mücadele bildirgesi

Transkript

mücadele bildirgesi
www.red.web.tr
RedDergisi
RedDergisi
E-Bülten Sayı 2
1 Ağustos 2016
BİZ BU ÇARKI TÜRKÇE, KÜRTÇE, ARAPÇA, FARSÇA REDDEDİYORUZ VE KIZIL RENGİ ÇOK SEVİYORUZ!
Darbe ve diktatörlük ikilemine karşı
MÜCADELE BİLDİRGESİ
1
5 Temmuz darbe girişimi sadece Türkiye’de yepyeni bir dönemi tetiklemedi, bütün dünyada da yankı
buldu. Dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar, ‘halkın
sokağa dökülmesi’yle engellenmiş bir askeri darbe girişimi
ve ‘demokratik bir zafer’ görüyor. Oysa Türkiye –ve aslında
tüm bir Ortadoğu- uzun süredir dışarıdan bakmakla anlaşılabilecek bir yer olmaktan çıkmış vaziyette.
Şimdi Ortadoğu’yu bir kenara bırakalım…. Türkiye’de bir
‘ikili darbe’ süreci vardır. Ülkenin geleceği tehdit altındadır.
Bunu anlamak için öncelikle Türkiye’nin yakın dönem
tarihini iyi anlamak gerekir.
O halde, ana hatlarıyla bir tarihsel özet yapalım…
AKP NASIL KURULDU? MİSYONU NEYDİ?
AKP, geleneksel İslamcı partinin, Saadet Partisi’nin
bölünmesiyle ve başına kullanışlı bir ismin, Tayyip
Erdoğan’ın getirilmesiyle, suni olarak, emperyalizm
tarafından kurdurulmuş bir ‘proje parti’ydi. Tayyip
Erdoğan ABD’de “Onu süpürmeyin, kullanın” diye takdim
edilmişti. Kullanışlı olması, İstanbul’a belediye başkanlığı
yapmasından ziyade, şeriatçı nutukları nedeniyle iki ay
hapis yatmış olmasından kaynaklanıyordu. O zaman devleti
elinde bulunduran sağ Kemalist elit onu cezalandırmıştı. O
artık yoksul Müslüman nüfusun oylarını alabilecek ‘mağdur
olmuş’ bir Müslüman’dı!
Tayyip Erdoğan’ın AKP’si, geleneksel sağ partilerin
yıpranmış, sosyal demokrasinin itibarsızlaşmış olduğu
koşullarda, müthiş bir kampanyayla ve emperyalizm ile
yerli patronların tam desteğini arkasına alarak girdiği 2002
seçimlerinde yüzde 34,3’lük büyük başarı elde etti. Parti
geleneksel sağ unsurları bünyesine katmanın yanı sıra bir
İslami tarikatlar koalisyonu yarattı. Bu tarikatların içinde
en etkilisi ise Fethullah Gülen’in ‘Cemaat’iydi. Bu ‘Cemaat’
sayıca –mesela Nakşibendilik kadar- kalabalık olmasa da,
dünyaya yayılmış okullarıyla, ulaştığı büyük maddi güçle,
devlet bürokrasisi içinde, özellikle polis teşkilatında ve ordu
içinde gizli örgütlenmesiyle ciddi bir güç haline gelmişti.
DÖNEMEÇ: HRANT DİNK CİNAYETİ
Yine de AKP iktidarının ilk yıllarında ordunun ve devlet
bürokrasisinin geleneksel Kemalist yapısı ağır basıyordu ve
AKP hükümetinin ‘tam iktidar’ olmasının önünde bir engel
teşkil ediyordu. Bu engel aşılmalıydı. 2007 Ocak ayında
Fethullah Gülen’in polis teşkilatı içindeki örgütlenmesinin
tezgahıyla Türkiye’deki Ermenilerin cesur sesi Hrant Dink
katledildi. O gün bu cinayetin Fethullahçılar tarafından
tertiplendiğini yüksek sesle dile getiren ilk kesimlerden biri
olduk. Bugün ise cinayetin ABD tarafından desteklenen
Fethullahçılar tarafından tezgahlandığı kesinleşmiştir. Oysa
o gün ‘olağan şüpheliler’ Ermeni meselesinde milliyetçi
yaygara koparan sağ Kemalist unsurlardı. Bu ‘olağan
şüpheliler’ karşısında AKP sahte bir ‘demokrasi’, ‘hoşgörü’,
‘farklı kimliklere özgürlük’ demagojisi yükseltti. 2007
Temmuz ayında seçimler vardı!
2007 seçimlerine bu atmosferde giren AKP oylarını
yüzde 46,6’ya yükseltti. Hemen akabinde, ‘Ergenekon’ adı
verilen operasyonların ilk büyük dalgası başladı. Operasyon,
önce şaibeli isimlerin tutuklanmasıyla, devlet içindeki
gizli ‘gladio’ örgütlenmesinin temizliği gibi gösterildi. Bu
operasyonu zincir operasyonlar izledi.
ANAYASA DEĞİŞİYOR
Bir sonraki kritik dönemeç, 2010 sonbaharındaki Anayasa
değişikliği referandumu oldu. 12 Eylül 1980 darbesini
yapan generalleri yargılama vaadi gibi sözde ‘demokratik’
bir makyajla sunulan Anayasa değişikliği önerilerinin
iki özelliği vardı: Birincisi kesinlikle işçi sınıfına yönelik
büyük bir saldırıyı mümkün kılacak anayasal değişiklikler
içeriyordu. İkincisi, özellikle Yargı kurumunu tam
anlamıyla iktidar partisinin denetimine veren, kısmi Yargı
bağımsızlığını da ortadan kaldıran maddeler taşıyordu.
Burjuvazinin tamamı referandumda ‘Evet’ oyu
kullanacağını açıkça dile getirdi. Böylelikle burjuva medyası
AKP’nin hizmetine girdi. İşin en acıklı kısmı ise, kendisine
‘sosyalist’ diyen kimi unsurların da ‘Evet’ tavrı açıklaması
ve AKP’yle beraber kampanya yürütmeye başlamasıydı.
Bunların içinde eski TKP’lilerden kendisine ‘Troçkist’ diyen
işbirlikçi DSİP’e ve Marksist Tutum çevresine kadar geniş bir
yelpaze vardı.
Kürt hareketi ‘Evet’ seçeneğini bir pazarlık unsuru haline
getirdi. En sonunda, fiilen ‘Evet’ cephesini güçlendirecek
bir ‘boykot’ kararı aldılar. Zira tam da o süreçte önce gizli
gizli, sonra açıktan, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın muhatap
alınacağı görüşmeler başlayacaktı.
1980 darbesinin yıldönümünde, 12 Eylül’de
gerçekleştirilen referandum halkın önemli bir kesimini
kandıramadı. Sosyalist solun ana akımlarının ‘Hayır’ dediği
referandum, solun bir kesiminin iktidarı desteklemesi
ve Kürt hareketinin etkisiyle geniş bir kesimin boykotu
tercih etmesi sonucunda yüzde 57,9’luk bir AKP zaferiyle
sonuçlandı. Bunun üzerine siyasal İslam’ın saldırı dönemi
başladı.
KARŞIDEVRİM BAŞLIYOR
Saldırı siyasal İslamcı iktidar açısından ‘tam iktidar’,
emperyalizm içinse özelde ordu içinde, genelde bürokraside
görece ‘milli bağımsızlık’ yanlısı kesimleri tasfiye ve
emperyalizmin Ortadoğu planlarına boyun eğdirme
anlamı taşıyordu. (Emperyalizmin Ortadoğu planları
derken, ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni kastediyoruz.
Ama iki mevzu niye birbirine bağlıdır? Hatırlayın. ABD
Irak’a müdahale öncesinde Türkiye topraklarını kullanmak
istemiş, hatta kara birliklerini Türkiye’ye getirerek Irak
sınırına yığınak yapmaya başlamıştı. 1 Mart 2003’te
2
TBMM’de yapılan oylamada ABD’nin Türkiye topraklarını
kullanma talebi geri çevrildi. ABD birliklerinin hepsini
çekip yeni bir saldırı planı yapmak zorunda kaldı. AKP
milletvekillerinin bile bir kısmı oylamada ABD’nin Türkiye
topraklarını kullanma talebine ‘Hayır’ demişti. Bir dahaki
seçimlerde tek bir istisnayla –Bülent Arınç- hiçbiri tekrar
milletvekili adayı gösterilmedi. Benzer bir tavır bürokraside
de vardı. Bu tavır kabul edilemezdi. Artık ABD için
‘karşılıklı çıkarlar’ yoktu, sadece emperyalizmin çıkarları
vardı. Buna boyun eğmeyen her kim varsa, askeri ve sivil
bürokrasiden temizlenecekti. Tabii ki dahası da var…)
‘Ergenekon Operasyonları’ olarak adlandırılan
tutuklamalar serisinin esas anlamı, devleti, içi ne kadar
boşaltılmış olursa olsun, Kemalizmden miras kalan ‘milli
bağımsızlık’ doktrininden arındırmaktı. Ordu, üniversiteler,
Yargı, kamu yönetimi başta olmak üzere tüm bürokraside
büyük bir temizlik ve cadı avı başladı.
Sosyalist solun bu süreçte bir tutum alması çok zordu.
Bir yanda 12 Eylül 1980’de Kemalizm adına devrimci
hareketi zindanlarda boğan geleneksel bürokrasi, bir yanda
‘özgürlük ve demokrasi’ demagojisi yapan siyasal İslamcılar
vardı. İyice takatten düşmüş, toplumsal etkinliğini yitirmiş
sosyalist solun ana gövdesi, bu süreçte tamamen tutumsuz
kaldı. Biz ne yaptık? Durumu tespit ettik. Fakat gazeteciler
Ahmet Şık ve Merdan Yanardağ’ın tutuklanması dışında
sokağa çıkamadık. Çünkü diğer tutuklananlar, ‘eski devlet’in
sahipleriydi. İslamcı karşıdevrimin en büyük şansı da
buydu…
İslamcı karşıdevrim diyoruz, zira yaşanan tam olarak
bir karşıdevrimdir. Karşıdevrim, sultanlığı yıkan ve
Cumhuriyet’i kuran 1908/1923 devrimlerinin en önemli
kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Bu
kazanımların en öne çıkanları, saltanatın kaldırılması,
‘kulluk’ yerine ‘vatandaşlık hukuku’, laiklik, kadının
toplumsal bir konum kazanması idi. AKP iktidarı bunların
tümüne saldırmaya başladı. Bu karşıdevrimci saldırıya akıl
almaz bir hırsızlık ve yolsuzluk süreci eşlik etti. Çikolata
kutularında, elbise muhafazaları içinde bakanlara nakit para
taşındı.
EMPERYALİZM MEMNUN
Sürecin bir diğer öne çıkan özelliği, iktidara yakın
patronlara ve tarikatlara muazzam bir sermaye aktarımıdır.
Milyarlarca dolardan söz ediyoruz. Öyle ki, Tayyip
Erdoğan’ın oğlunun başında bulunduğu ‘eğitim’ vakfı,
milyarlarca dolarlık bir ‘holding’ haline dönüşürken,
iktidara yakın patronlar da devlet ihaleleri ile ceplerini
doldurdu.
İşin bir başka kısmı, Ortadoğu’da ABD siyasetlerine
mutlak adaptasyondur. Öyle ki, Tayyip Erdoğan, birlikte
ailecek tatil yaptığı ve “kardeşim” dediği Beşar Esad’a bir
gün içinde düşman oluvermiştir. Türkiye’de Kürt hareketiyle
görüşme ve yedeğe alma çabası da bu adaptasyonun
sonucudur. Kürt hareketiyle 2012 sonunda resmen
duyurulan ‘görüşmeler’ ve ‘çözüm süreci’, o güne kadar
devlete hakim olan ‘terörü bitirme’ doktrininden bir kopuşu
temsil ediyordu. Görüşmeler ilerledi ve 2013 Nisan ayında
PKK Türkiye’deki silahlı güçlerini sınır dışına çekeceğini
duyurdu.
Ve nihayet, karşısındaki geleneksel devlet bürokrasisini
tasfiye eden, Kürt hareketini de görüşmeler süreciyle
dizginleyen AKP’nin başındaki isim, Tayyip Erdoğan, eski
‘demokrasi ve özgürlük’ nutuklarına artık ihtiyaç duymadığı
bir mutlak iktidar dönemine girmeyi başardı. Fethullahçılar
neredeyse devletin sahibi haline geldi, tüm kurumları kendi
militanlarıyla doldurmaya başladı. Bu iktidarın küstahlık
döneminin başlangıcıdır. Öyle ki, tüm özgürlüklere yönelik
bir saldırı başladı, işçi sınıfının kazanımları hedef alındı,
tarihsel önemi olan Taksim Meydanı 1 Mayıs kutlamalarına
kapatıldı... Karşıdevrimci saldırı katlanarak ilerledi.
HALKIN ÖFKESİ: 2013 HAZİRAN AYAKLANMASI
Tüm bunlar AKP iktidarına karşı büyük bir öfke
büyüttü. Özellikle 1 Mayıs için Taksim’e çıkmaya çalışan
kitlelere yönelen ağır şiddet büyük tepki çekti. Mayıs 2013
tarihli RED’in kapağında bu duruma dikkat çekmiş, bu
öfkenin büyük bir tepki doğuracağına işaret etmiştik. Öfke
bizim öngördüğümüzün de ötesinde, devasa boyutlarda
patlak verdi. Taksim’de ilk kıvılcımı çakan Haziran
Ayaklanması’nda tüm ülkede 13 milyon kişi sokaklara
döküldü.
2013 Haziran Ayaklanması, Türkiye’nin gördüğü en büyük
kitlesel ayaklanmadır. Halk demokratik özgürlükleri için,
dahası laikliğin savunusu için sokaklara döküldü. Tüm
ülkede meydanlar ele geçirildi. Barikatlar yükseldi. Ne var
ki, halk hareketinin temel bir sorunu vardı: Türkiye’de işçi
sınıfı esas olarak örgütsüzdür. Sendikalaşma oranı, kayıtlı
işçilerin yüzde 9’u seviyesindedir. Ve işçi sendikalarının
tamamına yakını ipi devlete bağlı bürokratların elindedir.
Nitekim, Haziran Ayaklanması başladığında, ülkenin en
büyük sendikal konfederasyonu Türk-İş, beş gün boyunca
hiç sesini çıkarmadı; beşinci gün ise yatıştırıcı bir açıklama
yayınlamakla yetindi. Sokaktaki barikatlar grevlerle
birleşemedi ve ayaklanma 16. gününde büyük bir saldırıya
uğrayarak çekilme sürecine girdi. Kitle hareketi yavaş yavaş
geri çekildi.
Bu çekilmede, Kürt hareketinin rolünü anmadan
geçemeyiz. İktidarla görüşmeleri sürdüren Kürt hareketi,
Haziran Ayaklanması’na sadece sembolik olarak, o da
Taksim’de birkaç yüz kişiyle katılmış, sadece Abdullah
Öcalan posterleri açmış ve Öcalan sloganları atmış,
ayaklanan kitlelerle bütünleşmek yerine durmadan o
kitlelerin çoğunun oy verdiği CHP’ye saldırmış, yasal partisi
HDP’nin başkanı Selahattin Demirtaş’ın ağzından Haziran
Ayaklanması’nın bir darbeyi çağırdığını ilan etmişti. Kürt
kentleri tüm ülkeye yayılan dev gösterilere eşlik etmedi.
‘Çözüm süreci’ dedikleri sürecin hayali bir süreç olduğu
ikazlarında bulunmamıza rağmen, Kürt hareketi iktidarın
Kürtlere yönelik manipülasyonundan kurtulamadı…
Tüm bu süreçlerde AKP ve Fethullahçı ‘Cemaat’
örgütlenmesi bir koalisyon halinde iktidar ediyordu.
Özellikle Haziran Ayaklanması’nın geri çekilmesi,
iktidardaki koalisyonun önünde neredeyse hiçbir engel
bırakmamıştı. Ne var ki, iktidardaki Tayyip Erdoğan figürü
çok yıpranmıştı. Üstelik Ortadoğu politikalarında kendi
gündemini oluşturmaya çalışıyor, ülkeye para girişini
sağlamak için İran ambargosunu deliyor, Körfez’de denetim
dışı ilişkiler kuruyordu. Ortadoğu politikasında da zaman
zaman emperyalizmin rotasından çıkıyor, Suriye’de cihadçı
yapılarla içli dışlı ilişkiler geliştiriyor, Mısır’da Müslüman
Kardeşler’e destek veriyor, Osmanlı hayalleri görüyordu…
KOALİSYON PARÇALANINCA:
GERİCİLERİN İKTİDAR SAVAŞI
Emperyalizm bu yıpranmış iktidarı yenilemek
için hamle geliştirdi. Hamleyi polis ve yargı içinde
sıkı bir örgütlenmeye sahip olan Fethullahçılar eliyle
yürütebilirlerdi. Dahası, ordu ve bürokrasi içindeki
geleneksel Kemalist kesimleri hapse atmış ya da
sindirmiş olan Fethullahçılar artık koalisyon değil tek
başına iktidar istiyordu. Böylelikle koalisyon ortaklarına
yönelik operasyon için düğmeye bastılar. Ellerinde
büyük bir koz bulunuyordu: İktidar tam bir yolsuzluk
batağına saplanmıştı. 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde
Fethullahçı polislerin iktidarı kökünden sarsacak yolsuzluk
operasyonları başladı. Bakanlara ve Tayyip Erdoğan’a ait ses
kayıtları ve görüntüler internette dolaşmaya başladı.
Ne var ki, iktidar kanadı dirençli çıktı. Özellikle Tayyip
Erdoğan ne yaparsa yapsın kabul edebilecek –din üzerinden
örgütlenmiş- bir toplam vardı ki, iktidarın en büyük
güvencesi bu ‘örgütlü cehalet’ti. Elbette AKP iktidarının
yarattığı ‘besin zinciri’ni göz ardı etmemek lazım. AKP’nin
neredeyse 15 yılı bulan iktidarı döneminde bir çeşit
İslamcı ‘yeşil burjuvazi’ doğduğunu, iktidar yandaşlarının
zenginleştiğini, daha alt düzeyde iltimasla devlet
memurluğuna işe almaların neredeyse kaide haline geldiğini
ve nihayet yoksullara yönelik bir tür düzenli sadaka
sisteminin yerleştiğini akılda tutmamız lazım. Bu ‘besin
zinciri’ AKP’nin oy deposunu da oluşturuyor, emekçiler ve
yoksullar içindeki desteğini açıklıyordu.
2014’ten bugüne kadar AKP ve Fethullahçı örgütlenme
arasındaki savaş giderek kızıştı. Bu sefer ‘demokrasi’
maskesini Fethullahçılar takıyor, dün acımasızca
saldırdıkları sola sempatik görünmeye çalışıyor, iktidarın
yolsuzluklarını ortaya dökmek için büyük çaba sarf
ediyordu. AKP ise, devletin derinliklerine kök salmış
bu örgütlenmeyi elindeki yasal güçlerle, kimi zaman
da fiili durum yaratarak temizlemeye çalışıyordu. ‘Fiili
durum’ Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini
kazanmasının ardından yeni bir boyuta sıçradı.
KAÇAK SARAY İKTİDARI
2014 Ağustos ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri,
burjuva muhalefetinin alabildiğine basiretsiz aday seçimi ve
Kürt hareketinin tek başına aday çıkarma, gücünü sınama
hamlesi sonucunda, ilk turda Tayyip Erdoğan 51,8 oy alarak
cumhurbaşkanı seçildi. Ne var ki, bu seçim son dönemde
seçimlere en az katılım oranının gözlendiği seçim oldu:
Yüzde 74…
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamı ‘tarafsız’ ve
sembolik bir nitelik taşıdığı için, Tayyip Erdoğan’ın bitmek
bilmez hırsının o makama geçince son bulacağını düşünen
epey bir seçmen vardı. Ne var ki, tam tersi oldu. İnşaatına
Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde başlanan,
3
Yargı’nın izin vermemesine rağmen süren ve 1 milyar
dolara yakın para harcanan Kaçak Saray’ı cumhurbaşkanlığı
makamı yapan Tayyip Erdoğan, kendisini ‘fiili başkan’ ilan
etti. Bu açıkça anayasa ve yasaları tanımadığının beyanı,
diktatörlüğün ilanıydı. Her gün hükümetin yapması
gereken açıklamalar yapan, açıkça iktidarı eline alan Tayyip
Erdoğan, ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin üzerine oturmuş,
Yasama, Yürütme ve Yargı kurumlarını fiilen kontrol altına
almıştı. ‘Dördüncü kuvvet’ sayılan medya da büyük ölçüde
onun hakimiyetindeydi. Geriye kalan burjuva medyası ile
Fethullahçıların elindeki medya organları ise baskı altında
tutulmaya başladı.
Kitle hareketleri yoğun bir polis saldırısıyla karşılaşıyor,
zaten kısıtlı olan demokratik özgürlükler fiilen ortadan
kaldırılıyordu.
7 HAZİRAN VE SONRASI: KAN BANYOSU
7 Haziran 2015 seçimlerine iktidar bloğundaki bu
parçalanma ve savaş sürecinin sonucunda gidildi. Kürt
hareketinin kendi yasal partisiyle katıldığı ve yüzde 10’luk
seçim barajını aşarak yüzde 13,1 oy aldığı genel seçim,
AKP’nin büyük gerilemesine sahne oldu. Seçimin birinci
partisi olmasına rağmen AKP yüzde 9 civarında oy kaybına
uğramıştı. Tek başına hükümet kuramayacak bir milletvekili
sayısına düşen AKP’nin bu gerilemesi, Kaçak Saray
iktidarının da sarsılması anlamına geliyordu.
Seçimlerin hemen ardından kanlı bir plan devreye
sokuldu. Kısa bir sessizlik döneminin ardından muhalefetin
sevinç naraları arasında devreye sokulan plan iki temel
üzerinde yükseliyordu: Birincisi, hükümet kurma görevi
birinci olan AKP’ye verilecek ve hükümet kurmak için
gereken yasal süre beklenecek, ardından yasalar çiğnenecek,
görev ikinci partiye verilmeyecek ve cumhurbaşkanı yeni
erken genel seçim çağrısı yapacaktı. İkincisi, sokaktan
gelecek tüm basınç engellenecek ve Kürt bölgeleri terörize
edilecek, Kürt hareketi bastırılacaktı. Böylelikle milliyetçi
oyların AKP’ye kayması sağlanacak, Kürt bölgelerindeki
dindar kesimlerin kazanılması için zemin hazırlanacaktı.
Kürt hareketine yönelik saldırı 20 Temmuz’da başladı.
Suriye’deki çatışmalarda tamamen yıkılan Kobanê’ye
yardım kampanyası yapan ve sınırdan geçiş için sınıra
giden gençlerin arasında bir IŞİD militanı canlı bombanın
patlaması sağlandı. 33 sosyalist gencin yaşamını yitirdiği
bu saldırıdan hemen sonra, “IŞİD’e saldırı” adı altında
Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde Kürt hareketine ait
hedefler bombalanmaya başladı. Güvenilmezliğine defalarca
dikkat çektiğimiz ve gidişatını eleştirdiğimiz ‘Çözüm Süreci’,
yerini ciddi bir saldırı sürecine bırakmıştı.
AKP’nin hükümet kurma çabalarının sonuç vermemesi
üzerine Tayyip Erdoğan yasaları hiçe sayarak yeniden genel
seçim ilan etti. Bu süreçte sokakta yükselmesi muhtemel
hareketlere ise erken 1 Kasım seçimleri öncesinde açık
bir mesaj verildi: 10 Ekim’de Ankara’da emek örgütleri ve
devrimci grupların düzenlediği on binlerce kişilik gösterinin
orta yerinde iki IŞİD canlı bombası kendini patlattı. 100’ün
üzerinde emekçi ve genç yaşamını kaybetti. Yüzlercesi
yaralandı. Canlı bombalar kuşkuya yer bırakmayacak
şekilde istihbarat servisince yönlendirilmişti: Bunların daha
4
evvel gözaltına alınıp serbest bırakılmış kişiler olması, bu
iddiayı kuvvetlendiriyordu.
Mesaj ise açıktı: Sokağa çıkarsanız parçalanırsınız!
1 KASIM GENEL SEÇİMİ VE SONRASI
Bir bütün olarak terörize edilen atmosferde 1 Kasım
genel seçimi gerçekleşti ve AKP kaybettiği oyları geri aldı:
Yüzde 49,5!.. Seçimlere hile karıştırıldığı kesindir. Ancak
bütün bu oy artışı hile sonucu değildir. İktidar açıkça halkı
tehdit etmiştir: AKP hükümet kuramazsa ülkede kaos olur.
Kaosun nasıl olacağı ise zaten bombalamalarla herkese
izlettirilmiştir…
Tayyip Erdoğan’ın KaçAk Saray’da kurduğu saltanatı
güçlendirme, yasaları kendine göre düzenleme, muhalefeti
baskılama adımları bu seçimlerin ardından güç kazandı.
AKP içinde yeni bir yapılanmaya gidildi. Bizzat Tayyip
Erdoğan’ın talimatıyla Ahmet Davutoğlu hem başbakanlığı
hem de AKP genel başkanlığını bıraktı. Yerine tam bir
‘Saray darbesi’ ekibi kuruldu.
Bu süreçte toplumun her alanında baskı artırıldı. Tam bir
polis devleti hüküm sürmeye başladı. Kürt kentlerine büyük
operasyonlar düzenlendi. Kürt hareketinin kentlerdeki
direniş noktaları imha edildi, hatta koca mahalleler ve
kasabalar tahrip edildi. Yüzlerce kişi hayatını kaybetti.
İktidar, bir taraftan da bu süreçte kendi yanında seferber
edebileceği bir kitle hareketi yaratmaya çabalıyordu.
Özellikle Suriye’de İslamcı örgütlerin içinde savaşıp geri
dönen militan unsurlarla, Sedat Peker gibi mafya gruplarıyla
beslenen bu hareket, cılız da olsa sokaklarda görünür
hale gelmeye, gösteriler düzenlemeye başladı. İslamcı ve
milliyetçi duyarlılıklar öne çıkarılıyor, sokakta bir çeşit
İslami-faşizm örgütleniyordu. Ve Kürtlere yönelik saldırılara
karşı çıkan aydınlar, akademisyenler, sol kesimler bu İslamifaşist güçler tarafından tehdit ediliyordu.
Kürt hareketinin kentlerde tahrip edilmesi iktidara
büyük güç kazandırmıştı. Yaklaşık iki buçuk senedir
Fethullahçılarla sürdürdükleri iktidar savaşında kesin
darbeler vurmaya hazırlanan Saray iktidarı, böylelikle
diktatörlüğü pekiştirmeyi ve hatta anayasal hale getirmeyi
umuyordu. Bürokraside epey ‘temizlik’ yapılmıştı ama
Fethullahçıların ordu içindeki güçleri de kırılmalıydı.
Bunun için yaz dönemindeki ‘Yüksek Askeri Şura’ toplantısı
belirleyici bir önem taşıyordu. Bu toplantıda hangi
komutanların orduda kalacağı, kimlerin hangi göreve
getirileceği ve hangilerinin tasfiye edileceği belirlenecekti.
Fethullahçılar tamamen atılacak, ordu komuta kademesi
yeniden şekillendirilecekti.
DARBE GİRİŞİMİ
15 Temmuz askeri darbe girişiminin nedeni tam
olarak budur. Diktatörlüğü örgütleyen iktidara karşı
Fethullahçıların kendi darbelerini yapma girişimidir. Yüksek
Askeri Şura toplantısının öne alınmasıyla acele edilmiş,
bu yüzden aksaklıklar yaşanmış, sonuçta 15 Temmuz gece
yarısından önceye alınmış ve başarısızlığa uğramış bir askeri
darbe girişimi ortada duruyor.
Öncelikle, askeri darbenin niteliği ve yenilgiye uğraması
konusunda bazı tespitleri açıkça ifade etmek gerekiyor:
1. 15 Temmuz askeri darbe girişimi burjuva demokrasisi
iktidarın İslami-faşist kuvvetleri oluşturuyordu. Bu herkesin
içinde değerlendirilebilecek bir ‘seçilmiş’ iktidara karşı değil, açıkça farkında olduğu bir gerçekliktir. Gerçeklik hayatta
gayrimeşru Saray diktatörlüğüne karşı, en az iktidardaki
karşılığını bulur. Bu sebeple, “Sokağa çıkılmalıydı” diye
diktatörlük kadar gerici olan kuvvetlerin bir darbe ve
ortalıkta dolaşan şarlatanlar dahil tek bir solcu sokağa
diktatörlük girişimidir.
çıkıp ‘seçilmiş’ Tayyip Erdoğan için darbecilere karşı
2. Darbeci komutanlar Fethullahçı örgütlenmenin
savaşmamıştır. Kendi yapamayacağı işi emekçi kitlelere ve
militanları ve onlarla işbirliğine gitmiş bir kısım şuursuz
tabanına öneren liderlikler ciddiye alınmaz.
komutandır. Bunlar ABD yanlısıdır. Bu gerçek, bizzat ABD
Merkez Kuvvetler Komutanı Joseph Votel tarafından da
KARŞI-DARBE
ifade edilmiştir.
AKP iktidarı ve bir bütün olarak devlet yaşanan darbe
3. Darbe girişiminin yenilgiye uğrama sebebi, iktidarın
girişimi sonucunda güçsüz düştü. Birkaç cephede birden
ve dış basının göstermeye çalıştığı gibi bir halk direnişi
savaşamayacağı anlaşıldı. O yüzden darbeye açıkça arka
değildir. Tayyip Erdoğan’ın darbe gecesi yaptığı sokağa
çıkmış ABD’ye, şimdi Fethullahçıları sahiplenen Avrupa
çıkma çağrısına çok az kişi katılmış, sadece bir kısmı
Birliği’ne, Batı medyasına karşı ittifaklara ihtiyaç var.
Suriye’de çatışmalara katılıp dönmüş İslamcılar, polis
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin darbeye karşı duran Kemalist
kuvvetleri ve AKP militanları sokağa çıkmıştır. Bunlar,
kesimlere sevimli görünmeye çalışması bu yüzdendir.
ağır silahlara, tanklara, savaş helikopterine darbeciler
Öte yandan, Saray diktatörlüğünün inşası yönünde büyük
karşısında ezilmeye mahkumdu. Darbenin yenilgisine
fırsatlar doğdu. Şimdi bu durumu ana başlıklar halinde
sebep olan etken, Kemalist subayların Fethullahçıları
değerlendirelim…
yalnız bırakması ve onlara karşı direnç
1. AKP darbe girişiminin ardından her
Darbe girişimi gecesinde, gün sms mesajları yollayarak, camilerden
göstermesidir. Fethullahçı örgütlenmenin
sokağa hiçbir sol kesim
komuta kademesindeki oranının üçte
anons yaparak, medyayı kullanarak
bir gibi son derece yüksek bir oran
çıkmamıştır. Gerçeklik budur. halkı sokağa çağırdı, gösteriler örgütledi,
olduğu anlaşılmıştır. Bunların başarı
Bunun çok anlaşılır bir sebebi bedava yemekler dağıtıp şarkıcılar
kazanmasını geri kalan subayların
var: Emekçiler ve devrimciler, getirerek kalabalıklar yaratmaya çabaladı.
direnci engellemiştir.
Bunun adına da ‘demokrasi’ nöbeti
sosyal demokrasiye oy veren dedi. Oysa ortada demokratik hamleler
4. Mensubu bulunduğumuz Birleşik
geniş yığınlar ve Kürtler, her ikisi olmadığı gibi, AKP’nin çağrısına uyup
Haziran Hareketi, darbe girişimi
sürerken, gece yarısında “AKP’yi halk
de karşıdevrimci ve diktatörlük meydanlara toplananların ‘demokrasi’
yıkacak!” başlıklı bir bildiri yayınlayarak,
diye bir talebi de yok. Meydanlardan
heveslisi bu iki güçten
ilk saatler itibarıyla başarısız olacağı
birinin yanında olmayı tercih İslamcı ritüeller, Osmanlı ajitasyonu, linç
anlaşılan darbeden hiçbir beklentisi
ve idam çığlıkları yükseliyor. Özellikle bu
etmemiştir.
olmadığını, darbeye karşı olduğunu,
gösterilerin ilk günlerinde daha ziyade
ancak AKP’nin bu girişimi fırsat bilip
Alevilerin yaşadığı, sol devrimci geleneğe
karşı-darbe örgütleyerek diktatörlüğünü pekiştirmeye
sahip yoksul mahallelere yönelik saldırılar düzenlendi.
yöneleceğini, Haziran Hareketi’nin buna karşı direniş
Mahalleler kendini savundu ama tehdit varlığını koruyor.
örgütleyeceğini beyan etmiştir. Nitekim Tayyip Erdoğan
AKP’nin yaratmaya çabaladığı sürekli seferberliğin niteliği
darbe girişiminin ilk saatlerinde bu darbe girişiminin
budur. İslami-faşist bir kütleyi polisle iç içe geçirip hazır
“Allah’ın bir lütfu” olduğunu ve Fethullahçıları tasfiye ederek kıta olarak tutacak ve gerektiğinde kendisine karşı yükselen
kendi iktidarını pekiştireceğini açık açık söylemiştir. Aynı
muhalefete saldırtacak. Saldırıların şimdilik durma sebebi,
açıklamada, kendisini ‘Başkomutan’ olarak ilan etmiştir.
iktidarın savaştığı cepheyi daraltma niyetidir.
5. Darbe girişimi gecesinde, bütün sol kesimler evlerinde
2. Hukuk askıya alınmıştır. Darbe girişiminden beş gün
oturmuştur. Sokağa hiçbir sol kesim çıkmamıştır. Daha
sonra ilan edilen ‘Olağanüstü Hal’ iktidara geniş yetkiler
sonradan ne açıklama yapılırsa yapılsın, gerçeklik budur.
veriyor. İşkence ülkeye geri döndü. Fethullahçı olduğu iddia
Bunun çok anlaşılır bir sebebi var: Emekçiler ve devrimciler, edilen herkes gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Bunların
sosyal demokrasiye oy veren geniş yığınlar ve Kürtler, her
mallarına, mülklerine el konuyor. On binlerce kişi kamu
ikisi de karşıdevrimci ve diktatörlük heveslisi bu iki güçten
görevlerinden atıldı. Bunların arasında solcular da var.
birinin yanında olmayı tercih etmemiştir. Öte yandan,
Görevden alınan bürokratların, memurların yerine iktidarın
daha sonradan kimi sol ekiplerden yükselen, “Sokağa
hizmetindeki kişiler atanıyor. Yasal değişiklikler yapılarak
çıkmak gerekirdi” gibi açıklamaların ciddiyeti ve gerçekliği
ordunun belli kurumları hükümete bağlanıyor. Bir ‘parti
yoktur. Bunlar iktidara hoş görünmeyi esas alan birer
devleti’, tek partili bir diktatörlük için zemin yaratılıyor.
şarlatanlıktır. Sol, darbe girişimi gecesi kendi bayraklarıyla
İslami vurgu artıyor. Bu süreç, gerektiği zaman harekete
sokağa çıkıp tankların karşısına dikilseydi, tanklardan
geçirilecek İslami-faşizmin kitle tabanını yaratma sürecidir.
önce polisin ve onlarla yan yana duran eli silahlı İslamcı
3. Tayyip Erdoğan, bu manzarayı tamamlamak için,
militanların katliamına uğrayacaktı. Çünkü sokaktaki
yaşanan olağanüstü durumu bir avantaja çevirip ‘fiili’
İslamcı militanların dilinde demokrasi talepleri değil,
başkanlık rejimine yasal bir statü kazandıracak değişiklikleri
kendilerinden olmayan herkesi linç etme hevesini açıkça
yapmak üzere harekete geçti. ‘Reis’ lakabı takılan Tayyip
ifade eden sloganlar vardı. ‘Sokaktakiler’in ana gövdesini
Erdoğan, Führer’i ‘Başkomutan’ sıfatında yeniden diriltmeye
5
hevesli. Ülkedeki mevcut kriz halini, yaklaşmakta olan
ekonomik çöküşü ve dolayısıyla kendi sonunu ancak baskıcı
bir rejimle önleyebileceğinin farkında. Böyle bir rejim
altında emekçilerin ekonomik haklarına çok daha kolay
saldıracak, ekonomik krizi tamamen örgütsüz ve bastırılmış
olan işçi sınıfının sırtına yıkarak iktidarını koruyacak.
4. Meclis’teki burjuva muhalefeti şaşkın bir şekilde ne
yapacağını hesap etmeye çalışıyor. Kürt hareketinin yasal
partisi HDP ısrarla Saray tarafından muhatap alınmaya
uğraşıyor. Suriye’de ABD ile belli bir ortaklık kuran Kürt
hareketi, Tayyip Erdoğan’la tekrar görüşmelerin önünü
açma alternatifini de hesap ediyor. Bu nedenle CHP ile
bir eylem birliğine gitmekten ısrarla kaçınıyor. Şimdinin
ucube/milliyetçi partisi olan geleneksel faşist parti MHP
felç olmuş vaziyette. Fethullahçıların ülkedeki siyasi
dengeleri değiştirmek, sağda AKP’yi dizginleyebilecek yeni
bir alternatif yaratmak için iç ilişkilerine müdahale ettiği
MHP’nin liderliği AKP’ye yedeklenmiş durumda. CHP
ise, 24 Temmuz’da İstanbul Taksim Meydanı’na büyük bir
miting çağrısı yaparak tarihi bir adım attı. Birkaç yüz bin
kişinin toplandığı bu mitingde diktatörlük inşasına karşı
net bir tutum sergilendi. Ne var ki, ülkedeki atmosfer bu
seferberliğin sürekli kılınmasını önlüyor. Polis iktidar
destekli İslamcı gösterilere bizzat çağrı yaparken, muhalif
gösterilere izin verilmeyeceğini açıkça beyan ediyor.
Örgütsüz yığınlar kendilerini ifade edebilecek kanallar
bulamıyor. CHP liderliği ise, yeni ve daha kararlı adımlar
atabilecek bir görünüm arz etmiyor. Nitekim daha evvel
KaçAk Saray’a asla gitmeyeceğini açıklayan CHP lideri
Kemal Kılıçdaroğlu mitingin hemen akabinde Tayyip
Erdoğan’ın çağrısına uyarak Saray’a yollandı ve HDP’nin
çağrılı olmadığı toplantıda AKP ve MHP ile ufak ölçekli
bir mutabakatın parçası oldu. Tüm bu manzara, İslamifaşizm ihtimalinin sadece parlamentoda önlenemeyeceğini
gösteriyor.
5. Sosyalist parti ve gruplar gerek işçi sınıfı içinde gerçek
bir zemine oturmadıkları, gerekse durmadan doktriner
tartışmalara gömüldükleri için gerçek ve bağımsız bir
alternatif yaratmaktan son derece uzak. CHP’nin çağrısıyla
ve ‘Demokrasi ve Cumhuriyet’ başlığıyla gerçekleşen 24
Temmuz Taksim mitingine katılım tartışması buna tipik
bir örnekti. RED bu mitinge gidilmesi gerektiğini ilan eden
ilk çevre oldu. Çünkü söz konusu miting düzen içi bir
CHP mitinginden ibaret olmayacaktı; darbe girişiminin
ardından mahallelerine İslami-faşist linç kıtaları dayanan
yoksul kesimler, sokaktaki İslamcı şova tepki duyan ve
demokrasi isteyen, laiklik için mücadeleye hazır olan on
binler çıkacaktı o meydana. Sosyalist sol o kitleyle buluşmalı
ve kendi sloganlarını ortaya koyabilmeliydi. Nitekim
sosyalist sol “Gidilmeli mi, gidilmemeli mi?” etrafında
doktriner bir tartışmaya gark olmuşken, iktidar partisi AKP
CHP’nin mitingine temsilcilerini yollayacağını açıkladı!
Sebep basitti. Mitingi manipüle etme, etkisizleştirme ve
kendi lehine kullanma çabasıydı bu. Neyse ki Haziran
Hareketi bu konuda basiretli bir tutum alarak CHP’yi
miting çağrısında laiklik vurgusu yapmaya zorladı. Haziran
Hareketi’nin bu tutumu soldaki pek çok kesimi alana
gitmek için cesaretlendirdi ve mitingin tüm atmosferi
6
değişti. AKP’liler mitinge giremediler. Öte yandan,
HDP’nin peşine takılmış liberal solculardan nasyonalsosyalist Aydınlıkçılara ve geleneksel Komünist Parti’nin
artıklarına kadar bir kesim, yüz binlerin toplandığı alanı
televizyondan izleyip kendilerine bahane üretmek için detay
yakalamaya çalıştı. Bu çaba nafile bir çabaydı. Haziran’ın
AKP’nin karşı darbesine ilişkin sloganları tüm Taksim
Meydanı’na yayılmıştı. Ve en önemlisi, Tayyip Erdoğan’ın
devlet çağrısıyla tüm ülkede meydanlara dökebildiği toplam
sayı kadar insan bir tek bu mitingde toplanmıştı. Ve bu
örnek, özellikle bugünler için bir siyaset dersi haline geldi:
Hem Amerikancı yeni darbe ihtimallerine, hem de AKP
diktatörlüğüne karşı en büyük güçlerin eylem birliği, o
eylem birliğinin içinde ilkeli duruş…
NE SAVUNMALI?
Evet, demokratik mevzileri savunmak için en geniş
kesimlerin eylem birliğini yaratmak zorundayız. Aksi
takdirde büyük bir felakete doğru sürüklenmemiz
kaçınılmazdır. Saray, iktidarın avantajıyla kendi hamlelerini
yürütüyor. Fethullahçılar Batı kamuoyunu kandırarak
Türkiye’ye basınç yapmayı ve tekrar bazı mevziler
kazanmayı umuyor. Buna karşı emekçilerin ve demokrasiyi,
laikliği savunan kesimlerin acil programını ve eylem planını
oluşturmalıyız. Bu çerçevede:
1. Fethullahçı örgütlenme dağıtılmalıdır. Başta darbeciler
olmak üzere bütün üst düzey Fethullahçı kadrolar ağır
biçimde cezalandırılmalıdır. Bütün mali kaynakları ve
okulları kamulaştırılmalıdır. Batı medyasındaki yanılsama
yaratacak haberlerle, Fethullahçıların sadece baskı
gören bir inanç grubu olduğu yönündeki yanılsamalarla
mücadele edilmelidir. Özellikle dünya işçi sınıfı bu konuda
aydınlatılmalıdır. Başta Fethullah Gülen olmak üzere
Fethullahçı örgütün ABD Pensilvanya’da yaşayan bütün
militanları Türkiye’ye iade edilmelidir. Tümü yargılanmalı,
Fethullahçı örgütlenme Türkiye’nin toplumsal hayatından
çıkartılmak zorundadır. Ne var ki, bu süreçte işkence kabul
edilemez. Fethullahçılara bir biçimde inanmış dindar
emekçilerin hayatını mahvedecek uygulamalara karşı
çıkmak temel bir görevdir.
2. ‘Olağanüstü Hal’ uygulaması derhal son bulmalıdır.
Her türlü sorun, parlamentoda, halka açık biçimde
tartışılmalıdır. 30 günlük gözaltı süresi, keyfi tutuklamalar,
savunma hakkının engellenmesi gibi uygulamalar insan
onurunu zedeleyici olmanın yanı sıra, sadece Fethullahçıları
cezalandırmak için değil, tüm muhalefeti bastırmak için
kullanılacaktır. Bu kabul edilemez.
3. Sadece Fethullahçıların dağıtılması yetmez. Diğer
bütün tarikatlar da şeyh-mürit ilişkisini sürdürüyor. Bir
şeyhe din bağıyla bağlı hiç kimse devlet görevlerinde o
bağ yokmuş gibi hareket edemez. Devletin laik işleyişi katı
biçimde savunulmalı, tüm tarikatlar ortadan kalkmalıdır. İlk
ve ortaöğrenimde din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı,
tek mezhebe dayalı din eğitimi yapan imam-hatip liseleri
kapatılmalıdır.
4. İktidarın ilan ettiği ‘Olağanüstü Hal’ aynı zamanda
emekçilerin kazanımlarına yönelik büyük bir saldırının
kılıfı olacaktır. Kamu sektöründe iş güvencesini yok etmeye
yönelik adımlar atılmaya başladı bile. Görevden atılan
halkımızı sömürdüğü yeter. Dış borç ödemelerine son
Fethullahçı memurların yerine kadrolu değil sözleşmeli
verilsin.
personel alınıyor. Yakında iş güvencesini tamamen
10. Ülkemizi darbelerden de diktatörlükten de koruyacak,
kaldırmayı hedefliyorlar. Buna karşı tüm sendikalar ve sol
toplumsal barışı savunacak ve demokratik bir ülkeyi garanti
ortak hareket ederek iş güvencesini savunmalıdır.
altına alacak tek güç geniş emekçi yığınlardır. İşçilerin
5. Kürt sorununun adil ve demokratik çözümü için derhal örgütlenmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
iki taraflı ateşkes ilan edilmeli ve konunun parlamentoda
Sendikasız tek bir işçi kalmamalıdır. Ve örgütlü işçiler
çözülmesi için gereken kurumlar oluşturulmalıdır. HDP
ülkenin kaderine el koymalıdır.
bu kurumlarda temsil edilmelidir. Bütün görüşmeler
Türkiye ancak böyle bir programla yaşanacak bir yer
ve öneriler halka açık olmalıdır. Kürt hareketi Suriye’de
haline gelecektir…
ABD’yle olan ortaklığına son vermelidir. Rojava’daki üç
ABD üssü kapatılmalıdır.
NE YAPMALI?
6. Cumhurbaşkanlığı kendi yasal sınırlarına çekilmelidir.
Yukarıdaki programın bütünlüklü olarak hayata geçmesi
Yeni ve demokratik bir seçim yasası hazırlanmalı, seçim
elbette örgütlü bir işçi sınıfının başarabileceği bir görevdir.
barajı kaldırılmalı, siyasi partiler kanunu yenilenmeli
Bugün işçi sınıfımız dağınık ve örgütsüz bir haldedir.
ve demokratik seçimler yapılmalıdır.
O halde, devrimciler ve sınıf bilinçli
Yeni ve demokratik bir anayasayı ancak
işçiler temel bir gerçekliğin farkında
Fethullahçı örgütlenme
emekçilerin de temsil edilebildiği
olmalıdır: Bir savunma dönemindeyiz.
Türkiye’nin toplumsal
böyle bir seçimin ardından tartışmaya
Fethullahçıların bastırılmasını ve bertaraf
hayatından çıkartılmak
başlayabiliriz.
edilmesini savunuyoruz. Ne var ki,
zorundadır. Ne var ki, bu
7. Ordunun profesyonelleşmesi
AKP kendi iktidarını sağlamlaştırdığı
süreçte işkence kabul
ve ağır silahlarla donatılan polis
ölçüde sıra emekçilere ve sola gelecektir.
devleti uygulamaları kabul edilemez.
Diktatörlük heveslerinden İslami-faşist
edilemez. Fethullahçılara
Profesyonel ordu ve şu anda ağır
bir biçimde inanmış dindar saldırılara kadar bir dizi tehdide karşı
silahlarla donatılan yüz binlerce polisi
hazırlıklı olmak zorundayız.
emekçilerin hayatını
elinde bulunduran gücün, tüm bir
Dünyada pek çok örnekte
mahvedecek uygulamalara devrimcilerin tavrı, diktatörlük ve faşizm
ülkenin kaderini tek başına belirleyeceği
karşı çıkmak temel bir görevdir. tehdidine karşı birleşik bir işçi cephesinin
görülmüştür. Bu diktatörlüktür. Ordu
demokratikleştirilmelidir. Polisin
oluşturulması yönünde olmuştu. Ne var
keyfi uygulamaları son bulmalı, polis yasal sınırlarına
ki, böyle geniş bir işçi cephesini oluşturmak için gereken
çekilmelidir. Halkın demokratik gösteri hakkı engellenemez. örgütlü kurumlarımız, büyük işçi sınıfı partilerimiz yok. O
8. Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunuyoruz.
halde şu adımları atmak zorundayız:
Fethullahçılarla ABD’nin yakın işbirliğinde olduğu
1. Demokratik mevzileri savunabilecek güçlerin geniş
kanıtlarıyla ortadadır. ABD’ye ayrıcalık tanıyan ikili
bir eylem birliğini sağlamalıyız. CHP, tabanında pek çok
anlaşmaların tamamı feshedilmelidir. NATO’dan derhal
emekçi olmasına rağmen, içinde sosyalizmi savunan bazı
çıkılmalıdır. Başta İncirlik Üssü olmak üzere bütün ABD
milletvekilleri bulunmasına rağmen son tahlilde bir patron
ve NATO üsleri kapatılmalıdır. Türkiye Ortadoğu’da ortak
partisidir; CHP ile ortak bir ‘cephe’ kurmayız, ortak bir
olduğu tüm emperyalist planlara son vermelidir. AKP
otorite altında bulunmayız ama eylem birliği yapmak
iktidarı Suriye’deki İslamcı örgütlerle ilişkisini kesmeli,
bizi kirletmez. HDP de bu geniş eylem birliği içinde yer
bunların Türkiye’deki karargahları kapatılmalı, Türkiye
almalıdır. Hep birlikte birkaç maddede tarif edilecek
içinde bomba patlatan IŞİD’in tüm bağlantıları imha
demokratik mevzileri savunmalıyız.
edilmelidir.
2. Haziran Hareketi’ni güçlendirmeli, Haziran meclislerini
9. Eğer Türkiye’nin tam bağımsızlığından söz ediyorsak,
her yerde inşa etmeli, işlevsel hale getirmeliyiz. Meclis
AKP iktidarı altında tahrip edilen ülke ekonomisine ilişkin
toplantılarına katılan herkes için somut görevler tarif
atılması gereken acil adımları da konuşmak zorundayız.
etmeliyiz. Güçlü meclisler kurmalıyız. Devlet baskılarına ve
Emperyalizm, çelişki yaşadığı AKP iktidarını zor durumda
İslami-faşist saldırılara karşı mahallelerin öz savunmasını
bırakmak için ekonomik yaptırımlar uygulayacaktır.
örgütlemeliyiz. Haziran Hareketi’ni işyerlerinde, emekçi
Öte yandan, yaklaşık 15 yıllık AKP iktidarı altında
bölgelerinde işçi meclisleri olarak örgütlemeli, mümkün
ekonominin tüm kilit sektörleri, tüm kamu işletmeleri ve
olan her durumda sendikalara müdahale etmeli ve birleşik
ülkenin zenginlikleri emperyalist sermayenin –ve elbette
bir gençlik hareketi yaratmak için hızla adım atmalıyız.
hazır yiyici Arap sermayesinin- eline geçmiştir. Finans
3. Enternasyonalist, işçi sınıfı içinde kök salmayı
alemini emperyalizm belirlemektedir. Türkiye’de halkın
hedefleyen ve en önemlisi demokratik merkeziyetçi tarzda
ekonomik kaderi emperyalistlerin bölgesel oyunlarının
örgütlenen devrimci bir partinin yaratılması çabasını
oyuncağı yapılamaz. Başta finans sektörü olmak üzere tüm
güçlendireceğiz.
kilit sektörlerdeki belirleyici işletmeler (telekom, enerji,
Zorlu bir süreç bizi bekliyor. Bu zorlu süreç, işçi sınıfının
bilişim, vs), su kaynakları, madenler ve büyük sanayi
son kavgasının başlangıcıdır. Büyük Bolşevik Devrimi’nin
kuruluşları, tazminatsız olarak, işçilerin denetiminde
yüzüncü yılına, 2017’ye, büyük bir mücadeleyle gireceğiz.
kamulaştırılmalıdır. Bugüne kadar emperyalistlerin
Devrimciler! Görev başına!
7
Emekçilere büyük bir saldırı başlayacak
D
arbe girişimi pek çok siyasi dengeyi sarstı Türkiye’de.
Ama bir tek şey baki kalıyor. O da, darbeyi atlatan
‘Saray İktidarı’nın sınıf düşmanlığıdır. Sınıfa saldırı
programı aynen uygulanacaktır.
AKP patronlara verdiği sözleri tutmak için çoktan
harekete geçmişti. İşçi sınıfını kazanılmış tüm haklarından
mahrum bırakarak sermayenin hizmetine sunmak için
büyük bir saldırı yürütüyor. İlki 6 Mayıs 2016’da Meclis’ten
geçen 5 yasa tasarısı yürürlüğe konduğunda memleket
AKP’nin ve sermayenin ortaklaşa hayal ettiği gibi ‘istikrarlı
sömürü’ ülkesi haline gelecek.
Sermayenin ve AKP’nin büyük saldırısı
AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılından beri dile getirdiği,
kimi zaman yasalaştırmayı denediği işçi düşmanı kanunları
patronlar dört gözle beklemesine rağmen bir türlü
yasalaştırmaya cesaret edememişti. Hatta 2009’da meclisten
geçen ilk kanun Gül’den “istismara” yol açacağı gerekçesiyle
veto yiyerek meclise iade edilmişti.
İşçi sınıfının ücret dahil yıllık izin, emeklilik, işçi sağlığı
ve iş güvenliği, kıdem ve ihbar tazminatı, eşit işe eşit
ücret, işyerine dava açma, sendikalaşma, toplu sözleşme
ve grev de dahil olmak üzere en temel haklarını yok
edecek, işçi sınıfının bir bütün olarak tüm mevzilerinde,
örgütlenmelerinde gerilemesine yol açacak şekilde
hazırlanan 5 yasa tasarısı ve içerikleri şu şekilde:
1. Modern kölelik burjuvazinin gözbebeği olacak:
Kiralık işçilik
İş arayan işçiler Özel İstihdam Büroları’na
kaydolacak. Patronlar özel istihdam bürolarıyla
işçi kiralama sözleşmesi yapacak. Bürolar işçileri
sözleşme süresince patronlara kiralayacak.
Bu sözleşme süresince işçi çalıştığı iş yerinde
patronun dediklerini yapacak fakat hukuki
olarak büronun işçisi olacak. Patron büroya
hizmet bedeli ödeyecek, büro bu hizmet bedelinden kendi
yüklü komisyonunu cebe indirdikten sonra kalanıyla
işçinin ücretini ve sigorta primini yatıracak. Sözleşme sona
erdiğinde büroya dönen işçi, büro tarafından kendisine yeni
bir iş verilmesini bekleyecek.
Yasa işyerlerinde başka işçilerin hamilelik, askerlik,
yıllık izin ve hastalık hallerinde bu süre zarfında,
mevsimlik tarım işleri ve ev işlerindeyse süre sınırı
olmadan işçi kiralanabilecek. Ayrıca işyerinin iş hacminin
öngörülemeyen biçimde artması, dönemsel iş artışları
ve aralıklı olarak yapılabilecek işlerde kiralık işçi
çalıştırılabilecek. Bu hallerde kiralamalar dört ayı geçmeyen
iki sözleşmeyle yapılabilecek. Böylece patronlar sekiz ay
süresince kiralık işçi çalıltırabilecek. Kiralık işçi sayısı
bir işletmede çalışan toplam işçi sayısının dörtte birini
geçmeyecek ancak on ve daha az işçi çalıştıran işyerlerinde
beş kişiye kadar kiralık işçi çalıştırılabilecek.
Yasaya göre kamuda ve madenlerde kiralık işçiliğe izin
gelmiyor. Madenlerde yaşanması olası bir “Soma Faciası”nın
etkisinden kaçınmak için kiralık işçiliğe tehlike gerekçesiyle
8
madenlerde izin çıkmazken kamuda da izin verilmemesine
sebep olarak “istismara açık olmasının” belirtilmesi,
AKP’nin kiralık işçiliğin sorumluluğunu almaktan
kaçındığını, sermayeye ise ‘kıyak geçtiğini’ gösteriyor. İşçi
sağlığı ve iş güvenliği, simsarların, patronların insafına
bırakılacak. Bu konuda düzenleyici hükümler belirsiz.
Böylece sermeyeye yeni iş cinayetlerinin yolu açılıyor.
Bu şekilde çalıştırılan işçilerin en temel hakları gasp
edilecek. Büro işçiyle arka arkaya sözleşme yaparak 30
yıl çalıştırsa da bu sürenin sonunda yeniden sözleşme
yapmadığında, işçi kıdem tazminatı da dahil hiç bir hak
talep edemeyecek. Büro işçiyle sona erme tarihi belirsiz bir
sözleşme yaparak işçiyi “işsiz” de bırakabilir çünkü yasa
gereği büro işçilere kiralandıkları süre için ücret ve sigorta
primi ödemek zorunda. Yani işçiyle sözleşme imzalayan
büro işçiyi sürekli çalıştırmak zorunda değil. İşçi ancak 3
ay boyunca kiralanmadığında bürodan bir tazminat alarak
ayrılma hakkına sahip olacak. Sözleşmesi sona ermeden
ayrılmak isteyen işçi hiç bir tazminat alamayacağı gibi
büroya da bir ceza ödeyecek.
Kiralık işçi yıllık ücretli izne hak kazansa da kullanması
olanaksız olacak çünkü yıllık izni gelmiş işçiyi kimse
kiralamayacak. Benzer biçimde fazla mesai, işyerinde
baskı, mobbing, ücretlerin ödenmemesi durumunda
hakkını arayan işçiler hem mevcut işlerini kaybetme hem
de büro tarafından bir daha kiralanmayarak bilfiil işsiz
bırakılma tehdidiyle karşılaşacak. Sendikaya üye olma
hakkı kağıt üzerinde olsa da gerçekte büro tarafından
fişlenme korkusuyla işçilerin sendikalara üye olması çok zor
gözüküyor. Hele toplu sözleşme imkansızlaşacak.
Kiralık işçiler kadroya alınabilme umuduyla
seslerini çıkarmadan çalışmaya mahkum
edilecek.
Aynı fabrikada kadrolularla aynı işi yapan
kiralık işçilerin sözleşmeli olmalarının yarattığı
fark neticesinde eşit işe eşit ücret hakkı da yok
sayılacak. Üstelik hem kadrolu hem de sözleşmeli işçiler için
ücretler iyice düşecek. Sürekli çalıştığı yer değiştiği, çalışma
programı süreklilik arz etmediği için kiralık işçi düzenli
ücret alamayacak, sigorta pirimleri düzenli yatmayacak.
Böylece emeklilik de kiralık işçiler için imkansızlaşacak.
Düzenli ödenmeyen sigorta pirimleri nedeniyle sağlık
hizmeti almak isteyen işçi cebinden pirim eksiğini
tamamlamak zorunda kalacak. İş güvencesinden yoksun
bırakıldıkları gibi sosyal güvence ve güvenli bir gelecekten
de mahrum olacaklar.
2. Patronlar ferahlayacak: Kıdem tazminatına saldırı
Burjuvazi işçi sınıfını güvencesizliğe mahkum ettiği
ölçüde iyice belini bükmek ve krizin etkileri karşısında
kendi elini rahatlatmak için kıdem tazminatı yükünden
kurtulmak istiyor. İşçi sınıfı içinse kıdem tazminatı en
önemli güvence.
Kıdem tazminatı işçinin emeği karşılığında ücretiyle
birlikte ödenmemiş kısmıdır. Çalıştığı süre boyunca
yaşadığı yıpranmaya karşılık ödenir. Aynı zamanda
patronun da işçiyi işten çıkarırken tekrar düşünmesine yol
açan bir bedeldir. Mevcut durumda işçinin en az bir yıllık
kıdemini doldurması halinde, işten atılma, emeklilik, haklı
bir sebeple işten ayrılma, askerlik veya evlilik sebebiyle iş
akdi sonlandığında yahut ölüm halinde işçi kıdem tazminatı
almaya hak kazanıyordu.
AKP hazırladığı yasa tasarısı yoluyla kıdem tazminatını
ortadan kaldırmakla yetinmediği gibi bu paraları da tabiri
caizse gasp etmenin peşinde. Kurulacak Kıdem Tazminatı
Fonları’yla işten çıkarmalar kolaylaşacak, ücretler düşecek,
patronlar işçinin parasıyla kar etmeye devam edecek ve
işçilerin tüm bunlara karşı hak aramasının
yolu tıkanacak.
İşçinin hangi sebeple işten çıkarıldığı,
bu kararın keyfiliği dahi tartışılmaksızın
kıdem tazminatı fonunda biriken parasının
verilmesiyle işten çıkarılacak, yargı yolu da
devre dışı bırakılarak konu kapanacaktır.
Sigortaya gösterilen ücret ve ödenen
primin farklı olması sürerken şimdi bir
de gösterilen ücret üzerinden fona kıdem
tazminatı yatırılması ve her ay fona tazminat
yatırmakla yükümlü olduğu için ücretleri
düşüren işletme sebebiyle işçi büyük hak
kaybına uğrayacak.
Patronlar kıdem tazminatı primlerini
yatıracakları kıdem tazminatı fonunu
kendileri seçecekler. Bu yasada üzerinde herhangi denetim
mekanizmasından söz edilmeyen birbirine rakip kıdem
tazminatı fonlarıyla patronlar arasında bir işbirliği
doğuracak. İşçinin ücreti üzerinden kıdem tazminatı
priminin ödeneceği söyleniyorsa da prim oranından
bahsedilmiyor. Üstelik primlerden SGK da patron kadar
sorumlu tutulmalıyken tasarıya göre işçi SGK’ya herhangi
bir dava açamayacak. Bu şekilde işçi patronun, kıdem
tazminatı fonu yöneticilerinin karşısında yalnızlaştırılacak.
Ancak belirli şartları zorlukla tamamlayabilen az sayıda
işçi biriken kıdem tazminatını ancak 10-15 yıl sonra
kısmen alabilecek. Fonda biriken paranın işçiye ödenip
ödenmeyeceğinin hiç bir garantisi olmadığı gibi işçinin
emeği fonda birikirken fonlarda biriken yüklü miktarda
paranın ne şekilde ve kimlerin yararına değerlendirileceği
belirsizliğini koruyor. Fakat burjuvaziye yardım olarak
aktarılan İşsizlik Fonu’nun başına gelenler gelecek hakkında
fikir veriyor.
3. Emeklilik hayal olacak: BES soygunu
Her ücretli çalışana tanınan yegâne hayal olan emeklilik
şimdi imkansızlaşıyor. Geçmişte çıkan yasalarla emeklilik
yaşı “mezarda emeklilik” olarak tanımlanabilecek kadar
yükseltilirken, genç nüfusun emekliliğe bağlanma
oranlarının düşürülmesi teşvik edildi. Devletin örtülü eliyle
güvencesiz çalışma yaşama geçirildi. Kısmen yasalaşan yeni
uygulamayla da güvenli emeklilik ve emeklilik birikiminde
devlet güvencesi ortadan kalkacak. Kamusal sosyal güvenlik
sistemi tasfiye edilerek Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)
zorunlu hale getirilmeye çalışılıyor.
Patronların cebinden beş kuruş dahi çıkmadan işçinin
aylığından en az 100 lira kesilmesiyle sistem 45 yaş altı tüm
emekçileri hedef alıyor. AKP iktidarı kamusal emeklilik
sistemine %5 katkı koyarken BES’e %25’lik katkı koyarak
büyük bir aşkla bireysel emeklilik sisteminin savunusunu
yapıyor.
İşçinin ücretinden kesileceği için düşük kalacak primler
BES’in dolambaçlı şartları arasında iyice değerini yitirirken
uzun yıllar çalışmanın ardından işçinin karşısına neredeyse
sakız parası denecek kadar komik bir meblağ çıkacak.
4. Memurluk, ‘kadrolu yandaşlık’ olacak:
Memura iş güvencesi kalkıyor
Devletin tüm kadroları halktan toplanan
vergilerle yandaş besleme ağlarına
dönüşürken AKP büyük bir saldırı
hazırlığında: 657 sayılı yasaya tabi olarak
memur statüsünde çalışan emekçiler için iş
güvencesi kaldırılacak.
Giderek daha fazla sayıda memur
sözleşmeli ya da “ücretli” statüde çalışmaya
zorlanacak, kamu sektörü tamamen
taşeronlaşacak. Fethullahçılarla mücadele
için zorunlu olduğu söylenen bu yasayla
muhalif kamu emekçileri ayıklanacak,
kamu sektöründe iş güvencesi yıkılırken
AKP’nin yıllardır süren devleti ele geçirme
operasyonu son bulacak.
5. Patronlara yeni arkadaş: Arabulucu sistemi
Hazırlanan yasa tasarıyla kapatılan yargı yollarına bir
duvar da İş Mahkemeleri Kanun Tasarısı olacak. Bu yasa
tasarısıyla işçiler alacakları ve işe iade talepleri için dava
açmadan önce arabulucuya başvurmak zorunda olacak. Bu
şekilde fazla mesai, yıllık ücretli izin, kıdem tazminatı gibi
alacaklar ve haksız işten çıkarmalara karşı dava açma hakkı
askıya alınmış olacak. Önce yasal arabulucuya başvurulacak,
çözüm bulunamazsa yargı yolu
açılacak. Ayrıca kıdem tazminatı
davalarında zaman aşımı 10
yıldan 2 yıla indirilecek.
Söz işçi sınıfında
Hazırlanan tüm bu işçi
düşmanı yasalara karşı
sendikalardan gelen tepkiler çok düşüktü. İktidarın arka
bahçesi HAK-İŞ sessizliğiyle alkış tutarken, TÜRK-İŞ genel
grev tehditleri savurup imza toplamakla yetindi. DİSK ise
kısıtlı da olsa tepkilerin geldiği yer oldu. Yürüyüşler ve basın
açıklamalarıyla yasaların kabul edilemez olduğunu söyleyen
DİSK yasalara karşı genel greve gideceğini söylüyor.
İşçi sınıfını parçalamaya yönelik bu hamleler AKP’nin
iktidara geldiği 2002’den bu yana burjuvaziyle birlikte
düşlediği adımlardı. Şimdi başkanlık tartışmalarının
ışığında gündemde görünen bu yasalar burjuvaziyle
yürütülen bir müzakerenin parçası haline geldi.
Emek örgütleri ve sınıf devrimcileri örgütlü gücünün
zayıflığına rağmen, bu yasal kılıflı saldırılara karşı dik
durmalı ve mücadele etmelidir. Çünkü bu kadar pervasızca
gelen büyük bir saldırının doğuracağı tepki büyük olacaktır.
l Ali Çerçi
9
Özür: ‘Stratejik Derinlik’ten illüzyona Ortadoğu
Bu yazı 15 Temmuz darbe girişimi
öncesi kaleme alınmıştır. Darbe girişimi
yazıdaki tespitleri geçersizleştirmemiş,
doğrulamış ve güçlendirmiştir. O
yüzden, yazarı herhangi bir değişiklik
yapma gereği duymamıştır. Aynen
yayınlıyoruz...
H
erhalde, Marshall Planı’na dahil
olduğumuz 1945’ten (resmi
olarak 1947) AKP iktidarının
ilk dönemi diyebileceğimiz, 17
Aralık 2004’te AB ile müzakerelerin
başlatılmasına kadar geçen süreç
boyunca tartışmasız biçimde Batı’ya,
özelde Amerikan emperyalizmine
entegre olan, NATO üyesi, dünya
kapitalizmine uyum için siyasi ve
ekonomik adımlar atmış ama yine de
‘az gelişmiş’, her dönemin müttefiki
Türkiye, ‘Arap Baharı’ sürecinde
Erdoğan sayesinde Ortadoğu’nun safra
kesesine dönüştü. Habire biriktiriyor.
Başta Kürt sorunu olmak üzere iç
sorunlar da cabası. Ve safra kesesine
dönüşen Türkiye, tıkanan kanallar
nedeniyle oluşacak herhangi bir
ciddi akut gerilimde, toplumsal bir
patlamayla yüz yüzedir.
EŞBAŞKAN!
Ne zaman ki Erdoğan, BOP
Eşbaşkanlığını kuşandı ve
Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’
zırvalığı çerçevesinde dış politika
yürütmeye başladı, birden bire pimi
çekilmiş Ortadoğu’nun -meğerkendi mahallesi olduğunu keşfedip
dış politika ve diplomasinin bütün
parametreleriyle oynamaya başladı.
Ve BOP Eşbaşkanı Erdoğan,
bu sıfatın Ortadoğu’da kendisine
kazandırdığını düşündüğü nüfuzu
da kullanarak Türk dış politikasında
o zamana kadar görülmemiş ilkleri
hayata geçirip bütün Ortadoğu’ya
imza atmaya kalkınca, kalemin ucu
Suriye’nin üzerinden geçerken takıldı!
İmza yarım kaldı.
Erdoğan, ‘Esadsız Suriye’ diye
tutturdu. Sınırları, cihatçıların her iki
yöne kontrolsüz geçişine açık tuttu.
El Nusra’nın terör örgütü olmadığını
anlatmak için göbeği çatladı. ABD’nin
10
“Marshall Planı, 2. Dünya savaşı sonrasında ekonomik olarak çöküntüde
olan Avrupa devletlerine kalkınmada kullanılmak üzere, SSCB’ye karşı kendi
hegemonyasını kurup geliştirmek isteyen ABD’nin sunduğu bir ekonomik destek
paketidir. 17 Temmuz-2Ağustos 1945’te ABD, Birleşik Krallık ve SSCB arasında
gerçekleştirilen Potsdam Konferansı’nda, Türk Boğazları konu olduğunda SSCB’nin
Avrupa devletlerinde yoğunlaştırdığı komünist propagandadan ve Boğazlara ilişkin
beklentilerinden rahatsız olan ABD’nin Türkiye’yi destekleme kararı almasıyla,
dönemin Türkiye hükümeti ABD lehine taraf olmuş ve anti-komünist hedefleri
olan bu ekonomik yardım paketiyle Türkiye, bugünlere kadar sürecek olan ABD
emperyalizmine entegrasyonun ilk ciddi adımını atmıştır. Ne var ki, ABD’nin savaş
sonrası kalkınmayı destekleme amacıyla 16 ülkeye sunduğu bu destek kalkınma
için değil, dış borç ve ithalatın finansmanında kullanıldığından, desteği kabul eden
ülkelerin değil ama komünizme karşı kurmak istediği hegemonyayı inşa etmek
adına ABD’nin amaçlarına hizmet etmiştir.”
terörist saymadığı YPG’nin terörist
olduğunu kanıtlama derdinde. ABD’ye
dönerek dört parmağını kaldırıp,
“Neden Mısır’da Sisi’nin Mursi’ye
yaptığına darbe demiyorsunuz?” diye
ünledi. Binlerce MİT tırını silah ve
mühimmat doldurup cihatçı terörist
örgütlere gönderdi. Binlerce tır dolusu
petrol, kontrolü IŞİD’in elinde bulunan
kuyulardan kalkıp Türkiye’ye geldi. Bu
arada ABD’nin uzun zamandır İran’a
uyguladığı ambargoyu kalbura çevrirdi.
Rus uçağının düşürülmesi emrini
verdi. Bir yandan uluslararası mali
suçları ve uluslararası savaş suçlarını
düzenleyen maddeleri çiğnerken
bir yandan Suriye’de desteklediği
cihatçıların katliamlarından kaçan
mülteciler için AB ile pazarlığa
koyuldu. Amerikancılığı da, Batı’yla
olan müttefiklik bağını da başkanlık
yolunda bozdurup bozdurup harcadı.
Derdi, Perinçeklerin utanmazlık
içinde ima ettiği gibi anti-emperyalizm
değil, başkanlığı kotarmaktı. Ama,
Saray’da düzenlediği Neo Osmanlı
müsamereleri Saray’da kaldı. Kaftanı
giyip Saray’ın merdivenlerinden iner
gibi inemediği Ortadoğu’da politikaları
da kendisi de batıyor.
ABD’NİN KOMBİNE BİLETİ
Siyasal İslam kamçısıyla şaha
kaldırmaya kalktığı Neo Osmanlıcılık
hayali, aslında bir dönem SSCB’den
ayrılan Türki Cumhuriyetlere ‘abi’lik
yapmaya kalkan Türkiye’nin düştüğü
halleri aratacak türden sonuçlar
doğurdu.
Amerika’nın kombine biletiyle
iktidar koltuğuna oturup, Arap
Baharı başladığında oyuna Amerikan
formasıyla girdikten sonra, daha
birinci yarı bitmeden formayı çıkarıp
atletle ortada dolanmaya başlayan,
daha çok kendi kalesine gol atan,
gösterilen kartları ve hakemin çaldığı
düdüğü çoğunlukla kaale almayan bir
delirme hali müttefiki olduğu Batı’yı
şaşırtmakla kalmadı; İslami terör,
sahaya pet şişe atıp ıslıklamıyor. Kaleyi
ateşe vermiş durumda. Batı da Türkiye
de bundan payını düşeni alıyor.
“Canım kardeşim” Esad’ın Esed
olması, üç saatte Şam’a girme tehdidi,
Şam’da Emevi camiinde Cuma namazı
kılma düşü, Filistin fatihi olarak
Gazze sokaklarında dolaşma hayali,
Müslüman Kardeşler’le yakın ilişkiler,
Mursi hamiliği ve dahası bütün
bunlara kaynaklık eden Siyasal İslam,
son sürat giderken frensiz olarak
duvara çarptı.
BİR TAYYİP KARİKATÜRÜ
Şimdi, paramparça olan dış
politikanın dağılan parçalarını
toplamaya koyulan Erdoğan’ın bunları
tekrar birleştirebilme çabası tam bir
karikatür.
Ortadoğu’nun safra kesesine
dönüşen Türkiye’nin patlaması halinde
başına gelecekleri gören Erdoğan,
patlamanın önüne geçmek adına
tıkanan kanalları açma telaşına düştü.
ABD, oyuna dahil olan Rusya’nın
koyduğu kurallara doğru evrilirken,
Erdoğan, bir dönem, “Bizi Şangay
Beşlisi’ne al” dediği Rusya’nın uçağını
düşürünce beklediği desteği ne
NATO’dan ne ABD’den gördü. Ortada
kaldı. Şimdi, özür diliyor.
İsrail meselesi ise, neredeyse
seçim kazandıran “one minute”
efelenmesinden sonra namus meselesi
kabul ettiği Mavi Marmara’yı ve sadece
Filistin’e uygulanan ambargoya karşı
tribünlere oynarken değil Suriye’deki
cihatçıları silahla beslerken de
kullandığı İHH’yi tek kalemde satarak
yol arkadaşlarını ve yandaşları da
şaşırtmaya devam ediyor.
Oysa, bu kafayla gitmeleri halinde
yandaşlar için artık olabilecek en
kişiliksiz en karaktersiz tek bir yol
kaldı; Davutoğlu’nun muhtemelen işin
ciddiye bindiğini farkettikçe bir iki
kez gevelediği “başbakan benim” çıkışı
yerine, Binali Yıldırım gibi “aslında bir
başbakana gerek yok” deyip kendilerini
inkar etmek ve yalan olduklarını,
varlıklarını Erdoğan’ın varlığına
armağan ettiklerini itiraf etmek.
Böylelikle, aslında orada bir
başbakan olmadığını bizzat Binali
Yıldırım’dan, ilk ağızdan öğrendikten
sonra başkan olmadığı halde öyleymiş
gibi davranmakta ısrar eden ve bunun
için anayasayı çiğnemenin çok ötesine
geçip yaşam hakkını çiğneyen, savaş
suçu işleyen Erdoğan, bundan böyle
olacakların sorumluluğunu da tek
başına üstleniyor demektir.
Yandaşların yutturmaya kalktığı
tuhaf bir durum var; aldıkları işaretle
Davutoğlu’na sövüp bütün günahları
onun sırtına yüklerken, onun suç
ortağı Erdoğan’ı aklarcasına Binali
Yıldırım’la başlayan süreci “yeni bir
sayfa” olarak lanse ediyorlar. Ortada,
Binali Yıldırım’la başlayan “yeni”
herhangi bir şey yoktur. Çünkü,
Ağırlaşan ve derinleşen
ekonomik sorunların yanı sıra
büyüyecek olan terör dalgası ve bir
iç savaş ihtimali çok daha görünür
hale gelmiştir. Yeni olan bir şey
varsa budur.
Tekrar söylemiş olalım; Türkiye,
Ortadoğu’nun safra kesesi oldu ve
şişmeye devam ediyor. Erdoğan’ın
özrü de, yapmaya çalıştığı
anlaşmalar da sübap görevi
görecek olan kanalları açmaya
yetmeyecek.
şu durumda kendi ifadesiyle zaten
Binali Yıldırım yoktur. Bu, şu demek;
Başbakan yoktur.
İsrail’le anlaşma, Rusya’dan özür,
Sisi’ye selam, Esad’a hasret!
İsrail’le anlaşma ve Rusya’dan
özürle başlamış gibi görünen yeni
süreç aslında sadece bir illüzyon.
Ortada yeni ve sıfırdan başlamış
olan bir şey yok. Gerek İsrail gerekse
Rusya açısından durum, Ortadoğu’da
emperyalist güçlerin karşılıklı pozisyon
alırken Türkiye’yi bir enstrüman olarak
kullanmalarından başka bir şey değil.
Oysa tam da beklenebileceği gibi, bu
gelişmeler medya tarafından Erdoğan
ve avanesinin iç politikada tepe tepe
kullanacağı birer büyük başarıymış
gibi sahneye konuyor. Arkada, alelacele
dünkü set kaldırılıyor. Bir sonraki seti
kurma telaşıyla Türkiye yaralı yaralı
oradan oraya koşturuluyor. Yetişmezse,
sahneye bir cambaz daha sürülüyor,
arada bir bomba daha patlatılıyor,
bir açılış daha yapılıyor, bir Kandil
operasyonu daha düzenleniyor, bak
bak bak Bahoz Erdal bir kez daha
öldürülüyor! Olmadı, izliyorsunuz
işte, hayır hayır Esra Erol’un değil,
başbakanın işaretiyle acil servislere kız
bakmaya da gidilecek ülkecek.
Koşturmaktan yaralarını
farkedemeyen bir ülke oldu burası.
Oysa, tepe tepe kullanılan Türkiye’dir.
Bu gelişmelerin ağır faturasını hem
ekonomik olarak hem de yeni şiddet
dalgalarıyla ödeyecek olan, ağır yaralı
Türkiye.
Şimdi Erdoğan’ın burnu, atmaya
kalktığı imzayı takip edecek biçimde
boydan boya bütün Ortadoğu’da
sürtülecek. Daha sırada Mısır var,
Suriye var. Acısını Türkiye kendi
burnunda hissedecek. Ancak, bu
değişim dönüşüm hikayesi Türkiye’nin
dış ilişkilerde fabrika ayarlarına
dönmesine imkan vermeyecek.
Evet, bu anlamda İsrail’le anlaşma
ve Rusya’dan özürle Türkiye’nin dış
ilişkileri “düzeltilmiştir”; dümdüz
edilmiştir! Hiçbir talebini ve
beklentisini gerçekleştiremeyeceği
kişiliksiz, yok hükmünde bir figüre
dönüşmüştür.
PATLAMA KAPIMIZDA
Ağırlaşan ve derinleşen ekonomik
sorunların yanı sıra büyüyecek olan
terör dalgası ve bir iç savaş ihtimali çok
daha görünür hale gelmiştir. Yeni olan
bir şey varsa budur.
Tekrar söylemiş olalım; Türkiye,
Ortadoğu’nun safra kesesi oldu ve
şişmeye devam ediyor. Erdoğan’ın özrü
de, yapmaya çalıştığı anlaşmalar da
sübap görevi görecek olan kanalları
açmaya yetmeyecek.
Bir patlama kapımızdadır.
Meclis muhalefetinin de,
reddedileceğini bildiği önergeleri
peşisıra vermek dışında bir etkinliği
kalmamıştır.
Her anlamda hazırlıklı olmak,
sürece fiilen müdahil olmak, bunun
için gerekli örgütlü eyleme geçmek
de Meclis dışındaki Türkiye Devrimci
Solu’nun boynunun borcudur.
.
l Mustafa Sedat Kılıç
11
Emperyalist rüyanın çöküşü
İ
ngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey
İrlanda’da 23 Haziran günü yapılan
referandum hem İngiliz kapitalizmini
hem AB’nin emperyalist birliğini ciddi
manada zora sokacak sonuçlara yol açtı.
En başta Londra merkezli borsalar sarsıldı
ve küresel çaptaki ekonomik durgunluğun
çöküntüye doğru yol almasını hızlandırdı.
Referandum Niye Yapıldı?
Uzun süredir İngiliz kapitalistleriyle
AB’nin Fransız ve Alman kapitalistleri
arasında var olan gerilimin referanduma
yol açtığı herkes tarafından kabul ediliyor.
Gerilimin temel odağı AB’nin İngiltere’nin
göçmen politikasından başlayarak, yargı
sistemine ve ekonomi politikasına uzanan
bir genişlikte fazlasıyla etkin olması.
Başbakan David Cameron kendi partisi
Muhafazakar Parti içindeki ve dışardaki
ırkçı, şovenist partilerin yarattığı basıncı,
AB karşıtı muhalefeti bastırmak adına
referandumu bir kart olarak kullanma
kararı aldı. Cameron’ın beklentisi AB’de
kalma kararının galip geleceğiydi fakat var
olan çıkma yönündeki oyları kullanarak
AB’yle yürüttüğü pazarlıkta elini
güçlendirmeyi planlıyordu. İşçi haklarına
saldırma konusunda hiçbir çelişkisi
bulunmayan bir iki burjuva fraksiyonunun
gerilimi belli seviyede tutulacaktı plana
göre. Bu plan tutmadı ve Cameron’ın siyasi
kariyerini büyük oranda bitirerek istifasına
yol açtı. Muhafazakar Parti içindeki
dalgalanma sonucu ülkede başbakan
değişti, yeni başbakan Theresa May ve
Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Boris
Johnson’ın göçmen yasalarından, sosyal
güvenliğe ve pek çok işçi hakkına saldırıları
hızlı bir biçimde sürdüreceğine kuşku yok.
Diğer bir burjuva partisi olan İşçi
Partisi ise kendi içinde kriz yaşamaya
devam ediyor. İşçi düşmanı bürokratların
kontrolündeki TUC, İşçi Partisi’nin şimdiki
sol gösterip sağ vuran lideri Corbyn
başta olmak üzere referandumda kalma
yönünde oy kullanmıştı. Daha sosyal
demokrat söylemlere sahip olan Corbyn
zaten parti içindeki liderliği tartışmalıyken
bu yenilgiyle beraber iyice partinin
sağ kanadındaki Blair dönemi kalıntısı
neoliberallere güç kazandırmış oldu. İşçi
Partisi’nde hangi klik iktidarı ele geçirirse
geçirsin işçi sınıfına 100 senedir istikrarlı
bir biçimde ihanet geleneğini sürdüreceği
hemen hemen kesin gibi.
Avrupa Birliği:
Emperyalist Bir Rüya
Kurulduğu günden bu yana işçi
haklarına saldırı konusunda hızlıca hareket
eden ve bunu uygulama noktasında
kararlılığını hiç yitirmeyen AB, son
dönemde en ciddi krizini yaşıyor. Troyka
adını verdiğimiz üçlü yapıyı oluşturan
Avrupa Komisyonu, İMF ve Avrupa
Merkez Bankası 2008’den bu yana süren
ekonomik kriz ve etkileri sebebiyle
birlikteki ekonomik dengeyi patronlar
yararına sağlamakta oldukça ciddi sıkıntılar
yaşıyor.
Yunanistan’da Syriza hükümetinin
emekçilere ihanetiyle beraber AB’ye
karşı isyan durmuş gözükse dahi krizin
faturasını Avrupa emekçilerine çıkarma
konusunda yarattıkları basınç büyüyen
isyanlarla karşılaşıyor. Kemer sıkma
politikaları adı verilen kapitalist saldırı
biçimi, işçi sınıfının büyük çoğunluğu
tarafından kesin bir biçimde reddediliyor.
Yunanistan’da sürmekte olan grevler,
Fransa’daki büyük çapta eylemler dahil
olmak üzere emperyalist bir birlik olan
AB ciddi sarsıntılar geçiriyor. Zayıf
halkalar olarak kabul edilen Doğu Avrupa
ülkelerinin birlik içindeki rolü ve başta
Alman, Fransız, İngiliz kapitalistlerinin
kendi aralarında bu ülkeler için yaşadıkları
rekabet büyük krizi büyütmeye devam
ediyor.
İngiliz referandumunun emperyalist
birlik içindeki burjuva fraksiyonlarının
çelişkisini ciddi manada arttırdığını ve
dağılmaya yönelik eğilimleri güçlendirdiği
söylemek mümkün.
AB’nin Demokrasisi:
Kocaman Bir Yalan
Avrupa Birliği’nin kendisini Türkiye
gibi yarı sömürge ülkelerdeki halk
isyanlarına demokratik bir alternatif
olarak tanıtıldı. Liberallerin başını
çektiği güruh sık sık AB’nin getirdiği ve
getireceği uygulamaların demokrasiye ne
kadar yararlı olacağını gündeme getirdi.
AKP iktidarının ise yön değiştirerek
kendi iktidarını tahkim etme sürecine
girdiğinden beri AB ve Türkiye’deki
bağlantılı sermayesiyle yaşadığı kısmi
çelişkiler ortaya çıktıkça AKP’ye muhalefet
etti liberaller.
Oysa AB bir demokrasi kalesi
değildir. Yakın geçmişte ortaya konulan
iki örnek bunu açıklamaya yeterlidir.
EUROMAİDAN eylemlerinden sonra
Ukrayna’da iktidara gelen ve faşist
eğilimleri oldukça belli olan hükümetlere
AB’nin desteği ve bu hükümetlerin
faşizan uygulamalarına ses çıkarmamaları
açıkça gösterdi ki AB’nin derdi Rusya’nın
egemenlik sahasını AB emperyalizmi
lehine daraltmak. Bunu yapabilmek
için her türlü gericiliği, faşistliği
destekleyebilirler.
İkinci örnek ise daha açık. Yunanistan’da
Syriza’nın çağırdığı referandumda AB’nin
ekonomik dayatmalarına hayır diyen
Yunan emekçilerinin taleplerini ezme
çabaları. Syriza’nın referandumu AB’yle
pazarlık için kullanma çabasına bile
tahammül edemedi AB emperyalizmi
ve Yunan emekçilerini açlığa, sefalete
mahkum eden uygulamaları sonuna kadar
savundu ve uygulatıyor şu an. Burjuva
tipte demokrasiyi ve seçimleri bile hiç
önemsemeyen bir AB portresi ortaya
çıkıyor böylece.
Türkiye’ye gelince başta Kürt hareketi ve
liberalizme yakın duran sol kesimlerdeki
AB taraftarlığı ve Emeğin Avrupası
gibi fikirler hala revaçta. Fakat AB’nin
Türkiye’deki emekçilerin özelleştirmelere ve
kıdem tazminatından başlayarak pek çok
hakkı için savaşmasına zerre tahammülü
yok ve buna karşılar önerdikleri ekonomik
programda. Troyka’yı oluşturan IMF’nin
2001’den bu yana Türkiye için öngördüğü
ekonomik programın işçi sınıfını nasıl
sefalete düşürdüğü ortada. Türkiye’de
demokrasi konularında söz alma çabası ise
AB’nin sadece kendisine yönelik desteği
arttırma ve çıkarlarını farklı yollardan
savunma çabasıyla açıklanabilir.
Emperyalist bir birlik olarak AB’ye giriş
kesin bir dille reddedilmelidir. AB’yi değil,
emekçilerin kuracağı sosyalist bir Avrupa
Birliği’nin savunuculuğu yapılmalıdır,
emekçilerin çıkarı ancak bu şekilde
savunulabilir.
l Can Gürola

Benzer belgeler