiler. Hattâ "ayrılıkçı" demlen Ağrı ayaklanması bile böyle bir macera oldu. Bu manzara önünde Kürdistan'da olan her harekete yalnızca karşı-devrimcidir damgasını basmak, acaba tatmin edici bir marifet midir? Onu burjuvazi bizden iyi yapıyor; Kürdistan Ke-malizme göre karanlık bir kuyu, bir karşı-devrim batağıdır. Bu kuyuda Türk kapitalist militarizminin kılıç parıltısından başka ışık verilemez; o karşı-devrim batağı ancak mahmuzlu Kemalist çizmelerle çiğnenmeye layıktır vb... Fakat Kemalizmin aynı şekilde kılıç parıltısından başka bir ışık göstermediği ve mahmuzlu çizmelerle bir çamuru çiğner gibi çiğnediği Türkiye proletaryası için Kürtlük sorunu bir ortak felaket sorunudur. Şu halde Kürdistan ayaklanması dendi mi, onda "karamîk ile eyi taneyi", karşı-devrimle devrim taraflarını birbirinden ayırtetmek gerekir. Onun için soruna önceden edinilmiş yargılarla değil, yeni bir şey bulmak isteyenlerin bilimsel araştırma gözü açıklığıyla yakından, daha yakından bakmalıyız: 1- Doğu illeri halkı eski rejimi istjyor mu? Evet, Doğu illeri köylülüğü Kemalizmi istemiyor ve açıkça eski dönemleri aradığını söylüyor. Fakat Kürt köylüsünün bu sözünden yalnız söylediğini anlamak, ne söylemek istediğini anlamamakla birdir. Yukarıda onun psikolo-jiskıdeki geçmişe özleme işaret etmiştik. Doğu köylülüğü eski dönemi ararken, yalnızca yeni döneme, cumhuriyet burjuvazisinin sömürüsüne karşı, kendine özgü diliyle protestoda bulunuyor, o kadar. Tıpkı "sahip" araması gibi bir şey. Fakat biz, Kürdistan yoksul halkının geçmişi özleyişini onun deva bulmaz, bir gerici olduğuna, devrim için bir tehlike olduğuna, şu halde mahkûm bırakılmaya layık bir sürü olduğuna karar vermeye kalkarsak, bu, bizim siyaset sahnesinde kendi idam hükmümüzü kendimizin imzalaması olmaz mı? Karşı-devrimci psikolojiyle kapitalist sömürüye protestoda bulunan insan yığınlarına, biz kurtuluşun geride değil, ileride 'olduğunu göstermezsek, hâlâ devrimci hamleyi temsil ettiğimize kimi inandırabiliriz? Sorunu daha anlaşılır bir şekle sokmak için bir örnek alalım. Bugün Anadolu'da ezilen çalışkan Türk köylülüğü de halifeliği istemiyor mu? Saltanat döneminde "daha rahat" yaşadığını iddia etmiyor mu? Tabii tefeci sermayedarla tarım sermayedarlarını değil, asıl çalışkan orta ve yoksul köylüleri, ortakçıkları kastediyoruz. Onlar da bir kesimde 12-13 lira yol parasını isteyen Kemalizm karşısında hattâ baç ve haraç dönemini aramıyorlar mı? O zaman Türk köylüsüne de gerici diyebilir miyiz? O zaman köylü sorununu da ulus sorunu gibi rafa koyup bir güzel "işçi partisi", hoşa giden sendikal örgüt, yani gerici bir parti olabilir miyiz? 2- Poğu illerindeki hareketler hep karşı-devrimci mi oldu? isterseniz buna da evet! Fakat bu evet de Kemalizmin ekmeğine yağ süreoek hiçbir şeyi kanıtlamaz. Şimdiye kadar olan olmuş; bu olan karşı-devrimciymiş. Olabilir... Fakat ondan sonra bizim komünistçe görevlerimiz başlar. A-yaklanma girişimini gösteren bir hoşnutsuzluk geniş çalışkan kitleler içinde doğduktan sonra, bu girişim şimdiye kadar sapıktı, gericiydi diye onu kendi haline bırakabilir miyiz? Bırakırsak belki Kemalizm, Türk burjuvazisi bundan çok memnun olur. Fakat acaba o girişim bıraktığımız yerde, bıraktık diye kalır mı? ''Akacak kan damarda durur mu"? Madem ki kalmaz ve durmaz, şu halde Kürdistan hareketini bırakmak, onun eskiden olduğn gibi bundan sonra da karşı-devrim yolunda bocalamasını bir emrivaki olarak kabul etmek demektir. Karşı-devrimi emrivaki olarak kabul etmek, onunla dövüşmemek-, devrimcilikten vazgeçmek, karşı-devrimin içine düşmek, karşı-devrimi tutmak demek değil midir? 3- Sorunun konulusu: Doğuda bir Kürt ulusu sorunu var mıdır? Bütün saptayabildiklerimiz buna evet der. Bir Kürt ulusu var. Çünkü Leninizmde ulus sorununun durumu şudur: "Her ulusal baskı halkın geniş kitleleri içinde bir tepki yaratır ve ulus olarak baskı gören halktaki karşı tepki eğilimi, ulusal ayaklanmadır" Ulus olarak baskı gören Kürdistan halkının geniş kütleleri tepkilerini ayaklanma biçiminde defalarca ifade etti. Yalnız bu ayaklanmaların başında şimdiye kadar Kürt ağalan, hanedanları ve bir kısım Kürt burjuvaları bulunduğu için ayaklanmaların ibresi emperyalizme doğru eğilmişti. Haydi bir daha yineleyelim, Kürt ayaklanmaları şimdiye kadar karşı-devrimci bir nitelikte olmuştu. Bu yineleme "kabak tadı" verdi. Sorunun yeni biçimine bakalım. Marksizmde olayların mantığı dinamiktir. Yani Lenin'in dediği gibi olay lan kötü matematik kafasıyla ölçmemek, yüksek matematik davası gibi işleme uğratmak gerekir. Bize bugün Kemalizm ve onun irili ufaklı çömezleri Doğu isyan-lannın eksi-olumsuz, yani karşı-devrimci olduğunu hikaye "edebilirler. Bizim hikayeye değil, harekete inancımız var. Biz biliyoruz ki dün herkesin eksi-olumsuz dediği şey, bugün ya da yann artı-olumluya dönebilir. Bize Kürdistan ayaklanmalannın dün eksi-olumsuz, yani karşı-devrimci olduğunu kanıtlayanlar, bunun yann da böyle olabileceğini iddia edebilirler mi? Fakat biz bü eksi-olumsuzun,.bir gün artı olumlu, devrimci olabileceğine yalnız felsefe yüksekliğinden bile egemen olabilenlerdeniz. Ve işte sorunun devrimci oluşu buradadır. 2- Devrim Sorunu: Kürt ulusu sorunu, şimdiye kadar emperyalizm kucağında karşı-devrim aleti olarak kaldı demek doğrudur. Oracıkta kalmak en hafif deyimiyle pasifizmdir. Çünkü Marksizm, 2. Enternasyonal sosyal şovenizmi gibi, dünyayı merceksiz ya da teleskopla izleyen bunak burjuva bilimi, Lenin'in sözüyle Kautsky kocakanhğı değildir. Lenin'in daima üzerinde durduğu ve geliştirdiği gibi, Marksizm: 1- Olaylan gözlemek ve açıklamak, 2Olaylan değiştirmek, devrim yaptırmak bilimidir, insan çabasının bir olayı değiştirmesi, o olayın koşullarını, nedenlerini bilmekle olanaklıdır. Kürdistan hareketinde böyle bir durum -karşı devrimci niteliğe devrimci niteliğe geçmeye elverişli yasalar- var mıdır? Kürt ulusu anti-emperyalist, uluslararası komünizm safına atlayabilir mi? Bunu başlıca iki yönden inceleyebiliriz. / a) Kemalizm anti-emperyaiisttir: Gerçekten Türk burjuvazisi kısa tarihçesine küçük bir göz atmayla kolay anlaşılacağı gibi, şimdiye kadar eğer istikrarlı bir bağımsızlık havası içinde yaşayabildiyse, ülkede ekonomik ve kültürel egemenliğini kurmaya zaman bulduysa, bunu ancak dünya komünizminin ezilen uluslar safında, emperyalizme karşı yaptığı savaşa borçludur. Bu bakımdan Türkiye'deki bağımsızlık hareketi dünya devrimine karşıt değil, ona yardımcı ve şu halde bizzat kendisi de devrimci oldu. Bu yargılamadan sonra kuru mantığın varabileceği şöyle "doğal" bir soru şunun ya da bunun aklına gelebilir: Acaba bugün devrim cephesinde bulunan Türk burjuvazisine karşı, yine bugüne kadar karşı-devrim cephe-sindejı ayrılamayan Kürdistan ulusal hareketini tutmak karşı-devrim olmaz mı? Gerçekten, eğer göz göre göre emperyalizme alet olan bir Kürtlük hareketini, her ne pahasına olursa olsun anti-emperyalist Kemalizme karşı tutmak bu söylenen sonuca varabilir. Fakat soyut mantık, canlı olaylann ayrıntılı gerçekliğinden kopmuş, ezberlenen formülleri yinelemekten ibaret olan basmakalıp mantık, İslam felsefesindeki cenab-ı hak gibi "nelere kadir değil"? "Teori dostum daima soluktur, daima yeşil olan yaşamın ağacıdır"... Bu konuda düşüncemizi yabancı sınıflann varlıklannm etkisiyle sakatlamamak, Türkiye işçi sınıfının maddi tarihinin dışına fırlatıp saptırmamak için herşeyden önce hepimizin hiçbir zaman unutmaması gereken iki noktayı tekrarlayalım: a) Öncelikle korkmayalım: Bir savaşa girmişiz. Sınıf savaşı. Bunun bütün gereklerini peryasızca karşılamayı göze almadıktan sonra bir adım atmanın olanağı yoktur. Marksizm, hele yakın Leninizmin tarihinde, yalnız kuru mantığın canlı Bolşevizme karşı ne "devrimci" suçlamalara kalkıştığını görmeyenimiz yoktur. 1905 devriminin yenildiğini, yerini koyu bir karşı-devrime bıraktığını gören Plehanov: "İşçi sınıfı eline silah almamalıydı" dedi. Çünkü kuru mantık ve burjuva mantığı için savaş, ancak mutlak zafer olasılıklan yüzde yüz sağlandıktan sonra yapılmalıdır.Ya düşman gücü sana saldırırsa? O zaman iki şık var: 1- Hiç eline silah almamak ve miskince ölüme ve tutsaklığa bel bağlamak; 2- Ne kadar hazırlıklı ve güçlü bulunuluyorsa, o hazırlık ve güçle düşmana karşı koymak. Hiç olmazsa, düşmana.varlığını tanıtmaktır. Kuru burjuva mantığı -kendisi için değil- işçi sınıfı için birinci şıkkı, yani kendi kendisini inkâr etmeyi daima tavsiye edegelmiştir. 1917 Ekim devrimi geniş köylü kitlelerini işçi sınıfına toprak aracılığıyla müttefik yaptığı zaman, yine işçi sınıfı içinde uluslararası soyut burjuva mantığını incelte incelte satmak isteyen bir "Marksist" 2. Enternasyonal, bir doktriner "devrimci" Kari Kautsky, köylüye küçük mülk şeklinde toprak dağıtan Bolşevizmi karşıdevrimcilikle suçladı. Oysaki o zaman da şu iki şıktan biri vardır: 1- Ya soyut ve mutlak "herkesten çok" "devrimci"lik yapıp köylü tabakalarının toprak talebini hiçe sayarak toprağı dağıtmamak, böylece Macaristan'da, italya'da vb. iilkelerde sonradan defalarca görüldüğü gibi, işçi sınıfını köylü mütefiğinden ayırarak, proletarya devrimini koyu faşizm karşıdevrimine feda etmek, 2- Ya da önce Rusya'da, sonra Çin'de olduğu gibi toprağı üstünde çalışanlara dağıtarak işçi+köylü ittifakını perçinlemek ve böylelikle proletarya ve Sovyetler devrimini yaşatmak... Tekrara gerek yok ki, işçi tulumunu giyinmiş burjuva mantığı hep birinci parlak "devrimcilik" şıkkını bize tavsiye edegelmiştir. 3. Enternasyonal'in savaş sonrası deneyimleri böyle binbir örnekle doludur. Bulgar karşı-devrimi, "köylü hükümeti" ile Çankof beyaz muhafızlarının boğazlaşmasını iki burjuva çekişmesi sayan zihniyetin ürünü oldu. Leh terörü ulus ve köylü sorunlarında zamanında taktiğini kuramayan örgütün sapıklığı sayesinde tutundu. Şu hâlde sözcüklerden korkmayacağız. Tersine sözcüklerin altında ve içinde bulunan sınıf ilişkilerini devrime bağlayacağız. Bunu yapmadıkça komünizm softalığından kurtulmuş sayılmayız. b) Değişime inanalım: Biz Kürt ulusu sorununu koyarken bir olanaksızlıktan söz etmiyoruz. Lawrence'ın sterlinleri uğruna silaha sarılan paşazade ve beyzadelerden değil, ezilen Kürdistan köylülüğünün ayak-lanışından söz ediyoruz. Bu ayaklanma eğer şimdiye kadar olduğu gibi Be-dirhanilerin, Cemil paşa oğullarının beceriksiz yönetimi altında yürürse, yalnızca şimdiye kadarki sonuca varır. Boş yere yenik düşer ve yoksul Kürdistan halkını kılıçtan geçirtir. Bizim dediğimiz bu değil. Bizim dediğimiz, Kürdistan halkının ulusal ve sosyal kurtuluş hareketinde artık bir zorunluluk haline gelen devrimci, ileri ve anti-emperyalist yöneliş ve yönetimdir. Kürdistan'ın şimdiye kadar ağalık ve burjuva batağı içinde bocalayan ters talihini yenmektir. Bu ters talihi yenebilecek biricik güç yoksul Kürdistan halkına, çoktan özlediği, bugüne kadar aramaktan bunaldığı yeni, ileri, devrimci bilinci sunmak, dünya komünizminin örgüt+ajitasyon+propaganda yardımını ve gücünü onunla kaynaştırmak olabilir. Bu yapıldıktan sonra, Kürdistan ezilen halk hareketinin doğal yolunu bulması için artık hiçbir keramet ve mucizeye gerek kalmaz. Değişimin, olumsuzun (karşı-devrimin) olumluya (devrime) çevrilişi yıldırım hızıyla günün sorunu haline gelir. Bunu yapacak olan rastlantılar değil, Türkiye'nin devrimci işçi sınıfının keşif kolundan başkası olamaz. Ve keşif kolu bunu yapamadıkça, ne keşif kolu ne de devrimci olamaz. Çünkü Leninizmde sömürge ve ezilen ulusların ayrılmasını propaganda etmeyen sosyalistler: "Devrimci propagandalarını ve kitlelerin devrimci hareketini ulusal boyunduruğa karşı mücadeleye kadar genişletmeyen sosyalistler, monarşik ve emperyalist burjuvazinin kanı ve çamuruyla 2 örtünen leşler gibi hareket edenlerdir (a.b.ç.)" Türkiye Komünist Partisi "leş" midir? Hayır, bunu zaman daha iyi gösterecek. Fakat bu genel düşüncelerden sonra olayların yasa ve koşullarına dönerek araştırmamıza devam edelim: 1- Türk burjuvazisinin devrimciliği oldukça görecelidir. Hiç unutmayalım, Kemalizmin emperyalizme düşmanlığı, emperyalizm Türkiye yoksul halkını, çalışkan köylü ve işçilerini ezdiği ve soyduğu için değil, bu eziş ve soyuşta aslan payını kendine ayırdığı ve Türk burjuvazisine arü-değerden, fazla-üründen yalnız kırıntı bıraktığı içindir. Türk burjuvazisinin emperyalizme düşmanlığı, koyunlarını komşusuna sağdırmak istemeyen mal sahibinin düşmanlığı gibidir. Bir gün koyunlar biz koyun değiliz, insanız diye ayaklanırlar ve mal sahiplerinin sağmalı olmaktan kurtulmak için birleşirlerse, o zaman dost düşman mal sahibi ve komşuların ortak tehlikeye karşı birleşmeleri olanaklıdır. Nitekim Hindistan sömürgesinde, Çin yan-sömürgesinde çalışkan köylülük ve işçi sınıflan, yalnız ulusal değil, kendi sosyal kurtuluşlarını da istemeye kalkıştıkları zaman, o zamana kadar ulus ve vatandan söz ederek emperyalizme karşı duran burjuvazinin birdenbire emperyalizmle uzlaşmaya girişmesi böyle olmuştur. Bu bakımdan Kemalizm hiç de "sağlam ayakkabı" değildir. Nitekim Lozan anlaşmasından bugüne kadar cumhuriyet burjuvazisi her alanda, içerde dışarda emperyalizmle uzlaşma becerisini, maddi olanakların çerçevesini kırmayacak derecede uzlaşmaktan geri kalmadı. Fakat Türkiye işçi sınıfının örgütsüz ve zayıf davranışı, Türkiye'de ezilen azınlıkların emperyalizme dayanırcasına hareketi, Türk burjuvazisini ve Kemalizmi açıkça emperyalizm cephesine geçmekten sürekli olarak alakoydu. Şu halde Türkiye'nin sömürge yöntemleriyle soyduğu Kürdistan yoksul halkının genel ve sürekli çıkan hiçbir zaman Ke-malizmden daha az sermayedarlığın tümüne ve dolayısıyla sömürgeci emperyalizme karşı daha az düşman değildir ve olamaz. Türk burjuvazisi yan sömürgelikten bile kurtulduğunu iddia ediyor. Kürdistan halkı en beter sömürge baskısı altında inliyor. Acaba hangisi daha içten ve derinden emperyalizm düşmanı olabilir? Kuşku yok ki sömürge zulmüne en çok uğrayan halk... 2- Kürdistan'ın kurtuluşu burjuvazinin eseri olamaz: Kürt burjuvazisi2. Lenin: Marksizmin Bir Karikatürü. njn Kürt ulusçuluğunu az çok tanıyoruz. Kürdistan halkı ondan ümidini tamamen kesmek üzeredir. Türk burjuvazisinin Kürdistan'da on yıllarca egemenliği, eski dönemleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge soygunundan başka ciddi bir sonuç vermedi. Gerçi ara sıra Kemalizmin Doğuda derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes duydu. Fakat herkesin bilmediği ve işitmediği gerçek, Kemalizmin ve cumhuriyet devlet aygıtının Kürdistan'daki klan-derebeyi sistemine yapışırcasına uyması, ağalıkla ve bir kısım en kalın Kürt burjuvalarıyla el ele vererek aman vermez bir tarz-* da Doğu illeri çalışkan halk tabakalarını soyuşu ve en barbar sömürge yöntemleriyle ezişidir. Uzun yılların biriken dersleri de ayrıca öğretiyor ki, Kemalizm zoru görmedikçe Doğuda en ufak bir reforma bile , girişmemiştir. Şeyh Sait ayaklanmasında bir kısım ağaları Batı illerine sürgün etti. Ağasız halkın başı boş kaldığım görünce birdenbire ürkerek ağalan tekrar eski saltanatları basma getirdi. Ağrı ayaklanması üzerine, cumhuriyet burjuvazisi köylüye toprak dağıtma (yani satma) işini, örneğin dört yıllık bir plan dahilinde daha acele uygulayacağını ilân etti. Fakat bu demagojinin de ömrü, yakın tehlikenin geçişine kadardı. Ondan sonra ağalıkla olan kutsal ittifakını yavaş yavaş kusursuzlaştırdı: Kema-lizmden başka lütuf ve ihsan bekleyecek tek bir miriyvo kalmış mıdır bugün? Türk burjuvazisi kadar pısırık ve sosyal hareketlerden ödü patlamış bir sınıftan hattâ demokratik burjuva devrimi alanında daha ne beklenebilir? Hiç. Çünkü sözgelimi Doğuda hiç dokunulmamış bir halde duran demokratik burjuva devrimi davasını Kemalizmin iyileştirmesi, reformlarla bile çözülemeyecek durumdadır. Oysa bu dava bütün keskin davalar gibi, yarım reformlarla değil, tam devrim yöntemleriyle Çözülebilir. Böyle bir çözüşse, hiçbir zaman Kemalizmin harcı değildir. Şu halde Türkiye işçi sınıfı ve çalışkan halkı gibi, Kürdistan ezilen halkı da Kemalizme Türkçe'nin ünlü şıklarından birini uygulamakta artık gecikmez: "Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli". 3- Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek devrimden vazgeçmektir: Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her ne pahasına olursa olsun Türkiye'de Kemalizmi tutmak gerekir. Şu halde Kemalizme karşı olan ezilen Kürt halkının kurtuluş hareketi beklesin vb. tezi, partimiz için pek de yeni bir tez olamaz. Bu tez, Türkiye'deki devrimci hareketleri Kemalizme kuyruk etme tezidir, ki eski kuyrukçulardan olan kuyruk sallayıcı Kadroculardan bu teorilerin türlülerini dinlemiştik. Ezilen bir halk kitlesini Kemalizme feda edebilenler için asıl özverinin ucu bucağı yoktur. O zaman, Kemalizmin "devrimciliği"ne inananlar, karşımıza dikilip mantıklarım şöyle sonsuza kadar uzatabilirler. a)lCürtlük sorununu kurcalamamalı. Çünkü emperyalizme dayanmış olan bu hareket anti-emperyalist olan Kemalizmi baltalayabilir. b) Türkiye'de Türk köylüsünün devrimci hazırlanışını da bir yana bırakmak akıl kârıdır. Çünkü Allah korusun köylü kalkar Menemen olayında olduğu gibi halifeyi ve şıhları yeniden kurmak sevdasına düşer. Ülkede devrim yapalım derken karşı-devrime düşebiliriz ve Türkiye'yi emperyalizme karşı zayıf düşürerek devrim cephesinde bir gedik açmış olabiliriz. c) Sonunda ister misiniz, Türkiye'de işçi sınıfının bağımsız ve devrimci hareketine meydan vermekle sınıf mücadelesinin sağlanması, anti-emperyalist ve "devrimci" davranan Kemalizmi belki bozguna, belki de emperyalizmle ittifaka sürükleyebilir... Neme lazım, hazır "anti-emperyalist" cepheyi bozup da ne olacağı belirsiz "serüven"lere atlamaya neden kalkışmalı? Vb., vb... Nereye yardığımız ortada: Kuyrukçuluğun bile ancak Kadroculuğa soy-suzlaştığı zaman açıkça itiraf edebildiği nesne... Kemalizme Kemalizmden çok inanmak, Türk burjuvazisinin sözde "devrimciliği" önünde tam ve mutlak teslimiyet; her türlü devrimci hareketten yüzgeri etmek, hattâ ufacık reform talepciklerinden, hattâ örneğin iş yasası istemekten (çünkü o da Kemalizmi ürkütür ve belki emperyalizme yaklaştırır) vazgeçmek... Bütün silahları Halk Partisi'nin silah deposuna teslim ederek ipek îş'in işlemeli ihramlarından birine bürünüp, Ankara Arafatının Çankaya Kalesi çevresinde hacı olmaya gitmek... Bu tür burjuva aydınlığına özgü 1 "müminlik , Türk Bolşevik Partisinin içinden temizleneli yıllar geçti. Biz Türkiye komünistleri sorunun taban tabana karşıtını görenlerdeniz: Kürdistan ezilen halkını emperyalizmin kucağına atan Kemalist sömürgeciliğinin zulmüdür. "Denize düşen yılana sarılır" der Türkler. Türkiye köylülüğüne geçmişi arattıran, bugünkü tefeci + mütegallibe + finans-kapital asker-banker-yunker sisteminin görülmemiş soygunundan başka bir şey değildir. Türkiye proletaryasına gelince, o bütün dünya biricik işçi sınıfının bir parçası olan Türkiye işçi sınıfı, yeryüzünde gerek sömürge, gerek anavatan soygunlarını ve tarihte gelmiş geçmiş tüm insanın insanı soyması yöntemlerini kökünden kazımakta, şu halde yalnız emperyalizmi değil, her türlü sermayedarlığı bile yeryüzünden kaldırmakta çıkarları birdir. Şu halde Kemalizmle karşılaştırma kabul etmez derecede ileri ve güçlü emperyalizm düşmanı ancak Türkiye işçi sınıfıdır. Türkiye proletaryası kardeş Kürdistan proletaryası ile el ele verip de gerek Anadolu'nun soyulan, soğana çevrilen çalışkan Türk köylülerini ve gerekse mazlum Kürdistan köylülüğünü Sovyetler Devrimi sloganıyla insanlığın ilk ve son kez gördüğü büyüklükteki yaman devrim kıyametine kavuşturduğu gün, Anadolu ve Kürdistan Sovyetler devrimi, bugünkü Kemalist Türkiye'nin binbir karşıtlıkla kemirilen "ulusal" birliğinden nitelikçe bambaşka, nicelikçe uçsuz bucaksız oranda müthiş aşılmaz ve yenilmez bir anti-emperyalist kale olacaktır, işte Türkiye Komünist Partisi, bu kaleyi kuracaktır. Kürdistan halkı bu kaleyi kurmaya gelir mi? Buna kısmen yukarıda yanıt verdik. Aynı sorunu bir başka noktadan ayrıca araştıralım, b) Kürdistan halkı anti-emperyalist olur mu? Kürdistan halkı kendi kurtuluş hareketini komünizm devrimiyle birleştirebilir mi? Ya da anti-emperyalist olabilir mi? Bu iki sorunun anlamı, ezilen Kürdistan halkı komünizm sloganları ve komünizm için mücadeleyi tutar mı? Komünizme gelir mi? Kürdistan halkının komünizme gelmesi için iki şey gerek: 1- itici gücü onu emperyalizmden ayırsın; 2- Çekim gücü onu komünizme çeksin. a) itici güç: Kürdistan halkı emperyaliz.me karşı olabilir mi? Geçirdiği on yıllık deneyimler -hiç olmazsa zengin Hoyboncular dışında-tüm Kürdistan halkına, Kürt ağaları, beyleri, burjuvaları gibi uluslararası emperyalizmin de Kürt bağımsızlığına yardımı dokunamayacağı dersini az çok öğretti. Tüm Kürdistan halkında bu yargı üstü küllenmiş, fakat için için yanan bir bilinçaltı ateşi halinde gizli bir varlık korur. Bu külün kalkması, bilinç altına egemen olan yargının bilince çıkartılması için Kürdistan'da -ama sakın Kemalizm tarafından değil, çünkü oradan gelen her etki en şiddetli ve ters etkileri uyandırır- sözgelimi bir komünist örgüt tarafından yapılacak en hafif ve hattâ üstünkörü ajitasyon yeter. Bununla birlikte, bu ajitasyon ve propaganda işinden daha güçlü bir şekilde Kürdistan halkını emperyalizmden ayıracak olan harekettir. Bu hareketin birbirine bağlı iki ifadesi vardır: i- Yalnız Türkiye'deki değil, bütün Kürtlüğün kurtuluşunu gözetme: Kürt halkı (işçi ve köylüleri) Türkiye'ye özgü bir ulusal yazgı değildir. Iran sınırlarından Irak, Suriye'ye kadar, eski Osmanlı Imparatorluğu'nun bileşimi olan, şimdiki cumhuriyet sınırlan çevresinde özellikle ingiliz ve Fransız emperyalizmlerinin sömürgesi halinde ezilen ve soyulan bir Kürtlük var. Türkiye sınırları dışındaki Kürtlerin sömürge koşullarını tekrarlamak bir totoloji olurdu. Çünkü onlar, adı üstünde, sömürgedirler. Bizim burada, Türkiye içindeki Kürtlerin de dışımızdakilerden farksızcasına sömürge yöntemlerine tabi olduğunu göstermemiz,. "Doğu Balkanları" üstünde çırpman Ingiliz-Fransız-Türk vb. sömürgesi durumundaki bütün Kürtlük azınlıklarının kaderce ortak bir bütün oluşturduğunu kanıtlamak içindi. Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek olan ayrı bir devlet oluşturmaya karar verme hakkı, Kürtlüğün kendi alınyazısına, siyasal bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olması hakkı, yalnız Türkiye'deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasal yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun idealleştirildiği gün, Irak ve Suriye'de Kürtleri, eski zamanın "koç başı" gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkartan aynı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır. ii- Kürtlüğün sömürge kurtuluşu ancak tüm dünya ezilen uluslarının kurtuluşuyla el ele yürüyebilir: Ezilen Kürdistan halkı, kurtuluşu ezen anavatanlara karşı bir savaş açarak başarabilir. Herhangi bir savaşta düşman cepheyi açıkça görmek ne kadar zorunluluksa, müttefik güçler bulmak da o derece gereklidir. Kürdistan'm düşmanı genel olarak dünya emperyalizmi, özel olarak Türkiye kapitalist sınıfıdır. Şu halde müttefiklerini de özel olarak Türkiye içindeki ezilen ve soyulan sınıflar arasında ararken, genel olarak, tüm dünya ezilen uluslanyla, örneğin Suriye, Irak vb. gibi sömürgelerin işçi ve köylü smıflanyla emperyalizme karşı ortak cephe kurmaya zorunludur. Bu bakımdan da gene Kürtlük davası, emperyalizme düşman olmaya, maddi görevi gereği zorunludur. 2- Çekim gücü: Kürtlüğün sömürge kurtuluş hareketini, komünizm yoluna çekecek olan güç bellidir, a) Tüm dünya ezilen halklannm kurtuluşunu 3 idealleştiren, gerçekleştiren, dünya devrimcisi bütün dünya proletaryası ... yani genel olarak komünizm ve 3. Enternasyonal. b) Burjuvazi tarafından ezilen ve soyulan bütün Türkiye ezilen sınıflarının kurtuluşunda kendi kurtuluşunu gören ve gerek Türkiye çalışkan köylülüğünü ve gerekse ezilen Kürdistan ^halkını kurtarmak istemedikçe ve kurtarmadıkça kendi kurtuluşunun olanaksız olduğunu iyi bilen Türkiye proletaryası, yani Türkiye Komünist Partisi... *** Şu vardığımız mantıksal sonuçtan sonra daha pratik bir sorgu açalım: Kürtlük komünist sloganları tutar mı? Bu sorguya yanıt vermek için Kürtlük sözcüğünün anlamını bir daha göz önüne alalım: 1- Egemen Kürtlük: Türk burjuvazisiyle zar zor birleşmiş Kürt ağalan, beyleri ve 3. Bir kelime okunamadı. burjuvaları; 2- Ezilen Kürtlük: Kürt köylülüğü, Kürt miriyvolan, Kürt ameliyeleri ve işçileri... Biz komünizmi tutacak Kürtlerden söz ederken ezilen Kürtlüğü kastediyoruz ve onlar komünizme dört elle sarılmaya hazırdırlar. Bunun pratik, oldukça pratik kanıtını mı istersiniz? işte size iki olay: 1- Normal zamanlarda: Kürt yoksullarının fazla babahan olduğu, öldüm allan ağasından ayrılamayacağı, ağanınsa onu ikide bir emperyalizme ya da Kemalizme satacağı gibi bir saçmalık var. Fakat bu yargı önce insan alınyazısmda tarihsel maddeciliğin anlamını sindiremeyen, insanların "salt düşünce"yle, hattâ Allah tarafından harekete geldikleri kanısını geviş getiren babayiğitlerle Kürdistan yoksul halkını ya tanımayan ya da tanımamazlıktan gelmekte çıkarı olanların harcıdır. Gerçekte Kürt yoksulları ve köylülüğü en normal zamanlarda bile her gün ağaya isyan eden, ağayı sürekli inkâr eden bir unsurdur. Örneğin, aşiret kaçaklarıdır. Bu küçük ve sınırlı gibi görünen olay, Kürdistan içinde kapsamlı bir niteliktir. Ve Kürt yoksullarının egemen görüldüğü ve dolayısıyla onun emperyalizme satılık mal olmaktan ne kadar kolay ayrılabildiğini gösterir. Fakat bu normal zamanlarda böyle. 2- Ayaklanma günlerinde: Kürt yoksulunun kendi yolunu ne çabuk bulduğunu yukarıda bir örnekle görmüştük: Şeyh Sait ayaklanmasında Kürt ağalarının birdenbire Kemalizmle el altından uzlaşmaya zorunlu olu-verişi, ayaklanan Kürdistan yoksullarının.bizzat ağaları da "yağma" etmiş olmasıdır... Demek kesin günde, Kürdistan yoksul halkı sınıfsal konumunu pekâlâ hissedebiliyor. îş, bunu ona bilinci ve slogan şeklinde öğretebilmekte ve yaptırabilmektedir. *** Şu halde Türkiye Komünist Partisi'ne iki görev düşüyor: 1- Ezilen Kürdistan halkıyla bağlanmak; 2- Bir Kürdistan Komünist Partisi'nin kuruluşunu kardeşçe hazırlamak... Bu iki görev de hiç olmazsa bugün için teorik olmaktan çok pratiktir. Ata binmek ata binmekle olur. Ve teori ancak pratikle atbaşı gidecektir. Bununla birlikte, bu iki nokta üstünde son iki kelime ile ufak bir işaret yapmak yeter: 1- Taktik ve strateji: Strateji bakımından Türkiye işçi sınıfının Kürdistan'daki yedek müttefiklerine yukarıda kısmen işaret etmiştik. Batı illerinde gelişen yerli kapitalist sanayi, Doğu illerindeki doğal ekonomiyi parçalarken, varolan küçük sanatları da yokeder. Buna karşılık değil Kürdistan'da, bütün Türkiye'de açılan yeni sanayi girişimleri açıkta hazır kalan işgücünü emecek kadar geniş değildir. Zaten geniş olsa bile, Kürdistan halkının omuzlan üstüne çıkan yoksulluk o kadar ağırdır ki, uzak şehirlere göç bile edecek halleri yoktur. Onun için genel olarak sömürgelerde görülen süreç buraları da kasar kavurur. Köylülüğe* doğru geri çekiliş, koyu kara cahillik... Yoksul halk tabakalarının toplu, örgütlü ve sürekli mücadele yeteneğini baltalar. Bugün Kürdistan'da Türk işçileriyle onun keşif koluna müttefik olacak sınıflar genel olarak ezilen Kürdistan köylülüğüdür. Bu köylülüğün ortalama %25'i ameliye ve hizmetçi ağalığa özgü bir tür tarım işçisi ve %50'den fazlası da miriyvo sayılsa, hiç olmazsa %75 köylülük topraksızdır. Yani Komünist Parti-, si'nin tarımsal programını ölümü göze alarak tutacaktır. Kürdistan'daki şehir proleterler sınıfı %1,5 kadardır. Bunlar şehir plebleriyle sanayi işçisi arasında sayılacak işçilerdir. Kürdistan'm küçük aydınlarından hiç değilse nüfusun %l kadarı, bir sömürge kurtuluşu için gösterilecek yolu bekleme durumundadır. Şehir küçük-burjuvaları %7,6'yı buluyor. İşte partinin müttefik ve bağ arayacağı sınıf ve zümreler bunlardır. Komünizmin Kürdistan faaliyetinde, keşif kolu hiç kuşkusuz bugünkü Türk proletaryasının yardımı ile, Kürt proletaryası (Kürdistan işçi sınıfı) olacaktır. Kürt işçileri bütün bir ezilen ulus adına girişeceği sömürge sosyal kurtuluş savaşında büsbütün dayanıksız kalmamak ve devrimde proletarya egemenliğini korumak için şu klasik Bolşevik yöntemleriyle hareket edecektir. a) Stratejice: Kürt proletaryası orta sınıflan, yani küçük-burjuvazisi+ Kürt aydınlan davasına bağlayarak, başta ameliyelerin özel örgütü gelmek üzere tüm miriyvolan, bu sayede de bütün Kürt köylülüğünü kendine çekecek ve hep birden Kürdistan işçileriyle köylülerinin demokratik diktatörlüğüne götürecektir. b) Taktikçe: Kürt proletaryası, Türk proletaryasının kardeş yarcjımıyla ve keskin Bolşevik sınıf mücadelesi yöntemiyle harekete geçecek, Kürdistan'da başlayan demokratik burjuva devrimine proleter ^damgasını vuracak, sömürge kurtuluşunu sosyal kurtuluşa ve sosyalizme doğru asgari programdan başlayarak geliştirecektir. 2- örgüt: Bu işleri yapacak Kürt proletaryasının bir genelkurmayı oluşturulmalıdır: Kürdistan Komünist Partisi. Fakat böyle bir örgütün kurulması için deyim yerindeyse, ağabeylik görevi Türkiye Komünist Partisi'ne düşer. Türkiye Komünist Partisi, uzun siyasal deneyimlerini, Kürdis-tan'ın içinde yaşadığı koşullara uyarlayarak bu görevi yapabilir. Partimize bu bakımdan düşen iki önemli yetiştirici ve hazırlayıcı rol vardır: a) Ideoloji rolü, b) Örgüt rolü. a) ideoloji rolü: Savaş içinde yetişecek kardeş Kürt partisine, Türkiye Komünist Partisi Marksizm-Leninizmi silah olarak vermelidir ki, bu silah Kürt proletaryasını olduğu gibi, onun aracılığıyla Kürt orta sınıflarını ve köylülüğünü de harekette ağa+burjuva+küçük-burjuva ideolojisinin zararlı etkilerinden tamamen korusun. Kürt işçisini yabancı sınıfların ideolojik etkisi altında bırakacak yerde, diğer sınıflan kendi ideoloji ve örgüt egemenliğine candan inandırsın. Örneğin ayaklanma komünizmce bir sanattır. Bu sanatın işçisi bütün işçiliklerin yaratıcısı ve nedeni olan işçi sınıfının biricik idealizmi, komünizm, Leninci Marksizmdir. Bolşevizmde ayaklanmayla oynanmaz. Ayaklanma bir Puçizm, üç beş yüz kişinin işi değildir. "Halkın geniş kitleleri içinde bir tepki fışkırtan" (Lenin) ayaklanmadır. Hiç kuşku yok ki, Kürdistan halkı böyle bir ayaklanmanın sanatçılarına muhtaçtır. Bu sanatçıları yetiştirmek, bu sanatı en yüksek ve en göz kamaştırıcı şekliyle gerçekten uygulamak için koşul, keşif kolunu, örgütlerini burjuvaziyle ve hele burada ağa ve küçük-burjuva ideolojisinden kesin sınırlarla ayıracak ve her türlü maceracı "devrimcilik"lere kapılmaktan alakoyacak olan Marksizmi, en büyük devrim biüjnini özümlemek, benimsemektir. b) Örgüt rolü: Kürdistan'da merkez komitesinden hücrelerine kadar bütün unsurlarıyla tam bir Bolşevik parti yaratmakta Türkiye işçi sınıfının keşif koluna önemli zorunluluklar gelir dayanır. Herhangi bir siyasal akım içinde taktik bakımından yönelişlerde aldanmamak, harekette kütlelerin yanlış sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hattâ kapılmamak için, bağımsız Kürdistan Komünist Partisi'ne doğru gelişmek idealdir. Böyle bir örgüt partimizin gizli faaliyet deneyimlerinden çok yararlanabilir. Bununla birlikte, partimiz özde kardeş olmakla birlikte, önce ana örgütü, sonra ağabey örgüt olduğuna göre, Kürdistan'ın yeni yerel ve özel koşullarına göre büsbütün özel savaş şekil ve sloganları bulmakta, özellikle ilk zamanlarda bütün gücü ve olanaklarıyla uğraşmalıdır. Nereden başlamalı? Bugünkü Kürdistan'da, herhangi bir komünist düşünüşü ve örgütü yaratmak için bölgenin özelliklerine bakınca iki noktadan iye girişmek zorunluluğu vardır: v- Kadro yetiştirmek, 2-Partizanlar hareketi. Bunlardan birincisi partimizin emekleme döneminde iyi işlenmiş ve bugün belirli yönlerde yetecek kadar ıseyvalarını ve derslerini verfftiş de-rjcyimler hazinesinden bol bol beslenebilir. İkincisi, özellikle Kürdistan'm özel durumuyla sıkı sıkıya bağlıdır. Bu alandaki deneyimler hazinesini partimizin tarihçesinde bol bol bulmanın olanağı yoktur. Fakat partimiz biricik dünya partimizdir. Komintern'in uluslararası deneyimleri o kadar zengindir ki, yeni savaş ideoloji ve örgütü hazine değil, deryalar kadar geniş ve bereketli bir kaynak olabilir. Bu iki ana halka için birçok sıçrama, yapay köyrü ya da.mancınık yapılabilir. Zemin, geçen açıklamalarımızdan da az*çok anlaşılabileceği gibi, uygundur. Bununla birlikte, biz yine Lenin ustamızın "doğal ulaşım" mı son bir kez daha hatırlamış olalım. Köylülük için genellikle koyduğumuz doğal ulaşım yollan aynen Kürdistan köylülüğünün özelinde de ihmal edilmedikçe, mutlaka ürünlerini verecek ve hedefe ulaşacaktır. Bu doğal ulaşım yollan sırasmda, örneğin daha ilk düşünüşte akla gelenler şunlardır: Kürt aydınlannın halka yakın zümrelerini, türlü kurum ve noktalarda aydınlatmak ve yetiştirmek, onlardaki yüzyıllık-ürkekliği devrimci çelikleme yöntemiyle silmek, büyük şehirlerde Kürdistan halkından sık sık rastlanılan Kürt proleter, müstahdem ve hattâ küçük-burjuvalan içinde tutkunca ve özel olarak çalışmak. Türkiye'nin Batı illerinde bile, bazı şehirlerde Kürdistan halkından toplanmış olanlann bir erdemi vardır: Bü toplananlar eğer halktan kişilerse, genellikle babahan psikolojisinin, bu zümreye karşı şehirlerde beslenen duygularla da kışkırtılması yüzünden, hepsi de bir tür komünite, topluluk halinde kollektif yaşarlar. Özel Kürt mahalleleri, Kürt sokakları vardır. Çoğunluğu proleter ailelerden oluşan bu semtler, denilebilir ki, Türkiye Komünist Partisi'nin özel işi için, Türk ve Kürt proletaryalarının sıkı el birliği için Türkiye ve Kürdistan halk kitlelerinin ortak hareketi için başlangıçta işlenecek bitmez tükenmez birer maden daman değil midir? *** Bu konuya Marx'ın sözüyle başlamıştık. Son sözü yine Lenin'e bırakalım:J'Sömürgelerle Avrupa küçük uluslarının kalkışması olmaksızın sosyal devrimin olanaklı olduğunu düşünmek, bütün boş inanları ile küçük-burjuvazinin devrimci infilakı olmaksızın bilinçsiz proleter ve yarı proleter kitlelerinin soylular, papazlar ve istibdat aleyhinde ve ulusal boyunduruğa karşı hareketi olmaksızın, sosyal devrimi düşünmek, sosyal devrimden vazgeçmek, yüzgeri etme anlamına gelir. 'Saf, temiz bir sosyal devrim bekleyen boşuna bekler. Öyle bir devrim lâfta kalan bir devrimdir, ki gerçek devrimde değildir."* 4- Lenin: Marksizmin Bir Karikatürü. [1] L. Ferit: "Karadeniz Halkı", Cumhuriyet, 17.1.1933. [2] Son Posta, 23.9.1932.