emrin fevr veya terâhîye delâleti

Transkript

emrin fevr veya terâhîye delâleti
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA
EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN
FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
YIL / YEAR 13, SAYI / ISSUE 26 (GÜZ / AUTUMN 2015/2) ss. 201 - 220
ALİ KUMAŞ
Yrd. Doç. Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı
[email protected]
Öz
Fıkıh ilminin temelini teşkil eden sorumluluk, hüküm koyucu olan Allah ve Peygamber’in
emirlerinin bir sonucudur. Bu açıdan “emir”, fıkıh usûlünün önemli bir konusudur. Bir
işin yapılmasını istemek anlamına gelen emir, farklı bir karine olmadığı sürece, çoğunluğu teşkil eden fıkıh âlimlerine göre kesin bağlayıcılık değeri taşımaktadır. Vücûb ifade
eden emrin gereğinin eda edilmesi, muayyen bir vakit belirtilmeksizin talep edilmesi
durumunda, edanın fevre (derhal yapmaya) mi, yoksa terâhîye (geniş zamanda yapmaya) mi delâlet edeceği tartışılmıştır. Derhal yerine getirilmesi gereken emrin geciktirilmesi durumunda kişinin günahkâr olacak olması ve bir ceza ile karşı karşıya kalacak
olması sebebiyle bu konunun çalışılması önem arz etmektedir. Bu açıdan özellikle fıkıh
usûlünde ele alınan bu konunun bütün sınırlarıyla ortaya konması ve bir makale konusu
yapılmasına ihtiyaç hissedilmiştir. Bunun için öncelikli olarak fevr ve terâhî kavramları ele alınmıştır. Ardından emrin fevr ve terâhîye delâleti konusunda dilbilimciler ile
usûlcülerin görüşleri ve dayandıkları deliller verilmiş ve bütün bu tartışmaların uygulamadaki örnekleri ve sonuçları üzerinde durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Emir, fevr, terâhî, eda etmek, fıkıh usûlü,
A DISCUSSION ABOUT PERFORMING OF THE COMMANDMENT WHICH ENDURES
RELIGIOUS DUTY: DENOTATION OF THE COMMANDMENT WHETHER IT IS FAWR OR
ADJOURNING
Abstract
Responsibility, which forms the basis of fiqh, is an outcome of the commandments
by the ruler, Allah and His Messenger. From this aspect, “commandment” is an important topic of the methodology of fiqh (usul al-fiqh). According to majority of
scholars of fiqh, commandment which means requesting something to be done is a
religious duty as long as there is not a different presumption. As far as performing
of commandment which states a religious duty is concerned, it has been discussed
whether performing denotes fawr (immediacy / fulfilling immediately) or adjourning (fulfilling it by extending over a period of time) in the event that it is asked to do
without specifying a particular time. It is important to deal with this subject matter,
for if the commandment which requires being fulfilled immediately is delayed, the
person will be sinful and thus will face punishment. In this regard, it is aimed to scrutinise this subject matter, specifically dealt with according to methodology of fiqh.
ALİ KUMAŞ
Therefore, firstly the concepts of fawr and adjourning have been explained and the views
of usul scholars and linguists on this subject and their evidence are given. Furthermore,
examples and results of the debates in the application area are focused.
Keywords: Commandment, fawr (fulfilling immediately), tarakhee (adjourning), to fulfill,
methodology of fiqh
Giriş
ıkıh ilminin temelini teşkil eden sorumluluk, ilâhî emir ve yasakların bir
sonucudur. Bu açıdan “emir”, fıkıh usûlünün önemli bir konusu olup bu
ilim dalında emrin gereğinin ne olduğu sorusu üzerinde özellikle durulmaktadır. Bunun yanında “Emrin bağlayıcılık arz eden hükmü derhal mı yerine
getirilmelidir, yoksa daha sonra da yapılması caiz midir?” sorusuna da “emrin
fevr ve terâhîye” delâleti başlığı altında cevap verilmeye çalışılmıştır. Fıkıh
usûlü kaynaklarına bakıldığı zaman ilk dönem usûl kaynaklarından itibaren
bu konunun üzerinde durulduğu müşahede edilmektedir.1
Emrin fevr ve terâhî ifade etmesi vakitle sıkı bir irtibata sahiptir. Bu sebeple
fıkıh âlimleri, vakit kavramını çeşitli açılardan taksime tabi tutmuşlardır. Bazı
emirlerin yerine getirilmesinin muayyen bir vakitle sınırlandırılıp sınırlandırılmaması ve söz konusu emrin ancak bu vakit içerisinde eda edilip edilmemesi
açısından vakti, “mukayyed” ve “mutlak” olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Mukayyed vakit, edanın ancak muayyen vakitler içerisinde gerçekleştiği vakittir.
Beş vakit namazın vakti buna örnek teşkil etmektedir. Beş vakit namazdan herhangi birisinin vakti içerisinde kılınmaması durumunda eda imkânı kalkmakta,
vakti dışında ancak kaza söz konusu olmaktadır. Mukayyed vakitler de üç kısımda mütalaa edilmektedir. Birincisi müvassa’ (geniş vakitli) olup emredilen fiilin
cinsinden bir başka fiil bu vakit içerisinde yerine getirilebilir. İkincisi mudayyak
(dar vakitli) olup emredilen fiilin cinsinden bir başka fiil bu vakit içerisinde yerine getirilemez. Üçüncüsü meşkûk olup emredilen fiilin cinsinden bir başka
fiilin bu vakit içerisinde yerine getirilmesi mümkün olmadığı için mudayyak
vakte benzer. Fakat vaktin tamamında söz konusu fiilin yerine getirilememesi
açısından müvassa’ vakte benzer. Buna hac örnek teşkil etmektedir.2
Mutlak vakit ise eda imkânını ortadan kaldırmayan vakittir. Zekâtla mükellef olan kimsenin, mükellef olur olmaz zekâtını ödemesi eda iken, daha
sonra ödemesi de edadır.3
Emrin, müvassa’ vaktin herhangi bir bölümünde yapılmasının caiz olduğu
konusunda ittifak vardır. Müvassa’ vaktin tartışma teşkil eden yönü, vücûb-i
edânın hangi zaman diliminde gerçekleşeceği meselesidir. Mudayyak vakitli
emirlerde emrin fevr ifade ettiği konusunda da ittifak vardır. Fakat meşkûk
vakitli fiillerin müvassa’an mı, yoksa mudayyakan mı farz kılındığı noktasında
F
202
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
1
2
3
Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessâs, el-Fusûl fi’l-usûl, (thk. ‘Uceyl Câsim en-Neşemî), Vizâretü’levkâf ve’ş-şuûni’l-İslâmiyye, Kuveyt, 1994, II, 105.
Sa‘düddin Mes’ud b. Ömer et-Taftâzânî, Şerhu’t-Telvîh ‘ale’t-Tavzîh li-metni’t-Tenkîh fî usûli’l-fıkh.
Dâru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrut, 1998, I, 378-380; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılâhatı
Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Yayınları, İstanbul, 1967, I, 50-51; Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, İFAV Yayınları,
İstanbul, 1996, 180-181.
Taftâzânî, et-Telvîh, I, 378; Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye, I, 50; Atar, Fıkıh Usûlü, 180-181.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
ihtilaf edilmiş, emrin fevr veya terâhî ifade etmesi de buna göre değerlendirilmiştir. Emrin mutlak vaktin hangi bölümünde yapılması gerektiği üzerinde
ise ihtilaf edilmiş olup4 çalışmamızda cevap aramaya çalışılan asıl konu da budur. Bu açıdan mutlak emir, gereğinin yerine getirilmesi muayyen bir vakitle
kayıtlanmayan emirdir. Fıkıh kaynaklarında yer alan kefâretler, mutlak adaklar, zekât, öşür ve fıtır sadakası buna örnek olarak gösterilmektedir.5
Emrin fevr veya terâhîye delâleti konusu, emrin tekrara delâlet edip
etmemesiyle yakından ilgilidir. Allah’a iman gibi ittifakla emrin tekrara delâlet ettiği yerlerde fevr ve terâhî şeklinde bir tartışma söz konusu
değildir. Bu durumda emir ittifakla fevre delâlet eder. Yine mutlak emrin tekrara delâlet ettiğini ileri sürenlerce de emrin fevre delâlet etmesi
hususunda bir ihtilaf yoktur. İhtilaf emrin tekrara delâlet etmediğini iddia
edenler arasında caridir. Aynı şekilde nehiyler konusunda da nehyin fevre
delâletinde ittifak vardır. Çünkü nehiy muayyen bir vakti değil, bütün vakti
kuşatma özelliğini taşımaktadır.6
I. Fevr ve Terâhî Kavramları
Fevr, emrin gereğinin vaktin mümkün olan ilk anında yapılmasının vâcib oluşunu ifade eden bir kavramdır.7 Terâhî ise, emrin yerine getirilmesi için muayyen bir vaktin tayin edilmemesi sebebiyle mükellefin sorumlu olduğu fiili
ömrünün sonuna kadar ifa edebilmesi anlamına gelen bir kavram olup kişi
eda durumunda sorumluluğunu yerine getirmiş olur.8 Cüveynî’nin de işaret
ettiği gibi, “emrin terâhîye delâlet etmesi” ifadesi yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilecek niteliktedir. Çünkü bu ifadeden, emir kipinin gereğinin derhal
yapılmasının sanki sahih olmadığı, ancak daha sonra yerine getirilmesi durumunda sahih olduğu anlamı anlaşılmaktadır. Fakat emrin terâhîye delâlet ettiği görüşünde olan fıkıh âlimlerinin bu ifadeyle böyle bir şeyi kastetmedikleri,
bununla emri daha sonra yerine getirmenin de cevazını kastettiklerinin aşikâr
olduğunu belirtmektedir.9 Bu kavramla neyin anlaşılması gerektiği üzerinde
ittifak bulunmakla birlikte doğru kullanımın “emrin fevre delâlet etmemesi”
veya “emre uymanın bir vakitle tahsis edilmemesi” şeklinde olması gerektiği
ifade edilmiştir.10 Kanaatimize göre bu ifadenin Türkçede “emrin geniş zamana delâlet etmesi” şeklinde kullanılması isabetlidir.
4
5
6
7
8
9
10
Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye, I, 50-51.
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, 38; Veliyyuddin Muhammed Salih Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb
‘ale’l-Müntehab, Mektebetü dâri’l-Ferfûr, Dımaşk, 1999, I, 232.
Ebû Abdillâh Muhammed b. Alî Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl min Burhâni’l-usûl. (thk. Ammâr et-Tâlibî).
Dâru’l-Arabi’l-İslâmî, Tunus, 2008, 210.
Kıvâmüddîn Muhammed b. Muhammed el-Kâkî, Câmi’u’l-esrâr fî şerhi’l-Menâr. (thk. Fazlurrahman
Abdulgafûr el-Afgânî). Mektebetü nizâri Mustafa el-Bâz, Mekke/Riyat, 2005, 38.
Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 221; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 232.
Ebu’l-Me‘âlî İmâmu’l-Haremeyn Rükneddin el-Cüveynî, el-Burhân fî usûli’l-fıkh, (thk. Abdul‘azîm Mahmud ed-Dîb). Dâru’l-vefa’, Devha, 1992, I, 169; Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 211.
Takıyyüddîn Alî b. Abdilkâfî es-Sübkî, / Ebû Nasr Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Ali es-Sübkî, el-İbhâc fî
şerhi’l-Minhâc. (thk. Ahmed Cemâl ez-Zemzemî/Nureddîn Abdülcebbâr Sağîrî). Dâru’l-buhûs li’ddirâsâti’l-İslâmiyye ve ihyâi’t-türâs, Birleşik Arab Emirlikleri, 2004, IV, 1128-29.
203
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
II. Kesin Bağlayıcılık İfade Eden Emrin Fevr Veya Terâhîye Delâleti
A. Dilbilimcilere Göre Emrin Fevr ve Terâhîye Delâleti
Emrin fevr ve terâhîye delâleti konusu usûl âlimleri arasında olduğu gibi
dilbilimciler arasında da tartışılmıştır. Dilbilimcilerin büyük bir kısmına göre
emir gelecek zamana delâlet etmektedir. Çünkü emir henüz yapılmayan bir
işin yapılmasını istemektir. Bu da ancak gelecek zaman içerisinde olur. Fakat bazı dilbilimcilere göre emir, şimdiki zamanla gelecek zaman arasında
ortaktır. Çünkü emir kipi, şimdiki zaman ve gelecek zaman anlamı taşıyan
muzâri fiilden türemiş olduğu için onun taşıdığı zaman anlamını taşır. Bu
durumda emirde, emredilenin yerine getirilmesi açısından gelecek zaman,
vukuu bakımından şimdiki zaman anlamı söz konusudur. Bir kısım dilbilimciye göre emir sadece şimdiki zamana delâlet eder. Mecâzî anlamda emrin
birçok zaman için kullanılabileceği konusunda ise ittifak vardır.11
204
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
B. Usulcülere Göre Emrin Fevr ve Terâhîye Delâleti
Fıkıh âlimleri arasında, derhal eda edilmesine dair bir karinenin bulunması durumunda emrin fevre,12 geniş zamanda yapılmasına dair bir karinenin
bulunması durumunda13 terâhîye delâlet edeceği konusunda ittifak vardır.
Tartışma konusu olan husus, bir karinenin olmadığı mutlak veya meşkûk vakitlerde söz konusu olan mutlak emirdir.
1) Şâfiî,14 Hanefî15 ve Mutezile âlimlerinin büyük bir kısmı ile Mağribli
müteahhir dönemi Mâlikîlerine göre mutlak emir terâhîye delâlet eder.
Yani ayrıca bir husus belirtilmemişse emrin ömrün sonuna kadar geciktirilmesi caizdir.16 Bir furû meselesinden hareketle İmam Mâlik’in de bu görüşte olduğu ifade edilmiştir.17
Bu görüşte olan Şâfiî ve Mutezile usulcülerinin bir kısmına göre emrin ge11
12
13
14
15
16
17
Yâsîn Câsîm Muheymed, el-Emr ve’n-nehy, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, 2001, 144-148.
Susayan bir şahsın oğluna “Bana su getir!” demesi durumunda emir fevre delâlet eder.
Bir şahsın başka birine “Müsait olduğun zaman bana su getir!” demesi durumunda emir terâhîye delalet eder.
İmâm Şâfiî’nin, Risâle’de konuyla ilgili bir görüşü bulunmamaktadır. Fakat ferî meselelerle ilgili
görüşlerinden emrin terâhîye delâlet ettiği görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. (Bk. Cüveynî,
el-Burhân, I, 168; Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 211). Bu görüşte olan Şâfiî âlimler arasında Cüveynî,
Gazâlî, Râzî, Âmidî, Beyzâvî zikredilmektedir. Bk. Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc,
IV, 1124-25.
Bazı kaynaklar Hanefîler’in görüşünü, “emir fevre delalet eder” şeklinde vermektedirler. Fakat bu
tespit doğru değildir. Üçüncü maddede de zikredildiği gibi sadece bazı Hanefîler bu görüştedir. Bu
kaynaklar için bk. Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1126.
Cessâs, el-Fusûl, II, 105; Ebü’l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî, İhkâmü’l-fusûl fî ahkâmi’l-usûl. (thk.
Abdülmecîd et-Türkî). Dâru’l-garbi’l-İslâmî, Beyrut, 1986, 212; Cüveynî, el-Burhân, I, 168; Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Mustasfâ min ‘ilmi’l-usûl. Dâru’l-fikr, Beyrut, t.y, II, 9;
Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 211; Ebü’l-Feth Alâüddîn Muhammed b. Abdülhamîd el-Üsmendî, Bezlü’nnazar, 96; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 220; Ebû Abdillah Safiyyüddîn Muhammed b. Abdirrahîm el-Hindî,
Nihâyetü’l-vusûl, III, 952-954; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1124-25; Molla Hüsrev
Mehmed, Mir’âtü’l-usûl fî şerhi’l-mirkâti’l-vüsûl. y.y., t.s, 38; Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, İrşâdü’lfuhûl ilâ tahkîki’l-hak min ‘ilmi’l-usûl, (thk. Şa‘bân Muhammed İsmail), Dâru’l-kütübî, Kahire, 1992, I,
378; Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye, I, 50; Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd, (trc. Baha
Arıkan), Kitabevi Yayınları, İstanbul, ts, II, 134; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 233.
Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 211.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
reğini fevren yerine getirmeyip daha sonra yerine getirmeye “azmetmek”,
fevren yerine getirmeye bedeldir. Çünkü vaktin başında eda edilmeyen fiilin daha sonra eda edilmesine azmetmek gerektiği üzerinde icma edilmiştir.
Diğerlerine göre ise daha sonra emrin gereğini yapmaya azmetmek fevren
yerine getirmeye bedel değildir.18 Fakat bu görüş “azmetme”nin bedel olduğuna dair delilin bulunmaması, bedelin, aslın misli cinsinden19 ve asılla
bedelin gerçekleştirdikleri maslahatların aynı olması gerektiği bakımından
eleştiriye tabi tutulmuştur.20
Emrin, ilk vaktinde yerine getirilmemesi durumunda kişinin günahkâr olmayacağı hükmü emrin terâhîye delâlet etmesi görüşünün bir sonucudur.
Fakat emrin gereğini yerine getirmeden ölen kimsenin günahkâr olup olmayacağı konusunda ihtilaf edilmiştir. Usulcülerin çoğuna göre bu durumda
kişi günahkâr olur. Azınlıkta kalan bazı usulcülere göre ise kişi, bu durumda
günahkâr olmaz.21
Emrin terâhîye delâlet ettiğini ileri sürenler şu delillerden hareket etmişlerdir:
a) Emir kipi, bütün dilbilimcilere göre sadece fiilin yapılmasını talep eder.
Dolayısıyla fiilin derhal yapılması emir kipinin delâleti kapsamında değildir. Bir
kimseye “Yap!” dendiği zaman, belli bir zaman ve mekân kaydı olmaksızın yapması emredilmiş olmaktadır. Emrin terâhîye delâlet etmesi, emredilen fiilin yerine getirilebilmesinin ancak vakit içerisinde olacak olmasının zorunlu bir sonucudur. Çünkü emir fevre delâlet etmeyince “Emredileni dilediğin zaman yap!”
denilmiş olmaktadır. Bu durumda, vaktin başıyla sonrası arasında fark yoktur.22
b) Bir işin derhal yapılmasını isteyen kimsenin “Bu işi derhal yap!”, daha
sonra yapılmasını isteyen kişinin de “Bu işi daha sonra yap!” diyerek emrini
kayıtlaması sahihtir. Çünkü bu ifadede ne tekrar ne de eksiklik vardır. Fakat
emir kipi fevre delâlet etmiş olsaydı birinci emir tekrar, ikinci emir ise tezat
barındırmış olacaktır.23
c) Kişi mutlak emrin gereğini mümkün olan ilk vakitte yapmayıp ömrün
sonuna kadar olan bir süre içerisinde yaptığı zaman “fiilin kaza edilmesinden” değil “fiilin eda edilmesinden” bahsedilir. Bu da emrin gereğinin daha
sonra yapılmasının caiz olduğunu gösterir.24
d) Arap dilbilimcilerine göre “yapacak” demekle, “yap” demek arasında,
birincisinin haberî, ikincisinin inşâî bir yargı barındırması dışında fark yok-
18
19
20
21
22
23
24
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 96-97.
Karşı görüşte olanlar bedelin, aslın mislinden olmasının şart olmadığını çeşitli örnekler üzerinden
açıklamaya çalışmışlardır. Geniş bilgi için bk. Ebü’l-Abbâs Şehâbeddin Ahmed b. İdris el-Karâfî,
Nefâisü’l-usûl fî şerhi’l-Mahsûl. (thk. Adîl Ahmed Abdülmevcûd/Ali Muhammed Muavvad). Mektebetü nezâr Mustafa el-Bâz, Riyat, 1997, III, 1371-72.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 98.
Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 211.
Bâcî, İhkâmü’l-fusûl, 212; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 9; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 100; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 222;
Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl, 39; Şevkânî, İrşâdü’l-fuhûl, I, 379; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 233.
Râzî, el-Mahsûl, II, 114; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1130; Molla Hüsrev, Mir’âtü’lusûl, 39.
Cessâs, el-Fusûl, II, 107.
205
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
206
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
tur. Nasıl “yapacak” diyen kişinin bu sözü, yapma fiilinin gelecek zamanın
herhangi bir anında yapılması durumunda doğruysa, emre muhatap olan
için de aynı şey geçerlidir. Emrin herhangi bir zaman dilimi içerisinde yerine
getirilmesi durumunda, emrin gereği yerine getirilmiş olmaktadır.25
e) Bir kimse hakkında “Vallahi eve girecektir.” diye yemin edilse ve bir
müddet geçtikten sonra o kimse eve girse, yemin eden kimse kefâret ödemez. Aynı şey emir için de geçerlidir.26
f) Mutlak emirde asıl olan mutlaklıktır. Yani emrin herhangi bir zamanda yapılmasıdır. Mutlak emri fevre yorumlamak onu takyîd etmektir.
Hâlbuki mutlak emri takyid eden bir karine mevcut değildir. Kaldı ki mutlak lafızla mukayyed lafız arasında bir farkın olması gerekir. Bu durumda
bu fark ortadan kaldırılmış olmaktadır. Mesele şöyle bir örnekle açıklanmaktadır: Kişi vekiline “Zekâtımı öde!” dese, vekil bunu önüne ilk çıkan
fakire ödediğinde müvekkilinin emrini yerine getirmiş olduğu gibi, başka
birine ödemesi durumunda da müvekkilinin emrini yerine getirmiş olur.
Fakat vekiline “Zekâtımı ilk önüne çıkan fakire öde!” dediği zaman durum
değişir. Dolayısıyla burada olduğu gibi mutlak emirle mukayyed emrin gereğini birbirinden ayırmak gerekir.27
g) Hz. Peygamber, hicretin altıncı yılında farz olmasına rağmen, haccı
hicretin onuncu yılında eda etmiştir. Bu da gösteriyor ki haccı emredildiği
tarihten dört yıl sonra yerine getirmiştir.28
Bu görüşte olanlar, karşı görüşte olanların ileri sürmüş oldukları delillere
şu şekilde itiraz etmişlerdir:
a) “Emrin terâhîye delâlet ettiği kabul edilecek olursa ya emredileni ömrünün sonuna kadar yerine getirmeyip ölen kişi kusurlu kabul edilmeyecektir ki,
emredilen fiil bu durumda farz olmaktan çıkmış, nafileye dönmüş olacaktır.
Veya ölmeden önce fiili yerine getirmediği için kusurlu sayılacak, fakat bu durumda, ölüm tarihi belli olmadığı için emredildiği fiili ne zamana kadar geciktirebileceği konusunda bilgi sahibi olmayan şahsa istitâat üstü teklif yüklenmiş
olacaktır.”29 şeklindeki itiraza şu şekilde cevap verilmektedir: Bir özür sebebiyle vaktinde kılınamayan namazların ömrün sonuna kadar kaza edileceği
konusunda ittifak bulunmaktadır. Oruç kefâreti için de aynı durum geçerlidir.
Kaldı ki kişinin emredildiği fiili geciktirebileceği son vakit hususunda bilgi sahibi olmaması kişinin mükellef olmasını ortadan kaldıracak derecede büyük bir
bilinmezlik değildir. Bir kimseye “Bu işi dilediğin zaman zorunlu olarak yapmanı emrettim.” denildiği zaman söz konusu olan belirsizlik neyse, buradaki belirsizlik de odur. İstitâat üstü teklif, kişinin yerine getirmesi mümkün olmayan
fiil ile mükellef tutulmasıdır.30 Ayrıca kişinin ömrünün sonuna kadar yerine ge25
26
27
28
29
30
Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 10; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 103; Râzî, el-Mahsûl, II, 114.
Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 10; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 100.
Serahsî, Usûl, I, 28; Taftâzânî, et-Telvîh, I, 378; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 234.
Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 219.
Cessâs, el-Fusûl, II, 109-110; Cüveynî, el-Burhân, I, 169.
İstitâat konusunda geniş bilgi için bk. Ali Kumaş, İslam Hukukunda Sorumlu Olmanın Temeli (İstitâat),
Gece Yayınları, Ankara, 2015.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
tirebileceği bir fiili ölmeden önce yerine getirmesi durumunda mükâfat elde
eder. Yerine getirmemesi durumunda da günahkâr olur.31
b) “Emirden kasıt emredilen fiilin farz olması ve bunun da en önemli
sonucu derhal yapılmasıdır.”32 deliline de itiraz edilmiştir. Emrin terâhîye
delâlet ettiğini ileri sürenlere göre emrin tahakkuk ettiği anda vücûbiyet
ifade etmesi, onun fevriyyet ifade etmesini gerekli kılmaz. Nitekim geniş
zaman içerisinde yapılması emredilen çeşitli farzlar bulunmaktadır.33
c) “Emrin fevre delâlet etmesi, tekrara delâlet etmemesinin zorunlu bir
sonucudur.”34 şeklindeki delile şu şekilde cevap verilmiştir: Emir, muayyen
bir fiilin değil, belli vasıflara sahip olan bir fiilin yerine getirilmesine yöneliktir. Bu, bir kişinin bir başkasına “Bir şahsa 1000 TL ver.” şeklinde emir
vermesine benzemektedir. Bu miktar ve vasfa sahip parayı dilediği zaman
verebilir. Bunun için emrin tekrarına lüzum yoktur. Emrin tekrara ihtiyacı,
“Bir şahsa seri numaralı, muayyen 1000 TL ver.” denilip de emrin yerine getirilmemesi durumunda söz konusu olur.35
d) “Emrin farz olduğuna inanmak gibi, emredileni eda etmek de fevren farz olmalıdır.”36 düşüncesi tutarlı değildir. Çünkü Şâri’in, “Dilediğin zaman bu işi yap!” emrine inanmak fevren farz olmasına rağmen, fiilin daha
sonra yerine getirilmesi ittifakla caizdir. Kaldı ki mutlak adakların ve oruç
kefâretinin de fevren eda edilmesi şart değildir. Ayrıca yine Şâri’in, “Müslümanlar Mescid-i harama girecektir.” haberine inanmak fevren farz olmasına
rağmen, mescide girmek daha sonra tahakkuk etmiştir. Dolayısıyla inanma
ve eda etmeyi birbirine kıyas etmek yanlıştır. Bütün bunların yanında, buradaki kıyas, dildeki kıyasın caiz olmaması sebebiyle geçerli değildir.37
e) Âmirin memuruna olan mutlak emrinin fevre delâlet etmesi38 kesin
bir delil değildir. Çünkü âmirin emrinin, fevre delâlet ettiğine dair bir karine
yoksa ve memur da bu emrin gereğini derhal yerine getirmese bir müeyyide ile karşı karşıya kalmaz.39
f) Emrin ihtiyat gereği fevre delâlet etmesi40 bir delil teşkil etmez. Çünkü
emrin fevr ifade etmediğini iddia edenlere göre “Bu işi yap!” emri, “Dilediğin
zaman bu işi yap!” anlamına gelmekte olup bu şekilde bir emir söz konusu
olduğu zaman, ihtiyat gereği emrin fevren yerine getirilmesi şart değildir.41
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
Cüveynî, el-Burhân, I, 170; Ebû Abdullah Fahreddîn Muhammed b. Ömer er-Râzî, el-Mahsûl fî ‘ilmi
usûli’l-fıkh, (thk. Tâhâ Câbir Feyyâz el-‘Ulvânî, Müessesetü’r-Risâle), Beyrut, 1992, II, 120; Karâfî,
Nefâisü’l-usûl, III, 1374; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1139.
Cessâs, el-Fusûl, II, 108; Cüveynî, el-Burhân, I, 171; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 100-101.
Cüveynî, el-Burhân, I, 171; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 10; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 100-101.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 102.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 103.
Şemsüleimme es-Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, (thk. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Dâru’l-ma‘rife, Beyrut, 1973, I,
28; Râzî, el-Mahsûl, II, 118; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 221; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 235.
Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 10; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 104; Râzî, el-Mahsûl, II, 121; Karâfî, Nefâisü’l-usûl,
III, 1374-75.
Cessâs, el-Fusûl, II, 108-109; Râzî, el-Mahsûl, II, 118.
Râzî, el-Mahsûl, II, 120-121.
Cessâs, el-Fusûl, II, 109; Râzî, el-Mahsûl, II, 119.
Râzî, el-Mahsûl, II, 121; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1140-45.
207
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
208
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
g) Emrin nehye kıyas edilmesi,42 nehyin tekrar ifade etmesi, emrin ise
tekrar ifade etmemesi43 ve dilde kıyasın caiz olmaması açısından isabetli
görülmemiştir.44 Ayrıca emir bizâtihi amaç olanı, nehiy ise tebeen amaç olanı gerektirdiği için de birbirlerine kıyas edilmeleri uygun değildir.45
h) “Emrin gereğinin hangi vakte kadar erteleneceğinin meçhul oluşunun
mükellefiyet açısından problemlere sebebiyet vereceği”46 eleştirisi de isabetli
görülmemiştir. Çünkü emrin terâhiyen yerine getirilmesi demek, yaşlılık gibi
bir karineye bağlı olarak, gereğini yerine getirme ihtimalini ortadan kaldıracak zamana kadar bunun ertelenmesidir. Ölümün aniden gelmesi ise nadir bir
durumdur. Böyle bir durumda da affın söz konusu olması muhtemeldir.47
ı) “Emrin gereğini hemen yerine getirmenin maslahatının daha fazla
olması”48 şeklindeki bir delil yerinde değildir. Çünkü bu görüş sahiplerine
göre emri vaktin ilk anında eda etmenin maslahatı neyse, daha sonra eda
etmenin maslahatı da odur.49
k) Emrin, fiilin eda edilmesini talep etmesi bakımından boşamaya, nikâh
ve satım akdine kıyas edilmesi50 de isabetli değildir. Çünkü bütün bunların gereğini derhal yerine getirmek ek bir vasıftır. Bu vasıf da Şârî’in beyânında ve
kullanılan lafızlarda mevcuttur. Bundan dolayı yapılan kıyas sahih değildir.51
l) Allah’ın, derhal secde etmemesi sebebiyle şeytanı kınaması,52 bir olayın
sadece bir bölümüdür. Bu olayın içerisinde emrin hemen yerine getirilmesi
gerektiğiyle ilgili bir kayıt olabilir.53 Fakat böyle bir açıklama, aynı görüşü
savunan usulcüler tarafından bile âyetin zahirine aykırı olması sebebiyle isabetli görülmemiştir. Onlara göre bu âyetteki emir, Hicr Sûresi’nin 29 ve Sâd
Sûresi’nin 72. âyetlerindeki karine sebebiyle fevr ifade etmektedir.54
m) Âyette Allah’ın mağfiretine koşmakta acele edilmesinin talep edilmesi55 emir kipinden değil, kullanılan kelimeden kaynaklanmaktadır. Aksine bu
âyet, emrin fevre delâlet etmediğine delil teşkil etmektedir. Çünkü “acele
etmek” başka zaman da yapılabilecek bir fiilin bir an önce yapılmasını anlatan bir yapıya sahiptir.56
2) Mutlak emir, fevre de terâhîye de delâlet etmez. Çünkü mutlak emir ki-
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
Râzî, el-Mahsûl, II, 119; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 222.
Râzî, el-Mahsûl, II, 121; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1140.
Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1140.
Karâfî, Nefâisü’l-usûl, III, 1376.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 99.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 103-104.
Serahsî, Usûl, I, 28.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 102.
Râzî, el-Mahsûl, II, 119.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 101, 103; Râzî, el-Mahsûl, II, 121; Karâfî, Nefâisü’l-usûl, III, 1376.
Râzî, el-Mahsûl, II, 115; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1130.
Râzî, el-Mahsûl, II, 120; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1130.
Hindî, Nihâyetü’l-vüsûl, III, 958-960.
Âl-i İmrân, 2/133.
Râzî, el-Mahsûl, II, 120; Karâfî, Nefâisü’l-usûl, III, 1370; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc,
IV, 1136-37.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
pi ibare ve işaretiyle zamana delâlet etmediği gibi; mutabakat,57 tazammun58
ve iltizam59 yönüyle de zamana bir delâleti yoktur. Onun delâlet ettiği tek şey
emrin yerine getirilmesinin talep edilmesidir. Ancak karinelerin mevcudiyeti
durumunda fevr ve terâhî anlamı çıkartılır. Çünkü bu iki husus emrin aslî unsurları değil, harici vasıflarıdır. Harici vasıflar da ayrıca zikredilmesi veya bir karinenin bulunması durumunda bilinebilir.60 Çeşitli fıkıh usûlü kaynaklarında bu
görüş müstakil bir görüş olarak takdim edilmektedir. Fakat bazı usûlcülerin
de ifade ettiği gibi “emir fevre ve terâhîye delâlet etmez.” görüşü ile “Emir
terâhîye delâlet eder.” görüşü arasında fark yoktur.61 Kanaatimize göre de bu
tespit isabetli gözükmektedir. Çünkü emrin fevr ve terâhîye delâlet etmemesi demek, bir karine olmadığı zaman emrin terâhîye delâlet etmesi demektir.
Zaten emrin terâhîye delâlet ettiğini ileri sürenler de bunu savunmaktadırlar.
Farklı usul kaynaklarında bu iki görüşün aynı âlimlere nispet edilmesi şeklinde
ortaya çıkan karışıklığın sebebi de bu olmalıdır.
3) Usulcülerin bir kısmına göre emrin ilk fırsatta fevren yerine getirilmesi
gerekir. Emrin tekrara delâlet ettiğini ileri süren fakîhler ile Bağdatlı Mâlikîler
ve Hanbelî usulcülerinin çoğunluğu, Hanefîler’den başta Ebû Hanife62 ve
Ebû Yusuf olmak üzere Kerhî,63 Cessâs, Şâfiîler’den Ebû Bekir es-Sayrafî, ve
Zâhirîler bu görüştedir.64
Bu görüşte olanlara göre emrin gereğinin geç yapılması durumunda
mükellef ittifakla günahkâr olur. Fakat emri fevren yerine getirmeyen kimsenin, emri daha sonra yerine getirmesi ilk emrin devamı ile mi, yoksa yeni
bir emrin sonucu ile mi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir.65
57
58
59
60
61
62
63
64
65
Lafzın, manasının bütün cüzlerine delalet etmesine mutâbakat denir. Konuşan canlı lafzının, insana
delalet etmesi gibi.
Lafzın, manasının bir cüzüne delalet etmesine tazammun denir. Canlı lafzının, insana delalet etmesi
gibi.
Lafzın, manasının zihinde gerektirdiği bir cüze delalet etmesine iltizam denir. İlim sahibi lafzının,
insana delalet etmesi gibi.
Bâcî, İhkâmü’l-fusûl, 212; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 9; Râzî, el-Mahsûl, II, 113-114; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr,
I, 221; Şevkânî, İrşâdü’l-fuhûl, I, 379; Muheymed, el-Emr ve’n-nehy, 149-150; Ali İhsan Pala, İslâm
Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu. Fecr Yayınları, Ankara, 2009, 215.
Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1129.
Diğer mezhep imamlarında olduğu gibi Ebû Hanife’nin de bu konuda açık bir beyanı yoktur. Furû’
meselelerinden hareketle bu görüşte olduğu ifade edilmektedir. Her ne kadar usûl görüşünün furû’
meseleleri üzerinde temellendirilmesi eleştiriye tabi tutulsa da, bu eleştirinin haksız olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü konuyla ilgili aykırı bir usûl kuralı olmadığı sürece furû’dan hareketle usûl görüşünün tespiti mümkündür. Bk. Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1126-27.
Cessâs’ın belirttiğine göre Kerhî, bir keresinde emrin terâhîye delalet ettiğini ileri sürmüş, fakat kendisi buna itiraz etmiş, delil olarak da zekât ve adak ibadetlerini ve ramazan orucunun kaza edilmesini
ileri sürmüş, bunun üzerine Kerhî fevr görüşüne sahip olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bk. Cessâs,
el-Fusûl, II, 110.
Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm. Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, t.s, I, 313;
Bâcî, İhkâmü’l-fusûl, 212; Cüveynî, el-Burhân, I, 168; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 95; Hindî, Nihâyetü’lvusûl, III, 951-952; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1126; Molla Hüsrev, Mir’âtü’lusûl, 38; Şevkânî, İrşâdü’l-fuhûl, I, 378-379; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 234. Farklı mezheplere ait ilk dönem usûl kaynakları, Hanefîler’in çoğunluğunun görüşünü, “emrin fevre delalet
etmesi” şeklinde verdikleri görülmektedir. Bu bilginin, ilk dönem Hanefî fakihleri için anlaşılması
gerektiği kanaatindeyiz. Özellikle Cessâs’tan sonraki Hanefî usulcülerinin görüşlerinin “terâhî” şeklinde olduğu görülmektedir. Hanefiler’e yapılan bu isnat için bk. Bâcî, İhkâmü’l-fusûl, 212.
Mâzerî, Îzâhu’l-mahsûl, 211.
209
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
210
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
Emrin fevre delâlet ettiğini ileri sürenler şu delillerden hareket etmişlerdir:
a) Emredilen bir fiilin hemen yerine getirilmesi durumunda mükelleften
farzın ittifakla düşecek olması, geciktirilmesi durumunda farz olan emrin
eda edilmesinde bir eksikliğin ortaya çıkacak olması emrin fevre delâlet ettiğine delil teşkil etmektedir. Çünkü farzın nasıl terk edilmesi caiz değilse,
bir karine olmadığı sürece onun farz olarak tahakkuk ettiği vakitten sonraya
bırakılması da caiz olmayacaktır.66
b) Emirden kasıt, emredilen fiilin zorunlu olarak yerine getirilmesi olup
emrin vaktin başında gerçekleşmesi sebebiyle bunun da en önemli sonucu
derhal yapılmasıdır. Farz olarak tahakkuk eden sorumluluğun düşmesi için
nasıl ki farklı bir delâlete ihtiyaç varsa, vasıf olan “fevren eda etme” sorumluluğunun geciktirilmesinde de ek bir delâlete ihtiyaç vardır.67
c) Emir neticesinde vakit mefhumunun sabit oluşu, emrin hüküm ifade
etmesi için zorunlu bir durumdur. Çünkü emrin gereği ancak vakit içerisinde
yerine getirilebilir. Bu edanın da, yerine getirilmesi mümkün olan ilk vakitte
yapılabileceği konusunda ittifak vardır. Öyleyse “zorunluluk arz edenler, ölçüsünce takdir edilir” kaidesinin de bir sonucu olarak bu vaktin dışındakinin
kastedilmesi mümkün değildir.68
d) Emrin fevre delâlet etmesi, tekrara delâlet etmemesinin zorunlu bir
sonucudur. Çünkü emrin ilk sadır olmasından sonra, tekrar sadır olduğuna
dair bir karine olmadığı sürece ikinci bir emirden, dolayısıyla mükellef olmaktan bahsetme imkânı yoktur.69
e) Farziyet ifade eden emrin iki sonucu vardır. Birincisi onun farz olduğuna inanmak, ikincisi ise emredileni eda etmektir. Farz olduğuna inanmak
nasıl fevren ise emredileni eda etmek de öyle olmalıdır.70
f) Kul haklarına yönelik borçlarda, borçluya ödemesi konusunda muhayyerlik tanınmadığı sürece borcun fevren ödenmesi gerekir. Alacaklının
izni olmadan borcun geciktirilmesi caiz değildir. Allah haklarında da aynı
durum söz konusudur. Çünkü iki tür borç da mutlak vakitli olma özelliğini
taşımaktadır.71
g) Âmir memur arasındaki emirlerde de emrin fevren yerine getirilmesi yaygın olan bir durumdur. Memur emredileni derhal yerine getirmediği
zaman kusurlu davranışta bulunur. Şâri Tealâ da yaygın olan dil kurallarına
göre kullarına hitapta bulunmuştur.72
h) Emrin hem fevr hem de terâhîye delâleti muhtemel olacak olsaydı, ihti-
66
67
68
69
70
71
72
Cessâs, el-Fusûl, II, 107; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 96; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 220; Ferfûr, el-Müzheb fî
usûli’l-mezheb, I, 234.
Cessâs, el-Fusûl, II, 108; Cüveynî, el-Burhân, I, 171; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 96.
Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 221; Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 234-235.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 102.
Serahsî, Usûl, I, 28; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 100; Râzî, el-Mahsûl, II, 118; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 221;
Ferfûr, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb, I, 235.
Cessâs, el-Fusûl, II, 108.
Cessâs, el-Fusûl, II, 108-109; Râzî, el-Mahsûl, II, 118.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
yat ve kesin olanı tercih etme ilkesince yine de fevr ile amel etmek gerekecekti. Ayrıca bütün hayırlarda acele etmek Yüce Allah’ın emrinin73 gereğidir.74
ı) Muhatap, mutlak emrin gereğini en son ne zaman yerine getireceğini tam olarak bilmediğinde fevr ve terâhînin her ikisi de ihtimal dâhilinde
olacaktır. Bu durumda emrin terâhîye delâlet ettiği kabul edilirse iki ihtimal
söz konusu olur. Birinci ihtimalde emredileni ömrünün sonuna kadar yerine
getirmeyecek ve neticede ölmesi durumunda kusurlu kabul edilmeyecektir
ki, bu durumda, emredilen fiil farz olmaktan çıkmış, nafileye dönmüş olacaktır. İkinci ihtimalde ise ölmeden önce fiili yerine getirmediği için kusurlu
sayılacaktır. Fakat bu durumda, ölüm tarihi belli olmadığı için emredildiği fiili ne zamana kadar geciktirebileceği konusunda bilgisi olmayan şahsa kusur
isnadında bulunulması caiz olmayacaktır. Hatta böyle bir emir istitâat üstü
bir teklifin mükellefe yüklenmesine götürmektedir. Çünkü mükellef, en son
ne zaman yerine getireceğini bilemediği bir emirle mükellef olmaktadır.75
Bu da emrin terâhiye delâlet edemeyeceği sonucuna götürmektedir.76
k) Emrin terâhîye delâlet etmesi birçok açıdan problem içermektedir.
Çünkü bu durumda kişinin, emrin gereğini yerine getirmeyi hangi vakte kadar erteleyebileceği noktası kapalı kalmaktadır. Öyle ki, mevzu bahis edilen
bütün seçenekler geçersiz olmaktadır. Mesela, emrin muayyen olmayan bir
süreye kadar geciktirilmesi mümkündür denilecek olursa, bu yargı onun vacip
oluşu ile tezat teşkil etmiş olur. Bu yargının aksini, yani emrin belli bir süreye
kadar yerine getirilmesi gerektiğini ileri süren ise bulunmamaktadır. Zira emrin bazı vakitler için geçerli, diğer bazı vakitler için geçersiz olması düşünülemez. Emrin, ihtiyarlık ve ağır hastalık gibi mükellefin edasının ortadan kalkma
ihtimalinin yüksek olduğu bir vakte kadar geciktirilmesi de mümkün değildir.
Çünkü bu sebepler gerçekleşmeden de insanın ölme ihtimali mevcuttur. Bir
sebep olmaksızın belli bir vakte kadar geciktirilmesi ise batıldır.77
l) Emir, emredileni terk etmeyi de içerdiğinden, bu yönüyle nehiy bildirmektedir. Nehiyler de ittifakla fevre delâlet etmektedir. Çünkü nehiyler
fevr ifade etmeyecek olsaydı sanki bu durumda “Filan işi yapma!” diyene, “O
işi yap!” demiş gibi oluruz. Bu da tenakuz arz etmektedir.78
m) Emrin gereğini hemen yerine getirilmesinin maslahatı daha fazladır.
Bundan dolayı emrin fevre delâletini esas almak, aynı zamanda maslahata
da öncelik vermektir.79
n) Emir, fiilin eda edilmesini talep etmesi bakımından boşamaya, nikâh
73
74
75
76
77
78
79
Bakara, 2/148; Enbiya, 21/90.
Cessâs, el-Fusûl, II, 109; Râzî, el-Mahsûl, II, 119; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV,
1140.
İstitâat konusunda geniş bilgi için bk. Ali Kumaş, İslam Hukukunda Sorumlu Olmanın Temeli (İstitâat),
Gece Yayınları, Ankara, 2015.
Cessâs, el-Fusûl, II, 109-110; İbn Hazm, el-İhkâm, I, 317; Cüveynî, el-Burhân, I, 169; Râzî, el-Mahsûl, II,
117-118; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1137-38.
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 99.
Râzî, el-Mahsûl, II, 119; Kâkî, Câmi’u’l-esrâr, I, 222; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV,
1139.
Serahsî, Usûl, I, 28.
211
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
212
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ve satım akdine kıyas edilmiştir. Bir vakitle kayıtlı olmayan boşama derhal
sonuç doğurur. Mutlak olan îcâb ve kabulün beyan edilmesi sonucunda da,
akdin gereğinin derhal yerine getirilmesi nasıl gerekliyse, mutlak emrin gereğinin de derhal yerine getirilmesi gereklidir.80
o) Allah (c.c.), “Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten engelleyen
neydi?”81 sorgusuyla şeytanı, “Secde et!” emrine derhal uymaması sebebiyle
kınamıştır. Emir fevre delâlet etmemiş olsaydı, Şeytan emri derhal yerine
getirmediği için kınanmayacaktı.82
p) Kur’ân-ı Kerîm’de “Rabbinizin affına koşmakta acele ediniz.”83 buyurulmak suretiyle, affa vesile olacak amellerin ve “Hayırlarda yarışınız.”84 âyetiyle
de hayırlı davranışların ilk fırsatta yapılması istenmektedir. Buna benzer başka
âyetler85 ve hadisler86 mevcuttur. Bütün bu nasslar, emredilenin derhal yerine
getirilmesi gerektiğine delâlet etmektedir.87
r) Hz. Peygamber’in “Kim namazı uykudayken veya unutarak vaktinde
kılamazsa hatırladığı zaman kılsın. (Zira hatırladığı an onun vaktidir.) Çünkü
namazın kefâreti budur.”88 hadisi emrin fevre delâlet ettiğini göstermektedir.
Bu hadiste Hz. Peygamber, mükellefe namazı zimmete borç olarak tahakkuk
eden vakitten sonraya bırakmamasını emretmektedir. Vakitli emirler için bu
emir vaktin sonudur. Fakat mutlak emirler için vaktin sonu bilinmediği için
emredilen fiilin yerine getirilmesi, mümkün olan ilk vakitte olacaktır.89
Bu görüşte olanlar, karşı görüşte olanların ileri sürmüş oldukları delillere
şu şekilde cevap vermektedirler:
a) “Emir fevr ifade edecek olsaydı, muvakkat vakitlerde vakti içerisinde emrin yerine getirilmemesi durumunda edanın düşmesi gibi burada da mutlak
emrin gereğinin fevren yapılmaması durumunda edanın düşmesi gerekecekti.
Hâlbuki mutlak emrin daha sonra yapılması durumunda kaza değil, eda gerçekleşmektedir. Daha sonra gerçekleşen fiilin eda olabilmesi için yeni bir emrin tahakkuk etmesi gerekir. Fakat böyle yeni bir emir söz konusu değildir.” Bu
itiraz emrin fevr veya terâhî ifade ettiğini savunan iki görüş sahipleri arasındaki
en önemli tartışmayı ortaya çıkarmaktadır. Emrin tekrar ve fevre delâlet ettiğini savunanlara göre vaktin başında eda edilenle daha sonra eda edilen fiil aynı
emrin fiili değildir. Öğle namazının, vakti içerisinde kılınmaması sebebiyle edasının düşmesi gibi, ilk vaktinde eda edilmeyen mutlak emrin edası da düşmektedir. Nasıl ki öğle namazının vakti dışında kaza edilen namaz, öğle namazının
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
Üsmendî, Bezlü’n-nazar, 98-99; Râzî, el-Mahsûl, II, 119.
A’râf, 7/12.
Râzî, el-Mahsûl, II, 115; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1130; Molla Hüsrev, Mir’âtü’lusûl, 38.
Âl-i İmrân, 3/133.
Râzî, el-Mahsûl, II, 116.
Mâide, 5/48; Vâkı’a, 56/10-11.
Buhârî, “Cihâd”, 1; Müslim, “İmân”, 137; Ebû Davûd, “Salât”, 9; Tirmizî, “Salât”, 127; “Menâsik”, 41;
Nesâî, “Salât”, 51.
İbn Hazm, el-İhkâm, I, 313-314, 316, 317; Râzî, el-Mahsûl, II, 116; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin,
el-İbhâc, IV, 1135.
Ebû Dâvud, “Salât”, 11; İbn Mâce, “Salât”, 11.
Cessâs, el-Fusûl, II, 111.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
aynısı değilse, ilk vakti dışında eda edilen fiil de ilk vakitte eda edilmeyen fiilin
aynısı değildir. Ayrıca bu görüşte olanlara göre ilk vakti dışında yerine getirilen fiilin edası yeni bir emirle gerçekleşmektedir. Çünkü onlara göre mutlak
emir şu şekilde takdir edilmektedir: “Emri ilk vaktinde eda et! Emri ilk vaktinde
eda etmezsen ikinci vaktinde eda et! Emri ikinci vaktinde de eda edemezsen
üçüncü vaktinde eda et!...” Buna göre emrin eda edilmediği her an emir tekrar
etmektedir. Bundan dolayı isimlendirme çok önemli olmamakla birlikte daha
sonra yapılan fiil de eda olarak isimlendirilmektedir. Bu konudaki delilleri Hz.
Peygamber’in “Kim namazı uykudayken veya unutarak vaktinde kılamazsa hatırladığı zaman onu kılsın. (Zira hatırladığı an onun vaktidir.) Çünkü namazın kefâreti
budur.”90 hadisidir. Buna göre bir kimse namaz kazasının olduğunu hatırlamasına rağmen kılmaz ve geciktirirse kınanacağı konusunda ittifak bulunmaktadır.
Ayrıca borçların ifasındaki durum da bunu göstermektedir.91
b) “Emir fevre delâlet ediyorsa, emrin gereğini derhal yerine getirmeyene
de ceza terettüp etmelidir. Hâlbuki emir kipi böyle bir anlamı ancak bir karine ile
ifade eder.” şeklindeki itiraza şu şekilde cevap verilmektedir: Farz olan bir emrin
terk edilmesi sebebiyle kınamanın terettüp ettiği açıktır. Ayrıca bir delile ihtiyaç
yoktur. Bu hüküm emrin vücûbiyet ifade etmesinin zorunlu bir sonucudur.
c) “Emir bazen fevr, bazen de terâhî ifade eder. Buna göre, fevre delâlet
ettiğine dair bir karine yoksa emir terâhîye delâlet edecektir. Çünkü asıl olan
emrin zamana delâlet etmemesidir. Ancak bir karine durumunda emrin fevr
ifade etmesinden bahsedilebilir.” itirazına şu şekilde cevap verilmiştir: Son
vakti belirtilmediği sürece emrin terâhîye delâlet ettiğine dair bir karine
yoktur. Dolayısıyla mutlak emrin terâhîye delâlet etmesi için de karinenin
olması zorunludur.92
d) “Hz. Peygamber, farz olduğu sene hacca gitmemiş, Hz. Ebû Bekir’i
göndermiştir. Kendisi ise ertesi sene gitmiştir. Bu uygulama mutlak emrin
terâhî ifade ettiğini açıkça göstermektedir.” şeklindeki itiraza birkaç açıdan
cevap verilmeye çalışılmıştır. Öncelikle haccın hangi sene farz kılındığı konusunda katî bir bilgi bulunmamaktadır. Hicretin dokuzuncu yılında farz kılındığı şeklindeki rivayetlerin yanında onuncu yılında farz kılındığı da rivayet
edilmektedir. Hicretin dokuzuncu yılında farz kılındığı sabit olsa da Hz. Ebû
Bekir’in haccından sonra olma ihtimali bulunmaktadır. Bütün bu ihtimallerin bulunmaması durumunda bile buradan bir delil elde etme imkânı gözükmemektedir. Çünkü Hz. Peygamber’in, farz olarak teşri’ kılınmasından
sonraki sene haccı eda etmesi bir özre veya vahye binaen olmuştur. Aslında
bütün bu durumlar, bu itirazın tartışmanın esasına taalluk etmeyen bir konu
olduğunu göstermektedir.93
4) Mutlak emir, fevr ve terâhî arasında ortak bir delâlete sahip olduğundan karîne olmadıkça tavakkuf etmek gerekir. Bunlara göre tavakkuf, emir
90
91
92
93
Ebû Dâvud, “Salât”, 11; İbn Mâce, “Salât”, 11.
Cessâs, el-Fusûl, II, 107-108, 112-114.
Cessâs, el-Fusûl, II, 112.
Cessâs, el-Fusûl, II, 1114-118; İbn Hazm, el-İhkâm, I, 319.
213
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
kipinin delâlet ettiği şeyin bilinmemesi ve bu kipin fevr ile terâhîye delâletinin
müşterek olması sebeplerinden kaynaklanmaktadır.94 Bu görüşte olanlar tavakkufun meselenin hangi yönüyle ilgili olduğu konusunda iki farklı gruba
ayrılmışlardır. İçinde Cüveynî ve Âmidî’nin de yer aldığı usulcülere göre emrin
vaktin başında yerine getirilmesi durumunda emre tam olarak imtisal edilmiş olunur. Dolayısıyla burada bir tavakkuf söz konusu değildir. Fakat emrin
vaktin başında değil de, daha sonra yerine getirilmesi durumunda mükellefin
emre imtisal edip etmediği, dolayısıyla sorumluluktan tam olarak kurtulup
kurtulmadığı kesin değildir. Haliyle bu alanda tavakkuf söz konusudur. İkinci
grubu teşkil eden ve sayıları çok az olduğu anlaşılan usulcülere göre emrin
vaktin başında yerine getirilmesi durumunda da mükellefin emre imtisal edip
etmediği, dolayısıyla sorumluluktan tam olarak kurtulup kurtulmadığı kesin
değildir. Çünkü emredenin kastı, emrin gereğinin daha sonra yerine getirilmesi olabilir. Bunun için burada da tavakkuf söz konusudur. Fakat Cüveynî’nin
de ifade ettiği gibi bu, aşırıya sapan ve taraftar bulamayan bir görüştür.95
III. Emrin Fevr Veya Terâhîye Delâleti Tartışmasının Uygulamadaki
214
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
Sonuçları
Emrin fevr veya terâhîye delâleti tartışmasına bağlı olarak fıkıh âlimlerinin
furu fıkıh konusunda değişik sonuçlara ulaştıkları müşahede edilmiştir:
Emrin fevre delâlet ettiğini kabul eden fıkıh âlimlerine göre hac ibadetiyle
mükellef olan kimsenin hac görevini, mükellef olduğu yıl eda etmesi gerekmektedir. Bir özrü bulunmadan haccını geciktirmesi sebebiyle günahkâr
olur. Fakat emrin terâhîye delâlet ettiğini kabul eden fıkıh âlimlerine göre
haccın daha sonraya bırakılması sebebiyle kişi günahkâr olmamakta, ancak
haccetmeden ölmesi durumunda günahkâr olmaktadır.96 Ramazan orucunun kaza edilmesiyle ilgili olarak da aynı sonuçlara ulaşılmıştır.97
Zekât konusunda da benzer tartışmalar olmakla birlikte, zekâtın mahiyetinin farklı olması sebebiyle daha değişik tartışmaların ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle de zekâtın farz olarak tahakkuk etmesinden sonra hukuk
dışı bir tasarruf, kasıt, kusur ve ihmal olmadan malın telef olması durumunda zekât mükellefiyetin düşüp düşmeyeceği meselesi üzerinde tartışılmıştır.
Özellikle Hanbelîler’in başını çektiği fıkıh âlimlerine göre emrin fevr ifade et94
95
96
97
Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 9; Hindî, Nihâyetü’l-vusûl, III, 954-956; Sübkî, Takıyyüddin/Sübkî, Tâceddin,
el-İbhâc, IV, 1129; Pala, Emir ve Yasakların Yorumu, 216.
Cüveynî, el-Burhân, I, 168; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 9; Karâfî, Nefâisü’l-usûl, III, 1366; Sübkî, Takıyyüddin/
Sübkî, Tâceddin, el-İbhâc, IV, 1129. Âmidî, konuyu ele alırken mutlak emrin gereğini fevren yerine getirmeyenin Cüveynî’ye göre günahkâr olacağını belirtmiştir. Fakat tespit edebildiğimiz kadarıyla Cüveynî,
bu durumdaki kişinin günahkâr olacağını söylemiyor. Sadece bu kimsenin emre imtisal edip etmediği
noktasında bir katiyetin olmadığını, dolayısıyla bu alanda tavakkuf edilmesi gerektiğini bildirmektedir.
Kanaatimize göre Âmidî’nin dediği şekilde emri daha sonra yerine getiren kişinin günahkâr oluşundan
bahsedilirse tavakkuf durumu ortadan kalkmış olur. Bu da bu görüşle ilgili ciddi karışıklıklara sebebiyet vermiş olur. Nitekim daha sonraki çalışmalara bu karışıklığın yansıdığı müşahede edilmiştr. Örnek
olarak bk. Muheymed, el-Emr ve’n-nehy, 155; Pala, Emir ve Yasakların Yorumu, 216-217.
Cessâs, el-Fusûl, II, 105; Muheymed, el-Emr ve’n-nehy, 156-157.
Muheymed, el-Emr ve’n-nehy, 159.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
mesi sebebiyle zekâtın derhal ödenmesi gerekir. Zekâtın ödenmemesi ve malın telef olması durumunda mükellef sorumluluktan kurtulmaz. Emrin delâlet
konusunda Şâfiî usulcülerinin görüşü terâhî olmasına rağmen zekâtın fevren
farz olduğu görüşündedirler. Çünkü onlara göre zekâtın vaktin evvelinde eda
edilmesi kişinin kudreti dâhilinde olup malı üzerinde fakirin hakkı tahakkuk
etmektedir. Emrin delâletine bağlı olarak Hanefî mezhebinde üç farklı görüş
ortaya çıkmıştır. Fakat emrin terâhîye delâlet ettiğini söylemelerinin bir sonucu olarak Hanefî mezhebinde hâkim olan görüş zekâtın geciktirilmesinin caiz
olduğu şeklindedir.98 Kanaatimize göre zekât mükellefi olan şahsın malının
telef olması durumunda, kişinin geciktirme sebebiyle kusurlu olmaması kuralına bağlı olarak zekât sorumluluğu da düşer. Bu da istitâat-i müyessirenin
temelini emrin terâhîye delâlet etmesinin teşkil ettiğini göstermektedir.
Değerlendirme ve Sonuç
Farklı bir karine olmadığı sürece çoğunluğu teşkil eden fıkıh âlimlerine göre kesin bağlayıcılık ifade eden emir, sorumluluğun meydana gelmesinin
asıl sebebidir. Bu açıdan emir kipi üzerinde birçok açıdan durulmuş, böylece sorumluğun oluşması sağlam bir temele kavuşturulmaya çalışılmıştır.
Emir kipi çerçevesinde üzerinde durulan hususlardan birisi de emrin fevr
veya terâhîye delâletidir. Fevren yapılması konusunda karine olan emirlerin
mümkün olan vaktin ilk anında, terâhîyen yapılması konusunda karine olan
emirlerin de ölmeden önce herhangi bir vakit içerisinde yapılacağı konusunda ittifak vardır. Aynı şekilde muvakkat olan emirlerin de vakti içerisinde
yapılabileceği konusunda ihtilaf bulunmamaktadır. İhtilaf, kesin bağlayıcılık
ifade eden mutlak emirlerin yerine getirilmesi üzerinde mevzu bahis olmuştur. Bu konuda üç görüş tespit edilmiştir:
1) Şâfiî ve mütekellimûn usulcüleri, Hanefî âlimlerinin büyük bir kısmı
ile Mağribli müteahhir dönemi Mâlikîler’ine göre mutlak emir terâhîye
delâlet eder.
2) Emrin tekrara delâlet ettiğini ileri süren fakîhler ile Bağdatlı Mâlikîler
ve Hanbelî usulcülerinin çoğunluğu, Hanefîler’den başta Ebû Hanife ve
Ebû Yusuf olmak üzere Kerhî, Cessâs, Şâfiîler’den Ebû Bekir es-Sayrafî, ve
Zâhirîler’e göre emir fevre delâlet eder.
3) Bir kısım usulcüye göre mutlak emir, fevr ve terâhî arasında ortak bir
delâlete sahip olduğundan karîne olmadıkça tavakkuf etmek gerekir.
Bu ihtilaflar, eda edilmesi için muayyen bir vakit tayin edilmeyen mükellefiyetlerde önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bu mükellefiyetler arasında
özellikle hac, zekât, mutlak adaklar ve kefâretler örnek olarak zikredilmektedir. Bu ibadetlerle mükellef olan kimsenin, edada bulunmadan ölmesi
durumunda günahkâr olacağı konusunda neredeyse ittifak bulunmaktadır.
Fakat emrin fevre delâlet ettiğini savunan usulcülere göre bu ibadetlerin
geciktirilmesi durumunda kişi günahkâr olmakta, emrin terâhîye delâlet et98
Muheymed, el-Emr ve’n-nehy, 157.
215
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
tiğini savunan usulcülere göreyse bu ibadetlerin geciktirilmesi durumunda
kişi günaha girmemektedir. Yine bu ibadetlerin vaktin başında yapılmasının
daha faziletli olacağı konusunda da ittifak edilmiştir.
Kanaatimize göre emrin fevre de terâhîye de delâlet etmemesi şeklindeki bir ifade tarzı daha isabetli gözükmektedir. Bu durumda, emrin fevr ifade
etmesini karine ve emredilenin niteliğine göre değerlendirmek gerekir. Aksi
takdirde emrin fevre delalet etmediği ortaya çıkmış olmaktadır. Buna göre
haccı eda etme emrinin terâhîye delâlet etmesi daha isabetli gözükmektedir. Çünkü emrin fevre delâlet ettiğini kabul etmemiz durumunda aynı anda
on milyonlarca kişinin hacca gitmesi gerekmektedir. Hâlbuki böyle bir durumun gerçekleşmesi mümkün değildir. Gerçekleşmesi mümkün olmayan ve
istitâatinin üstünde olan bir fiille insanın muhatap olması, dolayısıyla yapmaması durumunda günahkâr olması düşünülemez. Fakat zekât için farklı bir
değerlendirmenin yapılması mümkündür. Zekât verme emrinin fevre delâlet
etmesi daha isabetli gözükmektedir. Çünkü zekâtın vücûbiyeti tahakkuk ettikten sonra eda edilmesi bir meşakkât taşımamakta, aksine fevren eda edilmemesi durumunda üzerinde bir başkasının hakkı taalluk etmekte, hak sahiplerinin mağduriyet yaşamaları söz konusu olmaktadır. Bu şekilde derhal eda
edilmesi meşakkât arz etmeyen ve başkasının hakkı taalluk etmeyen emirlerde emrin fevre delâlet etmesi daha isabetli gözükmektedir.
216
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
Informative Abstract
A Discussion about Performing of the Commandment Which Endures
Religious Duty: Denotation of Commandment Whether It Is Fawr or
Adjourning
Responsibility, which forms the basis of fiqh, is an outcome of the commandments by the ruler, Allah and His Messenger. From this aspect, “commandment” is an important topic of the methodology of fiqh (Usul alFiqh).
According to majority of scholars of fiqh, commandment which means
requesting something to be done is a religious duty as long as there is not
a different presumption. As far as performing of commandment which
states a religious duty is concerned, it has been discussed whether performing denotes fawr (immediacy / fulfilling immediately) or adjourning
(fulfilling it by extending over a period of time) in the event that it is asked
to do without specifying a particular time. It is important to deal with this
subject matter, for if the commandment which requires being fulfilled immediately is delayed, the person will be sinful and thus will face punishment. In this regard, it is aimed to scrutinise this subject matter, specifically
dealt with according to methodology of fiqh.
Therefore, firstly the concepts of fawr and adjourning have been explained. Fawr denotes that the commandment is to be fulfilled as early as
possible. As for adjourning, it denotes that the person is allowed to fulfil
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
deeds which he is obliged to do at any time before he dies because any particular time has not been specified to fulfil the commandment. According
to many linguists, commandment denotes future time.
There is a consensus among scholars of fiqh that if there is a presumption that it is to be fulfilled immediately, it denotes fawr; if there is a presumption that it is to be fulfilled by extending over a period of time, it denotes adjourning. The discussion is about the commandment in question
when there is no presumption on a particular time.
Although there are different opinions about the issue in the resources
of fiqh, as a result of our study all these opinions have been gathered under three subjects. According to majority of scholars of methodology commandment denotes adjourning. According to other methodologist including Hanbeli and first-period scholars of fiqh, commandment denotes fawr.
According to the other minority of methodologists, since commandment has a common denotation between fawr and adjourning, one mustn’t
express an opinion unless there is a presumption. These disagreements
produce important results when there is no particular time for these obligations to be fulfilled. As far as these obligations are concerned, hajj, zakat, vow and expiating are given as examples. There is almost a consensus
about the fact that if a person who is obliged to do these worship practices
dies before fulfilling them he will be sinful. But according to methodologist who support the view that commandment denotes fawr, the person is
sinful if these pratices are delayed; and to those who support the view that
commandment denotes adjourning, the person is not sinful if the practices
are delayed. Still there is a consensus that it is more virtuous if these practices are fulfilled at the beginning of their time.
It is our opinion that it seems to be more suitable to state that commandment “denotes neither fawr nor adjourning”. In this case, one needs
to consider the commandment whether it express fawr according to the
presumption and attribution of what has been commanded.
Otherwise, it turns out that the commandment does not denote fawr.
Accordingly, it seems to be more suitable that the commandment about
hajj denotes adjourning. Because if we accept that commandment denotes
fawr this comes to mean that tens of millions of people will have to go on
pilgrimage to Mecca.
Yet, this is impossible. When a person is obliged to fulfil something
impossible and that which is beyond his strength; and thus he cannot fulfil
it, he cannot be counted sinful. But it is possible to make a different assessment of the case of zakat. It seems to be more suitable that commandment of zakat denotes fawr. Because after the requirement to pay zakat
is realised, its being performed is not a difficulty; on the contrary when
it is not performed immediately someone else’s right to get it occurs and
right holders happen to be aggrieved. It seems to be more suitable that
commandment denotes fawr with regard to commandments which do not
217
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
create difficulties when performed in this way and which does not lead to
someone else’s right to get it.
Keywords: Commandment, fawr (fulfilling immediately), tarakhee (adjourning)
Kaynakça
218
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
Abdülmün‘im, Mahmud Muhammed, Mu‘cemü’l-mustalâhâti’l-elfâzı’l-fıkhıyye, Dâru’lfazilet, Kahire, 1999.
Abdülbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu‘cemü’l-mufehres li-elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerim, elMektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul, 1982.
Abdülkadir Bedrân, Abdülkadir b. Ahmed ed-Dûmî ed-Dımaşkî (ö. 620/1223),
Nüzhetü’l-hâtıri’l-‘âtır şerhu Ravzati’n-nâzır ve cünnetü’l-münâzır, Mektebetü’lme‘ârif, Riyad, 1984.
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Müsned, Çağrı Yayınları-Dârı Sahnûn, İstanbul, 1992.
Ali Haydar (ö. 1334/1915), Dürerü’l-hükkâm şerhü Mecelleti’l-ahkâm, Arapça’ya trc.
Fehmi el-Hüseynî, Dâru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrut, ts.
Âmidî, Seyfeddin Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed (ö. 631/1233), el-İhkâm fî usûli’lahkâm, (thk. İbrahim el-‘Acûz), Dâru’l-kütibi’l-ilmiyye, Beyrut, ts.
Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, İFAV Yayınları, İstanbul, 1996.
Bâcî, Ebü’l-Velîd Süleyman b. Halef (ö. 474/1081). İhkâmü’l-fusûl fî ahkâmi’l-usûl. (thk.
Abdülmecîd et-Türkî). Dâru’l-garbi’l-İslâmî, Beyrut, 1986.
Bilmen, Ömer Nasuhi (ö. 1391/1971), Hukuki İslâmiyye ve Istılâhatı Fıkhıyye Kamusu,
Bilmen Yayınları, İstanbul, 1967.
Buhârî, Abdülaziz b. Ahmed (ö. 730/1330), Keşfu’l-esrâr ‘an Usûli Fahri’l-İslâm elPezdevî, (thk. Muhammed el-Mu‘tesîm Billâh el-Bağdâdî), Dâru’l-kitâbi’l-‘Arabiyye,
Beyrut, 1994.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö. 256/869), el-Buhârî, Çağrı YayınlarıDârı Sahnûn, İstanbul, 1992.
Cessâs, Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî (ö. 370/980), el-Fusûl fi’l-usûl, (thk. ‘Uceyl
Câsim en-Neşemî), Vizâretü’l-evkâf ve’ş-şuûni’l-İslâmiyye, Kuveyt, 1994.
Cizânî, Muhammed b. Hüseyin b. Hasan, Me‘âlimu usûli’l-fıkh ‘inde ehli’s-sünne ve’lcemâ‘a, Dâru İbni’l-Cevzî, yy., ts.
Cüveynî, Ebu’l-Me‘âlî İmâmu’l-Haremeyn Rükneddin (ö. 478/1085). el-Burhân fî
usûli’l-fıkh, (thk. Abdul‘azîm Mahmud ed-Dîb). Dâru’l-vefa’, Devha, 1992.
, Kitâbu’t-telhîs fî usûli’l-fıkh, (thk. Abdullah Cûlim en-Nebâlî-Şebbîr Ahmed el‘Amrî), Dâru’l-beşâiri’l-İslâmiyye ve Mektebetü dâri’l-bâz, Beyrut, 1996.
Dârîmî, Abdullah b. Abdurrahman b. Fazl (ö. 255/869), ed-Dârîmî, Çağrı Yayınları-Dârı
Sahnûn, İstanbul, 1992.
Emir Pâdişâh, Muhammed Emin b. Mahmud el-Buhârî (ö. 987/1579), Teysîrü’t-Tahrîr,
Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, ts.
Eş‘arî, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail (ö. 324/936), el-İbâne ‘an usûli’d-diyâne, Dâru İbn
Hazm, Beyrut, 2003.
Ferfûr, Veliyyuddin Muhammed Salih, el-Müzheb fî usûli’l-mezheb ‘ale’l-Müntehab,
Mektebetü dâri’l-Ferfûr, Dımaşk, 1999.
VÜCÛB İFADE EDEN MUTLAK EMRİN EDA EDİLMESİYLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA: EMRİN FEVR VEYA TERÂHÎYE DELÂLETİ
Firûzâbâdî, Ebu’t-Tâhir Mecdüddin Muhammed b. Yakub (ö. 817/1415), el-Kâmûsu’lmuhît, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1991.
Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed (ö. 505/1111). el-Mustasfâ min ‘ilmi’lusûl. Dâru’l-fikr, Beyrut, t.y.
Hallâf, Abdulvehhab, ‘İlmu usûli’l-fıkh ve hulâsetü’t-teşrî‘il-İslâmiyye, Dâru’l-fikri’l‘Arâbî, Mısır, 1996.
Hindî, Ebû Abdillah Safiyyüddîn Muhammed b. Abdirrahîm (ö. 715/1315). Nihâyetü’lvüsûl fî dirâyeti’l-usûl. (thk. Salih b. Süleyman el-Yusuf/Sa‘d b. Sâlim es-Svîyh). elMektebetü’t-Ticâriyye, Mekke, 1996.
Hanbelî, Şakir, Usûlü’l-fıkhi’l-İslâmî, Güven Matbaacılık, İstanbul, ts.
İbn Abdüsselâm, Ebû Muhammed İzzeddîn Abdulaziz (ö. 660/1262), Kavâ‘idü’l-ahkâm
fî mesâlihi’l-enâm, Müessesetü’r-reyhân, yy., 1990.
İbn Emîr el-Hâc, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Muhammed (ö. 879/1474),
et-Takrîr ve’t-tahbîr şerhü’t-Tahrîr, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1983.
İbn Fâris, Ahmed b. Fâris b. Zekeriyya (ö. 395/1004), Mu‘cemu’l-mekâyis fi’l-luğa, (thk.
Şihabuddin Ebû ‘Amr), Dâru’l-fikr, Beyrut, 1994.
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed (ö. 465/1063), el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm.
Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, t.s.
İbn Kudâme, Ebû Muhammed Muvaaffakuddîn Abdullah (ö. 620/1233), Ravzatü’nnâzır ve cünnetü’l-münâzır (ed-Dûmî, Nüzhetü’l-hâtır içinde), Mektebetü’l-me‘ârif,
Riyad, 1984.
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd (ö. 273/887), Sünenü İbn Mâce, Çağrı
Yayınları-Dârı Sahnûn, İstanbul, 1992.
İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem (ö. 711/1311), Lisânü’l-‘Arab, Dâru Sâdır, Beyrut, 2000.
İbn Müflih, Şemsüddin Muhammed el-Makdisî (ö. 763/1362), Usûlü’l-fıkh, (thk. Fahd
b. Muhammed es-Sedhân), Mektebetü’l-‘Abikân, Riyad, 1999.
İbn Receb, Ebu’l-Ferec Zeyneddin Abdurrahman (ö. 795/1393), el-Kavâ‘id fî fıkhi’lİslâmî, Dâru’l-fikr, Beyrut, ts.
İbnü’l-Hümâm, Kemaleddin Muhammed b. Abdulvâhid (ö. 861/1457), et-Tahrîr
fî usûli’l-fıkhi’l-câmi‘ beyne ıstılâheyi’l-Hanefiyye ve’ş-Şâfi‘iyye, Dâru’l-kütübi’l‘ilmiyye, Beyrut, ts.
İsnevî, Ebû Muhammed Cemâleddin Abdurrahim b. Hasan (ö. 772/1370), Nihâyetü’ssûl fî Şerhi Minhâci’l-usûl, Dâru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrut, ts.
Kâkî, Kıvâmüddîn Muhammed b. Muhammed (ö. 749/1348). Câmi’u’l-esrâr fî şerhi’lMenâr. (thk. Fazlurrahman Abdulgafûr el-Afgânî). Mektebetü nizâri Mustafa elBâz, Mekke/Riyat, 2005.
Karâfî, Ebü’l-Abbâs Şehâbeddin Ahmed b. İdris (ö. 684/1285). Nefâisü’l-usûl fî şerhi’lMahsûl. (thk. Adîl Ahmed Abdülmevcûd/Ali Muhammed Muavvad). Mektebetü
nezâr Mustafa el-Bâz, Riyat, 1997.
Kumaş, Ali. İslam Hukukunda Sorumlu Olmanın Temeli (İstitâat). Gece Yayınları, Ankara, 2016.
Makdisî, Bahauddin Abdurrahman b. İbrahim (ö. 624/1226), el-Udde Şerhu’l-‘Umde,
(thk. Abdurrezzak el-Mehdî), Dâru İhyai’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1995.
219
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
ALİ KUMAŞ
220
SBARD
YIL / YEAR 13
SAYI / ISSUE 26
GÜZ / AUTUMN
2015/2
Mâzerî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Alî (ö. 536/1141), Îzâhu’l-mahsûl min Burhâni’lusûl. (thk. Ammâr et-Tâlibî). Dâru’l-Arabi’l-İslâmî, Tunus, 2008.
Molla Hüsrev, Mehmed (ö. 885/1480), Mir’âtü’l-usûl fî şerhi’l-mirkâti’l-vüsûl. y.y., t.s.
Muheymed, Yâsîn Câsîm. el-Emr ve’n-nehy. Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, 2001.
Pala, Ali İhsan, İslâm Hukuk Metodolojisinde Emir ve Yasakların Yorumu. Fecr Yayınları,
Ankara, 2009.
Râzî, Ebû Abdullah Fahreddîn Muhammed b. Ömer (ö. 606/1209), el-Mahsûl fî ‘ilmi usûli’l-fıkh, (thk. Tâhâ Câbir Feyyâz el-‘Ulvânî), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut,
1992.
Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyâtı Hakkında Bir Etüd, (trc. Baha Arıkan), Kitabevi Yayınları, İstanbul, ts.
Serahsî, Şemsüleimme (ö. 483/1091), Usûlü’s-Serahsî, (thk. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî),
Dâru’l-ma‘rife, Beyrut, 1973.
Seyyid Bey (ö. 1343/1924), Usûlü Fıkıh Dersleri, Matbaa-i Hukukiyye, İstanbul, 1910.
Sübkî, Ebü’l-Hasen Takıyyüddîn Alî b. Abdilkâfî (ö. 756/1355)/SÜBKÎ, Ebû Nasr
Tâcüddîn Abdülvehhâb b. Ali (ö. 771/1370). el-İbhâc fî şerhi’l-Minhâc. (thk. Ahmed
Cemâl ez-Zemzemî/Nureddîn Abdülcebbâr Sağîrî). Dâru’l-buhûs li’d-dirâsâti’lİslâmiyye ve ihyâi’t-türâs, Birleşik Arab Emirlikleri, 2004.
Şa‘bân, Zekiyüddîn, İslâm Hukuk İlminin Esasları, trc. İbrahim Kâfi Dönmez, TDV Yayınları, Ankara, 1999.
Şevkânî, Muhammed b. Ali (ö. 1250/1834), İrşâdü’l-fuhûl ilâ tahkîki’l-hak min ‘ilmi’lusûl, (thk. Şa‘bân Muhammed İsmail), Dâru’l-kütübî, Kahire, 1992.
Taftâzânî, Sa‘düddin Mes’ud b. Ömer (ö. 792/1390), Şerhu’t-Telvîh ‘ale’t-Tavzîh limetni’t-Tenkîh fî usûli’l-fıkh. Dâru’l-kütübi’l-‘ilmiyye, Beyrut, 1998.
Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali (ö. 1158/1745), Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn (Ahmed
Hasan’ın Hâşiyesi ile basılmıştır.), Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1998.
Üsmendî, Ebü’l-Feth Alâüddîn Muhammed b. Abdülhamîd (ö. 552/1157). Bezlü’nnazar fi’l-usûl. (thk. Muhammed Zekî Abdülber). Mektebetü dâri’t-türâs, Kahire,
1992.
Zeydân, Abdülkerim, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, Dersaadet, İstanbul, ts.

Benzer belgeler